AFŞAR TİM UÇİN
Felsefe Sözlüğü
ISBN: 975-8295-11-X © Bulut Yayınlan, 2004
Dizgi: Bulut Yayınları Ofset Hazırlık: Bulut Yayınları Birinci Baskı: BDS Yayınları, 1994 İkinci Baskı: İnsancıl Yayınlan, 1998 Genişletilmiş Üçüncü Baskı: Bulut Yayınları, 2000 Genişletilmiş Dördüncü Baskı: Bulut Yayınları, 2002 Genişletilmiş Beşinci Baskı: Bulut Yayınları, 2004 Baskı: Şefik Matbaası Tic. ve Adi Komandit Şti. Marmara Sanayi Sitesi M Blok No: 291 İkitelli / İstanbul Tel: 0212 472 15 00 (2 hat)
B ulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti. Caferağa Mah. Safa Sokak No: 8 Kadıköy-İstanbul Tel&Faks: (0 216) 330 59 24 - 414 21 75 E-Mail:
[email protected][email protected] [email protected] www.bulutyayin.com
Afşar Timuçin
FELSEFE SOZLUGU ••
••
W
••
A A. Mantıkta evrensel olumlu öner melerin simgesi. Örnek: “Bütün in sanlar ölümlüdür.” A C I (yun. lype; lat. do lo r; fr. douleur; alm. Schmerz; ing. pairi). Eğilimlerin, gereksinimlerin, istek lerin karşılanamayışından gelen sı kıntı duygusu. Doğrudan doğruya bedensel kaynaklı (baş ağrısı) olabildiği gibi yalnızca ruhsal da ola bilen acı en belirgin duygu tiplerindendir ve kaynağını yoksunluklar dan alır. Bedensel etkenlerden de gelse (baş ağrısı), doğrudan doğru ya bedensel etkenlere dayanmasa da ruhsallıkta oldukça baskındır, her şeyden önce bilincin saydam lığını bozar, etkinliğini azaltır, dik kati büyük ölçüde dağıtır, giderek bireyi bunaltıya ve boğuntuya dü şürür, böylece çevreye uyumsuz kılar, hatta onun çevreye iyiden iyi ye yabancılaşması sonucunu geti rir. Bazıları, örneğin Schopenhauer, acıyı insan dünyasını geliştirici bir etken saymışlar ve onu dünya yı kavramaktabaşlıca önder, tek yol gösterici olarak almışlardır. Onlara
göre hazlar gerçekliğin görünüm lerini bozarlar ve bizi düşsel bir dün yaya götürerek gerçeklikten iyice uzaklaştırırlar. Buna göre acımn ah laki bir değeri olduğu gibi belli bir bilgi değeri de vardır. Hıristiyan fi lozofları hazzı mahkum ederken acının arındırıcı niteliği üzerinde durmuşlardır. Acı bazı ruhsal bo zukluklarda, özellikle melankolide belirleyici bir rol oynar. “Ruhsal acı melankolinin temel öğesidir. Melan kolide acıyı ortaya çıkarmak zor dur, çünkü acı olağan görünümlü bir davranışın arkasına gizlenir, an cak hastanın intiharıyla ortaya çı kar” (R Léonardon). / A. Malraux: “Kimseye yardımcı olmayan her acı saçmadır.” / Maine de Biran: “Ru humuz hazdan çok acıyı kaldıra cak genişliktedir.” / J.-B. Gresset: “Acı bir yüzyıl sürer, ölüm bir an.” / Lamartine: “Şu dünyada acı acı ya eklenir, -Gün günü izler, sıkıntı sıkıntıyı.” /Hippokrates: “Aynı an daki iki acıdan güçlü olanı öbürü nü gölgeler.” / Publilius Syrus: “Ruhun acısı bedenin acısından a ğ ırd ır.” / S h ak esp e are : “Acı
ACICILIK tükenmiş görünse de ölmüş değil dir.” “İnsan acısına gururu öğret meli.” / Voltaire: “Acı hemen he men ölüm kadar gereklidir.” / A. de Musset: “Hiçbir şey büyük bir acı kadar büyük kılmaz bizi.” / Ma rivaux: “Dünyada pekçok insan bu yapıdadır, onlar dostlarını sevinçten çok acıda çok severler. İyi olduğu nuzda sizi kutlamaları gönül okşa mak içindir, kötü olduğunuzda sizi avutmaktan zevk duyarlar.” / G.S. de Meilhan: “Üç çeşit insan az ko nuşur; bilginler, çok mutlular, çok mutsuzlar; buna göre bilgi, acı ve mutluluk sessizdir diyebiliriz.” / Ba udelaire: “Ey acı ey acı, zaman ya şam ı yiyor.”/ D escartes: “ Acılı olduğumda ya da tehlikeyle karşı karşıya olduğumda ya da önemli işlerle uğraşıyor olduğumda derin derin uyuduğum u ve büyük bir açlıkla yemek yediğimi görüyorum. Buna karşılık sevinçliysem yemi yorum ve uyum uyorum .” (Bk. ACICILIK, MELANKOLİ) ACICILIK (fr. dolorisme; fransız eleştirmeni Paul Souday’in bul duğu terim). Acıyı düşünsel, ahla ki, estetik açıdan yücelten öğreti. Bu öğretiye göre her çeşit acı, özel likle hastalıkların verdiği bedensel acı insanı gerçeklik üzerine, baş kalarının dünyası üzerine bilinçlen dirir, hayvansal eğilimleri dizginler, zekaya üstünlük kazandırır. Açıcı lığın önde gelen adlarından Julien Treppe acının insan dünyasını zen ginleştirdiğini bildirir. Ona göre acı çeken insan hayvansal yaşamın
dürtülerinden uzaklaşacak, ruhsal bir yetkinliğe ulaşacak, bu da onun özellikle sanat alanındaki yaratıcı gücünü artıracaktır. (Bk. ACI, BO ĞUNTU, BUNALTI, MELANKO Lİ) AÇIK (lat. clarus', fr. dairi, alm. klar, ing. clear). Kolay anlaşılır olan. A lgıya engel çıkarm ayan. Kendini kolayca gösteren. Açık olan şey kendini bilince olduğu gibi sunar ve bir başka şeyle karışmaksızın yani seçik olarak görünür. Bir nesnenin açık ve seçik fikrine ancak o nesneyi tam olarak belir gin bir biçimde ve öbür nesneler den ayrı olarak kavrayabildiğimizde ulaşırız. Bir nesnenin açık fikri ne ancak o nesneyi kendi olarak kavrayabildiğim izde varırız. Bir nesnenin seçik fikrine varmak için, o nesneyi öbür nesnelerden ayrı kılan özellikleri kavramak gerekir. Demek ki birinde yalıtık ya da ayrı öbüründe karşılaştırmalı kavrayış sözkonusudur. Açık ve seçik ayrı mını belirgin biçimde ilk koyan Des cartes olmuştur. Descartes’a göre açık fikir dikkatli bir zihinde ortaya çıkan, değeri gerçekliği tartışılm a yacak biçimde zihinde beliren fi kirdir. Descartes için fikirlerin açık ya da seçik olması değil, açık ve seçik olması önemlidir. Descartes açık ve seçikle ilgili olarak şöyle der: “Anladım ki düşünmek için va rolmak gerektiğini çok kesin ola rak görmesem, bu düşünüyorum öyleyse varım’da doğruyu bildiği me beni güvendirecek hiçbir şey
AÇINIM yoktur. Böylece çok açık ve seçik olarak anladığımız şeylerin tümüyle doğru olduğunu genel bir kural gibi alabileceğimi gördüm.” Buna göre Descartes için “çok açık ve seçik olarak tanıdığım ız bütün şeyler doğrudur”. Doğruluk fikrin apaçıklığındadır. Descartes açık ve seçik ayrımını şöyle koyar: “Dikkatli bir zihne sunulmuş ve onda görünür olmuş algıyı açık diye adlandırıyorum(...). Seçik, tüm öbür algılar dan öylesine belirgin ve öylesine ayrıdır ki ancak onu eksiksiz diye belirleyen kişiye görünen şeyi ken dinde içerir.” Leibniz, Descartes’ın “seçik”ini “açık” olarak belirleye cek, onun nesnesini tanıtmaya ye ten ve başka nesnelerden ayıran fi kir olduğunu düşünecek, “bir fi kir, şey’i tanıtmaya yetiyorsa açıktır(...), bir bitkiyle ilgili açık bir fik rim varsa onu öbür komşular ara sında belirleyeceğim, bu olmadı mı fikir karanlıktır” diyecektir. / M. Proust: “Herkes kendi fikirleri ka dar karışık olan fikirleri açık fikir diye adlandırır.” / L. Guilloux: “Dünya açık olmalı. Yürekler açık olursa dünya da açık olur.” (Bk. FİKİR, SEÇİK) AÇIKLAMAK (yun. apodidomi; lat. explicare', fr. expliquer, alm. erklären', ing. to explairi). Bir şeyi başkaları için anlaşılır kılmak. Bir doğruyu ortaya koymak. Açıkla mak karanlık ya da bulanık bir şe yi karşımızdaki için kavranılır du ruma getirmektir. Bu da o şeyi ne densel ilişkileri içinde kavramaya
çalışarak, iç ve dış ilişkileriyle, hatta g elişim e v re le ri çe rç e v e sin d e kavramaya çalışarak her yönüyle ortaya koymak demektir. Bilgiye varma iki yolla, sezgi yoluyla ve gidimli düşünce yoluyla olur. Birin cisinde bütünsel bir kavrayış ve hatta anlık bir kavrayış, İkincisinde andan ana geçerek kavrayış sözkonusudur. Açıklama yaparken yal nızca gidimli düşünceyi kullanırız. Açıklama bir yargıdan bir yargıya geçerek yapılır. (Bk. DÜŞÜNCE, GİDİMLİ, SEZGİ, USAVURMA) A Ç IN IM (lat. revelaiio', fr. révélation', alm. Offenbarung-, ing. révélation). Bir doğrunun dışlaşma sı. B ir şeyin o rtay a çıkm ası. Tanrı’nın kendini açması ya da ta nıtması. Açınım yoluyla Tanrı ken disiyle ilgili bilginin bir bölümünü insan için anlaşıl ır kılar, böylelikle in sana usun kendiliğinden kavrayama yacağı şeyleri tanıtmış olur. Ancak Tanrı bilgisinin büyük bir bölümü her zaman insana kapalı kalacaktır. Demek ki açınıma karşın insan tannsallıkla ilgili doğruların pek azını bi lebilmektedir. Açınım konusunda özellikle XVIII. yüzyıldan sonra or taya çıkan tedirginlikler pekçok tar tışmayı birlikte getirmiştir. Mircea Eliade bu tedirginliği şöyle belirler: “Çağdaş insan kutsalın bazı dışlaş ma biçimleri karşısında belirli bir te dirginlik duyuyor. Kutsalın taşlarda ve ağaçlarda dışlaşabilmesi bazı in sanlara benimsenmesi çok zor bir şey gibi görünüyor.” (Bk. DIŞLAŞ MA, DİN, KUTSAL)
ADALET A DA LET (yun. dikaiosyne\ lat. justitia; fr. justice', alm. Gerechtigkeit\ ing. justice). Bir toplumda birey haklarını sağlama istemi. Hak kın egemen olması durumu. Ada let herkese hak ettiğinin verilmesi dileği ve öngörüsü üzerine kurul muştur. Bu yüzden onu hukukun amacı olarak görmek gerekir. Epikuros şöyle der: “Doğaya uygun adalet karşılıklı olarak insanların birbirlerine zarar vermelerine en gel olmaya yöneltilmiş karşılıklı bir yarar sözleşmesidir.” Filozofa gö re “Adalet hiçbir zaman kendinde varolan herhangi bir şey değildir. Ama insanların karşılıklı alışverişin de, her yerde, her zaman karşılıklı olarak birbirine zarar vermemek adına bir çeşit sözleşme vardır.” Adalet toplumsal bir olgudur, top lumsal yüküm lülükler açısından eşitlik ilkesine ya da hak eşitliği il kesine dayanır, hatta toplumsal dü zeyde haklar dengesine dayanır. Eski toplumlar yaşamın temel kav ramlarını tanrısal açıklamalara gö türmüşlerdir. Örneğin Yunanlılar Zeus’u adaletin simgesi olarak gö rüyorlardı. Köylü şair Hesiodos şöyle diyordu: “Balıklar ve hayvan lar ve yırtıcı kuşlar birbirlerini yi yorlar. Ama Zeus insana adaleti ver di. Adaletin yeri Zeus’un tahtının yanındadır.” Hesiodos durmadan sevgili değiştiren tembel ve ahlak sız Z eus’u, tanrılar tanrısını, yok sulların koruyucusu olarak düşün müştür. Aristoteles’e göre adalet duygusunun temelinde dostluk ya tar; sevdiğimiz kişiler haklarını el
de etsin isteriz. M. Merleau-Ponty şöyle der: “İnsan tek başına ada letli olamaz, tek başına adaletli ol duğu zaman adaletli olmaktan çı kar.” Adalet, bireysel yükümlülük ler açısından da dürüstlük ilkesine dayanır, temelindeki ruhsal etken elbette bireyin kendini koruma iç güdüsüdür. La R ochefoucauld şöyle der: “İnsanların çoğunda ada let sevgisi adaletsizliğin acısını çek me korkusundan gelir.” Eşitlik ve dürüstlük kavramlarına verilen de ğişik anlamlara göre adalet de de ğişik anlamlar alacaktır. Bazı yazar lar adalet kavramını toplumsal ya şamla ilgili tüm kavramların teme line yerleştirirler. Örneğin Diderot “Tek bir erdem vardır, o da adalet tir” der. Adalet kavramı ahlakla uzaktan yakından ilgili tüm kav ramlar gibi özgürlük sorununa gö türülerek tartışılır. Çünkü adaletin temelinde, “adaletsizliğin acısını çekme korkusu” biçiminde de olsa bir başka biçimde de olsa özgürlük istemi vardır. Ancak istem adaleti sağlamaya yetmez, bunun için güç gereklidir. Biaise Pascal “Güçsüz iktidar adaletsizdir, adaletsiz güç zorbadır” der. Genel olarak güçle adaleti dengede tutm a eğilimi ağır basar. Joubert şöyle diyor: “Güç süz adalet de adaletsiz güç de kor kunç şeydir.” Bazı yazarlar adaleti daha bireysel bir temele, ahlakçılık ya da iyilikçilik temeline oturtmak ister. M auriac’ın bu konuda görü şü şudur: “Dünyada en korkunç şey iyilikseverlikten ayrı düşmüş adalettir.” H er ne olursa olsun,
“AGAPE” adalette süreklilik kaçınılmaz bir koşuldur, işte bu yüzden geç kal mış adalet adalet değildir. (Bk. DENKSERLİK, HUKUK, YASA) A D C IL IK (fr. nominalisme', alm. Nominalismus; ing. nominalism). T ü rlerin y aln ızca sö zcüklerde bulunduğunu bildiren öğreti. Genel fikirlerin adlardan başka bir şey olmadığını önü süren öğreti. Kav ramların varlığını yadsıyan, yalnız ca tek tek şeylere karşılık olarak genel adların ya da işaretlerin bu lunduğunu bildiren öğreti. Bu öğ reti özellikle skolastik felsefeyle il gilidir. Buna göre genel fikirler ya da kavramlar sözcüklerden başka bir şey değillerdir. Türler ve cins ler gerçek varlıklar değil, usun ürünleridirler. Daha Eskiçağ’da Ki nikler okulunun kurucusu Antisthenes her İdea’nm bir gerçekliği ol duğunu bildiren Platon’a “Atı gö rüyorum ama at türünü görmüyo rum” diyerek karşı çıkmıştır. XII. yüzyılda Roscelin yalnızca sözcük lerin gerçek olduğunu, tek gerçek liğin bireysel tözler olduğunu bil dirdi, böylece adcılığın kurucusu oldu. XIV. yüzyılda Ockham’lı Wil liam evrenselleri usun üretimi ola rak gösterdi. Bunların gerçekliği bu lunmayan şeyler olduğunu söyle di. Adcılık, kavramın sözcükten ay rı bir gerçekliği olduğunu savunan kavramcılıkla karşıtlaşır. (Bk. GER ÇEKÇİLİK, KAVRAMCILIK)
“ A F O R T IO R I” (lat. dey ). Da ha güçlü nedenin varlığını göstere rek daha güçsüz nedenin varlığını doğrulamaya yarayan iki önermeli usavurma. Bu usavurmaya göre belli bir durum sözkonusuysa, ona bağlı olarak daha az güçlü bir ne dene dayanan bir başka durum haydi haydi sözkonusu olacaktır. (“Çocukları çok sevdiğine göre, kendi çocuklarını afortiori sever.”) Bu tür usavurmalar ahlakta ve hu kukta niceliklere dayanarak dere celendirmeler yapmaya yarar. (“Ba basını dövdükten sonra komşusu nu a fortiori döver.”) Bu tür usavurmayla, gündelik yaşamı ilgilen diren doğrular da ortaya koyulabi lir. (“Kamyonu sürdükten sonra bi sikleti a fortiori sürer.”) “A G A PE” (yun. söz.) “Dostlar sofrası” anlamına gelen bu terim, hıristiyanlığın ilk zamanlarında din daşların bir araya geldiği sofrayı anıştırır ve cinsel aşka karşılık iyi likçi aşkı belirler. Eros daha çok aş kın ezici ve baştan çıkarıcı yanını, doğal ya da hayvansal yanını anla tır. Aşkta yalnızca Eros egemen ol saydı aşk alanı bir yırtıcılık alanı ola caktı. Agape, hayvani aşkı insani aşkla yumuşatır, onu yırtıcılıktan azçok arındırır, bir ölçüde evcilleş tirir. Tam yırtıcı ya da tam evcil aşk insan için yıkımdır ya da en azından başarısızlıktır. Her sağlıklı aşkta bu iki etkinliğin dengelendi ği, gene de birinin zaman zaman öbürüne baskın çıktığı düşünülür. P. Bumey şöyle der: “İnsani aşkın
AGRAFİ Ud kutbunu, genellikle birine Eros öbürüne Agape adını vererek birbiriyle karşıtlaştırırlar. Eros arzu aşkıdır, bağlayıcı ve bencildir. Aga pe iyiliğin adayıcı düzeyine kadar yükselebilen iyilikçi biçimler orta ya koyar. Uygulamalı ahlak düze yinde sık sık çatışsalar da derinden derine birlik oldukları gözden uzak tutulmamalıdır.” (Bk. AŞK, EROS) AGRA Fİ. Bk. YAZMAYİTİMİ. AGREGA. Bk. KATIŞMAÇ. A H LA K (yun. ethos', lat. ethos\ fr. m orale; alm. Moral', ing. mo ral). Bir dönemde benimsenen dav ranış kurallarının bütünü. Bu ku ra lla rı in cele y en bilgi alan ı. Eylemlerimiz için genel kurallar belirleyen bilgi alanı. Ahlak, davra nışlarımıza toplumsal bir geçerlilik kazandırmak istediğimiz yerde baş lar. Böylece ahlak alanı mutlak ola rak, evrensel olarak geçerli olması gereken kurallardan oluşmuştur. Ahlak felsefenin bir dalıdır. Felse fenin ahlaka ağırl ık verdiği dönem ler toplumsal bunalım dönemleri dir. İlk filozoflar diye bilinen Yedi Bilgeler Yunanistan’ın çok sorunlu bir döneminin ahlakçıları oldular. Daha sonra Sokrates gibi kimi fi lozoflar felsefelerinde ahlaka birinci yeri verdiler. Descartes gibi kimi filozoflar da ahlakla çok az ilgilen diler. Kuralkoyucu bir bilgi alanı olarak ahlak bağlayıcı yanıyla her zam an bireysel seçim lere engel çıkarmış ve böylece kişisel düzeyde
çeşitli tepkiler uyandırmıştır. Dide rot bu tepkiyi “Ahlak da erdem de başeğenler için gereklidir” sözleriy le ortaya koyar. Rimbaud “Ahlak beynin zayıflığıdır” der. Ahlakı uy gulamalı ve kuramsal diye ayırmak kuramsal ahlakı başka bir ad altın da toplamak yaygın bir eğilimdir. Buna göre ahlakın yanında bir de ahlakbilgisi (fr. éthique', alm. Ethik\ ing. ethics) olacaktır. Ancak her alanda olduğu gibi bu alanda da kuramı başlıbaşına bir bilgi ala nı oluşturacak biçimde uygulama dan ayrı tutmak pek de sağlıklı bir tutum değildir. Kuramda da uygu lamada da başlıca sorun hangi dav ranışlarımızın iyi hangi davranışla rımızın kötü olduğu, buna göre iyi nin ve k ö tü n ü n ne o ld u ğ u sorunudur. Demek ki ahlakta bü tün bilgilerimiz bir iyi-kötü karşıt lığı üzerine temellenmektedir. Bu karşıtlık birey-toplum ikilemi için de çeşitlilenir ve değişik anlamlar kazanır. Birey her zaman yüküm lenen durumundadır, yükümlenenin ahlakı (kişi ahlakı) çok zaman ytikümleyenin ahlakına (toplum ah lakı) engel çıkarır. Bu karşıtlığı ah lakçılar bir denge düzeninde uzlaş tırmaya çalışırlar. Bu karşıtlık için de toplumsal ahlakın biçimsel ah lak olduğunu ve gerçek ahlakla il gisi bulunmadığını savunanlar var dır. Bergson bireyi yüküm leyen toplum ahlakını kapalı ahlak diye adlandırır, seçkin kişinin ahlakını da açık ahlak diye belirler. Açık ahlak bir öngörülükişi ahlakı olduğu gibi b ir b ak ım a b ir k a h ra m a n lık
AHLAKSIZCILIK ahlakıdır. Göreneklerde, fikirlerde, kurumlarda yerleşik olan ve kitle nin değerlerini karşılayan kapalı ah lak durallığıyla belirginken açık ah lak etkin ahlaktır. Birey-toplum kar şıtlığı içinde ahlak bir takım altbölüm lere ayrılırken (aile ahlakı, yurttaşlık ahlakı, meslek ahlakı), toplumsal ayrışmalara göre de özel likler gösterir (yahudi ahlakı, bur juva ahlakı, faşist ahlaki). Bütün bölümlemeler, ahlakın temel iki eği limi karşısında daha az belirleyici kalır. Bu iki eğilim, bir bakıma kar şıt eğilimler olarak, değişik bakış açılarına bağlıdır. Buna göre insan davranışları iki ayrı açıdan, insanı erince götürecek yollar açısından 0mutluluk ahlaki), insanı başka in sanlar karşısında yükümlü kılan zo runluluklar açısından (ödev ahla kı) ele alınır. Birey ve toplum mut lulukla ödev arasına kesin sınırlar koyamayacağından bu ahlakları bir birinden bağımsız düşünmek yan lış olur. (Bk. ALIŞKI, GÖRENEK, İYİ, KİŞİ, KÖTÜ, KURAL, MUT LULUK, ÖDEV, ÖZGÜRLÜK, TOPLUM) A H L A K Ç IL IK (fr. moralisme\ alm. Moralismus\ ing. moralism). A hlak yasasını felsefenin temel ilkesi olarak belirleyen öğreti. Ah lak kurallarına mutlak bir biçimde uyulmasını öngören anlayış. Ahlak çılık her şeyden önce eğitim ala nında ahlaka öncelik tanıma eğili mi olarak ortaya çıkar. Bu eğilim gerçekte toplumun bütün alanların da kendini duyurur; toplum ya
şamında ahlakın büyük bir yeri ol duğu, ahlak alanının toplumla ilgili birçok sorunu çözmekte tek başı na yeterli olduğu görüşü bir ölçü de yaygındır. Buna göre ahlak başlıbaşına bir bilgi alanı olarak değer lendirilir, böylece ona bütün bilgi alanları karşısında belirgin bir iş levsellik yüklenir. Uygulamada ah lakçılık durmadan kötüye karşı iyi yi savunmakla ya da savunur gö rünmekle, başkalarını ahlak açısın dan eleştirmek ya da suçlamakla belirgindir. Ahlakçılık çok zaman ahlak zayıflıklarını örtmekte kulla nılan koruyucu bir örtüdür. (Bk. AHLAK, AHLAKSIZCILIK) A H L A K SIZ C IL IK (fr. immoralisme\ alm. Immoralismus; ing. immoralism). Ahlak kurallarına karşı çıkma eğilimi. Ahlak kuramlarının değerini yok sayan öğreti.¿Ahlaksızcılık, insan davranışlarının geçerli kurallarla değil, bu kurallara karşıt olan yeni değerlerle belirlenmesi ge rektiğini bildirir. İnsan davranışla rını düzenleyen ahlak birçok du rumda bağlayıcı ve kısıtlayıcı gö rünür. Buna karşılık, ahlaksızcılık tam bir özgürlük ahlakı olarak an laşılmalıdır. Ahlaksızcılığın başlıca savunucularından biri N ietzsche’dir. Nietzsche’ye göre insan ah lak kurallarının karşısına çıkmalı, bununla yaratıcılığım gerçekleştirmelidir. Böylece Friedrich Nietzsche ahlaka yaratıcılık kavramını ge tirmiş olur. Ona göre yaratıcı kişi katı kişidir, ahlak kurallarım ve eski değerlerini kırar. Nietzsche’ci an
AHMAKLIK layışta insan ahlak kurallarının dı şına çıkıp yeni ahlak değerlerine yö neldikten sonra da ahlak açısından hep kuşkulu olm ak zorundadır. “Tüm ahlak değerleri karşısında kuşkuculuk yeni bir değerler tab losunun doğum belirtisidir” der Nietzsche. Bu tutumuyla alışılmış iyi ve kötü kavram larını sarsar, “kötülük insanın en üstün güçle rinden biridir” der. İyi insan, ona göre, ahlak kurallarına körü körü ne uyan insandır. İyi insanlar hiç bir zaman doğruyu ortaya koya mazlar, bu biçimde doğru olmak ru hun hastalanmasından başka bir şey değildir. “İyilerin yaptığı kötülük kötülüklerin en kötüsüdür.” Ahlak lılığın yerine içtenlikli olmayı koyan bir kişiye sonsuz ve içtenlikli dav ranma hakkı veren André Gide de ahlaksızadır. G ide’e göre insan tüm özgürlüğü içinde kendini ya ratırken kendi davranış kurallarını da birlikte getirecektir. “Hiçbir za man, artık ahlaklı olmamaya yani artık kendi anlayışıma göre ahlaklı olmaya karar verdiğim andaki ka dar ahlaklı duymadım kendimi” der Gide. Gerçek ahlaklılık sürekli ola rak kendini aşmaya yönelik son suz bir özgürlük deneyi demektir. Buna göre ahlaksızcılık kişiye son suz seçme hakkı tanıyan Özgürlükçü bir ahlak anlayışıdır. Gide’de de ah laklılığı güvence altında tutan tek güç içtenlikli oluştur. Gide, LaRochefoucauld’nun “Zayıf insanlar iç tenlikli olamazlar” formülünü dü şündürecek biçimde içtenlikle güç lülüğü birleştirmiştir. (Bk. AHLAK,
AHLAKÇILIK, İYİ, KÖTÜ, KU RAL, ÖZGÜRLÜK) A H M A K LIK (lat. débilitas; fr. débilité', alm. Kraftlosigkeit', ing. d e b ility ). K av ram a e k sik liğ i. Düşünme yetisinde kalıcı yeter sizlik. Ahmaklık zeka zayıflığının koşulladığı aşırı beceriksizlikten kaynaklanır ve toplumsal uyum suzlukla belirgindir. Bir ahmağın zi hin yaşı 7 ile 10 arasındadır, zeka ortalaması da 0.40 ile 0.85 arasın da değişir. Bunu göreli bir durum olarak belirlemek ve bir ahmağın 7-10 yaşlarındaki bir çocuğun zi hinsel yeteneklerine ve davranış özelliklerine sahip olabileceğini bil mek gerekir. Eğitici çalışmalarla ah maklar 15 yaş düzeyine ulaştırılabi lirler. Bundan sonra onlara yeni bil giler kazandırılabilse de kavrayışları gelişmez. Ahmaklık bebeklerde bi rinci yaşın gelişimini ortaya koyan gülümseme, konuşma, tutma gibi belirtilerin eksikliğiyle kendini göstermeye başlar. Ahmaklığın baş lıca göstergeleri soyutlamada, eleş tirmede, merakta eksikliktir. Buna karşılık ahmakların belleği \;ok za man zengindir. Ahmaklıkta zeka ek sikliğinin verdiği aşağılıkduygusu, buna bağlı olarak çeşitli suçluluk duyguları baskındır. Bu duyguların da katılmasıyla toplumsal yaşama uyumsuzluk bazen aşırı ve yıkıcı ölçülere varabilir, kişi çeşitli suç iş leme eğilimlerini taşır duruma ge lebilir. Hırsızlık, kırıcılık, sapıklık, fahişelik ahmaklarda çok görülür. B ellek güçlülüğünün kışkırttığı
AİLE övünme uydurmacılığı ya da söz de aşırı bilgililik ahmaklıkta sık gö rülen durumlardır. (Bk. ALIKLIK, APTALLIK) A İL E (lat.fam ilia; fr. fam ille\ alm. Fam ilie; ing. family). Karı, koca ve çocukların oluşturduğu toplumsal topluluk. Belli bir fikir çe rç e v e sird e b ir araya gelm iş kişiler topluluğu. Aynı soydan ge lenlerin oluşturduğu toplumsal top luluğa aile denildiği gibi bir ereğe göre bir araya gelmiş insanlar top luluğuna da aile denilir. Ortak nite likler gösteren varlıkların ya da nes nelerin oluşturduğu topluluk da ailedir (maymun ailesi, sözcük aile si, dil ailesi). Karı ve kocadan olu şan, çocukları ve yakın soydaşları da içerebilen aile en küçük toplum sal birimdir. Ailenin oluşabilmesi için çocukların gerekli olduğu, karıkocanın bir aile değil ancak bir karı şım ya da katışmaç oluşturduğu görüşü de yaygındır. Aile kavramı en eski zamanlardan beri birçok de ğişiklik geçirmiştir. Roma’da tek ki şiye bağlı olan ve aynı çatı altında yaşayan köleler ve hizmetçiler top luluğu aile (familia) diye adlandı rılırdı. Ailenin kökeni elbet çok da ha eskidir. Aileyle ilgili ilk köklü gö rüşler Eskiçağ’da ortaya koyul muştur. İlk filozoflar diye belirle diğimiz Yedi Bilgeler’in özdeyişle rinde aile kurumunun ahlaki temel lerini açıklayan görüşlerle karşıla şırız. Kleobulos şöyle der: “Baş kasının yanında ne didiş karınla ne okşa karını; birinci tutum en kötü
tutumdur, ikinci tutum çılgınca bir tutkuya yol açabilir.” Bir de şöyle der: “Kendi durumundaki bir ka dınla evlen; zengin kadın alırsan efendilerin olur yakınların olmaz.” Solon şu öğüdü verir: “Yakınlarına karşı yumuşak ol.” Khilon şunu önerir: “Evini iyi yönet.” Thales “Seni bugüne getirenlerin gönlünü almakta eksik kalma” der. Bir de şöyle söyler: “Anana babana gös tereceğin iyilikleri yaşlılığında ço cuklarından bekle.” Periandros da “Yakınlarına yaraşır ol” diye öğüt ler. Atomcu filozof Demokritos’un aileyle ilgili belirlemelerinden biri şudur: “Kendi kendinin efendisi olan baba çocuğuna en güzel ör nek olur.” Doğal bir kurum olarak gördüğü toplumu insanın varlığını sürdürebilmesi ve mutlu olabilme si için zorunlu sayan Aristoteles, en küçük ve en temel toplumsal bi rim olarak aileyi belirliyordu. Aile denilen ilksel toplumsal birliği in san türüne varlığını sürdürme ola nağı sağlayan tek kurum olarak gö rüyordu. Aristoteles’e karşıt ola rak, öğretmeni Platon, aile birimini dağıtarak tüm toplumsal gücü dev letin elinde toplamak istemiş, her kesin kardeşliğini öneren ve kadın ların ortaklığını getiren bir kurgu sal düzen tasarlamıştır. Buna göre bebekler doğar doğmaz devletin eli ne bırakılacaktır, yetişecek olanla rın yetişmişlerle bağlan böylece ko parılmış olacaktır. Platon aile kurumuna ters bakan ilk ve son filo zof değildir. Örneğin Diogenes Laertios, Sinoplu Diogenes’le ilgili
AİLE olarak şunları söyler: “Kadınlar topluluğu kurulsun istiyor, evliliğin değerini yadsıyor, herkesin kendi isteğine ve eğilimine göre özgürce birleşmesini öngörüyordu. Bu ne denle bir çocuklar topluluğu kurul masını diliyordu.” André Gide şöyle der: “Aileler, tiksiniyorum sizden! Kapalı ocaklar, kapaİı kapılar, mut luluğun kıskanç edinimleri.” Aile kurumu, zorunlu olsun olmasın, her zaman güçlükleriyle dikkati çek miştir. Tolstoy şunları söyler: “Bü tün mutlu aileler benzeşirler; her mutlu aile kendine göre mutsuz dur.” Tarih boyunca çeşitli üretim biçimlerine bağlı olarak da çeşitli aile biçimleri ortaya çıktı. Evlilik ve kan bağıyla kurulan aile, her çağ da, her çağın değişik evrelerinde de ğişik özellikler gösterdi. Ananın aile bireyleri üzerinde egemen oldu ğu anaerkil (fr. matriarcal', alm. matriarchalisch', ing. matriarchal) aile birbirine pek benzemeyen çok değişik biçimler göstermiştir. Bu ailede genellikle kadının soyundan gelen bireyler akraba sayılıyordu. İnsanlık anaerkil aile döneminden babaerkil ya da ataerkil (fr. patri arcal ; alm. patriarchalisch\ ing. patriarchal) aile dönemine girdi, bu dönem uzun yüzyıllar boyu sürdü. Babanın aile bireyleri üzerinde ke sin olarak söz sahibi olduğu bu aile Asya’da son zamanlara kadar var lığını sürdürmüştür. Babaerkil aile de tüm bireyler babanın bağlı bu lunduğu totemi tanır. Babaerkil aile tektanrıcı dinlerde de geçerli ol muştur. Bugün bu aile yerini baba,
ana ve çocuklardan oluşan ve ana ile babanın aynı ölçüde söz sahibi olduğu, hatta çocuklarının da ye tişkinlikleri ölçüsünde yönetime ka tıldıkları modem demokratik aile ye bırakmıştır. Tarih boyunca aile, akrabalık ilişkileri ve eşlerin sayısı açısından da değişiklikler göster miştir. Her ailenin yapısına göre de ğişik akrabalık ilişkileri ya da anla yışları ortaya çıkmıştır. Morgan bu konuda şöyle der: “Aile etkin öğe dir; o hiçbir zaman dural olmamış tır, o alt bir biçimden daha üst biçi me geçmiştir, bu da toplumun bir alt düzeyden daha yüksek bir dü zeye doğru gelişmesine bağlı ol muştur. Buna karşılık akrabalık dü zenleri edilgindir, ailenin zaman akı şı içinde gösterdiği ilerlemeleri ak rabalık düzenleri ancak uzun ara lıklarla gösterirler ve aile kökel bir dönüşüm geçirirken onlar herhan gi bir değişime uğramazlar.” Tarih boyunca tekeşli ve çokeşli aile bi çimleri görülmüştür. Tekeşlilik ve çokeşlilik bir toplumda büyük öl çüde kadın-erkek oranıyla ilişkili dir. M ezopotam ya’da süm er uy garlığı döneminde tekeşli aile dü zeni baskınken, babil ve asur dö neminde çokeşliliğe, daha doğrusu çokkanlılığa geçilmiştir. Tekeşli (fr. monogame', alm. monogam', ing. monogamous) aile bir kadının an cak bir kocaya, bir erkeğin de an cak bir karıya sahip olabildiği aile dir. Bir erkeğin birçok karısı varsa, böylece oluşan aile çokkarılı (fr. polygame', alm . polygam ', ing. polygam ous) ailedir. Ç okkocalı
ALAN (fr. polyandre', alm. polyandrisch\ ing. polyandrous) ailede bir kadı nın birçok kocası vardır. / G. Marcel: “Gerçekten sağlam her aile belli bir davranış biçimi ortaya koyar, bu davranış biçimi olmadığı zaman tüm gizli dayanaklarını zamanla yi tirme tehlikesi gösterecektir.” / Ch. Baudelaire: “Ulusların da aileler gi bi kendilerine karşın büyük adam ları vardır.” / V. Hugo: “Onuru kal madığı zaman aile yoktur.” / G. Bemanos: “Aileler beni korkutur.” (Bk. TOPLULUK, TOPLUM) “ A K A D EM İA ” (yun. söz.) Platon’un M.Ö. 387’de Atina yakın larında bulunan Akademos bahçe sinde kurmuş olduğu felsefe oku lu. Bu okul önemini M.Ö. 1. yüz yıla kadar korudu ve değişik biçim ler altında M.S. 529’a kadar sür dü. Akademia gerçek etkinliğini ku rucusunun ölümüyle (M.Ö. 347) yitirmişti. Speussippos, Ksenokrates, Krates gibi adlar Platon’un fel sefesine pek bir şey katamadılar. Arkesilaos’la okulun Yeni Akade mia diye bilinen ikinci dönemi baş ladı. Arkesilaos doğruyu bilmenin olanaksız olduğunu söyleyerek Platon’cu anlayışa taban tabana karşıt bir görüş ortaya koydu. Bugün Akademia’dan gelen “akademi” terimi bilim ve sanat topluluklarını belir tir. AKATALEPSİA. Bk. KAVRANILAMAZLIK.
AKHİLLEUS KAN ITI Yunan fi lozofu Elea’lı Zenon’un varlığın bir liğini, devinimin olanaksızlığını gös termek için ileri sürdüğü kanıtlar dan biri. Bu kanıt en hızlının en ya vaşa hiçbir zaman ulaşamayacağı nı gösterir. Çünkü en hızlı önce en yavaşın yola çıktığı noktaya ulaş malıdır. Ama en yavaş o zamana kadar belli bir yol alacak, bu böylece sürüp gidecektir. Akhilleus da kendisinden az önce yola çıkmış olan kaplumbağaya hiçbir zaman ulaşamayacaktır. (Bk.ELEA OKU LU) A K SİY O LO Jİ. Bk. DEĞERÖĞRETİSÎ. AKSİYOM . Bk. BELİT. AKSİYON. Bk. EYLEM. A K TİV İTE. Bk. ETKİNLİK. ALAN (yun. genos\ lat. campus\ fr. champ; alm. Feld\ ing. fıeld). Nesnelerin belli bir düzende yer leştiği ortam. Düz ve açık ortam. Bazı etkinlikler için belirlenmiş ya da düzenlenmiş sınırlı ortam. Alan, belli bir nesnel bütünlük ortaya koyabilen, böylece herhangi bir araş tırmanın konusu olabilen bir düşün sel etkinlikler ortamıdır. Düşünce alanı: Zihin etkinliğinin belli bir düzende kendini ortaya koyuşuyla belirgin düşünce düzeni. Düşünce nin öznel ya da nesnel etkinlikleri kişinin bilinç yapısına ya da an’lık ilgisine uygun olarak ya daha çok
ALAY bölük pörçük, dağınık, düzensiz olurlar ya da daha çok belli bir bü tünlük oluşturacak biçimde düzenli ve derli toplu olurlar. Birinci du rumda düşünce herhangi bir alan oluşturmaz, böyle bir durumda bi lincin anlık etkin nesneleri biri öbü ründen kopuk olan apayrı yapılar oluşturacak biçimde parçalanmış tır. İkinci durum da düşünce bir alan oluşturur. Bu durumda en azın dan bir genellemeyi sağlayabilecek hatta bir bilimsel açıklamayı olası kılabilecek belli bir tutarlılık sözkonusudur. Bilinç alanı: Bilinçdışı ol gularına karşıt olarak bilinçte ken dini gösteren olgular bilinç alanını oluştururlar. Bu olgular ya bilinçte o anda kendilerini göstermektedir ler, bunlar bu durumda etkin bi linç alanı'm oluştururlar (bir kişi nin adını ya da herhangi bir olayı anımsamamızda olduğu gibi) ya da bilinçte istemimizle kendilerini gös termeye hazır olurlar, bunlar bu du rum da da edilgin bilinç alanı'm oluştururlar (annemizin adını o an düşünmüyor olmamızda olduğu gi bi). [Bk. BİLİNÇ] ALAY (yun. eironeia; lat. ironia\ fr. ironie', alm. Ironie\ ing. irony). Söylenilmesi gerekene ters düşeni söyleyerek karşısındakini bilgi açı sından güç durum da bırakm ak. Alay, tartışm ada karşısındakinin bilgisizliğini ortaya koyabilmek için bilgisiz görünmeye dayanır. Bilgi sizliği kullanarak bilgiye yönelme ya da yöneltme yöntemi olan alay bir hafife alma ya da aşağılama du
rum undan çok bir sorgulayarak doğrulara ulaşma tutumunu belirler. Alay Sokrates’in iki evreli tartışma yönteminin birinci evresidir. Tar tışmalarına alayla başlayan Sokrates gerçekte tartışmacısına yüklen miyor, ondaki doğru bilgileri orta ya çıkarmaya yönelmeden önce on daki yanlış bilgileri giderebilmek için olumsuzu kullanarak düzenli bir sorgulama uyguluyordu. Amaç bi rinin yanlışını kendine buldurmaktı ve sorgulama sonunda tartışmacı bilgisizliğini onaylamak zorunda kalıyordu. Bilgide güvenin yanlışlı ğım baştan benimseyen ve “tek bil diğim, hiçbir şey bilmediğimdir” di yen Sokrates, alay evresini izleyen evrede, doğurtma evresinde tartış macıyı gene sorularla doğru bilgi ye yöneltmeye çalışıyordu. Alayda yanlış bilgi tepeden tırnağa yıkılı yor, doğurtmada bu yıkılanın yeri ne doğru bilgi koyuluyordu. Thonnard, S okrates’in alayını şöyle açıklar: “Sokrates önce zihni yan lış bilgilerden arındırmaya yönelir, bunun için konuşmacıyı kendi ken disiyle çelişmeye iter. Kendisinin de bilgisiz olduğunu söylemektedir, bilgi almak istiyor gibidir, konuş macısına açık açık bilmiyorum de dirtebilmek için onu güç durumda bırakır.” / L. Brunschvicg: “Her şey Sokrates’in kendisiyle ilgili bil giden de bir alay konusu çıkarma mıza yardımcı olur. Onunla ilgili ola rak iyice bildiğimiz tek şey, hiçbir şey bilmediğimizdir.” / 3. Renard: “Alay insanlığın utancıdır.” / G. Sand: “Zihnin konumlan arasında
ALGI en az zekice olanı alaydır.” / A. France: “Alay erdemin neşesi ve sevincidir.” (Bk. DOĞURTMA, YÖNTEM) ALEGORİ. Bk. BİÇİMSİMGE. ALEKSİ. Bk. OKUMAYİTİMİ. ALGI (lat. perceptio-, fr. perception; alm. Perzeption\ ing. perception). Duyu organları aracılığıyla nesnelerin sunumuna ulaşmamızı sağ lay an zih in işlev i. B ireyin duyumlarını gerçekliğin bilgisine ulaşma yolunda etkin kılmasıyla ilgili zihin işlevi. Algı hem felsefe nin hem ruhbilimin temel kavram ları arasında yer alır, felsefede baş lıca araştırma konularından birini oluşturur. Felsefede algı sorunu tam anlam ında XVII. yüzyıldan sonra konu edilmiştir. Descartes’çı bilgi kuram ında algı zihnin tüm edimlerine karşılıktır; fikirlerin bil gisine ulaşmak algılamakla eşan lamlıdır. Buna göre bizde iki çeşit düşünce vardır: algı ve istem. Al gıyı hem bilinçten hem de kendin den sonraki süreçten, nesnenin var lığını onaylama süreci olan üstalg ı’dan ilk ayıran Leibniz olmuştur: “Bir çokluğu bir birlikte ya da basit tözde saran ve sunan geçici durum algı diye adlandırılan şeyden baş kası değildir, onu üstalgıdan ve bi linçten ayırmak gerekir.” Bu arada Leibniz karanlık algılar ya da kü çük algılar belirlem esiyle bilin çaltının tanıtlam asına doğru bir adım atmıştır. Hamilton, Spencer,
Bergson gibi çağdaşlar algıyı dış gerçekliğin doğrudan doğruya bi linci olarak alırlar. Ancak algıyı bi linçten de, üstalgıdan da, duyu iz lenimleri alma ya da dış dünya nes nelerini sezme işlevinden de ayır mak gerekir. Nesneler duyularla al gılanır, ancak algı duyudan daha çok bir şeydir. Algı, insanın dış dün ya ve iç dünya olgularının bilincine varmasını sağlamak yolunda zihne ilk gereçlerini ya da ilk içeriklerini kazandırır. Bu ilk gereçler ya da ilk içerikler imge düzeyine yükselme ye yani bilinçte bilginin ilk taslakla rı olarak belirginleşmeye hazır su numlardır. Buna göre onu imgenin temel gereci olarak görebiliriz. G. Bachelard şöyle der: “İmgelem her zaman imgeler oluşturma yetisi ola rak düşünülmüştür. Oysa o daha çok algının sağladığı imgeleri boz ma yetisidir, daha çok bizi ilk im gelerden kurtarma, imgeleri değiş tirme yetisidir.” N. L. Munn algıyı şöyle belirler: “Algı ayırtetmeyi, ayrımlaştırmayı, gözlemlemeyi dü şündüren bir süreçtir. Genellikle bu terim kendi üzerimize ve dünya üzerine bilincimizin temelinde bu lunan azçok karmaşık süreçlerle, alıcı ve sinirsel süreçlerle ilgili ola rak kullanılır.” Demek ki algıyla el de edilen veri ham veridir, henüz düşünceyle ve dolayısıyla dille ilgi li değildir. Bu veri ancak bir sonra ki süreçten, üstalgı sürecinden ge çerek düşünceye ulaşacak ya da düşünceye dönüşecek ve böylece dilsel anlatımda bir yeri olacaktır. Algının düşünce açısından ve dil
ALGICILIK açısından yetkinleşm em işliğini fransız romancısı N. Sarraute bize şöyle duyurur: “Göz açıp kapaya na kadar algılananı açıklayabilecek bir dil henüz bulunamadı.” Algıla dığımız şeyin doğruluğuna ya da algının eşyaya uygunluğuna gelin ce, bizim için başka türlü algılama olasılığı bulunmadığı sürece bu so runu ilgi alanımızın dışında tutma mız gerekir. M aurice M erleauPonty şöyle der: “Dünyayı doğru olarak algılayıp algılamadığımızı dü şünmek değil, tersine algıladığımız şeyin dünya olduğunu söylemek gerekir.” (Bk. BİLİNÇ, DİL, DU YU, DUYUM, İSTEM, ÜSTALGI) A L G IC IL IK (fr. perceptionnis me', alm. Perzeptionnismus', ing. perceptionism). Zihnin algı edimiyle dış dünyanın doğru bilgisine doğ rudan doğruya ulaştığını bildiren öğreti. Algıcılık bir anlamda sezgi ciliktir, bir anlamda gerçekçiliktir. Sezgiciliktir, çünkü algı zihnin bir anlık alırlığına karşılıktır. Gerçek çiliktir, çünkü bir başka edime ge reksinim göstermeden dış dünya gerçekliğini zihinde görünür sayar. Bu durumda zihinle gerçeklik ara sında herhangi bir aracı yoktur, ikisi arasında tam bir dolaysızlık vardır. Algıcılık bilgiyi zihnin çeşitli işlem lerinden elde edilmiş sayan görüş lerin karşıtıdır. Bilgi edinme işinde zihnin herhangi bir katılımını ön gören görüşler bu katılıma verdik leri ağırlık ölçüsünde algıcılığa uzak düşerler. (Bk. ALGİ, GERÇEKÇİ LİK, SEZGİCİLİK)
A L IK L IK (lat. im becillus\ fr. imbecilite', alm. Geistesschwäche', ing. imbecility). Kavrama eksikli ği. Alıklık zekanın oldukça geri ol ması durumudur, zeka geriliğinde orta bir yer oluşturur, aptallıkla ah maklık arasında yer alır. Alıkların belirgin özelliği yazı dilini anlama malarıdır. Konuşmayı belli bir öl çüde, yarım cümlelerle de olsa sür dürebilen alıklar yazı yazamazlar. Bir alığın zihin yaşı 2-7 arasında dır, bu genişlik alıklığı ikiye ayır mamızı gerektirir: eğitilebilir alıklık ve eğitilemez alıklık. Tüm alıklar belli bir dikkati gösterebilecek ye tenektedirler, ne var ki dikkat kay gan ve bozulmaya hazır bir dikkat tir. Alıkların bellekleri zengindir ama işlemediği için hantaldır, buna kar şılık düşünceleri zayıftır, ayrıştırma ve bileştirmeler yapamazlar. Alık ların duygusal yaşamları oldukça karmaşıktır. Yok yere güldükleri, yok yere ağladıkları görülür. Ken dileriyle ilgilenen kişilere tutarsız davrandıkları çok olur. Bazen bir kişiye aşırı bağlanırlar, yüzleri ge nellikle aşırı anlatımlıdır. Çok za man yumuşak başlıdırlar. Saldırgan, hatta aşırı saldırgan olanları da var dır. Bazıları yangın çıkarmaya, kı rıp dökmeye eğilimlidir, bazıları ah lak düşkünü olur. Kendi başlarına yaşayamazlar, korunmaları gerekir. (Bk. AHMAKLIK, APTALLIK) A L IR L IK (fr. receptivite; alm. Rezeptivität; ing. receptivity). Bir dış etkiyi alabilme yatkınlığı. Alır lık tam edilginliktir, bu edilginlik
ALIŞKANLIK içinde dış dünyadan uyanlar alabil me yetisidir. Kant’da alırlık nesne lerin uyanlarından deneysel bilgi nin ilk gereçleri olan sunumları el de etme durumunu karşılar. Kant’a göre sunumlar alma yetisi (sunum larla ilgili alırlık) bir nesneyi sunum lar aracılığıyla tanıma yetisinin (kav ramların kendiliğindenliği) karşıtı dır. Kant şöyle der: “Sunumların çeşitli öğeleri tümüyle duyulur olan yani alırlıktan başka bir şey olma yan bir sezgide verilmiş olabilirler; buna karşılık bu sezginin biçimi su numlar alma yetimizde a priori ka labilir, gene de bu biçim öznenin etkilenme biçiminden başka bir şey değildir.” (Bk. SUNUM) A L IŞK A N L IK (lat. habitudo\ fr. habitude; alm. Gewohnheit; ing. habit). Yinelenen edimlerle belli bir yatkınlık ve belli bir davranış biçi mi kazanma durumu. Alışkanlık yavaş yavaş sağladığı uyum kolay lıklarıyla insanı dünyayla uyarlı iliş kiler içine koyarken onu edilginleşme tehlikesiyle karşı karşıya bıra kır. “Alışkanlık daha önce yapılan bir eylemi daha önce yapılmış ol duğu için yeniden yapma eğilimi dir” diyen Camille Melinand alış kanlıkta kolaylık, çabukluk ve gü ven olmak üzere üç koşul belirler ve şöyle der: “Başlangıçta artan bir kolaylıkla davranılır; önce dikkat için çaba göstermek gerekir, sonra buna gerek kalmaz, eylem hiçbir engele uğramadan gerçekleşir; ken di başına yapılır. Aynı zamanda çabukluk kazanılır. Devinim başta
yavaştır, sakınıktır, özenlidir, son ra kendiliğindenleşir. Piyanisti dü şünelim! Sonunda o güvenli bir bi çimde, şaşmaz bir biçimde alışkan lık kazanır.” Alışkanlık koyuldukça sözkonusu eylem istemdışı olma ya başlar, artık onu gerçekleştirmek için istemek gerekmez. “Günay dın” diyene hiçbir karar oluşturma gereği duymadan “günaydın” de riz. H enri D elacroix şöyle der: “Alışkanlık, öncesel düzenekler te meli üzerinde, doğa ve yatkınlıklar temeli üzerinde iş görür. O, yaşa mın büyük çıkarlarıyla korunur ve yönlendirilir. Bu görünüşte meka nik ve kör güç, öznenin tüm duy gusal ve düşünsel eğilimlerine iş ler.” Alışkanlıklann bedensel uyum la ilgili olanına biyolojik alışkan lık, düşünsel ve duygusal uyumla ilgili olanına ruhsal alışkanlık di yoruz. Bir sarhoşun gece evinin yo lunu aramadan bulması biyolojik alışkanlıkla, bir öğrencinin her ak şam eski derslerine göz atmadan yatağa girmemesi ruhsal alışkan lıkla ilgilidir. Özdeş ya da benzer etkenler, eşit ya da hatta değişik aralıklarla varlığımızı tuta tuta bizi belli bir yatkınlığı kazanmaya, belli bir davranış biçimini edinmeye yö neltirler, alışkanlık böylece oluşur. Alışkanlık, yinelemelerin etkisiyle belli bir uyum düzeyine ulaşmak ve orada kalmak demektir. Alışkanlık lar oldukları gibi de kalabilirler, yer lerini daha gelişmiş alışkanlıklara da bırakabilirler. Çok kötü yüzen biri ne iyi yüzme alışkanlığı kazandırı labilir. En kolayı yüzme bilmeyen
ALIŞKI kişiyi yüzücü olarak yetiştirmek tir; alışkanlıkları bırakmak alışkan lıklar edinmekten zordur. Ustalaş manın temelinde de biyolojik ve ruhsal alışkanlıklar yatar. Keman çalışan kişi hep daha yetkin davra nışları daha az yetkin davranışların yerine koymaktadır. Alışkanlıkları atmanın zorluğu bizi onların yerine yenilerini koymak zorunda bıraka bilir (sigarayı bırakan kişinin badem şekeri yemesi gibi). Alışkanlıklar yaşamımızda önemli bir yer tutar. Aziz Augustinus şöyle der: “Alış kanlık ikinci doğadır.” Mark Twa in alışkanlıklardan yavaş yavaş kur tulmayı önerir: “Bir alışkanlıktan kurtulmak onu pencereden fırlat makla olmaz, onu basamak basa mak aşağıya indirmek gerekir.” Wil liam James alışkanlığı toplumsal yaşamın dayanağı sayar: “A lış kanlık toplumun en büyük daya nağıdır, onun en değerli koruyucu etkenidir.” Bazıları alışkanlığın da ha çok kötü eğilimlerle ilgili oldu ğunu benimser. Oscar Wilde şöyle der: “İnsan en kötü alışkanlıklarını bile acımadan bırakamaz, belki en çok acıyarak bıraktıkları en kötü alışkanlıklarıdır.” (Bk. EĞİTİM) A L IŞK I (lat. consuetudo'dan es ki fr. costume, coustume; fr. cou tume; aim. Brauch', ing. custom). Halkların davranış özellikleri. Birey sel kalıp davranışlara alışkanlık, toplumsal kalıp davranışlara alışkı di yoruz. Alışkılar göreneklerle ve sanat-zanaat ürünleriyle birlikte tarih sel boyut içinde geleneği oluşturur
lar. Alışkılar ve görenekler sözkonusu ürünlere katılırlar, onları koşullarlar, bir bakıma onları yaratır lar, onları da içine alan gelenekler bütünü içinde halkların davranış özelliklerini belirlerler; ülkelerde ya da bölgelerde, toplumlarda ya da toplum katlarında görülen davra nış özelliklerine karşılık olurlar. Alış kılar, toplumsal alışkanlıklar olmak la, insanların hep birlikte neden böy le yaptıklarını ve neden öyle yap madıklarını açıklarlar. Onlar bir an lam da halkın duygu ve düşünce dünyasıyla ilgili doğrulardır. Buna göre alışkılar araştırması toplum sal değerler ayrıştırması olmakla budunbilimin, budunbilgisinin ve halkbilimin kökeninde yer alacak tır. Alışkı toplumsal kalıp davranış ların hem kendisi hem etkin nede nidir. O gerçekte her türlü toplum sal davranışın ilk belirleyenidir. Yal nız yapıtlara, sanat-zanaat ürünle rine değil, göreneklere de içeriğini hatta biçimini kazandırır. David Hume alışkıyı “insan yaşamının en bü yük yol göstericisi” sayar. Augustinus’çu Pascal şöyle der: “Alışkı ikinci bir doğadır, birincisini yıkar.” Bazı yazarlar alışkılarda alışkanlı ğın tehlikelerine benzer tehlikeler bulurlar. Voltaire şöyle der: “İnsan lar masum nedenlerle saçmasapan alışkılara sahip olurlar.” Ona göre alışkı insan yaşamının en belirleyi ci yanını ortaya koyar: “Alışkı im paratorluğu doğa imparatorluğun dan daha büyüktür. Görenekleri içi ne alır, evrenin alanına çeşitliliği ya yar. Doğa onda birliği ortaya ko
AMAÇ yar. Alışkı her yerde az sayıda de ğişmez ilke belirler, buna göre te mel her yerde aynıdır ve kültür de ğişik m eyvalar verir.” P ascal’ın çağdaşı Etienne de laBoetie alışkı nın tehlikesini çok açık bir özde yişle duyurur, “Köleliğin ilk nedeni alışkıdır” der. Kısacası, alışkı top lumsal yaşamın özüdür, ruhbilimsel kökenidir, ayrıca kültürün te melindeki ilkeler bütünüdür; ya şamda etkin otarak vardır, ancak ağırlığını her an duyurmaz. Alain şöyle der: “Alışkı ruhu sıkmaz. Ne den? Çünkü onay istemez.” Alışkı kişilerin davranışlarında dışlaşırken çeşitlilenir ve öznel özellikler kaza nır, sanatta da özel özelliklere bü rünür. Yaşam biçimlerinin değişme siyle alışkı lar dönüşüme uğrarlar ya da yerlerini başka alışkılara bıraka rak dağılırlar. (Bk. GELENEK, GÖ RENEK) ALTAKOYM A (fr. subsomptiorr, alm. Subsumtion; ing. subsumption). Bir kavram altında toplama. Bireyi türe, türü cinse bağlama ya da özel bir durumu bir yasaya bağ lama. ALTASIRALAM A (fr. subordination; alm. Unterordnung', ing. subordination). Türün cinse, bir kavramın daha geniş kapsamlı bir kavrama bağlanması. A LTBİLİNÇ. Bk. BİLİNÇALTI. A LT IK (fr. subalteme; alm. subaltem; ing. subaltem). Konusu ve
yüklemi aynı olan biri tümel olum lu biri tikel olumlu ya da biri tümel olumsuz biri tikel olumsuz iki öner menin karşılıklı durumu. “Tüm ke diler etoburdur”. “Bazı kediler eto burdur” / “Hiçbir kuş dört ayaklı değildir”. “Bazı kuşlar dört ayaklı değildirler”. A LTK ARŞIT (fr. subcontraire; alm. subkontrâr; ing. subcontrary). Konusu ve yüklemi aynı olan biri tikel olumlu öbürü tikel olumsuz iki önermenin karşılıklı durumu: “Ba zı madenler katıdır”, “Bazı maden ler katı değildir”. ALTYAPI (fr. infrastructure’, alm. Infrastruktur, ing. infrastructure). Düşünce etkinliklerini belirleyen üstyapı alanına karşılık iktisadi et kinlikler alanı. Bu kavram özellikle Marx’çı düşünceyle ilgilidir ve üre tim ilişkilerinin bütününü kapsar. Üstyapı ve altyapı biri maddesel dünyanın yansısı öbürü onunla il gili etkinliklerin tümü olmakla in san yaşamının iki ayrı yüzünü oluş turur. İktisadi olaylar yaşamı belir leyen olaylar olarak değerlendirilir ken düşünce dünyası yaşamı dö nüştürebilen bir güç olarak düşü nülür. Buna göre her iki alan bir bütünün iki ayrı görünümü olmak la ortak bir etkileşim alanı oluştu rur. (Bk. ÜSTYAPI) A M AÇ (fr. but", alm. Ziel\ ing. target). Ulaşmak üzere öngörül müş olan. Goethe şöyle der: “Bir gün bizi bir amaca ulaştıracak olan
AMNEZİ adımlar atmak yetmez, her adım ay nı zamanda bizi ileriye yönelten bir amaç olmalıdır.” İnsan her durum da am açlan olan bir varlık olarak düşünülür; onun dünüyle ve bugü nüyle koşullanmış bir yarım var dır. O bu amaçlara ulaşmak için her zaman bir takım araçlar kullanacak tır. Amaçların insana yaraşır oluşu araçların niteliğiyle belirgindir; yük sek amaçlara kötü araçlarla ulaşa nlayız. Önemli olan amacın araç larla, araçların amaçla uyumlu ol masıdır. Charles de Gaulle şöyle der: “Am açla araçlar arasındaki uyum bozuldu mu dehanın bileşim leri boş olur.” İnsan amaçlarını ger çekleştirirken tüm maddi ve ma nevi güçlerini ortaya koyar ve amaç genelde yaşamın anlamı durumu na gelir. Amaç sorununu ruhsal dü zeyde en geniş çerçevede Adler in celedi. İnsanın bilgisi adlı kitabın da Adler uyum sorununun sıkı sı kıya bir amaca yönelmeyle belir gin olduğunu savundu. Ona göre amaçsız bir ruhsal yaşam sözkonusu değildi: “İnsan ruhunun ya şamı bir amaçla belirlenmiştir. Hiç bir insan önündeki bir amaçla be lirlenmedikçe, koşullanmadıkça, sı nırlanmadıkça, yönlendirilmedikçe düşünemez, sezemez, isteyemez, hatta düşleyemez.” Demek ki her insanın zorunlu olarak bir amacı vardır. Bir insanın eylemlerini ya da kim olduğunu kavrayabilmek için onun amacını ortaya koyabilmek gerekir. “Örneğin bir dolaba tırma nan bir çocuk gördüğümüzde bu çabanın nedenini anlayamayız. Do
labın üstüne bir bebek konulmuş olduğunu anladığımız anda eylemin amacı belirlenmiş olur, böylesi bir devinim açıklık kazanır. Genel ola rak amacı anlaşıldığında bir insanı anlamak çok kolaydır” (Herta Orgler). Buna göre her insan bir ama ca yönelerek aşağıdan yukarıya doğru atılımlar yapar, A dler’in de yişiyle “alt düzeydeki bir durum dan üst düzeydeki bir duruma ge çer”. İnsan eyleminin amaçlarını in celemeye yönelen araştırma yön temi amaçsalyöntem, insan eylem lerinin nedenlerini ortaya koymaya yarayan araştırma yöntemi de ne densel yöntem diye adlandırılır. (Bk. EREK) AM NEZİ. Bk. BELLEKYİTİMİ. AM PİRİZM . Bk. DENEYCİLİK. AN (yun. nyn\ lat. instantia; fr. instant, moment', alm. Augenblick, Moment', ing. instant, moment). En kısa süre. An boyutsuz bir belirle nimde kendini duyurur, buna göre uzunluğu olmayan bir parça, hatta bir nokta olarak, bölünmez bir bü tün olarak sezilir.An, zamanın en küçük parçası olarak düşünülebilir. (BkZAMAN) ANA ERK İL. Bk. AİLE. ANALİZ. Bk. AYRIŞTIRMA. A N A LO Jİ. Bk. BENZEŞİM. ANARŞİ. Bk. KARGAŞA.
ANLAMBİLİM ANI (fr. souvenir; alm. Erinnertmg', ing. remembrence). Bellekte b ir yaşam d e n e y in d e n kalan izlenim. Bellekte saklanılan izlenim ler, imgeler, fikirler. Geçmiş deney lerden bizde kalan ve zihinde yeni den kendini gösteren ya da göste rebilecek her şey anıdır. Herhangi bir anının bilinç alanına çıkması çok zaman bir çağrıştırıcı etkiyle olur: karşıdan gelen kırmızı pantalonlu çocuk bana yeğenimi anımsatır. Bu da bize anının bağımsız bir olgu değil şim di’nin koşullarına göre hep yeniden kurulan bir bilinç öğesi olduğunu gösterir. Bu yüzden anılar hiç de güvenilir nesneler değillerdir, onlar bilinç koşullarım ıza göre sürekli değişim gösterirler. Berg son felsefesinde arı anı (fr. sou venir pur) bilinç dışında süren geç miştir. Bergson şöyle der: “İmge de etkinleşmiş anı arı anıdan derin den derine ayrılır.” / Euripides: “Geçmiş sıkıntıların anısı güzeldir.” / Saint-Marc Girardin: “Halklar da tek tek kişiler gibi tutkularıyla, anılarıyla, aynı zamanda çıkarlarıyla devinime geçerler.” / Victor Hugo: “Gölgede uyuyan sensin, ey kutsal anı!” “Pişmanlıklara komşu, anı gibi.” / Charles de Montalambert: “ Ş im dinin bilinci utanç verici old u ğ u zam an g eçm işin anısı yalnızca tedirginlik verir.” (Bk. BELLEK) ANIM SAM A (yun. anamnesis', lat. reminiscentia; fr. réminiscen ce', alm. Anamnese', ing. reminiscense). Anıların zihinde kendini
göstermesi. Anımsama Platon’cu bilgi kuramının temel kavramlarındandır. Platon’a göre bizim ortaya koyduğumuz doğru bilgiler eski bil gilerimizin ya da doğuştan bilgile rim izin anım sanm asına dayanır. Düşünülür dünyada gerçek gerçek liklerin, İdea’larm bilgisine ulaşan ruh, bu dünyada yani duyulur dün yada bir bedene girdikten sonra sözkonusu öncesel bilgilerini anım sar ya da anımsayarak dışlaştırır. Bu arada duyulur dünyanın bu İdea’lara göre kurulmuş nesneleri de bir ölçüde anımsatıcı bir etkinli ğe sahiptir. (Bk. ÜLKÜCÜLÜK) ANİM İZM . Bk. CANLICILIK. A N LA M BİLİM (fr. sémantique; alm. Sem antik; ing. semantics). Dilbilimin sözcük anlamlarıyla ilgi li bölümü. Anlambilim özellikle söz cüklerin çeşitli anlamlar kazanışıy la ilgili tarihsel araştırmadır. Anlam bilim biçimsel araştırmaya yönel mez, ses düzenini de araştırmaz, yalnızca anlamı ve anlamın tarihsel gelişimini ele alır. Anlam bilim i 1883’de kuran M. Bréal onu bir anlamlar araştırması olarak düşün müştür, sözcüğün tarihsel boyut içinde oluşmuş değişik anlamları nın kanşlaştınlmasıyla ilgili bir araş tırm a olarak belirlem iştir. Daha sonra Ferdinand de Saussure bu bilimi eşzamanlı anlambilim ve aynzamanlı anlambilim olmak üze re ikiye ayırmış, birinciye bir dizge ya da bir yapı içinde bir sözcüğün anlamım araştırma işini yüklerken,
ANLATIM İkinciye bir sözcüğün tarihsel an lamlarını evrim çizgisi boyunca in celeme yükümlülüğünü vermiştir. Yapısalcı anlambilim, eşzamanlı anlambilim kavrayışından doğmuştur. (Bk. DİL, DİLBİLİM)
24
ANLATIM (lat. expressio\ fr. exp ression; aim. Ausdruck', ing. expres sion). Düşünceleri ve duyguları sözle ya da davranışla dışa vurma eylemi ve bu eylemle ilgili kişisel özellikler toplamı. Anlatım, düşün celeri ve duygulan başklarma ulaş tırma aracıdır. Buna göre genel ola rak bir kişinin, özel olarak bir sanat yapıtının dışlaştırma biçimlerini kar şılar. Hegel anlatım konusunu Ru hun olgubilimi'nde geniş olarak ele alır. Anlatım, bedenin ortaya koy duğu işaretlerle gerçekleşir. İşaret bir içsel özelliği ya da içsel etkinliği dışlaştıran şeydir. Anlatım bedende ya da organda dışlaşır. Hegel dışla için ilişkisini ele alırken şöyle der: “Yalnızca organ olarak bu dış içi gö rünür kılar ve ondan başkası için bir varlık yaratır, çünkü organda kendini gösteren iç tam anlamında etkinliktir.” Hegel’e göre “Dil ve iş bireyin artık kendini kendinde ko ruyamadığı ve kendine kendinde sa hip olamadığı dışlaşmalardır.” Buna göre organ içle dış arasında bir orta terim gibi düşünülebilir. Birey ken dini iki biçimde dışa açar. Biri bede niyle, öbürü yazgısıyla yani dünya da yapıp ettikleriyle yani yapıtlanyla. “Aynı zamanda içe dönmüş olan bu orta terim dışlaşma olarak belir lendiğine göre, onun varlığı işlemin
doğrudan doğruya organıyla sınır lanmış değildir; bu orta terim aynı zamanda yüzün ve genel görünü mün devinimidir, biçimidir, doğru dan doğruya etkinlik ortaya koyma yan devinim ve biçimidir.” Hegel iç’i görünür olan görünmez diye tanım lar. (Bk. DİL, DİLBİLİM, SANAT) ANLAYIŞ (fr. m entalité; alm. Mentalität, Geistesrichtung', ing. mentality). Bir bireyin düşüncele rini ve davranışlarını belirleyen inanç öğeleri toplamı. Bireyin orta ya koyduğu düşünceler ve davra nışlar, kaynağı elbette toplumda olan bir takım inançlarla, görüşlerle ya da önyargılarla koşullanmıştır. Bu yüzden anlayışlar bireysel özel likler gösterseler de gerçekte toplu mun, hatta toplumda bir kesimin, örneğin bir sınıfın ya da bir meslek topluluğunun özelliklerini yansıtır lar. Yalnız bireylerin değil, topluluk ların da anlayışından sözedilebilir. İlkel in san ın a n la y ışı uygar insanınkinden oldukça ayrıdır. İlkellerde bizim düşüncemize temel olan özdeşlik ilkesi yoktur. Lucien Lévy-Bruhl bu konuda şunları sö y ler: “ İlk el a n la y ışın o rtak sunumlarında, bizim için anlaşılır olm ayan bir biçim de nesneler, varlıklar, olgular hem kendileri hem k e n d ile rin d e n b aşk a b ir şey olabilirler.” (Bk. İNANÇ, KAVRA YIŞ) A N LIK (fr. entendement, intel lect', alm. Verstand, Intellekt', ing. understanding, intellect). Anlama
ANLIK yetisi. Skolastik felsefenin intellectus terimiyle karşıladığı bu kav ram modem felsefede ayrı dillerde ayrı karşılıklar bulmuştur. Leibniz şöyle der: “Anlık, Latinlerin irıtellectus dediği şeye karşılıktır.” Aristoteles’de örtülü olarak, onun bilgi kuramını temel alan skolastik dü şüncede açık olarak etkin anlık (lat. intellectus agens) ve edilgin anlık (lat. intellectus patiens) ay rımı vardır. Edilgin anlık zihnin alı cı yanını, duyu verileri alabilme gü cünü karşılarken, etkin anlık zih nin bu somut deneysel verilere gö re fikirler oluşturabilme gücünü karşılar. Etkin anlık duyumdan ge len imgeleri ayrıştırır, fikirler oluş turur, türleri belirler. Abelardus an lıkla ilgili araştırmayı, anlığımızda yansıdığı biçim inde evrenseller araştırması olarak anlar. Descartes için anlık, isteme karşıt olarak, ge nel sunumların alanıdır, duyulara karşıt olarak da genel fikirler orta ya koymak ve bu fikirler üzerine usavurm alar yapmakla sınırlıdır. “Tüm düşünce biçimlerimiz iki ge nel biçime götürülebilir, bunlardan biri anlıkla kavramaya, öbürü is temle belirlemeye dayanır.” Buna göre anlık fikirlere yönelir, fikirler sınırlı olduğuna göre onun işi de sınırlıdır. Anlık, fikirleri aydınlık ola rak belirlemekle yükümlüdür. Oy sa istem sonsuzdur. “Bende çok bü yük olduğunu gördüğüm, ondan daha geniş ve daha uzamlı hiçbir şeyin fikrini kavramadığım istem var yalnızca; öyle ki Tanrı’nın im gesini ve benzerliğini taşıdığımı ba
na tanıtan özellik odur.” Buna göre Descartes’da anlık anlama yetisi ni, istemse yargıda bulunma yeti sini karşılar. Bizi eyleme yönelten istemimizdir. Spinoza’da anlık doğ ru kavrama yetisi olarak belirlenir, tartışma yetisi olan ustan ayrı ele alınır. Malebranche’da anlık edilgindir, zihnin çeşitli fikirleri alma sıyla ilgilidir. Malebranche şöyle der: “İnsan zihni maddesel ya da uzamlı olmadığından doğal olarak basit, bölünemez, herhangi parça ların birleşmesiyle oluşmuş olma yan bir tözdür; bununla birlikte on da anlık ve istem diye iki yeti ayır mak alışkanlık olmuştur. (...) Mad de ya da uzam kendinde iki özelliği ya da iki yetiyi barındırır. Birinci yeti değişik biçimler alma yetisidir, İkincisi devinme yetisidir. Bunun gi bi insan zihni de iki yetiyi barındı rır; birincisi anlıktır, birçok fikir’i almayetisidiryani birçok şeyi edin me yetisidir; İkincisi istemdir, bir çok eğilimi alma yetisidir ya da de ğişik şeyler isteme yetisidir.” Ger çekçilikte uç noktaya ulaşan Locke için “anlıkta daha önce duyum larda bulunmayan hiçbir şey yok tur”. Leibniz de anlığı kavrama ye tisi olarak anlar: “Kavramagücü bi zim anlık diye adlandırdığımız şey dir. önce fikirlerin algısı, sonra işa retlerin anlamlarının algısı, daha sonra da fikirlerimizden bazıları ara sında bulunan uyarlılıkların ve uyar sızlıkların algısı vardır.” Kant’da an lık bir yargılama yetisi olarak alır lıkla yani duyarlılıkla karşıtlaşır. “Anlık genel anlamda bilgiler yeti
ANSİKLOPEDİ sidir” der Kant. Ona göre anlık de neyin verilerini kategoriler aracılı ğıyla bilgiye dönüştürür: 1. “Tüm anlığın bilgisi, en azından insan an lığının bilgisi kavramlara dayalı bir bilgidir, sezgisel bilgi değil gidimli bilgidir.” 2. “Anlığın tüm edimleri ni yargılara indirgeyebildiğimize göre, anlık genel olarak bir yargı lama yetisi diye düşünülebilir.” 3. “Sezgi duyularla ilgilidir. Düşün mek sunumları bilinçle birleştirmek tir. (...) Sunumların bir bilinçte bir leştirilmesi yargıdır. Öyleyse dü şünmek yargılamaktır.” Schopen hauer sezgisel sunumları yeter ne den ilkesine bağlı olarak birleştir me yükümlülüğünü anlığa verir, bu na karşılık usu soyut kavramlar oluşturma, bu kavramları yargılar da biraraya getirme yetisi olarak an lar. (Bk. DÜŞÜNCE, İZLENİM, SEZGİ, SUNUM, US, YARGI) A N S İK L O P E D İ (fr. e n c y c lopédie; alm. Enzyklopädie', ing. encyclopedia). Bir bilimin, bir sa natın, bir bilgi alanının tüm bilgile rini bir dizge içinde bir araya geti ren yapıt. Yunancada enkyklios paideia bütünsel öğretim anlamına ge lirdi. Sonraları ansiklopedi bütün sel bilgiyi belli bir dizge içinde ve ren kitapların sıfatı oldu. Fransa’da 1745’de Diderot’nun Descartes’çı bir anlayışla (ayrıştırıcı ve eleştiri ci bakış, yöntemli olma kaygısı) ha zırlamaya başladığı Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers (Ussal açıdan düzen lenmiş bilimler, sanatlar ve meslek
ler sözlüğü) adlı ünlü yapıt da kı saca Ansiklopedi diye anılır. Bu an siklopedi İngiliz Chambers’m Cyclopaedia adlı yapıtının fransızcaya çevrilmesi düşüncesinden doğmuş tur. D enis D id e ro t ark ad aşı d ’A lem bert’in yardımıyla baştan sona özgün bir yapıt ortaya çıkar dı. Devrimci düşüncelerin ustaca öne çıkarıldığı bu yapıt 1751’den sonra yayımlanmaya başladı ve ku rulu düzenin çeşitli baskılarına uğ radı. Bu yapıta emeği geçenler ara sında Voltaire, Montesquieu, Ro usseau, H e lv é tiu s, C o n d illac , d ’Holbach da vardır. Ansiklopedi bir bakıma tümüyle Diderot’nun ya pıtıdır. A n siklo p ed ik bilgi tüm bilim leri ya da bilgi alanlarını içermeye yönelik bir bilgilenme çabası içinde elde edilebilen bilgidir. Bu tür bir bilgi b ilin ç te öbür bilgilerle tutarlı ya da dizgesel bir bütün oluşturm aksızın bellekte yalıtık bir biçimde yer alır ve böyle o lm ak la d ü şü n ce a ç ısın d a n verimsizliğiyle belirgindir. Başta Rabelais olm ak üzere rönesans aydınlan büyük bir bilgi açlığı içinde ansiklopedik bilgiye yakın oldular. D aha sonra M ontaigne bilgide niceliğin değil niteliğin önem li olduğunu bildirdi. (Bk. AYDINLANMACILIK) ANTİNOM İ. Bk. ÇATIŞKI. A N TR O PO M O R FİZM . Bk. İNSANBİÇİMCİLİK. A PA Ç IK LIK ( lat. evidentia; fr.
ARACILIK évidence', alm. Evidenz; ing. evidence). Bir doğrunun zihinde bir anda görünmesi. Apaçıklık bir fik rin zihinde tam belirgin bir biçim de, doğruluğu tartışılmayacak bir biçim de kendini gösterm esidir. Apaçık doğrular anlatımlarını apa çık önermelerde bulurlar. Apaçık lık sözkonusu olduğu yerde gidimli düşünceden çok sezgisel düşünce ye dayanan dolaysız bir aç/nım sözkonusudur. Bu dolaysızlık herhan gi bir önermenin doğruluğunu tar tışmasız onaylamamızı sağlar. An cak bizim bir önermeyi apaçık di ye belirlememiz yetmez, o önerme nin başkalarına da apaçık görün mesi gerekir. A lışkanlıkların ve duyguların etkisiyle her zaman bir önyargıyı apaçık bir önerme ola rak belirleyebiliriz. Sezginin bizi ya nıltmasıdır bu da. Apaçıklık fikri ge çek anlamda ilk olarak Descartes felsefesinde anlatımını buldu. Descartes’a göre apaçıklık bir fikrin doğruluğunun ölçütü ya da kanıtı dır. Leibniz’e göre apaçıklık daha çok fikirler arasındaki ilişkilerin ni teliğiyle ilgili oldu. Buffon şöyle der: “Soyut bilimlerde tanımdan tanıma geçilir, somut bilimlerde gözlemden gözleme geçilir. Birincilerde apaçık lığa, İkincilerde kesinliğe ulaşırız.” (Bk. AÇIK, SEÇİK) “ A P O S T E R İO R İ” Bk. SON SAL. “A P R İO R İ” Bk. ÖNSEL. A P T A L L IK
(fr. idiotie', alm.
Blödsinnigkeit', ing. idiocy). Zeka geriliğinin en ileri derecesi. Aptal ların zihin yaşı 3 dolaylarındadır. Aptallar ya hiç konuşmazlar ya da çok ilkel bir biçimde bazı şeyler söy lerler. Sık sık yüzlerini buruşturur lar, kendilerini koruyamazlar, ken dilerine bakamazlar, bu yüzden sü rekli bakım ve gözetim gerektirir ler. Aptallık ciddi bedensel eksik liklerden kaynaklanır. Boy kısalığı, kafatası biçimsizliği belirgindir. Yüz genellikle bakışımsızdır, hayvani bir görünüm ortaya koyar. Gözlerde, kulaklarda, dişlerde anormallikler görülür. Aptallar devinim zorluğu çekerler, yarı açık ağızlarından sal ya akıtırlar, çok zaman çatal bıçak tutmayı beceremezler, yemek yer ken ortalığı kirletirler, utanma duy gusu duymazlar ve mastürbasyon tutkusu gösterirler, zaman zaman karşı cinsten kişilere saldırırlar. Ge ne de onları bir ölçüde düzene ve temizliğe alıştırmak olasıdır. (Bk. AHMAKLIK, ALIKLIK) A R A C IL IK (lat. mediatio', fr. médiation', alm. Vermittlung-, ing. m édiation). İki terim arasında uyum sağlama ya da ilişki kurma durumu. Aracılık genel olarak bir olgunun iki olgu arasında yer alma sı ve bir dönüşümde geçiş evresini oluşturmasıdır. Aracılık kavramı Hegel’ci felsefede savla bileşim ara sında yer alan ara evreyi, karşısavı belirler. H e g el’e göre aracılık özneyle nesne, sonluyla sonsuz, za manla ölümsüzlük arasındaki iliş kidir. Hegel şöyle der: “Aracılık ken-
ARAÇÇILIK di için olan ben’in bir anıdır, tam tamına olumsuzlamadır.” M arx’çi felsefede aracılık bir etkin-lik ya da oluşum anlamı kazanır, buna göre örneğin insanla dünya arasında ara cılık emekle sağlanmaktadır. (Bk. BİLEŞİM, KARŞISAV, SAV) A R A Ç Ç IL IK (fr. instrumentalis m e; alm. Instrumentalismus\ ing. instrumentalisme). Amerikalı prag macı John Dewey’nin her kuramı eylem ve deney için bir araç sayan ö ğ re tisi. D e w e y ’e göre insan düşüncesi etkindir, dünyada yara tıcı bir rol oynar. Her bilgi gelece ğe dönük bir bakış açısıdır. Tüm kuramlar ancak eylem için önemli dir ve ancak eylemde geçerli olu şuyla değer kazanır. Bu düşünce de her zaman “bu yararlı mıdır?” ya da “bunun yararı nedir?” soru su sorulacaktır. Araççıl ık bir tür de neyciliktir. (Bk. DENEYCİLİK, PRAGMACILIK)
28
A R A N E D EN C İL İK (fr. Noccasionalisme', alm. Okkasionalismus; ing. occasionalism). Dünyada ger çek nedenlerin değil de gerçek ne denlere bağlı ikincil nedenlerin et kin olduğunu öne süren öğreti. Kö kü skolastiğe dayanan araneden kavramı kendisi gerçek neden ol mamakla birlikte gerçek nedenin et kisiyle herhangi bir olayın gerçek leşmesini sağlayan nedeni karşılar. Aranedencilik dünyada yalnızca aranedenlerin bulunduğunu, gerçek nedenlerin ya da etkin nedenlerin bulunmadığını ileri sürer. Araneden-
ciliğin başlıca savunucusu Nicolas de M alebranche’dır. B una göre Tanrı tek gerçek nedendir. Tan rı’dan başka etkin neden yoktur. “Tüm yaratıklar Tanrı’ya dolaysız bir bağla bağlanmışlardır.” Nesne ler ya da yaratıklar dünyasında yal nızca aranedenler vardır. Her şe yin, bu arada eylemlerimizin nede ni olan Tanrı herbiri bir araneden başka bir şey olmayan doğal ne denlerle kendi gücünü açmlamaktadır. Demek ki dünyanın gerçekli ği Tanrı’da içerilmiştir, insan her şeyin bilgisine Tanrı’da ulaşabilir. Malebranche şöyle der: “Yaratılmış varlıkların fikirleri olmasaydı, Tanrı hiçbir şeyi yaratamayacaktı. Öyley se fikirler Tanrı ’dadır.” “Tek bir et kin neden vardır, çünkü tek bir Tan rı vardır, tüm doğal nedenler ger çek olmayan nedenlerdir, onlar yal nızca aranedenlerdir, doğayı yara tanın şu ya da bu raslantıda şöyle ya da böyle davranmasını belirler.” (Bk. NEDEN, TANRI) A RDIL (fr. conséquent; aim. Kon sequent', ing. consequent). Neden sel açıklamalarda ikinci öge, nede ne bağlı olan sonuç. İki önermeli mantıksal çıkarımda ikinci öner me, önceli izleyen sonuç önermesi. (Bk. ÖNCEL) A R I (lat. purus; fr. pur; aim. rein\ ing. pure). Katışıksız olan. Kendin de yabancı bir şey barındırmayan. Arı, felsefede değişik anlamlarda kullanılmıştır. Descartes’da duyu larla ilgili olmayan bilgi arı bilgiydi.
ARTIKDEĞER Kant, deneyle ilgisi bulunmayanı, a priori’yle eşanlamlı olarak, arı ya da salt diye belirledi. Kant şöyle der: “İçinde duyumlarla ilgili her hangi bir şey bulunmayan tüm su numları aşkın anlamda arı diye ad landırıyorum.” Art sanat: Estetik kaygılardan giderek yalnızca biçim sel uyum a, biçim sel yetkinliğe önem veren, içeriği ikinci planda önemseyen sanat anlayışı. (Bk. US, USÇULUK) ARINM A (yun. katharsis\ fr. catharsis; alm. Katharsis', ing. katharsis). Ruhun tutkularından arınma sı. Aristoteles’de, sanat yoluyla in sanda acıma ve korku duyguları uyandırarak ruhu tutkulardan te mizleme yöntemi. Ruhbilimde, bastınlmışlığıyla ruhsal karışıklıklara yol açan anıları ve fikirleri bilinçte yeniden canlandırmaya, böylece onların kötü etkilerini silmeye da yanan ruhsa) ayrıştırma yöntemi. A rındırm a yöntem ini 1880’den sonra Breuer ve Freud uyguladı. Bu uygulamalarda Freud ruhsal ay rıştırma ya da ruhayrıştırması yön teminin temellerini atmış oldu. (Bk. ESTETİK, RUHAYRIŞTIRMASI) A R T IK D E Ğ E R (fr. plus-value; alm. Mehrwert; ing. surplus value). Üretilen malların değeriyle üretim için ödenilen işgücü değeri arasın daki fark. A rtıkdeğer, özellikle M arx’çı felsefeyle ilgili bir terim dir. Değer kavramıyla işgücü kav ramını birleştiren Marx işgücünü bir meta sayarken işçi sınıfını tüm
değerleri yaratan sınıf olarak belir ler. Ona göre değer sermayeci top lumda işgücü niteliğinin artmasın dan başka bir şey değildir. İşçi üret tiği değere sahip olamaz. Buna sa hip olanlar hammaddeye, paraya, araç ve makinalara sahip olanlar dır, işçinin işgücünü satın alabilen lerdir. İşgücü kendi bedelinden da ha çok değer üretir, çünkü işgücü gerçekleştiği zamandan daha uzun süre kullanılır. Bunu M arx’in ver diği bir örneğe göre şöyle açıkla yabiliriz: Bir işçi, işgücünü sağla mak için günde altı saatte üç şilinlik iş çıkarabiliyorsa, sağladığı işgücüyle günde on iki saat da çalı şabilir. Bu ikinci altı saat artıkiştir ve artıkdeğere karşılıktır. “İplik iş çisi günde altı saatlik çalışmayla pa muğa kendi ücretinin tam karşılığı olan üç şilinlik bir değer ekliyorsa, bundan böyle pamuğa on iki ^aatte altı şilinlik bir değer ekleyecektir.” Artıkdeğerin oluşması demek, iş çinin ürettiği şeylerden pek az pay alması, büyük payı sermayeciye ve onun yardımcısı olan toprak sahi bine bırakması demektir. Yeni bu luşlar üretimin artırılması için ko laylıklar sağlarken üründen işçiye düşen pay pek artmadığı gibi çe şitli koşullarda azalabilir de. Artıkdeğer oluşmasıyla zenginlik bir ke simin elinde toplanmakta, tüketilemeyecek kadar çok ürün birikir ken kitleler daha da yoksullaşmak tadır. Bu da işçinin yaşamını saç ma ve değersiz kılmakta, işçiyi ya bancılaşm aya itm ektedir. (Bk. SERMAYE, YABANCILAŞMA)
ARZU ARZU (fr. désir, alm. Begehrung, Begehren; ing. désiré). Herhangi bir şeyi elde etme isteği. Arzu gerçek ya da düşsel bir amaca yönelimdir. Bu yönelim bilinçli bir yönelim ol duğu gibi kendiliğinden bir yönelim de olabilir. Eğilimlerden beslenen arzu çok zaman istemle karşıtlaşır, bundan ötürü özgürlükle çelişen bir güç olarak düşünülür. Flaubert’in Madam Bovary’yle ilgili şu cümle si arzuların özgürlüğü nereye ka dar kısıtlayabildiğim gösterir: “Hüc resinde dönüp duran mahkum gibi arzularında dönüp duruyordu.” Ar zuların karşılanması her zaman tam bir doyum yaratmadığından ya da yeni arzuları kışkırttığından arzu çok zaman bir aşırılık kaynağı ola rak düşünülür ve arzunun aşırı bi çimleri ahlak açısından mahkum edilir. Arzular karşılandıklarında bir boşluk duygusu yaratırlar. G. Thibon şöyle der: “Arzularımızın kar şılanması onların boş olduğunu or taya çıkarır.” O. Wilde’m görüşü biraz daha katıdır: “Yaşamda iki tra jedi vardır, biri arzuları karşılama makla, öbürü de karşılamakla ilgi lidir.” Rousseau arzuları güçsüzlü ğün kaynağı olarak görür: “İnsa nın güçsüzlüğü nereden geliyor? Gücüyle arzuları arasındaki eşitsiz likten. Bizi güçsüz kılan tutkuları m ızda, çünkü onları karşılayabil mek için doğanın bize verdiğinden daha büyük bir güç gerekirdi.” / C. Mélinand: “Duygusal yaşamın incelenmesi doğal olarak arzunun incelenmesiyle başlar. Çünkü tüm heyecanlar ve tüm duygular arzu
nun tarihinin bölümlerinden başka bir şey değildir. Arzu diyoruz, eği lim ya da yönelim demiyoruz. Eği lim sözcüğü bulanık bir sözcüktür ve çok zaman boştur”. “Bir arzu duyduğumuzda apaçık bir biçimde iki durum kendini gösterir; ya arzu gerçek bir eyleme dönüşür, bunun için engelin kaldırılm ış olm ası yeterlidir. O zam an deyim y e rindeyse arzunun tarihi bitmiştir; bundan eylem, haz, çeşitli sevinçli heyecanlar, belki de bir tutku do ğar. Ya da arzu gerçekleşemez, en gel varlığını sürdürür. O zaman ar zu giderilmiş olmaz, bastırılmış olur.” / G. Bachelard: “İnsan ge reksinimin bir yaratısı değil arzu nun bir yaratısıdır.” / S. Dali: “Ru hun kültürü arzunun kültürüyle öz deşleşecek.” / M. Proust: “Arzu her şeyi çiçeklendirir, elde ediş her şeyi soldurur.” / J. Bertaut: “Elde edilmiş iyilik iyilik değildir - Umut öldü mü arzu da ölüverir.” / A. Chénier: “En büyük arzular en bü yük güçlerden doğar.” / J. Michelet: “Tanrı’nın arzularımıza koydu ğu sınırdan sıkıntı duyuyorum. Her kapının önünde durduruluyoruz, eşikten içeriye adımımızı atmadan. Her yerde bireysel varoluşların girilmezliğiyle karşılaşıyoruz. Doku nuyoruz ama giremiyoruz.” (Bk. İSTEM, ÖZGÜRLÜK) A ŞAĞILIKDUYGUSU (fr. sen timent d ’infériorité', alm. Minder wertigkeitsgefühl, ing. inferiority complex). Kendini küçük görme duygusu. Bu duygu bazen herhan
AŞAĞILIKDUYGUSU gi bir eksiklik (yoksulluk, boy kı salığı) ya da sakatlıktan (kekeme lik, topallık) gelir, bazen de görü nür herhangi bir nedeni yoktur. Me lankolide, erken bunamada, çeşitli ruhsal takılmalarda bu duygu özel likle ortaya çıkar. Gerçekte aşağıhkduygusu belli bir ölçüde her in sanda vardır diye düşünülür. O belli ölçü aşıldığı zaman hastalıklı görü nümler ortaya çıkar. Bu duygunun ileri biçimlerinde aşırı kötümserlik ve çekingenlik kendini gösterir, ki şi giderek hiçbir sorununu çözemez ve hiçbir kişiyle sağlıklı ilişki kura maz olur, kendine güveni iyice azal dığı için bütün iyilikleri raslantılardan bekler. Aşağılıkduygusu zaman zaman aşırı ve saçma biçimlerde dengelenir. Aşağılıkduygusu terimi ni ilk olarak Adler kullandı ve onun her insanda bulunduğunu bildirdi. "İnsan olmak kendini aşağı duy maktır” diyen A dler’e göre bu duy gunun temelinde çocuğun büyük leri karşısında ve insanın doğa kar şısında güçsüzlüğü yatıyordu. Bu na göre olağan aşağılıkduygusu gerçekte insanı güçlü kılacak ya da kılm ası gereken bir duyguydu, onun sorunlarını çözmesinde ko laylıklar sağlayacaktı. Bu duygunun aşağılık karmaşığı diye adlandırıl ması gereken olağandışı biçimleri kişiyi her zaman engelleyecek ve güçsüz kılacaktı. Aşağılık karma şığı Adler’e göre “Kişinin yaşam sorunlarını çözmekte yetersiz oldu ğuna inanışı”dır ve üç kaynaktan beslenir: organik yetersizlikten, şımarıklıktan, özensizlikten. İnsan
doğal koşullarda aşağılık duygusu nu aşmak için kendine göre top lumsal tutumlar alır. Sanat öğreti mi yapan okullarda öğrencilerin yüzde yetmiş beşinde göz bozuk luğu saptanmış olması bir organik yetersizliğin her zaman aşağılık kar maşığı oluşturmayacağını, tersine bir gelişime itki olabileceğini gös termektedir. “Birçok şairde ve bir çok ressamda göz bozukluğu ol duğu gibi büyük müzikçilerde ge nellikle işitme duyusu bozuktur” (H. Orgler). Kişide bir organik ek siklik olabilir ya da kişi öyleymiş gibi bir duyguya kapılabilir: her iki durumun ruhsal gelişim üzerinde ki etkisi aynıdır. Adler çocukları şım artm anın da aşağılıkduygusu oluşturduğunu gösterdi. Ona göre insanların çoğu çocuklarını şımar tır ama bunun böyle olduğunu dü şünmez. Şımartılmış bir çocukta toplumsallık duygusu gelişmez, onun yerini bencillik alır. Anne çok zaman çocuğunu dünyaya alıştır mak görevini yerine getirmez, ço cuğunu şımartarak kendini ondan kurtarır, böyle yapmakla onu toplumdışı bir duruma getirir. Ailenin tek çocuğu ya da birinci çocuğu en çok şımartılır; tüm aile gözlerini ona dikmiştir. Şımartılan çocuğun geç yürüdüğü ve geç konuştuğu bi linir. Şımartılan kişi hep almaya ça lışır ama vermeyi hiç düşünmez, her zaman ilgi odağı olmak ister. Bununla birlikte yaşam karşısında ki acemiliği onu aşağılıkduygusuna iter. Sevilmeyen ya da özensiz büyütülen ya da yoksunluklar içirt-
AŞIR1ANIMSAMA de yetiştirilen çocuklarda da bu duygu hastalıklı bir biçimde gelişe cektir. A dler’e göre pek çok kişi kendisinde aşağılıkduygusu olma sından yakınır ve genellikle bundan ailesini ya da koşullan sorumlu tu tar. (Bk. BENCİLLİK, DENGELE ME, YÜKSEKLİKDUYGUSU) A Ş IR IA N IM SA M A (1fr.hypermnesie; alm. Hypermnesie\ing. hypermnaesia). Anımsama yetisinin aşırı güçlenmesi. Aşırıanımsama anıların, hatta çoktan silinip gitme si gereken anıların bellekte tüm canlılığını koruyarak bilinç alanın da kendini göstermesidir. Aşırıanımsamada anılar çok zaman takıntı yaratıcı ve usandırıcı olurlar. Ma nide ve sarada bu tür anımsamaya sık raslanılır. (Bk.MANİ) A ŞIR ID U Y A R LILIK (ü.hyperesthesie; alm. Hyperästhesie; ing. hyperaestesia). Duyarlılığın aşırı artması. Aşınduyarlılık olağan ölçü leri çok aşan bir duygusal gerilimle ve buna bağlı olarak davranışlarda olağandışı bir etkinlikle kendini gös terir. Aşırıduyarlılığın çılgınlık bu nalımına dönüştüğü sık görülür. AŞK (fr. amour\ alm. Liebe', ing. love). Bir kişiye ya da bir nesneye tutkuyla yönelme. Aşk sevginin tut kulu biçimidir. Filozoflar aşka çe şitli yorumlar getirirken aşk çeşit leri de belirlemişlerdir: evlat aşkı, aile aşkı, yurt aşkı, görev aşkı, meslek aşkı, cinsel aşk vb. Bunlar arasında sevgi duygusundan belir
gin biçimde ayrılarak özgülleşen yalnızca cinsel aşktır. Tüm biçim leriyle ve tüm ölçüleriyle cinsel aş kı yalnızca aşk diye belirlemek alış kanlık olmuştur. Cinsel aşk ya da yalnızca aşk düşünenlerin olumlu olumsuz yargılarına uğrarken öbür aşklardan daha güçlü olduğunu be nimsetir. Filozoflar aşkta biri yırtı cı ya da yıkıcı (Eros), öbürü seve cen ya da yapıcı (Agape) olmak üzere iki karşıt ilke belirlerler. Her aşk bu iki ucun dengesinde olumlu anlamını kazanır, sağlıksız aşk uç lardan birinin ağır basmasıyla ken dini gösterecektir. Çılgınlıkta az da olsa bir ussallık, aşkta az da olsa bir çılgınlık olacaktır. A gape’nin E ros’a sığınm ası, E ros’un A ga pe’ye baskın olması doğal görünür. Aşk insansallaştırılmış cinselliktir, bir doğal ortam olduğu kadar bir kültür ortamıdır. Aşkın kökeninde ki duygu eksiksiz adanmışlık duy gusudur. Bu adanmışlık ne iyiliktir ne özveridir, yalnızca kendini kar şılıksız bırakıştır. Aşkın dışında mut lak adanmışlık yoktur. İnsan yal nızca aşkta kendini sürüklenmeye bırakır. Buna göre aşk sonuçlanna göre tasarlanamayan, sonuçları göz önünde tutularak gerçekleştirileme yen şeydir. Aşkı göze alanlar bilin mez sonuçları da göz önüne almış lardır. Öte yandan aşkta aşağılan maya kadar varan bir katlanma eği limi kendini gösterir. Aşkta her za man bir kendini ortadan silme ve sevgiliyi yüceltme eğilimi vardır. Aşık kendini küçültür ya da en azından küçültmeyi göze alır. Buna
göre aşktaki kölelik gönüllü köle liktir. Bir kültür ortamı olan aşk an cak değerlerle ayakta durabilir, çün kü o bir değerler diyalektiği üzeri ne kurulmuştur. Buna göre aşk bir yaratıcılık ortamıdır, yaratma ve ya ratılma ortamıdır. Başkasının varlı ğı, her şeyden önce de başkasının bedeni benim için bir kültür nesne sidir. “K ültür nesnelerinin ilki, öbürlerinin ondan ötürü varolduğu ilk kültür nesnesi bir davranış taşı yıcısı olarak başkasının bedenidir” der Merleau-Ponty. Başkasının be deni bir davranışlar yumağı olarak benim için bir anlamlar bütünüdür. Aşk bir buluşma alanı olduğu ka dar bir başarısızlık alanıdır. Öznelerarası arı iletişim yoktur, aşkta da yoktur. Beden saydam değildir, be denin dili de yüzde yüz saydam de ğildir. Bu yüzden aşkta Sisyphos’u düşündüren bir şeyler vardır. Her ne olursa olsun aşk bir aşma alanı dır, çok zaman ölçüleri olmayan öz gün bir yaratma alanıdır. Aşkta in san insanı yaratır diyebiliriz. Bazı düşünürler aşkın önemini abartır lar. A. de M usset “Aşk her şeydir” der. Dante aşkın güneşi ve öbür yıl dızları devindirdiğini söyler. Bazı ları aşkta ölçüsüzlüğü bir kaçınıl mazlık olarak görürler. Aziz Augus tinus’a göre “Aşkın ölçüsü ölçü süz sevmektir”. Bazılarının gözün de aşk bir acı kaynağıdır, aşkta her şey açılıdır ve mutlu aşk olası de ğildir. Aşkı önem sem eyenler de vardır, kimilerine göre aşk işsizle rin işidir. Bazıları ona kuşkuyla yö nelir. La Rochefoucauld “Aşk bir
çok sonucuyla ele alındığında dost luktan çok kini andırır” der. Bazıla rı da onu bir bilinmezlikler alanı ola rak değerlendirir. Petrarca bu bi linmezliği şöyle dile getirir: “Bu aşk değilse benim duyduğum nedir? Aşksa, Tanrı adına, aşk ne olabi lir? İyiyse, etkisi neden böyle katı ve öldürücü? Kötüyse, neden bu sarsıntılar pek tatlı geliyor?” Bazı ları kadın ruhsallığıyla erkek ruhsallığının aşkta değişik, hatta kar şıt tutumlar ortaya koyacak biçim de ayrı yapılarda olduğunu benim ser. XII. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış olan bir destan ya da ro manda Aucassin ile Nicolette’de şu satırları okuyoruz: “Erkeğin kadını sevdiği gibi sevemez kadın erke ği. Çünkü kadının aşkı gözündedir, m em esinin ucundadır,ayak parmağının ucundadır; erkeğin aş kı gönlünün en derinlerine dikilmiş tir, oradan çıkamaz da.” Bunun ya nında aşkı sağlıklı insana yakıştıramayanlar vardır: XIII. yüzyıl şair lerinden biri aşkı “düşüncelerin has talanması” olarak niteler. Bazıları na göre aşk tek yönlüdür, iki kişi den biri hep daha az sever. XVI. yüzyıl fransız şairlerinden A. Heroöt şöyle der: “Bayanlar, size ke sin söylüyorum - Gerçek aşkın kar şılıklı olduğu - Ne görülmüş ne de görülecektir.” Kimileri aşkı tutkuyla gelen bilinç bulanıklığı gibi düşü nürler. Platon “Aşkın gözü kördür” der. Bir çin atasözü şöyle der: “Aşk tümüyle gözdür ama hiçbir şey gör mez.” Genellikle aşk gizlenemeye cek kadar güçlü bir tutku olarak
AŞKIN
34
belirlenir, eski bir yunan atasözü de sarhoşluğun ve aşkın gizlenemeye ceğini bildirir. Lope de Vega “Aşık ların nabzı gözlerinde atar” der. Ovidius aynı görüşte değildir. “En örtülü ateş en sıcak ateştir” diye düşünür. Bir yunan atasözü de aş kın çıplak ama maskeli olduğunu bildirir. Gizlilik gereklidir, çünkü “A şk çıp lak laştık ça soğur” (J. Owen). Kimileri aşkı bir çekişme alanı olarak görürler, latin şairi Horatius aşkta savaşın ve barışın kö tü olduğunu bildirir. / Stendhal: “Aşk kendi ürettiği parayı ödeyen tek tutkudur.” /C . C. Colton: “Aşk efendisince dövülmeyi başkasınca sevilmeye yeğ tutan uzanmış bir köpektir.” / Florian: “Dünya kuru lalı beri hiçbir kadın hiçbir erkeği seni seviyorum dedi diye boğaz lam ış değ ild ir.” / A. de SaintExupéry: “Beni sevmenin nedenle rini söyleyem eyeceğim . Çünkü böyle nedenlerin yok. Sevmenin ne deni aşktır.” / P. B. Shelley: “Aşk için, güzellik için, mutluluk için Ne ölüm vardır ne değişim .” / Spinoza: “A şk bir dış nedenin fik riyle bir arada bulunan sevinçtir.” / Lord Byron: “İlk tutkusunda kadın sevgilisini sever, öbür tutkularında tek sevdiği aşktır.” / Veıgilius: “Aşk h er şey in ü ste sin d e n g e lir.” / Baudelaire: “Ben diyorum ki aşkın tek ve yüce şehveti kötülük yapma kesinliğinde yatar. Kadın da erkek de k ö tü lü k te tüm şeh v e tin bulunduğunu doğuştan bilirler.” / M. Duras: “Dünyada hiçbir aşk aşkın yerini tutamaz.” (Bk. AGA-
PE, EROS, KISKANÇLIK) A ŞKIN (fr. transcendant, alm. trarıszendent\ ing. transcenderıt). Belli bir düzeyin üstüne geçen. Aş kın, bir yücelik ya da bir üstünlük durumunu belirler, bunun dışında olası deneyin düzeyini aşan anla mına gelir. Aşkın, her zaman, in san gücünü aşan bir şeyleri duyu rur. Aşkın bir Tanrı düşünmek, ya ratıcı olan, yaratısıyla özdeşleşme miş olan, yaratısından ayrı olan bir Tanrı düşünmektir. Buna göre aş kın Tanrı kavrayışı, tektanrıcı din lerin temel kavrayışı olarak, heptanrıcılıkta olduğunun tersine, ya ratısıyla ilişkili olmakla birlikte ona karışmamış Tanrı kavrayışıdır. (Bk. HEPTANRICILIK, İÇKİN, TEKTANRICILIK) A ŞK IN C ILIK (fr. transcenderıtalisme\ alm. Transzendentalismus; ing. transcendentalism). Zihinde deneyi belirleyen öznel biçimlerin ve kavramların varlığını benimse yen öğretilerin tümü. Em erson’un öncülük ettiği aşkıncılık yandaşlan tüm deneylerin bizi aşkın alana ulaş tırdığım öne sürerler. Buna göre “her deney, ne kadar küçük olursa ol sun, bizi bize evreni açıklayan aş kın alana ulaştırabilir”. Emerson bi reysel bilinci inançlann ve dogmalann, kutsal kitaplann ve kiliselerin üstünde tutarak, ruhu manevi ya pıta sahip en yüce yargı organı ola rak belirler. Ona göre Tanrı’yı ve Doğa’yı geleneklerin gözüyle gör mekten kaçınmak, onlarla yüzyü-
AŞK1NSAL ze gelmeye çalışmak doğrudur. Bu na göre yaşamın amacı ruhu tüm tensel ve bencil takıntılarından k u rtarara k T a n rı’ya yönelm ek olmalıdır. A ŞK IN L IK (fr. transcendance; aim. Transzendenr, ing. transcen dence). Aşkın olanın özyapısı. Aşkınlık öğretisi, yaratan Tann’yla ya ratılmış evren ilişkisini, Leibniz’in bir benzetişiyle, bir makina icat eden adamın makinasıyla ilişkisi gibi gö rür. Tanrı’yı evrende içkin canlı ve canlandırıcı bir ilke olarak düşün mez. Böylece aşkınlık, bir başka şeyle özdeşleşme anlamına gelen içkinliğin karşıtı olur. Aşkınlığı sko lastikler tüm kategorilerin dışma ya da üstüne çıkma olarak anlarlar. Kant aşkınlığı tüm olası deneyin üs tüne çıkma olarak görür ve şöyle belirler: “Uygulaması olası deneyin sınırlan içinde kalan ilkeleri içkin di ye, bu sınırları aşabilenleri de aş kın diye adlandınyorum.” Varoluş çular aşkınlık kavramına değişik yorumlar getirdiler. Örneğin Jas pers için aşkınlık bilinç düzeyini aşan M utlak’ı, sınırlılığa, eksikliliğe, göreliliğe karşıt olan şeyi, tüm biçimlerin dışında olan şeyi anlatır. Heidegger için aşkınlık öznenin özü nü belirler, “öznelliğin temel yapı s ıd ır. (Bk. İÇKÎNLİK) AŞKIN SAL (fr. transcendental', aim. transzendental', ing. transcen dental). Duyulur olanın dışında olan, tam tamına ussal olan. Sko lastiklerde aşkınsal, Aristoteles’in
kategorilerini aştığı düşünülen, bir cins oluşturmaksızm tüm varlıkla ra uyan kavramlardır (varlık, iyi, güzel, doğru vb). Skolastiklerde aşkın ilişki kavramı da raslantısal olmayan, köklü, temelli, kurucu olan ilişkidir, kopyanın modelle olan ilişkisi gibi bir ilişkidir, insanın Tanrı’yla olan ilişkisini ortaya koyar. Aşkınsal kavramı Kant’da daha öz nel bir yorum kazanır, deneysele karşıt olarak a priori bir koşulu, çeşitli deneyleri bileştiren etkinlik ilkesini ortaya koyar. Kant şöyle der: “Tüm nesnelerle genel bir bi çimde ilgili olanı değil de, bizim nes nelerle ilgili a priori kavramlanmızı aşkınlık diye adlandınyorum. Bu türden bir kavramlar dizgesi aşkınsal felsefe olarak adlandırılabilir.” K ant’da aşkınsal estetik duyarlılığm apriori biçimlerini inceler: “Du yarlılığın tüm a priori ilkelerini aşkınsal estetik diye adlandınyorum.” Buna karşılık aşkınsal mantık “tü müyle a priori nesneleri düşünme mize yarayan” an anlığı anlatır. Aşkınsal mantık aşkınsal aynştırma ve aşkınsal diyalektik olmak üzere iki ye ayrılır. Aşkınsal ayrıştırma, “a priori bilgimizin an anlıkla ilgili öğe lerine ayrılması”dır; aşkınsal diya lektik, zihnimizin usavurmalarla tüm olası deneyin sınırlarım aşma sından gelen yanlışların düzeltilmesidir. Aşkınsal yöntembilim, salt usun basit kavramlarına dayanarak T anrı’nın varlığını gösterm eye yönelir. (Bk. US, USÇULUK)
AŞMA AŞM A (fr. dépassement', alm. Aufheben; ing. overtaking). Üstüne çıkma ya da ötesine geçme. Aşma, kaygan içerikli bir kavramdır. He gel felsefesinde aşma savı hem ko rumak hem yadsımak anlamına ge lir, bileşimini sağlayan devinimi or taya koyar. Nietzsche’de aşma in sanın Üstinsan’a ulaşmak için kendi üstüne ve başkaları üstüne çıkma sını karşılar. “Kendi kendini geride bırak” der Nietzsche. Bu düşün cede insan “aşılması gereken bir şey”dir. Umut, aşma gücünde, yet kinleşme isteminde kendini göste rir. “Yetkinlik bizi umutlanmaya ça ğırır.” (Bk. İNSAN, ÜSTÜNİNSAN) ATAERKİL. Bk. AİLE. ATOM (fr. atome; alm. Atom; ing. atom). Bölünmez olan en küçük parça. Leukippos, D em okritos, Epikuros, Lucretius gibi eskiçağ atomcuları atomu maddenin bölü nemez olan temel öğesi sayarlar. Atomculuğu bir öğreti olarak ge liştiren Demokritos ve Epikuros atomları boşlukta devinen öğeler olarak düşünürler. Demokritos’a göre atomların büyüklüğü ve biçi mi, Epikuros’a göre ayrıca ağırlığı vardır. D em okritos’un atom ları ruhsal atomlardır, Epikuros’unkiler m ad d ese ld ir. Bu çe rçe v ed e Epikuros düşünce tarihinin gerçek anlamda ilk maddeci filozofu olarak düşünülebilir. Çağdaş atom kavra yışı elbette çok değişiktir, buna göre atom bir basit maddenin kimyasal
tepkim elerde bozulm adan kalan öğesidir. Çağdaş atom fiziğinde bir atom protonlarla nötronların oluş turduğu bir çekirdekle onun çev resindeki elektronları içeren bir diz gedir. (Bk. DİYALEKTİK, FELSE FE) A TO M C U LU K (fr. atomisme; alm. Atom istik; ing. atom ism ). Maddenin atomlardan oluştuğunu benimseyen felsefi öğreti. Atom culuk maddi gerçekliği atomlara in dirger. Demokritos ve Epikuros gi bi eskiçağ atomcuları mekanikçi atomcu diye bilinirler. Onlar mad di dünyanın oluşumunu atom top luluklarının mekanik bir biçimde bir araya gelişiyle ve devinimiyle açık lamışlardır. Onlara göre şeylerin ay rışmasıyla atomlar açığa çıkmak tadır ve ölüm tam olarak bir ayrış ma olayıdır. Atom culuk m odem zamanlarda Gassendi ve Böyle gi bi adlarla canlanmış ve birçok tar tışmayı getirmiştir. Leibniz, Descartes’ın mekanikçi anlayışına karşı atomcu metafizik diye nitelendiri len monadcılık öğretisini geliştir miştir. Bugün atom felsefeden çok bilimleri ilgilendirdiği için felsefi an lamda atomculuğun tarihe karıştı ğını söyleyebiliriz. Günümüz fizi ğinde atomculuk eski atomculuğun ussal varsayımlarını çok aşan bir deneysel araştırma alanıdır. Bugün kü küçükfızikçilerin atomu, felse fecilerin atomu gibi basit bir yapı ortaya koymaz, tersine son derece karmaşık bir gerçekliği ortaya ko yar. Bugünün atomculuğu enerji
AYDINLANMACILIK alışverişini gösteren bir dizi denk lemle açıklanır. (Bk. DİYALEKTİK, ELEA OKULU, İONİA OKULU, FELSEFE) AYDIN (fr. intellectuel', alm. In tellektueller-, ing. intellectual). Kültürlü ve ileri görüşlü kimse. Ay dın kişi, işi ya da eğilimleri gereği düşünce konularıyla, buna bağlı olarak toplum sorunlarıyla ilgilenen insandır. Aydın kavramını kültürlü kavramından ayırmak olası değil dir. Gene de insanın neye göre ve hangi noktada aydın olacağı belli olmadığından bu kavram oldukça bulanık bir kavramdır. / P. D. La Rochelle: “Gerçek bir aydın her za man bir partizandır, ama her za man sürgünde bir partizandır; her zaman inanç adamıdır ama her za man sapkındır.” /A . Malraux: “Ay dınlar kadınlara benzerler, askerler onlara düş gördürür.” / Sartre: “Be nim için bir aydın, siyasal ve top lumsal bir birliğe uyan, gene de o birliği yadsımaktan geri durmayan kimsedir.” / L.-R Fargue: “Sanatçı aydını içerir. Bunun karşıtı kırk yıl da bir doğrudur.” (Bk. BİLİNÇ, KÜLTÜR) AYD INLAN M ACILIK (fr. phi losophie des lumières-, alm. Auf klärung-, ing. enlightment). XVIII. yüzyılın özellikle ikinci yarısında ge lenekçi ve dinci anlayışa karşı ilerlemeciliği, katı usçuluğa karşı duy gularla dengelenen araştırıcı usçu luğu savunanların düşüncesi. Aydmlanmacılık XVII. yüzyılın bilim
selliğe yönelik katı usçuluğuna, özellikle bu usçuluğun gittikçe yoz laşan biçimlerine tepki olarak orta ya çıkmıştır. XVII. yüzyıl bir kla sik değerler çağı olmuştu. Klasik lik denilen ortak beğeni, eski yazı ların örnek alınması kaygısıyla or taya çıkmış, sanatta bir doğallık tut kusu, bir ahlakçılık inancı, bir ev rensele ulaşma dileği olarak belir mişti. Yüzyılın bu ortak eğilimi her şeyden önce D escartes’ın usçu luğuna dayanıyordu. K lasiklik XVIII. yüzyıla biraz kala dağılma ya başladı. Aydınlanma bu dağılı şın ardından geldi ve araştırmaya, ayrıştırm aya, sorgulam aya, tar tışmaya dayalı yepyeni bir bakış açısı olarak ortaya çıktı. Bu yeni dü şünce usçuluğu yadsımıyor, onun kuru ve verimsiz üretimlerini yad sıyor, insanın derinlerine inmeye, toplum sal sorunları tartılm ay a önem veriyordu. Aydınlanmacılık özellikle Fransa’da ve Alm anya’da ortaya çıktı. Alman aydınlanmacılığı fransız aydınlanmacılığı kadar etkili olmadı. Alman aydınlanmacılığının en önemli adı belki de tam tamına aydınlanmacı sayamayaca ğımız Kant’dır. Kant eleştirici ba kış açısıyla aydınlanma düşüncesi ne büyük ölçüde yaklaşıyordu. Şöyle diyordu: “Çağımız tam anla mında bir eleştiri çağıdır, hiçbir şey kaçamaz eleştiriden. Din kutsallık adına, yasama da hükümranlık adı na boş yere eleştiriden kaçıyor.” Ay dınlanma düşüncesi siyasal düzeyde XVIII. yüzyılın mutlakyönetimle ayakta duran uzlaştırm acı bakış
AYDINLANMACILIK açısına tepki olmuştur. XVI. yüz yılda güçlenen XVII. yüzyılda tam anlamında yerleşen ve içten içe sar sılmaya başlayan mutlakyönetim yükselen burjuva sınıfının dünya ahlakına da, eski soylu sınıfının soyluluk ahlakına da, din adamla rının temsil ettiği hıristiyan ahlakı na da aynı yeri vermiştir. Çatışkılı sınıfların zorla bir bütünde bir ara ya getirilmesidir bu. Mutlakyönetimin baskısıyla oluşturulan bu ya pay bütünlük mutlakyönetimin sar sılmasıyla dağılmaya başladı. Fran sa’da Diderot, d ’Alembert, Rousseau, Voltaire gibi düşünürlerin ça balarıyla köklü bir bakış açısı ola rak gelişen aydınlanma, doğaüstün den doğaya dönüşü, bağımlayıcı dinsellikten doğal dine geçişi öne rirken Fransız Devrimi’ni hazırla dı, toplumu hükümdarın istemiyle düzenlenen buyurucu yönetim bi çim inden kurtarıp yasa düzenini egemen kılmak istedi. Buna göre Aydınlanmacılık köklü bir felsefe devinimi olmaktan çok toplumsal sorunları bireysel özgürlük çerçe vesinde tartışan bir düşünce etkin liği oldu. Aydınlanmacılar felsefeyi köklü ve bütüncü bir dizge olarak görmediler, yazıları felsefeden çok edebiyata yakın oldu. Evrim fikrin den hemen tümüyle yoksun olan, her şeyin ileri düzeyde yeniden örgütlenebileceğine inanan aydınlan ma düşünürleri yalınkat bilgi anla yışlarıyla, bulanık ve yazgıcı tarih görüşleriyle, bireyci bakışlarıyla, usçu olmaya çalışırken sık sık duyguculuğa düşüşleriyle dikkati çe
kerler. Onlarla düşünce dünyası ilk olarak kesin siyasal bir yükümlen me içine girmiştir, böylece siyaset bilimi felsefenin kanatları altından kurtulmuş, yaşama tam bir yetki ile katılmıştır. Ayrıca bu düşünce yükselen burjuva sınıfının çıkarla rını belirlerken ondaki açmazları da görmüş, onu temellendirirken bir bakıma onunla karşıtlaşmıştır. Bu çerçevede aydınlanma düşüncesi ni çok belirgin kuralları olan biryapılı bir düşünce olarak görmek yan lış olur. Onların temel çıkış noktası bellidir: “Aydınlıklar felsefesi, bü tünü içinde, insanların yaşam ko şullarının iyileştirilmesiyle ilgilendi. Onun başlıca amacı bireylerin mut luluğunu alabildiğine sağlamaktı. Bi limler ve teknikler değerlidirler, çün kü onlar bu amaca ulaşmanın en güvenli yolları olarak görünürler. Ansiklopedi’nin tasarısı bu konu da hiçbir kuşku bırakmaz, insan tü rünün gelişimi sıkı sıkıya bilgilerin ve tekniklerin gelişimine bağlı ola caktır, bilgiler onun evrendeki ye rini iyice kavramasını sağlayacak tır, teknikler onun maddi dünya üzerinde kaçınılmaz üstünlüğünü sağlayacaktır. Bu çerçevede insan kendini çevreleyen ortam üzerinde büyük bir etki gücü kazandığı öl çüde varlığını gerçekleştirecektir” (Guy Palayret). Bu durum Rousseau ’da öbür aydınlanm acıların tersine bilimler ve sanatlar karşı sında belli bir kuşkucu tutumunu getirir. Rousseau Bilimler ve sa natlar üzerine söylev'in başlarında şöyle diyordu: “Toplumlar, düşü
AYRIKLIK nün bir kere, tehlikeli bir silahı ço cuğunun elinden alan anne gibi, do ğa sizi bilimden korumak istedi.” Gene de Rousseau bilimin kendi siyle değil onun doğayı değiştirme yolunda uygulanışıyla sorunlu gi bidir. Bilimi akıllıca kullanmak onun kötü sonuçlar yaratmasını engelle yecektir. R ousseau bir yazısında şöyle der: “Bilimin kendinde çok iyi olduğu apaçıktır; tersini söyleyebil mek için sağduyuyu elden bırak mış olmak gerekir.” Filozofun bili mi mahkum etmesi özellikle bilimin yaşamdaki sakıncalı sonuçlarıyla il gilidir. Bilimin bozucu gücü karşı sında Rousseau kurtarıcı bir bilgi sizliği yüceltir gibidir. Bu çerçeve de Romalıları, Spartalılan, Iskitleri över. Tedirginliğin kaynağı şurada dır: insanların çoğu bilgiyi iyiye kul lanma eğiliminde değildir. Öyleyse bir bilgi ve erdem karşıtlığından söz edebiliriz. Burada usun sağladığı dışadönük kaba bilgiyle bize erdemli davranışın temelini sağlayan gönül bilgisi arasına bir ayrım koymak gerekir. İnsanı ödevlerine bağlayan ve ona erdemli olmayı sağlayan bu ikinci bilgidir. Rousseau’nun kor kusu bilginin kötüye kullanılması ya da basitçe kötü kullanılması kor kusudur. “Aydınlanma düşüncesi bilginin gelişimiyle ahlaki iyileşme arasında bir bağ kurar. Rousseau buna katılmaz ve yararlılığını yad sımak için değil, yalnızca ahlaki de ğerini yoksam ak için bilime bir eleştiri yöneltir” (Guy Palayret).
(Bk. ANSİKLOPEDİ, DENEYCİ LİK, KLASİKLİK, ÖZGÜRLÜK, USÇULUK) AYIKLANMA (fr. selection', alm. Selektion', ing. selection). Çeşitli varlıklar arasında istemli ya da ken diliğinden seçilme. Ayıklanma daha çok aynı türün bireyleri arasında olur. Ayıklanmada kalıcı olanlar ya tam anlam ında üstün bir değer gösterenler ya da herhangi bir b ak ım d an ö b ü r b ire y le rd e n ayrılanlardır. Ayıklanm a olgusu yaşama en uygun varlıkların ya da g üçlü b ire y le rin y a şa m la rın ı sürdürm elerini sağlar. D arw in ayıklanma ya da doğal ayıklanma olgusunu bir yaşam savaşı olarak belirler. B u sav a şta b irb iriy le çekişen güçsüzleri yok olacak güçlüleri kalacaktır. A Y RIK LIK (fr. disjonction?alm. Disjunktion', ing. d is ju n c tio n ). Önermelerin “ya da” ile bağlanma sı durumu. “Ya da” bağlacı, öner meleri birbirine bağlarken, bu öner melerde bulunan öğeleri birbirinden ayırır. Ayrıklık, birbirinden madde sel olarak ayrılanlarm yanyana ge tirilmesiyle oluşur. Ayrık önerme ler çok zaman ayrı birer seçenek ortaya koyarlar. “Sezar’ı öldüren ler ya canidirler ya da özgürlüğün savunucusudurlar; onlar cani de ğildirler; öyleyse onlar özgürlüğün savunucusudurlar.” Ayrıklık ikile min bir başka anlatımıdır. (Bk. İKİLEM)
AYRIM AYRIM (fr. différence', alm. D'ıfferenz\ ing. différence). Aralarında bir ya da birkaç bakımdan özdeş lik bulunan şeylerin bir ya da bir kaç bakımdan ayrı özellikleri bulu nuşu. Ayrım genellikle aynı cinse bağlanan türler arasındaki ayrılık larla ilgilidir. AYRIŞTIRM A (fr. analyse-, alm. Analyse; ing. analysis). Bir bütü nü öğelerine ayırma. Ayrıştırma bi limsel yöntem ler bütününün bir parçasıdır. Bilimsel araştırmanın te mel çabalarından biri, bütünün par çalarla ve parçaların bütünle ilişki sini görebilmek için bir bütünde parçalan ayn ayn saptayabilmek ça basıdır. Ayrıştırma bütünden par çalara gidişle belirgindir ve parça lardan bütüne gidişi belirleyen bi leşimle karşıtlaşır, ilkeden sonuca
40
doğru ilerleyen düşünce olmaklatümdengelimle özdeşleşir. Descartes’ın Yöntem üzerine konuş m a’da verdiği dört yöntem kura lından İkincisi ayrıştırmay la ilgili dir: “İkinci kural: inceleyeceğim güçlüklerden herbirini olabildiğin ce parçalara ayırmak ve onları en iyi çözümlenebilecek duruma ge tirmek.” En genel anlamda ayrış tırma bir bütünle ilgili özellikleri parçalanndan giderek kavramaktır, bu anlamıyla çözümleme dediğimiz işlem le özdeşleşir. A yrıştırm ak usavurma tümdengelimin bir baş ka adıdır, belli temel önermelerin ya da ilkelerin içerdiği özellikleri dışlaştırmaya yönelik usavurmadır; tasım yöntemleri bu tür usavurmaya karşılıktır. (Bk. BİLEŞİM, TA SIM, TÜMDENGELİM, TÜME VARIM, YÖNTEM)
BABAERKİL. Bk. AİLE. BAĞIN TI (lat. relatio', fr. relation\ alm. Beziehung, Relatiorı\ ing. relatiori). Bir nesneyi bir başka nes neye bağlayan ilişki. Çok z^.ııan “ilişki”yle aynı anlamda kullanılır, onun felsefedeki karşılığı sayılabi lir. Bağıntılı nesneler aynı düşünce edimiyle tek bir nesne gibi sezilir ler. Aristoteles’de bağıntı bir kate goridir. Aristoteles bağıntıyı şöyle tanımlar: “Bağıntı bir yandan çiftin yarımla, üçlünün üçte birle, genel olarak da bir çokluğun askatlarıyla ve aşırının yanlışla ilişkisine denir; öte yandan ısıtabilenle ısıtılabiien, kesebilenle kesilebilen, genel ola rak da etkin olanla edilgin olan ara sındaki ilişkiye denir. Bağıntı aynı zamanda ölçülenin ölçüyle, tanına bilenin bilgiyle, duyulurun duyum la olan ilişkisidir.” Kant’da bağıntı kategori topluluklarından (nicelik kavramları, nitelik kavramları, ba ğıntı kavramları, kiplik kavramla rı) biridir ve “töz ve raslantı”, “ne densellik ve bağımlılık” (neden ve sonuç), “ortaklık” (etkin’le edil
gin’in karşılıklı edimi) ilişkilerini içerir. Bağıntı m antığı, yüklem mantığına karşıt olarak, karmaşık önermelerin mantığıdır. Yüklem mantığında “dır” koşacıyla iki kav ram arasındaki ilişki ortaya konu lur, bağıntı mantığında ilişki daha karmaşıktır. “Ahmet küçüktür” de diğimde yalın bir yüklem cümlesi ortaya koyarken, “A hm et M eh met’in babasıdır” ya da “Masa san dalyenin yanındadır” dediğimde da ha karmaşık önermeler ortaya ko yarım. Klasik tasım yöntemleri ba ğıntı önermelerinin kullanımına uy gun değildir. Paul Foulquié’nin ver diği şu örnek bunu pek güzel orta ya koyar: “İki dördün yarısıdır Dört de sekizin yarısıdır - Öyleyse iki sekizin yarısıdır.” (Bk. İLİŞKİ, YÜKLEM) BAĞLAM (lat. contextus; fr. con texte', aim. Kontext; ing. context). Bir metnin ortaya koyduğu fikirler düzeni. B ir olguyu b elirley e n koşullar toplamı. Her düşünsel ya pı, birbirine bağlı fikirlerin ortaya koyduğu bir bütündür, yapının te
BAĞLAŞIM mel anlamı bu zincirleme fikirler arasında kendini duyurur. Daha ge nel anlamda bağlam belli bir olgu yu oluşturan koşullar bütünüdür. BAĞLAŞIM (lat. coordinatio; fr. coordination', alm. Koordination\ ing. coordination). Bir araya gelme durumu. Bir sınıflamada aynı sıra yı alan kavram ların ilişkisi. Bir bütünde parçaların bir amaca göre oluşturulmuş uyumlu düzeni. B A R IŞ Ç IL IK (fr. perspectivis m e ; alm. Perspektivismus', ing. perspectivism). Nietzsche öğreti sinde bilgimizin gereksinimlerimi ze göre oluştuğunu ve bu yüzden derin kişisel gerçekleri unutturdu ğunu öne süren bakış açısı. B A K IŞ IM L IL IK (lat. symetria; fr. symétrie', alm. Symetrie; ing. symmetry). Yalnızca bir yerinden ikiye katlandığında bütün noktalan çakışan bir geometrik biçimin ya da üst üste konulduğunda tüm nok taları üst üste gelen iki geometrik biçimin karşılıklı durumu. Bir ya pıda ya da bir şiirde belli bir öğenin ya da benzer öğelerin yinelenmesi durumu. B A R BA RLIK (lat. barbaries', fr. barbarie', alm. Barbarei, Barbarismus\ ing. barbar'ısm). Uygarlık yoksunluğu ya da eksikliği. Eskiçağ’da Yunanlılar öbür toplumları barbar sayarlardı, hatta Atmalılar öbür yunan kentlerinin insanlarını azçok barbar görürlerdi. Romalılar
Rom a’yı ve yunan-latin kültürünü dıştan tehdit eden toplumlara bar bar diyorlardı, bu toplumlarm ba şında da Germenler ve Franklar ge liyordu. Daha sonra hıristiyanlar hıristiyan olmayanlara barbar dedi ler. Barbarlık belli bir topluma öz gü olmaktan çok her toplumda uy garlığı önemsemeyen insanlarla ya da topluluklarla ilgili olabilir ve her barbar suçlamasında bir uygar ol m a savı gizlidir. Toptan barbarlık en eski zamanların işiydi, en eski zamanlarda bazı toplumlar bir bü tün olarak uygarlık dışı bir yaşam sürdürebiliyorlardı. B unlar daha çok toprakla ilişkisi zayıf olan gö çebe toplumlardı. Çağımızda büyük ölçüde iktisadi nedenlerden kay naklanan bir takım toplumsal sap lantılardan giderek başka toplumları ezmeyi ve yoketmeyi amaçla yan görüş ve anlayışları da (Nazi lik gibi) barbar diye nitelendirmek doğru olur. / A. France: “İnsanla rın uygarlık dediği şey görenekle rin şimdiki durumudur, barbarlık dediği de eski durumlardır.” / “A. Malraux: “Avrupa’da dikkatle dü zenlenmiş bir barbarlık görüyorum; burada uygarlık fikriyle düzen fik ri her gün birbirine karışıyor.” / Vol taire: “Bu zavallı genç adamın (Barre şövalyesi) Sokrates’e yaraşır bir yüreklilikte öldüğünü söylüyorlar. Elbette Sokrates ondan daha az öv güye değer; çünkü baldıran tasını sessiz sessiz başına dikmek yetmiş yaşında biri için büyük bir iş değil dir, ama yirmi bir yaşında korkunç işkenceler altında ölmek elbet bü
BARIŞ yük bir yüreklilik ister. Gece gün düz bu barbarlığı düşünüyorum. İn san genellikle pek adi bir hayvan dır, türünden birini yemelerini ses siz sessiz izler, bunlardan hoşnut görünür, yeter ki onu yemesinler; bu kasaplıklara merakın verdiği bir zevkle bakar halk.” (Bk. İNSAN, ÖZGÜRLÜK, TOP LUM) BARIŞ (lat. pax; fr. paix; aim. Frieden; ing. peace). Bireyler, top luluklar ve toplumlar arasında uz laşma durumu. Filozoflar barış ko nusunda değişik yorumlar getirdi ler. Platon toplumsal barışın kay nağını bireyin iç derinliğinde görü yordu, bir toplumun barış içinde ol ması da iktisadi düzene dayalı iç dinginlikle ilgiliydi. Yoksulluk, or dunun çok güçlenmesi ya da güç süz düşmesi toplumları savaş teh likesiyle yüzyüze getirmekteydi. Eskiçağ’dan bu yana insanlığın ge çirdiği deneyler barışın dengeli top lumsal güçlülüğe bağlı olduğunu gösterm iştir. Güçlü toplum ların güçsüz toplumları ezmesi hiç yadırganmamıştır. Bazıları savaşı in sanlık için kaçınılmaz sayarken ba rışı pekönemsememişlerdir. Herakleitos savaşı doğal ya da evrensel bir zorunluluk olarak belirlemiştir. “Savaş her şeyin anasıdır” diyerek barışı durgunlukla hatta ölümle öz deşleştirirken savaşı bir yaşam il kesi saymıştır. Hegel de öncü bil diği Herakleitos gibi savaşı zorun lu görür: bireylerin üstünde devle tin bulunması bir toplumda düzeni
güvence altında tutarken, devletle rin üstünde devlet bulunmaması uluslararası anlaşmazlıkları zorun lu kılmaktadır. Hegel hiçbir zaman “devletler topluluğu” fikrine yanaş mamıştır. Ona göre sürekli barış ol maz ve savaş kaçınılmaz bir şey dir. Ayrıca Hegel güçlü devlet güç süz devlet ayrımını da bir kaçınıl mazlık olarak belirler. Tarihin her döneminde üstün devletler olmuş tur, bunlar güçlerini öbürlerine benimsetmişlerdir, zafer onların gö revidir. Benzer bir görüşe Friedrich N ietzsche’de raslarız. Kötülüğü “insanın en büyük gücü” sayan Ni etzsche, savaşı bir zorunluluk ola rak görür. Hegel’den daha ileriye giderek onu bir gereklilik diye be lirler, savaş yaratıcı, yenileyici, arı tıcıdır. Bu yüzden barış onun gö zünde savaşa geçiş yeri olarak önemlidir: “Barışı yeni savaşların aracı olarak sevm elisiniz. Uzun sürmüş barıştan çok kısa barışı is temelisiniz.”. Birçok düşünür sava şı bir kaçınılmazlık sayarken barışı bir durak diye değerlendirir. Örne ğin J. Giraudoux barışı “iki savaş arasındaki kesinti” olarak tanımlar. Sürekli barışı tasarlayanlar da var dır. Kant Sürekli barış tasarısı'nda yetkin barışın koşullarını araştırır ve bu yolda yetkin bir siyasal ku rumun oluşturulmasını öngörür, bu durum devletlerin ilişkilerini düzen leyecek bir kurum olacaktır. Böylesi bir bağlaşma bireyleri dünya yurttaşı kılacaktır. K ant devlet adamlarının yalnızca kendi ülkele rini değil tüm ülkeleri düşündüğü
BASİT bir evrensel uzlaşma düzeni tasar lar. / Herodotos: “Kimse savaşı ba rışa yeğleyecek kadar duygusuz de ğildir: barış zamanında oğullar ba balarını gömerler, savaş zamanın da babalar oğullarını gömerler.” / B. Franklin: “Hiçbir zaman iyi sa vaş ve kötü barış olmadı.” / Victor Hugo: “Savaş insanların savaşıdır, barış fikirlerin savaşıdır.” / G. Clem encau: “ Savaş yapm ak barış yapmaktan daha kolaydır.” / P. Vaillant-Couturier: “Zeka barışı savu nur. Zeka savaştan korkar.” (Bk. SAVAŞ) BASİT (lat. simplex', fr. simple', aim. einfach', ing. simple). Bileşik olmayan. Ayrı özellikte şeyler ba rındırmayan. Basit olan öğeleri ol mayandır, bunun için öğelerine ayrılamayandır. Değişik parçalardan oluşm uş şeyler basit olamazlar. Felsefede basitle köklü bir biçimde ilk olarak Descartes ilgilendi. Descartes’çı yöntemin özü bilgide ba siti yakalamaktır. Basit olan, açık ve seçik bir biçimde kendini göste rendir. Descartes Usun yönetimi için kurallar'da basiti hem bir amaç olarak hem bir çıkış noktası olarak koyar. V. kuralda şöyle der: “Bü tün yöntem, bazı doğruları bulabil mek için zihnin bakışının kendileri ne doğru çevrilmesi gereken nes nelerin konumundadır. Eğer kar maşık ve karanlık önermeleri de rece derece en basit önermelere in dirgiyorsak ve daha sonra tümü nün en basit sezgilerinden kalka rak aynı derecelerde kendimizi bü
tün öbür önermelerin bilgisine ka dar yükseltmeyi deniyorsak yön temi tam olarak bulmuşuz demek tir.” VI. kuralda da şöyle der: “En basit şeyleri en karmaşık şeylerden ayırmak ve bu incelemeyi yöntemli olarak sürdürebilmek için doğru dan doğruya birbirinden kalkarak çıkardığımız belli doğruların bulun duğu her terim dizisinde hangi te rimin en basit olduğunu belirlemek ve öbürlerinin az ya da çok ya da eşit olarak ondan ne kadar uzakta olduğunu görmek gerekir.” Basit, Leibniz felsefesinde monadın nite liği olur: “Monad basit bir tözden başka bir şey değildir, basit, yani parçaları olmayan.” (Bk. MONAD, YÖNTEM) BASTIRMA (fr. refoulement\ alm. Verdrängung', ing. repression). Bas kı altına alma. Etkisini azaltma. Bir savunma düzeneği olan bastırma bir duygunun, bir eğilimin, bir anının bilinç dışına atılmasıdır. Terimi ilk olarak S. Freud kullanmıştır, ona gö re “bastırma kuramı, ruhayrıştırması denilen yapının temel direğidir”. Bastırmayı yaratan koşullar olanla olması gereken arasındaki karşıtlık ta ortaya çıkar. Olduğumuzla olmak istediğimiz arasında her zaman bir uyuşmazlık, bir uzaklık vardır. Dış etkilerle kendimizi baskı altına alı rız, bastırdığımız her şey gündelik yaşamda düşler biçiminde, eksikli edimler biçiminde (tren kaçırmak, tabak kırmak), sinirlilikler ve takıl malar gibi hastalıklı durumlar biçi minde dışlaşır. Düşleri inceleyen
BAŞKALDIRMA Freud, onları doyurulmamış eğilim ler için doyum kaynağı olarak göslermiştir. Bu doyum, bastınlmış eğifcnlerin simgesel doyumudur. Bu simgesel doyum da bastırılmış eği limlerin simgesel anlatımından baş ka bir şey değildir. Demek ki engel lenmiş eğilimlerimizle oluşan bastır ma bir çeşit sansürdür, kendi ken dinize uyguladığımız sansürdür, an cak düşte de sansür vardır, her şey simgesel bir dille anlatılır, açık açık anlatılmaz. Öte yandan bastırma bastırılanın etkisini gidermez; daha çok unutma biçiminde kendini gös teren bastırmaya karşılık bazen ger çeklikte karşılığı olmayan anılar üretûir. Bastırılanlar bilince dönme eği limindedir, bu eğilim genellikle lapsus'1larla kendini gösterir. Freud’a göre tüm sinirlilikler bastırma lardan kaynaklanır. Hastalığın iyileş tirilmesi için bilinçaltı eğilimlerin ruhaynştırması yoluyla açığa çıkarıl ması gerekir. Gün ışığına çıkarılan eğilimler yokolup gitmeye m ah kumdur. Büyük ölçüde ya da tü müyle toplumsal yasaklardan gelen bastırmalar en çok cinsel konularda kendini gösterir. Konu ne olursa ol sun, bilinç altına itilmiş eğilimlerin bilinç alanına getirilmesi ruhsal bas kıyı giderecek ve bastırma ortadan kalkacaktır. Ancak bu açığa çıkar manın anndıncı bir etkisi olabilmesi için kişinin durumunu değerlendi rebilecek bir bilince kavuşturulma sı gerekir. Freud daha sonra bastır ma kuramını yüceltme kuramıyla yu muşatmıştır. Melinand bastırmayla ilgili olarak şunları söyler: “Bir arzu
duyduğumuz zaman hiç kuşkusuz iki durum kendini gösterir: ya arzu gerçek bir eyleme dönüşür, bunun için engelin ortadan kalkması yeterlidir; o zaman gerçek anlamda ar zunun tarihi bitmiş demektir: O za man ortaya çıkan eylemdir, hazdır, çeşitli sevinç dolu heyecanlardır, bel ki de bir tutkudur. Ya da arzu ger çekleşmez, o zaman engel varlığını sürdürmektedir. O zaman arzu or tadan kaldırılmış olmaz, sıkıştırılmış olur; örtülü durumda kalır, çözülme anını bekler. Bu bilinçalü süre içinde arzunun gözlemleyeni şaşırtacak olan, kişinin kendisinin de anlaya mayacağı, bu arada uzaktan uzağa gizil gücün varlığım da tehlikeye dü şürebilecek nitelikte çeşitli sonuçla rı ortaya çıkabilir. Arzunun bu an lamda gerilmiş bir yay gibi varlığını sürdürüşüyle bastırma denilen du rum ortaya çıkar.” (Bk. BİLİNÇDIŞI, LAPSUS, RUHAYRIŞTlkMASI, SAVUNMA DÜZENEKLERİ, YÜCELTME) B A ŞK A LD IR M A (fr. révolte; alm. Révolté, Empörung; ing. re voit). Yetkeye karşı çıkış. Siyasal anlamda başkaldırma yetkeyi gider me ve bazen de kurulu toplumsal düzeni değiştirme çıkışı anlamına gelir. Devrimi başkaldırmadan ayı ran, devrimin bilimsel olarak ön ceden tasarlanması ve bir sınıfın temsilcilerince gerçekleştirilmesidir. Buna karşılık başkaldırma kendili ğinden bir devinimdir, çok zaman ereksiz bir karşı gelişi anlatır, ba zen sınıfsal bir girişimdir, bazen bir 4 5
BAŞKASI gençlik tepkisidir, çok zaman amaç için her türlü aracı yasal sayan öf keli bir tutumdur. Ulusal düzeyde başkaldırma genellikle bir zincirle ri kırma yönelimidir. Napolöon şöy le der: “Her tutsak edilmiş halka bir başkaldırma gerekir.” Camus’nün düşünce dünyasında başkaldırma, aydın insanın varolan düzende ye ni olanaklar aramasıdır ve insanın varoluşsal eksiklik duygusundan kaynaklanır. İnsan başeğen değil arayan bir varlık olmalıdır, yaşamın saçmalığı böyle aşılabilir. Birey “dünyada olma” yazgısının boğu cu engellerini ancak başkaldırmayla giderebilir. “Bilinç başkaldırmayla gün ışığına çıkar” der Camus. Bu da insanın gerçek etkinliğinin baş kaldırmada kendini göstermesidir. “Nedir başkaldıran insan? Başkaldıran insan hayır diyen insandır. Yadsımasına yadsır ama vazgeç mez. Ama o aynı zamanda daha ilk çıkışında evet diyen insandır. Tüm yaşamı boyunca buyruklar almış bir köle birdenbire yeni bir buyru ğu uyulmaz bir buyruk olarak gö rüverir.” Camus hıristiyan dinini de başkaldırm aya karşıt bir adanış inancı olduğu için adaletsiz sayar: “Hıristiyanlık özünde bir adaletsiz lik öğretisidir (bu onun çelişkili bü yüklüğüdür). M asum un adanışı üzerine ve bu adanışın benimsen mesi üzerine kurulmuştur. Buna karşılık adalet başkaldırma olma dan gerçekleşmez.” Camus başkal dırmayı bir düzenleyici olarak dü şünür, ona kargaşacı bir anlam yüklemez: “Bizim gündelik dene
yimimizde başkaldırma ‘cogito’nun düşünce düzeninde oynadığı rolü oynar; o ilk apaçaklıktır. Ama bu apaçıklık bireyi yalnızlığından çıka rır. O tüm insanlar üzerinde ilk de ğeri kuran ortak bir bağdır. Başkaldınyorum, öyleyse varız.” Baş kaldırma Nietzsche felsefesinde de insanın kendisini aşmasıyla ilgili bir karşı çıkma olgusuydu. Nietzsche “Başkaldırma kölenin soyluluğu dur” der. (Bk. DEVRİM) BAŞKASI (fr. autrui; alm. andere; ing. other). Ben’den ayrı olan nesnelerin ya da öznelerin ben’e karşı durumu. Başkası, ben’in zo runlu karşıtıdır, öznellik açısından insanın dünyayla ilişkisinde kendi ni gösteren karşı kutuptur. Öznel liğin merkezi olan ben’in karşısın da başkasının varoluşu sorunu va roluşçu felsefenin temel sorunla rındandır. Sorunun özünde öznel liğimizin başkalarına nasıl açılaca ğı, öznel bilgimizin başkalarına na sıl iletileceği konusu vardır. Jean Wahl’in belirlediği gibi, “Onu doğ rudan doğruya iletemeyiz, onu an cak dolambaçlı yollardan, bir çeşit örtülülükle iletebiliriz.” Hiçbir du rumumuz, hiçbir davranışımız say dam değildir. “Ruh dolaylı olarak açınabilir, çünkü dışla ilgili hiçbir şey içi tümüyle açınlayamaz. Her zaman geriye gizli bir şey kalacak tır.” Kierkegaard Tanrı’nm da in sanlara kendini doğrudan doğruya açınlamadığını bildirir. İletişim ek sikliği sorunu böylece yanlışanlam a so ru n u n a d ay an ır. S ören
BAŞKASI Kierkegaard’a göre Tanrı’yla insan arasında iletişim eksikliğinden ge len uçsuz bucaksız bir yanlışanlam a vardır. İletişimsizlik tüm varohış filozoflarında aynı kesinlikte de ğildir. Jaspers doğrudan doğruya iletişimi olası görür, bunun için so runa kavgalı aşk kavrayışını ekler. Aşk bir iletişim alanıdır, bu alanda öznellik çatışkı içinde iletilir. Her bi rey sevdiğini yenmek, altetmek is ter, bunun için onunla kavgaya gi rer. Ruhlar kavgada birbirlerini ya ratırlar. “Başkası hiçliktir” ya da “başkası cehennemdir” diyen JeanPaul Sartre başkasını b en’in bir bağlılaşığı olarak alır: “Kendim üze rine herhangi bir doğru elde ede bilmem için başkasından geçmem gerekir. Başkası varoluşum için ka çınılmazdır, kendim üzerine sahip olduğum bilgide de.” Sartre da aşk tan söz eder, ancak iletişimi her za man eksikli bir olgu olarak görür. Ona göre her şeyden önce bir be denimin olması dış dünyayla ilişki mi olası kılar. Başkasıyla ilişki en yetkin biçimde başkasının bakı şıy la , bu bakışın bize verdiği utan ma duygusuyla kurulur. Başkası nın bakışı bizi nesneye indirgeme ye çalışır. Biz de başkasının bakışı karşısında nesneye indirgenmemeye bakarız. Merleau-Ponty de baş kasını ben olmanın ve toplumsallı ğın zorunlu koşulu olarak belirler: “Kültür nesnesinde, bir ortaklık ör tüsü altında, başkasının yakın var lığını duyarım.” Başkasının bedeni “bir davranış taşıyıcısı” olarak kül tür nesnelerinin başında gelir. Baş
kası benim karşımda sorunlu bir varlık olarak yer alır ve nesnel dü şünce için bir güçlük ortaya koyar. O benim için hem bir kendinde şey hem bir kendi için şeydir: “Başka sının davranışı, hatta başkasının sö zü başkası değildir. Başkasının ke deri ve öfkesi onun için ve benim için tam tamına aynı anlamı içer m ez.” M erleau-Ponty şöyle der: “İnsan genellikle bedenini göster mez, bunu yaptığında bazen kor kuyla bazen de çekici olma eğilimi içinde yapar. Sanır ki bedeninde ge zinen yabancının bakışı onu ken dinden çıkaracaktır ya da tersine bedeninin sergilenmesi başkası’m savunmasız biçimde ona bıraka caktır, o zaman da başkası köleliğe indirgenmiş olacaktır. Utanç ve utançsızlık, köleninkiyle efendininkine benzeyen bir ben ve başkası diyalektiğinde yer alır böylece; bir bedenim olmakla başkasının bakışı altında nesneye indirgenebilirim ve onun gözünde kişi sayılmayabilirim ya da tersine onun efendisi olabili rim ve bu defa ben ona bakabili rim, ancak bu efendilik bir açmaz dan başka bir şey değildir, çünkü değerim başkasının arzusuyla an laşıldığında başkası benim kendi siyle tanınmayı istediğim kişi de ğildir artık, büyülenmiş bir varlık tır, özgürlüksüzdür, böyle olmakla benim değerimi bilebilecek gibi de ğildir. Bir bedenim olduğunu söy lemem, bir nesne olarak görülebi leceğimi ve bir özne olarak görül meye çalıştığımı, başkasının benim efendim ya da kölem olabileceğini 4 7
BEDEN söylem em dir, öyle ki utanç ve utançsızlık bilinçlerin çoğunluğunun diyalektiğini açıklar ve metafizik bir anlam taşır.” Buna göre benim be denim ve başkasının bedeni bir ol gunun tersi ve yüzü gibidirler. Böy lece “başkası” bu durumda “insan eyleminin bir merkezi” olacaktır. Dil özel olarak başkasının algılanma sında çok büyük etkendir, başka sıyla aramda bir orta yer oluşturur ya da “benim düşüncemle onun dü şüncesi tek bir doku oluşturur”. (Bk. BEDEN, VAROLUŞÇULUK)
48
BEDEN (yun. soma; lat. corpus; fr. corps; alm. Körper; ing. body). Canlı varlıkların maddesel yanı. İnsanın cisim sel yapısı. İnsan ruhsallığına karşıt olarak insan organizm ası. Birçok dilde “ beden”le “cisim” eşanlamlıdır, bu dil lerde canlı bir varlığın, özellikle in sanın cisimsel yapısıyla canlı ya da cansız organik bir bütünlüğün mad desel yapısı aynı kavramda topla nır. Düşünce tarihi boyunca düşü nürler insan bedenini herhangi bir “beden” ya da “cisim”den ayıra rak yüceltmişlerdir. Dinci bakış açı ları insan bedenini Tanrı’mn değerli yaratısı olarak yüceltirken onu yü ce tanrısal değerler yanında ikinci plana iterler. İnsanı bir beden-ruh bütünü sayan hıristiyan düşüncesi bedenin hazza yönelik etkinlikleri ni mahkum eder, cinsel hazzı hor görür, cinsel ilişkiyi bir üreme ara cı olarak değerlendirir. Aziz Augus tinus aşkın temelinde varsaydığı iğ rençliği şöyle belirtmeye çalışır:
“Inter fecet et urinam nascimur" (Bokla sidik arasında doğduk). Aziz Tommaso kadın ve erkek ilişkisi dı şında tüm cinsel etkinliği, evlilik dı şında da tüm kadın ve erkek ilişki sini, evlilikte cinsel hazzı mahkum eder. Descartes insanı bir bedenruh bütünü sayan görüşe karşı çıkarak bu iki tözü birbirinden ayırır, bunla rın kozalaksı bezde birbirine kavuş tuğunu öne sürer. Çağdaş varoluş çu felsefeler çağdaş ruhbilimsel gelişmelerin de etkisi altında, insan bedenini davranışla dışlaşan anlam ların alanı olarak görürler, başkasj’nı ya da başkasının beni’ni bana ileten bir belirtici olarak değerlen dirirler. İnsan bedeniyle ilgili en ay rıntılı araştırmaları Maurice Merleau -P o n ty ’de buluruz. M aurice M erleau-Ponty Algının olgubili»j/’nde “Bedenim uzamda yanyana gelmiş organların bir toplamı de ğildir benim için” der. “Bedenim be ni dünyaya açan ve ba-na durum aldıran şeydir.” Maurice MerleauPonty insan bedenini eşyadan ayı rır: “Ben hiçbir zaman tümüyle dünyada bir şey olmam, eşya ola rak varoluşun dolgunluğu eksiktir her zaman bende, benim kendi tö züm benden içsellikle kaçar ve her zaman bazı eğilimler kendini gös terir. Bedensel varoluş ‘duyu or ganları’ taşıyan bir şey olmakla hiç bir zaman kendinde dinginliğe ula şamaz, o her zaman etkin bir hiçlikle çalıştırılmış durumdadır, sürekli ola rak bana yaşam önerisinde bulunur ve doğal zaman her geçen saniye de hiç durmadan gerçek olayın boş
BELİRLENİMCİLİK biçimini çizer.” (Bk. BAŞKASI) BEĞENİ (lat. gustus\ fr. goût; alm. Geschmack; ing. tas te). Herhangi bir açıdan estetik nesneyi belirleyebilme gücü. Herhangi bir nesne yi estetik açıdan çekici ya da itici bulma yatkınlığı. Beğeninin kayna ğı duyarlılıkta, duyu verilerinin sağ ladığı hazdadır. Her beğeni birçok güzel deneyimle elde edilmiştir, gü cü bu deneylerin sağlıklılığından ge lir. Diderot şöyle der: “Büyük bir beğeni büyük bir duyuşu, uzun bir deneyi, onurlu ve duyarlı bir ruhu, yüksek bir düşünselliği, biraz ka ramsar bir kişilik yapısını, nitelikli organları gerektirir.” Chateaubriand beğeniye daha gizemli bir anlam ve rir. “Beğeni dehanın sağduyusu dur” der. İnsanın bir beğeniye sa hip olması herhangi bir nesne kar şısında estetik yargılar ortaya ko yabilme gücüne ulaşmış olması de mektir. Yetkin bir beğeni uzun de neylerle elde edildiğine göre, en yet kin beğeni sanatçının beğenisi di yebilir miyiz? Flaubert şöyle der: “Sanatımda deneylerim arttıkça bu sanat benim için bir işkence olu yor; imgelem değişmeden kalıyor ve beğeni büyüyor. Mutsuzluğun kaynağı bu. Sanırım pekaz insan edebiyattan benim kadar acı çeke cektir.” Beğeninin kökeni duyarlı lıkta da olsa, onu besleyen ve güç lü kılan, ona özelliklerini ya da ki şiliğini kazandıran duygu-düşünce etkinliğidir. Duyumsaldan duygu sala, duygusaldan düşünsele uza
nan çizgide beğeni estetik yargıları belirleyici bir güç olarak ortaya çı kar, bu yüzden estetik yargılara be ğeni yargıları adını da verebiliriz. Vauvenargues “Beğeni duyguyla il gili şeyleri doğru yargılama yatkın lığıdır” diyerek sorunu duygusalda sınırlar, d ’Alembert deha ve beğe ni ayrımı yaparak dehayı “yaratıcı duygu”, beğeniyi de “yargılayıcı duygu” olarak belirler. Beğeni her hangi bir yatkınlık olmaktan çok bir yetidir, ancak özellikleri kişiye gö re değişen bir yetidir. Diderot be ğeniye ahlaki bir anlam da verir, ona göre “Beğeni güzellikler yaratmak tan çok yanlışları ortadan kaldırır.” Şu formül her zaman geçerli gibi dir: "De geustibus et coloribus non disputandum ” (Beğeniler ve renk ler tartışılm az). (Bk. ESTETİK, YARATMA) BEHAVIOR’CULUK. Bk. DAV RANIŞÇILIK. BELİRLEME (lat. determinatio', fr. détermination', alm. Bestimmen, Bestimmung', ing. détermination). Belirgin kılma. Bir şeyin doğasını ve anlamını ortaya koyma. Herhan gi bir açıdan bir çözüme ulaşma. K uşku evresinden sonra gelen çözüm. BELİRLENİMCİLİK (fr. déter minisme', alm. Determinismus; ing. determinism). Her olgunun bir ne dene bağlı olduğunu, aynı nedenle rin aynı sonuçları doğurduğunu ile ri süren ilke ya da öğreti. Belirle
49
BELİRLENİMCİLİK nimcilik olguların değişmez bir dü zende gerçekleştiği fikrine dayanır. Bu düzen elbette olgular arasındaki ilişkileri hiçbir boşluk bırakmayacak biçimde belirleyen bir düzen olmalı dır. Doğa olaylarının gözlemlenme si bu fikri doğrular gibidir: su belli koşullarda yüz derecede kaynar, elimden bıraktığım herhangi bir nes ne yere düşer. Bilimsel buluşların kesinliği, bir başka deyişle bilimsel çalışmalarla bazı şaşmaz yasaların ortaya konuluşu belirlenimci düşün ceye gerekçeler sağlamıştır. Belirle nimci görüş olgular arasındaki şaş maz ilişkilerin varlığını benimserken bu şaşmazlığın ya doğadan geldiği ni ya da insan zihninin yapısına bağlı olduğunu bildirecektir. Buna göre gerçekçi bakış açısının belirlenimci lik kavrayışı ülkücü bakış açısımnkinden elbette değişik olacaktır. Ül kücü bakış açısının temelinde çok zaman dinci görüş yer alır. Aziz Au gustinus’a göre, başımızdan bir kıl düşse bunda Tanrı’nın parmağı var dır. Belirlenimci bakış açısı sözko nusu şaşmazlığı daha çok doğal te mele, evrensel düzenin özelliklerine bağlamak eğilimindedir. Belirlenim ciliğin kökleri Platon’a, Aristote les’e, hatta daha önceye uzanır. Ev renin Thales’de Su’dan, Anaksim andros’da Sonsuz’dan, Anaksim enes’de Hava’dan gelişi, Herakleitos’da Logos'\m tüm oluşumu düzenleyişi, Platon’da Demiurgos'm yaratıcı ya da düzenleyici ilke ola rak evreni kuruşu, Aristoteles’de ev renin İlk Devindirici’yle başlayan kuruluş düzeni, Stoa’cılarda evre
ne kesin ussal düzenini veren Lo gos belirlenimci bakış açısıyla ilgili dir. Stoa’cı Marcus Aurelius’da be lirlenimci düşüncenin azçok kesin bir biçimde formüllendiği görülür: filozof, olaylar arasında zincirleme bir bağlantı varsayar. Yeniçağ’la başlayan mekanikçi düşünce de ken diliğinden belirlenimciliğe bağlanır: mekanik ilişkilerin kesinliği evrende her zaman şaşmaz bir düzenin va rolduğunu düşündürmüştür. Descartes’da Tanrı katı bir mutlak öz gürlük alanıdır, kendinde tanrısal bir şeyler bulunduran ve özgür seçiş’e sahip olan insan ruhu da belli bir öl çüde özgürdür, madde dünyasıysa tam anlamında bir belirlenim düzeni ortaya koyar. Madde-ruh karşıtlığın da, belirlenmişlik-özgürlük karşıtlı ğı ortaya çıkar. Evrende her yerde görülen bu çelişkili durum ancak Tanrı katında ortadan kalkacaktır. Bu çelişkiyi Spinoza kökten siler. Belir lenimcilik belki de en katı anlatımını Spinoza’da bulur. Tanrı’da yetkin, sonsuz, tek, zorunlu, basit, devinimsiz, ölümsüz, bağımsız olma ni teliklerini gören Spinoza heptanncı bir varlık kavrayışı geliştirerek ve böylece tektanncı din kavrayışına kökten karşı çıkarak tüm varlıkta ke sin bir belirlenim düzeni bulundu ğunu göstermeye çalışır. Ruhla be den arasında, ona göre, anlatımını Tanrı’da bulan karşılıklı bir bağım lılık vardır, böylece ruh ve beden de nilen biçimler ya da nitelikler bizim Dünya’mıza özgü ayrı ve bütünsel tözler olmakla birlikte tek bir tözün, tanrısal tözün iki ayrı biçimi, iki ayrı
BELİRLENİMCİLİK açmımı olurlar. Böylece düşüncele rimiz, bedensel edimlerimiz ve top lumsal eylemlerimiz genel bir düze ne, ölçülü biçili bir düzene tam ola rak uyarlar. Bu yüzden yaşadığımız dünyada özgürlük diye bir şey yok tur. İnsanoğlu akışı yasalarla kesin belirlenmiş bir evrende yaşamakta, onun gereklerine uymaktadır. Leibniz evreni bir belirlenimler düzeni olarak tanımlarken bu düzenin ya ratıcısı Tann’yı ve bu düzende Tann ’dan sonra en üst basamakta yer alan insanı özgür sayar. Her şeyin hem örneği hem yaratıcısı olan, öncesel uyum’un da kurucusu olan, kendinde sonsuz sayıda evren ola sılığı bulunan Tanrı olası dünyaların en güzeli olan dünyamızı yaratırken, usun ilkelerine sahip olan ve böyle ce tanrısallığın bilincine ulaşabilen özgür insanı da yaratmıştır. Leibniz’de evrenin belirlenmiş düzeni in sanın özgürlüğüyle karşıtlaşmaz. Kant felsefesi de temelde Leibniz ve Spinoza felsefeleri gibi bir belirle nim felsefesidir. Kant, Spinoza gibi düşünmez, evreni tek olası evren olarak görmez, Leibniz gibi düşü nür, evreni bir belirlenim alanı gör mekle birlikte olası bir temele da yandırır. Ne olursa olsun evrende kesin bir bel irlenim düzeni bulan her düşünce insan ruhsallığını ve hatta tüm ahlak alanını ve tüm insan ya şamını belirlenimcilik çerçevesinde koşullanmış görme eğiliminde ola caktır. Claude Bemard bilim kavra yışını belirlenimcilik kavrayışıyla öz deşleştirerek şöyle der:
“Bilimde yani belirlenimcilikte şey lerin mutlak ve zorunlu ilişkisine tüm olgularda olduğu gibi canlı varlık larla ilgili olgularda da inanmak ge rekir.” Ona göre evrende tam bir be lirlenim vardır: “Şunu deneysel bir belit olarak benimsemek gerekir: ka ba cisimlerde olduğu gibi canlı var lıklarda da her olgunun varoluş ko şullan mutlak bir biçimde belirlen miştir. Bir başka deyişle bir olgu nun koşulu bir defa bilindi ve yeri ne getirildi mi bu olgu deneycinin istemine göre her zaman ve zorun lu olarak gerçekleşebilecektir.” Cla ude Bemard belirlenim düzenini or taya koyma yolunda istatistik yön temlere karşı çıkar: “İstatistik an cak sanıya dayalı bilimler yaratabi lir, o hiçbir zaman etkin ve deneysel bilimler, yani belirlenmiş yasalara gö re olgulan düzenleyen bilimler orta ya koyamayacaktır.” Bu kesin be lirlenimci görüş çağdaş fizikte, Özel likle çağdaş küçükfizikte pek de ge çerli değildir. Gaston Bachelard be lirlenimciliği zihnin deney dünyası üzerinde tümleyici tutumu olarak görür, ona göre küçükfizikte şaş maz bir biçimde gösterebileceğimiz olgular yoktur. Louis de Broglie bu konuda şunlan söyler: “Kuanta fizi ği kendi alanı olan çok küçük çerçe veli olgular arasında gözlemlenebi lir olgularla ilgili belirlenimciliği yani yetkin öngörüyü bulabilecek yapı da değildir.” (Bk. BİLİM, GERÇEK ÇİLİK, MEKANİKÇİLİK NEDEN, NEDENSELLİK, OLGU, TANRI, ÜLKÜCÜLÜK, YASA)
BELİRLENMEZCİLİK B E L İR L E N M E Z C İL İK (fr. indéterminisme; aim. Indeterminis mus; ing. indeterminism). Tann’da ve insanda özgür seçişin varlığını benimseyen, olgular düzeninde şaş maz ilişkilerin varlığını yadsıyan öğ reti. Belirlenmezcilik, belirlenimci liğin karşıtı olarak, insan isteminin özgür olduğunu, insanın kendi se çimlerini kendi dileklerine, kendi öngörülerine göre yapabileceğini savunur. Belirlenmezci görüş, do ğadaki akışı nedensellik ilişkisi için de görmeyen yani onları belli ya saların güdümüne bağlamayan bir bakış açısı olarak özgürlükçülüğe bağlanır. Atom biliminde belirlen mezci anlayış tek bir elektronun de vinimini belirlemenin olanaksız ol duğunu, ancak elektron demetleri nin devinimlerini belirleme olana ğının bulunduğunu benimser. Bu çerçevede öngörü tek bir öge üze rinde değil, bir öğeler topluluğu üzerinde olasıdır. (Bk. BELİRLE M E, BELİRLENİM CİLİK, NE DENSELLİK) BELİRLEYİCİ (fr. caractéristi que; aim. Charakteristik; ing. cha racteristic). Fikirleri ve ilişkileri be lirtenlerle ya da harflerle gösterme sanatı. Bu fikir Leibniz felsefesin de büyük bir önem kazanmıştır. Descartes’çı bir anlayışla Leibniz varolan her şeyi a priori olarak açıklayabilecek olan matematik tü ründen bir bilim tasarlar; öyle bir şey olabilmeli ki insan zihni tüm so runları m atematikte olduğu gibi apaçık çözebilmeli. Burada Leib-
n iz ’in D escartes’daki apaçıklık kavrayışını benimsediğini görürüz. Belirleyici ya da evrensel belirleyi ci Leibniz’de her kapıyı açacak bir açkı gibidir. Usavurmaların yerine matematik hesabı koyan Leibniz simgesel bir dil, bir belirtenler dili oluşturmaya yönelir. Belirtenleri kullanmanın bir kolaylığı vardır; on ları kullanırken anlamlarını düşün memiz gerekmez. Simgelerin oluş turduğu bu genel bilim kurulduğu zaman tartışma diye bir şey kal mayacak, tartışmanın yerini hesap laşma alacaktır. Leibniz’in bu dü şü kolay gerçekleşebilecek bir düş değildi. (Bk. DİL, SİMGE, YÖN TEM) BELİRLİ (fr. déterminé, défini; alm. bestimmt; ing. determinate, defiınite). Herhangi bir açıdan bir çözüme ulaşmış olan. Nedenselli ğin kesin etkisinde bulunan. Başka şeyle karışmayacak biçimde orta ya çıkmış olan. Belirsiz’in karşıtı. (Bk. BELİRLENİM CİLİK, BE LİRSİZ) B E L İR SİZ (fr. in d éterm in é , indéfini; alm. unbestimmt; ing. indefinite). Herhangi bir açıdan bir çözüme ulaşmış olmayan. Neden selliğin etkisinde bulunmayan. Bir başka şeyle karışabilen. Belirli’nin karşıtı. (Bk. BELİRLİ) BELİRTİ (lat. signum; fr. signe; alm. Zeichen; ing. sign). Herhangi bir şeyi tanımamızı sağlayan nes ne. Belirti, düşünülen ya da isteni
BELLEK len bir şeyi tanıtıcı maddi, biçimsel ya da işitsel nesnedir. Göz önünde bulunmayan ya da algılanması olası olmayan bir şeyi anımsatan her şey belirtidir. Condillac belirtileri ikiye ayırır: doğal belirtiler doğa yasala rına bağlıdır, doğal koşulların orta ya koyduğu ya da doğal düzende ortaya çıkan, doğal bir olayı ya da oluşum u gö steren b elirtilerd ir (duman ateşin belirtisidir); yapay belirtiler istemli olarak ya da an laşmalı olarak koyulmuştur (mü zik belirtileri, cebir belirtileri). Her belirti herhangi bir şeyi, durumu ya da ilişkiyi görmeye ya da tanımaya yarar. B E L İR T İB İL İM (fr. sémiologie ya da séméiologie, bazen sémiotique\ alm. Sémiologie, ing. semiology). Toplumsal yaşamda belirti lerin ya da göstergelerin gelişimini ve etkisini inceleyen bilim. Belirtibilim çok geniş çerçeveli bir bilim dir, hekimlikte özel bir yer tutar. Hekimlikte belirtibilim hastalıkların belirtileriyle ilgili araştırmaları içe rir. Kültür düzeyinde bu bilim top lumsal ruhbilimin bir bölümünü oluşturur ve dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün tanımıyla “toplumsal yaşamdaki belirtilerin yaşamını in celer”. Belirtibilim toplumsal yaşa mın pekçok alanında geçerli duru ma gelmiştir: denizyolu, karayolu, havayolu, demiryolu taşımacılığıyla ilgili belirtibilim araştırmaları gün geçtikçe gelişmektedir. Toplumsal, siyasal, iktisadi alanlarda belirtibi lim önemli bir yer tutarken dilbi
limle ilgili (biçim, yapı vb) belirti bilim büyük bir yaygınlık kazan maktadır. Saussure şöyle der: “O (belirtibilim) belirtilerin ne anlama geldiğini, onlara hangi yasaların egemen olduğunu öğretecektir.(...) Dilbilim bu genel bilimin yalnızca bir parçasıdır, belirtibilimin ortaya koyacağı yasalar dilbilime de uyar lanır olacaktır ve dilbilim böylece insan olgularının bütününde çok iyi tanımlanmış bir alana bağlanacak tır.” (Bk. DİL, DİLBİLİM) B ELİT (lat. axioma-, fr. axiome; aim. Axiom', ing. axiom). Apaçık olan, doğruluğu herhangi bir gös term eyi gerektirm eyen önerme. Genel olarak tartışma dışı tutulan temel önermelere de belit denir, bu durumda belitin anlamı konutunkine yaklaştırılmış olur. (Bk. KO NUT) BELLEK (lat. memoria', fr. mémo ire', aim. Gedächtnis, Erinnerung’, ing. memory). Bilgileri ya da anılan saklama yetisi. Bellek geçmişimiz dir, geçmişimizle ilgilerimizin sürdü rülmesiyle belirgindir. O yalnızca bir saklayıcı değil, aynı zamanda bir ammsayıcıdır. Bergson geçmişin sunumsuz anımsanışıyla (alışkanlık belleği) geçm işin geçmiş olarak anımsanışım (anı belleği) birbirin den ayırır. Duygu belleği daha ön ce yaşanmış olan duyguların yeni den ortaya çıkmasıyla belirgindir. İl kel yaşamsal düzeyde bellek insan da ve hayvanda ortaktır, alışkanlı ğın yasalarıyla belirlenmiştir, ilkel du-
BELLEK yumun ve devinimin anılarıyla ilgi lidir. Bu anılar belli bir tarihsel dü zende sıralanmış değildir. Henri Delacroix birbirine sıkı sıkıya bağlı iki kavramı, “alışkanlıkla “bellek”i birbirinden ayırırken şöyle der: “Bel lek her şeyden önce sürerliktir, sak lamadır, direngenliktir. Gerçekten her türlü direngenliği alışkanlık diye adlandınyorsak, bellek alışkanlıktır. Ancak alışkanlık özel türde bir di rengenliktir, bellek alışkanlıktan da ha başka bir şey olmalıdır. Alışkan lık bir işlem kuralım, bir eylem biçi mini kurmaktır, elde etmektir. Onun zekayla yakınlığı bir noktada kendi ni gösterir. Ayrım alışkanlığın ken dine yetmesinde ve kendine yönelmemesindedir. Alışkanlık yayılmaz, mantıksal bir evrende kendini açıklam az.(...) Alışkanlıkta olgu, ne olursa olsun, kendi özel yaşamını, kendi kişisel ruhunu uygulamalı kul lanımın yararına yitirir. Bir teknik kuran alışkanlık, zihinsel bir maki ne, bir yapabilm e aracı oluştu ru r^ ...) B ellek zamanın bilinci dir^. ..) Bellek tümüyle zamanın dü zenine yönelir. O, zamana göre dü şüncedir.” Paul Guillaume bu ko nuda şöyle düşünür: “Yaşamı tü müyle içgüdülerin belirleyiciliğinde bulunan bir varlık varolabilseydi, bu varlık mutlak bir biçimde organik ya da dış kaynaklı şimdiki uyaranlar'a bağımlı olacaktı. O şimdi'â& yaşayacaktı. Birçok defa aynı du rumla karşı karşıya kaldığında aynı biçimde davranacaktı. Bellekle do nanmış bir varlıkta, bireysel geçmi şin şu ya da bu biçimde varlığını sür
dürdüğü bir varlıkta içgüdülerin sağladığı uyuma yeni bir uyum ka tılacaktır. Bu uyum kalıtsal değil edi nilmiş, özgül değil bireysel, katı de ğil bükülgen bir uyumdur.(...) Bel lek olmasaydı gerçek anlamda ruh sal yaşam olmayacaktı: ne alışkan lıklar olacaktı ne de bilgiler olacak tı.” Norman L. Munn da bellekle il gili şunları söyler: “Bellek olmasay dı en azından biyolojik anlamda öğ renme diye bir şey olmayacaktı. Yi nelenen her durumda tepki her za man tam tamına benzer olacaktı. Bir başka deyişle, her yeni denemede organizma ilk defa davrandığı gibi davranacaktı.” Bilinçaltı düzeyinde bellek düşlerle ve çılgınlıklarla ilgili bellektir ve bilinçaltının yasalarıyla koşullanmıştır, kişisel olmakla bir likte tarihsel düzenden yoksundur. Toplumsal düzeyde bellek tam ola rak yere ve zamana uyarlanmayla beliıgindir. Ussalllık ve tarihsellik bu düzeyde kesin belirleyicidir. Bellek insanda duygusal-düşünsel yaşamın temelini oluşturur, onsuz insan ya şamı olası değildir. Alışkanlıklar, us talıklar, beceriler onunla elde edilir, bilgi onunla olasıdır. İyi bir belleği olmak iyi düşünebilmenin başlıca koşuludur. Eğitimbilimin temel so runlarından biri yetkin bir belleğin nasıl sağlanabileceği sorunudur. “Bellek eğitimi” sorunu eğitimbilimde önemli bir yer tutar. Bilgilerimi zin ya da anılarımızın belli bir dü zende yerleştiği ve bilince çıkmak üzere beklediği bu yeti zamanla ka zanılır. Bellek ilk üç yaşta bulanıktır, bu dönemde geçmişle şimdiyi, ger
çekle düşseli ayırma olanağı yoktur: çocuk gördüğü düşü gerçeklik gibi algılar. Erişkinlik döneminde man tık kurallarının gelişip yerleşmesi toplumsal çerçeveli güçlü bir belle ğin kurulmasına yol açar. Ancak bel leğin yetkinliği her şeyden önce si nir sisteminin sağlıklılığına bağlıdır. Her kişinin belleği o kişinin çabala rına, eğilimlerine, seçimlerine, ya şayış biçimine göre biçimlenir, kişi lik ayrımlarının kökeninde bu biçim leniş vardır. Gerçekte bellek ruhsallığımızm bir yüzüdür, onu bütünden ayrı düşünmek doğru olmaz: bellek öbür yetiler gibi bir yetidir, onlarla bir bütün oluşturur. Bellek bilgileri ve anıları saklama yetisi olduğu öl çüde bir unutma yetisidir. Bellek ge reksiz yüklerini sezdirmeden atar. Gelişigüzel doldurulan bellek sağlıklı bir bellek olmayacaktır: en iyi bel lek az ve öz bilgiyle donanmış bel lektir. Aşırı doldurulmuş bellek dü şünceyi iyiden iyiye zora sokar. Chateaubriand bu yüzden “Bellek çok zaman aptallığın niteliğidir” der. Öyleyse belleğin sağlıklılığını güven ce altında tutan etkenlerden biri de unutuştur. İyi bir bellek gereksiz bil gileri, eskimiş, artık kullanılmaz olmuş bilgileri ya da “bir önceki” bilgileri kendinden siler. Ancak unutuş her zaman istenilen bir şey ola maz: bellek bazen silinm em esi gereken bilgileri de siliverir. Bu yüz den belleğin eksikli bir yeti olduğu düşünülmüştür. Bir çin atasözü “En solgun mürekkep en güçlü bellekten daha iyidir” der. Doğru yargılar gü çlü b ir b elleğ i gerektirir.
Yaıgılama yetisi bir karşılaştırma ye tisidir, bir bağlama ve ayırma yeti sidir, onun gereci bellekteki şeyler dir. Böylece bir bellek-yaıgı ortaklı ğı yanında bir bellek-yargı karşıtlığı ortaya konulur. Ölçüsüz ve düzen siz geliştirilmiş bir bellek yaıgıyı zor da bırakacaktır. Charles de SaintEvermond bu sıkıntıyı şöyle dile ge tirir: “Yaşam her çeşitten kitaplar okuyabilmek ve belleğini yargının zararına pekçok şeyle doldurmak için çok kısa.” Bu konuda La Roc hefoucauld insanlara genel bir eleş tiri yöneltir. “Herkes belleğinden ya kınıyor, kimse yargıgücünden ya kınmıyor” der. Belleğin gücünü or taya koymak için yöntemler gelişti rilmiştir: bellek testleri bu amaçla kullanılan düzenli sınamalardır. Bun ların en çok kullanılanları görseldir, sözcüklere ya da geometrik biçim lerle oluşturulmuştur, f' Charles Qickens: “Her insan belleği acılarla ve karışıklıklarla doludur.” / Charles Péguy: “Bellek ve alışkanlık ölümün öncüsüdür.” / Corneille: “Yalan söy ledikten sonra iyi bir bellek gerekir.” / Montaigne: “Belleğine güvenme yen yalan işine bulaşmamalı diye bo şuna dememişler.” / Etienne Pasquier: “Tüm ciddi yalancılar foya ları ortaya çıkmasın diye iyi bir bel leğe sahip olmalılar.” / George Sand: “Yazın, dehanız varken, belleğiniz değil de Tanrı size yazdırırken.” / Paul Valéry: “Yaşamımız gezginse belleğimiz yerleşiktir.” / Alfred Jarry: “Unutuş belleğin kaçınılmaz koşu ludur.” (Bk. ALIŞKANLIK, ANI, B ELLEK Y İTİM İ, D Ü ŞÜ N C E,
BELLEKYİTİMt EĞİTİM, UNUTUŞ, YARGI) B E L L E K Y İT İM İ (fr. amnésie; aim. Amnesie; ing. amnesia). Bel lek zayıflığıyla belirgin anımsama güçlüğü. Bellekyitimi tüm bellekle ilgili olduğu zaman bütünsel, belli bir anılar sınıfıyla (özel adlar, ta rihler, duyumlar vb) ilgili olduğu zaman parçalı olarak nitelendirilir. Bellekyitimi hem bir anımsama güç lüğü hem bir antlaştırma güçlüğü ortaya koyar. Beyin zedelenmesi, beyin sarsıntısı, ruhsal bozukluk lar, sara, histeri, şizofreni, genel felç, bunama gibi etkenler bellekyitimine yol açabilir. Beyin sarsın tısında ortaya çıkan bellekyitimi bir karşısarsıntıyla ortadan kalkabilir. Bellekyitiminin giderilmesinde anı ları çağrıştırmaya dayanan ruhayrıştırması etkili olabilir. Bellekyiti mi büyük çeşitlilik gösterir. Bazen anılar oluşur ve silinir, bazen eski anılar silinip yenileri kalır. Bellekyitimini J. Delay üçe ayırır: dille il gili olan bellekyitimi (fr. aphasie), davranışla ilgili olan bellekyitimi (fr. apraxie), algıyla ilgili olan bel lekyitimi (fr. agnosie). Sözyitimi di yebileceğimiz birinci türde iki ayrı biçimle karşılaşırız. Birinde hasta konuşur, konuşması boşluklar gös terir, çok zaman söylenilenleri an layamaz, yazılı dil duyumunu iyice yitirmiştir (Wernicke biçimi). Öbü ründe kişi tam tamına susuktur, tek söz söyleyemez, yazarak da anla tamaz (Broca biçimi). Davranış yitimi diyebileceğimiz ikinci türde kişi en basit davranışları bile ger
çekleştiremez, tüm istemli davra nışlar onun için olası olmaktan çık mıştır. Tanımayitimi diyebileceği miz üçüncü türde kişi gündelik nes nelerin ne olduğunu unutmuştur, örneğin kendisine gösterilen para nın ne olduğunu bilemez, ancak onun niteliklerini sayabilir: yuvar lak, parlak, d ü z ... Tren, vapur, otomobil seslerini öbür gürültüler den ayıramaz. (Bk. BELLEK) BEN (lat. ego; fr. moi; alm. Ich; ing. me, myself). Bireyselliğin te meli olan düşünen özne. Ben, bil ginin hem öznesi hem de bir nes nesidir. Descartes ben’i felsefesi nin çıkış noktasına, en temele yer leştirmişti. Ruhbilimin kurucuları olarak bilinen İngiliz filozofları David Hume ve John-Stuart Mili ben’i belirgin ruh durumlarının birbirini izleyişi olarak tanım lıyorlardı. Kant’a göre ben, düşünüyorum iliş kisi içinde sunumları biraraya geti ren ya da bütünleştiren bir işlevdir. B ergson ben kavram ını zam an kavramıyla özdeşleştirdi. Ona gö re zaman ben’dir, ben sezdiğim sü renin kendisiyimdir, bende süre kendini sezmektedir. Ruhbilimsel açıdan ben’i ruhsal aygıtın yapısın da yer alan güdü topluluklarının oluşturduğu bütün olarak tanımla yabiliriz. Bu bütün, birbirinden ay rılmaz üç yapıyı, duygusallık, dü şünsellik ve istemi içerir. Ben, her şeyden önce organizmanın gerçek liğe uyum sağlayabilmesi için ge rekli doğrulama ve denetim alanı dır. Buna göre ben, kendi kendisi
BEN nin bilincinde olan kişilik yapısına karşılıktır. Bu yapı öznenin kendi bilincine varmasıyla oluşmaya baş lar. Ben’in gelişimi oldukça uzun bir evrede gerçekleşir. Kişisel bü tünlük bilinci dünyayı tanımakla oluşacaktır. Üç aylık bebek dış dünyayı tanımak için ellerini kulla nır. B en’le başkası arasında ilk ay ran böylece oluşur. İkinci yılda be bek ayna karşısında kendini göz lemler ama gördüğünü kendisi ola rak algılamaz. “Ben” demeye daha sonra başlayacaktır, bu kullanım zaten kişilik oluşumunun ilk ger çek adımıdır. Birey kişilik gelişimi içinde kendini ilkin yargılar vere bilme yeteneği olan ussal bir varlık olarak kurar. O böylece kendi dün yasının kurucusu rolünü yüklenir, duygulan, inançlan, fikirleri olan bir varlık olarak ortak dünyaya bağla nır. Bu çaba içinde kurulup yetkin leşen kişilik kendi özelliklerini oluş turacak, kendine göre duyma, dav ranma, isteme biçimleri kuracak tır. Böylece ortaya çıkan ben, bi linçte başkası dediğimiz şeyle iliş kisi olmayan ve doğrudan doğru ya başkasından kaynaklanmayan şeylerin tüm ünü karşılar, ayrıca hem bilinçaltıyla (id) hem üstbenle (ülküsel ben) karşıtlaşır, böylece toplumsal gereklerle kişisel dilek ler arasında bir denge oluşturur. / Epiktotes: “Dıştaki şeyler bana bağ lı değildir, istemim bana bağlıdır. İyiyi ve kötüyü nerede aramalıyım? Kendimde, benim olanda.” / J.-J. Rousseau: “Güçlü toplumsal ku rumlar insanın doğasını bozmayı iyi
bilen kurumlardır, onun mutlak va roluşunu atıp yerine göreli bir va roluş vermeyi, ben’i ortak birliğe götürmeyi iyi bilen kurumlardır: öy le ki her birey bundan böyle kendi ni bir saymasın, birliğin bir parçası saysın, ancak bütünün içinde du yarlı olsun.” / Cl. Bernard: “Bir çağ daş şair sanatın kişilikli ve bilimin kişilikdışı olması duygusunu şu söz cüklerle belirledi: sanat bendir, bi lim bizdir.” / Bergson: “Değişme yen ben sürmez, kendi kendine öz deş kalan bir ruhsal durum kendini özleyen bir başka duruma yol aç madığı zaman sürm ez.” / Albert Einstein: “Bir adamın gerçek değe ri hangi ölçüde ve hangi anlamda B en’den kurtulmayı başarmış ol masıyla belirlenir.’VA. Gide: “Çe şitlilikte algıladığım şey her zaman ben’dir.” / Pascal: “Ben tiksindiri cidir.” / A. Gide: ‘“ Ben tiksindiri cidir’ deyin. Benimki tiksindirici değil.” / P. Reverdy: “Ben tiksindi ricidir. Benzerini kendi gibi sevmek her şeydir.” / Claude Lévi-Strauss: “Ben yalnızca tiksindirici değildir: onun biz’le hiç arasında yeri de yoktur.” / P. Valéry: “Ben tiksindi ricidir. .. ama bu başkalarının beniyle ilgilidir.” / P. Nicole: “Belagati kimsenin bilmeyeceği kadar iyi bi len Pascal hıristiyan sofuluğunun insan ben’ini hiçleştirdiğini, dindışı insanlığınsa onu gizlediğini ya da ortadan kaldırdığını hep söylerdi.” / Marie de France: “Ayırmak iste seler / Fındık ağacı hemen ölür / Hemen hanımeli de / Güzel dost biz de böyleyiz,/ Ne sen bensiz ne ben
BENCİLİK sensiz.” / Chateaubriand: “Ölüm süzce kendimden sözediyorum.” / Stendhal: “Koca Tanrı, ben niye b e n ’im ?” / M allarm é: “ E vet, kendim için, kendim için çiçek açı yorum, çöl!” / P. Claudel: “Benden d ah a çok b en o lan biri olm alı bende.” (Bk. DUYGU, DÜŞÜN CE, RUH) B E N C İL İK (fr. égotisme). Ken dini göstermek, kendinden sözet mek eğilimi. Bu eğilim kendini aşı rı ölçülerde önemsemeye dayanır. Paul Foulquié bu kavramı şöyle ta nımlar: “Bazen anormal ve sapıkça olanı da dışa atmaksızm kişisel ve özgür olarak sahip olunanı istemek le aşırı bir biçimde uğraşma.” Bu kavramı ortaya atan Stendhal ol muştur. Bencilik, bencillik değildir. Bencillikte daha çok kendinin kıl mak istemi baskındır, oysa benci lik Narkissos’çu eğilimin bir biçi mi, bir yansısıdır, kendi ben’ini özel likle düşünmeyi ve araştırmayı, onu tutkulu bir biçim de sevmeyi ve özenle sergilemeyi anlatır, buna gö re daha çok sanatla ya da sanatçıy la ilgilidir. Bencilikte kendi kendisi ne tapınmaya benzer bir ben sev gisi baskındır. Benciliği estetik açı dan inceleyen Lalo şöyle der: “Narkissos ancak kendisiyle ilgilenir. Dindışı bir şehvet için değil, bir gü zele tapınma için ilgilenir. (...) Bir Narkissos, çıplaklığı içinde kendi kendisini gözlemekle kalmaz, onu bir topluluk da gözlesin ister, o bir sergilemecidir.” Charles Lalo da Montaigne’i bir benci olarak ele alır:
“Montaigne sergilemeci benciliğin estetikteki örneğini ortaya koyar. O, kendi ben’inin gönüllü mahpu sudur, tutsaklığından mutludur. Ge ne de bu ‘içekapanık’ örnek kendi kendine yetebilir mi, arı kalabilir mi?” Lalo’ya göre Montaigne bu hapisaneden çeşitli yönlere doğru kaçmak istemiş, başaramamıştır. V aliry’nin şu dizeleri bencilik için son derece belirleyicidir: “Ama ben, sevilmiş Narkissos / Yalnız kendi özüyle ilgili ben / Başkaları benim için giz dolu bir yürekti / Başkaları yokluktur yalnızca / Seviyorum, se viyorum .. . Ve bir insan kimi seve bilir / Kendinden başka.” Terimin estetik anlamı daha çok kendini öne sürmekte sınırlanırken ahlaki anla mı özellikle kendini kurallara uyma ve eksiksiz davranma konusunda yetkinleştirme olarak belirir. (Bk. NARKİSSOS’ÇULUK) B EN C İLLİK (fr. egoisme; alm. Egoısmus; ing. egoism). Kendi ya rarını her şeyden üstün tutma. Tüm bilgi öğelerini ve onların bağlantı larını ben’e indirgeyen görüş. Bu görüş, başkalarının varlığını yanıl sama sayan aşın ülkücü bir öğreti ye götürülebilir. Bu metafizik bu gün geçersizdir. Ruhbilimle ya da genel insanlık durumuyla ilgili ola rak bencillik kendini ve kendi ya rarlarını her şeyden üstün tutma eğilimidir. Bencilliği insan olmanın zorunlu koşulu sayanlar vardır. Blaise Cendrars şöyle der: “Bencilli ğin desteği olmasa insan dediğimiz hayvan gelişemeyecekti.” Bir ingi
BENİÇİNCİLİK liz atasözü de şöyle söyler: “Her kes kendine. Tanrı herkese.” Mar cel P roust’un “İnsan m utsuz ol duğu zaman ahlaklı olur” sözü de bize bencilliğin özelliklerini duyur m ak bakımından önemlidir. An cak düşünürler genellikle bencilli ği mahkum etmişlerdir. Publilius Syrus’un bu konudaki tutumu ke sindir: “Yalnız kendi-için iyi olanı kötü diye nitelendirmek gerekir.” Voltaire de aynı kesinliktedir: “Ken dine yaramak hiçbir şeye yaramamaktır.” En içtenlikli alan olan aşk alanını bile bir bencillik alanı sayan lar varken (Madame de Staöl: “Aşk ikili bir bencilliktir”), bencilliği in sanın doğal bir özelliği gibi görmek eğilimi ağır bassa da yalnızca ken dini düşünmenin getirdiği yıkımlar giderek daha da bilinçlenen insanın bu yönde kendi kendisiyle daha ke sin bir biçimde hesaplaşmasını zo runlu kılacaktır. / Çin atasözü: “Bencil insan imparatorluğa bir ya rarı olsun diye saçından bir kıl ko parttırır mıydı, koparttırmazdı.” / Arap atasözü: “Yalnız yiyen yalnız boğulur.” / Simon Weil: “İnsan ben cil olm ak isterd i am a olam az. Sefaletin en çarpıcı özelliği ve büyüklüğünün kaynağı buradadır.” / Chamfort: “Biri çok kişisel bir adam için şöyle diyordu: iki yumur ta pişirebilmek için evinizi yakar.” / Adolphe de Custine: “Bencillik sevmeyi bilmez derler, bence ben cillik kendini sevdirmeyi bilmez.” / Dostoyevski: “Soyut insan sevgisi her zaman bencillikten kaynakla nır.” (Bk. BEN)
B E N İÇ İN C İL İK (fr. égocent rism e,; alm. Egozentrism us\ ing. egocentrism ). H er şeyi kendine bağlama, kendini evrenin merkezi sayma eğilimi. Piaget beniçinciliği çocuk özyapısının gelişiminde nor mal bir evre olarak belirledi ve “ço cukta ben’in dış dünya karşısında ki karmaşıklığı” olarak tanımladı. Dört-altı yaş arasını yani ikinci ço cukluk diye adlandırılan dönemi karşılayan bu evre ilk yaşların ben cilliğiyle erişkinliğin nesnel bakışa dayalı toplumsallığı arasında bir ge çiş yeridir, kişisel gerçeklikle nes nel gerçekliği birbirinden ayıramamanın sorunlarıyla belirgindir. Bu evrede çocuk düşünelerini başka sına açmak istemeyecek, başkala rının arasına karışmaktan kaçına caktır. Piaget şöyle der: “Beniçin cilik duygusu basit bir bencillik bi çimi de gösterebilir, hastalıklı ve tehlikeli de olabilir. Hastalıklı biçim lerinde kendini beğenmişlik, güven sizlik, kırıcılık ortaya çıkabilir. Ze ka geriliklerinde de beniçinci eği limler sözkonusudur ve özellikle uydurmacılıkla birlikte görülür. His terilerde beniçinci duyguların kö keninde çevrenin dikkatini çekme ve acıma duygularını kamçılama eğilimi yatar. Büyüklük duygusu çok zaman beniçinci duygularla ge lişir. “Düşüncelerini başkasma ulaş tırma ve başkalarının düşünceleri ne uyarlanma gereksinimi duyma yan” (Piaget) çocuk beniçinciliğini hastalıklı beniçincilikle karıştırma mak gerekir. (Bk. BENCİLLİK)
BENOLMAYAN BENOLM AY AN (fr. non-mov, alm . N icht-Ich', ing. non-ego). Ben’le yani özneyle karşıtlaşan ya da ondan ayrılan. Benolmayan tüm nesneleri karşılar. Bu kavram, mut lak ülkücülük olarak belirleyebile ceğimiz Fichte felsefesinde önem li bir yer tutar. Kant’ın çömezi olan ve eleştirili felsefenin teknik terim leriyle konuşan Fichte’nin heptanrıcı felsefesinde “ben” temel belir leyicidir, başlıca gerçekliktir, düşün cenin yüce ilkesidir, sonsuzdur. Fichte ben’in “kendisini doğrula yarak ortaya koyduğunu” bildirir, ona göre “Her şey kendini ortaya koyan m utlak ve sonsuz b en ’le başlar” . Ben, benolmayanla yani ben’den bağımsız olan evrenle sı nırlandırılmıştır, bir başka deyişle o bir karşısav olarak karşısında benolmayanı bulur. Dış dünya ben için bir engel yaratır. Buna göre benol mayan özgür ben’in bilinçdışı et kinliğinin bir ürünüdür. Ben ve be nolmayan bilinçte biraraya gelirler ve bileşime kavuşurlar. (Bk. BEN) B E N Ö Z G E C İL İK (fr. egoaltruisme\ alm . E goaltruism us\ ing. egoaltruism). Auguste Comte’un “başkası için yaşamak” formülüne dayanan özgeci anlayışını tümleyerek ben’in yararını başkasının ya rarına bağlayan Spencer’ci görüş. (Bk. ÖZGECİLİK) B E N Z E R L İK (fr. ressemblance; alm. Aehnlichkeit, Gleichheit\ ing. resemblance). Niteliksel açıdan öz deş olmamakla birlikte ortak öğe
leri olan iki ya da daha çok nesne nin karşılıklı durumu. Benzerlikyasası, zihinsel çağrışım kuramında sunumların ortak özellikli başka su numları çağrıştırma eğilimi. BENZEŞİM (lat. analogia\ ir. analogie\ alm. A nalogie; ing. analogy). Benzerlik ya da oranlılık iliş kisi. Benzeşim terimi her zaman matematik oranlarla, karşılıklı iliş kilerle ve benzerliklerle ilgilidir. Benzeşim hem iki ya da daha çok ikili çift terimi ikişer ikişer birleşti ren ilişkinin özdeşliğidir (1/2; 3/6; 5/10; 70/140), hem aynı konumda olan nesnelerin durumudur (baş’la önder’in benzerliği), hem benzer organların karşılıklı durumudur (kol ve kanat benzerliği). Benzeşim y o luyla usavurma, bilinen terimler den benzetme yoluyla bilinmeyen terimi çıkarma: 3/4 ve 6 ’nm, oran lar gözönünde tutulduğunda dör düncü terim olan 8’i buldurması (3/ 4; 6/8); bir şeyin durumundan ben zerlik yoluyla bir başka şeyin du rumunu çıkarma: Ayşe güzeldir / Ayşe Adana’lıdır / Öyleyse Ada n a’lılar güzeldir / Fatma Adana’İl dir / Fatma da güzeldir. (Görüldü ğü gibi burada bir tümevarımı bir tümdenglim izlemektedir.) Deney sel benzeşim, K ant’da bağıntı ka tegorisiyle ilgili olarak an anlığın a priori ilkeleri. (Kant: “Varoluşları açısından tüm olgular, zamanda, karşılıklı ilişkilerini belirleyen kural lara özel olarak uyarlar.” “Deney algılar arasındaki zorunlu bir ilişki nin sunumuyla olasıdır.”) Bu ben-
BİÇİM zeşimler üç tanedir: tözün sürerli ği, doğada değişmez ardarda geliş yasalarının bulunuşu, zamanın her anında tüm tözler arasında karşı lıklı evrensel tepki ilkesi. B E ŞİN C İÖ Z (fr. quintessence; aim. Quintessenz; ing. quintes sence). Empedokles’in dört özüne ya da ilkesine (toprak, su, hava, ateş) Aristoteles ve skolastiklerce eklenen beşincisi. Aristoteles ve skolastikler göğün cisimsel tözden daha başka bir tözü olması gerek tiği düşüncesiyle göğü kuran bir başka töz olarak beşinciözü (quin ta essentia) tasarladılar. Beşinciöz “onların tümünden daha kutsal ve onları önceleyen” (Aristoteles) bir özdür. B IR A K IL M IŞL IK (fr. derelicti on; aim. Geworfenheit; ing. dere liction). İnsanın dışlanmışlık duru mu. Bırakılmışlık duygusu, dinsel çerçevede, kökel ayrılıktan gelen yani Tanrı’dan uzak kalışla belir gin yalnızlık duygusudur. Bu duy guyu en açık biçimde ilk tanımla yan Pascal şöyle diyordu: “Beni dünyaya kimin bıraktığını, ayrıca dünyanın ne olduğunu, benim ne olduğum u bilmiyorum. Her şey üzerine korkunç bir bilgisizlik için deyim.” Koskoca evrenin içinde bir noktadan başka bir şey olmayan bu dünyada insan ne olabilir? O “hiç likle bütünlük arasında bir orta yer”dir. Dünyaya bırakılmış, kendi cılız güçlerinden başka bir dayana ğı bulunmayan, yardımsız, destek
siz, ışıksız insan fikri, başta Heidegger olmak üzere, değişik biçim lerde, hem en h er v aro lu şç u d a önemli bir yer tutar. Bırakılmış in san, ölümden başka çıkış yolu gös termeyen bu dünyada, kendi yaşa mını kurmak, bir özgürlük deneyi içinde kendini aşa aşa varolmak du rumundadır. O hiçbir zaman bir üstgücün yardımını ve ışığını umma yacaktır. / Pascal: “Yaşamımın şim diki ve sonraki sonsuzlukta soğu rulmuş kısacık süresini, doldurdu ğum küçücük yeri düşündüğüm zaman, ayrıca kendimi hiç bilme diğim ve beni hiç bilmeyen uzam ların uçsuz bucaksız sonsuzluğu na batmış gördüğüm zaman kor kuya kapılıyorum, neden orada değil de buradayım diye şaşkınlığa düşüyorum, çünkü orada olmam dan çok burada olmamın, başka za manda olmamdan çok şimdide ol mamın hiçbir nedeni yok.” / J.-P. Sartre: “Varlığın ussal dayanağı yoktur, varlık nedensiz ve zorunluluksuzdur, varlığın tanımı bile onun kökel olumsallığını bize gös terir.” / Albert Camus: “Bırakılmış olduğum bu dünya bana öylesine yabancı ki, bende varolduğunu sandığım o sıcak içtenliği ağır ağır yakıyor.” (Bk. İNSAN, VAROLUŞ ÇULUK) BİÇ İM (yun. eidos, morphe\ lat. forma', fr. forme\ alm. Form', ing. form). Bir şeyin dış görünüşü. Da ha dar anlamda biçim, maddeye karşıt olarak tözsel ilkedir. Biçim bir şeyin düzeniyle, kuruluşuyla, iş
BİÇİM leyişiyle de ilgili olabilir (görüşme biçimi, yönetim biçimi, iyileştirme biçimi). Biçim, estetiğin temel konularındandır, buna göre bir yapıt ta tüm gereci ya da içeriği kucak layan, bütünlüğe kavuşturan, ona üst düzeyde anlaşılırlık kazandıran, onu özgül özelliklerle donatan, böy lece onun sanat değerini sağlayan yapı özelliklerinin tümünü karşılar. Felsefe tarihi boyunca değişik an lamlar almış olan biçim, en çok Aristoteles’de ve skolastik felsefe de yer tutar. Aristoteles’e göre bi çim ya da biçimsel neden madde den ayrılır. Madde gücüllüktür, biçimedimliliktir. Madde değişen ya da değişime yatkın olan şeydir, “du yulur tözlerin tümü maddeye sa hiptir”. Biçim yetkinliktir, değişimin ilkesidir, değiştiren şeydir. Ruh canlı bedenin biçimidir. Skolastik felse fede tözsel biçim varlıkbilimsel il kedir, onunla belirsiz madde yani basit gücüllük edimlileşir, herhan gi bir şey durumuna gelir: tözsel biçimi aynı türün bireylerine özgü ortak doğa diye anlamak gerekir; buna karşılık raslantısal biçim va rolan şeyi biçimlemekle birlikte onun doğasını belirlemez. (Aziz Tommaso: “Tözsel bir biçim raslantısal bir biçimden raslantısal bir biçimin hiçbir biçimde varlık sağlayamayışıyla, ancak bir varlık kipi sağlayışıyla ayrılır. Tözsel biçimse m utlak o larak varlığı sağlar.”) K ant’da duyarlılığın a priori bi çimleri düşüncenin maddeye bağ ladığı yasalardır. Kant felsefesinde madde deneyden gelenle ilgilidir, bi
çimse düşünsel işlevlerin yapılarını belirler. Buna göre duyarlılığın a priori biçimleri iç duyumun biçimi olan zaman ve dış duyumun biçimi olan uzaydır. Anlığın biçimleri ka tegoriler, usun biçimleri de fikirler dir. Biçim kuramı (alm. Gestalttheorie), bir olgunun birbirinden ay rılabilir öğelerin toplamı olmadığı nı, özerk yani iç bütünlüğü olan bir yapı ortaya koyduğunu, buna göre her öğenin bütüne bağımlı bulun duğunu, hiçbir öğenin bütün kar şısında öncelik taşımadığını ileri sü ren felsefe kuramıdır. Biçim ruh bilimi, ilksel ruhsal olayların bir bü tüne bağlı olduğunu, anlamlarını bu bütünden aldığını ileri süren ruhbilimsel öğretidir. Bu öğretiye göre bedenin sağlıklı işleyişi tüm organ ların ayrı ayrı sağlıklı oluşuna bağ lıdır, örneğin böbreklerin hasta bir bedende işleyişiyle sağlıklı bir be dende işleyişi arasında büyük bir ayrım vardır. Öte yandan bir orga na bir işlevi ulayıp çıkmak da doğ ru olmaz, gerçekte organlar bütün sel bir işlevi ortaklaşa sürdürürler. Örneğin beynin bir bölümüne bel lek yetisini, bir başka bölümüne duygusallığı kesin biçimde bağla mak doğru değildir. Bu tür yakış tırmaların yanlışlığı organlardan bi rinin sakatlanmasıyla ona bağlanan işlevselliğin ortadan kalkmaması gerçeğinde belirir. Merleau-Ponty bu görüşü felsefeye uygular ve bir nesneyi önce bütün olarak algıla dığımızı, ayrıntılarını daha sonra bi rer birer görebildiğimizi bildirir. / A. Malraux: “Tüm yaratma, özün-
BİÇİMCİLİK de, gücül durumdaki bir biçimin öy künülmüş bir biçimle savaşımıdır.” “Nedir sanat? Biçimlerin üsluba dö nüştüğü şeydir.” / P. Leautaud: “Bi çim genellikle biçim bozan bir dü zenlemedir.” / E. Ionesco: “Ortaya konulmuş bir anlatım biçimi aynı zamanda bir baskı biçimidir.” / M. de Guerin: “Biçim özün mutlulu ğudur.” / P. de Ronsard: “Öz dura lar, biçim yokolur.” / H. Focillon: “Belirti gösterir, biçim kendini gös terir.” /A . Suares: “Üslup kendin de hiçbir şey değildir, ama biçim gerçek varlığın biçimleşmesidir. Bi çimin ve düzenin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur. Ölüm bir düze nin çözülm esidir.” / Baudelaire: “Her yaratılmış biçim, insanın yarattığı biçim de ölümsüzdür. Çünkü biçim özden bağımsızdır, bi çimi kuran moleküller değildir.” / Sainte Beuve: “Sanatı bir ‘biçim’ sorununa indirgemek onu ölçüsüz daraltmak ve küçültmektir.” / G. Flaubert: “Belki de biçim duyuların bir yanılmasıdır, töz de düşünce nin bir imgesidir.” / P. Louys: “Bi çimleri parçalamamalı, onlar yal nızca görünmezi saklıyor.” / Elie Faure: “Bir Tanrı, bir biçim olduğu anda Tanrı olur. Doğru. Ancak bi çim olduğu anda ölmeye başladığı da d o ğ ru .” (Bk. BİÇİM CİLİK, MADDE, ÖZ) B İÇ İM B İL İM (fr. morphologie\ alm. Morphologie\ ing. morphology). Varlıkların yapılarını ve geli şimlerini ele alan kuram. Biçimbilim biyolojide hayvan ve bitki tür
lerinin belirgin özelliklerini inceler, dilbilimde sözsel biçimlerle ilgili araştırmaya karşılıktır. Ruhbilimde biçim araştırması bireylerin ırkla, cinsle, yaşla değişiklikler gösteren fiziksel görünümlerine yöneliktir. Buradan giderek belli toplumsal topluluklarda erişkin bireyleri bazı biçimsel tiplere ayırmak eğilimi or taya çıkmıştır (iri yapılılar, inceler, güçlüler, küçükler vb). Herbir tipe ayrı bir kişilik yapısı ulanır. Örne ğin iri ve yuvarlak tipler dışa dö nük, ince uzun tipler içe dönük ola rak belirlenir. (Bk. BİÇİM, MİZAÇ) B İÇ İM C İL İK (fr. formalisme; alm. Formalismus', ing. form alism). Biçime büyük önem veren, buna göre doğruların biçimsel ol duğunu bildiren, tüm açıklamala rın mantıksal yani soyut olarak ya pılmasını öngören öğreti. Biçimci öğreti doğruların uzlaşmalı belir tenler üzerine ya da simgesel ta nımlamalar üzerine kurulmuş oldu ğunu bildirir. Biçimcilik bu yanıyla formüllere indirgeme eğilimidir. Bi çimci bakış açısının başlıca özelliği maddesel öğeyi bir yana atması, bil gide maddesel verileri değerlendir mekten kaçınarak toparlayıcı say dığı soyut açıklamalara yönelmesi dir. Böyle bir bakış felsefede soyutlamacı simgeciliğe açılırken sa nat kuramında sanat için sanat il kesine, sanat eleştirisinde de mad desel yapının dış yüzünü ya da ku ruluş biçimini konu edinen yapısalcı tutuma açılacaktır. Biçimci bakış açısı, sanat yapıtını ayrıştırırken
63
BİÇİMSİMGE toplumsal-tarihsel özelliklere ve ruhsal özelliklere yönelmeyi öngö ren klasik eleştiri anlayışından ayrı bir yol tutar, hatta onunla karşıtla şır. Çünkü biçimci görüşe göre bir sanat yapıtını sanat yapıtı yapan şey onun oluşumuyla ilgili dışsal kural lardır, yapısal özelliklerdir; bir baş ka deyişle sanat yapıtı anlattığı şeyle değil anlatış biçimiyle sanat yapıtı dır, onu araştırırken nesnel yanını konu etmek boşunadır. Biçimcilik genel olarak biçime ağırlık veren görüşlerin adı olduğu gibi, istemin ortaya koyduğu eylem ilkesini öz açısından değil de biçim açısından ele alan ahlak görüşlerinin de genel adıdır. Biçim cilik denince ilkin K ant’ın buyurucu ahlak anlayışı akla gelir. Buna göre bir edimin ah laki değeri onun içeriğine yani ya pılışına bağlı olmaz. Sonuçlannada bağlı olmaz,yalnızca biçimine yani eğilimine bağlı olur. Bu da insana ahlak kuralına tam saygılı olmayı önermektir. (Bk. BİÇİM, ESTE TİK) B İÇ İM S İM G E (lat. allegoria; fr. allegorie', alm. Allegorie; ing. allegory). Bir fikri anlatabilmek için kullanılan biçimsel simge. Böylesi bir simgeyle kurulmuş yapıt. Biçimsimge bir fikri somuta götürerek açıklamayı sağlar. Bu somutlamada herhangi bir nesne, herhangi bir canlı varlık temel alınır. Bu somut simgeleştirme bütün bir yanıtı kap sar, öyle ki “simgeleştirenin tüm öğeleri dizgesel bir düzeyde simgeleştirilenin herbir öğesine teker
teker uyar” (Lalande). Biçimsimgeyle simge arasında bir değer ay rımı var gibidir. Çok zaman biçimsimge kolaycı ve kabasaba bir an latımı getirir, bu yüzden genellikle küçültücü anlamda kullanılır, buna karşılık simge canlılığı, etkinliği, güçlülüğü belirler. Bazı yazarlar biçimsimgeyi anlatımcı, simgeyi yan sıtıcı bulurlar. Alain şöyle der: “Yon tu biçimsimgeseldir, oysa resim do ğal olarak simgeseldir. Simge duy guyla, biçimsimge düşünceyle il gilidir.” (Bk. SİMGE) BİLEŞİM (fr. synthèse; alm. Synt hèse; ing. synthesis). Bir bütünün öğelerini bir araya getirme. Fikir leri açık ve seçik bir bütünde top lama. Basitten bileşiğe doğru iler leme. En basit kavram ve önerme lere ulaşma. Bir kesin önermeden daha başka kesin önermelere iler leme. Bileşim ayrıştırmanın karşı tıdır; ayrıştırma tümdengelimi, bi leşim tümevarımı belirler. Bileşim, bütüne yöneliş olmakla, bir bilinen den daha üst düzeydeki bir bilgiye, bir bilinmeyene ilerleme olarak da düşünülebilir. Descartes, yöntemini açıklarken, düşüncesini “en basit ve tanınması en kolay verilerden yavaş yavaş, derece derece en bi leşik bilgilere yükseltmek” istedi ğini söyler. Leibniz bileşimi doğru lara ulaşma yöntemi olarak belir ler: “Bileşim yoluyla, basitten kar maşığa yönelerek, çok zaman çok büyük doğrulara ulaşılır.” Kant, onu çeşitli sunumların bir bütünde bir araya getirilmesi olarak görür:
BİLGELİK “En genel anlamında bileşimden çe şitli sunumları birbirine bağlamayı ve onların çeşitliliğini tek bir bilgi biçimi altında kavramayı anlıyo rum.” Hegel için bileşim diyalektik usavurmanın üçüncü evresidir, sa vın ve karşısavın aşılmasıdır. A pri ori bileşimselyargı Kant’da deney den gelmeyen yargıdır: “YaB yük lemi A öznesine bu kavramda da ha önce gizli bir biçimde içerilmiş bir şey olarak bağlıdır ya da B tü müyle A kavramının dışındadır. Bi rincisine ayrıştırmah yargı, İkinci sine bilimsel yargı diyorum.” (Bk. AYRIŞTIRM A, DİYALEKTİK, KARŞISAV, SAV) B İL G E L İK (yun. sophia; ir. sagesse; alm. Weisheit', ing. wisdom). Eskiçağ’da felsefe, daha sonra er dem. Bilgelik felsefenin en eski adı dır, insanla ve evrenle ilgili tüm bil gileri kapsar, bilimle eşanlamlıdır. Dünyanın nereden gelip nereye git tiği, tanrısallığın gerçekliği ve dün yayla ilişkileri, dünyada insanın ye ri, bir toplumsal varlık olarak insa nın davranışlarını nasıl ve neye gö re düzenlemesi gerektiği bilgeliğin başlıva sorunları olmuştur. XVII. yüzyıldan sonra bilgelik terimi özel olarak ahlakla ilgili bir anlam ka zanmaya başlamış, erdemle eşan lamlı duruma gelmiştir. Buna göre bilge, davranışlarını usun ışığında düzenleyen kişidir, hoşgörülü ve uzlaşmalı kişidir, dinginliğe kavuş muştur, başkalarına da dinginliğin değerini duyurur. Bilgeliğe en bü yük eğilim Stoa felsefesinde görü
lür. Stoa’cılar için bilgelik acıdan ve sıkıntıdan uzaklaşmayla, doğa ya uygun yaşamayla, doğal-ussal bir varlık olarak topluma yerleş meyle, örnek insan olmayla belir gindir. Dış etkenler karşısında güç lü kalmak, kötülükleri anlayışla, iyi likleri ağırbaşlılıkla karşılamak, fe laketler karşısında soğukkanlı ola bilmek bilgeliğin temel ilkeleridir. Bu da her zaman tutkulara söz geçire bilmekle olasıdır. Bilgelik tutkulara karşı ussallığı savunurken bilmez liği sürekli olarak bilgiyle aşma zo runluluğunu getirir. Bilgelik birey sel düzeyde güçlü olmanın koşulu dur. Eski A hid’de bilgeliğin gücü biraz da abartılarak şöyle anlatılmış tır: “Bilgelik bilgeye bir kentte bir araya gelmiş on savaş önderinin gücünden daha büyük bir güç ve rir.” La Rochefoucauld bilgeliği toplumsal çerçevede ele alır ve “Tek başına bilge olmak istemek büyük bir çılgınlıktır” der, ancak bir baş ka özdeyişte onu bireyin içtepilerine kadar götürür: “Deliliğin dışın da yaşayan kişi sanıldığı kadar bil ge değildir.” Montaigne bilgeliği so nuçlan bakımından ele alır, ona gö re “Bilgeliğin en sağlam belirtisi sağlam bir mutluluktur.” Boileau bilgeliğin bir amaç değil bir sonuç olduğunu duyurur: “En bilge kişi bilge olmayı düşünmeyen kişidir.” Voltaire dünyanın bilgeliğe doğru yavaş yavaş ilerlediğine inanır. J.J. R ousseau bilgece etkinlikleri yaşlılara uygun görür: “Gençlik bil geliği inceleme zamanıdır, yaşlılık bilgeliği uygulama zamanıdır.” Ba
BİLGİ ron d ’Holbach düşüncesinde bil geliğe ayrı bir yer vermez ve onu insana yararlı şeyler arasında sa yar: “Doğru, bilgelik, us, erdem, doğa insan türüne yararlı olanı be lirlemekte eşdeğer terimlerdir.” Ya zarların bilgelikle ilgili görüşleri çok değişik hatta birbiriyle çelişkili olsa da, onların ortak olarak duyurduk ları tek şey vardır, o da bilgeliğin kişilik düzeyinde bir yetkinleşme olduğudur. / J.-J. Rousseau: “İs kender olmasaydım, diyor bu fa tih, Diogenes olmak isterdim. Fi lozof da şöyle diyebilirdi: şu oldu ğum şey olmasaydım İskender ol mak isterdim. Ben bundan kuşku luyum; bir bilgenin bir fatih olmayı istemesinden çok bir fatih bir bilge olmak isteyecektir. Bilgeden başka hangi insan şu dünyada kahraman olmak istemez?” / Chamfort: “Bil geden çok deli var, bilgede bile bil gelikten çok delilik var.” / A. Gide: “Bilgelik usta değil aşktadır.” / Senancourt: “Kendi kendine yeten ve kendi bilgeliğinden beslenen in sanlardan sözedilir; ölümsüzlük ön lerinde olsaydı, onlara hayran ola cak, onlara özenecektim; önle rinde ölümsüzlük olmadığına göre onları anlayamıyorum.” / M. Yourcenar: “Artık tek bir bilgelik yok tur, tüm bilgelikler dünyaya gerek lidir, onların birbiri yerine geçmesi kötü değildir.” (Bk. AHLAK, ER DEM, FELSEFE) B İL G İ (yun. episteme\ fr. connaissance\ alm. Erkenntnis, Kerıntnis\ ing. knowledge). Nesneyi zi
hinde var kılan düşünce edimi. Bu edimle zihinde var kılınan nesne. Edim olarak alındığında bilgi her hangi bir şeyi düşünceyle sezmek anlamına gelir, bu seziş duyu or ganlarının aracılığıyla olduğu gibi onlann aracılığı olmadan da olabi lir. Bilgilerimizi gerçek dünyadaki gerçekliklerin yansıları olarak be lirleyen Platon bilgi edinmeyi anım sama olarak görüyor, dış dünya gözleminin anımsamaya kolaylık sağladığına inanıyordu. Felsefe ta rihi boyunca bilgi konusunda iki karşıt görüş ortaya kondu: Platon ve öbür ülkücüler doğuştan bilgi lerin varlığını savundular. Aristo teles ve öbür gerçekçilerse bilginin tümüyle dünya deneyleriyle, duyu organları aracılığıyla yani sonradan elde edildiğini savundular. Bu nok tada görüşümüz ne olursa olsun, bilgi gerçeklikte karşılığı olan ya da tasarımsal olan bir şeyin kavramı ya da fikridir. Bilgi sorunu felsefe nin en eski sorunudur, bir öznenesne karşıtlığı içinde belirir ve bu karşıtlık içinde çözümünü arar. Her felsefe okulu bilgi sorununu ülkücü-gerçekçi ayrımı tem el olmak üzere kendine göre çözmeye çalış mıştır, özne-nesne ilişkisine verdi ği anlama göre belirlemiştir. Bunun yanında bilginin ne ölçüde olası ol duğu, uzanımının ne olduğu, buna göre neyi nereye kadar bilebilece ğimiz sorunu da felsefenin temel sorunlarındandır. Bilginin ruhbilimsel kaynağı elbette insanın dünya karşısındaki merakıdır, ancak ger çek anlamda bilgiyi yaratan ve ge-
BİLGİ Eştiren şey insanın dünyayı daha kullanılır kılma istemi ve buna gök insan yaşamının çeşitlilenmesi, giderek karmaşıklaşmasıdır. İnsa noğlu her zaman bir şeyler öğrenn e k istemiştir, ancak tarih içinde jaşam ın işbölümüyle çokyapılı bir gürünüm kazanması öğrenilecek şeyleri çoğaltmıştır, öğrenmeyi ya ş a n için, yaşamı geliştirebilmek için zorunlu kılmıştır. Ülkücülük-gerekçilik sorunu da, daha genel düzey de bilgilerimiz önceliğini ustan mı deneyden mi alır sorunu da, bir baş ka deyişle öznenin mi nesnenin mi öncelikli öge olduğu sorunu da in sanlığın ve dolayısıyla bilginin geli şimi içinde karmaşıklaşmıştır. Bilgi edinme serüveni her çağda güç bir sorun ortaya koymuştur, güçlük lerle ve tehlikelerle dolu bir serü ven olmuştur. Vergilius’a “şeylerin nedenlerine inebilene ne mutlu” de dirten budur. Bilgi edinme işinin za manla geliştiği, kolaylaştığı, yaygın laştığı doğrudur. Bu değişim her şeyden önce bilgi edinmeyi kolay laştıran araçların bulunmasıyla sağ lanmıştır. E. Renan şöyle der: “En sıradan öğrenci bile Arkhimedes’in yaşamını adamış olduğu doğruları biliyor.” Her şey bir yana, bilgi her çağda önemsenmiş, hatta dünya nın gerçek kurtarıcısı olarak düşü nülmüştür, özellikle güçlü bir ah lak için sağlam bir bilgi temeli ön görenler çok olmuştur. Bu yönde Sokrates, ülkücü bir anlayış için de, “Kendi kendini tam” diyerek in sana ben araştırmasını önermiştir. Ancak bilginin önemini aşınya gö
türm ek istem eyenler de çoktur. Platon çok şey öğrenmenin bilge lik için yeterli olmadığını bildirerek şöyle diyordu: “İnsanlar çok şey öğrendikleri zaman bilge oldukla rına inanacaklar, ama onlar büyük bir çoğunlukla bilgisiz olacaklar, yaşam ilişkilerinde dayanılmaz kalp bilgeler olacaklar.” Goethe’nin Faust’u şöyle diyordu: “Felsefeyi inceledim, hukuku ve hekimliği de. Hatta, yazık, dişimi tırnağıma ta kıp baştan sona dinbilimi de. İşte, zavallı ben, tüm bilimimle, eskisi kadar bilge değilim.” Bilgi yaşam için her şey olmasa bile yaşamı de ğiştiren en büyük güç olarak dü şünülmelidir. / H.-F. Amiel: “Oldu ğunu sandığın şeyi söyle, sana ol madığın şeyi söyleyeyim.” / P. Claudel: “Bana hiçbir şey Sokrate s’in şu özdeyişi kadar boş gö rünmüyor: kendi kendini tanı. En doğru tanıma aracı kendi kendini unut olabilirdi.” /A . Maurois: “Baş kalarını kendimiz gibi bilirsek, on ların en kınanılası eylemleri bize ba ğışlanası görünür.” / Roger Bacon: “Öğrenen insan inanmalıdır, bilen insan incelem elidir.” / Bossuet: “Sevgiye yönelmeyen, kendi ken dini kandıran kısır bilgi yok olsun.” / Maine de Biran: “Bilgi zorunlu olarak karşısavla oluşur, insan için her şey karşısavdır, insan kendin de de ilkel ve giderilmez bir karşısavdır, dünyayla böylece bir bütün oluşturur.” (Bk. AYDIN, BİLGİAR A Ş T IR M A SI, B İL G İB İL İM , BİLGİKURAMI)
BİLGİARAŞTIRMASI B İL G İA R A Ş T IR M A S I (fr. gnoseologie; alm. Gnoseologie-, ing. gnosiology). Dünyayla ilgili tu tarlı bir yoruma ulaşabilmek için kavramları belli bir dizge içinde ay rıştırmaya dayanan bilgi alanı. Bi limlerde kavramları, ilkeleri, yön temleri, tanımları tartışmaya daya nan bilgi alanı. Bilgiaraştırması bilgibilime karşıt olarak ve bilgikuramına yakın bir anlamda, tanıma ye tisiyle ilgili edimlerin ayrıştırması na da yönelir. Bu anlamda Kant’ın tanıma yetilerimizin a priori ayrış tırmasıyla ilgili çalışmasını anımsa tır. Bilgibilim, bilgikuramı ve bilgiaraştırması aralarına kesin sınırlar konulam ayacak üç alandır. (Bk. BİLGİKURAMI, BİLGİBİLİM) B İL G İB İL İM (fr. epistemologie-, alm. Wissenschaftslehre\ ing. epistemology). Bilimler felsefesini bi limsel yöntem araştırması çerçeve sinde değil de ilkelerin belirlenmesi çerçevesinde ele alan inceleme ala nı. Bilgibilim, bilimsel araştırmalar da ortaya konulmuş olan felsefi so runları tartışır. Bu yüzden bilgibi lim kavramıyla bilgiaraştırması kav ramını özdeşleştirm e eğiliminde olan düşünürler vardır. Bilgibilim, temelde, bilimsel bilginin eleştirili bir biçimde incelenmesini ve böy lece nesnel değerlerinin ortaya ko nulmasını amaçlar. Bilgibilimi ken dine çok yakın duran yöntembilimle de karıştırmamak gerekir. Yöntembilim, mantığın bir bölümü olarak bilimsel araştırma yöntemi erini in celer. Bilgibilim, buna karşılık, bi
limsel çalışmalarda ortaya konul muş olan ilkelerle, varsayımlarla, sonuçlarla ilgili eleştirel bir araştır madır, bu şeylerin mantıksal teme lini belirlemek, nesnel değerini or taya koymak amacını güder. Bilgi bilim kavramım sık sık karıştırıldı ğı bir kavramdan, bilgikuramı kav ramından da ayırmak gerekir. Bil gibilim bilimsel bilginin ne olup ne olamayacağını ortaya koyarken, bilgikuramı yalnızca bilgi edinme işin de özneyle nesnenin yani bilgiye ulaşanla bilgisine ulaşılanın karşı lıklı konumunu ve ilişkilerini ele alır. Bilgibilimle bilgikuramını özdeşleş tirme eğilimine daha çok İngiliz ve amerikan düşünce dünyasında Taş lanmaktadır. (Bk. BİLGİ, BİLGİKURAMI, BİLGİARAŞTIRMASI, YÖNTEMBİLİM) B İL G İC İL İK (lat. sophisma; fr. sophism e; alm. Sophisma-, ing. sophism). Doğru düzenlenmiş çı karımlarla yanlış bilgilerden yanlış sonuçlara ulaşma ustalığı. Bu tu tum başkalarına, bazen de kendi ne, görünüşte doğru olan yanlış bil gileri doğru diye benimsetmek eği liminden doğar. Doğru bilgiye var mak doğrulardan doğru çıkarımlar yapmakla olasıdır. Çıkış noktaları nın yani öncüllerin yanlışlığını giz leyerek doğru bir mantık yolu izle mekle yanlış bilgiler elde etmek ve bu bilgileri doğru diye benimset meye çalışmak yunan düşüncesin de sofistlerin eğilimiydi. Sofistler olumsuz kuşkuculuk diye belirle yebileceğimiz bir tutum içinde, in
BİLGİKURAMI sanlara doğru bilgiye hiçbir zaman alaşılamayacağmı, hatta doğru bilp diye bir şeyin olamayacağım bil iliyorlardı. Mutlak doğru bilgi ola mayacağına göre, bize doğru göıüneni doğru diye benimseyebilir dik. Protagoras şöyle diyordu: “İn san her şeyin ölçüsüdür, varolan ların varolduklarının da, varolma yanların varolm adıklarının da.” Gorgias da şu görüşteydi: “Bir şey yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek de başkalarına bildiremezdik.” Bil gicilik ve onun dayanağı olumsuz kuşkuculuk sofistlerden sonra da kullanıldı. Sokrates’çi okulların fi lozofları da bu yönde görüşler or taya koydular. Bilgicilik en kötü inandırıcılık yöntemi olarak her za man kullanılmıştır. (Bk. SOFİST) B İL G İK U R A M I (fr. théorie de connaissance; alm. Erkenntnistheorie\ ing. kenlore). Bilgi edin me olgusunu özneyle nesnenin ya ni bilgiye varanla bilgisine varıla nın karşılıklı ilişkisi içinde ele alan inceleme alanı. Bilgikuramı, bilgi nin oluşum kurallarım incelemekle felsefenin temelini oluşturur. Buna göre her felsefe çeşidi yönleriyle ancak bilgi kuramının ışığında doğ ru olarak kavranılabilir ya da bir fel sefeyi doğru olarak anlamak her şeyden önce onun içerdiği ya da dayandığı bilgi kuramını doğru ola rak kavramakla olasıdır. Bilgikuramı felsefeye temel özelliklerini ka zandırır: bir felsefe bilgi kuramına göre gerçekçi, usçu, sezgici, aranedenci, varoluşçu vb. olur. Öy
leyse bu bilgi alanı bir felsefenin canı ya da bilincidir. Bir bilgikuramı ne kadar aydınlık, ne kadar tu tarlı olursa, onun eti kemiği duru munda olan felsefe o ölçüde bü tünlüklü, anlaşılır, köklü ve ussal olacaktır. Felsefede bilgi sorunları tüm öbür sorunları önceler ve ay dınlatır. Sorun her şeyden önce bil ginin hangi koşullarda oluştuğu, bu oluşumda özneyle nesnenin karşı lıklı konumunun ne olduğu, özel olarak bilgi edinme işinde öznenin mi yoksa nesnenin mi daha etkin olduğu sorunudur. Bilgikuramında nesneye verilen ağırlık gerçekçi ba kışı, özneye verilen ağırlık ülkücü bakışı öne çıkarsa da, özne ve nes ne dengesi ya da özneyle nesne den birinin öbürünü kesin olarak gerekli kılması mutlak ülkücülükle mutlak gerçekçiliği olanaksız kılar. Bir başka deyişle, bilgi edinmede özneyi yoksarcasm a nesneye ve nesneyi yoksarcasma özneye ağır lık vermek olasılığı yoktur. Önemli olan, bilginin hangi koşullarda oluş tuğunu belirlerken öznenin mi yok sa nesnenin mi daha baskın ya da daha etkin olduğunu göstermektir. Öbür türlüsü kutuplardan birini or tadan kaldıracağından bilginin var lığını tehlikeye düşürecektir. Bilgikuramı felsefe için belirleyici bilgi alanı olmakla, bir felsefe içinde çe şitli bölümler arasında birliği güven ce altına alan tek ölçüttür. Örneğin bir felsefede devlet anlayışıyla es tetik anlayışının uyuşması ya da da ha doğrusu bir bütüne katılırcasına doğal bir biçimde yanyana gel 6 9
BİLGİKURAMI mesi böyle bir ölçütün sağladığı tu tarlılıkla olacaktır. Bir felsefede bilgikuramı ayrıca açıklanmış da ol sa, bütüne azçok örtülü bir biçim de ve elbette sonradan ortaya çı karılıp apaçık gösterilecek bir bi çimde dağılmış da olsa temel belir leyici öge olarak açıklığı, tutarlılığı sağlar. Bilgikuramı bu yüzden yüz yıllar boyunca felsefenin temelini kurarken, “bilgikuramı” terimi an cak XIX. yüzyıldan sonra kullanıl mıştır. Bu arada birçok filozofun gözünde felsefenin can damarı olan bilgikuramı bazı filozoflarca pek önemsenmemiştir, bazıları onu da ha çok kurgusal bir üretim alanı olarak değerlendirmişlerdir. Bilgikuramma bu ikinci açıdan bakan lar felsefeyi bir dizge olmaktan çok özgür bir araştırma alanı, özgür bir arayış ortamı olarak belirleyen dü şünürlerdir. Bu noktada filozof ve düşünür ayrılığının ortaya çıkması doğaldır. Çünkü bilgikuram ıyla doğrulanmamış bir felsefe bütün lükten ve tutarlılıktan, dolayısıyla anlaşılırlıktan biraz uzak olacaktır. Bu yüzden bilgikuramı en eski za manlardan beri gerçek anlamında filozofların başlıca kaygısı olmuş tur. Descartes’dan önceki filozof lar fikirle gerçeklik ilişkisini araş tırmaya büyük önem vermişler, bu arada araştırmalarını ya fikre ya gerçekliğe ağırlık vererek bitirmiş lerdir. Örneğin Platon bilgi nesne sinin insan zihninde öncesel olarak bulunduğunu benimserken, Aristo teles başlangıçtaki zihni boş bir düz lem saymıştır. Platon’a göre bilgi
edinmenin tek yolu zihnin kendi üzerine kapanması ve gerçekliğin daha önce edinilmiş kopyalarını bi rer birer ortaya oymaya çalışması dır. Aristoteles böyle bir tutuma ya naşmaz, ona göre bilginin kaynağı bizim dışımızda bulunan ve bizi sa ran somut gerçekliktir, bu gerçek liğin bilgiye temel olacak verileri bi ze duyu organlarıyla ulaşır. Bu aşı rı iki bakış açısının daha sonra da sürdüğü görülür. Örneğin XVII. yüzyılın ünlü gerçekçi filozofu Locke “Zihinde hiçbir şey yoktur ki da ha önce duyularda bulunmuş ol masın” der. Bu görüş deneyciliğin sloganı omuştur. Leibniz, Locke’la arasındaki ayrılığı ortaya koyarken şöyle der: “Deneme yazarı her ne kadar benim de alkışladığım nice güzel şey söylüyor olsa da dizge lerimiz birbirinden çok ayrı. Onunki daha çok Aristoteles’le ilgili, benim ki Platon’la, her ikimiz de bu iki eski filozofun öğretisine birçok ba kımdan uzak düşüyor olsak da.” Descartes’ın yepyeni felsefesi de bilgikuramı açısından özgün görüş ler getirmiştir. Descartes her şey den önce öncesel bilgilerin ya da doğuştan bilgilerin (fikirlerin) var lığına inanan bir ülkücüdür. Bununla birlikte bilgide dış dünya deneyine de ağırlık verir. Ona göre bilgimi zin temelini oluşturan fikirler an lıkta doğuştan bulunan fikirlerdir, ancak bunun dışında bizim bazıları duyumdan (edinilmiş), bazıları im gelemden (yapay) fikirlerimiz de vardır. Descartes’da bu iç ve dış dengesi kurulduktan epeyce sonra
BİLGİN bile İngiliz deneycileri dış dünyaya bilgide tam anlamında öncelik ta nımışlardır, bu da XVIII. yüzyılda Hume’la birlikte deneyciliği kuşku culuğa götüren gelişmelere yol aç mıştır. Deneycilerin bilginin temel lerini tartışmaya varan kuşkuculu ğunu Kant bilgide deneyciliğe bü yük yer vermekle birlikte bilgiye ev rensel zorunluluğu getirerek aşmış tır. Kant şöyle der: “Bilgi gerçekte iki öğeyi gerektirir: genel olarak bir nesnenin düşünüldüğü kavram ı (kategori) ve bir nesnenin verildiği sezgiyi. Kavramı karşılayan belli bir sezgi olmasaydı, bu kavram biçimi açısından bir düşünce olacaktı ama onun herhangi bir nesnesi olmaya caktı, ayrıca herhangi bir şeyin bil gisi onunla olası olmayacaktı.” Al man ülkücülüğünü doruk noktası na kadar çıkarmış olan Hegel ger çekçi felsefenin en eski ve en te mel ilkesi olan “Zihinde hiçbir şey yoktur ki duyulardan gelmiş olma sın” ilkesini yadsımadan onun kar şıtı olan ilkeyi “Duyularda hiçbir şey yoktur ki zihinden gelmiş ol masın” ilkesini de doğru sayar ve şöyle der: “Genel olarak elbette yanlış bir biçimde Aristoteles’e mal edilen eski bir ilke vardır, bu ilke A ristoteles felsefesinin temelini oluşturan bir ilke gibi alınmaktadır: ‘N ihil est intellectu quod non prius fu erit in sen su '. Kurgusal felse fe bu ilkeyi kulak ardı etmemeli, ayrıca şu karşıt ilkeyi de benimse melidir: 'Nihil est in sensu quod non fuerit in intellectu’.” Hegel ülkü cülükle ilgili olarak şunları söyler:
“Felsefede ülkücülük sonlunun ger çek varlık olarak tanınmasına da yanır. Her felsefe özünde ülkücü lüktür ya da en azından ilke olarak ülkücülüğe sahiptir.” Son büyük dizgeci filozof olan Hegel’den son ra felsefede dizge fikri zayıflarken hatta tümüyle bırakılırken bilgikuramı da başlıca felsefi araştırma ala nı olmaktan uzaklaşmış görünmek tedir. Ancak bu uzaklaşmayı belki de çağdaş felsefenin bir başarısı olarak görm em ek gerekir. (Bk. BİLGİBİLİM, BİLGİ ARA ŞTIRMASI, FELSEFE) B İLG İN ( fr. savanf, alm. Gelehrte; ing. learned man). Bir ya da birkaç bilimde derinleşmiş kişi. Bilgin terimi bilimlerin uzmanlık alanlarına dönüştüğü bu çağda gi derek daha az kullanılmaktadır. Bu terim genellikle çok bilen, derin araştırmalar içinde olan, kendifli bi limsel çalışmaya adamış bulunan anlamında kullanılır. Bu yüzden bil gin kişi olağanüstü düzeyde bilgili bir kişi olarak düşünülmüştür, en azından onda dehayı düşündüren bir şeyler vardır. “Çılgınlığın birin ci basamağı bilgin olduğuna inan maktır” diyen İspanyol atasözü bu ayrıcalığı olumsuz anlamda duyu rur. Her ne olursa olsun bu terimin içeriği çok belirgin değildir, “bilim adamı”nın belirginliği yamnda “bilgin”in kayganlığı büyük güçlük or taya koyar. Gene de bilgin bilim adamından daha yetkin bir kişiliği, bilgiler arasında bağlantılar kura ku ra yetkin bir bilme gücüne ulaşmış,
BİLİM hatta bilgi’nin alanını buluşlara ka dar açılan bir yaratıcılık alanı kıl mış bir kişiliği duyurur. “Bilgin”le “bilge” arasına da bir ayrım koy mak gerekir: bilgin daha çok bilim le, bilge daha çok ahlak ve metafi zikle ilgili gibidir; ayrıca bilgin, bil geden daha dar bir alanın insanı ol makla ayrılır: bilgin bilge kadar her şeyi bilen olmasa da bilim adamı kadar dar çerçevede sınırlı değil dir. /J.-J. Rousseau: “Bilginlerimiz den kendini dinletmek zevkini kal dırın, bilmek onlar için bir anlama gelmeyecektir.” / Claude de Saint-Martin: “Bilginler, biliminizi unu tun, onlar sizin gözünüzü bağlıyor.” / Saint-Simon: “Bilginler sanayici sınıfına büyük hizmetler veriyor lar, ama onlardan daha büyük hiz metler sağlıyorlar, onlardan yaşam larını sağlıyorlar.” / A. Carrel: “Bil ginlerin kavrayışını artırmanın en iyi yolu onların sayısını azaltmak tır.” / Cl. Lévi-Strauss: “Bilgin doğ ru yanıtları hazırlayan insan değil dir, doğru soruları soran insandır.” / Molière: “Ben size kefilim bunda /A hm ak bir bilgin ahmak bir cahil den daha ahmaktır.” (Bk. BİLGE LİK) B İL İM (y u n . ep istem e ; lat. scientia; fr. science', alm. Wissen, Wissenschaft, ing. science). Olgu ların yasalarına ulaşmak için konul muş bir düzenli bilgiler ve yöntem ler toplamı. Her bilim bir olgular araştırmasıdır; bir konu ve bütü nüyle bu konuyu uyarlı araştırma yöntemlerinden oluşur. En genel
anlamında bilim belli bir alanda ya da belli bir konuda ortaya konul muş dizgesel bilgiler toplamıdır. Bu yüzden Henri Poincare bilim ada mım bir düzenleyici olarak düşün müş ve şöyle demiştir: “Bir ev na sıl taşlarla yapılırsa bilim de olgu larla yapılır. Ancak olguları yığmak bilimi sağlamaz, taşları yığmakla nasıl ev yapılamazsa.” Eski zaman larda bilim felsefeyle ya da metafi zikle özdeşti, her türlü kuramsal bil gi bilim diye anılırdı. Deneye daya lı bilimlerin özel olarak ikincil bir yeri vardı. Bilimlerin deneye yasla narak felsefeden ayrı özerk bilgi alanları olmaya başladığı Yeniçağ başlarından sonra bilim felsefeyle özdeş olmaktan çıktı. Daha XVII. yüzyılda Descartes skolastik felse feye yönelik eleştirici bakış açısı içinde bir bilim sınıflaması yapmıştı: onun “bilim ağacı”nın kökleri me tafizik, gövdesi fizik, dalları da ma tematik, hekimlik ve ahlaktı. Bu nun çok uyarlı bir bilim sınıflaması olmadığı kesindir, ama bu sınıfla mada ortaçağ düşüncesinin ya da skolastik felsefenin katı metafizik çi bakışına ters düşen bir anlayış egemendir. Ortaçağ’m ikinci yarı sında bilimsellik tasım yöntemleriy le tümdengelimler yapmakla sınır lanıyordu ve o dönemde gökbilgisi, elfalı, cincilik, büyücülük gibi etkinliklerde bilim sayılıyordu. Bu günkü bilimsel kavrayış yavaş ya vaş Yeniçağ’ın eşiğinde ya da Rö nesans döneminde oluşmaya yüztuttu, bu oluşum her şeyden önce düşüncenin temeline kuşkucu ba
BİLİM kışı koyarak gerçekleştirildi. Bir Montaigne eski olumsuz kuşkucu lardan, örneğin bir Pyrrhon’dan, yani bilginin evrensel geçerliliğine inanmayan kuşkuculardan etkilen mekle birlikte olumlu kuşkuculu ğun yani doğru bilgiye varabilme yolunda kuşkuyu temel almaya da yanan bakış biçiminin kurucuların dan biri oldu. XVII. yüzyılda bi limsel bakış açısı Descartes kadar Francis Bacon’ın düşünce dünya sında kendini gösterdi. Bacon do ğaya egemen olm ak adına doğa olaylarını incelemek ve bu yolda de neyler yapmak gereğini bildiriyor, doğaya egemen olmanın yolu do ğayı tanımaktan geçer diye düşü nüyordu. Bunun için önyargısızlık ya da kuşkuculuk gerekliydi. Bacon’a göre kesinliklerden değil kuş kulardan yola çıkmak gerekliydi, kesinliklere ancak kuşkulardan gi dilebilirdi. Bacon şöyle diyordu: “Düşüncede kesinlikten yola çıkı lırsa ve belli bir süre kuşkuya sa bırla katlanılırsa kesinliğe ulaşılır.” Bacon Novum Organum’da. şöyle der: “Doğanın kölesi ve yorumcu su olan insan ancak bu doğanın ya salarıyla ilgili deneysel ve ussal bu luşları ölçüsünde eylemde bulunur ve anlar.(...) İnsanın bilimi güçlü lüğünün ölçüsüdür, çünkü nedeni bilmemek sonucu yaratmamak de mektir. Doğayı ancak doğaya başeğerek ele geçirebiliriz. Kurgusal düşüncede neden adını taşıyan şey uygulamada kural olur”. Bu bilim ci bakış deneyi birinci planda önem serken gerçekte deneyle usun bir
liğini öngörür: “Bilimleri incelemek te birbirine karışan filozoflar, de neyciler ve dogmacılar olmak üze re iki sınıfa ayrılırlar. Karıncaya benzeyen deneyci yiyecekleri yığ makla, sonra da onları tüketmekle yetinir. Dogmacı örümcek gibidir, maddesini kendi varlığından çıkar dığı ağlarını örer. Arı ortada yer alır, hammaddeyi tarlalarda ve bahçe lerde çiçeklerden toplar, sonra ken dine özgü bir sanatla işler ve sindi rir. Gerçek felsefe de buna benzer şeyler yapar, o yalnızca ve özellik le insan ruhunun doğal güçleri üze rine temellenmez ve doğal tarihten elde ettiği maddeyi iki üç kaynakta bulduğu biçimiyle belleğe bırakıp çıkmaz, onu işledikten ve sindir dikten sonra doğaya koyar. Böyle ce bizim en büyük dayanağımız, her şeyi ummak zorunda olduğu muz dayanak, deneysel yetiyle us sal yeti arasındaki sıkı işbirliğidir.” Bu çok önemli bakış açısını Bacon bilimler sınıflamasıyla tamamlar. Onun bugününün bilim koşulları na çok uymayan sınıflamasında en önemli özellik bilimsel bilgiye ta rihsel boyutun eklenmesidir. Bacon bilim alanını üç büyük parçaya bö ler: tarih, felsefe ve şiir. Bellek bili mi olan tarih, doğal tarih ve uygar lık tarihi olmak üzere ikiye ayrılır. Doğal tarih doğa olaylarının tarihi dir, uygarlık tarihi de insanlığın ta rihidir. Bacon bu üç parçadan en çok felsefeyi önemser ve onu üç dala ayırır: dinbilim, doğabilim, in san bilimi. Dinbilim kendi içinde bö lünmez. Fizik adım verebileceğimiz
73
BİLİM doğabilim kuramsal ve işlevsel ol mak üzere ikiye ayrılır. Kuramsal ya da kurgusal fizik Aristoteles’in dört nedenini araştırır, işlevsel fi zik dünyanın olgularına yönelir. Ku ramsal fizik de özel fizik ve meta fizik olmak üzere ikiye ayrılır. Özel fizik maddesel nedeni ve etkin ne deni, metafizik sonuçsal nedeni ve biçimsel nedeni ele alır. Bacon in san bilimini bireysel ve toplumsal olmak üzere iki ayrı alana böler. Bi reyselde hekimlik, mantık ve ah lak, toplumsalda yönetim sanatı ve insan ilişkileri vardır. Bilimin meta fizikten uzaklaştığı ve yarargözetir bilgide sınırlandığı bir çağın başlan gıç noktasında Bacon bir bilim ay dınlatıcısı olarak görünür. Bilimsel düşüncenin hızla geliştiği modern zamanlarda başka bilim sınıflama larıyla da karşılaşırız. Bunlardan en önemlisi elbette olumcu filozof Auguste Com te’unkidir. Auguste Comte bilimleri matematik, gökbi lim, fizik, kimya, fizyoloji ve top lumsal fizik (toplumbilim) ola rak sınıflar ve onları konularına gö re somut bilimler ve soyut bilimler diye de ayırır. Comte şöyle der: “Bacon’dan beri tüm yetkin kafa lar ancak gözlemlenen olgulara da yanan bilgilerin gerçek bilgi olabi leceğini söyler.” Comte, yeni bilim sel kavrayışta “nasıl” sorusunun geçerli olduğunu, “niçin” sorusu nu soran bilimsel düşüncenin geç mişte kaldığını bildirir. Eskinin mut lakçı bilimsel bakış açısına karşılık yeni bilimsel düşünce yalnızca gö reli bilgiyi amaçlamaktadır. Daha
sonra Spencer bilimleri soyut bi limler (mantık, matematik), soyutsomut bilimler (fizik, kimya), so mut bilimler (biyoloji, toplumbilim) olmak üzere ayıracaktır. Ancak bi limlerin sayıca büyük artış göster diği yüzyılımızda herhangi bir bi lim sınıflaması yapmaya kalkmak olanaksızı denemek olacaktır. Bu yüzden ille bir sınıflama gerekiyor sa bilimleri doğa bilimleri ve insan bilimleri olmak üzere ikiye ayırmak en doğrusudur. Marx böyle bir sı nıflamadan yana çıkıyor ve şöyle diyordu: “Bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarihin iki yü zü vardır, o da doğanın tarihi ve insanın tarihi olmak üzere ikiye bö lünebilir. Bununla birlikte bu iki yan birbirinden ayrılabilir yanlar değil dir. İnsan varoldukça doğanın tari hi ve insanlann tarihi birbirine ba ğımlı olacaktır.” M arx’in bu görü şü bize tarih bilincinin yetkin bi çimde geliştiği XIX. yüzyılda ta rihsel bakış açısının önemini, ayrı ca bilgiye bütünsel bakışın yararını duyurur, öte yandan elbet bugün tek bir bilimin varlığından sözetmek olası değildir, daha çok bir bilimler bütününden sözetmek olasıdır. Ta rihsel bakış zorunludur: çağdaş bi limsel kavrayış, özellikle insan bi limleri düzeyinde bir olguyu açık lamak isterken, onu geçmişine gö türmeyi, onu gelişim aşamalarına göre anlamayı öngörür. Bugün için bilim düşüncesi, belli bir alanda ya da belli bir konu çevresinde olayla rın ölçülebilir ilişkilerini onların ta rihsel dönüşüm aşamalarından gi
BİLİNÇ derek kavramaya çalışan düşünce dir. Ayrıca yüzyıllardır felsefenin te mel konusunu oluşturan usçuluk ve deneycilik karşıtlığı da yeni bilim sel düşüncede enaza indirgenmiş tir. Bu konuda Gaston Bachelard şöyle der: “Bilimsel felsefe için ne mutlak gerçekçilik ne mutlak us çuluk vardır.” Gerçekçilik ve us çuluk birbirini tümleyen iki öge ola bilir ancak: “Bilimsel eylem üzeri ne düşünüldüğünde, gerçekçilikle usçuluğun aralıksız bilgi alışverişin de olduğu görülür. Bilimsel kanıtı oluşturmakta ne biri ne öbürü tek başına yeterlidir.” Yeni bilimsel dü şüncede usun denetlediği deney ve deneyin doğruladığı us bilimsel dü şüncenin temelini oluşturacaktır./ Henri Poincaré: “Ahlaki doğru’dan k o rk m am a m ız g erek iy o rsa, bilim sel d oğru’dan haydi haydi korkm am am ız gerekir. Bilimsel doğru her şeyden önce ahlakla karşıtlık içinde olamaz. Ahlakın ve bilimin kendilerine özgü alanları v a rd ır, b u n la r b irb irle rin e karışmazlar. (..) Ahlak dışı bilim olmadığı gibi bilimsel ahlak diye bir şey de yoktur.” /Descartes: “Bilim kadın gibidir: utanmayı biliyorsa kocasının yanında kalır, o zaman onu yüceltirler. Kendini herkese verdiği zaman küçülür.” “Bilimler şimdi maskeli dürümdalar; onlar m ask elerin i k ald ırd ığ ın d a tüm g ü z e llik le riy le g ö rü n e cek ler. Bilimler dizisini bir bütün olarak gören birine onları akılda tutmak sayılar dizisini akılda tutmaktan daha güç görünmeyecektir.”(Bk.
BİLGİ, BİLGİN, DİYALEKTİK, FELSEFE, SINIFLAMA, YÖN TEM) B İL İM C İL İK (fr. scientism e; alm. Scientismus; ing. scientism). Bilimin her sorunu çözebileceği fik rine dayanan ve bilimsel bilgi dı şında her türlü bilgiyi yadsıyan öğ reti. Bu öğreti bilimlerin büyük bir gelişim gösterdiği XIX. yüzyılda olumculukla gelen bilim inancının aşırı bir anlatımıdır. Tüm bilgileri bilimsel bilgi olarak belirlemeye ça lışan bilimcilik, bilimin tüm düşün sel gereksinimleri karşılamaya ye terli olduğunu, bilimin dışında dü şünce konuları aramanın boşuna ol duğunu bildirir. Olumculuğun bir meyvesi olarak XIX. yüzyıl sonla rında gelişen bilimcilik bir bakıma bilinemezciliğin karşısavı gibidir, bi limin her türlü bilinemezi çözece ğine, Tanrı adı altında birleştirilen bilinemeyenler toplamının giderek azalacağına inanır. (Bk. BİLİNE MEZCİLİK) B İL İN Ç (lat. con scien tia \ fr. conscierıce\alm. Selbstbewusstse in; ing. consciousness). Ben’in ken di durumları ve kendi edimleri üze rine sahip olduğu azçok aydınlık bilgi. Bir öznenin kendi üzerine sa hip olduğu doğrudan doğruya bil gi. Bilinç kavramını bilgi kavramıyla özdeşleştirdiğimiz olur, bilinçlilik bilgililiğin bir sonucudur. Özellikle konuşurken yaptığımız bu özdeş leştirme bilincin bilgiden başka bir dayanağı olamayacağını ortaya ko
BİLİNÇ yar. “Görevlerini biliyor” yerine “görevlerinin bilincinde” deyişimiz buna örnektir. “Yapılanların bilin cindeyim” yerine “yapılanları bili yorum” deyişimiz de buna örnek tir. Bilgiyle bilinci birbirinden ayı ran, bilincin her durumda doğru dan doğruya bilgi olmasıdır, dolaylı bilgi olmamasıdır. Bilinç denilince özellikle bir bütün oluşturan bilgiler to p la m ın ı d ü şü n ü rü z . H enri D elacroix bilinci şöyle tanıtlar: “Bilinç iki bağlaşık terimi, Dünya’yı ve B en’i birleştirir ve karşıtlaştırır. O bu iki terimin karşıtlığında onları belirleyen düşüncenin birliğidir. O her şeyden önce belli bir öznenin kendinde görünüşüdür. Daha derin anlamda o bir tarih ve bir yapıttır, bir yazgı ve bir serüvendir. Evrenin bilinci özel öznenin bilincini sarar. Özne kendini ancak evreni algı larken algılar. H er zaman onun k en d in i alg ılay ışı b ir evrenin bağrında olur. O ancak evrende ev ren le k en d isid ir. H er bilinç evrenin merkezli ve parçasıdır. Tüm varoluşların koşulu olan bilinç v aro lu şların b irliğ in i, şeylerin evrenini ve bilinçlerin evrenini gerektirir. Bilincin olduğu her yerde bir etkinlik sözkonusudur. Bilinç bir yansı, bir ayna olmaktan çok ötede etkindir ve üretkendir. Her bilinç bir çatışkının belirtisi ve ürünüdür, içteki bir çatışkının ya da dıştaki bir çatışkının. Bilincin etkinliği biyolojik ve toplumsal ortama uyuşu aşar. Tüm insani ve toplumsal şeylerin k u ru c u su o la n z ih in se l edim çevreye verilen yanıtların, hatta
doğru ve iyi te m e lle n d irilm iş yanıtların basit bir oyunundan daha zengin bir etkinliği gerektirir.” Bilinç iki ayrı görünüm ortaya koyar. Buna göre kendiliğinden bilinçle düşü nülmüş bilinci birbirinden ayırmak gerekmektedir. Kendiliğinden bi linç, kişinin kendi yaşamından ya da kendi varlığından aldığı bütün sel ve dolaysız bilinçtir, deyim ye rindeyse öznenin kendi kendinde basit görünümüdür. Düşünülmüş bilinç, öznenin kendi üstüne dön mesiyle, kendim bir nesne olarak belirleyip kendi üstüne kapanma sıyla, kendine ussal ve ayrıştırıcı bir tutum içinde yönelmesiyle elde ettiği bilinçtir. Çalışmaya dalmış bir kişi yağmurun başladığına dikkat etmese de yağmuru duyar. Acık manın, susamanın, havasız kalma nın bilinci kendiliğinden bilinçtir. İn san düştüğü belli bir ruh durumu nu kavramak üzere dikkatini kendi üzerinde toplayabilir, kendine çö zümleyici bir biçimde yönelebilir, bu durumda da bilinç düşünülmüş bilinçtir. Felsefe tarihi boyunca bir çok filozof bilinç sorununa değişik açıklamalar getirmiştir. Klasik fel sefe özneyi kendi üzerinde tam güçlü sayıyordu, çağdaş felsefe öz nenin bu yetkinliğini kuşkuyla kar şılamıştır. Tam güçlülüğün olama yacağını ilk görenlerden biri Nietzsche’dir. Nietzsche öznenin iz lediği yollar konusunda şu ya da bu nedenle kör ya da yarı kör ola bileceğini, görmez davranabilece ğini göstermişti. Freud bilincin tüm zihin etkinliklerine karşılık olmadı
BİLİNÇ ğım bilinçdışı’m ortaya atarak gös terdi. Bu tür bakışlar klasik felse feye yabancıdır. Aristoteles için bi linç insanın tüm etkinliklerine yani düşünsel ve duygusal tüm ruh olu şumlarına karşılıktır. Stoa’cılar bi linci insanın kendi ruhundan aldı ğı dolaysız sezgi olarak görmüş lerdir. Descartes’ın gözünde bilinç ruhun özüdür, düşüncenin kendi sidir. Leibniz’e göre bilinç tözün gerçek doğasını ve ruhun özünü bilmemize olanak veren sezgidir. Hum e’da bilinç kendimizde sezgi sine ulaştığımız seçik olgular çok luğudur. Bilinci hem kendinin hem başka şeylerin doğrudan doğruya bilgisi olarak gören filozofların ba şında K ant ve H am ilton gelir. Kant’a göre bilinç öncesel biçime uyarlı bir iç duyumdur, hiçbir za man varlığın kendisine ulaşamaz. K ant’da tüm sunumlar tek bir bi linçte bir araya gelir. Bu olmadan herhangi bir şey ne düşünülebilir ne tanınabilir. Kant şöyle der: “Bi lincin biçimsel birliği her bilginin nesnel koşuludur. Ona gereksinme duyuşum herhangi bir nesneyi ta nımak için değildir yalnızca, ama hiçbir sezgi bu koşul olmadan be nim için bir nesne durumuna gele mez. Bu bileşim olmadığı zaman çe şitlilik tek bir bilinçte toplanama yacaktır.” Hamilton’un görüşü da ha değişiktir: bilinç bir özne-nesne ilişkisi ortaya koyduğuna göre, bu iki terim de birbirine bağımlı oldu ğuna göre tüm bilgiler göreli ola caktır, buna göre varlığa ulaşmak bizim için olanaksızdır. Hamilton bi
lincin tanımlanmasına da karşıdır. Şöyle der: “Bilinç tanımlanamaz. Bi lincin ne olduğunu biz de tam ola rak bilemeyiz. Kendi açıkça sezişi mizin tanımını da başkalarına bula nıklığa düşmeden veremeyiz. Bu nun nedeni basittir: bilinç her bilgi nin kökeninde vardır.” M arx’çı dü şüncede bilinç, nesnel dünyanın, gerçeklikler dünyasının bilincidir, ayrıca bu bilinç dünyadan edinil miş bir şey olmakla dünyayı dö nüştürecek bir güç taşır. Bu anla yışta bilinç her şeyden önce sınıf bilinci olarak ortaya çıkar. (MarxEngels: “Bilinç yaşamı belirlemez, yaşam bilinci belirler.” Marx: “Ya şamı belirleyen bilinç değildir, bi linci belirleyen yaşamdır. Birinci durumda yaşayan bireyden yola çı kar gibi bilinçten yola çıkılır, ikinci durumda gerçek yaşayan bireyler den yola çıkılır ve bilinç onların bi linci olarak alınır.” Marx: “Bilinci yeniden düzenlemeli demek dün yayı bilinçli kılmak demektir, dün yayı kendisiyle ilgili düşlerinden kurtarmak demektir.”) Husserl “bi linç herhangi bir şeyin bilincidir” derken içeriksiz bilinç olamayaca ğını bildirir, böylece gerçekçi bir tu tum alır. Ona göre bilinç, bilincine varılan nesne ile bilince varan öz nenin somut ve indirgenemez iliş kisinde kendini gösterir. Bilinç on da yönelgenlikle belirgindir yani öz nenin kendi dışına etkin yönelimiyle belirgindir. Bu yüzden her bilinç herhangi bir nesnenin bilinci oldu ğu gibi her nesne de bilinç için nes nedir. En azından yöntem konu
BİLİNÇ sunda Husserl’i izlemiş olan Mer leau-Ponty eşyayla bilinci kesin ola rak birbirinden ayırır ve şöyle der: “Varolan her şey şey olarak ya da bilinç olarak vardır, bir orta yer sözkonusu değildir.” Bütün bu bakış açılarının bize kendi yönlerinden du yurduğuna göre, bilinç herhangi bir parçalılığın değil, neredeyse bütün bir evreni kucaklayacak bütünsel liğin özümlenmiş, tartışılmıyş, can lı, üretken bilgisidir. Bu bilgi bütün bir geçmişe döner, bütün bir gele ceğe açılır, onu dural bir bir biçim de bugünle sınırlamak yanlış olur. Bu bağlamda tarih bilinci, gerçek bilinç, olası bilinç kavramlarıyla kar şılaşırız. Tarih bilinci, insanın ta rihsel bir varlık olduğunu bilmesiy le, varlığını belirleyen tarihselliğin bilgisine ulaşmış olmasıyla belirgin dir. Tarih bilinci modem insanın bir özelliğidir, çünkü tarihsellik fikri nin en çok iki yüzyıllık bir geçmi şi vardır. Mircea Eliade şöyle der: “İlkel toplumları da tarih oluştur muştur, azçok kaba bir biçimde de olsa. Ama onları modem toplumlardan iyice ayıran tarih bilincinin yokluğudur.” Gerçek bilinç nesnel dünyanın varolan yapısıyla ilgili bi linçtir, bu bilinç şimdiye yönelik ol duğu gibi geçmişe de yöneliktir. Olası bilinç, geleceğe dönük, ge leceği öngören ya da tasarlayan bi linçtir. Toplumsal bilinç bir toplu mun ortak bilincidir. Kişisel ya da bireysel bilinci ayrı bilinç diye be lirlerken toplumsal bilince ortak bi linç adını verebiliriz. Toplumsal bi linç kişinin kendi bilincinde sezgi
sine vardığı ve giderek ortaya koy duğu çabaya göre bilgisine ulaştığı bilinçtir. Toplumsal bilinçle birey sel bilinç arasında indirgenemez ça tışkılar vardır. Yetkin bireyler bu ça tışkıları çok iyi değerlendiren ve ilerlemenin koşullarını onlarla ilgili sorunların tartışmasından giderek ortaya koyan bireylerdir. Buna gö re toplumsal bilinç toplumun tüm üyelerinde aynı ölçüde aydınlık ol mayacaktır. N ovicow ’a göre an cak yetkin kafalar toplumsal bilinç üzerinde etkili olma şansına sahip tirler. Novicow, Toplumsal bilinç ve toplumsal istem adlı kitabında seçkin aydın tipini devletle ya da yönetimle özdeşleştirmemek ge rektiğini bildirir. Ona göre güçlü bir beyin’in “en önemli işi toplumsal katışmacın düşüncelerini ve duy gularını geliştirmektir. Bu beyin belli bir ölçüde toplumsal devinimlerde etkili olabilir, buna karşılık yöneti me katılan kişiler düşünceleri ve duyguları geliştiren kişiler olamaz lar”. / Mme. Roland: “Bana zulme denler güçleriyle ne kadar barışık sa, ben bilincimle enaz o kadar ba rışığım.” /A . de Vigny: “Bilinç hak sız olamaz.” / A. Rodin: “Tüm çiz giler anlatımcı olmalı, yani bir bi lincin açınımı için yararlı olmalı.” / E. Durkheim: “Belli bir toplumda üyelerin ortalamasında ortak olan inançlar ve duygular kendine özgü yaşamı olan belli bir dizgeyi oluş turur; bunu ortak bilinç ya da or taklaşa bilinç olarak adlandırabili riz.” / Valéry: “Bir ahmaklığın bi linci nedir bilemem, ama akıllı bir
BİLİNÇ ÇÖZÜMLEMESİ adamın bilinci ahmaklıklarla dolu dur, bunu biliyorum .” / Celine: “Dünyanın karmaşasında bilinç kü çücük bir ışıktan başka bir şey de ğildir, çok değerli ama kırılgan bir ışık.” / A. Jarry: “Bilincimize da nışmaya gidiyoruz. Bilincimiz ora da, bu çantanın içinde, örümcek ağlarıyla örtülü. Görülüyor ki o çok zaman işimize yaramıyor.” / Mon taigne: “Bilinçlerini kargaşaya atı yorlar ve görünüşü çok sağlam tu tuyorlar.” “Bilincim kendi kendine yetiyor, bir meleğin ya da bir atın bilinci olarak değil, bir insanın bi linci olarak yetiyor.” / Yevtuşenko: “Bilincin acılan tehlikeli şeylerdir. Bilinci kökünden sökelim, acı fa lan kalmasın.” / H. Michaux: “Genç bilinçlerin tüyleri sert, uçuşları gü rültülüdür.” / G. Bataille: “Yanılgı sız bilinç bulanık bilinçtir.” (Bk. BİL Gİ, BİLİNÇALTI, BİLİNÇDIŞI) B İLİN ÇA LTI (fr. subconscience', aim. Unterbewusstsein; ing. subconsciousness). Bilinçten hemen tü müyle kaçan, ancak düşünsel bir etkiyle bilinçli kılınabilen ruhsal sü reçlerin alanı. Bilinçaltı kabaca, bu lanık bilinç olarak da tanımlanabi lir. Bilinçaltında bulunanlar bir ba kıma unutulmuş olanlardır, ancak onlar insanın bilinçli edimleri üze rinde her zaman etkili olabilmekte dir. Bilinçaltı çok zaman bilinçdışının eşanlamlısı olarak kullanılır. Bazı yazarlar bilinçdışmı tümüyle itilmiş,
bastırılmış süreçlerin alanı sayarak bilinçaltına ortada bir yer verirler. Bilinçaltı terimini hiç kullanmamış, bilinçaltına karşılık olmak üzere bilinçöncesi terimini yeğlemiş olan Freud da bunlardandır. Bilinçdışı özellikle bilincine varılamayacak ol gularla ilgili görülürken bilinçaltı olgulan bilince çıkmak için etki bek leyen olgular olarak düşünülebilir. Freud her zaman bilinçdışmı ruh sal yaşamın merkezi sayarken is temle ya da kendiliğinden bilinç eşi ğini aşabilecek olgulan bilinçöncesine bağlam ıştır. (Bk. BİLİNÇ, BİLİNÇDIŞI) BİLİN Ç Ç Ö Z Ü M L E M E Sİ (fr. casuistique', alm. Casuistik; ing. casuistry). Ahlak kurallarının özel durumlara uygulanmasından gelen vicdan sorunlarını inceleyen bilgi alanı. Bilinççözümlemecileri genel likle dinbilimci olduklarından daha çok ahlakın dinle ilgisini ele alırlar. Bu ele alışta genellikle ince mantık oyunlarından giderek ahlak edim lerini kitabına uydurma çabası ya tar. Bu yüzden ahlak kurallarının uygulamada karşılaşılan özel tartış malı durumlannı ele alan nesnel bilinççözümlemesîyle bu kuralları is tediği yere çekebilen öznel bilinççôzümlemesi’xà birbirinden ayırmak gerekir. Bilinççözümlemesiyle da ha çok XVI. ve XVII. yüzyılda cizvit papazları uğraştılar. (Bk. AH LAK, AHLAKÇILIK)
BİLİNÇDIŞI B İL İN Ç D IŞ I (fr. inconscienf, alm. Unbewusst', ing. unconscious). Bilinçten tümüyle kaçan, bilinicine varılamayan şeylerin alanı. En ge nel anlamda bilinçdışı bilinç taşıma yan varlıklar alanım karşılar. Bir gür gen ağacının, bir balığın yaşamı tü müyle bilinçdışıdır. Bilinçdışınm ala nı kişisel bilgiden tümüyle uzak ka lan sinirsel süreçlerin alanıdır. Bu sinirsel süreçlerin başında organik işleyişler, tepkimeler, kendi kendi ne edimler gelir. Sözkonusu süreç ler bilince kapalıdır, bununla birlik te sonuçlan bilince kapalı değildir. Bilinçdışı olgularını o an bilincine varılamasa da başka bir zaman bi lincine vanlabilecek bilinçaltı olgu larından ayırmak gerekir. Bilinçdışı Freud’da özel bir anlam kazanır. Freud bilinçdışını ruhsallığın ger çek alanı olarak, ruhsallığın mer kezi olarak görür, ona göre tüm dü şünceler, eylemler, sunumlar bilinçdışınca yönetilir. Freud bilinçdışını bizim davranışlarımızı derinden et kileyen ama bilincine varılamamış olan dinamik süreçler olarak anlar. Bu süreçler direncin ortadan çekil mesiyle bilinçli duruma gelebilirler. Bunların bilinçli duruma gelebilmesi için düş gibi, ruhayrıştırması gibi durumların gerçekleşmesi gerek mektedir. “Düşün yorumu bilinçdışının bilgisine açılan en sağlam yoldur” der Freud. Ona göre “Ruhayrıştırmasıyla iyileştirme çabası tüm hastalıklı bilinçdışını bilince döndürmek formülüyle özetlenebi lir.” Freud bilinçdışını iki ayrı açı dan ele alır: “İki çeşit bilinçdışı var
dır: örtülü olan ama bilince çıkabi lir durumda bulunan ruhsal olgu lar, bir de bastırılmış olan, bastırıl mış ve kendine bırakılmış olmakla bilince çıkabilecek durumda bulun mayan ruhsal olgular. Örtülü ruh sal olgular bilinçöncesi olgulandır. Biz bilinçdışı terimini yalnızca bas tırılmış ruhsal olgular için kullanı yoruz.” Jung bilinçdışı kavramını genişleterek toplumsal bilinçdışı de yimini ortaya atmıştır. Buna göre bireyde bilinçdışı atalann özellikle riyle koşullanmıştır. Toplumsal bi linçdışı ilkörnek’le eşanlamlıdır. “Belli bir bakış açısına göre bilinçdışının çocuklukla ilgili eğilimleri en çok sözü edilen eğilimler olsa da bilinçdışını onlara göre tanımlamak ve yargılamak yanılgıya düşmek olacaktır. Bilinçdışı yalnızca bastı rılmış öğelerden oluşmaz, bilinç eşiğine ulaşmamış tüm ruhsal öğe lerden de oluşur” diyen Jung’a göre “ ...bilinçdışı yalnızca kişisel öğe leri içermez, kişisel olmayan öğe leri de yani ortak öğeleri de kalıt sal kategoriler ya da ilkörnekler olarak içerir”. Bu yüzden, bilinçdışının ortak içerikleri olduğunu, bu içeriklerin derinlerde bulunduğunu bir varsayım olarak ortaya atmış olduğunu anlatan Jung bir ortak bi linçdışı ’ndan sözedilebileceğini söyler: “Birey yalnızca özel ve ya ktık bir varlık olmadığı, aynı zaman da toplumsal bir varlık olduğu gi bi, insan ruhu da yalnızca yalıtık ve bireysel bir olgu değil, aynı za manda ortak bir olgudur. Bazı top lumsal işlevler ayrı ayrı bireylerin
BİLİNEMEZCİLİK çıkarlarıyla uyumsuzluk içinde bu lunduğu gibi insan ruhu da ortak yaşam açısından bakıldığında bire yin gereksinimleriyle karşıtlaşan ba zı işlevler ya da eğilimler ortaya ko yar. Çünkü her insan onu çok de ğişik zihinsel işlevlere uyarlı kılan, d d e edilişi ve gelişimi varoluşsal kökenli olmayan çok ayrımlaşmış bir kafayla doğar. İnsanların kafa ları belli bir sürece göre ayrımlaş tıkça onların ayrımlaşmaları ortak ve evrensel olmaktadır. Bu durum örneğin birbirinden çok uzak ırkla r a ve halkların bilinçdışında orta ya çıkan ilginç benzerliği açıklar, bu benzerlik yerli m itos’larla ilgili te maların ve biçimlerin olağanüstü uyumunda açıklığa kavuşur. Birey lerin evrensel benzerliği tüm birey lerde özdeş olan belli bir ruhsal iş levin varlığını benimsemeye yönel tir bizi. Bu işlevi biz ortak ruhsalb k diye adlandırıyoruz.” Düşünce tarihinde bilinçdışıyla ilgili ilk belir leme Leibniz’de ortaya çıkar. Filo zof, üstalgılara karşılık olarak kü çük algılar’dan sözeder, bilinçaltı nı ya da bilinçdışını böylece çok ka rışık ve çok zayıf ruh durumları toplamı olarak görür. Daha sonra E. Hartmann bilinçdışını evrensel v r sonsuz bir töz olarak tanımla mıştır. Ona göre bilinçdışı bir ken dinde şeydir, fikirlerin yönetimin de bir istemdir. Bu etkin ve düşün sel temel ilke maddede, düşünce de, yaşam da açıklanır, bireyler onun görünümünden başka bir şey değildir. Ruhsal yaşamın da orga nik yaşamın da temelinde bilinçdışı
bulunur, bilinçdışında mantıksal dü şünce ve mantıkdışı istem birlikte bulunur. Bizim için bilinçdışı olan şey, kendinde üstbilinç’ûr. E. Hart mann şöyle der: “Bilinçdışının bi reysel görünen edimleri gerçekte özdeş bir bilinçdışının açılımları dır. ”E. Hartmann böylece Schopenhauer’in kötümser bakışını bir başka açıdan geliştirmiş olur./ Freud: “Ruhbilimde bilinçdışı sorunu ruhbilimsel bir sorun olmaktan çok ruhbilimin kendi sorunudur.(...) Ruhsal yaşamı iyi anlayabilmek için bilince daha az önem vermek kaçı nılmaz oluyor. Bilinçdışında tüm ruhsal yaşamın temelini bulabiliriz. Bilinçdışı daha küçük bir daire olan bilinci içerecek büyük bir dairedir diyebiliriz. Bilinçdışı hazırlığın dı şında bilinç olgusu yoktur. Oysa bilinçdışı bilinç alanından uzak ola bilir. Bununla birlikte ruhsal bir de ğer taşıyabilir. Bilinçdışı ruhsalın kendisidir. Onun temel gerçekliği dir. Dış dünya gerçekliği gibi onun içsel doğası da bize kapalıdır. Bi linç bize onunla ilgili eksikli bilgiler verir, duyu organlarımızın dış dün yayla ilgili bilgiler vermesi gibi.” (Bk. BİLİNÇ,BİLİNÇALTI) B İL İN E M E Z C İL İK (fr. agnosticisme; alm. Agnostizismus: ing. agnosticism). Mutlak bilgiye yani deney alanını aşanın bilgisine ula şılamayacağını öne süren öğreti. Bi linemezcilik insan zihninin mutlak bilgiye uluşma yeteneğinde olma dığını, eşyanın doğası üzerine doğ ru bilgi ortaya koyamayacağını bil-
BİLİNEMEZCİLİK dirir. Her türlü metafiziğe karşı eleş tirici bir tutum olarak beliren bu öğ reti, deney dünyasının dışında bir başka varlık alanını varsayarken in sanın bu alanın bilgisini edinemeyeceğini benimser. Bilinemezciliği madde dünyasının, duyulur dünya nın dışında herhangi bir varlık ala nını yoksayan maddeci anlayışla ka rıştırm am ak gerekir. Felsefesini eleştirici bir tutumla temellendiren Kant, her iki varlık alanım birbirin den ayırarak deney alanını olgular alanı, deneyi aşan alanı da kendin de şeylerin alanı (Noumerıon) ola rak belirledi. Böylece bir tür Platon’cu tutumuyla varlığı ikiye ayı ran filozof,düşünülürün alanını bil gisine varılamaz şeylerin alanı ola rak gösterdi. K ant’a göre kendin de şeylerin alanı zihnimizden ba ğımsız olarak vardır, bu alan bili nemez olan alandır, usla kavrana bilir ya da varlığı onaylanabilir ol makla birlikte algınamaz olan alan dır, gene de düşünülmesi, incelen mesi gereken alandır. Bu görüşüy le Kant bilinemezci anlayışı belir gin bir biçimde temellendiren ilk fi lozof olmuştur. Bazı yazarlara gö re Auguste Comte’un olumculuğunu da genel anlamda bilinmezcilik olarak belirlemek doğru olur, çün kü filozof mutlak bilginin varlığını yoksarken bilinemez gerçeklerin alanı olarak ayrı bir alan belirlemiş tir. “Mutlak bir kural vardır, o da mutlak hiçbir şeyin olmadığıdır” di yen Auguste Com te’la ilgili bu gö rüş elbette tartışma götürür. Bili 82
nemezciliği en genel anlamda ılımlı bir kuşkuculuk saymak doğru olur. Bu yüzden bu öğreti metafiziğe du yulan güvensizliğin anlamı olarak felsefe adamından çok bilimciyi il gilendirir gibidir. Bilinemezcilik ger çekte M.S.II. yüzyıla doğru orta ya çıkan, IV. yüzyıl sonlarında Aziz Augustinus’la gelişen, kutsal yaşa mın da doğanın da tüm gizlerini bi linebilir olarak belirleyen, hatta on ların bütünsel bilgilerine sezgiyle ulaşılabileceğini bildiren çok atılgan bir öğretinin, hıristiyan bilinirciliğinin bir eleştirisi olarak belirirken her türlü dogmacı tutum larla da karşılaşır. İlkin 1869’daHuxley’nin belirginleştirdiği bu kavram kurgu sal düşünceyle deneysel düşünce araşma koyduğu ayrımla bilimi kur gudan ayırmada belirleyici bir an lam taşır. Ne var ki her anlamda olumlu bir bakış açısını yansıtır gi bi olan bilinemezcilik gerçekte bir temel çelişkiyi de kendinde taşır, böylece kuşkuculuk niteliğini ka zanır. Çelişki bilinemezciliğin genel likle metafizik alanı bilgisine ulaşı lamaz bir alan olarak belirlerken ge ne de bu alanı düşünebilir bir alan saymasında, özellikle metafizikçi bir tutumla ahlak kurallarını temellendirmeye yönelebilmesindedir. Bu çelişki elbette daha temel bir çeliş kiden, somut düşünceye dayanan bilimci kavrayışıyla dincilikten kay naklanan aşkın dünya kavrayışını bağdaştırmaya çalışma eğiliminden gelmektedir. (Bk. BİLİNİRCİLİK)
BİREY BİLİNİRCİLİK (fr. gnosticisme; alm. G nostizism us: ing. gnosticism). Tanrısal gerçekliğin doğalaşarak kendini açınlamış olduğunu, tanrı bilgisine ulaşmanın öngörülü kişilerin sezgisiyle gerçekleşebile ceğini ileri süren öğreti. Bilinircilik hıristiyan inancının geliştiği II. yüz yıldan sonra ortaya çıkmıştır. Bu öğreti her şeyden önce en üst dü zeyde bilginin uluşılabilir olduğunu bildirmekle tam anlamında dogma cıdır. Bu mutlakçı kavrayış bilgiye ulaşma yöntemi olarak sezgisel yöntemi öngörüyordu: mutlak bil giye bir anlık bir aydınlanmaya kar şılık olan ve insana büyük bir haz veren sezgiyle ulaşılabilir. En yü cenin bilgisini amaçlayan bilinirci lik doğal olarak madde dünyası kar şısında ilgisiz, hatta aşağılayıcı bir tutum alır, madde özü gereği kötü dür. M addenin kötülenmesi insan bedeninin aşağılanması sonucunu da getirir. Bu da kendiliğinden çile r i yaşamı ortaya çıkarır. Bilinircilik tanrı bilgisine yönelmeyi öngören ama onun her yönüyle ulaşılabilir olmadığını da bildiren hıristiyan inancı içinde ilk büyük sapkınlık ola rak değerlendirildi. Hıristiyanlığın gelişim döneminde Avrupa ve As y a ’da yaygın olan bilinircilik çok değişik yorumlar kazanmıştı. Bu gi zemci ve çileci öğretiden bugüne pek bir şey kalmamıştır. (Bk. Bİ LİNEMEZCİLİK) BİREY (lat. individiuus\ fr. individu; alm. Individuum, Einzelding. Einzelwesen; ing. individual). Bir
sınıfın indirgenem ez öğesi. Tek olan. Bir türün üyesi. Kendi varo luşuna sahip somut varlık. Toplum daki tek kişi. Birey bilinçliliğin te meli olan bütünsel somut insan var lığıdır. Onun başlıca özelliği, varlı ğı zedelenmeden ya da yokedilmeden parçalanamaz olmasıdır. Bir bi rey katıldığı topluluğun öbür üye lerine benzer. Bununla birlikte kendi özellikleriyle, özel özlükleriyle on lardan ayrılır. Onun bu özellikleri yarattığı sanat yapıtının temel özel liklerini oluşturur. Bazı yazarlar, bir türün üyesi olarak tek insan' ı ken dine özgü tek insan'dan ayırmak için bir birey ve kişi karşıtlığı ko yarlar. Buna göre kişi herhangi bir birey değil, kendi özelliklerini taşı makla öbür kişilerden ayrılan hatta öbür kişilerle azçok karşıtlaşan bir değerler toplamıdır. Tarihten bu ya na her toplum bireye kendine gÇre bir anlam vermiştir. Bireyselliğin en kaba anlamda toplumsallıkla koşul lanmış olduğu köleci Eskiçağ’da, özellikle ilk uygarlık döneminde bi rey bir üst sınıf üyesi değilse bir üretm e ve sav a şm a a ra c ıy d ı. Özgür birey fikrinin ilk biçimlerine Stoa felsefesinde ulaşılmıştır. Ortaçağ’da serflik düzeni içinde, bi rey senyöre, krala ve kiliseye sıkı sıkıya bağımlı oldu. Özgür birey kavramı Rönesans’la ortaya çıkan ve Yeniçağ boyunca gelişen yeni değerlerin bir ürünüdür. Özgür birey bir topluma sıkı sıkıya ya da körü körüne bağlı birey değildir, topluma kendi yetenekleri ve yat kınlıkları ölçüsünde kendi isteğiyle
BİREYCİLİK katılır, hakları ödevleriyle, ödevleri haklarıyla belirgindir. Buna göre ça ğımızda bireylerarası ilişki dıştan düzenlenmiş bir ilişki değil, bireyin etkin gücünü gerektiren bir ilişki dir. Simone de Beauvoir şöyle der: “İki birey arasındaki uyum hiçbir zam an verilmiş bir şey değildir, onun aralıksız kurulm ası gerekir.”(Bk. BİLİNÇ, BİREYCİLİK, İNSAN, KİŞİ, TOPLUM) B İR E Y C İL İK (fr. individualisme\ aim. individual is mus', ing. indivi dualism). Bireyi kendi amaçlarını kendinde toplayan toplumsal bir varlık olarak değerlendirme eğili mi. Bu eğilim bireysel olana top lumsal olan karşısında öncelik ve rir ve bireyseli tek belirleyici ola rak görür. Böylece gerçekliğin en yetkin biçimi ve en yüksek insani değer olarak belirlenen bireysel öge toplumsal yaşamın vazgeçilmez öl çütü niteliğini kazanır. Bireycilik avrupa tarihinde bütünleştirici mutlakyönetim düzenine karşı özgür lükçü buıjuva ülküsünün temel dün ya görüşü olarak belirmiştir. Kişiyi kendi sınıfının, kendi toplumunun oluşturduğu bütünde eritmeye kal kan tutucu siyasal eğilimlerin çö zülüşüyle ortaya çıkan bu bakış açısı zamanla insanoğlunu en geniş özgürlüklere kavuşturm a inancı olarak siyasal boyutlar kazanmış tır. 1789 Fransız Devrimi ’nin ve onun amaçlarını dile getiren İnsan H aklan Bildirisi’nin temelinde bu inanç vardır. İktisadi açıdan serma yecilikte anlatımını bulan burjuva
dünya görüşü insanın hiçbir biçim de boyundurluk altına alınmaması nı öngörürken elbette konuya ken di sınıfsal dilekleri açısından bak maktadır. Böylece özgürlükçülük kavramıyla bir ölçüde özdeleşen bi reycilik, kişinin özel yaşamım sıkı sıkıya korunması gereken bir de ğer olarak belirlerken, ona karşı bir değer saydığı toplumsal yaşamı bü yük ölçüde bireyi engelleyici bir güç olarak değerlendirir, buna göre top lumcu dünya görüşüyle karşıtlaşır. Bireyci bakış açısına göre, toplum sal düzen bireyin yaşamını ne öl çüde koşullarsa birey o ölçüde özgerçekliğini yitirecektir. Bu görüş özgürlükçü batı demokrasileri için de özgürlükçü siyaset kanatlarının temel görüşü olmuştur, her şeyden önce iktisadi yaşam ı belirleyici özellikler gösteren devletçilik anla yışına karşı özgür girişimciliği sa vunur. Ne var ki bu özgürlük iste mi hiçbir zaman kişiye toplumda her istediğini gerçekleştirme hakkı vermez. Bireyci bakış açısının ge lişmesiyle birlikte düşünürler öz gürlüğü birinci planda konu edin mişlerdir: birinin özgürlüğü bir baş kasının özgürlüğünü tehlikeye dü şürdüğü sürece özgürlük değildir görüşü böylece geliştirilmiştir. Bu görüş kolay giderilmez bir çelişki yi içerir gibidir: birinin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünü engel leyeceği kuşkusuyla engellediği za man özgürlük olmaktan çıkmaz mı? Başta Jean-Jacques Rousseau ol mak üzere pekçok düşünür birey özgürlüğünün ancak çok iyi belir
BÎRLEŞTİRMECİLİK lenmiş bir toplumsal düzen içinde ya da hukuk düzeni içinde gerçek leşeceğini savunur. Bunun için de bireyler arasında bir toplumsal söz leşm enin gerçekleştirilm esi ge rekecektir. Toplumsal sözleşme ge nel istemin gerçekleşebilmesini sağ layan tek yoldur.(Bk. SÖZLEŞME, TOPLUMCULUK) B İR EY E V R İM İ (fr. ontogénése; alm. Ontogénesis; ing. ontogéne sis, ontogeny). Bireyin bedensel ve nıhsal evrimi. Bireyevrimi bireyin ceninle hatta yumurtayla yetişkin lik arasında kalan oluşumlarını kap sar. Bireyevrimi türevrimine koşut tur görüşü, yani birey tüm evrimi boyunca, özellikle cenin evresinde türünün geçmiş olduğu evrelerden geçer görüşü bugün pek benimsen meyen bir görüştür. (Bk. TÜREVRİMİ) BİREYLEŞM E (fr. individuation; alm . in d iv id u a tio n ; ing. individuation). B ir genel fikrin bireyde gerçekleşmesi. Bugünün felsefe anlayışlarında yeri bulun mayan bireyleşme kavramı sko lastik felsefeyle ilgilidir, bu kavramı İbni Sina’nın metinlerini latinceye çeviren E ucken oluşturm uştur. XVII. yüzyılın skolastiğe yakın duran filozofu Leibniz bu kavramı De p r in c ip io in d iv id u i adlı kitabında ele aldı. 1663 tarihli bu çalışm a L eib n iz’in üniversiteyi bitirme tezidir. Bunda Leibniz bir varlığın yalnızca özgül bir tipe sahip
olmadığını, aynı zamanda tekil , somut, uzayda ve zamanda belirgin bir v a ro lu şa s a h ip o ld u ğ u n u göstermek istedi. Yvon Beleval bu konuda şu n la rı sö y lü y o r: “Leibniz’in bakolaryasını almak için 1663 m ayısında verdiği tezi De principio individui adcılıktan yana çıkar. Yaratılmış tözler bireysellik ilkelerini biçimde de maddede de bulamazlar, bütünsel birliklerinde bulurlar (biçim ve madde). Biçimle madde, özle varoluş, tözle özgül ayrım arasında ussal bir ayrım sözkonusudur; doğa kendi kendini bireyselleştirir yani ilk maddenin devinimi özel varlıkları oluşturmak için yeterlidir, çünkü şeylerin izleri T a n rı’da v a ro ld u k la rı sü re ce ölümsüzdürler.” B İR LEŞTİR M EC İLİK (tir. sync rétisme; alm. Synkretismus; ing. syncretism). Birbirine uymamakla birlikte iyi kavranılmadığı için bağ daşık görünen değişik görüşlerden oluşturulmuş din ya da felsefe öğ retisi. Bazı ruhbilimcilere göre ço cukta mantıklı bileşimlerden çok gelişigüzel yanyana koymalara da yanan karmaşık algı. Felsefe ve dinbilim açısından birleştirmecilik seç meciliğin tutarsız bir biçimidir ve eleştiri olanaklarının tam olarak kul lanılmamasına dayanan bir yakıştırmacılıktır, temelinde öğretileri, görüşleri, bakış açılarını iyice kav ramadan bir bileşime ulaşmak is temi yatar. (Bk. SEÇMECİLİK)
BİRYAPILI B İR Y A PILI (fr. homogène; alm. h o m o g e n ; ing. h o m o g en eo u s). Parçalan uyumlu bir birlik oluştu ran. Tüm parçaları özdeş olan ya da parçalan arasında nitelik ayrımı bulunmayan. Öğeleri belli bir man tık düzenine göre bir araya gelmiş olan. Biryapılılık fiziksel bir bütün le (biryapılı arazi), bir insan top luluğuyla (biryapılı sınıf), matema tik ilişkilerle (biryapılı işlev) ilgili olabilir. (Bk. ÇOKYAPILI) B İT İŞ T İR İC İ (lat. conjuncîivus', fr. conjonctif; alm. konjunktiv, ing. conjunctive). Yanyana getirici özel lik gösteren. Bitiştirici yargı, bü yük önermesi iki bitişik cümlecik ten oluşan yargı. Ö rnek;”İnsan hem hırsız hem ahlaklı olamaz./Sen ahlaklısın. /Öyleyse sen hırsız ola mazsın.” B O ĞUN TU (fr. angoisse', alm. A ngst; ing. anguish). Ruhsal ve bedensel düzeyde baskı ve sıkış mayla belirgin kaygı duygusu. Ba zı yazarlar boğuntu’yu bunaltı’yla özdeşleştirirler. Bazı yazarlara gö re boğuntu daha çok bedensel, bu naltı daha çok ruhsaldır. Boğuntu da baskı ve sıkışma son derece bu lanık bir korkuyla kendini gösterir. Korkuda korkma nesnesi belirgin ken, boğuntuyla gelen korkuda böyle bir belirginlik yoktur. Sartre şöyle der: “B oğuntu, korkunun dünya varlıklan karşısında düşülen bir korku olmasıyla, boğuntunun da kendim karşısında boğuntu ol masıyla korkudan ayrılır.” Bu be
lirsiz korku ya da kaygı bireyin tüm ruhsallığını büyük bir baskıyla ele geçirir. Boğuntudaki korkunun te melinde belirsiz bir ölüm fikri ken dini gösterir. Boğuntunun ileri bi çimlerinde büyük bir bedensel sı kışmayla, özellikle göğüste ve gırlakta beliren baskıyla tam anlamın da bir ruhsal bozgun ortaya çıka bilir. Boğuntunun başlıca bedensel belirtileri yüzde kızarma ya da sa rarma, deride kuruma ya da terle me, sindirim düzeninin kasılmala ra bağlı bozukluklan, yürek çarpın tısı gibi belirtilerdir. Ruhbilimciler gibi filozoflar da öteden beri bo ğuntu konusuyla ilgilenmişlerdir. Çağdaş filozoflar, özellikle varoluş çular boğuntuyu insanın yazgısı ya da dünyadaki durumu çerçe vesinde özgürlük sorununa gö türerek kavramaya çalışmışlardır. Heidegger’de boğuntu,en genel an lamda, hiçliğin tehdidi karşısında duyduğumuz güvensizlik duygusu dur. “Boğuntu bizi hiçliğin karşısı na yerleştiren temel olgudur” di yen Heidegger’e göre boğuntu bi zim kökel durumumuzu yani dün yaya bırakılmışlık ve ölüme mah kum edilmişlik durumumuzu orta ya çıkarmaya yarar, böylece ger çek olmayan yaşamdan gerçek ya şama geçişimizi sağlar. Sartre’da boğuntu kökel olarak ölüm karşı sında kalmışlık duygusu değildir, özgürlük karşısında duyulan duy gudur. Buna göre insan “özgürlü ğe mahkum” olduğunu görür, dış ve iç belirlenimler karşısında ey lemlerine sağlam bir dayanak bu
BOŞLUK lamayarak boğuntuya düşer. Kierkegaard’a göre boğuntu günahı önceleyen ve özgürlükten kaynakla nan kaygıdır. Lavelle’e göre boğun tu “bizi her an hiçlikten çekip alan ve varoluşumuzun yöneldiği bir ge leceği önümüze açan kişisel yazgı mızın bilincidir.” Maritain boğun tuyu genelleştirir, “boğuntu öznel liğin yasasıdır.”der. Filozofların ge nellemelerinden ayrı olarak Freud boğuntuyu nevrozun temel ruhsal yansıması olarak değerlendirir. (Bk. BUNALTI, KORKU) BOŞİNANÇ (lat. superstitio; fr. superstitiorr, alm. Aberglaube; ing. süperstition). Hiçbir gerçekçiliği k a rşıla m a y a n inanç. D insel yükümlülükleri yerine getirmede bilgi eksikliğinin yol açtığı uyarsız düşünce ya da davranış. Kutsalı y ü ce ltm e k o n u su n d a u sd ışı davranış. Boşinanç daha çok kar şılıksız dinsel tutumlarla, özellikle de dinsel inançlara kişilerin kendi liklerinden getirdiği temelsiz yargı larla ilgilidir. Dinsel dogmaların ge niş çerçeveli yorumlan boşinanç yo lunu kolayca açacaktır. Gerçek inançlılar ve tanncılar boşinançları dine karşı tutumlar olarak değer lendirirler. “İnsanda maymun neyse dinde boşinanaç odur”der Bacon. “Evet söylüyorum boşinanç Tanrı için tanrıtanımazlıktan daha aşağılıyıcıdır”der Diderot da. Tanntamm azlara göre dinsel inançlar da boşinançlar arasında yer alır. Dinselliği boşinanç saymaya eği limli düşünürlerin başında Lucre-
tius gelir. "O miseras hominum mentes! O pectora caeca!” yani “Ey insanların zavallı ruhları! Ey kör yürekler!” der o. Montaigne boşinancın temelinde insani zayıflık lar bulur ve “Boşinanç ödleklikten bazı imgeler taşır”der. E. Burke de aynı çizgide şunları söyler: “Boşi nanç zavallı insanların dinidir.” Remy’de Gourmont inanaca karşı köktenci bir tutum alırken boşinancı inançtan daha az tehlikeli görür gibidir: “Boşinanç dinden biraz da ha insanidir, çünkü onun ahlak an layışı yoktur.” Yalnız doğaüstü sa nılara değil, herhangi bir şeye, ör neğin bir ilkeye ya da bir yönteme körü körüne bağlılık da boşinanç taşımak anlam ına gelebilir. (Bk. İNANÇ) BOŞLUK (yun. kenon\ fr. vide\ alm. Leere; ing. emptiness, void). Uzayın madde bulunmayan yeri*İlk filozoflar devinimi olası kılacak boşluk fikrine ulaşamadılar. Örne ğin Parmenides “Bir Varlık“ ı belir lerken boşluğu tümüyle dışlamış gi biydi. Boşluk fikri ilk olarak atom cu filozoflarda ortaya çıktı ve de vinimi olası kıldı. Demokritos baş langıçta atomların boşlukta çeşitli hızlarda devinirken çarpıştıklarını, bu çevrintide kaba ve ağır atomların ortada, ince atomlann yukarıda yer aldığını, böylece toprağın ortada yer alırken su, hava ve ateşin dışta ya da yukarıda yer aldığını bildir miş, böylece atomların evreni na sıl oluşturduklarını açıklam ıştı. Atomcu görüş oluşumu atom lann
BOŞSÖZCÜLÜK birbirlerine katılmalarıyla açıklar ken devinimi de açıklamış olu yordu. “Filozofların anladığı anlam da h içbir boşluk yoktur “diyen Descartes’a karşı Newton evrenin yıldızları barındıran bir boşluk ol duğunu bildirerek fizik biliminde en büyük devrimi gerçekleştirecektir. N ew ton ‘ın görüşleri tüm doğa olaylarını biryapılı cisimsel kitlenin varlığına ve ona bağlı olarak devim le ilgili değişmez niteliklere indir geyen Descartes’çı görüşü yıkar ken metafiziğe dayalı evren açıkla malarının da sonunu getirecektir. BOŞSÖZCÜLÜK (fr. verbalisme; alm. Wortklauberei; ing. verbalism). Yalnız sözlerin parlaklığına dayanan, anlam açısından güçsüz ya da yanlış söylemin niteliği. Boşsözcülük fikirlerden çok sözcük lere ağırlık verir, içeriğin gerçeğe uygun olup olmadığıyla ilgili değil dir. Boşsözcülük için en belirleyici örneklerden biri Yeniçağ’ın başla rında P. M ersenne’in “Şarap niçin sarhoş eder?” sorusuna P. Jean François’nın verdiği “Şarap sarhoş eder, çünkü sarhoş edici bir özelli ği vardır” yanıtıdır. BOVARY’C İL İK (fr. bovarysme; Jules de Gautier’nin 1902’de bul duğu terim ). Fransız rom ancısı Flaubert’in Madame Bovary adlı romanın baş kişisi Emma Bov a ry ’n in k iş iliğ in e u ygun bir biçimde kendini olduğundan baş ka görmeye, böylece düşsel bir ki şiliğe bürünerek gerçek dünyadan
uzaklaşmaya, gerçekliği yaşamak tan çok imgelemin belirleyiciliğin de bir düş dünyasında gezinerek oyunlar oynamaya yönelen insanın durumunu belirlemek için kullanı lır. Emma B ovary ölçüsüzlükle belirgin aşırı duygucu insan tipinin belirgin bir örneğidir. Bovary’cilik daha sonra Jules de Gautier’nin ve daha başka kişilerin getirdikleri yo rumlarla salt düşçülük anlamında kullanıldı. BOYUT (lat. dimensio; fr. dimension; alm. Dimensiorı; ing. dimension). Bir cismin ya da bir biçimin herhangi bir yöndeki uzanımı ya da ölçülebilir büyüklüklerinin herbiri. Bir konunun ya da sorun’un belir leyici yüzlerinden herbiri. Boyut bir somut nesnenin uzanımlarını kar şılar, buna göre cisimlerin ve onla rın biçimlerinin uzunluk, genişlik, derinlik olmak üzere üç boyutu var dır. Bir düzlem içinde kalan bir bi çim yalnızca iki boyutludur,derinliksizdir. Bir konunun ya da bir so runun uzanımını ya da yayılımını, hatta bölümlerini ya da öğelerini be lirlemek için “boyut”terimi kullanı lır. Soyut ya da somut bir nesne nin tüm bileşenlerini “boyut” diye adlandırabiliriz. Örneğin “aşk”ın kültür boyutu “ dediğimiz zaman aşk’ı oluşturan konulardan birini, kültürle ilgili olanını belirlemekteyizdir. BÖLM E (lat. divisio; fr. division; alm. Einteilung; ing. division). Bir bütünü öğelerine değil de parçala-
BUDUNBİLİM nna ayırma. Bir cinsle ilgili kavra mı türle ve alttürle ilgili kavramlara ayırma. “ BRAIN TR U ST” (“beyin takı mı” anlamında ing. dey.). Bir top lumda siyasal, kültürel, teknik et kinliklere yön veren ya da verece ği düşünülen ve azçok belirgin bir amaç uğruna bir araya gelmiş olan okumuş ve deneyimli insanlar top luluğu. “Brain Trust” ’ bir toplum da ileriye dönük herhangi bir siya sal kültürel, teknik devinim için çı kış noktası, bu devinimi sürdürüp geliştirecek kadrolar için çekirdek işlevi görür. O hem bir fikir ya da kuram üreticisi, hem bir yöntem belirleyicisidir. Her şeyden önce bir yetkili kişiler ya da uzmanlar top luluğunu düşündüren “Brain Trust” kuramdan çok uygulama düzeyin de önem kazanır ve genellikle ön cü düşünce adamlarına dayalı bir örgütlenme biçimini ortaya koyar. BUDUN BİLG İSİ (fr. ethnog raphie', alm. E thnographie; ing. ethnography). Irk bilgisi. Çeşitli halkların yaşam biçimlerini ve kurumlarını ele alan bilgi alanı. İnsan to p lu lu k ların ı ö zellik le yaşam biçimleri açısından tanıtlamalı bir biçimde ele alan bilim ya da bilgi alanı. Budunbilgisi çeşitli halkların uygarlık etk in lik lerin d e ortaya koydukları genel özellikleri saptar. Bu özellikleri hem teknolojik açı dan hem kültür açısından değerlen dirir. Budunbilgisi her şeyden ön ce kültür değerleriyle ilgilidir. Bu
yönüyle halkbilimin yanında yer alır, ancak kültürde sınırlanmayışlyla, kültür değerleriyle toplumsal etkenlerin bağıntılarını arayışıyla, kültür ürünlerini yaşam biçimleri nin açıklanmasında ve yaşam bi çimlerini kültür değerlerinin saptan masında ve tanıtılmasında veri ola rak belirleyişiyle halkbilimden ay rılır. Budunbilgisi saptadığı değer lerden gelen yargılara ya da yasa lara yükseldikçe budunbilime yak laşır. Çağdaş budunbilimci Claude Levi -Strauss budunbilimi bir ruhbilim olarak tanımlarken ve budun bilime ruhsal kaynaklı ya da düşün sel kaynaklı kültür verilerini değer lendirme yükümlülüğünü verirken kültür nesnelerinin araşünlması işini budunbilgisine bıraktı. Böylece bu dunbilimi bir üstyapılar bilimi, budunbilgisini bir altyapılar araştırma sı olarak gördü. (Bk. BUDUNBİ LİM) BUDUN BİLİM (fr. ethnologie\ alm. Ethnologie; ing. ethnology). Irk bilimi. Budunbilgisinin ortaya koyduğu verileri kuramsal açıdan ele alan bilim. Toplumların yapıla rını ve geçirdikleri dönüşüm leri kavrayabilmek için mitosların, tüm inanç öğelerinin, tapınma biçimle rinin, göreneksel yapıların, alışkı ların sağladığı verilerden yasalara ya da genel yargılara yükselen budunbilim genellemeci yanıyla top lumbilime,somuta dönük yanıyla budunbilgisine ve halkbilime yakla şır. Budunbilim iktisadi ve tekno lojik verileri araştırırken daha çok
BULANIKLIK budunbilgisinden, dil ve sanat gibi kültür değerlerini araştırırken de halkbilim den yararlanır, onların yöntemleriyle iş görür. Budunbilim budunbilgisinin bir üst aşaması gi bidir. Bu yüzden zorunlu olarak bu dunbilgisinin canlı ve somut veri lerini gereksinir. Karşılaştırılmalı in san ya da toplum araştırması ola rak budunbilim kazıbilimin ve dil bilimin özgül sorunlarıyla ilgilenme den bir halkın ya da bir toplumun, bazen bir topluluğun maddi ve ma nevi yapılarının temel özelliklerini incelerken özellikle kanbağı, tabu lar, inanç kalıpları üzerinde derin likli ve ayrıntılı bir araştırma orta ya koyar ve bütün bu etkinliklerin tolumsal-iktisadi temellerini belir lemeyi çalışır. Toplumbilim, uzam da ve zamanda daha geniş çerçe veli bir toplumsal araştırma oluşuy la, değerlerden çok toplumsal ya pılaşma biçimlerine yönelişiyle, du rumları saptamakla yetinmeyip ge niş çerçeveli istatistik verilerine başvuruşuyla budunbilimden ayrılır. (Bk. BUDUNBİLGİSİ) B U L A N IK L IK (lat.confiısio; fr. confusion', alm. Verworrenheit, Vermengung', ing. confusion). Bü tünselliği, organik bütünlüğü bulun mayanın niteliği. Bulanık bir bütün, belirgin bir bütünsellik ortaya koy mamakla, her şeyden önce kavra nılması güç hatta olamksız bir bü tündür. Bulanıklık daha çok zihin sel yapılar için sözkonusudur ve fi kir karışıklığını ortaya koyar. Bu konuda Leibniz şöyle der: “Bir şe
yi başka şeyler arasında tanıyabil diğim ama o şeyin ayrımlarının ve özelliklerinin neler olduğunu bilme diğim zaman bilgim bulanıktır.” Zi hinsel bulanıklık, zihinde raslantısal ya da dağınık düşüncelerle, ko puk kopuk fikirlerle belirgindir. Bu lanıklık algılarda yavaşlam ayla, uyum ve özdeşlik süreçlerinde tu tarsızlıkla ortaya çıkar; dikkat, tep kime ve yargılama düzensizlikleriy le ağırlık kazanır. O durumda kişi nin ortaya koyduğu her düşünsel üretim taslak olmaktan öteye geç mez,yani büyük ölçüde kopukluk larla ve dağınıklıklarla sakatlanmıştır. İlgisizlik, yere ve zamana uyar sızlık, heyecanlarda kopukluk, ya nıtlamada yavaşlık, aptallığa kadar varan bir hantallık zihinsel bulanık lıkta başlıca belirtilerdir. Zihinsel bu lanıklıkta sanrılı durumlara da raslamr. BULGULAM A (fr. heuristique, euristique', aim. Heuristik, ing. heuristic). Yeni durumları ortaya çıkarma. Belgeleri ortaya koyma ya dayanan tarih araştırması. Öğ renilmesi gerekeni öğrenciye bu lundurma dayanan eğitimbilim yön temi. Bir olgular araştırmasında bir varsayımı doğru olup olmadığını araştırmadan geçici olarak kullan ma. BUNALTI (fr. anxiété', aim. Beklemmung; ing. anxiety). Belirsiz bir tehlikenin yaklaşmakta olduğu duy gusuyla düşülen ruhsal ve beden sel sıkıntı. Paul Sivadon bunaltıyı
BURJUVALIK şöyle tanımlar; “Dağınık bir kor kuyla, bir güvensizlikle, mutsuzlu ğun yaklaşmakta olduğu duygu suyla belirgin ruhsal ve bedensel sıkıntı.“ Nabızda hızlanma ya da yavaşlama, yürek çarpıntısı, solu num darlığı, yüzde sararma, ağız kuruluğu, terleme gibi belirtiler bu naltıda belirgin özelliklerdir. Boğun tunun eşanlamlısı olarak da alınan bunaltı, boğuntudan daha çok ruh sal sıkıntılarla ilgili olmasıyla ayrı lır. E. Mounier bunaltılı kişiyi “tam tamına güvensizlikle boğulmuş ki şi” olarak tanımlar. Ruhaynştırması okulunun yandaşları bunaltıyı da ha çok libido'nun yoksuluklanyla ilgili görürler. (Bk. BOĞUNTU) B U N A M A (lat. d e m e n tia ; fr. démence; alm. Blödsinn, Schwach sinn-, ing. dementia). Zihinsel iş levleri yavaşlamış ya da iyice duralamış kişinin durumu. Bunama özellikle beyindeki doku bozukluk larına bağlı olarak kendini göste ren dönüşsüz ve ilerleyen zihin bu lanıklığıdır ve en genel çerçevede “derin, bütünsel ve ilerleyen ruh sal güçsüzlük” olarak tanımlanır. N. Sillamy şöyle der: “Geri zekalı kişi yoksul doğmuş kişidir, bunaksa zenginken yoksul düşmüş kişidir.” Bunamada kişinin giderek ussallık tan yoksun kaldığı, mantık düzeni nin dağıldığı, toplum sal ortam a uyuşunun güçleştiği görülür. Or ganik kökenli bu hastalığın ileri bi çimlerinde kişiyi toplumsal ilişkile rinde zorda bırakan kaçış, intihar, boşa para harcama, hırsızlık, sar
kıntılık gibi durumlar ortaya çıka bilir. Erken bunama, genç yaşlar da ortaya çıkan zihinsel güçsüzlük tür, zihin işlevlerinin durgunluğu dur. Bugün pek de belirleyici ol mayan “erken bunama” yerine “şi zofreni” terimi kullanılmaktadır. Krapelin’in kullandığı “erken bunama”nın yerine “şizofreni”yi ilk ola rak 1911 ’de Bleuler önermiştir. Bleulerr bu hastalıkta bir bunamanın değil bir etkinlik eksikliğinin sözkonusu olduğunu göstererek “er ken bunama” deyimine karşı çık mıştır. (Bk. ŞİZOFRENİ) BURİDAN’IN EŞEĞ İ (fr. dne de Buridan; alm. Buridans Esel\ ing. Buridans ’s donkey). Skolastikler den Buridan’a yakıştırılan ve ey lem için dış etkenin yanında istemli etkin davranışın da gerekli olduğu nu gösteren masalsı örnek. Bu ör nek eşdeğerli nesneler arasında bi le seçim yapma zorunluluğu bulun duğunu ortaya koyar. Buna göre bir ölçek yulafla bir kova su ara sında kalan eşek seçim yapamaya rak ölür. BURJUVALIK (fr. bourgeoisie', d\m.Bürgertum-, ing. bourgeoisie). Kentte oturan ve kentin olanakla rından yararlanan kimsenin duru mu. Sermayeci düzenin egemen sınıfı. Burjuva, modem zamanlar dan önceki toplumlarda üst sınıfla ya da soylular sınıfıyla alt sınıf ya da halk sınıfı arasında yer alan kent insanları topluluğunu, orta sınıfı karşılar . “Burjuva” ‘yı üst kesim
BURJUVALIK insanları için kullanmak ve orta ke sim insanını küçük burjuva diye ad landırmak çağımız için daha uygun dur, çünkü Fransız Devrimi’nden sonra tüm feodal kalıntıların yokolmasıyla birlikte eski üst sınıf yani soylular sınıfı ortadan kalkmış, ye rini yükselen ya da yeni gelen bur juva sınıfına,eski kent insanların dan çok daha güçlü, iktisadi ve top lumsal anlamda son derece dona nımlı yeni kent insanları topluluğu na bırakmıştır. Çağdaş anlamında burjuva sınıfı M.S. XI. yüzyılla bir likte gelişmeye başlayan yaşam ko şulları içinde yeni kentlerin kurul maya başlamasıyla ortaya çıkmış tır ya da daha doğrusu bu yüzyılla birlikte kendini göstermeye başla yan yeni ticari ilişkiler kentlerde top lumsal, iktisadi ve siyasal düzeyde oldukça etkin yeni bir sınıfın yerle şip gelişmesini sağlamış, böylece kentlerde oturan meslek sahibi in sanların yerini burjuva dediğimiz üretici ve tüccar insanlar, girişim ci insanlar almıştır. Buıjuvalığın do ğuşu sermaye düzenine geçişin be lirtisi ve temel koşuludur. Burjuva denilince bugün, kültürü geliri, öz gür çalışma olanakları gelişmiş ege men sınıf insanı anlaşılmaktadır. Sı nıfsal bakış açılarına göre “burju va” terimi yüceltici ya da küçültü cü anlamlar taşır. Bazılarına göre burjuvalık toplumsal yetkinliktir. Bazılan da buıjuvalığı bir gerilik ola rak belirler. Fransız romancısı Flaubert şöyle diyordu: “Bayağı bir bi çimde düşüneni burjuva diye ad landırıyorum.” M arx’çı düşünce
ye göre sermaye çağı olan çağımız da “tüm değerleri yaratan tek sı n ıf ’ proleteryadır ya da işçi sınıfı dır. Mülkiyeti savunan ve üretim araçlarını elinde bulunduran burju va sınıfı uzun süre koruduğu yeri proleteryaya bırakarak çekilecek tir. Marx buıjuva sınıfının gelişimini şöyle anlatır: “Burjuvalıkta iki evre belirlemek gerekir, burjuvalığın fe odallik rejimi ve mutlakyönetim al tında kendini bir sınıf olarak orta ya koyduğu evre ve sınıf olarak be lirdikten sonra feodalliği ve mutlakyönetimi yıktığı, toplumu bir burjuva toplumu durumuna getir diği evre. Bu evrelerden birincisi çok uzun sürdü ve büyük çabalar gerektirdi.” Marx buna göre top lumsal yaşamın şimdiki durumunu şöyle belirler: “Feodal toplumun yı kıntıları üzerinde yükselen modem burjuva toplumu sınıf çatışmaları nı ortadan kaldırmadı. O ancak es kilerin yerine yeni sınıfları koydu, yeni baskı koşulları, yeni kavga bi çimleri getirdi. Ne olursa olsun, buıjuva çağının ayıncı özelliği sınıf çatışkılarının basitleşmiş olmasıdır. Toplum giderek karşıt iki kesime, doğrudan doğruya birbirine düş man iki karşıt sınıfla, burjuvazi ye ve proleteryaya bölünüyor.”/ Voltaire: “Bilgili kılınması gereken elişçisi değildir, bilgili kılınması ge reken burjuvadır, kentlerde oturan insandır.”/ Chamfort: “Burjuvalar gülünç bir kendini beğenmişlikle kızlarını nitelikli insanların toprağı na gübre yaparlar.” / H. Monnier: “Bir burjuva görüşlere sahip ola
B ÜROKRASİ bilmek için zengin olmalıdır.” / Flaubert : “ Her burjuva, gençliği nin ateşiyle bir gün, bir dakika ol sun, çok büyük tutkulara, büyük girişimlere yetenekli olduğuna ina nır. En sıradan burjuva bile sultan lar görür düşünde; her noter ken dinde bir şairin kalıntılarını taşır.” ■"Demokrasinin tüm düşü proleteryayı burjuva aptallığı düzeyine yük seltmektir. Bu düş bir ölçüde ger çekleşmiştir.” / Goncourt kar deşler: “Bir burjuva hiçbir şey ok yanusudur.” / A. Siegfried: “Bir burjuva nedir? Şu tanımı önerece ğim: yedeği olan insandır.” / L.P. Fargue: “Kendi güvenliği için ken dinden, kavgadan ve aşktan vaz geçen insana burjuva diyorum.” / E. Beri: “Burjuva işlerin iyi gittiğini söylemez, onun tüm söylediği iş lerin daha iyi olam ayacağıdır.” “Burjuva proletaryayla olan ilişki sinin ruhla beden ilişkisi olduğuna inanır.” / Baudelaire: “Burjuvadan bin kere daha tehlikeli bir şey var dır, o da burjuva sanatçısıdır.” / J.B. d’Aurevilly: “Burjuvaların iktisadi ülküsü tüketicilerin sayısını sonsu za kadar çoğaltmaktır.” / Valéry Larbaud:”Ödev burjuvanın kendi ahlak bozukluğuna verdiği addır.” / C.-L. Philippe:”Edebiyatın tüm ahlaki bunalımları burjuvalığın ah laki bunalımlarıdır.” (Bk. AYDIN. FEODALLİK, SERMAYE, TOP LUM) BUYURUCU (lat. imperativus; fr. impératif, alm. Imperativ, ing. imperative). Buyurma özelliği gös
teren. Belirleyici ahlak önerisi. Bu yurucu önerme özellikle bu öner meyi ortaya koyan bireyin kendisi için buyruk değeri taşır. Kant’da ko şulsuz buyurucu ahlaki bir yüküm lülüğün ya da ödev ahlakının zo runlu dayanağıdır. Kant ahlakının özü usun buyruklarına uymaya da yanır. Us bizim için bu yolda tek aydınlatıcıdır ve evrensel bir yeti olarak tek yetkili buyurucudur. Kant her zaman bir ahlak formülü ne göre davranmamızı önerir. Bu formül evrensel bir yasa değeri ta şır. Tüm ahlak kurallarının tem e linde tek bir kural var gibidir; An cak aynı zamanda evrensel bir y a sa olmasını isteyebileceğin bir ku rala göre davran. Elbet koşulsuz buyurucu bir değil birçok olacak tır. Buyurucuların bazıları koşullu buyurucu ya da varsayımsal buyu rucu bazıları da koşulsuz buyuru cu'dur. Koşulluda buyurma edimi bir amaca göre düşünülmüştür, ko şulsuzda böyle bir bağlantı yoktur. “Sağlığını düşünüyorsan ölçülü ye” önerm esi koşullu, ’’D ürüst ol” ö n erm esi k o şu lsu zd u r. (B k. ÖDEV) BÜROKRASİ (fr. bureaucratie; alm. Bürokratie, Bürokratismus\ ing. bureaucracy). Devlet yapısı içinde memurların bütünü. Devlet dairelerinin yaptırım ya da engelle me gücü. Resmi işlerde gereksiz yere uzun ve çapraşık yollardan gi dilmesi. Bürokrasi, yönetimin çe şitli organlar üzerindeki aşırı bas kıcı tutumundan doğar. Tüm dev
BÜTÜNCÜ letlerin işliyişinde ciddi yavaşlıklar ve açmazlar yaratan bürokrasi ça ğımızın bir hastalığı, Marx’çılara göre de sermayeci düzenin bir sa katlığı olarak değerlendirilir. En ba sit resmi işlemleri bile içinden çı kılmaz bir karmaşıklığa götüren bü rokrasi düzeni özellikle geri kalmış ülkelerde baskıcı rejimlerin halka uyguladığı baskı yöntemlerini ko laylaştıran bir etken olur. Marx bü rokrasiyle ilgili olarak şu belirleme de bulunur: “Bürokrasi uygar top lumun siyasal biçimciliğidir. Bürok rasi sonunda bir uygulama yanıl samaları durumuna gel ir. Bürokra si kafası tam tamına cizvit kafası dır. Bürokratlar siyasetin cizvetleri,dinbilimcileridirler. Bürokrasi pa pazlar cumhuriyetidir. Bürokrasi ‘biçim sel’ amaçlarını içerik duru muna getirdiği gibi, ‘gerçek ‘ amaç larla çatışmaya girer. Bürokrasi bi çimi içerik ve içeriği biçim gibi gös term eye zorlanmıştır. Bürokrasi kimsenin kaçamayacağı bir çem berdir. Bürokrasi gerçek devletin yanında kurgusal bir devlettir. İki çeşit bilgi vardır, gerçek bilgi ve bü rokratik bilgi.” (Bk. SERMAYE) BÜTÜNCÜ (fr. totalitaire-, alm. totalitär, ing. totalitarian). Bir bü tünün tüm öğelerini kapsayan. Bütünleyici özelliği ya da eğilimi olan. Kendi öngörüleri dışında h erh an g i b ir siyasal yönelim e olanak tanımayan yönetim biçimi. Bütüncü yönetim, demokratik ol mayan, egemenlik hakkım toplu mun kendine bırakmayan yöntem
lerin ortak adıdır. Bu tür yönetim lerde yürütme, yasama ve yargıla ma erkleri tek elde toplanmıştır. Bu tek el bir mutlakyönetici de olabilir bir yöneticiler topluluğu da olabi lir. Bu tür yönetimlerde birey hak ları yöneticinin isteminde erimiştir ya da yöneticinin istem ine göre sözkonusu edilebilir. Böylesi siya sal tekelcilik düzenlerinin en eski biçimleri eski Yunanistan’ daki tiranlıklardı. Yeniçağ’m başlarına doğru İtalyan kentlerinin bazıların da görülen tiranlıklar da bütüncü yönetimlere örnektir. Yeniçağ’da mutlakyönetimler olabildiğince bü tüncü bir düzen ortaya koydular. Bu mutlakyönetimlerde Tanrı adı na yönetimi elde tutan kral tüm erklerin simgesiydi ve bütünleştiği yetkeydi. Buna göre bütüncü yö netimler azçok belirgin bir zorbalık düzeni ortaya koyarlar. Nazilik ve faşistlik gibi rejimler gerçek anlam da bütüncü rejimlerdir. XVII.yüzyılda Locke, demokratik devlet ko şullarını araştırırken zorbalığı erk lerin tek elde toplanm ası olarak açıklamış, insanın zorbaya diren me hakkından sözetmişti. Sorun herşeyden önce birey karşısında devletin yükümlülüğü ve devlet kar şısında bireyin ödevleri ve hakları sorununa dayanır. Bütüncü yöne tim lerde birey haklarından çok ödevleriyle bireydir. Çağımızda birey-devlet ilişkisini düzenleyen ana yasal devlet düzenleri bütüncü yö netim lerin sakıncalarını ortadan kaldıran düzenekler görünümündedirler. Ancak bütüncü yönetimle-
BÜYÜKEVREN rin gerçek anlam da son bulması gerçek anlamda bir demokrasi bi lincinin bütün dünyada yaşama geç mesiyle gerçekleşecektir. (Bk. DE MOKRASİ, ZORBALIK ) BÜTÜNLÜK (fr. entité; alm. Wesenheit, Entität', ing. entity). Bir varlığın özünü kuran şey. Bir varlı ğın kurucu özelliklerinin toplamı. Maddi birliği olmayan somut nes ne (dalga, hava akımı). BÜTÜNSELLİK (ir. totalité] alm. Totalität, Ganzheit, Allheit', ing. totality). Bütün olma durumu. Bü tünsellik düşüncenin temel fikirlerindendir. K ant’da on iki kategori arasında nicelik bölümü altında top lanan kategoriler içinde yer alır, bir liğin ve çokluğun bileşimine karşı lıktır. Bütünsellik düşüncede tutarlığm belirtisidir. Bütünsellikten yok sun bir düşünce sakatlanmış bir düşüncedir. (Bk. YAPI) BÜYÜ (lat. magia; fr. magie; alm. Magie', ing. magic, spell). Doğa olaylarına karşıt olaylar yaratma sa natı. Bazı uygulamalardan giderek bazı doğa olaylarına egemen olma ya da engel olma sanatı. Büyü, dav ranış ya da söz gibi simgesel araç larla varlıklar ya da şeyler üzerinde etkide bulunma tekniklerini içerir. En eski uygarlıklardan bu yana in san giderek azalan bir biçimde bir takım gizli ilişkilere dayanarak ge leceği öğrenmek (kahinlik) ve ge leceği etkilemek (büyücülük) ça balarına girmiştir. Büyü sanatı tek
nik açıdan bilimlere, inanç yönün den dinlere yaklaşır. İnsanoğlu do ğaüstüne yönelerek bilimin temel lerini atmıştır, örneğin Babillilerin yeni doğan bebeğin geleceğiyle il gili araştırmalar yapmak üzere yıl dızların devinimlerini gözlemleme leri gökbilimi doğurmuştur. Büyü nün oldukça belirgin ruhsal kaynak ları vardır. Bu evrensel olgu, her şeyden önce, insanın kendisini aşan doğa güçleri karşısında duyduğu eksiklik ve güvensizlik duygusunu gidermeye yöneliktir. Ayrıca, bü yücülük akıl hastaları arasında da yaygın bir eğilim olarak görülmek tedir. Auguste Comte büyüyü bi limsel açıklamanın ilk evresi say mıştır. Emile Durkheim büyüyü di nin bozulmuş biçimi olarak değer lendirir. Büyü çok küçük ölçüler de, alışkılar düzeyinde çağdaş top lumda da varlığını sürdürmektedir: kötü bir durum ortaya çıkmasinı önleyebilmek için tahtaya üç kere vurmak tam tamına büyü yapmak tır. (Bk. BOŞİNANÇ) BÜYÜKEVREN (fr. macrocosme', alm. Mackrokosmos', ing. macrocosm). Küçükevren diye belirlenen insana karşıt olarak evrenin kendi si. İnsanla evren arasında her ba kımdan bir koşutluk bulan ve insa nı bir bakıma evrenin küçük bir özeti gibi görmeye eğilimli olan fel sefe öğretileri küçükevren diye ad landırdıkları insan dünyasını büyükevrende bir bütüne kavuştururlar. (Bk. KÜÇÜKEVREN)
BÜYÜKLÜK BÜYÜKLÜK (fr. grandeure; aim. Grosse; ing. greatness). Büyük ol ma durumu. Daha büyük ya da da ha küçük olabilmenin niteliği. Bü yüklük fiziksel açıdan büyük ola nın (büyük ev)ve düşünsel açıdan büyük olanın (büyük filozof) nite liğidir. B Ü Y Ü K L Ü K D U Y G U S U (fr. mégalomanie', alm.Megalomanie', ing. megolomania). Büyüklük ya da güçlülük savlarıyla belirgin çıl gınlık. Yetkinliklerini abartmaya da yanan çılgınlık. Büyüklükduygusuna tutulan kişi kensini bedinsel ya da ruhsal düzeyde tam anlamında büyük ya da güçlü bulur. Kişi ken disini Tanrı, peygamber, imparator, çok zengin, çok ünlü sanmakla ger çekte bir başarısızlığıya da başarı sızlıklar dizisini dengelemeye çalış maktadır. Büyüklük duygusunun toplumsal ve fiziksel biçimleri ol duğu gibi cinsel biçimleri di vardır, bu sonuncu biçimde kişi kendisini cinsel açıdan olağanüstü yetkin ve güçlü hatta becerikli duyar. Bu duy gu aşağılıkduygusunun bir yansı ması gibidir, onda insan olmadığı
96
şeyleri, ezilmişliklerini dile getirir. Büyüklükduygusunun zararsız bi çimleri olduğu gibi çılgınca biçim leri de vardır. Büyüklükduygusu bunamaya, genel felce, çeşitli ruh sal bozukluklara bağlı olarak da or taya çıkabilir, ayrıca ahmaklığın bir yansısı da olabilir. (Bk. AŞAGILIKDU Y G U S U , Y Ü K S E K L İ KDUYGUSU) BÜYÜKÖNERME (lat. majör, fr. majeure', alm. M ajor, Obersatz', ing. majör). Tasımın iki öncülün den biri, büyük olanı, büyükterimi içereni, “Bütün insanlar ölümlüdür” (büyükönerme), “Sokrates insan dır” (küçükönerm e), “ Sokrates ölümlüdür” (vargı ya da sonuç). (Bk. KÜÇÜKÖNERME) B Ü Y Ü K TERİM (lat. majör, fr. majeur, alm. Major, Oberbegriff, ing. majör). Tasım da en büyük kapsamı olan ve sonucun yüklemi işlevini gören terim. “İnsan ölüm lüdür” (ölümlü.’büyükterim, insan: ortaterim ), “ Sokrates insandır” (Sokrates: küçükterim), “Sokrates ölümlüdür”. (Bk. KÜÇÜKTERİM)
c C A N L IC IL IK (fr. animisme; alm. Animismus; ing. animisim). Her şeyde canlılık bulan öğreti. Düşünsel ve bedensel yaşamın il kesi olarak tek bir ruhu benimse yen, böylece nesnelerde de insan nıhsallığına benzer bir ruhsallık bu lan öğreti. Bu öğreti insanlığın tari hi kadar eski olan bir düşünce bi çimine dayanır. Canlıcılık ruhun varlığını benim sem ekle kalmaz, canlılığı madde dünyasına da gö türür ve bu ikinci özelliğiyle ruhçuluktan ayrılır. Genel olarak nes nelerde insan ruhuna benzer bir ruh bulan tüm görüşleri canlıcılık diye adlandırmak doğru olur. Gerçekte her şeye, her olguya ve her nesne ye canlılık yükleme eğilimi ilkel in sanın başlıca eğilimidir. Ayrıca he men bütün insanlarda canlıcı bir eğilim görülür demek hiç de yanlış olmaz. İyi ve kötü ruhlara, cinlere şeytanlara inanmak bir tür canlıcı eğilimin belirtisidir. Ancak canlıcı lık daha çok ilkel insanda kendini gösteren bir düşünce biçimidir, ki şileştirme yoluyla tapınacakçılığa açılır. Çoktanrılı inanç tablosunun
temelinde de canlıcı bir anlayışın yattığı söylenebilir. Canlıcı düşün ceye gençler yetişkinlerden, ilkel ler gelişmişlerden daha yatkındır lar. Çünkü onlar doğadaki devinim leri ya da mekanik oluşumları en kolay bu yolla açıklarlar. İlkel in san buna göre her zaman ruhları çağırmak ya da kovalamak gibi yön temler aramış, dualar ve adaklarla bu işi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Büyünün kaynağı da insanın rutilarla olan bu alışverişindedir. E. B. Tylor ilkel insanın uyku, düş ve ölüm deneylerinden giderek ruh kav rayışına, oradan atalar kültüne, ora dan da tanrı fikrine nasıl ulaştığını göstermeye çalışmıştır. Çocukların tüm nesnelerin canlı ve devingen olduğuna inanması da canlıcılık ola rak belirlenir. Trende giden çocuk ayı gördükçe aym kendini gözledi ğini sanır. (Bk. BÜYÜ, ORGANCILIK, RUH, RUHÇULUK, TAPINCAKÇILIK) C A N LIM A D D EC İLİK (fr. hylosoisme; alm. Hylozoismus; ing. hylozoism). Her maddenin kendiliğin
CİNS den ya da dolyısıyla canlı olduğu nu ileri süren öğreti. Bu öğretiye göre tüm madde (yun. hyle) ya da tüm dünya canlılıkla (yun. zoe) yüklüdür. (Bk. MADDE, MADDE CİLİK) C İN S (yun.geraw; lat. genus\ fr. genre', aim. Gattung-, ing. gemus). Genel terimlerin en büyüğü. Bir çok türü kapsayan genel kavram. Ortak özellikleri olan bireylerin oluşturduğu topluluk. Cins, türden daha geniş bir topluluk oluşturur. Kendi içinde bölünen her tür, bö lümleri karşısında cinstir. Azçok kapsamlı tüm sınıflar gündelik dil de cins diye adlandırılır. (Bk. TÜR) C İN S E L L İK (fr. sexualite; aim. Sexualität-, ing. sexuality). Cinsel yaşam olgularının tümü. İnsanda ve hayvanda üremeye temel olan ve erkekle dişiyi ayıran özellik. Cin sellik canlılar dünyasında cinsle il gili edim ve sorunların tümünü içe rir. Cinselliği her şeye karşın kaba üreme edimlerinden ayrı tutmak ve onu üremeyle olduğu kadar aşkla bütünleştirmek doğru olur. Cinsel lik tek başına daha çok üreme edim lerini düşündürür, ama o her za man aşkta evcil ve insani bir görü nüm kazanmaya eğilimli gibidir. Aşk ve cinsellik ayrımı, cinsellik te meline dayanmayan aşk olamaya cağına göre, yalnızca ve yalnızca karşı cinslerin birbine yönelimlerin deki sevgi ya da duygu yükünün azlığı ya da çokluğuyla ilgilidir. Bu da düşünürlere eros ve agape ayrı
mım, salt cinsellikle sevecen cin sellik ayrımını düşündürm üştür. Buna göre sağlıklı cinsel yaşam ya da gerçek aşk tam bir eros ve aga pe dengesinde gerçekleşecektir. Bu dengenin bozulması, hangi koşul lar altında olursa olsun, çiftlere mut suzluğu getirecektir. Nitekim, çağ daşlarımızdan pekçoğu çağdaş ya şam biçimlerinin cinselliği evcilleş tirdiğini ve böylece tam anlamında sakatladığını, onda eros ’un payını azaltarak tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi ona boş bir kutsallık giysisi giy dirdiğini benimserler. Bir başka gö rüş de cinselliğin tam anlamında de ğerlerinden boşalarak bir eros gö rünüm ü aldığıdır. Paul R icoeur şöyle der: “Sonunda iki varlık bir birine sarıldığında bu iki varlık ne ne yaptığını biliyor, ne ne istediğini biliyor, ne ne aradığını biliyor, ne ne bulduğunu biliyor.” İnsanın top luma körü körüne bağlanması onu cinsellikte de etkisiz kılıyor. Henüz kendi bilincine varmamış kişi cin sellikte ne bulduğunu ya da ne bu labileceğini elbette bilemeyecektir. Jaspers’in dediği gibi insan ’’Her kesin yaptığını yapıyor, herkesin inandığına inanıyor,herkesin düşün düğünü düşünüyor”, böylece her alanda olduğu gibi cinsellikte de zo runlu bir mekanikliği gerçekleştiri yor. Modern çiftlerin aşka yatkın olmadığı görüşü böylece köklü bir biçimde yayılıyor. Yapılan anketler ve istatistikler de insanların cinsel yaşamlarında genellikle aradıklarını bulamamış olduklarını gösteriyor. C. Jam ont’un dediği gibi “Cinsel-
“ C O G İT O ” Kk henüz geçici olarak bile yanıtla yamadığımız bir soru gibi görünü yor.” Her ne olursa olsun cinsellik insanda tüm ruhsallığı kapsayan ve belirleyen bir etkinliğe sahiptir. Böylece cinsel yaşam insan yaşamının başlıcı belirleyenlerinden biri olur, buna göre çağdaş ruhhekimliğinin ve ona bağlı olarak ruhayrıştırmasının en önemli konularından biri dir. Freud en genel anlamdaki cin sel arzuyu, L ibido'yu insan ruhsallığının temeline yerleştirir. Cin sellik çağdaş ruhbilim kadar çağ daş düşünceleri de ilgilendirir. Kö tümser Schopenhauer cinselliği iç güdüsel bir açlığın doyurulduğu yer olarak görür. Bu alanda erkek ka dının güzel ve anlayışlı olduğu ya nılgısı içindedir. Kadın da erkeği güçlü ve kişilikli bulmaktadır. Er kek, sonunda, kadının çirkin ve ap tal, kadın da erkeğin kaba ve ben cil olduğunu görecektir. Maurice Merleau-Ponty cinselliği örtülü bir güç olarak belirler: “Cinsellik bir ge nellik maskesi altında kendine giz lenir,yarattığı gerilimden ve dram dan kaçmaya bakar.” M. MerleauPonty’ye göre insan yaşamında cin sel olanı cinsel olmayandanda ayı ran kesin sınırlar yoktur: “Bir ka ran ya da bir edimi ‘cinsel’ ya da 'cinsel değil’diye belirleyebilmek o la sılığ ı y o k tu r.” (B k. A ŞK , LİBİDO) C İSİM (lat. corpus\ fr. corps; alm. Körper; ing. body). Algımıza açık olan ve uzayda yer kaplayan nes
ne. Fiziksel özellikleri olan nesne. (Bk.BEDEN) C İS İM C İK (lat. corpusculum\ fr. corpscule; alm. Korpuskel, Körperlein\ ing. corpuscle). En küçük ci sim . X V II.ve X V III. y üzyılda atomlar ve moleküller cisimcik di ye adlandırılırdı. Bugün kütleyi oluşturan maddelerin en küçük par çasına cisim cik denilir. Atom un parçalanması ile ortaya çıkan elektirikli ya da elektiriksiz tanecik de cisim cik diye adlandırılır.(B k. ATOM, ATOMCULUK) “ C O G İT A T İO “ (lat.söz.). Dü şünce edimi. “C ogitatio" terimi tüm kendiliğinden düşünce edim lerini karşılar. Bu terim giderek da ha az kullanılır olmuştur. “C O G İT O ” (“Düşünüyorum”açlamında lat. söz; Cogito ergo sum’un kısaltılmışı). Descartes ‘ın yönemli kuşkudan sonra ya da yöntemli kuşkuyla ulaştığı varlık de neyi. Descartes varlığı kanıtlamak için kuşkudan yola çıkar: her şey den kuşkuya düşebileceğini, ama kuşkulanan ben’den kuşkuya düşemeyeceğini görür. Böylece Co gito ergo sum (düşünüyorum öy leyse varım) ilkesine ulaşır. Des cartes önce “Gördüğüm her şeyi yalan sayayım: (...) hiçbir duyu mun olmadığını düşüneyim; beden biçim, uzam, devinim ve yerin zih nimin uydurmalanndan başka bir şey olmadığına inanayım: öyleyse
COŞKU doğru diye umulacak olan ne?” di ye sorunu belirler. Sonra şu usavurm ayı ortaya koyar: dünyada hiçbir şey olmadığına inandım, “va rolmadığıma da inandım mı?” Ha yır. “Bazı şeylere inandıysam” var’dım. Hileci bir güç mü şaşırtıyor beni? “Beni aidatsa da varolduğum konusunda kuşkum yok. ne kadar isterse o kadar aldatsın beni, ben herhangi bir şey olduğumu düşün dükten sonra beni hiçbir zaman bir hiç yapamayacak. Öyle ki bunları iyice düşündükten sonra, her şeyi dikkatle inceledikten sonra sonuca varmak ve şu önermeyi sallantısız diye benimsemek gerekir: düşünü yorum öyleyse varım." Varlığı kuş kudan giderek kanıtlama girişimi ne D escartes’dan çok önce Aziz Augustinus’da raslanz. Aziz Augustinus şöyle diyordu: “Aldanıyorsam varım. Çünkü, elbette,varolmayan aldanmaz.” Kant’da “cogito”deneyin koşuludur. (Kant: “Düşünüyo rum, tüm sunumlarıma eşlik ede bilmelidir. (...) Sezgi öğelerinin tüm çeşitliliği düşünüyorum ’la zo runlu bir ilişki içindedir.” (Bk. KUŞ KU, KUŞKUCULUK, ÜLKÜCÜ LÜK) COŞKU (fr. extase', alm. Ekstase\ ing. ecstasy). Herhangi bir şey kar şısında duyulan aşırı haz ya da hay ranlık. Kendi varlığının dışına çıkıp yüce bir varlığa kavuşmuşluk duy gusu. Coşkuda kişi kendisini nes nel dünyadan kopmuş ve üst bir varlıkta erimiş duyar. Bu duygu bi reyi sezgisel bir aşkınlık deneyine
ulaştırır. Bu deney içinde birey tam anlamında devinimsizdir, tüm dış’ı dışlamış, tüm içselliğine ulaşmış gi bidir, engin bir mutluluk içinde bu lur kendini. Coşku ruhun aşkın bir şeyle özdeşleşmesidir, bu özdeşleş mede özneyle nesne arasında hiç bir aracı yoktur. Plotinos ve onun yolundan gidenler coşkuyu felse fenin amacı durumuna getirmişler di. Böylece coşku tüm gizemci tu tumların temelinde bulunan aşma duygusudur. Coşku ruhsal bozuk lukla ilgili bir edilginlik durumu da olabilir. Bu durumda birey gerçek dünyanın bilincinden ve kendisinin bilincinden yoksun kalarak tam bir devinimsizlik ve duyarsızlık içine düşer, “çevresiyle bütün ilişkisini keserek başkasının hiçbir biçimde giremeyeceği bir ruhsal dünyaya geçer” (Th. Kemmerer). Hastalıklı coşkuda boğuntuyu temel alan ve zaman zaman boğuntuyla birlikte ortaya çıkan anlamsız bir sevinç gözlemlenir. Bu coşku daha çok histeride, şizofrenide, manide or taya çıkar. Alman estetikçilerinin belirlemiş olduğu Einfühlung ku ramının öncüsü Theodor Lipps es tetik deneyin öznedeki duygusallı ğın nesneye yansımasıyla gerçek leştiğini bildiriyor, bunu insanın do ğada ergimeye uğraması olarak de ğerlendiriyordu. Lipps’e göre bi zim bir duygusallığı önce kendimiz de yaşadığımız sonra da nesneye yansıttığımız savı doğru değildir; her iç edim nesneyle ve nesnede yaşanmaktadır. Lipps’e göre este tik edim öznenin nesneyle, ben’in
COŞKUNLUK ben ol m ayan’la özdeşliğinde ger çekleşir. “Güzel” sorunu böylece Lipps’le duygudaşlık çerçevesine indirgenmiş o\ur.Einfühlung’un bir başka öncüsü Volkelt de bu olgu yu nesnenin sezgisiyle ben arasın daki duygu ilişkisi olarak tanımlar. Estetik yaşamda tüm düşünselliği ya da en azından gidimli düşünce yi ortadan kaldıran Einfühlung' u Bayer “yarı uyuşturucu tekfikirlilik” olarak belirler ve onunla ilgili olarak şunları söyler: “Gizemcilik te olan bütünsel kavrayış sanatta yoktur; sanatta tüm içeriği kavra yanlayız; Einfühlung'un mahkum edildiği yer burasıdır.” (Bk. EIN FÜHLUNG) COŞKUNLUK (fr. enthousiasme', aim. Begeisterung', ing. enthusi asm). Yoğun heyecan. Coşkunluk Locke’da ve onun görüşlerine karşı çıkan Leibniz’de küçültücü anlam da kullanılmıştır, ussallıktan uzak laşmayı ve doğrulara ussallığın dı şında yönelmeyi belirler. Coşkun luk giderek olumlu bir anlam ka zanmıştır, doğrulara ulaşma çabası g ö stere n k iş in in h ey e can ın a karşılıktır. Oysa Platon için coş kunluk çok önemliydi, insanı alt dü zeydeki ilişkilerden kurtarıp tanrı ya doğru yönelten bir güçtü, ton'da
Platon, Sokrates’in ağızından çoşkunluğu açıklar ve onu sanatla bü tünleştirir. Şöyle der Sokrates: ’’Şa ir hafif kanatlı kutsal bir varlıktır; esin almadan, kendinden geçmeden, kafası yerindeyken bir şey yarata maz. Tanrı vergisi sözkonusu de ğilse hiç kimse şiir söyleyemez,ge leceği bildiremez.” Buna göre şai rin yarattığı coşku tam anlamında tanrısal kaynaklıdır. / Céline : “İnsan duygusal bir varlıktır. Duygunun dışında büyük yaratı 1ar yoktur; düş lerinden uzaklaştıkları için coşkun luk insanların çoğunda pek çabuk tükeniverir.” / Aragon: “Edebiyat sözkonusu olduğunda, eleştiri bir çeşit heyecanlar pedegojisi olmalı dır.” /Valéry:”Yalmzca coşkunluk adına yazı yazmayı eskiden iğrenç bulm azdım , şim di buluyorum . Coşkunluk yazara uygun bir ruh durumu değildir.” / Völtaire:”Biraz coşkunluk olmadan hiçbir şey ya pılamaz.” / Emerson: “Hiçbir bü yük kendini coşkunluk dışında varedemez.” / Eluard: “Erdem olma dan coşkunluk olmaz, yiğitlik ol madan erdem olmaz.” / Honoré de Balzac: “Coşkunluğa yatkın olma mak bir basitlik belirtisidir.” / Di derot “İnsan iğne de yapıyor olsa mesleğini coşkunlukla gerçekleştirmelidir.” (Bk. COŞKU)
101
ç ÇABA (fr. effort\ alm. Streben, Anstrengung; ing. effori). Bir en geli ortadan kaldırmayı ya da yeni bir duruma geçmeyi amaçlayan et kinlik. B ir bilinçli varlık olarak insanın kendindeki ya da dünyadaki bir engeli ortadan kaldırabilmek için tüm gücünü kullanarak eylemde bulunması. Çaba genellikle eksikli ya da sakat bir durumdan yetkin duruma geçmek üzere ortaya ko nulur. Bunun yanında elbet boş ça balar da vardır (bir demir çubuğu bükmeye çalışmak gibi). Genel ola rak bedensel ve ruhsal olmak üze re iki tür çaba belirlenir. Bununla birlikte insanda bedensel olanı ruh sal olandan ayırmak olası olmadı ğına göre çaba insanın bütünsel bir edimine karşılıktır. Çaba herzaman yetkin bir sonuca ya da amaca var manın tek koşulu olarak gösterilir. Plautus “Bademe ulaşmak için çe kirdeği kırmak gerekir” der. Latin şairi Catullus’un “Zafer çabayı se ver” sözü neredeyse bütün dünya ya atasözü olmuştur. “Güvercin gökten yere kızarmış olarak inmez” diyen latin atasözü de çabanın an
lamını çok güzel belirtir. İngilizler şöyle söyler: “Yoksulluktan başka hiçbir şey çabasız elde edilemez.” (Bk. EDİM, ETKİNLİK, EYLEM) Ç A Ğ R IŞIM (fr. association; alm. Assoziation; ing. association). Bi linç alanında istemin hiçbir katkısı olmadan hatta onun direnişine kar şın fikirlerin, imgelerin, duygula rın kendiliğinden birbirine bağlan ması. Sunumların ve kavramların d ü zen siz b ir g örünüm a ltın d a birbirini izlediği ruhsal olgu. Bir ruh sal durumun kendiliğinden bir baş ka ruhsal durumu getirmesi. Aris toteles çağrışımın üç yasasını be lirlemişti. Ona göre çağrışım ben zerlikle ( mavi halının denizi anım satması), yakınlıkla (sütün beyazı anımsatması), karşıtlıkla (sıcağın soğuğu anımsatması ) kuruluyor du. Aristoteles’den sonra çağrışım olgusunun varlığı yadsınmadı, bu olgu üzerine çoğu birbiriyle uzlaş maz değişik görüşler ortaya kon du. Hume ve öbür İngiliz deneyci leri çağrışımı ruhsal-sinirsel bir sü recin belirlediği mekanik bir olgu
103
ÇAĞRIMŞICILIK olarak düşündüler. Onlara göre çağ rışımlar ruhsal yapının işleyişiyle il gili temel öğeyi oluşturmaktaydı. Bu anlamda çağrışım tüm ruhsal ya şamı belirleyen temel etkinlikti. İn giliz filozofu James Mili imgelemi çağrışımla açıklamış, onu çağrışı mın en basit biçimi saymış ve ardarda gelen duygular ve fikirler toplam ı olarak göstermişti. Ona göre bellek de çağrışım yasalarına göre ortaya çıkan bir dizi fikirden başka bir şey değildir. İngiliz filo zofu John-Stuart Mili çağrışım ya salarını yerçekimi yasaları kadar önemsemiştir; “Gökbilim için yerçekim yasaları, fizyoloji için doku özellikleri neyse ruhbilim için çağ rışım yasası odur.” J-S. Mili bize temel doğruları sağlayacak olanın nedensellik olduğunu bildirmiş, ne denselliğe de çağırışımla ulaşabile ceğimizi söylemişti. Çağrışıma tüm ruhsal yaşamı belirleyici bir anlam veren bu görüş bugün oldukça es kimiştir. Evrimci düşünce içinde çağrışım fikri daha değişik yorum lar kazanırken bu düşüncenin ön cüsü Herbert Spencer deneyci gö rüşle doğuştancı görüşü birleştire rek çağrışım fikrine evrim ve kalı tım kavramlarını getirmiştir. (Bk. ÇAĞRIMŞIMCILIK) Ç A Ğ R IM Ş IC IL IK (fr. assocatonisme; alm. Assoziationspsychologie\ ing. associationism). Çağrı şımları zihinsel yaşamın temeli ola rak belirleyen, buna göre tüm zi hinsel işlemleri, hatta usun ilkeleri 10 4
ni çağrışımla açıklayan öğreti. Bu öğretiye göre ruhsal yaşamdaki yet kin biçimler çok basit olguların ya da durumların birbirini izleyişinden doğmaktadır. Tüm zihinsel yaşamı fikirlerin, duyguların ya da imgele rin birbirini anımsatarak çağrıştır ması olayına dayandıran çağrışım cılık elbette usavurmayı yani bir bil giden gidimli olarak bir sonuç çı karmayı açıklamakta güçlük çeke cektir. Çünkü usavurma istemli bir tutuma bağlıdır, oysa çağrışımda tam anlamında bir kendiliğindenlik vardır, onda us hiçbir biçimde işe karışmaz. Çağrışımcı anlayışa gö re usavurma bir çağrışım olayı ol masa bile usun çağrışımla elde edil miş temel ilkelerine göre gerçekle şen bir olaydır. Çağrışımcılık izle nimci Bergson’un ve biçimcilerin eleştirilerine uğramıştır. Biçimcilere göre çağrışımcılar temel öğeler den önceki bileşimleri görememek tedir. Bergson da çağrışımcılığı tüm yaratma olgusunda zihnin kendi kendisinden elde ettiği sezgiyi gör memekle eleştirmiştir. (Bk. ÇAĞ RIŞIM) Ç A PR A ŞIK (lat. abstrusus; fr. abstrus; alm. abstrus; ing. abstruse). Düşüncenin alışılmış düzenin den uzak olan. Sağlam bir mantık sal düzeni bulunmayan. Çapraşık lık yazısal ve sözsel anlatımla ilgili dir ve anlaşı Imazlıkla ya da zor anlaşılırlıkla belirgindir. Çapraşık an latımlar genellikle yapay bir derin liği olan anlatımlardır, buna göre
ÇELİŞKİ çapraşıklık da çok zaman derin gö rünme isteğinin bir sonucudur. (Bk. KARANLIKÇILIK) Ç A TIŞM A (lat. conflictus; fr. conflit; alm. Widerstreit\ ing. conflict). İki birey ya da iki toplum ara sında karşıtlık ve kavga durumu. Kişide karşıt duyguların aynı anda ortaya çıkmasından kaynaklanan ruhsal gerginlik durumu. Çatışma genellikle kişinin toplumla ilişkile rinde kapıldığı bir duygudur ve ödevler, toplumsal zorunluluklar, ahlak kuralları karşısında içgüdüsel itkilerin, tutkulu yönelimlerin, duy gusal eğilimlerin açmazlarından kaynaklanır. Hapishanede sevgili sini özleyen bir adam ya da ciğere uzanamayan bir kedi çatışkılı du rumdadır. Çatışma daha çok top lumsallığın doğru olarak kavranılamadığı durumlarda ortaya çıkar. Bireyin toplumsal ve ahlaki gerek leri kavramasıyla çatışkılar yerleri ni bilinçli tutumlara bırakarak da ğılırlar. Çatışkı sorununu çözmek için insanlar bastırma gibi, yücelt me gibi yollar bulmuşlardır. (Bk. BASTIRMA, YÜCELTME) Ç ATIŞKI (fr. antinomie; alm. An tinomie', ing. antinomy). İki ilke ya da bunların belli bir konuya uygu lanışları arasında çelişki. İki görüş a ra sın d a g id erilem ez görünen karşıtlık. Çatışkı, K ant’da usun düştüğü çelişkilere karşılıktır. Usla anlığı kesin olarak birbirinden ayır mış olan Kant anlığı ve kavramla rını aşkın ayrıştırma’Az ele almış,
usu ve usun yöneldiği fikirleri (Tan rı, Ruh, Dünya) aşkın diyalektik l e incelemiştir. Aşkın diyalektiğin başlıca konusu usun metafizik bil giyi nasıl sağladığı konusudur. Ken dinde şey’e, Noumenon’a yönelen us, koşullanmamış a priori sezme yetisidir ve duyumsalı bilgiye dö nüştürmekle yükümlü anlığa, ko şullanmış ’a karşılıktır. Bu koşullanmamışı ilkörnek anlık diye de ad landırabiliriz. Usun fikirlere yöne lişiyle Uç bilgi alanı oluşur: dinbilim, ruhbilim, evrenbilim. Us bu üç alanda hiçbir zaman aşamayacağı çatışkıları belirler: 1. evrenin uzay da bir sınırı, zamanda bir başlangı cı var mıdır, yoksa evren sınırsız ve öncesiz midir? 2. bütünü par çalara böle böle basit ve bölünmez parçalara mı ulaşırız yoksa bu böl me işi sonsuza kadar sürer mi? 3. nedenler zincirlerinde geriye gide gide bağımsız bir ilk nedene ulaşa bilir miyiz ya da bu geriye gidiş sonsuza kadar sürer mi? 4. olum sallar zorunlu olarak mutlak bir şe ye dayanırlar mı yoksa böylesine mutlak bir şey yok mudur? Bu dört soruda çatışkının aşılması olanak sızdır,bunlarda savlarla karşı sav lar birbirini gideremezler, gidereme yeceklerdir. Çatışkıların aşılmazlığı usun kendini aşan bir işi yüklen miş olmasından gelir. (Bk. DİYA LEKTİK, FELSEFE, ÜLKÜCÜ LÜK) Ç E L İŞ K İ (lat.contradictorius; fr. contradiction\ alm. Widerspruch, Kontradiktion\ ing. contradiction).
105
ÇELİŞKİLİ İki kavramın ya da yargının karşıt lığı. İki ayrı durumun yeni ve daha üstün bir durumu gerçekleştirecek biçimde karşıtlaşması. İçeriği aynı olan biri olumlu öbürü olumsuz iki yargı çelişkilidir (Ali çalışkandır; Ali çalışkan değildir). Mantıksal çeliş kiyle gerçek ya da yaşamsal çeliş kiyi birbirinden ayırmak gerekir. Ali’nin aynı zaman parçası içinde çalışkanlığı tembelliğini ya da tem belliği çalışkanlığını mantıksal ola rak giderecektir. Oysa işçi sınıfıyla burjuva sınıfının çelişkisi mantık sal bir çelişki değil gerçek bir çeliş kidir. Özdeşlik ilkesinin başka bir anlatımı olan çelişmezlik ilkesi, aynı ilişki altında aynı şeyin hem varsanm asının hem yoksanm asınm olanaksızlığı ilkesidir. Doğruyla ger çeği özdeşleştirmiş olan Hegel, çe lişmezlik ilkesini düşüncenin mut lak yasası saymaz yalnızca gidimli ve soyut düşüncenin yasası sayar. Ona göre mutlak düşünce karşıt ları birleştiren düşüncedir. Hegel’in diyalektik mantığı buna göre çeliş kiyi düşüncenin ve yaşamın itici ya sası durumuna getirir. Hegel’ci ve M arx’çı düşüncede savla karşısavm çelişkisi bileşimi yaratarak gelişim i sağlar. T arihin gelişim i tümüyle bu çelişkili gidiş üzerine kurulmuştur. (Bk. DİYALEKTİK) Ç E L İŞ K İL İ. Bk. KARŞISAL Ç E ŞİT L E M E (lat.variatio; fr. Variation-, alm. Veränderung-, ing. Variation). B ir durum dan öbür duruma geçiş. Bir nicelikte değer
değişimi. “ Danvin kuramında çe şitleme yaşayan türlerde her kuşak ta ortaya çıkan ve doğal ayıklan mayla evrimin temel etkeni duru muna gelecek olan küçük değişik liktir” ( F. Poulqui6). Çeşitleme özellikle bir müzik terimidir ve bir temanın değişikliklerle yinelenmesi anlamına gelir. Temanın her yeniden ele a lın ış ın d a b ir ç e şitle m e gerçekleşmiş olur. Ç EV R E ( fr. ambiance\alm. Stimmung; ing. enviroment). Maddi ya da düşünsel ortam. Belli bir ortam da insan ilişkilerinin doğurduğu ha va. “Çevre” çok zaman “ortam’Ma özdeşleştirilir. Çevreyi özellikli or tam diye düşünmek doğru olur. Or tamda nesnellik çevrede öznellik öne çıkar. (Bk. ORTAM) Ç E V R İM C İL İK (fr. palingenesie; alm. Palingenesie; ing. palingenesis). Evrensel olayların dönemsel dönüşlülüğü düşüncesi. Ölümden sonra diriliş. Varlıkların ve toplum ların yeniden ortaya çıkışı. Yeniden doğuş. Çevrimcilik fikri yunan uygarlığının temel inan cıydı. Doğa olaylarının dönüşlülü ğü ( gece-gündüz, mevsimler) bir evrensel dönüşlülüğün varlığını dü şündürüyordu. Orpheus’çu-Pythagoras’çı inanç ruhgöçünü benim serken çevrimli lik fikrine yaslanı yordu. Platon Phaidros diyalogunda ruhgöçünü göstermeye çalıştı. Da ha sonra çevrimlilik Stoa’cı fîlozoflarca benimsendi ve temellendirilmeye çalışıldı. Çevrimlilik fikri
ÇİLECİLİK Nietsche’nin düşünce dünyasında da önemli bir yer tutar. Bugün de Spengler, Toynbee gibi düşünürler çevrimliliği daha değişik bir anlam da benimserler. (Bk. YENİDENCİSİMLEŞME) Ç IK A R SA M A ya da Ç IK A R IM (fr. inférence-, alm. Inferiren; ing. illation). Bir önerm eden başka önermeler yardımıyla bir doğruyu elde etme. Çıkarsamada doğru ol ması gereken, ancak doğruluğu açık açık görülmeyen bir önerme den doğruluğu benimsenmiş baş ka önermelere dayanarak doğru so nuç çıkarılır. Bu sonuç dayanak ola rak alınan önermede içerilmiş bir sonuçtur. Tüm usavurmalar, tüm tümdengelim ve tümevarım işlem leri çıkarsamayı sağlar. Çıkış nok tası ya da birinci önerme doğruy sa, aracı önermeler de buna göre doğru kurulduysa çıkarsam anın doğru olması gerekir. (Bk. TÜME VARIM, TÜMDENGELİM, USAVURMA) Ç IK M A Z (fr. aporie; alm. Aporie; ing. aporia). Çözülmez so run. İçinden çıkılm az mantıksal güçlük. Aynı soruya karşılık olan ve aralarında çelişmekle birlikte herbiri ayrı ayrı geçerli olabilecek gibi görünen iki görüş. A ristoteles, M etaphsika’nın B ’sinde “karşıt usavurmaların eşiti iği”nden gelen on dört çıkmaz belirler. Ç IL G IN L IK (lat. delirium-, fr. délire-, alm. Delirium-, ing. deliri
um). Bilinç karışıklığıyla belirgin ge çici zih isel b o zu k lu k . B ilin ç yetilerinde geçici düzensizlik. Al gıların yanılsamalı, yargıların sakat olduğu, zihnin boş fikirler ortaya koyduğu çılgınlık durumları olduk ça karışık durumlardır. Bazı çılgın lıklar açıkça kendini gösterirken ba zıları dışa iyiden iyiye kapalıdır, hat ta bazı çılgınlıklarda çılgınca fikir lerin ilk bakışta sezilemeyecek bi çimde ustaca mantıklı kılındığı gö rülür. Bununla birlikte belli bir dik kat bu mantıkta yansıyan tutarsız lıkları, saçmalıkları, abartmaları bir çırpıda ortaya çıkarabilir. Çılgınlık ları üç bölümde ele almak olasıdır. 1. taşkın ya da saldırgan çılgınlık lar, 2. büyüklük çılgınlıkları, 3. me lankolik çılgınlıklar. Çılgınlık algı yanılsamalarına bağlı olarak sanrıyla birlikte görülür. Çılgınlığın yerleşik biçimleri de vardır. Bu tür çılgınlık larda gerçeklik duygusu sürekli ola rak yiter. (Bk. DELİLİK) Ç İL E C İL İK (fr. ascétisme-, alm. Asketih, ing. ascetism). Tanrı’ya ulaşmak yolunda hazlardan kaçışı ve acıya yönelişi öngören dinsel tu tum. Hazların ve acıların üstüne çıkarak, yaşamsal gereksinmeleri enaz ölçülerde karşılayarak ruh yü celiğine ulaşmayı öngören ahlak yöntemi. Çilecilik gizemli dinsel ya şamın zorunlu bir uygulaması gi bidir ve tüm bedensel ya da du yumsal hazlardan kaçışı, tüm dün ya işlerini bir yana bırakarak yüce olana yönelişi önerir. Bu kaçış ve bu yöneliş insana yetkin bir ahlaki
ÇİR K İN yaşam sağlayacaktır. Doğaüstün den çok doğal olana yönelen en eski uygarlıklarda elbette çileciliğe yer yoktur. Çilecilik yunan uygarlığın da, belki de tektanrıcılığa eğilimin başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Ruhgöçüne inanan Orpheus’çu-Pythagoras’çı gelenek ve onun gelişmiş bir anlatımı olan Platon’cu felsefe gerçek anlamda çileciliğe geçişin ilk adımlan olarak alınabilir. Platon tüm felsefesini gizemci bir temele oturt muş, tüm bilgiye yönelişi de çileci bir anlayışa indirgemişti. Ona göre üst bir dünyanın gerçekleri olan İdea’ların bilgisine bu dünyada an cak çileci bir yaşam sürmekle ula şılabilirdi. Daha sonra yeni-Platon’cu anlayış Platon’un gizemci ve çileci görüşlerini derinleştirdi, bu dünyadan tam anlamında bir “ya lan dünya” imgesi yaratarak her za man bir el etek çekme içinde üst dünyanın bilgisine yönelmeyi ya da Tanrı’ya kavuşmak için çalışmayı ö n erd i. Ç ileciliğ in öngördüğü yaşam bir yoksunluklar yaşamı ol duğu kadar bir acılar yaşamıdır. Çi leci için dünyada dağılmamanın ağırlığı kadar acıların anndınlıcılığı önemlidir. Bu yüzden çilecilik bir yanıyla bir tür acıcılık olur. (Bk. AÇICILIK, DİYALEKTİK) Ç İR K İN (fr. laid; alm .hässlich', ing. ugly). Güzelin karşıtı. Biçim siz ya da uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan. Kendi türü nün yetkin özelliklerini gösterme yen. Çirkin genel olarak biçimsizi, hoşa gitmeyeni, uyarsızı belirler, bu
olumsuz yönüyle estetiğin konusu olur. Yeniçağ’a kadar çirkin olan her şey estetikdışı sayılmıştır ya da es tetik kavrayışta güzel ve çirkin ay rımı yapılmıştır. Bugünkü anlayış içinde çirkin güzel ’in bir başka gö rünümü, güzelin tümleyeni gibidir: özgünü sezdirdiği ölçüde, özel bir anlam ortaya koyduğu ölçüde gü zelle bütünleşir. Eski güzel plastik bir anlam taşıyordu, bugünkü gü zel yalnızca anlamla ilgilidir diyebi liriz. Bugün birçok ressamın güzel kavramını ilkelle ve kabasabayla özdeşleştirdiğini görüyoruz. Alışıl mış güzelin dışına taşmadır bu. Paul Gauguin şöyle diyordu: “Her şeye cesaret etme hakkını getirmek isti yorum.” Birçok ressam aşırı biçimbozmalarla ya da çok değişik yo rumlarla doğalın sınırlarını aşarak bize garip görünebilicek biçimler oluştururlar, burada elbette bam başka bir güzelin arayışı vardır. Monet yaptığı bir portreyi beğen meyen bir model için şunları söy lemiştir: “Moore dövülmüş yumur ta sarısına benziyorsa benim suçum mu?” Gene de güzelin doğalda ve türünün koşullarını yetkin bir bi çimde sürdüren sağlıklı bireyde bu lunduğunu, güzel kavramının ger çekliğin derlitoplu bir görünümü nü ortaya koyduğunu söyleyebili riz. Rodin şöyle der: “İlkyaza yeşil katan, ilkkışa güller katan, genç du daklara erguvan kırmızısı katan çir kinlik yaratır, çünkü yalan söyler.” Ancak doğadaki güzelle sanattaki güzeli, doğadaki çirkinle sanattaki çirkini birbirinden ayırmak gerekir.
ÇOCUKLUK Doğal düzende daha çok türünü en iyi temsil eden bireye verdiğimiz güzel sıfatını sanatta daha çok an lamlı için kullanıyoruz. Lalo şöyle der: “Doğada canlı varlıkların gü zelliği türlere uygun olağan ve belir gin özelliktir ve buna bağlı olarak uyumludur, bedensel ve ruhsal ye tilerin tam gelişmesidir, fışkıran sağlıktır ve sonunda bunlardan ge len üstün güçlülüktür.” Çağdaş es tetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve istenmeyendir. Bayer şöyle der: “Güzelin karşıtı olan çirkin özü ge reği olumsuzdur. Çirkinde özden bir yetersizlik, teknik araçlarla so nuç arasında bir uyuşmazlık, biçim sel bir oransızlık, bir uyumsuzluk vardır.” Bk. ESTETİK, GÜZEL ) Ç O C U K B İL İM (fr. pédologie; alm. Paidologie\ ing. paidology). Çocuğu erişkinden ayrı bir varlık olarak ele alıp inceleyen bilim. Çocukbilim çocuğu tepkileri özel bi yolojik, ruhsal ve toplumbilimsel ya salara göre gelişen bir varlık ola rak değerlendirir, onu büyük insan dan ayırır. Çocuğun büyük insan dan ayrılması gerektiğini bize ilk ola rak Jean-Jacques Rousseau duyur muştur: “Çocukluğun kendine öz gü görme, düşünme, sezme biçim leri vardır; onların yerine bizimki leri geçerli kılmaya çalışmak çok •anlamlı bir iş değildir.” Buna göre çocukbilim çocuğu çocuk olarak değerlendirir; çocuğun gelişimini biyolojik, ruhbilimsel , toplumbi limsel koşullar çerçevesinde ele alır.
Bu bilimin kuruluşu geçen yüzyılın sonlarında olmuştur. Chrisman’ın 1894’de Jena’da verdiği tez çocuk bilim alanında atılmış ilk adım sa yılır: Paidologie, E ntw urf zueiner Wissenschaft des Kindes (Çocuk bilim, çocuklar üzerinde yapılan bir bilim tasarısı). Chrisman 1900’de Kansas’da Paidolog dergisini kur muştur. 1883 ’de Anvers ’de bir ço cukbilim demeği kurulmuştur. Ço cukbilim pedagojinin ve eğitimbilimin en büyük yardımcısıdır. (Bk. EĞİTİM, PEDAGOJİ) Ç O C U K LU K (lat. infantia; fr. enfance\ alm. Kindheit; ing. childhood). Yaşamın doğumdan ergin liğe kadar olan ilk dönemi. Çocuk luk dönemi bilincin oluşum döne mi ya da bireyin dünyaya uyarlan ma dönemi olmakla oldukça sancılı bir dönemdir, buna göre çocukluk daha çok uyumsuzluklarla, çatış kılarla, aşma çabalarıyla belirgindir. Çocuklukta zihin tam anlamında oluşmadığı için bir bilgi ve yargı ek sikliği kendini her durumda belli eder. Hayvanlar tablosunda geriye doğru gidildikçe çocukluk süresi nin kısaldığı görülür. A. Gesell bu sürenin kobayda üç gün, şempan zede dokuz yıl, insanda yirmi yıl olduğunu bildirir. Demek ki insan bireyi tam olgunluğa varıp gerçek anlamda dünyaya uyarlanabilmek için yirmi yıllık bir süreyi gerek sinmektedir. Çocukluk dönemi öğ renmede tam bir yatkınlık dönemi dir. Yaşam çizgisi boyunca ilerle diğinde yatkınlıktan uzaklaşılır, öğ
109
ÇOCUKLUK renme tutkusunun yerine ustalaş manın kolaylıkları geçmeye başlar. Bu yüzden çocukluk dönemi çok önemli, çok nazik bir dönemdir. Çocukluğu üçe ayırırlar: ilk çocuk luk doğuştan üç yaşa kadar, ikinci çocukluk üç yaştan yedi yaşa ka dar, üçüncü çocukluk yedi yaştan erginliğe kadar sürecektir. Erginli ğin başlangıcını on iki yaş olarak göstermek olasıdır. Ne var ki er ginlik denilen çok sorunlu dönemin başlangıcı ve bitişi kişisel özellikle re göre epeyce değişiklik göstere bilir. Gene de erginliği on iki yaşla on beş arasına yerleştirmek alış kanlık olmuştur. Erginliği yetişkin lik dönemi izleyecektir. Çocukluk ta belki de en önemli dönem birey liğin tüm ilk kuruluş özellikleriyle belirgin olan ilk çocukluk dönemi dir. Bu dönemi apayrı ele alıp ince leme eğiliminde olan E. Cacace gi bi bilginler olmuştur. Yunancada “henüz konuşmayan çocuk” anla mında nepios'dan giderek bir nipiologie (fr.) yani bir ilkçocukbilim kurma eğilimi bu çerçevede or taya çıkmıştır. İlk çocukluktan son rası çocuğun kendi kişiliğini orta ya koymaya başlamasıyla belirgin dir. Bu dönemde çocuğun en çok kullandığı sözcük “ben” olacaktır. Üç yaştan sonra çocuğun düşün sel gelişimi iyiden iyiye hızlanacak tır. Çocukla ilgili araştırmalar elbet te çok yenidir ve XIX. yüzyıl son larıyla XX. yüzyıl başlarında orta ya çıkmıştır. Çocuk ruhsallığını araştıran kişilerin başında Preyer, Piaget, Walton, Gesell gibi bilgin
ler gelir. Bu bilginlerin araştırmala rı çocuk ruhsallığının büyük ruhsallığından nitelik olarak ayrı oldu ğunu göstermiştir. Buna göre ikide bir karşımıza çıkan “Bugünün kü çükleri yarının büyükleridir” sözü pek de anlamlı bir söz değildir. Ço cuk büyükten çok ayrı duygula nan ve çok ayrı düşünen bir var lıktır. Çocuğun gelişimi konusun da Freud’un katkılarını da unutma mak gerekir. Freud çocukluğu üç döneme ayırıyordu: oral dönem ya da ağız dönemi doğuştan iki yaşa kadar sürer, bu dönemde haz ağız çevresinde belirginleşmiştir; iki yaş tan dört yaşa kadar süren anal dö nem ' de temizlik alıştırmaları yapı lır, bu dönemde çocuk dışkısını tut ma hazzı yaşıyacaktır, dikkafalılıklar, yıkıcı davranışlar gösterecek tir, bu yüzden bu dönem sadikanal diye adlandırılabilir; phallus dönemi olan üçüncü dönemde haz üreme organlarına ve çevresine kaymıştır, bu dönemde kıskançlık bulammları ortaya çıkar. Üç yaş Freud’a göre de bilinç etkinliğinin gerçek anlamda başladığı yaştır, bu yaşta kendine kapanma ve başka sıyla çatışma belirginleşir. Çocuğun 4-5 yaşları sevgiye eğilim duydu ğu yaşlardır. Ancak bu yaşlarda sevgi eksikliği çocuğu tam anla mında şiddete itecektir. Çocuğun gerçek anlamda dinginliğe ulaşma sı 6-7 yaşlarda olacaktır. Çocuk 7 yaştan sonra bir “örtülülük” döne mine girer. Bu dönemde çocuğun cinsel itkileri durulmuş gibidir. Bu itkilerin doyurulması büyük ölçü
ÇOKANLAMLI de kültür yaşamının etkileriyle ol maktadır. Zeka geliştiren oyunlar da bu yaştaki çocuğun çokça ilgi sini çeker. Çocuk bundan böyle ya vaş yavaş ergenlik dönemine gire cektir. N e olursa olsun çocukluk insan yaşamının çok önemli bir dö nemidir. A dler’ci ruhbilim uzman larından Herta Orgler şöyle der: “Çocukların oyunları çok belirleyi cidir ve çocuklar işle oyun arasın daki ayrılığı çok iyi bilirler. Şu se vimli öykü de bunu pek güzel gös teriyor. Satıcılık oynayan bir kü çük oğlan kağıttan çantalar yapı yordu. Büyükannesi ona saygılı bir biçimde ‘Özenle çalışıyorsun’ de di. ‘Ama büyükanne, çalışmıyorum ki, işim yok ki benim, ben yalnızca oynuyorum’ diye yanıtladı oğlan cık. Çocuk oyunlarının gözlemlen mesi çok önemlidir. Çocuk oyna dığı zaman gerçekte çalışırken ol duğu gibi kendini bir şeyler yap maya zorunlu duymaz, ama derin eğilimlerini özgür akışına bırakır. Bazı oğlanlar çevrelerine çocukları toplayıp onlara bir şeyler öğretir ler, onların öğretmen olmaya bir eğilimi vardır. Nesneleri takıp sö ken oğlanlar geleceğin mühendis leridirler. Sık sık doktorculuk oy nayan oğlan hekim olmaya yöne liktir. Bebeğine özenle bakan kü çük kız iyi bir ev kadını olmaya hazırlanmaktadır.” Bilim adamlarının çocuk yaşamındaki dönüşümlerle ilgili görüşlerinde çakışmalar ve ay rılıklar ne olursa olsun çocuk ya şamı elbette her zaman gizlerle do ludur, çocukluk döneminin bir so-
runlu yaşam dönemi olduğu da bir gerçektir. Kimi yazarlar onu insan yaşamının en iyi dönemi saymış lardır. “Tanrı neden yaşamın en iyi sini başlangıca koyuyor?”diye dü şünür Hugo. Lamartine çocuklu ğunu koyu bir özlemle anar, çocuk luğunu bir kaçış yeri gibi duyurur. “Evet, sana geliyorum çocukluğu mun beşiği” der. Gide kendiyle ilgili şu katı gerçeği bize d u y u ru r: “Bugün ben olmamı sağlayan şey y ap a y a ln ız ve asık su ra tlı çocukluğumdur.”(Bk. ERGİNLİK, YETİŞKİNLİK) Ç O Ğ U L (fr. plural', aim. plural', ing. plural). Birden çok birimin oluşturduğu bütünlüğün niteliği. Çoğul yargı, birden çok öznesi olan yargıdır. (Bk. TEKİL) Ç O ĞULCULU K ya da Ç O K Ç U LU K (fr. pluralisme', aim. Pluralismus; ing. puluralism). Evreni oluşturan varlıkların çok olduğunu, bunların tek bir kaynaktan gelme diğini bildiren öğreti. Tekçiliğin kar şıtı olan bu öğretiye göre dünyayı oluşturan varlıklar bireysel ve ba ğımsız varlıklardır, bunları mutlak bir gerçekliğin biçimleri olarak al mamak gerekir, bunlar tek bir ku rucu ilkeye indirgenemezler. Siya sal çoğulculuk çok partili demok ratik rejimin adıdır. (Bk. DEMOK RASİ, TEKÇİLİK) Ç O K A N LA M LI (fr. équivoque', aim. aequivok; ing. equivocal). B irçok anlam ı olan. K apalılığı
m
ÇOKKARILILIK n e d e n iy le d e ğ işik b içim le rd e yorumlanabilen. Çokanlamh söz cükler değişik anlamları olan söz cüklerdir. “Çokanlamh” terimi an lamı iyice belli olmayan ve birçok yöne çekilebilen konuşmalar ve me tinler için de kullanılır. Bu tür ko nuşmalar ve metinler yoruma son derece açıktır. Bu anlamda çokanlamlılık kaypaklığın eşanlamlısıdır. (Bk. KAYGANLIK) Ç O K K A R IL IL IK . Bk. AİLE Ç O K K O C A L IL IK . Bk. AİLE. Ç O K LU TA SIM (fr. polysyllogisme; alm. Polysyllogismus; ing. polysyllogisim ). B irinin vargısı öbürünün öncülü olacak biçimde kurulmuş tasımlar dizisi. (A, B ’dir; C, A’dır; C, B ’dir; D, C ’dir; D, B ’dir; E, D ’dir; E, B ’dir.) [Bk. TA SIM] Ç O K T A N R IC IL IK (fr. p oly théisme', alm. Polytheismus-, ing. polytheism). Birçok tanrının varlı ğını benimseyen din ya da felsefe görüşü. Çoktanrıcılık ilk uygarlık ların din anlayışıdır: her kentin bir tanrısı olmasıyla belirgin toplum sal parçalılık döneminden iktisadi ve siyasi açıdan daha bütünlüklü dönemlere geçişte bir tanrılar or taklığı ya da tanrılar ailesi oluşmuş tur. Çoktanrıcı dönemlerin doğa üstüne henüz yönelmemiş olan ger çekçi insanı tanrılarını da dünya nesnelerini gözlemleyerek, daha çok da kendini gözlemleyerek ya
ratmıştır. Bu yüzden çoktanrıcı dü zende tanrılar bazen bir insan, ba zen bir hayvan, bazen de bir insan -hayvan karışımı olarak düşünül müştür. Çoktanrıcılığın insanbiçimcilikte sınırlanmayışında hayvana tapınışın çok etkisi olmuştur, eski uygarlıkların insanları pekçok hay vanı kutsal saymışlardır. İnasnbiçimcilik elbette hayvana tapınışın azalmasıyla daha da belirginleşmiş tir. İnsanbiçimciliğin en yetkin bi çimde yunan uygarlığında ortaya çıktığını görüyoruz. Mısır ve Me zopotamya toplumlarındaki insanbiçimcilik Yunanistan’dakine göre oldukça sınırlıydı. (E. Hamilton: ’’Mısır’da hiçbir imgelemin canlandıramayacağı, tapınakların dev sü tunları gibi donmuş, kımıltısız bir dev, insan biçimini insandışı bir bi çimde somutlaştırdı. Bir sfenks ya da kedi kafalı bir kadın daha başka tasvirlerle birlikte tanrısallığı esin lerdi. Mezopotamya’da alçakabartmalar görülmedik hayvan biçimle rini tasvir ederlerdi.”) Eskiçağ’ın sonlarında çoktanrıcılık yerini tektanrıcılığa bırakarak çekilmiştir. Çoktanrıcılık elbette birdenbire or tadan çekilmiş değildir. M.Ö. VI. yüzyıl sonlarında yaşadığı bilinen Ksenophanes daha o zamanlar çoktanrıcılığı alaya alıyor, dünyanın ge çici ama Tanrı’nın bir ve ölümsüz olduğunu bildiriyordu. Elea okulu nun kurucusu olarak bilinen Kse nophanes’den sonra Parmenides getirdiği “Bir Varlık” kavramıyla Tanrı’yı felsefi açıdan temellendi rir gibiydi. Ona göre de Varlık bir
ÇÜRÜTME olan, birlikli olan, sürekli olan ve devinimsiz olandı ya da değişmez olandı. Platon Onpheus’çu-Pythagonas’çı inanç geleneğine dayanan bilgikuramında dünyayı düşünülür dünya ve duyulur dünya olmak üze re ikiye ayırdı, düşünülür dünyada gerçek gerçeklikler olarak varsay dığı İdea’ların en üstüne hıristiyan inancının İyi Tanrı ’sini anımsatan İyi İd ea’sını yerleştirdi. A risto teles’in İlk Devindirici kavrayışı da tektanrıcılığa geçişte bir başka yo rum, b ir başka aşam adır. Tektanncılığın felsefi temelini elbette Plotinos kurmuş, Tanrı’yı “Bir” di ye adlandırmıştır. (Bk. TEKTANRICILIK, İNSANBİÇİMCİLİK) Ç O K Y A P IL I (fr. hétérogène; aim. heterogen', ing. heterogeneo us). Biıyapılının karşıtı. Her yanı ay nı özellikleri göstemeyen. Parçala rı arasında çeşitli ayrılıklar bulunan. Herbert Spencer, evrimi biryapılılıktan çokyapılılığa geçiş olarak be lirledi. (H. Spencer: “Bizim anladı ğımız anlamda evrim edimi bütün sel bir katışmacın gelişimini, do layısıyla bu katışmacın bir yayılı
mını gerektirerek, onu oluşturan gerçeklerin daha dağınık bir durum dan daha yoğun bir duruma geç mesini gerektirir.” “Evrim madde nin bütünleşmesi ve onunla birlik te devinimin dağılmasıdır; bu sü reç içinde madde belirsiz ve tutar sız bir biryapılılıktan belirli ve tu tarlı bir çokyapılılığa geçer.”) [Bk. BİRYAPILI] Ç Ö ZÜ M LEM E (lat.resolitio', fr. résolution-, alm. Resolution', ing. resolution). Karmaşık bir fikirden yalın fikirler elde etme. Bir öner meden daha basit önermelere geç me. Bir karara varma. Bir sorunu çözme. Bir sonuca ulaşma. “Çö zümleme” çok zaman “ayrıştırma” yerine kullanılmaktadır. (Bk. AY RIŞTIRMA) Ç Ü R Ü T M E (lat. refutatio; fr. réfutation', alm. Widerlegung', ing.' réfutation). Belli bir savın yanlışlı ğını ortaya koymaya yönelik usavurma. Çürütme herhangi bir gö rüşü ya da öğretiyi ussal göster melerle yoksamaktır.
113
D D A Ğ ILIŞIM (lat. dissolutio; fr. dissolution\ alm. Auflosöng\ ing. dissolution). Bir katışmacın çözül mesi. Bir organizmada bütünleşmiş öğelerin birbirlerinden ayrılarak ba ğımsız duruma geçmeleri. Bu te rim daha çok toplumsal birimler deki dağılmaları, çeşitli kurulular daki ya da topluluklardaki çözül meleri anlatır. H. Spencer dağılışı mı evrim in karşıt olgusu sayar. (Bk. EVRİMCİLİK, KATIŞMAÇ) D A Ğ IL M A (lat. distractio; fr. distraction; alm. Zerstreutheit-, ing. distraction). Düşüncenin artık dik kat gösteremeyecek biçimde çeşitli nesnelere dağılması. Dikkatin ilgisiz bir nesnede yoğunlaşması. Zihnin dikkatini tek bir nesnede toplaması sonucu olağan algının işlemez ol masıyla duyum sam anın ortadan kalkması. Dağılma en genel anlam da dikkat eksikliğidir, çok zaman bir uğraş sırasında tüm dikkati belli bir şeyde, özellikle bir düşüncede yoğunlaştırmaktan gelir. Dağılma, bir bakıma dikkatin yolaçtığı dik katsizliktir ve dışa yönelişten çok
içe dönüşle kendini gösterir. Ona dikkatin özelleşmesi de diyebiliriz. J. M. Suther’e göre iki çeşit dağıl ma vardır ve bunlar bir ölçüde kar şıttır: bazen ruhsal yoğunlaşma dik kati tek bir şeyde toplar ve böylece o şeyin dışındaki şeyler duyum sanmaz olur, düşüncenin ya da bil ginin dağılması bu çeşit bir dağıl madır; bazen de ruhsal yoğunlaş ma yetersizdir ve en küçük bir olay bile düşüncenin akışını değiştirebi lir, öğrencinin dağılması da böyledir, tek bir sinek bile öğrenciyi ça lışmasından edebilir. Demek ki hem dikkat aşırılığı hem dikkat azlığı da ğılmayı getirebilmektedir. Melanko liklerde dikkat aşırılığı, bunamışlarda dikkat azlığı kendini gösterir. (Bk. DİKKAT) “D A İM O N İO N ” (yun. söz.) İn sanlarla tanrılar arasındaki ruhsal güç. Sokrates, kendisinde kendisi ni aşan bir şeyin varlığından sözediyor, buna “D aim onion" diyor du. “D aim onion” onun içindeki güçlü ve doğru sesti, bu ses ona erdemin yolunu gösteriyordu.
115
DARKAFALILIK DA R K A FA LILIK (fr. fanatisme', aim. Fanatismus', ing. fanaticism). Bir fikre ya da inanca körü körüne bağlılık. Darkafalılık yalnız kendi görüşünü hiçbir tartışmaya gerek duymadan doğru sayma eğilimi ol makla hoşgörünün karşıtıdır. Darkafalılığın altında bilgi eksikliğine bağlı kalıpçı ya da dogmacı bakış açısı yatar. Darkafalı kişi her şey den önce doğru bildiği şeyleri tar tışmayan ve onların tartışılmasını istemeyen kişidir. Darkafalı kişiler bu çerçevede atılganlıklarıyla seçi lirler. / Voltaire: “Darkafalılann atıl gan olması, bilgelerin atılgan olma ması utanç verici değil mi? Sakınık olmak doğrudur ama pısırık olmak doğru değildir.” / E. Browning: “Yeryüzündeki darkafalılar çok za m an gökteki azizlerdir.” / Diderot: “Darkafalılıkla barbarlık arasında bir adım vardır.” / Napoléon Bona parte: “Darkafalılığın kökünü kazı mak için onu uyutmak gerekir.” (Bk. HOŞGÖRÜ) “ DASEİN” (alm. söz. da, orada; sein, olmak’dan). Varoluşçu felse fede, özellikle Heidegger’de tekil ve somut bir varlık olarak insan ya da bu insanın varoluşu. “Dasein "ı ilk olarak Heidegger Sein und Zeit' de (Varlık ve zaman) kullandı. Bu te rim insanın dünyadaki etkin varo luşunu belirler. Buna göre, insan herhangi bir nesne değildir, bir in sanın başka insanlarla bulunması bir taşın başka taşlarla bulunması na benzemez, insan boşlukta yer 116 kaplayan olmaktan daha çok bir
şeydir: o “yönelgen” bir varlıktır, algılayan, isteyen, eylemde bulunan ve bu yüzden olanaklarının sağla dığı kesin bir özgürlük içinde ve buna bağlı olarak geleceğin belir sizliği içinde bunaltıya ya da bo ğuntuya düşen bir varlıktır. Martin Heidegger “Dasein'm özelliği hiç bir zaman olmuş bitmiş bir bütün oluşturmayışıdır” der. (Bk. VARO LUŞÇULUK) DAVRANIŞ (fr. comportemenf, alm. Verhalten; ing. behavior). Bir bireyde ya da bir organizmada dı şa vuran tepkiler toplamı. Bir bi reyde dışsal olarak yani duygu ve düşünce dünyasından bağım sız olarak gözlemlenebilen tepkilerin tümüne davranış diyebiliriz. Dav ranışla ilgili doğal eğilimler ilkeller de ve bazı sorunlu kişilerde kendi liğinden bir akış gösterir, bu yüz den bu kişilerin davranışları daha çok içgüdüsel itkilere bağlı olur, buraz da inançlara ve boşinançlara bağlı olur. Çocukta davranış önce leri içgüdüsel itkilerle ortaya konu lur ve anababanın ya da çevrenin denetimiyle karşılaşır: eğitimin ko şulları ve anlamı burada kendini gösterir. Kişilik gelişmeye başladık ça, duygu ve düşünce dünyası ken dini gösterdikçe içdenetim ya da özdenetim etkili olmaya başlar. İl kel insandan uygar insana doğru gelişim insan davranışlarının denet lenmesiyle belirgindir. Uygar top lumda birey her istediği davranışı gösteremeyen kimsedir. Bireyin bir ortamda ortaya koyduğu tepkiler
DAVRANIŞÇILIK olan davranışlar bireyin kişilik ya pısıyla olduğu kadar ortamın ko şullarıyla belirlenir, bunlar bireysel davranışlara zaman zaman bir top lumsallık kılıfı ya da görünümü ka zandırırlar. Buna göre bireysel dav ranışlar yanında toplumsal davra nışlardan da sözedebiliriz. Öte yan dan, her davranış, toplumsal belirlenimli olsun, bireysel belirlenimli olsun bir duygu-düşünce bütünü nün anlatımıdır. Bu çerçevede bir belirleyen ya da hatta bir simge de ğeri taşır. (Bk. DAVRANIŞÇILIK) DAVRA NIŞÇILIK (fr. behavio risms, alm. Behaviorismus; ing. behaviorism, behaviourism). Ruhbilim araştırmasını davranış göz lemlemesine indirgeyen öğreti. Bu öğretiyi 1913’de John B. Watson ortaya koymuştur. Watson’a göre “olgulardan ve yasalardan giderek, bir uyaran belli olduğunda tepkinin ne olacağını ya da tepki belli oldu ğunda uyaranın ne olacağını” gös termek olasıdır. Ruhbilimin bir bi lim olarak kurulmaya başladığı dö nemlerde geçerli kılınan içebakış yönteminin geçerli bir yöntem ol madığı kısa zam anda ortaya çı kınca, ruhbilimcilerde ruhbilimin ruh ya da bilinç gözlemlemesi ye rine davranış gözlemlemesine yö nelmesi gerektiği düşüncesi ağır basmaya başladı. Bilim olmak iste yen her bilgi alanı ölçülebilir olana yönelmek zorundaydı, bu alanda da ancak davranışlar ölçüye tutulabi lirdi. İçebakışta insan kendini ya da o andaki ruhsal durumunu nesnel
bir olgu olarak anlamaya ve kavra maya yöneldiği anda bilime taban tabana karşıt bir karmaşıklığın, bir bulanıklığın içine düşüyordu. Dav ranışçılık ruhsal olgular arasındaki ilişkiyi değil, uyaranla tepki ara sındaki ilişkiyi kavramayı öngördü, böylece bilincin soyut verileri ye rine davranışın som ut verilerini koydu, buna göre öncelikle insa nın bireysel ve toplumsal uyumla rını incelemeye yöneldi. İnsanın ce nin durumundan olgunluk durumu na kadarki tüm davranışlarını geli şim çizgisi boyunca incelemek dav ranışçı okulun temel eğilimi oldu. Davranışçılar ruhayrıştırması öğre tisi çerçevesinde ortaya konulmuş olan tüm bastırma olgularını ruhbilimsel ayrıştırma alanının dışına çıkardılar, kalıtım ve içgüdü gibi kavramları da dışta tuttular, çünkü onlara göre tüm içgüdüsel ve duy gusal etkiler koşullanmayla elcfe edilmiş kazanımlardan başka bir şey değildi ve koşullanmanın açık lanması tüm ruhsal olgulara kök ten bir açıklama getirecekti. Pierre Naville, Davranış ruhbilimi adlı ya pıtında şöyle yazar: “Davranışçılık bir doğa bilimleri alanıdır, insan uyarlanm asının bütünsel alanını kendi özel alanı olarak seçmiştir. Davranışçılık yalnızca nesnel bilim lerin yöntemlerine başvurur, ölçme yöntemlerine, dış gözlem yöntem lerine başvurur. Görüldüğü gibi o yalnızca bir tepki ruhbilimi değil dir, aynı zamanda bir davranış bili midir. Davranış tutarlı uyarlanma ları ya da uyumları gerektirir. Bu
DAYANAK uyarlanmaların birçok görünümü vardır, iç ortamla (hatta bedenin kendisiyle) ilgili oldukları gibi dış ortamla da ilgilidirler; dış ortam on lara fizyolojik, teknolojik, toplum sal bir görünüm kazandırır. Dav ranışçılığa göre bu çeşitli uyarlan ma biçimleri -yani belli uyaranlara verilen yanıtlar- tümüyle dayanı şıktırlar; yani onlar bütünsel insanla ilgilidirler, onun parçalarından her hangi biriyle ilgili değildirler. Bunu birinci nokta olarak belirleyelim. İkinci nokta çok daha önemlidir: davranışçı kendisini insan etkinli ğinin arı bir gözlemcisi olarak gör mez. Onu tüm öbür doğal bilim lerde yapılmaya çalışıldığı gibi de netlemek ve yönlendirmek ister. İn san tepkileri tüm öbür doğal tepki ler gibi düzenlenebilmelidir. Dav ranışçı, olguları kümelere ayırarak, onların deneylerini yaparak denet leyici ve öngörür olmak ister.” (Bk. DAVRANIŞ, İÇEBAKIŞ) DAYANAK (lat. substratum', fr. substrat', alm. Substrat’, ing. substrate). Olguların ya da niteliklerin taşıyıcısı olan. Üstyapıların dayan dığı temel. Bir varl ığa ve bir eyleme temel oluşturan. / Bergson: “Alış kanlıklarımız hep birlikte özgür et kinliklerimizin dayanağını oluşturur ve organik işlevlerimiz bilinçli ya şamımızın bütünü karşısında nasıl bir rol oynarsa alışkanlıklarımız da bu etkinlik karşısında öyle bir rol oynar.” (Bk. TEMEL) DAYANIŞMA (fr. solidarité', alm.
Solidarität', ing. solidarity). İnsan lar arasında gönüllü bağımlılık. Toplumsallık gereği karşılıklı ahlaki yükümlülük içinde bulunduğunun bilincinde olan insanların ilişkisi. Bi reyleri birbirinden bağımsız yaşa mayan, bu yüzden toplumsal dü zene zorunlu olan insan türü için dayanışma bir seçim konusu ol maktan çok bir zorunluluk konu sudur. İnsanların toplumsal yaşa ma zorunlu olduğunu bize köklü bir biçimde ilkin Aristoteles göstermiş tir. İnsanların toplu yaşama zorun luluğu yazık ki onların çeşitli ne denlerle birbirini yoketme çabası na girmelerini engellemiyor. İnsani dayanışma her zaman özlenen ama her zaman tam olarak gerçekleşti rilemeyen bir amaç oldu. İnsani da yanışmanın en güzel açıklamasını Eskiçağ’da Publius Terentius Afer yaptı: “Homo sum, humani nihil a me alienum p u to " (Ben insanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yaban cı değil). İmparator filozof Mar cus Aurelius da “Bir insandan kop muş bir insan bütün insanlıktan kopmuş demektir” diyordu. Daya nışma fikri giderek, özellikle XIX, yüzyıl olumcu düşüncesinde özge cilik fikrine bağlandı. / E. Barbes: “Evrenin yurttaşları, sözcüğün tam anlamında bizler ulusların ve dün ya insanlarının dayanışması inan cından yola çıkıyoruz, evrensel insanlığın dayanışmasıyla ilgili uygulamaya yöneliyoruz.” / L. Bourgeois: “Her şeyden önce üç te mel noktaya dikkat çekiyoruz: 1. İnsan tüm öbür insanlarla doğal ve
DEĞER zorunlu bir dayanışma durumunda yaşar. Bu yaşamın koşuludur. 2. İn san toplumu ancak bireyin özgür lüğüyle gelişebilir. Bu ilerlemenin koşuludur. 3. İnsan adaleti bilir ve ister. Bu da düzenin koşuludur.” / A. Malraux: “Yalnız beni ilgilendi ren beni hiç ilgilendirmiyor.” / A. de Saint-Exupe'iy: “Herkes herkes ten sorum ludur.” / Teilhard de Chardin: “İnsan ruhu yalnızlık için yapılmamıştır.” (Bk. ÖZGECİLİK) D E Ğ E R (lat. valor; fr. valeur; aim. Wert; ing. value, worth). İn san için önem taşıyan. İnsan için geçerli olan. İnsan yaşamında istenilebilir olan her şey bir değer or taya koyar. Değerler çeşit çeşittir. İktisadi değerler, estetik değerler, dini değerler, ahlaki değerler bir bü tün oluştururlar. Değer insanın dün yayla ilişkisinde ortaya çıkar ve onun b aşarısı o lara k görünür. İnsan, insan olmanın gerektirdiği tüm edimlerini gerçekleştirirken de ğerlere uyar ya da değerler yaratır. Bu çerçevede değeri insan yaşamı nın zorunlu bir öğesi olarak gör mek gerekir. Ortaya çıkan her de ğer, sanatsa] olsun ahlaki olsun da ha başka olsun, değerler dizgesi içindeki yerini hemen alır. Hatta bir anlamda değerler arasında bir basamaklanma, bir sıra- düzeni bile düşünmek olasıdır. İnsan değerle rini içeren üç temel alan belirleye biliriz: doğru’’yla ilgili “bilgi” alam, /y/’yle ilgili “ahlak” alanı, güzel' le ilgili “estetik” alanı. Değerler çağ lara ya da toplumlara göre değişik
likler gösterirler. Bir çağda değer diye belirlenen bir şey bir başka çağda belirlenmeyebilir. XVII. yüz yılda Descartes değer kavramını usa ve deneye götürerek irdeliyor du: “İyiyi kötüden ayırmak ve on ların gerçek değerini tanımak için deneyden ve ustan yararlanmalı yız.” Marx’çı düşüncede değer kav ramı sıkı sıkıya emek kavramına bağlandı. “Değer billurlaşmış insan emeğidir” diyen Marx tüm değer leri işçi sınıfının yarattığını söyler ve “Değer emeğin bir başka anlatı mından başka bir şey değildir” der. Değer iktisadi anlamının dışında tü müyle öznel bir kavramdır. Birey lere göre değiştiği gibi durumlara göre de değişiklik gösterebilir. Bü yük ölçüde gereksinimlere bağlıdır; bu yüzden susuz olduğum zaman ki bir bardak suyun değeri susuz olmadığım zamankinden daha bü yüktür. Buna göre her nesne iste‘nir, özlenir bir gereksinimi karşılar olduğu ölçüde değerlidir diyebiliriz: bazen bir bardak su yüz altın de ğerinde olabilir. Değeri belirleyen de buna göre büyük ölçüde yok sunluklardır: yurdundan uzak ya şamak zorunda kalan kişi yurdu nun değerini yurdunda yaşayan in sandan çok bilecektir, güzel günle ri elden kaçıran kişi o günlerin değerini yeni yeni anlamakta ola caktır. Sanattaki değer’e gelince, o doğrudan doğruya yapıtın insani anlamlarıyla, bu anlamlar çerçeve sinde özellikle geleceğe açık bir in sani etkinliği bize duyuruşuyla be lirgindir. Lalo şöyle der: “Gerçekte
DEĞERLENDİRME sanattaki güzel tam tamına başka dır: onun temelinde bilinçsiz doğa da bulamayacağımız, insani ve top lumsal bir öge olan bir tekniğin va roluşu vardır. Doğa olağan ya da olağandışı ayrımından başka kökel bir ayrım tanımaz: bu özseldir bu raslantısaldır, bu süreklidir bu sü reksizdir gibi. Yalnızca sanat este tik değer kavramlarını, gerçek an lamda güzeFi ve çirkin’i getirir. Bir doğa güzelliğinden sözetmekte direnilecekse o zaman onun estetikdışı ya da sözde estetik olduğunu, yalnızca sanattaki güzelin estetik ol duğunu söylemek gerekecektir. Es tetik güzel sunumdur, sıradan bir kopya değildir, bir göz yanılması değildir, sunumdur ya da yaratıdır, önceden belirlenm iş bir tekniğe uyan bir yaratıdır.” Lalo estetik de ğerin kaynağının doğada değil biz de olduğunu bildirir, doğa ona gö re en çok bir esin kaynağı olabilir: “Doğaya uladığımız her çeşitten de ğerler doğada olan değil de bizde olan değerlerdir. Doğanın estetik il gisizliği, tıpkı ahlaki ya da mantık sal ilgisizliği gibi mutlak bir ilgisiz liktir. Doğa kendinde olmayan bir şeyi öğretemez. Doğa kendinde ol mayan herhangi bir yöntemi sanat çıya benimsetemez. Doğa, hiç kuş ku yok, sanatçı için büyük bir esin lenme kaynağıdır.” Sanatsal değerin yaratma koşullan içinde gerçekleş tiğini Henri Delacroix bize şu söz lerle anlatır: “Hiçbir yerde, ne ger çeklikler dünyasında ne ülküsel cennette sanat doğrudan doğruya bir veriyle, tam tamına gerçekleş
miş bir özle, yalıtılabilir bir özle bir arada bulunabilir. Sanatın verilerini önce oluşturmak gerekir. Sanat dü zeyinde deney de yaşam da ancak yaratmayla olasıdır. Sanatsal imge hiçbir zaman bir şeyin sunumu de ğildir. O sanatçının oluşturduğu bir sunumdur, eşyadan getirmek iste diği bir sunumdur. Sanatçı fikri eş y adan g id erek kurar, bu eşya gerçekliktir, daha sonra yapıtla, bir gerçeklik olan yapıtla, fikirden eş yaya doğru gider. ‘Resim kafa işi dir’ diyordu Leonardo da Vinci.” (Bk. ART1KDEĞER, EŞDEĞER LİLİK) DEĞERLENDİRM E (fr. appréci ation', alm. Wertschaetzurıg; ing. apreciation). Değerini ortaya koy ma. Tanıtmaya ya da açıklamaya karşıt olarak bir şeyi değerler açı sından ya da olması gereken açı sından ele alma. Lalande değerlen dirmeyi “Bir fikrin ya da bir şeyin varlığıyla değil, değerleriyle, belli bir amaca göre yetkinlik derece siyle ilgili zihin işlevi” olarak tanım lar. (Bk. DEĞER) D E Ğ E R L İL İK (fr. dignité', alm. Würde; ing. dignity). İnsana yara şır oluş. İnsan açısından değerli oluş. Değerlilik fikri insanın bir araç olarak düşünülem eyeceği, onun kendinde bir amaç olduğu fikri üze rine temellenir. İnsani değerlilik il kesi'. Kant’da ahlakın temel ilkesi dir. Bu ilke şöyle formüllenir: “İn sanlığı hem kendi kişiliğinde hem başkasımn kişiliğinde basit bir araç
DEHA olarak değil de bir amaç olarak gö recek biçimde davran.” (Bk. DE ĞER, ÖDEV)
da varlığını sürdürerek değişinim özelliklerini dünyaya getireceği bi reylere geçirir. (Bk. DÖNÜŞÜM)
D E Ğ E R Ö Ğ R E T İSİ (fr. axiologie; alm. Axiologie; ing. axio logy). Değerler arasında bir sıradüzeni bulan öğreti. Değeröğretisinde değerler birbirlerine göre üst ya da alt sırada yeralırlar, örneğin Max Scheler’de olduğu gibi soylu olan iyi olanın altına, güzel olan soy lu olanın altına konur. (Bk. DE ĞER)
D EĞİŞK ENLİK (lat. instabilitas; fr. instabilité', alm. Unbestaendigkeit; ing. instability). Kişide dü şünsel ve duygusal konumların sık değişmesi. Değişkenlik belli bir yerde duramamakla, belli bir du rumu koruyamamakla, belli bir et kinliği sürdürememekle belirgindir ve dikkat eksikliğinden kaynakla nır. Değişkenlik çocuk ruhunun te mel özelliğidir, ona buna dokun mayla, bir şeyi bırakıp öbürünü al mayla, buna benzer davranışlarla kendini gösterir. Zihinsel gelişimi düzgün olmakla birlikte ruhsal ge lişimi eksikli olan çocuklarda de ğişkenlik belirleyici özelliktir. De ğişken kişi her zaman bir yeninin peşinde gibi görünür ve durmadar\ tutum ve yön değiştirir. Değişken lik, olgunluk yaşlarında, belli nes nel nedenler olmaksızın sürekli iş ya da meslek değiştirmekle kendi ni gösterir. Toplum sal yaşam a, özellikle okul yaşamına uymazlık olarak dışlaşan değişkenlik ileri öl çülere vardığında serseriliğe yol açar. (Bk. DİKKAT, TOPLUÇILGINLIK)
D EĞ İŞİM (fr. changemenf, alm. Aenderung, Veraenderung; ing. change). Bir durumdan bir başka duruma geçme. Bir nesnenin dü zenini başkalaştıran edim; (Çok za man dönüşümle eşanlamlı kullanı lır.) Bu edimle ortaya çıkan durum. Değişim daha çok hiçbir yapısal de ğişiklik ortaya koymayan ancak bir düzen ayrılığı getiren durumlar için kullanılmalıdır. Dönüşümde bir yapı özsel bir değişiklik geçirerek daha üst bir yapı oluşturacak duruma g elec ek tir. (B k. D Ö N Ü ŞÜ M , EVRİM, GELİŞİM) D E Ğ İŞİN İM (lat. m utatio; fr. mutation', aim. Mutation', ing. mu tation). Toplumsal yapıda ortaya çıkan değişiklik. Bir canlıda ortaya çıkan ve türün az sayıda bireyinde kendini gösteren kalıtımsal hızlı dö nüşüm. Değişinimcilik, evrimi bi reyde birdenbire ortaya çıkan de ğişikliklerle açıklar. Buna göre de ğişinime uğrayan birey ya ölür ya
DEHA (lat. genius\ fr. génie; alm. G enie; ing. g e n iu s). Z ih n in bu lm ay a ya da y a ratm ay a olağanüstü uyarlı olm a durumu. Kavram a, bulma, yaratm a gücü yüksek olma durumu. Bu durum daki kişi. Deha her şeyden önce
DEİZM düşünce ve hatta duygu düzeyin de kişisel yetkinliklerin toplamıdır, özellikle yaratmaya yatkınlık anla mı taşır, bu yüzden daha çok sanat alanında konu edilir. Gerçek deha insani güçleri aşar gibi görünen bir yetkinlikle, bir anlama ve yapma gücüyle donanmıştır. Bazı ruhbi lim ciler dehayı yüksek zekayla açıklamak istemişler, zeka ortala ması 145’den yukarı olan kişileri dahi diye belirleme eğilimi göster mişlerdir. Ne var ki dehayı yalnız ca zekayla açıklamak olası değil dir. Deha kavramı oldukça bula nık ve tartışma götürür bir kavram dır. Buna göre birçok deha tanımı yapılmıştır. Bu tanımların belki de en ünlüsü ve hatta en uygunu Buffon’unkidir: “Deha sabra büyük bir yatkınlıktan başka bir şey değildir.” A. Vinet Buffon’un tanımına bir öl çüde karşı çıkar: “Buffon ne derse desin, sabır deha değildir, ancak sabırdan yoksun deha gerçek yü celiğine varamaz.” Emile Augier’nin tanımı da oldukça ilgi çekici dir: “Deha delilikte yıkanmış bir dal gadır.” W. James “Deha gerçekte alışılmadık bir biçimde algılama ye tisinden başka bir şey değildir” der. G. Le B on’a göre “Deha insanları bir ulusun düşünsel bütünlüğünü oluştururlar ama gücünü pek oluş turamazlar.” Etiemble, dehanın bir biyoloji konusu olduğu görüşünde dir. Bu konuda en önemli belirle melerden birini L. Lavelle yapar: “Tüm insanlar deha sahibidirler; kendi dehalarını bulabilme yetene ğine sahip oldukları zaman. Güç
lük burada işte; çünkü bizler kendi kaynaklarımızı işletecek yerde baş kasını kıskanmaktan, öykünmekten, aşmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyoruz.” R. Rolland, “D e ha engel ister, engel dehayı yapar” diyerek konuya bir başka boyut ge tirir. Balzac’m “Deha herkese ben zer, kimse dehaya benzemez” gö rüşü dehayı azçok tüm insanlar dü zeyine indirir. Ne olursa olsun, de ha bir kurma, oluşturma, bir ya ratma yatkınlığıdır. Bu yüzden Kant onu “doğanın bir gücü” olarak be lirlemiştir, buna göre sanatsal ya ratı bir deha ürünüdür. “Doğa de hadan giderek sanata yasalarını ve rir” der Kant. Hegel için de sanat her zaman dahice bir bakışı, bir gö rebilm e gücünü gerektirir. (Bk. BtLGİ, BİLİNÇ, SANAT) DEİZM. Bk. YARADANCILIK D E L İL İK (fr. folie\ alm. Wahn, Irrsinn, Narrheit', ing. insanity). Zihinsel bozukluk. Ruh hastalıkla rının genel adı. O lağ an ın çok ötesinde davranışlar gösterme. De lilik, alışılmışın dışında kalan tüm tutumları anlatmak için kullanılır. Özel anlamında delilik usun ilkele rinin sarsılmasıyla belirgin zihin yet mezliğine karşılıktır. Delilik geçmiş zamanlarda tüm ruhsal bozukluk ları belirlemekte kullanılırdı. Psiki yatrinin kurulup gelişm esinden sonra çeşitli ruhsal bozuklukları belirlemek için ayrı adlar bulundu ve delilik sözü bilimsel dağarın dı şında tutuldu. Bugün deliliği düşün-
DEM OKRASİ düren durumlar için daha çok “çıl gınlık” terimini kullanmak uygun olacaktır. / La R ochefoucauld: “Deliliğin dışında yaşayan kişi sanıldığı kadar bilge değildir.” / Seneca: “Bir deliye gülmek istedi ğim zaman, uzağa gitmek gerek mez, kendime gülüyorum .” / B. Gracian: “Deli görünenlerin hepsi, deli görünmeyenlerin yansı delidir.” / Marguerite de Navarre: “En kısa süren delilikler en iyi deliliklerdir.” (Bk. ÇILGINLIK) “D EM İU R G O S” (yun. söz.) Pla ton, Tımaios diyalogunda Demiurgos’u evrenin kurucu etkeni ola rak tanımladı. Demos, halk; ergon, iş’den gelen Demiurgos, halk için çalışan demektir. Plotinos’da De miurgos evrenin ruhu anlamında dır. D EM O K R A Sİ (fr. démocratie', alm. Demokratie; ing. democracy). Bir toplumda ya da bir toplulukta bireylerin ortak söz ve eylem hak kına sahip olması durumu. “De mokrasi” kavramı genellikle “cum huriyet” kavramıyla kanştınlır, ege menliğin gerçek ya da biçimsel ola rak yurttaşların çoğunluğunda ya da bütününde bulunduğu yönetim leri cumhuriyet diye adlandırmak gerekir; demokrasi bir yönetim bi çimi olmaktan çok bir ilişki biçimi dir, bir toplaşma biçimidir. Bu yüz den P ierre M endes-France pek haklı olarak “Demokrasi her şey den önce bir düşünce biçimidir” de miştir. Demokrasiler eşitlikçi anla
yışa dayanırlar. Buna göre Albert Einstein “Benim siyasal ülküm de mokrasi ülküsüdür” der ve ekler: “H er insan kişi olarak saygı gör meli ve kimse tannlaştırılmamalıdır.” İnsanlığın tarihine baktığımız da demokratik eğilimlerin çok es ki, demokratik uygulamaların çok yeni olduğunu görürüz. Demokrasi yunancada demos yani “halk” ve kratein yani “yönetmek” sözcük leriyle oluşturulmuş halkın yöne timi anlamında bir sözcüktür. De mokrasi elbette ilkin Yunanistan’da ortaya çıkmış bir anlayış değildir. Toplumbilimcilerin “ilkel demokra si” diye adlandırdığı ve eski uygar lıklarda görülen demokrasi uygu lamaları bir yetki paylaşımından başka bir anlam taşımıyordu. Ger çekte yunan demokrasisi de batılı yazarlarca çok abartılmıştır. Yuna nistan’da demokratik girişimler her zaman tiranlık tehditleriyle ya da benzeri tehditlerle sallantıda kalıyor du. Eski uygarlıklardaki demokra si uygulamaları boy ya da klan alış kanlıklarından kalmadır. Yerleşik yaşam düzeninin gelişmesiyle ya da tarım iktisadının kökleşmesiyle es ki boy ya da klan başkanının yerini aile başkanı aldı. Aile başkanlan, ör neğin Yunanistan’da genos, Roma’da gentes başkanlan aralarından bi rini kral seçerler ve devletin yöne timine katılırlardı. Daha sonra geli şen kent demokrasileri de gerçek demokrasi değildir, bu demokrasi ler üst sınıf demokrasileridir. Kent dem okrasilerinde üst sın ıf orta sınıfın ve alt sınıfın üzerinde baskı
123
DEMOKRASİ kurar; tarım ve zanaat insanlarıyla köleler tam anlamında yönetilen du rumundadırlar. Bu baskıcı demok rasiler sık sık tiranlıklarla yani zor ba yönetimlerle giderilirler. Bu yüz den Thukydides, Perikles’i ima ederek, “Demokrasi adı altında bi rinci yurttaş devleti yönetiyordu” diye yazmıştır. A tina’da ostrakismos yani "çanak çömlek mahke m e s i” (yun. o strakon, "çanak çömlek parçası ” demektir) Kleisthenes zamanında (M.Ö. VI. yy) ti ran tehlikesine karşı kurulmuştur. Bu mahkemede kuşkulu görülen kişi on yıl süreyle Atina dışına çı karılırdı. Ayrıca bu demokrasiler önderlerin gücüyle ayakta durabi len demokrasilerdir. Atina’da Kleisthenes, Demosthenes, Peistratos, Perikles gibi önderler demokrasi nin hem koruyucusu hem gölgele yeni olmuşlardır. Özellikle M.Ö. II. yüzyıldan sonra iyiden iyiye yunan kültürünün etkisi altına girmiş olan Roma’da Senato etkisiz bir kurum dur. Cumhuriyet döneminden im paratorluk dönemine geçişle birlikte yani M.Ö. I. yüzyıldan sonra Se nato gücünü tümüyle yitirdi. Öte yandan Ortaçağ’ın özellikle ikinci yarısından yani XI. yüzyıldan son ra ortaya çıkan komünler birer soy lu yönetimi birimleridirler. Avrupa kentlerine özgü bu düzenlerdeki ya şam biçimi de demkorasi kavramına oldukça uzak düşer. Eski yunan kentlerinde olduğu gibi bu kentler de de zorba yönetimlerin eline düş me tehlikesi vardı. Ortaçağ’ın son larında mutlakyönetimlerin güçlen
meye başlaması ortaçağ feodal top lum düzeninin yıkılıp yerine serma yeci düzenin kurulmasında etkili ol du. Demokrasi fikrini kökten dış layan mutlakyönetimler zamanla kendi içlerinde demokratik gelişim lere olanak sağlayarak kendi son larını hazırlamaya başladılar. Ger çek demokrasi eğilimleri sermaye ciliğin gelişmesiyle ve sanayi devrim inin gerçekleşm esiyle ortaya çıktı. Yaşamın karmaşıklaşması tek çi düzenleri zorda bırakırken de mokratik yaşam düzenini gerekli kıldı. Yeni demokratik yaşam, yük selen sınıfın, burjuva sınıfının mutlakyöneticiye direnmesiyle gerçek leşti. Çağdaş anlamda ilk parlamen to XIV. yüzyılda Ingiltere’de oluş maya başlamıştır, bu da bize de mokrasinin ne kadar genç olduğu nu duyurur. İngiltere’de parlamen tonun mutlakyönetime karşı ağır lık koyması XVII. yüzyıl ortaların da olmuştur. Charles I’in tahttan indirilmesi ve idam edilmesiyle Bi rinci İngiliz Devrimi, James Il’nin ülkeden uzaklaştırılması ve yerine Orange’h William’in geçirilmesiyle İkinci İngiliz Devrimi gerçekleşti. Fransa’da demokrasi daha geç bir zam anda, 1789’dan çok sonra, 1848 D evrimi'm izleyen süreçler de gelişti. Napoléon III’ün 1851 ’de kurulan İkinci imparatorluk adlı diktatoryası ancak 4 eylül 1870’de yıkılabilmiştir. Kısacası demokrasi yeni yaşam koşullarının ürünüdür ve bir yönetim biçimi olmaktan çok bir yaşam biçimidir, yönetimin bi çimlerini belirleyen bir bakış, bir
DEMOKRASİ kavrayış biçimidir. Bu yeni yaşam koşullarında demokrasiyi gerekli kılan, bireyin toplumdaki etkin gü cüdür. Bireyin topluma özgür bağ lanma biçimidir. Eski uygarlıkların, Eskiçağ’ın ve Ortaçağ’m insanı top luma körü körüne bağlıydı ya da bağımlıydı. Toplumla ilişkilerini tar tışmak, topluma kendi eğilimleri ve dilekleri çerçevesinde istediği gibi yerleşmek durumunda değildi.Yeni uygarlığın insanı topluma bilinçle, kendi eğilim leri kendi dilekleri çerçevesinde bağlanmıştır. Gerçek dem okrasi istem i bu gelişim ini XVIII. ve XIX. yüzyıllarda kazan mıştır. XVII. yüzyıl demokratlaş ma bilincinin geliştiği ama yetkin leşmediği bir yüzyıldır, daha doğ rusu demokratlaşma bilincinin he nüz yaşama geçmediği bir yüzyıl dır. A v ru p a’da XIV. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar mutlakyönetimler her türlü demokrasi fikrini yokedecek biçimde büyük bir ge lişme gösterdi. Krallar toplumsalsiyasal yaşama tartışmasız bir bi çimde egemen oldular. Örneğin Fransa kralı Louis XIV’e göre yal nız Tanrı’nın yargılayabileceği kral ların kötü yönetimini halkın denet lemesi çok zordur, bu yönetimlere katlanmak bu yönetimleri denetle mekten daha kolaydır. Louis XIV demokratik düzenle ilgili olarak çok olumsuz görüşlere sahipti. Şöyle diyordu: “Ustaca kılık değiştirmiş bir yalanı birçok apaçık doğrunun arasına gizlendiğinde bulup çıkar mak halk iktidarlarının işi değildir”. Ne var ki XVII. yüzyılla birlikte
özellikle İngiltere ve Fransa’da de mokratik eğilimler hızla yayıldı. A ncak bu dönem de dem okrasi inancının toplumlarda tam olarak yerleştiğini sanm ak yanlış olur. Filozoflar ondan yana olsalar bile onun uygulanabilir olduğuna pek inanmıyorlardı. XVII. yüzyılda de mokrasiye karşı mutlakyönetimi savunan İngiliz filozofu Hobbes, iki defa, 1640’dave 165l ’de Fran sa’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Hobbes, Tevrat’daki bir devden esinlenerek Leviathan adını verdi ği yapıtını 1651’ de yayımlayınca Avam Kamarası filozofun kitap ya yımlamaması için yasa çıkarmıştır. Hobbes mutlakyöneticiye koşulsuz bağlılığı öngörüyor, mutlakyöneticinin bir Leviathan olmasını istiyor du. Aynı yüzyılda John Locke ilk olarak toplumsal sözleşme fikrini geliştirmiş, buna bağlı olarak zor baya direnme fikrini ortaya koy muştur. Locke yasama, yürütme ve yargılama erklerinin kesinlikle birbirinden ayrılması gerektiğini, bu erklerin mutlakyöneticilerce bildi rildiği gibi Tanrı’dan değil düpedüz halktan geldiğini, dolayısıyla tek ki şiye verilemeyeceğini yazıyordu. Locke’a göre devlet bu erkleri ye rinde kullanmadığı zaman ve buna göre insan hakları zedelendiği za man insan başkaldırma hakkına sa hip olacaktır. Demek ki devlet yet kesi hiçbir zaman mutlak değildir, bu yetke yurttaşlık haklarıyla sınır lanmıştır, yönetici devleti halkın temsilcileriyle tam bir anlaşma için de yönetmelidir. Locke’un bu be
DEMOKRASİ lirlemesi bugünkü İngiltere’de gör düğümüz meşruti krallık düzeninin belirgin bir imgesini ortaya koyar. Böylece siyasal özgürlük fikri ilk gerçek kuramsal anlatımına Locke’da kavuşmuş olur. Fransız Dev rimi ’ni yaratan fransız aydınları John Locke’dan büyük ölçüde et kilendiler. “Demokrasi aşkı eşitlik aşkıdır” diyen Montesquieu özgür lükçü parlamento düzenini savunur ken yasama, yürütme ve yargıla m a erklerinin birbirinden ayrılması gerektiğini savundu ama bu erkle rin birbirini denetlemesini de bir ge reklilik olarak koydu. Montaigne ve Descartes’la başlayan usçu gele neğin etkilerini de gözardı etmeden fransız devrim bilincinin kökenin de özgürlükçü İngiliz düşüncesinin bulunduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Jean-Jacques Rousseau’nun 1762’de yayımla nan Toplumsal sözleşmedi 1789’da yayımlanan Fransız insan ve yurt taş hakları bild irisi'n in ruhunu oluşturacaktır. R ousseau ulusal egemenlik fikrinin ilk gerçek temellendiricisidir. Ona göre toplumsal sözleşm eyle kurulacak düzende kralın değil halkın egemenliği ge çerli olacak, tüm yurttaşlar eşit olur ken herkesin seçtiği yönetim mut lak yetkiye sahip olacaktır. Demok rasi fikrinin alabildiğine güçlendiği bu dönemde gene de cumhuriyet fikrine birdenbire geçilmediğini ve demokrasi inancıyla mutlakyönetim düzenine bağlılığın bir arada yü rüdüğünü görüyoruz. H atta bu dönemde Rousseau gibi demokra
si savunucuları demokrasinin uy gulanabilir olup olmadığı konusun da kuşkuludurlar. Rousseau şöyle der: “Terimi gerçekçi anlamında ele aldığımızda, gerçek anlamda de mokrasi hiç olmamıştır ve hiç ol mayacaktır. Bir büyük topluluğun yönetmesi ve bir küçük topluluğun yönetilmesi doğanın düzenine ay kırıdır.” Rousseau’ya göre demok rasi biraz tanrısal bir kavramdır: “Bir tanrılar toplumu olsaydı, bu toplum kendini demokrasiyle yö netebilecekti. Öylesine yetkin bir yönetim insanlara uygun düşmez.” Bu sakınık tutum, mutlakyönetimle demokratik düzenler arasında se çim yapamama sıkıntısı o dönemin birçok düşünüründe vardır. Örne ğin Montesquieu üç yönetim biçi mi belirler: despotluk, mutlakyönetim ve demokrasi. Despotluk kor kuya, m utlakyönetim onura, de mokrasi erdeme dayanır. Montes quieu demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğunu benimsemekle bir likte onu her ülkeye ya da her ulu sa uyarlı bulmaz. Ona göre demok rasi küçük ülkelere uygundur. Des potluğu Doğu’nun büyük ülkeleri ne uygun bulan filozof kendi ülke sine her şeye karşın mutlakyönetimi uygun görür. Ne olursa olsun demokrasi çağdaş dünyanın zorun lu yaşam biçimidir ve karmaşık bir toplumda bir arada yaşama istemi ni yansıtmaktadır. Demokrasi bi linci buna göre toplumda mutlulu ğu ve mutsuzluğu paylaşma bilin cidir, başkasının varlığını onayla dığımız yerde vardır, başkasını et-
DEMOKRASİ lösiz kılmaya çalıştığımız noktada biter. Demokrasilerde kişilerin ya şam hakları yasalarla ya da toplum sal sözleşmelerle belirlenir ve ko runur, bu çerçevede başkasının ya şamına, başkasının düşüncesine ve eylemine doğrudan doğruya mü dahale suç oluşturur. Yeni demok ratik yaşam düzeninde toplum bi reyin haklarını ve ödevlerini kesin olarak belirler. İnsanların toplum da eşit haklara sahip olduğunu, kimsenin kimseye doğrudan doğnıya bağımlı olamayacağını, zulme direnme hakkının doğal bir hak ol duğunu, herkesin istediği inanç bi çimini benimseyebileceğim, düşün ce özgürlüğü kadar eylem özgür lüğünün de bir hak olduğunu be nimsemeyen insanlar elbette de mokrat olamazlar. Yeni toplumsal düzende birey yalnızca topluma karşı sorumludur ve toplumsal ilişki eski yaşam düzeninde olduğunun tersine birey-kurum ilişkisidir. Bi reyden bireye zorunlu ilişki artık ke sin olarak ortadan kalkmıştır ve böyle bir ilişki doğrudan doğruya insan onurunu zedeleyecektir. De mek ki artık kimse toplum adına özel olarak söz sahibi değildir, ar tık toplum kendine sahiptir ya da kendi kendisinin sahibidir, buna gö re tekçi yönetim düşleri yasal ol mayan eğilimleri duyurmaktadır. Yeni demokratik yaşam düzeninde kişilerin ya da toplulukların toplum sal düzene doğrudan doğruya mü dahaleleri suçtur. Demokrasi bilin ci taşıyanlar, yaşamın kendi kendi ni yenileyecek ve düzenleyecek
güçte olduğunu bilirler. Toplumda bir kurtarıcı, bir Mesih bekleyen ler, toplumda vasi arayanlar ya da kendilerini vasi gibi görenler, bü yük önder ya da tek adam düşleri geliştirenler çağdaş yaşam düzeni ni yanlış anlayan, yanlış anlamak isteyen kimselerdir. Demokrasi bir düzen konusu olmaktan önce bir bilinç sorunudur ve yetkin biçimde kurumlaşmış, geniş çerçevede kar maşıklaşmış bir toplumsal düzenin varlığını gerektirir. Parlamentolar, siyasi partiler, çok bakanlı hükü metler, karmaşık adalet mekaniz maları demokratik yaşamın zorun lu kurumlan da olsalar demokratik yaşamın gerçek tanığı olamazlar. Oy sandıkları, kalkan ya da inen parmaklar, hatta kağıt üzerinde gü vence altına alınmış haklar da de mokrasinin tanığı olamazlar. De mokrasi karmaşık toplum sal ya şam gereği insanların kafasında v i gönlünde oluşmuş ve kökleşmiş in san saygısını gerektirir. Demokra si başkalanyla birlikte olma ve başkalanyla paylaşma duyarlılığını ge rektirir. Demokrasi ailede başlar, öbür toplumsal kurumlarda sürer, yasama, yürütme ve yargılama erk lerinin tam olarak birbirinden aynldığı devlet kurumlannda en yük sek anlatımını bulur. Demokrasiler de ayrıcalık yoktur ya da ayrıcalık herkes için vardır. Demokratik ya şam düzeni hakların hiçbir gerek çeyle kısıtlanmadığı, hakların top lumsal istemle paylaşıldığı en yet kin yaşam düzenidir. Demokratik yaşam düzeni bir toplumsal söz-
DEMON leşme düzenidir. Demokratik ya şam düzeni, bir bütünü oluşturan bütünlüklerin birbirini denetlediği bir sivil toplum düzenidir. Sivil toplum da denetim en başta eleştiriyle sağ lanır. Demokrasinin başlıca güven cesi eleştiridir. Her eleştiri aynı za m anda bir toplum sal gücün, bir toplumsal ağırlığın anlatımıdır. De mokrasilerde eleştirmeyi, eleştiril meyi, kendimizi eleştirmeyi bilme miz gerekir. Eleştiri, ileri toplum dü zeninde aydınlanmış bilinçlerin işi dir. Birey olabilm ek, güçlü bir biçimde topluma katılabilmenin baş koşuludur ve yetkin bir bilinçlenm işliği gerektirir. G erçek birey kendi kafasıyla düşünebilen, kalıp düşünceler taşım ayan bireydir. Böyle bir birey için en temel top lumsal sorun, Immanuel K ant’ın deyişiyle, “hukukun evrensel biçim de egemen olduğu sivil bir toplum yaratm ak” sorunudur. (Bk. AYDINLANM ACILIK, ELEŞTİRİ, HOŞGÖRÜ) DEM ON . Bk. DAİMONİON. DENEY (fr. expérimentation', aim. Experimentation', ing. experimen tation). Somuta yönelik düzenli araştırma. Belli bir düzen içinde ya pılan deneyim. Deneyimin yöntemli kullanılışı. Bilimsel anlamda deney herhangi bir doğal olayı yapay ola rak elde etmeye dayanır; doğal ola yın olduğu gibi gözlem lenm esi gözlemi, yapay olarak elde edilip gözlemlenmesi deneyi oluşturur. Bi 128
limin bugünkü ölçülerde deneye da yanmadığı zamanlarda gözlemle deney birbirine karıştırılırdı. Örne ğin Bacon şu belirlemelerde bulu nur: “Gözlem ve deney gereci top lamak, tümevarım ve tümdengelim bu gereci işlemek içindir.” Zimmermann, bu iki şeyi birbirinden ayırır: “Bir deney bir gözlemden şu anlamda ayrılır; gözlemin bize sağ ladığı bilgi kendi kendisini sunar gi bidir, oysa bir deneyin bize sağla dığı bilgi bir şeyin olup olmadığını bilme tasarısı içinde yapılan bir gi rişimin ürünüdür.” Gözlemciyi edil gin, deneyciyi etkin kılan bu dü şü n cey e C u v ie r de k a tılır: “Gözlemci doğayı dinler, deneyci doğayı sorguya çeker ve açıklama ya zorlar.” Bu tanım ları da göz önünde tutarak deneyciyle gözlem ciyi ayrı ayn ele alan Claude Bemard yeni tanımlara ulaşır: “Gözlemci adı, basit ya da karmaşık araştır ma usullerini değiştiremediği ve do layısıyla doğanın sunduğu gibi der lediği olguların incelenmesine uy gulayan kişiye verilir. Deneyci adı, basit ya da karm aşık araştırm a usullerini, doğal olguları herhangi bir amaçta çeşitlendirmek ve de ğiştirmek için ve doğanın olguları sunmadığı durumlarda ya da ko şullarda bu olguları görünür kılmak için kullanan kişiye verilir. Bu an lamda gözlem doğal bir olgunun araştırılmasıdır; deney araştırmacı tarafından değiştirilmiş bir olgunun araştırılmasıdır.” (Bk. DENEYİM, GÖZLEM, YÖNTEM)
DENEYCİLİK D E N E Y C İL İK (fr. empirisme\ alm. Empirismus; ing. empirism). Öncesel fikirlerin ya da doğuştan fikirlerin varlığını yadsıyarak bilgi nin yalnızca deney yoluyla sağlan dığını ileri süren felsefe öğretilerinin genel adı. Deneycilik, insanda de neyden önce gelen ya da doğuştan getirilmiş olan ilkelerin varlığını be nimseyen usçuluğun karşıtıdır. De neycilik dış dünyayı tüm bilgileri mizin kaynağı olarak gösterdiği için yani bilgi edinmede nesneye ağır lık verdiği için gerçekçi bakış açısı na dayanır. Deneyciliği gerçekçi düşünce ve ülkücü düşünce ayrı mı ya da karşıtlığı içinde kavramak doğru olur. Gerçekçi düşünce ve ülkücü düşünce felsefe tarihi bo yunca zaman zaman birbirine yak laşmış olsa da genellikle iki kutup oluşturmuştur. Deneycilik gerçek çi düşüncenin bilgi edinmede ge nel eğilimi olarak belirirken usçu luk ülkücülüğün temel bilgi anlayı şım kurar. Bu anlamda deneyciliğin usçularca katı biçimde eleştirildiği çok olur. Bu eleştirilerden belki de en önemlisini “Deneycilik bilginin yoksanmasından başka bir şey değildir” diyerek Kant’çı filozof Hamelin yapar. Felsefe tarihinin ilk deneycileri belki de evrenle ilgili açıklamalarını duyu verilerine da yandırmış olan İonia filozoflarıdır. Ük köklü deneyci bakış Aristoteles’de belirir. Öğretmeni Platon’un görüşlerine tam karşıt görüşler or taya koymuş olan Aristoteles için dış dünya bilimsel bilginin başlıca kaynağıdır ya da tek kaynağıdır. Bil
gi sorunlarından çok ahlak sorunlanyla uğraşmış olanEpikuros’çular da bilginin kaynağı olarak de ney dünyasını gösteriyorlardı. D o ğuştan fikirlerin savunucusu Des cartes edinilmiş fikirler anlayışını getirmekle usçuluğu belli bir deney ci eğilimle dengelem iştir. Yeni çağ’da daha çok usçu anlayış için de gelişmiş olan fransız felsefesi ne karşılık İngiliz felsefesi her za man deneyci bir yönde ilerlemiştir. Deneyci anlayışın kurucusu ve başlıca kişisi Bacon’dur. Onun ar dılı John Locke fikirlerimizin kay nağı olarak hem iç, hem dış de neyi belirler. Francis Bacon’ın gö rüşlerine büyük ölçüde bağlı olan Locke, doğuştan fikirlerin varlığı nı yadsırken şu savı ortaya koy muştur: doğuştan fikirler olsaydı, bu n lar ço cuklarda, cahillerde, ilkellerde de ortaya çıkacaktı. Locke’a göre zihin başlangıçta bir ta bula rasafdır ya da üstünde hiçbir yazı bulunmayan bir düzlemdir, bu düzlem yaşam deneyleri içinde dol maya başlayacaktır. Gerçekçi ba kışın en eski formülü olan Nihil est in intellectu quad non prius fuerit in sensu, yani “Zihinde hiçbir şey yoktur ki daha önce duyularda bu lunmuş olm asın” form ülü Locke’çu anlayışa tıpatıp uyar. Böylece Locke’da duyu deneyi düşünce deneyini kesinlikle öncelemektedir. Locke’un baş eleştiricisi Leibniz, Descartes’dan daha ılımlı bir tu tum alarak, deneyciliğin doğuştan ilkeleri açık ve anlaşılır kılacağını savunm uştur. L o ck e’dan sonra
129
DENEYİM Hume da deneyci bir anlayış içinde felsefesini geliştirirken fikirleri du yu izlenimlerinin kopyaları olarak belirlemiş, onları çağrışımlarla bir birine bağlayarak deneyciliği çağ rışım cılığ a götürm üştür. JohnStuart Mili ve Herbert Spencer de deneyciliği çağrışımcı anlayış için de geliştirmişlerdir. Bazı felsefeci ler deneyciliği bir öğretiden çok bir yöntem sayma eğilimindedirler. İs ter öğreti, ister yöntem diye değer lendirilsin, deneycilik düşüncede somuta, olumluya, bilimsele yöne lişin anlatımıdır. Çağdaş felsefede bu iki karşıt eğilimin, deneycilikle usçuluğun bir bütün oluştururcasına birbirine yaklaştınldığını görü yoruz. Bu yaklaştırma eğilimi Bacon’a kadar dayanan bir eğilimdir. (Bk. DENEY, DİYALEKTİK, FEL SEFE) D EN E Y İM (lat. experientia; fr. expérience; aim. Experiment', ing. experiment). Kurgusal ya da önsel bilgiye karşıt olarak, olgular araş tırmasıyla elde edilmiş bilgi ya da bu bilginin elde edilmesi. Deneyci lere göre deneyim dolaysız bir ol gudur, algıyla kendiliğinden sağla nır. Usçular için deneyim algının kendiliğinden ulaşamayacağı nes nelliğe ulaşmamızı sağlayan zihin işlevidir. Deneyim zihnin etkin ya da edilgin bir işlevi olmakla tam an lamında düzenlenmiş bir etkinlik olan deneyden ayrılır ya da onun temelini oluşturur. (Bk. DENEY) 130
DENGELEM E (lat. compensatio; fr. compensation', aim. Ausgleich', ing. compensation). Bir eksikliği gi derme. Bir şeyler katarak ya da bir şeyler çıkararak bir denge durumu yaratma. Dengeleme, Adler ruhbi liminin temel kavramlarındandır. Buna göre dengeleme, aşağılıkduygusu gibi sıkıntı veren duyguları gi dermeye yönelik ruhsal bir süreç tir. Dengeleme çok zaman bilinçdışı koşullarda gerçekleşir. Dengele mede gerçek ya da sanısal bir ek siklik ikincil bir davranışla gideri lir, bu giderilme bazen gerçeğe çok uygun bir biçimde gerçekleştirilir. Adler’e göre Napoléon Bonaparte boyunun kısalığını unutm ak ve unutturmak için zaferden zafere koşm ak istemiştir. Kekem e D e mosthenes kekemeliğini yenerek iyi bir konuşmacı olmayı başarmıştır. Toplumsal başarısızlıklarını örtmek için kendilerini olağanüstü kişiler olarak göstermeye çalışanlar da bi rer dengelemecidirler. (Bk. AŞAĞILIKDUYGUSU) D EN K SER L İK (lat. aequitas', fr. équité', aim. Billigkeif, ing. equ ity). Eksiksiz adalet. Davranışını adalet duygusuna dayandırm aya özen gösterenin durumu. Yasal ada leti yani hukukun sağlayacağı adaleti aşan ve onu bazı özel du rumlarda düzelten doğal adalet duy gusu. Davranışlarını bu duyguya göre düzenleme eğilimi. Denkserlikte kişi davranışlarını bütünsel adalet fikri üzerine, gerçek anlam da adalet duygusu üzerine kurar.
DEVLET Denkser olan, adalet ülküsüne tı patıp uyandır. Aristoteles “Denkserliğin özü, yasa genel özyapısı ge reği yetersiz göründüğü zaman ya sayı düzeltmeye dayanır” der. İn cirde şu sözleri okuruz: “Görünüş ler üzerinde yargılamayı bırakın, d en k serlik le y a rg ıla y ın .” (Bk. ADALET)
müyle mekanik bir olgudur: bir şe yin devinebilmesi için bir başka şe yin onu itmesi gerekir. Gene de Descartes devinimi bir kendinde şey gibi düşünür ve şöyle der: ”Bir cisim öbürünü ittiği zaman kendin den aynı ölçüde devinim yitirmiyor sa ona hiçbir devinim veremez ve kendi devinimini çoğaltmıyorsa on dan hiçbir devinim alamaz.”
DESPOT. Bk. ZORBA. DETERM İNİZM . Bk. BELİRLE NİMCİLİK. DEVİNİM (yün.kinesis; lat. movimentum; fr. m ouvem enf, alm. Bewegung', ing. movement). Uzay da yer değiştirme. Bir cismin bir yerden bir yere geçmesi. Devinim olgusu öncelikle İonia’lı filozof Heraklietos’un ilgisini çekmişti: evren deki sürekli değişim dönüşümün varlığını ortaya koyarken devinimi de açıklıyordu. Onun “Aynı ırma ğa iki kere girilemez” sözü bu de vingen akışı ortaya koyar. Buna karşılık Elea’lı Parmanides evren de her türlü değişimi, bu arada de vinimi de bir yanılsama saydı. Aris toteles’de devinim İlk Devindirici’nin itkinliğiyle belirgindi. Skolas tikler devinimi gücüllük durumun dan edim durumuna geçiş olarak gördüler: devinen her varlık bir başka varlık yüzünden devinmek tedir, her devinim bir devinmeyen ilk devindiriciyi gerektirir. Maddey le uzamı özdeşleştiren Descartes için devinim etkin nedenin itici gü cüne bağlı olarak gerçekleşir, tü
DEVLET (fr. Etat; alm. Staaf, ing. state). Bir toplumun yaşam biçimini belirleyen ve düzenleyen yetke ve bu yetkeyle ilgili organların ya da düzeneklerin tümü. Bir ulusta ya da bir toplumda askeri, siyasi, adli ve yönetimsel kurumların oluştur duğu düzenek. Ortak yönetim dü zeni ve ortak yasaları olan bir ulus ya da uluslar topluluğu. Devletin varolabilmesi için bir ulusun ya da uluslar topluluğunun yerleşmiş bu lunduğu bir toprak parçası, bir de bu ulusu ya da ulusları yönetecek bir yetkenin bulunması gerekir. Her devlette bir yönetilenler topluluğu bir de onun içinden çıkan bir yöne tenler topluluğu vardır. Yönetenler topluluğu yetkeyi oluşturur. Bu ayrımlaşmışlıkta yetkeyle yönetilen ler karşı karşıya gelirler. Yöneten ler yönetilenler karşısında her za man belli bir ağırlığa sahiptirler, bu yüzden devlet denilince çok zaman yetke ve bu yetkeyi oluşturan dü zenek anlaşılır. Yöneten ve yöneti len karşıtlığında elbette sınıfsal ay rışmalara dayalı toplumsal çatışkı ların payı büyüktür. İnsanlık tarihi boyunca gelişen uygarlık etkinlik
131
DEVLET leri içinde devletin anlamı büyük de ğişik] iklere uğramıştır. Eski devlet tipi güçler ya da erkler bütünlüğü üzerine kuruluyordu. Bu devlette yasama, yürütme ve yargılama tam anlamında bir bütün oluşturuyor du. M odem devlette bu üç erk bir birinden kesin olarak ayrıldı ve bu ayrılma çağdaş demokratik devle tin varoluş güvencesi olarak belir lendi. Hegel’e göre devlet uygar toplumun güvencesidir, ahlaki yet kinliğin de kaynağıdır. Temel nite likleri özgürlük ve öznellik olan çağ daş insan bu niteliklerini devlette geliştirecektir. H egel’ci anamda devlet insan haklarını kesin bir bi çimde sağlayabilecek tek güçtür. “Hukuk, ahlak düzeni ve devlet tek olumlu gerçekliği, özgürlüğün tek dayanağını sağlarlar” der Hegel. Fi lozofa göre “Devlet özgürlüğün nesnel bir varoluş kazandığı ve nes nelliğe karıştığı tek özgül tarihsel biçimdir”. Devlette bireyler hakla rıyla olduğu kadar ödevleriyle var dırlar. Hegel’de her zaman haklar la ödevler bağlaşıktır, ödevler hak lardan haklar ödevlerden ötürü var dır. Böylece insancılık devletin te mel amacı olur. İnsancılık her dev letin ulaşabileceği bir yüksek insan lık durumudur. Bu yüzden gerçek anlamda insan olmak gerçek an lamda yurttaş olmakla eşanlamlı dır. Nietzsche Hegel gibi düşünmez ve şöyle der: “Devlet tüm soğuk ucubelerin en soğuğudur; soğuk soğuk yalan söyler, ağzından dö külen yalan şudur: ‘Ben, devlet, halkın kendisiyim’” Marx bize dev
letin sınıfsal çatışmaların zorunlu bir sonucu olduğunu bildirdi; sınıf sal uzlaşma olabilseydi devlet or taya çıkmazdı ve sürmezdi. Marx “yetkin devlet” ve “yetkin olmayan devlet” ayırımını koyar. Ona göre hıristiyan devleti yetkin değildir, bu na karşılık demokratik devlet yet kindir. Şöyle der Marx: “Sözümona hıristiyan devletinin devlet ola rak tümlenmesi için hıristiyan dini ne gereksinimi vardır. Buna karşı gerçek devletin, demokratik dev letin siyasal yetkinlik için dine ge reksinimi olmayacaktır. Demokra tik devlet dinden geçebilir, çünkü onda dinin temeli dindışı bir biçim de kurulmuştur.” Marx din fikrin den arınmış bir m odem devlet an layışı geliştirir: “İnsan gerçek an lamda kendini bir boyunduruktan kurtarmadan devlet kendini bir bo yunduruktan kurtarabilir, insan öz gür insan olmadan devlet özgür in san olabilir... Buna göre yurttaşla rın büyük bir çoğunluğu özel ya şamlarında dine bağlı kalırken devlet kendini dinden kurtarabilir.” Engels devletin topluma dıştan be nim setilm iş bir şey olm adığını, onun toplumun belli bir evresinde ortaya çıkmış bir ürün olduğunu söyler. Lenin şöyle der: “M arx’a göre devlet bir sınıf egemenliği or ganıdır, sınıfların çatışmasını azal tarak bu baskıyı yasallaştıran ve güçlendiren bir düzenin yaratılma sıdır.” M arx’çı öğretiye göre dev let proletarya diktatörlüğü dönemini izleyecek olan komünizm aşama sında gereksiz duruma gelecek ve
DEVRİM ortadan kalkacaktır. E. Durkheim’a göre devlet toplumun yoğunluğu nu ve düzenlenişini belirler. Max Weber’e göre devlet bir güç orga nından başk a b ir şey değildir. Pekçok düşünür devleti iktisadi ve toplumsal güçler arasında bir den ge organı, bir hakem olarak belir ler. (Bk. TOPLUM, YÖNETÎMBİÇİMİ) D E V L E T Ç İL İK (fr. étatism e; aim. Etatismus; ing. state control). Toplumsal ve iktisadi yaşamda dev let katılımının geniş çerçeveli olma sını öngören siyasal öğreti. Top lumsal ve iktisadi işlevleri devlet gü dümünde tutma eğilimi. Devletçi lik toplum yaşamında devlete ge niş çaplı bir düzenleyicilik hakkı ta nır, hatta devletin iktisadi yaşama, özellikle doğrudan doğruya katılı mını öngörür, devleti başlıca üreti ci güç olarakbelirler, böyle olmak la planlı iktisada dayalı merkeziyetçi bir düzeni öngörür, buna göre dev let halkın gereksinimlerini en iyi biçimde karşılayabilmek için sana yi ve ticaret alanlarında doğrudan doğruya etkin ve belirleyici olacak tır, kazanç sağlamak diye bir ama cı olmayan devlet böylece toplu ma ucuz ve sağlıklı hizmet götür müş olacaktır. (Bk. DEVLET, GÜ DÜMCÜLÜK) D EV R İM (lat. revolutio fr. révo lution; aim. Revolution; ing. revo lution). Toplumsal düzende kısa zamanda gerçekleştirilen köklü de ğişiklikler. Bir devletin yapısında
gerçekleştirilen hızlı ve temelli dö nüşümler. Littre ‘Devrim çöken es ki bir düzenle kurulan yeni bir dü zen arasındaki geçiştir” der. Dev rim eskimiş ve geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş bir toplumsal düze nin yerine bir başka toplumsal dü zenin geçişidir. Buna göre devrim bir toplumda, o toplumun tümünü ilgilendiren, bazen birçok bakımdan başka toplumları da ilgilendiren si yasal, toplumsal, iktisadi köklü de ğişiklikleri içerir. Toplumun tümün de değil de bazı kesimlerinde olu şan hızlı niteliksel dönüşümler de devrim diye adlandırılabilir (düşünce devrimi, edebiyat devrimi). Sınıflı toplumlardaki giderilmez çelişkiler artan dönüştürücü güçleriyle devrimlerin başlıca kaynağı olurlar. Yeni üretici güçler eski üretim güçleriy le kesin çatışmaya girdiğinde dev rim sözkonusu olur ya da daha doğ rusu devrimin yolu açılır. Bu geli şim üretim araçlarını elinde tutan ve üretim ilişkilerini düzenleyen egemen sınıfa yöneltilmiş bir silah niteliği kazanır. Böylece devletin ele geçirilmesi ve üretim araçlarının de ğişik koşullarda kullanılması ya da üretim ilişkilerinin yeniden düzen lenmesine doğru gidilir. Hızlı geçi şin getireceği göreli kargaşa devri mi zaman zaman bir şiddet devini mi olarak duyurur ve onu başkal dırmayla ya da ayaklanmayla bir tutmamıza yol açacak görünümler ortaya koyar. Lukacs gibi bazı ya zarlar şiddeti hızlı dönüşüm için ka çınılmazlık sayarken Simone de Beauvoir gibi bazı yazarlar şiddeti her
DEVRİM durumda mahkum ederler. Ne olur sa olsun devrimi ayaklanmadan ya da başkaldırmadan ayırmak gere kir. Başkaldırma ya da ayaklanma yetkeye karşı girişilmiş, çok zaman düş kırıklığıyla son bulan duygusal ve çok zaman bilinçsiz bir tepki de vinimidir, geleceği geniş çerçeveli biçimde tasarlamamış olmakla dev rim den ayrılır ve salt kargaşaya eğilimli bir girişim olarak belirir. Adamlarından birinin 1789 temmu zunda Louis XVI’ya “Efendimiz, bu bir ayaklanma değil, bu bir dev rim” deyişi bu ayrımı belirgin bir biçimde somutlaştırır. Genel olarak devrimler başarıya ulaştıktan zaman devrim diye nitelendirilirler, başa rıya ulaşmamış devrimleri bir ayak lanma olarak nitelendirmek olası dır. Bazı yazarlar devrimi kaçınıl ması gereken bir karışıklık olarak değerlendirirler. Devrim düşünce sinden özellikle uzak duran Kant, başarıya ulaşmış bir devrime katıl mayı bir zorunluluk sayar. Filozo fa göre her zaman kurulu düzen den yana olmak gerekir, ama yeni bir düzen geldiği zaman yapılacak iş bu yeni düzenden, yani yeni ku rulu düzenden yana olmaktır. Kant şöyle der: “Çünkü bir devrim bir kere başarıya ulaştı mı, yeni bir dü zen kuruldu mu, başlayışındaki ve sürüşündeki yasadışılık insanlan iyi yurttaşlar olarak yeni düzene başeğip başeğmemekte serbest bırak maz, insanlar bundan böyle iktida rı ele geçirmiş olan yönetime başeğmekten kaçınamazlar.” Her ne olursa olsun, yetkeye başkaldıra
rak kısa sürede toplumsal köklü de ğişiklikler getirmeye yönelik giri şimler kuşkuyla karşılanmaya açık girişimler olurlar. Bu yüzden bazı yazarlar devrim fikrini kökten mah kum ederek toplumlann kendiliğin den gelişmelerine ya da evrimsel ilerlemelerine bel bağlarlar. Bazı ya zarlarsa toplum lann yaşam ında devrimleri zorunlu dönüşüm nok taları olarak değerlendirirler. Bazı larına göre devrim adına her çıkış bilinçsiz bir tepki olacaktır. Bazı ya zarlarsa devrimi tam anlamında bir bilinç işi olarak görürler. J. James “Ancak bilincin varolduğu yerde devrim olabilir” der. Devrim, ku rulu düzenleri temsil edenlerin kor kulu düşü olurken yeni bir düzen isteyenlerin dayanağı durumuna ge lir. N. Bonaparte şöyle demiştir: “Devrimlerde iki çeşit insan var dır; devrimi yapanlar ve devrim den yararlananlar.” Devrimin ne olup ne olmadığı her çağa ve her devrimsel olaya göre değişik an lamlar kazanırken, tarihte bazı kit lesel ayaklanmalar (İonia devrimi) ve bazı siyasal değişiklikler (Birin ci İngiliz Devrimi Charles I’in taht tan indirilerek idam edilmesi; İkin ci İngiliz Devrimi James II Stuart’ın İngiltere’den ayrılması ve Orange’lı William’ın tahta geçme si) devrim diye adlandırılmıştır. Devrimler kitlesel bilinçlenmeyle il gili koşullara bağlı hızlı dönüşüm ler olmakla daha çok Yeniçağ’la il gilidirler. Yeniçağ’ın ilk önemli dev rimi Fransız Devrimi’dir. XVIII. yüzyıl aydınlanma düşüncesi için-
DEVRİM de gelişimini kazanmış olan ve an latımını bulan Fransız Devrimi soy lu sınıfının egemenliğine kesin ola rak son vermesiyle ve özgürlükçü düşünceyi savunan burjuva sınıfı nı tam anlamında egemen sınıf du rumuna getirmesiyle, hatta bu sı nıfın aşırı isteklerine karşı birey haklarım öne çıkarmaya yönelme siyle belirgindir. Bu devrimin en önemli yanı “insan hakları”nı ya şama geçirmeye çalışmış olması dır. Devrim sırasında “fransız hal kının temsilcileri halkı mutsuz kı lan ve yönetimlerin bozulmasına yol açan nedenlerin insan haklarını bil meme, unutma ve hor görme ol duğunu gözönünde tutarak insanın doğal ve vazgeçilmez haklarını res mi bir bildiriyle açıklamaya karar verdiler”. Sözkonusu bildiri insa nın yasal açıdan özgür ye eşit ol duğunu belirliyor, insanın başlıca haklarını özgürlük, mülkiyet, gü venlik, baskıya karşı direnme ola rak saptıyor, egemenlik hakkını ulu sa veriyor, özgürlüğü “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabil mek” olarak tanımlıyor, yasal dü zeni toplumsal yaşamın temeline yerleştiriyor, kimsenin görüşlerin den ötürü suçlandırılamayacağım açıklıyor, her birey için düşüncesi ni ortaya koyma hakkını savunu yordu. Yeniçağ’m dünyayı etkile yen devrimlerinden biri de 1848 Devrimi’dir. Bu devrim, o dönem Avrupa’sında kısa aralıklarla deği şik yerlerde ortaya çıkan devrim sel patlamaların en önemlisidir. Bu
devrim tüm dünyanın ilgisini Fransa üzerine çekmiştir. 1848 Devrimi toplumcuların ve cumhuriyetçile rin silaha sarılmasıyla iki günün için de alevlendi. Ayaklanan kalabalık lara ateş açılınca ortalık iyice ka rıştı, devrimciler ölülerini Paris so kak ların d a d o laştırd ıla r. H alk Tuilleries’yi ele geçirdi ve Bourbons hanedanını düşürdü (24 şubat). Bir geçici hükümet kuruldu. Yeniçağ’m en önemli devrimlerinden biri de Rusya’da patlak veren 1917 Sov yet D evrim i’dir. N ikolay I l ’nin tahttan çekilmesiyle ve Lenin’in ön derliğinde Bolşevik Partisi’nin ikti dara geçmesiyle belirgindir. Bu dev rim, XIX. yüzyılın sermayeci de vinimlerine karşı gelişen işçi sınıfı bilincinin Marx’çı felsefede anlatı mını bulan öngörüleri çerçevesin de gerçekleşmiştir. M arx’a göre bu devrimleri sosyalist devrim izleye cektir. Sosyalist devrim, burjuva devrimlerinin ardından, sınıflı top lum düzeninden sınıfsız toplum dü zenine geçişi sağlayacak olan pro letarya diktatörlüğünü kuracaktır. Bu yüzden Marx burjuva devrimini proletarya devrimi için bir köp rü sayar ve “Burjuva devrimi işçi sınıfının habercisi olduğuna göre proleterler burjuva devrimine katı labilirler, katılmalıdırlar” der. Marx’çı öğretiye göre komünist devri mi özel mülkiyeti kaldıracak ve her anlamda biryapılı bir toplum kura caktır. M arx’a göre “her devrimci kavga o zamana kadar egemen ol muş bir sınıfa yönelir” ve “ko 135
PIŞADÖNÜKLÜK münist devrim her türlü gelenek sel etkinliğe yönelmiş bir devrim dir”. (Bk. EVRİM, SINIF, TOP LUM) DIŞA D Ö N Ü K LÜ K (fr. extra versión', alm. Extraversión', ing. extraversión). Ruhsallığın dışa açık olması durumu. Dış dünyayla özel likle ilgilenme durumu. Duyguları nı dışa dökme eğilimi. Dışadönüklük kendine kapanma ve dış dün yadan uzaklaşma eğilimi olan içedönüklüğün karşıtıdır. Özellikle Jung’un ele aldığı bu iki kavram nesnel değerlerle öznel değerlerin birbiri karşısındaki konumunu be lirler. Dışadönük kimseler nesnel gerçeklikle özel olarak ve kendile rini unutacak kadar çok ilgilenirler, davranışlarını çevrenin özellikleri ne uyarlarlar. Buna karşılık içedö nükler şu ya da bu ölçüde dışa ka palıdırlar. Dışadönük kişi kendisini her zaman başkalarıyla birlikte du yar, bu yüzden başkalarıyla ilişki kurm ada son derece başarılıdır, duygularını sergilemekten ve gö rüşlerini apaçık belirtmekten çekin mez. (Bk. İÇEDÖNÜKLÜK) D IŞ E R K L İK (fr. hétéronomie-, alm. Heteronom ie\ ing. heteronomy). Yasalarını dıştan alan bire yin ya da toplumun durumu. Ya salarım kendinden getiren özerk’in tersine, dışerk bir dış yetkenin ken disine sunduğu yaşam ya da dav ranış formüllerine bağımlıdır. Kant, dışerk bir istemin hiçbir biçimde öz gür olamayacağını, böyle bir iste
me dayalı bir eylemin hiçbir biçim de ahlaki bir değer ortaya koyama yacağını gösterdi. Kant’a göre ah laki bir değerin oluşabilmesi için zorlamanın olmaması, eylemin so rumluluktan giderek gerçekleşme si gerekir. (Bk. ÖZERKLİK) DIŞLAŞM A (fr. extériorisation-, aim. Verausserlichung; ing. externalization). İçsel olan bir şeyin dı şa açık duruma gelmesi. Bir bilinç öğesinin başkalarınca kavranabilir duruma gelmesi. Dışlaşma genel olarak iç dünyamızın sanatta ya da davranışta dışa yansımasıdır. Sa natta anlamı ortaya koyan tüm sim geler ve biçimler dışlaşmayı ger çekleştirirler. Buna göre her dışlaş m a bir açınımdır. Bir yapıtta dışlaşmayı sağlayan şey sunumdur. Yapıtı oluşturan simgeler birer be lirleyen olarak belirlenenin yani an lamın taşıyıcılarıdır. Dışlaşma öz nelliği nesnelliğe açar, bir duygudüşünce bütününün başkasınca kavranılabilmesine olanak sağlar. (Bk. AÇINIM) D IŞ R A K (lat. exotericus; fr. exotérique; aim. exoterisch; ing. exoteric). Dışa açık olan. Bir tari kata bağlı kişilerce bilinene yani iç rek olana karşıt olarak o tarikatın dışmdakilerce bilinmesinde sakınca bulunmayan bilginin içeriği. (Bk. İÇREK) DIŞSAL (lat. explicitus; fr. expli cite; aim. explicit; ing. explicit). Açıkça görünen. İçsele karşıt ola
DİKKAT rak, dışsal, kendini açık ve seçik olarak ortaya koyan şeyin niteliği dir. Herhangi bir ikileme ya da bu lanıklığa yer bırakmayan tüm anla tımlara dışsal diyebiliriz. (Bk. İÇ SEL) DIŞTAN (lat. adventitius; fr. adverıtice; alm. akzidentell; ing. adventitious). Descartes’da duyu lar aracılığıyla sonradan elde edil en fikirlerin niteliği. Filozofa göre, doğuştan fikirlere ve yapay fikirle re karşıt olarak, dıştan fikirler ya da edinilmiş fikirler ben’in dış dün ya deneyleriyle elde ettiği fikirler dir: “Fikirlerimden bazıları bana ya bancı ve dıştan gelmiş gibi görü nüyor; bazıları benimle doğmuş gi bi; bazıları da benim tarafımdan ya pılmış ve kurulm uş.” Demek ki bende birçok fikir var. Ancak ben de temelde iki tür fikir olduğunu görüyorum: dış dünya nesnelerinin bendeki imgesi gibi olanlar, bir de karşılığını dış dünyada bulamadık larım, yani benimle birlikte doğmuş olanlar. Dıştan fikirler ya da yabancı fikirler bana doğanın sunduğu fi kirlerdir. Bu fikirler benim istemi me bağlı değillerdir, ben istesem de istemesem de doğa verir onları ba na. Onlar kendilerini bana karşın bana sunmaktadırlar. Doğuştan fi kirlerden kuşkuya düşmem gerek mez, oysa bu yabancı fikirler be nim için kuşku kaynağıdır. Çünkü duyularımın yanıldığını iyi biliyo rum. Dıştan fikirleri edinilmiş f i kirler diye de adlandırabiliriz. (Bk. DOĞUŞTANCILIK)
DİKKAT (lat. attentio; fr. atten tion; aim. Aufmerksamkeif, ing. at tention). Zihni herhangi bir nesne üzerinde toplam a edimi. B ilinç e tk in liğ in in b elli b ir n esn ed e yoğunlaşması. Lalande dikkati şöy le tanımlar: “Ruhsal olgularımızdan birine özel bir önem veren ve bu olguyu öbür olgular arasında bas kın kılan ve bazen bilincin tüm öbür olgularını ortadan kaldıran, böylece dikkatin konusu olan olgunun tek olarak gelişebilmesini sağlayan işlem.” Ribot’ya göre dikkatin ne deni ilgidir. Ribot kendiliğinden dik kati istemli dikkatten ayırır. Kendi liğinden dikkat doğal eğilimlerimi zin sonucudur, istemli dikkatte biz kendi isteğimizle bir nesneyi öne çıkarırız. Kendiliğinden dikkat her hangi bir dış uyarımla gerçekleşir: önümüzden çalgı çalarak geçen bir topluluğa ister istemez ilgi duyarız ve ona dikkatimizi veririz. İstemli dikkat düşünülmüş dikkattir, yapay dikkattir, onda kendimizi bir nes neye yöneltiriz. Ribot şöyle der: “Dikkat bireyin kendiliğinden ya da yapay uyarlanışıyla belirgin tek ve baskın bir zihin durumudur.” Buna göre dikkat olgusunda zihin etkin liği kendiliğinden ya da istemli ola rak artar. Bu etkinlik bir nesneye ya da nesneler topluluğuna yönel miştir. Dikkatle o nesne ya da nes neler topluluğu bilinç alanına yük selmiş olur. Demek ki dikkat deni len işlemle herhangi bir şey zihni mizde başka şeylerden daha görü nür duruma gelmektedir, hatta baş ka şeyleri silercesine öne çıkmak-
DİL
138
tadır. Paul Guillaume dikkatle ilgili olarak şunları söyler: “Bir nesneye uyarlanış, belli bir zihinsel birlik’in gerçekleştirilmesini ve elde edilme sini gerektirir. Ribot gibi biz de dik kati dikkatsizlikteki çokfikirlilik'e karşıt olarak tekfıkirlilik olarak be lirleyebiliriz. Ancak tekbirfikir sö zü basit bir indirgemeyi, bilinç içe riğinin yoksullaşmasını düşündürmemelidir. Bakıldığında büyük bir ayrı ayrıntılar çokluğu görülecek tir; düşünüldüğünde ikincil düzey de çok sayıda fikirle karşılaşılacak tır. Dikkatin bir yoğunlaşma oldu ğunu söylemek daha doğru olacak tır.” Paul Guillaume dikkatte bir olumlu bir de olumsuz yan belirler. Dikkatin olumlu yanı insana bir ay dınlık, bir güçlülük kazandırması dır. Cılız bir sese dikkat ettiğimiz de o sesi daha belirgin duyarız. Dikkatin olumsuz yanı dikkat nes nesinin dışındaki nesnelere olan il gisizliktir. Bir nesneye dikkat etmek başka nesneleri neredeyse yasak lam ak anlamı taşımaktadır. / C. Melinand: “Dikkat özünde bir dur ma, bir direnme edimidir, asıl nes ne olmayan her şeyi dışa atmaya dayanır. Öreğin hafif bir sesi, bir saat tiktakını dikkatle dinlemek demek bu sesi örtebilecek tüm de vinimi durdurmak, özellikle solu ğunu tutm ak dem ektir. Bundan sonra tiktak büyüyecek gibidir. Özünde durma, direnm e demek olan dikkat doğası gereği istemlidir.(...) Gerçekte dikkat bir istem ürünü değil istemin ta kendisidir.” / Diderot: “Büyük çabalar büyük
altın ya da gümüş paralar gibidir ler, onları kullanma fırsatı pek çık maz, ama küçük dikkatler her za man elde bulunan bozuk paralara benzerler.” / Muarice Blanchot: “Dil dikkatin yuvasıdır.” / Dufrenne: “Oyundan çekilmek geçmişe sığın maktır; bunu ruhbilimsel düzeyde dikkat davranışında iyi görebiliriz; dikkatli olmak demek, özellikle su numa tüm şanslarını verebilmek için nesneyi geleceğinde sezmek üzere geçmişe taşınmak demektir. Çün kü benim için, ancak ben geçmiş’sem dünyadan ya da benden, sö zümden ya da davranışımdan bir gelecek olasıdır. Ben ancak geçmi şi ve geleceği algılarım, şim di’de y a ln ız c a y a p m a k ta y ım d ır.” / Maurice Merleau-Ponty: “Dikkat edimi hiçbir şey yaratmaz, Malebranche gibi söylersek, o ortaya koyduğum sorulara yanıt verebile cek algıları ve fikirleri fışkırtan do ğal bir mucizedir.” “Dikkat genel ve koşullanmış bir güçtür, öyle ki her an bilincin tüm içeriklerine ay rım gözetmeden yönelebilir.” “Dik katin ilk işlemi kendine algısal ya da düşünsel bir alan yaratmaktır.” (Bk. DAĞILMA) DİL (lat. lingua; fr. langue, lan gage:; alm. Sprache; ing. language). Bir toplumun ya da bir ulusun sözsel anlatım dizgesi. Düşünceyi sesler aracılığıyla açıklama yetisi.İşaretlerle ilgili toplumsal dizge. Duyguların ve düşüncelerin açık lanabilmesi için sözle, yazıyla ya da başka bir aracıyla ortaya konulan
anlatım dizgesi. İnsanlar arasında iletişimi sağlayan her türlü işaret dizgesi. Eskiler dil konusunda ol dukça ilginç görüşler ortaya koy dular. Demokritos dili bir sözleş me olarak görüyordu. Kratylos’a göre dilin kaynağı doğaüstüydü. Renan, XIX. yüzyılda dili bilincin açınımı olarak değerlendirir. Özel sözsel anlatım dizgesi olarak dil, bir sözlüğü ve bir dil kuralları topla mını içerir. Toplumsal çerçevede gerçekleşen bu iki öge dili bir ku rum olarak belirler, onu bireylerce benimsenen genelgeçer bir iletişim aracı durumuna getirir. Bununla bir likte her birey bu ortak aracı kendi bilgilerine ve eğilimlerine göre azçok değişik bir biçimde kullanır. Bu yüzden yalnız anlatımda ustalaşmış kişilerin değil, her kişinin kendine göre bir konuşma ve yazma üslu bu vardır. Buna göre Descartes’m dili, Bergson’un dili, Ayşe’nin dili gibi belirlemelerde bulunuruz. Bu dil toplumsal kurallarla koşullanmış olduğu kadar bilincin değişik renk leriyle donanmıştır. Dil dediğimiz açıklama yetisi normal bir çocukta bir gücüllük olarak vardır ve geliş tirilmeyi bekler. Geliştirilmediği za man ilkel bir görünümde, ancak ba zı seslerin çıkarılmasına olanak ve recek basitlikte kalır, gelişebilmek için hem bireyin hem toplumun özel çabasını gerektirir. Dilin gelişimi bi lincin gelişmesine tanıklık eder. Sözcükler kavramların işaretlerin den başka bir şey değillerdir. Bu nunla birlikte, kavramın çeşitliliğiyle hatta kayganlığıyla sözcüğün bir-
yapılılığı arasındaki karşıtlık her za man anlatıma büyük güçlük çıka rır. özellikle kavramlara bağlı ol makla birlikte başlıbaşına bir kav ram belirginliği oluşturmayan duy guların anlatımı neredeyse raslantısal denebilecek ölçüde kaygan bir anlatımdır. Birey çevredeki yaşam sal etkinliklerin gücüne ve çeşitlili ğine göre dilini değiştirebilir. Dil, maddesel yaşamın kavramsal yan sısından başka bir şey değildir. Sağ lıklı bir bireyin doğumundan yetiş kinliğine kadar geçirdiği aşamaları ya da değişiklikleri dil açısından gözlemlediğimizde dilselliğin teme linde ortama uyuş zorunluluğunun yattığını görürüz. Yeni doğmuş be bek henüz dil öncesi dönemdedir, gereksinimlerini düzenli seslerle, hatta bağırışlarla ortaya koyar. İkin ci aydan sonra daha karmaşık bir ses düzeninin mırıldanmalarla be lirginleşmeye başladığı görülür. Bu dönemde ileride sesli anlatımın te melini oluşturacak olan ses dizgesi yavaş yavaş yerleşmeye başlamış tır. “Dil dönemi” dokuzuncu aydan sonra gelişir, ilk sözcüklerin biçim lenmeye başladığı bugünlerde “an ne”, “baba”, “dede” gibi sözcük lerden oluşan çok dar bir dağarcık oluşur. Burada birey sözcükleri cümle yerine kullanılır, örneğin “anne” dediği zaman “anne süt ver” demek ister. Bu yüzden bu evreyi ruhbilimciler “sözcük-cümle” ev resi diye adlandırırlar. Giderek da ğarcık hızla gelişir, özel adlar ve nesne adlarıyla zenginlikler ve çe şitlilikler kazanır. Bundan sonraki
DİLBİLİM
140
evrede fiilin katılmasıyla küçük cümleler kurma yeteneği kazanılır. Bu evre çocuğun kendini bir ben olarak algılaması ya da ben’in bi lincine varması evresidir. Bu bilinç o kadar bulanıktır ki çocuk ken dinden üçüncü kişi olarak sözeder. Birinci kişinin kullanılması dördün cü yıldan sonradır; bundan böyle dilin inceliklerine yönelinecek, dil kuralları gözönünde tutulacaktır. Bu da bilincin ve ona temel olan man tık düzeninin oluşumuyla ilgilidir. Dil dediğimiz zaman her şeyden ön ce mantığın kurallarına sıkı sıkıya bağlı bir etkinlik anlaşılır. Her dil kendi ayırıcı özelliklerini ortaya ko yarken ve geliştirirken mantığın kurallarına yaslanır. Buna göre dilin bir mantığı vardır ya da her dilin bir mantığı vardır diyebiliriz. Dil bilgisi bu mantığın açılımından baş ka bir şey değildir. Emile Zola şöy le der: “Bir dil bir mantıktır.” Her dilin mantığı genel mantığın açılı mı olarak başka dillerdeki kulla nımlara yeni kolaylıklar, anlatımla ra yeni olanaklar sağlar. Bu yüz den Goethe: “Yabancı dilleri bilme yen kendi dilini hiç bilmez” der. Kavramlar ve onların ilişkileri dili oluşturduğuna göre, kavramlar tüm ilişkileri içinde dünyanın ve dünya daki insanın zihnindeki varlıksal k arşılık ları olduğuna göre dili baştan sona toplumsal bir olgu di ye görmek yanlış olmaz. Marx dili “uygulamayla ilgili bilinç” olarak ta nımlar, ona göre dil bilinç kadar es kidir, başka insanlarla ilişkilerden doğmuştur, buna göre toplumsal
bir üretimdir. Dilbilimin kurucusu Saussure dilin ruhbilimsel yanına ağırlık verir. “Dilde her şey ruhbilimseldir, maddesel ve mekanik dışlaşmalar bile” der. Saussure’e gö re dilin bir toplumsal bir de birey sel yanı vardır, birini öbürü olma dan anlayamayız. Gene de ona gö re “Dil kimsede tam değildir, o tüm yetkinliğiyle kitlede yaşar”. (Bk. DİLBİLİM) D İLB İLİM (fr. linguistique', alm. Linguistik; ing. linguistics). Diller le ilgili bilimsel araştırma. Dillerin yapılan ve evrimleriyle ilgili karşı laştırmalı araştırma. Dilbilim deni lince özellikle İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün (18571913) derslerinde ortaya koyduğu ve derslerinin bir özetini içeren ve öğrencileri Charles Bally ve Albert Sechehaye’nin çabalarıyla ve aynca Albert Riedlinger’in katkılanyla 1916’da yayınlanmış olan Cours de linguistique générale (Genel dilbi lim dersleri) adlı yapıtta ayrıntıla rıyla açıklanmış olan öğreti düşü nülür. Saussure bu kitabın başla rında dilbilimin konusunu ve öbür bilimlerle ilişkisini açıklar: “Dilbili min çabalan şuna yöneliktir: a. ula şabildiği tüm dillerin tanıtlamasını ve tarihini ortaya koymak, buna gö re dil ailelerinin tarihini belirlemek ve olabildiğince her dil ailesinin ana dillerini göstermek; b. tüm dillerde sürekli ve evrensel bir biçimde et kin olan güçleri araştırmak ve tari hin tüm özel olgularının indirgene bileceği genel yasaları ortaya koy-
DİLBİLİM inak; c. kendi sınırlarını çizmek ve kendi tanımını yapmak. Dilbilimin başka bilimlerle sıkı ilişkileri var dır, bu bilimler ondan veriler sağ larlar. Onu öbürlerinden ayıran sı nırlar her zaman açık olarak görül mez. Örneğin dinbilim budunbilgisinden ve tarihöncesi biliminden özenle ayn tutulmalıdır, bunlarda dil bir belge olarak işe katılır, oysa dil toplumsal bir olgudur. Öyleyse onu toplumbilimle bütünleştirebilir mi yiz? Dilbilimle toplumsal ruhbilim arasında ne gibi ilişkiler vardır? So nunda, dilde her şey ruhbilimseldir, onun maddi ve mekanik görü nümleri de, bu arada ses değişim leri de. Dilbilim toplumsal ruhbilime çok değerli veriler sağlarken onunla bütünleşmiyor mu?” Dilbi lim XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olan çok genç ya da çok yeni bi limlerden biridir, insan bilimleri ara sında yer alan bu bilim daha çok işlevleri tanıtmakla ilgilidir. İlk dil bilim çalışmaları alman dilbilimcisi Franz Bopp’un çalışmalarıdır diye biliriz. Berlin üniversitesinde sanskritçe profesörü olan Bopp 1816’da sanskrit, yunan, latin ve alman dil leriyle ilgili karşılaştırmalı bir ince leme yapmıştı. Gene de Bopp’u bir dilbilimciden çok bir karşılaştırmalı dilbilgisi uzmanı saymak doğru olur. Karşılaştırmalı dilbilgisi bir bi lim olmaktan çok bir bilgi alanıdır. Her ne olursa olsun, XIX. yüzyıl da dilin ya da dillerin bilimsel dü zende incelenmesine olan eğilimler hızla yayılmıştır. 1926’da Prag dil bilim demeğinin kuruluşu bunun en
önemli göstergesidir. Saussure’ün “genel dilbilim” kavrayışına göre her dil yapılaşmış bir bütündür, dille ilgili tanıtlamalar zorunlu olarak ya pısal tanıtlamalardır. Dilde yapıla rın oluşum koşullarını ortaya çıkar mak gerekir, daha doğrusu yapıla rı görmek gerekir. Dil hem “dina mik” hem “statik” incelenebilir, ya ni hem tarihsel çerçevede, tüm dö nüşüm koşulları içinde hem de ol duğu gibi, yani durallığı içinde ele alınabilir. Ancak dilbilimsel araş tırma her zaman “dinamik” veri lerden çok “statik” verileri göz önünde tutacaktır. “Genel olarak dural dilbilimle uğraşmak tarihsel dilbilimle uğraşmaktan zordur. Ev rim olguları daha somuttur, onlar imgeleme daha çok seslenirler. On larda gözlemlenen ilişkiler güçlüğe uğramadan sezilen ardarda terim ler arasında birbirlerine bağlanırlar; bir dizi dönüşümü izlemek kolay dır, hatta çok zaman eğlencelidir. Buna karşılık bir arada bulunan de ğerlerle ve ilişkilerle ilgili olan dil bilim pekçok güçlük ortaya koyar.” Saussure’e göre her dil kendi özel likleri içinde apayrı bir bütün oluş turur. “Bir dili oluşturan imgeler so yut şeyler değil gerçek nesneler dir; bu şeyleri bu bilimin somut bü tünlükleri diye adlandırabiliriz.” Sa ussure’e göre diller kendi içlerin de, kendi özellikleri çerçevesinde oluşup gelişirler. Dil mantığa, bi zim ortak mantığımıza ters düşmez. Ancak her dilin bu ortak mantığa uygun azçok değişik bir mantığı vardır. Bir dilin özellikleri bir başka
DİLBİLİM dilin özelliklerine uymaz. Bir dilde doğru olan söyleyiş bir başka dilde saçma olabilir. Ünlemler bile, sesyansımaları bile bir dilden öbürüne değişirler. Burada elbette ruhbilimsel etkeni göz önünde tutmamız ge rekecektir. İncelemede dinamikçi ya da statikçi eğilim, buna göre ya pıları ardzamanlı ya da eşzamanlı olarak ele almak eğilimi özellikle bu ayrılıkların ortaya koyduğu zorun luluklara bağlı olacaktır. “Aynı dö nemde varolan iki dilden biri çokça ilerleyebilir, öbürü hemen hiç iler lemeyebilir: ikinci durumda incele me zorunlu olarak eşzamanlı, öbü ründe ardzamanlı olacaktır. Mut lak bir durum değişimlerin yoklu ğuyla belirgindir ve her şeye kar şın her dil az da olsa dönüştüğün den bir dilin durumunu incelemek uygulamada az önemli olan deği şimleri gözden uzak tutmayı gerek tirir; bu matematikçilerin bazı iş lemlerde, örneğin logaritma hesap larında çok küçük nicelikleri göz den uzak tutmalarına benzer.” Di lin özelliklerini oluşturan toplum sal ruhsallık, toplumsal ruhsallığın özelliklerini oluşturan da elbet coğ rafi, iktisadi ve benzeri etkenlerdir. Bir toplumda alışkı la ve görenek ler nasıl aynıysa dilsel yapılar da aynıdır. “Her toplum benimsediği dilden genellikle hoşnuttur.” Gene ce değişen yaşam koşullan dile yeni ezellikler kazandırır, onda bir şey leri eskitir ve yokederken bir şey leri başlatır, doğurur, ortaya çıka rır. Her dil, her zaman tarihsel ola rak ele alınmaya yatkın olmasa da
özü gereği tarihseldir. “Dil her za man bir önceki çağın kalıtı olarak görünür.” Bu değişime yatkınlıkta, elbet insanlann benimsenmiş yapı lar karşısında özgür istemleriyle or taya koydukları yeni dilekler belir leyici olacaktır. “Benimsetilen ge lenekle toplumun özgür eylemi ara sında ayrı bir denge vardır.” Tutu cu eğilimler dildeki gelişimleri en gellerler. “Geçmişe bağlılık seçme özgürlüğüne her an güçlük çıkarır.” Ancak değişim her zaman vardır, hiçbir güç değişim i m utlak bir biçimde engelleyemez. “Zaman her şeyi değiştirir, dilin de bu evrensel yasadan kaçabilmesi için hiçbir ne den yoktur.” Ancak insanlar dili bil dikleri gibi eğip bükemezler, içle rinden geldiği gibi değiştiremezler. Bir başka deyişle dil bazen yavaş bazen hızlı değişim ler yaşarken devrime kapalıdır. “Bir yaşamın for mülleri, bir dinin kurallan, denizci lik imleri vb. her zaman belli sayıda insanı belli bir zaman içinde ilgilen dirir; buna karşılık dile her kişi ka tılır, bu yüzden dil her zaman her kesin etkisiyle karşılaşır. Bu temel olgu dilde bir devrimin olanaksız lığım göstermeye yeter. Dil bütün toplumsal kurumlann isteklere enaz karşılık verenidir. Dil toplumsal kit leyle bütünleşir ve toplumsal kitle doğal olarak durağan olduğundan her şeyden önce bir tutuculuk et keni olarak görünür.” Kısacası, dil ler ancak kendi içlerinde kavrana bilirler. Dilden dile şematik geçiş ler yoktur; bir dilde bulduğumuzu bir başka dilde olduğu gibi bul-
DİLBİLİM mamız gerekmez. Bir başka deyiş le, diller bakışımlı değillerdir, birbirleriyle çakışmazlar. Dil daha çok nedensiz oluşumlar diyebileceğimiz oluşum larla varolur. Saussure’e göre dilde iki ayrı yan vardır: ses yanı ve düşünce yanı. Ses düşün ceyi dışlaştıran bir aracıdır. “Bir sesler dizisi bir fikri taşıyorsa dil bilimseldir.” Dil tam olarak toplum da gerçekleşen bir dizgedir, birey lerde eksikli olarak bulunur. Saus sure’e göre dil alanı bir gösterge ler alanıdır. Gösterge alanı göste rence gösterilen'den oluşur ya da belirleyen'\e belirlenen'den oluşur. Göstergeler doğal ya da yapay olur lar. Soğuklar kış mevsiminin doğal göstergesidir. “ Sağa dönülm ez” levhası yapay göstergedir. “Sağa dönülmez” imini başka türlü de dü zenleyebilirdik. Ancak o bu duru muyla benimsenmiştir. Benimsen miş bir imi değiştirmek güçtür. Sol anahtarını değiştirenleyiz artık. Ya pay gösterge simge değildir. “Dil bilimsel imi ya da daha doğrusu be lirleyen dediğimiz şeyi belirlemek üzere simge sözcüğü kullanıldı. Bu nu benimsemek (...) uygun olma yacaktır. Simgenin özelliği tümüy le nedensiz olmaktır: o boş bir şey değildir; belirleyenle belirlenen ara sında bir doğal bağ öğesi vardır. Adaletin simgesi olan terazinin ye rine örneğin bir araba koyamayız.” Her ne olursa olsun burada sesle kavram arasında bir bağlantı sözkonusudur. “Dilbilimsel im bir şeyle bir sözcüğü değil bir kavramla sessel bir imgeyi birleştirir.” Bu sessel
öge de zaman içinde ortak bir ürün olarak kendini gösterir, göstermiş tir. “Bir sözcüğün ünlenişini belir leyen onun yazılışı değil tarihidir.” Saussure burada yazıyı dilden ayı rır. Yazı durağan kalır, kalabilir, bu na karşılık dil gelişimini sürdürür. “XIV. yüzyıldan sonra yazı dura ğan kaldı, buna karşılık dil gelişi mini sürdürdü” der Saussure. Ona göre belirleyen ortak bir anlaşma nın ürünüdür. “Kendini ortaya ko yan fikre göre, belirleyen özgürce seçilmiş görünür, buna karşılık, onu kullanan dil topluluğu için o ba ğımsız değildir, benimsetilmiştir.” Öyleyse şu yargıyı rahatça orta ya koyabiliriz: “Dilin bir bireysel bir de toplumsal yanı vardır, biri olmadan öbürü kavranılamaz.” Saussure’e göre dil göstergesi ne densizdir, bir başka deyişle “Belir leyenle belirleneni birleştiren bağ nedensizdir.” Demek ki gösterilenle gösteren ya da belirleyenle belirle nen arasında zorunlu bir bağ yok tur. Kuşa “kuş” yerine başka bir şey de diyebilirdim. Her dilde belli nesneleri karşılayan sözcüklerin değişik olması da bu nedensizliğin belirtisi değil midir? Fransızların “ b o e u f ’ d e d iğ in e A lm an lar “Ochse” diyor. Ancak simgede belli bir ned en sellik sözkonusudur. “Simgenin özelliği onun hiçbir za man tümüyle nedensiz olmayışıdır. O boş değildir, gösterenle gösteri len arasında doğal bir ilişki vardır onda. Adaletin simgesi olan terazi nin yerine herhangi bir şey, örneğin bir araba kullanamayız.” Böylece
DİN Saussure dilbilimi temellendirir ken onu özellikle dural yapısal in celemenin konusu olarak belirledi. Saussure’in Genel dilbilim ders leri büyük ilgi uyandırdı, dil araş tırmalarına yönelen tüm okullar ve akımlar onun görüşlerine bağlı dırlar. Prag ve Kopenhag okulları, Jacobson ve Martinet gibi dilbilim ciler Saussure’ün açtığı yoldan iler lediler. Böylece dilbilim dillerin ya pısal tanıtlamasında giderek artan bir önem kazandı. 1950’den sonra am erik an d ilb ilim c isi N oam Chomsky dilbilimde yeni ufuklar açtı. Ancak Saussure her zaman te mel başvuru kaynağı olma niteliği ni korumaktadır. (Bk. DİL)
144
DİN (lat. religio', fr. religion; alm. Religion\ing. religion). Tanrısallı ğa yönelik belirli tapınma usulleri. İnsan ruhunu doğaüstüne yönelten ve Tanrı’yla ilişkiye koyan inanç et kinliği. Tanrısallık fikri ya da duy gusu çerçevesinde bir toplumun be nimsediği dogmalar ve uygulama lar toplamı. Tüm dinler insan ya şamını belirleyen aşkın güçlerin varlığı fikrinden doğmuştur. Dün yanın en eski dinleri olan çoktannlı ve insanbiçimci dinlerde bir tanrı topluluğu insan dünyası için belir leyici olur. Bu insanbiçimci dinle rin en karmaşığı eski yunan dini dir. Bu ilk uygarlıklar döneminde kentler öne çıkmış, her kent kendi tanrısını oluşturmuş, sonra toplum bütünleşip kentler siyasal ya da en azından kültürel bütünlüğe kavuş tukça bir tanrılar ailesi oluşmaya
başlam ıştır. M erkezi yönetim in baskın olduğu toplumlarda bu tab lo daha az karmaşıktır. Ne olursa olsun, en eski dinler, gelişmiş bir dogma ve uygulama düzenine ulaş mış olmamakla bir anlamda ilkel dinlerdi ve bir öbür dünya kavra yışından çok bu dünyayla ilgili di lekler ve öngörüler geliştirmiş ol makla gerçekçi dinlerdi, onlarda her şey yaşamın daha düzgün, daha ve rimli bir biçimde sürdürülmesiyle ilgiliydi. Bu dönemde yöneticilerin bazen tanrı ya da tanrı vekili niteli ği taşımakta oluşu bize ilk dinlerin birer dünya dini olduğunu göste rir. O zamanlar inancın gerçekçi özellikleri insanın zorunlu gerçek çiliğiyle ilgilidir: ilk uygarlıkların in sanı yalnızca gerçeklikler ya da so mut gerçeklikler düzeyinde yaşıyor, üst düzeyde soyutlamalara yatkın olmayan sınırlı zihniyle geniş çer çeveli bir üst dünya kavrayışı geliştiremiyordu. İnsan zihni soyut düşünceye yönelerek somutun ala nından yükseldikçe “mutlak” fikri ne yönelmeye başladı, çoktanrıcılıktan sonra gelişen ya da çoktanrıcılığın geç dönemlerinde yavaş yavaş gelişmeye başlayan tektanrıcı dinlerin kökeninde işte bu so yuta yönelme eğilimi yatmaktadır. Bu dönüşüm insanların insanbiçimli tanrılar karşısında kuşkuya düşme siyle başlamıştır. Eski Yunanis tan’da duyumcu İonia okulunun ve maddeci atomculuk okulunun dinsellikten uzak tutumuna karşılık Elea okulunun usçuluğu tekçi dinsellik anlayışına yatkındır. Tek-
tanrıcılığa yönelişin ilk felsefi te meli Yunanistan’da Elea’lı Par menides ’in “Bir Varlık”ıyla ve Platon’un İyi İdea’sıyla atılmıştır. İyi İdea’sı tüm İdea’lann üstünde yer alır. Tektanrıcılığa geçiş son dere ce yavaş olmuştur. Felsefi düzey de çoktanrıcılıklatektanrıcılık ara sında biri tanrıtanımazlığa öbürü heptanrıcılığa uygun düşen iki fel sefe devinimi, Epikuros’çuluk ve Stoa’cılık yer alır. Epikuros tüm öbür dünya kavrayışını siler, tanrı ları iyi de kötü de olmayan, buna göre kendilerinden iyilik de kötü lük de gelmeyecek olan, insan dün yasını yönetmeyen, olsa olsa insa na örnek olabilecek olan varlıklar olarak belirler. Tektanncılığın en es ki biçimlerini en eski uygarlıklarda görüyoruz. Eski İbrani toplumunda ve İran toplumunda ortaya çık mış olan tektanncılık gelişmiş bir soyutlama gücünden çok toplum sal yalınlıktan ya da karmaşıklaşmamışlıktan kaynaklanır. Tektanncılık hıristiyanlığa kadar büyük bir gelişme göstermemiştir, yerel ya da parçalı kalmıştır. İbrani ya da İsrail dini bir aşkın Tanrı kavrayışıyla bir likte aşın bir tannsallık korkusu ge tirmiştir. İsrailoğullannın tektanncı kavrayışı bir göçebe kavmin tek öndere gereksinim duyan sınırlı ya şam biçimlerinden doğmuştur ve göçebe yaşamının zorunlu koşullanyla belirgin katıkuralcılıkla ken dini ortaya koym uştur. İran ’da Zerdüşt dini başlangıçta tektanrıcı bir anlayışla gelişirken giderek iki tannlı bir pagan dini özelliğini ka
zanmıştır. Bu dönüşüm her şeyin kaynağı olan tek bir Tanrı’dan İyi Tanrı (Ahuramazda) ve Kötü Tann (Angramanyu) kavramlarının türetilmesiyle gerçekleşmiştir. M.S. III. yüzyılda tektanncılık Plotinos felsefesi içinde en yetkin anlamını kazanır. Sonuncu büyük pagan fel sefesi olan ve Platon’culuğun yeni bir yorumu olduğu için yeni-Platon’culuk diye adlandırılan Ploti nos’çuluktaTann’nın özel adı “Bir”dir. Bu “Bir”in başlıca nitelikleri yetkinlik, aşkınlık, bağımsızlık, et kinlik, düşünsellik, özgürlüktür. “Bir” kendi benzerini yaratmak is teğiyle tüm varlığı oluşturmuştur. Bu anlayış aynı dönemlerde orta ya çıkmış olan ve ilk büyük Hıristi yan felsefesi olarak değerlendirilen Augustinus’çuluğa çok yakındır. Plotinos’dan az sonra, IV. yüzyılın sonlarına doğru Aziz Augustinus Plotinos’un ‘B ir’ini “Doğru’1 diye adlandırarak tam anlamında Platon’cu çözümler ortaya koyar. Aziz Augustinus’dan önce hıristiyanlar gerçek anlamda felsefi temellendirmelere yönelmeden inanç öğelerini saptamakla ve yerleştirip yaymak la uğraşmışlardır. Zaten bu ilk hıristiyanlar felsefi bir derinlikten yok sun kimselerdir. Dogmacı yönelim lerle pek ilgisi olmayan bu dönem lerde hıristiyanlar gerçek anlamda eylem adamlarıydılar. Yoksulluk, bilgisizlik, yeraltında çalışma zorun luluğu ilk hıristiyanlan düşünceden çok eylemle yükümlerken Augus tinus’a kadarki üç yüzyılı aşkın dö nemi dogmacı yönelimler açısından
DİN
146
verimsiz kılmıştır. Platon’cu çizgi de tanrısallığın bilgisine yöneliş için göntll’ü ya da içsel etkinliği belirle yici sayan Aziz A ugustinus’dan sonraki dinbilimciler yavaş yavaş usçu bir çizgiye doğru yönelmeye başlamışlardır. Bu gidiş Platon’culuktan Aristoteles’çiliğe doğru ya da gönülcülükten usçuluğa doğru bir gidiştir, öncesel ya da doğuş tan bilgilerden deney yoluyla edi nilmiş bilgilere doğru bir gidiştir. Aziz Anselmus, Augustinus’un Platon’culuğuna azçok usçu bir bakış getirmiş, inancın usla aydınlatılma sı gerektiğini savunmuş, daha son ra tüm skolastikler, bu arada Aziz Tommaso, Aristoteles’çi bir çizgi de inancı temellendirmeye girişmiş lerdir. Tektanncı büyük dinlerin ta rihsel çizgide üçüncüsü olan İslam dini VI. yüzyılda Arap yarımada sında Hz. Muhammed’in aracılığıy la temellendirilmiştir, daha sonra Razi, Biruni, El Kindi, Farabi, Ibni Sina, Gazali, İbni Rüşd gibi filozoflarca felsefi arayışlara götürül müştür. Dinci anlayışın hıristiyanlık çerçevesinde en bağlayıcı oldu ğu dönem Ortaçağ’dır, bu dönem de felsefe tam anlamında bir dinbilim özelliği kazanm ıştır. R öne sans’la birlikte din duygusu insan cı bakış açıları karşısında gerilemiş, bu gerileme bir yandan tanrıtanı mazlığa kadar varacak olan bir inaç boşluğuna yol açarken bir yandan ileride olumculuğa dönüşecek olan bilim düşüncesinin doğuşuna ko laylık sağlamıştır. Rönesans döne minde, insancı düşünce çevresin
de Almanya’da başlayan ve öbür avrupa ülkelerine yayılan Reform devinimi hıristiyancı bakış açısın da ve hıristiyan uygulamalarında bir yumuşama sağlamıştır. XIII. yüzyıl boyunca mutlakyönetimin kollan arasında korunan kilise, Or taçağ’ın sonlarında hızla yitirmeye başladığı, daha sonra neredeyse iyi den iyiye elden kaçırdığı gücünü ve ağırlığını yeniden kazanma yolunu tutmuş, hem reformcu yanıyla hem reform karşıtı yönelimleriyle tam anlamında bir baskı kurumu duru muna gelmiştir. XVIII. yüzyılda aydınlanma devinimi tanrıcı bir an layış getirmiş, Tanrı’nm varlığını ve mutlak gücünü öngörürken din kurum unu gereksiz saymış ve ona büyük e le ştirile r yöneltm iştir. 1789’dan sonra yaşama geçmeye başlayan aydınlanmacı düşünceler XIX. yüzyılda büyük ölçüde ege men olacak olan olumcu düşün ceyi doğururken ya da doğuran koşullara katkılar sağlarken tanrı tanımazlığı özellikle öne çıkarmış tır. Auguste Comte olumcu düşün cenin ilk büyük temellendiricisi ola rak tüm “mutlak”ı yadsırken din düşüncesine karşı çıkmış, insanlığa “insanlık dini”ni önermiştir. Bütün bu gelişmeleri içinde din duygusu bireyin varsaydığı aşkın güçlere bağlanma gereksinimini karşılamış tır. Bazı düşünürlere göre din insa nın bir yaratısıdır: tarih boyunca varlığını sürdürmüş olan bu evren sel aşkınlık inancı insanın evrende kendini yalnız ve güçsüz duyuşunu dengelemek için ortaya koyduğu
DİN bir tasarımdır. Böylece din insanın evrensel korunm a gereksinimini karşılamaktadır. Amerikalı pragma cı filozof William James mutlak’ın da sonsuz’un da varolan şeyler ola mayacağını, insan zihninin tam an lamında bilinmeze mahkum oldu ğunu, dinin korunma içgüdüsün den kaynaklanmakla aşkın bir ger çekliği karşılamaktan uzak bulun duğunu bildiriyordu. Freud dinin kökenini baba koruyuculuğunu ye niden özleme duygusuna dayandı rıyordu. Bazı düşünürler iyi bir ruh sal dengenin ancak din duygusuy la sağlanabileceğine inanırlar, hatta böyle bir duygunun varlığı için Tann ’nın varlığını zorunlu görmedik lerini söylerler. “Tanrı olmasaydı da din kutsal ve tanrısal olacaktı” der Baudelaire. Dini “uyutucu” olarak değerlendiren Marx, tüm tanrı ve din fikrini yoksayarak dine karşı en köklü eleştiriyi getirir. “Din uydur ma bir güneştir” diyerek dinler kar şısında kesin bir tutum alan filozo fa göre din bilinç eksikliğinden kay naklanmaktadır: “Din ezilmiş var lığın soluk alışıdır, yüreği olmayan bir dünyanın yüreğidir, aynı zaman da düşüncesiz bir çağın düşünce sidir. Din halkın afyonudur.” Ne olursa olsun, dinin ahlaki bir yü kümlülük ortaya koyduğu kesindir, hatta dinler bir bakıma toplumların ya da insanlığın ortak ahlak anlayı şını içermektedir diyebiliriz. Kardi nal Spellman şöyle der: “Ahlakın dışında din meyvasız ağaçtır. Di nin dışında ahlak köksüz bir ağaç tır.” Hatta zaman zaman dinin ah
lakla özdeş leşti ri 1diği görülür. Hz. Muhammed “M üslümanlık huyun güzelliğinden başka bir şey değil dir” derken din kavramıyla ahlak kavramını birbirine çok yaklaştırır. “İyi bir yaşam iyi bir dindir” der Th. Fuller de. Her ne olursa olsun, din bir inanç alanı olmakla bireyin seçimlerine göre bir anlam kaza nacaktır, bu da bireyin bilinç ko şullarıyla ilgilidir. B irarap atasözü şöyle der: “Din üzerine tartışan iki insandan en az biri delidir.” Gene de dinin evrensel bir geçerliliği var dır ve dinler özlerinde aynı özellik leri taşır gibidirler. M ahatma Gandi “Bir insan kendi dininin özüne ulaşırsa başka dinlerin özüne de ula şır” der. Gene de bir çin atasözünün bildirdiği gibi, göklerin müzi ğini herkes kendine göre yorumla yacaktır. Bu yüzden inanç benim senen ama benimsetilmeyen bir de ğer olarak düşünülm elidir. K u ran’daki şu söz bu bakımdan çok anlamlıdır: “İnsanlara inançlarından ötürü şiddet uygulamayın.” Dinler toplumbilimi, dinsel etkinliklerin bi çimlerini ele alan bilgi alanıdır. Her toplum dinsel inanç dizgesini söz lerle ve metinlerle açıklar, yapıtlar da ortaya koyar. Bu çerçevede inancın çeşitli görünümleri toplum sal yapının ya da değerlerin açık lanması için temel oluşturur, ortak bilinci açıklayan bir güç olur. İnan cın özellikle uygulamayla ilgili et kinlikleri toplumlan kavramada bir simge değeri ortaya koyar. (Bk. HEPTANRICILIK, TANRITANI MAZLIK, TEKTANRICILIK)
147
DİNBİLİM D İN BİLİM . Bk. TANRIBİLİM. D İN C İY Ö N ETİM (fr. théocratie-, alm. Theokratie; ing. theocracy). Dinsel kurallara dayalı yönetim. Din adamları topluluğunun yönetimi. Kavramın kökleri eski yunan toplumundadır. Dinciyönetimde iktidar (kratos) Tanrı’nın (theos) iktidarı dır. Laik yönetimin tam karşıtı olan dinciyönetimde dinle devlet içiçedir, bir organın iki ayrı yüzü gibi dir, devlet yönetimi din kurumlarımn elindedir. (Bk. LAİKLİK) D İN D IŞI (lat. p r o f anus; fr. pro fane-, alm. Profan-, ing. profane). K utsal’a karşıt olarak, dine yaban cı olan, inancın dışında kalan. Din le ilgisi olmayan her şeye dindışı diyebiliriz. Dinsellik varlık düzeyin de değer ayrımları getirirken her dindışı tutum varlığı tam bir bütün lük ya da biryapılılık içinde görür. M. Eliade şöyle der: “Dindışı de ney için uzam biryapılı ve yansız dır; hiçbir kesinti onun kütlesinin çeşitli parçalarım niteliksel olarak ayrımlaştıramaz.” (Bk. KUTSAL)
148
D İN G İN C İL İK (fr. quiétisme-, alm. Quietismus; ing. quietism). Ruh yetkinliğini Tanrı’ya dinginlik içinde yönelme isteminde bulan, tüm dini ve ahlaki etkinliklerin dı şında tam anlamında bir kendine ka panışla Tanrı’ya ulaşmayı öneren dinbilim öğretisi. Tanrı’yla buluş mak ya da Tanrı’ya yaklaşmak için kendinden geçmeyi, edilgin bir ruh durumuyla her şeyi belli bir ilgisizlik
içinde g ö zlem lem eyi öngören gizemcilik öğretisi. Dingincilik, Tanrı’ya arı bir aşkla bağlanmayı önerirken insana hem kendi kurtu luşunu hem de dış dünya gerçekli ğini önemsememeyi öğretmektedir. XVII. yüzyılda İspanya’da M oli nos, Fransa’da Madam Guyon din ginciliğin önericileri oldular. Daha sonra Fénelon bir süre bu görüşün ateşli yandaşı olarak göründü. (Bk. DİN, GİZEMCİLİK, TANRI) D İY A LEK TİK (fr. dialectique-, alm. Dialektik-, ing. dialectic). Çe şitli olasılıkları göz önünde tutarak yö n tem li d ü şü n m e san a tı. D o ğ ru la ra u la şm a y o lu n d a tartışm ayı tem el alan usullerin tümü. Karşıtların karşılıklı edimiyle ve sonunda onların belli bir çözüme ulaşmasıyla belirgin evrensel ve düşünsel oluşum. Eski Yunanis tan’da diyalektik (dialektike) dü şünme ve tartışma sanatı anlamına geliyordu. Diyalektik sözcüğü He gel ve Marx felsefelerinin gelişimin den sonra oldukça yeni ve değişik bir kavramı karşılar oldu, bu arada sık sık kullanılır oldu. H egel’e ka dar uzanan düşünce çizgisi boyunca diyalektik her şeyden önce bir man tık sanatıydı. Buna göre diyalektik, tartışmasız ya da inandırıcı söz sa natına ya da belagate karşıt olarak tartışmalı söz sanatına karşılıktır. Diyalektikte gösterme ve çürütme sanatları yanyanadır ya da içiçedir. Bu da her şeyden önce karşımız daki kişinin sözlerinde sakat ya da zayıf yanlan bulup çıkarma dikka
DİYALEKTİK tini ve ustalığını gerektirir. Eski Yu nanistan’da felsefenin hızla kuru lup geliştiği dönemde yani Platon öncesinde dört ayrı felsefi bakış or taya çıkmıştı: İonia’lı filozoflar var lığın temelini oluşturan ana mad deyi ya da ilk ilkeyi arıyorlardı. Elea’lı usçular akıp giden şeylerin dünyasını yani duyulur dünyayı aşan değişmez bir temelin araştırı cılarıydılar. Değişmezi getirerek de vinimi tehlikeye düşüren usçuluğu duyulur dünyadaki akışı öne alan duyumcu bakış açısıyla bağdaştır ma çabası içinde atomcular varsay dıkları değişmez küçük parçaların arasına boşluklar koyarak devini mi güvence altına aldılar. Sofistler bütün bu çözümler karşısında kısa yoldan güvensizliklerini bildirip de ğişmez doğruları aramanın boş ol duğunu öne sürdüler. Bir beşinci çözüm her şeyi sayılara bağlayan Pythagoras’çılann çözümüydü. Usçu filozof Elea’lı Zenon, usçu Parm enides’in değişm ez tek varlık kavrayışından çıkardığı savlan sağ lamlaştırmak için kanıtlar öne sü rerek diyalektiğin kurucusu oldu. Zenon’un eleştirisi özellikle şeyle rin çokluğunu benimseyen Pythagoras’çılara yönelmişti ve mantık oyunlanna dayanarak saçmayla çü rütme yöntemini kullanan bir eleş tiriydi. Diyalektik düşünce karşıt lan gözönünde tutan tartışmacı dü şünce biçimi olarak, Zenon’unkinden daha verim li bir biçim de, İonia’lı Herakleitos’da ortaya çıkar. Herakleitos tartışmalı karşıtlığı ev renin en temel özelliği, değişmez
özelliği olarak belirliyor, karşıtlığın değişmezliğini göstermeye çalışı yordu. “Varız ve yokuz” diyen Herakleitos’a göre evrende sürekli bir savaş ya da bir karşıtlar çekiş mesi vardır, evreni ayakta tutan da bu çekişmedir. Onun “Her şey kav gayla yaratılmıştır” görüşü sonsuz karmaşayı bildiren bir görüş değil uyum u açıklayan bir görüştür. Herakleitos’da diyaletik bir biçim de uyumsuzluk uyumla dengeleni yordu. “Uyum karşıtlarla doğar” ya da “Karşıtlar birbirleriyle uyuşur lar”. Böylece daha o zamanlar doğal diyalektikle mantıksal diyalektik apayrı görünüm ler ortaya koyu yordu. Bir tartışma, bir gösterme ve çürütme sanatı olarak kurulan diyalektik, mantığı çıkar uğruna kullanan sofistlerde ve Sokrates’çi okullarda bir inandırma sanatı olup çıktı. Sofistler Yunanistan’da siya sete atılmak isteyen zengin çocuklannıntüccarlaşmış öğretmenleriy diler. Her konudan anlamakla be lirgin filozofluklarının temelinde “mutlak doğru yoktur” ilkesi yatı yordu. Ünlü sofist Protagoras “İn san her şeyin ölçüsüdür” derken, bireye doğru görünen doğrudur, doğrunun başka ölçütü olamaz de mek istiyordu. Bu da işine geldiği gibi konuşma ilkesini getiriyordu zorunlu olarak. Sofistler felsefeye karşı filozofluklarıyla diyalektiği doğruya ulaşma yolunda tartışma sanatı değil de ne yapıp yapıp haklı görünme sanatı durumuna getirdi ler. Bundan sonra felsefe tarihi bo yunca sofist sözü hep olumsuz an-
DİYALEKTİK
150
lam da kullanıldı. Paul Foulquie şöyle der: “Sofist, amaçlarına ulaş mak için, ancak görünüşte değer taşıyan ve sofistlik denilen aldatıcı kanıtlara dizgeli bir biçimde başvu ran kişidir. Buna göre sofistlik doğ ruya ilgisiz kalan, kullananın çıkar larına hizmet eden, savı da karşısavı da kanıtlamaya hazır olan bir diyalektiktir.” Sofistler arasında sa yılsa da diyalektiği olumlu yönde kullanan Sokrates tartışmada her şeyden önce kavram açıklamasına önem veriyor, tanıtlamalara yöne liyor, tanım lam alara yükselmeye çalışıyordu. Bütün bunlar için kar şısındakinin düşüncesini zorluyor du. Sokrates’in amacı göstermek deği 1buldurmaktı ya da doğurtmak tı. B öylece Sokrates doğrunun araştırılmasında en genel biçimiyle tümevarım yöntemini kullanıyordu. Sokrates’in izinden yürümeye özen göstermiş olan Platon için diyalek tik bütün bir düşünce yöntemine karşılıktı. Platon’da diyalektiğin iki ayrı yüzü vardı: birincisi Sokrates’çi tartışma, İkincisi gizemci ve çileci temele dayalı metafizik yük seliş. Konunun metafizik yanına ge lince, bu da tümüyle İdea’lar öğre tisiyle ilgilidir. Platon duyulur dün yayla düşünülür dünyayı kesin ola rak birbirinden ayırıyor, düşünülür dünyayı değişmez olan asıl gerçek liklerin, İdea’ların alanı olarak be lirlerken duyulur dünyayı değişen şeylerle ilgili gölgeler dünyası ola rak görüyordu. Ruhgöçüne inanan Platon için bilgi düşünülür dünya da elde ediliyor, bu dünyada ya da
duyulur dünyada anımsama yoluy la yeniden ortaya çıkarılıyordu. Bu na göre bilmek anımsamak anla m ına geliyordu. Diyalektik, Pla ton’da zihni İdea’lara yöneltme ya da yükseltme yöntemini belirler. Aristoteles’de diyalektik özenle iki ye ayrılmış olan tüm bilgi alanının ikinci bölümünü karşılar. Aristoteles’çi diyalektik olası öncüllerden yola çıkarak ortaya konulan usavurmalarla ilgilidir. Kesin bilgilerin, dolayısıyla birinci derecede önemli bilgilerin alanıysa bir gösterme bi limi olan ayrıştırmanın alanıdır. Böy lece diyalektik Aristoteles’de ikin cil bir anlam kazanır. Diyalektik kavramına Aristoteles’den sonraki eskiçağ düşünürleri büyük bir ye nilik getirmediler. Ortaçağ düşü nürlerinin de bu konuda çok yeni şeyler ortaya koyduğu söylenemez. Descartes diyalektikten hemen hiç sözetmedi, ettiğinde de onu kafa bozucu bir düşünce olarak belirle di, insanı gerçeklerden uzaklaştıran bir düşünce biçimi olarak gördü. Aynı horlayıcı tutuma Kant’ta da raslarız. Kant tüm Eleştiri'lerinde diyalektiği ayrıştırmalı düşünceye karşıt olarak ortaya koydu. Onda doğrular mantığına karşıt olan bir görünüşler mantığı vardı, bu man tık yanılmalı usavurmalan içeriyor du. Bir görünüşler mantığı olarak diyalektiğin görevi zihinde gö rünüşle gerçeğin birbirine karışma sını önlemekti. Hegel diyalektiğe yepyeni bir anlam kazandırmıştır. Hegel diyalektiğinde Herakleitos’un karşıtlar düzeninden bir şeyler var
DİYALEKTİK gibidir. Hegel’de diyalektik, gerçek liğin temel anlamım ortaya koyar. Fikir’in üçlü gelişimini anlatır, sav ya da olumlama, karşısav ya da olumsuzlama, bileşim ya da olumsuzlamanın olumsuzlanması evre lerinden geçerek gelişimini duyu rur. Kant, Wolff’e yönelttiği eleş tiride, mantıksal çelişkiyle gerçek lik çelişkisini kesin olarak birbirin den ayırma gereğini duyurmuştu. Hegel de bunlan ayırır ama onların temeli aynı olan iki ayrı olgu olarak değerlendirir. Hegel’de ussal olan la gerçek olan özdeştir. Hegel de Herakleitos gibi doğayı karşıt güç lerin çekişme ve uyuşma alanı ola rak gcrür. Hemen hemen Herak leitos gibi o da kavgasızlığı dünya nın yıkımı gibi anlar. Hegel’e göre özdeşlik ölümün, çelişki canlılığın belirtisidir. Diyalektik bir süreci yani sav, karşısav, bileşim olmak üzere birbiri ardına gelen üç ayrı evreyi içeren süreci yeni bir diyalektik sü reç izleyecektir. İki karşıt önerme nin yoksanmadan aşılmasına daya nan bileşim sav olarak kendi karşısavını oluşturmaya yönelir ve bu böylece sürer. M arx’çı diyalektik, M arx’in ve Engels’in yaptıkları benzetmeye göre, tepesi üstü du ran Hegel diyalektiğinin ayaklan ye re bastırılmış biçimidir. Buna göre sav, k arşısav , b ileşim ilişk isi Marx’çı diyalektiğin de temeli olur. Marx şöyle der: “Diyalektik devi nimi kuran şey çelişkili iki yanın bir arada bulunmasıdır, onlann yeni bir kategoride çatışması ve kaynaşma sıdır.” M arx’çı düşünceye göre
dünyayı fikirler yönetmez, fikirler ancak iktisadi koşullara bağlı ola rak gerçekleşirler. Düşüncenin te melinde madde vardır, diyalektik ilişk i m ad d ed e g e rçek leşir. Marx’çılık bununla birlikte belirle nimci, en azından katı belirlenimci bakıştan uzaktır. İnsan dünyasın da birbirini etkileyen iki ayrı alan, üstyapı ve altyapı alanları belirir. Dünya yalnızca maddesel gelişimin fikri gelişimi belirlediği bir dünya değildir. Altyapı üstyapı için tam an lamında belirleyici olsa da düşün cenin kurulu düzeni değiştirmek te, yaşamı dönüştürmekte etkili ol duğu yani üstyapının altyapıyı et kilediği de kesindir. Düşüncenin di yalektiği madde dünyasındaki di yalektiğin bir yansısından başka bir şey değildir. Burada şeyleri düşün cenin yansısı sayan Hegel felsefe siyle tam bir karşıtlık sözkoryasudur. Marx’çı diyalektiğe göre mad dedeki oluşum tam anlamında bir yenilik kaynağıdır. Oluşumun bazı anlannda bir sıçrama ya da bir dev rim kendim gösterir, böylece bir ni telik değişimi ortaya çıkar. Nice liksel artışın niteliksel değişimi ge tirmesidir bu. Diyalektik madde cilik evreni diyalektik süreçler bo yunca gelişmekte olan devingen maddenin oluşturduğu bir bütün olarak gören ve bütünün sürekli yükselen bir evrim içinde nicelik sel süreçler sonunda niteliksel sü reçleri yarattığını savunan öğreti dir. Diyalektik maddecilik M arx’çı bilgi kuramında temel görüşü oluş turur. Bununla ilgili ilk açıklama
İS İ
DİZGE M arx’Ia Engels’in 1848’de yayım ladıkları Kom ünist p a rti bildirij f ’nde yer almıştır. Bildirinin çıkış noktasını şu görüş oluşturur: “Gü nümüze kadar toplumlann tarihi sı n ıf savaşımı tarihinden başka bir şey değildir.” Eskiçağ’da kölelerin efendilerle, çağımızda işçi sınıfının burjuva sınıfıyla savaşımı bu an lamda değerlendirilmelidir. Bu sa vaşım larla gelişen insan yaşamı hem bireysel açıdan hem toplum sal açıdan tümüyle maddi ya da ik tisadi koşullara bağlıdır. Zaten M arx’çı bakış açısına göre madde tek gerçekliktir, bu tek gerçekliğin gelişimi insanlık tarihinin gelişimi ne temel olmakla bu gelişimi açık layacak tek kaynaktır. Tarihin in celenmesi bu açıdan Marx felsefe si için ayrı bir önem taşır. M arx’çı bakış açısına göre üretim ilişkileri tüm insan yaşamının değişik süreç lerini açıklamakta temel belirleyici veriyi oluşturur. Toplumsal yaşam da, özel olarak kültür yaşamı da üretim ilişkileriyle koşullanmıştır. Bu yönde insan düşüncesiyle onun tek kaynağı olan maddi yaşam ko şulları arasında sürekli bir etkile şim sözkonusudur. Somutun ala nından kaynaklanan düşünce gene somutun alanım dönüştürmekte bir araç özelliği göstermektedir. Mad di yaşam ya da iktisadi yaşam He gel’de olduğu gibi üç evreli diya lektik süreçler boyunca dönüşüm lere uğrar. Burada klasik anlamda bir doğa belirlenimciliğinin sözkonusu olmadığı kesindir. Böyle bir şey sözkonusu olsaydı insanın do
ğada tam anlamında edilgin bir du rum da olm ası gerekirdi. O ysa Marx’çi anlayışta insan dünyayı de ğiştirmekle yükümlüdür, bu insan tarihin yarattığı ya da tarihle yara tılan insan olduğu kadar tarihi de yaratan insandır. Sav, karşısav ve bileşim evrelerinden oluşan diya lektik gelişme M arx’çi felsefede zorunlu yaratıcı maddesel etkinli ğin özünü oluşturur. M arx’çi mad decilik anlayışının tarihsel yönüyle diyalektik yönü kesinlikle bir etkin liğin iki ayrı görünümüdür, birbi rinden ayrı ya da birbirine aykırı şeyler değildir. (Bk. BİLİM, FEL SEFE, MADDECİLİK, YÖNTEM) D İZG E (lat. systema; fr. système; alm. System; ing. system). Mantık sal ya da organik bir bütün oluştu racak biçimde bir araya gelmiş olan öğeler toplamı. Dizge her yerde açıklığın ve tutarlılığın belirtisidir. Her düşünce yetkin anlatımına diz gede kavuşur. Bir başka deyişle, gerçekte her düşünce açıklık ve tu tarlılık adına bir dizge içinde ortaya konulmalıdır, buna göre onda tüm öğelerin birbirlerini açıklayacak bi çimde bir bütün oluşturması gere kir. Örtülü anlamda dizge fikri fel sefede oldukça eskidir, neredeyse felsefe tarihi kadar eskidir ve her şeyden önce uyum lu bütünlüğe ulaşma kaygısını ortaya koyar. Ge ne de oldukça parçalı görüşler ileri sürmüş olan en eski filozofların dizgeci bir tutum içinde olduklarını söylemek güçtür. Dizgesel yaklaşım ilk belirtisini felsefe tarihinin ilk iki
DOGMA büyük filozofunda, Platon ve Aristoteles’de göstermiştir. Platon’un ve Aristoteles’in felsefeleri, dizge sel bir bütünlükte sunulmamış ol makla birlikte ele aldıkları konular açısından açık ve tutarlı bir bütün oluştururlar. Her ikisinde de sorun ların dağınık işlenişi ya da birbiriyle karışmış görünümü onların bü tünü içinde belli bir düzende kav ranılmasını engellemez. Andronikos, M .S. I. yüzyılda, A ristoteles’den kalma parşömenleri konu larına göre düzene koyarken onla ra dizgesel bir bütünlük kazandır mıştır. Felsefede dizgecilik etkin olarak ancak XVII. yüzyılın ilk bü yük felsefeleriyle gelişmiş, XIX. yüzyıl başlarında Hegel’de doruk noktasına ulaşmıştır. Hegel’in dizgeciliği deyim yerindeyse eksiksiz bir dizgeciliktir. Her sorunu kapalı bir dizge anlayışı içinde açıklama ya yönelen Hegel kendinden son rakilere felsefe adına yapılacak iş bırakm amış gibidir. Daha sonra Kierkegaard Hegel’in çok büyük bir p ro fesö r o ld u ğ u n u söyleyerek Hegel dizgeciliğine yüklenecektir. Kierkagaard’a göre Hegel her şeyi açıklamak isterken büyük bir yan lışa düşmüştür. H egel’den sonra M arx’çılar da dizge fikrine karşı çıktılar. Onlara göre durmadan de ğişen bir dünyada en köklü açıkla malar bile geçici olabilirdi. Varoluş çular da dizgecilikten yana olmadı lar. Onlar uçsuz bucaksız bir kay ganlıklar dünyasında kesin açıkla maların geçersiz olacağına inanı yorlardı. Ne olursa olsun, felsefe
adına yaraşır her felsefe belli bir dizgesel tutarlılığa sahip oluşuyla genel düşünceden ayrılacaktır. Dizgedışı görüşler ortaya koymuş olan kişiler filozoftan çok düşünür diye nitelendirilmelidirler. (Bk. DÜŞÜN CE, FELSEFE, FİLOZOF) DO G M A (fr. dogme; alm. Dog ma; ing. dogma). Bir felsefe oku lunca benimsenmiş temel görüş. Tartışılmadan benimsenmiş görüş. Tartışmadışı tutulan inanç öğesi. Bir topluluğun tartışmadan benimsedi ği öğreti. Ortaçağ Avrupa’sında ki lisenin koyduğu ve bir zorunluluk olarak kişilere benimsettiği öğreti. Dogma her şeyden önce kanıtsız oluşuyla ve usun yolgöstericiliğinde mutlak doğruya ulaşma savın da oluşuyla gerçek anlamda felsefi düşünceden ayrılır. Dogma yalnız din alanında değil felsefe, sanat, si yaset alanlarında da geçerli olabilir. Ne olursa olsun, dogmacı düşün ce felsefi düşünceyle açık biçimde tersleşir. Dogma daha çok benim semeyle, felsefi düşünce arayışla belirgindir. Felsefi düşüncenin don duğu ya da kalıplaştığı yerde dog ma başlar. Dogma insanı gerçek likten uzaklaştırırken ona esenlik ve dinginlik verir. Dogmaları olan in san gerçeği bir daha yitirmemecesine bulmuş olmanın erinci içinde dir. Dogma, dogmacıya göre, doğ runun kendisidir, ayrıca doğru ya şamı güvence altına alır. Dogma bir formüldür, tartışmayla ortaya ko nulmuş bile olsa tartışmayı gerek tirm ez ya da tartışm adan kaçar.
DOGMACILIK Dogmayla ilgili tartışma dogmayı kökten ele almadıkça geçersizdir. Dogma bir önyargıdır ya da bir ön yargılar yumağıdır. Dogmayı öğre tiden ayıran öğretinin her zaman tartışılabilir, gerektiğinde değiştiri lebilir oluşudur. (Bk. KURAM, ÖĞRETİ) D O G M A C IL IK (fr. dogmatisme; alm. Dogmatism us; ing. dogmatism). Kuşkuculuğa yer bırakma yacak biçimde bazı doğruların var1ığmı öne sürme tutumu. Her dog macı düşünce zihnin mutlak ger çekliği sezebilecek güçte olduğunu ileri sürerek eleştirici ve kuşkucu bakışlarla tersleşir. K ant’a göre “metafiziğin dogmacılığı, salt usun eleştirisi olmaksızın ilerleyebilme önyargısıdır.” Dogmacılık Alain’e göre “bildiren bir çılgınlık gibidir”. Felsefede dogmacılıktan yani her türlü öncesel kesinlikten kaçınmak ya da her türlü kesinliği kuşkuyla tartışmak gerekir. Felsefi düşünce eleştirili düşüncedir. Dogmacılığın kolayca hoşgörüsüzlüğe açıldığı görülür. (Bk. KUŞKUCULUK) DO Ğ A (lat. natura; fr. nature; alm. Natur, ing. nature). Madde sel dünya. Fiziksel evrenin bütü nü. Bir cinsin, bir türün, bir bire yin temel özellikleri. Bilimsel anlam da doğa maddesel varlığın ya da evrenin bütününü içerir. Metafizik anlam da doğa organik bütünlük demektir. Bütünsel açıdan da me tafizik açıdan da doğa şaşmaz bir yapıya ve işleyişe sahip bir bütün 154
lük olarak görünür. Belirlenimci görüşler bu şaşmaz yapı ve işleyiş fikrine dayanır. Aristoteles “Doğa hiçbir şeyi nedensiz yapmaz” diye düşünüyordu. Lamarck’agöre do ğanın etkinliği birdenbire gerçekle şen bir etkinlik değildir. “Doğa yap tığı hiçbir şeyi birden yapmaz.” Lamarck doğayla ilgili olarak şöyle der: “Doğanın bizim kendisinde hayran olduğumuz şeyleri varetmek için kendisine gerekli olan araç lara ve yetilere sahip olduğunu ka nıtlayabileceğimi umuyorum.” Bu na göre doğayı başlıbaşına bir bü tünlük olarak kavramak olasıdır. Metafızikçiler çok zaman doğayı bir doğaüstü kavramıyla birlikte düşün müşlerdir. Skolastikler gibi Spinoza da natura naturans'ı yani yara tıcı Tanrı’yı natura naturata’dan yani yaratılm ış şeylerden ayırır. Maddeci düşünürler doğaüstünü yok sayarlar. Örneğin Epikuros’a göre madde dünyasının dışında bir başka dünya yoktur. Stoa’cılar da aynı biçimde düşünürler ve Tan rı’yı maddesel varlığın içine yerleş tirerek tam anlamında heptanrıcı bir doğa açıklaması getirirler. Din ci filozoflara, örneğin Pascal’e gö re insan tam güçlü bir varlığın yani Tanrı ’nın yarattığı bir dünyada tam güçlü olmayan bir varlıktır. Pascal şöyle der: “İnsan doğada nedir? Sonsuzun karşısında bir hiç, hiçin karşısında bir sonsuz, hiçin ve son suzun arasında bir orta yer.” Duygucular bu doğaüstü ve doğa ayrı mı çerçevesinde doğayı tanrısallık la insan arasında bir aracı sayarlar.
DOĞAÇLAMA Onlara göre doğa tanrısallığı açınlayan şeydir. Böylece duygucu eği lim doğayı tanrısal güzelliklerle do nanmış bir bütün olarak görür. Bu na göre sanat yapmak doğadaki güzellikleri görmek ve göstermek anlamına gelecektir. Bu da elbet de haların işi olacaktır. Bu eğilim bize duygucu doğalcılığın yolunu açar. Gerçekçiler bu doğalcı görüşe karşı çıkacaklardır. “Sanatın görevi do ğayı kopya etm ek değil doğayı açıklamaktır” görüşünü benimse yen Balzac “Doğadaki doğru ede biyattaki doğru olmayacaktır” der. Aristoteles “Doğayı gözlemlemek her zaman güzeldir” diye düşünü yordu. Rousseau doğal olanı insan için en güçlü dayanak olarak de ğerlendirdi. Buna göre doğada ol m ak mutlu olmak için yeterlidir, mutsuzluk doğadan uzaklaşmayla başlar. Doğal durumdaki insan mut luydu. “Doğa hiçbir zaman bizi al datmaz, onu aldatan her zaman biziz” der Rousseau. Doğaya duy gucu gözle bakmadığımız zaman doğa bize yalnızca bir yarar ortamı olarak görünecektir. Rousseau’dan bir yüzyıl kadar önce Bacon doğa ya egemen olmak için ona başeğmek gerektiğini bildiriyordu. Do ğaya başeğmek elbette onu iyice ö ğ re n m e k a n lam ın d ad ır. B acon’dan sonra gelişen olumcu dü şüncenin yandaşlan, Bacon’ın izin de, doğayı öğrenilmesi ve egemen olunması gereken bir güç saydılar. Buna göre bize düşen her şeyden önce doğanın yasalarını ortaya çı karmaktır. Böylece yüzyıllar boyu
Aristoteles’in tüm doğal oluşum ları doğanın kendindeki güçlere bağlayan doğa kavrayışından ve bu kavrayışın dinci izleyicilerinden olan skolastiklerin Tanrı yaratısı doğa anlayışından sonra tam anlamında bir fiziksel doğa kavrayışına ulaşıl mış oldu. Bilimin konusu olan bu fiziksel doğa k avrayışı R önesans’dan bugüne çok gelişti ama özünde büyük bir değişikliğe uğ ramadı. Özellikle Newton’dan son ra bu anlamda görüşler daha belir ginleşti. Kant doğayı N ew ton’in kavrayışıyla özdeşleştirdi. (Bk. BE LİRLENİMCİLİK, EVREN, Fİ ZİK) D O Ğ A C ILIK (fr. naturisme; aim. Naturismus; ing. naturism). Doğayı kutsama ve yüceltme eğilimi. Din lerin kökenini fiziksel dünyadaki ay, güneş, ateş, fırtına gibi çarpıcı nes nelerin kişileştirilmesine ve yüceltilmesine bağlayan tarih görüşü. Toplumsal kurumlarda ve yaşam biçimlerinde doğaya dönüşü öne ren öğreti. (Bk. DOĞA) DOĞ AÇLAM A (fr. improvisati on', aim. Improvisation', ing. imp rovisation). Ön hazırlık yapmadan yaratma. Yaratmayla yorumlama nın aynı anda olması. Bir sanat ya pıtını ön hazırlık olmadan gerçek leştirme. Sanatta yazılı metnin pek kullanılmadığı eski zamanlarda do ğaçlama bir zorunluluktu ve başlıbaşına olmasa bile belli bir ölçüde yaratmanın koşullannı belirliyordu. Gerçekte doğaçlama başka müzik
DOĞAL olmak üzere tüm yorum sanatla rında belli bir ölçüde geçerlidir: ana metinden herhangi bir uzaklaşma ya da ona eklenen herhangi bir süs leme doğaçlamayı getirecektir. Av rupa toplumları dışındaki toplum lar, özellikle Ortadoğu, Uzakdoğu ve Kuzey Afrika müzikte doğaçla maya büyük bir yer verdiler. Orta çağ avrupa müziğinde gregorius şarkılarında doğaçlama büyük bir rol oynamıştır. Daha sonra yüzyıl lar içinde değişik biçimler alan bu yöntem çağımızda daha çok caz ala nında geçerlidir. Müzikte etkin yön tem uygulayan müzik eğitimcileri de doğaçlamaya önem vermekte dirler. D O Ğ A L (fr. naturel; alm. natürlich\ ing. natural). Doğayla ilgili olan. Doğaya aykırı olmayan. Ya pay olana karşıt olarak yalnızca do ğadan gelen. Kendi doğasına uy gun olan. Doğal durum, insanlığın uygarlaşm adan önceki durum u. XVII. ve XVIII. yüzyıl filozofları insanın doğal durumunda hangi ko şullar altında yaşadığını büyük öl çüde konu ettiler. Bu merak elbette hızla uygarlaşmakta ya da basitçe sanayileşmekte olan insanın gittik çe karmaşıklaşan yaşam düzenin deki sorunlarından kaynaklanıyor du. Hobbes doğal durumdaki insa nın yırtıcı özelliklerinden sözetti. Ona göre doğal durumda insan in sanın kurduydu (homo homini lupus). Filozofa göre insan uygarla şarak yasa düzenine geçmiş, bu dü 156 zende bencilliklerini dengelemeyi
bilmiştir. Buna karşılık Jean-Jacqu es Rousseau doğal durumda insa nın mutlu olduğunu, mutsuzluğun uygarlaşmaya başladığını, mülkiye tin gelişmesiyle koyulduğunu bil dirdi. Filozofa göre en uygun ya şam doğal yaşamdı, eğitim de do ğanın bağrında gerçekleştirilmeliydi. Öte yandan toplumda doğal yaşamdakine benzer bir mutluluk an cak “toplumsal sözleşme”yle ger çekleştirilebilirdi. Doğal durumda ki birey, henüz toplumsallaşmamış birey, kendi gücünü hiçbir toplum sal engelle karşılaşmadan kendisi için kullanıyordu. Toplumsal söz leşmenin getirdiği yasa düzeninde insan kendisini sıkan engelleri do ğal durumda olduğu gibi etkisiz kı labilecektir. “Doğal durum” kavra mı genel görünümü içinde ve ta rihsel zorunluluklar çerçevesinde tümüyle kurama dayalı bir kavram dır. Rousseau, İnsanlar arasında eşitsizliğin kökeni ve tem elleri üzerine söylev'in önsözünde doğal durumu “artık varolmayan, belki de hiç varolmamış, olasılıkla hiç va rolmayacak, bununla birlikte şim diki durumumuzu iyi yargılayabil mek için doğru kavramlara ulaş mış olmak açısından gene de zo runlu bir durum” olarak tanımlar. Bu konuda Guy Palayret şöyle der: “Bu nokta çok önemlidir, çünkü Rousseau da doğa kavramının du yulur deneyin alanından gelmedi ğini, onun düşüncenin bir kurgusu olduğunu gösterir.” Bu kurgu için de parçalanmamış yaşam ya da bü tünlüklü yaşam fikri geliştirilebilir:
DOĞALCILIK ilkel insan bir işsizdir, bir başıboş tur, çalışmanın ne olduğunu bilmez, bu bakımdan doğayla içli dışlı da değildir. İşsizlik doğayla insan ara sında yumuşak bir yastık gibidir. Gene de doğal durumda yaşam ko lay olmalıdır: “İsparta yasaları yurt taşların çocuklarını nasıl açık açık karşısına alıyorsa, doğa da çocuk ları açık açık karşısına alır; bedeni sağlam olanları güçlendirir, öbür lerini yokeder” (J.-J. Rousseau) Doğal ışık, Descartes’da ve Descartes’çı filozoflarda, özellikle Leibniz’de zihne kendini açan doğru ların bütünüdür. Bu anlamda doğal ışıl usla, bir ölçüde de zekayla öz deşleşir, başkalarından ya da dış dünyadan edinilmiş olanla karşıtla şır, tan rısal bir anlam kazanır. Descartes şöyle der: “Tann’mn bi ze verdiği, bizim de doğal ışık diye adlandırdığımız tanıma yetisi algı ladığı şeyde yani açık ve seçik ola rak tanıdığı şeyde doğru olmayan hiçbir şeyi algılamaz.” (Bk. SÖZ LEŞME) D O Ğ A L C IL IK (Fr. naturalism; alm. N aturalism us; ing. natura lism). Doğanın dışıda hiçbir şeyin varolmadığını ileri süren, buna gö re her şeyi deneyine ulaştığımız doğal olaylar zincirine indirgeyen öğreti. Doğayı yüceltme eğilimi. Sanatta gerçekliği nesnellik adına olduğu gibi yansıtma anlayışı. Do ğalcı öğreti, doğaüstü herhangi bir varlığın ya da varlık alanının bu lunmadığını bildirir. Bu öğretiye gö re doğa kendi kendine vardır ve iç
kin bir ilkeye göre vardır. Doğalcı anlayışların başında evrimci filozof Spencer’in anlayışı gelir. Bu anla yışa göre her şey içkin bir doğal ya da maddesel ilkeye göre vardır, tüm varlığın, tüm oluşumun temelinde bu ilke bulunur. Tanrısal yaratma fikrine kökten aykırı düşen bu an layış bir ölçüde heptanrıcı kavrayı şa bağlanabilir. N itekim Spinoza’nın heptanrıcılığı da bir tür do ğalcı görüşle ortaya konulmuştur. Gene de tanrısallığın varsanması ya da yoksanması yönünden doğalcı lıkla heptanncılık arasında kesin bir ayrılık vardır. Dinbilim açısından doğalcılık insanın özünden iyi ya da doğası gereği iyi olduğu görü şünü benimser ve tanrı kayrası fik rine karşı çıkar. Elbette bu anlam da doğalcılık bir sapkınlık olarak değerlendirilmiştir. Buna koşut ola rak doğalcı bakış ahlak alanını bi yolojik yaşamın bir uzantısı sayar. Buna göre gereksinmeler ve içgü düler ahlaki bir belirleyicilik kaza nırlar, ahlak kuralları organik ya şamın gerekleriyle belirlenir, hatta davranış kurallarını insan yaşamı nın özelliklerinden giderek temel lendirme eğilimi doğar. Estetikte do ğalcılık doğaüstünü yoksamak gi bi bir tutuma yönelmeksizin doğa yı ya da tüm gerçekleri tam tamına olduğu gibi, yani tüm ayrıntılarıy la, hatta tüm kabasaba yanlarıyla anlatmayı öngörür. Böyle bir anla yış her yönüyle öykünmeci bir an layıştır, her şeyi olduğu gibi, hiç bozmadan resmetme, bir şey kat madan ve bir şey çıkarmadan, özel
DOĞAÖTESİ bir yorum getirmeden anlatma an layışıdır. Genel olarak gerçekçi an layışa yakın duran hatta onunla öz deşleşir gibi olan ya da onun katıkuralcı bir yorumu gibi beliren do ğalcılık varolanı bozmama ve ona özel bir yorum getirmeme titizliğiyle gerçekçilikten ayrılır, bir anlamda kaba gerçekçilik olur. Doğalcılık XIX. yüzyıl Avrupa’sında edebiyat alanında Flaubert, Zola, Goncourt kardeşler, Daudet, Maupassant gi bi fransız yazarlarının kaleminde en yetkin anlatımını kazandı. Claude Bernard’ın ve Taine’in etkisi altın da kalmış olanZola, doğalcılığı bi limsel düzeyde temellendirmeye ça lıştı, bunun için insan ilgili gerçek lerin araştırılmasına deneysel yön temi uygulama önerisinde bulun du. Bütün doğalcı yazarlar doğalcı tutumu en etkili gerçekçilik olarak belirlemiş, bu tutumları içinde yaşa mı tüm girdisi çıktısıyla araştırma ya yönelmişlerdir. Başta Flaubert olmak üzere doğalcı yazarların tü münde yaşamın ayrıntılı ya da bü tünsel bilgisine, şaşmaz bilgisine ulaşma dileği ağır basar. Bu elbette iyiden iyiye karmaşıklaşmış ve hız la gelişmekte olan XIX. yüzyıl avrupa toplumunda bir özentiden çok gerçekliklerin uzağına düşmeme ti tizliğini yansıtır. Doğalcı yazarların başlıca ilkesi, yaşamı her yönüyle doğru yansıtabilmek için onu tüm etkinlikleri içinde doğru ojarak kav rayabilmektir. Demek ki doğalcı tu tum her şeyden önce toplumsal ni 158
telikli bir deneysel bilgiler toplamı na ulaşmış olmayı zorunlu kılar. Doğalcılığın eleştirisi belki de tari höncesi insanının doğalcı tutumu çok aşan yorumlamacı gerçekçili ğiyle ve Aristoteles’de ilk köklü an latımını bulan doğada sanat yoktur ilkesiyle başlar. Gerçek anlamında gerçekçi tutum doğaya bir insan yo rum u getirm ek olduğuna göre, doğalcılık gerçekçiliğin gerçekçi ol mak adına sanatsallıktan uzaklaş mış biçimi olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öte yandan, kendini ger çekçi çizgide ortaya koyan ve dün yayı olduğu gibi yansıtmayı amaç layan doğalcılığın yanında bir de duygucu doğalcılıktan sözetmek doğru olur. Duygucular, çok zaman dinsel bir kavrayış içinde, doğaya aşırı bir bağlılıkla, sanatı doğa öykünmeciliği olarak görürler. Onla ra göre Tanrı’nın yarattığı güzel liklerle dolu doğada sanat yapmak bu güzellikleri kağıda ya da tuvale aktarmaktan başka bir anlam taşı maz. / Winckelmann: “Sanat bir kopyanın doğanın kendisinden da ha çekici olduğunu gösterir.” / Sainte-Beuve: “Sanatın, doğanın ve ahlakın bir bütün oluşturduğu ve birbirine karıştığı nokta yüksek bir noktadır.” / Schiller: “Dehayla do ğa ölümsüz bir antlaşma yaptılar: doğanın öngördüğünü deha kesin olarak gerçekleştirir.” (Bk. GER ÇEKLİK) DOĞAÖTESİ. Bk. METAFİZİK.
DOĞRU DOĞRU (lat. veritas; fr. vérité', ahn. Wahrheit-, ing. truth). Gerçek liğe uygun olan bilgi. Nesnesine nygun düşünce. Doğru, gerçekli ğin bilinçteki yansısıdır ya da bi linçteki görünümüdür. Doğrunun ortaya konulması bir şeyin nasıl ol duğunun gösterilmesidir ya da ba sitçe olanın onaylanmasıdır. Ülkü cü felsefelerde doğrunun nesnesi zihindedir. Buna göre bir doğruyu ortaya koymak, zihinde varolan bir fikri apaçık görm ek dem ektir. Descartes apaçıklığı doğrunun öl çütü sayıyordu. Descartes’a göre bazı fikirler apaçık kavranılmakta dır, fikir adı yalnızca onlara yakı şır, öyleyse “çok açık ve seçik ola rak tanıdığımız her şey doğrudur”; doğruluk nesnelerden edindiğimiz fikrin apaçıklığıdır. Gerçekçi bakış düşünceyle nesnesi arasındaki uyarlılığı konu edinirken her zaman nesneyi zihnin dışında arayacaktır; gerçekçi bakışa göre nesne zihinde de olsa onun kaynağı somut ger çekliklerdir. Ülkücü düzeyde de gerçekçi düzeyde de, doğru, bilgi nizin niteliğini, gerçeğe uyar oluş Asiliğini ortaya koymaktadır, böyk ce zihnimizle gerçeklik arasında ki bir uyarlılığı göstermektedir. Doğru, her iki bakış açısına göre de ancak evrensel olabildiği ölçüde doğrudur. Marx şöyle der: “Doğru evrenseldir, doğru benim değildir, herkesindir.” Öte yandan, doğru, çok zaman düşünüldüğünün tersi ne, son derece yalın ve basittir. Se n eca “ D o ğ ru n u n d ili b a s ittir” ( Veritatis simplex oratio est) der.
Descartes da “Zor şeylerin güzel olduğuna inanmak ölümlülerin or tak yanlışıdır” diyordu. Böylece doğruyu d ü şü n ce n in nesn ey le uyarlılığı diye belirleyebiliriz. Doğ ru, skolastiklerin deyişiyle, adaeguatio rei et intellectus' dur. Doğ ruların konu edildiği alan felsefe nin alanıdır. Felsefe doğrularla ilgi li araştırma alanı olarak yargıları mızın gerçeklikle bağlarını inceler, bu arada gerçekliğe uygun yargılar ortaya koymaya çalışır. Felsefenin doğrulan ussal düzeyde öngörül müş doğrulardır. Doğru bizi ger çekliğe bağlar, bu yüzden onun var lığı yaşam için büyük bir değer or taya koyar. Belki de doğru bizim için en değerli şeydir. Aristoteles’in “Platon’u severim ama doğruları daha çok severim” (Amicus Plato, sed magis amica veritas) sözü bi ze doğruların her şeyden üstün ol duğunu duyurur. / M ontaigne: “Göreneklerin bozulmasının ilk be lirtisi doğrunun dışa atılmasıdır.” / Descartes: “D oğrunun bilgisine ulaşmamızı engelleyen tüm güçlük leri ve yanılgıları ortadan kaldırma ya çalışmak gerçek anlamda savaş vermektir.” / La Rochefoucauld: “Doğrunun dünyaya sağladığı iyi lik, görüntülerinin yaptığı kötülük kadar çok değildir.” / John Keats: “Güzel Doğru’dur. Doğru da Güzel’dir - Bilinen tek şey budur dün yada - Bilinmesi gereken tek şey budur.” / Nietzsche: “Kanılar doğ runun yalanlardan daha tehlikeli düşmanıdır.” /H .D . Thoreau: “Aşk, para, ün yerine bana doğruyu ve 159
DOĞRUCULUK rin.” / Martin Luther: “Şarap güçlüdür, kral daha güçlüdür, kadınlar daha da güçlüdür, ama doğru hep sinden güçlüdür.’’/Henri Poincare: “Doğruyu aramak için bağımsız olm ak gerekir, tam anlam ında bağım sız olm ak gerekir. B una k a rş ılık ey lem d e b u lu n m ak istiyorsak, güçlü olmak istiyorsak birleşm iş olm am ız gerekir. Bu yüzden pekçok kişi d o ğ ru ’dan k o rk u y a k ap ılır, d o ğ ru ’yu bir güçsüzlük nedeni olarak görür. B u n u n la b irlik te d o ğ ru ’dan korkmamak gerekir, çünkü doğru tek güzel şey d ir.” Ben burada doğru’nun sözünü ederken elbette her şeyden önce bilimsel doğru’dan sözetm ek istiyorum , am a aynı za m a n d a ah lak i d o ğ ru ’dan sözetm ek istiyorum, adalet diye ad la n d ırıla n şey de bu ahlaki d o ğ ru ’nun yüzlerinden biridir. Sözcükleri yanlış kullandığım , o rtak h içb ir yanı olm ayan iki nesneyi aynı ad altında topladığım düşünülebilir; kendini ortaya koyan bilimsel doğru’nun kendini sezdiren ahlaki d o ğ ru ’ya hiçbir biçim de yakın olmadığı düşünülebilir.(..) Bununla birlikte onları birbirinden ay ıram am , b u n la rd a n b irin i sevenler öbürünü sevmekten geri kalmazlar. Bunlardan birini bulmak için de öbürünü bulmak için de in sa n ın ru h u n u tüm üyle önyargıdan ve tutkudan kurtarması gerekir, mutlak içtenliğe ulaşması gerekir. Bu iki çeşit doğru bir kere b u lu n d u m u bize aynı sevinci verecektir.” (Bk. GERÇEK)
DO Ğ RU CU LU K (lat. veracitas; fr. véracité', alm. Wahrhaftigkeit', ing. veracity). Doğruyu söyleye nin niteliği, doğruya bağlı olanın niteliği. Aldatıcı olmayanın niteliği. Özellikle Descartes felsefesinde bilgilerimizin doğruluğu için güven ce olan Tanrı’nın niteliği. Tanrı’nın doğruculuğuna Descartes kuşku dan geçerek ulaşır. Duyularım be ni aldatıyor, diye düşünür. Uykuda gördüklerim aldatıcıdır. Uyanıkken gördüklerim de varolm ayabilir. Tanrı’nın beni aldatmakta olduğu nu söyleyebilir miyim ? G erçek Tanrı aldatmaz. Beni ancak kötü bir ruh aldatabilirdi. Tanrı da böyle bir şey değildir. O tam güçlüdür. Al datıcılık Tanrı kavramına ters dü şer. Tanrı’nın iyiliği onu bizi aldat maktan alıkoyacaktır. Şöyle der Descartes: “Dünyayı algıladığımız da, Tanrı’nın doğruculuğundan ötü rü bir yanılsamayı değil de gerçek dünyayı algıladığımız sonucuna va rıyoruz.” (Bk. TANRI) DOĞRU LAM A (fr. vérification-, alm. Untersuchung-, ing. vérifica tion). Bir yargıda ya da kuramda d o ğ ru lu ğ u n sa p ta n m a sı. B ir yasanın doğruluğunu gözlem ya da den ey y o lu y la g ö sterm e. Tümevarımla ortaya konulmuş bir bir yasanın gerçeğe uygun oluşunu belirleme. John-Stuart M ill’in de gösterdiği gibi, bilimsel bir araştır mada önce gözlem yapılır, sonra tek tek durumlardan genel bir so nuca ya da yasaya yükselinir, bu aynı zamanda varsayımın oluştu-
U U U U yiA fN C lL lK
mlması demektir. Varsayımın doğnıluğunun gösterilmesi doğrulama yı oluşturur. Ortaya koyulan var sayım tek bir durum için değil ben zer bütün durumlar için geçerli ola caktır. Claude Bemard şöyle der: “Gerçek anlamda bilgin kaba olgu ları gözönünde tutmaz, açıklama ya ve yasaya yükselmek ister. O her zaman olguların nedenine bağlı olarak en olabilir görünen bir öncesel fıkir’i ya da bir varsayımı or taya koyar, sonra gözlemde ya da deneyde elde edilmiş öbür olgular aracılığıyla öncesel fıkir’in değeri ni doğrulam aya ve denetlemeye yönelir.” (Bk. DENEY, GÖZLEM, YASA) DOĞURTM A (y\ın.maieutike; fr. maieuîique.\ alm. M aieutik; ing. muıieutics). Buldurarak düşündür me yöntemi. Sokrates’in düzenli som lar sorarak doğruyu karşıdakine buldurma yöntemi. Doğurtma S okrates’in uyguladığı tartışm a yönteminin bir parçasıdır. Bu yön temle Sokrates konuştuğu insan ların tartışma sırasında bilgi ortaya koymalarını, doğurmalarını sağlar. Bu bir bakıma insanın zihninde ta şıdığı ama var olduğunu bilmediği bilgiye ulaşmasıdır. Tartışmada ön ce karşısındakini açmazlara düşü ren ve onu bilgisizliğine inandıran Sokrates sonra ona bilgiler buldur ma yolunu tutar, böylece alayla başladığı eylemi doğurtmayla sür dürür. Fikirlerin doğurulması bir bakıma Platon’cu anlamda anımsa mayla ilgilidir. Sokrates, Platon’un
Theaitetos'unda ebe olan annesi gi bi kendisinin de doğurtma sanatın da usta olduğunu söyler: “Benim doğurtm a sanatım onlarınkiyle (ebelerinkiyle) aynı genel özellikle ri gösteriyor. Ayrılık şurada: be nimki kadınlan değil de erkekleri kurtarıyor, doğurtma eyleminde be denleri değil de ruhları ele alıyor.” (Bk. ALAY, YÖNTEM) DO Ğ UŞTANCILIK (fr. nativisme; alm. N ativism us; ing. nativism ). B ilgilerim izin doğuştan geldiğini öne süren öğreti. Zihinde deneyle elde edilen bilgilerden ön ce doğuştan gelen bilgilerin bulun duğunu ileri süren öğreti. Doğuş tancılık klasik usçuluğun temelin de yer alır. Doğuştancılar, deneyci bakış açısına tam karşıt bir tutum içinde, dünyaya gelen bireyin zih nini bir tabula rasa olarak görmez ler. Onlara göre zihin önsel yani"a priori bir takım ilkelere ya da hatta fikirlere sahiptir, dolayısıyla bire yin bilgiye yönelmesi bu önsel hâ zineye yönelmesiyle olasıdır, bir başka deyişle birey bu verilmiş kay nağı kendinde tüm ayrıntılarıyla keşfederek bilgi dünyasını oluştu racaktır. Doğuştancılığın ilk büyük temellendiricisi olan Platon, Orpheus’çu-Pythagoras’çı inanç öğe leri çerçevesinde, ruhun sürekli bir göç durumunda olduğuna inanıyor, duyulur dünya’dan yani bu gölge ler dünyasından düşünülür dün ya’ya yani gerçek gerçeklikler olan İdea’ların dünyasına göç eden ru hun orada bu gerçek nesneleri göz 161
DOLAYSIZ lemleyerek yetkinleştiğini, böylece yeniden bu dünyaya gelişte onların bilgilerini kendinde barındırdığını, dolayısıyla bu dünyada öğrenme nin ya da bilgi edinmenin “anımsamak”dan başka bir şey olamaya cağını bildiriyor, böylece ülkücü anlay ışın ö n cü sü olu y ordu. P la to n ’dan sonra doğuştancı çizgiyi izleyenlerin başında Descartes ge lir. Descartes bu öğretiyi yumuşa tır ya da gerçekçi bir anlayışla den geler. Descartes ancak temel fikir lerimizin doğuştan olduğunu, öbür fikirlerimizi ya imgelemimizin et kinliğiyle ya da doğrudan doğruya deney yoluyla elde ettiğimizi bildi riyordu; ancak doğuştan fikirler her zaman öbürleri üzerinde belirleyici bir güce sahipti. Descartes’dan çok önce Plotinos ve Aziz Augustinus bilgilerimizin kaynağı olarak Tanrı’yı gösterdiler. Aziz Augustinus buna göre yanılmanın sözkonusu olamayacağını, insan yaşamında kuşkuya yer olmadığını bildiriyor du. Kant doğuştancılığa daha de ğişik bir anlam vermiş, duyuları mız ve anlığımızı apriori koşullar la donatmıştı. Çağdaş felsefi bakış açıları ussallığı ya da önselliği be lirleyici görseler de onu belli bir de neycilikle dengeleme eğilimindedir ler. Buna göre klasik doğuştancılı ğı eskimiş bir öğreti saymak yanlış olmaz. (Bk. USÇULUK) DOLAYSIZ (lat. immediatus; fr. immediat; alm. unmittelbar-, ing. immediate). Hiçbir aracıyı gerek tirmeyen. Doğrudan doğruya olan.
İki terim arasında hiçbir aracıya yer bırakmayan her ilişki dolaysızdır. Bilen özneyle bilinen nesne arasın da aracı bulunmadığı zaman da do laysız ilişki sözkonusu olacaktır. Bergson’da bilincin doğrudan doğ ruya verileri ya da bilincin dolaysız verileri, nesnel bilimsel verilere kar şıt olarak iç deneyle elde edilen ve rilerdir. D O SD O Ğ RU (lat. exactus\ fr. exact] aim. exakt; ing. exact). Nes nesine uygun olan. Nesnesine tam olarak uyarlı olan. Gerçekliğe tam tam ına uygun olan. D osdoğru önermede ortaya konulan bilgi nes nesine tıpatıp uyarlı olan bilgidir. (Bk. TAMUYAR) D O S T L U K (yun. p h ilıa \ lat. amicitia; fr. amitié', aim. Freundschaft', ing. friendship). İki kişi ara sında duygu ve düşünce yakınlığı. Dostluk cinsellikle bağlantılı olma yışıyla aşktan ayrılır. Aşkta tutku, dostlukta anlayış geçerlidir. Dost luk genellikle aynı cinsten bireyler arasında geçerlidir. Karşıt cinsten bireylerin dostluğu aşka dönüşme ye eğilimlidir. Dostluğun temelin de elbet kafa ve yürek yakınlığı bu lunacaktır. Gene de bu yakınlık dostluğu bütünüyle açıklamaya yet mez. Montaigne şöyle der: “Onu neden sevdiğimi söylemem için be ni zorlasalar, sanırım ancak şu ya nıtla ortaya konulabilir bu: çünkü o odur, ben de benim.” Yakın akraba arasında en genel duygu yakınlığı nın dışında dostluğu andıran bir ya-
DÖNÜŞLÜLÜK kinlik kurulamayacağı düşünülür. Kant şöyle der: “En yetkin biçimin de ele alındığında, dostluk, karşı lıklı bir aşkla ve eşit saygıyla birbi rine bağlanmış insanın birliğidir.” Felsefe tarihinde dostluğu geniş çerçevede ilk olarak Aristoteles in celedi. Aristoteles dostluğun teme line “iyilik” kavramını yerleştirir. Dostlar birbirlerinin iyiliğini ister ler. Bununla birlikte dostluk gibi gö rünen sevgiler vardır, bu tür sev gilerde iyilikten çok çıkarcılık sözkonusudur. Her sağlıklı sevgide iyi lik bir zorunluluktur. Gerçek sevgi karşımızdakini kendimiz için değil de kendisi için sevdiğimizde ger çekleşir. Aristoteles üç tür dostluk belirler: yarar dostluğu, zevk dost luğu, yetkin dostluk. Aristoteles, “dostluk” kavramım “adalet” kav ramına bağlar. Filozofa göre sev mek paylaşmayı bilmektir. Sevdi ğimiz insanın haklarını elde etme sini isteriz. / Montaigne: “Aşk beni dinginleştirdi ve dostluğun yol aç tığı kötülükten kurtardı.” / Madelaine de Scudery: “Kısa zamanda aşktan kine geçilebilir. Aşkten ilgi sizliğe geçildiği de olur. Dostluk tan aşka da geçilebilir. Ama aşktan dostluğa geçilmesini anlamak ko lay değildir.” / Marquise de SevignĞ: “Büyük dostluk hiçbir zaman din gin değildir.” / Hesiodos: “Dostu nu kardeşinle eşit kılma.” / Pytha goras: “Dostluk uyumlu bir eşit liktir.” / Sokrates: “İnsan koyunlarım dostlarından daha çabuk sa yar.” / Aristoteles: “Çok dostu ol mak dostu olmamaktır.” / Plautus:
“Dostları olmak zengin olmaktır.” / Seneca: “Dostları yalnız forumda ve senatoda aramak doğru olmaz.” / Erasmus: “Yeni dostlar edinirken eskileri unutma.” / Francis Bacon: “Dostlar zaman hırsızlarıdır.” / La Rochefoucauld: “Dostlara güven memek dostlarca aldatılmaktan da ha utanç vericidir.” (Bk. İYİ) DOYUM (lat. satisfactico; fr. satisfaction\ alm. Befriedigung, Zufriederıheit; ing. satisfaction, fulfılment). Esenlik duygusu içinde olmak. Yeterlilik ya da uyarlılık duy gusuna ulaşmak. Her şeyin istek lerimize uygun olduğu duygusu bi ze doyum sağlar. B ir istek, bir eğilim, bir gereksinim karşılığını bulduğu zaman yani amacına ulaş tığı zaman doyum ortaya çıkar. Do yuma ulaşmış kişi sahip olduğunun dışında bir şey istemez durumda dır. İstek başladığı anda denge bo zulur ve doyum ortadan kalkar. Böylece doyum sevincin, dinginli ğin, en genel anlamda mutluluğun etkin nedeni olur. Bir yanlışın, bir tutarsızlığın giderilmesi de bizi do yuma ulaştıracaktır. Belli koşulları yerine getirmekten ruhun gereksi nimlerine karşılık vermeye kadar pekçok şey bize doyum sağlamak tadır. (Bk. MUTLULUK) DÖNÜŞLÜLÜK (fr. recurrerıce\ alm. Rekurrenz; ing. recurrency). Yinelenenin niteliği. Belli zamanlar da oluşanın niteliği. Kendi üstüne dönen bir sürecin özyapısı. Her dö nüşlülük bize bir yinelenmeyi du
163
DÖNÜŞÜM yurur. Ruhbilimde dönüşlü imge, çok aydınlatılmış bir nesneden et kilenen gözün bu etkilenmeden son ra bir süre daha bu nesneyi görür gibi olmasıdır. (Bk. ÇEVRİMLİLİK) DÖNÜŞÜM (lat. transformatio; fr. transformation\ alm. Umwand lung, Transformation; ing. transformatiori). Bir durumdan başka bir duruma geçiş. Bir biçimden bir başka biçime geçiş. Bir durumdan daha üst ya da daha yetkin bir du rum a geçiş. Dönüşüm değişimin yetkin bir çerçevede kavranılması dır. Buna göre değişimde kabaca bir durumun yerine bir başka du rum un geçm esi sözkonusuyken (camın kırılması, suyun donması) dönüşümde her geçiş belli bir dü zene göre gerçekleşir. Dönüşüm yetkin anlamına “evrim” fikrinde ulaşır. (Bk. DEĞİŞİM, EVRİM, GELİŞİM) DÖNÜŞÜMCÜLÜK (fr. transformisme; alm. Transformismus\ ing. transformism). Canlı türlerin jeo lojik zamanlar boyunca bir biçim den bir başka biçime geçtiklerini sa vunan öğreti. Şeylerin öğelerinin devinimsiz olmadığını, sürekli ola rak birbirine dönüştüğünü öne sü ren ve özellikle İonia’lı filozoflarda anlatımını bulan öğreti. Çağdaş an lamda dönüşümcülük Lamarc’m ve Darwin’in öne sürdüleri türlerin de ğişimi fikriyle ilgilidir. Buna göre türler bizim sezemeyeceğimiz bir 164 biçimde ya da yavaşlıkta sürekli
olarak dönüşmektedir. Türlerin uğ radığı değişimler yaşam koşulları nın ya da ortam koşullarının deği şimlerine bağlı olmalıdır. Canlı tür lerin zaman içinde hiçbir değişikli ğe uğramadığını bildiren oluşumsuzluk öğretisine karşıt olarak dö nüşümcülük yandaşları canlı tür lerin en ilkel süreçlerden başlaya rak tam anlamında bir dönüşüm yasasına başeğmiş olduklarını be nimserler. (Bk. EVRİM, EVRİM CİLİK) DURUM (lat. status\ fr. etaf, alm. Zustand; ing. state). Belli bir koşul içinde bulunan şeylerin özyapısı. Bi linç durumu, her türlü bilinçli ruh sal olgu (duyum, duygu, istem). Üç durum yasası, Auguste Comte’un insanlığı tarihi gelişimi içinde üç ayrı evreden geçmiş sayan öğ retisi. Comte’a göre insanlık önce dinbilimsel dönemi yaşamış, sonra metafizik döneme geçmiş, son ola rak da olumlu ya da olumcu döne me ulaşmıştır, buna göre olumlu durum insanlık tarihinin son duru mudur. Auguste Comte şöyle der: “İnsan düşüncesi, doğası gereği, yaşadığı tüm yönlerde üç ayrı ku ramsal durumdan geçmiştir; din bilimsel durum, metafizik durum ve olumlu durum. Birincisi geçici dir, İkincisi geçiş durumudur, üçüncüsü kesindir. Bu temel yasa bu gün benim gözümde insan üzerine ve toplum üzerine tüm araştırma ların çıkış noktası olacaktır. Dinbi limsel ve metafizik öğretiler henüz bazı etkinlikerini koruduklarına gö
DUYGU re, hiç değilse büyük bir etki gücü taşıdıklarına göre bu önemli devri m in b ittiğ i sö y len em ez.” (Bk. OLUMCULUK, TOPLUMBİLİM) DU Y A RLILIK (lat. sensibilitas; fr. sensibilité-, alm. Sensibilität-, ing. sensibility). D üşünsel işlemlere karşıt olarak, zihnin duyum almayla ilgili işlevi. Dış dünyadan ve iç dün yadan izlenimler alma yetisi. Du yarlılık sinir dizgesinin eksiksiz ve olgun olduğu koşullarda tam anla mında sözkonusu olabilir. Dışadönük duyarlılık dışarıdan gelen du yumları toplarken içedönük duyar lılık açlık ve susuzluk gibi içsel olu şumların sezgisini sağlar. Kant, Salt usun eleştirisi’nin Aşkın estetik bö lümünde duyarlılığın koşullarını uzun uzun inceledi, duyarlılığın a priori niteliklerini göstermeye ça lıştı. Kant duyarlılığı şöyle belirler: “Nesnelerin bizi etkileyişiyle onlar dan sunumlar alma yeteneği duyar lılık diye adlandırılır. Nesneler bize duyarlılık aracılığıyla verilmiştir, du yarlılık tek başına bize izlenimler sağlar.” Kant’da “duyarlılığın tüm apriori ilkelerinin bilimi” olan aş kın estetiğin konusu uzay ve za mandır. K ant’a göre zaman dışsal olarak algılanamaz, uzay da bizdeki herhangi bir şey gibi algılanamaz. Uzay dediğimiz şey çeşitliliklerin yayana geldiği, zaman dediğimiz şey de çeşitliliklerin ardarda geldi ği şeydir. Uzayla zamanı birbirin den ayıran “zamanın dışsal olarak, uzayın da içsel olarak algılanamaz oluşu”dur. (Bk. İZLENİM, SEZGİ)
D U Y G U (fr. sen tim en t; alm . Gefühl-, ing. sentiment). Heyecan ların kaynağından beslenen karma şık ruh durumu. Eskiler “duygu”yu daha çok “duyum” anlamında kul lanırlardı. Tam tanımı yapılamaya cak kadar karmaşık içerikli olan bu kavram bugün düşünselliğe karşıt olarak heyecanlarla sarılmış ruh du rumlarını anlatır. Öteden beri bir “duygu” ve “düşünce” ayrımı ya pılmaktadır. Bu ayrım her iki kav ramı kolay kavrayabilmemiz için gerekli de olsa pek tutarlı değildir: bizim duygu dünyam ız düşünce dünyamızın içinde, onun koşulla rıyla belirgindir. Gerçekte ne duy gusallıktan ayrı bir düşünsellik ne de düşünsellikten ayrı bir duygu sallık düşünebiliriz. Bilincimiz bir duygu ve düşünce bütünü oluştu rur, onun temel taşları olan kav ramlar düşünce içerikleri kadar duygu yükleriyle kavram dırlar. Gerçekte insan ruhsallığı bir beden de varolduğuna göre duyum dan başlayan ve düşünceye ulaşan bir genişlikte etkindir. Her insan edimi temelinde duyum-duygu-düşünce bütünü bulunan bir ruhsallıkta ken dini gerçekleştirir. Bilim kişisel et keni dışta tutmak istediğinden duy gu etkenini yoksayarak düşünce çerçevesinde evrensele kavuşmak ister. Her bilinçte kavramların dü şünsel içerikleri ne ölçüde kişiselli ğin koşullarıyla belirlenmiş olsalar da nesnellikleriyle bizi bütün bir dünyaya bağlarlar. Buna karşılık kavramların duygu yükleri başka bilinçlerde benzerleri düşünülse de
165
DUYGUCULUK kendileri olarak ya da kendi özel koşullarıyla vardırlar, bu da duy gularımızın öznel yapısını ortaya koyar. Duygu ve düşünce bütün lüğü duyguyla düşüncenin birbiri ne karşıt olan görünümünü orta dan kaldırmaz. Duygusallık daha çok düşüncesizliği, düşünsellik duygulara egemen oluşu düşündü rür her zaman. Özellikle aşırı duy gululuk ussallığın karşıtı gibi değer lendirilir. G. Le Bon şöyle der: “Bir duygu abartıldığında düşünme ye tisi ortadan kalkar.” Gene de duy guların insan yaşamında gerçek an lamda belirleyici olduğu doğrudur. “İnsanı yapan ussa yöneten de duy gudur” diyordu J. J. Rousseau. İyi bir ahlaki yaşam için gerçek bir duygu ve düşünce dengesi gere kecektir. “Böylece kötü yaptıran çok zaman iyi duygularımızdır” di yerek J. Anouilh salt duygusallığın tehlikelerini duyurur. Balzac d a şöyle bir belirlemede bulunur: “Aşı rıya götürülmüş soylu duygular en büyük kötülüklerin sonuçlarına b e n z e r so n u çlar y aratır.” (Bk. DUYGUCULUK, DUYGULULUK, DÜŞÜNCE)
166
DUYGUCULUK (fr. romantizme-, alm. Romantik', ing. romanticism). Duyguya ağırlık veren sanat anla yışı. B en’in etkinliğini öne çıkaran felsefi öğreti. Felsefe açısından duyguculuk XVIII. yüzyılın son larında ve XIX. yüzyılın başların da Almanya’da ortaya çıkmıştır ve XVIII. yüzyılın başlıca felsefeleri ne, özellikle Aufklârımg’a yani Ay-
dınlanmacılık’a tepki olarak kendi ni göstermiştir. Bu yeni anlayış Ben’in belirleyiciliğinde tutkuyu, sevgiyi, özgürlüğü birinci planda önemsiyordu. Bu felsefe sonsuz fikrine ya da tanrısallığa ağırlık ve rirken doğayı insanla tanrı arasın da bir aracı olarak görüyor ve yü celtiyordu, böylece inancı felsefe de etk in k ılm ay a ç a lışıy o rd u . Fichte, Schlegel, Schleiermacher, Hegel, bazı açılardan da Schopen hauer duygucu filozoflar oldular. Alman edebiyatında duyguculuk dinci-gizemci şair Klopstock’un şi irlerinde parıldamaya başlamıştır. İnançlı bir Luther’ci olan Klopstock XVIII. yüzyıl alman şiirinin en çarpıcı örneklerini verirken duy gucu eğilimin temellerini de atmış tır. Duyguculuk yolunda en büyük gelişim 1770’e doğru Almanya’da Sturm und Drang (fırtına ve atı lım) adlı edebiyat devinimiyle baş ladı. Goethe’yle ve Schiller’le ger çekçi özellikler de kazanarak doru ğa çıktı. Bir tür gizemci doğalcılık olan Sturm und Drang doğayı tek insanın gözüyle görmeyi ve yücelt meyi amaçlıyordu. Akımın öncü leri Jean-Jacques Rousseau gibi yaptılar, doğayı yüceltirken uygar lık değerini yadsıdılar, doğal du rumdaki insanın eşitliğe dayanan özgürlüğünü özlediler. Bu bir bakı ma bir doğa ülkücülüğü ya da do ğa tapınm acılığıydı. Sturm und Drang'cılar doğayı yücelttikleri ka dar insanı da yücelttiler, bir “iyi in san” mitosu yarattılar, usun yerine yüreği, nesnelliğin yerine öznelliği
DUYGUCULUK koydular. Johann Georg Hamann, Johann Gottfried Herder bu atılı mın en önemli adlarıdır. Sturm und D rang'm durulmasıyla ortaya çı kan dingin hava içinde alman ede biyatının iki büyük devi, Goethe ve Schiller büyük bir etki alanı yarat tılar. Onlan duygucu ve gizemci şa ir N ovalis izlemiştir. F ransa’da duyguculuğa doğru ilk adım lar XVII. yüzyıl sonlarında klasik de ğerlerin dağılmaya başlamasıyla atıl m ıştır. J e a n -Ja c q u e s R ousseau’nun La nouvelle H eloise'ı (Yeni Heloise), Bernardin de SaintPierre’in Paul et Virginie ’si (Paul ve Virginie), hatta birçok özelliğiyle C h o d erlo s de L a c lo s ’nun Les liasons dangereuses'ü (Tehlikeli ilişkiler) duygucu romanın ilk bü yük yapıtlarıdır. Ancak Fransa’da duyguculuğun gerçek anlamda ilk büyük adı Madam de Staël’dir. Bu ünlü kadın yazar yapıtlan kadar ya şamıyla da ilgi çekerken Corinne romanıyla duygucu edebiyatın baş köşesine oturmuştur. M adam de Staël’in sevgilisi Benjamin Cons tant’m Adolphe 'ü de duygucu ro man alanında adı en çok anılan ya pıtlardandır. Fransız şiirinde André Chénier, Alphonse de Lamartine, Alfred de Vigny, Alfred de Musset duygucu şiirin kurucuları oldular. Duyguculuk şiirde Baudelaire’e ka dar uzanan çizgi boyunca büyük gelişimler gösterdi. Simgeci-doğalcı Baudelaire “Bence duyguculuk güzelin en yakın, en yeni anlatımı dır” diyordu. XIX. yüzyılın büyük gerçekçi romancısı Stendhal bile
;‘B ü tü n b üyük y a z a rla r kendi dönem lerinde duygucu oldular” d em iştir. D u y g u cu te rim in i Stendhal klasik teriminin karşısına koyar ve her iki terimi çok geniş bir anlamda ele alır, “Duyguculuk alışkanlıklarının ve inançlarının bugünkü durumunda halklara olası hazzın en büyüğünü verebilecek ed e b iy a t y a p ıtla rın ı sunm a sanatıdır” der; klasiklik, tersine, halklara dedelerinin dedeleriyle ilgili en büyük hazzı v e re c e k tir. Stendhal’e göre bu anlamda Racine de Shakespeare de duygucudurlar. Buna göre duyguculuk yüreklilik ister, göze alm ay ı g e re k tirir. K lasik se h er zam an sa k ın ık olacaktır, ölçülü olacaktır. Klasik hep geriye bakm ayı, duygucu bugüne bakm ayı öngörecektir. “ K e n d in e d u y g u cu d em ek ve sürekli geriye bakm ak çelişkili b ir tu tu m d u r” d er B au d elaite. E lbette duyguculuk konusunda herkesin aynı iyimserlikte olduğu düşünülemez. Örneğin J. Rivière “D uyguculuk vakti geçm iş bir sanat olmanın ötesinde gerçekten aşağı bir sanattır, edebiyat tarihinde b ir çe şit u c u b e d ir” der. O ysa Baudelaire için duyguculuk güzelin en yetkin anlatımıdır. Sainte-Beu ve duygucuyu şöyle tanımlamıştır: “Duygucu Hamlet gibi özlemlidir. Kendinde olmayanı bulutların öte lerinde bile arar. Düş görür, düşler dünyasında yaşar. XIX. yüzyılda Ortaçağ’a tapar. XVIII. yüzyılda Rousseau’yla devrimci olur.” Duy gucu Constant şöyle der: “Bakış
DUYGULULUK larını sınırsız .bir ufka çevirdiğin de, dalgaların dövdüğü bir deniz kı yısında gezindiğinde, gözlerini yıl dızlarla dolu kubbeye kaldırdığın da ayrıştıramayacağı ya da tanımlayamayacağı bir tür heyecana ka pılmayan tek kişi yoktur diye dü şünüyorum. Sesler göklerin yük seklerinden iner, dağların dorukla rına vurur, sellerde ve devinen or m anlarda yankılanır, uçurumların derinlerinden acı ve haz temeline dayalı duygusal olguların bütünü çı kar diyebiliriz.” Duyguculuk yal nızca alman ve fransız edebiyatla rında değil bütün edebiyalarda, yal nızca edebiyatta değil bütün sanat larda değişik görünümler altında et kili oldu. (Bk. GERÇEKÇİLİK, KLASİKLİK) DU Y GULULU K (fr. affectivité-, alm. A ffektivität, Gemütsleben-, ing. affectivity). Duygusal yaşam olgularının bütünü. Duygulanma gücü. Genellikle insanın ruhsal ya şamında duygu alanı ve düşünce alanı ayrımı yapılır. Gerçekte bu iki alan bilinç koşulları çerçevesin de bir bütün oluşturmaktadır: duy guyu düşünceden ve düşünceyi duygudan kesin çizgilerle ayırma olasılığı yoktur, bir başka deyişle duygu yükü taşımayan bir düşün ce ve düşünce yükü taşımayan bir duygu düşünmek olası değildir. Ge ne de en azından daha açıklıyıcı ol mak anlamında öylesi bir ayrımın yapılması gerekir. Buna göre duy gululuk insan ruhsallığm m ‘yürek ’le simgeleştirilen heyecansal
yanını oluşturur. Çağdaş ruhbilim ciler duygululuğu kişinin çevreye ya da topluma uyuşunun temel ko şulu olarak görürler. Duygusal iliş kiler çerçevesinde birey başkalarıyla ya da başkalarının oluşturduğu or tamla bütünleşir. Sevinç gibi, haz gibi, mutluluk gibi duygular kişili ğin dışa açılmasında önemli rol oy narlar. Buna karşılık bazı duygular, örneğin boğuntu, bunaltı, güven sizlik duygulan kişiyi kendine dön dürür ve dış dünyadan kopanrlar. Okuldaki başansızlıklann, bazı nevrozlann, hatta bazı psikosomatik hastalıkların tabanında olumsuz di yebileceğimiz bu tür duyguların va rolduğu kesindir. (Bk. DUYGU) DUYU (yun. aisthesisi; lat. sansus\ fr. sens; alm. Sinn, Sinnlichkeif, ing. sense). Nesnelerden izlenim ler alma yetisi. Dıştan ve içten du yumlar elde etme yetisi. Beş duyu nun varlığını Aristoteles göstermişti. Aristoteles’e göre görme, işitme, dokunma, tad alma ve koku alma duyulan bilgi kaynağımızın temeli ni oluşturur. Gerçekçi Aristoteles zihinde önsel bilginin varlığını öngörmezkentüm bilgilerimizi deney yoluyla elde etmekte olduğumuzu bildiriyordu. Bilgi açısından elbette öncelikle görme duyusunun öne mini belirtmek gerekirdi. Aristote les’le birlikte bu bakış ülkücü ba kışa karşıt olarak, gerçekçi anlayı şın temeline yerleşti. Duyu bize dış dünyanın bilgisini sağladığı gibi ben’imizin bilgisini sağlayacaktır. Bu çerçevede iç duyu ve dış duyu
DUYUMCULUK olmak üzere iki alan belirlemek doğru olacaktır. Maine de Biran iç duyuyu “ruhbilimsel bilinç” olarak tanımlamıştır, buna göre iç duyu iç sel durumların doğrudan doğruya sezgisidir, ona “ben’in bilinci” de diyebiliriz. Descartes daha önce sağduyu (bon sens) terimini kullan mıştır. D escartes’da sağduyu us anlamına gelir, sağduyu dünyanın en iyi paylaştırılmış şeyidir, sorun lar karşısında soğukkanlı ve araş tırmacı bir tutumun sağlayıcısıdır. Descartes’dan önce skolastikler or tak duyu deyimini kullandılar, bu deyimi Descartes da benimsedi. Ortak duyu bu filozoflarda duyu lur bilinç kavramına karşılıktır; bu na göre ortak duyuyla birey duyu verilerini sağlar ve onları birbirine bağlar. Ahlak duygusu ya da ah lak duyusu sezgisel olarak iyi’yi kötü’den ayırma yetisidir. Bu terimi özellikle XVIII. yüzyılda İngiliz ah lakçıları kullandılar, özellikle de Hutcheson kullandı. İrlanda kökenli Hutcheson ahlak duyusunu gerçek anlamda bir yeti olarak belirledi. Ona göre ahlak duyusunun yönel diği şey ahlaki iyiliktir, bu ahlaki iyi lik doğrudan doğruya sezilebilecek kadar basittir. (Bk. DUYUM, OR TAK) D U Y U LU R (fr. sensible\ alm. sirınlich, fühlbar-, ing. sensible). Duyularla algılanabilir olan. Platon’a göre duyulur dünya olgular dünyasıydı ve düşünülür dünya'nm bir kopyasından başka bir şey değildi. Düşünülür dünya, gerçek gerçek
likler olan İdea’ların dünyasıydı. Aristoteles ve daha sonra skolas tikler bir özel duyulur ve ortak du yulur ayrımı yaptılar. Özel duyulur olanlar tek bir duyuyla algılanan ni teliklerdir: renk, ses, tat vb. Ortak duyulur olanlar birkaç duyuyla al gılanan niteliklerdir: devinim, din ginlik, sayı, biçim, büyüklük vb. Bu ayrım bugün kullanılamaz olmuş tur. (Bk. DÜŞÜNÜLÜR) DUYUM (lat. sensatio\ fr. sensation; alm. Empfındung-, ing. sensatiori). Bir duyunun etkilenmesiyle ortaya çıkan ruhsal olgu. Duyusal izlenim. Duyum her şeyden önce biyolojik bir süreçtir, alıcı aygıtın ortaya koyduğu özgül bir tepkidir. Duyum, buna göre doğrudan doğ ruya duyu organına bağlıdır. An cak, duyum, arı olarak sezilemeyen bir ruhsal olgudur. Bu olgu gözlemlenemediği gibi aynştınlamaz da. Ancak her türlü bilginin, özellikle deneysel bilginin kökeninde yer alır, böyle olmakla bilginin ilksel m ad desi ya da hammaddesi gibidir. Du yumu iç duyum ve dış duyum diye ikiye ayırabiliriz. İç duyum özne nin kendinden elde ettiği duyum dur. Dış duyum öznenin kendi dı şından elde ettiği duyumdur. (Bk. DUYU) DUYUMCULUK (fr. sensualisme\ alm. Sensualismus', ing. sensualism). Tüm bilgilerimizin duyum lardan geldiğini bildiren deneyci öğ reti. Buna göre duyular bilginin ge rekli ve yeterli koşuludur. Biz en
DUYUMSAMAZLIK soyut bilgilerimizi bile duyumardan elde ederiz. Duyumcu bakış açısı XVIII. yüzyıla kadar yoktur, çün kü duyguyla duyumun birbirinden ay rılm ası bu y ü zy ıld an sonra başlar. Duyumda dış uyarı, duy guda bir sunum sözkonusudur. Yü zümüze çarpan rüzgarı duyumsar, bir utanç duygusunu duyarız. Du yum ben’in nesnelerden gelen bir eylemle ya da nesnelerden alman bir etkiyle bağlantılı bir durumudur, duygu ben’in kendi etkinliğiyle il gili bir durumudur. Duyumculuğu XVIII. yüzyılda Condillac temellendirmiştir. Condillac’ın bu konu da ortaya koyduğu ana formül şu dur: tüm düşünsel yetilere, duyar lılığa ve isteme varlığını kazandı ran şey duyumdur. Hiç duyum al mayan bir yontuya duyum alma ye tisini kazandırıp ona gül koklatsaydık yontunun tüm bilgisi bir gül ko kusuyla sınırlı olacaktı. Buna göre tek bir duyum bilinç alanına bağ landığında dikkat ortaya çıkacak tır. Bu tek duyum dirençli olduğun da bellek oluşacaktır. Yontu şimdi nin izlenimleriyle geçmişin duyu munu dikkate aldığında karşılaştır ma yapmış olacaktır. Buradan ben zerlikleri ve ayrılıkları saptamaya yöneldiğinde yargıda bulunmuş ola caktır. Karşılaştırmalar ve yargıla malar yinelendiğinde düşünce or taya çıkacaktır. Yontu bu defa her hangi bir kötü koku duyumsadığın da hoş kokuyu anımsayacak ve im gelem belirecektir. Hoş kokunun anısı bir gereksinme ve bir arzu ya 170 ratacaktır. M utlak arzu da istemi
getirecektir. Condillac’dan başka birçok filozof duyumcu anlayışa bağlanmıştır. Bunların bir bölümü m ad d eci d u y u m cu d u r (B aro n d ’Holbach, Helvetius, Feurbach), bir bölümü de ülkücü duyumcu dur (Berkeley, Hume, Mach). [Bk. DENEYCİLİK, GERÇEKÇİLİK] DUYUM SAM AZLIK (fr. apathie\ alm. Apathie\ ing. apathy). Duygulanma ve eylemde bulunma yetersizliği. Duygu dünyasında be lirgin durgunluk. Ahlakta duyum samazlık dış dünya karşısında ilgi sizlikle belirgindir, bu daha çok es ki ahlaklarla ilgili bir durumdur ya da tutumdur. Dış dünyanın çekici liklerinden kaçmak hatta acılara al dırmamak bilge kişi için bir zorun luluktur. Megara okulunun filozof ları, kuşkucular ve Stoacı’lar ken dilerine göre bir duyumsamaz bil ge tipi tanımlamışlardır. Ruhbilimde duyumsamazlık duyarsızlıkla be lirgindir, pek az eylemde bulunan kişilerin niteliğidir. Duyumsamaz bir kişide arzular ve heyecanlar yönünden tam bir umursamazlık sözkonusudur. Duyumsamazlık et kiler karşısında tam anlamında ya da büyük ölçüde bir duyarsızlığı or taya koyar. Melankolide ve şizof renide kişi sık sık duyumsamazlık belirtileri gösterir. Bedende salgıla m a işlevlerindeki bozukluklar da duyumsamazlığa yol açabilir. Bu du ruma bunama olaylarında da çok raslanılır. Yaşam koşullarındaki uyarsızlıklar da insanı duyumsa mazlığa itebilir. Bu uyarsızlıkların
DÜRTÜ başında başarısızlık gibi, işsizlik gi bi, tutukluluk gibi istenmeyen top lumsal etkenler gelir. (Bk. MELAN KOLİ, ŞİZOFRENİ) DÜALİZM . Bk. İKİCİLİK. DÜNYA (lat. mundus; fr. monde; aim. Welf, ing. world). Yerkürenin bütünü. Yer’i ve yıldızları içine alan evrensel düzen ve bu düzenin dı şında varsayılabilecek benzer dü zenler. Varolan şeylerin bütünü ya da bütün bir evren. Aynı çeşitten nesnelerin alanı (fiziksel dünya, toplumsal dünya). Dünya her şey den önce doğadaki insanı anlatır. Dünya insanlaşmış doğadır, mad desel doğayla insan doğasının bü tünleştiği alandır. Doğa özellikle duygucu-gizemci sanatçı için bir çı kış noktası ya da bir dayanak olur ken dünya gerçekçi sanatçının çalış ma alanıdır. Doğalcı bakış doğayı yüceltir, doğanın arkasındaki tan rısallığı görmeye, bulup çıkarmaya çalışır. Gerçekçi yalnızca doğayla değil, doğanın içinde bir başka do ğa oluşturan insanla da ilgilenir. Bu nunla birlikte doğayla ilgili bir do ğalcılık olduğu gibi dünyayla ilgili bir doğalcılık da vardır. Doğalcı lıkta nesne birinci planda ya da bü yük ölçüde belirleyicidir. Dünyay la ilgili doğalcılık da gerçekliği hiç bozmadan, olduğu gibi yansıtmak anlamına gelir. Duyulur dünya, al gılanabilir şeylerin alanıdır. Düşü nülür dünya, algılanabilirin ötesin de varsayılan dünyadır. / Baudelai re: “Ah! Lambaların ışığında dün
ya ne kadar büyük - Anıların gö zünde ne kadar küçük dünya.” / Marx: “Filozoflar çeşitli biçimlerde dünyayı yorumlamakla yetindiler, şimdi dünyayı dönüştürme zama nıdır.” / K. Mansfield: “Biliyor mu sunuz, ben bu büyük insanlar dün yasından değilim.” / H. Walpole: “Düşünenler için dünya bir kome di, duyanlar için dünya bir trajedi dir.” / Shakespeare: “Bütün dünya bir tiyatrodur - Ve tüm kadınlar ve erkekler onun oyuncularıdır.” / Pallados: “Dünya bir tiyatro oyunu dur, rolünü oynamayı öğrenmek gerekir.” / Vauvenargues: “Dünya herkesin maskeli olduğu büyük bir balodur.” / Goldoni: “Dünya güzel bir kitaptır, okumayı bilmeyene çok az şey v e rir.” (B k. D O Ğ A , DUYULUR, DÜŞÜNÜLÜR) DÜRTÜ (fr. mobile', aim. Trieb, Beweggrund', ing. mobile). Eyleme iten etken. Eyleme yönelten itki. Dürtü bir duyguya, bir fikre, bir ilgiye bağlı olabilir. Güdülerin tersi ne dürtüler azçok usdışı ya da bilinçdışı nedenlere dayanır. Buna göre örneğin bir siyasal eylem az çok örtülü bir güç kazanma isteği nin sonucu olabilir. Dürtü daha çok duygusal nedenlerden, güdü daha çok ussal nedenlerden kaynaklanır. D ürtü her zam an itici, eylem e yöneltici bir güç oluşturur. Buna göre herhangi bir duygu istemi etki leyecek duruma girebilir. Dürtü in sanı dünyaya bağlayan, insanı yapı cı kılan bir etkendir. O bir eylem nedenidir. Kaynağı duygusal da
olsa, düşünen bir varlık olan insanı dünyayı düşünm eye iter. Sartre d ü rtü y ü öznel, güdüyü nesnel uzanımlı olarak görür ve dürtüyü “B en’i belli bir edimi gerçekleştir m eye iten a rzu lar ve tu tk u la r bütünü” olarak tanımlar. (Bk. GÜ DÜ, İTKİ) DÜŞ (fr. reve; alm. Traum; ing. dream). Uykuda ortaya çıkan ruh sal olgular dizisi. Düşte gördüğü müz imgeleri uyanınca genellikle tümüyle ya da parça parça anım sayabildiğimiz gibi onlardan bize yalnızca hiçbir belirginlik taşıma yan karmaşık duyguların da kaldı ğı olur. Uykuda duyum alma gü cümüz son derece zayıflamış, kas lar iyiden iyiye gevşemiş, tepki ver me gücümüz büyük ölçüde azal mıştır, bu arada zihinsel etkinlik de tam anlamında cılızlaşmış ve sıfır noktasına yaklaşmıştır. Us deneti minin ortadan kalkmasıyla bilinçteki ve bilinçdışındaki pekçok öge tam anlamında mantıkdışı görünen ama gene de belirgin bir mantığı olması gereken bir düzende bir araya ge lerek düşleri oluşturur. O zaman bi rey baştan sona düşsel olan olgu ları bir gerçekliği yaşıyormuş gibi algılar. Gene de buradaki gerçek lik, gerçeklikte karşılığı olmayan kurgusal bir gerçekliktir. Sartre “D üşün bilincini belirleyen şey onun gerçeklik kavramını bile bile yitirmiş olmasıdır” der. Gene de herkes kendi bilinç koşulları ve bu arada altbilinç koşulları çerçevesin de düş görecektir. Düşte bireysel
liğimiz kapalı bir dizge oluşturmak tan çıkar, açılıp saçılır, varlığına ya bancı gibi duran ama gerçekte hiç de yabancı olmayan imgelerle sa rılır. Düş sırasında birey gördükle rinin nesnelliğine inanır, bir bakı ma olağanüstü bir dünyada yaşa maya başlar, bu dünyanın kendisi ne göre sağlam yasaları var gibi dir. Freud düşü “Bir arzunun ger çekleşmesi” olarak anlıyor, en ma sum düşlerin bile şeytanlıklarla do lu olduğunu söylüyor, onları yo rumladığımız zaman bu şeytanlıkla rın ortaya çıkacağını bildiriyordu. Freud’a göre düşler arzuların ya da bir başka açıdan yoksunlukların dile geldiği simgelerdir. Düşünce dün yamızdan itilmiş, kafamızın gerisi ne hapsolmuş nice fikir buna göre düşlerde ortaya çıkmakta, etkinlik kazanmaktadır. Bu fikirlerin pekçoğu cinsel kökenli olmalıdır. Jung da düşleri bilinçdışının üretimleri ola rak görür ve “Düşlerini düşünmek kendi üstüne bir dönüş yapmak tır” der. “Herbirimizde yabancı yüz lü bir yalancı uyum aktadır” der Jung. Ona göre bir düşü kendisi olarak ele alıp yorumlamak olasılı ğı yoktur, “Bir düş, bir düşler dizi sine bağlıdır.” Çünkü, nasıl bilinçte bir süreklilik varsa, bilinçdışmda da bir süreklilik vardır. Ancak düş kendiliğinden etkinliklerle gerçek leşir, bu etkinlikler istemden kaçan ve ahlaki sorumluluklara uzak dü şen etkinliklerdir. Birey düşte hem bir oyuncu hem bir gözlemcidir ya da bazen oyuncu bazen gözlemci dir. Düş gören kişinin zaman za
man etkin bir duruma girdiği, yük sek sesle konuştuğu, çırpındığı, hatta yerinden doğrulduğu görüle bilir. Düşsel gereçte kavramsal dü şünce hem en hemen hiç yoktur, zaten düşte her şey öncelikle gör sel ya da biçimseldir. Görsel imge ler bazen aydınlık bazen de olabil diğince bulanıktır. Bir düş, uzun bir zaman parçası içinde görülmüş gi bi olsa da en çok on dakikalık ya da on beş dakikalık bir süreyi kap samaktadır. Bazı dış nedenler de düş görmemize yol açabilir. Tele fonun çalması, su sesi, kapınm vu rulması uyuyan kimseye bu etken lere yabancı düşmeyen düşler gördürebilir. Ya da aç yatmış bir kişi düşünde bir ziyafet sofrası görebi lir. Küçük çocukların düşleri hemen tümüyle maddi nedenlerden kay naklanır. Acıkmış bir çocuk düşün de kova kova süt içerek açlığını bastırabilir. Büyüklerin düşlerinde daha çok bilinçdışı etkenler, özel likle de arzular belirleyicidir. Şöyle de diyebiliriz: düşlerde karşımıza çı kan imgeler büyük ölçüde kılık de ğiştirmiş arzulardır. Freud’a göre düş uykunun koruyucusudur, çok canlı uyanları, dayanılmaz gerilimleri yumuşatır. Ancak bu görüş pek benimsenmemiştir, özellikle A. Adler ve K. Hom ey gibi yazarlar bu görüşe karşı çıkarlar. Ne olursa ol sun, düşlerin dramatik yapısının bi reye bir ruhsal gerilimi giderme et keni olarak etkide bulunabileceğini düşünmek olasıdır. Her düş, bir sa nat yapıtı gibi, bir simgesel görü nüm bir de anlam bütünü ortaya
koymaktadır. Bir başka deyişle, düşlerin görünür içeriğini görünmez içeriğinden ayırmak gerekir. Bu da gizemli anlamda değil de bilimsel anlamda bir düş yorumculuğunu gerekli kılar. Ruhayrıştırmasında düş yorum culuğunun büyük bir önemi vardır. Simgeci yanlarıyla düşler sanatsal yaratmada da be lirleyici bir etki gücü oluştururlar. / Jung: “Elgon’un vahşi ormanlannda oturan Elgonlular bana iki tür düş olduğunu açıkladılar: biri orta lama insanın sıradan düşü, öbürü değerli insanların, örneğin büyücü nün ya da boy başkanmm yaşadığı ‘büyük görü’. Sıradan düşlere kim se kulak asmıyor, ama biri bir ‘bü yük görü’ yaşadı mı tüm boyu top layıp onu onlarla paylaşıyor. Bir düşçü düşünün sıradan bir düş ya da büyük bir görü olduğunu nasıl anlıyor? İçgüdüyle anlıyor, büyük görüyü şıp diye tanıyor.” “Döşler bizim bilinçle oluşturamadığımız imgeleri ve fikir çağrışımlannı içe rirler. Bizim araya girmemizi gerek tirmeyecek biçimde kendiliğinden doğarlar ve böylece her türlü be lirleyici istemden kaçan ruhsal bir etkinlik ortaya koyarlar. Düş ruhsallığın doğal ve son derece nesnel ürünüdür.” “Düşler tümüyle haber siz oldukları bilinçli eleştirinin dı şında bilincin etkinliğini yansıtırlar. Bir başka deyişle, onlar bilincin öğe lerini yansıtırlar ama onları bütünü içinde yansıtmazlar.” / H. Orgler: “İmgelem insana uyanık olduğu za man bir karar alması için yardım eder. Düşün işlevi düşçüye usun
DÜŞÇILGINLIĞI sınırlarını aşması için gerekli atılı mı kazandırmaktır. İmgeler ve kar şılaştırmalar özellikle bu işe özgü dür. Eğretilemelerin ve simgelerin düşlerde büyük roller oynamakta olduğu çoktandır anlaşıldı. Adler bu düşsel imgelerde bir kendini aldat ma aracı buldu, şiirin çekici imge lerle insanı aldatm ası gibi. (...) Mantığın zincirlerinden kurtulmuş olan imgelemimiz en büyük güç lükleri aşmamızı sağlamakta, so runlarımızı hafifletmekte, onların çözümlerini kolaylaştırmakta öz gürdür. İnsan uykuda bile sorun larıyla uğraşır. Ona düşü sağlayan atılım, ona sorunları çözmede ko layca yardımcı olur. Düş her za man geleceğe doğru yönelmiştir; bu alanda da bir amaca yönelen bir devinim belirlenebilir. Düşteki im gelerin seçimi bize düşçünün ya şam biçimiyle ilgili bir anahtar ve rir.” /Baudelaire: “Gerçek gerçeklik düşlerdedir, dünyada çok az şey var.”/ Kari Abraham: “Bastırılmış arzular düşlerde ve bazı ruhsal karışıklık belirtilerinde yerlerini alırlar. (..) Düş b astırılm ış bir a rzu n u n g e rçek leşm esid ir, bu a rzu n u n en d erin k ökleri düş görenin çocukluğuyla ilgilidir.” “ D ü şte y e tişk in kişi çocuksu d ü şü n m e b iç im in i k o ru m ak la kalmaz, aynı zamanda bu dönemin nesnelerini de korur. Çocukluğun bilinçdışmda biriktirilmiş arzulan ve olguları görünüşte unutulmuştur. Bu arzular ve olgular orada bir çeşit beklem ededirler, orada kişinin ç o c u k lu ğ u n d a y aşa d ığ ı o laya
b e n z e r b ir o lay ı y a şa m a sın ı beklerler.” “D üşte çocukluğun imgelemsel etkinliği ve onunla ilgili nesneler ortaya çıkar. Mitosla düş a ra sın d a k i b e n z e rlik b ö y lece k en d in i g ö ste rir.” “G ü ç lü b ir karmaşık yıllar boyu yinelenen bir düş biçiminde kendini ortaya koyar. Bu konuda (..) belirgin düşleri, ö rn e ğ in ç o c u k lu k ta g ö rü le n ç ıp la k lık d ü şü n ü an ım sam ak yeterlidir.” (Bk. DÜŞLEM) D Ü ŞÇ ILG IN LIĞ I (fr. onirisme). Zihnin düşte olduğu gibi imgeler üretme etkinliği. Düşçılgmlığmda birey devingen, zengin, çarpıcı, sannlı imgeler yaratır ve bu yarattığı şeylerin gerçekliğine inanır. Düşçılgınlığına tutulmuş kişi gördüğü nü ya da işittiğini sandığı şeylerden heyecana kapılır, hatta yarattığı dra matik sahnelere oyuncu olarak ka tılır: kişileri izler, tehlikelerden ka çar, kavgaya katılır. Dış gerçekliği hemen hemen hiç algılayamaz ol muştur ya da dış gerçeklik ona tam anlamında bir bulanıklıkta, sis için de görünür. Düşçılgını zaman ve yere uyarlanamaz. Gündelik yaşa mını sürdürmekte sıkıntılara uğrar. Düşünce dünyası yanılma-larla ve kesilmelerle sakatlanmıştır. Birkaç saat süren düşçılgınlığı bunalımı ge çince kişi eski durum una döner. Bununla birlikte süreğen durumlar la da karşılaşılabilir. Kıksançlıkla il gili saplantılar bu süreğen durum ların başında gelir. Düşçılgınlığı özellikle uyuşturucu ve alkol ba ğımlılarında görülür. (Bk. SANRI)
DÜŞLEM D Ü Ş L E M (fr. r ê v e r ie ; alm . Träumerei; ing. dreaming). Zihnin kendiliğinden etkinliğiyle belirgin dalgınlık durumu. Düşlemde usun belirleyici etkinliği ya da dikkatin yönlendirici gücü tümüyle ortadan kalkmıştır. Böylece ortaya çıkan ruhsal durum tümüyle eleştiriye ka palıdır. Böyle olmakla düşlem dü şün uyanıklıkta görülen biçimidir di ye bir görüş ileri sürülebilir. Ancak düşlemde zihnin denetimi bütüne yakın ortadan kalkmış da olsa bü tünüyle ortadan kalkmış değildir. Gaston Bachelard düşlemi düşten şöyle ayırır: “Düş koşarken yolu nu unutarak bir çizgi üzerinde gi der. Düşlem yıldızlarla çalışır. O ye ni ışıklar yaymak için merkezine döner.” Düşlemde her zaman ses siz ve örtülü bir ussallık egemen gibidir. Henri Delacroix şöyle der: “Düşlem durumu, anıların ve im gelerin edilgin çağrışımından azçok istemli bir sunumlar dizgesinin ku ruluşuna kadar birçok değişik öl çüde gerçekleşir.” Düşlem özellik le yaratıcı etkinlikte bilincin zengin gerecini canlandırır, bu arada bi linçaltını kışkırtır. Sanatsal yatkın lık düşlemle canlanır ve güçlenir. Düşlem bir atılım istemi, bir sevinç kaynağıdır. Zengin imgelerle yüklü olarak yapıtın kurulmasına büyük ölçüde katkıda bulunur. Düşlem yalnız fikirleri ve anıları değil, ilk çocukluğumuzdan kalma ilkömekleri de canlandırır, ilkömekler sim gesel yapılarında içkin olan anlatım olanaklarım kullanmakta sanatçıya
yol gösterir, hatta kurucu rolü oy nar. Düşlemde zihin kendi içinde bir oyuna dalmış gibidir, bu oyun da dilekler ve özlemler birinci plan da belirleyici olur. Buna göre düş lem biraz da bir dinlenme olanağı dır, zihnin dış dünyadan kurtulup kendisiyle başbaşa kalmasıdır. Bu yüzden H.F. Amiel düşlem için “dü şüncenin pazar günü” deyimini kul lanır. Bu biraz da zihnin zorunlu tembelliğidir ya da bir başka tür ça lışkanlığıdır, insanın kendine dömesini, kendine dönerken olasının sı nırlarını iyiden iyiye zorlamasını, kendini kendinde görüp yeniden ta nımasını sağlar. “O ruha ve bede ne esnekliğini kazandıran bir sağ lık banyosudur. Özgürlüğün belir tisi ve bayramıdır. Sevinçli bir şö lendir, çayırlıkta güle oynaya çiçek ten çiçeğe konan bir kelebeğin şö lenidir” (Amiel). Düşlemin hasta lıklı biçimlerinden de sözedebilîriz. E. Minkowski şöyle der: “Biraz çe lişkili bir biçimde, hastalıklı düşçüler çokça düşledikleri için hasta lıklı değillerdir, hastalıklı oldukları için çokça düşlerler diyebiliriz. Bu na göre, bizce, olağan düşlemle hastalıklı düşlem arasında bir de rece ayrımından daha çok bir şey vardır. Olağan düşlemde bir an için gerçekliği unuturuz, ama gerçeklik her zaman gerçekliğin örtülü bilin ci dediğimiz şeye uymaktadır. Şi zofreniyle ilgili düşlemde işte bu gerçekliğin örtülü bilinci yokolmuştur.” (Bk. DÜŞ)
175
DÜŞÜNCE D Ü Ş Ü N C E (fr. pensée', alm. Gedanke, Denken', ing. thought). Bilinç olgularının tümü. Kavramla rı karşılaştırarak fikirler oluşturma yetisi ve bu oluşmuş fikirlerin tü mü. Yargılardan karşılaştırma yo luyla sonuçlar çıkarma yetisi. Bir yargı ya da bir görüş ortaya koy ma işlemi. Gerçekçi olsun ülkücü olsun, her felsefe zihnin ancak sa hip olduğu kavramlar ya da fikirler üzerinde uygulayacağı bir işlemle düşünce edimini gerçekleştirebile ceğini bildirir. Husserl’in “bilinç herhangi bir şeyin bilincidir” for mülü gerçekçi bir çerçevede orta ya konulmuş da olsa tüm felsefe ler için düşüncenin niteliğini açık lar gibidir. Geniş çerçevede düşünce yalnızca fikir düzeyindeki çıkarım ları değil, zihnin tüm etkinliklerini ve ürünlerini karşılar. Buna göre yal nızca bir usavurmayla ortaya ko nulan bir yargı değil, bir duygu, bir imge, bir izlenim de düşüncedir. Ülkücü felsefeler düşüncenin te mel gerecini oluşturan fikirlerin öncesel olarak ya da doğuştan veril miş olduğunu benimserler. Gerçek çi felsefelerde düşüncenin temel gerecini oluşturan kavramlar duyu organlarının sağladığı verilerle son ra d an eld e edilm iştir. Ü lkücü Descartes öncesel bilgilerle donan mış zihnin varlığını benimsemeden önce onu evrensel kuşku yönte miyle göstermeyi yeğlemiştir. Her şeyin varlığından kuşkulanabilirim ama bu kuşkulanan ben’in varlığın dan kuşkulanam am . B una göre “Düşünüyorum öyleyse varım” di
yebilirim. Descartes öncesel fikir lerle dolu olan zihninde kendini gösterecek her etkinliği “düşünce” diye belirliyordu. Onda düşünen ben, her türlü ruhsal etkinliği ger çekleştirmekteydi. “Düşünen şey nedir? Kuşkulanan, anlayan, kav rayan, onaylayan, isteyen, isteme yen, bu arada imgeleyen ve duyan bir şeydir.” Descartes’a göre ken dimizde doğrudan doğruya kavra dığımız her ruhsal olgu düşünce dir. Descartes şöyle der: “Kendi mizde belirlediğimiz tüm düşünce biçimleri iki genel bölüme ayrılabi lir, bunlardan birisi anlıkla kavra maya dayanır, öbürü istemle belir lemeye dayanır. Böylece duyum samak, imgelemek, bu arada tüm düşünsel şeyleri anlamak kavrama nın değişik biçimlerinden başka bir şey değildir; buna karşılık arzula m ak, tik sin m ek , güv en m ek , yadsımak, kuşkulanm ak istem in çeşitli biçimleridir.” Düşüncenin bu Descartes’çı anlamı bugün olduk ça eskimiştir. Bugün düşünceden anladığımız özellikle anlamakla ya da kavramakla ilgili olgulardır. Kant düşünmeyi yargılamakla özdeşleş tirerek şöyle der: “Düşünmek su numları bir bilinçte birleştirmektir. Sunumların bir bilinçte bir araya gelmesi yargıdır. Öyleyse düşün mek yargılamaktır.” Kant düşün meyi Salt usun eleştirisVnin Aşkın ayrıştırma bölümünde ele alır ve aş kın ayrıştırmayı “anlığın birleştirici gücüyle oluşan bilgi nesnesinin ne olduğuyla ilgili ayrıştırma” diye be lirler. Kant’a göre biz öncesel ola
DÜŞÜNCE rak sahip olduğumuz yani deney den getirmediğimiz kavramlarla dü şünürüz. Kant şöyle der: “Bilgileri mizin zihnimizde iki kaynağı var dır, birincisi sunumları alma yetisi dir, İkincisi sunumlar aracılığıyla bir nesneyi tanıma yetisidir. Birinciyle bize bir nesne verilmiştir, İkinciyle bu sunumla ilişkisi içinde bir nesne düşünülmüştür. Sezgi ve kavram tüm bilgilerimizin öğeleridirler, ne kendilerini herhangi bir biçimde karşılayan sezgiler olmadan kav ramlar ne de kavram sız sezgiler herhangi bir şey sağlayabilirler.” Böylece Kant zihni eski felsefeler de olduğu gibi yalnızca tek tek şey leri birleştiren bir güç diye görmek istemez, dış dünyayla iç dünyayı evrensel düzeyde birbirine kavuş turur. Ülkücü Kant yalnız zihnin be lirleyici gücünü oluşturan kavram ları değil, duyarlılığın koşullannı da apriori olarak belirler. Ülkücü ba kış açılarında, bu arada düşünce nin iki büyük tem ellen d iricisi Descartes ve Kant’da olduğu gibi, düşünce tanrısal ya da doğal kay naklı öncesel fikirlere dayandırıldı ğı zaman bile zorunlu olarak bir var lığın açınımını getirecektir, değiş kenden çok değişmezi kavraya caktır. Buna karşılık gerçekçi ba kış açısı, aralıksız değişmekte olan insan yaşamının yansılan olarak an layabileceğimiz kavramlara dayan makla, düşünceyi sürekli değişen bir etkinlik olarak görecektir. Ger çekçi çerçevede Lukacs bu değişi mi şöyle açıklar: “İnsan düşünce sinin tarihi bize her felsefenin, yön-
tembiliminde, tüm yapısında, hatta onun kurulmasını sağlayan koşul larda çağının derin izlerini taşıdığı nı öğretiyor. Tarihin dönemeçleri neredeyse zorunlu bir biçimde fel sefede bunalımlar yaratır. Uzun sü re tartışılmaz bir biçimde apaçık gö rülmüş olan kavrayışlar birdenbire sorunlu duruma gelir.” Buna göre her birey dünyayla ilişkileri içinde kendi düşünce yapısına sahip olur. Bireyin düşünce dünyası kendi öz gün özellikleri çerçevesinde başka larının düşünce dünyasından ayrı lacak, ancak sahip olduğu nesnel özellikler çerçevesinde de başkala rının düşünce dünyasına kavuşa caktır. Bilinçlerin ayrılığı ve bilinç lerin ortaklığı tartışmayı ya da kar şılıklı görüşmeyi olası kılar. Bu du rumda başkası benim için yalnızca bir nesne ya da bir kendinde şey değildir, aynı zamanda bir bilinçtir ya da kendi için'dir. Düşünce'dil de an latım ın ı bulur. M erleau Ponty’ye göre ben’le başkası kar şılıklı görüşmede bir ortak alan ya ratırlar: “Karşılıklı görüşme dene yinde başkasıyla benim aramda or tak bir alan kurulur, benim dü şüncem ve onun düşüncesi tek bir doku oluşturur, benim görüşlerim ve karşımdakinin görüşleri tartış mayla ortaya çıkarılmıştır, bu gö rüşler ortak bir işlemle birbirlerine geçerler, bunlardan hiçbirisinin ya ratıcısı ben değilimdir. Burada ikili bir varlık vardır, başkası burada be nim için artık benim aşkın alanım da basit bir davranış değildir, ben de onun aşkın alanında öyle deği
DÜŞÜNCE limdir, biz eksiksiz bir karşılıklılık ta biri öbürü için işbirliği yapan kimselerizdir, bakış açılarımız birbiri nin içine girer, aynı dünyada bir or tak olarak varızdır.” Buna göre dü şünce toplumsal açılımlıdır ve bi reylerin nasıl kendi düşünce dün yaları varsa çağların ya da toplumların da kendi düşünce dünyaları vardır. Ancak her toplumda bire yin düşünceleri de her zaman ken di ufkuyla sınırlı olacaktır. Düşün cenin temel özelliği göreliliktir. Mut lak düşünsellik, dinsel çerçevede, ancak Tanrı’ya özgü olan yetkinli ğin belirtisi olabilir. Pascal insanı “düşünen bir kamış” olarak belirli yor, onu tanrısallıkla hiçlik arasın da bir orta y e r ’e yerleştiriyordu, bununla birlikte “Tüm üstünlüğü müz düşünceden gelmektedir” di yerek düşüncenin önemine parmak basıyordu. Dünyada bir varlık ola rak insan bir ruh-beden bütünüdür, bedeninde ya da bedeniyle düşü nür: ne bedenden ayrı bir düşünce ne de düşünceden ayrı bir beden olabilir. Dinci bakış açısı ölümsüz saydığı ruh için ölümlü bedeni ge çici bir yerleşim ortamı olarak be lirler. Hıristiyan filozofları ruhu bü tün bedende yerleşmiş sayıyorlar dı: beden k u tsald ı, bu yüzden ölükesme bile suçtu. Descartes ruhla bedeni kesin olarak birbirin den ayırdı, bu çerçevede son dere ce kurgusal görüşler ortaya koy du. Filozof şöyle diyordu: “Size di yeceğim ki, Tanrı bu m akinaya akıllı bir ruh verince ona belli başlı yerini de beyinde verecektir.” Des-
cartes ruhla bedenin dokunuşma yeri olarak kozalaksı bez’i göste rir. Bu ülkücü görüş günümüzde hiçbir geçerliği olmayan bir görüş tür. Çağdaş ruhbilimin ortaya koy duğu gibi, bizim ruhsal etkinlikle rimiz fizyolojik süreçlerimizin so nuçlarından başka bir şey değildir. Öyleyse bir düşünce ve beden ay rılığı düşünmek olanaksızdır. Ruh sal etkinlik tümüyle bedensel etkin liğe bağlıdır. M .Ö. V. yüzyılda Anaksagoras “İnsan bir eli olduğu için düşünüyor” diyordu. Aristote les de “Göz bir hayvan olsaydı gör me onun ruhu olacaktı” diyordu. Maurice Blondel şöyle der: “İnsan ancak eylemde bulunduktan son ra, eylemde bulunarak, eylemde bu lunmak için düşünür.” Gerçekte in san düşündüğü için eylemde bulu nur ve eylemde bulunduğu için dü şünür ya da düşünerek eylemde bu lunur ve eylemde bulunarak düşü nür. Düşünceyi eylemden eylemi düşünceden ayıramayız. / Vauvenargues: “Büyük düşünceler gönül den gelir.” / Fönelon: “Dinlenilme ye değer olan kişi sözü yalnız doğ ruyu ve iyiyi bildirmek için kulla nan kimsedir.” / B. Shaw: “Sanı rım pek seyrek düşünüyorsunuz. Yılda bir iki kere düşünen çok az insan var. Size seslenen ben, ünü mü haftada bir iki kere düşünme me borçluyum.” / G. Lanson: “Dü şünce anlatımını bulduğu zaman ge lişir.” / Bergson: “Düşünce adamı olarak eylemde bulunmak ve ey lem adamı olarak düşünmek gere kir.” / Voltaire: “Adaletsizlikleri ge
DÜŞÜNME çerli kılmak için düşünceyi, dü şünceleri gizlemek için sözleri kul lanıyorlar.” / Leonardo da Vinci: “Az düşünen çok yanılır.” / E. C. Y. Ripoli: “Düşünceler sustu mu devrim ler ko n u şu r.” / M ao Çe Tung: “İnsanların toplumsal ya şamları düşüncelerini belirler.” / Schopenhauer: “Üsluba güzelliğini veren düşüncedir, sözde düşünür lerde düşünceleri süsleyen üslup tur.” / Shakespeare: “Düşünce ya şamın kölesidir, yaşam zamanın çıl gınıdır.” / R. M. du Gard: “Düşün ce kuşkuyla başlar.” (Bk. BEN, BİLGİ, BİLİM, BİLİNÇ, FİKİR) DÜŞÜNME (lat. reflexio-, fr. réfle xion-, alm. Reflexion, Überlegung-, ing. reflection). Zihnin kavramla rını ve fikirleri inceleme ve karşı laştırma edimi. Zihnin kendindeki gereci incelem ek üzere kendine dönmesi. Zihnin kendi verileri üze rinde yoğunlaşm ası. “Düşünm e bizde bulunan şeye yönelmiş dik katten başka bir şey değildir” der Leibniz. L ocke’a göre düşünme “zihnin kendi işlemlerinden ve ken di özyapılanndan elde ettiği bilgi”dir. Kant şöyle der: “Düşünme, çe şitli bilgi kaynaklarımıza verilmiş bazı sunumların ilişkisinin bilgisi dir.” Düşünme zihnin kendi üze rinde yoğunlaşarak kendindeki ge recin belli bir bölümünü aydınlat ması, bu aydınlatma içinde o gere cin konumunu ve bağlantılarını gör mesidir. Bu yüzden her düşünme edimi bir dikkati gerektirir. Düşün cenin yalnızca kavramlar ve fıkir-
ler gibi nesnel gereçlere değil de özellikle duygular, anılar, ilkömekler gibi öznel ağırlıklı gereçlere yö nelmesiyle içebakış dediğimiz araş tırma edimi gerçekleşir. Düşünme her durumda bilincin kendi kendi ni görmesi ya da daha genel bir çer çevede bireyin kendiyle bütün leşmesidir. Düşünmede birey ken dini dönüşmeyen bir varlık olarak algılar, ancak düşünce edimi en kü çük ölçülerde de olsa bilinci dönüş türerek bireyin gelişimini sağlar. Zaten zihnin yöneldiği kavramlar ve fikirler dönüşen bir dünyanın bi reysel yansımalarından başka bir şey değillerdir ve böyle olmakla sü rekli dönüşen ama düşünme etkin liğiyle dönüşen yapı taşlan özelliği gösterirler. Düşünme özellikle nes nel gereci öznel gereçten ayırmaya çalışır, kavramları duygu yüklerin den soyutlamaya çalışır ve bu işi belli bir ölçüde ve elbet geçici ola rak başarır. Çünkü zihnimizin nes nel gereçlerini doğal durumda öz nel özyapılanndan ayrı düşünmek olası değildir. Zihnin bu kendine yönelimi gerçekte onun dünyayı al gılamasını ve tartışmasını getirir, çünkü bilinçte bütün bir dünya özetlenmiştir. Her bilinç kendi ufuk ları çerçevesinde dünyayı düşün ceyle algılar. Bu yüzden düşünmek hem bir varolanı görmek, hem bir geriye dönmek, hem de ileriye ya ni geleceğe açılmak anlamım taşır. Böylesine bir genişlikte etkin olan düşünme özgürlüğün kaynağı ola rak düşünülebilir. (Bk. BİLİNÇ, Fİ KİR, KAVRAM)
179
DÜŞÜNSELCİLİK D Ü ŞÜ N SELC İLİK (fr. intellec tualisme', alm. Intellektualismus', ing. intellectualism). Tüm varlığı düşünsel öğelere indirgeyen öğre ti. Düşünsel olguların duygusal ve istemsel olguları öncelediğini ve be lirlediğini ileri süren öğreti. Her şeyi düşünceye indirgeme eğilimi. Düşünselcilik ussallığı her türlü baş ka ruhsal etkinlik karşısında koşullayıcı sayar ve böyle olmakla istemcilikle ve hatta usçulukla karşıt laşır. İstem di ikte varlığın temelini mantıksallıkla ilgisi olmayan istem belirler, öte yandan usçulukta usla anlık aynı şey değildir. Düşünselcilik iki ayrı çerçevede gelişmiştir. Birincisinde varlık anlıktan ayrı dü şünülür, ama anlığın kendinde var lığın eksiksiz bir imgesini taşıdığı varsayılır. İkincisinde, varlıkla dü şünce özdeşleşmiş durumdadır. Bi rinci biçim özellikle Descartes’ı, İkincisi Hegel’i düşündürür. Buna göre varlığı düşünmek kendini dü şünmekle aynı şey olacaktır. Ne olursa olsun, düşünselcilik her yer de ve her şeyde usun belirleyici gü cünü öngörür. (Bk. USÇULUK, İSTEMCİLİK)
180
D ÜŞÜN ÜLÜR (fr. intelligible', alm. intelligibel', ing. intelligible). Düşünceyle kavranabilir olan. Du yularla kavranılamayan, duyulara kapalı olan. Düşünülür dünya, du yulur dünyanın üstünde ya da dı şında, onun gerçek kaynağı ya da daha genel anlamda gerçek gerçek liklerin ortamı olarak düşünülür. Buna göre duyulur dünyada her şey
d ü şü n ü lü r dün y ad an ö tü rü ve düşünülür dünyaya göre vardır. Platon düşünülür dünyayı gerçek gerçeklikler olan İdea’lann dünya sı olarak görüyordu. Kant Noumenon’un alanını düşünülürün alanı olarak belirledi. Platon bize düşü nülür dünyanın genel bir tablosu nu veriyordu. Kant düşünülür dün yayı bilinemezin alanı olarak belir ler. İnsanla, evrenle ve tanrısallıkla ilgili bilgilerin alanı olan bu alanla ilgili olarak Kant şunları söyler: “Bü tün bu Noum enon’la ilgili şeyler, aynı zamanda onların birliğinin fik ri, düşünülür dünya, çözümü tü müyle olanaksız olan bir sorunun sunumlarından başka bir şey de ğillerdir.” (Bk. DUYULUR) DÜZEN (lat. ordom , fr. ordre\ alm. Ordnung', ing. order). Ussal bir bü tünde yer alan şeylerin ya da kişi lerin konumu. Bir bütünü, özellikle toplumsal bir bütünü ya da kısaca toplumu kuran kurallar ya da ya salar toplamı. Düzen fikri her şey den önce evrenin uyumlu yapısını düşündürür. Leibniz düzeni “evre nin uyumu” olarak tanımlıyordu. Bergson fiziksel dünyanın düzeni ni yaşamsal düzenden ayırdı. Spinoza şöyle diyordu: “Fikirlerin düzeniyle şeylerin düzeni aynıdır.” D Ü ZEN LİÇ ILG IN LIK (fr. paranoia; alm. Paranoia; ing. paranoia). U ssal d ü z e n d e çılg ın lık . D ü şü n ce d e a p a ç ık lığ ın ve tutarlılığın korunmasıyla belirgin çılgınlık. Kraepelin’in ayrıntılı ola-
DÜZENLtÇILGINLIK rak tanımladığı bu çılgınlıkta ayırı cı tanıların başlıcaları ölçüsüz ken dine güven, aşırı alınganlık, yargı da tutarsızlık ve çevreye uyumsuz luktur. Kraepelin düzenliçılgınlığı ikiye ayırır: gerçek düzenliçılgınlık düzenli, düşünülmüş, sanrısız çıl gınlıktır, zamanla ilerlese de buna mayla sonuçlanmaz; paranoid du rumlar erken bunamayla belirgin dir, sanrılıdır. Düzenliçılgmlığa uğ ramış kişide usavurmalar tam ola rak mantıksaldır, ancak herbiri tu tarsız temellere ya da gerçeklikte karşılığı olmayan çıkış noktalarına
dayanır. Ancak bu usavurm alar mantıksal tutarlılıklarıyla inandırıcı olabilirler. Bu çılgınlıkta her zaman düşmanlık fikri öne çıkar. Kişi bi linmedik kişilerce izlendiğini ileri sü rebilir, bu yönde korunması ya da kurtarılması için ilgili kişilere başvu rabilir, hatta intikam duygularıyla dolu olabilir, bu yüzden cinayet iş leyebilir, yangın çıkarabilir. O he men her zaman topluluk içinde ya da yetke karşısında tedirgindir, za man zaman yalnız, çok zaman bu nalımlıdır. (Bk. ÇILGINLIK)
181
E E. M antıkta evrensel olumsuz önermelerin simgesi, örnek: “Bü tün insanlar ölümlü değildir.” E D İL G İN L İK (yun. paskhein; fr. passivité', alm. P assivität; ing. passivity). Etkin olmayanın duru mu ya da özyapısı. Yalnızca etki alanın, hiçbir itici ya da yapıcı güç ortaya koymayanın durumu ya da özyapısı. Eylemsiz olanın doğası. Edilginlik gizemci yönelimin özü nü o lu ştu ru r. G izem ci için heyecanlardan uzak içsel arayış hat ta tam dinginlik önemlidir. Gizem cilik kendine kapanma anlamında çileciliği getirirken tanrısala gönül den yönelişi öngörür. (Bk. ETKİN LİK, GİZEMCİLİK) E D İL İM (lat. passio', fr. passion', alm. Leidenschaft', ing. passion). Etki âlânın ya da katlananın duru mu. Edilim Aristoteles’in katego rilerinden biridir: ısıtılmış ya da so ğutulmuş olan, edilim durumunda olandır. (Bk. EDİM) ED İM
(lat. actus\ fr. acte; alm.
Tat, Handlung', ing. act). Eylemde bulunan bir gücün ortaya koydu ğu sonuç. A ristoteles’de, edilim durum unda olana karşıt olarak, varlığın tam yetkinlik içinde olması (çiçek, m eyva için gücüllüktür, gonca için edimdir). “Edim” söz cüğü “eylem”in eşanlamlısı gibidir. Aristoteles en yüksek düzeyde et kin gücü ya da tanrısallığı arı edim diye adlandırır. (Bk. EDİLİM, EY LEM) E D İM C İL İK (fr. activisme', alm. Aktivismus; ing. activism). Kuram sal ilkelerden çok yaşamın ve eyle min gereklerini göz önünde tutan ahlak anlayışı. İnsan zihninin eyle me dönük olması ve böylece dış dünyaya ya da topluma yönelik ça balar ortaya koyması gerektiğini ileri süren öğreti. (Bk. EDİM) ED İM SELC İLİK (fr. actualisme', alm. Aktualismus', ing. actualism). Bizi etkisi altında tutan geçmişi in celeyerek bugünkü edimleri bu in celemenin sağladığı bilgiler ışığın da düzenlem eyi öngören öğreti.
183
EGOİZM (Bk. EDİM) EG O İZM . Bk. BENCİLLİK. EGZİSTANSİYALİZM. Bk. VA ROLUŞÇULUK. E Ğ İL İM (lat. tendant; fr. tendan ce; alm. Streben, Tendenz', ing. tendency). Bir amaca yönelenin özyapısı. Bir amaca yönelmiş ve bu yö neliminde herhangi bir güçle karşı laşmamış olanın durumu. Eğilim is tekle belirgindir ve istemin etkinli ğini gerektirir. Bir eğilim, bir varlı ğın kendi kendine davranışını geti rir. Eğilim her şeyden önce orga nizmadaki doğal bir yönelgenliği ortaya koyar: çiçek açılmaya eği limlidir. İnsanda üç ayrı eğilim be lirleyebiliriz: etkin eğilimler bizi ey leme yöneltir, duygusal eğilimler duygu düzeyindeki yönelimlerin iti ci gücüdür, düşünsel eğilimler dik kat başta olmak üzere tüm düşün ce etkinliklerimizi belirler. Lachelie r’nin gösterdiği gibi, eğilimler ar zuya, arzu da isteme bağlıdır. Kişi sel eğilimler, toplumsal eğilimler, yüce eğilimler, aşağı eğilimler gibi pekçok eğilim belirlenir. (Bk. İS TEM)
184
E Ğ İ T İM (yun. p a id eia ; lat. educatio-, fr. éducation; alm. Erziehung; ing. éducation). Kendini ya da başkalarını yetiştirme ya da ge liştirme süreçlerinin toplamı. Bir ço cuğu yetişkinliğe doğru geliştirme eylemi. Kendinde ya da başkaların da ahlaki, düşünsel ve fiziksel ni
telikleri yetkinleştirme çabası. İn sanın gelişimini sağlamak için yön temler geliştirme ve uygulama ça bası. Eğitim kişiye yönelik bir tu tumu gerektirdiği kadar kişinin ken dine yönelik bir tutumunu da ge rektirir, buna göre eğitenle eğitilen ya da kendini eğiten arasında bir uyumu gerektirir. İkinci anlamda İngilizcede selfeducation terimi kul lanılır. Eğitimin tarihi bize insanın bilinçlenme süreçleri boyunca de ğişik eğitim yöntemleri ya da anla yışları uyguladığını gösterir. Eğitim ailede başlar ve okulda sürer, top lumun değişik kuramlarınca etki al tında tutulur, bu etkinin her zaman olumlu olduğunu söylemek elbette olası değildir. Çocuk yetiştirm e sözkonusu olduğunda eğitim kav ramı hemen pedagoji kavram ına bağlanır. Yetişkinlerin geliştirilme si pedagojiden çok daha çağdaş bir araştırma alanı olan ve özellikle öğ retim yöntemleri geliştirmeyi amaç layan eğitim bilim in konusudur. Çağdaş eğitim kavrayışı Yeniçağ’ın başlarında gelişmeye başlamıştır. Bu kavrayışa göre çocuk gelece ğin büyüğü olmaktan çok çocuk olarak yani büyük insanın dünya sından apayrı bir dünyası olan öz gün bir varlık olarak ele alınır. Bu na göre çocuk dünyasının kendine göre koşulları ya da yasaları var dır, çocuk yetiştirirken bunları göz önünde tutmak gerekir. Öyleyse, yaşa göre, eğilime göre, özel du rumlara göre çocuk yetiştirme yön temleri geliştirmek bir zorunluluk tur. Kavrama düzeyinin düşüklüğü
EĞİTİM ya da yüksekliği, kişilik bozukluk ları, topluma uyarsızlık gibi durum lar bu özel durumların başlıcalarıdır. Çağdaş eğitim kavrayışı çocu ğu iyi koşullarda iyiye yöneltilebilen bir varlık olarak düşünür ve o iyi koşullan elden geldiğince yarat maya çalışır. Bunun için bir takım önyargılardan ya da kaba belirle melerden kaçınmak, çocuk için “kö tü niyetli”, “tembel”, “yalancı” gi bi nitelemelerden vazgeçmek gere kir. Bu da eğitimden şiddetin ko vulması anlamına gelmektedir. Da ha XVI. yüzyılda Montaigne “Onur ve özgürlük için yetiştirilen her kör pe ruhun eğitiminde her türlü şid deti yadsıyorum” diyordu. Çağdaş eğitimcilerden Gabriel CompayrĞ şöyle der: “Eğitim bir sanattır, uy gulamayla ilgili bir ustalıktır, kitap lardan öğrenilen bazı kuralların bil gisinden daha başka bir şeydir, de neyimi gerektirir, ahlaki nitelikleri gerektirir. Nasıl şair olmadan şiir olmazsa, eğitimci olmadan da, ya ni eğitim kitaplarındaki soyut ve ölü yasaları özel nitelikleriyle canlan dıran ve uygulayan kişi olmadan da eğitim olmaz.” Eğitim elbette bir sa nattır, ancak bilimsel doğrular üze rine kurulması gereken bir sanat tır. Eğitimin kuralları enine boyuna tartışılmadıkça, çocuk yetiştirme nin koşulları her anlamda bilinme dikçe eğitim uygulamalan eksik ve hatta sakat olacaktır. Eğitim insani yetilerin uyumlu ve eşit biçimde ge liştirilmesini öngörür. James Mili “Eğitim bireyi kendisi için ve baş kaları için bir mutluluk aracı duru
muna getirmeyi amaçlar” der. Bu rada mutluluğu özellikle duygusaldüşünsel yetkinlik olarak anlamak yanlış olmaz. Demek ki eğitmek öğ retmek demek değildir ya da yal nızca öğretm ek dem ek değildir. Eğitim öğrenerek kendini geliştiren bireye bu çabasında yardımcı ol maktır. Buna göre eğitim koşullamayı değil de yönlendirmeyi, bul durmayı, araştırma ve bulma yo lunda isteklendirmeyi amaçlar. En iyi eğitici bireye kendini eğitme ar zusu ve heyecanı veren kimsedir. Bu da en kaba anlamda bilgiyi sev dirmekle olasıdır. Bu yolda eğitici kişinin bilgiyi sevdirecek kadar güçlü olması ya da kısaca yetke ol ması gerekmektedir. Bilgili olmak iyi bir eğitimci olmak için gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. Sokrates’de gördüğümüz gibi, eği timci, bilinci etkin kılmayı ya da do ğurtmayı bilen insandır. Elbette özellikle bu çağda eğitimi insandan insana etkileme ilişkisi olmaktan çok bir kurum etkinliği olarak gör mek doğru olur. İyi bir eğitim iyi bir eğitim kurumunda gerçekleşir diyebiliriz. Çağımızda eğitim kurumlara bırakılmış olmakla birlikte onlarla sınırlı değildir. Çağdaş bi rey eğitim açısından çok geniş bir etkileşim ortamında yaşar. Bu çok geniş eğitici alanda televizyon, rad yo, gazete, sinema, kahvehane, ga zino, stadyum ve benzeri yerler de birer eğitim kurumu gibi etkide bu lunurlar. Böylece çağdaş dünyada ailenin eğitici etkinliği sanayileşmiş yaşam düzeni koşullarında enaza
EĞİTİM inerken, bu arada gerçek eğitim ku ramlarının etkisi sınırlı kalırken dış dünya büyük bir etki gücü kazan maktadır. Özetle, günümüzde eği tim okul ve aile çevresini çok aş maktadır. Buna göre çağdaş yaşam düzeninde yalnız öğrenciler değil, her kesimden ve her yaştan insan eğitilmektedir. Bu çok yaygın eği timin genellikle olumlu koşullar çer çevesinde gerçekleşmekte olduğu nu söylemek kolay değildir. Ayrı ca, eğitim olağan okul yaşından çok önce başlamaktadır. Bu durumda, k lasik leşm iş “oyun b iter okul başlar” formülü gerçekliğini yitir miş gibidir. Örneğin çocuğun tele vizyon bilgisiyle karşı karşıya geli şi okul yaşından çok önce gerçek leşmektedir. Demek ki çağdaş eği timi “beşikten mezara eğitim” diye nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Bugün okul eğitim yaşamının an cak bir bölümünü, hatta bazen kü çük bir bölüm ünü oluştururken kişilerin yetişmesinde tam anlamın da belirleyici olmaktadır. Bu geli şim içinde eskinin parçalı eğitimi nin yerini bugün bütünsel eğitim al mıştır diyebiliriz. Eskiden asker sa vaşmayı, şövalye kılıç kullanmayı, köle tarla sürmeyi bilirdi, başka bir şey bilmezdi. Bugün eğitim bireyi bütün bir dünyanın içine çekiyor. Gaston Mialaret, Eğitim bilimleri adlı kitabında şöyle diyor: “Eğitim le ilgili durumlar bugün artık yal nızca öğretmen-öğrenci ilişkisine ya da öğretmen-topluluk ilişkisine indirgenemez. Bir başka deyişle, eğitimle ilgili durumlar çok ve de
ğişkendir. Çok değişik düzeylere bir eğitici eylem uygulanabilir ve eğiticiler de böylece çok değişik ka tegorilere girerler.” Günüm üzde eğitim, kurumlar düzeyinde, hem küçük yaşlardaki bireyler için pe dagoji araştırmaları çerçevesinde hem de yetişkin bireyler için eğitimbilim yani eğitimde yöntem araş tırmaları çerçevesinde gelişiyor. / Danton: “Eğitim bir halkın ekmek ten sonra en büyük gereksini midir.” /A ristoteles: “Eğitimin kökleri acı meyvaları tatlıdır.” / J. Joubert: “Çocukların eleştiriden çok örneğe gereksinimi vardır.” / Dupanloup: “Eğitim özünde bir yet ke ve saygı ürünüdür. Bu iki ko şuldan biri eksik olursa ürün çü rür.” / E. Faguet: “Bir eğitimin ya pabileceği en güzel etki öğrenciye kendini yeniden eğitme isteğini esinlemesidir.” / Laberthonnière: “Eğitim denilen bir bilim var elbet te. Ama eğitim bir bilim değildir, bir havariliktir. Havari olabilmek için inanmak, sevmek, kendini hesap sızca vermek, gündelik gereksinim lerin öldürücü gerçekliğine kendini bırakmak gerekir.” / Valéry: “Eği tim çocuklukla ve yetişkinlikle sı nırlı değildir. Tüm yaşam boyunca çevremiz bizim eğiticimizdir, o hem ciddi hem tehlikeli bir eğiticidir. Cid didir çünkü burada yapılan yanlış lar kolejdekilerden daha pahalı öde nir, tehlikelidir çünkü biz hiçbir za man çevrenin ve başkalarının iyi ya da kötü eğitici etkilerinin bilincin de değilizdir.” (Bk. ÇOCUKBİLİM, PEDAGOJİ, RUHBlLÎM)
EKSIKKALIŞ “ EİN FÜ H L U N G ” (“sezgi” anla mında alm. söz.). Özneyle nesne nin özdeşleşmesi. Estetik izlemede öznenin nesneyle bütünleşmesi. EinfUhlung kuramının öncülerinden Theodor Lipps (1851-1914) este tik deneyin her durumda öznedeki ruhsallığın nesneye yansıtılmasıyla ya da ulanmasıyla gerçekleştiğini bildiriyordu. Lipps’e göre bizler iç edimlerimizi nesneye yansıttığımı zı sanırız, oysa böyle bir yansıtma yoktur: her iç edim nesnede ve nes neyle yaşanır. Lipps’e göre estetik süreç, ben’in ben-olmayan’la öz deşliğinde gerçekleşir. Ben-olmayan’a etkin bir biçimde yönelen ben, kendinde değişikliğe uğrar. Lipps böylece “güzel” sorununu duygu yakınlığı çerçevesinde açık lamaya ve çözmeye çalışır. Bu an lamda estetik değer doğrudan doğ ruya ben’in ruhsal etkinliğine in dirgenm iştir. E infuhlung’da dış dünya bir heyecanla canlandırılır. Bu bir tür nesneyle özdeşleşmedir. “Sich einfühlen” özdeşleşmek de mektir. Einfühlung nesnenin içine girmek, içine işlemektir. Einfühlung özneyle nesne arasında bir duygu yakınlığını belirlediği ölçüde este tik yargıda düşünsel etkeni tümüyle ortadan kaldırır. Bayer şöyle der: “Gizemcilikte olan bütünsel kavra yış sanatta yoktur: sanatta tüm içe riği kavrayamayız. Einfühlung’un mahkum edildiği yer burasıdır.” Einfühlung estetiği bir gizemcilik estetiğidir. (Bk. COŞKU, ESTE TİK, SANAT)
EK SIK K A LIŞ (fr. carence\ alm. Nichtvorhandensein; ing. insol vency). Duygu dünyasında eksik lik ya da yetersizlik. “Organizma da ya da ruhsallıkta gelişimi ya da dengeyi sağlayan etkenlerden biri nin ya da birçoğunun eksikliği ya da yetersizliği” (P. Foulquie). Bir kurumda ya da bir kişide toplum sal işlevleri yerine getirebilme ye tersizliği. Çocukta anne ile bağla rın eksikliği. Duygularım ız tüm ruhsal etkinliğimizin itici gücüdür. Duygu dünyamız yaşamdaki etkin liğimizin temel koşulunu sağlarken davranışlarımızı da belirler. Bu du rum çocuğun yaşamında da belir gindir: çocuğun dünyası düşünsellikten çok duygularla oluşur ve ge lişir. Çocuk duygularına karşılık bu lamadığı zaman, özellikle anneyle ilişkisini sağlam kuramadığı zaman bir eksikkalışı ya da yoksunluğu ya şayacaktır. Bunun en belirgirl so nucu ruhsal ve bedensel gelişimde görülen yetersizlikler olacaktır. Bu yetersizlikler de uyum güçlüğüne, tam anlamında bir ulaşamamışlık duygusu yaşamaya, arzularını hiç bir koşulda karşılayamamaya ka dar varan durumlara yol açacaktır. Yalnızlık eksikkalışın zorunlu bir ürünü olarak bireyin ruh dünyası na kesin bir biçimde yerleşecektir. Özellikle son elli yılda yapılan araş tırmalar duygu dünyasındaki eksik liklerin insan için ne kadar yıkıcı ve hatta öldürücü durum lara yol açtığını göstermiştir ve sevginin in san için güneş kadar değerli oldu187
EKSPRESYON ğunu ortaya koymuştur. Özellikle toplumsal ya da özel nedenlerle an neden ayrılan çocukların tepkileri nin gözlemlenmesi bu konuda ne lerin yaşanabileceğini göstermesi açısından önemli olmuştur. Anne sinden ayrılan ya da ayırılan çocuk önce ağlar, hatta bağırıp çağırma gibi tepkiler gösterir, sonra tam an lamında bir durgunluğa, bir ken dini bırakışa girer. Çok zaman ken dine sunulan yiyecekleri geri çevi rir, gerekçe olarak da aç olmadığı nı söyler. Anneden ayrı kalış uza dıkça ruhsal ve bedensel gelişimde bir duraklama olur, hatta gerileme kendini gösterir: çocuk son elde et tiği kazanımlan yitirmeye başlar; dil bozulur hatta bebek gibi konuşma eğilimi başgösterir. Bu durumda ço cukta kendine kötülük etme isteği ortaya çıkar: kafasını duvara ya da karyolaya vurmaya, bir yerlerini kanatmaya yönelebilir. Bu olumsuz gelişim ölüme yol açabilen bir geli şimdir. Eksikkalış elbette yalnızca çocukla ilgili değildir. Sevgi çocu ğun yaşamında olduğu kadar bü yüğün yaşamında da önemlidir. Pı sırıklık gibi bireyi başkalarından ko paran ya da başkalarından uzak kal maya zorlayan durumlarda eksikkalış tepkileri hemen kendini gös terecektir. Pekçok intiharın teme linde, bazı somut belirgin nedenle rin yanında yani görünür nedenle rin yanında eksikkalışla ilgili neden ler etkili olmuştur. (Bk. YOKSUN LUK) 188
EKSPRESYON. Bk. ANLATIM. “EK-STASE” (yun. ek “dışına” ve statis “konulmak”dan). “Ekstase” varoluşçu felsefenin temel kavra m la rın d a n d ır, k en d i d ışın a çıkmak, kendine belli bir uzaklıkta olmak, hata kendinden başka ol mak anlamına gelir. (Bk. VARO LUŞÇULUK) ELEA O KULU M.Ö. VI. yüzyıl da İtalya’da Alento ırmağının de nize döküldüğü yerde kurulan Elea ya da Elaia kentinde ortaya çıkmış bir düşünce devinimi. Elea filozof ları İonia filozoflarının duyumcu yorumlarına karşıt olarak evrenle ilgili sorunlara usçu bir bakış açısı getirmişlerdir. Okulun kurucusu Kolophon’lu (İonia) Ksenophanes, insanbiçimci tanrılar tablosunu ala ya alarak tek bir tanrının varlığını bildiriyor, ayrıca evren kavramıyla tanrı kavramını birleştirerek heptanrıcı bir yoruma ulaşıyordu. Öğ re n cisi P arm en id e s, v a rlığ ın tümünü “Bir Varlık”a indirgedi. Yal nız “Bir Varlık” vardır, düşünce de bu “Bir Varlık”a yönelmelidir. De ney akıp gideni de ele alabilir, oysa amaç değişmeden kalan, ölümsüz, devinim siz varlığı göstermektir. Okulun diyalektikçisi Zenon devinimsizliğin koşullarını ortaya koy maya çalıştı. İonia duyumculuğu na aşırı tepki olarak beliren Elea öğ retisi daha sonra atomcuların her iki okul arasında bir orta yol bulma çabalarıyla dengelenecektir. D u yumlardan yola çıkarak felsefi açık lamalarda bulunan İonia okulunu
ELEŞTİRİ düşünce tarihinin ilk gerçekçi an layışı sayarken Elea filozoflarına ilk ülkücüler ya da ilk usçular diyebiliriz.(Bk. ATOMCULUK, İONİA OKULU) E L E Ş T İR İ (lat. criticus; fr. critique; alm.Kritik;mg.critique). Mantığın yargıyı ele alan bölümü. Bir yargıya, bir görüşe, bir fikre açıklık getirmek üzere yapılan in celeme. Bir yapıtın, bir kişinin, bir durumun olumsuz yanlarını ortaya koyan görüş. Bir yapıtın estetik açı dan irdelenmesi. Her eleştiri dışla dığı görüşün karşıtını bir temel fi kir olarak kendinde taşır. Eleştiri bir fikre, bir duruma, bir eyleme karşı oluşturulmuş bir karşıt düşünce dir. Birbirlerine karşı olan fikirler birbirleriyle eleştirel bir konumda bulunurlar. Ancak, gerçek anlam da eleştiri kendiliğinden ortaya çı kan karşıtlıktan çok, bile bile ya da araştırmayla ortaya konulmuş kar şıtlıktır. Descartes’da skolastik fel sefenin, Leibniz’de Locke’un eleşti risini buluruz: Descartes skolastik felsefeyi, Leibniz Locke’u doğru dan irdelemiştir. Kültürün üç temel alanı, bilim, felsefe ve sanat her d u ru m d a e le ş tirili b ir bakışı gereksinir. Eleştiri bilimden ve fel sefeden çok sanatta belirginleşir, estetiğin bir kolu ya da uygulama ya yönelik bir biçimi olarak görü lür. Sanat yapıtı, öznel-nesnel bü tünlüğü içinde, eleştirilmeye açık durur ya da eleştirinin varlığını ge reksinir. Tam anlamında kavram sal bir yöneliş içinde salt ussal da
yanakları arayan felsefe kendi sağ lamlığını kendi tutarlılığında ya da kendi dizgesel yapısında güvence altına alabilir, oysa çok zaman kav ramsal belirlemelerden çok sezgi sel arayışları duyuran sanat yapıtı nın ne olup ne olmadığı kendisiyle ilgili bir tartışmayı gerekli kılacak tır. Bu çerçevede eleştirmek bir ya pıtta olumlu ya da belirleyici olanla birlikte uyarsız, tutarsız, eksikli, çe lişkili olanı göstermek demektir. Böylesi bir arayış her şeyden önce sanatçının kendisiyle ilgili araştır malarında kendini göstermelidir. Kendini eleştirmeye alışmamış bir sanatçının eleştiriden yararlanması olası değildir. Öte yandan, ancak kendini eleştirmeyi bilenin başka sını sağlıklı bir biçimde eleştirebi leceğini söyleyebiliriz. Her sağlıklı eleştirici tutum bir özeleştiri eğili mini kendinde barındırır diyebiliriz. Bir eleştiri ancak amacının dışında bir amacı olmadığı zaman sağlıklı olabilir. / Plautus: “İnsanlar sahte bir yakınlığı içtenlikli eleştiriye yeğ tutarlar.” / Goethe: “İnsanlar anla madıklarını karalarlar.” / A. Pope: “En büyük övgüye değer olanlar eleştiriye en iyi katlananlardır.” / J. R. Lowell: “Bilgece bir kuşkucu luk iyi bir eleştirmecinin baş niteli ğidir.” / C. N. Bovee: “Yazarlar bel ki de öbür dünyada cehenneme git meyecekler. Bu dünyada eleştirme cilerden ve yayımcılardan çok çe kiyorlar çünkü.” / R. de Gourmont: “İnsanca düşünün: renkleri ayıramayan bir oğlunuz varsa onu demiıyolu makinisti yapacağınıza sa
ELEŞTİRİCİLİK nat eleştirmecisi yapın.” / J. Paulhan: “Bir eleştirmeci kendini gülünç etmekten çekinmemelidir.” / Valéry: “Kendinde bir eleştirmeci taşıyan ve onu işlerine severek karıştıran yazar klasiktir.” / L. Aragon: “Ede biyat alanında eleştiri bir heyecan pedagojisi olmalıdır.” / Molière: “Ki mileri bir piyesi kurallarına göre yargılarlar, kimileri de en iyi yargı lama yöntemiyle yani kendilerini şeylerin akışına bırakarak, kör ön yargılara, yapmacıklı inceliklere, gülünç yumuşaklıklara düşmeden yargılarlar.” / La Bruyère: “Eleştir menin hazzı bizi çok güzel şeyleri yakalamanın hazzından uzaklaştı rıyor.” / Chateaubriand: “Yanılgı larla ilgili küçük ve basit eleştiriyi bırakıp güzelliklerle ilgili büyük ve güç eleştiriye yönelin.” / SainteBeuve: “Eleştiri insanları tanıma hazzıdır, yönlendirme hazzı değil dir.” / A. France: “En iyi eleştir meci başyapıtlardan giderek kendi ru h u n u n serü v en lerini anlatan adam dır.” / G. de M aupassant: “Eleştirmecinin temel özellikleri ne lerdir? Yan tutmadan, öncesel gö rüşlere sahip olmadan, okul düşün cesine bağlanmadan, herhangi bir sanatçı topluluğuyla ilişkili olmadan en karşıt eğilimleri, en birbirine uy maz yönelimleri anlasın, ayırsın ve açıklasın, en değişik sanat arayış larını benimsesin.” / J. Chardonne: “Edebiyatı kuran eleştirmecilerdir.” / R. Daumal: “Eleştiri tüm yararsız yapıtları yerle bir etmelidir; gerekli olm ayan şey kötüdür.” / Blaise Cendrars: “Sanat eleştirisi esperan
to kadar aptalcadır.” (Bk. ESTE TİK, SANAT, YARATMA) E L E Ş T İR İC İL İK (fr. criticisme\ alm. Kritizismus; ing. criticism). Her bilgi edinme çabasında eleşti rici tutumu öncelikli tutum olarak değerlendiren görüş. Kant’ın usu sınırlı gören, bu yüzden metafiziği eleştiriye götüren, eleştiriyi her fel sefi araştırmada öncelikli sayan öğ retisi. Eleştiricilik öncelikle Kant’ın üç eleştiri kitabının özellikle birin cisinde, Salt usun eleştirisi'nde or taya koyduğu öğretidir. Bu öğreti, bilgiyi, kendisine temel alan ilkele rin ışığında tartışmak zorunluluğu nu ortaya koyar. Bu bir anlamda bilgi kuramının eleştirici bir tutumla tüm bilgi araştırmalarının altına yer leştirilmesi anlamına gelir. Kant’dan sonra eleştiricilik bilgi kuramında doğrulam a olarak anlaşılm ıştır. Kant, sözkonusu kitabının başların da çağının bir eleştiri çağı olduğu nu bildiriyor, kimsenin eleştiriden kaçamayacağını, krallığın da papa lığın da eleştiriye başeğmek zorunda olduğunu bildiriyordu. Kant bu ki tapta zihnin ancak deney alanından kesin bilgiler derleyebileceğim, de neyi aşan Noumenon alanının bi limsel bilgisinin olamayacağını bil direrek felsefi yönelişlere bir sınır arıyordu. Bununla birlikte Kant Noumenon alanının bilgisini de ya ni metafizik bilgiyi de olası saymış, aşkın diyalektiğin alanı olarak be lirlediği metafiziği kanıtlanamaz olan, nesnellikten uzak olan, ancak araştırılması zorunlu olan bigilerin
EMEK alanı diye belirlemiştir. Kant meta fizik dogmacılığın yerine genel eleştiri’yi geçerli kılmak istemiştir. Ge nel eleştiri bilginin sınırlarını çizer, bilgi edinme yollarının denetimini öngörür. Bilgiye yönelik eleştiri her türlü felsefi araştırmanın ilk koşu lu olacaktır. (Bk. USÇULUK) E M E K (fr. travail; alm. Arbeif, ing. labour). Bir işi gerçekleştirmek için harcanan insan gücü. İnsanın doğayı değiştirmek için yaptığı ka fa ve beden çalışması. Emek üreti min temel öğesidir. İnsan yaşamı için birinci derecede yararlı olan bu gücün bir fiyatı olmalıdır. Emek in san yaşamının en büyük üretici gü cü olmakla insan yaşamındaki pekçok ilişki için en başta iktisadi iliş kiler için belirleyicidir. İnsan, eme ğini kullanarak doğayı daha verim li, daha insana uyarlı kılmıştır. Adam Smith mal üretimini artıran emeği üretici belirlemiş, hizmetleri dışta tutmuştur. Adam Smith Ulusların zenginliğinin doğası ve nedenleri üzerine araştırmalar adlı yapıtında şöyle der: “Bir ulusun yıllık emeği onun yıllık tüketimine yaşamı için gerekli olan tüm şeyleri sağlayan tem el zenginliktir; bu şeyler ya doğrudan doğruya bu emeğin ürü nüdür ya da bu ürünle başka ulus lardan alınmışlardır. Böylece, bu ürünün ya da bu ürünle satın alma nın, tüketicilerin sayısı karşısında az ya da çok oluşuna göre, ulus gereksinimini duyacağı bütün bu zorunlu ve uyarlı şeylere az ya da çok sahip olacaktır. Her ulusta bu
oranı iki ayrı koşul belirler. Birinci si, emeğin uygulanmasında genel olarak gösterilen ustalık, beceri ve ussallık; İkincisi, yararlı bir işte uğ raşanların sayısıyla yararlı bir işte uğraşmayanların sayısının oranı.” Adam Smith’e göre avcılık ve ba lıkçılıkla uğraşan ilkel toplumlarda her birey azçok yararlı bir iş için emek harcam aktadır. A ncak bu uluslar yoksuldurlar, öyle ki çocuk ları, yoksulları, hastaları yoketmeyi bile düşünürler. Gelişmiş ulus larda işe yaramaz çok insan vardır, üretmeden tüketenlerin sayısı ol dukça çoktur, buna karşılık zengin lik daha büyüktür. Bu gibi uluslar da azla yetinmeyi bilen, emeğini esirgemeyen bir işçi rahatça kam ı nı doyurabilir. Ustaca, beceriyle ve ussal bir biçimde çalışan uluslar dan bazıları kırsal alanda bazıları da kentsel alanda üretime ağırlık ver mişlerdir. Her iki alana aynı ağır lıkta emek koyan hiçbir ulus yok tur. Bazıları kırsal alandaki üretimi önemli görürken bazıları kentsel alandaki üretimi önemli saymışlar dır. Adam Sm ith’den sonra J.B. Say yarar sağlayan her emeği üre tici saydı. Ricardo emek sorununa değişik bir boyut getirir. Ricardo’ya göre toplumların çocukluk dönemlerinde şeylerin değiştokuş değeri onların üretimi için gerekli olan emeğin niceliğine bağlıydı. Ri cardo, Adam Smith’in emeği ilk fi yat saydığını, ilkel para yerine aldı ğını bildirir. Bu ilkel dönemlerde ser maye birikimi olmadığı gibi topra ğı işlemek diye bir sorun da yok
EMEK tur. Bu dönemlerde nesneleri elde etmek için gerekli olan emeğin ni celiği değiştokuş için kural belirle yici veri durum undadır. Adam Smith’de şu örneğe yer verilir: av cı bir toplumda kunduzu avlamak için gereken emek bir geyiği avla mak için gereken emeğin iki katıy sa bu durum da doğal olarak bir kunduza iki geyik verilecektir ya da bir kunduzun fiyatı iki geyik ola caktır. Bundan şu genel sonucu çı karabiliriz: emeğin niceliğindeki her artış bu emekle yapılan şeyin fiya tını artırır, emeğin niceliğindeki her azalış da bu emekle yapılan şeyin fiyatını düşürür. Ricardo buraya kadar Adam Smith’in düşüncesini tam olarak paylaşır, bu noktadan sonra ona eleştiri getirmeye baş lar: “Adam Smith tüm değiştokuş değerinin ilkel kaynağını böylece açık bir biçimde gösterir ve buna bağlı olarak tüm nesnelerin üreti minin az ya da çok emek gerektirişine göre az ya da çok değer kaza nacağını ortaya koyar. Bununla bir likte o bir başka değer ölçüsü geti rir ve azçok bu ölçüye karşı değiş tokuş edilebilişlerine göre az ya da çok değeri olan şeylerden sözeder. Bazen bunun buğday değeri oldu ğunu söyler, bazen de emek değeri olduğunu bildirir; bu bir şeyin üre timinde harcanan emek değildir, bir şeyin satın alabileceği emektir. Bun lar eşdeğer iki deyimdir, çünkü in sanın emeği iki kat daha üretici ol muştur ve herhangi bir nesneyi iki kat fazlasıyla yaratabilir.” Ricardo eleştirisini şöyle geliştirir: “Bu doğ
ruysa, emekçinin kazancı her za man emeğiyle orantılıysa, bir şe yin üretiminde emeğin belli niceliği ve bu şeyin satın alabileceği eme ğin niceliği eşittir ve bunların her ikisi de ayrı ayrı öbür nesnelerin iniş çıkışında kesin ölçüt oluştura bilecektir. Ancak bu iki nicelik eşit değildir: birincisi gerçekten genel likle belli bir ölçüt ortaya koyar, bu ölçüt de başka nesnelerin fiyatla rındaki değişimi tam olarak belir ler; İkincisi, tersine, karşılaştırıldı ğı mallar ya da besin maddeleri ka dar değişikliğe uğrar. B öylece Adam Smith, altın ve gümüş gibi değişken bir ölçütün başka nesne lerin fiyatını belirlemede ne ölçüde yetersiz olduğunu ustalıkla göster dikten sonra buğdayı ve emeği eşit saymakla en değişken ölçütü orta ya koyar.” Değerli madenin duru mu buğdaymkinden daha sağlam dır. Buğdayın fiyatı daha kolay de ğişecektir; tarım ın gelişm esine, araç ve makinaların kullanımına, yeni toprakların bulunuşuna göre değişecektir. Emek de ülkenin du rumuna göre, istem-sunum koşul larıyla değişikliğe uğrar. Emeğin de ğeri, ayrıca, önemli maddelerin de ğişim ine göre değişir. Öyleyse, Adam Smith’in yaptığı gibi, “Aynı emek bazen büyük bazen küçük öl çüde emtia satın alabileceğine gö re, değişikliğe uğrayan emeğin de ğeri değil emtianın değeridir” yar gısına varmak yanlıştır. Gene Adam Smith gibi “Emeğin değeri değiş mez olan tek şey olduğuna göre, yalnızca bu değer her yerde ve her
EPİSTEMOLOJİ recek olan ve güç, çaba, conatus diye adlandırılabilecek olan şeyi de kendinde barındırır.” Leibniz, Monadologie'dt de şöyle der: “Tüm basit tözlere ya da yarıtılmış monadlara entelechia adı verilebilir, çünkü onlar kendilerinde belli bir yetkinliğe sahiptir.” E P İS T E M O L O Jİ. Bk. BİLGİBİLİM. E R D E M (yun. arete\ lat. virtus\ fr. v e rtu \ alm . Tugerıd\ ing. virtue). Ahlaki yetkinlik. İyiye yö neliş ve kötüden kaçışın getirdiği ruhsal sağlamlık. Düşüncede ve davranışta iyi niteliklerin bir araya gelmesiyle belirgin ahlaki olgun luk durumu. En genel anlamda er dem iyiyi isteme eğilimidir, hatta iyiyi gerçekleştirme alışkanlığıdır. Onun alışkanlık olması kazanılmış olması anlamına gelecektir. Platon M enon diyalogunda “Erdem bir doğa vergisidir” diyordu. Platon’a göre erdem bir bilimdir, iyiyi ger çekleştirmek için iyi yargılamak gerekir. Aristoteles erdemi iyiyi gerçekleştirm e yatkınlığı olarak anladı, bu yatkınlık elbette kaza nılmış ve sürerliği olan bir yatkın lık olmalıydı. Filozof “Bir kırlan gıçla yaz gelmez, tek bir eylem er demi sağlamaz” diyordu. Düşün ce tarihinin ilk büyük ahlak ku ramcısı sayabileceğimiz Aristote les’e göre erdemli yaşam için tut kuları usla dengelemek gerekmek tedir: usun belirleyiciliğinde seçim 1 9 4 yapabilen insan iyiyi kötüden ayır
mayı bilecektir. Aristoteles’e göre erdemin ne olduğunu bilmek yet mez, onu yaşamak ya da uygula mak gerekir. Erdemlilik en yüce iyiyi, mutluluğu amaçlar. Erdem yolunu her kişi m utluluğa gidiyor diye seçer. İnsan m utluluğa er demle ulaşır, bunun için insanın mutluluğa uyarlı olması, hem be densel hem ruhsal açıdan yeterli ya da yetkin olması gerekir. Er dem ne tutkudur, ne yetidir, yal nızca yatkınlıktır. Aristoteles de, daha sonraki filozoflar da erdem için usun belirleyici ve seçici gü cünü zorunlu gördüler. Ancak us insanı aşırılıkların getirdiği yıkım lardan koruyabilecekti. Seneca’nın da belirttiği gibi erdemlilik ölçülü lüktür ya da “Her erdem ölçü üze rine tem ellenm iştir” ( Om nia in modo est virtus). Bu yüzden ah lak anlayışları ne olursa olsun, tüm ahlakçılar erdemi insanın usunu kullanarak kendine söz geçirmesi ve tutkularını dizginlemesi olarak anlamışlardır. Descartes için er dem bir güçlülük ve kararlılık du rumudur. R ousseau bu güçlülük niteliğine ağırlık vermiş, “Kavga sız erdem olmaz, utkusuz erdem hiç olmaz” diye düşünmüştür. De mek ki kendini bırakm ışlık içinde erdemli olmak olası değildir, erdem etkinlik içinde gerçekleşecektir. Ödev ahlakı düşüncesini getiren Kant için de erdem kararlılığın sağ ladığı güçlülükten başka bir şey de ğildir ve bu güçlülük en belirgin biçimde ödevlerini yerine getiren kişinin varlığında kendini göstere-
ERDEM çektir. Jean-Jacques Rousseau gi bi Kant da, Romalıların dilindeki “güçlülük” ve “erdem” özdeşleş mesine uygun bir biçimde, erde mi bilinçli bireyin güçlü edimleri çerçevesinde değerlendirir. Kant ayrıca erdemliliği yüreklilik olarak anlar, ancak yürekli kişiler erdemli olabilirler diye düşünür. Ona göre adaletsiz bir kişiye direnmemizi sağlayacak olan güç yürekliliğin sağlayacağı güçtür. Burada, ödev kavrayışı içinde Kant, elbette top lumsal insanı ya da toplumdaki in sanı konu edinir. Ödev her zaman başkalarına yönelik bir tutarlılığı düşündürecektir. Bazı düşünürler bir toplumsal gereklilik çerçevesin de erdemliliği bir sıkıntı gibi ele alırlar. Stendhal erdemi “sıkıcı olan ve başkaları için yararlı olan ey lemleri gerçekleştirme alışkanlığı” olarak tanımlar. Daha Eskiçağ’da başta Epiktetos ve M arcus Aure lius olm ak üzere Stoa filozofları erdemi toplumsal yükümlülükler içinde ele alıp değerlendirmişler di. Onlara göre de mutluluk erdem li oluşun bir sonucuydu ya da er dem m utluluğu am açlam alıydı. Epiktetos şöyle diyordu: “At şar kı söyleyememekten mutsuz mu dur? H ayır, koşam adığı zaman mutsuzdur. Köpek uçamamaktan m utsuz mudur? Hayır, duyumsayamaz olduğu zaman mutsuzdur. İnsan aslanları boğazlayamamaktan ve olağanüstü şeyler yapama m aktan mutsuz mudur? Hayır, in san bunun için yaratılmış değildir. O ancak utancını, iyiliğini, bağlılı
ğını, adaletliliğini yitirdiği zaman, tanrıların onun ruhunda yarattığı tanrısal özellikler silinip gittiği za m an mutsuzdur.” Stoa ahlakı er demli kişiyi bilge kişi olarak dü şünür ve onu bir toplumsal örnek kavramında yüceltir. Epiktetos’a göre bilgisiz kişi iyiliği ve kötülü ğü kendinden beklemeyen, başka larından bekleyen kişidir. Bilge ki şi yükümlü kişidir, gerçekte insan lar birbirleri karşısında yüküm lü dürler, çünkü insanlar birbirleri için yaratılmışlardır. Eskiçağ ahlakla rının tümü elbette böylesine top lumsal uzanımlı değildir. Ahlakı bil gi sorununa bağlayan ilk büyük ahlakçı Sokrates’den sonra gelen ve “Sokrates”çi diye adlandırılan filozoflar genellikle erdemli bireyi toplumsal yükümlülüklerin dışına çıkması gereken kişi diye düşünü yorlardı, böylece bir eylem ahlakı değil bir eylemsizlik ahlakı gelişti riyorlardı. Pyrhon tüm yargıları askıya almayı (e p o k e), kendini dingin bir edilginliğe (ataraksia) bırakmayı öneriyordu. Ancak bu özel eylemsizlik ve dinginlik fel sefelerinin dışında tüm felsefeler eylemde belli bir etkinlik payı be lirlediler. / Boileau: ’’Erdemli ol m aktan çok erdem in dostu o l mak.” / B. Gracian: “Erdemin yal nızca kendisine gereksinimi var dır. Erdem insanı yaşamında se vimli, ölümünden sonra da anılası kılar.” / Mark Twain: “Erdemli ol mak iyidir. Başkalarına erdemli ol mayı öğretmek daha da iyidir... ve daha da kolaydır.” / Hesiodos: “Er
195
EREK demin yolu uzun ve diktir, insan ilerledikçe her türlü güçlüğe kar şın yol kolaylaşır.” / Herakleitos: “Erdem zafere giden en kısa yol dur.” / Fernando de Rojas: “Ger çek erdem kılıçtan daha korkunç tur.” / M ontesquieu: “Cesaretsiz mutluluk, kavgasız erdem olmaz.” / J. Joubert: “Erdem ruhun sağlı ğıdır.” /Aristoteles: “Erdem iki kö tülük arasında bir orta yerdir.” / J.P. Richer: “Erdem her zaman gü zelleştirmez, kötülük her zaman çirkinleştirir.” / G. Harvey: “Kö tülük erdem kılığında gezer.” / Th. Fuller: “Erdemler uyuşur, kötülük ler çekişir.” / C.C. Colton: “Erde min bitip kötülüğün başladığı çiz gi pek belli değildir.” / Cervantes: “Erdemin yolu dardır, kötülüğün yolu geniş ve açıktır.” / La Roc hefoucauld: “Erdemlerimiz çok za man kılık değiştirmiş kötülükler dir.” “Kendini beğenmişlik arka daşlık etmeseydi erdem çok uzak lara gidem ezdi.” “Zehirler nasıl ilaçların bileşim ine katılırlarsa kötülükler de erdemlerin bileşimine katılırlar.” / Molière: “M oda olan tüm kötülükler erdem yerine ge çer.” / Spinoza: “Zenginliklerden ötürü kıyımla ve ölümle yüzyüze gelm iş insan örneği pekçoktur, zengin olm ak için nice tehlikeyle karşı karşıya kalmış, aptallığını ya şam ıyla ödemiş insan örneği de pekçoktur. Onuru elde etmek ve korumak için pek kötü acılar çek miş insan örneği de az değildir. Aşırı hazza düşkün olmakla ölü münü çabuklaştırmış insan da sa
yılamayacak kadar çoktur. Bütün bu kötülükler, mutsuzluğumuzun ve sefaletimizin tek bir noktaya, hangi tür nesneye aşkla bağlandı ğımız noktasına dayanm asından geliyor gibidir. Sevilm eyen bir nesne için herhangi bir sorun ol mayacaktır; bu nesne yitip gittiği zam an üzüntü duym ayız, o bir başkasının eline geçtiği zam an üzülmeyiz; onunla ilgili korku, kin, kısacası herhangi bir ruhsal tedir ginlik duymayız. Gelip geçici şey leri sevdiğimiz zaman bütün bu tutkular payımıza düşecektir. (...) Ama ölümsüz ve sonsuz bir nes neye yönelen aşk ruhu arı bir se vinçle, her türlü acıdan uzak bir sevinçle dolduracaktır.” (Bk. AH LAK, AHLAKSIZLIK, BİLGE LİK, FELSEFE, İYİ) E R E K (fr. fin; alm. Ende, Zweck-, ing. end, purpose). Ulaşılmak iste nen nokta. Gerçekleştirilmesi dü şünülen amaç. Yönelinen bir son nokta. Her erek bir tasarımın so nucudur ve ulaşılası bir sının belir ler. Latincede finiş “sınır” dem ek tir. Kendinde erek, Kant felsefesin de öznel ya da göreli ereğe karşıt olarak nesnel ya da zorunlu erek tir. Öznel ya da bireysel ereğin ev rensel bir geçerliliği yoktur. Buna göre somut varlık olarak insan çe şitli ereklerin aracı olabilir, kendi için çeşitli erekler koyabilir; ama in sanda gerçekleşmiş olan ussal do ğa bir kendinde erek olarak vardır ve mutlaktır. (Bk. AMAÇ)
ERGİNLİK EREKBİLGİSİ (fr. eschatologie', alm. Eschatologie; ing. eschatology). İnsanlığın ya da evrenin so nuyla ilgili öğreti. Erekbilgisi özel likle dinbilim cilerin konusudur, özellikle “son yargı”yı konu edinir. (Bk. EREK) EREKBİLİM (fr. teleologie; alm. Teleologie; ing. teleology). Sonluhıkla ilgili araştırma. Terimi özel likle Yargıgücünün eleştirisi' nde Kant sık sık kullandı. Kant şöyle den “Bilimlerin genel ansiklopedi sinde her bilimin yeri belli olmalı dır. Erekbilime hangi yeri verece ğiz? O gerçek anlamda doğa bilim leriyle mi yoksa dinbilimle mi ilgili dir?” Erekbilim, erekliliği inceleyen bilgi alanı olmakla, mekanikçiliğe karşıt olarak, evrendeki edimlerden herbirinin bir ereğe göre gerçek leştiğini varsayar ve böylece özel likle dinsel bir anlam kazanır. Din sel çerçevede yalnız etkin nedeni değil, sonuçsal nedeni de varsay mak gerekir: her şeyden önce dün ya bir sonluluğa ya da bir amaca göre kurulm uş olmalıdır. Ayrıca nıhbilimde erekbilim davranışların ereklerini incelemeye yönelik bilgi alanıdır. (Bk. EREK) EREKÇİLİK (fr. finalisme; alm. Finalismus; ing. finalistti). Sonlu luğa belirleyici bir yer veren öğre ti. Sonuçsal nedenlerin varlığını be nimseyen öğreti. Bu öğretiye göre evren bir sona, bir amaca göre dü zenlenmiştir. (Bk. EREK)
EREKLİLİK (fr. finalité; alm. Finalität-, ing. finality). Bir amaca ya da bir sona yönelik olma duru mu. Bir amaca yönelik olanın özyapısı. Etkin nedenselliğe karşıt ola rak sonuçsal nedensellikle ilgili oluş. Biyolojide ve ruhbilimde ereklilik bir öğeyi bağlı olduğu bütüne götür me yönelimini belirler. Ruhaynştırması örneğin bir düşü amaçlarıyla ya da eğilimleriyle ele alacaktır. (Bk. EREK) ERGİNLİK (lat. pubertas\ fr. pu berté.; alm. Pubertät', ing. puberty). Çocuklukla yetişkinlik arası dönem. Erginlik her şeyden önce bedensel ve cinsel olgunlaşmayla belirgindir. On iki ya da on dört yaşlarda baş layan bu dönem çocukluğun izleri ni ve yetişkinliğin belirtilerini taşı yan oldukça sorunlu bir dönemdir. Bununla birlikte bu dönemde bire yin düşünsel etkinlikleri oldukça yüksek bir düzeyde gelişmektedir. Proust “Erginlik insanın bir şeyler öğrendiği tek dönemdir” der. Be densel ve ruhsal dönüşümlerle be lirgin olan ve on sekiz ya da yirmi yaşlara kadar süren erginlik döne minde birey karmaşık düşünsel so runlarla birlikte cinsel içgüdünün yoğun baskısı altındadır. Sınırlan ol dukça kaygan olan, cinse, coğrafi koşullara ya da iklim koşullarına, toplumsal-iktisadi etkenlere, gele neksel yapıya, bireyin yetişme ko şullarına ve kişisel özelliklere göre değişiklikler gösteren erginlikte bi reyin mesleki ve toplumsal sorun lara ilgisi artar, bu arada bireyde
ERK başıboşluk istemine kadar varan bir özerklik istemi ortaya çıkar. Duy gusal yaşam derinleşmiş ve çeşitlilenmiştir. anı defterleri tutulur, mek tuplaşmalar olur. Aşırı duygusallık olağan duruma gelmiştir; çabuk de ğişimler, gülerken ağlamaya başla malar sık görülür. Yetenekler be lirgin bir biçimde olgunlaşmaya yüztutmuştur. Düşünsel düzeyde soyutlayıcılık eğilimi görülür. Birey kişiliğinin gelişen koşullarına göre kendine bir yol çizmeye, başkala rıyla düşünsel ilişkiler kurmaya yö nelir yani toplumsallaşma atılımlan gösterir. Buna koşut olarak siyasal eğilimler ortaya çıkar, bu eğilimler çok zaman taşkınlığa dönüşür. Er gin birey siyasal etki almaya hazır bireydir. Bu koşullarda onun ailesi ve dar çevresi dışında, kuramsal düzeyde bir eğitime gereksinimi vardır. Bu eğitim onu heyecanla karşıladığı kavramlar üzerine bilinçli kılacaktır. Erginlikte gecikmeler ciddi ruhsal sorunlara yol açabilir. Beden yapısının gelişimindeki bir gecikme bireyi yıkıma götürebilir, özellikle okulda başarısızlıklara yol açabilir, aşağılık duyguları yarata bilir. N e çocuk ne yetişkin olan bi rey zaten sorunlu bireydir, onun bir de bir takım eksiklik duyguların dan giderek yıkıma uğramaması için çevrenin ona anlayışla yönelmesi gerekir. (Bk. ÇOCUKLUK, YETİŞ KİNLİK) E R K . Bk. GÜÇ. 198
E R M İŞ L İK (fr. theosophie', alm.
Theosophie; ing. theosophy). Mec zupluk. Tanrı’nın bilgisine gizemli yollardan hatta büyücülükle ulaş maya çalışan öğretilerin genel adı. Tanrı’ya kavuşmayı amaçlayan din sel öğreti. Ermişlik insanın gizemli yollan izleyerek ya da içsel deneye dayanarak doğrudan doğruya Tanrı’ya yükselebildiğini, doğal düzen den tanrısal düzene basamak ba samak çıkabildiğini, böylece tannsal ışıkla aydınlanmak noktasına ulaşabildiğini benimseyen tüm din sel inançların genel adıdır. Ermişli ğin kökeninde din bilgisi kadar er dem, erdem kadar çilecilik vardır. Paracelsus, Jacobi, Franz von Baader gibi adlar düşünce tarihinde ermişliğin başlıca temsilcileridirler. Kant, Schelling, Hegel gibi filozof larda bile ermişlikten bir şeyler bu labiliriz. XIX. yüzyılda Almanya’da ünlü filozof J.G. Fichte’nin oğlu Herm ann Em m anuel Fichte bir “kurgusal ermişlik” okulu kurdu, okulun amacı felsefi düşünce de neyleriyle T an n ’yla özdeşleşm e amacını gerçekleştirmekti. (Bk. Çİ LECİLİK, GİZEMCİLİK) “ E R O S ” (yun. söz.). D ostluk duygusuna karşıt olarak aşk arzu su. Eros aşk tannsıdır, çok zaman aşırı ya da abartılmış ve sevecen likten yoksun kalmış cinsel eğilimi düşündürür. “Eros” kavramı ılımlı anlamda kullanıldığı zaman en ge nel çerçevede cinsel eğilimi karşı lar. Hesiodos’un “ölümsüz tanrıla rın en yakışıklısı” diye tanımladığı Eros en eski anlatılarda ağırbaşlı bir
ESİM delikanlı olarak tanımlanmıştır. Da
ha sonra şiirlerde kötülüğe eğilimli bir yeni yetme olarak gösterildi: “Yüreği kötü mü kötü, diliyse bal dan tatlı.” Symposiori’da Platon onu bümekle bilmemek arasında bir ara cı sayarak yüceltir, ona bilgiye yö nelişin itici gücü olarak bakar. Poros (Çare) ile Penia’nın (Yoksul luk) çocuğu olan Eros hem ana sından hem babasından bazı özel likler almıştır. Yoksuldur, kabadır, pistir, serseridir, bu yanıyla anası nın oğludur. Öte yandan iyinin ve güzelin peşindedir, yiğittir, serü vencidir, düşüncelidir, bu yanıyla d a b a b a sın a benzer. G id erek , “Eros” yalnızca aşk arzusuna kar şılık olan bir kavrama dönüşmüş tür. İnsani aşkın bir kutbunu Agape oluştururken öbür kutbunu Eros oluşturur. Agape aşkın iyilikçi, öz verili, sevecen yanını, Eros kabasaba yanını simgeler. Freud’çu dil de bu terim, eneıjisi libido olan cin sel edimi açıklar, böylece bir an lamda cinsel içgüdüyle özdeşleşmiş olur, arzunun belirleyicisi durumu na gelir, hatta tensel arzuları ara maya yönelik itkileri karşılar. Bu anlamda erotizm bazı bedensel böl gelerin cinsel hazzı sağlamak üze re uyarılmaya ve edime yatkınlığı anlamına gelir. Freud’çu anlamda Eros, Thanatos’la karşı karşıya ko nulur. Katı ya da kaba davranışla açıklanan yıkıcı ilke Thanatos’a (Ölüm) karşılık Eros yapıcı, yetiş tirici, birleştirici ilkedir. (Bk. AŞK, AGAPE)
ESENLİKDUYGUSU (fr. euphorie; alm. Euphorie; ing. euphory). Genel hoşnutluk duygusu. Belirsiz dinginlik duygusu. B ulanık bir biçimde kendinden ve çevresinden hoşnut olma duygusu. Görünür bir nedene dayanmayan erinç duygu su. Esenlikduygusu her şeyden ön ce bedensel düzeyde kendini gös teren ve ruha yayılan bir duygu dur. Ribot şöyle der: “Bu, her şeyi pembe görmeye, yaşama sevinci ni, kendiliğinden ve anlık bir iyim serliği tadmaya dayanan genelleş tirilmiş bir eğilimdir.” Esenlikduygusunun olağan ve hastalıklı biçim leri vardır. Olağan biçimleri bilin cin sağlıklılığıyla ya da mutlu bir zihinsel dengeyle belirgindir. Bazı kişiler kişilik yapıları gereği esen likduygusu ve iyim serlik içinde olurlar. Ancak zihinsel yetersizlik durumlarında ya da hastalıklı ruh sal durumlarda da bu gibi duygu lar yaşanılır. Zihin geriliklerinde, manilerde, uyuşturucu bağımlılık larında esenlikduygusu hastalıklı yapının bir belirtisi olarak kendini gösterir. Bazı hastalıklı durumlar da esenlikduygusunun büyüklük duygusuna doğru geliştiği görülür. Esenlikduygusu bazen fiziksel ve zihinsel yetersizliğin ya da çökün tünün bir yansıması olarak ortaya çıkar. Veremlilerin son dönemlerin de böylesi duygularla dolu olduk ları görülmüştür. Bunamalarda da esenlikduygusu kendini gösterebi lir. (Bk. MUTLULUK) ESİM (fr. aura\ alm. Aura; ing.
199
aura). Bazı hastalıklarda nöbetten önce görülen sıkıntı. En çok sara da belirleyici olan esim histeride ve sinir bunalımlarında da ortaya çı kar. Bu hastalıklarda nöbetin esimsiz başladığı da olur. Esim yanılsa m alarla belirgin bir olgudur. Wilson’ın saralı bir hastadan dinlediği izlenimler şöyledir: “Dama oynu yordum, keskin bir kezzap koku su ve tadı aldım. Deniz tutmasına uğramış gibi içim bulanıyordu. Boğuluyormuşum gibi geliyordu ba na. Benim için salon bu kokuyla do lu gibiydi. Sonunda kustum. Çok tiz çan sesleri duydum. Çanlar çok gürültülü çalıyor gibiydi. Yıllardır tanıdığım bir dostumu gördüm o sıra, geçmişte yaptığım gibi konuş maya dalmıştım onunla.” Tüm sa ra nöbetlerinin esimle başlaması gi bi bir zorunluluk elbette yoktur. (Bk. HİSTERİ, SİNİRLİLİK) ESİN (lat. irıspiratio; fr. inspiration; alm. Inspiratioır, ing. inspiration). Sanatçıyı anlık bir itkiyle yaratmaya yöneten ruhsal etkinlik ve bu etkinlikle ortaya çıkan duygu ve düşünce bütünü. Zihnin yaratı cı etkinliği başlatma durumuna gir mesi. Esini doğaüstü güçlerin ruhsallığı etkilemesiyle ortaya çıkan ya ratıcı yönelim olarak düşünenler de vardır. Esinin bu duygucu ya da gizemci anlatımı bugün elbette çok eskimiştir. Esin yaratıcının yeni ya da özgün bir yönelim idir ya da Valery’nin deyişiyle “yaratıcıyı göz lemci durumuna indirgeyen varsa yımdır”. Esinde özneyle nesne üst
düzeyde biçimler yaratmak üzere birbirlerine kavuşurlar. Bu buluş mada ya da örtüşmede estetik nes nenin kuruluşu gerçekleşir ya da temeli atılır. Esin bir heyecandır, düz bir fikir olmaktan ötede bir duygusallık-düşünsellik edimidir. Kökleri dış dünyada olduğu kadar iç yaşa mın derinlerindedir. Buna göre esi ni yapıtlaşmaya yatkın özelleşmiş düşünce diye belirleyebiliriz. Sez gisellikle belirgin olan bu düşünce bir apaçıklıkta kendini sezdirir, bu nunla birlikte kaygandır ve dönüş meye yatkındır. Hem bir edimlilik hem bir gücüllüktür. “Esinde anlık bir karşılayış, hızlı bir değer yargı sı vardır” diyen H. Delacroix esin le yaratmayı birbirine yakın durum lar sayarak şöyle der: “Esinle ya ratmayı karşıt durum lar saymak doğru değildir. Yaratma sırasında esin yeniden kendini gösterebilir. Bazı sanatçılarda yaratm a esin edimlerinin birbirini izleyişinden başka bir şey değildir. Yapıtın do ğuşunu kendiliğinden bir güce, ge lişimini de düşünsel bir yetiye bağ layıp çıkmak işi basitleştirmektir.” H. Delacroix bize esinin bir tür kendiliğinden arayışın sonucu ol duğunu bildirir: “Birçok estetik esin durumuyla ilgili dikkatli bir incele me sanırız şunu ortaya koyacaktır: çok zaman esinde yeni gibi görü nen fikir sanatçıyla yaşamış, onda gelişmiş ve bir an gelip yeni değeri kazanmış eski bir fikirdir. Çok za man onun uzun süre örtülü, keş fedilmemiş kaldığı, sonra esin bi çiminde kendini ortaya koyduğu
ESTETİK görülür. Bilinçsiz ya da bilinçli ha zırlığı oluşturan budur, esin onun sonucundan başka bir şey değil dir.” H. Delacroix’ya göre “Esin lenmiş fikir çok zaman birçok tas lak arasından yapılmış bir seçimin sonucudur, olağanüstü bir görün tü olmaktan çok seçilmiş bir şey dir, bu da esinin yazgısal özyapısına karşıdır.” Esin gene de bir aşma duygusu verir. H. Delacroix’nun dediği gibi “Kendimizi kendi üstü müze yükselmiş ve aşılmış duydu ğum uz zam an ancak kendim izi esinlenmiş duyarız.” (Bk. ESTE TİK, SANAT, YARATMA) E S T E T İK (fr. esthétique; alm. Aesthetik; ing. aesthetics). GüzelMe ilgili araştırma alanı. G üzel’in bilimi ya da bilgisi. Estetiğin alanı oldukça kaygan ya da kaypak bir alandır. Bu da konusunun genişli ğinden ya da uçsuz bucaksız çe şitliliğinden ve yöntemlerinin çok kesin olmayışından gelir. Klasik anlamında estetik bir metafiziktir, m etafiziğin ya da felsefenin bir parçasıdır. Çağdaş estetik metafi zikten oldukça uzaklaşmış bir bi limsel araştırm a alanıdır. Günü müzde estetiğin bilimselleşme yo lunda uğradığı güçlükler belki de hiçbir zaman tam olarak aşama yacağı engellerle ilgilidir. Bilimsel lik öznel etkenin dışa atılmasını, yalnızca nesnel öğenin göz önün de tutulmasını öngörür. Oysa gü zelin kaynağı olan sanat yapıtı bir özne-nesne bütünüdür. Bu yüzden estetik bir bilim olacaksa elbette
bir nitelikler bilimi olacaktır. Bu yolda çağdaş estetikçiler tam an lamında somuta yönelik bir tutum la bir laboratuar estetiği kurma ça bası içindedirler. Eski estetik yal nızca soyut Güzel araştırm asına dayanıyordu ve onun somut gü zelle, güzelin en yüksek düzeyde yoğunlaştığı ve billûrlaştığı sanat yapıtıyla pek ilgisi yoktu. Bütün es ki estetikler Platon estetiğinin de ğişik yorumları gibidirler. Platon, gizemli-çileci bilgi anlayışı çerçe vesinde mutlak güzeli ya da ken dinde güzeli araştırıyor, bu dün yadaki güzeli ya da güzelleri vareden asıl kaynağı kavramaya çalı şıyordu. XVIII. yüzyıldan sonra bu verimsiz estetik yerini özellikle alman yazarlarının temellendirdiği bilimsel estetiğe bırakmaya başla dı. Baumgarten estetiğin bilim ol duğunu söyleyen ilk kişi oldu. Ba umgarten estetiği mantığın altînda bir alan sayıyor, estetikte m an tığın yasalarına benzer yasaları araştırıyordu. Ona göre “mantığın küçük kızkardeşi” estetik, güzelin yasalarını ortaya koym akla yü küm lüydü. Ç ağdaş estetiğe en büyük atılımmı Lessing kazandır dı. Lessing’in estetik araştırmanın temeline “uzam” ve “zaman” kav ramlarını koyması yeni bilimsel estetiğin doğumu anlamına gelir. Bu da Baum garten’in öngördüğü biçimde estetiğin “duyumların bi limi” olmasını sağlayacaktır. Böylece estetik soyut güzel araştırma sından ayrılarak güzelin asıl kay nağına, sanat yapıtlarına yönelir ve 2 0 1
ESTETİK sanatları bir bütün olarak ele alır, buna göre sanatlarla ilgili ayrı ayrı estetiklerden çok tek bir estetiğin yasaları ya da kuralları araştırılır. Estetiğin bütünselliği konusunda H enri D elacroix şunları söyler: “Bir mimarlık, bir resim, bir mü zik elbette vardır. Ama ayrı ayrı estetik türler, ayrıca her sanatın içindeki ayrı ayrı cinsler yakından incelendiklerinde birbirlerine karı şırlar ve bazen birbirlerinde erir ler.” Bazı filozofların sanatları sı nıflandırm ası, örneğin Schopenhauer’in mimarlıkla başlatıp mü zikle b itird iğ i sın ıflam a ya da Hegel’in şiiri en başa koyması çağ daş bakış açıları içinde hiçbir kar şılığı olamayan bir tutumdur. Res min göz, müziğin kulak sayılması estetiğin anlamını doğru kavrayam am aktan gelen belirlemelerdir. Estetik yargı algıda ya da duyum düzeyinde başlayan, duygusallık ta ve düşünsellikte yetkin anlatı mına ulaşan bir sezginin yansısı dır. M üzikçiden müziğe yatkın bir kulağı olmaktan ötede müziğe uy gun bir zihni olan insanı anlarız. Sanatta görmekten çok bakmayı bilmek önemlidir. Bu da gözümü zün bize taşıdığı verilerle yetinme mek ve gerçekliği biraz da kendi gözümüzle görmek anlamına ge lecektir. Derin içsel yapıları içinde zaman ve uzam kavramları üzeri ne kurulmuş olan tüm sanatlar bir bütün oluştururken doğayı ya da gerçekliği yansıtmakla kalmazlar, onu yorumlarlar, yeniden biçim lerler, ona insanı katarlar, onu in
sanla bütünleştirirler. Bu yüzden dir ki bir şiir bizde mimarlıkla ilgili bir etki yaratabilir, bir mimarlık ya pıtı bize bir şiiri düşündürebilir. “Watteau ya da Corot ressam lar arasında şairdirler, Lamartine ya da Baudelaire şairler arasında müzikçidirler” (H. D elacroix). Ne müzik sanıldığı kadar sezgisel ne şiir sanıldığı kadar kavramsaldır. Her sanat yapıtı, barındırdığı sim gelerle, hem duygusal hem düşün sel düzeyde bir anlam yumağıdır. Sanatçı zihniyle gören ve göste ren kimsedir. O bir dehadır. Deha olağanüstü bir güç olmaktan çok bir görme ve kurma yatkınlığıdır, bir vergi olmaktan çok bir kaza nmadır. Sanat yapıtını bir deha ürü nü durumuna getiren, üst düzey de zihin etkinliğidir. Yaratma bu etkinliğin mutlu sonucudur. Henri Delacroix’nin dediği gibi “Sanat her zaman yaratıcıdır. Hiçbir yer de, gerçekliğin dünyasında da ül küselin cennetinde de hem en ele geçirilecek dolaysız bir veriye, tü müyle kurulmuş bir öze raslamayız. Sanat düzeyinde deney ve yaşam ancak yaratmayla olasıdır. Sanatsal imge hiçbir zaman bir şe yin sunumu değildir. Sunum sa natçının oluşturduğu şeydir, eşya dan sanatçının taşıdığı şeydir. Sa natçı fikri gerçekliğin ta kendisi olan şeyden giderek kurar ve ger çekliğin ta kendisi olan yapıtla fi kirden şeye ulaşır. Leonardo da Vinci resim düşünsel bir şeydir di yordu. Doğalcı resim bilmeden ül küseldir. Sanat her şeyden önce
bir madde ülkücülüğüdür. En azın dan sanatçı zorlamadığı sürece model gizini ressam a vermek is temez. A slına en çok benzeyen portrede biz hem sanatçıyı hem modeli buluruz. Baudelaire haklı olarak portre bir tarih ya da ro man olabilir diyordu. Ancak her iki durum da da yaratıcı bir güç kendini gösterir. Portreden uzam la ve düşsellikle bir şiir çıkarmak lam tamına yaratmaktır.” Yaratmak her şeyden önce bir düşünce edi mini, sonra da bir eylemi gerçek leştirmektir. Estetik bu düşünsel ve yapay yaratığa yöneltilmiş bir eleştiridir, bu eleştiri ondaki nite likleri kavramakla ve bu nitelikleri kavramlara bağlamakla gerçekle şir. Estetik bir nitelikler bilimi ola rak düşünülmelidir. Bu çerçevede estetik araştırm a hem örnekten kavrama hem kavramdan örneğe yönelecek, hem tümevarım yön temini hem tümdengelim yöntemi ni kullanacaktır. Lalo şöyle der: “Estetiğin yöntemi tümdengelime mi tümevarıma mı dayanmalı? Bu gün buna tek bir yanıt vermek ola naksız: sırasında biri sırasında öbürü olmalı. Çatışkılı görünen bu iki yöntem bir araştırma düzenin de sıkı sıkıya birbirine bağlıdır, ay rılm az.” Estetikte kurama ağırlık verme tümevarıma özellikle yönel meyi gerektirir. Kuram mı uygu lama mı tartışması estetiği iki ayrı yöne çekiyor. Buna göre birinci planda laboratuvar tekniklerine yö nelmiş bir aşağı estetiği yanında kuramı öne çıkaran yukarı esteti
ği’nden sözedebiliriz. Aşağı este tiği bir deney estetiği olurken yu karı estetiği eski estetiğe yani me tafizik düzeyindeki estetiğe yak laşmaktadır. Belki de estetikte en sağlıklı bakış aşağıyı yukarıdan ayırmayan bakış olacaktır. (Bk. SANAT, YARATMA) E Ş B İÇ İM C İL İK (fr. isom or phisme', alm. Isomorphismus\ ing. isomorphism). Varlıkta ayrı ayrı ke simlerde benzer biçimlerin varol duğunu ileri süren görüş. Ruhbilim de, biçim o k u lu n u n ruhsal biçimler, beynin fizyolojik biçimle ri ve maddenin fiziksel biçimleri arasında benzerlik ya da özdeşlik bulunduğunu bildiren kuramı. (Bk. BİÇİM) E ŞD E Ğ E R L İL İK (fr. équivalen ce', alm. Aequivalenz; ing. equivalency). Aynı değerde olan iki şêyin durumu. Nicelik ya da nitelik bakımından karşılaştırıldığında bir birine denk olan iki ayrı şeyin du rumu. (Bk. DEĞER) EŞG EÇ ER LİLİK (fr. équipollen ce', alm. Aequipollenz; ing. aequipollency). Aynı anlama gelen iki önerm enin durum u. A ralarında mantıksal eşitlik bulunan iki ayrı önermenin durumu. (Bk. ÖNER ME) EŞİK (fr. ¿eu//; alm. Schwelle, Reizschwelle; ing. threshold). Bir uya ranın bir yanıtı ya da tepkiyi oluş turabilecek enaz etkiyi ortaya koy
EŞİTLİK ması. Daha azı algılanamaz olan sı nır yoğunluk. Bir durumu yarata bilecek enaz uyanm a mutlakeşik denir. Saatin tik-tak’larını duyabil mesi için kulağımın saate ne kadar yaklaşması gerekir? Başlangıçtaki uyaranı değiştirebilecek enaz nite liğe de ayırım eşiği denir. Sırtım daki yükün üzerine kaç gram ağır lık konulduğunda nicelik artışını du yabiliyorum? Eşik bireye göre de ğişiklik gösterir, bu değişiklikte yaş, sağlık durumu, duyumsal yatkın lık derecesi, deneyimlilik gibi be lirleyici durumlar sözkonusudur. (Bk. UYARAN) E Ş İŞ L E V L İL İK (fr. synergie; aim. Synergie; ing. synergy). Ayrı işlevleri olmakla birlikte bütünsel bir etki yaratan etkenlerin ortaklı ğı. Aynı sonucu yaratan etkenlerin ortak eylemi. Toplum yaşamında sanayi, ticaret ve kurumlar eşişlevlidir. Bedende de sindirim, dolaşım, solunum aygıtları eşişlevlidir. (Bk. ETKEN, İŞLEV) E Ş İ T L İ K (y u n . is o te s ; lat. aequalitas; fr. égalité; aim. Gleichheit; ing. equality). Özdeş iki niteliğin durumu. Doğası aynı olan iki şeyin durumu. Eşitlik, en ge nel anlamda, bir toplumdaki üye lerin aynı haklara ve aynı yüküm lülüklere sahip olmasıdır. Kölelik, serflik, soyluluk gibi sınıfsal ayrı calıklar eşitliği ortadan kaldırır. Eşitlik her yurttaşın şu ya da bu biçimde eşit haklara sahip olması nı gerektirir. Bu da her şeyden ön
ce seçme ve seçilme hakkına sa hip oluşla belirgindir. Eşitliği yasa düzeni güvence altına alır ya da eşitlik adaletli bir düzende sağla nabilir. 1789’da yayımlanan İnsan hakları bildirisi “tüm insanlar ya sal açıdan özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar” der. Bununla birlikte insanların bu eşitlik koşullarına ula şabilmiş olduklarını sanmak yanıl mak olur. Eşitlik günümüz toplumlarında ulaşılmış bir amaçtan çok bir iyi niyeti düşündürmektedir. İnsanlığın kuruluşundan bu yana varlığını sürdüren kadın-erkek eşitsizliği çağım ızda da ortadan kaldırılabilmiş değildir. Erkek çok zaman kadını ikinci sınıf bir varlık gibi değerlendirmekte, onu özel likle çocuk doğurmak ve ev işle rine bakmak zorunda olan bir yü küm lü yerine koym aktadır. Bu eşitsizlik ya da bu ayrılık “güçlü cins” ve “zayıf cins” gibi ayrım larda iyice belirginleşmektedir. Bu anlayış kız çocuklarda daha küçük yaşlarda aşağılık duygusu oluştur maktadır. Kızlar erkek çocuklar kadar değerli olmadıkları duygu sunu yaşamaktadır. Ailenin sürdürücüsü çok yerde erkektir ve çok yerde kız çocuğun dünyaya gel mesi bir sevinç nedeni olmaktan çok bir üzüntü nedenidir. Bu ko şullarda aşağılık duyguları içinde büyüyen kız çocuğunun iyi bir an ne olması olası değildir. Pekçok kadın bu eşitsizliğe erkenden bo yun eğmekte, kendisi için öngö rülen işlevleri hiç tartışm adan ye rine getirmek durumunda kalmak-
ETKİLEŞİM todır. Vauvenargues “Eşitliğin bir doğa yasası olduğu doğru değil dir” der. Ona göre doğa hiçbir şe y i e ş it k ılm am ıştır. E u rip id es '“Eşitliğin adından başka bir şeyi yoktur” diye düşünüyordu. Doğa da eşitsizlik fikri “Beş parmağın beşi bir değildir” ilkesiyle açıkla nır. M ontesquieu insanların eşit doğduğunu ama eşit kalamadığını düşünür. / E. Herriot: “Eşitliği bil dirm ek onu gerçekleştirm ekten daha kolaydır.” / Voltaire: “İnsan lar eşittir, onları ayıran dünyaya gelişleri değil yalnızca erdemleri dir.” / G. Orwell: “Bütün hayvan lar eşittir, bazı hayvanlar bazı hay vanlardan daha da eşittir.” / Flau bert: “Eşitlik köleliktir. İşte bu yüzden seviyorum sanatı. En azın dan bu düşler dünyasında her şey özgürlüktür.” / Montesquieu: “De mokrasi sevgisi eşitlik sevgisidir.” “Aşın eşitlik istemi tek kişinin zor balığına yol açar.”/ H. de Balzac: “Sevinç ancak kendini eşit duyan insanlar arasında koyulur.” / S. M aréchal: “Bütün sanatlar yokolsun gerekirse - Bize gerçek eşitlik kalsın yeter.” /Robespierre: “Kral lık bitti artık, soyluluk ve ruhban da yokoldu. Şimdi artık eşitliğin egemenliği başlıyor.” / P. Leroux: “İnsanlar arasında adalet ve eşitlik olduğunda ben dünyada olur mu yum?” / G. Sand: “İnsanlara ada leti, eşitliği öneren bir T ann’dan başkasına inanmamalı.” / J. Ferry: “Eşitlik insani ilerlemenin yasası dır. O bir kuramdan daha çok bir şeydir; bir toplumsal olgudur, bağlı
olduğumuz toplumun özü ve yasallığıdır.” (Bk. DEMOKRASİ) EŞSÖ Z (fr. tautologie; alm. Tautologie; ing. tautology). Öznesi ve yüklemi aynı kavramı karşılayan terimlerden kurulmuş önerme. Aynı fikrin değişik terimlerle ya da öner melerle yinelenmesi. Gereksiz yi neleme. “Hiçbir evli bekar değildir” ya da “Bütün kadınlar duyguludur ve hiçbir kadın duygusuz değildir” gibi belirlemeler buna örnek olabi lir. ETK EN (lat. factor; fr. facteur; alm. Faktör, ing. factor). Bir so nucu yaratan ya da bir sonucun ya ratılmasına katkıda bulunan. Belli bir sonucun ortaya çıkmasında be lirleyici olan. (Bk. ETMEN) ETKİ(Iat.iw/7we/îiza; fr. infîuence; alm. Eirıfluss; ing. influence). Bîr şeyin bir başka şey üzerindeki ey lemi. Etki çok zaman yavaş koşu larda gerçekleşir ve bir çırpıda sezilemez. Etki genellikle sonuçlanyla kendini belli eder. (Bk. ETKİLE ŞİM) E T K İL E Ş İM (fr. interaction). Karşılıklı etkilenme. İnsan yaşamı tek yönlü etkilenm elerden çok etkileşimlerle ya da karşılıklı etki lenmelerle belirgindir. Tüm birey ler, tüm kurumlar etkileşirler. Alt yapı üstyapıyı etkilerken üstyapı da altyapıyı etkiler yani her iki alan arasında bir etkileşim düzeni var dır. Etkileşim insan yaşam ının
ETKİLİLİK uzamda ve zamanda zorunlu bir koşuludur. Yaşam bu anlamda bir sonsuz etkileşim ler alanı olarak görünür. (Bk. ETKİ) ETKİLİLİK (lat. efficacitas; fr. efficacité', alm. Wirksamkeit', ing. efficacy). Etki yaratabilme gücü. Beklenilen etkiyi ortaya koyabilen şeyin niteliği. Az çabayla ya da az güçle en iyi sonucu elde etme yatkınlığı. (Bk. ETKİ) ETKİNLİK (lat. activitas; fr. ac tivité; alm. A ktivität, Tätigkeit', ing. activity). Eylemde bulunma gücü. Etkileme gücü. Etkin olanın özyapısı. Bir canlı varlığın eylem lerinin toplamı. (Bk. EYLEM) ETMEN (lat. agens; fr. agent; alm. Wirkende; ing. agent). Eylemde bu lunan. Biretki ortaya koyan. (Bk. ETKEN) ETNOGRAFİ. Bk. BUDUNBİLGİSİ. ETNOLOJİ. Bk. BUDUNBİLİM. E V H E M E R O S ’Ç U L U K (fr. evhémérisme; alm. Evhemerismus; ing. evhemerism). Tanrıların ger çekten yaşamış ve öldükten sonra yüceltilmiş kahramanlar oldukları nı ileri süren K yreneii filozof Evhemeros’un öğretisi.
206
EVİRME (yun. antistrephon; lat. conversio; fr. conversion; alm. Umkehrung; ing. conversion). Bir
önermede özneyle yüklemin yer lerinin değiştirilmesi. Her P, S ’dir: her S, P ’dir. EVRE (fr. stade; alm. Stadium; ing. stage). Bir oluşumun ya da bir gelişimin bir dönemi ya da anı. Bir evrimin birbirini izleyen anlarından herbiri. EVRE KANITI (Yunan filozofu Elea’lı Zenon’un varlığın birliğini, devinimin olanaksızlığını göstermek için ileri sürdüğü kanıtlardan biri. Belli bir noktalar dizisi biri duran öbürü ters yönde ilerleyen iki dizi nin yanından geçtiğinde aynı zaman parçasında hem kısa hem uzun bir yolda ilerlemiş olacaktır. Zenon pek de anlaşılır olmayan bu kanıtında göreliliğe dayanarak devinimin ola naksızlığını göstermek ister. (Bk. ELEA OKULU) EVREN (yun.& oiffio5;lat. u n iversu m ; fr. urtivers; alm . Weltall, Universum; ing. universe). Varolan her şeyin bütünü ya da toplamı. Uzamda ve zamanda va rolan her şeyin bütünü. Görünür olan her şey. Bütün insanlık. Bü tün dünya. Dindışı bakış evreni için de insanın da yer aldığı salt mad desel bir bütünlük olarak görür. Yu nanlılar evreni bir Kosmos olarak görüyorlardı yani düzenli işleyen dizgesel bir yapı olarak görüyor lardı, özellikle Pythagoras’çılar ev reni bu anlamda belirliyorlardı. Ön ce Khaos vardı yani karanlık ve sı nırsız boşluk vardı, daha sonra Kos-
EVRENSEL wtos oluştu. Dinci bakış evreni her zaman bir yaratı olarak gördü.Yan ta n ’m ürünü olarak gördü. Bilim sel bakış evreni fizik dünya olarak değerlendirir, bu fizik dünya her ba kımdan bilimin konusudur: bir ol gular alanıdır, onda olgular arasın daki belirli ilişkileri bulup ortaya çı karmak gerekir. Bilim ler yasaya böylece yükselmektedir. Yeniçağ’ın başlarına kadar evren tablosu Aris toteles’in çizgilerini korayarak sür dü. Aristoteles bize ortasında Düny a’nın bulunduğu dokuz gökten oluşan bir evren tablosu çizmişti. Hıristiyan düşünürleri Tanrı’nın en sevgili varlığı olan İnsan’ı evrenin en ortasına yerleştiren bu görüşü benimsediler ve sonuna kadar sa vundular. Ancak gökbilimsel araş tırmaların ortaya koyduğu buluşlar karşısında bu düşsel evren tablosu yıkıldı ve yerini ortası da kenarları da olmayan ve ne olduğu iyi bilin meyen sınırsız boşluk fikrine bırak tı. (Bk. DÜNYA) E V R EN B İL İM (fr. cosmologie\ aim. Kosmologie; ing. cosmology). Dünyayla ilgili bilimsel araştırma alanı. İki türlü evrenbilimden sözedebiliriz; deneysel evrenbilim ve ussal evrenbilim. Wolff evrenin ge nel yasalarını deneysel ve metafi zik düzeyde ele alacak bir bilimin varlığından sözetti. Kant, buradan giderek evrenin kökenini ve yapı sını ele alacak bir bilgi alanı belirle di: ussal evrenbilim. Elbette Kant’çı anlayışa göre bu bilim çatışkılarla ilgili olacaktı, çünkü insan usu “Ev
renin bir başlangıç ve bir bitiş nok tası var mıdır?” (zamanda ve uzam da) gibi sorunları çözümleyebilecek gibi değildi. (Bk. EVREN) EV R EN D O Ğ U M (fr. cosmogonie; alm. Kosmogonie; ing. cosmogony). Dünyanın kökeniyle ve oluşumuyla ilgili genel araştır ma. Bu araştırmalar özellikle mi tolojik düşüncede, çeşitli söylen celerde yer alır. İki tür evrendoğumdan sözedebiliriz. Dinci bakış açısına göre evren maddesel olma yan kaynaklardan gelmedir. M ad deci bakış açısına göre her şeyin kökeninde maddesel öğelerin ya da atomların bulunması gerekir. Ev renin oluşum unu raslantısal ne denlere bağlayan düşünürler de vardır. (Bk. EVREN) EV R EN SEL (fr. üniversel; alm. allgemein; ing. universal). Tiîm evrenle ilgili olan. Tüm varlıklarla ya da fikirlerle ilgili olan. Evrensel olan, bağsız ve koşulsuz genelgeçer olandır, onu “genel olan”la ka rıştırmamak gerekir. A priori olan evrensel olandır, genel olan değil dir. Bir başka bakımdan, evrense lin ussal olduğunu söyleyebiliriz: evrenseli tüm evarım yöntemiyle elde edemeyiz. Örneğin K ant’da zihnin kategorileri evrenseldir, bunlar bu yüzden salt bir ussal bir araştırmayla ortaya çıkarılm ışlar dır. Oysa zihnimizdeki herhangi bir kavramın tümevarım ya da de ney yoluyla elde edildiğini söyle yebiliriz. Usta belirleyici karşılığı
207
EVRENSELCİLİK olmayan şeylerin, ne ölçüde yay gın olurlarsa olsunlar, evrensel ol madıkları kesindir. Evlilik kurumu genel bir kurum dur ama evrensel bir kurum değildir. Port-RoyaPciler “m etafizik olarak evrensel” önermelerle yani kesin olarak ev rensel önermelerle “ahlaksal ola rak evrensel” önermeleri yani özel durumları içeren önermeleri birbi rinden ayırmışlardı. “Bütün kadın lar çok konuşur” önermesi ahlaki olarak evrensel olmak gerekirdi. Evrenseller. Porphyrios’un bir so yut kavramın bir özneye bağlan ma biçimiyle ilgili olarak ortaya koyduğu beş kategori: cins, tür, özgül ayrım, özgü, raslantı. H a şan bir insandır (tür), aynı zaman da bir hayvandır (cins), ussaldır (özgül ayrım), konuşabilir (özgü), şu anda konuşmaktadır (raslantı,). E vrenseller so ru n u : O rtaçağ’ın" sonlarına doğru ortaya çıkan bir tartışm a. Evrensel kavram ların, örneğin insan ya da canlı kavra mının gerçek bir karşılığı var mı dır yok mudur? Bu tartışma ger çekçilik, kavramcılık, adcılık gibi bakış açıları içinde çözülmeye ça lışılmıştır. Tartışmanın tohumunu III. yüzyılda Porphyrios şu söz leriyle atmıştır: “Önce, cinsler ve türler konusunda başlıca sorun, bu şeylerin kendi kendilerine varolan gerçeklikler mi yoksa yalnızca zih nin basit kavramları mı olduğunu, ayrı mı olduğunu, yalnızca duyu lur şeylerde ve duyulur şeylere gö re varolan şeyler mi olduğunu bil mek sorunudur.” Claude Bem ard
soruna şöyle açıklık getirecektir: “Doğru ne ülküsel biçimde (evren seller) ne de bireyde (adsallar) bu lunmaktadır. Yalnızca birey vardır diye düşünenler türü ortadan kal dırmaktadır, bizde yani zihnimiz de varolan biçimi ortadan kaldır maktadır. Gerçek olan doğru ya da doğru olan doğru bu iki öğeyi birleştirmeli ve onları bir bütünde kavramalıdır.” (Bk. EVREN) E V R E N S E L C İL İK {ir.universa lisme; alm. Universalismus', ing. universalism).insanların sonunda kurtuluşa ereceklerini öne süren inanç ya da öğreti. Evrenselci-lik y a ln ız c a b ir inanç d eğ il aynı za m a n d a fe lse fi b ir b a k ıştır. Evrenselciler gerçekliği bir bütün olarak görürler. Buna göre birey h iç b ir za m a n te k b a ş ın a olamayacaktır, yalıtık bir yaşam sü re m e y e c e k tir. B u a n la m d a evrenselcilik bireyciliğin karşıtıdır. B ire y c i g ö rü ş tü m b ire y le ri birbirinden kopuk, tam anlamında y a lıtık v arlık lar o larak görür. Evrenselciler bireyi bir amaç değil araç sayarlar, am aç bütünsele, bütün insanlığa kavuşm aktadır. B ütün in san lar çok büyük bir aile n in , in sa n lık a ile sin in bireyleridir. (Bk. ÖZGECİLİK) EV R İM (lat. evolutio; fr. évolu tion; alm. Evolution, Entwicklung', ing. évolution). Belli bir amaca yö nelik dönüşüm. Bir yapıdan daha üst bir yapıya ulaşan dönüşümler dizgesi. Sürekliliğiyle “devrim” fık-
EVRİM rinden ayrılan ya da hatta “devrim” fikriyle karşıtlaşan “evrim” fikri belli bir amaca yönelik dönüşümler di zisini ya da zincirini düşündürür. Evrimde belirleyici bir dış neden değil, oluşumu baştan sona sürdü ren ve güvence altında tutan bir iç neden düşünülür. Daha basit bir de yişle, her şey ancak kendi içinde evrimlenir, evrimin dış koşullan olsa da evrimlenen varlık kendi evrim koşullarını her şeyden önce ken dinden getirir. Oluşum ya da geli şim kavramının bir ereğe göre dü zenlenmiş biçimi olan evrimde biri öbüründen çıkan, biri öbürünün so nucu ve yetkinleşm iş bir biçimi olan değişik ardarda durumlar sözkonusudur. Bu gelişim her zaman zamansal bir gelişim olmakla ev rim fikrini tarihsellik fikrine yak laştırır: zamandışı evrim düşünmek elbette olası değildir. Böylece ev rim, belli bir süre içinde nedensel likten sonuçsallığa doğru gelişen bir devinim olur. Her zaman üst bir bi çime yönelişle belirgin oluşuyla her evrim bir basitten bir karmaşığa doğru gelişmektedir. Buna göre ev rim fikri nedensellik kavramına sı kı sıkıya bağlıdır. Nedensiz hiçbir şey gerçekleşmez, hiçbir şey belli bir etki yaratmadan yokolmaz gö rüşü evrim ci düşüncenin özünü kurar. Evrimci düşüncede her şey bir öncekinin sonucu ve bir sonra kinin nedenidir. Evrimci bakış ne denselliğe dayalı olmakla tüm mu cize fikrini yoksar, tüm doğaüstü nü yadsır, dikkatini yalnızca doğa nın olgulanna yöneltir ve böyle ol
makla bir tür olumcu bakış açısı ortaya koyar. Kökü XVII. yüzyılın bilimsel görüşlerine dayanan evrim cilik her şeyden önce yermerkezli evren düşüncesini ve insanmerkezli yaşam fikrini ortadan silmiştir, da ha ötede tüm doğrulanamaz görüş leri ve önyargıları yadsır. Tüm ül küsel imgeleri de yıkan evrimcilik bu yanıyla özellikle dinci çevrele rin tepkisini çekmiştir. Evrimci ba kışa göre tüm organik biçimler bir birlerinden türemişlerdir, bu türe mede gelişim çizgisi en basitten en karmaşığa doğru uzanmaktadır. Bu dönüşümcü görüşte tüm türlerin birbirinden türediği benimsenmiş tir. Bu görüşe göre dünyanın bu günü gibi dünü de gizlerle, gizlilik lerle dolu değildir: insan dünyaya bir yerden gelmiş ya da gönderil miş değildir, dünyayla bütünleşmiş durumdadır, dünyanın bir parçası dır, öyleyse insan türlerin oluştur duğu zincirin son halkasıdır. Bu du rumda öbür dünyadan bu dünyaya gelmiş ya da indirilmiş ruh fikrinin yerini fizyolojik işlevlerin sonuçlan ya da uzantılan olarak gerçekle şen bir ruhsal etkinlik fikri alır, bu çerçevede beynin ve omuriliğin iş levi belirginleşir. Evrim denildiği za man aklımıza öncelikle Darwin adı gelir. Ancak evrim düşüncesinin onunla başladığını söylemek doğ ru olmaz, evrimin kaynakları daha eskiye dayanır. Ama bu başlangıç çok da eski değildir, özellikle XVII. yüzyıldan daha eski değildir. Evri min temelini oluşturan gelişim fik rinin ilk biçimine Leibniz’de rasla-
EVRİM
210
rız. Filozofa göre monadlar geçmiş lerinin izlerini ve geleceklerinin tas laklarını kendilerinde taşırlar. An cak bu görüş evrimi açıklayacak bir görüş değildir. XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılın başla rında düşünce dünyası özellikle do ğa bilimleri düzeyinde evrim kav rayışını ortaya koymaya başladı. Zaman zaman ortaya konulan bu görüşün, evrim düşüncesinin ilk bi çimlerine eskiçağ düşüncelerinde raslandığı görüşünün hiçbir geçer liliği yoktur, böyle bir görüş kesin likle yanlıştır. Gerçek anlamda ev rim açıklamasını Darwin’de bul m aktayız. Ancak Darwin evrim fikrini ilk geliştiren kişi değildir. Darwin’in büyükbabası Erasmus Darwin de evrimciliğin öncülerindendir. 1831 -1836 arasında Beagle adlı gemiyle Güney Amerika’da ve Büyük Okyanus’da bir araştır ma gezisine çıkan Darwin bu gezi sinde jeoloji ve biyoloji alanlarında araştırmalar yaparken, birçok hay van türünün geçmişte yokolmuş ol duğunu saptarken, şimdiki zaman da yaşamakta olan hayvanların yi tik türlerle yakınlığı olduğunu be lirlemiştir. Darwin’e göre yeni tür ler eski türlerin yerini rasgele al mamış, dosdoğru onlardan türe miştir, buna göre türler arasında bir dönüşüm çizgisi sözkonusudur. Böylece Darwin türlerin oluşumuy la ilgili yaradılış inancını, yani her türün ayrı ayrı yaratılmış olduğu inancını siler. Darwin’i çağdaş dü şünce için son derece önemli kılan şey onun M althus’dan etkilenerek
“doğal ayıklanma” kuramını orta ya atmış olmasıdır. En başta insa nın oluşumunu ele alırken insanı öbir hayvanlarla karşılaştıran ve hayvanla insan arasında köklü bir ayrım bulunmadığını ortaya koyan Darwin, evcil hayvan ırklarının da doğal hayvan ırklarının da bir de ğişim gücüne sahip olduğunu bil dirir, bu güçle ardıllarının atalarınınkinden çok değişik özellikler gösterdiğini belirler. E. Brehier şöy le der: “Darwin’e göre hayvan ye tiştiricilerinin yöntemi doğanın tür leri seçmek için kullandığı yönte min ta kendisidir: kendiliğinden ya pay ayıklanma rolü oynayan bir do ğal ayıklanma sözkonusudur.” Ayık lanmada başlıca etken yaşamı sür dürebilmek için gerekli besin bula bilme güçlüğüdür. M althus’un bil dirdiği gibi, türlerin bireyleri geo metrik, yaşam olanakları aritmetik bir ilerleme göstermektedir. Buna göre türlerin zayıf bireyleri ayık lanmaktadır. Demek ki yaşamın ba zı koşulları bazı varlıklar için öldü rücü, bazı varlıklar için yaşatıcı ol maktadır, yalnızca güçlü dönüşüm ler geçirebilen bireyler yaşamını sürdürebilmektedir. Demek ki tür lerin belirlenmişliği savı doğru de ğildir, böyle bir savın gelişmesine yardımcı olan şey yalnızca evri min yavaşlığıdır ya da daha doğru su insan algısından kaçan hızıdır. Darwin doğal ayıklanmaya bağlı olarak kalıtım yasasını ortaya ko yar. Buna göre kazanılmış dönü şümler organizmada belirlenmiş ve ardıllara aktarılmış olmaktadır. Tek
EVRİMCİLİK bir bireyin kazandığı çok özgül bir özellik bile bazı koşullar altında bir aileye taşınabilmektedir. Darwin “Genel olarak her özellik, ne olur sa olsun, kalıtımla taşınır, kalıtımla taşınmama az görülen bir durum dur” der./Henri Poincare: “Bilimin gelişmesi çok iyi konmuş ilkeleri bile, temel olarak belirlenmiş ilkeleri bile tehlikeye atıyor.(..)B ilim in ilerleyişini bir kentin dönüşümlerine benzetmek doğru olmaz. Bir kentte eskimiş yapılar acımasızca yıktırılır, onların yerine yeni yapılar kurulur. Bilimin ilerleyişini hiç durmadan gelişen ve sonunda sıradan bir göze görünmez olan, geçmiş yüzyıllar daki eski çalışmanın izlerini her zaman ancak usta bir gözün bulup çıkarabileceği zoolojik tiplerin aralıksız evrimine benzetmek doğru olur. Bu durum da elbet m odası geçmiş kuramların verimsiz ve boş k u ra m la r o ld u ğ u n u da düşünm em ek gerekir.” (Bk. EV RİMCİLİK) E V R İM C İL İK (fr. evolutionisme; alm. Evolutionismus', ing. evolutionism). Gerçekliğin oluşumlarını daha üst yapılara dönüşümle açık layan bilimsel ya da felsefi öğreti. Lamarck ve Darwin’in dönüşüm cülüğüyle eşanlamlı olarak türlerin doğal dönüşümle birbirinden çıktı ğını ileri süren öğreti. Evrimciliğin kökenini belki de durallığı ve bü tünselliği temel alan felsefelerin kar şıtı olarak belirmiş oluşum felsefe lerinde aramak doğru olur. Bunun la birlikte değişim kavrayışının ev
rim kavrayışıyla özdeş olmadığı, evrimin değişim demek olduğu, de ğişimin evrim demek olmadığı ke sindir. Evrimcilik değişimde bir ya pıdan daha üst bir yapıya geçişi bildiren bir anlayış olarak en belir gin biçimde ilkin Lamarck ve Darw in’in öğretilerinde açıklanmıştır. Bu öğretiler türlerin doğal dönü şümle birbirinden çıktığını ileri sür mektedir. Spencer daha sonra ev rim yasasının inorganik dünyadan düşünceye ve insan kurumlarına kadar tüm gerçeklikte etkin oldu ğunu bildirdi. Lamarck hayvan tür lerinin kökenini açıklamaya çalış mış, türleri basit bir organizmadan üç etkenle, ortalama uyum (dış ne den), alışkanlık (öznenin içsel tep kisi) ve kalıtım etkenleriyle türet mişti. Darwin türlerin evrimi ko nusunda daha köklü açıklamalar getirdi. Görüşleri 1830-1836 arasın da çıktığı bir dünya gezisinde be lirginleşmiştir. Gezip gördüğü her yerde canlı türlerin, özellikle hay van türlerinin birbirine çok benze yişi, gene de bu türlerde ortama uyumla gelen başkalıkların bulunu şu Darwin’i derinden etkilemişti. Darwin’e göre bugün varlığını sür dürmekte olan canlı türlerin tümü bir ya da birkaç ilkel tipten türe miştir, bu bir ya da birkaç ilkel tip doğal ayıklanma yasasına göre ge lişip çoğalmaya doğru gitmişlerdir. Darwin’in görüşleri Spencer’in dö nüşümcü evrim fikriyle zenginleş miştir. Spencer’e göre evrim mad dede herhangi bir durumdan daha üst bir duruma geçişi belirler: “Bi
EYLEM zim kendisine verdiğimiz anlamda evrim edimi, bütünsel bir katışma cın gelişimini, buna bağlı olarak bu katışmacın yayılımını sağlayarak onu oluşturan maddelerin daha da ğınık bir durumdan daha yoğun bir duruma geçmesini sağlar.” Spencer evrimi şöyle tanımlayacaktır: “Evrim maddenin bir bütünleşme si ve devinimin o sıra dağılması ol gusudur, o anda madde belirsiz ve tutarsız biryapılılıktan belirli ve tu tarlı bir çokyapılılığa geçer.” Buna en güzel örnek canlı bir organiz mada hücrenin döllenmesidir. Ev rimcilik biyoloji alanında belirlen mekle kalmamış, ruhbilim ve top lumbilime de uygulanmıştır. (Bk. EVRİM, DÖNÜŞÜMCÜLÜK) E Y L E M (yun. praksis; lat. actio; fr. action; alm. Tat, Handlung; ing. actiori). Bir varlığın kendi gücüyle ya da olanaklarıyla gerçekleştirdiği işlem. Bir varlığın bir başka varlık üzerinde ortaya koyduğu etkileme gücü. Bir maddesel ya da düşün sel etkenin işlemi. Eylem özellikle ahlak alanının belirleyici bir konu
212
sudur ve bu anlamda davranışla öz deşleşir. Ahlakın düşünce ve ey lem ya da kuram ve uygulama ol mak üzere iki ayrı yüzü vardır. Es ki ahlaklarda ahlakçının eylemi ku ram kadar önemlidir, çünkü ahlak alanı görüşler ortaya koyduğumuz bir alan olduğu kadar örnek olmak ya da örnek oluşturmak durumun da olduğumuz bir alandır. Bazı ah laklar, insanların özellikle bilgi yo luyla değil de eylem içinde ahlaki yetkinliğe ulaşabileceklerini bildiri yordu. Eylem felsefesi: M aurice BlondeFin özellikle Eylem adlı ya pıtında açıkladığı felsefi öğretisi. Blondel’e göre “Eylem, istemin, ta nımanın ve olmanın bileşimidir. Ey lem, düşüncede bile, nesnel bir su num o lm ak tan çok b ir iç b i leşimdir.” (Bk. EDİM) E Y L E M SİZ L İK (lat. inertia; fr. inertie; alm. Trägheit, Beharrungs vermögen', ing. inertia). Eylem yoksunluğu. Dinginlik ve devinimsizlik durumu. Ruhsal ve bedensel e tk in liğ in en a z a in m esi.(B k . EYLEM)
F FABÜLASYON. Bk. MASALLAMA. FANATİZM. Bk. DARKAFALILIK. F E C H N E R YASASI (fr. loi de Fechner-, aim. Fechners Gesetz; ing. Fechner ’s law). Alman ruh bilimcisi Fechner’in ortaya koy duğu yasa: “Duyum, uyaranın lo garitm asına göre değişir.” Bunu şöyle formülleyebiliriz: S=C log E. (S duyumun yoğunluğunu, E uya ranın yoğunluğunu, C de bir di rengeni yani değişik duyum sınıf larına göre, bireylere göre, birey lerin durum larına göre değişeni göstermektedir.) Fechner’in orta ya koyduğu bu yasaya göre uya ran aritmetik bir artış gösterdiğinde (1,2,3 ,4 ,5 ,...) duyum geometrik b ir a rtış g ö s te rm e k te d ir (1,2,4,8,16,...). Fechner bu for mülü ortaya atm akla ruhbilimi fi ziğe indirgiyor ya da daha doğru su fiziğin bir bölüm ü durumuna getiriyordu. Ancak bir duyumun yoğunluğunun ölçülebilir olduğu
konusunda derin kuşkular vardır. Bergson’un gösterdiği gibi, bir du yumla duyumun dış ölçüsü ara sında bir ölçüt belirlemek olanak sızdır. Bizler uyaranlardaki küçük değişimleri sezemeyiz. Bir elimiz de yüz gram öbüründe yüz iki gram tutuyorsak, arada hiçbir ay rım yok gibi algılarız. Bir duyu mun bizdeki etkisi kişilik yapımı za ve o anki durum um uza ba_ğlı olacaktır. Duyumlar niceliksel ola rak değişselerdi Fechner’in ruhbi limi fiziğe indirme girişimi iyi bir sonuç verebilirdi. FELSE FE (yun. philosophia; lat. philosophia-, fr. philosophie', alm. Philosophie-, ing. philosophy). En genel anlamda, kavramsal düzey de insanla ilgili geniş ve köklü araş tırma. Eski ve özel anlamında, ilk ilkeler ve ilk nedenler araştırması. XVIII. yüzyıla kadar felsefe ilk il keler ve ilk nedenlerle ilgili ussal araştırmaya karşılık oldu, böyle ol makla metafizikle özdeşleşiyordu. M.Ö. VI. yüzyılda Pythagoras sophos yani “bilge” yerine philosop-
213
FELSEFE hos yani “bilgisever” terimini kul landı, böylece bilgeliğin savlılığından bilgiseverliğin alçakgönüllüğüne yöneldi ve p M as’layani “dost”la sophia yani “bilgelik”i birleştirerek en köklü insan araştırmasına ad ola cak olan terimi belirlemiş oldu. İlk uygarlıkları yaratan en eski insan kendiyle ve dünyayla ilgili tüm me rakına karşın felsefi düşünceye ula şamamıştı. Her olayı tanrısal gücün istemine bağlı bir sonuç sayan ve ileri düzeyde nedensellik fikrine ula şamadığı için doğa olayları arasın da etki-sonuç bağlantısı kurama yan, gerçekliğin gizlerini sezgileriyle çözmeye çalışan bu ilk uygar insan tüm düşünme gücünü mitolojik sa nıları ortaya koymakta kullanmış, bu sanılarında örtülü bir biçimde in san ve evren araştırmasına yönel mişti. Bu yönelim birçok sorun or taya koymakla birlikte ussal yanıt lar getirmeyen bir yönelimdi. Mi toloji dönemindeki insanın ortaya koyduğu nedensellik fikrine düşey nedensellik fikri diyebiliriz: bu in san her olayı yukarıya, tanrısal güç lerin etkisine bağlıyordu. Giderek yatay nedensellik fikri oluşmaya başladı, böylece mitoloji dönemin den felsefe dönemine yumuşak bir geçiş gerçekleşti. Yatay nedensel likte doğa olaylarının birbiri üstün de etkisi öngörülüyor, bir olay bir başka olayın nedeni olarak ele alı nıyordu. Yatay nedensellik uzun yüzyıllar boyunca düşey nedensel likle birlikte varoldu ve giderek hep onun zararına gelişti. Nedensellik fikrinin ve ona bağlı olarak tartış
macı düşüncenin gelişimi yunan düşüncesinin ilk büyük atılımı dö neminde yani VI. yüzyılda felse fenin oluşumuna olanak sağladı. İlk filozoflar diyebileceğimiz Yedi Bilgeler giderek karmaşıklaşan ve hatta bozulan yunan toplumunda köklü ahlak araştırmaları ortaya koydular. Bir bakıma mitoloji ya lınlığın, felsefe karmaşıklığın ürü nüdür. M itoloji toplum ları XII. yüzyıldan sonra yani demir döne miyle birlikte gelişen tarım etkin likleriyle belirgindir. Maden işleme sanatının, toplumlararası düzeyde maden alımsatımının, her türlü ti caretin ve özellikle sömürgeciliğin gelişimi ve buna bağlı olarak top lumsal sınıfların iyiden iyiye belir ginleşmesi ve çatışkılı duruma gel mesi felsefi gelişimin başlıca ne denidir. Toplumsal yapının karma şıklaşması, buna bağlı olarak so runların çeşitlilenmesi insana mi tolojinin dar ve büyülü havasından köklü düşüncenin ussal araştırma larına yönelme eğilimini kazandır mıştır. İlk ahlakçılar olan Yedi Bilgeler’i bir yana bırakırsak, felse fenin ilk gerçek gelişimi özellikle VI. ve V. yüzyıllarda egemen ol muş olan felsefe okullarıyla ger çekleşti. Bu okulların filozofları, bakış açıları ne olursa olsun, her şeyden önce evreni vareden ilk il ke' nin ne olup ne olamayacağı ko nusunda araştırmalara girmişlerdi. Örneğin Thales her şeyin Su’dan, Herakleitos her şeyin Ateş’den gel diğini söylüyordu. İlk nedenlerin ortaya konulması dileğiyle başla
FELSEFE yan bu araştırma giderek çok yön lü ve ayrıntılı bir araştırmaya dö nüşmüştür. Bu gelişim içinde iki ay rı bakış biçimi ortaya çıkmıştır: ba zı filozoflar özellikle evren sorun larıyla ilgilenir ve buna bağlı ussal düşüncenin yolgöstericiliğinde so mutun araştırmasına yönelirken ya da evrenle ilgili görüşler ortaya ko yarken bazı filozoflar da felsefeyi daha çok kuralkoyucu bir bilgi ala nı olarak gördüklerinden onu özel likle ahlak araştırmasına indirge mişlerdir. Ancak Yunanistan’da fel sefenin yükseliş döneminde bu iki eğilim giderek bir bütün oluştur maya başlamıştır. Özellikle Platon ve öğrencisi Aristoteles insanla ve evrenle ilgili tüm sorunları kucak layan ve tartışan felsefe arayışları geliştirmişlerdir. Bu gelişim içinde felsefede iki ayrı bakış açısı ortaya çıkmıştır. Özellikle Platon’da belir ginleşen ülkücü bakış açısında bil ginin önceselliği ya da doğuştanlığı benimsenmiş, daha çok Aristo teles’de anlatımını bulan gerçekçi bakış açısında öncesel ya da do ğuştan fikirlerin varlığı yadsına rak tüm bilgilerimizin deney yo luyla ya da duyu verileriyle sağ landığı görüşü ortaya konmuştur. Öznenin nesneyi belirlediğini be nimseyen birinci açıyı Platon’dan sonra Descartes, Leibniz, Kant gi bi filozoflar, nesnenin özneyi belir lediğini benimseyen ikinci açıyı Aristoteles’den sonra Bacon, Locke, Comte gibi filozoflar geliştir mişlerdir. Felsefe bu iki çizgiyi kar şıt görüşler olarak tüm tarihi bo
yunca korumuştur. Her iki görüş de XVII. yüzyıla kadar metafizik düzeyde varlığını sürdürmüş, bu dönemde felsefe yüzyıllar boyun ca özel bilimler diye dışladığı ve sorunlarını kuramsal düzeyde tar tıştığı bilimlere, olumlu bilimlere yaklaşmaya başlamıştır. Bu yak laşma felsefede ayrı ayrı alanlar oluşturan bilim kurumlarının felse feden çıkıp özerk bilimler oluştu racak biçimde uygulamalı bilimle re bağlanması sonucunu doğur muştur. Bu dönüşümün ilk açık be lirtileri Bacon ve Descartes’da gö rülür. Metafizikten fiziğe, mutlak tan göreliye, “niçin” sorusundan “nasıl” sorusuna geçiş dönemi di yebileceğimiz bu dönemde, XVII. yüzyılda ilk olarak Bacon ussal araştırmanın yetersizliğini görmüş, matığın gerçek bilgi araştırmasına yöntem oluşturamayacağını anla mış, Aristoteles’in mantığını içerin Organon'a (Alet) karşıt olarak bir yeni yöntem araştırması olan Novum Organum’u yani Yeni alet’i yazmış, bu çerçevede ayrıca olduk ça karmaşık bir bilimler sınıflama sı yapmıştır. Ancak bu dönem ge ne de eski metafiziğin tam anla mında bırakıldığı bir dönem ol madı. Yüzyılın en önemli filozofu Descartes, Felsefenin ilkeleri’nde bir felsefe ağacı ya da bilgi ağacı oluşturuyor ve şöyle diyordu: “Fel sefenin ilk bölümü bilginin ilk ilke lerini içeren metafiziktir, Tanrı’nın başlıca niteliklerini, ruhum uzun ölümsüzlüğünü, bizdeki tüm açık ve basit kavramları açıklamak da
FELSEFE bu ilkeler arasındadır, ikinci bölüm fiziktir, onda maddi şeylerin doğru ilkelerini bulduktan sonra genellik le tüm evrenin nasıl oluşmuş oldu ğu incelenir, sonra da yeryüzünü ve onun çevresinde bulunan hava gibi, su gibi, ateş gibi, mıknatıs gi bi, öbür madenler gibi tüm cisim lerin doğası araştırılır. Bundan son ra bitkilerin, hayvanların özellikle de insanın doğasını ele almak ge rekir, insan için yararlı olan öbür bilimleri ortaya koyabilmek için. Böylece tüm felsefe bir ağaç gibi dir, kökleri metafiziktir, gövdesi fi ziktir, bu gövdeden çıkan dallar da öbür bilimlerdir; bu bilimleri başlı ca üç bilime, hekimliğe, mekaniğe ve ahlaka indirgeyebiliriz. Öbür bi limler arasında bütünsel bir bilgiyi öngören en yüksek en yetkin ah lakı felsefenin son basamağı ola rak alıyorum.” Eski düşünceyle ye ni düşünce arasındaki kavgada Leibniz, özellikle Descartes’ın tam anlamında geçersiz saydığı skolas tik düşünceyi yani Aristoteles man tığını temel alan hıristiyancı orta çağ düşüncesini azçok savunur bir tutum alacaktır: “Eski felsefeye bir anlamda eski değerini kazandırma yı ve hemen tümüyle atılmış tözsel biçimleri geri getirmeyi önermekle büyük bir tutarsızlığa düştüğümü biliyorum; m odem felsefe üzerine çok düşündüğümü, fizikte deney lere ve geometride göstermelere çok zaman ayırdığımı, bü varlıkla rın hiçliğine uzun zaman inandığı mı bilirlerse, Aziz Tommaso’ya ve zamanın öbür büyük kişilerine çağ
daşlarımızın yeterince adaletli dav ranmadıklarını, skolastik filozoflar da ve dinbilimcilerde -yolunca yordamınca kullanılmak koşuluyla- sa nıldığından daha büyük bir sağlam lık bulunduğunu görmemi sağlayan çalışmalar yaptıktan sonra onları kendime karşın ve zorla benimse diğimi bilirlerse beni bir çırpıda suç layamazlar. Şuna da inanıyorum: doğru ve derin düşünen bir kafa bunların düşüncelerini analitik geometricilerin yaptığı biçimde aydın latıcı ve sindirici bir tutumla ele al mak güçlüğüne katlansa, onlarda çok önemli ve tümüyle gösterilebi lir nice doğrudan oluşan bir hazine bulacaktır.” Her ne olursa olsun, artık kuşkuya dayanan ve yöntemi temel alan yeni düşünce egemen dir. Bacon, bundan böyle doğayı tanımanın, onun gizlerini ortaya çı karmanın önemli olduğunu bildirir, doğayı tanıyabilmek için sürekli olarak doğaya yönelmek gerekir di ye düşünür. Böylece salt kurgucu düşünceden araştırıcı yöntemli dü şünceye geçilir. Descartes Yöntem üzerine konuşmalar'da şöyle der: “Okullarda öğretilen kurgusal fel sefe yerine, zanaatçılarımızın çeşitli mesleklerini tanıdığımız kadar açık bir biçimde tanıyabileceğimiz, bizi doğanın efendisi ve sahibi kılacak olan, ateşin, suyun, havanın, yıl dızların, göklerin ve çevremizdeki tüm öbür şeylerin gücünü ve ey lemlerini bilen bir uygulama alanı ortaya konulabilir.” Böylece felse fe ayrı ayrı bilimlerin gelişmesini sağlar, ayrı ayrı bilimler felsefeden
FELSEFE koparak, kendi konularını ve yön temlerini belirleyerek özerk araş tırma alanları olurlar, deneyi ve göz lemi temel alırlar, felsefe de bu çer çevede bilimlerle bağını koparmaksızın ve onların elde ettiği verilere dayanarak bir genel insan araştır ması özelliği kazanır. Çağdaş fel sefe bu gelişimi içinde, bugün, geç mişte pek açık bir biçimde ortaya koyduğu usçuluk ve deneycilik kar şıtlığını da kaldırmış ya da enaza indirgemiş görünüyor. Bacon’ın şu belirlemesi bu karşıtlığa karşı alın mış bir tutumu ortaya koymakta dır: “Bilimleri incelemekte birbiri ne karışan filozoflar, deneyciler ve dogmacılar olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Karıncaya benzeyen de neyci yiyecekleri yığmakla, sonra da onları tüketmekle yetinir. Dog macı örümcek gibidir, maddesini kendi varlığından çıkardığı ağları örer. Arı ortada yer alır, hammad deyi tarlalarda ve bahçelerde çiçek lerden toplar, sonra kendine özgü bir sanatla onu işler ve sindirir. Ger çek felsefe de buna benzer şeyler yapar, o yalnızca ve özellikle insan ruhunun doğal güçleri üzerine te mellenmez ve doğal tarihten elde ettiği maddeyi bir iki kaynakta bul duğu biçimiyle belleğe bırakıp çık maz, onu işledikten sonra depoya koyar. Böylece bizim en büyük da yanağımız, her şeyi umar durum da olduğumuz dayanak, deneysel yetiyle ussal yeti arasındaki işbirli ğidir.” Bouty de, Bilimsel doğru’da nesnelliğin ve öznelliğin bilgi nin giderilemez iki yüzü olduğunu
bildirir: “Bilim insan zihninin bir ürünüdür, bu ürün düşüncemizin yasalarına uygundur ve dış dünya ya uygulanmıştır. Bilimin biri öznel öbürü nesnel olmak üzere iki yüzü vardır, bizim için ne zihnimizin ya salarında ne dünyanın yasalarında herhangi bir şeyi değiştirme olası lığı vardır.” Bouty’nin bu belirle mesine dayanarak Gaston Bache lard şunları söyler: “Demek ki, bi limsel felsefe için ne mutlak ger çekçilik ne mutlak usçuluk vardır ve bilimsel düşünceyi yargılamak için genel bir felsefi tutumdan yola çıkmak gerekmez. Önünde sonun da felsefi düşüncenin temel konu su bilimsel düşünce olacaktır; bu düşünce sezgisel ve dolaysız me tafiziklerin yerine, nesnel olarak doğrulanmış gidimli metafizikleri getirecektir. Bu doğrulamalara ba karak, örneğin bilimsel kuşkuyla yüzyüze gelen bir gerçekçiliğirT ar tık dolaysız gerçekçilik olamayaca ğına inanılır. Geometrinin yeni uza nımları konusunda olduğu gibi, a priori yargıları gözden geçirmiş bir usçuluğun da artık kapalı usçuluk olamayacağına inanılır.” Yeni fel sefi düşünce, dünyaya hangi açı dan bakıyor olursa olsun bilgi edin me serüvenini tam anlamında öznenesne uzlaşımına indirgemiş görü nen felsefelerin ortaya koyduğu bir dengeci düşüncedir. / Montaigne: “Felsefe yapmak kuşkulanmaktır.” / Bacon: “Filozoflar çok yüksekte oldukları için çok az ışık veren yıl dızlara benzerler.” / D ’Alembert: “Felsefe, usun, kavramaya yönel
FEODALLİK diği çeşitli nesnelere uyarlanmasın dan başka bir şey değildir. Böylece felsefenin öğeleri tüm insani bilgi lerin temel ilkelerini içerecektir.” / L. Goldmann: “Felsefi düşünce te mel bir görüşün aranılması anlamı na gelir, gerçekliğin ve düşünsel ya şamın çeşitli alanları bu temel gö rüşten giderek anlaşılacak ve sezilecektir.” / Marx: “Felsefe nasıl proletaryada maddi silahını bulu yorsa, proletarya da felsefede ma nevi silahını buluyor.” “Almanların kurtuluşu ancak insanın kurtulu şuyla olasıdır. Felsefe bu kurtulu şun başı, proletarya yüreğidir.” / J. Lequier: “Her şeyi açıklamak konusunda içgüdüsel eğilim fel sefenin ruhunu oluşturur.” / L. Lavelle: “Felsefe tümüyle düşünce yaşamına giriştir.” / J. Lacroix: “Fel sefe yaşanmışa uygulanan düşün sel bir teknikten başka bir şey de ğildir.” / H. Gouhier: “Bir felsefe bir dünya görüşüdür ve ayrı ayrı felsefeler vardır, çünkü filozofla rın gördüğü dünya aynı dünya de ğildir. Filozoflar arasındaki gerçek uyumsuzluk onların felsefelerinden önce gelir; onların düşünceleri bir birine kavuşmaz, çünkü bu düşün celer aynı verilere dayanmazlar.” / G. Bachelard: “Şiirin ve bilimin da yanakları önce birbirine ters düşer. Felsefenin tüm umabildiği, şiiri ve bilimi birbirinin tümleyicisi kılabil mek, onları iyi kurulmuş iki karşıt olarak birleştirmektir.” / Bossuet: “Sıcakla soğuk çatışmasının bitti ğini görürsünüz de filozofların dog malarının doğrularıyla ilgili olarak
aralarında anlaştıklarını göremezsi niz.” / Fontenelle: “Gerçek filozof lar fillere benzerler, bir ayaklarını sağlam basmadan öbür ayaklarını yere koymazlar.” / Condillac: “Fi lozoflar ünlerini konularını işleyiş biçimlerinden çok işledikleri konu ların önemine borçludurlar.” / A. Camus: “İnsan imgelerle düşünür. F ilozof olmak istiyorsan rom an yaz.” / Pascal: “Felsefeyle alay et mek gerçekten felsefe yapmaktır.” /Voltaire: “Okuyanların biri felsefe okuyorsa yirmisi roman okuyor. Düşünenlerin sayısı çok az, onlar dünyayı kımıldatacak gibi değil.” / Diderot: “Dahiler günümüzde fel sefeyi düşünülür dünyadan gerçek dünyaya indirdiler. Aynı işi lirik şiir alanında gerçekleştirip onu büyülü alanlardan oturduğumuz dünyaya indirebilecek bir kişi çıkmayacak mı?” “Felsefeyi halka indirmekte acele edelim. Filozoflar önde yü rüsün istiyorsak halkı filozofların bulunduğu noktaya yaklaştıralım.” / Louis XVI: “Gözümüzü açalım, filozofları ve görüşlerini serbest bı raktığımız için bir gün kendimize kızabiliriz. (...) Yüzyılın çok atıl gan felsefesinin bir ard düşüncesi var.” (Bk. DÜŞÜNCE, FİLOZOF) F E O D A L L İK (fr. féodalism e, féodalité', alm. Feodalismus; ing. feudalism). Ortaçağ’da Avrupa’da büyük toprak sahiplerinin ve serf denilen toprağa bağlı köylülerin oluşturduğu iktisadi yaşam düze ni. Feodallik Roma imparatorluğu nun çöküşüyle ortaya çıkan iktisa
FEODALLİK di kargaşa döneminde oluşmaya başlamış, çok değişik toplumsal ve iktisadi yaşam özellikleri gösteren Od toplumun, roma toplumuyla ger men toplumunun ürünü olmuştur. Feodallik M.S. V. yüzyılla XVII. yüzyıl arasında uzunca bir döeme yayılırken son derece yavaş bir yükseliş ve gene son derece yavaş bir düşüş grafiği çizmiştir. Erken Ortaçağ (V-XI. yüzyıl arası) feo dalliğin kuruluş koşullarıyla, Asıl Ortaçağ (XI-XV. yüzyıl arası)-feodalliğin gelişmesiyle ve feodalli ğin sonunu getirecek sermayeci oluşumların alttan alta ve sessiz ge lişimiyle, Geç Ortaçağ (XV-XVII. yüzyıl arası) feodalliğin çözülmesi ve sermayeci ilişkilerin büyük bo yutlara ulaşmasıyla belirgindir. Ortaçağ’ın başları tam anlam ında Frankların egemenliğinde geçti, bu arada hıristiyan dininin yayılma ve kökleşme atılımlarını yaşadı. Feo dalliğin en parlak dönemi IX. ve XVI. yüzyıl arasıdır. Bu dönemde üretim biçimleri ve toplumsal yapı karmaşıklaştı. Feodal düzenin itici gücü köylü sınıfıydı. Artık eski görünümlerden iz kalmamış, koca man topraklara yayılı hantal impa ratorlukların yerini küçük küçük devletler almıştı. Bu dönemde de mirin tarımda yaygın bir biçimde kullanıldığını ve üretime büyük öl çüde güç kattığını görüyoruz. Ta rım etkinliği tarlalardan bağ ve bah çelere taşarken keten ekimi tarımla henüz çok küçük olan sanayi ara sında bağ kuruyordu. Serfliğin ya da koşullu köleliğin gelişmesiyle ta
bandaki insanın sıkıntıları büyük boyutlara ulaşıyordu. Elemeğiyle üretim daha çok aile çapındaydı: ev lerde küçük dokuma tezgahlan var dı. Zanaat ilkel ölçülerde, tarımın bir kolu gibiydi. Ticaret yavaş ya vaş gelişiyordu, henüz üretimle ko şullanmış değildi, özellikle ganimetin ve lüks eşyanın el değiştirmesiyle belirgindi. XI. yüzyıl bir dönüm noktası oldu: bundan böyle üretim ilişkileri karmaşıklaşmaya başladı, buna bağlı olarak büyük kentler ya ni yeni zanaat ve ticaret merkezleri oluşmaya başladı. Eski kentler ta rihe karışmış, onlann özenle korud uğu mimarlık yapıtları yıkıntı du rumuna gelmişti. Demircilik, çöm lekçilik, m arangozluk gelişirken kentten kente satıcılar gider gelir oldu. Dokumacılık ve madencilik büyük boyutlarda gelişmeye yüz luttu. Kırsal alanlardan kentlere ta rım ürünleri giderken kentlerden kırsal alanlara zanaat ürünleri akı yordu. Yeni kentlerin yeni zanaat çıları senyörlerden kaçm ış olan serilerdi. Senyörün toprağında bitiveren bir kent senyörün malı sa yılıyordu, ama bu mal senyöre pek de iyilik getirecek bir mal değildi. Kentliler senyöre hizmet etmek is temiyorlardı. Öte yandan kentler zenginleştikçe senyörlerin istekleri artıyordu. Kent senyör için kara basan olm aya doğru gidiyordu. Senyörlerin askerleriyle silahlı kentliler ikide bir çatışmaya giriyor lardı. Gene de senyörlük düzeni nin yıkılması çok uzun zaman aldı. Çünkü bu düzen biraz da küçük
FETİŞİZM devlet yapısının gereği oldukça sağ lam kurulmuş bir düzendi. Feodal düzende toprağın tek sahibi senyördü. Toprağı işleyen seriler ya senyörün topraklarında ya da senyörün kendilerine bıraktığı toprak larda çalışıyorlardı. Birinci koşulan çok ikinci koşul yaygındı, çünkü daha kazançlıydı. Her iki durumda da toprak senyöründü ve toprak parçalan bir sıradüzeni içinde bir birine bağlıydı, bu sıradüzeni ken diliğinden yönetim düzenini koşulluyordu. Senyörlük topraklarında ki sıradüzeni, küçük toprak sahibi nin korunabilmek için senyöre sı ğınmasıyla gerçekleşiyordu: küçük toprak sahibi kendi isteğiyle sen yörün vasal’i oluyordu. Senyör bu durumda süzererı olarak vasaline bir toprak parçası yani fıef ayırıyor du. Sermaye düzeninin gelişmesi feodal düzeni yavaş yavaş eritti. Bu arada senyörler karşısında tüm güçlerini yitirmiş olan krallar bun dan böyle gelişmekte olan serma ye düzeninin öncüsü olan burjuva sınıfının desteğiyle mutlakyönetici durumuna gelmeye başladılar. Mutlakyöneticiler bu eski soylu sınıfını ortadan kaldıracak yeni oluşumlar da büyük ölçüde belirleyici oldu lar. Böylece Geç Ortaçağ’da feo dallik yavaş yavaş kendi sonuna doğru ilerlemeye başladı. Fransa ve İngiltere feodal düzenden daha ça buk uzaklaştılar. Almanya XVI. yüzyılda feodal düzenin doruklannı yaşıyordu. Ne olursa olsun feo dallik Yeniçağ’ın başlarında yerini 220 sermayeci düzene bırakmaya ha
zır duruma gelmişti. Soylular şu ya da bu biçimde varlıklarını XVIII. yüzyıla kadar korudular, ama feo dal düzen artık tümüyle yerle bir olmuştu. Küçük feodal devletlerin yerini bundan böyle büyük devlet ler, ulusal devletler aldı. (Bk. SER MAYE) FETİŞİZM . Bk. TAPINCAKÇILIK. F İK İR (lat. ide a; fr. idée; alm. Idee; ing. ide a). Zihinde bir varlığı karşılayan bütünsel imge. Kavram lara dayanılarak ortaya konulan ge nel görüş. En genel anlamda dü şünce. Bossuet’nin belirttiği gibi, fikir terimini biz genel olarak bazı özel nesneleri düşündüğümüzde, zihnimizde oluşan imgeleri belirle mek için kullanırız. Bu imgeler içi dolu imgelerdir, fikirler ya da kav ramlardır. Bazı filozoflar zihnimiz deki bu bütünsel yapılara “kavram” adını verirken bazıları “fikir” adını verir. En genel anlamda fikir kav ramı düşünce kavramıyla özdeşle şir. buna göre fikirler kavram lar üzerine kurulmuş ya da kavram larla kurulmuş bütünlüklerdir, dile bağlanarak insani iletişimi sağlar lar ve böylece dünyanın dönüştü rülmesine katkıda bulunurlar. Dü şünce, böylece, eylemsel bir etkin lik kazanır. Fikir, ayrıca görüş an lamına da gelir. Bir kişinin siyasal fikirleri onun görüşleriyle ilgilidir. Bu anlamda doğru fikirler kadar yanlış fikirlerden ya da boş fikir lerden de sözedebiliriz. Her ne olur
sa olsun fikirlerimiz bilincimizin te mel etkinliklerini ya da yapıtaşlarım oluştururlar. Onların oluşum biçimleri kişiliğimizin özelliklerini ve renklerini kurar. Bu anlamda fikir’i daha çok kavram diye anlam ak doğru olur. Bu anlamda fikirlerimiz, Claude Bem ard’ın dediği gibi, “ol gulara girmemizi sağlayan düşün sel araçlardır”. Kavram anlamında fikir, duyulur sunumun kendisi olan imgenin karşıtıdır. Fikir ne kadar dolgunsa imge o kadar yüzeysel dir. Platon’da Fikir ya da İdea duyulurüstü gerçekliği belirler: İdea duyulur şeylerin düşünsel ve ölüm süz örneğidir. Bir başka deyişle, bu dünyadaki yani duyulur dünyadaki şeyler İdea’lar dünyasının bir kop yası ya da bir türevidir. Bu ülkücü bakışa göre bilgi önceseldir yani dünyaya gelirken getirilmiştir. Bu na göre bilgi edinme çabası da bir anımsamadan başka bir şey olma yacaktır. Bu görüşü benimseyen bazı hıristiyan filozofları ölümsüz Doğru’nun zihnimizde kendini gös termekte olduğunu ileri sürerler. Bu ölümsüz, değişmez, zorunlu şey ler yani fikirler bizde tanrısal kay rayla açınmışlardır. Aziz Augustinus’un ve M aleberanch’ın felsefe leri bu temele dayanır. Fikir soru nuna Platon’cu bakışın ötesinde bir bakış getiren Epikuros olmuştu. Epikuros fkir-im geler’den sözetmiştir. Bunlar çok küçük maddesel parçacıklardır, nesnelerden gelirler ve duyu organlarımızı etkilerler, böylece beynimiz üzerinde etkili olurlar. Fikir üzerinde en geniş araş
tırmayı XVII. yüzyılda Descartes yaptı. Descartes’da üç çeşit fikir vardır: doğuştan fikirler (idées innées) zihnimizde öncesel olarak bulunan ve düşünmeyle ortaya çı karılan fikirlerdir; yapay fikirler (idées factices) zihnimizin ürettiği fikirlerdir; edinilmiş fikirler (idées adventices) duyular aracılığıyla sa hip olduğumuz fikirlerdir. Böylece Descartes fikir’i kavram yerine al mış olur. Daha sonra Malebranche “Fikirlerin ölümsüz ve zorunlu bir varoluşu vardır” diyecektir. Spinoza’da fikir “zihnin bir kavramıdır, zihni düşünen bir şey olarak biçim ler”. Locke “zihnin doğrudan doğ ruya algıladığı her nesneyi” fikir di ye adlandırıyordu. Locke doğuş tan fikir anlayışına karşı çıktı, ona göre tüm fikirler deneyden gelmek teydi: duyum fikirlerini bize duyu organları sağlıyordu, düşünce fi kirleri düşünme yetimizin bir so nucuydu, aynı zamanda sezgisel de neyimin bir sonucuydu. Berkeley “Duyularla doğrudan doğruya al gılanan şeyler fikirlerdir” diyordu. Berkeley’e göre algıladığımız nes neler bize Tanrı’nm verdiği şeyler dir. Hume fıkir’den “izlenimlerin düşüncede bıraktığı zayıf imgeler”i anlıyordu. H um e’a göre insan zih ninin tüm algıları izlenimler ve fi kirler olmak üzere ikiye ayrılır. Fi lozof şöyle der: “Bu iki tür arasın daki ayrım onların zihnimizi etkileyiş, düşüncemize ya da bilincimi ze giriş güçlerinin derecesine bağ lıdır. Daha büyük güçle ya da daha büyük şiddetle giren algıları izle
FİLOZOF
222
nimler diye adlandırıyorum ve bu ad altmda ruhta ilk göründükleri bi çimiyle duyumları, tutkuları ve duy guları topluyorum. Fikirden, izle nimlerin düşüncede ve usavurmada bıraktığı zayıf imgeleri anlıyo rum .” Em ile B rehier şöyle der: “Locke’un felsefesine karşıtların ca fıkircilik adı verilmiştir. Fikircilik, bilindiği gibi, anlığımızın tüm nesnelerini basit ya da karmaşık fi kirlere indirger. Fikir, bu sözcüğü felsefeye getirm iş olan Descartes’da bir gerçekliğin imgesi ya da sunumudur, zihinle nesne arasında bir aracıdır yalnızca. Locke nesne olan fikirle nesne olan sunum ara sında bir seçme yapmadı. (...) Hume da elbet fikircilik çizgisinde ka lır, ancak izlenimlerle fikirleri bir birinden ayırır, bu ayrım güçlüğü ortadan kaldırmaktadır. İzlenimler kökellerdir ya da örneklerdir, onla rın fikirleri de kopyalardır. Fikirler zayıftır ya da izlenimler güçlüdür. Buna göre elbette her fikir sunumsaldır, ama bir izlenimin sunucu sudur. İzlenim fikirle aynı yapıda dır. Ancak ondan yalnızca yoğun luk açısından üstündür. (...) Hum e’un asıl konusu izlenim lerin araştırılması değildir, onun gözün de böyle bir araştırma felsefeyle değil de anatomiyle ve fizyolojiyle ilgilidir. Yalnız fikirler, izlenimlerin kopyalan olan fikirler, bu fikirlerin kendi aralarındaki ilişkileri zihnin dokusunu oluştururlar.” Kant için aşkın fikirler, Tanrı, ruh ve dün yayla ilgili fikirlerdir. Kant’a göre fikir “usun zorunlu bir kavramı”dır;
bu kavramı karşılayan nesneler du yularda verilmiş değildir. Buna göre fikirler deneyin sağladığı belirleyi ci denetimden uzaktır, böyle olmak la bunlar kanıtlanamaz şeylerdir. Ruhsal fikir de, evrensel fikir de, dinbilimsel fikir de olguların son açıklamalarını sağlarken baştan so na usun etkinliğini gerektirirler. Hegel’de fikir oluşumun evrensel il kesidir: her şey dönüşür, önce do ğa, sonra ruh olur. Kavramın öz nelliğine karşın fikir her zaman nesneldir, kendindedir. Sabit fik ir : fikirlerin akışı sırasında sık sık ken dini gösteren ve istemle ortadan kaldınlamayan hastalıklı zihinsel ol gu. Sabit fikir bir tür asalak fikir dir, her zaman bilinç alanına yayıl ma eğilimindedir. İstemli fikir akı şını engeller ya da saptırır. İçeriği çekiciyse kişiyi atılgan bir duruma getirebilir, böylece onun olağan et kinliğini artırabilir. Ancak o her za man kişiyi sıkıntıya sokmaya, hat ta bunalıma itmeye eğilimlidir. (Bk. DÜŞÜNCE, GERÇEKÇİLİK, ÜL KÜCÜLÜK) F İL O Z O F (lat. philosophus; fr. philosophe; alm. Philosoph', ing. philosopher). İlk ilkelerle ya da ne denlerle uğraşan. İnsan ve evren üzerine köklü araştırmalar yapan. İnsan ve evren için son açıklama lar getirmeye çalışan. Tüm insan sorunlarını belli bir bilgi kuramı çer çevesinde tartışan. Filozofun dün yaya yönelişi ilk ilkeleri aydınlata cak ve son açıklamaları getirecek biçimde köklü bir yöneliştir. Dün
ya ve felsefe bir şeyin iki yüzü gi bidir ya da felsefe dünyanın anla mı gibidir. Öyleyse filozof belli us sal dayanaklar çerçevesinde dün yayı açıklayan adamdır. “Dünya felsefeleşirken felsefe dünyalaşır” der Marx. Filozofa yalnızca dünyayı açıklayan değil dünyayı açıklayarak değiştiren de diyebiliriz. Marx şöyle der: “Filozoflar dünyayuieğişik bi çimlerde yorumlamakla yetindiler, ama şimdi önemli olan dünyayı dö nüştürmektir.” Buna göre filozof dünyayla sürekli bir alışveriş için de olacaktır. “Filozoflar yerden mantar gibi bitmezler. Onlar çağla rının meyvalandırlar. Onların en in ce, en değerli, en az görülür güç lülükleri felsefi fikirlerle kendini gösterir. Filozofların kafasında fel sefe değerlerini kuran ruh işçilerin eliyle demiryollarını kuran ruhun aynısıdır. Filozoflar dünyanın dışın da değillerdir” (Marx). Filozof bi linmezi bilinir kılmaya çalışır, sü rekli bir aydınlatma çabası içinde dir. M. Merleau-Ponty şöyle der: “Filozofları yaratan şey, insanı bil giden bilmezliğe, bilmezlikten bil giye aralıksız yönelten devinimdir ve bu devinim de bir çeşit dinleniştir.” Felsefi düşünce kılı kırk yarı şıyla yani her zaman öze yöneli şiyle ve her türlü ayrıntıyı göz önünde tutuşuyla gündelik dü şüncelerden ayrılır. Descartes şöyle diyordu: “Filozoflar öylesine İnce liklidirler ki, başka insanlara tümüy le aydınlık görünen şeylerde onlar çeşitli güçlükler bulabilirler.” Filo
zof her şeyden önce köklü düşü nen ve bir düşünce dizgesi ortaya koyandır, bu dizgeye göre dünya ya bütünsel bir yorum ya da açık lama getirendir. / Paul Valéry: “Han gi kültür düzeyinde olursa olsun, bildiklerine, özellikle de dolaysız iç ya da dış deneyle bildiklerine genel bir bakış açısı kazandırmayı dene yen her kişiyi filozof sayıyorum.” / Paul Foulquié: “Filozof tanıtlamak için değil anlamak için gözlemler; duygu onun düşüncelerini etkilese de öngördüğü şey arı ussal bir dü şüncedir. Nedenler araştırmasında filozof bilginden daha ileriye gider: bilgin dolaysız nedenlerde sınırla nır ve olguları birbiriyle açıklar (kaynamayı ısıyla, ısıyı yanmayla vb.); filozof sonuncu nedenleri araştırır.” (Bk. FELSEFE) F İZ İK (lat. physicus; fr. physique; alm. Physik; ing. physics). Doğa nın bilimi. Devinim, ağırlık, basınç, ısı, ışık gibi doğal olguların bilimi olan fizik matematikle ve metafi zikle karşıtlaşır: duyularla algılana bilir maddesel gerçekliklerin alanı, saf düşünselliğin alanından ayrıl malıdır. Fizik bu anlamda ruhsal lıkla da karşılaşacaktır. Yeniçağ’ın başlarına kadar fizik felsefenin bir dalıydı, doğanın kurgusal çerçeve de araştırılmasına adanmıştı. Diogenes Laertios’a göre Stoa’cılar felsefeyi üçe ayırıyorlardı: fizik, ah lak ve mantık. Descartes’ın bilgi ağacında fiziğe verdiği yer önemli dir. Descartes’a göre ağacın kök
FO Bİ leri metafizik, gövdesi fizik, dalları da matematik, hekimlik ve ahlak tır. (Bk. DOĞA, EVREN) FO B İ. Bk. KORKU. FO R M . Bk. BİÇİM.
224
FR EN O LO Jİ. Bk. KAFAYORUMU. FRÜ STÜ RASYO N. Bk. YOK SUNLUK. FÜTÜRİZM . Bk. GELECEKÇİ LİK.
G G E Ç E R L İL İK (lat. validitas; fr. validité-, alm. Gültigkeif, ing. v a lid ity ). Y ü rü rlü k te o lan ın durum u . D e ğ erin i y itirm e m iş olanın durum u. G eçerli olanın durumu. Düşünce alanında geçer lilik gerçeğe uygunlukla, gerçeklikle bağını koparmamışlıkla belirgindir. En geniş anlamda geçerli düşünce evrensel çerçevede doğrulanabilir düşüncedir ya da genel olarak be nimsenen düşüncedir. Bir düşün cenin geçerli olması onun zorunlu olarak herkesçe benimsenmiş ol masını gerektirmez: geçerlilik yay gınlıkla belirgindir. Geçerli olanı ev rensel olandan çok genel olan diye düşünmek doğru olur. En yaygın geçerlilik özellikle ahlak için, daha çok da ahlakın bazı belli kuralları için sözkonusudur. (Bk. EVREN SEL) G E Ç İŞ İM (fr. transfert-, alm. Übertragung] ing. transference, transfer). Bir şeye duyulan ilginin bir başka şeye yansıtılması. Bir ki şiyle ilgili duyguların bir başka ki şiye yöneltilmesi. Geçişim olgusu ruhayrıştırmasmda sık görülen bir
olgudur. Hasta, yaşamının bir dö nemindeki bir kişiyle ya da kendiyle ilgili duygularını hekime yansıtır. Bu duygular olumlu duygular olmadı ğı zaman olumsuz geçişim, bu duy gular olumlu duygular olduğu za man olumlu geçişim sözkonusudur. Aynı durum hekim den hastaya doğru geliştiğinde bir karşı geçi şim'den sözedebiliriz. Alışkanlıklar düzeyinde de geçişimden sözetmek olasıdır. Keman çalan bir kimsenin keman çalmakla ilgili deneyimleri ni viyolonsel çalmakta kullanması da bir geçişim olgusudur. Geçişim gündelik yaşam deneylerinde de sık sık görülür: köpeğin ısırdığı bir ço cuk bütün hayvanlardan korkma ya başlayabilir. Ruhaynştırmasıyla ilgili geçişimin sağlıklılığı konusun da H. Ey şunları söyler: “Geçişim sözkonusu olduğunda üzerinde en çok durulan düzeneklerden biri aynştırmacayla özdeşleşme düzene ğidir, bu düzenek ayrıştırmanın so nuna kadar baskın bir rol oynar. Ayrıştırmacı kendi deneylerine da yanarak sağlam bir tutum alma işi ni sürdürmezse hastayı davranış larının bilincine ulaştırma konusun
225
GELECEKÇİLİK da eksik kalacaktır, çünkü ilişki bundan böyle içinden çıkılmaz du ruma gelecektir. Ayrıştırmanın ge lişiminde Önemli bir yer tutan bu ayrıştırmacıyla özdeşleşme olgusu hastanın ayrıştırmayla ilgili bir ta sarısı olamaz, yalnızca son amacı hastanın kendi ‘biçim ’ini bulması için bu dayanağın ortadan kaldırıl ması olan ayrıştırmacı imgesine sü rekli bir yaklaşım olabilir.” (Bk. RUHAYRIŞTIRMASI) G E L E C E K Ç İL İK (fr. futurisme\ alm. Futurismus; ing. futurism). İtalyan Marinetti’nin akademici an layışa karşı ortaya koyduğu sanat akımı. Marinetti ve arkadaşları sa natta tam anlam ında bir devrim yapmayı amaçlıyorlar, eski sanatla bağlarını tümüyle koparmak isti yorlardı. Onlara göre geçmişte tu tulması, değerlendirilmesi, yücel tilmesi gereken hiçbir değer yok tu. Artık katışıksız yeni’yi başlat mak gerekiyordu. Makinelerle iyi den iyiye değişik görünümler almış bir dünyada hızın, savaşın, güçlü lüğün sanatını yapmak bir kaçınıl mazlıktı. M arinetti’nin bildirisi 20 şubat 1909’da yayımlandı, ama de vinimi gerçekleştiren topluluk çok çabuk dağıldı. Marinetti hemen he men tek başına kalmıştı ve gele cekçi şiirler yazmaya çalışıyordu. Bununla birlikte gelecekçiliğin et kisi geniş oldu, resimde ve müzik te özellikle kendini gösterdi. Mü zikte gelecekçiler geleneksel armoni kurallarını tümüyle yok sayarak şa şırtıcı müzik parçaları yazdılar.
226
GELEN EK (lat. traditio; fr. tradition; alm. Traditiorı, Überlieferung; ing. traditiorı). Bir toplumda yeni kuşaklara eski kuşaklardan sözle, yazıyla, davranışla geçen değerler. K uşaktan k u şağ a geçen sanat ürünleri, anılar, görenekler, alışkan lıklar geleneği oluşturur ya da gele neğin konusudur. Halkların davra nış özelliklerini oluşturan, halkların neden öyle yaptıklarına ve böyle yapmadıklarına temel olan alışkılar geleneğin özünü belirler. Alışkılar toplumlann yaşam deneyleri içinde benimsemiş ve varlığına sindirmiş olduğu kalıp davranışlardır. Birey sel kalıp davranışlar daha çok alış kanlık çerçevesinde anlaşılırken top lumsal kalıp davranışlar alışkıları oluştururlar. Alışkılar insan yaşamını bütünleştirici etkenler olarak kişile rin davranışlarına sinmiş toplumsal özelliklerdir. Görenekler alışkıların kurallaşmış biçimleridirler. Bu yüz den görenekler alışkılar gibi kendi liğinden değillerdir, onların toplum üzerinde, ayrı ayrı bireyler üzerinde belli ağırlıkları, belli yükleri vardır. Alışkıların ve göreneklerin geniş za man boyutunda dönüşümüyle, bi rikimiyle ve aktarılasıyla ilgili olan gelenekler gerçek anlamda bir top lumsal değerler toplamıdır: bu de ğerler özellikle ahlaki değerlerdir ya da en genel anlamda kültür değerle ridir. Bir ahlak kuralı gelenekler çer çevesinde ele alınırken herhangi bir hastalığı iyileştirmekle ilgili yöntem ler ya da uygulamalar da bu çerçe vede ele alınabilir. Buna göre tüm anılar, alışkılar, inanç biçimleri, gö
GELİŞİM renekler, yapıtlar, kurumlar geldigeçti özellikleri dışında yani dönüşüme uğrayarak geleceğe aktarılır olan yanlarıyla geleneği oluştururlar. Ak tarılma ya da geleceğe ulaştırılma geleneğin başlıca özelliğidir. Sözkonusu aktarılma yazılı olduğu gibi söz lü de olabilir. Yazılı geleneği sözlü gelenekten ayıran onun saptanmış ya da büyük ölçüde saptanmış olu şudur. Sözlü gelenek kaygandır, ileri ölçülerde değişkendir, yere ve za mana göre sürekli başkalıklar ya da çeşitlilikler gösterir. Gelenek sürek li değişen bir değerler toplamı ol makla insan yaşamı üzerinde belir leyici olur, hatta görenekleri de içe riyor olmakla belli bir baskı gücü oluşturur. (Bk. ALIŞKI, GELE NEKÇİLİK, GÖRENEK) G E L E N E K Ç İL İK (fr. traditiona lisme; alm. Traditionalismus; ing. traditionalism). Geleneğe bağlılık. Geleneğe aşırı bağlılık. Geçmişin değerlerine bağlılık. Geleneği doğ runun ölçütü sayan öğreti. Gele nekçilik alışkıları ve görenekleri özellikle yücelten bir bakış ya da anlayış olmakla geçmişe bağımlılanmayı gerekli kılar. Böylesi bir bakış kişinin dikkatini yalnızca ya şanmışa yöneltecek, onu bugün ve yarın karşısında ilgisiz kılacak, böylece gerçeklikten koparacaktır. Ge lenekçilik geniş çerçevede tutucu lukla aynı anlama gelir. (Bk. GE LENEK, TUTUCULUK) G ELG EÇ İST EK (fr. velléité; alm. Velleitat; ing. velleity). Amacına varmadan çabucak sönüveren is
tek. Bir sonuca ulaşmayan yöne lim. Amacına ilgisiz geçici eğilim. Gerçekleşmeden sönen istek. Kla sik felsefede Locke ve Leibniz gelgeçistek’i arzunun en aşağı dere cesini belirtmek için kullandılar. Bu günkü anlamda bu terim isteksiz lik kadar beceriksizliği ortaya ko yar. Bir işe kalkan ama hiçbir za man o işi bitirmek için yeterli ça bayı gösteremeyen kişileri gelgeçistek sahibi kişiler diye nitelendi rebiliriz. Bu terim istemin zayıf bir biçimini ortaya koyarken aynı za manda isteme karşıt bir anlam be lirler gibidir, çünkü istem her şey den önce gerçekleştirme eğilimi ola rak kendini gösterir. (Bk. İSTEM) G E L İŞ İM (fr. développement; alm. Entwicklung, Wachsen; ing. development). Daha üstün ve kar maşık bir duruma geçme. Eski fel sefelerde ya da daha doğrusu eski toplumlarda gelişim fikri yoktu ya da sınırlıydı. Eski Yunanistan’da ge lişim çevrimsellikle belirgindi: her şey tam bir dönüş yaparak başla dığı yerde son bulacaktı. Bu elbet te yalnız yunan insanının değil, tüm doğal çevrimlerden, gece-gündüz karşıtlığından, mevsimlerin dönü şümlerinden etkilenmiş tüm eski lerin görüşüydü. A ristoteles’den sonra ardılları skolastikler başlan gıçla bitişi birleştiren dairesel devi nimin en yetkin devinim olduğunu söylüyorlardı. Aristoteles ayüstü evrende dairesel, ayaltı evrende çizgisel devinimin olduğunu söy lüyordu. Kesiksiz gelişim fikri ya da başı sonuna bağlanmayan çiz
GENEL gisel gelişim fikri Yeniçağ’da, özel likle XIX. yüzyılda ortaya çıkmış tır. XIX. yüzyıl evrim felsefeleri, gelişen bir dünyada yaşadığımızı, her şeyin dönülmez bir biçimde ara lıksız dönüştüğünü bildiriyorlardı. Dönüşüm fikrinin ya da daha ge nel çerçevede gelişim fikrinin ilk bi çimine XVII. yüzyılda Leibniz’de raslıyoruz. Leibniz monad’lar ku ramını geliştirirken her monad için bir geçmiş ve bir gelecek düşün müş ve şöyle demişti: “Her töz, ka rışık bir biçimde de olsa, evrende geçmişle, şimdiyle, gelecekle ilgili olarak her olanı açıklar, bu da son suz bir algıya ya da bilgiye ben zer.” (Bk. DEĞİŞİM, DÖNÜŞÜM, EVRİM, MONAD) G E N E L (fr. général, alm. Allge mein-, ing. general). Birçok bireyle ilgili olan. Bireysele karşıt olarak bütünle ilgili olan. Bir türle ilgili olan. Tüm bireyleri içeren. Bir b ü tü n ü n tüm ö ğ e le rin i, bir to p lu lu ğ u n tü m ü y elerin i ilgilendiren. Sık sık olan. (Bk. ÖZEL) G E N E L L E ŞT İR M E (fr. généra lisation; alm. Verallgemeinerung ing. generalization). Bireylerin or tak niteliklerini saptama. Belli bi reylerde görülen bir özelliğin bü tün bireylerde ya da pekçok birey de varolduğunu gösterm e. (Bk. GENEL)
228
G E R Ç E K (lat. realis; fr. réel; alm. wirklich; ing. real). Varlığı kesin olan. Görüntüyle ilgili olana karşıt
olarak şeylerle ilgili olan. Olasıya karşıt olarak etkin bir biçimde va rolan. Ülküsele karşıt olarak varlı ğı gösterilebilir olan. Gerçek olan etkin bir biçimde verilmiş ya da su nulmuş olandır, varlığı araştırmayı gerektirmeyendir. G erçek’i doğru ’yla karıştırmamak gerekir. Doğ ru, gerçek’in sezgisi ya da bilgisi dir. / A. de Musset: “Benim için tüm gerçek bir kurgudur.” / Alain: “Hiçbir olası güzel değildir, yalnız ca gerçektir güzel olan.” / L. Blum: “Gerçek kendini ancak saçmayla açıklayabilir.” / H. de Montherlant: “Bana göre mutlak olan Tanrı de ğildir, gerçekliktir, doğrudan ve ke sin bir kavram a biçim idir.” / A. Breton: “Düşsel olan, gerçek olma ya yönelendir.” / M. Butor: “Ger çek gerçeklik düşselle ilişkisi için de varolabilir, düşselin gerçeklikte olduğunu, gerçeği düşselle gördü ğümüzü anladığımızda varolabilir.” / A. Gide: “Duyguların alanında gerçek düşselden ayrılmaz.” / J. Giraudoux: “Ancak güçlü bir ger çekdışı yaşamı olan bir toplumun büyük bir gerçek yaşamı olabilir.” / Kierkegaard: “Gerçek olasıdan da ha zorunlu değildir, çünkü zorunlu her ikisinden kesin olarak ayrıdır.” / H. Barbusse: “Gerçek ve doğa üstü aynı şeydir.” (Bk. DOĞRU) G E R Ç E K Ç İL İK (fr. réalisme; alm. Realismus; ing. realism). Var lığın düşünceden bağımsız olduğu nu öne süren öğreti. Varlığın dü şünsel nitelikli olmadığını, düşün ceden de geçmediğini öne süren öğ reti. Bilgi edinmede dış gerçeklikle
GERÇEKÇİLİK ilgili koşulların baskın olduğunu, buna göre düşünülen nesnenin dü şünen özne karşısında belirleyici olihığunu ileri süren bilgi anlayışı. Sa natta doğalcılığa karşıt olarak ger çekliği kaba bir aktarmacılığa düş meden belli bir kişisel yorumlama anlayışı içinde yansıtma eğilimi. En eski gerçekçilik Platon’un gerçek çiliğidir. Platon İdea’ların gerçek gerçeklikler olduğunu, onların bi reysel varlıklardan ve duyulur şey lerden daha gerçek olduğunu bildi riyordu. Ancak Platon’un İdea’lar kuramı, her ne kadar gerçekçi diye nitelendirilse de, gerçekçiliğe tam karşıt bir anlayışı, ülkücülüğü or taya koyar. Çünkü her gerçek ger çekçilik gerçekliğin bilgisini zihni mizden bağımsız olarak varsaya caktır, buna göre gerçekçilik ülkü cülüğe karşıt olarak özne-nesne iliş kisi içinde nesneye ağırlık vermek le başlar diyebiliriz. Buna göre hiç bir öncesel bilgiye ya da doğuştan bilgiye sahip olmayan zihin ancak duyular yoluyla dış dünya bilgisini alma yeteneğine sahiptir. Gerçek çiliğin temelleri Aristoteles’le atıl mıştır. Aristoteles bilginin tek kay nağı olarak duyu verilerini görüyor, öğretmeni Platon’un İdea’lar anla yışına karşı çıkıyordu. Ortaçağ’da gerçekçilik tümelleri şeylerden ba ğımsız sayma eğiliminde kendini gösterdi. Gerçekçi düşünce Yeniçağ’da özellikle İngiliz filozofların da, özellikle Locke’da anlatımını buldu. Felsefe tarihi boyunca he men bütün filozoflar iki çizgiden bi rini, ya Platon’un açtığı ülkücülük yolunu ya da Aristotoles’in açtığı
gerçekçilik yolunu izlediler. Ülkü cü sayılmakla birlikte ülkücülükle gerçekçilik arasında yer alan tek fi lozof Descartes’dır. Descartes, do ğuştan fikirlerin yanma edinilmiş fi kirleri koyarak ülkücülüğünü ılımlaştırdı. Estetikte ya da sanatta ger çekçilik gerçekliği ülküsel görü nümlerle bozmadan vermek eğilim lidir, bu anlamda doğalcılıkla karış tığı olur. Gerçekçiliği doğalcılıktan ayıran başlıca özellik, gerçekçiliğin doğalcılığa karşıt olarak nesneye yorum getirme tutarlılığında belir ginleşir, oysa doğalcılık özneyi or tadan kaldırmak istercesine gerçe ğe uyarlı kalma savındadır. Gerçek çilik insanla ilgili açıklamalarda duy gu abartmalarından kaçınma eğili mi göstermekle duyguculukla kar şıtlaşır. Gerçekçi bakış, maddesel gerçekliği ya da dış dünya gerçek liğini birinci planda önemsemekle m ad d eciliğ e y ak laşır./ G a stç n Bachelard: “William James’den bu yana her kültürlü insanın zorunlu olarak bir metafiziğe bağlandığı sık sık yinelendi. Bizce şunu söylemek d ah a d oğru o lacak : h er insan bilimsel kültüre ulaşma çabasında bir değil iki metafiziğe dayanıyor; doğal ve inançsal, içsel ve direngen olan bu iki metafizik birbirleriyle çelişmekteler. Onlara hemen geçici bir ad vermek için, modem bilimsel düşüncede sessiz sessiz bir araya gelmiş olan bu iki temel felsefi tutum u klasik etiketlerine göre usçu lu k ve g erçek ç ilik o larak belirleyelim.” (Bk. DOĞALCILIK, DUYGUCULUK, FELSEFE, ÜL KÜCÜLÜK)
229
GERÇEKLİK G E R Ç E K L İK (fr. réalité; alm. Realität, Wirklichkeit', ing. reality). Gerçek olanın kendisi. Gerçek ola nın özyapısı. Dış dünyanın varlığı. Varolan her şey. Etkin olarak varo lan. Gerçeklik olan şeylerin tümüyle ilgilidir. Gerçekliği doğrulukla ka rıştırmamak gerekir. Doğruluk yar gıda kendini gösterir ve gerçekli ğin düşünsel düzeyde ya da zihni m izde onaylanm asıyla ilgilidir. Gerçeklik görülür yani algılanır ya da doğrudan doğruya düşünülür. Henri Delacroix şöyle der: “Ger çekliğin dünyası doğrunun dünya sı değildir: gerçekliğin dünyası doğrunun dünyası için bir koşul dan başka bir şey değildir. Doğru yavaş yavaş özümlediği gerçeklik karşısında düşüncenin işlevsel bir konumudur. İnsanın manevi etkin liği olanı olmayanla aşar ve tümüyle olasının alanına açılır.” Düşle ger çekliğin ya da olasıyla gerçekliğin tam bir karşıtlık içinde görünmesi onların aynı zamanda birbirini tümleyen öğeler olmasını engellemez. Özellikle düş gerçekliğin bir yüzü gibi görünür. J. Joubert “Düş bir gerçekliğin yansısıdır” der. Elbette gerçeklik m utlak olan değil insana görünen şeydir ya da insana mut lak yapısı içinde değil de insanın ya pısına göre göreli ölçülerde görü nen şeydir. Alfred de Musset bunu “Gerçeklik bir görüdür” diye for müller. Zaman zaman düşler ger çekliği belirleyecek kadar etkin olurlar ya da görünürler, öyle ki düşteki gerçeklikle gerçeklikteki düşü birbirinden ayırmak olanak sızlaşır. Xavier Fomeret “Düşler
yaşamın tek gerçeklikleridir” der. Bir bakıma düşsel öncelikli gibidir: düş gerçekliğe ulaşmanın tek yolu gibi görünür. Düşte olası bir ger çekliğin taslağı ya da tohumu var dır ve her düş gerçekliğin düşüdür. İnsan düşlerini gerçekliğe dönüş türür ve hemen yeni düşlere yöne lir. Jean-Jacques Rousseau şöyle diyordu: “Tüm düşlerim gerçekli ğe dönüşseydi bana gene de yet meyecekti: daha da kuracak, düşleyecek, arzulayacaktım. Hiçbir şe yin dolduramayacağı anlatılmaz bir boşluk, bir başka tür sevince doğ ru bir gönül atılımı buluyordum kendimde.” Sanatın konusu olan gerçekliği de bu çerçevede değer lendirmek gerekir. Sanata gerçekçi bakış gerçekliği olan’la sınırlandı rır, ona ülküsel bir anlam vermez. Örneğin Guy de M aupassant yapı tı gerçekliğe sıkı sıkıya bağlayarak şöyle der: “Bir sanat yapıtı bir ger çekliğin hem simgesi hem tıpatıp anlatımı olduğu zaman değerlidir.” Ancak, ne olursa olsun, sanat ger çekliği değil gerçekliğin bir yoru munu verebilir. Bu konuda Hugo şöyle der: “Sanatın doğruluğu hiç bir zaman mutlak gerçeklik olma yacaktır. Sanat şey’in kendisini ve remez.” Ülkücü ya da doğrucu bakış gerçekliği daha geniş çer çevede ya da aşkın anlamda alır. George Sand şöyle der: “ Sanat olumlu gerçekliğin incelemesi de ğildir, ülküsel doğruların araştırıl masıdır.” Benzer bir görüşü Paul Claudel’de buluruz: “Şiirin konusu çok zaman sanıldığı gibi düşler, im geler ya da fikirler değildir. Şiirin
GERÇEKÜSTÜCÜLÜK konusu kutsal gerçekliktir, bir kere verilmiş olan, tam ortasına yerleşti rildiğimiz kutsal gerçekliktir. O, gö rünmez şeylerin evrenidir. Bu şey ler bize bakarlar ve biz bu şeylere bakarız.” (Bk. DOĞRU, DÜŞ) G E R Ç E K Ü S T Ü C Ü L Ü K (fr. surréalisme; alm. Surrealismus; ing. surrealism). Usun denetimin den kurtulmuş ruhsal etkinlikleri ya ratmada başlıca kaynak olarak gö ren sanat akımı. “Gerçeküstücülük” fikri fransız şairi Guillaume Apollinaire’den çıkmıştır. “Surréalisme” sözcüğünü ilk kullanan da odur. (Les mamelles de Tîrésias, drame surréaliste). Apollinaire’de gerçe küstücülüğün ilk belirtileri vardır, bununla birlikte onu biçimbozmaları zaman zaman aşırıya götürmüş bir şair olarak görmek ve onu gerçeküstücü diye nitelendirmemek doğru olur. Gerçekte biçimbozmaların kaynağı Apollinaire’den önce lere, Rimbaud’ya kadar uzanır, hat ta tüm öbür simgeci şairlere kadar uzanır. Bu şairler doğaya bir insan yorumu getirirken nesnenin alışıl mış görünümlerini bozdular, ko numlarını dağıttılar, sanatı doğaya benzemez apayrı bir doğa olarak belirlediler. Sanat böylece yeni an latım olanakları kazanırken yepye ni b ir dil ed in d i. D aha sonra Guillaume Apollinaire yepyeni bir şiir anlayışı geliştirdi. O şiirine he men her şeyi, her konuyu sokabi liyordu. Apollinaire’in yenilikçi ha vasını gerçeküstücülük izledi. Bi rinci Dünya Savaşı’nın ardından kendini gösteren bu akım edebiya
tın sınırlarını aştı, sanatın hemen tüm alanlarında etkili büyük bir de vinime dönüştü. Fransız bestecisi Eric Satie, Debussy’nin incelikli sa natına karşı çıkarken daha çok ye ni ressam lardan esinleniyordu. G erçeküstücülüğü bir bildiriyle André Breton kurdu. Louis Ara gon, Paul Eluard, Antonin Artaud, Robert Desnos akımın öncüle riydiler. Saint-John Perse, Jules Supervielle, Biaise Cendrars, Jean Cocteau, Max Jacob da gerçeküs tücülüğe yakın duran şairler oldu lar. Gerçeküstücülükten önce Da da akımı ortaya çıktı. Alışılmış dü şünce düzenini tümüyle yıkmaya yönelik bu akım gerçeküstücülü ğün öncüsü gibiydi. 1919 martın da André Breton, Louis Aragon ve P hilipp S o u p au lt’nun kurduğu Littérature (Edebiyat) dergisi dada’cılann sözcüsü oldu. Akımın ku rucusu Tristan Tzara “dada hiçbir anlama gelmez” diyordu. 1919 ’da Breton ve Soupault Les champs magnetiques\\ (Manyetik alanlar) yazdılar. Bu yapıt ilk gerçeküstücü yapıt olarak bilinir. Breton i 924’de Manifeste de surréalisme'i (Ger çeküstücülüğün bildirisi) yayımla dı. Breton bu bildiride şöyle diyor du: “Gerçeküstücülük arı ruhsal bo şalımdır, onunla insan düşüncenin gerçek işleyişini sözlü olarak, ya zılı olarak ya da bambaşka bir yol la açıklamaya yönelir. Usun uygu ladığı her türlü denetimin dışında, her türlü estetik ya da ahlaki uğra şın ötesinde gerçeküstücülük dü şüncenin kendini yazdırmasıdır. Gerçeküstücülük kendisine gelene
23
GEREKİRCİLİK
232
kadar gözden uzak tutulmuş bazı çağrışım biçimlerinin üstünlüğünün gerçekliğine inanmaya, düş’ün gü cüne inanmaya dayanır. Tüm öbür ruhsal düzenekleri kesinlikle yıkma ya ve yaşamın başlıca sorunlarının çözümünde onların yerine geçme ye yönelir.” Breton, daha sonra ya yımladığı ikinci bir bildiride de şun ları söylüyordu: “H er şey şuna inanmaya götürüyor bizi: ruhun bir noktası vardır ki, o noktada yaşam la ölüm, gerçekle düşsel, geçmişle gelecek, iletilebilirle iletilemez, yük sekle alçak çelişkili şeyler olarak al gı lanmaktan çıkarlar. Buna göre, gerçeküstücü etkinlikte, bu nokta nın belirlenmesi umudunun dışın da bir etken aramaya çalışmak bo şunadır.” Breton aynı metinde ger çeküstücü yönelimi bir başkaldır ma ahlakını gerçekleştirme atılımı gibi sunar: “En basit gerçeküstücü edim elde tabanca sokağa düşmek ve kalabalığa rasgele ateş etmektir. Yaşamında en azından bir defa yü rürlükteki bu alçaltıcı ve sersemletici küçüklükler düzeniyle bağları nı koparmayı düşünmemiş olan in sanın bu kalabalıkta kamı namlula ra dönük olarak belli bir yeri var dır.” Gerçeküstücü çıkış giderek öbür sanatları, özellikle resim sa natım etkiledi. Gerçeküstücü devi nime Arp, Chirico, Masson, Tanguy gibi ressam lar da katıldılar. 1928’den sonra gerçeküstücülük tav sam ay a b aşlad ı. B re to n ’un 1930’dayayımladığı ikinci bildiri ye karşın akıma ilgi giderek azalı yordu. Siyasal yaşamdaki dönü şümler üzerine Eluard ve Aragon
toplumcu çizgiyi seçince gerçeküs tücülük iyiden iyiye geriledi. (Bk. GERÇEKÇİLİK) G E R E K İR C İL İK Bk. BELİRLE NİMCİLİK. G ER EK LİLİK (lat. necessitas; fr. nécessité; aim. Notwendigkeit; ing. necessity). Olmaması sözkonusu olmayanın durumu. Varlığı ya da edimi kaçınılmaz olan şeyin duru mu. Kesin olarak yararlı olanın du rumu. Gereklilik mutlak ya da var sayımsal olabilir. Her durumda var lığı kaçınılmaz olana mutlak olarak gerekli, varlığı öngörülere bağlı ola na varsayımsal olarak gerekli di yebiliriz. Metafizik ya da matema tik gereklilikler mutlaktır, varsayım sal ya da koşullu gereklilikler an cak belli koşullar çerçevesinde ken dini gösterecektir. Ahlaki gerekli lik, insanın yaşamı düzenlemek için ortaya koyduğu davranış formül leriyle ilgilidir, neyi yapmamız ve neyi yapm am am ız gerek tiğ in i belirler. Gereklilik özgürlüğü kısıt layan ya da belli koşullarda bağla yan bir durumdur. Ahlak alanı ge reklilikle özgürlüğün büyük ölçüde karşıtlaştığı bir alandır. (Bk. ÖZ GÜRLÜK) G ER EK SİN İM (fr. besoin; aim. Bedürfnis, Bedarf; ing. need, re quirement). Varlığı varlığımız için gerekli olan bir şeye duyulan öz lem. Kendisi için gerekli olan şey den yoksun kalmış bireyin duru mu. D oğal ya da to p lu m sa l gereklilik. Gereksinimlerin başında
GEREKSİNİM doğal gereksinimler gelir. Uyku ge reksinimi, bannma gereksinimi, ye mek yeme gereksinimi doğal ge reksinimlerin başında gelir. Doğal gereksinimlerin karşılanmaması bi reyin yaşamında yıkıcı gelişmelere yol açabilir. “Ateşe gereksinimi olan onu avucuyla alır” sözü gereksi nimlerin önemini belirtir. Organiz manın fizyolojik koşullarına bağlı olan bu tür gereksinimler yaşam sal düzeyde önem taşırlar. Toplum sal ya da manevi gereksinimler de fizyolojik ya da doğal gereksinim ler kadar önemlidir, çünkü insan toplumsal bir varlıktır ve toplumda olma koşullarını her durumda ger çekleştirmek zorundadır. Alışkan lıklar bizde ikinci bir doğa oluştur duklarına göre, alışkanlıklardan ge len gereksinimler de oldukça koşullayıcıdır. Alkole alışmış biri için alkol gereksinimi ekmek ve su ge reksinimi kadar önemlidir. Hatta daha basit alışkanlıklarla ortaya çı kan gereksinimlerin karşılanmaması bile insanda büyük sıkıntılar yara tabilmektedir: üç öğün yemek ye meye alışmış bir kişi kendisine iki öğün yemek verildiğinde tedirgin olacaktır. Gereksinimlerin toplum sal ve doğal bir yanı olduğu kadar kişisel bir yanı vardır, buna göre bireylerin gereksinimleri büyük öl çüde değişiklik ya da çeşitlilik gös terir. La Fontaine şöyle der: “Siz den iyi kim bilir gereksinimlerinizi - Kendini tanımaya çalışmak özen lerin başında gelir.” İnsan en çok gereksinim duyan hayvandır ve Pascal ’in de belirlediği gibi yalnız ca gereksinimlerini karşılamasına
yardımcı olanları sever. Gereksi nimler dünyaya aşırı bir yönelişle artış göstererek bireyin yaşamını zora sokabilirler, en azından gerek sinimleri aza indirgenmiş insanla rın dünyası sonsuz gereksinimler ortaya koyan insanlarınkinden da ha rahat ve daha az sorunlu ola caktır. Fénelon şöyle der: “İnsan lar her şeye sahip olmak isterler ve aşırıya ulaşmak arzusuyla kendile rini mutsuz kılarlar. Onlar basitçe yaşamayı bilselerdi ve gerçek ge reksinimlerini karşılamakla yetinselerdi her yerde bolluk, sevinç, ba rış ve birlik olacaktı.” Gereksinim lerin karşılanması insanı dünyaya bağlar, erinçli kılar, oysa gereksi nimler karşılanmadığında insan çe şitli sarsıntıların ve yıkımların içine düşebilir. Gene de insanın tüm yö nelimlerinde gereksinimlerin belir leyiciliğini varsaymamak, bir takım yönelimlerin de insani isteklerle gerçekleştiğini gözden uzak tutma mak gerekir. “İnsan arzunun bir yaratısıdır, gereksinimin değil” der Bachelard. Gene de insanın gerek sinimlerini azımsamamalıyız. Top lumsal bir varlık olan insan, en ge niş gereksinimler içinde, bir devlet düzeni ortaya koymuştur. Edmond Burke’ün belirttiği gibi, “Hükümet insan erdeminin insani gereksinim leri karşılamak için ortaya koydu ğu bir buluştur” . Toplum yaşamı geliştikçe gereksinimler artmış, ge reksinimler arttıkça toplum yaşa mı gelişmiştir. Baron d ’Holbach şöyle der: “İnsan türünün bireyle rinde, bu arada siyasal toplumlarda gereksinimlerin gelişmesi zorun-
233
GERİCİ lu bir durumdur; bu gelişim insa nın özü üzerine tem ellenm iştir: karşılanan doğal gereksinimlerin yerine düşünsel dediğimiz gerek sinimlerin ya da fikir gereksinim lerinin geçmesi gerekir; bu İkinci ler mutluluğumuz için birinciler ka dar gereklidirler.” (Bk. ALIŞKAN LIK, TOPLUM) G E R İC İ (fr. réactionnaire', alm. Reaktionär-, ing. reactionary). Es ki değerleri savunan. Eski değerler üzerine toplumsal-siyasal bir ya şam düzeni kurmayı arzulayan. / J. Commerson: “Bir kaplumbağa bazı tutucu gericilerden daha de ğerlidir. En azından yürüdüğü za manlar.” / Mao: “Tüm gericiler ka ğıttan kaplanlardır.” (Bk. GELE NEK, GELENEKÇİLİK, TUTU CULUK) G E R İE V R İM (fr. involition\ alm. Involition; ing. involition). Ters yönde evrim. Spencer’in biryapılıdan çokyapılıya geçişi öngöm ev rim anlayışına karşıt olarak çokyapılıdan biryapılıya geçişi öngören evrim anlayışı. Özellikle İngiltere ’de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmış olan bu kavram evrime ters olan dönüşümleri belirler. (Bk. EVRİM) G E R İL E M E (fr. régression-, alm. Regress, Regression, Rückgang-, ing. régression). Daha alt bir dü şünceye ulaşma. Daha aşağı bir du ruma geçme. Biyolojide canlı var lıkların bir gerievrim durumuna gir mesi. Mantıkta sonuçlardan ilkele
re, bileşikten basite yönelme. Top lumbilimde ilerlemeye karşıt olan dönüşüm. Ruhbilimde bunamayla birlikte kendini gösteren anı yitiriminin yeni’den eski’ye doğru iler lemesi; ayrıca ruhsal bir sarsıntıya uğrayan kişinin geçmişe sığınmak üzere davranışlarını geçm işteki davranışlanna benzetmeye çalışma sı (yatılı okula yerleştirilen ve böy lece annesinden uzak kalan çocu ğun bebek gibi konuşmaşa başla ması). [Bk. EKSİKKALIŞ, GERİ EVRİM, SAVUNMA DÜZENEK LERİ] G E R İL İK (fr. arriération', aim. Rückständigkeit', ing. backward ness). Gerekli gelişimi gösterememe durumu. Ruhsal işlevlerin geli şiminde yetersizlik. Zihinsel gerilik’le duygusal gerilik’i birbirinden ayırmak gerekir. Zihinsel gerilik dü şünsel etkinlikteki gelişimin doğuş tan nedenlerle duraksamasıdır. Ge riliğin derecesine göre ahmaklık, alıklık, aptallık gibi değişik düzey ler belirlenebilir. Zihinsel gerilik be yindeki organik bir bozukluğa bağlanabilir. Bu bozukluk da annenin gebelik sırasında hastalanmış olma sına bağlı olabilir, doğum sırasında beyinde bir zedelenme nedeniyle olabilir (özellikle forseps uygulama larında bu tür zedelenmelere sık raslanılır). Ancak nedeni bilinme yen pekçok zihinsel gerilik duru mu vardır. Zihinsel bakımdan geri çocukların eğitimi özel sınıflarda, kendi durumlarının gerektirdiği ko şullar içinde gerçekleştirilmelidir. Böylece onların zihinsel gelişimle
GİZEM rini sağlamak olası olmasa da on ları toplumsal yaşama uyarlamak olası olmaktadır. Duygusal gerilik normal zekalı kişilerde çok görü len bir durumdur ve ruhsal ya da daha doğrusu duygusal bir yeter sizlikle belirgindir. Bu yetersizliğin kaynaklarını çocukluktaki yetişme koşullarında aramak olasıdır. Aile ye aşırı bağlılık, anne ya da baba baskısı gibi koşullar duygusal ge riliğe yol açabilir. Duygusal gerili ğe uğramış kişiler genellikle yetiş tirilme koşullarındaki olumsuzluk lar nedeniyle yaşama uyum göste remeyen kişilerdir. Cinsel yaşam, toplumsal yaşam, evlilik yaşamı ve meslek yaşamı onlar için büyük güçlükler ortaya koymaktadır. Duy gusal gerilik çok zaman bencillik, kıskançlık, şiddete eğilim, içekapanış, aşağılık duygusu, uydurmacı lık, çevreye uyarsızlık biçiminde kendini göstermektedir. Zihinsel gerilik iyileştirilemezken duygusal gerilik ruhayrıştırması yöntemiyle aşılabilmektedir. (Bk. AHMAKLIK, ALIKLIK, APTALLIK) G E R İL İM (fr. tension; alm. Spannung; ing. tenstion). Dış etkilerle karşılaşan ruhun gerginlik durumu. İnsanın karşılaştığı her sorun, bir bilimsel sorun ya da bi aile sorunu ya da başka bir sorun insanın be deniyle birlikte ruhunu gerginliğe iter. Trafiğin tıkanmasından enflas yonun artmasına kadar her sorun bir gerginlik ya da gerilim nedeni dir. Düşünsel düzeyde her araştır ma insanı belli bir gerilim içine iter. K. Lewin’in tanımladığı biçimde iki
eşit güç tarafından iki ayrı yöne çe kilen insan gerilime uğrayacaktır. Gerilim kişiyi gelişime uğratan ne denler arasında yer alır. Freud’un tanımladığı gibi pekçok dış etken, örneğin büyümeyle gelen fizyolo jik olgular, dış tehditler, yoksunluk lar, çatışkılar bir gerilim nedeni ol duğu ölçüde bir ilerleme kaynağı dır. “ GEŞTALT R U H B İL İM İ” . Bk. BİÇİM. G İD İM L İ (lat. discursus; fr. discursif, alm. diskursiv, ing. discursive). Bir önermeyi bir başka ön erm ed en u sav u rm a y o lu y la çıkaran düşünce. Sezgisel düşün cenin tersine, önermeden önerme ye geçerek yani aracı önermeler kullanarak ya da bir başka deyişle dolaylı çıkarımlar yaparak sonuca ulaşan düşünce. Gidimli düşünce adım adım, usavurmalarla ilerleyen düşüncedir. (Bk. SEZGİ, U SA VURMA) GİZEM (lat. mysterium\ fr. mystère; alm. Mysterium\ ing. myster$). İn san usunun kavrayamadığı. Eski din lerde uygulamalar, kurallar ve öğre tiler bütünü. Pagan Eskiçağ’da di nin gizemlerine ancak o dine katıl mış kimseler erebilirlerdi. Bu dönem de Yunanistan’da başlıca gizemler Eleusis gizemleri ve Orpheus gizem leriydi. Gabriel Marcel nesnel bir kavramlamazlık ortaya koyan “sorun”la tanıtlanamaz bir kavram lamazlığı olan “gizem”i birbirinden ayırdı. (Bk. GİZEMCİLİK)
235
GİZEMCİLİK
236
GİZEM CİLİK (fr. m ysticism e; alm. Mystizismus, Mystik; ing. mysticism). İnsan ruhunun aşkın varlı ğa gönül yoluyla yükselerek onunla özdeşliği andıran içten ve dolaysız bir yakınlık kurabileceği inancı ve bu inançla ilgili öğretilerin tümü. Gizem ciler bizi sonsuza bağlayan gücün yalnızca gönül gücü ya da duygu gü cü olduğuna inanırlar, us bizi yanıl tır, bizi yanılsamalara ve çıkmaz yol lara iter diye düşünürler. Gizemci dü şünce Tanrı ışığının insan ruhunda var olduğuna inanır ve böylece tan rısallık karşısında hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde bir kesinliğe ya da hatta katılığa yönelir. O yüz den gizemci düşünceler genellikle hoşgörüsüz düşüncelerdir. Öte yan dan Tanrı’ya yükselme çabası dün yadan el etek çekmeye varan bir yö nelimi gerekli kılar. Buna göre gizem cilik hemen her zaman çilecilikle bü tünleşir. Gizemci-çileci felsefelerin ilk büyük örneği Platon felsefesidir. Estetikte gizemcilik somuttan çok aşkın olana, ussaldan çok duygusala h a tta d ü şsele, D ü n y a’dan çok D o ğ a’ya yönelm e eğilim leriyle seçilir. Gizemci estetik olgulardan özellikle uzak durarak kendini üst bir etkinlik olarak belirlemeye çalışır. Charles Lalo şöyle der: “Estetikle gizemciliğin sayısız biçimleri güzel araştırmasını olguların dışında bir düşlem durum una getiriyor, bu dü şlem bu o lg u ların yöntem li araştırmasının gerektirdiği iki büyük alana, tarihe ve eleştiriye yabancı k alıy o r h atta bazen düşm an oluyor.”(Bk. ÇİLECİLİK, GİZEM)
G İZ LEM E (lat. dissimulatio; fr. dissimulation', aim. Verstellungkunst, Verstellung; ing. dissimula tion). Duygularını ve düşünceleri ni düzenlenmiş bir bastırmayla sak lama. Gizlemede her zaman bir ko runma eğilimi vardır. Bir İspanyol atasözü şöyle der: “Yaralı parma ğını gösterme, herkes ona vurma ya kalkar.” Ortaçağ’dan kalma bir atasözü de “Gizlemeyi bilmeyen egemen olmayı bilemez” der. An cak gizleme kolayca gerçekleştiri lebilecek bir iş değildir. L. Lavelle’in dediği gibi “Gizleme, gizlenme si en güç şeydir.” (Bk. BASTIR MA) G İZ L İB İL İM C İL İK (fr. occul tisme', aim. Okkultismus; ing. occultism). Kuramı ve uygulaması gizemci görüşlere dayalı araştırma cılık. Duyulurüstü gerçekliklerin varlığını araştırmaya yönelik bilgi alanı. Doğaüstü gerçeklikleri orta ya çıkarma yöntemleri. Gizlibilimcilik özellikle Ortaçağ’da geçerli ol muş, bu alandaki araştırmalar Yeniçağ’ın başlarında bilimlerin geli şim ine katkılarda bulunm uştur. Gizlibilimlerin başında simya gelir di, bu bilim madenlerin birbirine dö nüştürülmesiyle ilgilenirdi. Bir çe şit büyü olan simya değişik maden lerden altın ve gümüş elde etmeye yönelmişti. Tanrı’nın yardımıyla bakırdan, kalaydan, kurşundan de ğerli m adenler sağlanabilecekti. Gökbilgisi ya da astroloji de gizlibilimdi, yıldızların devinimlerine ba karak geleceği görm ek olasıydı.
GÖRELİ Ruhçağırma yani ölülerin ruhlarıy la ilişki kurmak da gizlibilimcilikle igiliydi. Bu tür çabalar bugün eski ye göre iyiden iyiye azalmış ya da belli çevrelerle sınırlı kalmıştır. (Bk. BOŞİNANÇ) G Ö N Ü L (lat. cor; fr. coeur, alm. Herz; ing. heart). Sezgisel düşün ceyi sağladığı düşünülen düzenek. Çıkarımlı ya da gidimli düşünceye karşıt olarak sezgisel kavrayış. Ruhsallığımızın duygularla ilgili yanı. Usçu filozofların tersine din ci ya da gizemci filozoflar us kav ramının yanma ya da hatta üstüne gönül kavramını yerleştirirler. Us çu D escartes’ın görüşlerini eleş tiren Pascal bilginin temeline gö nül kavramını yerleştirir: “Doğru yu yalnızca usla değil, aynı zaman da gönülle tanıyoruz: ilk ilkeleri bu ikinci biçimde tanıyoruz... Usun dayanması gereken ve tüm çabası nı temellendirmesi gereken düşün ce bu gönül ya da içgüdü düşün cesidir.” Gönül, bu felsefi anlamı nın dışında, tümüyle duygu dün yamızı karşılar. Bu çerçevede gö nül ya da yürek çok zaman söz geçirilemeyen bir güç olur. Marivaux “İnsan, gönlüne egemen olamaz” der. Gönül ve us ayrımı elbette ke sin bir ayrım olmamalıdır. Özellik le duygusallıkla düşünselliğin bir bütün oluşturduğunu bildiğimiz bu çağda böylesi bir ayrımcı tutum yanlış olacaktır. Vauvenargues XVIII. yüzyılda “Büyük düşünce ler gönülden gelir” diyerek düşün ce dünyamızda duygusallığın öne mini belirtmiş oldu. Gönül ya da
yürek, düşüncenin katılığına karşı duygunun yumuşaklığını duyurur. / B. Franklin: “Delinin yüreği ağzındadır, bilgenin ağzı yüreğindedir.” / Marquise de Sevigné: “Yü reğin kırışıklıkları yoktur.” / F. Villon: “İki kişiydik, tek bir yüreği miz vardı.” / P. S. Toulet: “Hiçbir şey gönül kadar yırtıcı değildir.” / A ucassin et N icolette: “Erkeğin kadını sevdiği kadar sevemez ka dın erkeği; çünkü kadının aşkı gözündedir, m em esinin ucundadır, ayak parmağının ucundadır; erke ğin aşkı bir türlü çıkaramadığı yü reğinin derinliklerine işlemiştir.” / La Rochefoucauld: “Düşünce her zaman gönlün oyuncağıdır.” / La Fontaine: “Gönül her şeyi yapar, kalanı boştur.” / Pascal: “Tanrı’yı duyan us değil gönüldür. İnanç şu anlama gelir: Tanrı gönülde açınır, usta değil.” / Fontenelle: “Gönül ge reksinimimiz olan tüm yanılgıların kaynağıdır, o bu konuda bize hiç güçlük çıkarmaz.” (Bk. US) G Ö R E C İL İK (fr. relativisme-, alm. Relativismus-, ing. relativism). Her bilgiyi göreli sayan öğreti. Ah laki görecilik, iyi ve kötü kavram larının her kişiye göre değişebildiği gibi yere ve zamana yani toplum sal özelliklere göre de değişebile ceğini benimseyen öğreti. (Bk. GÖ RELİ) G Ö R E L İ (lat. relativus; fr. rela tif, alm. relativ, bezüglich, verhält nismässig-, ing. relative). Mutlak olmayan. Bir şeye bağımlı olan. İki ya da daha çok şey arasındaki iliş
237
GÖRELİLİK
238
kiyle ilgili olan. Olumsal ya da de ğişken olan. Varlığı bir başka şeyin varlığına bağlı bulunan. Bir ilişkiyi içeren. Göreliliğin kaynağı eski fel sefelerde olsa da gerçek anlamda benimsenişi Yeniçağ’da, özellikle XIX. yüzyılda olmuştur. Sofistler göreli düşüncenin ilk temsilcileri dirler. Protagoras şöyle diyordu: “Tüm bilgilerimiz duyumdan gelir ve duyum bireylere göre değişir. Buna göre insan her şeyin ölçüsü dür. Bilge kişi ruhta en doğru dü şünceleri uyandırabilecek güçte de ğilse, en hoş ve en yararlı düşün celeri yaratabilir.” İnsan her şeyin ölçüsü olurken bilgi de zorunlu ola rak göreli olmaktadır. Buna göre göreli düşünceyle kuşkuculuk ara sında bir bağlantı olduğunu söyle yebiliriz, ancak göreciliğin kuşku culuk ve kuşkuculuğun da görecilik olduğunu söylemek doğru de ğildir. Göreli düşünce, metafiziğin amaçladığı mutlak’ı kökten yadsı yan bilimsel düşünce olarak özel likle XIX. yüzyılda Auguste Comte olumculuğunda kendini gösterir. Auguste Comte insan yaşamında ve insanlık tarihinde Uç evre belir ler ve sonuncu evreyi göreli dü şünce evresi olarak nitelendirir. Com te’a göre insan düşüncesinin birinci evresini oluşturan dinbilimsel durum insanın doğa olaylarını kavramak isterken gizemcilikte ta kılıp kaldığı bir durumdur. Daha so n ra k i d u ru m d a, bir aray er oluşturan metafizik durumda insan mutlak bilgiye yönelir. Olumlu du rumda yani üçüncü durumda mut lak araştırması bırakılmış, bilgide
yalnızca göreliye yönelinmiştir. Gö reli düşüncenin yaygınlaştırılması din düşürcesinin dışlanması anla mına gelecektir. “Mutlak olan bir şey vardır, o da mutlak diye bir şe yin olmadığıdır” diyen Comte böylesi bir yadsıyıcı tutum içindedir. (Bk. MUTLAK, OLUMCULUK) G Ö R E L İL İK (fr. relativité', alm. Relativität', ing. relativity). Göreli olanın özyapısı. Görelilik kuramı: Einstein’ın 1905’detemellendirmeye başladığı fizik kuramı. Einstein 1905’de görelilik kuramının “sınırlı görelilik” diye bilinen ve Newton mekaniğinin yasalarını değiştirme ye yönelik olan ilk bilgilerini ortaya koydu. Buna göre Einstein kütley le enerjinin eşdeğerli olduğunu bil diriyordu. Einstein 1913’den son ra kuramını geliştirdi, “genelleşti rilmiş görelilik” diye bilinen aşama yı gerçekleştirdi. Bu yeni çıkışında Einstein eğrisel, sonlu ve dört bo yutlu bir evren kavrayışı getiriyor, bununla ilgili çekim kuramını orta ya koyuyordu. Einstein’ın ileri sür düğü görüşler fizik biliminde bir devrim sayıldı. M utlak zaman ve mutlak kütle kavrayışları böylece aşılmış oldu. Çeşitli devingen göz lemcilerin gözlemlediği bir olayın süresinin herbir gözlemciye göre değişiklik gösterdiği, bunun göz lemcinin konumuna ve hızına bağlı bulunduğu ortaya konulmuş oldu. Gerçekliğin bir uzay-zaman bileşi mi olduğu yani sürelerin ve uzak lıkların bir bileşimi olduğu belirlen di. Einstein’ın bu çalışmalarını A.S. Eddington, H. Weyl, P. Langevin,
GÖRÜMCÜ E. Cartan gibi bilginler sürdürdü ler. (Bk. MUTLAK) GÖRENEK (lat. mores; fr. moeurs; alm. Sitte, Sitten; ing. marmers). B ir toplumda temel dav ranış kuralları. Bir toplumda ortak değer durumuna gelmiş belli dav ranış biçimleri. Bir toplumda iyi’yle ve kötü’yle ilgili ortak alışkan lıklar. Görenekler ortak ahlakı oluş tururlar ve ortaya çıktıkları toplu mun bütün kişilerini bağlarlar. On ları bir bakıma bir toplumun ön yargıları gibi görmek olasıdır. Gö renek alışkının kurumlaşmış ya da kurallaşmış biçimidir. Buna göre, görenek alışkı gibi kendiliğinden de ğildir, belli bir yükü, belli bir ağırlı ğı vardır, insanı belli zorunlulukla ra bağlar, belli yükümlülüklere ko yar. Onun ağırlığından ancak ona uymakla kurtulunabilir. Ancak ona uymak bir defalık bir iş olmadığın dan bu kurtuluş geçici bir kurtuluş olacaktır. Görenek, alışkının tersi ne, dıştaki doğadır. Alışkı, buna gö re, içteki doğa diye belirlenebilir. Görenek zorlayıcıdır, kesin biçim de kuralcıdır, getirdiği yükümlü lüklerle kişiyi bunaltabilir ve açmaz lara itebilir. Göreneklerle savaşmak görenekler karşısında kaçam ak davranm aktan çok daha zordur. George de Porto-Riche “Yalan gö renekleri yumuşatır” der. Durkheim toplumbilimi “görenekler bilimi” olarak tanımlamıştır. Montesquieu göreneklerle ilgili olarak şunları söyler: “Birçok devlet, yasaları ayaklar altına alındığı için değil, gö renekleri ayaklar altına alındığı için
göçtü.” Görenekleri toplumun or tak ürünü saymak, onlann toplumdışı kaynaklardan geldiğini dü şünm em ek gerekir. B ir atasözü şöyle der: “Halkın göreneklerini ki şilerin erdemleri kurar.” Ayrı ayrı fikirler giderek toplumsal değerler olarak billurlaşırlar ve yaşama ge çerler. Bunlar gerçekte yaşamın ürünlerinden başka bir şey değil lerdir. Anatole France “Dünün fi kirleri yarının görenekleridir” der. Görenekler toplumsal ilişkileri dü zenleyen ve koşul layan kurallar ol makla ahlak yaşamının özünü oluş tururlar. Görenekler yazılı olmayan yasalardır, yazılı yasaları da belir lerler. Montesquieu şöyle der: “Gö renekleri ve davranış biçimlerini de ğiştirmek istediğimizde onları ya salarla değiştirenleyiz.” (Bk. ALIŞ KI, GELENEK) GÖ RÜ (lat. visio; fr. vision; ajm. Sehen; ing. vision). Görme işlevi. Algıyı andıran imgesel sunum. Sez gi alma gücü. Tanrı’nın istemiyle insan zihnine açman. Estetikte görü sa n a tç ın ın e ste tik n esn e y i belirlemede ve yapıtı oluşturmada etkin olan incelm iş kavrayışını düşündürür. (Bk. AÇINIM, SEZ Gİ) GÖRÜM CÜ (fr. théorétique; alm. Theoretisch; ing. theoretic). Gör meyle ilgili olan. Kuramla ilgili olan. Aristoteles’in bilimler sınıflamasın da matematik, fizik ve dinbilim görümcü bilimlerdir, bu bilimleri uy gulamalı ve şiirsel bilimlerle karış tırm am ak gerekir. Görüm cü her
239
GÖRÜNÜM zaman uygulamalının karşıtı olarak düşünülmüş, kuramsalla özdeşleştirilmiştir. Çağımızda, yalnızca ku ramla ilgili olan, uygulamayla hiç bir ilintisi olmayan bilgi alanları görümcü diye nitelendirilir. Bununla birlikte “görümcü” yerine çok za man “kuramsal” kullanılmaktadır. (Bk. KURAM, KURGU) G Ö R Ü N Ü M (lat. apparentia; fr. apparence; alm. Schein\ ing. appararıce). Bir şeyin dış yüzü. Her türlü sunum. Nesnelerin alda tıcı yüzü. Gerçeklikte karşılığı ol mayan imge. Kendinde gerçekliğe karşıt olarak görünür gerçeklik ya da olgu. (Bk. OLGU, SUNUM, YA NILSAMA)
240
G Ö R Ü Ş (lat. opinio\ fr. opinion\ alm. M einung; ing. opiniori). Bir fikrin ya da bir önermenin doğru luğunu onaylamaya dayalı ruh du rumu. “Çok sağlam olmayan ilke lere yönelik her yargı bir görüştür” der Condillac. Böylece görüşte azçok sallantılı bir yan olması gerek tiğini ortaya koyar. Kant şöyle der: “Görüş herhangi bir şeyi doğru di ye almaktır, bu arada bu yargıyla ilgili hem öznel hem nesnel bir ye tersizlik bilincine sahip olmaktır.” G örüş’de her zaman kesinlikten uzak ve öznellikle sarılmış bir şey lerin bulunması olağandır. Bilimsel temellere dayalı kesinlikli açıklama ları elbette görüş olarak düşünmek doğru olmayacaktır. Görüş çok za man gerçekliğin bir yüzüyle ilgili öznel-nesnel bir duygu ve düşünce bütünüdür. Bu yüzden genel görüş
lerden çok kişisel görüşlerden sözedilir ve görüş çok zaman değiş tirilmeye hazır bir fikir görünümün dedir. J.R. Lowell “Yalnız aptallar ve ölüler görüşlerini değiştirmez ler” der. Dünya görüşü: yaşam dü zeniyle ve insan ilişkileriyle ilgili ge nel fikir. Dünya görüşü toplumsal bir öngörüden çok kişisel bir kav rayış ortaya koyar, bu yüzden onu görenekle karıştırmamak gerekir. Her gelişmiş dünya görüşü azçok dizgesel bir bütündür, Böylesi bir bütünlükten, böylesi bir bütünlü ğün sağladığı tutarlılıktan yoksun bir görüş dünya görüşü diye nite lendirilemez. Sağlam bir dünya gö rüşünün temelinde tutarlı bir felse fe yani bilgi anlayışı olmalıdır. An cak dünya görüşü bir felsefe de ğildir, bir felsefe dizgesi hiç değil dir. Her dünya görüşünde insanın düşünen ve eyleyen bir varlık ola rak dünyadaki yeri ve işlevi ya da yükümlülüğü belirir. Dünya görü şüne sahip bir kişi düşünceden ey leme ve eylemden düşünceye uza nan yollan tartışacaktır. (Bk. GÖS TERME, KESİNLİK) G Ö STER M E (lat. demonstratio; fr. démonstration', alm. Démonst ration', ing. démonstration). Açık ça ortaya koyma. Bir bilginin doğ ruluğunu deney verilerine dayana rak kanıtlama. Doğru olduğu var say ılan ö n c ü lle rd e n k a lk a ra k tümdengelim yoluyla doğru oldu ğu varsayılan bir sonuca ulaşma. Gösterme kavramı özellikle Aris toteles felsefesiyle ilgilidir. Aristo teles bize bilimsel bilgiler ya da ke
GÖZLEM sin bilgiler sağlayan alan olarak gös termenin alanını belirlemiştir. Gös«mneci tasım, buna göre, olası gö rüşleri ortaya koyan diyalektiğe karşıt olarak, kesin bilgiler sağla maktadır. Öncüllerin ve öncüller den çıkarılan sonucun değeri bakı mından Aristoteles tasımı diyalek tik tasım ve göstermeci tasım ola rak ikiye ayırır. Diyalektik tasım görüş’ü sağlar, göstermeci tasım bi limi sağlar. Göstermeci tasımla el de edilen bilgiler diyalektik tasımla ekle edilen bilgilerden daha önem lidir. Görüş’de zihin bir önermeye sakınık bir biçimde yönelir. Bilim deki kesinliği ya da genelgeçerliği diyalektikte bulamayız. Diyalekti ğin alanı doğruluk olasılığı taşıyan bilgilerin alanıdır. Bilimde yanılma sözkonusu değildir, diyalektikte ya nılma olağandır. Bu yüzden bilimin alanı diyalektiğin alanından daha dardır. Demek ki diyalektik, gösterme’den biçimiyle değil içeriğiy le ya da bilgi değeriyle ayrılmakta dır. Diyalektiğin olası ilkeleri çok genel ilk elerdir, b u n lar halkın görüşlerinden derlenir. Gösterme, Hobbes’da birçok tasımın bir ara ya gelmesinden oluşan bilimsel-felsefi belirlemedir. Hobbes düşünme edimini bir toplama ya da çıkarma işlemi olarak değerlendirir. Bir yar gıda bulunmak iki adı toplamak ya da çıkarmaktır. Bir tasım ortaya koymak iki önermeyi toplamak ya da çıkarmaktır. Bir gösterme de bir çok tasımın bir araya gelmesinden oluşur. (Bk. DİYALEKTİK, TA SIM)
G Ö ZLEM (lat. observatio; fr. ob servation; alm. Beobachtung; ing. observation). Bir olgunun dikkatle ve ayrıntılı bir biçimde incelenme si. B ir yasaya ya da bir kurala yükselm ek a d ın a b ir o lg u n u n incelenmesi. Gözlemleme edimi us la duyuların tam bir yoğunlaşma içinde bir olguya yönelmesiyle ger çekleşir. İşte bu yüzden Auguste Comte “Gözlemlemekle usavurmak arasında kesin bir ayrım yok tur” der. Gözlem bilimsel çabada ilk evreyi belirler. İkinci evre var sayım evresidir. Üçüncü evrede varsayım doğrulanır, böylece ya saya yükselinmiş olur. “Gözlem” ve “deney” terimleri çok zaman bir likte kullanılmış ve bu iki kavram birbirine karıştırılmıştır. Claude Ber nard bu iki kavrama açıklık getirdi. Ünlü bilim adamı Introduction à l ’étude de la médecine expérimen tale (Deneysel hekimliğe giriş) ad lı yapıtında “Felsefi anlamda göz lem gösterir, deney öğretir” diye rek iki yöntemi birbirinden ayırdı. Claude Bernard’a göre Bacon bile bu iki şeyi birbirine karıştırmıştır. Bacon şöyle der: “Gözlem ve de ney gereci toplamak, tümevarım ve tümdengelim bu gereci işlem ek içindir; işte zihnin tek sağlam ma kineleri.” Bazıları bu iki şeyi birbi rinden ayırırken gerçek anlamda ta nıma yükselememişlerdir. Örneğin Zimmermann şöyle demiştir: “Bir deney bir gözlemden şu anlamda ayrılır: gözlemin bize sağladığı bil gi kendi kendisini sunar gibidir, oysa bir deneyin bize sağladığı bilgi bir 241
GÖZLEM
242
şeyin olup olmadığını bilme tasarı sı içinde yapılan bir girişimin meyvasıdır.” Bu tanıma göre gözlemci olgular karşısında edilgin, deney ci etkin olacaktır. Bu düşünceyi Cuvier de paylaşır: “Gözlemci do ğayı dinler, deneyci doğayı sor guya çeker ve açılm aya zorlar.” Claude Bem ard gözlemin hem et kin hem edilgin olabileceğini söy ler: “Diyelim ki, çok defa olduğu gibi, bir ülkede birden herhangi bir salgın hastalık çıkıyor ve kendini hekimin gözlemine sunuyor. Bura da, hekimin zihninde önceden edi nilmiş bir fikrin etkisi olmadan raslantıyla yaptığı gözlem kendiliğin den yani edilgin gözlemdir. Ama eğer ilk olguları gözlemledikten sonra, bu hekimin aklına bu hasta lığın ortaya çıkışının hava duru muyla ya da özel sağlık koşullarıy la ilgili olabileceği fikri gelirse, o zaman hekim aynı hastalığın bulun duğu bir başka ülkeye, hastalığın orada da aynı koşullarda gelişip ge lişmediğini görmeye gider. Hasta lığın doğası ve nedeni üzerine ön ceden edinilmiş bir fikirle yapılmış olan bu ikinci gözlemin elbette ta sarlanmış ya da etkin gözlem ola rak adlandırılması gerekir.” Buna göre, Claude Bemard, doğa olgu larının belirlenmesinde zihnin ba zen etkin bazen edilgin olabileceği ni benimser, gözlemin “bazen edi nilmiş bir fikir olmaksızın ve raslantıyla bazen de önceden edinil miş bir fikirle” yaratıldığını söyler. Claude B em ard’a göre deneycinin her zaman etkin olduğunu söyle mek de kolay değildir. Buna göre
“etkin deneyleri ve edilgin deney leri birbirinden ayırmak zorunda yız”. Deneyciyi her zaman doğru dan doğruya elle müdahalede bu lunan kişi diye görmek doğru de ğildir. Böylece Claude Bemard de neysel gözlem’le bilimsel gözlem’i birbirinden ayırır: “Deneysel göz lemler hiçbir öncesel fikir sözkonusu olmadan ve yalnızca olguyu belirlemek amacıyla yapılmış göz lemlerdir. Ama deneysel gözlemle me olguları bir defa ortaya konul du mu, onlara bir anlam vermek, onların denek taşı demek olan var sayımlar ve gözlemlemeler yardı mıyla onlardan yasalar elde etmek gerekecektir. İşte bu ikinci tür gözlemlere bilimsel gözlemler adı nı vermek gerekir. Bunlar doğru lanması sözkonusu olan önce sel bir fikir adına zorunlu olarak gerçekleştirilm işlerdir.” Claude Bernard’a göre oluşturulan göz lem ’le başvurulan gözlem ’i birbi rinden ayırmak gerekir: “Gözlem ci ve deneyci olağan iki gözlem sözkonusuymuş gibi davranırlar. Bu, gerçekte, her iki durumda da olay saptamadan başka bir şey de ğildir. Tek ayrım vardır: deneyci nin belirlemek durumunda olduğu olgu kendisine doğal olarak veril miş olmadığından, o bunu görünür kılmak yani ortaya çıkarmak zorun dadır. Deney en sonunda denetim amacıyla ortaya konulmuş bir göz lemden başka bir şey değildir den mesi bu yüzdendir. Ama bir göz lem doğal olarak ya da raslantısal olarak daha önce gerçekleşmişse, o tam olarak yapılmış bir şey diye
GÜÇ alınacak, deney fikriyle doğrulama sağlaması için basitçe ona başvu rulacaktır. Özet olarak söylenilirse, bu durumda deney bir denetim amacıyla başvurulmuş bir gözlem den başka bir şey değildir.” Claude Bem ard’ın tanıtlamaları konuya çe şitli açılardan açıklık getirmiş olsa da “gözlem” ve “deney” kavram larını tam olarak belirginleştirmiş ol m ak tan uzaktır. (B k. DENEY, DOĞRULAMA, VARSAYIM) G Ü C Ü L LÜ K (fr. virtualité; aim. Virtualität', ing. virtualitÿ). Etkin olabilmek için yeterli iç koşullara sahip olmakla birlikte henüz etkin leşmemiş olan şeyin durumu. Ger çekleşmeye eğilimli oluş. Kendin de olasılık taşıyan. Gücül olan, edimli olanın karşıtıdır. Gücüllük durumu edimlilikten önceki durum dur. Böylece her gücüllük bir önceselliği düşündürür. Leibniz şöy le diyordu: “Tüm aritmetik ve tüm geometri bizde doğuştandır ve biz de gücül bir biçimde vardır.” (Bk. EDİLİM, EDİM) G ÜÇ (fr. pouvoir, aim. Vermögen, Fähigkeit', ing. power). Eylemde bulunma yetisi. Eylemde bulunma hakkı. Yetke ya da erk. Devletin en yüksek düzeyde eylemde bulunma hakkı. Eski devletlerde güç ya da erk bir yöneticinin ya da yöneticiler topluluğunun elinde toplanıyordu. Bununla birlikte yöneticiyi ya da yö neticileri denetleyen çeşitli güçler vardı. Yeniçağ’ın başlarında gelişen mutlakyönetim düzenleri tüm dev let gücünü tek bir kişinin, mutlak-
yöneticinin istemine verdi. Modem devlette erk yoktur erkler vardır ve bu erkler birbirlerinden kesin biçim de ayrılmışlardır. Çağdaş devlet düzeni bu güçler ayrılığının sağladı ğı dengede gerçekleşir. Locke için toplumsal yaşam düzeni bir sözleş me düzenidir. Birey edilgin bir var lık değildir, kendi yazgısını ve top lumun yazgısını tartışması gereken bir varlıktır, öyle olmalıdır. Locke’a göre bir devlette yasama, yürütme ve yargılama güçleri ya da erkleri onları Tann’dan aldığı yetkeyle bil diği gibi kullanacak birine verilme melidir. Bu erkler Tann’dan değil halktan gelen erklerdir. Devlet bu erkleri birbirinden ayırıp doğru dü rüst kullanamadığı zaman halk baş kaldırma hakkına sahip olacaktır. Bu toplumsal anlamının dışında güç bi reyin yapabilme yatkınlığıyla ilgili dir. J.M. Guyau gücün bu bireysel anlamını şöyle belirler: “Güç söz cüğünden öyleyse neyi anlamalı? O, bireyin içindeki bir etkinlik ilkesidir, dışandan gelen bir etkiye karşı ba sit bir tepki değildir.” / Diderot: “Toplum olarak bir araya gelmiş in sanların anlaşması gücün temelini oluşturur. Kendini güçle ortaya ko yan varlığını güçle sürdürür.” / H. de Balzac: “Güç bir eylemdir, seçim ilkesi de tartışmadır. Sürekli tartış mayla sürebilecek siyaset yoktur.” / Meilhac ve Halevy: “Bakın baylar, ne kadar acı çekiyor - Güçlü olmayı düşleyen in san lar.” / F ran ço is Mitterand: “Mutlakyönetimin neden leri cumhuriyetin tanımadığı neden lerdir.” (Bk. DEVLET, TOPLUM, YÖNETİMBİÇİMİ)
GÜDÜ
244
G Ü D Ü (fr. m otif, alm. Motiv, Beweggrund', ing. motive). Bilinç te istemli eylemlere yol açan her türlü neden ya da etken. Bilinçteki her türlü düşünsel etken. Bilinçteki duygusal belirleyiciler olan dürtülere karşıt olarak bilinçte istemli yöne limi oluşturan düşünsel etken. Bir kararı ya da bir tutumu belirleyen ussal etken. P. Janet şöyle der: “Her insan, eylemde bulunurken, bilincinde olduğu ya da olmadığı güdülere uymak durumundadır. Bu güdüler düşünsel düzeydeyseler yani fikir düzeyindeyseler özellikle güdü adını alırlar. Onlar duyarlılık düzeyinde oldukları zaman daha çok dürtü diye adlandırılırlar. Gü düler yönlendirir ya da yol göste rirler, dürtüler ele geçirir ya da sü rüklerler, ama nasıl yaparlarsa yap sınlar, insan onlar olmadan kendini ortaya koyamaz.” Dürtüde her za m an bir başeğiş, güdüde her za man bir istemli yöneliş sözkonusudur. Bununla birlikte duygularla düşünceleri birbirinden ayrı ele ala m adığım ız için dürtülerin hangi noktada güdülere karıştığını ya da güdülerin ne zaman dürtüleştiğini iyi bilemiyoruz. Duygu ve düşün ce ayrımı bizim yaptığımız bir so yutlamadan başka bir şey değildir. Bu yüzden pek haklı olarak daha XVII. yüzyılda La Rochefoucauld şöyle demişti: “En iyi eylemlerimiz den çok zaman utanç duyacaktık, insanlar bu eylemlerimizi yaratan güdüleri görebilseydi.” Buna göre güdüler bizim ussal davranışlarımı zın varoluş nedenleridirler. (Bk. DÜRTÜ)
GÜDÜMCÜLÜKya da GÜDÜM LÜ İK TİSA T (fr. dirigisme, éco nomie dirigée-, alm. Planw irtsc haft-, ing. econom y controlled). Devletin sermayeci düzene gerekli müdahaleleri yapmasmı öngören siyasal-iktisadi öğreti. Güdümcülü ğü toplumcu iktisat anlayışıyla ka rıştırmamak gerekir. Güdümcülük bir tür onarımcılıktır, mutlak anlam da özgürlükçülükle karşıtlaşsa da sermayecilikle karşıtlaşmaz. (Bk. DEVLETÇİLİK) G Ü ZEL (fr. beau-, alm. Schöne-, ing. beautiful). Sanatsal yetkinlik. Biçimsel ve özsel yapısıyla duygu ve düşünce dünyamızda haz yara tan. Yetkin ve uyumlu olan. Este tik haz ya da estetik heyecan uyan dıran. Hayranlık ve doyum duygu su oluşturan. En genel anlamda gü zel, duyu organları aracılığıyla al gılanan ve algılayanda olumlu bir değer yargısına ve bir estetik he yecana yol açandır. Güzelliğin var lığı, buna göre, doğrulanmayı de ğil algılanmayı bekler. Bu yüzden Fontenelle “İyi kanıt gerektirir, güzel kanıt istemez” der. Öyleyse, güzel her şeyden önce somut olan dır, varlığı duyu organları aracılı ğıyla algılanan bir yapı ya da yap ıt’tır. “Algının dışında güzel yok tur” der Jarocinski. Estetiği güze lin bilimi, güzeli de estetiğin konusu olarak anlamak doğru olur. Güzel sorununu en genel çerçevede ele aldığımızda elbette estetiğin dışına taşmış oluruz: güzel sorunu her in sanın sorunudur, her insan güzelle ilgilidir; ama her insanın estetiğe ko-
GÜZEL nu olan özel anlamda güzelle ilgili olduğunu söylemek güçtür. Her in san saçını tarar ya da salatayı süs ler ya da batan güneşi hazla gözler ama her insan resimle, müzikle, şi irle ilgilenmez. Güzelin yaratılma sında ve tüketilmesinde en etkili alış veriş, güzelin asıl kurucusu olan sa natçı, güzelin yargılayıcısı olan es tetikçi, güzelin tüketicisi olan izle yici arasında geçer. Güzel kavramı sanatı ve estetiği belirleyen bir kav ram olmakla her şeyden önce bu üçlünün yaşam koşullarına göre de ğişik anlamlar ve değerler kazanır. Tüm değerler gibi “güzel”in de ye re ve zamana göre büyük değişim ler geçirdiğini söylemek doğru olur. Nasıl estetik sıkı sıkıya sanat tari hinin ya da sanatların tarihinin ge lişimleri içinde dönüşüme uğruyorsa, estetiğin temeli olan güzel kav ramı da estetiğin dönüşümüyle bir likte yeni anlamlar alıyor. Güzel bir değer yargısıdır ve her değer yar gısı gibi kişiseldir ama gene de ye rin ve zamanın özelliklerini taşır. Lalo şöyle der: “Güzel, sanatta olsun doğada olsun, dışarıdan benimse tilmiş edilgin bir veri değildir, tüm öbür düzeylerde olduğu gibi bir ol gu değildir, bir değer yargısıdır, ki şisel bir onaylama edimidir.” Gü zel, bir bilinç etkinliği çerçevesin de, elbette o bilincin öznel ve nes nel koşullarına göre, bir yapıtı ger çekleştirirken ortaya konulmuş olan şeydir. B una göre güzelin hazır varlığından giderek sanata ulaşıyor değiliz, tersine sanatsal arayış için de güzeli bulup çıkarıyoruz. “Ya ratıcı için güzel, yapıtının sonucu
dur; izleyici için yapıt güzelin kay nağıdır” der Jarocinski. Güzelin en eski anlamıyla onun XIX. yüzyıl dan bu yana gelişen anlamını elbette birbirinden ayırmak gerekiyor. Pla ton’a göre güzel her şeyden önce düşünülür dünyada ya da aşkın dünyada v arolan b ir kendinde şey’di, buna göre bu dünyadaki bütün göreli güzelliklerin kaynağıy dı. Bu anlayış uzun yüzyıllar boyu varlığını korudu. Çağdaş filozoflar soruna daha değişik baktılar. Kant sanatta doğanın açınlandığını bildi rerek “Doğa dehadan giderek sa nata yasalarım verir” diyordu. Ona göre “Nesneleri güzel diye yargıla mak için beğeni gerekir, ancak sa natlar için de yani güzel nesnelerin üretilmesi için de deha gerekir.” Azçok Platon’cu bir kavrayış içinde Hegel “Güzel, İdea’nın görünümü ya da duyulur yansısı olarak belir lenir” derken güzele tanrısal bir an lam yükler. Ona göre de sanatsal açınlamayı sağlayacak olan güç de hanın gücüdür. Hegel’e göre do ğadaki güzel insanın yarattığı gü zel karşısında ya da sanatsal güzel karşısında ikincil bir önem taşır. Fi lozofa göre doğal güzellik sav olur, bizim im gelem im izden doğm uş olan düşsel güzellik ya da imgelemsel güzellik karşısav olur, bu ikisi bileşimde bir araya gelerek gerçek sanatsal güzeli oluşturur. Estetik fel sefeden ayrıldıkça güzelin anlamı da iyiden iyiye somutlaşmaya baş lamıştır. XIX. yüzyıldan bu yana güzel, aşkın bir gerçekliğin konu su değil, doğrudan doğruya sanat sal etkinliğin konusudur. Onun tüm
GÜZEL çözümlerini sanatçının yaratıcı ça basında kendini ortaya koyan dış laştırma biçimlerinde ve anlam kü melerinde anlamak gerekir. Bugün için güzel uzamsal ve zamansal bir gerçekliktir, uzamda ve zamanda ortaya konulmuş bir uzam-zaman bütünüdür.Bayer şöyle der: “Gü zel gerçekte sürekli bir arayıştır, o bizim için ancak bulunabilir bir şey olarak vardır.” Güzel’in yararı ko nusuna gelince, onun dolaysız ya rar ürettiği dönemler insanın ilk uy garlıkları ürettiği en eski zamanlar dı, hatta o zamanlardan çağımıza kadar uzanan değişik dönemlerdi. Eskinin sanatçısı zanaatçıydı ve gü zel’i bir yarar adına gerçekleştiri yordu. Güzel’in yararlılığı konusu nu en geniş çerçevede ilk olarak Aristoteles ele aldı: sanatsal güzel ahlaki bir arınm a sağlayabilirdi, sağlamalıydı. Renouvier, Aristote les’in arınma tanımıyla ilgili olarak şunları söyler: “Aristoteles’in or
246
taya koymuş olduğu tutkulardan arınma yasası bizim kendisine borç lu olduğumuz en derin buluşlardan biridir ve modemler için bir araş tırma konusu olmaya değer nite liktedir. Bu yasa en sonunda şu ge nel olguya dayanır: Aristoteles’in deyişiyle, düşünülmüş, kurulmuş, ‘öykünülmüş’ tutkunun, bizim de yişimizle yarargözetmez tutkunun tutkuları arındırıcı bir gücü vardır. Ben bu arındırma sözünden onun belirlediği yönde iki anlam çıkarı yorum: kötü olan tutkusal öğelerin arındırılması ve bir de tutkuların ya da uygulamalarının kötü yanlarının atılması.” Günümüzde sanatın ya rarlılığı ya da güzelin işlevselliği kavrayışı dolaylı bir çerçevede bir insan araştırması olmaya indirgen miştir. Bugün için doğrudan doğ ruya yararcı bir sanat daha çok öğ retici bir bilgiçlik anlamına gelecek tir. (Bk. ARINMA, ÇİRKİN, ES TETİK, SANAT)
H H A K Ö N ER M E (fr. revendicati on; alm. Forderung, Anspruch; ing. d a im ). Bir şeye sahip çıkmak. Çocukta hakönerme daha çok düş manlık duygusuyla belirir: çocuk çevreye düşm anlık duygularıyla yönelirken sürekli homurdanır, su rat asar, büyüklere tebelleş olur, ya lağına ya da donuna çiş yapar. Bü yükte hakönerme özellikle ruhsal ya da bedensel bir zayıflığı örtmek için vardır, çok zaman bir aşağılıkduygusunun gizlenmesini sağlar, am a her durum da bir çevreyle uyumsuzluk belirtisidir. Ahmaklar da, melankoliklerde, bunalımlılar da, manyaklarda, saralılarda, alko liklerde, bunaklarda hakönermenin çeşitli biçimleri görülür. Hakönerenin tutumu hemen her zaman ta kıntılı ya da inatçıdır, o her zaman konuyu sonuna kadar izlemeye eği limli olduğu gibi genellikle aceleci dir. Haköneren şu ya da bu biçim de engellendiğini sezdiğinde vaz geçmeye eğilimli olmak yerine tam bir atılganlığa bürünecektir. Hakönermede egemen düşünce bencil likle belirgin olduğu gibi özgecilik
le de belirgin olabilir, bazen aşırı bir kıskançlık duygusu öne çıkarken bazen siyasal bir atılganlık kendini gösterebilir. “Kavgacı, karşı koyu cu olan hakönermeci ne çelişkiye ne başarısızlığa katlanabilir. Kendi ni beğenmiş olan hakönermeci dik kat çekebilmek için her yolu dener ve her kişiye sorununu anlatabil mek için rezalet çıkarır” (Charles Bardenat). Bu çerçevede düşman lık duyguları kendini gösterir; söv gü, tehdit, şantaj düşmanlığın en basit belirtileridir. Haköneren kişi de genellikle iyi ve kötü ayrımı an lamını yitirmiş, ahlak kuralları itil miştir. H. Ey şöyle der: “Çılgınlık ların en çok bilineni hakönerme çıl gınlığıdır. Burada canlı, çetrefil, kuşkucu ve alıngan özellikli kişiler sözkonusudur. Onlar kinci ve inti kamcıdırlar; çok zaman tutkulu bir biçimde ‘ülkücü ’dürler; siyasette, dinde, toplumsal düzenlemede fa natiktirler.” H A LK SEV ER LİK (fr. populis me; alm. Populismus; ing. popü lizm). Halk değerlerini yücelten ba
247
HAYRANLIK kış açısı. Halkın düşünce ve sanat ürünlerine gereğinden çok önem veren bakış açısı. Sanatta, özellikle roman sanatında halk insanlarının yaşamını daha çok olumlu yönlerini öne çıkararak doğalcılığa uygun ya da yakın bir anlayışla ve ayrıntılı bir biçimde tanıtlama eğilimi. Sa natta burjuva duyarlılığına karşı çı karak halkın yaşamını anlatmaya yönelik tüm anlayışları halkseverlikle bağdaştırmak doğru olmaz. Halkseverlikte halk değerlerine ger çekle bağdaşmaz görüşler ortaya koymayı getirecek ölçülerde aşırı bir bağlılık sözkonusudur. Bunun la birlikte halkseverlik her şeyden önce bir gerçekçilik atılımıdır ve özellikle romanda halkı olduğu gibi anlatmayı amaçlar. Halk düzeyin deki tüm gerçekleri açık etmek eği limi olmakla halkseverlik doğalcı bir yönelimi kendiliğinden getirecektir. (Bk. DOĞALCILIK) HAY RA NLIK (lat. admiratio; fr. adm iration; alm. Bew underung; ing. admiration). Güzel ya da yü ce diye belirlenen bir nesne karşı sında duyduğumuz sevinç ya da haz duygusu. Hayranlık Descartes fel sefesinde merakla karışık şaşkınlı ğı ortaya koyar. Tutkular incelem esi’nde Descartes hayranlığı fel sefe için çok gerekli olan bir duy gu ya da tutku olarak gösterir: hay ranlık filozofu araştırmaya yönel ten itici güçtür. Şaşkınlıkla karışık merak böylece Descartes’da este tik düzeyde ve metafizik düzeyde filozofça atılımı sağlayan bir etken
du ru m u n d ad ır. D e sc a rte s bu konuda şöyle der: “Hayranlık ru hun ani bir şaşkınlığıdır, bu şaşkın lıkta ruh kendisine az bulunur ve olağanüstü görünen nesnelere on ları dikkatle gözlemlemek üzere yö nelir.” Schopenhauer hayranlığı coşkunun en ilkel biçim i sayar. Coşku bireyin kendinden çıkması dır. Hayranlık bir ara bizi sürekli uğraşlarımızdan ve tutkulu arzula rımızdan uzaklaştırır, tanrısal sevin ce ulaştırır. Hayranlık’ın bugünkü anlamı şaşkınlıktan çok haz içer mektedir. / M ontaigne: “Büyük hayranlığı gerektiren hiçbir şey ta nımıyorum.” / La Rochefoucauld: “Bize hayran olanları her zaman se veriz; hayran olduklarımızı her za man sevmeyiz.” / M ontesquieu: “Hayranlığın çöküşü bu yüzyılda k im b ilir ne ö lçü lerd e o ld u .” / Vauvenargues: “İnsan çok aydın lanmışsa büyük hayranlık duymaz, hiç aydınlanmamışsa gene duymaz. Hayranlık bilgilerimizin bittiği yeri gösterir ve genellike şeylerin yet kinliğinden çok ruhumuzun yeter sizliğini ortaya koyar.” / Çen-TuoSan: “Ayın suladığı kayısı çiçeğin den de güzelsin. Sen çiçeklersin, kokularsın, dünyanın yüceliğisin. Seni düşündüğümde tanrıları özle mez oluyorum.” / Goethe: “Bir gök kuşağı on beş dakika sürdü mü kim se o n a d ö n ü p b a k m a z .” / Chevalier de Méré: “Hayranlık ca hilliğin kardeşidir.” / J. Joubert: “Şa şılası olana insan bir kere şaşar, hayran olunası olansa giderek da ha da öyledir.” / J. Revard: “Dost
luğun bitip hayranlığın sürmesi bü yük bir soyluluk kanıtıdır.” / Honoré de Balzac: “Hayralık insan türü için her zaman bir zahmettir.” / M. Jouhandeau: “Hayran olunmayı hiç istemedim, hayranlığa değer olmayı hep istedim.” / A. Maurois: “Hay ranlık ve acıma karışımı en sağlam duygu reçetelerinden birisidir.” / S. de Beauvoir: “Bence, hayran olu nacak kimse olmasaydı yeryüzü oturulur olmayacaktı.” / Claudel: “Hayran olan hep haklıdır.” / R. Martin du Gard: “Hayran olmak sevmek değildir.” / A. Camus: “İn sanda hayran olunacak şeyler nef ret edilecek şeylerden çoktur.” / Mirabeau: “N e çok hayran olmalı ne çok nefret etmeliyiz.” / Buffon: “Her zaman daha çok gözlemledik çe ve daha az düşündükçe hayran olur insan.” / Sainte-Beauve: “Sa na hayran olanı söyle bana, kim ol duğunu söyleyeyim sana.” (Bk. COŞKU, ESTETİK, SANAT) HA Z (yun. hedone; fr. plaisir, alm. Vergnügen; ing. pleasure). Hoşluk duygusu. Bir gereksinimin ya da b ir isteğ in karşılanm ası so n u cu o rta y a çık an h o şlu k duygusu. Lalande “haz”ı şöyle ta nımlar: “Temel duygu tiplerinden biri.” Ve hemen şunu ekler: “Onun tanımlanıp tanımlanamayacağı so rusu tartışmalıdır.” Lalande’a göre onu sevinç’le ya da mutluluk’la ka rıştırmamak gerekir. Hazzı acı’nm karşıtı olarak düşünmek olasıdır. Hazzın tanımına en uygun olacak kavramın “hoş” kavramı olduğu
söylenebilir. Haz bedenden ruha, duygudan düşünceye uzanan bir genişlikte kendini gösterir. Bu yüzden her şeyden önce bedensel hazlardan ya da dünya hazlanndan sözetmek olasıdır. Bu tür hazlar in sanı aşırı davranışlara itişleriyle her şeyden önce ahlakın konuşudurlar. Her bedensel haz bir duygusallık etkeni olarak ruhsallığı koşullayabilir, duyum düzeyinde kendi ni ortaya koyan her haz duygusal lıkta açılımını bulabilir hatta düşünsellikte açıklığa kavuşabilir. İnsan ruhsallığını bir duygu-düşünce bü tünü olarak belirlediğimize, duygu sallığın dışında düşünsellik ve düşünselliğin dışında duygusallık ola mayacağını bildiğimize göre haz ol gusunun düşünsellikle karşılığım bu lm ası doğ ald ır. H er h az zın zorunlu olarak duygusal-düşünsel bir uzanımı olması düşünülemez. Buna karşılık bazı hazlar, kökleri doğrudan doğruya duyumsallıkta olsun olmasın, doğrudan doğruya düşünselliğin konuşudurlar ya da en sonunda düşünsellikte anlatım larını bulurlar. Dünya hazlarma ya da bedensel hazlara karşıt olarak üst düzeyde düşünsel hazları yüce hazlar diye belirleyebiliriz ve bu hazların başında da estetik hazzın gel diğini söyleyebiliriz. Her estetik de ney duyumsallıkta başlar ve duy gu düzeyinden geçerek düşünsel likte açıklığa kavuşur, bir başka de yişle estetik deneyin temel özelliği duyumsallık düzeyinde elde edilen verilerin kavram lara bağlanarak açıklanması koşuludur. Buna göre,
düşünsellikte karşılığı bulunmayan hiçbir estetik deney sözkonusu de ğildir. Buna göre hazzı bir doyum etkeni sayarsak, estetik deneyi bi linçli bir doyum olgusu olarak de ğerlendirebiliriz. Estetik hazlar ka dar ahlaki hazlardan da sözedebiliriz. Estetik hazda kökü duyumsallıkta bulunan ve buna göre biçim sellikte varlığına kavuşan bir veri nin kendisine en uygun kavramla ra götürülmesi sözkonusuyken ah laki hazda bir eylemin ya da ey lemle ilgili bir fikrin bir kurala bağlanması ya da kavramsal açık lığa kavuşturulması sözkonusudur. Her iki durumda da deneysel veri nin fikir düzeyinde kavramına bağ lanması doğrudan doğruya hazzı yaratıcı bir etki oluşturur ve bu haz tüm bilinç alanını kaplarken bede ne doğru yayılır, hatta bireyin gö rünümünde ve davranışlarında ken disiyle ilgili simgeler oluşturur. Bu yüksek çerçevede hazzın oluştur duğu doyum elbette her şeyden ön ce düşünsel bir doyumdur. Ama genel olarak hazda, düşünsellik be lirgin bir biçimde etkin olmadığın dan doyum duygusu en önde ge len duygudur, hatta denilebilir ki do yum hazzın kanıtıdır. Genel olarak hazda dinginlikle belirgin bir doy muşluk bütün bilinci kaplamış gi bidir. Geçici olarak da olsa hiçbir şey eksik değildir ve her şey den gededir. Guyeau şöyle der: “Haz ba zen etkinliğin özel ve yüzeysel bir biçimini karşılar (yemek hazzı, iç mek hazzı gibi), bazen de bu et kinliğin temeliyle ilgilidir (yaşama
hazzı, isteme hazzı, düşünme haz zı gibi): birinci durumda haz tü müyle duyumsaldır, öbüründe de rinden derine yaşamsaldır. (...) Ya rarcılar ve hazcılar birinci tür haz za daha çok ağırlık verdiler, oysa öbürünün üst düzeyde bir önemi vardır.” Her ne olursa olsun, her duygu gibi haz duygusu da geçici dir, zamanda ve uzamda hazzı sağ layan m erkezden u za k la ştık ç a denge bozulur ve haz duygusu yeri ni başka duygulara bırakır. André Cresson’un dediği gibi, “Hazzın te mel özelliği onun geçici bir durum olmasıdır. (...) Sürekli bir haz fikri çelişkili bir fikirdir.” Geniş çerçe veli alındığında haz duygusu kay nakları çok değişik bir duygu ola rak görünür ve doğruca şehvete ka dar uzanır. Ahlak alanı bu yüzden her zaman bir hazlar sınıflamasına yönelecek ve her zaman hazlar kar şısında ölçülülüğü savunacaktır. Hazlar ve istem arasındaki karşıt lık yaşamsal dengeyi sağlayan bir düzenleyici etken olarak görünür. Hazlarla istem arasındaki yıkışma, Vauvenargues’in “Hazlar bizi tüket tiğinde hazları tükettiğimizi sanırız” sözünde pek güzel açıklandığı gibi, insan yaşamını tümüyle kaplayan bir yıkışmadır. / Publilius Syrus: “Geç kalan haz hoş bir sıkıntıdır.” / Vauvenargues: “Ruhun en büyük yetkinliği hazlara yatkın olmasıdır.” / Barbey de’Aurevilly: “Haz çılgın ların mutluluğudur. Mutluluk bilge lerin hazzıdır.” / Monaigne: “Bana göre, aşkın verdiği haz bedensel ya şamla ilgili hazlann en güzelidir.” /
HAZCILIK F. Villon: “Bir haz için bin acı.” / Lasphrise: “Hazsızyaşam berbat bir ölümdür.” / Malebranche: “Tanrı sonsuz olarak her şeyin üstünde ol duğuna göre, ona sahip olacakla ra! hazzı elbette tüm hazları aşa caktır.” “Şeyleri oldukları gibi be lirlemek gerekir: Haz her zaman bir iyiliktir ve acı her zaman bir kötü lüktür, ne var ki haz duymak her zaman yararlı değildir, acı çekmek de bazen yararlıdır.” / M. Mancini: “Kısa süren ve ardından mutluluk gelen acılar hazların tadını yok et mez, tersine artırır.” / J. Racine: “Kendime kaçınılmaz bir haz yap tım - Onu her gün görmeyi, sev m eyi, onun hoşuna gitm eyi.” / Montesquieu: “Aşkın sefahattan üstün oluşu hazları çoğaltmasıdır.” /Voltaire: “Haz tüm ussal varlıkla rın konusu, ödevi ve amacıdır.” “Bilgeliğin söz verdiği şeyi hazlar sağlar.” (Bk. HAZCILIK) H A Z C IL IK (fr. hédonisme-, alm. Hedonismus; ing. hedonism). Hazlara ahlaki bir değer ulayan öğreti. Yaşamı hazların değerli kıldığını öne süren öğreti. Hazzı aramayı ve acı lardan kaçmayı yaşamın temel an lamı sayan öğreti. Yunancada hedone haz demektir. Hazcılık Eskiçağ’m düşüncelerinde oldukça yay gın bir anlayıştır. Sokrates’çi okul lar arasında yer alan Kyrene oku lunun kurucusu Aristippos hazcı lığın kurucusu sayılır. Aristippos uyumsuzluğun acıya uyumun haz za yol açtığını bildiriyor, sıkıntıya uğramadan mutluluğa ulaşmanın
yollarını araştırıyordu. Bilimi ve top lumsal yaşamı yadsıyan Aristippos’a göre mutluluğun erdemden, erdemin de bilgiden geldiği görüşü doğru değildir, mutluluğun tek kay nağı hazdır. Haz iyidir, iyi de hazdır. Erdemli olmak hazzın peşinde olmaktır. Her haz değerlidir, hazları birbirinden ayıramayız. Dolaysız hazlar yani duyumsal hazlar dolaylı hazlardanyani düşünsel hazlardan daha değerli olabilir. Aristippos’a göre haz deneyi özgürlük deneyi dir, insan ancak haz içinde özgür olabilir. Ussal çerçevede en çok hazza ulaşmak Kyrene’linin başlı ca amacıdır. Aristippos şöyle der: “Duyumlarımız tek bilgimizdir; du yumlarımızın nesnesi de başka in sanların duyumları gibi kaçar biz den. Mutluluk erdemden gelmez, erdem de bilimden gelmez. Sokrates’in görüşü doğru değildir. Mut luluk hazdadır, bu haz ne olursa ol sun, nereye götürürse götürsün. Ama her zaman hazzın efendisi ol mak gerekir: erdem hazzın aranışındadır, özgürlük hazların doyurulmasındadır.” Epikuros’çuluk da bir çeşit hazcılıktır. Bununla birlikte bazı felsefe tarihçileri Aristippos’un ve izleyicilerinin görüşleriyle Epik u ro s ’un g ö rü şleri arasın d ak i küçük ayrılıklardan giderek Epikuros’çuluğu hazcılıktan ayrı tutmak gerektiğini düşünürler. Nedir ara daki ayrılık? E. Brehier şöyle der: “Epikuros, hazzı amaç diye alarak insanı mutluluğun efendisi kılmayı düşündü. Varolan tek hazzın beden hazzı olması yetecekti, ruh hazzı
HEPEVRENCİLİK bütün hazların bir anısından ya da öngörüsünden başka bir şey değil di. İnsan anısına ve düşüncesine egemen olacak güçte olduğunda, hazları biriktirmek de olasıdır. Bu rada Kyrene’li için geçersiz olan bir kurgu vardır: her şeyden önce ru hun bedeninkiyle bir tutulamaya cak hazları ve acıları vardır, yurdu kurtarma hazzı gibi; ayrıca, zaman bedensel bir hazzın anısını çabucak siliverir. Gerçekte, bedensel hazlar her zaman ruhun hazlarını aşarlar, bunun gibi bedensel acılar da ruh sal acılardan daha sıkıcıdır. Bu ko şullarda Kyrene okulu kiniklerin bil ge kişiye sözverdiği tam anlamın da acılardan arınık, tümüyle erdem li, dirençli yaşama ulaşmayı öner mez. Gerçekte bilge kişi acılara tu tunabildiği gibi kötü kişi de bazen hazzı yaşayacaktır. Bilge kişi de tut kulardan arınık olmayacaktır.” Epikuros’çulukda amaç en yüce iyiye ulaşmaktır, en yüce iyi de hazdır. “Her iyinin ilkesi ve kökeni karın hazzıdır” der Epikuros. Böylece, duyumsal hazlan ahlak anlayışının temeline yerleştirir. Filozofa göre hazlan ikiye ayırmak gerekir: din g in lik içinde hazlar ve devinim içinde hazlar. Mutluluğu sağlayan hazlar dinginlik içinde gerçekleşti rilen hazlardır. Devinim içinde elde edilen hazlar acı veren hazlardır. F.J. Thonnard şöyle der: “Beden hazlarının yanında, o, ruh hazlarını da varsayar, bu ruh hazları bir başka türden hazlar değildir; çünkü, o, hazlann özgür bütünlüğünü benim semektedir. Bu hazlar yalnızca ve
basitçe zamanın akıp geçişiyle anı ların ve öngörülerin sağladığı hazlardır. Bilge kişinin ruhu şimdiki bir acıyı her zaman etkisiz kılabilir, den geyi ve mutluluğu sağlayabilir: bu nu ya yaşamın kimseden esirgeme diği geçmiş bazı hazları belleğinde yeniden canlandırarak yapar ya da gelecek bir hazzı arzuyla ve umut la yaşayarak yapar.” Epikuros’a göre dayanılmaz acılar kısa sürer, dayanılır acılar uzun sürer. Kendi si, çektiği böbrek ağrılarını dostla rını anımsayarak yenmiştir. F.-J. Thonnard Epikros’un ahlak öğre tisini şöyle özetler: “Bilge kişinin mutluluğu dengeli ve ölçülü yaşam dadır, hemen hemen tümüyle ru hun özgür seçişleriyle elde edilmiş yüce hazzın kaynağı olan yaşam dadır.” Hazcı için temel sorun hazza egem en olm ak sorunudur. (Bk. HAZ) H E P E V R E N C İL İK (fr. pancos misme:; alm. Pankosmismus; ing. pancosmism). Dünyayı tek varlık sayan, dünyanın dışında hiçbir şe yin varolmadığını ileri süren öğre ti. Tüm doğaüstünü yadsıyan öğ reti. Maddeci heptanncılık. Hepevrenciliğin kökenleri E sk içağ ’m m ad d eci h e p ta n rıc ıla rı o lan Stoa’cılardır. Stoa filozoflan Tanrı’yı evrende içkin kılarak maddedışı her şeyi yadsıyorlar, dünyanın dışında herhangi bir üst dünya dü şünmüyorlardı. Spinoza’nın heptanrıcılığını da oir tür hepevrencilik olarak belirleyebiliriz. (Bk. HEPTANRICILIK)
HEPTANRICILIK HEPRUHSALLIK (fr. panpsy chism e; alm. Panpsychismus-, ing. panpsychism). Tüm maddeyi canlı sayan (canlımaddecilik), ayrıca on da insan ruhuna benzer bir ruhsal lık öngören öğreti. (Bk. CANLIMADDECİLIK) HEPTANRICILIK (fr. pan-théisme; alm. Pantheismus\ ing. pantheism). Tanrı’yı etkin yaratıcı güç olarak belirlemekle birlikte Tanrı’yla dünyayı özdeşleştiren öğreti. Heptanncı anlayışta tek gerçek varlık Tanrı’dır, dünya onun bir yansısı dır ya da türevidir. Buna göre dün ya Tanrı’dan ayrı bir töz değildir. Heptanrıcı görüş bazen Tanrı’yı azçok aşkın sayar ya da en azın dan ona ayrı bir varlık ular, bazen de Tanrı’yı tümüyle onun yaratmış olduğu dünyada içkinleştirir. Tann ’yı dünyayla bir sayanlar özellik le doğalcı ya da maddeci heptanrıcıiardır. Buna göre heptanncıları türiimcü, ülkücü, doğalcı gibi bölüm lere ayırabiliriz. Stoa filozofları ta rihin ilk gerçek heptanncıları oldu lar. Stoa’cıya göre her şeyin us sallıkla düzenlenmiş olduğu evren fizik dünyadan başka bir şey de ğildir. H er şeyin ussal düzende akıp geçtiği bu dünyada raslantıya ya da geJişigüzelliğe yer yoktur. Bu dünya tek dünyadır, ondan daha yetkin ya da ona benzer bir ikinci dünya yoktur. Her şeyin cisimsel olduğu bu tek dünyada us logos da cisim seldir. Eski yunan dü şüncesindeki sonsuz dönüşlülük fikri Stoa’cılarda da geçerlidir. Ateş
le özdeşleştirilen Tanrı sonunda her şeyi başladığı noktaya getirir. Tann ’nın hem düşünce hem madde ol duğu ve evrende içkin bulunduğu Stoa’cı anlayış doğalcı bir heptanrıcılıktır. Türüm cü heptanrıcılık Plotinos’la gelişmiştir. Plotinos’a göre evren Tanrı’dan türemiştir ve Tanrı’dadır. Plotinos felsefesinde “Bir” ışığın saçılmasını andıran bir türüm olayıyla kendi dışındaki her şeyi yaratmıştır. Tanrı ilk hypostasis’dir, ilk töz ya da ilk dayanaktır. Tanrı katında özne-nesne ayrılığı sözkonusu değildir. İkinci hypos tasis olan logos bu birinciden türe miştir. Bu ikinci katta hem yaratı lan şeylerin örnekleri olan idea’lar hem de onları düşünen ilke Nous yer alır. Bu düşünsellikten üçüncü hypostasis olan ruh türemiştir. Ru hun altında cisim, onun altında mad de vardır. Bireysel ruh aşağıdan yu karıya doğru bir devinimle Tan r ı’ya, o sonsuz ışık kaynağına yö nelir. Plotinos şöyle der: “Bir göz güneşe benzer duruma gelmeden güneşi göremeyecektir, bir ruh da iyi olmadan iyiyi göremeyecektir. Her varlık Tanrı’yı ve iyi’yi gör mek istiyorsa önce tanrısal ve iyi olmalıdır.” Spinoza’nın heptanrıcılığı da hemen hemen mutlaktır, on da tek töz olan Tanrı evrenin içkin nedenidir, buna göre Spinoza’nın kendinde tüm varlığı ya da varolan şeylerin tümünü kapsayan sonsuz olarak sonsuz töz olan Tanrı’sı hiç bir alışkanlık belirtisi göstermez. Spinoza şöyle der: “Kendinin ne deni olandan, tözü varoluşu sara-
HEPTANRICILIK
254
nı, bir başka deyişle doğası varo lan olarak anlaşılanı anlıyorum. Tözden kendinde olanı ve kendiyle anlaşılanı yani kavramı varolabil mek için bir başka şeyin kavramı na gereksinim göstermeyeni anlı yorum. (...) Tanrı’dan mutlak ola rak sonsuz bir varlığı, her biri son suz ve ölümsüz bir özü açıklayan bir nitelikler sonsuzluğuna sahip olan bir özü anlıyorum.” Spinoza’nın heptanrıcılığı şu cümlede özetlenir: “Tüm doğa özü sonsuz olan tek bir tözdür: tüm şeyler, do ğadan ötürü, Tanrı olan tek bir şey de bir araya gelmişlerdir.” Spinoza’nm heptanrıcılığı tanrıtanımaz lığı düşündüren tam anlam ında maddeci bir heptanncılıktır. Alman ülkücülerinin bakış açıları da heptanrıcılığa oldukça uyarlıdır. Fichte’nin “öznel ülkücülük” diye ad landırılan ülkücülüğünde heptanrıcılığı düşündüren öğeler vardır, her şeyden önce Fichte’de Hegel’de ol duğu gibi, evrenle ilkesi arasında zorunlu bir ilişki sözkonusudur. Fichte şöyle der: “Her gerçek is tem zorunlu olarak bir edimi ön görür, ancak her edim nesneler üzerinde bir edimdir. Buna göre, nesneler dünyasında ben yalnızca doğal güçle eylemde bulunmakta yım ve bu güç bana ancak doğal eğilimle verilmiştir; o bende doğal eğilimden başka bir şey değildir.” Hegel tam anlamında bir özne-nesne bütünlüğü içinde bir heptanrıcı anlayış geliştirir. Hegel’e göre Tanrı başlangıçta bir hiçliktir, onun ken di bilincine ulaşması için dışlaşma
sı gerekir yani kendi dışına çıkma sı gerekir. Tam anlamında bilinçsiz olan, arı olasılıktan başkası olma yan Tanrı ancak açınlanarak bir an lam kazanacaktır. Bu kendinde var lık, bu Tanrı, bu oluşumun evren sel ilkesi sav durumundayken karşısav durumuna geçerek bilinçten yoksun olan kendi içini yani Doğa’yı vareder, sonra bileşim evre sinde kendinde ve kendi için olan R uh’u oluşturur. Alman ülkücülü ğünde Schelling’in heptanrıcılığı da ha aydınlık ve daha belirgindir ve bazı yanlarıyla Plotinos’u bazı yan larıyla da Spinoza’yı düşündürür. Schelling’de tüm varlık mutlak’dan maddenin en alt katlarına kadar uza nan bir bütün oluşturur. Schelling şöyle der: “Varolan şeylerin en ka ranlığı maddedir. Bazılarına göre madde karanlığın kendisi olmalıdır. Bununla birlikte doğanın tüm olu şumları ve tüm canlı olguları bu ka ranlık ve bilinmez kaynaktan çıkar.” Schelling’e göre felsefe M utlak’ın bilimidir. Schelling bize varlığı ol dukça soyut bir diyalektik ilişki için de kavratmaya yönelir: “Böylece doğa gerçek ve nesnel görünümü altında ağırlık ve bütünlüktür, ül küsel görünümü altında ışıktır, öz deşlik olarak da ışığın girdiği ağır lıktır ya da organizmadır. Öte yan dan ruh kendi gerçek görünümün de bilgidir, ülküsel ve öznel görü nümünde eylemdir, her ikisinin öz deşliğinde de sanattır.” (Bk. HEPEVRENCİLİK, TANRI, TEKTANRICILIK)
HEYECAN H E PT A N R ID A C ILIK (fr. panaithéism e; aim. Panentheismus; mg. panentheism). Her şeyin Tann ’da olduğunu öne süren öğreti. H e p ta n rıd a c ılık S c h e llin g ’in ö ğ ren cisi alm an filo zo fu Kari Christian Friedrich Krause’nin Schelling heptanrıcılığm a çokça yaklaşan öğretisine kendi verdiği ad.Karl Krause’nin heptanndacılığı Schelling’in heptanrıcılığı kadar Hegel felsefesinden etkilenmiştir. Karl Krause çıkış noktası olarak Ben’i alır, onun nesnel ve öznel içe riğini ayrıştırarak şu sonuca varır: gerçeklik üç öğeden, ruhtan, do ğadan ve insanlıktan oluşur, ancak her üç öğenin temelinde yüce var lık olan Tanrı vardır. Krause şöyle der: “Dünya, Tanrı’yla ve Tann ’dadır. Tanrı’nm yanında değildir, andadır, onun bağımlılığı altındadır.” Krause’nin heptanndacılığı bir heptanncılıktır. Bu heptanncılıkta in sanlık en yaygın anlamını kazan mıştır: insanlık bu dünyayla da yeryüzüyle de sınırlı değildir; insanlık Tanrı ’dadır, dolayısıyla ölümsüzdür ve tüm evrene yayılmıştır. (Bk. HEPTANRICILIK) H E R Y E R D E L İK (fr. ubiquité, omniprésence', aim. Allgegenwart; ing. ubiquity, omnipresence). Tektanrıcı din anlayışında Tanrı’nin sonsuzluğunu belirleyen üç nitelik ten Tanrı’yı her yerde varsayanı. (Bk. TAMBİLİRLİK, TAMGÜÇLÜLÜK) H ETER O JEN . Bk. ÇOKYAPILI.
H ETER O N O M İ. Bk. DIŞERKLİK. HEYECAN (fr. émotion-, alm. Af fekt, Gemütsbewegung-, ing. émo tion). Bireyin beklenmedik bir et kiye gösterdiği yoğun ve ani duy gusal tepki. Bilincin bir etkiye hoş ya da sıkıcı duygusallık çerçeve sinde gösterdiği ani tepki. Korku, sevinç, taşkınlık, öfke gibi duygu larla ortaya çıkan bilinç karışıklığı. Fiziksel ve ruhsal gerilimle belirgin yoğun duygusallık. Heyecan, süresi pek belli olmamakla birlikte, pek uzun sürmeyen bir bilinç karışıklı ğıdır. Heyecanla bilincin dengesi bozulur ve bilinç kendi dışında bir şey tarafından ele geçirilmiş gibi olur. Heyecan yalnız içte olup ge çen bir olgu değildir, dıştan da ra hatça gözlemlenebilir: ağzın kuru ması, dudakların titremesi, yüzün sararması ya da kızarması, derinin iğnelenmesi heyecanın tanıkları dırlar. Heyecan anı gerçeklikle bağ lantının koptuğu ya da gerçeklikle süregiden uyumun yittiği andır, o anda bilinç tümüyle dıştan gelme bir etkinin yarattığı bir duyguyla ele geçmiş durumdadır: dikkat dağıl mış, kavramsal düzen geriye çe kilmiştir. Bu dengesizlik sırasında ruhsallık ya tam anlamında şaşkın ve edilgindir ya da etkin bir tutum almaya hazırdır. Bazıları heyecanı basit olarak haz ve acı düzeyine in dirirler. Paul Janet şöyle der: “Duy gusal açıdan yani haz ve acı olarak ele alınan duyumlan heyecanlar di ye adlandıracağız, duyum adını su
HİÇÇİLİK numla ilgili olgulara veriyoruz.” Bu zayıf anlamında heyecan yoğunlu ğu büyük olmayan iyi ya da kötü duygulanımlarla ilgilidir. Ama basit duygulanımları heyecan diye adlan dırmak her zaman uygun olmaya caktır. Çünkü heyecanda köklü bir bilinç karışıklığı yaşanmaktadır, he yecana uğrayan bilinç kararlı du rumundan çıkmakta, bu arada el bet belli bir dönüşüme uğramakta ve yeni bir kararlı duruma geçebil mek için yoğun bir çaba harcamak tadır. Heyecanlar bizim için ne ka dar olağan sayılsa da heyecan bi lincin olağanüstü durumudur, bu nalım durumudur. Heyecanla ge len duygu patlamasında birey dün yayla sağlıklı ilişkisinin sarsıldığını duyacak kadar özel bir durum içi ne girer. Bu durumda heyecan tüm öbür duyguları ya da kendisiyle il gili olmayan tüm duyguları ortadan kaldırmış gibidir. Heyecan istemi et kisiz kılarken yargıgücünü bulan dırır, gerektiğinde özel devinimleri sağlayan keskin ve verimsiz dik kat geliştirir (ayıdan kaçanın kaçış taki bilinçsiz ama çok belirgin dik kati gibi). Bu arada heyecansal tep kilerin kişilere göre değiştiğini de unutmamak gerekir. Heyecanlılık bazı kişilerde temel kişilik özellik leri arasında belirir. Yoğun heye canlan yaşamaya eğilimli kişiler dış etkenlerden çok çabuk etkilenen ki şi lerdir. (Bk. ACI, BİLİNÇ, DUY GU, DUYGULULUK, HAZ, İS TEM, TUTKU) 256
HİÇÇİLİK (fr. nihilisme\ alm. Nihilismus; ing. nihilism). Gerçek likle ilgili hiçbir şeyi bilemeyeceği mizi ileri süren öğreti. Tüm ahlak kurallarını ve değer ölçülerini yok sayan öğreti. XIX. yüzyılda orta ya çıkan ve kişinin toplum karşı sında tam anlamında bağımsız ol masını savunan, böylece kargaşacılığa yaklaşan öğreti. Hiççiliğin bir yanı mutlak bilinemezciliğe, bir yanı kargaşıcılığa açılır. Sofistlerden A bdera’Iı Protagoras genelgeçer doğruların varlığını yadsıyordu: “Tüm bilgilerimiz duyumlardan ge lir ve duyum bireylere göre deği şir, buna göre insan her şeyin öl çüsüdür.” Protagoras’a göre “doğ ru her kişiye görünen şeydir.” So fist Leontinoi’li Gorgias da genel geçer bilginin olmadığını söylüyor du. Ona göre varlık var olsa da bi linemezdi, bilinse de başkasına bildirilem ezdi. Aynı tutum E lis’li Pynhon’un kuşkuculuğunda ken dini gösterir. Elis’li Pyrrhon “Bili necek hiçbir doğru yoktur” diyor, buna göre yargının nesnel değerini yadsıyor, insanın tüm yargıları as kıya alması (epoke) gerektiğini bil diriyor, kişiye düşen kendini din gin bir edilginliğe (ataraksiya) bı rakmaktır diye düşünüyordu. Sokrates’çi okulların filozofları da bili mi yadsıyışlarıyla birer hiççiydiler. Ahlak kurallannı dışlayan bir öğre ti olarak hiççilik Yeniçağ’ın bir ürü nüdür. Nietzsche şöyle der: “Hiç çilik: amaç yokluğu, niçin sorusu na yanıt yokluğu. Hiççilik en bü yük gücüne, şiddete dayalı yıkım
HİÇÇİLİK gücü olarak, etkin hiççilikte varır. Onun karşıtı artık hiçbir şeye sal dırmayan yorgun hiççilik olacak tır” Hiççilik en yoğun ya da belirgin anlatımını çağımızın iki büyük dü şünüründe N ietzsch e’de ve Gide’de bulur. Nietzsche Also sprach Zarathoustra' da (Böyle buyurdu Zerdüşt) tüm geçerli ahlak değer lerini yokedecek olan Üstinsan’ın gelişini bildirir: “İnsan hayvanla Üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, bir uçurumun üstündeki bir ip. On da yürümek tehlikelidir, yolda kal mak tehlikelidir, geriye bakmak teh likelidir, titremek ve durmak tehli kelidir. İnsanda büyük olan şey onun bir erek oluşu değil bir köp rü oluşudur.” Yeni insanın ahlakı, Nietzsche’ye göre, Tanrı’nın ölü m ü ü zerin e insan değ erlerinin yeryüzünde egemen olmasını sağ layacaktır. “Tanrı her şeyi görüyor du, insanı bile. Bu Tanrı ölmeliydi. İnsan böyle bir tanığın yaşamasına dayanamaz.” Nietzsche insanın te mel niteliğini yaratıcılık olarak be lirler, yaratıcılığı da onun istemi sağ layacaktır. Gerçek ahlak istemle or taya konulmuş bir tehlikeler ahla kıdır. “Zerdüşt uzun yolculuklar yapanların ve tehlikesiz yaşayama yanların dostudur.” Böylece yaşam sürekli aşılacaktır. N ietzsche’nin bu hiççi bakış açısı, daha sonra ah laksıza bir anlayış içinde André Gide’de ortaya çıkar. Gide Les nouritues terrestres'de (Dünya nimet leri) Nietzsche’nin yapmış olduğu gibi hıristiyan ahlakına karşı özgür lük ahlakını savunur: “Beni oku
duktan sonra at bu kitabı - Ve çık. Kitabım sana çıkmak arzusu ver sin isterdim, nereden olursa olsun çıkmak, kentinden, ailenden, odan dan, düşüncenden. Kitabımı yanın da taşıma.” Gide’e göre insan hiç bir değişmez kural tanımadan, hiç bir sarsılmaz değere bağlanmadan, gönlünün yolundan giderek yaşa malıdır: o ancak böyle yaparsa en yüce hazza ulaşabilir. “Önem ba kışında olsun, baktığın şeyde de ğil.” Bu bakış, bireyselliği tüm de ğerlerin üstüne çıkarır: önemli olan kendi olabilmektir. “Her ruh ken dini başkalarından ayıran yanıyla il gilendiriyordu beni.” Yapılması ge reken nedir? Her şeyden önce dün yaya aşkla yönelmektir. (“Hayır, sevgi değil Nathanagl, aşk.”) Ve ah laki değer yargılarına önem verme mektir. (“Eylem iyi mi kötü mü diye yargılamadan davranmak. İyi mi kötü mü diye kaygılanmadan sevmek.”) Bu tam anlamında bir ahlaksızcılıktır ya da özgürlük ah lakıdır: “Yaşamıyla ilgilenmeyi her kesin kendine bırak.” Bizi biz ya pan eylemlerimizdir: “Işığı fosfora nasıl bağlanıyorsa eylemlerimiz de bize öyle bağlanıyor. Onlar bizi bi tiriyorlar., doğru: ama onlar bizim yüceliğimizi de oluşturuyorlar.” Böylece tam anlamında yeniye yö nelen, sürekli kendisini aşan bir in san imgesi çizilir: “Her gün yeni ol sun gördüğün - Bilge kişi her şeye şaşan kişidir.” XIX. yüzyıl Rus ya’sında hiççilik, özellikle İvan Turgenyev’in Babalar ve oğullar ro manında yetkin anlatımını bulan bir
HİÇLİK siyasal tutum özelliği kazanır. Si yasal sıkıntılarla gelen umutsuzluk, toplumsal dağınıklığın yarattığı kır gınlık aydınları varolan yaşam ko şullarını tartışmaya ve bu koşulla ra karşı bir tutum almaya iter. Bu yeni devinimde bilimsel bilgiden başka bir şeye güvenmeyen Auguste Com te’un büyük etkisi var dır. Dobrolyubov ve Pissarev gibi yazarlar göreneklere ya da toplum sal önyargılara savaş açarlar. Amaç ları kırık dökük bir toplumdan çağ daş bir toplum yaratmaktadır. On lar insanla ilgili her şeyi değil, yal nızca varolan toplumsal değerleri hiçlerler. Çemişevski bu yeni ara yışın siyasal itici gücü ya da düşü nürü olur, R usya’daki toplumsal yaşamı eleştirirken sermayeci dü zene de eleştiriler getirir. O durum da hiççilerle kargaşacılar Rusya’da büyük bir kitle oluşturmaktadır. Amaç çarlık rejim ini yıkmaktır. Turgenyev Babalar ve oğullar'dz bu çerçevede yeni kurallarla eski kuralların kavgasını yansıttı. Roma nın baş kişisi Bazarov bir hiççidir ya da düzeni kıyasıya eleştiren bir olumcudur, tüm eski değerlere ve eski kurallara savaş açmıştır, bu tu tumu içinde giderek katılaşır, en te mel insani eğilimlere ve isteklere bile karşı çıkar ve sonunda kendiyle çe lişir: aşka karşıdır ve aşık olur. Böylece Rusya’da hiççilik, kargaşacılıkla birlikte, toplumcu dünya gö rüşünün ilk savlarını oluşturmuş tur. (Bk. AHLAK, AHLAKSIZCILIK, GERÇEKLİK, KARGAŞA, KUŞKUCULUK)
HİÇLİK (fr. neant; alm. Nichts, Nichtseindes', ing. rıon-being). Va rolmayan. Varlığı söz konusu ol mayan. Gerçeklikte karşılığı olma y an. D e sc a rte s ve P ascal hıristiyancı bakış açısı çerçevesinde insanı tanıtlamak için, onu tanrısal lıkla hiçlik arasında bir varlık ola rak belirlediler. Descartes şöyle di yordu: “Deneyin bana gösterdiği üzere, ben varlıkla varolmayan ara sında bir orta y er’im, yani yüce varlıkla varolmayan arasına öyle sine yerleştirilmişim ki, gerçekte bendeki hiçbir şey, ben bu yüce varlığın ürünü olduğuma göre, be ni yanılgıya itemez, ama öte yan dan kendimi şu ya da bu biçimde hiçliğe ya da ben olmayana katılan bir varlık olarak ele aldığımda yani yüce varlık olmayan bir varlık ola rak ele aldığımda bir eksiklikler sonsuzluğu içinde bulunuyorum.” Pascal da şöyle der: “Öyleyse ne dir doğada insan? Sonsuzluk kar şısında bir hiçlik, hiçlik karşısında bir bütünlük, hiçle bütün arasında bir orta yer.” Henri Bergson mut lak hiçlik’i karşılığı olmayan bir fi kir olarak gösterdi: “Mutlak hiçlik fikri, her şeyin ortadan silinmesi olarak anlaşıldığında, kendi kendi ni yok eden bir fikirdir, bir boşfıkirdir, karşılıksız bir sözdür.” Va roluşçular hiçlik kavramına özel bir yer verdiler. Heidegger’e göre hiç lik, ölüm duygusunun verdiği bu naltıda kendini göstermekteydi. O, Heidegger’e göre doğrudan doğ ruya varolanı sınırlayan şeydi: “Hiç lik varolan karşısında belirsiz bir
H İSTER İ karşıt değildir, bu varolanın varlı ğının bileşeni olarak kendini göste rir.” Heidegger’e göre “Hiçlik va rolanın bütünlüğünün kökel olumsuzlanmasıdır” . Sartre L ‘être et le néant'1da (Varlık ve hiçlik) hiçlik de neyini özgürlük deneyiyle bir tut tu. Ona göre hiçlik deneyi olumsuzlama deneyiydi. Sartre’da hiç lik varoluşun tek dayanağı, tek çı kış noktasıdır. Sartre’a göre insan varlıkda bir kopma, bir ayrılma, bir bozulma noktası ortaya koyar. Ek siklik denilen şey dünyada insanla ortaya çıkmıştır. Durmadan arzuluyan olmasının da gösterdiği gibi, insan bir eksiklik ya da yoksunluk tur. Bu yüzden eksikliğe doğru sü rekli bir atılım içindedir. Varlık ve bilinç yani kendinde ve kendi için aynı şey olduğu gün tam dolgun luk gerçekleşecek ve eksiklik bite cektir. Bu da insanın tanrı olması demektir. Sartre’a göre hiçlik de neyi bir özgürlük deneyidir. İnsan arzu içinde özgürlüğünü gerçekleş tirir. Maddeci ya da olumcu düşün ce, bu arada M arx’çi bakış açısı hiçlikle ilgili dinsel açıklamalarla da varoluşçu görüşlerle de tersleşir. “Hiçlik bir mitostur, tarihin ölüme mahkum ettiği sermayeci toplumun m itosudur” der Lukacs. Filozof hiçlik felsefesine kökten karşı çı kar: “Bu felsefeye temel olan de neyimi özetlemek pek de zor değil: insan hiç’in, Hiçlik’in karşısında bu lunmaktadır; insanla dünya ara sındaki temel ilişki hiçbir şeyle karşı karşıya oluş anlamına gelmekte dir.” (Bk. VAROLUŞÇULUK)
H İL EM O R FİZM . Bk. ÎKÎİLKECİLİK. H ÎL E Z O İZ M Bk. CANLIMADDECİLİK. H İP E R E S T E Z İ. Bk. AŞIRIDUYARLILIK. HİPERMNEZİ. Bk. AŞIRIANIMSAMA. HİPNOZ. Bk. YAPAYUYKU. H İS T E R İ (fr. hystérie', alm. Hys térie, ing. hysteria). A şın duyarlı lıkla ve tepkisellikle belirgin ruh hastalığı. Histeri, organik görü nümlü işlevsel gösterilere yol açan bir hastalıktır: inmeler, duyum bo zuklukları, uyku durumları, güç yi timi bu hastalıkta sık görülür. Ge çici biçimleri de sürekli biçimleri de olan bu hastalık en eski zamanlar dan beri bilinmektedir. “Histeri” yunancada “dölyatağı” demek olan hustera'âan gelir, uzun süre histe rinin bu organdan kaynaklandığına inanılmıştır, bu yüzden de o yal nızca bir kadın hastalığı olarak dü şünülmüştür. Ortaçağ’da insanlar histeriyi şeytani etkilere bağlamış lardı. XIX. yüzyılda histeri cinsel taşkınlık anlam ında alınm ıştır. Charcot’nun ve Freud’un çalışma ları bu hastalığın yalnızca kadınlar da değil erkeklerde de görülebildi ğini ortaya koymuştur. 1901’den sonra Babinski hastalığı tüm özel likleriyle tanıtlamıştır. Bu arada has talığın hiçbir organik temele dayan-
HOMOJEN madiğim, histeri bunalımlarında gö rülen kasılmaların, söz ve görme yitimlerinin, daha başka tepkilerin hiçbir organik temeli bulunmadığı nı, hastalığın büyük ölçüde çevre ve eğitim etkenleriyle ortaya çıktı ğını göstermiştir. Babinski’ye göre histeriyle ortaya çıkan tüm uyum suzluklar dönüşlü uyumsuzluklar dır ve telkin yoluyla başlatılabildikleri gibi inandırma yoluyla da giderilebilmektedirler. Bu yüzden Babinski “hystérie”nm yerine “pit hiatisme’^ önermiştir (yun. peithein “inandırmak”, iatos “iyileşebilir” demektir). Histeri bunalımları her zaman topluluk karşısında gerçek leşmektedir. Buna göre bunalımın her zaman danışıklı bir yanı var gi bidir. Maurice Merleau-Ponty şöy le der: “Histeride ve bastırmada bir şeyleri bilerek unutmaktayızdır.” Düzensiz ve gürültülü taşkınlıklar, gerilmeler, sıçramalar, çılgınca dav ranışlar çok zaman çığlıklarla, gül melerle, ağlamalarla, yakınmalarla, dövünmelerle güçlendirilir. Hasta b ir yandan çırpınır bir yandan söylenir ya da sövüp sayar. Çev renin olumsuz tutumu bu davra nışların çoğalmasına yol açar. İn meler ve kasılmalar çok görülür, ya lancı körlükler ya da yalancı sa ğırlıklar ortaya çıkar. Çocuksu dav ranışlar, aptallık, devinimsizlik, ya lancı bilinç bulanıklığı, yalancı unut kanlıklar süreğen durumlardır. An cak her davranışın altında bir çev renin ilgisini çekme çabası sezilir. Hastanın her davranışı bir fikrin ya da bir isteğin ortaya konulmasını
sağlayan bir simge gibidir. Bu yüz den bir şairin deyişiyle histerili kişi “sevinmeden gülen ve üzülmeden ağlayan” kişidir. Histerili kişiler ge nellikle telkine açık oldukları gibi kendi kendilerine telkin yapmaya da eğilimlidirler, bu anlamda son de rece esnek bir yapıları vardır; bu da onlarda kişilik özelliklerinin sağ lam çizgilerle belirmiş olmadığını, kişilik özelliklerinde kayganlığın be lirleyici olduğunu gösterir. Bu za yıf kişilik yapısı içinde histerili kişi masallamalar yapar, çeşitli yalanlar uydurur, ilgi çekici imgeler kurar, sahneler oluşturur. Öte yandan his terili kişinin cinsel yaşamı bazen aşı rı isteklilikle belirgin izlenimini ve ren karışıklıklarla doludur. Histerili erkeklerde donjuanlık, histerili ka dınlarda messalinacılık çok görü len durumlardır: bunların altında çok zaman soğukluk, isteksizlik ve ik tidarsızlık yatar. Histerili kişilik el bette amaçladığı örneğe ulaşama mış kişiliktir, onda hepimizde azçok bulunan bir özellik, olmak is tediğini olamamış olma özelliği da ha belirgin ve daha sorunludur. (Bk. BELLEKYİTİMİ) H O M O JEN . Bk. BİRYAPILI. H O Ş (fr. agréable; alm. ange nehm, gefällig, freundlich-, ing. agreeable). Arzuya, isteğe ya da be ğeniye uygun düşen. Beğenilir olan. Olumlu duygular yaratan. Bize iti ci gelmeyen, ayrıca bizde iyi duy gular uyandıran her duyum hoş tur.
HOŞGÖ RÜ H O ŞG Ö R Ü (lat. tolerantia; fr. tolérance; alm. Toleranz, Duldung; ing. toleration, tolerance). İnsanın kendisine ters gelen bir tutum ya da bir düşünce karşısında bile bile etkisiz kalması. Kişilerin alışılmış ya da yürürlükteki bir kurala karşı ge lişlerinde yetkenin herhangi bir du rum almaması. Başkasının düşün me ve eylemde bulunma özgürlü ğüne saygılı oluş. Başkasına saygılı olma tutumunu hiçbir tepki ve hatta tedirginlik ortaya koymadan benim seme. Eski toplumlarda varolan ku rallara kesinlikle uymak gerekiyor du, bu yüzden Yeniçağ’m başları na kadar genel olarak bağışlama çerçevesinde gerçekleşen davranış lar dışında hoşgörü sözkonusu ol madı. Dinler, özellikle tektannlı din ler katıkuralcı tutumları içinde hiç bir zaman hoşgörülü olmayı düşün mediler ve tüm insan yaşamını be lirleme yolunu tuttular. Yeniçağ’ın başlarında bireyin katı ve olumsuz toplumsallıktan kurtulmasıyla, öz gürlük savlarının ortaya çıkmasıy la hoşgörü fikri de gelişmeye başla dı. Hoşgörü kavrayışının ilk köklü biçimine XVI. yüzyılda katolik ve protestan karşıtlığıyla gelen din sa vaşları çerçevesinde raslanır. Din savaşları katoliklerin protestanları ve protestanlarm da katolikleri hoşgörmesiyle bitmişti. Ancak bundan böyle gelişen hoşgörü anlayışı hiç bir zaman ilgisizlik anlamına gel medi: o her şeyden önce modem toplumda başkasına katlanma zo runluluğunu ortaya koyuyordu.
D ’Alembert şöyle der: “Kimseye düşman olmamaya dayanan hoş görü anlayışıyla tüm dinleri bir sa yan ilgisizlik anlayışını birbirinden iyice ayırmak gerekir.” Bugünkü yaşam düzeni içinde hoşgörü insa na saygının en temel koşuludur. Ancak onu bir güçlülük yansıması olarak görenler de vardır. Marquis de Sade “Hoşgörü zayıfın erdemi dir” der. Her ne olursa olsun, gü nümüzün yavaş da olsa gelişmek te olan demokratik yaşam düzeni hoşgörüyü toplumsal sözleşmenin ilk koşulu olarak görüyor. Bugün insan yaşamı yalnızca din çerçeve sinde değil, bütün alanlarda, özel likle siyaset alanında hoşgörünün gereklerine göre düzenlenmektedir. İnsan dünyasının bir karşıtlıklar ve çeşitlilikler dünyası olması hoşgö rüyü zorunlu kılar ya da dünya kar maşıklaştıkça hoşgörü zorunlu bir yaşam koşulu olarak ortaya Çık maktadır. Anatole France şöyle der: “Herkesin bizim gibi düşünmesini ummayalım, duyguların birbiçim ol ması çok kötü olurdu.” Bu yüzden hoşgörü bir gönülden benimseme değildir ve Jean Rostand’ın dediği gibi “Hoşgörüde her zaman söv güyü andıran bir ölçü vardır”. Hoş görü göstermekten çok görmek is tediğim iz bir şeydir. Jules Renard’da Tasladığımız şu söz bunu pek güzel anlatır: “Hoşgörüsüzlü ğümü hoşgörün.” Ne olursa olsun, hoşgörü demokratik yaşam biçimi nin zorunlu bir ilkesidir. (Bk. DARKAFALILIK, DEMOKRASİ)
HUKUK HUKUK (fr. droit; alm. Recht; ing. right). Toplumsal sözleşmeyle or taya konulmuş zorunlu davranış ku ralları bütünü. Bir toplumda yapıl ması uygun olanla yapılmaması ge rekenin sınırlarını belirleyen yasa lar toplamı. Toplumsal yasaklar ve onlarla ilgili yaptırımları belirleyen yazılı yasalar bütünü. Bir toplum da bireylerarası ilişkiyi düzenleyen yasalar toplamı. Yasaları inceleyen bilim. Hukuku oluşturan kurallar toplumsal yaşamı düzenleyen ya da toplumsal yaşamdaki düzeni koru yan formüllerdir. Ahlak kuralları gibi hukuk kuralları da, her ne kadar yasa diye adlandırılsalar da doğa nın zorunluluklarından değil insan yaşamının gereklerinden getirilmiş olmakla bir uzlaşmanın ürünleridir ler, bu yüzden doğa bilimlerinde gördüğümüz yasa kavrayışına hiç uymayacak biçimde yere ve zama na göre değişiklikler gösterirler. Ahlak kuralları kişiyi davranışında ya da seçiminde serbest bırakırken
262
hukuk kuralları tam anlamında zor layıcı bir tutum alır. Ahlak kuralla rına uymayan kişi en çok kınana bilir, ama hukuk kurallarına uyma yan kişinin karşısına her zaman yaptırımlar çıkacaktır. Hukuk bir toplumda adaleti gerçekleştirmenin temel dayanağıdır, bununla birlikte hukuk kavramıyla adalet kavramı nı özdeşleştirmek yanlış olur. İn sani gereklere göre düzenlenmemiş bir hukuk adaleti değil adaletsizliği gerçekleştirecektir. Olumlu hukuk, yazılı yasalann ve yazılı yasa değe rinde kuralların oluşturduğu hukuk tur. Doğal hukuk, her türlü söz leşmenin dışında insanların doğa sından geldiği düşünülen hukuktur. Hukuk devleti, gücünü baskılardan değil yasalardan alan devlet düze nidir, temelinde her zaman bir ana yasa güvencesi yer alır. (Bk. ADA LET, DENKSERLİK) HÜMANİZM. Bk. İNSANCILIK.
IR K (fr. race\ alm. Rasse; ing. race). Ortak özellikleri olduğu var sayılan toplumların oluşturduğu aile. İnsan türünü oluşturan ortak özellikli toplumlar bütünü. Irk kav ramı oldukça bulanık bir kavram dır ve bir gerçeklikten çok bir inancı karşılar görünm ektedir. İnsanın kökenleriyle ilgili bilgilerimizin sı nırlı olması ve toplumlar arasında ki ortak özelliklerin son derece gö reli ya da hatta belirsiz olması ırk sorununun karşılıksız bir sorun ol duğunu düşündürüyor. İnsan tü rünün kökenlerini ortaya koyarak ırkları belirlemek yolunda çalışma lar XVIII. yüzyılda başlatılmıştır. Ancak bu çalışmalardan alınan so nuçların birbirini tutmazlığı, özel likle ırk sayısını saptamak açısın dan uğranılan güçlükler ırk soru nunun kolay çözülür bir sorun ol madığını ortaya koymuştur. Bugün çok kaba benzerliklerden giderek üç ırk belirlenmektedir: beyaz ırk, san ırk, kara ırk. Ancak bu ayrı mın da kabataslak bir ayrım oldu ğu kesindir. En eski zamanlardan beri arı ırk düşüncesi bir inanç ola rak çok yerde varlığını sürdürmüş tür. Bagehot, Ulusların gelişiminin bilimsel yasaları adlı kitabında bu
konuyla ilgili olarak şunları söylü yor: “Eskiçağ dünyasının kanın arı lığı konusundaki görüşü ne olursa olsun, bu arılık çok az görülen bir şeydi. Tarihteki ulusların çoğu ta rihöncesi uluslarını yenilgiye uğrat tılar; onlar yenilenlerin büyük bir bölümünü boğazlamış olsalar da hepsini yokedemediler. Başeğen ır kın insanlarını köle durumuna ge tirdiler ve onların kadılarıyla evlen diler.” Toplumbilimci G. Palante’a göre “Irklar felsefesi sonunda» bir tarihsel yazgıcılıktan, hiçbir soru nu çözmeyen toplumsal bir gizem cilikten ya da gerçekçilikten başka bir şey değildir.” (Bk. IRKÇILIK) IR K Ç IL IK (fr. racism e; alm. Rassismus\ ing. racism). Irk üstün lüğü fikri. Irkçılık bir toplumun bir başka toplum üzerinde egemenlik kurma eğilimini ortaya koyar. Ayrı ayrı belirlenebilir insan ırkları bu lunduğu ve bu ırkların insani değer açısından eşit olmadığı, bazı ırkla rın üstün olmakla öbür ırklar üze rinde doğal egemenlik hakkının bu lunduğu fikri geçen yüzyılda epey ce yandaş bulmuştu. Hegel Kant’m devletler topluluğu fikrine tam kar şıt bir biçimde, evrimin son aşa
IRKÇILIK masının devlette gerçekleşebilece ğini bildiriyor, buna göre savaşın toplumlar arasında kaçınılmaz ol duğunu söylüyordu. Bireyler istem lerini gerçekleştirmek adına nasıl birbirlerinin karşısına dikilirlerse, devletler de istemlerini gerçekleş tirmek üzere birbirleriyle savaşa caklardır. Bireyler arasındaki çatış mayı yasal düzen önleyecektir, ama devletlerin çatışmalarını önleyecek hiçbir güç yoktur. Tarihin her dö neminde üstün devletler ya da top lumlar olmuştur. Bunlar güçlerini öbürlerine rahatça benimsetmişlerdir, zafer bunların görevidir. Dev letleri yargılayacak tek güç, Hegel’e göre, tarihin mahkemesidir. Alman y a ’da İngiliz düşünürü Stewart C ham berlain, F ransa’da A rthur Joseph Gobineau ırkçı görüşler ge liştirdiler. Chamberlain, İngiliz kö kenli olmakla birlikte Almanların üs tünlüğünü savunuyor, ari ırkının üstün ırk olduğunu bildiriyordu. Ona göre insanlık değerlerini en yüksek düzeyde geliştirebilecek tek ırk ari ırkıydı. Böyle olmakla bu ırk başka ırklara ya da toplumlara ege men olma hakkına sahipti. Ahlak ta, estetikte, siyasette ari ırkının de ğerlerini yaşatmak insanlığın tek il kesi olmalıydı. Demokrasi düşma nı Gobineau da dünyada üstün ırk larla üstün olmayan ırklann yanyana yaşadığını bildiriyor, ari ırkı nın üstünlüğünü savunuyordu. Nazi partisinin önderlerinden Alfred Rosenberg, Chamberlain’ın ve Gobi neau’nun görüşlerini geliştirmeye ve uygulamaya çalışıyordu. Biyo lojik açıdan insan üstünlüğü fikri tümüyle karşılıksız bir fikirdir: ka fatası yapısı, deri rengi, daha baş 264
ka yapısal özellikler hiçbir biçimde bir insan topluluğunun öbüründen daha yetkin ya da güçlü olduğunu gösterecek özellikler değildir. İn san topluluklarının ya da toplumlannın yetkinlikleri, güçleri ya da ye tenekleri onların sürdürmekte ol duğu yaşam biçimlerine sıkı sıkıya bağlıdır, yaşam biçimleri değiştik çe onların insani değer diye ortaya konulabilecek özellikleri de değiş mektedir. Ayrıca toplumlar arasın da görülen bazı ayrılıkların ya da toplumlann sahip olduğu bazı özel liklerin bir ütünlük belirtisi ortaya koymadığı kesindir, beyaz insanın usçu bakış açısına sahip olması, ka ra insanın daha duygusal bir ya şam sürdürmesi, sarı derilinin da ha çevik görünmesi gibi durumlar bir toplumu öbürü üzerinde hak sa hibi kılacak etkenler oluşturmazlar. Kısacası, ırkçılığın hiçbir gerçek te meli ya da bilimsel gerekçesi yok tur. Irkçılık bazı iktisadi koşulların belirleyiciliğinde yetkeci bir ruhsallığa bürünen toplum lann dünyayı kana bulayacak kadar tehlikeli ol makla birlikte hiçbir zaman gerçek leşmeyecek olan bir düşüdür. Irk çı ruhsallığın gelişiminde elbette Yeniçağ’ın başlarında sömürgeciliğe açılma dönemlerinde AvrupalIların başka topraklarda yaşayan insan ların yaşamlarını görüp onları yü zeyden tanımalarının, onlann kül tür değerlerine girememelerinin bü yük payı olmuştur. Her ne olursa olsun ırkçılık ahlakdışı bir fikir ya da eğilimdir. Bu eğilim aşırı biçim lerinde ırkıyoketme (fr. génocide) yani bir toplumu kökten ortadan kaldırma girişimlerine kadar uzan maktadır. (Bk IRK)
L Mantıkta tikel olumlu önerme lerin simgesi. Örnek: “Bazı insan lar ölümlüdür.” İÇEBAKIŞ (fr. introspection', aim. Selbstbeobachtung', ing. introspec tion). Bir kişinin kendi bilinç olgu larını gözlemlemesi. İnsanın kendi bilinç olgularını gözlemlemesinde kendini tanıma isteği kadar insan mhsallığının gizlerine ulaşma eğili mi de sözkonusu olabilir. Ruhbili min gelişme dönemlerinde bazı ruh bilimciler içebakış yöntemini insan nıhsallığmı tanımada önemli say dılar. Örneğin Binet şöyle diyordu: “Denilebilir ki içebakış ruhbilimin temelidir. İçebakış ruhbilimi öyle sine aydınlık bir biçimde belirler ki, içebakışla yapılan bir araştırma ruhbilimsel diye adlandırılmaya değer bir araştırmadır ve başka bir yön temle yapılan bir araştırma başka bir bilimle ilgili olacaktır.” Ribot da benzer bir görüş ileri sürer: “İçgözlem ya da içebakış yöntemi (içten bakma) öznel niteliğine karşın ve bu yüzden tam anlamında bireysel olmasına karşın ruhbilimin temel yöntemidir, tüm öbür yöntemlerin
zorunlu koşuludur ve hemen he men yüzyıllarca kullanılmış olan tek yöntemdir.” André Gide içebakışın güçlüğünü şu sözlerle anlatır: “İçebakışı karmaşıklaştırmayacak ve zora sokmayacak kadar basit bir duygu yoktur.” Gerçekten yüzyıl larca bu yöntem insan ruhsallığını tanımada başlıca yöntem olarak kul lanılmıştır. Ancak kendini gözlem lemek üzere kendine yönelen kişi nin o anda kendini elden kaçırması olağandır. Sevinç duygusunu ince lemek üzere sevinçli bir anımda kendime eğildiğimde sevinç duy gusunu elden kaçırırım. Bireyin bi rinci kişi olarak kendini gözlemle mesi olanaksız denilebilecek kadar güç bir iştir, ayrıca bu gözlemle el de edilebilecek öznel verileri bir başkasına ulaştırmaya çalışmak da ha da güç bir iş olacaktır. Öte yan dan kişi içebakışla ancak görünür olanı inceleyebilecek, bilinçaltına el bette inemeyecektir. Ruhbilimde tam anlamında nesnel bir yöntem olan davranışçılık içebakış yönte minin sakıncalarım ortadan kaldır maktadır. Ruhbilimi tam anlamın da bir nesnel bilim yapmaya yöne
İÇEDÖNÜKLÜK len davranışçılar yalnızca gözlem lenebilir dış olgularla ilgilenmekte dirler. Onların çabalarıyla ruhbilim bir deneysel bilim kimliği kazanmış tır. Ancak bu gelişimlerin içebakış yöntemini tümüyle ortadan sildiği ni söyleyemeyiz. Ancak tüm öbür bilimlerde olduğu gibi ruhbilimde de nesnellik değeri kazanmamış hiçbir bilgiyi genelgeçer sayamayız. M. Merleau-Ponty şöyle der: “Bu günün ruhbilimcileri içebakışm ger çekte hiçbir şey vermediği konu suna dikkat çekiyorlar. Arı içsel gözlemle aşkı ya da kini inceleme ye çıkıyorsam, tanıtlanabilecek çok az şey bulacağım; birkaç boğuntu, birkaç yürek çarpıntısı, yani bana aşkın da kinin de özünü vermeyen bayağı karışıklıkları bulacağım. İl gi çekici belirlemelere her ulaş mamda, duygularımla çakışma be nim için yeterli olmamıştır, duygu larımı bir davranış olarak ele alma yı başarmışımdır, ilişkilerimin baş kasıyla ve dünyayla değişmesi ola rak ele almayı başarmışımdır, onu tanığı olduğum bir başka kişinin davranışını düşündüğüm gibi dü şünecek noktaya gelm işim dir.” (Bk. DAVRANIŞÇILIK, RUHBİ LİM) İÇ E D Ö N Ü K L Ü K (fr. introver sion-, alm. Introversion; ing. intro version). Dış dünyayla bağları enaza indirerek dikkatini kendi ben’i üzerinde toplama durumu. İçedö nüklük bir tutum olmaktan çok bir k iş ilik ö ze lliğ id ir. J u n g ’un Psychologische Typen (1924) adlı yapıtında tanımladığı bu kişilik özel
likle özsevgisiyle belirgin bir kişi liktir. İçedönükler dünya işleri kar şısında son derece ilgisizdirler, on ların çevreyle iyi bir uyum içinde oldukları da söylenemez: dikkatle rini tümüyle kendilerine ya da iç ya şamlarına vermişlerdir. Böyle ol makla dışadönük kişilerle tam bir karşıtlık oluştururlar. Dışadönük ki şi dış dünyanın doğal bir parçası gibidir, toplumsaldır, başkalarıyla çok kolay ilişki kurar, dış dünya nın gereklerine büyük bir istekle uyar. Çok zaman kendi üstüne ka panmayı yeğleyen içedönük ger çekte bir içebakış tutkunu da de ğildir, kendini belli bir kesinlikte, kendi özellikleriyle araştırıyor da değildir. O yalnızca kendi varolu şunun tutkulu bir izleyicisidir, böyle olmakla tüm insani gereksinimleri ni kendinden karşılama durumun dadır. Suskunluğu hem dünyayla ilişkisinin bozukluğundan hem ken disiyle çok ilgili olmasından ileri ge lir. Jung şöyle der: “Libido’nun öz nenin iç dünyasına doğru devini mini içedönüklük olarak adlandırı yorum.” (Bk. DIŞADÖNÜKLÜK) İÇ E R İK (fr. contenu; alm. Inhalt; ing. content). Bir içerende bulunan. Bir biçimin iç yapısını oluşturan. Bir sanat yapıtında içerik, anlatımla il gili olana karşıt oİarak anlamla ilgili olandır. Anlatım ya da biçim özel olarak dışlaştırma yöntemleriyle il gili olurken içerik doğrudan doğ ruya fikri ya da duygu-düşünce bü tününü karşılar. Bu ayrım elbette bir soyutlamadır, yoksa bir sanat yapıtında biçimi içerikten ve içeriği
İÇGÜDÜ biçimden ayıran kesin sınırlar, açık belirtiler yoktur. Bir belirtilen ola rak içerik belirtende yansırken bir anlamlar bileşimi olarak görünür. Bilinç içeriği, belli bir anda bilinç le etkin ya da görünür olarak bulu nan kavramlar ya da fikirler bütü nüdür. (Bk. BİÇİM) İÇ E R İL M İŞ L İK (fr. inclusion', alm. Einschliessung; ing. inclusi on). Aralarında cins ve tür ilişkisi bulunan iki sınıfın ilişkisi. Bir şey de bulunma durumu. İki şeyden bi rinin öbüründe bulunmasıyla orta ya çıkan ilişki. Bir başka şeye katılanın durumu. İÇ E R M E (fr. implication; alm. Implikation; ing. implication). İki şey arasında birbirinin varlığını ge rektirme ilişkisi. Bir şeyin bir şeyi kapsamında bulundurması. İÇ G Ö Z L EM . Bk. İÇEBAKIŞ. İÇGÜDÜ (fr. instinct; alm. Instinkt; ing. instinct). Bir türün tüm bireylerinde aynı özellikleri gösteren ve bilinçsiz edimlerle belirgin olan davranışlar bütünü. İçgüdü ortama uyarlanmanın ve varlığım sürdürme nin tüm temel koşulunu belirler. İç güdü belli bir türde özgül ve birbiçimdir. Her türün kendi içgüdüleri vardır. Bununla birlikte bu durum mutlak değildir, bireysel ayrımlar her zaman sözkonusu olacaktır. İki bi rey hiçbir zaman özdeş değildir. An cak bu olağan değişiklikler çok sı nırlıdır. Öte yandan eğitimle ilgili özellikler bireyler arasındaki içgüdü
sel ayrılıkları derinleştirir. Buna karşılık bireyler arasında içgüdüsel davranış ayrılıkları eğitimle gideri lebilir. Hayvan yetiştirenler hayvan ların içgüdüsel davranışlarında de ğişiklikler oluştururlar. Hayvanlar da böylesi değişiklikler çevre etki siyle de kendini gösterebilir. Tüm hayvanlar dünyasında baş koşullayıcı durumunda olan içgüdü çok ke sin bir amaca yöneliktir: yuva yap ma, avı kovalama, kendini savun ma, kaçma vb. Kendiliğinden ve bi linçsiz oluşuyla içgüdü zekadan ay rıldığı gibi eğilimden de ayrılır. Eği limde en azından sezgisel ya da duy gusal bir yöneliş sözkonusudur, özelleştirilmiş bir amaca yönelme tu tumu belirgindir. Böylece içgüdü tam anlamında düşüncedışı bir güç tür, doğrudan doğruya hayvan do ğallığının kaynaklarından gelir: onun bireysellikle doğrudan doğruya il gili hiçbir yönü yoktur. Romanes, doğrudan doğruya canlı varlığın do ğal özyapısından gelen ilksel içgü dü' yle çevreye uyma çabalarının getirdiği ikincil içgüdü'y ü birbirin den kesin olarak ayırır. Buna göre içgüdüyü kör bir zeka olarak tanım layabiliriz. Fabre “İçgüdü kendisi için çizilmiş olan yolların içinde her şeyi bilir, bu yolların dışında hiçbir şey bilmez” der. İçgüdü canlı varlı ğı bir tür doğal zekayla donatır. Henri Delacroix’ya göre “İçgüdü zekanın ilk biçimidir.” “İçgüdü bir eğilimler dengesidir, aynı zamanda canlı et kinliğin anlatımıdır” der Delacroix. Ancak buradaki eğilimi daha çok doğal bir yönelim olarak anlamak gerekir. Mac Dougall “içgüdü”yle
“zeka”yı birbirine çok yaklaştırır: “İçgüdü ve zeka evrimin iki ayrı yö nünü oluşturmazlar. Tüm zihinsel yaşamda onlar bizim ancak soyutlayıcı bir çabayla birbirinden ayırdı ğımız iki ayrı yüzü otaya koyarlar.” Ancak zekanın çok yönlü ya da çe şitli etkinliklerine karşın içgüdü her zaman birbiçimdir, gelişmez, doğuş tan gelir ve geldiği gibi kaliT, onun özgün görünümleri bireylerle değil türle ilgilidir. Ancak içgüdüler her zaman koşullu tepkimelerden yar dım alırlar. İnsanda içgüdü toplum kurallarının denetimi altına girmiştir ve zekanın buluşlarıyla örtülmüştür. Bir başka deyişle insanda içgüdü “it ki” kılığına bürünmüştür. Bossuet şöyle der: “İçgüdü sözcüğü genel likle itkiyi karşılar ve seçimle kar şıtlaşır. Hayvanlar seçimden çok it kilerle eylemde bulunurlar demek yanlış olmaz.” Jung da şu görüşü ortaya koyar: “İçgüdü terimi bence etkini iği bilinçle belirgin olmayan her türlü ruhsal sürece uygun düşer.” (Bk. İÇTEPİ, İTKİ, TEPKİME) İÇ K İN (lat. immarıens; fr. immanent; alm. immanent; ing. immanent). Aşkına karşıt olarak varlığın içinde bulunan. Bir varlıkça içerilmiş b u lu n a n , b ir dış ilkeye bağlı bulunmayan. (Bk. AŞKIN) İÇ K İN L İK (fr. immanence\ alm. Immanenz', ing. ımmanence). İçkin olma durumu. Öznenin öznede bu lunması. İçkinlik yaratıcı etkenin yaratıda bulunmasıyla belirgindir. Aşkınlıkta yaratıcı etken yaratının dışında ya da uzağında bulunur.
Stoa’cılar Tanrı’yı evrenin bütü nünde içkin saymışlardır. Spinoza da içkinci bir anlayış geliştirmiş ve “Tanrı içkin nedendir” demiştir, buna göre evrenin nedenini evren de varsaymıştır. Hegel felsefesi de Tanrı’yı gelişen insan yaşamında varsaymakla bir tür içkinlik felse fesidir. İçkinlikle ilgili görüşler Tanrı’yı tam anlamında özgür yaratıcı sayan felsefelerle, örneğin Descar tes felsefesiyle karşıtlaşırlar. İçkinlik ilkesi: Aziz Tommaso’nun or taya koyduğu metafizik ilke; buna göre hiçbir varlık belli bir eğilim ol madan belli bir sona yönlendirilemez./Maurice Blondel: “Her insani d u y arlılık ta u sun bir içk in liğ i sözkonusudur.” (Bk. AŞKINLIK, HEPTANRICILIK) İÇ L E M (lat. com prehensio; fr. compréhension-, alm. Komprehension, Inhalt; ing. compréhension). Bir kavramı oluşturan niteliklerin tümü. Bir kavramda ayrıştırma yo luyla ortaya konulan niteliklerin tü mü. Bir şeyin ne olduğu sorusuna verilecek yanıtların tüm ü içlemi oluşturur. (Bk. KAPSAM) İÇ R E K (fr. ésotérique; alm. esoterisch\ ing. esoteric). Dışa açık ol mayan. Özellikle eski Yunanis tan’daki felsefe okulları için kulla nılan “içrek” terimi yalnızca bir oku lun üyelerine ya da çömezlerine açık olan bilgileri belirler. (Bk. DIŞRAK) İÇ SE L (lat. implicitus; fr. implicide; alm. implicit; ing. implicit). Bir önermede gücül olarak içeril
miş bulunan. Bir önermede kapalı bir biçimde bulunan, açık açık gös terilmemiş olan. Bir şeyin kapsa mında bulunmakla birlikte kendini açıkça ortaya koymayan. Bir öner mede ya da bir nesnede içerilmiş olmakla birlikte kendini doğrudan doğruya göstermeyen, varlığı an cak kapalı bir biçimde duyulan her şeyi içsel diye nitelendirebiliriz. (Bk. DIŞSAL) İÇ SELB A K IŞ (lat. contemplatio; fr. contemplation; alm. Kontemplation; ing. contemplation). Kendi ben’ine yönelip tüm dış dünyayı unutan kişin in ruhsal durum u. Zihnin kendindeki bazı düşünce öğeleri üzerinde yoğunlaşması. İçselbakış bir bakıma dünyadan tü müyle uzaklaşmayı, tam bir sevinç le ve tam b ir dinginlikle kendi ben’ini gözlemlemeye yönelmeyi anlatır. Bu gizemci davranış gene de çilecilik düşüncesinden iyiden iyiye uzak değildir. Gizem ciler içselbakışı gidimli düşüncenin üs tüne koyarlar. Onlara göre bizde bulunan bilgileri tam ve doğru ola rak kavramanın tek yolu içselbakıştır. Gidimli düşünceyle ya da usavurmalarla ancak parçalı bilgi ler elde edebiliriz. İçselbakış ülkü cülüğün ya da gizemciliğin başlıca yöntemidir ve sezgisel düşünceye y a k ın d ır y a d a o n u n ö zel b ir biçimidir. İçselbakış bizi dünyanın gereksiz görünüşlerinden kurtarır ken bizi acılardan, hatta bedensel acılardan da uzaklaştıracaktır. (Bk. Ç İL E C İL İK , G İZ E M C İL İK , SEZGİ)
İÇ T E P İ (fr. pulsion; alm. Trieb; ing. drive, urge). Bireyi bazı nes neler aracılığıyla bazı amaçlara yö nelmeye iten bedensel oluşum. Sü rekli etkide bulunarak bireyi belli bir davranışa iten bilinçsiz biyolo jik güç. Bilinçdışı ruhsal etkinliğin kaynağı sayılabilecek olan parçalı içgüdüsel yönelim. Henri Pieron’a g öre içtep i o rg a n iz m a y ı bazı nesneler aracılığıyla bazı amaçlara y ö n elm ey e iten b e d e n se l oluşumdur. İçtepi biyolojiktir, iç güçlerle ilgilidir ya da onun kayna ğı bedenseldir. İçtepi bir uyarılma durumudur (açlık, susuzluk, cin sel istek). Organizmayı belli bir nes neye doğru iter. Bu nesne gerilimi azaltacaktır. Freud içtepileri geniş olarak inceledi, ayrıca onların ah laki etkenler karşısında uğradığı bastırmaları da inceledi. Buna göre F reud’cu anlam da içtepiyi bazı edimleri gerçekleştirmeye bazıları nı da yadsımaya dayanan içgüdü sel eğilim olarak anlamak doğru olur. İçtepi içgüdüyle eşanlamlı gi bidir. B azı ru h a y rıştırm a cıla rı içtepiyi som ut b ir olgu olarak değerlendirirken içgüdüyü kuram sal sayarlar. (Bk. İÇGÜDÜ, İTKİ) “ İDEA” (yun. söz.) Platon felse fesinde şeylerin ölümsüz özleri ya da gerçek gerçeklikler. Bu şeylere biz içselbakışla, aşkla, belli bir çileci tutum la yöneliriz. Herbiri de ğişmez bir gerçekliği karşılayan ve duyulur dünyadaki gerçekliklerin özünü oluşturan bu yetkin gerçek likler, tözsel, bireysel ve ruhsal şey lerdir, herbiri bir sıradüzeni içinde,
İDEOLOJİ en yukarıda İyi, onun altında Doğ ru ve Güzel ideaları olmak üzere birbirleri karşısında yer alırlar. De ğişimin dışında kalan bu ölümsüz ya da öncesiz-sonrasız şeyler arı varlıklardır, bunlara herhangi bir şey eklenemez ve bunlardan herhangi bir şey çıkarılamaz. Biri öbüründen kesin bir biçimde ayrı olan İdea’lar ancak birbirlerine katılabilirler. Ör n eğ in “ B e y a z ” İd e a ’sı “ K a r” İd ea’sm a katılır, ama “K öm ür” İd e a ’sına katılm az. A ristoteles M etaphysika’sında İdea öğretisini uzun uzun eleştirir. Her şeyin bir İdea’sı varsa, yalnızca tözlerin de ğil töz olmayanların da İdea’lan ol malıdır. Oysa İdea’lar, kendilerin den pay alman şey olduklarına gö re, yalnızca töz olmalıdırlar. “İdeaların örnekler olduğunu, öbür şey lerin onlardan pay aldığını söyle mek boş sözler etmektir, şiirsel benzetmeler yapmaktır” der Aris toteles. (Bk. ÜLKÜCÜLÜK) İD E O L O Jİ (fr. idéologie; alm. Ideologie; ing. ideology). Bir top lum sınıfının, bir topluluğun ya da bir siyasal grubun ortaya attığı özel likle siyasal eğilimli düşünce diz gesi. Bir döneme, bir topluma, bir toplumun bir kesimine ya da bir toplumda herhangi bir kişiye özgü siyasal bakış açısı. Fikirleri metafi zik anlamlarının dışında kendileri olarak ele alan düşünce dizgesi. Bir siyasal partinin ya da topluluğun ortaya attığı bir fikirler dizgesi ola rak ideoloji görüşlerden ve doğru lardan oluşmuş azçok açık ve anla 270
şılır bir bütünlük ortaya koyar. İde olojiler her zaman uygulamaya yö neliktirler, bununla birlikte onların uygulanabilirlik şansları her zaman enine boyuna tartışılmış değildir. “İdeoloji” terimini XVIII. sonların da Destutt de Tracy ortaya attı. Fi lozof bu ad altında fikirler araştır masını ve fikirlerin kökenleriyle il gili araştırmayı belirliyor, bir tür bil gi ruhbilimi çalışması öngörüyor du. Sonradan bu düşünce Cabanis, Volney, Daunou gibi düşünürerce benimsendi. “İdeoloji” giderek fi kirlerin özelliklerini, yasalarını, k ö k en lerin i araştırm a anlayışı olmaktan çıkarak temel siyasal gö rüş anlamına alınmaya başladı. Bir toplumda ya da bir toplum sınıfın da ortaya çıkan ve özellikle toplum sal yaşam koşullarının düzenlenme sini ya da dönüştürülmesini öngö ren bir belirleyici kurallar ve ilkeler toplamı olarak ideoloji her şeyden önce belli bir felsefe anlayışına ya da hiç değilse bir dünya görüşüne bağlı olarak geliştirilmiş bir siyaset ö ğretisini g erektirir, bu öğreti genellikle toplumsal bir örgütlen meyi yaşam için zorunlu gören bir öğretidir. Engels şöyle der: “İdeoloji sözde düşünürün bilinçle ama baş ka bir bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir.” Genç M arx’a göre mut suz bilinç şim di’de, imgelemselin alanında, büyülü bir biçimde çelişki lerini ortadan kaldırır, ideoloji de bundan doğar. M arx’çı düşünce en genel çerçevede ideolojiyi ahlaki, felsefi ve dini düşüncelerin bütünü olarak anlar.
İKTİSATÇILIK İK İC İL İK (lat. dualis; fr. dualisme; alm. Dualismus; ing. dualismi). Birbiri karşısında birbirinden bağımsız olarak konulan iki ayrı te rimin ilişkisi. Birbirine indirgenemez iki ayn ilkenin (beden ve ruh, us ve istem gibi) varlığını benimseyen dinsel ya da felsefi öğreti. Birbirin den bağımsız iki ayrı gerçekliğin varlığını benimseyen öğreti. Ruh ve madde ya da ruh ve beden karşıt lığı düşüncede oldukça eski bir iki cilik örneğidir, bu ikicilik özellikle Descartes felsefesinde önemli bir yer tutar. Belirlenimcilik ve özgür lükçülük fikri de tam anlamında bir ikicilik örneğidir. İkicilikte ruh ve madde, istem ve anlık, düşünce ve eylem, us ve deney, iyilik ve kötü lük, insan ve dünya karşı karşıya konulur. İkicilik Avesta’da anlatı mını bulan zerdüşt dininin özünü oluşturur; bu dinde iyiliğin simgesi Ahuramazda’nın karşısına kötülü ğü simgeleyen Ahriman (Angramanyu) konulmuştur. (Bk. TEK ÇİLİK)
yiciliğinde gerçekleşir. Bir şeyin tes ti değil de saksı olması (raslantısal biçim) ya da çam değil kayın ol ması (tözsel biçim) bu belirleyici likle gerçekleşir. (Bk. BİÇİM , MADDE)
İK İİL K E C İL İK (fr. hylemorphisme; alm. Hylmorphismus; ing. hylmorphism). Aristoteles’çi anla yış içinde varlıkları madde ve bi çim ilişkisinin sonucu sayan öğre ti. Skolastiklerin de benimsediği bu öğretiye göre niteliksel özelliklerin kaynağı olan maddeyle niceliksel özelliklerin kaynağı olan biçim bir likte şeyleri oluştururlar. Madde (yun. hyle) şeylerin belirsiz ilkesi, biçim (yun. morphe) şeylerin be lirleyici ilkesidir. Bir şeyin şöyle de ğil de böyle olması biçimin belirle
İK İLEŞTİR M E KANITI. Yunan filozofu Elea’lı Zenon’un varlığın birliğini, devinimin olanaksızlığını göstermek için ileri sürdüğü kanıt lardan biri. Buna göre bir devingen varacağı yere varmak için ilkin yo lun yarısını geçmek zorundadır. Öyleyse varacağı yere varamaya caktır.
İK İL E M (lat. dilemma', fr. dilem me', alm. Dilemma-, ing. dilemma). Çelişkili iki öncülden oluşarak iki seçenek ortaya koyan ve her iki se çenekte de aynı sonuca vardıran usavurma. İkilem denilen usavurma biçiminde bir öncül iki terimli bir seçenek içerir, öbür öncüller se çeneğin bu iki durumunun da aynı sonucu ortaya koyduğunu göste rir. Buna göre ya A ya B doğrudur. A doğruysa C de doğrudur ve B doğruysa C de doğrudur. Öyleyse C doğrudur. İkinci bir ikilem biçi minde birinci öncül ve sonuç var sayımsaldır. Buna göre A doğruy sa B ya da C doğrudur. B doğruy sa D de doğrudur. C doğruysa D de doğrudur. Öyleyse A da doğru dur, D de doğrudur.
İK T İSA T Ç IL IK (fr. économis me; alm. Ökonomismus; ing. econom ism ). Rus sosyal dem okrat partisinde işçi sınıfının devrimci sa
27
İLERİSÜRME vaşımına karşı çıkan akım. Prokoviç ve Kuskova gibi iktisatçılık yan daşları işçi sınıfının yararına siya sal tutum almayı yadsımıyorlar, ne var ki sosyal demokrasi kavrayı şından uzaklaşarak sendikacı kav rayışa yaklaşıyorlardı. Lenin’e gö re sosyal demokrasiyle iktisatçılığı kesinlikle birbirinden ayırmak ge rekiyordu. Ona göre rus işçi sınıfı nın kavgasıyla batı ülkelerinde iş çilerin fabrika yaşamının koşul larına karşı tepkici bir tutum alışı aynı zamanlarda ortaya çıkmış da olsa aynı şey değildir. Gerçek sa vaşımla hoşnutsuzluklar ortaya koyuş arasında özdeşlik aramak bo şunadır. Elbet hoşnutsuzluğu orta ya koyuşta da birçok yarar vardır. Ancak sosyal demokratların başlı ca amacı “işçi sınıfının siyasal eği timini etkin olarak sağlamak ve si yasal bilincini geliştirmektir”. İL E R İS Ü R M E (lat. assertio; fr. assertion; alm. Behauptung; ing. assertion). Olumlu ya da olumsuz bir önermenin doğruluğunu bildir me. İL E R L E M E (lat. progressus; fr. progrès; alm. F ortschritt; ing. progress). Belli bir yönde ileriye doğru gidiş. Bir durumdan bir üst duruma geçiş. Daha azdan daha ço ğa doğru gelişen her oluşum. Au guste Comte olumculuğun formü lünü şöyle belirlemişti: “İlke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç ola rak ilerleme.” Olumcu anlamda iler leme her zaman iyiye doğru ola caktır. Ancak mantıksal açıdan iler
leme iyiye doğru olduğu gibi kö tüye doğru da olur. Ancak uygar lıkların gelişimi anlamında ilerleme her zaman iyiye doğru yürüyüşü düşündürecektir. Bilincin sürekli gelişimi, buna göre insan yaşamı nın daha ussal bir biçimde yeniden düzenlenmesi, yeni yaşam biçim lerinin bilince yeni katkılar, yeni bil giler sağlaması ilerlemenin en ge nel koşullarını belirler. İlerleme ya da gelişim düşünesi Yeniçağ’m bir ürünüdür, bu düşünce daha sonra evrim fikrini doğurmuştur. İlerle meci anlayışın başlıca savunucu ları XVIII. yüzyılın fransız aydmlanmacılarıdır. Ancak bu düşünce nin temellerini daha eskilerde ara mak da pek yanlış olmayacaktır. Çok belirgin olmamakla birlikte F. Bacon ilerleme fikrini getirir, en azından doğanın bilgisinde adım adım ilerleyişi düşündürür ve azçok bulanık bir çerçevede de olsa tarih fikrini geliştirir. Aydınlanmacılar ilerlemeyi özellikle siyasal an lamda alırlar, olumcular için ilerle me daha çok bilimseldir. Auguste Com te’a göre ilerleme, düşünce nin gelişimi ve toplumsallığın geli şimi gibi iki temel üzerinde gerçek leşecektir. İlerlemenin kurucusu ya da ilk belirleyicisi Leibniz’dir. Bu konuda Leibniz şöyle diyordu: “Bü tün evrende sürekli ve çok özgür bir ilerleme belirlemek gerekir, bu ilerleme güzelliğin ve yetkinliğin en üst noktasına kadar giden bir iler lemedir, öyle ki o durmadan üst bir kültür durumuna doğru ilerlemek tedir. Şeylerin uçurumunda her za man uyandın İması gereken uyu
İLETİŞİM muş parçalar vardır, bunlar hiçbir zaman ilerlemenin sonuna ulaşa mayacak biçimde daha iyiye, en iyiye yükseltilebilirler, yani en yük sek kültüre yükseltilebilirler.” (Bk. DEĞİŞİM , DÖNÜŞÜM , GELİ ŞİM, EVRİM) İL E T İŞİM (lat. communicatio; fr. comm unication; alm. Kommunikation; ing. communication). Kişiler arasındaki ilişki. Bir bireyin ya da bir topluluğun bilgi alışverişinde bu lunması. Bir yerden bir yere git mek, bir yerden bir yere bilgi ulaş tırmak iletişimin en basit biçimidir. Çağdaş dünya tüm hızlı ulaşım ve haberleşme araçlarıyla yetkin bir iletişim ortamıdır. İletişimin en es ki ve en basit araçları oradan oraya gönderilen işaretlerdi, daha sonra yazı bir iletişim aracı oldu. Buna göre iletişim insan türünün bilinçli bir edimidir ve toplumsal yaşamın temel belirleyenidir. Bununla birlikte hayvanlar arasında da sınırlı bir ile tişim etkinliğinin varolduğu kesin dir. Üretimde, yavru büyütmede, yaşam alanının denetiminde, tüm benzer etkinliklerde hayvanların birbirlerine işaretler sundukları gö rül Ur. İnsan dünyasında iletişimin karmaşıklığı işaretlerin çokluğunu ya da çeşitliliğini getirmiştir. Beden insanda bir işaretler ya da simgeler ortaya koyma aracı olarak görü nür. Bu işaretler ve simgeler bilinç koşullarına koşut olarak oldukça karmaşık belirtenlerdir. Ayrıca in sanda en yetkin iletişim aracı dil dir. Dil ve davranış insanlar ara sında yoğun bir iletişim ağı oluştu
rur. Başkası ve ben ilişkisinde ileti şimin en belirleyici biçimi kurul maktadır. Maurice Merleau-Ponty şöyle der: “Başkasının algısında önemli bir rol oynayan bir kültür nesnesi vardır, o da dildir. Karşı lıklı konuşma deneyinde başkasıy la benim aramda bir ortak alan olu şur, benim düşüncem ve onun dü şüncesi tek bir doku oluşturur, be nim görüşlerim ve karşımdakinin görüşleri tartışma durumuyla or taya konulmuştur, onlar ikimizin de yaratıcısı olmadığımız ortak bir iş lemde birbirlerine geçerler. Burada ikili bir varlık vardır ve başkası bu rada benim için benim aşkın ala nımda basit bir davranış değildir, ben de onunkinde öyle değilimdir. Biz eksiksiz bir karşılıklı ilişkide bir birimiz için ortak durumundayızdır, görüş açılarımız birbirine karı şır, onunla aynı dünyada birlikte va rolabiliriz. “ Dil ve davranışla orta ya çıkan özellikler kültürlere göre değişiklikler gösterecektir, hem toplumlar için hem bireyler için ge çerli kültür özellikleri vardır. Bu kültür özellikleri, bireysel çerçeve de ve toplumsal çerçevede insan yaşamının değerler düzenini orta ya koyacaktır ve ortak değerleri miz de kişisel değerlerimiz de an cak iletilebildikleri ölçüde değer ola caklardır. Kısacası iletişim dışında toplum yaşamı olası değildir. Baş kasıyla iletişim kurma yeteneğini el den kaçırmış olan şizofrenin dün yaya yabancılaşması ve kendi da racık dünyasına kapanması bun dandır: o artık sağlıklı bir biçimde işaret alamamakta ve işaret vere
İLG İA LAN I memektedir. İletişim böylece top lumsal etkileşim düzeninin başlıca aracı olur. Ortaya koyduğumuz her işaret başkası ya da başkaları için bir insani etki gücü taşımaktadır. Buna göre her insan bireyi bir bilgi yayıcısı ve bir bilgi alıcısıdır. Bu kar maşık iletişim ortamında bütün işa retlerin açık ve belirgin olması ola sı değildir. Dilin ortaya koyduğu an lam da çok zaman bizim için sorun yaratacaktır. Bilinçlerin alışverişi ol dukça kaygan bir alışveriştir, hatta Freud bilinçdışından bilinçdışma bir alışverişten de sözetmiştir. Demek ki bireylerin ortaya koyduğu ya da aldığı işaretler her zaman bilinçli değillerdir. O yüzden dili de bedenin dilini de her zaman iyi bir iletici say mak doğru olmaz. Dil iyi bir iletici olmasa da ileticilerin belki de en nesneli ve en olanaklısıdır. (Bk. DİL, DİLBİLİM) İL G İA LA N I (lat. dominium\ fr. dom aine; alm. Bereich, Gebiet; ing. domain). Bir fikrin ya da bir konunun uzanımı. Düşünmede ya da tartışmada bilincin kendini sı nırladığı ortam. Dikkatin yöneldiği konular bütünü. İL G İS İZ L İK (lat. ındifferentia\ fr. indifférence; alm. Gleichgültigkeit; ing. indifférence). Bir nesne karşısında bilincin tepkisiz kalma sı. Bir nesne ya da bir durum kar şısında zihnin olumlu ya da olum suz bir tutum almaması. İlgisizlik her şeyden önce duygusal düzey de etkinliğin sözkonusu olmayışıyla 274 belirgindir. İlgisiz kişi acı çekmek,
korkmak, arzulamak gibi duygusal oluşumların uzağındadır. İL İŞK İ (fr. rapport, alm. Verhält nis-, ing. relation). Bir düşünce edi minde yer alan ayrı ayrı nedenlerin birbirleriyle bağlantısı. Her ilişki bir yan yana geliş ya da birliktelik du rumudur. İlişki içindeki öğeler özyapılarını yitirmeksizin bir bütün oluştururlar. O durumda iki ya da daha çok terim bir birlik oluştura cak biçimde bağlanmışlardır. Bir düşünce bütününde o bütünün do ğal düzeni gereği mantıksal bir bir lik oluşturan her şey birbiriyle iliş kilidir. İL K B İL G İ (fr. prenotion\ alm. Vorgreifen, Vorbegriff-, ing. prenotion). Düşünce edimini önceleyen kendiliğinden bilgi. Deneyin düşün cede belirlenmemiş kendiliğinden bilgisi. Durkheim’da eylem sırasın da kendiliğinden oluşan ve bilimsel incelemeyi önceleyen bilgi.Emile Durkheim Toplum sal yöntem in kuralları adlı kitabında şöyle der: “Yeni bir olgular düzeni bilimin n esn esi o ld u ğ u n d a bu o lg u lar zihinde yalnızca duyulur imgelerle değil geniş çerçevede oluşturulmuş kavram çeşitleriyle de sunulmuş bulunurlar. Fiziğin ve kimyanın ilk bilgilerinden önce insanlar fizikselkimyasal olgular üzerine arı algıyı aşan kav ram lara ulaşm ışlardı. (..)İnsanoğlu davranışını düzenle mek açısından dayanak olarak aldığı eşyayla ilgili fikirlere ulaşmadan eşyanın ortasında yaşayamaz. (..) Şeyleri gözlem leyecek, tanıtla-
İLKE ja c a k , k a rş ıla ş tıra c a k y erd e fikirlerimizin bilincine ulaşmakla, onları ayrıştırm akla, ve düzen lemekle yetiniriz. Bir gerçeklikler bilimine ulaşacak yerde fiziksel bir ayrıştırma yapmakla sınırlanırız. Bu ayrıştırm a elbette tüm gözlemu zorunlu olarak dışlayacak değildir. Bu k av ram ları y a da bu kavramlardan çıkarılan sonuçlan doğrulam ak için o lg u lara b aş vurulabilir. Ancak olgular bu işe ikincil olarak, örnek kimliğiyle ya da doğrulayıcı kimliğiyle katılırlar. Onlar bilimin nesneleri değillerdir, bilim fikirlerden şeylere doğru ilerler, şeylerden fikirlere doğru değil.” İL K E (lat. principium\ fr. principe\ alm. Grund, Prinzip; ing. principle). Çıkış noktası. Başlıca amaç. Daha sonrakilerin kendisine bağlandığı dayanak. Düşüncenin ilk terim olarak belirlediği öge. Bir şeyin kurucu öğesi. İlkeler çok çe şitlidir. Mantığın ilkeleri düşünce düzenimizin yasalarını ya da kurallannı ortaya koyarlar. Özdeşlik il kesi'. “Bir şey kendinden başka bir şey değildir.” / Çelişki ilkesi ya da çelişmezlik ilkesi'. “Doğrunun kar şıtı yanlıştır.” Üçüncü olasılığın yokluğu ilkesi: “İki çelişkili öner meden biri doğruysa öbürü yanlış tır.” Tasım ilkesi: “A, B ’yi içeri yorsa; B, C ’yi içeriyorsa; A, C ’yi içermektedir.” Ahlakın ilkeleri bi reylerin uyması gereken davranış kurallarıdır, bu kurallar göreneklerle ya da toplumsal değerlerle belirlen mişlerdir. Gerçekte “ahlakın ilkele
ri” yerine “ahlakın kuralları” demek daha doğru olacaktır, çünkü ahlakta bir çıkış noktası ya da amaç olarak ilkeden çok bir gidiş yolu olarak ku ral geçerlidir. Buna göre kural özel likle uygulama alanını ilgilendirir. Bir de felsefenin ilkeleri'nden ya da metafiziğin ilkeleri'nden sözedebiliriz. Bunlar da fılozoflann fel sefelerini dayandırdıkları tem el noktalardır, çıkış noktalarıdır. Örneğin Demokritos için atomlar ilke değeri taşır. Pythagoras için il ke sayılardır. Platon’un İdea’ları il kedir. Felsefede son amaçların be lirlenmesi de ilkeci bir tutumu ge rektirir. İlke buna göre bir felsefe anlayışını kapalı dizge durumuna getiren şeydir, buna göre gelecek le ilgili kesin durumlar saptanabilir. Marx şöyle der: “Yeni bir ilke ge tirmek üzere öğretici bir biçimde yönelmiyoruz dünyaya. Ona ‘İşte doğru, eğilin karşısında’ demiyo» ruz. Dünya için, dünyanın öz ilke lerinden giderek yeni ilkeler geliş tiriy o ru z.” Ç ıkış n oktasıyla ve amaçla ilgili olarak ilkeler elbette uyulması gereken kesin formüller dir. Ancak uygulamalı yaşamın ger çekleri insandan katı bir ilkecilikten çok ilkelerini her durumda göz den geçirebilen ve onları gerekti ğinde yeni koşullara uydurabilen bir yatkınlık bekler. Bu anlamda katı ilkecilik ilkesizlik kadar tehlikeli ya da anlamsız olacaktır. R. Kipling’in düşündüğü gibi “Yolları kan gö türse de ilkeler ilkelerdir” demek pek de uygun değildir. İlkeler biraz da uyulmamak için vardır, ilkelerin üstünde her zaman insan usunun
275
İLKEL sağduyulu araştırması bulunmak gerekir. Haz ilkesi ve gerçeklik il kesi'. Freud’a göre çocuğun tüm et kinlikleri acıdan kaçmaya ve hazza yönelmeye göre düzenlenmiştir. Eğitim ve görgü çocuğa büyük bir acıdan kaçmak için küçük acılara katlanmayı ve küçük hazlan önemsemeyi öğretecektir. Bu da onun ço cukluğunu aşması olacaktır. / La Bruyère: “Kadınların çoğu ilkesiz dir, onlar kendilerini gönülle yöne tirler ve davranışlarını sevdikleri nin ilkelerine d ay andırırlar.” / Chamfort: “İlkesiz insan genelde kişiliksiz insandır. Çünkü insan bir kişilikle doğmuşsa kendinde ilke ler oluşturma gereksinimi duyacak tır.” / Rousseau: “Ruhlarımızın de rininde doğuştan gelme bir adalet ve erdem ilkesi vardır, kendi ku rallarımıza karşın eylemlerimizi ve başkalarının eylemlerini bu ilkeye göre yargılarız, işte buna vicdan adını veriyorum .” / M ontaigne: “Tanrısallık vermiş olmasaydı in sanda ilkeler bulunacak mıydı?” / R Nicole: “İnsanlarda yanılmaların çoğu onların boş ilkelerle düşün mesinden geliyor, ilkelerini iyice iz lemiyor olmalarından gelmiyor.” / Camille Demoulins: “İyi yurttaş ki şileri tanımaz, ilkeleri tanır.” / A. de Vigny: “Size öğütleyecek tek şe yim var: bir insana değil bir ilkeye adanmanız.” / H. de Balzac: “Her aşırı ilke kendinde bir olumsuzlamarun ve ölüm belirtilerinin izini ta şır, yaşam iki gücün çatışması de ğil midir?” / Cl. Bernard: “Bilimin ilkeleri ve yöntemi kuramı aşarlar, onlar değişmezdirler ve her zaman
oldukları gibi kalırlar.” (Bk. AH LAK, FELSEFE, KURAL) İL K E L (lat. primitivus; fr. primi tif,; alm. primitiv; ing. primitive). En eski olan. Kendisinden önce hiç bir şey bulunmayan. Basit olan. İl kel olan ya zamansal açıdan ya da dizgesel açıdan en önce olandır, en başta bulunandır. Tarihsel açıdan en eski insan toplulukları ya da uygar lıkta geri kalmış insan toplulukları için ilkeller (fr. primitifs', alm. Urmenschen, Natıırvölker, Primitiven; ing. prim itivem en) terimini kullanmak daha doğru olur. İlkel toplumların insanlarında genel fi kirler ya da soyut fikirler yoktur, b ir b aşk a d e y işle k av ram sal düşünce varolmakla birlikte onlar da en genel kavramlarla düşünme yetkinliği ve yatkınlığı yoktur. Ko nuşmak ve yaşamı düzenlemek an cak gelişmiş bir zihnin temel taşla rı olan genel kavramlarla olasıdır. İlkeller genel kavramlarla düşün mezler, örneğin sivriliği belirtmek için bir sivri nesneden sözederler. Örneğin onlarda genel olarak kö pek kavramı yoktur, bu yüzden kö pek cinslerini ayrı ayrı adlandırır lar. Onlarda et yemek, meyva ye mek, ekmek yemek fiilleri vardır ama yemek fiili yoktur. Çocukla rın kavrayışı da ilkellerinkine çok benzer. Beniçinci dünyası içinde çocuk kendine kapalıdır. Jean Piaget’nin gözlemlediği gibi, çocuk soyutlamayı beceremez: on yaşın dan küçük dört çocuktan biri ken di bakış açısının dışına çıkmadığın dan erkek ve kız kardeşlerinin ayrı
İLKÖRNEK ayn sayısını yani kaç erkek kaç kız kardeşi olduğunu söyleyememiştir. Beş yaşından küçük çocuklar sağ ellerini ve sol ellerini göstereme mektedirler. Çocuk yargıları yan yana getirebilmekte, ancak onları mantıksal bir usavurmada birbiri ne bağlayam am aktadır. Ç ünkü usavurma genelleme yapabilmeyi gerektirir, ancak çocuk bunu be ceremez. / Leibniz: “Her doğru ya ilkedir ya da türemiştir; ilkel doğ rular doğrulanamaz doğrulardır, öz deş doğrular ve doğrudan doğru ya doğrular böyledir.” / Renouvier: “Kaygan ama kullanılması he men hemen kaçınılmaz olan bu te rimden basit bir biçimde tanıdığı mız en basit toplum lann üyelerini anlıyoruz.” / Mircea Eliade: “Doğa, doğaüstü bir Varlık’ın yapıtıdır, tan rısal yapıttır, dolayısıyla kendi ya pısı içinde kutsaldır. İnsan doğa üstü kökenli bir evrende yaşar, bu evren ‘biçim’inde de kutsaldır, hat ta tözünde de. Dünyanın bir ‘ta rih’i vardır: dünyanın doğaüstü varlıklarca yaratılışı, karşılaşmış oldu ğu tüm durumlar yani uygarlaştmcı kahramanın ya da efsanevi atanın gelişi, onların kültür etkinlikleri, şeytani serüvenleri ve sonunda ç e k ip g itm e le ri.” (B k. B E N İ ÇİNCİLİK, ÇOCUK) İL K Ö R N E K (fr. archétype; alm. Archetyp, Urbild; ing. archetyp). Bir yapıtın ya da bir düşüncenin da yandığı örnek. Duyulur nesneler dünyasının asıl kaynağı olan fikir. Model olarak alman özgün örnek. Yetkin tip ya da örnek. Platon fel
sefesinde İdea’lar yetkin ve değiş mez yapılarıyla duyulur şeylerin ül küsel tipleridir ya da ilkömekleridir. M alebranche’da Tanrı’nın fi kirleri ilkömekler diye adlandırılır: “Tanrı’nın tözü yaratıkların ilkörneğini ya da ölümsüz örneğini içe rir.” Locke’da ve Condillac’da il kömekler öbür fikirlere ömek olan fikirlerdir. Berkeley’de ilkörnekler “yaratmadan önce tanrısal düşün cede bulunduğu biçimiyle şeylerin fıkirleri”dir. Maine de Brian düş ürünü olan tüm doğaüstü nesnele re ilkömekler der. Jung’a göre il köm ekler ortak bilinçdışı’nı oluş turan atadan kalma simgeler’dir, bu simgeler mitolojinin konuşudurlar. Jung şöyle der: “Eskinin özellikle rini taşıyan ve bilinen mitoloji mo tifleriyle görünür bir uyum ortaya koyan her türlü imgeyi ilksel diye adlandınyorum. (...) Kişisel bir im genin ne eskilik özelliği vardır ne de ortak bir anlamı vardır. O, bilinçdışı kişisel içerikler ortaya ko yar. Aynı zamanda ‘ilkömek’ diye adlandırdığım ilksel imge tersine her zaman toplumsaldır yani en azından bir toplum ölçüsünde ve bir dönem ölçüsünde ortaktır.” Böylece Jung insanlığın en eski imgelerini (Te pegöz, Yitik Cennet, Yedi Cüceler) açıklamamızı sağlayacak bir zemin hazırlamış olur. Bu imgeler evren sel imgelerdir, her yerde ve bütün zamanlarda kişiler onlan kişisel anılanyla birlikte taşırlar. Masallarla ve efsanelerle yaşayan ve oradan ora ya iletilen ilkömekler düşlerde, çıl gınlıklarda ve sanatta değişik bi çimlerde ortaya çıkarlar. Bunlar hep
İLKSEL birlikte Jung’un “toplumsal bilinçd ış ı” d ed iğ i şeyi oluştururlar. Jung’un düşündüğünden daha ge niş bir çerçevede düşünürsek zih nimizin tüm önbilinç ya da ilkbilinç (fr. precomcience) ürünleriyle tüm bilinçdışı ürünleri ilkömeklerden başka bir şey değildir. Bu ilkömekler doğrudan doğruya bilinçte bulun mamakla birlikte her an bilince çı kabilecek durumdadırlar. Özellikle önbilinç barındırdığı ilkömeklerle, bu ilkömeklere dayanarak anlam ları simgelere dönüştürme gücüy le sanatın kurucu kaynağı olur. İl kömekler çoğu bilincin oluşumun dan ya da daha başka bir deyişle kavramlar düzeninin oluşumundan önce oluşmuş karmaşıklardan baş ka bir şey değillerdir. Başlangıçta yalnızca bir olumsallık olan bilinç ilk deneyimlerle bir tabula rasa ol maktan çıkar ve bu noktada ilkörnekler oluşmaya başlar. Bilincin dizgesel olarak ve tarihsel olarak birinci tabakası ilkömekler tabaka sıdır, bunun üzerinde ilkömeklerin gelişmiş ve tam anlamında ussal laşmış bir biçimi olan kavramlar ta bakası oluşacaktır. Nasıl Titan’lar tanrıların atalarıysalar, ilkömekler de kavramların atalarıdırlar. (Bk. KARMAŞIK) İL K SE L (lat. primarius; fr. primaire\ alm. Erst, primâr; ing. primary). Birinci olan. Önce gelen. Ardışık düzende birinci olan. Za mansa! ve dizgesel açıdan ilk sıra da yer alan.(Bk. İLKEL) 278
İM G E (lat. imago\ fr. image; alm.
Bild, Vorstellung\ ing. image). Bir duyumdan kalan iz. Bir duyumun sağladığı ve o duyum ortadan kalk tığında da varlığını sürdüren biçemsel öge. Bir duyulur nesnenin zihin deki biçemsel karşılığı. Bir duyumun zihinde yinelenmesiyle ortaya ko nulmuş olan ve gerçeklikte karşılığı olabilen ya da olmayan sunum. İm gelemin ortaya koyduğu her çeşit ürün. İmge iki ayrı kaynakta varo luşunu kazanır. İmge önce dış dün ya nesnelerinin algıyla gerçekleşen basit bir sunumudur. Dünyayla dokunuşmamızda ortaya çıkan ve içi dolu olmayan ilk bilgi ya da taslak da diyebiliriz ona. Algıda beliren bu taslak kavramsal düşüncenin teme lini oluşturur ya da daha başka bir deyişle imgeler kavramların ilksel biçimleridirler. Elbette her sunum kavrama dönüşmez ya da kavramın oluşumuna katkıda bulunmaz. Bir sunumun bilince katılabilmesi onun üstalgıda belirlenmesiyle olasıdır yoksa elbette bizim dünyayla her dokunuşmamızın basit düzeyde de ol sa bir bilgi alışverişi olması düşü nülemez. Bilince çıkmayacak kör al gılar vardır. İkinci olarak imge im gelemin doğrudan doğruya yaratısı olarak vardır. İmgelem herhangi bir gereksinimle ya da boş bir edimle herhangi bir şey tasarladığında ilge oluşmuş olur. Ben bir kırk kulaklı kırk kuyruklu canavar düşleyebilirim ya da mimar yeni bir yapı ta sarlayabilir. Buna göre dış kaynaklı imgeleri duyumsal imge ve imgele min ürünü olan imgeleri zihinsel im ge diye ikiye ayırabiliriz. (Bk. AL GI, ÜSTALGI)
İM G EG Ü C Ü (lat. phantasia; fr. fa n ta isie ; alm. P hantasie; ing. fancy). Dış nesnelerden elde edi len imgelerin zihinde yeniden can landırılmasını sağlayan yeti (eski an lamı). İmgeleme karşıt olarak her türlü ussal denetimin dışında ala bildiğine ve tam anlamında ölçüsüz imgeler oluşturabilme yetisi. “İmgegücü” bir bakıma “imgelem”in eşanlamlısıdır, ancak ölçü tanımaz lığıyla ondan ayrılır. En olumlu an lamda imgegücü, yeniye açık, ya ratmaya yönelik, hep yeni bileşim ler kurmaya eğilimli imgelemi kar şılar. Buna göre o her zaman çağ rışım düzeninin akışını izleyerek çok değişik bileşimler ortaya koyan bir güç olarak düşünülür. (Bk. ALGI, İMGE, İMGELEM) İM G E L E M (lat. imaginatio\ fr. imagination; alm. Einbildungskraft; ing. imagination). İmge oluş turma yetisi. İmgelem özellikle do ğa nesnelerini ve doğa olgularını öykünen ancak doğrudan doğruya hiçbir gerçekliği karşılamayan im geler üretir. Kant imgelemi “Bir nesnenin o anda yokken bile sez gide kendini gösterebilme yetisi” di ye tanımlar. Descartes imgelemi şöyle tanımlamıştı: “İmgelem tanı ma yetisinin kendisine sunulan cis me belli bir uyarlanışından başka bir şey değildir.” Bousset’nin tanı mı daha belirleyicidir, o imgelemi “süren duyum” olarak tanımlar. Su nucu imgelem, daha önce elde edil miş bir imgenin düşünülmesini sağ lar. Yaratıcı imgelem, kişinin yeni ya da bilinmedik imgeler oluştur
masını sağlar ve elbette bilimlerin, sanatların, felsefenin etkin verimi ne kaynak olur. İmgelem büyük ten çok çocukta, sağlıklıdan çok hastalıklıda aşın verimli olur, an cak özellikle hastalıklı verim (san rı, masal uydurma, histeri) gerçek anlamda verimden çok uzaktır. Ya ratıcı imgelemle hastalıklı imgelem arasındaki ayrım gene de çok bü yük değildir. İmgelemin denetim siz bir verim gücü gibi görünmesi bazı düşünürleri onunla ilgili olum suz görüşler edinmeye götürmüş tür. Örneğin Pascal onu insan ya şamının aldatıcı ya da yanıltıcı bir yanı olarak görür, bir yalan kayna ğı olarak değerlendirir. Oysa insa nı olan’dan olası’ya açan, onu ya ratıcı kılan başlıca güç imgelemdir. (Bk. İMGE, İMGEGÜCÜ) İNAN (lat. fıdes; fr. foi; alm. Glaube; ing. faith). Bir dine ya da Jjir düşünceye bağlanma. Tanrı’ya du yulan güven. “İnanç”ın eşanlamlı sı. “İnan”la “inanç”ı birbirinden ayı ran “inan”ın biraz daha nesnel sayabileceğimiz içeriğidir. İnan bir dine ya da bir düşünceye inanmak olduğu kadar o dinle ya da o dü şünceyle ilgili gerekleri yerine ge tirmektir. “Eylemde bulunmayan inan içtenlikli bir inan mıdır?” der Racine. İnan bir tartışmadan çok bir bağlanmayı gerektirir ya da inan çerçevesinde her tartışma köklü bir araştırma olmaktan çok yeni bir bağlanma denemesidir, bağlann sağ lamlığını gösterme denemesidir. Bu na göre inanda kuşku yoktur. Gene de inananlar kuşkuyu gerekli gö
İNANCILIK rürler. Aziz Augustinus kuşkusuzluğa kuşkudan ulaşmıştı. “Kuşkulamayan insan ölü bir insandır” der Unamuno. Kimileri inanı yaşamak için bir zorunluluk olarak değerlen dirir. “İnansız bir insan bilmem ne işe yarar!” der Konfuçius. Öte yan dan inanın büyük bir etki gücü taşı dığına inanılır. Matta İncili ’nde şöyle yazar: “İnan dağlan yerinden oyna tır.” Kuran’da şöyle bir belirleme buluruz: “İnanı olmayanlar sesleri anlamadan dinleyene benzerler.” Pascal inanı yaşamın temel öğele rinden biri sayıyor, ona ulaşmak için üç yol belirtiyordu: us, görenek, esin. Voltaire inanı dinbilimin insani zayıflıklar üzerindeki zaferi saymış tır. Felsefi açıdan önemli olan bil mekle inanmak arasındaki ilişkidir. Bazı filozoflar, örneğin Descartes, Spinoza, Hegel bilme çabamızın önü ne çıkabilecek bir engel bulunmadı ğını düşünüyorlardı. Oysa Kant bi linebilirin alanını bilinemezin ala nından ayırmıştı. Ortaçağ’ın eşiğin de Aziz Augustinus inanı bilginin te meline yerleştirmişti ve şöyle diyor du: “İnanmak için anlamaya çalışı yor değilim, anlamak için inanıyo rum.” Aziz Augustinus bize şunu öğütlüyordu: “İnanırsan anlayacak sın, inan öncedir, düşünce sonra.” İnan ve bilgi karşıtlığı inancılık ve bilinemezcilik adlı iki karşıt düşün ceyi getirdi. (Bk. BİLİNEMEZCİ LİK, İNANCILIK, İNANÇ) İN A N C IL IK (fr. fidéisme', alm. Glaubensphilosophie\ ing. faithphilosophy). Usçuluğu çıkmaz bir yol olarak gören ve ona karşı inan
cın doğrularını öneren dinsel öğre tilerin tümü. İnancılık özellikle Her der ve Jacobi’nin düşüncelerinde anlatımını bulur. Her iki düşünce de doğrunun bilgisine yalnızca us yoluyla ulaşılabileceğini bildiren katolik inancına aykındır. İnancılık ilk doğrulann bilgisine ancak inan yo luyla ya da tanrısal açınımla ulaşı labileceğini bildirir. Us bize şeyle rin doğasını öğretmez, usun tek yaptığı iş görüntüleri sınıflamaktır. Böylece inancılık gidimli düşünce nin yerine sezgiyi koyar. (Bk. İNAN) İNANÇ (fr. croyance; alm. Glau be', ing. belief). Bir şeyin doğrulu ğuna inanma edimi. Bir önermenin onanması. Doğaüstü gizlere inan ma anlamında “inan”ın eşanlamlı sı. İnanç, en genel anlamında ke sinliklerden çok olasılıklara yatkın düşüncedir. Tam olarak doğrulan mış yani kesinleştirilmiş düşünce hiçbir zaman inanç diye nitelendirilmeyecektir. D insel çerçevede inanç ussallıktan çok gönülle ilgili dir, bir görüş olmaktan çok bir bağ lanıştır, bir duygusal onamadır. İnançla ilgili felsefi görüşler olduk ça değişiktir. Kant için inanç bir bilgi biçimi değildir. Oysa Jacobi için inanç insanı sonsuza açan tek kay naktır, gerçekliğin duygusunu sağ lar. Marx inancı bir yanılsama sa yar, ona göre inanç zavallı insanla rın kurtuluş dilekleriyle ya da öbür dünya düşleriyle ilgilidir. İnanç her durumda kuşkuculuğun karşıtı gi bidir, bu yüzden tartışmacılıktan çok benim seyiciliğe eğilimlidir.
İNDİRGEME İnanç belirlemeyi ve onamayı se ver, kanıtlamayı sevmez; zaten o daha çok kanıtların geçerli olmadı ğı alanlara yönelir. İnanan kişi dü şüncesini belli bir düşünce biçimi ne ulamıştır ya da belli bir öğreti nin altına koymuştur. Her inanç sağlam bir güven duygusuna da yanır. /A lain: “İnanmanın derece leri şunlardır. En alt düzeyde kor kuyla ve arzuyla inanma vardır. Onun üstünde görenekle ve öykünmeyle inanma yer alır (kralla ra, hatiplere, zenginlere inanma). Onun üstünde herkesin inandığına inanma vardır (Paris onu görme sek de vardır). Onun üstünde bil ginlerin kanıtlarla uyum içinde or taya koyduğu şeylere inanmak yer alır. (...) Bütün bunlar inancın ala nını oluşturur.” / Demosthenes: “İnsan inanmak istediği şeye ina nır.” / Tacitus: “İnsan anlamadığı şeye çok kolay inanır.” / Michel de Montaigne: “İnsan enaz bildi ğine en sağlam inanır.” / La Fontaine: “Herkes korktuğuna ve ar zuladığına çok kolay inanır.” / Chateaubriand: “Dinin dışında hiç bir şeye inanm ıyorum .” / H. de Balzac: “Büyük heyecanlar veren büyük inançlar vardır.” / D. F. de Coulanges: “Bir inanç bizim zihni mizin ürünüdür, ama onu canımı zın istediği gibi eğip bükemeyiz. O bizim yaratımızdır, ama bunu bile meyiz. O insani bir şeydir ve biz Tann’ya inanırız. O bizim gücümü zün bir sonucudur ve bizden daha güçlüdür. O bizdedir, bizi bırakmaz, her an bize bir şeyler söyler. Başeğmemizi isterse başeğeriz, ödev
lerimizi gösterirse uyarlanırız. Do ğaya başeğdiren insan kendi düşün cesinin tutsağı olmuştur.” / AlléLaprune: “Her yerde tek bir us var dır, bilgiyle inanç arasında, bilimle inan arasında ne çelişki ne uyum suzluk vardır; ancak bir üst doğ rular düzeni sözkonusudur, bura da inan kesinliğin koşullarından bi ri olur.” / A. Camus: “Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa, hiçbir değere var diyemiyorsak, o zaman her şey olasıdır ve hiçbir şeyin önemi yoktur. O za man ne bir şeyden yana olmak ne bir şeye karşı olmak vardır. Cani o zaman ne haklı ne haksızdır.” “Ey lemi yönlendirecek bir üst değer ol madığı zaman dolaysız etkinlik yo luna gidilecektir. Hiçbir şey doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü olama yacağına göre daha etkin görün mek kural olacaktır. Dünya o za man adaletliler ve adaletsizler a k sında değil efendiler ve köleler ara sında paylaşılacaktır.” (Bk. BOŞİNANÇ, İNAN, İNANCILIK) İN D İR G EM E (lat. réduction fr. réduction; alm. Reduktion; ing. ré duction). Daha alt bir düzeye gö türme. Basite götürme. Azaltma. Daraltma. Daha küçük boyutlara in dirme. Matematikte ve mantıkta bir nesnenin eşdeğer bir başka nesne ye çevrilmesi (paralelkenarın dik dörtgene dönüştürülmesi). Bir nes nenin katışıklarından arındırılması. Husserl felsefesinde indirgeme öze inme, öze ulaşma, katışıklarından arındırma anlamına gelir. Bu anlam da olgubilimsel indirgeme bir özü
281
İNSAN ortaya çıkarabilmek için bir nesne de özle ilgili olmayan tüm nitelikle ri, tüm raslantısal öğeleri dışlamak tır. Bu da “ paranteze alm ak” la (E in kla m m eru n g ) sağlanabilir. Husserl bu indirgemeyi “aşkın” di ye nitelendirir, çünkü o bizi indir genemez tek gerçeklikle, aşkın ben’le karşı karşıya bırakır. Husserl olgubilimsel indirgemeyi aynı zaman da “gerçeklik yargısının askıya alın ması” anlamında “Epoke” diye ad landırır. Saçm aya indirgeme: bir önermenin doğruluğunu ya da yan lışlığını sonucun yanlışlığıyla gös term e. (B k. O L G U B İL İM , PARANTEZE ALMAK) İN S A N (yun. a n tro p h o s; lat. homo\ fr. homme\ alm. Mensch', ing. man). Ussal canlı varlık. Yer yüzünün en gelişmiş hayvan türü ve o türün bireyi. İnsan toplumsal düzende yaşayan bir memelidir, ge lişmiş bir dil ve düşünce dizgesine sahiptir. İnsan sorunu felsefenin, özellikle çağdaş felsefenin en temel sorunudur. XVIII. yüzyıldan son ra çeşitli bilgi alanlarının deneysel bilim özelliği kazanarak felsefeden ayrılması felsefeye insan sorunu na en genel kavramsal bakış özelli ği kazandırdı. XIX. yüzyılda insa nı içten ve dıştan yani ruhsal ve top lumsal bir varlık olarak ele alan iki ayrı bilimin, ruhbilimin ve toplum bilimin kurulması, bu arada insanbilim ve budunbilim alanındaki bü yük gelişmeler insan sorununu kök ten ele almaya yönelen felsefeye çok önemli veriler sağladı. Ruhsal bir etkinlik alanı olarak insanla top
lumsal ve tarihsel bir varlık olarak insan her zaman bir bütünde ele alınmasa da gerçek anlamda bir bü tünlük ortaya koyar. Bu yüzden bir insanı bir açıdan ele almak onu ek sik hatta yanlış anlamamızı getire cektir. Öyleyse, insanı hem tarih sel gelişim boyutu içinde toplum sal bir varlık olarak incelemek hem de onu bilinçli bir varlık olarak tüm ruhsal etkinlikleri içinde gözlemle mek gerekecektir. Bu araştırmada insanı her şeyden önce biyolojik gelişim tablosu içinde ele almak zo runludur: böyle bir çaba onun dün yadaki yerini ve hatta kaynaklarını belirlemek açısından çok önemlidir. Biyoloji bilimiyle uğraşanlar birhücrelilerden insana kadar uzanan ge lişim çizgisinde ilginç bir bağıntıyı yakalamışlardır: bir önceki hayvan bir sonrakinin bazı gelişmiş özel liklerini daha basit ölçülerde duyu rur, bir öncekinin bir özelliği bir sonrakinde yetkin olarak içerilmiştir. Bu bakış insanın dikkatini ister istemez maymuna çevirmesine yol açmıştır. Tilney ve Yerkes adlı araş tırmacılar şempanze beyninin min yatür bir insan beyni olduğunu gör müşlerdir. Eski doğabilimcilerin “vahşi insan” ya da “orman insa nı” diye adlandırdıkları maymun bir insan taslağı olarak görünür. Bazı araştırmacılar şempanzelerin bazı özel durumlarda kullandıkları ge lişmemiş bir dile sahip olduklarını saptamışlardır. Ancak insanın may munla yakın özellikler gösterdiğini düşünmek gene de yanlış olur: in sanı maymundan ayıran şey ince bir duvar değil, çok uzun dönüşüm
İNSAN evreleridir. Eski dünyada, son bu zul çağının kapanmasıyla ya da bu zulların kuzeye çekilmesiyle başla yan iklim yum uşam asında may munla insan arasındaki geçiş türle rinden sonuncusu da ortadan çekil di ve yerini insana, homo sapiens’e bıraktı. Göçebe homo sapierıs, otuz bin yıllarında ortaya çıktığı düşü nülen bu yeni insan tam anlamında doğal durumda yaşıyordu, ancak doğal durumdan uygar duruma ilk adımlarını atmak üzere hayvan de risinden çadırlar yapmaya ya da ku ru balçığa barınaklar kurmaya yö neliyordu. İnsanın daha da insan laşması on bin yıllarıyla beş bin yılları arasında olmuştur. Toprağa yerleşmekle belirgin bu dönemde insan tarıma ve dokumaya ağırlık verdi, pişmiş topraktan mutfak eş yaları yaptı. 5000 dolaylarında baş layan Cilalıtaş dönemini Bakır ve Bronz dönemleri izledi. M.Ö. XII. yüzyılda Demir dönemi başladı. Bu dönem ilk büyük uygarlık etkinlik lerinde çok önemli aşamalar döne mi oldu. İnsanın gerçek atası olan homo sapiens böylece yerini ilk gerçek insana bırakmış oldu. İnsa n ın bu b ü y ü k serü v en için d e nereden nereye geldiği ve neyi ka zanıp neyi yitirdiği, en eski insanla en yeni insan arasında ne gibi ayrılık ve benzerlik noktalarının saptanabileceği sorusu elbette ko lay yanıtlanabilir bir soru değildir. İnsan gerçek anlamda bir ilerleme yi mi gerçekleştirdi ya da ilerleyen bir doğal düzende mi varoldu yok sa bilgi düzeyindeki bir takım ge lişmelere karşın insan yaşamı tam
anlamında bir yinelenme midir? Bu tür sorular insanlığın temel sorula rıdır ama birdenbire yanıt verilebi lir sorular değildir. XVII. ve XVIII. yüzyılda düşünürler yeni dünyanın güç yaşam koşullan karşısında do ğal durumdaki insanın yani homo sapiens’m nasıl yaşadığını, onun gerçek bir mutlu mu yoksa gerçek bir mutsuz mu olduğunu merak et tiler. M.Ö. 254-180 arasında yaşa mış olan Titus M accius Plautus “Lupus est homo hominV' (İnsan insanın kurdudur) demişti. Hobbes XVII. yüzyılda bu formülü doğal durumdaki insana yansıttı. Filozo fa göre doğal durumdaki insan tam anlamında bir vahşi yaşamını sür dürüyordu, böyle bir yaşam için “insan insanın kurdudur” formülü geçerli olmalıydı. Hobbes’a göre uygarlaşma insanı kendi kendisinin kurdu olmaktan çıkardı. Yasa dü zeninde insan, tüm bencilliklerine karşın, başkalarıyla birlikte yaşa mayı öğrendi. Oysa XVIII. yüz yılda Jean-Jacques Rousseau do ğal durumda insanın tam anlamın da mutlu insan olduğunu düşün dü. Mutluluğu bozan uygarlaşmay dı, mülkiyetti. Bununla birlikte in san için artık doğal düzene dönmek diye bir şey sözkonusu olamazdı. Bundan böyle yapılacak olan şey bir toplumsal sözleşme düzeninde hep birlikte yaşamak olmalıydı. İnsanbilimle ilgili son çalışmaların da ışığında, bu tür eski ve yeni kar şılaştırmalarının pek de anlamlı ol madığını görüyoruz. Belli dönem lerin insanlarını mutlu ya da mut suz diye belirlem e olasılığım ız
İNSAN olmadığı gibi doğal durum diye bir yaşam koşulu belirlemek de olası değildir. İnsan her dönemde belli bir biçimde doğayla ve kendisiyle yıkışmış, bu yıkışmadan sayısız acılar ve sayısız sevinçler derlemiş tir. Çünkü, M arx’ın diliyle söyler sek, “İnsan dünyanın dışında so yut bir öz değildir. İnsan, insan dünyası’dır, devlettir, toplumdur.” Ancak, ne olura olsun, Aristote les’in de vaktiyle pek güzel belirle diği gibi insan türü zayıf bir türdür ve bu yüzden toplumsal yaşama mahkum kalmıştır. Hiçbir insan bi reyi yaşamını tek başına sürdüre bilecek yapıda değildir. Buna göre bir insan bireyinin yetişmesi nere deyse yirmi beş yılı gerektirmek tedir. Bu yüzden Homeros Odysseia’da “Yeıyüzünde insandan da ha zayıf hiçbir şey yoktur” demiş tir. XVII. yüzyılda Pascal insanın ne Tanrı ne de hiçlik olduğunu söyleyecek, onu Tanrı’yla hiçlik arasında bir orta yer diye belirle yecektir. Pascal’e göre insan bir ka mış kadar kırılgan bir varlıktır. Ge ne de insan zayıflıkları yanında bü yük yetkinlikleri olan bir varlıktır, belki de insanı ussal bir hayvan ola rak belirleyen Aristoteles’in dediği gibi “İnsan tanrı ya da hayvandır”. Zaten insanı gelişmeye iten bu za y ıf varlığı olmuştur. Nietzsche “İn san aşılması gereken bir şeydir” di ye düşünürken onu çok daha güç lü görmek istemiştir. Kutsal Kitap’ta şöyle yazar: “Tanrı insanı dos doğru yarattı, ama insan birçok yet kinlik aradı.” Kimileri, ne kadar in 284 celirse incelsin, insanda her zaman
vahşi ya da hayvani bir yan kala caktır diye düşünürler. Bir alman atasözü “Her insan kendinde bir v ah şi hayvan g iz le r” der. Th. Cariyle da insanın hayvani yanını şöyle belirlemiştir: “İnsan, don gi yen etçil-otçul ikiayaklıdır.” / G. le Bon: “İnsanın yaşamdaki yeri bil diğiyle değil, istediğiyle ve yapa bildiğiyle belirgindir.” / Nietzsche: “İnsan, hayvanla üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, uçurumun üze rinde bir ip.” ‘“ Kendi kendini ta nı’, işte bilim burada. Yalnızca şey lerin bilgisine ulaşıldığı zaman in san kendi kendini tanıyacak. Çün kü şeyler insanın sınırlarıdır.” / Shelley: “Ben insanların sevdiği in sanlardan değilim, anımsadığı in sanlardanım.” / Voltaire: “İnsanlar uzaktan başka köpeklerin havlama sını işitince havlayan köpeklere benzerler.” / Boileau: “Göklerde uçan, yerde yürüyen - Denizde yü zen tüm hayvanlardan - Paris’den Peru’ya, Japonya’dan Rom a’ya En ahmak hayvan insandır bence.” / Machiavelli: “İnsanlar ne tümüy le iyi ne tümüyle kötü olmayı bile bilirler.” / Dostoyevski: “Her şeye alışan varlık: bence insan için yapı labilecek en doğru tanım budur.” / F. le Dantec: “İnsan özgürlük düş leri gören bilinçli bir kukladır.” / O. Wilde: “İnsanın ussal bir hayvan ol duğunu nasıl söyleyebiliriz! O her şey olabilir ussal olamaz.” “İnsan öyle bir ussal hayvandır ki, usun ilkelerine göre davranması isten diğinde hemen öfkeye kapılıverir.” / Leibniz: “Öbür cisimlerin ruhları ve tözsel biçimleri ussal ruhlardan
İNSANBİLİM çok ayrıdır: yalnız ussal ruhlar biBrier eylemlerini; bu ussal ruhlar doğal bir ölümle ölmedikleri gibi, ne olduklarının bilgisinin temelini de her zaman korurlar; bu da onları cezaya ve ödüle yatkın kılar, onları T an n ’nın egemen olduğu evren cum huriyetinin yurttaşları yapar, dolayısıyla tüm öbür yaratıklar ona hizmet ederler.” (Bk. BİLİM, DÜ ŞÜNCE, FELSEFE, İNSAN Bİ LİM, RUHBİLİM, TOPLUMBİ LİM) İN SA N B İÇ İM C İLİK (fr. anth ropomorphisme ; alm. Anthropo morphisme-, ing. anthropomorphism). Tanrısal varlıklara insan özellikleri ulamaya dayanan dinsel öğreti ya da görüş. İnsanla ilgili ol mayan şeyleri insan özellikleriyle açıklama yöntemi. (Bk. TANRI, ÇOKTANRICILIK) İNSAN BİLİM (fr. anthropo logie-, alm. Anthropologie-, ing. anthropology). En genel insan araştırması. Tanrısal şeylerden in sani açıdan sözetme biçimi (Malebranche: “Kutsal kitap insanbilimlerle doludur”). İnsan varlığını bütü nü içinde ele alma biçimi (ruh ve madde diye ayırmadan). Kant, in sanbilimi insanla ilgili en genel bi limsel araştırm a olarak düşünür. Ona göre, kuramsal insanbilim bir tür deneysel ruhbilimdir, insanı ve yetilerini en genel çerçevede ele alır; pragmatik insanbilim insani yat kınlığını artırmaya yönelmiş insa nın bilgisidir; ahlaki insanbilim görenekler metafiziğinin ilkelerine
uygun olarak bilgeliğe yönelmiş insan ın b ilg isid ir. İn sa n b ilim 1870’den sonra insan bilimleri ara sına katılmıştır. Genişliğiyle ya da kapsayıcılığıyla, biraz da eksik yan larıyla insanbilim insan bilimleri sı ralamasında en üst yeri alır gibidir. Gene de insan bilimleri arasında bir başatlık sözkonusu olacaksa, bu ba şatlığın toplumbilimde olması ge rekir. Çünkü toplumbilim insanı toplumsal varlık olarak bütünselli ği içinde ve değişen yaşam koşul ları çerçevesinde inceleyen bir bi limdir. İnsanbilime gelince, o tüm insanı kucaklamaya çalışırken bi lim olma yolunda güçlüklere uğra mıştır. İnsanbilim ne ölçüde kap sayıcıysa, o ölçüde kaygandır, in sanı başlıbaşına bir bütün olarak ele alan bir bilim uçsuz bucaksızlığıyla bilimden daha başka bir şey ola caktır. Dinbilim kaynaklı insanbi lim giderek bir ırkbilim anlarçıı ka zandı. ırkları genel özellikleriyle, kökenleri ve tarihleriyle, uygarlık etkinlikleriyle ele almaya yöneldi, buna göre bir ara “insanlığın olu şum tarihi” diye tanımlandı. Onu ilk o larak ders p ro g ram la rın a 1855’de Quatrefages de Breau kattı ve bu çok kapsamlı bilime “insanın doğal tarihi” adını verdi. Auguste Comte insanbilimi genel olarak in sanın ve yetilerinin bilimi diye gör dü. 1859’da İnsanbilim demeğini kuran Broca, bu bilimi “insan top luluğunu bütünü içinde, ayrıntıla rıyla ve doğanın geri kalan yanıyla ilişkileri içinde inceleyen bilim” ola rak tanımladı. B u durumda insan bilim uçsuz bucaksız bir bilim ola
İNSANCILIK
286
bilirdi, anatomiyi, kazıbilimi, tarihöncesini, budunbilimi, fosilbilimi, biyocoğrafyayı ve daha başka bi limleri kapsayabilirdi. Bu bulanık gelişimi içinde insanbilim fizikselinsanbilim ve kültürel insanbilim ol mak üzere ikiye ayrıldı. Fiziksel in sanbilim insan ırklarının fiziksel yapı özelliklerini araştırmayla sınırlandı: insanı yaşadığı ortamda, evrimi içinde, doğal ya da hayvani koşul larıyla incelemeye yöneldi; onun boyunu, üyelerinin yapısını temel özellikleriyle araştırmaya girişti: böylece insanın hem fiziksel tari hini hem bugünkü koşullarını orta ya koymaya çalıştı. Irkların belir gin özellikleri olamadığı için, daha doğrusu bir takım biyolojik ırksal ayrımlar olsa bile bunların insani özellikleri belirleyici bir yanı olma dığı için bu anlamda insanbilim her zaman sallantılı bir bilim olacaktı. Kültürel insanbilime gelince, o da insanı toplumsal ortamla bağları içinde ele alacak; toplumsal insa nın kültürünü, duygu ve düşünce yapısını, davranış özelliklerini, ya pıtlarını araştıracak; insanı bilgi, inanç, sanat, ahlak, alışkılar, göre nekler çerçevesinde inceleyecektir. O durumda halklarla ilgili kültür araştırmalarından başka bir anlama gelmeyecek olan insanbilim budunbilime indirgenmiş olacaktır. Budunbilim ve budunbilgisi halkbili me iyiden iyiye yaklaşırken, insan bilim halkbilimle ve budunbilimle özdeşleşmeye çalışır; bununla bir likte, budunbilimin ve budunbilgisinin sınırları oldukça belirginken insanbilim belirsiz alanlara doğru
yayılmaktadır. (BUDUNBİLİM , BUDUNBİLGİSİ) İN S A N C IL IK (fr. humanisme; alm. H um anism us; ing. hüm a nizm). İnsanı daha yüce bir yaşam biçimine ulaştırmayı amaçlayan öğ retilerin tümü. İnsanın yetenekle rini araştıran ve bu yetenekleri da ha ileri bir insanlık için geliştirme amacını güden öğretilerin genel adı. İnsancılık özel olarak Rönesans’da yani XV. ve XVI. yüzyıllarda Av rupa’da ortaya çıkan ve insanın kendini araştırmasıyla, doğaüstü saplantılarından sıyrılmaya çalışma sıyla, bunun için Eskiçağ’m düşün ce ve sanat kaynaklarını araştırma ya yönelmesiyle belirgin bir düşün ce devinimidir. Rönesans insanı bu çabası içinde hem gerçekçi ve eleş tirici bir bakış kazanmış hem de bu bakışı insanın gelişimi, mutluluğu, esenliği, özgürlüğü için kullanma ya özen göstermiştir. Tarihçi A. Renaudet insancılıkla ilgili olarak şunları söyler: “İnsancılık insan do ğasına güvenmeyle ilgili bir ahlak tır. Hem incelemeye hem yaşama yönelmiş olarak daha üstün bir ya şama doğru aralıksız yönelişi be nimsetir. O, insana kendinde ülkü sel insan tipini yaratması için bir çaba, topluma da insan ilişkilerin deki yetkinliği gerçekleştirmesi için gene güçlü bir çaba önerir. Bu an layış içinde o geniş bir kültür atılımını gerektirir, bir insan ve dünya bilimini öngörür, bir ahlak ve hu kuk getirir ve siyasete bağlanır.” Buna göre insancı kendinde bütün bir dünyayı bulan ve yeniden kur-
İNSANCILIK ■taya yönelen kişidir. O, dünyada bir birey olm anın, zam anda ve uzamda olabildiğince geniş çerçe veli bir düşünselliğe ve duygusallı ğa yönelmenin önemini bilir. O bir utan ya da bir soyun değil, bütün bir insanlığın akrabasıdır. İnsancı başkasındaki beni ve bendeki baş kasını bir bütünün değişik açılım ları olarak kavrar. Onun için “ben” ne kadar önemliyse “biz” de o ka dar önemlidir. Philippe Monnier in sancılık devinimini şöyle tanıtlar: “İnsancılık tam tamına bir eskiçağ beğenisidir, bir eskiçağ inancıdır. Bu inanç öylesine ileriye götürül müştür ki, hiçbir zaman hayranlık düzeyinde kalmadan yeniden üret me çabasını ortaya koymuştur. İn sancı, eskileri tanıyan ve onlardan esinlenen kişiden başka bir şey de ğildir, eskilerin değeri karşısında öylesine büyülenm iştir ki onları kopya eder, öykünür, yineler, on lardan örnek alır, onların biçimleri ni alır, örneklerini ve tanrılarını alır, düşüncelerini ve dillerini alır.” Paul Foulquie de felsefi açıdan insancı lığı şöyle tanıtlar: “Bu kavrayışa gö re, insan yüce değerdir, mutlak ola rak da (tanrıtanımaz insancılık), en azından deney düzeyinde de (din sel olabilen insancılık, özellikle hıristiyan insancılığı); buna göre ah laklılık kendinde ve başkalarında, özgül olarak insani olanı geliştirmek ve herkesin gerçek anlamda insani yaşam koşullarından yararlanabil mesi için elinden geleni yapmak tır.” R önesans’dan sonra insancı eğilimler eksik olmadı, bu eğilim lerden herbiri insanı bir başka bi
çimde tasarlıyordu. Örneğin JeanPaul Sartre insancılığı varoluşçu açıdan şöyle belirliyordu: “İnsan cılıktan insanı amaç olarak ve yü ce değer olarak alan bir kuramı an layabiliriz.” Sartre’a göre “İnsan kendine kapanmış değildir, ama her zaman insani bir evrende bulun maktadır”. İnsancılığın kökenini in sanı konu edinen en eski filozofla rın, bu arada kendi kendini araştır maya yönelen Sokrates’in düşün ce çabasında aramak doğru olur. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diye rek bireysel yargıyı tek ölçüt alan Protagoras’ın bile bu kaynakta bu lunduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ancak bu eski bakış açılarından ger çek anlamda bir insancılık eğilimi bulmaya çalışmak boşuna olacak tır. Tüm doğaüstü bağlarından kur tulmuş, insanın geleceğine yönel miş, hoşgörüyü insan ilişkilerinin temeline koymuş, bilgide usçuluğa olduğu kadar kuşkuculuğa bağlan mış yeni bireyin ilk belirtileri an cak Ortaçağ’ın ortalarında görül meye başlar. Karolenjler Rönesansı diye adlandırılan düşünce atılımı insancılığın ilk ışıklarını getirmiştir diyebiliriz. Kari I Roma imparator luğunu yeniden kurmaya çalışırken sarayına topladığı bilginleri eski me tinleri incelemekle görevlendirmiş, İngiliz York’lu Alcuin’e, İtalyan Paola Diacomo ve Pietri de Pisa’ya, İspanyol T eodulfo’ya bu yolda önemli görevler vermişti. Karolenj ler Rönesansı çeşitli siyasi etken lerle, özellikle de barbarların bas kılarıyla sönüp gitmiş, ama Avru pa’da saray ve kilise düzeyinde de
287
İNSANCILIK olsa eski kültürü arama eğilimi şu ya da bu biçimde sürdürülmüştür. Barbar yayılmaları sırasında bir ik tisadi ve toplumsal bunalımla bir likte büyük bir kültür bunalımına düşmüş olan Avrupa’da bu yayıl malardan sonra latin yazarlarının dindışı yapıtlarını kopya etme işi büyük bir hızla başlamıştır. Avrup a ’lı düşünce adamları tüm Orta çağ boyunca Cicero, Ovidius, Horatius, Vergilius, TerentiUs gibi ya zarların yanında Platon’u ve Aris to teles’i de latince m etinlerden okuyorlardı. Bu gelişim içinde yani serm ayeci ilişkilerin kurulm aya başlamasıyla birlikte kilise çerçeve sinde, daha doğrusu manastır ve piskoposluk okulları çerçevesinde, daha sonra yeni kurulan üniversi telerde Skolastik Rönesansı diye adlandırdığımız yeni arayışlar ken dini gösterdi. Rönesans’ın eşiğin de ve başlarında bizans ve yunan kültürlerine ilgi arttı. XV. yüzyıl İtalya’sında bu ilgi büyük boyutla ra ulaştı: birçok bizanslı bilgin İs tanbul’un fethi üzerine Rom a’da toplaşırken bizans ve yunan kültü rünün başlıca yapıtları büyük bir hızla latinceye çevrildi, böylece Platon’un ve Aristoteles’in daha iyi an laşılabilmesi için zemin hazırlanmış oldu. Tüm İtalya’da zenginler ki taplıklarını eski yapıtlarla zenginleş tirme yarışma girdiler. Rönesans başlangıçta Reform düşüncesini de kapsayacak bir biçimde bir yenilik istemi olarak gelişti. Başta Erasmus olmak üzere birçok yazar eskiçağ ahlaklarıyla hıristiyan ahlakı arasın da köprü kurmaya çalışıyordu. Bir
yandan Epikuros’çu bir ahlak an layışına bağlanırken bir yandan Sokrates’i yücelten Erasmus hoş görü fikrinin ilk büyük savunucu su oldu. Gerçekte eski pagan ah laklarıyla hıristiyan ahlakını bağdaş tırmak olanaksızdı. Epikuros’un hazcılığı, Pyrrhon’un kuşkuculu ğu, Stoa’cıların insan anlayışı dü şünceye egemen oldukça insancı lık dinsel niteliğini yitirmeye başla dı ve Reform devinimi Rönesans deviniminden ayrıldı, hatta onunla karşıtlaşmaya başladı. Çünkü in sancılığın dindışı eğilimleri hıristiyan ahlakını aşağılamaya ve tanrı tanımazlığa dönüşmeye başlıyordu. Luther ve Calvin insancıları İsa yo lundan dönmüş, pagan inancını be nimsemiş insanlar olarak belirledi ler. Ortaçağ boyunca din merkez lerinde, özellikle Bizans’da yaşanan korku gerçekleşmiş, pagan ahlak ları hem de hıristiyan inancını yok edecek biçimde yeniden ortaya çık mıştı. Gerçekten insancılar dünya yı ve insanı ikinci plana itmiş ve onu tümüyle doğaüstüne bağımlamış olan hıristiyan ahlakından iyi den iyiye kopmuşlar, insani özel likleri yücelterek insanı doğada öz gür bir varlık saymaya başlamış lardı. Böylece çileci ve gizemci dü şünceyle bağlarını koparıp dünya nın bütün güzellikleriyle ilgilenen, kendindeki güzellikleri bu güzellik lerle doğrulamaya çalışan insan, in sancı tipinin ilk belirgin örneğini ve rirken karşısında bütün katılığıyla dini buldu. Bu dindışı gelişimin el bette her şeyden önce iktisadi ve toplumsal nedenleri vardı. İtalyan-
İNSANCILIK lar daha XIII. yüzyılda Doğu’yla ticaret yaparken ya da Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya ge milerle mal taşırken yeni düşünce akımları geliştiren arap dünyasın dan kökü Platon ve Aristoteles’e dayanan yeni değerler getirmişler di. Colomb’un, Vasco de Gama’nın, M agellan’ın gezileriyle yeni ufuk lara açılan Avrupah giderek dünya nın da dünya görüşünün de sınır larını genişletiyordu. Basım tekni ğinin bulunması bu gelişimi hızlan dırdı ve yaydı. Evren tablosunun değişmesi, dünyanın merkez ol maktan kurtulması insanların dik katlerini doğaüstünden doğaya çe virmesini sağlamıştı. Dindışı eğilim ler içinde kendini gösteren kültür değişimleri Fransa kralı François I ve kızkardeşi Navarra kraliçesi Angouleme’li Margarita’nın çabalarıy la desteklendi. Yeni üretim ve alış veriş düzeni yeni büyük ve etkin kent düzenini getirirken Ortaçağ’ın belirgin insan tipi, toplumsallığın ya da daha doğrusu dinsel toplum dü zeninin altında bireyselleşemeden kalmış ve ezildikçe ezilmiş insan ti pi, Tanrı’sına ve senyörüne karşı görevlerini yaparken çok az hakka sahip olmuş olan insan tipi tarihe karışıyordu. İnsancılık katı toplum sal bağlan yeni yaşam koşullannın gerekleri çerçevesinde sarstı, hiç bir önemi kalmamış olan insana önemini anımsattı. Bu yeni yöneli min tohum lan ya da ilk biçimleri elbette insancılann canla başla oku yup özümlemeye koyulduğu eski metinlerde bol bol vardı. Buna gö re bir rönesans aydını tipi, bir in
sancı insan tipi çıktı ortaya. Bu ça lışkan ve özverili insan acele yar gılardan ve önyargılardan kaçan in sandı ve katıkuralcılığa kesinlikle karşıydı, öte yandan insan için ya rarlı olanı her şeyin üstünde tutu yordu, gerçek olanla gerçek olma yanı, değerli olanla değersiz olanı birbirinden ayırmak için elinden ge leni yapıyordu. Bu tutum bazı ya zarlarda, örneğin Rabelais’de “Ya şamak güzeldir ve senin hakkındır, canın ne istiyorsa onu yap” for m ülüne kadar götürüldü. Ortaçağ’da ağırlıklarını yavaş yavaş yi tiren ve Rönesans’da büyük bir bu nalımı yaşayan din kurumlan yeni den eski güçlerini kazanınca insan cılık korumasız kaldı, ayrıca geli şen mutlakyönetimler, özellikle Richelieu rejimi dindışılık ya da tanrı tanımazlık karşısında bağışlayıcı ol mayı her şeyden önce siyasal bü tünleşmeye sakatlıklar getirecek bir tutum olarak gördüğünden bir za man sonra insancı olmak ateşle oy namak anlamı kazandı. Bu arada din savaşlan da insancılık eğilimle rini büyük ölçüde geriletti. Bundan sonra insancılık her düşüncede ya da bazı düşüncelerde özel anlam lar kazanmaya başladı. Örneğin Auguste Comte “insanlık dini” kav rayışını getirerek yeni bir insancı tutum alırken tüm doğaüstü katı şıklarından annmış bir dünya özle mi içinde insanı insan için vazge çilmez tek değer olarak benimsedi. Nietzsche’nin şu sözü çağdaş in sancı bakış açısını en güzel biçim de yansıtır gibidir: “Her zaman is tediğinizi yapın, ama her şeyden
İNSANLIK önce isteyebilenlerden olun.” (Bk. İNSAN, SKOLASTİK, TOPLUM, TOPLUMBİLİM, VAROLUŞÇU LUK)
290
İN SA N LIK (lat. humanitas\ fr. hum anité-, alm . M e n sch h eit, M enschlichkeit, Humanitâf, ing. humanity). Tüm insanlara özgü ni telikler bütünü. İnsan türünün öz gül ayrımını oluşturan özyapılar bütünü. İnsanı siyasal ve ahlaki amaç durumuna getiren öğreti. İn sanların tümü. İnsanlık terimi bize kuru ve anlamsız bir insan kalaba lığını değil, canlı, gelişen, her adım da biraz daha yetkinleşen, olum suz yanlarını gidererek üstün bir am aca doğru ilerleyen bir insan toplumları birliğini düşündürür. O, insanla ilgili her iyiliğin kaynağı ve sorumlusudur. “Gerçek onur in sanlığın dışında değildir” der Fénelon, insanlığın yapabileceği şeyi bü yük adamlardan beklemek gerek tiğini söyler. Gerçekte pekçok in san eylemlerini insanlık adına ger çekleştirdiği savundadır. Örneğin Friedrich II, Machiavelli’ye karşı insanlığı savunmakta olduğunu bil dirir, “İnsanlığı yıkmak isteyen bu ucubeye karşı insanlığı savunmayı üstleniyorum” der. Kimileri insan lığı amaçları kendi içinde olan ve iyilikleri kendinden getiren bir güç olarak belirlerler. Pierre Leroux şöyle der: “Hıristiyanlık geçmişin en büyük dinidir, ama Hıristiyan lıktan daha büyük olan bir şey var sa o da İnsanlık’tır.” Bu çerçevede insanlığın en uygun tanımını da belki Pierre Leroux yapar: “ İnsanlık,
kendileri de tohum halinde insanlık olan, gücül durumda insanlık olan birçok gerçek varlıktan oluşmuş ül küsel bir varlıktır. Buna karşılık in san gerçek bir varlıktır, onda in sanlık denilen varlık gücül olarak yaşar.” Auguste Comte insanlığın üç aşamalı bir tarihi olduğunu be lirtmişti: “Onun tüm Eskiçağ’ı dol duran uzun çocukluğu temelde din sel ve askeri oldu, gençliği Ortaçağ’da metafizik ve feodal oldu, aşağı yukarı birkaç yüzyıldır gözlemlenebilen olgunluğu da zorunlu olarak olumludur ve sanayiyle ilgi lidir.” Auguste Comte buna göre bu üçüncü dönem için bir insanlık dini'nden sözedecektir. Ancak her kesin insanlıkla ilgili duyguları de ğişiktir, bu da insanın duygu ve dü şünce açısından derin ya da kar maşık bir bilinç yapısına ulaşmış ol masıyla ilgilidir. Baudelaire ünlü Yol culuk şiirinde şunları yazar: “Ge veze insanlık dehasının sarhoşu Eskiden deliydi şimdi de deli, - Öf keyle can çekişirken haykırır Tan rı’ya: - Benzerim efendim lanetle rim seni!” / Carlo Goldoni: “İnsan lığın her yerde olduğu, kıskançlığa her yerde raslanıldığı, dingin ve so ğukkanlı insanları halkın alabildiği ne sevdiği ve bu insanların düşma nın kalleşliğini kırdığı kesindir.” / J. -J. Rousseau: “Bir günün filo zofu! Kendine yeryüzünde yerine getirilmesi gereken bir ödev bul madan bir adım bile atamayacağını ve her insanın insanlığa varoluşuyla yararlı olduğunu bilmiyor musun?” /H enri Bergson: “İnsanlık gerçek leştirdiği ilerlemenin ağırlığı altında
İNTİHAR yarı ezik inliyor. Geleceğinin ken disine bağlı olduğunu yeterince bil miyor. Yaşamını sürdürmek istiyor sa her şeyden önce görmek zorun da olduğunu bilmiyor.” / Alfred Jarry: “Her toplum dünyanın en güçlü ve en yürekli toplumu oldu ğunu, ‘en başta’ olduğunu söyle yip duruyor. Ne yazık, insan çev resindeki başlarla bir tür yuvarlak hayvandır.” / G. Berger: “Yaşlan mak bir yana, insanlık giderek her gün biraz daha gençleşiyor.” / Ed ward Gibson: “Tarih bundan böy le insanlığın cinayetlerinin, çılgın lıklarının, mutsuzluklarının sicilin den başka bir şey değildir.” / Dostoyevski: “Soyut insanlık aşkı he men her zaman bencillikten gelir.” / H.G. Wells: “ İnsanlığın tarihi özünde fikirlerin tarihidir.” “Bizim gerçek ulusum uz insanlıktır.” / Publius Terentius Afer: “Ben insa nım, insanlıkla ilgili hiçbir şey bana yabancı değil.” / Alfred Adler: “İz lenmesi gereken doğru yol sorunu karanlıkta düşe kalka ilerliyor ol sak da çözülmüş görünüyor. So runu kesin bir biçimde parçalamak istiyor değiliz, ancak en azından şu nu söylemek istiyoruz: biz bir bi reyin etkinliğini ve bir topluluğun etkinliğini ancak sonsuzluk için ve tüm insanlığın en büyük gelişimi için değerler yaratabildiği zaman de ğerli sayarız.” (Bk. İNSAN) İN S A N M E R K E Z C İL İK (fr. anthropocerırisme', alm. Anthropozentrismus; ing. anthropocentrism). İnsanı evrenin merkezi sayan ve in sanın iyiliğini tüm amaçların en yü
cesi olarak belirleyen öğreti. (Bk. İNSAN, İNSANCILIK) İNSANSEVERLİK (fr. philanthropie; alm. Philanthropie\ ing. philanthropy). Eskiçağ’da ırk ya da toplum ayrımı yapmadan tüm in san ları bir sayan ve ö ze llik le Stoa’cılarda anlatımını bulan eşit lik öğretisi. İnsanın mutluluğunu başlıca amaç sayan öğretilerin tü mü. (Bk. İNSANCILIK, MUTLU LUK) İN T İH A R (fr. su ic id e ; alm . Selbstmord', ing. suicide). Kendini öldürme. Çok zaman dayanılmaz olmuş bir durumdan kurtulmak adı na kendini kendi isteğiyle öldürme. Ruhbilim ve ruhhekimliği intiharda her zaman hastalıklı bir temel ara ma eğilimindedir. Ancak her inti har girişimini hastalıklı bir etkene bağlamak da kolay değildir. Durkheim gibi bazı yazarlar intiharı uy garlık gelişimleriyle ilgili toplumsal bir olgu sayarlar, bunun için kent lerdeki intihar olaylarının köylerdekinden çok yüksek olduğunu bildi rirler. Durkheim intiharı şöyle ta nımlar: “Kurbanın kendisi tarafın dan gerçekleştirilen ve onun orta ya çıkacak sonucu bildiği, aynı za manda olumlu ya da olumsuz bir edimin dolaysız ya da dolaylı so nucu olan her türlü ölüm olayı.” Durkheim’a göre intiharın her za man toplumsal-ahlaki bir temeli vardır: “İstemli ölümlerin olumsal lığını her an belirleyen toplumun ah laki yapısıdır. Öyleyse her toplum için insanları kendilerini öldürme-
25
İNTİHAR
292
ye iten belli etkinlikte ortak bir güç vardır.” Ne olursa olsun, intiharla rı hastalıklı temeli olan ve olmayan diye ikiye ayırmak doğru olacak tır. Yaşama ve ahlak değerlerine olan saygı kişiyi intihara sürükle yebilir. İnsan “namussuz” diye ni telendirilmemek için ya da başka sına yük olmamak için kendi yaşa mına kendi eliyle son verebilir. Din sel bir ülkü, toplumsal bir yüküm lülük de intihara yol açabilir. Bu gi bi durumlarda intihar bir “kendini adama”dır. Ayrıca, kişilik yapısı ge reği yaşam değerleriyle tam anla mında bir tesleşme içine düşmüş kişiler de yaşama olanaklarını tü müyle elden kaçırmış oldukları duy gusu içinde yaşamlarına son vere bilirler; buna en güzel örnek Flaubert’in roman kişisi Madam Bovary’dir. Ayrıca intiharda toplum sal etkenlerin ya da etkilenmelerin de payı büyük olmaktadır, zaman zaman intihar salgınlarına raslanılmaktadır. Bu salgınlarda intihar bi çimi bile çok zaman aynıdır (de miryoluna yatarak, damdan atlaya rak...). Ruhsal bozukluklara bağlı intiharlarda bireyin duygu dünya sının büyük bozulmalara ve karı şıklıklara uğradığı kesindir. Kısa sü ren ama çok şiddetli bir heyecansal bozukluk, örneğin bir felaket ha beriyle gelen bir ruhsal bozukluk kişinin özdenetimi elden kaçırma sına ve kendini öldürmesine yol açabilir. Her türlü ruhsal bunalımı azçok intihara yöneltici bir etken olarak görebiliriz. Öte yandan suç luluk, değersizlik, aşağılanmışlık duyguları, kendini suçlamalar, hat
ta gizemli fikirler intihar nedeni ola bilirler. Sık sık gelen sanrı nöbetle ri de kişiyi intihara sürükleyebilir. Melankolilerde intihar eğilimi çok belirgindir. A. Porot “Her melan kolik gücül durumda bir intiharcı dır” der. A. Porot’ya göre bu has talar genellikle gecenin ikinci yarı sında, ilk düşlerini gördükten son ra (bu kişiler çok az uyurlar) inti hara kalkışırlar. Ateşli silahlar, bı çaklar, jiletler, cam kırıklan birer in tihar aracı olabilirler. Kendini asma ya da ırmağa ya da kuyuya atlama melankoliklerde çok sık görülür. Aç kalma ve verilen yemeği geri çe virme de çok zaman bir intihar eği limini belirtir. Yerleşik çılgınlıklar, sara, alkol ve uyuşturucu alışkan lığı, bunama durumları da intihara yol açabilmektedir. Ne olursa ol sun intihar bir dünyadan kopmuşluk belirtisidir. Bu yüzden Elie Faure intihar’la çaba’yı iki karşıt kav ram gibi belirler: “İnsan ancak in tiharla çaba arasında bir seçim ya pabilir: sanatın üstün yararlılığı bu çabaya ahlakın eksik tuttuğu bir he yecan vurgusu eklemek ve ölümün göğsüne bıkmadan usanmadan bir canlı yürek yerleştirmektir.” Ruh bilimin ve ruhhekimliğinin gelişme si çağdaş felsefeye insan araştır masında insan ruhsallığının incelikli yanlarını özellikle gözlemleme ge reksinimini duyururken intihar so rununa da deşici bir gözle bakma eğilimi kazandırdı. Felsefi açıdan intihar sorunu, Cam us’nün de or taya koyduğu gibi, yaşamın yaşan maya değer olup olmadığı tartış masını kendiliğinden getirecektir:
İNTİHAR “Gerçek anlamda ciddi bir tek fel sefi sorun vardır: intihar. Yaşam ya şanmaya değer mi değmez mi diye düşünmek felsefenin temel soru sunu yanıtlamaktır.” İnsanın “dün yaya bırakılmış” olduğu fikrini öne süren varoluşçu kötümserliğin yan daşı Camus intihar kavramını böylece yaşamın saçmalığına götüre rek açıklamaya yönelir. Camus’nün deyişiyle, insanla yaşamı arasında ki boşanmayı getiren biraz da ya şamın tekdüzeliğiyle bizden uzak düşmesidir: “Kalkmak, tramvaya binm ek, dört saat büroda ya da fabrikada çalışmak, yemek yemek, uyumak, pazartesi sah çarşamba perşembe cuma ve cumartesi aynı ritimle hemen hemen aynı yolu iz lemek. Ancak bir gün ‘niçin’ so rusu sorulur ve her şey şaşkınlıkla dolu bu yorgunlukta başlar.” Ge nel olarak filozoflar ya da düşü nürler intihara olumsuz bir gözle bakmışlardır. Aristoteles “İntihar genellikle bir alçaklıktır” diyordu. Alfieri “Yürekliliğin kanıtı ölmek değil yaşamaktır” der. Alfred de Vigny’ye göre “İntihar dinsel ve toplumsal bir cinayettir”. Elsa Triolet’ye göre de “İntiharlar yoktur, cinayetler vardır”. E. Levinas şöy le söyler: “Ölüm hiçbir zaman is tenmez, gelir. İntihar çelişkili bir kavramdır.” Voltaire soruna şöyle bakar: “İntihar her zaman çılgınlık değild ir, am a in san g enellikle akılcılık bunalımına girdiği için öl dürmez kendini.” A. Vinet’ye göre “İntihar gerçekte Tanrı’sız bir ya şamın dolaysız anlatımından ve in ce özetinden başka bir şey değil
dir.” X. Fomeret şöyle der: “İnti har doğruyu aramaya giden bir kuş kudur.” Konuyla ilgili en ağır yar gıyı M. Bontempelli verir: “İntihar cinayetlerin en ahlakdışı olanıdır.” Malraux intiharı bir yaşam deneyi gibi düşünür: “Kendini öldüren ki şi kendi kendine yarattığı bir imge nin peşinden gider: insan ancak va rolmak için kendini öldürür.” Ne olursa olsun toplumlar intiharı pek iyi karşılamamışlar, hatta intihar gi rişimlerinde bulunanlara pek katı davranmışlardır. Montesquieu bu nu şöyle belirler: “Kendi kendileri ni öldürenlere karşı Avrupa’da ya salar çok katı: deyim yerindeyse onları ikinci bir defa öldürüyorlar, onları yakışıksız bir biçimde sokak larda sürüklüyorlar, onları namus suz sayıyorlar, mallarına el koyu yorlar.” Felsefe tarihinde intihara en olumlu anlamını kazandıranlar Stoa’cılar oldu. Stoa ahlakı yaşa mın tükendiği yerde ölümü seçmek gerektiğini bildirir. Yaşam doğaldır, yaşamın son bulması da doğaldır. Ağaçlar gibi insanlar da ölecektir. İnsana yaraşan güzel bir ölümle öl mektir. Yaşam koşulları uyarsızlaştığında Stoa’cı ölümü seçer. Stoa ahlakı kendi ölümünü yükümlenmeyi zorunlu kılar: ölümü gecikti rip kötü durumlara düşmemek ge rekir. Epiktetos şöyle diyordu: “Şu noktada mutsuzsam, benim için sağlam bir yol vadır: ölüm. Yaşam da hiçbir şey güç değildir. İstersen çıkarsın, artık dumandan boğulmaz olursun.” Daha sonra Marcus Au relius da şöyle dedi: “Evde ocak tütüyor. Çok duman yoksa kalırım,
İONİA OKULU çok duman varsa çıkar giderim. Ka pının açık olduğunu anımsamak ve hiç unutmamak gerekir.” Monta igne Stoa’cıların ölüme hazır olma fikrini candan benimser, ancak in tihar fikrine karşı durur. Şöyle der: “Yaşamımızın süresini kendi eli mizle ayarlama anlayışını benimseyemiyorum. Genç Cato, intiharını önlemek isteyenlere, şu an yaşamı erkenden bıraktı gitti diye yargıla nabilecek yaşta mıyım diyordu. O zaman ancak kırk sekiz yaşınday dı.” (Bk. VAROLUŞÇULUK). İO N İA O K U L U îonia’da yani Anadolu’nun Ege kıyısında, Miletos’la Phokaia arasındaki bölgede M.Ö. VI. yüzyılda ortaya çıkan fel sefe etkinliği. İonia okulu pers ya yılmasına kadar (546) gelişimini sürdürdü. Miletos kentinde Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, Ephesos kentinde de Herakletios bu okulun ünlü filozofları oldular. İo nia okulu filozofları evrenle ilgili araştırmalarında duyu verilerine da yanarak görüşler ortaya koydular. 49 8 ’deki İonia ayaklanmasından sonra İonia okulunun Miletos ka nadı tümüyle çöktü, geriye Ephe sos kanadı kaldı. E phesos’Iular Perslere karşı ayaklanmaya yanaş mamışlardı. (Bk. ATOMCULUK, ELEA OKULU) İST E M (lat. voluntas; fr. volonté; aim. Wille, Willenskraft, Willkür; ing. will). Seçim yapma eğilimi ya da yetisi. Bir şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda belirli tutum. Descartes’çı anlayışta, istem, anlı
ğın bize önerdiği şeyleri hiçbir dış gücün belirleyiciliği sözkonusu ol madan varsamak ya da yoksamaktır. Malebranche’a göre istem ru hun genel olarak iyiye, Tanrı’ya yö nelimidir. Schopenhauer istem kav ramını evrenin özü ya da temeli ola rak belirler: onun kötümser felsefe sinde evren kör bir istemin ürünü dür. Düşünülmüş ya da bilinçli bir edim olarak her istemli davranış bir fikir temeline dayanır, bu yüzden onu inatlaşmayla ya da körü körüne di renmeyle karıştırmamak gerekir. O her şeyden önce düşünceli bir ka rarlılığı ve bir eylemi gerektirir. Her istem usun belirleyici gücünü ge rektirir ya da istem ussallığın eylem düzeyinde açılımından başka bir şey değildir. Her istemli edim, buna gö re, bir sorumluluğun anlatımıdır. On da yalnız bireysel bakış açısının de ğil, toplumsal kuralların ya da göre neklerin de belirleyici etkisi sezilir. İstemin karşısına alışkanlıklar çıkar ya da istem en büyük kavgasını alış kanlıklara karşı verir. Henri Delac roix “Alışkanlık istemle doğa ara sında bir orta yerdir” der. İstem çok zaman alışkanlıkla başedemez ya da en azından onunla çok zor koşullar da savaşır: alışkanlık bilince kendi renklerini kattıkça istem geriye çe kilir. İstemin başetmeye çalıştığı alış kanlıklar gerçekte yoğun ve karma şık bir ruh dünyası üzerine, bir he yecanlar karmaşığı üzerine temellenmişlerdir. Bu yüzden istem her ne kadar başta alışkanlıklarla yıkışır görünse de onun başlıca karşıtı alışkanlıkları da doğuran tutkular dünyasıdır. Henri Delacroix’nm da
belirttiği gibi, yaşamımızın büyük bir bölümü tutkuların belirleyiciliği al tındadır. Tutkular duygu dünyamı zın aşırı uçlandır ya da aşırıya götü rülmüş süreçleridir. Egemen olma tutkusu, kendini gösterme arzusu, yükselmek isteği her zaman bilinci kendi renklerine boyayacak, buna göre istemi ya ortadan kaldıracak ya da onun yönünü değiştirecektir. Parlak kanıtlar yargının yönünü sap tırdıkça istemin bilinç temeli zayıf lar, tutarlılığı azalır, istem giderek bir seçme gücü olm aktan çıkar, bir amaca ulaştırma aracına dönüşür. Bu da istemin istem olmaktan çık ması demektir. Çünkü istem amaç lar arasında ussal çerçevede bir se çim yapabildiği sürece istemdir. İs tem bir arzuyu bir arzuya kurban eder, bir amacı bir amacın yerine koyar, bunları yaparken insani kay gılarla, ahlaki öngörülerle hatta önyaıgılarla davranır. Böylelikle o tut kuya karşı duracak tek güç olarak belirir. İstem bir sorunu amaçlan göz önünde tutarak çözer ya da amaçlan açısından çözer, buna göre “Her istem bir arzu yetersizliğini gerekti rir” (H. Delacroix), toplumsal çer çevede bir tutuculuğu gerektirir. Za ten göreneğin kuralları ya da ahla kın kuralları istemli davranışta belli bir tutumluluğu getirirler: belli ko nularda seçim yapmamız, istemli bir tutum almamız gerekmez, nasıl dav ranmamız gerektiği bellidir. Gene de kuralların yetmediği, istemin gerek tiği durumlar vardır. Olumlu alışkan lıklar da istemde tutumluluğa ola nak verirler, bu anlamda onlar gö reneklerle birlikte iş görürler. Ribot
istemin bozulmasını iki temel nede ne bağlıyordu: itkilerde artış (birden bire bir şeye kapılıp gitme) ve ya saklama eksikliği (arzulara dayanamama). İstem, böylece her zaman usu tutkulara egemen kılma gücü olarak özgürlüğün kaynağı ya da dü zeneği diye anlaşılabilir. Leibniz “Öz gür ve istemli aynı anlama gelir” di yordu. A. Charma şöyle der: “İstem ’den anladığım ız şey özgürlük’den anladığımız şeydir. İstemli ve özgür sözcükleri tam tamına ay nı anlamdadır.” A. Franck’a göre de özgürlük istemliliğin bir biçimi’dir. Genel istem: XVIII. yüzyılda özel likle Diderot ve Jean-Jacques Ro usseau’da gördüğümüz toplumsal sözleşme düşüncesi. Bu dönemde mutlakyönetimlerin iyiden iyiye sar sılmasıyla ortaya çıkan rejim tartış maları içinde demokratik eğilimle rin artması genel istemin toplumsal yaşamda belirleyici olması görüşü nü getirdi. Diderot şöyle der: “Özel istemler kuşkugötürür istemler dir, genel istem her zaman iyidir.” Jean-Jacques Rousseau da şöyle der: “Herkesin istemiyle genel istem arasında genellikle birçok aynlık var dır; genel istem genel yararı amaç lar, öbürü özel yararı gözetir ve özel istemlerin toplamından başka bir şey değildir. Birbirleriyle yıkışan bu az ya da çok ölçüdeki aynı istemleri dış layın, geriye sonuç olarak genel is temin ayrımları kalacaktır.” “Her egemenlik edimi yani her gerçek ge nel istem edimi tüm yurttaşları eşit ölçüde zorunlu kılar ya da kayırır, öyle ki egemen yalnızca ulusun ken disini tanır ve onu oluşturanlardan
İSTEMCİLİK hiçbirini öbüründen ayırmaz.” “Özel istem doğası gereği yeğlemelere yö nelir, genel istem eşitliğe yönelir.” Genel istemin gerçekleştiği düzen gerçekte tam anlamında demokra tik bir yaşam düzeninden çok top lumun yararına göre düzenlenmiş ve belli bir yöneticinin yönetiminde varlığını sürdüren yasa düzenidir. Thonnard bunu şöyle açıklar: “Ya sa, düzenlenmiş bir genel istem ol makla devlet için adaletlinin ve ada letsizin, ahlaki iyinin ve kötünün tek kuralıdır. Din de dogmalarıyla ve ta pınma biçimleriyle işte bu yasayla değerlenmiştir. (Dinin bağımsızlığı Rousseau’ya göre, katoliklikte gö rüldüğü gibi karışıklıkların ve çatış maların kaynağıdır.) Ona uyup uy mamakta kimse özgür bırakılmaz, ona uymayanlar devletten çıkarılma lıdırlar, suçlular olarak değil toplu ma uymayanlar olarak çıkarılmalı dırlar; yasaya uyacağına söz verdi ği halde ona uymayan kişi en bü yük cinayeti işlemiş ve ölümü haketmiş demektir.” V. Grigorieff de şöyle der: “Bilinç insan için neyse genel istem de site için odur. İnsan kendi bilincine başeğdiği gibi, ken dine başeğercesine genel isteme başeğecektir, çünkü genel istem ege men bir toplum oluşturan bilinçle rin birliğidir, herkes için güvenliği ve özgürlüğü sağlar.” Genel istemi sağlayacak olan gerçek bir önder dir, b ir üstü n insandır. R ousseau’nun “genel istem”i ilk bakışta çok açık gibi görünür, ancak biraz yakından bakınca onun bir düş ürü nü olduğu görülecektir. Çünkü top lum özel istemlerin bütünleştiği yer
dir, özel istemlerin dışında bir genel istem düşünmek olası değildir. Ge nel istem, çoğunluğa aşın bir saygı nın anlatımı olmalıdır. Güç istemi: Nietzsche’de insanın kendini geliş tirme yolunda doğal eğilimi. Güç is temi Nietzsche’ye göre gerçek an lamda güçlü insanın, güçlü olmak isteyen insanın istemidir. Sıradan ve zayıf insanlar güçlü insanın güç is temini ellerinden geldiğince sınırla maya çalışırlar. Sıradan ve zayıf in sanlar Nietzsche’ye göre özellikle hıristiyan ahlakının izleyicileridirler. Nietzsche şöyle der: “Üstün insan lar, benden şunu öğrenin: halkın top landığı alanda konuşmak istiyorsa nız konuşun. Ama halk göz kırpıp şöyle diyecektir: ‘Biz hepimiz eşi tiz.’ ‘Üstün insanlar m ı?’ Böyle der halk göz kırparak. ‘Üstün insanlar yoktur, biz hepimiz eşitiz. Her in san öbürüyle eşdeğerlidir. Tann kar şısında hepimiz eşitiz.” (Bk. Bİ LİNÇ, US) İS T E M C İL İK (fr. \olontarisme\ alm. Volontarismus; ing. volurıtarism). İstemi evrenin özü sayan öğreti. Yargıda istemin belirleyici olduğunu savunan öğreti. Duygu nun ve eylemin değerler açısından düşünceden daha belirleyici oldu ğunu ileri süren öğreti. Zihinsel sunumlann ve işlevlerin duygusal iş levlere bağlı olduğunu bildiren ruhbilim öğretisi. Duns Scotus’un tan rısal istemin belirleyici özgürlüğü nü tüm doğruların ve ahlak kural larının temel ilkesi sayan öğretisi. Schopenhauer’ın olgular dünyası nın temeline istemi yerleştiren öğ-
İSTEMCİLİK retisi. Yakıyı basit bir zihinsel be lirleme olarak gören anlıkçılığa kar şıt olarak istemcilik her yargılama edimini bir yükümlenme olarak de ğerlendirir. İstemcilik öznenin ken di üzerinde ve dış dünya üzerinde belirleyici etkinliğini öngörür. Al gıda istem sözkonusu değildir, an cak yargıda her zaman istemin be lirleyici bir gücü olmalıdır. İstem cilik bizi tüm eylemlerimizden, tüm düşüncelerimizden, hatta tüm duy gularımızdan sorumlu tutar. Doğa üstü istemcilik istemi evrenin özü olarak görür, fikirlerin temelinde şeyleri ya da sunumları değil yal nız istemi bulur. İstemciliğin en yaygın anlamı doğaüstü anlamıdır ve S chopenhauer’e göre dünya benim sunum um dur, özneyi ve nesneyi içerir. O kör ve saçma bir İstem’in varettiği bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Beden “gö rünür olmuş istem”dir, bu istem den giderek Mutlak’ı, her şeyin kö keni olan Tek İstem’i belirleyebili riz. Schopenhauer’e göre istem kendi varlığımızda sezdiğimiz sü rekli bir eğilimdir, bizdeki yaşam isteğidir. Bu yaşam isteği ya da bu istem bizim en temel duygumuzdur. Ruhta olduğu kadar bedende de egemendir, ruhumuzun derinle rine kök salmıştır. Bu duygu bizi Mutlak’a bağlar, çünkü istem tek bir şeydir, bir başka deyişle istem ler yoktur, istem vardır. Varolan her şeyin temelinde yer alan bu tek is temdir. “Uzamda ve zamanda or taya çıktığını gördüğümüz şey onun görünümlerinden yalnızca biridir. İstem bizim en içten özümüzdür,
ancak tüm hayvanların herbirinin de özüdür” (A. Cresson). Maddi yaşamın güçlerinde yansıyan da odur. O evrenin kendisidir, varlı ğın da kendisidir. Gerçekte istemin uzamda ve zamanda olması bir gö rünümdür, yoksa istem hiçbir yer de değildir. İstem gelişmeyen bir şeydir, çünkü o uzamın ve zama nın dışındadır. İstem tektir, çokluk ancak uzamda ve zamanda olası dır. İstemin nedeni yoktur, amacı da yoktur. Başlangıcı olmadığı gibi sonu da olmayacaktır. O vardır ve ister. Duns Scotus’un özgürlüğü her şeyin ilkesi sayan, doğruyu ve iyiyi bu ilkeye bağlayan öğretisi de istemciliktir. Filozofa göre özgür lüğün kökeninde Tanrı vardır. Tanrı istemlidir, öyleyse dünyayı oluştu ran şey tam anlamında olumsallık tır. Tanrı isteseydi dünyayı yarat mazdı, istedi ve dünyayı yarattı. İs tese dünyayı başka türlü de yara tabilirdi; istese tüm değerleri altüst edebilir, eğriyi doğru, kötüyü iyi kı labilirdi. Duns Scotus’agöre istem bizim en önemli yetimizdir, bizim gerçekliğe ulaşm am ızı sağlayan özerk ve özgür bir güçtür. Biz ger çekliğe ancak istemin etkin gücüyle ulaşabiliriz. Yeni-Platon’cu ve Augustinus’çu süreklilik kavrayışına karşı çıkan XIII. yüzyılın ünlü fi lozofu Tommaso’cu düşünceye de karşıdır. O hem maddeye kadar iş leyen düşünsellik fikrini yadsır, hem hiçbir gücün maddeye biçim olmadan varolma şansı veremeye ceği fikrini yadsır. Duns Scotus’a göre, istem, Tommaso’nun sandı ğı gibi, kendisinden ayrı bir anlığa
İSTEMSİZLİK bağımlı değildir. İyi, Tanrı’nındoğrudan doğruya istediği şeydir, is temle ortaya koyduğu şeydir. İn sanda da istem anlığı belirlemekte dir. (Bk. ANLIK, ANLIKÇILIK, İS TEM) İST E M SİZ L İK (fr. aboulie; alm. Abulie, W illenslosigkeit\ ing. aboulia). İstem eksikliği, İstek ek sikliği. Tüm istemli davranışlarda, karar ve dikkat gerektiren davra nışlarda yetersizlik. İstemsizlik du rumunda kişi düşünsel işlevler yö nünden hiçbir bozukluk gösterme mekle birlikte, karar vermede ya da dikkat göstermede eksikli kalır. İnsanı yaşamdan koparan istemsiz lik uyuşturucu bağımlılığının da bir göstergesi gibidir. Bu durumda bi rey karar oluşturamaz ya da dü şünceden eyleme geçemez. İleri de recede uyuşturucu bağımlısı olan kişi tam anlamında istemsiz kişi dir, yalnızca uyuşturcu bulma ko nusunda kararlı ve dikkatlidir. Yal nız düşünsel işlevlerin tam olarak sağlıklı olduğu durumlarda bir is temsizlikten sözedebiliriz; aptallık taki, ahm aklıktaki, bunaklıktaki durgunlukları istemsizlikle karıştır mamak gerekir. A. Porot şöyle der: “H afif durumlarda yalnızca istemli edim sıkıcı, ağır ve özensizdir. Ağır durumlarda en basit edimler hasta için olanaksızlaşır ve hasta genç de olsa tüm toplumsal etkinliği bırakır ve yatağa bağlı duruma gelir. P. Janet ve Seglas pek haklı olarak is temsizlerde eski edimlerin kendili ğinden davranışlarla henüz olası ol duğunu, oysa yeni edimlerin olası
lıkların ötesinde bir girişim çabası gerektirdiğini bildirirler.” Ruhaynştırması özellikle eğitim ve çevre so runlarına sıkı sıkıya bağlı olan is temsizlik durumlarında belli bir iyi leştirici etki oluşturacaktır. (Bk. İS TEM) İŞBÖLÜM Ü (fr. divisiorı du travail', alm. Arbeitsteilung', ing. division o f labour). Üretimde görev ve hizmetlerin paylaşılması. İşbö lümü insanın en eski etkinliklerin den biri olmalıdır. Avcılıkla ve meyva toplayıcılığıyla geçinen en eski insan da belli bir düzeyde işbirliği yapmaktaydı. Bir başka deyişle, toplum sınıflarının sözkonusu ol madığı ilksel tarihsel dönemlerde basit ve doğal işbölümü vardı. Bu işbölümü basit boy mülkiyetiyle be lirgindi. Üretim güçlerinin gelişme siyle doğal işbölümünden toplum sal işbölümüne geçildi; bu dönem toplumun sınıflara ayrılmasıyla be lirgindir. İşbölümünün gelişmesiy le Özel mülkiyet doğdu ve devlet ortaya çıktı. Adam Smith işbölü münün makinelerin gelişmesinden önce de gerçek anlamda varoldu ğunu benimser. Proudhon da bu görüştedir. Marx buna karşı çıkar: ona göre işbölümü adına yaraşır iş bölümü ancak gelişmiş makinalann ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş tir. “Gerçek anlamda m akinalar XVIII. yüzyıl sonlarında ortaya çık mıştır” der Marx. Ona göre “işbö lümünün gelişimi işçilerin bir atöl yede toplanm asını g e re k tirir”. Marx ve Engels şöyle şöyle yazar lar: “Bir ulusta işbölümü başlangıçta
İŞLEVSEL sanayi ve ticaret emeğiyle tarım emeğinin ayrılmasını gerektirir ve bunların çıkarlarının karşıtlığını ge tirir. Onun sonraki gelişimi ticaret emeğiyle sanayi emeğinin ayrılma sın ı d o ğ u ru r.” İşb ö lü m ü n ü Marx’tan önce Hegel “gereksinim” kavramından giderek açıklamaya çalıştı. Ona göre gereksinim öznel olmakla birlikte dış nesnelerin ve emeğin varlığıyla evrensellik kaza nır. Bu çerçevede işbölümü ortaya çıkar. İşbölümü gereksinimleri kar şılayarak işini bitirmiş olmaz, ter sine yeni gereksinimleri getirir, ge reksinimleri daha da çeşitli lendirir. Ancak onun emeği daha mekanik kıldığı da doğrudur. Emeğin yerine giderek makina geçmeye başlar. Gereksinimler ve onların karşılan ma biçimleri böylece artan bir çe şitlilik kazanır. Michele Bertrand bu konuda şöyle der: “İnsani gereksi nimlerin hayvani gereksinimlere karşıt olarak çok çeşitli ve değişik olduğunu söylemek yetmez, bu ge reksinimlerin ve onların karşılan ma biçimlerinin kendilerinde son suz gelişimlerinin ilkesini taşıdığını da söylemek gerekir.” Gerçekte ge lişmiş anlam da işbölümü Sanayi Devrimi’yle ortaya çıkmıştır; Sa nayi Devrimi işbölümünü son de rece ayrıntılı ve oldukça karmaşık bir duruma sokmuştur, neredeyse insanı da makinanın bir parçası du rumuna indirgemiştir, öte yandan insan emeğinin önemini enaza in direcek gelişimler ortaya koymuş tur. (Bk. SERMAYE)
İŞLEV (fr. fonction; alm. Funktion, ing. function). Belli bir ama ca yönelik özel etkinlikler toplamı. Bir toplumda ya da bir toplulukta kişinin gerçekleştirmekle yükümlü olduğu işlem. Bir toplumda bir ku rumun ya da bir kurumda bir bire yin etkin bir biçimde ortaya koy mak durumunda olduğu etkinlik. Bir karmaşık bütündeki bir parçanın o bütünde etkin bir biçimde gerçek leştirmek zorunda olduğu yüküm lülük. Bir bütünde bir parçanın or taya koyduğu belli bir amaca yö nelik işlemler bütünü. Organik ya da toplumsal yaşamda kendini gös teren işlemler bütünü. (Bk. EŞİŞLEVLİLİK). İŞLEV C İLİK (fr. fonctionalisme\ alm. Funktionalismus, ing. functionalism). Toplumu bir karşılıklı ba ğımlılıklar ya da etkileşimler düzeni olarak gören, toplumsal yaşamı bir başına belirleyecek herhangi bir te mel etkenin varlığını yoksayan öğ reti. İşlevcilik yapılardan ve dural özelliklerden çok işlevsel özyapılara ağırlık verir. Estetikte işlevsellik gü zeli işlevselin belirleyiciliğine veren anlayıştır, buna göre bir sanat yapı tının güzelliği onun işe yarar ya da yararlı oluşuyla belirgindir. Bu an lamda işlevcilik daha çok mimarlık ta geçerli bir anlayıştır. (Bk. İŞLEV) İŞLEV SEL (fr. fonctionnel; alm. funktionell, ing. functiorıal). İşlev le ilgili. İşlevsel ruhbilim, zihinsel süreçleri dinamik açıdan ele alan ruhbilimsel anlayıştır. Bu anlayışta 299
İTK İ ruhsal yaşamın doğası değil de zi hinsel işlevlerin nasıl gerçekleştiği araştırılır. İşlevsel ruhbilim ruhsal olguların anlamlarına ulaşmaya ça lışır, onların işlevlerini inceler; he yecanın, imgelemin, düşün bu çer çevede ne gibi bir etkinlik ortaya koyduğunu görmeye çalışır. İşlev sel ruhbilim etkin ruhbilimdir, dav ranışın ya da eylemin incelenmesi ne ağırlık verir. (Bk. İŞLEV)
300
İT K İ (fr. impulsion; alm. Trieb, ing. impulse). Bir edimi gerçekleş tirmek için duyulan karşı konulması güç istek. Düşünülmemiş ve de netlenmemiş eyleme yöneltici istemdışı eğilim. İtki bir düşünme den yapma eğilimidir, istemden tü müyle bağımsızdır, tümüyle içgü düsel ya da fizyolojik kökenlidir. İt kinin başlıca özelliği birdenbire ger çekleşmesi, böylece kişiyi katı ve tehlikeli davranışlara itebilmesidir. Bazı durumlarda itkiler kendiliğin den yani hiçbir dış koşullanma ol madan gerçekleşir, bazı durumlar da da tepkisel bir sorun sözkonusudur. Ayrıca itkiler yapısal ve edinilmiş olmak üzere iki bölümde toplanabilir. Yapısal olanlar hasta lıklı bir kalıtıma (kalıtımsal alkol tut kusu), zeka ya da düşünme gerili ğine, özyapısal dengesizliklere, içgüdüsel sapmalara bağlıdır. Sa ralı kişilerin itkileri denetlemede çok güçlük çektiği görülür. Bunun dı şında çok kesin olmamakla birlik te, itkilerin bazı ırksal ya da yerel özelliklere de bağlı olabildiği sanıl m aktadır (bir bölge halkının şidde te eğilimli olması gibi). Edinilmiş
itkiler elbette sonradan, özellikle ço cukluk çağının duygu bozuklukları içinde varlığımıza siner ve içgüdü lerin denetimden çıkmaya başlama sıyla belirginleşir. Normal kişilerde itkiler hiçbir toplumsal sorun çıkar mayacak biçimlerde yönlendirilmiş tir. Bu yönlendirilmede başlıca et kiyi sağlıklı ve tutarlı bir eğitim sağ lar. Bu konudaki başarı ne olursa olsun, toplumsal yaşam itkileri bas kı altında tutacaktır. Toplumsallaş mış insan itkilerine söz geçirebilen yani biyolojik varlığının üstüne çı kabilen insandır. Genel olarak tüm ahlak bilgisinin temelinde itkilerin denetim altına alınabilmesi sorunu yatar. (Bk. DÜRTÜ, GÜDÜ, İÇ GÜDÜ, İÇTEPİ) İY E L İK (lat. possessio; fr. pos session-, alm. Besitzen, Besitz, Besessenheit, ing. possession). Elde etme durumu. İyelik çılgınlığı, do ğaüstü bir güç tarafından ele geçi rilmiş olma sanısına dayanan çıl gınlıktır. Bu çılgınlıkta hasta doğa üstü bir varlığın kendisini ele ge çirdiğine, hatta kendi varlığına ka tıldığına inanır, bu doğaüstü varlık çok zaman şeytandır: hasta onun diliyle konuşmakta, onun istemine göre davranmaktadır. İyelik çılgın lığı buna göre bir kişilik bölünme siyle belirgindir, ayrıca sanrıların, özellikle görsel sanrıların etkinliğiy le belirgindir. Bazı iyelik çılgınlıkla rında hasta kendisini bir hayvan ta rafından ele geçirilmiş duyar. Bir çılgınlık olmaktan çok bir fikir ola rak bu durum bazı ilkel toplumlarda sık görülür. Örneğin Kuzey Af
İYİ rika’nın yerlileri kendilerini bir kö tü nıhun ele geçirmiş olduğunu dü şünürler. (Bk. MÜLKİYET) İY İ (lat. bene\ fr. bien; alm. Gut, Wohl, ing. good). Yararlı olan. Uy gun olan. Ahlakın temel kavramı olarak iyi tüm uyarlı davranışları belirler ve tüm uyarsız davranışları dışlar; burada uyarlılık elbette ev rensel bir geçerlilikte ele alınmalı dır. Ahlakın alanı bir kişi için ya rarlı ya da uygun olanı öngörmez, bir kişi için yararlı ya da uygun ola nın genel olarak insan için de ya rarlı ya da uygun olabildiği koşul lan öngörür. Önemli olan iyi’nin ev rensel planda geçerli olmasıdır. Ge ne de bireyin ahlak değerleriyle ev rensel geçerlikli ahlak kurallan ara sında tam anlamında kesin bir uyarlılığın bulunabileceğini söylemek güçtür. Ahlak alanı bir çatışkılar ala nıdır, buna göre iyi’nin anlamı bi reylere, ayrıca yere ve zamana gö re değişiklikler gösterecektir. Her durumda “iyi” kavramı “kötü”yle karşıtlaşır ve “kötü” dışlanması ge rekeni belirlerken “iyi” benimsenesiyi ortaya koyar. İyi’nin kaynağı nı da elbet usun belirleyiciliğinde aramak gerekir. Eski felsefeler in sanın duygu dünyasını bir “tutku lar” ortamı olarak görüyorlar, bu tutkuları dengeleyecek ya da diz ginleyecek güç olarak us’u belirli yorlardı. Onlara göre “iyi”ye ulaş manın başlıca yolu tutkuları yene bilmekten geçiyordu. Yunan filo zofları bir “yüce iyi” kavrayışı ge liştirmişlerdi. Buna göre bazı iyiler ya da iyilikler gerçek anlamda ula
şılması gereken yüce değerlerdi, bazı iyiler ya da iyilikler ikinci de recede ele alınmalıydı, onlar bir ara cıdan başka bir şey değildi. Yüce iyiye ulaşmakla ya da ulaşmaya ça lışmakla insan tannlara benzeyebi lirdi. Eskiçağ yunan-latin düşünce sinde insanın tanrılaşması kavrayı şı oldukça belirgindir. Bunun için usun yolunu izlemek, bilgiyle do nanmak gerekir. Bu çerçevede iyi ’nin yorumuyla ahlak alanında iki ayrı görüş ortaya çıkar: birinci gö rüşe göre her gerçek ahlaki edimin temelinde bilgi vardır, öbürüne gö re ahlak alanı bir seçimler alanıdır. Ahlakın temeline bilgiyi koymak daha çok bireyi kendi seçimleriyle, kendi sorum luluklarıyla başbaşa bırakmaktır; ikinci anlayış daha çok bir toplumsal ahlakla, görenek ler ahlakıyla ilgilidir, kişisel seçme lerden çok göreneklerin belirleyi ciliğinde gerçekleşir. Ancak, göre neklerin bilinçsizce benimsenmesi bireyde ahlaki sapmaların ortaya çıkmasına yol açabilecektir. Her ne olursa olsun, ahlak alanı bir körü körüne benimseme alanı değil bir ussal seçim alanıdır. S okrates “iyi”yi bir bilgi temeline dayandınr. Ona göre her insanda bir iyiye eğilimli olma özelliği vardır, önemli olan ondaki bu iyi tohumunu yeşertebilmektir. Platon da aynı gö rüştedir: “Şu iki şeyin dışında ne iyi ne kötü vardır; bilgililik iyi bir şeydir ve bilgisizlik kötü bir şey dir.” Zaten Platon İyi İdea’sını dü şünülür dünyada en yukanya yer leştirmiştir: “Düşünülür dünyanın doruğunda İyi İdea’sı vardır ki onu
301
İYİ
302
görmek hiç de kolay değildir, onun doğruyla ve iyiyle ilgili her şeyin nedeni olduğunu anlamadan onu görmek olası değildir (...), öyle ki erdemli insan olarak davranabilmek için kişisel yaşamda da toplumsal yaşamda da onu görmüş olmak ge rekir” (Devlet). Aristoteles’de iyi yi gerçekleştiren kurgusal anlık de ğil uygulamalı anlıktır. Aristoteles iyi’yi, buna göre, usun uygulamalı yönelimi olarak görür. Bu arada ba zı yunan filozofları en yüce iyi’yi hazla özdeşleştirmişlerdir, bunların başında Aristippos ve Epikuros ge lir. Stoa’cılar iyi’yi doğaya uygun yaşamakta buldular: doğal bir var lık olan, hatta doğanın bir parçası olan insan ne ölçüde doğayı izlerse o ölçüde iyi’yi elde edecekti. Descartes iyi’yi tümüyle usun bir ko şulu olarak gördü, ona göre iyi in san usunun çizdiği yoldan giden, usunun buyurduğunu yapan insan dır. Malebranche iyi’yi düzen’de buldu. Leibniz’e göre iyi düşünselliğin en üst düzeyiydi. Spinoza ba zı şeylerin bu arada iyinin ve kötü nün doğada bulunmadığını, anlığı mızdan geldiğini bildirir; anlığımı zın ürünü olan bu şeyler filozofa göre ilişkilerdir. Bunları usun var lıkları diye adlandırabiliriz. Spino za şöyle der: “İyi ve kötü usun var lıklarıyla mı yoksa gerçek varlık larla mı ilgilidirler? Ancak iyinin ve kötünün ilişkilerden başka bir şey olmadığını belirlediğimizden kuşku suz onları usun varlıkları arasına yerleştirmemiz gerekir. (...) Doğa da bulunan tüm nesneler ya şey lerdir ya da sonuçlardır. İyi ve kö
tü şeyler de sonuçlarla da ilgili de ğildir. Öyleyse iyi ve kötü doğada y o k tu r.” H um e, B en th am ve StuartMill iyi’yi yarar açısından ele aldılar. Kant onu tam anlamında ev rensel istemin konusu durumuna getirdi. Buna göre Kant bir ödev ahlakı geliştirdi. Bir davranış iyi ol duğu için gerekli olamazdı, gerekli olduğu için iyi olabilirdi. İyiyi ger çekleştirmek ödevini yerine getir mekle aynı anlama geliyordu. Bergson iyiyi gerçekleştirmede özgür tutumları ve görenekçi tutumları birbirinden ayırarak bir açık ahlak ve kapalı ahlak ayırımı geliştirdi. / Antisthenes: “İyiyi gerçekleştirmek ve hor görülmek önüne geçilmez bir yazgıdır.” / Elea’lı Zenon: “İyi lik büyüklükte değildir, büyüklük iyiliktedir.” / Megara’lı Theogonis: “Kötü kolaydır, iyi çok çaba ister.” / AzizPaulus: “İstediğim iyiliği ya pamıyorum, oysa istemediğim kö tülüğü yapıyorum.” / Shakespeare: “İnsanların yaptığı kötülükler ar kalarına kalır, iyilik çok zaman on larla birlikte gömülür.” / La Rochefoucauld: “Birazcık iyilik ettim, benim en iyi yapıtım budur.” / La Fontaine: “Sonunda şunu derim size - İnsan bir iyilik etti mi on hemen Teniyle gömleği arasına yerleştir meli.” / Kafka: “İyi bir anlamda tek düzedir.” /A.R. Lesage: “Bütün in sanlar başkalarının iyiliğini isterler, bu genel bir duygudur; yalnız bun ları yapış biçimleri değişiktir.” / Pascal: “İyiliğinize inansınlar mı is tiyorsunuz? Ondan hiç söz etme yin.” / Spinoza: “İyi ve kötü tam tamına göreli bir anlamda ortaya
İZLENİMCİLİK konulurlar; bir şey ele alındığı ko şula göre iyi ve kötü diye adlandı rılabilir.” “Bir şey aynı anda hem iyi hem kötü, hem de ne iyi ne kö tü olabilir. Örneğin melankolik için müzik iyidir, acı çeken için müzik kötüdür, sağır için müzik ne iyi ne kötüdür.” / A. Siegfried: “Birini yoketmek mi istiyorsunuz- Ona kö tülüklerden sözetmeyin, hep iyilik lerden sözedin.” / Fontenelle: “Mut luluğun en büyük gizi kendiyle iyi olmaktadır.” / La Beaumelle: “Her yerde iyilik yapan ve iyiliği çok kö tü yapan insanlar görüyorum.” / Lautrémont: “İyilik yapmakta öz gürüz - Kötülük yapmakta özgür değiliz.” / Lavelle: “Başkalarına yapacağımız en büyük iyilik onlara zenginliğimizi aktarmak değil on ların zenginliklerini ortaya çıkar maktır.” (Bk. AHLAK, ERDEM, KÖTÜ) İY İM S E R L İK (fr. optim ism e; alm. Optimismus; ing. optimism). Dünyanın iyiliklerle dolu olduğuna, iyiliklerin kötülüklere baskın oldu ğuna inanan kişinin durumu. Her şeyi iyi yanından alma eğilimi. Fel sefede iyimserliğin kökenleri Sokrates’e, Platon’a ve Stoa’cılara da yanır. Bu felsefeler dünyada iyiyi egemen gören ya da en azından iyi nin egemenliği için formüller öne ren felsefelerdir. P lato n ’un İyi İdea’sınm İdea’lar dizgesinde en üstte durduğunu unutmamak ge rekir. Felsefede iyimser bakış açısı en çok Leibniz’de ortaya çıkar. Fi lozofa göre yaşadığımız dünya olası dünyaların en iyisi ve en mutlusu
dur. Rousseau’nun inşanın özden iyi olduğuna inanan bakışı da iyim serliğe bir örnektir. İyimserlik ge leceğe güvenli, geçmişe inanarak bakmayı sağlar. (Bk. KÖTÜ M SERLİK) İZLEN İM (fr. impression; alm.£indruck, Reiz\ ing. impression, feeling). Duyum yaratan fizyolojik edimlerin tümü. Dıştan gelen bir edimle duyu organları üzerinde bir etki yaratılması. Hume “fikir” kav ramıyla “ izlenim” kavramını birbi rinden ayırır. Filozofa göre fikirler “izlenimlerin düşüncede bıraktığı zayıf imgeler”dir. (Bk. DUYUM, Fİ KİR) İZ L E N İM C İL İK (fr. impressiorıisme', alm. lmpressionismus\ ing. impressionism). Yaratmada izle nimleri temel alan sanat akımı. XIX. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çı kan ve bütün sanatları etkilemekle birlikte en çok resimde etkin olan bu sanat akımı ressamların küçük fırça vuruşlarla anlık izlenimleri ya kalama çabalan içinde kendini gös terdi. Ayrışık renklerin dizgesel bir biçimde kullanılışı resme büyük bir canlılık ve devingenlik getirdi. İz lenimciliğin kökenlerini daha eski lerde, Ingres gibi duygucu ressam ların arayışlarında aramak gerekir. Eugene D elacroix’nın yum uşak çizgilerle oluşturduğu aydınlık duy gucu resimleri de izlenimcilik için bir geçiş yeri oluşturmaktadır. Manet ve Courbet gibi ressamlar izle nimci akımın gerçek öncüleri ol dular. Daubigny, Corot, Millet, Bo- 3 0 3
İZLENİMCİLİK udin, Constable, Tumer canlı renk lerle örülmüş ışıklı ve zaman za m an sisli-buğulu resimleriyle bu akımın gelişmesine büyük katkılar da bulundular. M anet’nin resimleri akımın çıkış noktası olarak alınabi lir. Manet, başlangıçta hiç ilgi gör memiş ve tümüyle yadırganmış olan resim lerinde eski anlayışın ışık, renk, biçim düzenini altüst ediyor, dünyayı kendi gözüyle görmek ko nusunda özen gösteriyordu. De gas, Pissaro, Monet, Renoir, Bazille, Sisley, Moriset, Cézanne re simde yepyeni bir anlayışın temsil cileri oldular. Akademici resim an
304
layışının katıkuralcı tutumuna tam anlamında karşı koyan bu ressam lar bir akımın kurucuları olmaktan çok bir anlayışın öncüleriydiler: herbiri kendi sanatını yepyeni bir anlayış içinde, gerçek bir özgün lükte ortaya koyuyordu. Resimde ki bu gelişmeler öbür sanatları da etkiledi ve müzikte özellikle Claude Debussy’nin sanatı izlenimci görünümler kazandı. Müzikte Claude Debussy’den başka, Deluis, Satie, Roussel, Schmitt, Deodat, Severac, Ducas, Ravel, Aubert, Caplet, Respighi gibi adlar izlenim ciliğin ünlü temsilcileri oldular.
K KAFATASÇILIK Bk. IRKÇILIK. KAFAYORUM U (fr. phrenologie; aim. Phrenologie; ing. ph renology). Kafatası çıkıntılarını yo rumlayarak yapılan kişilik ve zeka yorumu. Gali ve Spürzheim gibi bazı yazarlar kafatası çıkıntılarına bakarak kişilik özelliklerini ortaya koymak ve zeka düzeyini belirle mek konusunda çalışmalar yaptı lar. Gali buna dayanarak çeşitli ge nel görüşler de geliştirdi, örneğin ona göre gözleri dışa doğru çıkık olan çocuklar çok zeki oluyordu. Bu görüşün bugün hiçbir geçerliği kalmamıştır. K A L A B A L IK (fr. foule; aim. Menge, Volksmasse; ing. crowd). Gelişigüzel bir araya gelmiş insan topluluğu. Bilinçle ya da belli bir yönelgenlikle bir araya gelen insanlar “toplumsal topluluk” oluştururlar. Böylesi bir topluluk belli ilkeleri olan düzenli bir topluluktur, hatta bazen belli bir kurum oluşturur ya da belli bir kurumda bir araya gelmiştir. Ka labalık, tam tersine, bir amaca yö
nelmiş göründüğü zaman bile da ğınık, tutarsız, belirsiz bir bütün dür. Kalabalık çok belirgin ve çok kaba bir takım tepkiler gösterme ye yatkındır. (Bk. TOPLULUK, TOPLUM) K A LIPSÖ Z (fr. slogan; alm. Slo gan; ing. slogan). Daha çok pro paganda amacıyla ortaya konulan ve sık sık yinelenen kısa söz.Bir fikri bir formüle indirgeyen ljısa söz. K A LITIM (fr. hérédité; alm. Vererbung; ing. heredity). Bir canlı varlıktan ardıllarına ulaşan özellik ler. Kalıtım yasalarının pekçoğunu Mendel açıkladı. MendePin bize öğ rettiğine göre bir bireyin yaşamın da elde ettiği özellikler, kromozom lar düzeyinde bir dönüşüm gerçek leşmişse, bireyin ardıllarına geçe cektir. N. L. Munn kalıtımı şöyle açıklar: “Her hücrenin bir çekirde ği vardır, bu çekirdek stoplazma denilen jelatinimsi bir maddeyle sa rılmıştır. Çekirdeğin içinde çok kar maşık kimyasal yapılar vardır, bun
KANI
306
lar kalıtımsal belirleyicilerdir ve kro mozomlar ya da renkli cisimler di ye adlandırılırlar. Kromozomların sayısı türden türe değişiklik göste rir. İnsanda kırk sekiz kromozom vardır, bunların yirmi dördü ana dan ve yirmi dördü babadan gelir. Üremede bunların kırk sekizi de et kindir. Mikroskopta kromozomla rın ikişer ikişer dizildiği görülür. Di şilerde yirmi dört çift, erkeklerde yirmi üç çift, iki de ayrı koromozom vardır. Bunlardan biri, Y kro mozomu yalnız erkeklerde bulunur. Dişilerde bir çift X kromozomu var dır. X ve Y kromozomları cinsel kromozomlar diye adlandırılır, çün kü bizim cinselliğimiz XX ya da XY bileşimlerinin oluşumuna bağlıdır. Aynı cinsten değişik insanların kro m ozom düzenleri hemen hemen aynı görünümü ortaya koyar. An cak, özdeş ikizlerin kromozomları dışında, benzer dış görünüşlü tüm kromozomlar içsel olarak değişik lik gösterirler. Aralarında hiçbir ai le bağı bulunmayan bireylerde bu değişiklik çok belirgindir.” Bizim çok değişik kalıtımsal özelliklerimiz kırk sekiz kromozomda ortaya ko nulmuştur. Her kromozom kendin de birçok belirleyiciyi barındırır. Bu yüzden genetikçiler kromozomların iç yapılarının incelenmesini çok önemserler. Bir kromozomun çe şitli bölgeleri birçok ayrı özelliği be lirliyor olmalıdır. Gözlerin rengi, de rinin yapısı gibi özellikler buna bağlıdır. Kromozomlarda gizlenen kalıtımsal etkenler gen diye adlan dırılır (bu da belirleyici anlamına ge
lir). Genlerin ya da belirleyicilerin biçimleriyle ilgili çeşitli yorumlar yapılmıştır, ancak gen’in gözlem lenmesi bugüne kadar olası olma mıştır. KANI (lat.convictio; fr. conviction; alm. Überzeugung, Überführung\ ing. conviction). Bilincin bir fikri kanıtlara dayanarak onaylama sı. Zihnin bir doğruyu belirlemesi. Bir şeyin zihinde kanıtlara ya da ta nıklıklara göre doğru diye belirlen mesi. Her kanı eyleme götürücü bir tutarlılık ya da kesinlik taşır. Bir ka nının oluşmasında kanıtlar ya da ta nıklıklar kadar duygular da belirle yici olur. Kanıda nesnel etkenler ka dar öznel etkenler de, olanlar ka dar olasılıklar da etkili olduğu için onu azçok görüş’le özdeşleştirmek yanlış olmaz, bu anlamda kanıyı olası görüş olarak belirleyebiliriz. Victor Hugo kanıları duygusal bir temele dayandırarak şöyle der: “Bir duygulanım bir kanıdır.” George Sand da h e y e c a n la rım ız ın temelindeki ussallığı şu sözlerle b elirler: “ M utlu oluşum lar bir heyecandan doğarlar. Bir heyecan da b ir k an ıd an doğar. İnsan tutkuyla inanm adığı bir şeyden h ey ecan a k a p ılm a z .” G ustave C o u rb et de k a n ıd a in an cın belirleyiciliğine şu sözlerle değinir: “Onlar gülerek öldüler, gelecekten güvenli insanlar olarak. Onların kanılarında inanç vardı.” Roger M artin du Gard her kanının bir mantıksal kesinlik taşıdığını şöyle anlatır: “Karşıt bir kanının yasallığını
KAPSAM benimsemekle işe başlayan bir kanı etkin olm am aya m ahkum dur.” R im y de G o u rm o n t g ö rü şle kanının karşılıklı konumunu şöyle belirler: “Bir görüş kam durumuna geldiği zaman itici olur.” Kanıyla flgili olarak en belirleyici yargılardan birini N ietzsch e ortaya koyar: “K anılar doğrunun yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdırlar.” (Bk. GÖRÜŞ) K A N IT (yun. apodeiksis; lat. argumentum', fr. argument; alm. Argument, Beweis; ing. argument). Bir önermeyi onaylamaya ya da yoksamaya dayanan usavurma. Bir önermeden çıkarılan sonuç. Bir savı ya da karşısavı temellendirmeye vönelik belirleme. (Bk. GÖSTER ME) KANON (fr. canon; alm. Kanon; ing. canon). Uygulamaya yönelik kural. “Kanon” hemen hemen tam olarak “kural” anlamında kullanılır, ancak daha çok yaşama ya da uy gulamaya dönük bir anlamda kul lanılır. Kanon Kant’da tanıma yeti leriyle ilgili apriori ilkelerdir. Kant şöyle der: ‘Kanon’dan genel ola rak bazı tanıma yetilerinin yasal kul lanımını belirleyen a priori ilkele rin b ü tü n ü n ü an lıy o ru m .” J.S. MilFde kanon yöntemin beş temel kuralını belirler: uyum, ayrım, bi leşik uyum ve ayrım, aynı anda or a y a çıkan değişimler, kalıntılar. (Bk. KURAL)
KAOS (yun. “Khaos ”). Evrenin yaratılmadan önceki karmaşık du rumu. Evreni önceleyen sınırsız ve karanlık boşluk. M.Ö. VIII. yüz yılda Yunanistan’da Hesiodos, ben zerlerine daha önceki uygarlıklar da Taslamadığımız oldukça gelişmiş bir evren açıklaması yaparken dü zenli evrenin yani Kosmos’un oluş masından önce karanlık uzay gö rünümünde ve tam bir düzensizlik içinde yalnızca K aos’un varoldu ğunu bildirdi. Demiurgos’un ya da düzenleyici güçlerin işe karışmasıy la Kaos K osm os’a dönüşm üştü. Evrenle ilgili ilk felsefi açıklama di ye değerlendirilen bu açıklamadan onra “Kaos” düzensizliği, kargaşık ve dağınık olanı anlatmaya başladı. (Bk. EVREN) K A P A L IL IK (fr. hermétisme', aim. Hermetismus', ing. herm etism). Anlaşılması güç olan şeyin niteliği. Kapalılık Ortaçağ’da sim yacıların ilkesiydi. Bugün kapalılık gizli bilimlerin ya da gizli inanç ör gütlerinin bir ilkesi olduğu kadar içi ne kolay kolay girilemeyen felsefi öğretilerin bir niteliğidir. KAPİTAL. Bk. SERMAYE. KAPSAM (lat. extensio', fr. ex tension; aim. Ausdehnung; ing. ex tent ion). Bir fikrin, bir kavramın içerdiği bireylerin tümü. Örneğin “canlı” kavramında tüm hayvanlar ve tüm bitkiler içerilir; buna göre her hayvan ve her bitki “canlı” kap samına girer. (Bk. İÇLEM)
307
KARANLIK K A R A N L IK (lat. obscurus; fr. obscur, alm. dunkel\ing. obscure). Işıksız. Bulanık. Anlamı, dışlaştır ma açısından belli bir yetkinlik gös termeyen söylemin niteliği. Nesne sine tam anlamında uygun olma yan bilginin niteliği. Locke’a göre nesneleri algılayan duyu organları yetkin olmadığı zaman ya da nes neler zayıf izlenimler verdiği zaman basit fikirler karanlıktır. Belleğin anımsadığı nesneler sözkonusu ol duğunda bellek o nesnelerin ilksel olarak sahip olduğu görünümü tam olarak ortaya koymuyorsa gene ba sit fikirler karanlıktır. Karanlık fi kirlerden oluşan bileşik fikirler de, fikirlerin belirsiz sayıda ve belirsiz düzende bir araya gelmesiyle oluş muş bileşik fikirler de karanlıktır. Leibniz’e göre karanlık fikir nes nesine uyarlı olmayan fikirdir. K A R A N L IK Ç IL IK (fr. obscu rantisme', alm. Obskurantismus\ ing. obscurantism). Kültürün halk arasında yayılımını yararsız hatta zararlı gören düşünce. Karanlıkçı lık, insanın bilgilendirilerek karan lıktan kurtulmasını öngören aydın lıklar felsefesine karşıt olarak bil giye ancak belli bir kesimin gerek sinimi bulunduğuna inanır. (Bk. AYDINLANMACILIK)
308
K A R A R (lat. decisio; fr. décisi on', alm. Entscheidung; ing. déci sion). Bir sonuca götüren yargı. Bir şeyi yapmak ya da yapmamak se çeneklerinden birini istemli bir bi çimde kesin olarak belirleme. Ken
di kendim izle ya da başkasıyla yaptığımız tartışmanın kesin sonu cu. Karar vermek, varolan seçe neklerden birini seçmektir. Her ka rar bir yargıyı zorunlu kılar, dola yısıyla usun belirleyiciliğinde ger çekleşir. Bununla birlikte kararda duyguların payı büyüktür. İnsan belirgin bir fikre varmadan da ka rar verebilir, yorgunluk ya da öf kenin itmesiyle de karar verebilir. Ancak gerçek anlamda karar çe şitli düşünce aşamalarından geçe geçe oluşacaktır. Karar, bir düşün ce araştırmasının sona ulaşmasıdır. KARGA ŞA (fr. anarchie; alm. Anarchie', ing. anarchy). Yetke yoksunluğundan ya da eksikliğin den gelen düzensizlik. Kurallara da yalı belli bir düzenin olmayışıyla kendini gösteren dağınıklık. Yetke nin zayıflamasıyla devlet düzenin de ortaya çıkan karışıklık. Platon kargaşa düzenini demokrasinin aşı rı atılımlarında ortaya çıkan bir dü zensiz yaşam biçimi olarak gö rüyordu. Filozofa göre bir devlet düzeninde herkes kendi istemini gerçekleştirmek isterse ve devlet de herkesi hoşnut etm eye çalışırsa kargaşa doğacaktır, kargaşık bir düzen de en sonunda tiranlığa ge çit verecektir. Devlet ya da hükü met toplumsal ya da iktisadi sorun larda hakem olabildiği zaman kar gaşa ortadan kalkacaktır. Devletin toplum yaşamına ve aynı zamanda bireylerin özgürlüklerine hiçbir biçimde karışmamasını öngören, bireysel özgürlüklerin üstünde hiç-
KARMAŞIK bîr değer tanımamakla her türlü yet keyi yadsıyan kargaşacılık XVIII. yüzyıldan sonra ortaya çıkan yeni yaşam koşulları içinde çeşitlilendi ve özellikle XIX. yüzyılda Rus ya’da Bakunin ve Kropotkin gibi yazarlarca temellendirildi ve savu nuldu. Bu arada özellikle hiççilik’le bütünleştirilen ya da bütünleşen kargaşacılık tüm eski değerleri yık maya yönelik bir öğreti durumuna geldi. Mülkiyeti ve devleti tümüyle kaldırma yolunda görüşler üreten Proudhon kargaşacılığın babası sa yılır. Proudhon’la Paris’te tanışan ve Orta Avrupa’da devrimci çalış malara katılan Bakunin kargaşacıhğm başlıca öncüsüdür. Birçok defa idama mahkum edilen ve Sibir ya’dan kaçıp İsviçre’ye yerleşen Bakunin 1878 La Haye kongresin de M arx’dan kopunca kesin ola rak kargaşacılıkta karar kıldı. Ba kunin tüm devletlerin ortadan kal dırılmasını, sınıf ayrılıklarının yokedilmesini, kadm-erkek eşitliğinin sağlanmasını, tüm toprakların ve malların ortaklaşa kullanılmasını, di nin ve her türlü yetkenin yokedilmesini istiyordu. Kropotkin de kargaşacılığın geliştirilmesi yolunda büyük çabalar harcadı, La Révolte (Başkaldırı) gazetesini kurdu ve fransız kargaşacılarının başına geç ti. (Bk. HİÇÇİLİK) KARM AŞIK (İr. complexe', aim. zusammengesetzf, ing. complex). Birçok öğesi olan. Birbirine bağlan mış değişik öğelerden oluşan. Deği şik türden öğelerle kurulmuş olan.
K A R M A ŞIK (fr. complexe', aim. Komplex', ing. complex). Oldukça yoğun duygu yükü taşıyan ve bi lincin dışında ya da kıyısında yer alan, bununla birlikte bilinci büyük ölçüde etkileyen sunumlar dizgesi. Bilinçaltıyla ilgili öğelerin tümü. Jung karmaşığı şöyle tanımlıyor du: “Bir bütünde bir araya gelmiş ve bir duygusal güç oluşturan sunumsal öğeler topluluğu.” Nutten de karmaşığı şöyle tanımlar: “Ço cukluk yıllarının özgün deneyimle rinden sonra özne olarak güçlü bir duygu yüküne sahip olan ve etki lerini bilinçli ya da bilinçdışı biçim lerde ruhsal gelişim süreçleri bo yunca gösteren sunumsal içerikler ya da durumlar bütünü.” Bleuler’in ortaya attığı S. Freud ve Jung gibi ruhayrıştırmacılannın benimsediği “karmaşık” terimi gerek ruhbilim ciler ve ruhayrıştırmacıları arasın da gerek halk arasında ruhumuzu yöneten bilinmezler olarak çok bü yük ilgi gördü. Ancak kavramın içe riği pekçok kişi için bilinmez kaldı. Çoklan onu cinsel itkilerle ahlak de ğerlerinin çatışm asından doğan ürünler olarak değerlendirdiler. Böylece “karmaşık” korkulası bir şey oldu, hatta neredeyse öldürü cü bir anlam kazandı. Hatta insan lar birbirlerini, karmaşığı olmayan varmış gibi, karmaşıkları olmakla suçlar oldular. Gerçekte karmaşığı heyecanlardan, arzulardan, tutku lardan, korkulardan örülm üş bir sunumlar bütünü olarak düşünmek doğru olur. Bütün bu öğeler çözül mez bir bütün oluşturacak biçim
KARMAŞIK
310
de ve kişilik özelliğini kuracak ya da en azından kişiliğe renklerini ve recek biçimde bir araya gelmişler dir. Karmaşıkların verimli bir biçim de oluştuğu dönem bilinçöncesi de diğimiz ilk çocukluk dönemidir. O dönemde henüz kendi temel taşlan olan kavramları oluşturmamış olan zihin, kavramların oluşumlarında temel olacak olan ilk Öğeleri özel likle dıştan gelen etkilerle başlıbaşına ya da apayrı yapılar olan su- • numlar olarak biriktirmeye başlar. Demek ki, karmaşıklar daha çok çocukluk yaşamı içinde, çevreyle ilişkiler çerçevesinde oluşurlar ve kişilik özelliklerimizin gelişiminde örtülü bir etki ortaya koyarlar. Bun lar herbiri özel duygularla ve özel anlam larla yüklü ilkörneklerden başka bir şey değildir. Hep birlikte önbilinci oluşturan bu ilkörneklerin oluşmasında aşk ve kin karşıt lığı başlıca rolü oynar. Bu karma şıklar çok zaman sanıldığı gibi has talıklı bütünlükler değildir, tersine onların varlığı zihni verimli ve sağ lıklı kılar. Bu sağlıklılık elbette her şeyden önce karmaşıkların oluşum koşullarına bağlı olacaktır. Karma şıklığın kişiliği hastalıklı kılması on ların oluşum koşullarındaki sakat lıklarla ilgilidir. Buna göre karma şıklar kişiliğin gelişimine katkıda bulunurken bu gelişimi engelleye cek biçimde olumsuz etkide de bu lunabilirler. Karmaşıkların olumsuz etkisi altında gelişen bir kişilik çev reye uyum güçlükleri gösterecek tir. Karmaşıkların sağlıklı oluşumu her şeyden önce çevre koşullarıyla
belirgindir; siyasal, dinsel, göreneksel baskılar karmaşıkların olum suz koşullarda oluşmasında büyük ölçüde etkilidir. Olağan koşullarda oluşmamış olan karmaşıklar ço cukta kişilik bozukluklarına yol açarken yetişkinde çeşitli bunalım lar yaratabilirler. Çocuğun yaşa mında her olay bir karmaşık yarat maya eğilimli gibidir, ama bazı olay lar elbet bu konuda çok daha belir leyicidir. Annesinin durmadan ye ni doğan kardeşiyle ilgilendiğini, kendisiyle ilgilenmediğini gören ço cuk kardeşine kin beslemeye baş lar ve bebeğe karşı kıskanç ve sal dırgan olur. İlgi çekmeye çalışır ama bebeğin özel ilgiyi gerektiren durumu gereği bu ilgiyi bulamaz ve garip tepkiler göstermeye başlar: okula gitmek istemez, mastürbas yon yapar, böylece kendi kendini doyuma ulaştırmaya çalışır, bebek gibi konuşur, altını ıslatır, giderek haksızlığa uğramışlık karmaşığı oluşturur. Bebek büyüdükçe çocu ğun durumu düzelir ama oluşan karmaşık varlığını sürdürür, bu kar maşık çeşitli yeni durumlar karşı sında sürekli olarak etkinleşir. Ço cukta haksızlığa karşı aşırı tepki ler, başkaldırma eğilimleri gelişir, onda eğitimin koşullarına göre aşı rı bencillikler ya da özgecilikler or taya çıkar, yoksunluk duygulan be lirginleşir. Bu onun tüm yaşamını etkileyecek bir değişimdir. Ruhayrıştırması yöntemiyle karmaşıkları bilinç düzeyine çıkararak kişilikleri sakatlanmışlıktan kurtarmak olası dır. Unutmamak gerekir ki birçok
KARŞILIKLILIK başarının temelinde bireyin yok sunluklar karşısındaki tutarlı dire nişi vardır. Oidipus karmaşığı: Ço cukta anneye karşı çekici, babaya karşı itici eğilimlerin oluşması. Ef saneye göre, Oidipus, yazgının iti ci gücüyle babasını öldürür ve an nesiyle evlenir. Bu karmaşık erkek çocuklarla ilgilidir. Elektra karma şığı: Kız çocuklarda görülen ve ba baya aşırı düşkünlükle belirgin olan ruh durumu. Elektra annesi Klymnestra’nın öldürttüğü babası Agamemnon’un intikamını almaya çalışır. (Bk. İLKÖRNEK, RUHAYRIŞTIRMASI, YOKSUNLUK) K A R Ş IL A Ş T IR M A (lat. comparatio; fr. comparison\ alm. Vergleichung-, ing. comparaison). İki ya da daha çok nesnenin ben zerliklerini ya da ayrılıklarını belir leme. Bu terimi özellikle Condillac ve izleyicileri kullanır. Condillac şöyle der: “Dikkatimizi tek bir nes neye verdiğimiz gibi aynı anda iki nesneye birden verebiliriz. O za man tek bir duyum alacağımıza iki duyum birden alırız ve onları kar şılaştırdığımızı söyleriz, çünkü biz onları sadece birbirlerinin yanında görmek için ele almaktayızdır, bu arada başka duyumlara da ilgisiz kalmayız, işte karşılaştırma sözcü ğü tam anlamında bunu anlatmak tadır. Öyleyse karşılaştırma ikili bir dikkatten başka bir şey değildir.” R. Maunier de şöyle der: “Karşı laştırma her bilimsel arayışın teme lidir. Karşılaştırma kanıtlamadan sonra gelir ve açıklamayı önceler.
Bilimsel çalışma her şeyden önce en başta ayrı ayrı tanıtlanış olguları birbirine yaklaştırmak ve birbiri karşısına koymaktır, onların ben zerliklerini ve ayrılıklarını göster mektir.” Bilimde bu kadar geçerli liği olan karşılaştırma eğitim uygu lamalarında kaçınılm ası gereken şeydir. Çocukları birbirleriyle kar şılaştırarak onlara çalışma isteği aşı lamak düşüncesi son derece tehli keli bir düşüncedir. Jean-Jacques Rousseau çocuğu rekabet yaratmak üzere başka çocuklarla karşılaştır manın çok yanlış olduğunu söyler ve şöyle der: “Hiç öğrenmeyen ço cuğu kıskançlıkla ve kendini beğen mişlikle öğrenen çocuğa bin kere yeğ tutarım.” (Bk. EĞİTİM) K A R Ş IL IK L IL IK (lat. reciprocitas\ fr. réciprocité', alm. Wechselseitigkeit', ing. reciprocity). Birbiri karşısına konmuş iki nes nenin ya da iki terimin durumu. Raslantıyla karşı karşıya gelmiş ya da karşı karşıya getirilmiş iki nes nenin ya da iki kişinin birbiri karşı sındaki durumunu belirleyen kar şılıklılıkta her şeyden önce onların benzerliklerinin ya da karşıtlıkları nın ortaya çıktığı bir ortam sözkonusudur. Karşılıklılık kendiliğinden bir karşılaştırma eğilimi yaratacak tır. M. Nadoncelle şöyle der: “İnsanlararası karşılıklılık kişilerin al gılanm asında bir ilksel v e ri'dir, çünkü kişi kendisini gözlemleyene herhangi bir biçimde bir şey ver miyorsa tanınamaz.” “Kişiliğin me tafizik yapısını tanımak isteyen ki-
KARŞISAL şi için en basit yol karşılıklılığın yo ludur.” K ARŞISAL (lat. contradictorius; fr. contradictoire; aim. kontra dikto risch; ing. contradictory). Aralarında karşı durumlar bulunan iki terim ya da önerme. “Ak” ve “ak olmayan” karşısal durumdadır. Öznesi ve yüklemi aynı olan, nite lik ve nicelik açısından birbirinden ayrılan, biri olumlu öbürü olumsuz, biri tümel öbürü tikel olan önerme ler karşısal durumdadır: “Bütün kuşlar uçucudur” “Bazı kuşlar uçu cu değildir” ya da “Hiçbir kuş uçu cu değildir” “Bazı kuşlar uçucu dur”. (Bk. ÖNERME) KARŞISAV (lat. antithesis', fr. antithèse', aim. Antithese', ing. an tithesis). İki terim ya da iki öner me arasında karşıtlık. Kant’da ve daha sonra Hegel ve Marx diya lektiklerinde bir çatışkının ikinci te rimi (birinci terimi sav, üçüncü te rim bileşim). [Bk. BİLEŞİM, Dİ YALEKTİK, SAV]
312
K A R ŞIT (lat. contrarius-, fr. cont raire', aim. konträr, ing. contrary). Bir şeye karşı olan. Birbirine tam karşı olan iki terim ya da önerme. Olabilecek en büyük ayrılığı ortaya koyan iki şeyin durumu. “Doğru” ve “yanlış”, “sıcak” ve “soğuk” te rimleri karşıt terimlerdir. Her ikisi yanlış olabilen, her ikisi doğru ola mayan, biri doğruysa öbürü yanlış olan, biri olumlu biri olumsuz ve terimleri ortak iki temel önerme
karşıttır: “Bütün kediler dört ayak lıdır.” “Hiçbir kedi dört ayaklı de ğildir.” (Bk. ÖNERME) KAST (fr. caste; alm. Kas te; ing. caste). Bir toplumda sıradüzenli bir bölümlenme içinde ortaya çıkan topluluklardan herbiri. Kendine kapalı toplum sınıfı. Bu terim portekizcede “karışmamış ırk” ya da “an ırk” anlamına gelen casta söz cüğünden gelir. Günümüzde daha çok olumsuz ya da katı, kolay ko lay girilemez toplumsal topluluklar için kullanılır. Kast’ı genel anlamda toplumsal sınıfla kanştırmamak ge rekir. Toplumsal sınıf özellikle ikti sadi koşulların belirleyiciliğinde oluşmuş çok defa geniş çerçeveli toplumsal topluluklan anlatır. Kast sözcüğü özellikle Hindistan’da din sel gereklerle oluşturulmuş çok dar çerçeveli ve katıkuralcı toplumsal toplulukları belirler. B urada her kastın çok belirli ya da çok sınırlı toplumsal görevleri ya da yüküm lülükleri vardır ve her kast baba dan oğula kendiliğinden geçen iliş kileri sürdürür. Kastlar arasında ke sin çizgiler ya da sağlam duvarlar vardır, bu bölünmüşlük kurallarla kesin bir biçimde belirlenmiştir. Toplumsal uyum bu kesin bölün müşlükte gerçekleşir. Bir kasttan öbürüne geçiş ancak çok belli ko şullarda evlilik yoluyla olabilir. Bu dizgenin sanayi toplumundaki ya şam koşullarına pek uyarlı olduğu nu söyleyemeyiz. Hindistan’da bu katı toplumsal aynmlaşmışlık dü zeni tüm toplumsal, siyasal, dinsel
KATEGORİ yaşamı belirlerken eğitim düzenini de koşullar. Hindistan’da kast dü zeni Arilerin getirdiği bir uygula madır. Doğu Akdeniz halkları ola rak bilinen Ariler, Ganj vadisini el lerine geçirdiler ve yerli halka kast düzenini benimsettiler. Böylece ül kede din adamlarını, savaşçıları, tüccarları toplumdan ayıran katı bir sınıflaşma biçimi ortaya çıktı. Bu na göre brahman'\zx ya da rahip ler, kshatriya’\aı ya da soylu as kerler, vaiçya’lar ya da burjuvalar, çudra'lar ya da zanaatçılar hint toplumunda tümüyle birbirinden ay rı bütünlükler oluşturdular. Sonra dan kastlar çoğaldı ve birçok bölü me ayrıldı. Babadan oğula geçen ayrıcalıklar bir kasttan öbürüne ge çişi kesinlikle olanaksız kılıyordu. Bir kişinin bir başka kasttan biriyle evlenmesi yasaktı. Hatta bir kastın üyeleri bir takım toplumsal zorun luluklar dışında başka bir kastın üyeleriyle birarada bulunamazlar, aynı sofraya oturamazlardı, hatta onların hazırladığı yemekleri yiye mezlerdi. Kast düzenine uygunsuz davrananlar kast düzeninin dışına çıkarılırdı. Parya denilen bu kastdışı kişiler hiçbir hakkı olmayan, üst sınıf insanlarının hizmetçisi duru munda bulunan kimselerdi. Parya lar üçe ayrılırdı: abhikastra'1lar (la netliler), vraı^a’lar (aforozlular), a p a s a d a ’lar (iste n m e y e n le r). Üçüncü topluluktan olanlar hiçbir dinsel eyleme katılamazlardı, ayrı ca kent dışında yaşamak zorunday dılar. Brahman’cılıktan sonra ya yılan Budha’cılık kast düzeninin et
kisini azaltıcı bir tutum içinde ol du. (Bk. SINIF) K A TEG O R İ (yun. kategoria; lat. categoría; fr. catégorie; alm. Kategorie; ing. category). Birçok kavramı içeren genel kavram. Aynı yapıdaki nesnelerin oluşturduğu küme. Kategori kavramıyla ilk ola rak Aristoteles felsefesinde karşı laşıyoruz. Bu felsefede kategoriler varlık’ın en genel cinsleridirler. Ka tegoriler bize kavramlar arasındaki ilintilerin belli bir düzeni olması ge rektiğini düşündürür. Kategori varlık’ların sınıflanmasını sağlar, her hangi bir özneye ulayacağımız de ğişik yüklemlerin cinslerini oluştu rur. Buna göre kategoriler en geniş kapsamlı kavramlardır, başka kav ramların arasındaki ilişkiyi kurar ve bütünlerler. Aristoteles’de on ka tegori vardır. Filozof Organon’un 1. kitabında (Kategoriai) şöyle der: “Aralarında hiçbir ilişki bulunma yan anlatımlar töz’ü, nicelik’i, nitelik’i, bağıntı’yı, y er’i, zam an’ı, durum ’u, iyelik’i, edim ’i, edilim ’i belirtirler. Kısaca söylersek, örne ğin, insan, at tözdür; örneğin iki kulaç, üç kulaç niceliktir; beyaz, dilbilgisi niteliktir; çift, yarım, da ha büyük bağıntıdır; Lykeion’da, Forum 'da yerdir; dün, geçen yıl zamandır; yatıyor, oturuyor durum dur; ayakkabılı, silahlı iyeliktir; kesiyor, yakıyor edimdir; kesilmiş, yanmış edilimdir.” Kant’da katego riler arı anlığın temel kavramları dırlar, a priori’dhler. “Kategoriler anlık açısından genel olarak tüm de
313
KATEGORİK neyin olasılığının ilkelerini içerir” der Kant. Filozofa göre kategoriler “düşüncenin basit biçimleridirler, bize herhangi bir nesneyi tanıtmaz lar”. “Kategoriler tüm gücünü dü şünceden alan yani sezgide daha önce verilmiş çeşitliliği bilinçlenme nin birliğine götürme ediminden alan ve dolayısıyla hiçbir şeyi ken diliğinden almasa da bilginin mad desini yani sezgiyi, kendisine nes nenin verdiği sezgiyi bağlamakla ve biraraya getirmekle yükümlü olan bir anlık için kurallardan başka bir şey değildir.” “Şeyler olası dene yin nesneleri olarak alındığı ölçüde kategoriler şeylerin bilgisine göre bir kullanıma sahiptirler.” Algıya da olasılık sağlayan her bileşim kate gorilere uyar. Deney birbirine bağ lı algıların biçimlediği bir bilgi ol duğundan kategoriler deneyin ola sılığının bir koşuludurlar. Bunlar de neyin her nesnesine a priori ola rak uyarlar. Kant’ın kategoriler tab losu şöyledir: Nicelik'. Birlik, Çok luk, Bütünsellik; Nitelik'. Gerçek lik, Olumsuzlama, Sınırlama; Ba ğıntı'. Töz ve raslantı, Nedensellik ve bağımlılık, Ortaklık; Kiplik: Olasılık-olmazlık, Varoluş-varolmayış, Zorunluluk-olumsallık. (Bk. AN LIK, KAVRAM, US) KATEGORİK. Bk. KOŞULSUZ. “ K A TH A R SİS”. Bk. ARINMA.
314
KATILM A (lat. participatio; fr. participation', alm . Teilnahme, Partizipation; ing. participation).
B ir şeyle bütünleşm e. B ir şeye eklenme. Bir şeyle ilişkiye girme. Platon felsefesinde katılma varlık ların İdea’larla ilişkisini belirlediği kadar İdea’ların kendi aralarındaki ilişkiyi de belirler. Güzel bir resim ya d a güzel bir ço cu k G üzel İdea’sınakıtılır. Kar İdea’sı Soğuk İdea’sına katılır ama Sıcak İdea’sına ve K ara İd e a’sına katılm az. Lévy-Bruhl “katılma”yı aşağı uy garlık düzeyindeki toplumların dü şünce biçimini belirlem ek üzere kullandı. Buna göre, ilkeller, apayrı kişiler olsalar da aralarında doğal ve gizemli bir birliğin olduğuna, kendilerini bir şeyin birbirlerine bağ ladığına inanırlar. (Bk. USÇULUK, ÜLKÜCÜLÜK) KATIŞM AÇ (lat. aggregatum; fr. agrégat', alm. Aggregaf, ing. aggregate, aggregation). Bir bütün oluşturmayacak biçimde yanyana gelmiş öğelerin toplamı. Biryapılı olmayan bir bütünde biraraya gel m iş ö ğ elerin tüm ü. T ö z le rin biryapılı olmayan birliği. Littré: “Oluşumları sırasında bir araya gel miş olan tözlerin sağladığı bütün lük.” KAVRAM (yun. eidos, noema-, lat. conceptum; fr. concept', alm. Begriff, ing. concept). Bir nesne nin ya da bir varlığın zihindeki su numu. Zihnin bir nesneyle ilgili ola rak sahip olduğu temel fikir. Var lıklardan herbirinin zihnimizdeki te mel bilgisi. Kavramlar duyu organ ları aracılığıyla sağladığımız verile
KAVRAM rin anlığımızın belirleyiciliğinde iş lenmesiyle sağlanır. Duyu izlenimi ni kavramlara dönüştüren anlık sü rekli usavurmalar yapar, aralıksız süren tümevarımlarla ve tümdenge limlerle sağladığı bileşimler ve ay rıştırmalarla kavramları oluşturur, kavramların içeriklerini zenginleşti rir, kavramlar arasında ilişki kura rak fikirlere yükselir, kavramların yanlış içeriklerini ayıklar, fikirleri ye niden doğrulamaya çalışır. Hiç bil mediğimiz bir nesneyle yüzyüze gel diğimizde algımız bu nesnenin im gesini elde eder. Bu nesnel kaynaklı imge bir biçimden, bir taslaktan, içi doldurulmamış bir şemadan başka bir şey değildir. Pekçok biçim algı lanır ve geçer, çok zaman algıları mız üstalgı düzeyine herhangi bir veri ulaştırmazlar, burada da zihnin her veriye açık olmaması koşulu belir leyicidir. Bir nesneyle ilgili ilksel ve rinin üstalgıya ulaşması için bilinci mizin bu veriyle özel olarak ilgileni yor olması gerekir. Gündelik yaşam da pekçok şeyi görürüz ama gör meyiz, duyarız ama duymayız. Bu durum duyumsal verinin algı düze yinde kaldığını gösterir. Bilincin özel olarak ilgilendiği bir nesne ya bizde kavramı daha önce oluşmuş olan bir nesnedir ya da bizde kavramı bu lunmayan yani hiç tanımadığımız bir nesnedir. Bu yeni veriyi ya kavra mına götürerek onu yeni bir usavurma çerçevesinde yeni bir bilgi he saplaşması yaratacak biçimde ele alı rız ya da bu yeni verinin zihnimizde bir karşılığı yoksa ona bir dosya aça rız yani bir kavram temeli belirleriz
ve bu ilksel kavramı bilinç düzenin de en doğru yere yerleştiririz. Bü tün bu kavram denetleme, kavram geliştirme ya da kavram oluşturma edimleri usavurmalarla gerçekleşti rilir. Munn şöyle der: “Bir güçlük karşısında bulunduğumuzda ya da yanıtı verilemeyen bir soru ortaya çıktığında usavurma araya girer. Usavurma deneylerimizde kullandı ğımız fareler ve öbür hayvanlar bü yük bir olasılıkla yaşamlarında ilk olarak düşünmektedirler. Gene bü yük bir olasılıkla onlar deney bittik ten sonra hiç düşünmemişlerdir. Ye niden düşünmeye zorlamak için on ları önceki çözümlerin basit bir bi çimde yinelenmesiyle, koşullanma sıyla ya da deneme yanılmayla çözü lemeyen sorunlarla karşı karşıya ge tirmek gerekir. İnsanda usavurma alışılmış bir biçimde karşılaşılm a yan durumların ortaya çıkarılmasıyla kışkırtılır. Öngörülmez tepki leri>gerektiren durumların ortaya çıkma dığı alışılmış ve özel çaba gerektir meyen bir işimiz varsa usavurmalan yapmadan saatlerimizi hatta gün lerimizi geçirebiliriz. Ancak, alışıl mış tepkilerin yetmediği noktada usavurma başlayacaktır.” Buna gö re kavramların oluşumu zihnin dış dünyaya uyarlanma çabası içinde yeni durumlara yeni çözümler ara yışımızda gerçekleşir. Öyleyse kav ramları edilgin bir algının kendiliğin den ürünleri olarak değil, bilincin nesnelliğe kavuştuğu noktada dış dünyanın bizde içselleşmesini sağ layan bilgi biçimleri olarak görmek doğru olur. Buna göre bilincimizin
315
KAVRAM kavramlar düzeni dış dünyamn nes nel koşulları çerçevesinde oluştuğu kadar iç dünyanın yönelgenliği çer çevesinde de oluşmaktadır. Kavram hem nesnel hem öznel içeriğiyle dış’ı iç’e ve iç’i dış’a bağlayan bir ka vuşma noktasıdır; bilincimizin duygusal-düşünsel koşullan içinde ge lişir ve dış’ı iç’te görünür kılar, sa hip olduğu düşünce ve duygu yü küyle dış’a kendi özelliklerini duyu rur, kendi renklerini ulaştırır. Her kavram kişinin gelişim tarihi içinde yaşadığı serüvenleri kendi açısından açıklayan bir anlam bütünüdür. Kav ram kişinin sahip olduğu ayrı bilinç çerçevesinde insanlığın tarihsel or tak bilinç’me katılır, kendini onda doğrular ve onunla açıklanır, ayrıca ona kendi özelliklerini yansıtır. Munn kavramla ilgili olarak şunları söyler: “Bir kavram, birbirinden ayrı nes nelerin, durumların, olguların ben zerliklerini ortaya koyan süreçtir. Kavramlar usavurmanm ürünleridir ler ve bir kere oluştular mı sonraki düşünce üzerinde büyük bir rol oy narlar. Birçok sözcük her karmaşık dilde kavramları ortaya koyar. Ağaç, köpek, sıvı, güzellik ve daha başka ları birbiriyle pek çok ayn ilişkisi olan şeylerin ortak görünümünü oluştu rurlar. Kavramlar bir anlamda geç miş deneyimlerin yoğunlaşmış bi çimleridirler. Onlar, deyim yerindey se, tek bir fikirde çeşitli şeylerin özelliği üzerine öğrenilmiş olanı içe rirler. Örneğin ağaç kavramını ele alalım. Bu kavram bazı avustralya yerlilerine yabancıdır. İlkeller zamkağacı gibi, ökaliptüs gibi değişik
türde ağaçlardan sözederler, ama tü mü için ortak olan şeyi açıklayacak sözcükten yoksundurlar. Bizim sa hip olduğumuz gibi ‘ağaç’ kavra mına sahip değildirler. ‘Köpek’kav ramına sahip olmadan bir İspan yol’dan, bir senbemar’dan, bir fıno’dan sözeden çocuk da benzer bir karışıklık içindedir.” Kavramlar, bu na göre, bilgi dünyamızın sürekli usavurmalarla aralıksız dönüşen yapı taşlarıdırlar. Her kavram zihnimiz de soyut ya da somut bir varlığın, bir bireyin ya da bir cinsin, bir tü rün, bir topluluğun en genel bilgisi ne karşılıktır. Zihnimiz sürekli ola rak duyu izlenimlerini imgelere ya da taslaklara, bu genel taslakları da kavramlara dönüştürürken önceki bilgilerinden ya da daha önce sahip olduğu kavramlardan ve o kavram ları birleştirerek elde ettiği fikirler den geniş ölçüde yararlanır. Bir uçak imgesiyle bir uçak kavramı arasın daki ayrım İkincinin birinciye göre daha açık ve seçik, ayrıca daha dol gun içerikli olmasıdır. Tek bir kav ramın sınırlarından çıkıp usavurmalar yoluyla kavramları karşılaştırma ya yöneldiğimizde fikre ulaşmış ya da fikir üretmiş oluruz. Bazı filo zoflar “kavram” yerine “fikir” de meyi uygun bulurlar. P. Foulquie, çağdaş bakış açısı içinde, kavram ve fikir ayrımını şöyle belirler: “Gün delik dille ilgili olan ‘fıkir’den ayn olarak ‘kavram’ felsefenin teknik bir terimidir, bu yüzden daha belirgin bir anlamı vardır. O aynı zamanda daha nesneldir; benim adalet üzeri ne bir fikrim vardır, oysa adalet kav
KAYGANLIK ramı benden bağımsızdır ve bilinci min dışında gibidir. ‘Herkesin kendi fikri vardır’ dediğimizde bu fikirler az ya da çok kişiseldirler, az ya da çok belliğindirler, oysa kavramlar ki şisel değildir.” Gerçekte her fikir bir kavram bileşimidir, kavramlardan oluşmuş olan ve bir görüş ya da g enel b ilg i o rta y a k o y an bir bütünlüktür.Gerçekçi bakış açısına göre tüm kavramlarımız dünya de neyleri içinde elde edilir. Oysa ülkü cü bakış açısı fikir diye adlandırdığı kavramların ya da en azından bazı temel kavramların zihnimizde a pri ori olarak ya da doğuştan bulundu ğunu bildirir. Kant’a göre kavram “mutlak olmayan genel fikir”dir. O, deneyden gelmeyen “arı kavram”ı (k a te g o ri) d en ey d en gelen kavramdan, deneysel kavramdan yani a posteriori kavramından ayı rır. (Bk. BİLİNÇ, FİKİR, İMGE, KAVRAMCILIK, ÜSTALGI) K A V RA M CILIK (fr. conceptu alisme-, alm. Konzeptualismus; ing. conceptualism). Kavram ların ve tümellerin (evrensellerin) kendin de varlık olmadığını, zihnin bir kur gusu olduğunu bildiren skolastik öğreti. Abelardus’un ortaya koy duğu bu öğretiye göre zihnimizde ki kavramların kaynağı tek tek de neylerdir. İyi kavramı bizde öncesel olarak vardır ama, örtülü bir bi çimde vardır, ona biz ancak tek tek deneylerle, iyilik deneyleriyle ula şırız. Kavramcılık kavramları adla ra indirgeyen adcılığa ve tümelleri nesnelerden bağımsız sayan ger
çekliğe karşıdır ve bir yanıyla de neyciliğe bir yanıyla usçuluğa ya kın görünse de apayrı bir anlayış tır, gerçekçilikle adcılık arasında bir orta yer oluşturduğu da doğru de ğildir. (B k. A D C IL IK , G E R ÇEKÇİLİK, DENEYCİLİK, US ÇULUK) K A V R A N IL A M A Z L IK (yun. akatelepsia). Pyrrhon’un ve öbür kuşkucuların doğrunun ölçütü ol madığını, buna göre doğruyu ara maktan kaçınmak gerektiğini bildi ren görüşü. (Bk. KUŞKUCULUK) KAVRAYIŞ (lat. corıceptio; fr. con cep tio n ; alm . K o n zep tio n , Begriffsbildung; ing. conception). Zihnin bir nesneye yönelme edimi. Zihnin bir kavramı belirlemesi. Zih nin duyu verilerinden giderek bir kavramı oluşturması. Zihnin kav rama çabası içinde elde ettiği ürün. Kavrama yetisi. Bir bilgi nesnesini kavrama biçimi. Anlayış. “Kavra yış” aydınlığa çıkarılması zor bir kavramdır. Bir yandan bir bilgi nes nesini belirlemeye dayanan tüm dü şünce edimlerini karşılar, öte yan dan bu edimlerin sağladığı ürünleri anlatır. Bakış açısı anlamına da, kav ramayla ilgili edimleri ortaya koyan zihin yetisi anlamına gelir. (Bk. AN LAYIŞ) K AYGANLIK (lat. ambiguitas; fr. ambiguïté; alm. Zweideutigke it; ing. ambiguity). Bir sözcüğün ya da bir deyimin çift anlamlı olu şu. Yoruma açık olanın özyapısı.
KAYGI Yoruma el vermeyecek biçimde çokanlamlı olanın özyapısı. “Kaygan lık” kavramının varoluşçu felsefe de özel bir yeri vardır. Simone de B e a u v o ir’ın belirttiği gibi onu “olma eksikliği” diye anlamak ve saçmayla karıştırmamak gerekir. Varoluşun kaygan olması, onun an lamının kesin ve belirgin olmaması dır, her an değişiyor olmasıdır. Kay ganlık varoluşçular arasında en çok M erleau-Ponty’de belirleyicidir, hatta onun felsefesini kayganlık felsefesi diye adlandırmak olasıdır. Buna göre insan hem düşünen hem eyleyen, hem dünyadan kaçan hem dünyaya atılan bir varlıktır. (Bk. VAROLUŞÇULUK)
318
KAYGI (lat. unquietudo; fr. in quiétude; alm. Unruhe, Unbehagen; ing. uneasiness, restlessness). Korkulası bir durumun ortaya çı kacağı duygusuyla uğranılan sıkın tı. Kesinliksizlik karşısında duyu lan rahatsızlık duygusu. Kaygı kuş kuya yakın bir duygudur, ancak kuşku fikirlerle ilgiliyken kaygı doğrudan doğruya gelecekle ilgili dir. Onu bunaltıyla karıştırmamak gerekir, ancak onda bunaltıya doğru bir eğilim olduğu da doğrudur. Kay gı sağlam gerekçeleri olmayan bir güvensizlik duygusudur, bu yanıyla bulantıdan çok daha hafiftir. Teri mi ilk olarak Leibniz İngilizcedeki uneasiness sözcüğünü karşılamak üzere, bu sözcüğün anlamını istem li edimin belirleyici nedeni olarak belirleyen Locke’a yanıt verirken kullanmıştır. Daha sonra Condillac
iki tür huzursuzluk belirlemiştir; bi rincisi tedirginlik ya da hoşnutsuz luk İkincisi kaygı ya da sıkıntı. Kay gı, çağdaş felsefede ve ruhbilimde çok kullanılır oldu ve azçok anlam değiştirdi. O bugün daha çok şim diyle ilgili bir tedirginliği ve bir ile riye açılışı anlatmaktadır. Buna gö re kaygı özellikle şimdiki zamanın aşılması duygusuyla birlikte tam ta mına istemci bir anlamda geleceğe ulaşma ve hatta geleceği tasarla ma, hatta ilerleme duygusunu içer mektedir. (BK. BUNALTI, KUŞ KU) KAYRA (lat. providentia; fr. providence; alm. Versehung; ing. prov id en c e). T a n rı’nın y a ra ttığ ı dünyayı yönetmesi. Tanrı’mn dün yayı öngördüğü am açlara doğru yönlendirmesi. Tanrı olayların akı şını öyle bir biçimde düzenler ki bu düzene göre yaratıklar amaçlarını gerçekleştirmiş olurlar. Malebranche iki çeşit kayra belirliyordu: ev rensel oluşumu ya da akışı belirle yen yasaların ortaya koyduğu ge nel kayra ve mucizelerle ortaya çıkan özel kayra. Kayra Tanrı’nın yarattığı varlıklara kendinden ver diği her şeyi içerir. Aziz Matta İn cirinde şu sözleri okuruz: “Gökte ki kuşlar ne ekerler ne de biçerler, onları göklerin babası besler.” Dinci bakış her oluşumda bir kayra izi görmeye eğilimlidir. Epiktetos şöy le der: “Uzaktan bakıldığında ka dınlardan ayırt edilebilsinler diye kayra erkeklerin çenesine tüyler koydu.” Kayraya güvenenler dün-
KENDİNDE yadaki her durumun kayrayla be lirlendiğini, eksiklikleri güçlülüklerle dengeleyenin de kayra olduğunu düşünürler. Bir alman atasözü şöyle der: “Tanrı bayat ekmek verdi mi sağlam diş de verir.” “Bir kapı ka pandı mı bir kapı açılır” der Cervantes de. Sadi, Bostan adlı ya pıtında şöyle yazar: “Bana dişleri veren ekmek de verecektir.” (Bk. AÇINIM, TANRI, YAZGI) K A ZA N Ç Ç IL IK (fr. mercantilisme; alm. Merkantilismus; ing. mercantilism). Her şeyi kazanma eğilimine bağlayan görüş. Aşırı ka zanç sağlamak üzere ticaret yap ma eğilimi. Devletlerin gerçek zen ginliklerini değerli madenlerin var lığına bağlayan iktisat öğretisi. De ğerli madenlerle ilgili ticaretin çok büyük boyutlara ulaştığı XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Fransa’da Colbert ve Richelieu, İngiltere’de D. Hume, İspanya’da Ortiz güçlü bir devletin ancak zengin bir devlet ola bileceğini, bu zenginliği de ancak değerli madenlerin sağlayabileceği ni öne sürdüler. Bu durumda mal satıp karşılığında altın ve gümüş al mak, buna karşılık altın ve gümüş ödememek için mal almaktan ka çınmak kazanççılann temel ilkesi ol du. Ayrıca kazanççılar iyi bir ka zancın ancak güçlü bir sanayi dü zeniyle sağlanabileceğini bildiriyor lardı. K EN D tİÇ İN (fr. pour soi; alm. fiir-sich-sein; ing. be ing fo r self). Kendinde şey’e yani eşyaya karşıt
olarak bilinç. Kendinde şey’e kar şıt olarak kendi kendinin bilincine sahip varlık. Bilinçli varlığın kendi üzerine sahip olduğu bilgi. Sartre’da kendini bilinçli olarak temellen dirmek üzere kendini yitiren ken dinde. (Bk. KENDİNDE) KENDİLİĞİNDENLİK (fr. spon tanéité', alm . S p o n ta n e itä t, Selbsttätigkeif, ing. spontaneity). Görünür bir neden olmaksızın ya da hiçbir neden olmaksızın kendi kendine gerçekleşenin durum u. Kendi kendinin etkeni olanın duru mu. Bir dış etkence zorlanmaksızın kendi kendine oluşanın duru mu. Kendi kendinin etkeni olanın durumu. Maddi ya da manevi her hangi bir etki olmadan kendince ey lemde bulunanın durumu. Kendiliğindenliği özgür eylemle karıştır mam ak gerekir, özgür olm ayan kendiliğinden eylemler de vardır, bunların başında içgüdüyle gerçek leştirilen eylemler gelir. İnsan iç güdüsel olarak davrandığı zaman elbette kendiliğinden davranmış olur. KENDİNDE (fr. en soi; alm. An sich; ing. in self). Kendi ötesinde ya da kendi dışında bir uzanımı bu lunmayan. Kant’da bizim için’e ya ni olguya karşıt olarak bilgilerimiz den ya da deneyden bağımsız olan (Noumenon). Varoluşçu felsefede, özellikle Sartre’da kendi için’e ya ni bilinç’e karşıt olarak eşyanın ni teliği. Kendinde’yi kendiyle’yle ya ni kendi özü gereği varolanla yani
319
KENDİNEKAPALILIK Tanrı’yla karıştırm am ak gerekir. Kendiyle (ir.par soî), varolmak için kendi dışında herhangi bir şeye ge reksinimi olmayandır. Kant şöyle der: “N oum enon kavram ı yani hiçbir zaman duyuların nesnesi ol mayacak olan ve kendinde bir şey olarak düşünülmesi gerekenin kav ramı çelişkili değildir: duyumlar al manın sezginin olası tek biçimi ol duğunu kimse ileri süremez. Ama gerçekte bu olası Noumenon ’un ala nına girebilmemiz için kesinlikle hiçbir olanağımız yoktur ve olgu lar alanını çevreleyen her şey bi zim için boştur, bir başka deyişle zorunlu bir biçimde bu alanın dışı na çıkan bir anlığımız olsa da du yulur bilginin alanı dışında bize nes nelerin verilebileceği böyle bir sez gimiz kesinlikle yoktur.” (Bk. KENDİİÇÎN)
320
K E N D İN EK A PA L ILIK (fr. autism e\alm. Autismus; ing. autism). Kesin bir içedönüklükle belirgin dış dünyadan kopm a durum u. Dış dünyadan kopmayla belirgin ken dine kapanış. Bleuler’in ortaya at tığı ve benimsettiği bu terim özel likle şizofrenlerin ruh durumunu ortaya koymaktadır. Kendinekapalı kişi tam anlamında bir hücrede ya şar gibidir, onun için hücrenin dışı yoktur ya da hiç önemli değildir. Kendinekapalı kişinin yoğun bir iç yaşamı vardır, ona gerçeklikle bağ ları koparttıran biraz da bu yoğun iç yaşamdır. Bu iç yaşamda kişi ar zuları, bunalımları, düşleri, düşlem leriyle içli dışlıdır, bunlar onun tüm
gerçekliğini oluşturur. Bu kişi için dış dünya bir boş görüntüler dün yasıdır, onun bu dünyayla hiçbir alışverişi olmaz. Bu durum daki hasta kapıları dışa tümüyle kapat mış olduğu için, ayrıca davranışla rı da kolay kolay anlaşılır olmadığı için tümüyle anlaşılamaz durumda dır. Bleuler şöyle diyor: “İleri dere ce şizofrenlerin çevreyle hiçbir iliş kisi yoktur, onlar yalnız kendileri nin olan bir dünyada yaşarlar. On lar, deyim yerindeyse, gerçekleşti ğini düşledikleri arzularıyla ve kur banı olduklarına inandıkları düş manlıklardan gelen sıkıntılarla bu dünyaya kapatılmışlardır. Dış dün yayla ilişkilerini olabildiğince enaza indirgeyerek sınırlarlar. İç dün yanın göreli ya da mutlak egemen liğiyle birlikte görülen bu gerçek likten kopuşu kendinekapalılık di ye adlandırıyoruz.” (Bk. ŞİZOF RENİ) KEN D İN EY ETM E (fr. autarcie; alm. Autarkie; ing. autarky). Bir toplumun ya da bir toplumsal top luluğun kendi kendine yetmesi du rumu. Kendine (yun. autos) yet me (yun. arkei) tüketimde olduğu kadar üretimde de ya göreli ya da kesin bir kendine kapanmışlığı zo runlu kılar. Kendineyetme duru munda devletler dışarıdan hiçbir şey almazlar ve dışarıya hiçbir şey satmazlar. Bir toplumun ya da top lumsal topluluğun kendine kapan masıyla ortaya çıkan bu uygulama ya kapalı iktisat adı da verilir.
[KISIRDÖNGÜ KENDİNİİN ANDIRMA (fr. auto-suggestion; alm. A utosugges tion; ing. auto-suggestiori). Bilinç li ya da bilinçsiz olarak kendini bir fikrin doğruluğuna inandırma edi mi. Bir fikri davranışlarımıza yön verici ilke olarak benimseyişimiz. Kendiniinandırma kişinin bir duru mu gerçekleştirmek ya da amaca ulaşabilmek için bir fikri doğru di ye benimsemesidir. Hemen hemen her kişinin yaşamı boyunca sık sık kullandığı bu yöntem eğitimde ve nıhhekimliğinde oldukça etkin bir yöntemdir. KESİKLİ (fr. discontinu; alm. unstetig; ing. discontinuous). Ara lıksız sürer durumda olmayan. Ke sintili ya da aralıklı bir yapı göste ren. Ayrı ayrı öğelerden kurulmuş olan. (Bk. KESİKSİZ) KESİKSİZ (fr. contirıu; alm. stetig; ing. continuous). Ayrı ayrı öğelerden kurulmuş olmayan. Sü rerliği olan. Zamanda ya da uzam da bölünmüş ya da parçalanmış ol mayan. (Bk. KESİKLİ) KESİNLİK (lat. certitudo; fr. certutide; alm. Gewissheit; ing. certitude). Kuşku gerektirmeyecek biçimde belirgin olanın durumu. Kuşku gerektirmeyecek kadar açık bir yargı karşısındaki ruh durumu. Zihnin hiçbir yanılma korkusuna düşmeden bir yargıyı benimseyişi. Kesin olan, varlığı kuşkugötürmez olandır, düşüncede sağlam daya nak sayılabilir olandır. Güvenilir
o lan la kesin olanı b irb irin d en ayırmak gerekir. “Güvenilir” daha çok kişiler için kullanılır (güvenilir bir dost), “kesin” bilgiyle ilgilidir (Haşan’ın Ankara’dan dönmediği kesin). “Kesin”i “apaçık”la da ka rıştırmamak gerekir. Kesin olan, özellikle sonuçlarla, kanıtlarla, gös termelerle ilgilidir; oysa bir ilke apa çık olabilir yani hiçbir kuşkuyu gerektirmeyecek biçimde kendini ortaya koyabilir. Kesin olan, insan da mutuluk ya da esenlik duygusu uyandırır. “Kesinliğe ulaştığımız za man insan ruhunun duyabileceği en büyük sevinçlerden birini duyarız” der Pasteur. Bununla birlikte kesin lik kişisel değildir. Gene de kesin’i kesin diye belirleyen bireyin ken disidir. (Bk. APAÇIKLIK) KESİŞME (fr. convergence; alm. K onvengenz, Zusam m enlaufen; ing. convergency|). İki ya da daha çok çizginin bir noktada buluşma sı. Aynı noktada son bulan doğru ların durumu. Tek bir noktaya doğ ru yönelen doğruların durumu. Ay nı sonuca ya da aynı amaca yöne lenlerin durumu. KISIRDÖNGÜ (fr. çerle vicieux, diallèle; alm. Zirkelbeweis, Diallele; ing. vicious circle). Verimsiz düşünce dizgesi. İçinden çıkılmaz durum. Bir A’yı ancak kendisiyle belirlenebilen bir B ’yle gösterme. Aynı istenmeyen sonucu getiren e y lem lerin sü re k li o la ra k yinelenmesi. Kısırdöngüde bilgiler kapalı bir düzen oluşturur, bu dü
321
KISKANÇLIK zende bir bilgi öbürüyle kanıtlanır, buna göre gerçek anlamda belirle me hiçbir zaman gerçekleşmez.
322
K ISK A N Ç L IK (fr. jalousie; alm. Eifersucht; ing. jealousy). Kendisi için istemeyi başlıca amaç durumu na getirme eğilimi. Bir kişinin sağ ladığı bir yarardan rahatsız olma yatkınlığı. Bir şeye tek başına sa hip olma tutkusu. Aşırı ölçüde du yulan sahip olma duygusu. Sevi len şeyin bir başkasının olması kor kusu. LaRochefoucauld “Kıskanç lıkta aşktan çok özsevgisi vardır” der. Buna göre kıskançlığı sahip olunmak istenilen nesnenin değe rinden çok bizim o nesneye yükle diğimiz duyguyla ya da verdiğimiz anlamla açıklamak gerekir. Kabil karmaşığı diye de adlandırılan kıs kançlık insanın en eski duyguların dan biridir. Tevrat’da anlatıldığına göre Adem ile Havva’nın büyük oğ lu Kabil çiftçiydi, topraktan sağla dığı ürünleri Tanrı’ya sundu. Kar deşi Habil de çobandı, o da koyunlarını Tanrı’ya sundu. Tanrı Habil’in sunduklarıyla ilgilendi. Kabil’inkilerle hiç ilgilenmedi. Bu durum Kabil’in kıskançlıkla Habil’i öldürme sine yol açtı. Kıskançlık duygusu sahip olunan ya da sahip olunmak istenilen bir şeyden yoksun kalma korkusuyla belirgin son derece sı kıntı verici bir duygudur. Çocuk için sevgili anneye yakın duran her kişi bir kıskançlık konusu ya da ne denidir (Oidipus karmaşığı). Bu duygu çocuğu şiddete yöneltebilir: çocuk küçük kardeşinin gözlerini
oymak için planlar yapmaya başla yabilir ve bu tasarısını gerçekleşti rebilir. Yetişkin kişiler çok örtülü ya da belirsiz biçimlerde şiddetli kıs kançlık duygulan yaşarlar, ancak onlarda çocuksu tepkilerin görül düğü pek olmaz. Bazı yazarlara gö re kıskançlık insanın özünde var dır ve doğuştandır. Her insan, ne kadar kendine egemen de olsa, buna göre kıskançlık duygusunu saçma bularak altetmiş de olsa belli du rumlarda kıskançlıktan kendini ala mayacaktır. Linton bunun kanıtını Markiz adalarında görülen şu ol guda bulur: tam anlamında cinsel özgürlüğün yaşandığı, kim senin kimseyi kimseden kıskanmadığı bu adalarda yerliler sarhoş oldukları zaman yani istemli denetimleri azal dığı ya da ortadan kalktığı zaman k ısk an çlık d u y g u ların ı o rtay a dökerler. O. Klineberg gibi ruhbi limcilerse, tersine, bu duygunun kültür kökenli olduğunu söylerler ve gerçek anlamda yetkin bir bilin ce ulaşmış bir bireyin, bir başka deyişle tam anlamında kişilikli bir bireyin böylesi bir duygudan uzak kalacağını söylerler. Her ne olursa olsun kıskançlık duygusu insana boğuntu veren ve çok zaman ussal açıklam alara götürülem eyen bir duygudur. / La R ochefoucauld: “Kıskançlık her zaman aşkla doğar ama her zaman aşkla ölm ez.” / Mme de la Fayette: “Aşkın henüz kendini açıklamadığı bir yürekte kıskançlığın getirdiği karışıklık an latılır gibi değildir.” “Aşık olduğu mu bana yalnızca kıskançlık duyur
KİPLİK du.” “İnsan iyiden iyiye aşıksa ne densiz kıskanır.” / Mme Deshoulteres: “B ir parça kıskançlık uyan dırır - Uyuyakalmış mutlu aşkı.” (Bk. AŞK) K İN İK LER OKULU. Sokrates’in ölümünden sonra kurulmuş olan ve azçok onun yöntemini izlediği için Sokrates’çi okullar diye adlandırı lan okullardan biri. Kinikler okulu belki de Sokrates’çi okulların en önemlisidir. Bu okul Atina’nın va roşlarından Kynosarges’de (yun. “köpek anıtmezarı” anlamında) ku rulmuştur. Okulun kurucusu Antisthenes K ynosarges gym nasion’unda uzun süre dersler vermiş tir, öğretisi ve okulu da bu yüzden bu adla anılm ıştır (yun. kurıikos “köpeksi” demektir). Okulun bu adla anılmasının bir nedeni de Sinop’lu Diogenes’in yaşadığı sefil koşullar nedeniyle “Köpek” (yun. kuon) diye adlandırılmış olması ola bilir. Önce sofist Gorgias’ın sonra Sokrates’in çömezi olan Antisthenes’e göre en yüce iyi erdemdir. Erdemin bilgisine bilimle ya da di yalektikle ulaşam ayız. Erdem in kaynağı düşüncede değil yaşamda dır. İnsana mutluluk verecek tek şey erdemli yaşayıştır. İnsan tut kularını altedebileceği, gereksinme leri önemsemeyebileceği zaman in sandır. Bu da dünyadan uzaklaş makla, tanrısala yaklaşmaya çalış makla gerçekleşir. İnsan acılarda, güçlüklerde, yorgunluklarda insan laşır. Bilge kişi yanılgının ve güna hın uğramadığı kişidir. Antisthe-
nes’e göre en büyük bilge Herakles’dir, çünkü sonuna kadar istemli ve sonuna kadar özgürdür. Antisthenes’in başlıca çömezi Sinop’lu Diogenes’dir. Diogenes, İskender’e ya da gerçek adıyla Aleksandros’a “Gölge etme başka iyilik istemem” deyişiyle ünlüdür. Diogenes gö rüşlerinden çok dünyadan el etek çekm eye d ay a n an y a şa y ışıy la tanınmıştır. “Kinik” ya da “köpek si” sıfatına yaşayışıyla en çok yak laşmış olan odur. K İP (lat. modus; fr. m ode; alm. Modus, Schlussmodus', ing. mode, mood). Bir öznenin ya da bir tözün belirlenimi. Bir varlığın varoluş bi çimi. Bir varlığın eylemde bulun ma biçimi. Tasımda niteliğe ve ni celiğe göre önermelerin aldığı bi çim (tümel olumlu: A; tümel olum suz: E; tikel olmlu: I; tikel olum suz: O). Tasımda düşünce kalıpla rı. Bu kalıplar on dokuz tanedir: Bar bara, Celarentvb. Spinoza’da kip, nitelik’e karşıt olarak yani tözün özü o lan şeye k arşıt o lara k tözün dışavurumudur. K İP L İK (lat. modalitas; fr. m o dalité', alm. Modalität; ing. modality). Bir varlığın biçimler alma özelliği. Bir varlığın özel biçimi. Kant’da yargı biçimlerinden ve zih nin kategorilerinden biri. K ant’da kiplik yargıları, sorunlu (olasıyla ilgili), savlı (olanla ilgili) ve zorun lu (kesin olanla ilgili) olmak üzere üç çeşittir. “Yağmur yağarsa evde kalacağım” dediğim zaman bir so
323
KİŞİ runlu yargı ortaya koymuş olurum; bu yargı her zaman olası ’yla ilgili dir. “Yağmur yağıyor” dediğim za man bir savlı yargı ya da bir varo luş yargısı ortaya koymuş olurum; bu yargı her zaman olan’la ilgilidir. “Su yüz derecede kaynar” dediğim zaman bir yasayı dışlaştıran zorunlu bir yargı ortaya koymuş olurum, bu yargı da her zaman kesin olan’la ilgilidir. K ant’da kiplik kavramları da şunlardır: olasılık-olmazlık; varo lu ş-v a ro lm a y ış; zorunlulukolumsallık. Görüldüğü gibi Kant’da üç çeşit yargıya anlığın üç kavramı karşılık olmaktadır.
324
K İŞİ (lat. persona; fr. personne; alm. Person\ ing. persori). Kendi bilincinde olmakla kendi kendisinin sorumlusu olan varlık. Özgül ola rak insan değerleriyle donanmış bi rey. Başka insanlara belli bir insani amaç çerçevesinde yetkin bir bilinç le bağlanmış insan. Birey herhangi bir türün bir üyesidir, kişi insan tü rünün yetkin ve bilinçli bir üyesi dir. Kişi olmak hem kendi öznel özelliklerini hem de insan olmanın nesnel koşullarını kendinde taşıyan bir bilince sahip olmakla olasıdır. Bu yüzden her kişi kendini yaşam da etkin kılan özgür seçişleriyle ya da özgür edimleriyle dikkati çeker. Kişi özgürlük içinde kendini vareder ya da geliştirir ve kendini ge liştirdikçe özgürlüğünü geliştirir. Her kişi bir toplumsal varlıktır ve bir toplulukta ortak bir ülküye ka tılan ve bu ülküyü geliştirmeye ve gerçekleştirmeye çalışan insandır.
Bu yüzden J. C hevalier “Birey amacını kendinde taşır, kişinin ken dini aşan amaçları vardır” der. Ona göre “Kişinin özü, bireyinkinin ter sine, ben değildir, başkası’dır. İn san kişiliği en büyük gelişimini yarargözetm ez bir aşkla başkasına bağlanarak ve başkasına vererek gerçekleştirir.” Bu çerçevede insan hem kendinin hem başkasının ya ratıcısı olarak anlaşılır, gerçek in san ilişkisi kişiden kişiye ilişkidir, bu ilişkide insan toplumunun yüce değerleri açınlanır ve yüce amaçla rı gerçekleşir. Kişi olmak biraz da insanın başkasına kavuşmak üzere kendinden çıkmasıdır. Bu yüzden her kişi başka kişilerin varettiği in sani ortamın bir üyesidir. (Bk. Bİ REY, İNSAN, KİŞİLİK) K İŞ İL İK (lat. personalitas', fr. personnalité', alm. Persönlichkeif, ing. personality). K işinin varlık özelliği. Kişinin kendini bir ben ola rak ortaya koymasını sağlayan et kinliklerin bütünü. Kendini özgür etkinlik olarak algılayan bilinçli bi reysellik. “Kişi” belli bir bilinçliliği ortaya koyarken “kişilik” özellikle yetkin insani edimleri ve ona bağlı olarak gerçekleşen saygınlığı dü şündürür. N. L. Munn şöyle der: “Kişilik bir bireyde yapıların, onun davranış biçimlerinin, ilgilerinin, tu tumlarının, yeteneklerinin ve yat kınlıklarının en belirgin bütünleşme si olarak tanımlanabilir. ‘Belirgin bütünleşme’ derken iki şeyi belirt mek istiyoruz. İlkin birey başkala rından kişiliğiyle seçilir ve ayrılır.
KİŞİLİK İkincisi kişilik terimi bireyin ve dav ranışının görünümlerini içerir, bun lar azçok sürekli diye düşünülen şeylerdir. Birey gerilim durumların da genellikle dinginse, ara sıra ‘par lıyorsa’, onun kişiliğinin belirleye ni dinginliktir, kızgınlık değildir.” Her kişilik kendi özellikleri çerçe vesinde bir etki gücü ortaya koyar ve somut bir biçimde saptanması ya da apaçık gösterilmesi olanak sız bir çekim gücü oluşturur. Bu yetkinlik doğrudan doğruya ne ze kaya, ne kalıtıma, hatta ne çevreye ve ne de eğitime bağlanabilir, ama onların herbiriyle ayrı ayrı ilgilidir. O daha çok başkalarının bizimle il gili düşüncelerinde ve duyguların da parıldar, bizimle ilgili değerlen dirmelerinde kendini gösterir. M. Proust şöyle der: “Bizim toplum sal kişiliğimiz başkalarının düşün cesinin bir yaratısıdır.” Kişilik her kişide kendine özgü olanla başka sıyla ortak olanın birbiriyle bütün leştiği noktada kendini gösterir. Guthrie, kişiliği “durağan ve deği şime dirençli toplumsal önemdeki alışkanlıklar dizgesi” diye tanımlar. Kişiliğin bir alışkanlıklar dizgesi ol duğu kesindir ama onun durağan ve değişime dirençli olduğu tartışı labilir. Her kişinin bilinci ayrı özel likler taşıdığından her kişiliğin özel likleri de başka başka olacaktır, bu özelliklerin neler olabileceği kişilik testleri’yle ortaya konulabilmektedir. Bilgi, zeka ve yatkınlık testle rinden ayrı olarak kişilik testleri ki şiliğin duygusal düşünsel özellikle rini gösterirler. Buna göre kişilik
öznelleşmiş bireyselliktir. Herhan gi bir insan bireyi kendisini öbür benzerlerine bağlayan ortak yetiler le, ortak davranış biçimleriyle be lirgindir. Bir birey kendi yaşam de neyleri içinde kendi özelliklerini ka zandıkça kişileşir, buna göre ken dini başka insanlar arasında toplumsal-tarihsel bir varlık olarak kavra maya başlar, belli bir dünya görü şüne bağlanır, kendi bakış açıları oluşur. Bu yüzden kişiliği bilinçli bi reysellik diye de tanımlayabiliriz. Scheldon’un tanımı bu konuda belki de en uyarlı tanımdır: “Kişilik, bi reyin tanımayla, duymayla, eylem le, ruhsallıkla ve oluşumla ilgili özel liklerinin etkin kuruluşudur.” A. Porot ve Th. Kemmerer’in tanımı da oldukça kapsayıcıdır: “Kişilik, bir bireyin zihinsel yapısına o bireye özel görünüm ünü kazandırm ak üzere katılan tüm öğelerin bileşi midir.” Kişileşmiş birey bir biîinç ve özgürlük etkinliği ortaya koyar. Normal bir kişiliğin başlıca nitelik leri birliklilik, canlılık, bilinçlilik, çevreye uyarlılıktır. Böylelikle kişi leşme her zaman yalnızca bireyse lin sınırlarında kalmaz, toplumsala da ulaşır, hemen her yerde kişilikli toplumsal davranışlar görürüz. Ne var ki toplumsal kişilik bireysel ki şiliklerin bir bileşkesi olduğundan sorun gene her zaman kişiliğin bi reysel düzeyde araştırılmasına indirgenecektir. Bu çerçevede Adler dört tip kişilik belirlemiştir. Birinci kümedekiler topluma ya da yaşa ma “iyi uyarlanmış” kişiliklerdir, bunlar herhangi bir üstünlük gös
325
KİŞİLİKÇİLİK
326
terisi içinde değillerdir ve kimseye baskı yapmayı düşünmezler. So runlarını çözerken kendi yararlan kadar toplumun ya da başkalarının yararlannı da düşünürler. İkinci kümedekiler “egemen tip”i oluşturur lar, denetimi her zaman ellerinde bu lundurmak isterler. Başkalannı de ğersiz görmek bu kişilerde özyapı özelliklerinin başında gelir. Kendi leri toplumda düzeylerini yükselte mediklerinden bütün özenlerini baş kalarını küçültmek için gösterirler. Aşağılıkduygusunun yolaçtığı bu yükseklikduygusu başkalarında aşağılıkduyguları oluşturmak gibi bir uygunsuzluğu getirir. Üçüncü küm edekiler “alıcı bireyler”dir, bunlar şımartılmış insanlar olarak her güzel şeyi ya da her yararlıyı emek vermeden kendilerinin kılma ya bakarlar. Vermeyi düşünmeden hep almaya çalışırlar. Dördüncü kü medekiler “yükümlenmekten ka çan” tiplerdir, herhangi bir karar al m ak istemeden, herhangi bir ey lemde bulunmadan yaşadıkları için yanlış da yapmazlar. (Bk. İNSAN, KİŞİ, KİŞİLİKÇİLİK, TOPLUM)
su”na dayanıyordu. Kişilikçilik in san bireyinin kişiliğine büyük önem verir, onu her türlü toplumsal ve iktisadi değerin üstünde tutar, her şeyden önce insan saygısını gerek tirir. Kişilikçilik daha sonra Emma nuel M ounier’nin 1947’de yayım ladığı Qu ’estce que le personnalis m e? (Kişilikçilik nedir?) adlı yapı tında geniş çerçeveli bir öğreti du rumuna geldi. Mounier, insan top lumsal birliğe kavuştukça kişiliğini kazanır diye düşünüyordu. Şöyle diyordu: “İnsan kişisinin kendisini geliştiren maddi gerekler ve ortak aygıtlar üzerindeki önceliğini be nimseyen her öğretiyi ve her uy garlığı kişilikçi diye adlandırıyo rum.” Bu sol görüşlü hıristiyan fi lozofu “İnsan kendini verdikçe ken dini kazanır” diye düşünüyordu. Böylece kişilikçilik kişinin toplum da gerçek yükümlülüğünü öngörür. M ounier’ye göre “birey toplum içindir ve toplum kişi içindir”. Ki şilikçilik kişinin uyanışını ve top lumsal düzeyde tam bir özgürlük içinde kendini yükümleyişini öngö rür. (Bk.KİŞİ, KİŞİLİK)
K İŞ İL İK Ç İL İK (fr. personnalis me', aim. Personalismus; ing. per sonalism). Kişiliği en yüce belirle yici sayan öğreti. Kişiliği mutlak de ğer durumuna getiren ahlak ve top lum öğretisi. “Kişilikçilik”i ilk kul lanan Renouvier oldu. Renouvier bu terimi hemen hemen bireycilik le eşanlamlı olarak kullanıyordu. Onun kişilikçiliği “tam anlamında bilinçli ve istemli bir kişilik duygu
KLAN (fr. elan', alm. Sippe\ ing. elan). Birkaç aileden oluşan ancak tek bir aile gibi dayanışık bir bütün oluşturan toplumsal topluluk. Klan, öz anlamında, İskoçya’da ve İrlan da’da çeşitli ailelerin bir araya gel mesinden oluşan boydur. Daha son ra “klan” geniş çerçevede bir ara ya gelen ve daha çok tanm a ve hay vancılığa dayalı ilkel bir üretim dü zeni uygulayan tüm toplumsal top
¡KLASİKLİK luluklar için kullanılmıştır. Klanda belirleyici özellik içten evliliğin ya sak olmasıdır. Boydan daha küçük olan klanda siyasal birliği “totem” sağlar. (Bk. TOTEM) K L A S İK L İK (fr. classicism e; alm. Klassizismus; ing. classicism). XVII. yüzyılda ortaya çıkan ve ev rensel gerçekçi eğilimleriyle belli olan sanat anlayışı. Klasiklik rönesans değerleri içinde mayalandı ve gelişti. Rönesans dediğimiz o bü yük atılım ve gelişim dönemi sa natta eşsiz bir yetkinliği ortaya ko yarken felsefede daha çok bir ge çiş dönemi özelliği gösteriyordu. Klasiklik XVII. yüzyılda özellikle edebiyatta büyük bir atılım oldu. Önceki yüzyılların daha çok süsle mecilikle belirgin barok değerlerin den süzülen klasiklik, Descartes usçuluğunun da etkisiyle yavaş ya vaş insan değerlerinin evrensel çer çevede aranması ve irdelenmesi ola rak kendini gösterdi. F ransa’da C orneille, R acine, M olière, La Rochefoucauld gibi yazarlar kendi toplumlannın özelliklerini yansıtan yapıtlar ortaya koyarken insanın ne olup ne olmadığını evrensel çerçe vede enine boyuna tartıştılar. Kla siklik bir akım olmaktan çok bir be ğeni ortaklığını, bir bakış birliğini duyuruyordu ve her şeyden önce insanın abartılmış duygusallıkların dan uzak bir biçimde kökten araş tırılm asını öngörüyordu. Fransız klasikliği bu özellikleriyle tüm dünya yazarlarını etkiledi hatta büyüledi. Bu yüzden Fransa’da XVII. yüz
yıl, özellikle ikinci yansı düşünüle rek Büyük yüzyıl diye adlandırılır. Bu yüzden bu yüzyıl biraz da Fran sa’nın kültür planında Avrupa’ya egemen olduğu yüzyıldır. Louis X IV’ün saltanatıyla (1643-1715) belirgin olan bu dönemde toplum sal yaşam mutlakyönetimin kesin belirleyiciliği akındadır. Saray gide rek bir kültür merkezi olurken kül tür yuvalan olan salon’lar önemle rini yitirmeye başlarlar. Düzenin ye ni seçkin insan tipi duygusal olmak tan önce ussal, her anlam da dü şünceli, her zaman ölçülü, her du rumda ciddi ama canayakın insan tipidir. Artık soyluluk unvan olmak tan kişilik özelliği olmaya doğru git mektedir. Bu yeni seçkin insan tipi tüm insan sorunlarını enine boyu na tartışan öngörülü kişidir. Seç kinlerden biri de Louis XIV’dür, yetkisini hiçbir zaman sanatı yön lendirmekte kullanmaz, sevmediği sanatçılara karşı tutum almayı hiç bir zaman düşünmez. E. Henriot’ya göre “klasik edebiyat mantıksaldır, ussaldır, düzen ve özgürlük kaygı sı taşır”, buna göre buıjuva sınıfı incelikten uzaklaşmaksızın tartışma ruhunu, büyüklük ruhunu, yetke saygısını klasiklikte bir araya ge tirmiştir. André Gide klasikliği özel likle fransız ürünü sayar ve ne Shakespeare ne Michelangelo ne B eethoven ne D ostoyevski ne Rembrandt hatta ne Dante klasik tir diye düşünür. Ona göre yaban cılardan ancak Goethe klasik ola bilir. (Goethe klasiği sağlıklı duygucuyu hastalıklı sayıyordu.) Gi
“KLİNAMEN” de’in tanımına göre klasiklik “enaz söyleyip ençok anlatma” sanatıdır. “Evrensel gerçekçilik” diye adlan dırabileceğimiz klasiklik her şeyden önce tekte evrenseli yansıtan bir ba kış biçimidir. Sainte-Beuve klasik yazarı “insan ruhunu zenginleşti ren yazar” diye tanımlar. Bu özel likleriyle klasiklik kendinden sonra doğacak olan duyguculukla karşıt laşır. Tieghem “Klasik anlayış öze li genelden çıkarmaya bakıyordu, duygucu anlayış geneli özelden çı karmaya bakar” der. Klasik için bü tün insan, duygucu için insan bire yi yani tek kişi önemlidir. Klasiklik daha çok “en güzel orta” fikrine da yanır, bu yanıyla yunan düşünce sini düşündürür: onda her şey öl çülü, ılımlı ve insan boyundadır. “Klasikler genellikle dış dünyanın öğelerine yükledikleri boyutlarda çok ölçülü görünürler. Onlar bu nesnelerin ya da bu olguların in sanla belli bir oranda uyuşmasını isterler, insan ki onların edebi et kinliklerinin başlıca konusudur” (Tieghem). Buna karşılık duygucu sınırsızda, sonsuzda, belirsizde, bü yüklüğüyle insanı aşanın görkemin de sanatını oluşturmaya bakacak tır. Duyguculuk hemen her zaman bir aşma duygusuyla belirgindir. “Aşılmak hoş değil, kendini aşağı da duymak sıkıntılı iş” der Hugo. Yalnız edebiyata değil, mimarlığın, resmin ve yontunun gelişiminde de klasik anlayışın büyük katkısı var dır. Claude Perrault, François Mansart, Jules Harduin-M ansart gibi mimarlar; Pierre Puget, Girerdon,
Coysevox gibi yontu sanatçıları; Lebrun, Mignard, Nicolas Poussin, Claude Gelée gibi ressamlar klasik beğeninin yaratıcıları oldular. Ta şıdığı tüm barok özelliklere karşın Shakespeare’i İngiltere’nin en bü yük klasik yazarı saymak doğru olur. İngiltere’de Addison ve Pope klasik anlayışın sürdürücüleri oldu lar. Alman edebiyatında Sturm und Drang akımının ortaya çıkışma ka dar klasik değerler büyük ölçüde belirleyici oldu. Klasiklik öbür sa natlarda da kendini gösterdi, özel likle resimde ve yontuda klasik eği lim çok değerli ürünlerin ortaya çık masına yol açtı. Müzikte klasiklik J.S. Bach’ın ardından gelen verimli dönem de k en d in i g ö ste rd i ve Haydn, Mozart, Beethoven gibi bü yük ustaların adıyla anıldı. (Bk. DUYGUCULUK, GERÇEKÇİLİK) “ K LİN A M EN ” (yun. söz.). Epikuros felsefesinde kendiliğinden sapma. Klinamen sayesinde atom lar, boşlukta düşerken, doğru çizgi üzerinde yol almaktan çıkarak birbirleriyle karışırlar ya da basitçe çarpışırlar, bu çarpışm adan yeni nesneler oluşur. İnsan ruhunu oluş turan ince atomların sapmalarıyla da insan özgürlüğü gerçekleşir. Bu na göre klinamen özgür seçişin de ilkesidir. K O M PLEKS. Bk. KARMAŞIK. KO M Ü N İZM (fr. communisme; alm. Kommunismus; ing. communism). Ortak mülkiyete dayanan
KOMÜNİZM yönetim biçimi. Üretim araçlarının topluma ait olduğu siyasal ve top lumsal düzen. Komünizm her şey den önce iktisadi bir öğretidir, bu nun yanında bilimsel verilere göre yeni bir toplum düzenlemesi öngö ren bir siyaset anlayışıdır. Komü nist toplum özel mülkiyetin bulun madığı, mülkiyetin birleşmiş birey lere, tüm topluma ait olduğu sınıf sız bir toplum olarak düşünülür. Marx ve Engels şöyle der: “Komü nizmi belirleyen şey genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil bur juva mülkiyetinin kaldırılmasıdır.” Ortak mülkiyete dayalı olan ve özel mülkiyeti dışlayan, böylece birey selliği toplumsallıkla belirleyen ko münizm gelecekteki insanı tasarla yan bir insancılık olarak belirir. Bir çok batılı yazar komünizmin köke nini Platon’un kurgusal devlet an layışında bulursa da, P laton’un devleti tam anlamında sınıflaşmış bir devlet olmakla oligarşik bir dü zen gösterir. Gene de Platon’un devletinde en azından komünizmin se z g isin e u laşm ak o la sıd ır denilebilir. Platon’un, Thomas Moru s’un, Saint-Sim on’un, Fourrirer’nin öğretileri komünizmi duyursa da komünist düzeni doğrudan doğruya gösterm ez. Komünizm Karl M arx’in ve Friedrich Engels’in birlikte kaleme aldıkları Ko münist p a rti bildirisi'nde (1848) anlatımını bulur. Buna göre komü nizm yükselen işçi sınıfının çökmek te olan sermayeci düzen içinde sı nıf savaşımına dayalı ama sınıfsız bir toplum düzeni öngören düşün
ce ve eylemlerinde yaşama geçiri lecektir. Üretim araçlarının ortak laştırılmasına dayanan yeni bir üre tim düzeni ve buna bağlı yeni bir kültür düzeni amaçlayan komünizm ancak devletin proletarya tarafın dan ele geçirilmesiyle ve buna göre proletarya diktatörlüğünün kurul masıyla gerçekleşecektir. “Uygula macı maddeciler için yani komü nistler için varolan dünyayı devrim le geliştirmek, varolan şeyleri uy gulama düzeyinde sezmek ve dö nüştürm ek sö zk o n u su d u r” der Marx. Engels de şöyle der: “Ko münizm proletaryanın kurtuluş ko şullarının öğretimidir.” Marx komü nist düzeni insanlık evriminin son aşaması olarak görmez: “Kom ü nizm yakın geleceğin zorunlu biçi mi ve güçlü ilkesidir. Ama böyle ol makla insanlık evriminin sonu de ğildir, insan toplumunun bir biçi midir.” Ancak Marx 1891 ’de'ya y ım lan an G otha p ro g ra m ın ın eleştirisi'nde komünizmi insan top lumunun son biçimi gibi görme eği limi gösterir ve düşsel bir tablo çi zer. Buna göre komünist toplumun birinci evresi şöyle olacaktır: “Ser mayeci toplumla komünist toplum arasında birinciden İkinciye doğru devrimci dönüşüm evresi yer alır. Buna siyasal bir geçit dönemi kar şılık olacak, bu dönemde devlet proletarya diktatörlüğünün devleti olacaktır.” Sosyalizm diye adlan dırdığımız bu evrede üretilen mal ların dağıtımı sağlanan emeğin ni celiğine ve niteliğine göre gerçek leşecek, böylece her kişi üretim
329
KONUT güçlerinin gelişimine etkin olarak katılmış olacaktır. İkinci ve sonun cu evre bu proletarya diktatörlüğü evresini izleyecektir. Bu evrede iş bölümü kaldırılacak, böylece birey lerin bağımlılığı giderilecektir, in sanlar yaşamlarını sürdürmek için şu ya da bu işi gönülsüzce yap mak zorunda kalmayacaklardır. Ka fa emeğiyle el emeği arasındaki ay rımın giderildiği bu evrede ortak ça lışmanın sağladığı verim insan ya şamına güç katacak, bu arada ser mayecilikten kalan son izler temiz lenecek, tüm insanlar yaşamı hep birlikte sürdürecek, geliştirecek ve denetleyecektir. Bu sınıfsızlaşmış toplumda artık proletarya diktatör lüğü diye bir şey yoktur, “herkes yeteneği kadar, herkese gereksini mi kadar” formülü geçerli olacak tır. (Bk. SOSYALİZM)
330
K O N U T (lat. postulatum\ ir.pos tulat', alm. Postulat, ing. postulate). Apaçık ve kanıtlanır olmamak la birlikte doğru diye benimsenen önerme. Belit kadar apaçık olma yan, doğruluğu kanıtlanamamakla birlikte yanlışlığı da gösterilemeyen, ayrıca karşıtı usa aykırı düşen, gös termelerde ilk ilke ya da çıkış nok tası olarak alman önerme. Uygula malı usun konutları: Kant ahlak ya sası için zorunlu üç konut belirer, bunlar özgürlük, ruhun ölümsüz lüğü ve Tanrı’nın varlığı konudan dır. Bu doğrulanam az konutlar Ödev’in ve Yüce İyi’nin gerçek leşmesi için zorunlu dayanaklardır. D eneysel düşüncenin konutları:
Kant’da kiplik kategorisine bağlı a priori üç önerme vardır. “ 1. Dene yin biçimsel koşullarıyla uyarlı olan olası’dır (sezgi ve kavramlarla ilgi li olarak), 2. Deneyin (yani duyu mun) koşullarına bağlı olan gerçek’tir. 3. Gerçekle bağlantısı de neyin genel koşullarıyla belirlenmiş olan zorunlu’dur (zorunlu olarak vardır).” [Bk. BELİT] K O R K U (yun. phobos; fr. peur, crainte; alm. Furcht; ing. fear). Bir tehlikenin öngörülmesiyle başlayan heyecan. Yakın bir tehlikenin su numuyla belirgin heyecan. Basit anlamında korku her kişinin olacak ya da olabilecek olumsuz bir du rum karşısında kendi varlığını tü müyle ya da bir ölçüde tehlikeye düşmüş görerek uğradığı kötülük duygusudur. Korku genellikle bir denbire başlar ve ağır bir düşüş gösterir: etkenin ortadan kalkması (yanılma, tehlikenin önlenmesi, teh didin son bulması vb.) korku duy gusunu birdenbire siler. Korkunun düşüş göstermesi korkutucu etke ne alışılmasından ya da onun bilinçlendirilmesindendir. Bazen kor kutucu etken varlığını sürdürse de korku duygusu kalkar, yerini kay gılı bir bekleyişe bırakır. Korku duy gusu hastalıklılığa yatkın olduğu için korkulması gereken bir duygudur. Eski pagan ahlakları, özellikle Epikuros ve Stoa ahlakları korkuyu, özellikle ölüm korkusunu kökten mahkum ederler. Korkmama, özel likle ölümden korkmama fikri Montaigne düşüncesinde de önemli bir
KORKU yer tutar. Bu filozoflara göre kor kulacak tek şey korkunun kendisi dir. Gene de korku her insanın ya şamında belli bir yer tutar. Cervantes “Korkunun kocaman gözleri vardır” der. Her ne olursa olsun, M. Bedel gibi, korkuyu “istemin bir tepkisi” olarak düşünmek gerekir. Korkuda istem çözülür, bilinç bu lanıklığa uğrar, öyle ki bilinçte kor ku nesnesi bile belirginliğini yitirir. Retz’in dediği gibi “Korkuda karar vermekten çok incelemenin geçer li olması doğaldır”. Ne var ki kor kuyla yapılan inceleme de ussal ge çerliliği belirgin olmayan bir ince leme olacaktır. Ancak korkuyu zo runlu bir yaşam deneyi olarak gör mek ve yürekliliklerin geçmiş kor kularla elde edilmiş olabileceğini düşünmek olasıdır. Ferdinando Galiani şöyle der: “Yüreklilik büyük bir korkunun sonucudur. Gerçek te bir ölüm korkusuna kapıldığımız zaman bacağımızın kesilmesine yü reklilikle izin veririz.” Korkunun hastalıklı bir biçimi olan fobi (fr. phobie; alm. Phobie; ing. phobia) bazı belli durumlar karşısında du yulan bunaltı duygusudur. Mantık sal temeli olmayan bu takıntılı duy gu çeşitli nesnelere yönelik olabilir, buna göre değişik adlar alır. Alankorkusu (fr. agoraphobie) geniş alanların verdiği korkudur. Kapalıyerkorkusu (fr. claustrophobie) mezarlık, otobüs gibi kapalı yerler de duyulan korkudur. Yükseklikkorkusu ya da yüksekyerkorkusu (fr. acropolophobie) yükseklere çı kıldıkça, örneğin yüksek bir evin
damında ya da uçakta duyulan kor kudur. Hastalıkla, çıldırmayla, de nizle, fırtınayla, hayvanlarla, çeşitli nesnelerle (13 sayısı gibi) ilgili çe şitli hastalıklı korkular vardır. / C. Mölinand: “En basit biçimlerinde korku ilksel bir davranış ortaya ko yar: kaçmak. Korku hiçbir engelle karşılaşmadan gerçekleştiyse her şey olağan düzeninde olup geçer: tehlikenin görülmesi, kaçış ve du rulma. (...) Kaçış olanaksız oldu ğu zaman onun yerini alacak olan bir başka davranış vardır: büzül me. Kişi o zaman saklanır, yuvası na giren tavşan gibi gizlenir. Kor kan çocuk başını çarşafların altına sokar. Her durum da korku titre meyle bazen pek açık, pek görü nür biçimdedir: bacaklar tir tir tit rer, eller sallanır durur, beden bir gider bir gelir, titreme bazen pek ölçülüdür, yalnızca eylemlerde tu tarlılığın yitimiyle belirginflir: o za m an kişi incelikli bir davranışı gerçekleştiremez. (...) O (korku) kaçınılmazın açık b eklen işi'dir, kaçınılmaz’dan belli bir mutsuzlu ğu değil bizim kaçamayacağımız bir mutsuzluğu anlamak gerekir. Ya pılacak hiçbir şey olmadığı zaman korku boğuntuya dönüşür. (...) Boğuntu elbette korkunun en acılı biçimidir; gerçek bir işkencedir. Bu, hiçbir yararlı tepkinin, özellikle hiç bir kaçışın olası olmamasındandır.” / J.R Richter: “Pısırık tehlike gel meden önce korkar, yürekli tehli ke geçtikten sonra korkar.” / İs panyol atasözü: “Korku ve aşk ay nı k a p ta n y iy e m e z le r.” / A.
KOŞUL Daudet: “Kahramanlar hiç korkmasalardı onur nerede kalırdı?” / G. von Le Fort: “Korku yüreklilikten daha derin bir şeydir.” / Céline: “Her zaman insanlardan, yalnız insanlar dan korkmalı.” / C. de Retz: “Kor ku tutkuların içinde yargıyı en çok zayıflatandır.” / H. Calet: “Ben söz cü k lerd en korkm uyorum , söz cükler benden korkuyorlar.” K O ŞU L (lat. conditio\ fr. condi tion; alm. Voraussetzung, Bedingung\ ing. condition). Bir canlı varlığın içinde bulunduğu durum. Bir başka durumun gerçekleşebil mesi için varolması gereken du rum. Bir başka durumu olanaklı kı lan durum. Bir şeyin varoluş biçi mi. İnsanın dünyadaki ya da top lumdaki durumu. Varsayımsal iliş ki durumu (A doğruysa, B de doğ rudur; B yanlışsa A da yanlıştır).
332
KO ŞU LLA N M A M IŞ (fr. incon ditionné', alm. Unbedingt; ing. unconditional, unconditioned). Hiç bir koşul altın d a bulunm ayan. K ant’da us “koşullanmamış” diye nitelendirilir, buna karşılık anlık “koşullanın ış”tır. Anlığın koşullan mışlığı deneye bağımlılığından gelir. Usun koşullanmamışlığı böyle bir bağımlılık içinde olmayışındandır. Kant şöyle der: “Usun öz ilkesi, ge nel olarak mantıksal kullanımında anlığın koşullu bilgisi için, bu bilgi nin birliğini sağlayacak koşullanma mış terimi bulmaktır.” “Aşkın us sal kavram, belli bir koşullanmışın koşullarının bütünlüğünün kavra
mıdır. Koşulların bütünlüğünü yal nızca koşullanmamış olası kıldığın dan, buna karşılık koşulların bütün lüğü de her zaman koşullanmamış olduğundan, arı bir ussal kavram genel olarak koşullanmışın bileşi mine ilke sağlamakla koşullanmamışın kavramı diye tanımlanır.” (Bk. KOŞULLANMIŞ) K O ŞU L L A N M IŞ (fr. conditi onné; alm. Bedingte; ing. conditioned). Belli bir koşul altında bu lunan. Kant’da koşullanmış olan anlıkla ilgili olandır. Anlık koşul lanmıştır, çünkü deneyin koşulları na bağlıdır. (Bk. KOŞULLANMA MIŞ) KOŞULLU. Bk. VARSAYIMSAL. KOŞULSUZ (fr. catégorique', alm. Kategorisek', ing. categorical). Hiçbir koşul taşımayan. Kesin ola rak geçerli olan. K ant’da koşulsuz buyurucu ödev ahlakıyla ilgili mut lak ve evrensel yasadır. “Eylemi nin ilkesi senin kendi isteminle bir evrensel yasa oluşturabilecek gibi davran. İnsanlığı her zaman ken dinde ve başkalarında bir araç de ğil de bir amaç olarak ele alabile cek gibi davran. Özgür ve ussal is temlerin cumhuriyetinde hem yasakoyucu hem bireym işsin gibi davran.” Thonnard şöyle der: “Ko şulsuz buyurucu, duyarlılığın ilke lerinden ya da kurallarından ayrı ola rak tüm ahlak yasalarının a priori biçimidir, duyarlılığın ilkelerine ya da kurallarına mutlak zorunluluk
KÖKTENCİLİK değeri kazandırır, kavramlar olgu lara nasıl bilimsel değerlerini kazandınyorlarsa.” (Bk. BUYURUCU, ÖDEV)
K O Z M O L O Jİ. Bk. EVRENBİ LİM.
KOŞUTÇULUK (fr. parallélisme-, alm. Parallelismus-, ing. parallelism). Ruhsal olgularla fiziksel ol gular arasında her basamakta tam anlamında bir karşılıklı ilişki bulun duğu varsayımı. Spinoza felsefesi bir çeşit koşutçulik felsefesidir. Spi noza şöyle der: “Doğayı ister uzam niteliğiyle ister düşünce niteliğiyle ele alalım, nedenlerin tek bir biçim de zincirlenişini bulacağız, öyle ki bunlar birbirlerini karşılıklı olarak izleyen aynı şeylerdir.” Koşutçuluk benzer bir anlatımını Spinoza’nm zamandaşı Leibniz’de buldu. Ona göre ruh ve beden birbiri üzerinde etkili olmayan iki saat gibidir. On ların birbirlerini etkilemeden aynı sa ati gösteriyor olmalarım sağlayan öncesel uyum ’dur. Çağdaş koşutçular Leibniz’in bu görüşünden yo la çıkarlar. F echner şöyle der: “R uhsalla bedenselin koşutluğu kaynağını bizim şeylerle ilgili bakı şımızda bulur.” Koşutçulara göre her ruhsal olgu bir fiziksel olguyu karşılar, her fiziksel olgu da bir ruh sal olguyu karşılar. Ancak çağdaş lar Leibniz’in öncesel uyum fikri ne yani ruhla bedenin tanrısal güç aracılığıyla karşılıklı ilişkiye girdiği fikrine uzak kalırlar. (Bk. BEDEN, ÖNCESEL UYUM, RUH)
K Ö K (fr. racine-, alm. Wurzel; ing. root). Bir şeyin temeli, çıkış nokta sı. Bir şeyin çok zaman görünürde |olmayan kaynağı. “Kök” daha çok “neden”, “ilke”, “köken” anlamın da kullanılır. (Bk. KÖKEN)
KOZM OGONİ. Bk. EVRENDOĞUM.
K OZM O S. Bk. EVREN.
K Ö K EN (fr. origine; alm. Ursp rung; ing. origiri). Herhangi bir şe yin başlangıcı, ilk ortaya çıkışı. Her hangi bir oluşumun en eski biçimi. Bir şeylerin kendisinden çıkarak dönüşümle varlık kazandığı ana bi çim. Başlangıç. Çıkış noktası. İlke. Bir kişinin geldiği toplum sınıfı. (Bk. KÖK) K Ö K TEN C İLİK (fr. radicalisme; alm. Radikalismus; ing. radiealism). Bilimde, dinde, siyasette kök ten yenilikler yapma eğilimi. Kök ten değişiklik isteyenlerin görüşü ya da tutumu. Felsefi köktencilik'. Bentham, James Mili, John-Stuart Mili gibi İngiliz filozoflarının ikti satta özgürlükçülüğü, ruhbilimde çağrışımcılığı öneren, toplumsal yaşamda sermayeci düzeni onarıcı ve onun tehlikeli gelişimlerini orta dan kaldırıcı köklü değişiklikler ön gören öğretileri. Ahlakta yararcılı ğı, bilgi kuramında çağrışımcılığı te mel alan köktenciler usa tam anla mında bağlılıkla bireyciliği savunu yorlar, siyasette temsili hükümetin gerekliliğine inanıyorlar, sanayide ve
KÖLE ticarette eksiksiz bir özgürlükçü lüğü destekliyorlardı. Bununla bir likte nüfus artışından ve sermaye ci gelişimlerin insanlıkdışı uzanım larından kaygılıydılar. Buna göre John-Stuart Mili bencilliğe karşı öz geciliği savundu, büyük toprakla rın paylaştırılmasını önerdi, doğru nun zorla değil de düşünce değer leriyle ve ahlak ölçüleriyle denet lenmesini istedi. (Bk. ÇAĞRIŞIM CILIK, ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK) K Ö L E (lat. slavus, sclavus; fr. esclave; alm. Sklave] ing. slave). Bir efendinin mutlak güdümünde bulunan tutsak ya da satın alınmış kişi. Bir başkasına gönüllü olarak ya da zorla sıkı sıkıya bağımlı kı lınmış kişi. Birine kesin bir biçim de bağımlı olmakla özgür koşullar da bulunm ayan kişi. Aristoteles şöyle der: “N e olursa olsun, doğa özgür ve köle olmak üzere ikiye ayı rır insanları, (...) köleler için köle lik hem yararlı hem doğrudur.” “Sonunda kölelerin kullanılışıyla hayvanların kullanılışı birbirinden çok az değişiktir. Kölelerden ve ev cil hayvanlardan beklediğimiz, ya şamın gereksinimlerini karşılayabil mekte bize bedensel güçleriyle yar dım etm e le rid ir.” K öle ahlakı Nietzsche’de efendi ahlakı ’na kar şıt olarak insanı küçülten ve alçal tan Incil ahlakını belirler. Güce ina nışla ve onun duygusuyla belirgin efendi ahlakı, kendinden vazgeçmişliği ortaya koyan köle ahlakının tam karşıtıdır. (Bk. KÖLELİK) 334
K Ö L E L İK (fr. esclavage; alm. Sklavrei, Skla ven tu m ; ing. sla very). Köle olma durumu. Mutlak bir yetkeye başeğmiş kişinin ya da kişilerin durum u. K ölelik Eski çağ’ın temel yaşam biçimiydi, üre timde başlıca gücü kölelerin emeği sağlıyordu. M.S. 1. yüzyıl kölelik te bir dönüm noktası oldu. Spartakus ayaklanm ası en büyük köle ayaklanmasıdır. Köleliğin verimsiz liği karşısında azatlı kölelik kuru mu yerleşti: efendi, iyi çalışan kö lesini, belli bir yaştan sonra özgür lüğüne kavuşturacaktı. Azatlı köle düzeni de pek tutmadı ve kölelik yerini serfliğe bıraktı. Kölelik nasıl Eskiçağ’m temel yaşam biçimiyse, serilik de Ortaçağ’m temel yaşam biçimidir. Kölelikle savaşım ancak XV. yüzyıl dolaylannda başladı. Ortaçağ’da Avrupa’nın başlıca kent lerinde (Venedik, Cenova, Sicilya) insan pazarları vardı. Serilik düze ninin gelişi köleliği kökten silmiş gö türmüş değildi. İngiltere’de köle ti careti 1807’de yasaklandı, ancak 1838’de k a ld ırıla b ild i. F ran sa 1849’da, A.B.D. 1865’te köleliğe son verdi. (Bk. KÖLE) K Ö TÜ ya da K Ö T Ü L Ü K (\at.malum; fr. mal; alm. Übel\ ing. evil, wrong). Kendine ya da baş kasına zarar vermeye yönelik ey lem. Birinin yararına ters düşen davranış. Leibniz kötülüğü üç ayrı alanla ilgili görüyor ve şöyle diyor du: “Kötülüğü metafizik açısından, fizik açısından ve ahlak açısından
KURAL ele alabiliriz. Metafizik açısından kö tülük basitçe yetkin olmayışla ilgi lidir, fizik açısından kötülük acıyla ilgilidir, ahlak açısından kötülük gü nahla ilgilidir.” Kötülük daha çok ahlakın konusudur. Bilgi kuramı doğru’yla, estetik güzel’le, ahlak da iyi’yle ilgilidir. Kötülüğün temelin de insanı zedelemek, ona zarar ver mek eğilimi yatar. İnsan değerle riyle bağdaşmayan her eylem kö tülük kapsamına girecektir. Bunun kökeninde de insanın eksikli varo luşu ya da tam yetkin olmayan bi linci yatar. Yetkin bilinç, doğruyu yanlıştan ayırabilme yatkınlığıyla neyin iyi neyin kötü olduğunu göre cektir. Kötülüğün oluşumunda bi linç eksikliği büyük rol oynar. Öte yandan bile bile yapılan kötülüklerle bilmeden yapılan kötülükleri birbi rinden ayırmak gerekir. Kötülüğün bir biçimine başkasını altetme tut kusunda raslarız. Bu tutku aşkın bir yüzünü, yıkıcı yüzünü oluştu rur gibidir. Baudelaire şöyle der: “Aşkın tek ve yüce şehveti kötülük yapma kesinliğinde yatar. Kadın da erkek de tüm şehvetin kötülükte bulunduğunu doğuştan bilirler.” / Shakespeare: “İnsanların yaptığı kötülük onlardan sonra da yaşar İyilik çok zaman onların külleriyle birlikte gömülür.” / Bion: “Cehen nemin yolunda yürümek kolaydır, orada gözü kapalı yürünür.” / Publilius Syrus: “Gizli kötülük en bü yük kötülüktür.” / S. Johnson: “Kö tülüğe uğramak kötülük yapmak tan iyidir.” / La Rochefoucauld: “Yaptığı bütün kötülükleri bilecek
kadar usta insan yoktur.” / La Fon taine: “Kötülüğe ancak geldiği za man inanırız.” /Aristoteles: “İki kö tülükten en az kötü olanını seçmek gerekir.” (Bk. AHLAK, İYİ) KÖTÜ M SERLİK (fr. pessimisme; alm. Pessimismus; ing. pessimism). Her şeyi kötü yanından alma eğili mi. İyimserliğe karşıt olarak dün yanın özünde kötü olduğunu, ya şamda kötünün iyiye, acının hazza egemen olduğunu, aynca doğanın insanda ahlaki yaşama ilgisiz kal dığım bildiren öğreti. İyimserlik fel sefelerinin en yetkin örneği Leib niz felsefesiyse kötümserlik felse felerinin en yetkin örneği de Schopenhauer felsefesidir. Buna göre dünya benim sunumumdur, özne yi de nesneyi de içerir, o kör ve saçma bir İstem’in yarattığı bir ya nılsamadır. (Bk. İYİMSERLİK) «
K R İTİSİZ M . Bk. ELEŞTİRİCİ LİK. K U R A L (lat. régula; fr. règle; alm. Regel\ ing. rule). Bir konuda ne yapılması gerektiğini ortaya ko yan formül. Bir uygulamanın gidiş yolunu belirleyen formül. Bir ama ca varmak için izlenmesi gereken yollar diyebileceğimiz kurallar bize genellikle yöntemi ya da yöntemle ilgili önermeleri düşündürür. İlke daha çok çıkış yollarıyla ve amaç larla ilgiliyken kural daha çok bu amaçlara ulaştıracak sağlam gidiş yollarıyla ilgilidir. (Bk. İLKE)
335
KURAM K U R A M (fr. théorie; alm. Theorie; ing. theory). Belli bir genişliği, belli bir dizgesi olan bakış biçimi. Uygulamaya karşıt olarak ussal ve bütünsel bakış açısı. Sonuçlarma il gisiz olan kurgusal düşünce. Ke sin bilgiye karşıt olarak varsayım sal bilgi. Tek tek şeylere yönelik ayrıntılı ya da ayrıştırıcı bakış biçi mine karşıt olarak bütünleyici ya da birleştirici bakış biçimi. Uygu lamada bir sonucu elde etmek için yo lg österici olarak konulan ve özellikle yöntemin kurallarını içe ren bütünsel bilgi ya da tasarım. Claude Bernard kuramı usun de netimiyle ve deneye dayalı eleşti riyle doğrulanmış varsayım olarak tanımlıyordu. Buna göre her kuram doğrulanmayı bekleyen bir bilgiler bütünüdür. Her kuram dizgesel bir çerçevede ortaya konulur ve geniş çerçeveli bir sorunun köklü bir ya nıtını içerir. Bu yanıt doğru olduğu ya da gerçekliğe uygun olduğu öl çüde geçerli bir yanıt olacaktır. Bir kuram bilimsel çerçevede ya doğ rulanacak ya da bırakılacaktır. Fel sefi düzeyde doğrulama sözkonusu olmadığından, her felsefe kura mı gelecek zamanların eleştirisine açık bir görüşler toplamı olarak ka lacaktır. Bir başka deyişle, felsefe ne ölçüde bilimin verilerine dayan sa da, onun bilgileri en genel kav ramsal yorumlar ya da açıklamalar düzeyinde kaldığından onda ku ramsallık bir zorunluluk olarak be lirmektedir. Eskiçağ’da ilk filozof lar duyumun ya da düşüncenin ya da her ikisinin verilerine dayana
rak dünyanın oluşumunu açıklayan kuramlar ortaya koydular. Onlar en çok yıldızların devinimlerini ince lediler ve evrenin n e’den geldiğini göstermeye çalıştılar. Bu filozoflar deneyi doğrulayacak gelişmiş araç lara sahip olmadıklarından ussal düzeyde de deneysel düzeyde de kurgusal açıklamalar yapmakla ye tinmek zorunda kaldılar. Eskiçağ ve Ortaçağ bilgi’nin edilgin bir çerçe vede elde edilmeye çalışıldığı dö nemlerdir. Ortaçağ’dan sonraya da R önesans’la birlikte insan zihni olan’la yetinmeyip olası’nın alanı na yöneldi, görü’ye ağırlık verdi, olacağı sezmeye çalıştı, bu yönde kuramlar geliştirdi, öte yandan ölçm e’ye dört elle sarıldı. Bundan böyle tanıtlama yetmiyor, ölçmek de gerekiyordu. Önemli olan su yun kaynadığını söylemek değildi, suyun hangi ortamda hangi basınç altında kaç derecede kaynadığını belirtmekti. Bu da bilim düşünce sinin felsefeden ayrılması anlamı na geliyordu. Buna göre bilimde ku ram artık bir varsayımdan ya da bir varsayımlar toplamından başka bir şey olmayacaktı ve bizden ke sin biçimde doğrulanmayı bekleye cekti. (Bk. BİLGİ, BİLGİARAŞTIRMASI, BİLGİBİLİM, BİLGİK U R A M I, B İLİM , FELSE FE, KURGU) KURGU (lat. speculatio; fr. spécu lation', alm. Spekulatiorr, ing. spé culation). Gerçeklikte karşılığı ol mayan ya da gerçeklikte karşılığını aramayan düşünce. Uygulamaya
KURUM yönelik yararcı düşüncenin karşıtı olarak yalnızca ussal verilere da yanan yarargözetmez düşünce. De neyden kaçan nesnelerle ilgili dü şünce. Descartes salt kurguya da yalı düşüncenin verimsizliğini şu sözlerle anlatıyordu: “Herkesin ken disi için önemli saydığı konularda ortaya koyduğu ve kişi yanlış bir yargıda bulunduğunda sonuçlan bir süre sonra cezalandmcı olacak olan usavurmalarda bir edebiyat adamı nın kendi odasında yaptığı o hiçbir sonuç getirmeyen, olsa olsa onun ortak duyunun çok uzağında bir ta kım boş şeyler elde edeceği usavurmalardan daha çok doğruluk bulunduğuna inanıyorum.” Kant deneyi aşan her düşünceyi kurgu olarak görüyor ve şöyle diyordu: “Görümcü bir bilgi, hiçbir deneyle ulaşılam ayan bir nesneyi ya da böyle bir nesneyle ilgili kavranılan öngördüğünde kurgusaldır.” Kur gu her zaman öznel bir açıklama dır ya da öznel bir düşüncedir, ku ramla kurguyu birbirinden ayıran kuramın her ne kadar görüşe da yansa da nesnel temellere dayan masıdır. Kurgusal düşünceyi uygu lamalı düşüncenin karşıtı değil de tümleyeni olarak görenler vardır. F. Gonseth şöyle der: “Bilimsel araş tırma biri öbürü olmadan anlaşıla mayan şu iki kutup arasında, kur guyla deney arasında gider gelir.” Ne olursa olsun, kurgunun da sağ lam ussal temelleri olması gerekir. Uygulamayla ilgili olmayan, yalnız tanımaya ve açıklamaya yönelik olan ya da arı bilgiyi öngören her
düşünceyi kurgu diye belirlerken onun tutarlı olup olmadığına bak mamız gerekir. (Bk. KURAM) KURTULUŞ (lat. salus\ fr. saluf, alm. Heil, Erlösung; ing. safety, salvatiori). Bir kötülükten uzaklaş ma ve uygun bir koşula ulaşma. Bir cezadan, özellikle ölüm ceza sından sıyrılma. Dinsel anlamda, günahlardan ve onların getireceği kötü koşullardan uzakta sonsuz mutluluğa eriş. Kurtuluş, tektanrıcı dinlerin temel kavranılan arasın da yer alır ve sonsuz mutluluğu be lirler. Günahtan kurtulan kişi bu sonsuz mutluluğa erecektir. Spinoza kurtuluşu dünyayla ilgili bir üst aşama olarak değerlendirdi. Ona göre üst düzeyde bilgiye ulaşan ki şi gerçek bir bilinç yetkinliğiyle bir likte yalnızlık içinde mutluluğa ula şacaktı. (Bk. DİN, TANRI) KURUM (lat. institutio', fr. institution] alm. Gründung, Errichtung\ ing. institutiori). Görenekle ya da yasayla oluşturulmuş toplum sal yapı. Belli ortak amaçlara göre oluşturulmuş toplumsal yapı. Do ğal olana karşıt olarak insanın oluş turduğu her şey bir kültür ürünü dür, böyle olmakla belli bir kurum sal yapı ortaya koyar ya da belli bir kurumsal yapıya bağlanır. Kendisi de bir kurum olan toplum gerçekte bireylerden değil bireylerin oluştur duğu kuramlardan oluşmuştur. Her kurum bir amaca göre bir sözleş meyle oluşur ve amaç ortadan kalk tığı ya da sözleşme geçersiz oldu
337
KUŞAK ğu zaman dağılır. Her toplumsal topluluk ya da her toplaşma küçük çapta bir kurumdur ya da bir ku rum taslağıdır. (Bk. TOPLUM) K U Ş A K (la t. g e n e r a tio ; fr. génération-, alm . E rzeu g u n g , Generation-, ing. génération). Çok geniş olmayan belli bir zaman par çasında dünyaya gelmiş bireylerin toplamı. Babayı oğuldan ayıran çizgi ya da zaman dilimi. Kuşak uzunlu ğu ortalama otuz yıl olarak düşü nülür. Ancak birey topluluklannı birbirinden ayıran belli çizgiler ol madığından kuşak kavramı olduk ça bulanık bir kavramdır. Kuşak kavramı özellikle belli zaman dilim leri içinde yeni gelen insanların ko şullarına göre tüm kültür alanların da yepyeni anlayışların ortaya çık m akta olduğu görüşüyle beslenir. Ancak yenilerle eskiler arasında her zaman bir eski-yeni çatışmasının olmaması kültür değerlerinin kuşak larla çok belirgin dönüşümlere uğ raması gibi bir zorunluluğun ol madığım gösterebilir. Kısacası, her otuz yılda bir yeni bir bakış açısı gelecek diye düşünmek doğru ol mayabilir. Zamanı şu ya da bu ve riye dayanarak otuz yıllara böldü ğümüzde dilimler arasında biryapılı bir ilişkinin varolmadığını gö receğiz. Bu yüzden kuşak çatışma ları çok zaman bize değer değişim lerinden çok yenilerin eskiler kar şısındaki ve eskilerin de yeniler kar şısındaki duyarlılıklarını duyurur. 338
KUŞKU (fr. doute-, alm. Zweifel-,
ing. doubt). Zihnin kesinliksiz du rumu. Zihnin bir öneriyi benimse mekte ya da yadsımakta kararsız kalışı. Olumlama ve olumsuzlama arasında giderilem eyen denge. Yöntem li kuşku: D e sc a rte s’da doğruya ulaşmanın ya da bilgide sağlam bir dayanağa ulaşmanın bir aracıydı. Descartes’a göre her şey den kuşkulanabilirdim, hatta dış dünyadan elde ettiğim algıların ger çekliğinden bile kuşkulanabilirdim. Sonunda kuşkulanamayacağım tek gerçek bu kuşkulanan ben’in ken disi olacaktır. Descartes şöyle der: “içinde en küçük bir kuşku bulabi leceğim her şeyi kesin olarak yan lış diye kaldırıp atmayı, bundan sonra düşüncemde tümüyle kuşkugötürmez olan bir şeylerin kalıp kalmayacağını düşündüm .” (Bk. KUŞKUCULUK) KUŞKUCULUK (fr. scepticisme; alm. Skeptizismus; ing. scepticism). İnsan zihninin hiçbir zaman kesin doğrulara ulaşamayacağını, buna göre hiçbir düşünce alanında nes nel bilginin sözkonusu olamaya cağını bildiren öğreti (olumsuz kuş kuculuk ya da sürekli kuşkuculuk). Her düşünce çabasında doğrulan yanlışlardan ayırabilmek için tüm bilgilerin yeniden gözden geçirilme sini, doğru görünenin hemen doğ ru diye benimsenmemesini öngö ren yöntem anlayışı (olumlu kuş kuculuk ya da geçici kuşkuculuk). İnsan zihninin hiçbir zaman doğ rulara ulaşamayacağını bildiren eski kuşkuculuk yerini kuşkuyu bir
KUTSAL doğruya ulaşm a yöntem i olarak benimseyen yeni kuşkuculuğa bı raktığında insanlık Yeniçağ’ın ka pısından girmiş bulunuyordu. Kuş kuyu yöntem durumuna getirmiş olan D escartes eski kuşkucuları şöyle eleştirdi: “Kuşkucular kuşku lanmak için kuşkulanırlar.” Demek ki eskilerde kuşku bir amaç, yeni lerde yalnızca bir araçtır. Buna göre Bacon, kuşkudan yola çıktığımız da sağlam sonuçlara ulaşabileceği mizi, kesinliklerden yola çıktığımız da kuşkulanmakla işi bitireceğimi zi söylemiştir. Felsefe tarihinin en eski kuşkucuları sofistlerdir. Başta Protagoras ve Gorgias olmak üze re tüm sofistler ortak doğruların olamayacağını, doğrunun her bire ye görünen şey olduğunu bildire rek felsefi düşünceyi olanaksız kıla cak biçimde kuşkuculuğu aşırıya götürmüşlerdir. Eskiçağ kuşkucu larının en önem lisi Elis’li Pyrrhon’dur. Bilimin değerini yücelten Stoa’cılara ve Epikuros’çulara kar şıt olarak Pyrrhon’cu düşünce ke sinliği öznel yorumla ilgili bir olgu sayıyor, şaşmaz kesinliklere ulaşı lamayacağını bildiriyordu. Yeniçağ düşüncesinin belli başlı köprülerin den biri olan M ontaigne’i de kuş kucular arasında saymak olasıdır. Bununla birlikte onun kuşkuculu ğu P y rrh o n ’un kuşk u cu lu ğuna benzem ez, onda kuşku doğruyu bulma yolunda zorunlu bir adım dır, katıkafalılığa karşı ortaya ko nulmuş bir araştırma isteğidir. Kuş kuculuk aynı olumlu biçimiyle Descartes’da yöntem anlayışına katılır
ya da yöntemin temeli olur. Bura da kuşkudan yola çıkmak doğru bil ginin olamayacağını göstermek için değil doğru bilgiye giden sağlam yolları bulmak içindir. Descartes olumlu kuşkuculuğunu olum suz kuşkuculuktan kesin olarak ayırır: Descartes’çı düşüncede kuşku bil giye yönelişte ilk evreyi, geçici bir dönemi oluşturur. K ant’ın kuşku culuğu da doğru bilgiye varmada e le ştiric i bir yol tu ta ra k neyi bilebileceğimizi neyi bilemeyeceği mizi ortaya koymaya dayanır. Bir felsefe adamı Kant için “modem kuşkucuların en derini, en ciddisi, en özgünü” der. (Bk. DOĞRU, KUŞKU, SOFİST, YÖNTEM) KUTSAL (fr. sacré; alm. gewe iht, heilig', ing. sacred). Dinle ya da dinsel inançla ilgili olan. Gizemli bir güç taşıyan. Mutlak bir saygıyı gerektiren. Kutsalda her zaman aşkınlık belirleyicidir: bizi aşan bir şeylerin kutsal olması gerekir. Bu bizi aşan şey gerçek anlamda say gı ve hayranlık uyandıran şeydir. Bu saygı ve hayranlığa korkuya benzer bir şeyler de karışmıştır. R. R. Caillois şöyle der: “Kutsal inançlı kişide tam tamına ateşin çocukta uyandırdığı duyguya benzer bir duygu uyandırır: aynı yanma kor kusu, aynı yakma arzusu, yasak lanmış eşya karşısında aynı heye can, başarının güç ve değer kata cağı ve başarısızlığın yaralanma ve ölüm getireceği konusunda aynı inanç.” Kutsal bize her zaman bi linmezi duyurur ve bize bilinmez
KÜÇÜKEVREN den bir bildiri sunar gibidir: o ba zen bilinmezin kendisi bazen de be lirtisidir. Kutsal her zaman aşkını belirtirken ve korku, saygı, heye can duyguları yaratırken hiçbir özel duygu esinlemekle yükümlü olma yan d in d ış ı’nd an ayrılır. / R. Vailland: “İnsanın tüm ilerleyişi, bi limlerin tüm tarihi us’un kutsal’a karşı savaşımıyla belirgindir.” / E. Durkheim: “Kutsal nesne bize kor ku değilse bile en azından bir saygı esinler, bizi ondan uzak tutar; ve o aynı zamanda aşk ve arzu nesnesi dir.” (Bk. DİNDIŞI) KÜÇÜKEVREN (fr. microcosme; alm. M icrokosm us\ ing. microcosm). Bir bütünsel yapı ortaya koyuşuyla evrenin indirgenmiş bir bi çimi olarak ele alınan insan. Bir in san ürünü olan ve tam anlamında bireysel ya da öznel özelliklerle do nanmış olan sanat yapıtı da kücükevren diye nitelendirilebilir. (Bk. BÜYÜKEVREN) KÜÇÜKLÜKDUYGUSU. Bk. AŞAĞILIKDUYGUSU.
34 O
KÜÇÜKÖNERME (lat. minör, fr. mineure; alm. Minör, Urıtersatz; ing. minör). Tasımda öncüllerden küçük olanı, küçük terimi içereni. Küçükönerme, doğal olarak büyükönermeden sonra gelir. “Bütün in sanlar ölümlüdür” (büyükönerme), “Sokrates insandır” (küçüköner me), “Sokrates ölümlüdür” (vargı ya da sonuç). Ayrıca, koşullu ta sımda büyükönermede ileri sürü
len koşulun gerçekleşip gerçekleş mediğini bildiren önerme: “Bu ci sim taşsa yere düşer / Bu cisim ye re düşmüyor / Öyleyse bu cisim taş değil.” (Bk. BÜYÜKÖNERME) KÜÇÜKTERİM (lat. minör, fr. mineur; alm. Unterbegriff', ing. mi nör). Tasımda sonuç önermesinde özne olan terim. “Bütün insanlar ölüm lüdür / Sokrates insandır / Sokrates ölüm lüdür” tasım ında “Sokrates” küçükterim dir. (Bk. BÜYÜKTERİM) KÜÇÜKTOPLULUK (fr. groupe\ alm. Gruppe', ing. group). Bir yer de bir araya gelmiş sınırlı sayıda insanın oluşturduğu bütün. Bir küçüktopluluk, tıpkı kurumlarda ol duğu gibi, bir amaç için ve belli ku rallara göre bir araya gelmiş sınırlı sayıda insandan oluşur. Amacı ve kuralları olmasıyla “kalabalık”dan ayrılan küçüktopluluktam anlamın da organik bir bütünlük ortaya ko yar. Topluluk kendisini oluşturan bireylerin toplamından çok daha başka bir şeydir, onun belli bir ya pısı ve buna bağlı olarak belli bir ruhu vardır. Toplumbilim küçüktopluluğu özgül bir yapı olarak ele alır ve inceler. (Bk. KALABALIK, TOPLUM) KÜLTÜR (lat. cultura; fr. culture; alm. Kultur, Bildung; ing. cultu re). İnsanın insanlıkla ilgili en ge nel bilgisi. Bir uygarlıkta ortaya konulan düşünsel etkinliklerin tümü. Kültür sözcüğü oldukça kar
KÜLTÜR maşık bir kavramın belirleyenidir: kültür kavramı toplumsal uzanımlı olmaktan çok bireysel uzanımlıdır ve uzmanlıktan çok bilinçliliği dü şündürür. Bir konuda derinleşmiş ya da uzmanlaşmış kişiden çok en geniş çerçevede bilinçlenmiş kişiyi kültür adamı diye nitelendiririz. Selma Lagerlöf “ Kültür tüm öğrenil miş olanların unutulduğu yerde var lığını sürdüren şeydir” der. Kültür elbette diplomanın olmadığı değil de unutulduğu yerde başlamaktadır. Bu yüzden bazıları anlamı daha be lirgin kılmak için genel kültür de yimini kullanırlar. Her kişi kendi ola nakları ve kendi eğilimleri çerçeve sinde kültürlüdür. Buna göre rahatça kültürsüz insan olmaz diyebiliriz. Bilgi kültürün gerekli koşuludur ama yeterli koşulu değildir: bilgi bi linci geliştirdiği, dolayısıyla kişiliği geliştirdiği ölçüde kültüre dönüş müştür. Basit uygulamalar için edi nilmiş bilgiler ve ezber bilgiler bi lince yapıcı etkenler olarak ya da bileşenler olarak katılmazlar. Zihin evrensel boyutlarda kavrayıcı ol madığı sürece gerçek kültürün var lığından sözetmek olası değildir. Kültür insana tüm insanlığı geçmi şi, bugünü ve hatta geleceği içinde görebilme gücü verir, insan değer lerini yakın çevreden tüm dünyaya kadar uzanan bir genişlikte kavra ma olasılığı sağlar. Ancak bu genel ya da evrensel görünüm bireyin bi linç özellikleri çerçevesinde kendi ni gösterir. André Malraux şöyle der: “îçebakış nasıl bize insanı de ğil de tam tamına alçakgönüllü bir
biçimde kendine bakmaya alışık in sanı gösterirse, kültür de bize in sanı değil de tam tamına alçakgö nüllü bir biçimde kültürlü olduğu ölçüde kültürlü inşam gösterir.” Her toplum belli bir kültür ortamıdır, bununla birlikte kültür yerelden ev rensele uzanan bir toplumsallık ze mini üzerinde daha çok bireyin ba kış, görüş, seziş, yargılayış özel liklerini duyurur. Bu özelliklerin kö kü toplumda, giderek daha geniş bir çerçevede insanlıktadır. Ne var ki bir toplumda varolan ve daha çok kuralları andıran ortalama kültür değerleri bireylerde aynı özellikler le açınmazlar ya da her bireyde ay nı renkleri taşımazlar. Bir başka de yişle bir toplumun kültür değerleri bireyde içselleşir ve somut anlamı nı kazanır. Bu yüzden, her kişi kül türden belli bir pay alıyor olsa da, kültürle ilişkileri bakımından insan ları kültürlü ve kültürsüz diye ayır mak alışkanlık olmuştur. Mutlak an lamda kültürsüz insan olamayaca ğına göre, yani en basit insan bile enaz düşünsellik içinde belli bir kül tür etkinliği göstermekten geri kal madığına göre, insanları kültürlü ve kültürsüz diye değil, kültürünü ge liştiren ve kültürünü geliştirmeyen diye ayırmak doğru olur. Bu ayrı mı yaparken bile sakınık olmak ge rekir, çünkü kültür geliştirilen bir şey olduğu kadar dünyaya yöne lişimizle ya da başkalarıyla ilişki içinde sağlanan bir şeydir. Ne olur sa olsun, gerçek anlamda kültürlü olma koşullarını birey kendi çaba sıyla hem g eçm işten hem b u
341
KYRENE OKULU günden, hem kitaplardan hem ya şamdan getirir. Toplumsal yaşamın koşulları gereği bir kültür kalıtın dan elbette her zaman sözedebiliriz. Ancak bu kalıt kendinden ya rarlanmak istediğimiz sürece var dır. Bir başka deyişle, raflardaki ki taplar, müzedeki resimler, plaklar daki müzikler, hatta herkese açık alanlardaki yontular ve mimarlık ürünleri bizim kültür gelişimimize doğrudan doğruya katkıda buluna mazlar. Ne olursa olsun, her kişi bir kültür ortamına doğar ya da ken dini b ir kültür ortam ında bulur. “Ben yalnızca fiziksel bir dünyada değilim: ben yalnızca toprak, hava ve su arasında yaşıyor değilim: çevremde anayollar, ekili alanlar, köyler, yollar, kiliseler, avadanlık lar, bir çan, bir pipo var” (Maurice Merleau-Ponty). Her kişi böylece kendisini ufukları iyi seçilmeyen, oldukça kaygan ya da kaypak, çe şitliliklerle ve karşıtlıklarla dolu bir kültür ortamında bulur. Her kişi bir kültür ortamının üyesi olmakla bir uygarlığa katılmaktadır. Uygarlık kavramı tüm insan etkinliklerini sa rar ya da kavrar. Yaşamı açıklayan kültür değerleri ve yaşamı kolay laştıran uygulama usulleri uygarlı ğın bileşenleridirler. Öyleyse üst yapı alanı olan kültür, altyapı alanı olan teknikle birlikte uygarlığı oluş turur. Buna göre kültürle teknik ay rılmaz bir bütündür: ne teknik te meli olmayan bir kültür, ne kültür temeli olmayan bir teknik düşünü lebilir. Kültür değerleri teknik ya şam koşullarını sürekli olarak dö nüştürürken teknik yaşam koşul
lan da kültür değerlerinin sürekli olarak dönüşümünü sağlarlar. Tüm kültür değerleri insanın davranış larında, inançlarında, tapınmaların da, yapıp ettiklerinde, söyledikle rinde, boyadıklarında, yonttukların da dışlaşır. Bu değerler toplumsal çerçevede her şeyden önce alışkı larda, göreneklerde, geleneksel ya pıda anlatımını bulur. Kültür değer leri son açıklamalarına birbiriyle içiçe geçmiş dört ayrı alanda, fel sefede, bilimde, sanatta ve siyaset te kavuşur. Örneğin herhangi bir insan davranışı insan yaşamına ge nel açıklamalar getirdiği ölçüde fel sefeyi, yasa değeri taşıyan doğru ları ortaya koymakta yardımcı ol duğu ölçüde bilimi, insanı bir duygu-düşünce bütünü olarak açıkla yabildiği ölçüde sanatı ilgilendirir. Tüm insan değerleri ve bu değer lerin en yüksek düzeyde açıklandı ğı bu dört alan hep birlikte kültür dünyasını oluştururlar. (Bk. TEK NİK, UYGARLIK) KYRENE OKULU. Aristippos’un kurduğu okul. Sokrates’çi okullar diye adlandın lan okullardan biri olan Kyrene okulunun önderi Aristippos yüce iyiyi hazda arıyordu. Ona göre haz iyidir, iyi de hazdır. Erdemli ol mak hazzın peşinde olmaktır. Her haz değerlidir, hazları birbirinden ayıramayız. Haz deneyi özgürlük deniyidir. En çok hazza akıllıca ulaşmayı bilmek gerekir. Kyrne okulu M.Ö. IV. yüzyılın başlarında etkisini tümüyle yitirdi ve silindi. (Bk. HAZCILIK)
L L A İK L İK (fr. laïcisme-, alm. Laizismus; ing. secularism). Din işle rini devlet işlerinin dışında tutan yö netim anlayışı. Tüm kurumlarda dinsel etkiyi dışlamayı öngören öğ reti. Laiklik çağdaş yaşam düzeni nin zorunlu bir koşulu gibidir, an cak terimin kökeni eski yunan dün yasına kadar uzanmaktadır. Yunancada laikos “halkla ilgili olan” an lamına geliyordu ve kleros’la yani “din adamları topluluğu”yla karşıt laşıyordu. Laiklik denilen anlayış yalnızca din adamlarını siyasal ya şamın dışında tutma eğilimini de ğil, aynı zamanda dinle ilgili tüm ilkeleri ve kuralları yönetim aygıtı nın dışında tutma eğilimini ortaya koymaktadır; özellikle sivil kurumlann, daha belirgin olarak da eği tim kurumlarının ve yasama, yü rütme, yargılama erklerini gerçek leştiren kuramların tüm dinsel be lirlemelerin uzağında kalabilmesi için devletin açık ve ödünsüz tutu munu öngörmektedir. Laiklik dü şüncesi XVII. yüzyıldan sonra öz gürlükçü dönüşümler içinde orta ya çıkmıştır ve yeni demokratik ya
şam düzeni öngörülerinin zorunlu koşullarından biri olarak görünmek tedir. Böylesi bir eğilimin XVII. yüzyıldan önce kendini gösterme si olası değildi, çünkü Yeniçağ’m başlarına kadar inanç düzeni siya set alanım şu ya da bu biçimde ve geniş ölçüde aralıksız belirlemişti. Eskiçağ’m ve Ortaçağ’m toplumları bambaşka bir yapıdaydı. Eski toplumlarda daha çok dinsel kökenli yönetimler geçerliydi, bu düzen lerde yöneticiler tanrı değillerse tan rı vekiliydiler. Pekaz uygar toplum da, örneğin Perslerde ve Yunanlı larda yöneticinin tanrılık özelliği yoktur. Buna karşılık M ısır’da kral ya da firavun tanrıydı, Mezopotam ya’da yöneticiler tanrı vekiliydiler. Tanrı vekilleri tanrılarla insanlar ara sında aracıydılar, tanrıları hoşnut et mek için tanrılara başvurabiliyor lardı. Hitit’de başlangıçta kralların tanrılıkla bir ilgisi yoktu, devletin değişen koşulları içinde zamanla “Güneş Kral” imgesi ortaya çıktı. Ortaçağ’m feodal düzeninde senyörler tanrısal herhangi bir sıfat ta şımamakla birlikte kilisenin belirle 3 4 3
“LAPSUS” yici gücüyle karşı karşıyaydılar. Senyörler ve daha sonra krallar, ki lisenin gücüne karşı koymakla bu güce uymak arasında değişik tu tumlar almak zorunda kalmışlardır. Feodalliğin karşıtı olarak gelişen mutlakyönetimlerde krallar tanrısal lık adına etkindiler ve Tanrı’nın bu dünyadaki temsilcileri gibiydiler. Kilisenin Ortaçağ’daki toplumsalsiyasal gücü Rönesans döneminde özellikle Reform’undüzenleyici ko şulları içinde gerilem iş olsa da XVII. yüzyılla birlikte yeniden tüm kurumlar üzerinde, özellikle eğitim kurumlan üzerinde ağırlığını duyur maya başladı. XVII. yüzyılda daha çok misyonerlik çabası içinde olan tarikatlar eğitim alanını kendi bakış açılarına göre koşullamak üzere he men tümüyle ele geçirmişlerdi. Bu çerçevede XVII. yüzyıl özgürlük çü eğilimler arasında yavaş yavaş laik düşünceyi doğurdu. XVIII. yüzyıldan sonra bu düşünce büyük ölçüde yaşama geçmeye başladı. Örneğin Fransa’da 1882’de çıkan bir yasa rahiplerin ve rahibelerin il kokullardan uzaklaştırılmasını zo runlu kıldı. Laik düşünceyle ilgili ilk belirleyici bilgileri XVII. yüzyı lın ünlü İngiliz filozofu John Locke ortaya koydu. Avrupa düşüncesin de sivilleşmenin ilk gerçek savu nucusu olan ve görüşleriyle XVIII. yüzyıl aydınlanma düşüncesine ön cülük etmiş olan Locke, ılımlılaştırılmış mutlakyönetim anlayışı için de kilisenin işlevleriyle devletin iş levlerini kesin bir biçimde birbirin den ayırır, bu işlevlerin hiçbir bi
çimde ve hiçbir koşulda birbirine karıştırılmaması gerektiğini bildirir. Locke’a göre her iki kesim kendi içinde bağımsız kalabilmeli, dıştan herhangi bir kısıtlamaya uğramamalıdır, birbirleri için de kısıtlayıcı olmamalıdır. Buna karşılık Locke devlete dinin korunması gibi bir iş lev de yükler. Ona göre devlet dini korumadığı zaman din kuramları nın çeşitli dış etkiler altında özyapılarını yitirmeleri hiç de zor olma yacaktır. Locke’a göre bir toplum da ahlakın temelini oluşturmakta olan din düşüncesine karşı gelişti rilecek tanntanımazlıkgibi anlayış lar karşılarında her zaman devleti bulmalıdırlar. (Bk. DİNCİYÖNETİM) “ LAPSUS” (lat. söz.). Konuşur ken ve yazarken yapılan yanlışlık. Bir sözcüğün yerine yanlışlıkla bir başka sözcüğü kullanmak günde lik yaşamda sık raslamlan bir olay dır. Freud’a göre bu olay gerçekte bizim bilinçdışı eğilimlerimizi orta ya koyuyor olm akla son derece önemlidir. Konuklanna hoşgeldiniz demek için kısa bir konuşma yap maya kalkan evsahibi “gelişinizle beni mutlu ettiniz” yerine “gidişi nizle beni mutlu ettiniz” diyebilir. R u h a y rıştırm a sı ç a lışm a la rı lapsus'un iki karşıt eğilimin çarpış masıyla ortaya çıktığını göstermek tedir, bu eğilimlerden biri elbette bilinçdışıdır. Konuşmada ortaya çı kan lapsus’un (lapsus linguae) ya zarken ortaya çıkan lapsus’dan (lapsus calami) daha belirgin ol
“LYKEİON” duğu kesindir; yazmada konuşmadakinden daha çok bilinç denetimi sözkonusudur. “LİB İD O ” (“arzu” anlamında lat. söz.). En genel anlamında cinsel ar zu. Yaşamsal içgüdülerin etkin enerjisi. Libido cinsel doyuma ulaş maya yönelişi belirler. Libido 'nun insan davranışlarında çok bel irleyici bir ağırlığı vardır.O bu davdanışları büyük ölçüde koşullar. Salt cinsel organlarla ilgili değildir. Kişilere, nesnelere, bedenlere yönelik olabilir. Ruhayrıştırmasında bu terim özel anlamlar kazanmıştır. Freud’da li bido tüm duygusal yaşamı belirle yen içgüdüsel cinsellik enerjisidir. Freud iki tür libido ayırır: Narkissos ’çu libido bireyi kendine, nes nel libido dışa yöneltir. Terimin an lamı Jung’da epeyce değişmiştir. Jung, libido'yu ruhsal sürecin yo
ğunluğuna karşılık olan ruhsal enerji diye anlar ve cinsellikle ilgili ruhsal enerjiyi yok saymamakla birlikte libido’ya özellikle cinsel bir anlam yüklemekten kaçınır. “LO G O S” (“söz” anlamında yun. söz.). Evrenin temelindeki ussalllık. Evrensel us. Evrendeki akışı ya {da oluşumları düzenleyici ilke. Herakleitos’da ve Stoa’cılarda logos evrensel us anlamına gelir. Çeşitli liği bir birlik içinde tutan, düzenli akışı sağlayan odur. “LYK EİO N ” (yun. söz.). Aristo teles’in M.Ö. 355’den sonra Ati n a’da Lykabattos eteklerinde Lykeion bölgesinde kurduğu felsefe okulu. Lykeion’daPerikles’in yap tırdığı bir gymnasion vardı. Aris toteles, Lykeion’da örtülü galeriler altında dersler veriyordu.
345
M M ADDE (yun. hyle\ \at.materia; fr. matière; alm. M aterie, S to ff; ing. matter). Doğal nesneler dün yası. Mekanik bir kütleye sahip olan cisimsel töz. Maddenin içinde ya şadığımız ve maddenin kendisi ol duğumuz halde onu kavramakta ve dolayısıyla tanımlamakta güçlük çe kiyoruz. K ant m addeyi basitçe “uzayda devingen olan şey” diye tanımlar. Rousseau için “kendi dı şımda duyduğum ve duyularımı et kiley en ” her şey m addedir. La M ettrie m addeden sözederken “açıkça söyleyeyim ki onu kavra yamıyorum” der. Régnon’a göre madde bir varlık değildir, varlığın yapıldığı şeydir. Aristoteles felse fesinde ve skolastiklerde bir birin ci madde ve ikinci madde ayırımı vardır. Birinci madde ya da birin cil madde an maddedir, herhangi bir belirlenim kazanmamış olan be lirsiz ilkedir, an gücüllüktür. İkinci madde ya da ikincil madde belirle nim kazanmış maddedir, cisimler olarak belirmiş maddedir. Bu eski felsefelere göre “madde gücüllük tür, biçim ed im d ir” (R égnon).
K ant’da madde duyulur deneyin verisidir. Şöyle der Kant: “Olguda duyuma karşılık olanı madde diye adlandınyorum. Olgular çeşitliliği ni bazı ilkelere göre sezgide birbi rine bağlayan şeyi de olgunun biçi mi diye adlandırıyorum.” Descartes maddeyi uzamla özdeşleştirir, böylece boşluk fikrini ortadan kal dırır. /Piene de Ronsard: “Madde kalır, biçim yitip gider.” / Buffon: “M adde ruhum uzun bir biçfm i o la b ilird i, onun görm e biçimlerinden biri.” / Marquis de S ade: “ D oğa k en d i k en d in e deviniyorsa, pekiyi, devindirici neye yarar? Devindirici eğer madde ü z e rin d e etk in se m ad d ey i d e v in d irirk e n n asıl o lu y o r da k en d isi de m ad d e o lm u y o r? A nlay ab iliy o r m usunuz ruhun m adde ü ze rin d ek i e tk isin i ve m eddenin kendisi de hareketli olmayan ruhtan devinim alışını?” / Eugène Delacroix: “M adde her zaman hüzne kapılır.” / Charles Baudelaire: “Her yaratılmış biçim, in sa n ın y a ra ttığ ı b iç im le r de ö lüm süzdür. Ç ünkü biçim 3 4 7
MADDEBİÇİMCİLİK m ad d ed en bağım sızdır, biçim i k u ram m o le k ü lle r d e ğ ild ir.”/ Lamarck: “Kaba maddelerle canlı maddeler arasında uçsuz bucaksız bir hiatus vardır, bu da bu iki cins cismi aynı çizgiye koymamıza engel çıkarır, onları herhangi bir ayrıntıda bir araya getirmeye kalkmamız da olanaksızdır, bunu yapmak boşa çaba gösterm ektir.”(Bk. BİÇİM, DUYUM, OLGU) M A D D E B İÇ İM C İL İK Bk. İKİİLKECİLİK.
348
M A D D EC İLİK (fr. matérialisme; aim. Materialismus', ing. materia lism). Maddeden başka töz bulun madığını öne süren öğreti. Ruhbilimde tüm ruhsal olguları fizyolo jik olguların süreçleri olarak gören öğreti. Tüm gerçekliği maddeye in dirgeyen maddecilik Tanrı ’nm var lığını ve ayrı bir töz olarak ruhun varlığını yadsır. Maddeciliğin tarihi hemen hemen felsefenin tarihi ka dar eskidir. Evren açıklamalarında evren n e’den gelmektedir? sorusu nu duyumsal verilere dayanarak ya nıtlamış olan İonia okulu filozofla rını elbette ilk maddeciler saymak doğru olmaz. Felsefi açıklamaları nı duyu verilerine dayandırarak dış dünyanın bize olduğu gibi görün düğünü bildiren filozofları birazcık zorlamayla kendiliğinden madde ciler, öğretilerini de kendiliğinden m addecilik diye adlandırabiliriz. Ancak madde nedir sorusunun tar tışılmadığı yerde gerçek anlamda maddecilik sözkonusu olamaz. Es
kiçağ’ın ilk maddecileri duyumcu İonia okuluyla usçu Elea okulu ara sında orta bir çözüm bulmaya çalı şan atomculardır. Atomcularla bir likte XIX. yüzyıla kadar varlığını sürdürecek olan ve tüm varlığı maddeye, tüm devinimi mekaniğe indirgeyen mekanik maddecilik ku rulm uştur. D em okritos varlığın atomlardan yani ölümsüz, özdeş, bölünmez uzamlı parçacıklardan kurulmuş olduğunu bildiriyordu. Bu parçacıklar boşlukta devingen durumdaydı. Böylece Demokritos, Elea’lı usçu filozof Parmenides’in “Bir Varlık”ını birçok varlık’a dö nüştürürken parçacıklar arasında bıraktığı boşlukla devinimi de olası kılmış oluyordu. Bu parçacıkların ya da atomların birleşip ayrılmaları doğuşu ve ölüşü açıklamaktaydı. Ne var ki Demokritos’un atomları ruhsal varlıklardır, bu yüzden belki de ilk gerçek m addeci o larak E p ik u ro s’u b e lirle m e k d oğru olacaktır. Anaksagoras da varlığın “sperma” diye adlandırdığı bir tür atomla kurulduğunu bildiriyor, bu atomları bir araya getiren ilke ola rak “nous”u belirliyordu ve bu “nous” da m addeseldi, en ince maddeden yapılmıştı. Epikuros için de varlık atomlardan, belli bir ağır lığı olan atomlardan kurulmuştu, buna göre tam anlamında madde seldi, öyle ki ona herhangi bir tan rısallık işlemezdi. XVII. yüzyılın ünlü Bacon, Hobbes, Descartes ve Spinoza öğretileri maddeci bir ba kış açısı getirirler. XVIII. yüzyılda Baron d ’Holbach, Helvetius, La
MADDECİLİK Mettrie, Buchnes gibi maddeci fi lozofların en özgünü sayılan Baron d ’Holbach ruhu ve maddeyi aynı şey sayıyor, evrende mutlak bir be lirlenim düzeni öngörüyordu. Ba ron d ’H olbach’a göre dinlerin in san zararına işleyen bir baskı gücü olm aktan öte bir anlamı yoktu. Helvetius’un duyumculuğa daya nan bir maddecilik anlayışı vardı. Ona göre yalnızca maddesel nes neler vardı, bilgi duyumlarımızın ürünüydü. XIX. yüzyılda ortaya çı kan ve M arx’çı felsefenin özünü oluşturan diyalektik m addecilik mekanikçi maddecilikten ayrı ola rak evreni sürekli evrimlenen bir yapı diye belirler. Buna göre diya lektik süreçler boyunca kendini gösteren gelişim niceliksel değişim lerin niteliksel değişimlere dönüş m esiy le so m u tla şır. M arx ve Engels Hegel’in sav, karşısav ve bi leşimden oluşan üçlü dönüşüm fik rini doğrudan benimsemişlerdir, an cak onu ruh dünyasından madde dünyasına indirgemişlerdir. Engels A n ti-D ü h r in g ’de şöyle der: “M arx’la benim hemen hemen tek yaptığımız şey bilinçli diyalektiği bi zim doğa ve tarih açısından mad deci kavrayışımıza geçirerek alman ülkücü felsefesinden kurtarmak ol du.” Buna göre insanlığın tarihi do ğanın belirleyici gücüne bağlıdır ve bilimin ortaya koyabileceği yasa larla koşullanmıştır. Bu yasalar in san dünyası için iktisadi yaşam dü zeyinde kendini gösteren yasalar dır. İktisadi yaşam insan dünyası için tam anlamında belirleyicidir,
toplumsal yaşamın temelinde yer alır ve diyalektiğin üç a n ’ından geçerek ilerler. Tarihsel maddeci lik, diyalektik maddeciliğin bir baş ka anlatımı gibidir, iktisadi olgula rın toplumsal üstyapıyı ve siyasal üstyapıyı belirlemesiyle ilgili bakış a ç ısıd ır. T arih se l m a d d e c ilik M arx’la Engels’in 1848’de yayım ladıkları Komünist parti bildirisi'Ti de ilk anlatımını buldu, daha sonra Marx’in Sermaye adlı yapıtında ay rıntılı bir biçimde açıklığa kavuştu. Bu görüşlere göre insanlık tarihi en başından beri sınıf savaşımları ta rihi olmuştur. Tarihte önce köleler efendilerle, sonra seriler senyörlerle savaşmışlardır, bugün de pro letarya burjuvalarla savaşmaktadır. Demek ki insanlık tarihi sömürü lenlerin sömürenlerden kurtulmak için ortaya koyduğu direnişin tari hidir. İnsanlık tarihi boyunca çe şitli biçimlerde gelişen ve çeşitli bi çimlerde engellenmeye çalışılan bu sömürü çağımızda proletaryanın ta rihsel görevini yapmasıyla son bu lacaktır. Hiçbir şey üretmeyen, bu na karşılık her şeye sahip olmak isteyen sermayecilerin sömürü dü zenini yıkacak olan proletarya, M arx’in deyişiyle “tarihin tanıdığı devrimci sınıfların en devrimcisi” proletarya sonunda sınıfsız toplu mu gerçekleştirecektir, bu gerçek leştirme sürecinde özel mülkiyet tü müyle ortadan kalkacaktır. Buna göre tarihsel maddecilik bizi çağ daş topluma ve gelecek toplumlara açan bir düşünce biçimidir, bir öğreti olmaktan çok bir bakıştır, bir
MADDESÎZCÎLİK dizge olmaktan çok bir görüştür ve elbette insanlık tarihiyle ilgili ola rak yapılmış ve yapılabilecek son açıklama değildir. Çünkü M arx’çı felsefe her şeyden önce son açık lamaları öngören katı dizgeci tutu mu kesinlikle yadsır, ona göre uç suz bucaksız bir geleceğe açılan in sanlık tarihini tüm yarınları koşullarcasına şimdiden belirlemek ola sılığı yoktur. Değişmezlik fikrini gerçekdışı bulan M arx’çı görüş an cak tarihin bir bölümünü aydınla tabilmek çabasındadır. Marx bu ko nuda şu belirlemede bulunur: “Dün yaya öğretici insanlar olarak yeni bir ilke getirmek üzere yönelmiş de ğiliz. ‘İşte doğru, karşısında diz çö kün!’ demiyoruz. Dünyanın kendi ilkelerinden giderek dünya için ye ni ilkeler geliştiriyoruz.” Gerçekte diyalektik maddecilikten tarihsel maddeciliğe uzanan yol kuramdan uygulamaya geçiş yoludur. Gelişi mi yazgının üstüne çıkaran ve in sanı gelişen bir dünyada etkin kı lan bu bakış açısı insanın kendini kendi tarihi içinde arayışını ve bu arayış içinde bir bilinç devrimini gerçekleştirerek kesin bir biçimde doğrulara yönelm esini öngörür. “Bilinç düzenlemesi,” der Marx, “dünyayı bilinçli kılmaya dayanır, dünyayı kendiyle ilgili uykusundan uyandırmaya, ona kendi eylemle rini açıklamaya dayanır.” Böylece düşünce dünya ya da insanlık üze rine herhangi bir düşünce olmak tan çıkacak, dünyayı değiştirmek üzere etkin bir güç olacaktır: “Fi lozoflar dünyayı değişik biçimler
de yorumlamaktan başka bir şey yapmadılar, oysa sözkonusu olan dünyayı değiştirm ektir” (Marx). Böylece tarihsel maddecilik durma dan gelişen bir dünya karşısında düşüncenin gücünü ve yükümlü lüklerini araştırmaya yönelmiştir. Marx şöyle der: “Tarihsel m adde cilik bir an elinden bırakmadığı ger çek ilkelerden yola çıkar. Onun il keleri insanlardır; tam bir yalıtıklık, tam bir devinimsizlik içindeki insanlar değil, deneysel olarak ay dınlık olan gerçek gelişimleri için de belirgin koşullara uyan insan lardır.” Lenin de şöyle der: “Marx’in tarihsel maddeciliği bilimsel düşün cenin en büyük zaferi oldu. Tarih ve siyaset kavrayışlarında o zama na kadar süren karmaşayı ve gelişigüzelliği büyük ölçüde tutarlı ve uyumlu bilimsel bir kuram izledi. Bu kuram üretim güçlerinin artışıyla bir toplumsal örgütlenme biçimin den daha yüksek bir örgütlenme bi çiminin nasıl doğup geliştiğini gös termektedir.” (Bk. DİYALEKTİK, FELSEFE, MADDESİZCİLİK) M ADDESİZCİLİK (fr. immaterialisme-, alm. Immaterialismns; ing. immaterialism). Maddenin varlığı nı yadsıyan, yalnızca ruhların ve fi kirlerin varlığını varsayan öğreti. “Maddesizcilik” terimini ilk kulla nan Berkeley onunla maddeciliğin tam karşıtı olan felsefesini açıkla mış oluyordu. Berkeley’e göre mad de diye adlandırılan şeyin algılan maktan öte bir varlığı yoktu, bu al gı olgusu da doğrudan doğruya
M A N İC İL İK
Tanrı ’nın istemiyle gerçekleşiyor du. Berkeley’in ruhçu gerçekçilik diye de adlandırılan felsefesi baş tan sona m addenin olm adığını göstermeye adanmıştır. Berkeley “varlık bir algılamadır” (esse est percipî) der. (Bk. MADDE, MAD DECİLİK) M AĞARA B EN ZETM ESİ. Platon’un Devlet’inde (VII. kitap) bil gimizi bir tutsağın bilgisiyle eş tut mak için kullandığı benzetme. Bir mağarada yüzü mağaranın duvarı na gelecek biçimde zincirlenmiş bir tutsak duvarda yalnızca güneş ışı ğının vurmasıyla beliren gölgeleri görecek, ancak bu gölgeleri oluş turan nesneleri hiçbir zaman göre meyecek ve tanıyamayacaktır. Bu na göre bizler bu duyulur dünyada İdea’ların kendilerini değil ancak gölgelerini görebilmekteyiz. (Bk. ÜLKÜCÜLÜK) M ANİ (lat. mania\ fr. manie; alm. M anie; ing. mania). Şiddet devi nimleri oluşturacak kadar aşın uya rılmayla belirgin ruh hastalığı. Tu tarsız sevinç gösterileri, bıkmadan usanmadan ileri geri konuşmalar, beklenmedik tutum değişiklikleri, birdenbire ortaya çıkan öfkelilik maninin başlıca belirtileridir. Ma nide yüz renkli ve canlıdır, gözler pırıl pırıldır, davranış içtenlikli gibi dir, aralıksız konuşmalar sık sık kahkahalarla kesilir, şarkı söylemek ve çığlık atmak gibi davranışlar çok görülür. Hasta belli bir yerde dura maz, bir oraya bir buraya gider. En
önemli belirti kararsızlıktır. Bütün bağlarından kurtulmuş olan imge lem birbirinden kopuk imgeler üre tirken söz karmakarışık olur. Mani yapısal kökenli bir hastalıktır, bu nunla birlikte çeşitli duygusal ne denler, alkol ve uyuşturucu kulla nımı manide kolaylaştırıcı etkenler olurlar. Bazı ruhsal bozukluklarda mani’nin melankoli’yle dönüşümlü olarak ortaya çıktığı görülür. O durum da m aniyle m elankoli bir hastalığın iki ayrı yüzü olur. (Bk. MELANKOLİ) M A N İC İL İK (fr. manichéisme', alm. Manichdismus; ing. manichaeism). M.S. III. yüzyılda M ani’nin sonradan dinsel inanca dönüşen dü şünceleri. İran’da ortaya çıkan manicilik, Zerdüşt diniyle eski mezopotamya dinlerinin bir karışımıdır, hıristiyan diniyle ilgili birtakım öğe leri de içermektedir. Zerdüşt dinin de İyi Tanrı (Ahuramazda) ve Kö tü Tanrı (Angramanyu) karşıtlığı vardı, evren bu iki ilkenin çatıştığı alandı. Manicilikte de iyilik (Hayır) ile kötülük (Şer) çatışırlar: evrende olduğu gibi insanda da bu iki ilke yıkışmaktadır. Birlik’de bu yıkışma son bulacaktır. Birlik’e yalnızca bil giyle ulaşılacaktır. Maddi değerler le ilgilenmeyen, gösterişten hoşlan mayan, böbürlenmek nedir bilme yen, yalan söylemeyen, başkaları nı küçük görmeyen insanlar Birlik yolunda insanlardır. Sevgi, Birlik’in asıl kaynağıdır. Manicilik, İran’dan başka ülkelerde de etkili oldu, özellik le T ü rk is ta n ’da, T ib e t’de,
MANTALİTE Ç in’de, Hindistan’da, Ispanya’da yayıldı. Roma İmparatorluğu için de maniciliğin yayılması hıristiyanları korkuttu, bu yüzden bu top raklarda bu dinin yandaşları büyük baskılar altında kaldılar. VI. yüz yıldan sonra Avrupa’da manicilik eriyip gitti. Ortadoğu’daki etkileri de X. yüzyıldan sonra silindi. M ANTALİTE Bk. ANLAYIŞ. M ANTIK(lat. logicia; fr. logique; alm. Logik\ ing. logic). Doğruyu ortaya koymak için güvenilir dü şünsel işlem biçimleri belirlemeye d ay a n a n u sa v u rm a la r bilim i. D oğrunun k u rallarını biçim sel açıdan araştıran bilim ya da bilgi alanı. Jean Piaget mantığı “doğru nun biçimsel koşullarıyla ilgili araş tırma” olarak tanımlar. Littré’ye gö re mantık “usavurma yöntemlerini konu edinen bilim”dir. En genel an lamda mantığı usavurmalar bilimi olarak tanımlayabiliriz. Felsefenin bir bölümü olarak mantık doğru bil giye ulaşma yolunda zihnin işlev lerini ve hatta işlemlerini belirler ken belli koşullara göre hangi bil gilerimizin geçersiz olacağını da be lirlemeye çalışır. Mantık bize her şeyden önce doğru düşünmenin yollarım öğretecektir. Fernando da Rojas “Bir şeyin kara olmayışından onun beyaz olduğunu çıkarmamak gerekir” derken bize mantıklı dü şünmenin inceliklerini duyurur. An cak hiçbir zaman mantığı doğru bil gi 1er üretme alanı diye düşünme mek gerekir. Doğru bilgiye man
tıkta değil mantıkla ulaşılır. Mantık elbette bir toplumsal etkinlik alanı olarak insan yaşamını olası kılan or tak özelliktir, temel insani dayanak tır. Her toplumsal düzenlenme, her toplaşma zorunlu olarak bir man tık temeli üzerine kurulur. Uygar lık özelliklerine göre ortaya çıkan değişik yaşam biçimleri ne olursa olsun, insanlığın ortak bir mantığı vardır. “Mit düşüncesinde de bilim düşüncesinde de aynı mantığın et kin olduğunu ve insanın her zaman aynı biçimde düşünmüş olduğunu bir gün ortaya koyarız belki de” der Lévi-Strauss. Buna göre ben’ini başkasının b en ’ine bağlayan en güçlü araç olarak mantıkla donan mış bulunan insanoğlu zihin sağlı ğını yitirdiği zaman gerçeklikten ko puk bir yeni mantığa bağlanırken toplumsal yaşamla bağlarını da yi tirecektir. Gene de genel mantık tan tümüyle uzaklaşma ya da kop ma olası değildir. Shakespeare’e Hamlet’de “Çılgınlık olsa da bu, mantıktan uzak değil” dedirten budur. Bununla birlikte, tam tamına ortak bir mantıktan sözederken çe şitli mantıklardan sözetmemiz de olağandır. Genel mantığa ters düş meyen mantıklar olmalıdır, birey lerin mantığı, sanatın mantığı, sa vaşın mantığı gibi. Özellikle este tikçiler gündelik mantıktan ya da bilimsel mantıktan ayrı bir sanatsal mantığın varlığından sözettiklerinde, sanatın anlatım olanaklarının, kavrama ve kavratma koşullarının gündelik yaşamdakinden ayrı ola bileceğini, hatta olması gerektiğini
MANTIK duyururlar. Dil gibi mantık da sa natta özel bir kullanıma uğrar ya da daha doğrusu sanatın özel man tığı özel anlatım olanaklarını, özel bir dili gerekli kılar. Lautréamont şöyle der: “Şiirin bir mantığı var dır. Bu mantık felsefenin mantığıyla aynı şey değildir. Filozoflar şairler gibi değillerdir. Şairlerin kendileri ni filozoflardan üstün görme hak ları vardır.” Ancak ne olursa olsun her mantık mantıklı olduğu sürece ya da mantık olduğu sürece geçerlidir ve mantığın doğru kullanılma sı bilimde de, sanatta da, gündelik yaşamda da iletişimi kolaylaştırır ve güçlü kılar. B una göre dilin bir mantığı olduğunu söylerken onun bir mantık olduğunu da söyleyebi liriz. Mantık anlayışlarının en eski si Aristoteles mantığıdır. Aristote les zihnin doğru bilgiye ulaştıran te mel işlevlerini Organon'da incele di, böylece mantığın, daha özel an lamda biçimsel m antık'm kurucu su oldu. Aristoteles mantığının özü bir bilgiden bir başka bilgiyi çıkar maya dayanır. Buna göre mantık usavurmalar yapma sanatıdır, bir bilgiden bir bilgiyi gidimli olarak çı karma ya da Aristoteles’in deyişiyle bir bilinenden bir bilinmeyene geç me sanatıdır. Aristoteles’de bilgi iki yönlü bir işlemle elde edilir. Tüme varımda tikelden tümele ya da özel den evrensele doğru, tümdengelim de tümelden tikele ya da evrensel den özele doğru ilerlenir. Aristote les daha çok tümdengelim üzerin de yani evrenselden özele doğru çı karımlar yapma yöntemi üzerinde
durmuş, tümdengelimi tasım ola rak belirlemiştir. Bir tasım üç öğe den oluşmaktadır: büyük önerme, küçük önerme, vargı. Tasımda kü çük önerme aracılığıyla büyük öner meden vargıyı çıkarırız. “Bütün in sanlar ölümlüdür” büyük önerme si, “Sokrates insandır” küçük öner m esine göre, “ Sokrates ölüm lü dür” sonucunu verir. Aristoteles’in tasım yöntemleri Ortaçağ’da özel likle Ortaçağ’ın ikinci döneminde, skolastik felsefe döneminde hıristiyan öğretisinin temellendirilmesinde bir araştırma yöntemi olarak kullanıldı, ancak bilinenin gösteril mesi dışında bir amaca kullanılma dığı için verimli olmadı. Aristoteles mantığının Ortaçağ’dan sonra hak sız eleştirilere uğramasının asıl ne deni budur, onun uzun süre bir gös terme aracı olarak kullanılmış ol masıdır. Rönesans’la birlikte orta ya çıkan yeni düşünce devinimleri ve bu devinimler içinden süzülüp gelen yeni bilimsel kavrayış birçok düşünürü Aristoteles mantığına, hatta tüm Aristoteles’çiliğe ya da Aristoteles ’den sonra gelişen Aristoteles’çi eğilimlere karşı eleştirici bir tutum almaya götürürken tasım yöntemlerini yürürlükten kaldırdı. Çünkü yeni düşüncenin öncülerin den Descartes tümdengelime birinci planda yer vermiş olsa da bundan böyle tümevarım yöntemi genelde yeni bilimsel anlayışın yöntemi du rumuna geliyordu. Bu değişim bi raz da mantığın önemini yitirmesi, yöntem düşüncesinin önem kazan ması olarak düşünülmelidir. Aris-
MANTIK
354
toteles’in Organon’una karşı Bacon’ın Novum Organum ’u yazması artık apayrı bir bilimsel kavrayışın dünyaya egemen olacağının çok önemli bir belirtisiydi. Aristoteles mantığı bir bilimsel yöntem olmak tan çıkarken mantığın temel kural larını ortaya koyan en yetkin araş tırm a olm a değerini korumuştur. Değişiklik şuydu: mantık yöntem değildir, yöntem olarak mantığı kul lan m ak d o ğ ru olm az, elb ette m an tığ a ters düşm eyecek yeni araştırma yöntemlerinin bulunma sı gerekir görüşü öne geçiyordu. Böylece eski Organon'un yerini ye nisi alırken yöntem sorunu bilim sel düşüncenin başta gelen sorunu oluyordu. Kant, Aristoteles mantı ğının doğru mantık olduğunu, man tığın Aristoteles’den sonra büyük bir gelişme göstermediğini söyler ken haklıydı. Aristoteles’den son ra mantık alamnda en önemli katkı Kant’m katkısıdır. Kant’çı bilgi an layışı deneyin alanıyla metafiziğin alanını birbirinden ayınr. Deneysel düzeyde duyularla elde edilen izle nimler anlığın kategorileriyle bilgi ye dönüştürülürken, metafizik dü zeyde us deneyi aşan fikirlere yö nelir. Buna göre Salt usun eleştiriiz’nde Kant bize elbette birbiriyle bağlantılı iki parçalı bir bilgi anlayı şı verir. K ant’a göre bilimler, özel olarak da matematik ve fizik her türlü metafizikten bağımsız olarak ilerler. Bilimlerin ilkeleri bileştirmeli a priori önermelere yani özneyle yüklemi zorunlu bir bağla birleşti ren ve ayrıştırma yoluyla yüklemi
özneden ayırmanın olası olmadığı yargılara götürülebilirler. Burada K an t’ın yargıdan ne anladığını anım sam akta yarar vardır. Kant yargıları hem a priori ve a posteriori olmak üzere, hem de ayrıştır m ak ve bileştirmeli olmak üzere ikiye ayırır. Ayrıştırmalı yargılar kavramları açıklamakta sınırlanır lar, bileştirmeli yargılar adından da anlaşılacağı gibi bileşim yoluyla bil gimizi genişleten yargılardır. Her a priori önerme ayrıştırmalı önerme dir, her a posteriori önerme bileş tirmeli önermedir. Birinciler zihin de öncesel olarak vardır, deneyden gelmez; İkinciler deneyle ilgilidir. Önemli olan hem a priori hem bi leştirmeli yargılara ulaşabilmektir. Öyleyse bileştirmeli yargıların a posteriori olanları dışında a priori olanları da varsa, o zaman bilim gerçek anlamda büyük b h ilerleme içinde olacaktır. A posteriori olan yani deneyle ilgili olan bileşimsel yargılarla zaten sürekli olarak yeni bilgiler ediniriz. A priori olan bile şimsel yargılara gelince, bilimde asıl amaçlanması gereken bu yargılar dır. Böylece Kant mantığının kö keninde ülkücü bir bakış açısı ya tar. Buna göre bilgimiz deneyle baş lasa da, zihin kendi yapısının özel liklerini nesneye yüklemektedir. Kant mantığının temeli duyulur bil ginin a priori biçimleriyle anlığın a priori biçimlerini ortaya çıkarmak tır. Duyulur olanla ilgili araştırma “aşkın estetik”in, anlıkla ilgili araş tırma “aşkın ayrıştırma”nın konu sudur. Birincide “uzay” ve “za-
MANTIKÖNCESİ man”, İkincide “kategoriler” yani temel kavramlar ele alınır. Böylece Kant ayrıştırma alanıyla ilgili ola rak doğrular mantığı’m ortaya ko yarken, bir de ayrıştırma alanına karşıt ve diyalektiğin alanına karşı lık olarak yani Noumenon alanıyla ilgili olarak bir görünüşler mantığı belirler. Görünüşler mantığı zorunlu olarak bir yanlışlar mantığıdır. Es kilerin mantığı tümüyle görünüşler mantığıdır. Görünüş her öznelliğe ayrı ayrı görünen şeyi karşılar ve fiziksel dünyanın herkes için ortak olan görünme biçimleriyle karşıt laşır. Buna göre aşkın ayrıştırma “anlığın arı bilgisinin öğeleri içinde apriori bilgilerimizin ayrıştırılma sı” için vardır, aşkın diyalektik de zihnimizin usavurmalarlatüm olası deneyin alanını aşarak düştüğü yanlışların giderilmesi için vardır. Kant mantığı şöyle tanımlar: “Anlı ğın ve genel usun zorunlu yasala rının bilimini ya da bir başka de yişle genel düşüncenin basit biçi minin zorunlu yasalarının bilimini mantık diye adlandırıyoruz.” Kant mantığından sonra en önemli man tık Hegel mantığıdır. Hegel mantığı Aristoteles ve Kant mantıklarından oldukça değişiktir. “Kavramların birbirine uyarlılığı ya da uyarsızlığı dışında mantık yoktur” diyen He gel için mantık metafizikle karışan mutlak bir bilimdir. Bu Mantık, bir bileşimi getirecek karşıtların man tığıdır. Buna göre sav olarak konu lan bir kavram çelişkili kavram ola rak zorunlu karşıtını gerektirir. İki kavram, üst düzeyde bileşim olan
üçüncü bir kavram da birleşirler. Örneğin varlık kavramı karşıtını, hiçlik kavramını getirir, varlık ve hiçlik de oluşum kavramında bir araya gelirler, bu da varlıkla hiçli ğin bir bileşimidir. Simgesel m an tık'. Kökü çok eskiye dayanmayan simgesel mantık bütünleyici bir bi lim olarak düşünülür. Çeşitli düşün ce biçimlerinden yola çıkan, bu bi çimleri işaretlerle belirleyen bu ye ni mantık birçok bakımdan mate matik bilimine yaklaşır, bu yüzden matematiksel mantık diye adlandırıldığı gibi lojistik diye de adlandı rılır. (Bk. TASIM, TÜMDENGE LİM, TÜMEVARIM) M A N TIK D IŞI (fr. illogique; alm. unlogisch; ing. illogical). Mantık sal olmayan. M antık kurallarına uyarlı olmayan. M antıksız olan (fr. alogique; alm. alogisch; ing. alogical) yani mantıkla hiçbir bağlan tısı bulunmayan. (Bk. MANTIK) M A N T IK L A Ş T IR IC IL IK (fr. logicisme; alm. Logizismus; ing. /og/c/im).Felsefede mantığa belir leyici bir yer veren ya da işlev yük leyen öğreti. Her şeyi mantık açı sından ele alma eğilimi. Düşünce de ruhbilimci eğilimlere karşılık ola rak mantıkla doğrulama eğilimi. Matematiği mantığa indirgeme eği limi. (Bk. MANTIK) MANTIKÖNCESİ (fr.prélogique; alm. Praelogik; ing. prelogical). Fransız düşünürü ve toplumbilim cisi Lévi-BruhPiin uygar ve yetiş
MASALCILIK kin insanın düşünce biçiminden ayrı olarak ilk ellerin ve çocukların düşünce biçimini belirlemek üzere kullandığı terim. (Bk. MANTIK) M A SA L C IL IK (fr. mythomarıie; alm. Mythomanie; ing. mythomania). Aşırı yalan söyleme eğilimi. M asalcılık cinsel sorunlardan bes lenir ve özellikle boş böbürlenme lere dayanır. Çocuklarda görülen m asalcılıkla büyüklerde görülen masalcılığı birbirinden ayırmak ge rekir. İmgelemi aşırı ölçülerde çalı şan çocuk usuyla imgelemini denetleyemediği için sürekli masallar uydurma eğilimindedir. Çocuğun bu durumunu kendi mitoslarına sı kı sıkıya bağlanmış ilkellerin duru muna benzetebiliriz. Gene de ço cukta masalcılık eğiliminin bir eği timden geçirilmesi gerekir. Sağlıklı yetişen çocuk büyüyüp gerçekler le karşı karşıya geldikçe masalcılığı bırakacaktır. Yetişkinlerde masalcılık elbette bir hastalık belirtisi dir ve “çok zaman başka ruhsal dengesizliklerle birlikte görülür” (A. Porot). Bazı çok zeki bireyler bile, uslarını iyi kullanmayı öğreneme mişlerse, masalcılığa yatkın olacak lardır. Masalcı, uydurduğu masal lara inandırmayı çok iyi bilen kişi dir. Dupre, masalcılığın temelinde üç ilke belirler: heyecanlılık, imge lemini aşırı kullanma, inandırıcılık. (Bk. MASALLAMA) M A SA L LA M A (fr. fabulation; alm. Erfm durg; ing. fabulation). Gerçek gibi sunulan uydurma olay.
P. Léonardon masallamayı şöyle ta nımlar: “Bazen belli bir konu çer çevesinde azçok tutarlı öyküler biçiminde bazen yerin ve zamanın koşullarına tam anlamında uymaz bir biçimde ortaya konulan imgelemsel ürünlere verilen ad.” Çocuk ların ortaya koyduğu masallamalar bir hastalık belirtisi olarak değerlendirilmemelidir. Onlar imgelem lerinin aşırı çalışmasıyla, kitapların ve filmlerin de etkisinde masalla malar yaparlar. Çocuk yaptığı masallamalann bilincinde değildir. Oy sa yetişkin kişi yaptığı masallamaların bilincindedir ve bu bir hasta lık belirtisidir. Masallama bir takım zihin bozukluklarının sonucunda ortaya çıkar. Geri zekalılık, buna ma, Korsakoffhastalığı masallamalara olanak verir. (Bk. MAS ALCILIK) M AZOHİZM ya da M AZOŞİZM (fr. masochisme; alm. Masochismus; ing. masochism). Avustur yalI romancı Sacher-M asoch’un romanlarından esinlenerek belirlen miş olan ve acıdan haz duymayla, acıyı aramayla belirgin olan ruhsal bozukluk. Öykülerinde ve roman larında acıdan haz duyma teması na çok sık raslanılan Sacher-Ma soch da gerçekte bir mazohistti. Mazohist kamçılanmaktan, işken ce görmekten, aşağılanmaktan, iti lip kakılmaktan haz duyar. Mazohistin cinsel hazza ulaşması buna göre şiddete bağlı olacaktır. Baş kasına eziyet etme hazzı diye belir lenebilen sadizme çok yakın olan
MELANKOLİ ve hatta çok zaman onunla birlikte görülen mazohizmin kaynakları el bette çocuk yaşlardaki eğitim bo zukluklarında aranmalıdır. Bazen çocuğun dayak yem ekten ya da herhangi bir biçimde cezalandırıl maktan haz duyduğu görülür. Ma zohizmin tam bir edilginliğe ya da başeğişe varan aşırı biçimleri çok sık görülmese de vardır. (Bk. SADİZM) M EC ZU PLU K (fr. illuminisme-, alm. Illum inism us; ing. illum inism). İçsel aydınlanmaya inanan ların öğretisi. Tanrı’yla inançlı bi rey arasında gizemli bir alışveriş ol duğuna inananların öğretisi. M ec zupluk öğretisini ortaya atanlardan biri Swedenborg’dur. Swedenborg İsa’nın ölüm ünü ışığın karanlık üzerindeki zaferi olarak nitelendir di. İsa’ya ulaşma aşkıyla arınabilir, kendimizi İsa’da kutsallaştırabilirdik. Swedenborg’dan sonra XVIII. yüzyılın ikinci yarısında bir başka gizemci Louis-Claude de SaintMartin doğruya sezgiyle ulaşılabi leceğini bildirdi. Saint-Martin bu düşünceleriyle XIX. yüzyıl dinci düşünce dünyasını büyük ölçüde etkiledi. (Bk. GİZEMCİLİK, SEZ Gİ) M EG A LO M A N İ Bk. BÜYÜKLÜKDUYGUSU MEG ARA OKULU M Ö. IV. yüz yılda Eukleides’in Megara’da (Ati na’nın batısı) kurduğu felsefe oku lu. Sokrates’çi okullar diye bilinen
okullar arasında adı geçen bu okul tartışmacı özelliğiyle bilinir. Eukle ides’in düşüncesi Sokrates’in gö rüşleriyle Parmenides’in görüşle rinin bir karışımıdır. Megara oku lunun filozofları Sokrates’in İyi ’sini Parmenides’in “Bir Varhk”ıyla öz deşleştiriyorlardı, bilgide evrensel lik diye bir şeyin sözkonusu ola mayacağını bildiriyorlardı. Eubulides, Dioklides, Pasikles, Stilpon okulun önde gelen adlarıdır. MEKANİKÇİLİK(fr. mécanisme; alm. Mechanismus; ing. m echanism). Olguların mekanik belirle nimlere indirgenebileceğini öngö ren felsefi bakış açısı. Her şeyi dü zenli devinimle açıklayan felsefi ba kış açısı. Felsefede mekanikçi gö rüş atomcu Epikuros’a kadar uza nır. XVII. yüzyıl felsefeleri ruhçu eğilimlerini bırakmamakla birlikte büyük ölçüde mekanikçi oldular. Descartes ruhsal tözden ayrı bir maddesel töz belirledi ve maddesel düzeyde her şeyi uzamla ve devi nimle açıklamaya yöneldi. Meka nikçilik maddecilik değildir, yalnız ca madde dünyasında mekanik olu şumların varlığını benimser. (Bk. MADDECİLİK, RUHÇULUK) M E L A N K O L İ (fr. m élancolie; alm. Melankcholie; ing. melancholia). Aşırı üzüntüyle belirgin ruh sal bozukluk. Melankolide en önde gelen belirtiler yıkılmışlık, isteksiz lik, düşünceden kaçış ve devinimsizliktir. Melankoliklerde yaşama is teği neredeyse yokolmuş, onun ye
MERKANTİLİZM rini mutlak bir üzüntü almıştır. Has ta nedeni belirsiz olan büyük bir acı içinde kıvranır, gene nedeni belir siz suçluluk duygulan, aşağılanmışlık duyguları duyar. Bu acılı yaşam intihar arzusunu kendiliğinden ge tirebilir, bu yüzden melankoliklerin yakından gözlemlenmesi gerekir. Bazı durumlarda başkalanm öldür me girişimleri de sözkonusu olabi lir; bir melankolik anne acıdan kur tarmak gerekçesiyle çocuğunu öl dürebilir. İntiharda ya da öldürme de son derece etkin görünen me lankolik genelde istemli yönelimini tümüyle yitirmiş gibidir. Bu duru mun aşırı karamsarlığın mantıksal sonucu olduğu söylenebilir; hasta yaşamdan tümüyle kopmuştur, ne yapsa boşunadır. M elankolinin yoğunlaştığı durumlarda hasta an cak kendini zorlayarak ayakta du rabildiğini söyler. Bazı durumlarda sann ya da duyu yanılsamalan gö rülebilir, hasta hiç de öyle bir du rum yokken “birileri benden sözediyor” diyebilir. Binlerinin kendisi ni öldürmek istediğini, bunun için bir idam sehpası hazırlanmakta ol duğunu bildirebilir. Bu tür bozuk luklar bir yana, hastanın zihinsel et kinliği enaza inmiş durumdadır, dik kat hemen tümüyle dağılmıştır, es ki anılar canlı kalmakla birlikte has talığın belirdiği zamanlarla ilgili anı lar ve daha sonrakiler hemen tü müyle unutulmuştur, bellek karma karışıktır. Uykusuzluk en çok ya kınılan durumdur ve özellikle ge cenin ikinci yarısında ortaya çıkar. Tepkimeler iyiden iyiye azalmıştır.
Sindirim düzeninde bozukluklar sözkonusudur, özellikle kabızlıktan yakınılır. Melankoli genel olarak maniyle birlikte görülmektedir. (Bk. ACI, MANİ) MERKANTİLİZM Bk. KAZANÇÇILIK. M E T A FİZ İK (fr. m itaphisique\ alm. M etaphysik; ing. metaphysics). Duyular aracılığıyla kavranılamayan şeylerin bilgisi. İlk neden lerin ya da ilk ilkelerin bilgisi. Kant’da yalnızca us kaynağından gelen yani deneyin verilerine baş vurmaksızın ortaya konulan bilgi. Auguste Com te’da dinsel düşün ceyle olumlu düşünce arasında yer alan, bir geçiş yeri özelliği göste ren soyutlamacılık eğilimiyle belir gin olan düşünce. İnsanoğlu dü şünmeye başlayalı beri kendisiyle ve evrenle ilgili köklü sorular so rarken somut olanın, elle tutulur gözle görülür olanın dışında ya da ötesinde bir başka varlık alanının bulunup bulunmadığı sorusunu da sormuştur. Bu sorunun olumlu ya nıtları metafizik bilgisini oluşturur. Adını Aristoteles’in bilgi kuramıyla ilgili yapıtına M.Ö. I. yüzyılda Rodos’lu Andronikos tarafından ve rilmiş olan Metaphysika (yun. me ta ta ph ysika , “fizikten sonra”) adından alan bu kavram uzun süre felsefede şeyleri raslantılanyla değil de kendileri olarak ele alan temel araştırma alanını belirlemiştir. Me tafizik terimini felsefesinde hiç kul lanmamış olan Aristoteles de me-
MİTOLOJİ «fizikten varlık olarak varlık araşörmasını anlıyordu. Aristotles’den sonra m etafizik terim i vaktiyle Aristoteles’in “ilk felsefe” dediği köklü nedenler araştırmasına kar şılık kullanılır oldu. Hıristiyan dog malarının XIII. yüzyıldaki Aristoteles’çi temellendiricisi AzizTommaso metafizik araştırmasını ya da varlık olarak varlık araştırmasını fel sefenin temeli durumuna getirdi. Daha sonra metafizik terimi felse fe tarihi boyunca oldukça değişik anlamlar aldı. Bilginin öncesel ko fullarını benimseyen filozoflar için metafizik bu koşullarla ilgili tüm us sal araştırmayı içerir. Kant, meta fiziğe kendi felsefe anlayışına göre değişik bir anlam yükler, buna göle metafizik yalnızca us kaynağın dan ya da kavramları a priori tanı ma yetisinden gelen, yani deneysel verilerle ilgisi olmadığı gibi zama nın ve uzayın sezgileriyle de ilgisi olmayan tüm bilgileri içerir. “Me tafizik, gerçekte salt usla sahip ol duğumuz her şeyin dizgesel bir bi çimde düzenlenmiş bilançosudur” der Kant. Auguste Comte’da me tafizik deneyin alanını ya da olgu lar alanını aşan şeydir. Auguste Comte olumlu dönemi önceleyen ve olguların deneyine ulaşamaya cağımız bilgilerle açıklandığı döne mi metafizik dönem diye adlandı rır. Böylece felsefe tarihi boyunca çeşitli anlamlar alan “metafizik” Auguste Comte’da olumsuz bir an lam kazanmıştır. Günümüzde so yut, karmaşık, doğrulanamaz tüm bilgileri metafizik bilgilerdiye nite
lemek alışkanlık olmuştur. N e var ki bazı çağdaş filo zo flar onun olumlu anlamını korum aya özen göstererek ona insan yaşamıyla il gili en genel araştırma anlamı ver mişlerdir. Varoluşçu felsefede tüm yaşarlığı içinde ya da yaşamla iliş kisi içinde ele alınan insanın araştı rılması metafizik araştırma olarak değerlendirilir. M arx’çı felsefeye göre dural olan, tarihsel olmayan, diyalektikle ilgisi bulunmayan tüm bilgiler metafizik bilgilerdir. (Bk. FELSEFE, MANTIK) M İT O L O Jİ (fr. mytfıologie', alm. Mythologie\ ing. mythology). Bir halkın ya da bir uygarlığın ortaya koyduğu mitoslar ya da efsaneler toplamı. Eskiçağ’da tanrılar, yarıtanrılar ve kahramanlarla ilgili an latılar. Mitoloji felsefe öncesi toplumlann temel düşünsel etkinlikle rini içerir ve felsefi ve bilimsel ara yışa karşılık olur. Eskiçağ’m ilk uy garlıklarını oluşturan tüm toplumları mitoloji toplumlan diye tanım lamak yanlış olmaz. Felsefi araş tırmaya konu olan temel sorunlar ilk karşılıklarını masalsı bir anlatım içinde ilkin mitolojide bulmuşlardır. Bu yüzden mitolojiyi felsefenin ilk biçimi diye nitelendirebiliriz. Her toplumun eski ve yeni tüm toplumların mitolojileri vardır, bu mitolo jiler ilgili oldukları toplumun altbilincini oluştururlar, ortaya koyduk ları simgelerle o toplumun acıları nı, korkularım, saplantılarını dile ge tirirler ve böyle olmakla insanlığın bütünsel altbilincine bağlanırlar. Bir
359
M İTOS toplumun altbi linçindeki ilkömekler evrensel altbilincin özel örnek leri gibidirler; evrensel altbilinç top lumsal altbilincin en yüksek anlam larını içerir. Böylece bireyselden ev rensele uzanan özel ve ilkel bir te mel bilinç çizgisi oluşur. Mitolojiler bu özel ve ilkel bilincin enine bo yuna açınlandığı anlatımlardır. En önemli değil am a en ilgi çekici ve felsefe açısından en incelenmeye değer mitoloji yunan mitolojisidir, kendisinin çok genel bir yorumu nu içeren latin mitolojisiyle birlikte insani altbilinç düzeyinde en yoğun gereçleri barındırır ve derinden de rine felsefeyi, felsefe çağının yak laşmakta olduğunu duyurur, örtü lü bir köklü felsefi araştırmayı içe rir. İlk uygarlıklardan hemen tümü nün verimli bir kalıtçısı olmuş olan yunan toplumu, ortaya koyduğu mitolojik değerlerle ussal düşünce çerçevesinde gelişecek olan felse feye bir geçiş yeri olmuştur. Yu nan mitolojisinin kökeninde öbür toplumlann mitolojilerinden, mısır, hitit, girit vb. mitolojilerinden izler vardır. Felsefenin gelişmesi, imgelemsel araştırmanın yerine ussal araştırmanın geçmesi mitolojilerin toplumsal altbilinç olma özellikleri onlarla ilgimizi sürdürmek zorun da b ırak m a k ta d ır bizi. H om eros’dan Hesiodos’a, Hesiodos’dan H erotodos’a uzayan çizgi düşün cenin ussallaşma çabasının öykü sünü içerir. Öte yandan her mito loji, özellikle eski toplumlar için, dinsel bir ağırlık taşır, inanç öğele riyle doludur. Mitolojk araştırma
dan ussal araştırm ay a g eçişte önemli bir dönüşüm noktası oluş turan İliada ve Odysseia insanın düşünsel ve duygusal derinlikleri ne ışık tutan, ayrıca ortaya çıktık ları toplumun yaşam koşullarını he men tüm önemli ayrıntılarıyla yan sıtan birer inanç kitabıdırlar. Mito lojilerde düşünsel öğeler inanç öğe leriyle bütünleşerek insanı açıkla maya yönelirler. (Bk. İLKÖRNEK, MİTOS) M İTO S (fr. mythe; alm. Mythe-, ing. mythe). M itolojinin konusu olan anlatılar. Tanrıların, yantanrılann, kahramanların yaşamlarıyla il gili gerçekdışı öyküler. Yunancada muthos “öykü” demektir. Mitoslar bir mitolojiyi oluşturan öğelerdir. Herbiri bir insanlık durumunu or taya koymakla bir simge değeri ta şır. Herbir mitosta insan gerçeğiy le ilgili, evrenle ilgili, insanın evren deki yeriyle ilgili, insanlık durum larıyla ilgili simgesel felsefi açıkla malar buluruz. Bu açıklamalar duy gu dolu açıklam alardır ve usun göstermeci gücüyle olmaktan çok imgelemin coşkun eğilimleriyle or taya konulmuştur. M itoslar daha çok insanlığın çocukluk dönemle rinin ürünleridirler, o dönemde us henüz yetkinleşmemiştir ve imge lemin belirleyiciliği altındadır. He nüz tartışmalı düşünce yani felsefi düşünce ortada yoktur; mitoslar A. Kojeve’nin de belirttiği gibi birer “monolog” özelliği gösterirler, bu yüzden düşünceden çok inanca ya kındırlar ya da inanç öğeleriyle do-
MONAD hıdurlar. Örneğin dünyanın bir tan ımın gözyaşlanndan oluşmuş olma sı bu yüzden kimseyi inandırmasa da kimseyi yadırgatmaz: ortaya ko nulmak istenen yalnızca ve yalnız ca oluşumun fikridir. Ne var ki dü şünce bu oluşumu ilkel yapısı ge reği somut bir çerçevede ya da elle dokunulur bir biçim altında göste recektir. Bu yüzden G. Gusdorf’un dediği gibi “Mitosla ilgili bilinç hiç bir şeye şaşmaz”. O her zaman şim diye öncesel bir temel arar, bu yüz den geriye gider ve olağanüstü bir başlangıç noktası yaratır. Her şe yin başlangıcı şaşırtıcı bir olağanüs tülükte olmalıdır. Mitos böylece us sal gelişimlere usdışı bir temel ku rar, ussallığın varoluş nedeni bu usdışında aranmalıdır; usdışının dış lanması ussalın kavranılmasına en azından tarihsel çerçevede güçlük çıkarır. Mitosçu simgecilikte bütün bir insan usunun kendini varetme serüveninin nedenleri yatar. Öte yandan m itos’u kaldırdığım ızda inanç tümüyle çöker gider: inancın dayanakları mitosların somut gös termelerinde bulunur. Her mitos, imgelemin bir sunumu olmakla, bir inanç öğesinin belirtenidir. (Bk. Mİ TOLOJİ) M İZA Ç (fr. tempérament', alm. Temperament; ing. temperament). Kişiliğin temelini oluşturan biyolo jik ve ruhsal etkenler. Bir bireyin kişiliğinin temel nitelikleri. Kişilik yapısını belirleyen pekçok etken vardır, bu etkenlerin özellikle biyolojik kaynaklı olanları mizaç dedi
ğimiz özellikler bütününü oluştu rurlar. Bu yüzden mizaç daha çok kalıtımsal etkenlere bağlı diye dü şünülür. Yunan hekimi Galien M.Ö. II. yüzyılda dört temel mizaç belir lemiştir: kanlı, ağırkanlı, melanko lik, kaygılı. Kanlıda kan belirleyi ciyken, ağırkanlıda lenf belirleyici dir; m elankolik “kara safra”yla, kaygılı safrayla belirgindir. İnsan ruhsallığının biyolojik temellerini be lirlemek olası olmadığından mizaç açıklamaları her zaman biraz kök süz kalmıştır. (Bk. İNSAN, KİŞİ LİK) MONAD (fr. monade; alm. Mo nade', ing. monade). Basit töz. Te rim oldukça eskidir, Pythagoras’a kadar dayanır. Platon Philebos'da bu terimi değişik anlamlarda kul lanmıştır, ancak İdea’lan açıklamak için kullanmıştır. Yunancada monas ya da monados “birlik” demektir. Terimi daha sonra, daha belirgin bir biçimde kullanan Giordano Bruno olmuştur. Bruno şeylerin öğelerini minima ya da monades diye ad landırmıştır. XVI. yüzyılın ünlü heptanrıcısı B runo’ya göre mad deyle biçim tam anlamında bir bir lik içindedirler. Evren Tann’nın ken disidir. Tanrı tüm birliklerin bir liğidir. Tanrı monas monadum'dm, hem enazdır hem ençoktur. Enazdır, çünkü her şey ondan gelir; en çoktur, çünkü her şeyi içerir.Bruno’nun monadıyla Leibniz’in mo nadı arasında büyük bir aynm var dır. Bruno’nun monadı ruhsal öğe dir, gerçekleşecek bir biçimdir, töz
MONADCILIK
362
dür ve şeydir. Leibniz’in monadı bir öznedir, tözdür ve öznedir; onun en belirgin özelliği algılayıcı ve etkin olmasıdır. O her zaman da ha karmaşık bir algıdan daha az kar maşık bir algıya geçme eğiliminde dir. Bu özgün bakışıyla Leibniz’i monadın gerçek kurucusu saymak doğru olur. “M o n ad ” terim ini Leibniz ilk olarak 1697’de Fardella’ya yazdığı bir mektupta kullan mıştır. Leibniz monadıyla ilgili ola rak şunları söyler: “Monad bileşik lere katılan basit bir tözden başka bir şey değildir. Basit olması par çalanmamış olması demektir. Bile şikler varolduğuna göre basit töz lerin de olması gerekir. Çünkü bi leşik olan basitlerin bir yığılışma sından ya da agregatum 'undan başka bir şey değildir. Bu durum da ne parçalar vardır, ne uzam, bi çim, ne olası bir bölünebilirlik sözkonusudur. Bu monadlar doğanın gerçek atomlarıdırlar, kısacası şey lerin öğeleridirler. (...) Monadların pencereleri yoktur, bu yüzden on lara herhangi bir şey girip çıkamaz. Ne tö z ne raslantı bir m onada dıştan girebilir. Bununla birlikte monadların nitelikleri vardır, böyle olmasaydı onlar varlık olamayacak lardı. (...) Niteliği olmayan monadları birbirinden ayırmak olanaksız olacaktı.” Leibniz’e göre-“her mo nadın bir başka monaddan ayrılma sı gerekir”, çünkü doğada birbiri nin aynı olan iki varlık yoktur. Mo nadlar sürekli bir değişimin öznesidirler. Her yaratılmış varlık değiş kendir, monadlar da aralıksız deği
şime uğrarlar, “monadların doğal değişimleri bir iç ilke’den gelir, çün kü dış bir neden onu içten etkile yemez.” Pekiyi, bu değişim nasıl olur? “Her doğal değişim derece derece olduğundan, bazı şeyler de ğişir ve bazı şeyler değişmez. Bu na göre basit bir tözde bir etkiler ve ilişkiler çokluğu bulunmak ge rekir, her ne kadar onun parçaları yoksa da.” Basit tözdeki bu geçiş durumunu Leibniz algı diye adlan dırır ve algıyı üstalgı’dan ve bi linç'Aen ayırır; bir algıdan bir baş ka algıya geçiş demek olan edimi, monadın bu iç ilkesini istek diye ad landırır. Algısı ya da isteği olan her şey ruhtur. “ Tüm basit tözler ya da yaratılmış monadlar ruh diye ad landırılabilir.” Leibniz’e göre her şimdiki durum daha önceki duru mun bir sonucudur; bunun gibi, şimdi de geleceğe açıktır. (Bk. ÜL KÜCÜLÜK) M O N A D C ILIK (fr. monadisme\ alm. Monadismus; ing. monadism). Evrenin monadlardan oluşmuş ol duğunu bildiren felsefe anlayışları nın genel adı. Leibniz’in monadlar felsefesi. Kant bu felsefeyi şöyle eleştirecektir: “Şeyler genel bir uyum içindedir. Ancak, bundan Le ibniz’in tözlerin karşılıklı bağımlılı ğını değil de uyarlılığını varsayan öncesel uyum görüşü çıkm az.” “İnsan ruhu dış şeylerle olan bağ lantılarından kopan Idığı zaman ken di iç durumunu değiştirmekte ye tersiz kalır.” (Bk. MONAD, ÖN CESEL UYUM)
MUCİZE M O N A D O L O Jİ (fr. monadologie; alm. Monadologie; ing. mon ado lo g y). M o n ad lar ö ğretisi. XVIII. yüzyıl başlarından sonra fel sefe adamlarının Leibniz felsefesi ne temel olan monadlar öğretisini belirlemek için, özel olarak da XIX. yüzyılda Leibniz’in yapıtlarını ya yına hazırlayan Erdmann’ın bu ya pıtları bütünü içinde adlandırmak için kullandığı terim. (Bk. MONAD) MONARŞİ Bk. MUTLAKYÖNETİM. M O R FO L O Jİ BkBİÇİMBİLÎM. M U C İZE (lat. miraculum\ fr. miracle; alm. Wunder, ing. miracle). Şaşırtıcı olay. Olağan koşullarda gerçekleşemeyecek, ancak tanrısal gücün istemiyle gerçekleşebilecek görü lm ed ik olay. İn san usuna sığmayacak kadar değişik olay. Do ğanın bilinen yasaları dışında ger çekleşen olay. Mucize inancın vaz geçilmez bir yüzüdür. Her inanç us sal dayanakları yanında mucizeler le kendini doğrular. Bu yüzden Go ethe “Mucize inancın sevgili çocu ğudur” der. Şaşkınlıkla hayranlığın bir araya gelmesiyle oluşan muci ze inancı, insanları Tann’ya ya da tanrısal güçlere bağlamakta en kı sa ve dolaysız yoldur; yetkin var lık ya da yetkin varlıklar olağanüs tü olayların etkin nedenidir, muci zelerin varlığı tanrısallığın varlığını doğrular ya da gösterir. Yalnız eski dinler değil, tektanncı dinler de mu
cizeye büyük yer verirler. Aziz Tommaso şöyle der: “Nedeni her kese kapalı olduğu için tam anla mında şaşkınlık yaratan bir olguyu belirlemek üzere mucize deriz. Bu radaki neden Tanrı’dır. öyleyse, bi zim bildiğimiz nedenler dışında Tan rı’nın yaptığı şeyleri mucize diye adlandırırız.” Buna göre mucizede de bir nedenlere dayalı açıklama vardır, ancak bu açıklama ne ka dar ussal görünürse görünsün tam anlamında bilinçdışı bir açıklama dır. İnsanlar yalnızca dinsel doğru ların belirleyiciliğinde değil, bilim sel açıklamalara ulaşamadıkları du rumda da mucizeyle açıklama yo lunu tutmuşlardı. XVII. yüzyılda gökkuşağını oluşturan doğal neden ler bilinmiyordu, bu yüzden gök kuşağının görünmesi bir mucize sa yılıyordu. Bilim getirdiği açıklama larla mucizenin anlamını ne ölçüde daraltmış olsa da insanlar inandık ları sürece mucizeye bel bağlaya caklardır. Belki de en büyük muci ze bilimsel araştırmalarla ortaya ko nulan buluşlardır. / Guez de Balzac: “Aziz olmamakla birlikte, aziz görünümü taşımamakla birlikte ya şamları mucizelerle dopdolu olan insanlar varoldu. Tanrı onların bü tün yanlışlarını bağışladı, tüm çıl gınlıklarım hoşgördü.” / B. Pascal: “Tek bir Tanrı’yı sevmek gereği son derece görünür bir durumdur, bunu göstermek için mucizelere ge rek yoktur.” / Stendhal: “Aşk uy garlığın mucizesidir.” / Lamartine: “Doğa ve mucize bir bütün değil mi?” /G . Duhamel: “Mucize yapıt
MUTÇULUK değildir.” / M. Jouhandeau: “Mu cize Tanrı değil, biziz.” (Bk. Bİ LİM, DİN) M U TÇ U LU K (fr. eudémonisme; alm. Eudämonismus’, ing. eudaemonism). Mutluluğu en yüce iyi olarak belirleyen ahlak kuramı. Mutçuluk mutluluğu insan yaşamı nın son ereği diye belirler. Mutçu luk anlayışı Aristoteles’le başlar. Aristoteles’e göre mutluluk doğru yu izleyen zihinsel etkinlikle sağla nır. Mutçuluk düşünsel yönelime ağırlık vermekle duyumsal hazları öngören hazcılıktan ayrılır. Aristo teles’e göre insan mutluluğa er demle ulaşır. Bunun için insanın mutluluğa uyarlı olması, bedensel ve ruhsal açıdan yetkin olması ge rekir. (Bk. HAZCILIK) M U TL A K (lat. absolutus; fr. ab solu', alm. absolut', ing. absolute). Tüm olasılıklardan bağımsız olan. Kendiyle ölçülen. Hiçbir eklemeye ve çıkarmaya yatkın olmayan. Her koşulun dışında kendiyle varolan. Bir başka şeye bağlı olmayan. Kendi varoluş koşulunu kendinde taşıyan. Bir mutlak’ın varolup olmadığı so runu felsefenin en eski sorunların dandır. Felsefede mutlak araştır ması daha çok metafizik çerçeve de bir araştırma oldu; onun varsanması ve yoksanması Tanrı’nın varlığının benimsenmesiyle ve yad sınmasıyla ilgiliydi. Mutlak’ın var lığını bazı yeni felsefeler yadsıdılar. David Hum e’a göre mutlak’ın var lığım benimsemek olası değildi. Da
ha sonra Auguste Comte mutlak diye bir şeyin olmadığını bildirdi. Ona göre bir tek mutlak vardır, o da mutlak diye bir şeyin olmama sıdır. (Bk. GÖRELİ) M UTLAK ÇILIK (fr. absolutisme', alm. A bsolutism us; ing. absolutism). Tüm güçlerin tek bir yetke ye başeğdiği siyasal rejim. Yöneti cinin mutlak yetkeye sahip olduğu yönetim biçimi. Mutlakyönetim de içinde, tüm mutlakçılıklar, tek bir kişinin çok zaman Tanrı adına ege men olduğu siyasal rejimlerdir. (Bk. MUTLAKYÖNETİM) M UTLAKYÖNETİM (fr. monarchie\ alm. Monarchie', ing. monarchy). Tek kişinin yönetim i. Gücünü Tanrı’dan tek yöneticiyle belirgin yönetim biçimi. Feodal dü zenin çöküşü ve sermayeci düze nin kurulması dönemlerinde (XV.XVII. yüzyıllar arasında) ortaya çıkan tekçi yönetimlerin genel adı. Mutlakyöneticiler “krallığın yüce yasaları”yla ve Tanrı adına devleti tam bir yetkeyle yönetirlerdi. Bu nunla birlikte “krallığın yüce yasa ları” diye yazılı bir takım yasalar yoktu. Mutlakyönetimler sarayda gelişen saray soyluluğunun oluş turduğu tartışma ortamında yerle rini yavaş yavaş demokratik yöne timlere bırakmaya başladılar. Fran sız Devrimi bu dönüşüm ün kilit noktalarından biridir. (Bk. FEO DALLİK, MUTLAKÇILIK, SER MAYE)
MÜLKİYET M U TLU L U K (yun. eudaimonia; fr. bonheur, alm. Glück, Glückseligkeif, ing. happiness). Yetkin düzeyde doymuşluk duygusu. Ek siksiz esenlik duygusu. Mutluluk insanın kendiyle ve dünyayla iliş kisinde ortaya çıkan bir uyarlılık durumudur ve bu durumun duygu düzeyindeki yansısıdır. Olumsuz hiçbir koşulla karşı karşıya değilse insan kendini mutlu duyar, herhangi bir olumsuz koşul mutluluk duy gusunu sakatlar ya da tümüyle da ğıtır. Mutluluk dış koşullardan çok iç koşullara bağlı bir olgudur. Kü çük şeylerle yetinebilenler ya da kü çük şeylerden sevinebilenler büyük şeylerin peşine düşenlerden daha mutludurlar. Her türlü olumlu ko şul içinde bile mutlu olamayan in sanlar görürüz. Yaşamın sürekli akışı ve değişkenliği mutluluğu el bet geçici kılar. Önemli olan mut luluğun süresi değil yoğunluğudur ya da anlamıdır. Mutluluğun bazı koşullara bağlı olduğu doğrudur. M.Ö. V. yüzyılda Thales mutlulu ğu üç koşula bağlıyordu: “Kimdir mutlu? Sağlıklı, zengin ve bilgili olandır.” Epikuros da daha sonra şöyle diyecektir: “Bilge, onurlu ve dürüst olm adan m utlu yaşamak olası değildir, mutlu olmadan da bil ge, onurlu ve dürüst olmak olası değildir.” Eskiçağ ahlakları mutlu luğu çokça önemserlerdi, hatta ba zıları onu yaşamın son ereği olarak gösterirlerdi. Hıristiyan ahlakı mut luluk ereğinin yerine ahlaki gerek leri koydu: önemli olan öbür dün yada mutluluğa ulaşmaktı. Eskiçağ
ahlakları mutlulukla bilgelik arasın da bir bağlaşım belirlediler. Aristo teles “Mutluluk kendine yetenlerin işidir” diyordu. Platon da şöyle söylüyordu: “Mutluluğu sağlayan şey bilime göre yaşamak değildir, bütün bilimleri bir araya toplamak da değildir. M utluluğu sağlayan yalnızca iyinin ve kötünün bilimine sahip olm aktır.” / Çakya M uni: “Mutluluk özgecilikten, mutsuzluk bencillikten doğar,” / J.F. Ducis: “Mutluluğumuz azçok avutulmuş bir m utsuzluktur.” / N ietzsche: “Mutluluk bir kadındır.” / Byron: “Mutluluk ikiz doğar.” / Carmen Sylva: “Mutluluk yankı gibidir, ses verir ama gelmez.” / M. Proust: “Aşkla mutlu olan hangi kadın mut luluğunu tartışır? Ona mutluluğu veren erkek, insanlar arasında bi rincidir. Birileriyle karşılaştırmak gerekmez: kraldır o...” / Barbey d ’Aurevilly: “Haz çılgınların mut luluğudur.” / Çehov: “Mutlu deği liz, mutluluk yoktur. Biz yalnızca onu arzuluyoruz.” / J. Soulary: “Elimizin değmediği mutluluk bir düştür.” / André Gide: “Kendini m u tlu k ılm a k b ir g ö re v d ir.” “Mutluluğun ilk koşulu insanın işte sevinç bulabilmesidir.”(Bk. HAZ, HAZCILIK, İYİ) M Ü LK İY ET (lat. proprietas; fr. propriété', alm. Eigentum; ing. property, propriety). Sahip olma hakkı. Hukuk yoluyla sahip olunan şey. Yasanın belirleyiciliğinde bir şeyi mutlak olarak elde etme hak kı. Mülkiyetin tarihi insanlığın tari
36
MÜTASYON hi kadar eskidir. En eski atalarımız mülkiyeti tanımıyorlardı, çünkü on lar hep birlikte avcılıkla ve meyva toplayıcılığıyla yaşıyorlardı. Mülki yetin ortaya çıkması uygarlaşma da ilk gerçek adımların atılmasıyla ve toprağa yerleşmeyle ortaya çık tı. Avcılıkla belirgin doğal yaşam düzeninde mülkiyetin olmaması ne deniyle insanın daha mutlu ya da son derece mutlu olduğu görüşü yaygın gibidir. Adam Smith bu gö rüşe katılmaz. Adam Smith’e göre avcılıkla, balıkçılıkla yaşayan ilkel toplumlarda her birey azçok yararlı bir iş için emek harcar durumda dır. Ne olursa olsun bu ilk toplum lar yabanıl toplumlardır, bu yüzden çocukları, yaşlıları, hastalan yoketmeyi düşünürler. Buna karşılık uy gar ve gelişen uluslarda pekçok işe yaramaz insan bulunsa da, üretme den tüketenler üreterek tüketenle rin yanında oldukça kalabalık olsa da zenginlik daha büyüktür. JeanJacques Rousseau böyle düşün mez. R ousseau’ya göre uygarlık öncesi insan yani mülkiyeti tanıma mış olan insan mutlu insandı, tam anlamında özgürdü, bağımsızdı ve eşitti. Çeşitli nedenlerle insan do ğal düzenden uzaklaştı ve mülki yete dayalı uygar toplumu kurma ya yöneldi. Toplumsallaşma eşit sizliği getirdi. Tarım etkinliği mül kiyeti ortaya çıkardı. Mülkiyet in
366
sanları zengin ve yoksul diye ikiye ayırdı. Kölelik kurumlaştı böylece. Mülkiyet üzerine çetin tartışmalar XVIII. ve XIX. yüzyıllarda sür dü. Proudhon “mülkiyet hırsızlık tır” formülünü ortaya attı. Mülki yet üzerine en ayrıntılı düşünceyi M arx’da buluruz. M arx’a ve Engels’e göre dört ayrı mülkiyet biçi mi yaşanmıştır: ilkel mülkiyet, es kiçağ mülkiyeti, feodal mülkiyet ve buıjuva mülkiyeti. “Bugünkü biçi minde mülkiyet çatışkılı iki terim arasında, sermayeyle emek arasın da devinir” der Marx ve Engels. M arx’a göre “Özel mülkiyet düze nindeki (...) her insan bir başka in sanda yeni bir gereksinme yarat manın yollarını arar, amacı onu yeni bir adanmışlığa itmek, yeni bir ba ğımlılığa atmak, onun gözünü yeni bir zevkle kamaştırmak ve böyle ce onu iktisadi açıdan yıkmaktır.” I^arx’a göre insanın gerçek mutlu yaşamı özel m ülkiyetin ortadan kalkmasıyla gerçekleşecektir. Şöyle der Marx: “Özel mülkiyet fikrini or tadan kaldırmak için kuramsal ko münizm tümüyle yetecektir. Ama gerçek özel mülkiyeti kaldırmak için gerçek komünist eylem gerekecek tir.” (Bk. KOMÜNİZM, SERMA YE) MÜTASYON Bk. DEĞİŞİNİM.
N N A RK İSSO S’Ç U LU K (fr. nar cissisme; aim. Narzissmus; ing. nar cissism). Kendine aşırı hayranlık. Narkissos’çuluk eski Yunanistan ’daki Narkissos mitosuna dayanır. Narkissos pınara su içmeye indi ğinde kendi imgesini su yüzüne vurmuş görür. Kendi kendine şöy le der: “Kendi aşkımdan yanıyo rum. Suya vuran bu güzelliğe nasıl ulaşacağım? Bu imgeden uzaklaşa mıyorum. Beni yalnız ölüm kurta racak.” Narkissos kendi imgesini gözleye gözleye ölür. Ruhayrışürmasında “libido” dediğimiz eneıji önce kendi üstüne yönelir, sonra ben’le başkası arasında bölüştürü lür, bu enerji daha sonra başkala rından uzaklaşıp ben’e bağlandığın da Narkissos’çu eğilimler oluşur. Kişiliğin gelişiminde Narkissos’çu evre ilksel evredir. Çocuk kişiliğini dış dünyadan tümüyle ayırmadan önce bir Narkissos’çu evreden ge çer: düşüncelerinin ve eylemlerinin tam yetkinliğine, eşsizliğine inan mıştır. Yetişkinlik döneminde pısı rıklık gibi nedenlerle kendine ka palı bir yaşam sürdürenlerde ken
dine, özellikle kendi bedenine hay ranlıkla belirgin N arkissos’çu eği limler ortaya çıkabilir. Bu eğilimler bireyi dünyadan kopmaya kadar götüren eğilimler olabilir. Narkissos’çuluğun olağan ya da hastalık sız biçimleri aşırı olmayan ve özel likle sanatçılarda görülen biçimle ridir. Charles Lalo şöyle der: “Nar kissos bir kendiyle ilgilenir. Bencil olarak değil sanatçı olarak. İnançdışı bir şehvet adına değil bir gü zellik tapınması adına.” (Bk. BEN CİLİK) NATÜRALİZM Bk. DOĞALCI LIK. NEDEN (lat. cansa; fr. cause; alm. Ursache; ing. cause). Bir şeyin olu şumunu sağlayan. Bir sonucu ya ratan etken. Felsefe nedenler araş tırmasıyla başlar diyebiliriz. İlk fi lozofların ortaya koyduğu evreni vareden ilksel ilke fikri nedensel düşüncenin temelini oluşturur. El bet felsefeden önceki düşünce bi çiminde yani mitolojik düşüncede de mitoslar düzeyinde nedensellik 3 6 7
NEDENBİLİM fikri vardı. Ancak gerçek anlamda nedenler araştırması ussal düşün ceyle birlikte başlamıştır. “Evren n e’den geliyor?” sorusu nedensel düşüncenin tarihsel temelini oluştu rur diyebiliriz. Daha sonra Platon duyulur dünyanın varlığını düşünü lür dünyanın varlığına bağlarken bir nedenler açıklaması ortaya koyu yordu. Aristoteles dört tür neden belirledi; biçimsel neden, madde sel neden, etkin neden ve sonuçsal neden. Skolastikler Aristoteles’in nedenler arayışını sürdürdüler ve çeşitlilendirdiler. Causa form alis (biçimsel neden), causa materialis (maddesel neden), causa effıciens (etkin neden) ve causa fınalis (so nuçsal neden) kavramlarına prima causa (kendi kendinin nedeni olan neden), causa principalis (işçi), causa insturmentalis (araç), causa directe (dolaysız neden), causa in directe (dolaylı neden) gibi kavram ları eklediler. Yeniçağ filozofları me kanikçi bir dünya kavrayışı içinde öncelikle etkin neden’i benimsedi ler, dinci bir anlayış içinde ereklili ği önerirken sonuçsal neden fikrini benimseyenler de oldu. Bacon ve Descartes nedenler araştırmasına çokça önem verdiler. Bacon gerçek bilginin nedenlere dayalı bilgi oldu ğunu bildirdi. Bacon’la başlayan deneyci anlayışta “neden” kavra yışı “yasa”yla özdeşleştirildi: bir ol gunun nedenlerine inmek onun te melindeki yasaları belirlemektir. Bi limsel düşüncede nedenler araştır masının yerini giderek yasa araş tırması almıştır./Vergilius: “Şeylerin
gizli nedenlerini görebilenlere ne mutlu.” / Montherlant: “Bir neden için ölmek bu nedenin doğruluğunu gösterm ez.” / A uguste C om te: “Hukuk kavramı siyaset alanından çıkarılmalıdır, felsefe alanından neden kavramının çıkarılması gibi.” /Emile Meyerson: “Herhangi bir olgu için nedenlere yükselm ek sonuçsuz bir çaba demektir. Bu çabayı sın ırlam ak ve belli bir so n u çla y etin m ek g e re k ir.”/ Konfuçius: “Tek bir sözcük işi elden kaçırabilir, bir insan bir im p ara to rlu ğ u n y az g ısın ı b e lirle y e b ilir.” / M ile to s ’lu Phokylides: “Bir kıvılcım bir ormanı yakmaya yeter.” / Publilius Syrus: “Ateşin olduğu yerde duman eksik olmaz.” (Bk. EVREN, FELSEFE, M EKANİKÇİLİK, M İTOLOJİ, YASA) NEDENBİLİM (fr. étiologie; alm. Aetiologie; ing. etiology). Neden leri araştıran bilim. Nedenlerle ilgili araştırma. Nedenbilim özellikle bi yolojik organların oluşumuyla ilgili araştırmadır. Patolojide nedenbilim bir hastalığın nedenleriyle ilgili araş tırmadır. Tarihte nedenbilim olay ların temelindeki etkenlerle ilgili araştırmadır. (Bk. NEDEN) N ED EN SELLİK (fr. causalité', alm. Kausalität', ing. causality). Bir nedenle bir sonucun ilgisi. Neden olan şeyin özelliği. Nedensellik in san düşüncesinin en belirgin, en te mel etkinliğini ortaya koyar. Geliş miş bir insan zihni tüm oluşumları
NESNE neden-sonuç bağlantısı içinde kav rar. Nedensellik ilkesi, her şeyin bir nedeni bulunduğu, aynı koşul larda aynı nedenlerin aynı sonuçla rı doğurduğu ilkesidir. İlkeller ne densellik ilkesinden yoksundurlar. Mircea Eliade bunu şöyle bir ör nekle açıklar: “Avustralya yerli toplumlarının pekçoğu cinsel ilişkiyle gebelik arasındaki ilişkiyi bilmez.” (Bk. NEDEN) NESNE (lat. objectum; fr. objet; alm. Objekt, Gegenstand; ing. object). Karşımızda bulunan, görüşü müze açık olan. Düşünen özneye karşıt olarak düşünülen şey. Bilgi sine ulaşabileceğimiz her gerçek lik. Şeylerin bizim için algılanabilir ve kavranabilir olan yanlan, bize açık yüzleri. Nesne düşünebildiği miz her şeydir ya da düşüncemize konu olabilen her şeydir. Bir özne nin karşısında bütün bir dünya nes ne olduğu gibi öznenin kendisi de her düşünülür durumda ya da düşünülebilen tüm yanlanyla nesne dir. Özne dünyayı ve kendini dü şünürken yalnızca şey’leri değil, tüm durumları, konumları, ilişkile ri de nesneleştirir. Nesne buna gö re kendisini özneye sunan şeydir, aynı zamanda dış dünyanın ya da iç dünyanın ya da onlarla ilgili her hangi bir şeyin öznedeki sunumu dur. “Nesnesiz düşünce ya da nes nesiz ussallık yoktur. Arı ussallık gerçek ussallıktan yapılmış bir so yutlamadır” (Hegel). Dış dünyayı kendi türümün yapısal koşullanna göre algıladığım kesindir. Buna göre
bir dünyayı algılama biçimim var dır. “Dünyayı doğru olarak algıla yıp algılayamadığımızı sormamalıyız, tersine dünya bizim algıladı ğımız şeydir diyebilmeliyiz” der Merleau-Ponty. Bedenimle dünya ya yerleşirim ve bilincimle, sürekli oluşmakta olan bilincimle bu dün yada bir açı oluştururum. “Dünya daki görüş noktası olan bedenimi bu dünyanın nesnelerinden biri ola rak belirliyorum” (Merleau-Ponty). “Bedenimin karşısında değilim, be denimin içindeyim, daha doğrusu bedenimim” (Merleau-Ponty). Bu na göre Condillac nesneyi şöyle ta nımlar: “Duyulara ve ruha kendini sunan her şey. Her cisim duyula rın önüne düşen bir nesnedir, sa hip olunan her fikir kendini ruha sunan bir nesnedir.” Tanım ne ka dar belirgin de olsa nesne kaygan dır. M. D ufrenne bu kayganlığı şöyle belirler: “Algılanmış nesne nin kaygan bir yapısı vardır: o algı ladığım şu nesnedir, çünkü bana sunulmuştur, ama o aynı zamanda başka bir şeydir, algının tüketemediği yabancı gerçekliktir.” Buna gö re düşüncemizin tüm içeriğini de dış dünyadan algımıza sunulan tüm şeyleri de nesne diye belirlememiz gerekir. Bu çerçevede özneyle nes ne bir bütün oluşturur, bilincimiz de nesnel dünya öznel dünyaya ka vuşur; kendi kendinin bilinci aynı zamanda dünyanın bilincidir ve dünyanın bilinci de aynı zamanda kendi kendinin bilincidir. (Bk. ÖZ NE)
NESNEL NESNEL (fr. objectif, alm. objek tiv, ing. objective). Nesneyle iliş kili olan. D escartes’çı anlamda, kendini zihinde ortaya koyan her şey nesneldir. Bu anlamda gerçek olanla nesnel olanı birbirinden ayırmak gerekir. Nesnel olan zihin de kendini göstermekle birlikte her hangi bir gerçekliği karşılamayabi lir. Dört başlı ve altı kuyruklu bir yaratık tasarlarım, benim bu tasa rımım gerçek değildir ama nesnel dir. Ancak nesnel olanı tam anla mında nesneyle ilgili saymak daha doğru olabilir, çünkü nesnel olan gerçekte özneden bağımsız olandır. (Bk. ÖZNEL) N EV R O Z Bk. SİNİRLİLİK N İC E L İK (lat. quantitas; fr. qu antité', alm. Quantität', ing. quantitiy). Ölçülebilir ya da sayılabilir olanın niteliği. Artabilir ya da aza labilir olanın niteliği. Aynı cinsten şeylerin belli bir bölümünün sayılarla belirlenmesi. (Bk. NİTELİK) N İH İL İZ M Bk. HİÇÇİLİK NİRVANA (sanskritçe sözcük). Buddha’cılıkta ruhun en üstün yet kinliğe ulaşması. Schopenhauer’in yaygınlaştırdığı bu terim istemli ya şam dan u zak laşm ay ı, duyulur dünya nesnelerinden kopmayı, tam anlamında bir dinginliğe ve esenli ğe ulaşmayı anlatır. “Acıdan kaçış” anlamında Nirvana tam tamına bir yokluk durumudur. Nirvana’ya dü 370 zenli bir çabayla ulaşılır, bu çaba
hem bedensel hem ruhsal çalışma yı içerir (yoga). N İT E L İK (lat. qualitas; fr. qua lité; aim. Qualität; ing. quality). Bir şeyin oluş biçimi. Nitelik ger çekliğin niceliğe indirgenelemeyen bir yüzünü ortaya koyar. Locke zo runlu olarak varolan ilk nitelikler' i zorunlu olarak varolmayan ikincil nitelikler'den ayırıyordu. İlk nite likler maddeden ayrılmayan, mad deye sıkı sıkıya bağlı niteliklerdir, ikincil nitelikler birincilerden türe yen niteliklerdir. Locke’un bu ni telikler ayrımını daha önce skolas tikler yapmışlardır. Locke bu ayrı mı belirginleştirdi. Bu ayrımın ilk biçimini Demokritos’da buluruz. Bu arada Leibniz de bu ayrımı be nimsemiştir. (Bk. NİCELİK) “N O EM A ” (yun. söz.). Olgubilimsel dilde düşüncenin yöneldiği nesne ya da genel fikir. (Bk. OLGUBİLİM) “N O ESİS” (yun. söz.). Olgubilimsel dilde düşünce edimi, düşün cenin yönelgen etkinliği. “Somut ruhsal gerçeklik noesis diye adlan dırılır, onda varolan anlam da noem adiye adlandırılır” (Sartre). [OLGUBİLİM] N O M İNALİZM Bk. ADCILIK. NORMAL Bk. OLAĞAN. “NOUM ENON” (alm. söz.). Ken dinde şey’in alanı. Deneysel ya da
“NOUMENON” duyulur düzeyde bilgilerine sahip olduğumuz olgular alanına karşıt olarak yalnızca usla araştırılabilir olan şeylerin alanı. Kant’m olgular alanına karşıt olarak koyduğu ve usla kavranılabilir olmakla birlikte algılanamaz diye belirlediği mutlak gerçekliğin ya da kendinde şey’in alanı. Kant, Platon’un Tımaios di yalogunda kullandığı noumenon te rimini almancaya uyarlarken bili nemezin alanını belirleyecek bir sözcük ortaya koyuyordu. Olgu
ların alanı görünürün alanıyken No umenon'’\ın alanı görünmezin ala nıdır. Kant şöyle der: “Duyulur im geler kategorilerin birliğini izleyen nesneler olarak düşünüldüklerinde olgular (Phaenomena) diye adlan dırılırlar. Ama basitçe anlığın nes neleri olan ancak duyulur sezgide verilmiş olmayan şeyleri düşündü ğümde onları Noum enon’la ilgili şeyler diye adlandırmak gerekir.” (Bk. OLGU)
37
o O . Mantıkta tikel olumsuz öner gelerin simgesi. Örnek: “Bazı in a n la r ölümlü değildir.” O K K A N IT I Yunan filozofu Elea’Iı Zenon’un varlığın birliğini, devinimin olanaksızlığım göstermek için ileri sürdüğü kanıt. Buna göre ■çan ok devinimsizdir. Çünkü bu ok uçarken her an belli bir noktada bulunacaktır. Belli bir noktada bu lunmak da durmak demektir. (Bk. ELEA OKULU) O K K A ZY O N A LİZM B kA R A NEDENCİLİK. OKKÜLTİZM Bk. GİZLİBİLİMCİLİK. OK U L (lat. schola; fr. école; alm. Schule\ ing. schoot). Bir ortak öğ reti çerçevesinde bir araya gelmiş filozoflar topluluğu. Felsefe okul larında genellikle bir önder vardır ve önderlik zinciri en bilgili ve en yetenekli kişilerden oluşur. Eskiçağ felsefeleri özellikle okul felsefele riydi. Giderek felsefe okulları da
ğıldı, filozoflar kendi görüşlerini or taya koyan bağımsız kişiler olma yoluna gittiler. Bugün eski anlamın da felsefe okulları yoksa da aynı öğretiyi benimsemiş filozoflar top luluğu için okul terimi kullanılmak tadır. (Bk. SKOLASTİK) OKU M AYİTİM İ (fr. alexie; alm. Alexie; ing. alexia). Yazılı dili an lama gücünün ortadan kalkması. Kişi konuşurken hiçbir olağandışı görünüm ortaya koymaz yani ra hat rahat konuşur ve söylenilenleri kolayca anlar, hatta rahat rahat ya zar, buna karşılık kendisine verilen bir yazıyı okuyamaz, çünkü yazı daki sözcüklerin anlamlarını unut muştur. Bir algılama eksikliği olan okumayitiminin organik nedenleri vardır. (Bk. YAZMAYİTİMİ) OLAĞAN (fr. normai, alm. nor mal-, ing. normal). Kurala ya da ya saya uygun. Alışılagelmiş olana uy gun. Hiçbir özel durum gösterme yen. En geçerli tipe uygun. Türü nün özelliklerine uygun. Hiçbir özel durum ortaya koymadan süren dü
OLAĞANDIŞI zenekler ve organizmalar olağan dır. Olağan olan her zaman genel olanla ve ortalama olanla bağdaşır olandır. (Bk. OLAĞANDIŞI) O LAĞ ANDIŞI (fr. anormal-, alm. abnormisch; ing. abnormal). Ku rala ya da yasaya uygun olmayan. Alışılagelenle bağdaşmayan. Bir ya da birkaç özel durum ortaya ko yan. Geçerli tipe uygun düşmeyen. (Bk. OLAĞAN)
göre insanın yargılarını kesin bir biçimde ortaya koyması gerektiği ni bildiriyor, çeşitli olasılık derece leri belirliyordu. Yeni Akadem i’cilerin en ünlü filozofu Kameades usu sağlam bir ölçüt saymıyor, bil ge kişiyi en uygun gördüğünü doğ ru diye öneren kişi sayıyordu. Ona göre de çeşitli olasılık dereceleri vardır ve hiçbir şeyi sonuna kadar kesin diye belirlememek gerekir. A. Coumot bu öğretiyi usçu çerçeve de geliştirdi.
O L A N A K (lat. possibilitas-, fr. possibilité-, alm. Möglichkeit; ing. possibility). Gerçekleşebilir olanın özelliği. Varolabilir ya da yapılabilir olanın özelliği. Leibniz’e göre, tan rısal anlık, evreni yaratmadan önce sonsuz dünyalar olanağına sahipti. Tanrısal istem bu olanaklardan bi rini, en yetkin olanını seçti. Leibniz şöyle der: “Bir şeyin olanağını, kav ramını öğelerine ayırdığımızda ve bu öğelere uyarsız bir şey karış madığında, a priori olarak tanırız.” Olanak her zaman bir gerçekleş memişi iği düşündürür. Bir olana ğın gerçekleşmesi elbette bazı ko şulların yerine gelmesine bağlıdır.
O LA SILIK (lat. probabilitas; fr. probabilité; alm . P robabilität, Wahrscheinlichkeit; ing. probability). Doğru olarak alınmak için ge çerli nedenleri bulunanın özelliği. G erçekleşebilir olm a açısından geçerli nedenli olmakla birlikte yan lığı payı da taşıyanın durumu. Mut lak ölçülerde kesin olmamakla bir likte yanlıştan çok doğruya, olmaz dan çok olabilire yakın olanın du rumu. Gerçekleşebilmek için sağ lam nedenleri olmakla birlikte ger çekleşip gerçekleşmeyeceği biline mez olanın durumu. (Bk. OLUM SALLIK)
O L A S IC IL IK (fr. probabilisme-, alm. Probabilismus; ing. probabilism). Dogm acılıkla kuşkuculuk arasında yer alan ve bilgide mutlak doğruluk olamayacağını, ancak biri öbürüne göre daha olası görüşler bulunabileceğini bildiren eskiçağ ahlak öğretisi. Yeni Akademi’nin kurucusu Arkesilaos gerçeğin ke sin bir göstergsi olmadığını, buna
O L G U (fr. ph én o m èn e; alm. Phänom en; ing. phenom enon). Duyu organlarıyla algılanabilir olan. Ruhsal alanda da fiziksel alanda da kendini bilince açan. Hum e’da tek gerçeklik olan dolaysız deneysel ve ri. Kant’da “bizim için” olan ya da olası deneyin koşulu olan, buna gö re uzayda ve zamanda kendini gös teren, böylece bilginin an gerecine
OLGUBİLİM olduğu kadar kendinde şey’e yani Notımenon'a karşıt olan. Çağdaş olgubilimcilerde gerçek varlık ola rak değerlendirilen dolaysız deney sel veri. En genel anlamda olgu, bi limin konusunu oluşturan şeydir. Bütün bilimler kendi alanlarının özel koşullarına göre ya da konuları ve yöntem leri çerçevesinde olgular araştırmasına yönelirler. Özellikle Kant olguyu “olası deneyin nesne si” olarak anlar. Zaman ve uzay ka tegorileri çerçevesinde kendini or taya koyan her şey olguyla ilgilidir. Böyle olmakla olgu bir belirlenim alanı olan dış dünya koşullarıyla be lliğindir. Kısacası bilinçli özneye gö rünen ve kendini ya iç duyumda ya da dış duyumda ortaya koyan her şeye olgu diyebiliriz. Buna gö re dışsal ya da fiziksel olgulardan olduğu kadar içsel ya da ruhsal ol gulardan da sözedebiliriz. Öyleyse bilincin çeşitli etkinliklerini, dü şünceleri, duyguları, izlenimleri de birer olgu saymak yanlış olmaya caktır. (Bk. NOUM ENON, OL GUBİLİM) O L G U B İL İM (fr. phénoménolo gie', alm. Phänomenologie', ing. phenomenology). Olguların tanıtlamalı incelemesi. Bir olgular bü tünüyle ilgili tamtlamalı inceleme. Uzamda ve zamanda kendini gös teren her türlü olguyla ilgili incele me. Olguların yapılarını inceleme ye ve tanıtlamaya, onların uzamda ve zamanda bilince açılmalarının koşullarım araştırmaya dayanan fel sefe anlayışı ya da yöntemi. Hus-
serl’in felsefi yöntemi ve dizgesi. Bugün olgubilim denilince özellikle Husserl felsefesi ve bu felsefenin özünü oluşturan yöntem anlayışı anlaşılır. Husserl felsefede Descartes gibi köktenci bir tutum almak ister, eski metafiziği eleştirerek so muta yönelmeyi öngörür. Somuta dönüş gerçekte şeylerin ve fikirle rin kökel sezgisine yöneliştir. Olgubilimin tek amacı olguların özle rini yakalam aktır diyebiliriz. M. Merleau-Ponty şöyle der: “Olgu bilim özler incelemesidir. Ona gö re, tüm sorunlar özlerin tanımlan masına götürülür, örneğin algının özünün, bilincin özünün tanımlan masına.” Husserl’e göre olgubilim araştırması bilimsel nitelikli bir araş tırmadır, hatta filozof bu anlamda felsefenin bilim olduğu inancında dır. Onun başlıca amacı varoluşun ne olup ne olmadığını bilimsel dü zeyde ortaya koymaktır. Husserl için önemli olan kesin bilgiler orta ya koymak değil, Descartes’çı an lamda kesin bir apaçıklığa ulaşmak tır. Bu apaçıklık da kendini bizim düşünen ben’imizin varlık’ı varlık olarak sezme deneyinde göstere cektir. K ısacası felsefe yapm ak Husserl için olguya yönelmektir. Husserl Bir olgubilim için yöneti ci fikirler adlı kitabında şöyle der: “Ayrıcalı yerini öbür bilimler kar şısında belirleyerek giriş yaptığımız ve ayrıca felsefenin temel bilimi olarak kurmak istediğimiz arı ol gubilim tam anlamında yeni bir bi limdir, temel özellikleri onu doğal düşünceye yabancı kılar, öte yan
OLGUCULUK dan o yalnız günümüzde gelişme ye başlamıştır. O, olgular bilimi di ye adlandırılır. Çoktandır öbür bi limler de olguya yöneliyorlar. Ruhbilimde bir ruhsal görüntüler ya da olgular bilimi bulmuyor muyuz?” H usserl’e göre varoluş kendisini öngören ya da kendisine yönelen bilince açılacaktır. Husserl olgubilimi dıştan içe yani varoluştan öze giderek kurar. Husserl bizi olgular karşısında titiz bir gözlemci kılmak ister: olgubilimci her türlü önyar gıdan sıyrılmış olarak gözlemler yapacaktır ve bir olguyu bütün yan larıyla görmeye özen gösterecek tir. (Bk. OLGU) O L G U C U L U K (fr. phénoménis me', alm. Phünomenalismus\ ing. phenomenalism). Yalnızca olgula rın yani nesnelerden aldığımız su num ların varlığını gerçek sayan, kendinde şey ya da Noumenon kav ramının boş olduğunu öne süren öğreti. Bu öğretiye göre zamanda ve uzamda kendini gösteren olgu ların dışında kalan ya da daha doğ rusu varolduğu düşünülen her şey saçmadır. Olguculuk tüm töz kav rayışını yoksar. Örneğin Hum e’a göre ne bedenin ne ruhun tözsel bir gerçekliği vardır. (Bk. OLGU, OLGUBİLİM) O LU M C U LU K (fr. positivisme', alm. Positivismus; ing. positivism). Bilgide olgular dünyasını ve onla rın temelindeki yasaları esas alan ve tüm metafizik yönelimleri dışla yan öğreti. “Olumculuk gerçek ve
rilerden yola çıkarak düşüncenin birliğine ulaşmaya çalışır” (Höffding). Olumculuk denilince Auguste Comte’un ve onun gibi düşünen bazı filozofların, bu arada JohnStuart M ill’in ve Spencer’in felse feleri düşünülür. O lum culuğun kökleri çok eskiye, her şeyden ön ce Rönesans’la birlikte gelen bilim ci bakış açısına, Galileo Galilei’nin görüşlerine, daha çok B acon’ın ve Descartes’ın felsefelerine dayanır. Olumcu bakışa göre insan zihni şeyleri mutlak yapıları içinde kav ramaya, onların gerçek nedenlerini ortaya koymaya yatkın değildir, bu yüzden olgulara, olgulararası gö reli ilişkileri kavramaya yönelme m iz gerekir. C om te şöyle der: “Mutlak tek bir kural vardır, o da mutlak diye bir şeyin olmadığıdır.” Bacon gibi Comte da dünyayı de ğiştirmek adına bilime ve felsefeye büyük görevler düştüğüne inanır. Olumculukta bilim kavramıyla fel sefe kavramı birbirine oldukça ya kın durur. Com te’a göre bilim bize doğruyu gösterir: doğruyu görmek eylem için bir gerekliliktir. Filozofa göre bilimden öngörü doğar, ön görüden de eylem doğar. Özetle, Comte olumcul uğu sonsuz bir bi lim inancına dayanır. Comte olumculukla ilgili görüşlerini 1830-1842 arasında oluşturduğu Olumlu fe l sefe derslerinde açıkladı, daha son ra 1844’de yayımladığı Olumlu dü şünce üzerine konuşma'da geliştir di. Felsefe dersleri'm n başında şu sözlerle karşılaşırız: “Olumlu felse fenin gerçek doğasını ve özel öz-
OLUMLAMA yapısını uygun bir biçimde açıkla yabilmek için önce bütünü içinde ele alman insan düşüncesinin geli şen ilerleyişine bir göz atmak kaçı nılmazdır, çünkü herhangi bir kav rayış en iyi tarihiyle anlaşılabilir. Böylece insan düşüncesinin bütün sel gelişimini onun en basit ilk atılımından günümüze kadar çeşitli et kinlik alanlarında inceleyerek, onun değişmez bir zorunlulukla bağlı ol duğu ve bana gerek bizim düzeni mizin bilgisiyle sağlanan ussal ka nıtlarla gerek geçmişimizin dikkatli bir biçimde gözlemlenmesiyle elde edilen tarihsel doğrulamalarla sağ lam bir biçimde ortaya konulabilir görünen bir büyük temel yasayı or taya çıkardığım a inanıyorum .” Auguste Comte’un sözünü ettiği ya da temellendirdiği yasa üç durum y a s a s j’dır. A u g u ste C o m te’un olumculuğu her şeyden önce bir bilimler felsefesi, daha sonra da bir siyaset ve din anlayışıdır, ne var ki bu üç alan birbirinden ayrı alanlar değil, tersine birbirini tamamlayan alanlardır. Bu alanların açıklanması üç durum yasasında dile gelir. Bu na göre insanlık dinbilimsel durum, metafizik durum ve olumcu durum olmak üzere üç dönem yaşamıştır. Dinbilimsel durum insanlık yaşa mının ilk evresini oluşturur ve in sanın her bilmediği, anlayamadığı şeye aşkın bir yorum getirdiği dö nemdir. Bu dönem de insanoğlu usundan çok imgelemini kullanmış, bununla açıklamalardan çok yakış tırmalar yapmıştır. Metafizik du rumda mitolojik tanrısal güçlere du
yulan inanç dağılmış, böylece me tafizik kavramların araştırılmasıyla insan zihni mutlak’ı bulmaya yö nelmiştir. Üçüncü dönemde, olum cu dönemde, mutlak araştırması nın yerini göreli araştırması almış tır. Usun imgeleme baskın olduğu bu dönemde insanoğlu deney ol gularıyla, bu olgular arasındaki ilişkilerle, bu olguları belirleyen ya salarla ilgilenmiştir. Bu noktada Auguste Comte’un siyaset anlayışı belirir: artık toplumları olumcu bir anlayışla yeniden düzenlemek ge rekmektedir, bunun için düşünürle rin ve sanatçıların etkin olduğu bir manevi ortam yaratmak gerekmek tedir. Auguste Comte bu yeni dö nem için yeni bir din önerir, bu da elbette olumcu din olacaktır. Her hangi bir aşkın varlığı gerekli kıl mayan bu yeni dinde tek tapılası güç insanlık olacaktır. İngiltere’de John- Stuart Mili olumculuğu uy gulamaya yönelik bir anlayışla ge liştirmeye yöneldi. Onun felsefesi çağrışımcılığa dayanan bir deney ciliktir. Mili felsefesinde yararcı ah lak anlayışı özgürlükçü siyaset an layışıyla bütünlenir. Auguste Comte anlayışını pekçok yönüyle benim seyen Mili olumcu din anlayışına karşı çıkar. (Bk. BİLİM, META FİZİK) OLUM LAM A (lat. affirmatio; fr. affîrmation', alm. Behauptung, Bejahung; ing. affîrmation). Bir yar gının doğru olarak belirlediği dü şünce edimi. Olumlu ya da olum suz bir yargının doğruluğunu be
377
OLUMSALLIK lirleme. (Bk. OLUMSUZLAMA) OLUMSALLIK (lat. contingent', fr. contingence; alm. Kontingenz, Zufälligkeit', ing. contingency). Zorunluluğun karşıtı olan durum. Olabilir ya da olmayabilir olanın özelliği. Varlığının nedeni kendisin de olmayanın özelliği. (Bk. OLA SILIK) OLUMSUZLAMA (lat. negatio; fr. négation', alm. Verneinung', ing. négation). Bir yargının yanlışlığını belirten düşünce edimi. Bir öner meyi yadsımaya dayanan düşünce edimi. (Bk. OLUMLAMA) OLUŞ (fr. devenir, alm. Werden; ing. becoming). Bir durumdan bir başka duruma geçmekle belirgin değişim. Bir durumdan bir duru ma, bir andan bir ana geçiş. Geçiş anlam ında değişim. B ir varlığın sürekli değişimi. Oluşu gerçek an lamda ilk belirleyen Herakleitos ol du. Her şeyin tam bir oluş içinde akıp gitmekte olduğunu bildirdi. “Aynı ırmağın suyunda iki kere yı kanılmaz” diyordu. Hegel felsefe sinde oluş temel kavramlardan bi rini oluşturur, bu felsefede sürekli değişim içinde bulunan, sürekli oluş durumunda olan bir varlık sözkonusudur. Spencer’in evrimciliği de oluş fikri üzerine temellenmiştir. (Bk. DEĞİŞİM, EVRİM, LOGOS) OLUŞUM (lat. genesis; fr. genèse; alm. Genesis; ing. genesis). Bir şe yin belli bir duruma gelmesi ya da
belli bir yetkin yapı kazanması sü reci. Oluşum doğumla gelişimi içe ren bir süreçtir. (Bk. OLUŞ) ONÎRİZM Bk. DÜŞÇILGINLI-
ĞI. ORGANCILIK (fr. organicisme; alm. Organizismus; ing. organicism). Canlıcılığa karşıt olarak ya şamı organlaşmanın sonucu sayan öğreti. Bu öğretiye göre yaşam or ganların basit etkinliğiyle ortaya çık mıştır. Oıgancılık aynı zamanda bir toplum kuramıdır, buna göre top lum bir organizm a gibidir. (Bk. CANLICILIK) O RTAK (fr. com m un; alm . gemein; ing. commori). Aynı anda birçok varlıkla ilgili olan. Belli bir yerde ve belli bir zamanda birçok kişiyi ya d a b irç o k n esn e y i ilgilendiren. Ortak duyu (fr. sens commun; alm. Gemeiner Verstand; ing. common sense), eski ruhbilim kavrayışında çeşitli duyu organla rının verilerini bir araya toplayan ve onların bileşimini kuran duyu ya da skolastiklerin deyişiyle “insanın duyulur yaşamın olgularını alması nı ve duyu verilerini birleştirmesini sağlayan duyulur bilinç”. Descartes bu kavramı olduğu gibi benim semiştir. (Bk. DUYU) ORTAKLAŞMACILIK (fr. collectivisme; alm. Kollektivismus; ing. collectivism). Üretimde ve da ğıtımda devlet denetimini savunan, yalnızca bazı tarla, maden ocağı ve
OTARŞİ fabrika gibi üretim araçlarında özel mülkiyeti tanımayan, başka alan larda özel m ülkiyeti sürdürmeyi amaçlayan iktisat öğretisi. Sosya listler M arsilya’da toplanan İşçi Kongresi’nde (1879) bazı üretim araçlarının ortaklaştırılmasını iste mişlerdi. Daha önce, 1869’da Basel’de toplanan sosyalistler bu te rimi ortaya atarken M arx’çıların devlet sosyalizmine karşı devletçi ve merkeziyetçi olmayan bir top lumsal düzen önermişlerdi. Zaman la “ortaklaşmacılık” sosyalizmi an latmak için kullanılır oldu. (Bk. SOSYALİZM) ORTAM (fr. millieu; alm. Mitte; ing. middle). Birkaç şeyin ya da bir çok şeyin arasında kalan yer. Za manda ve uzamda iki ucun arasın da kalan yer. Herhangi .bir şeyin yerleştiği alan. Uçlardan eşit uzak lıkta olan orta yer. Bir ya da birkaç şeyin kapladığı alan. Fiziksel çev re. Toplumsal çevre. Felsefede or tam sorunu XIX. yüzyılın evrimci eğilimleri arasında kendini göster di: organizma bulunduğu ortama hangi koşullar altında uymaktaydı, buna göre ortam organizmada ka lıtımsal değişmeleri hangi koşullar altında yaratmaktaydı? Organizma nın ortamda geçirdiği değişiklikler konusunu geniş çerçevede ilk ola rak ele alan Lam arck oldu. Lamarck organizmanın ortamda uğ radığı değişimlere şu çok ilginç ol guyu örnek gösteriyordu: Afrika ’da kuraklık başgösterince ve ağaç yapraklan yükseklere çıkınca zü
rafalar yapraklara uzanabilmek için çaba gösterdiler, bu yüzden onlann boyunlan uzadı, bu arada ön ba cakları da uzadı. Lamarck’dan son ra D arw in o rtam la organizm a ilişkisini geniş çerçevede ele aldı. Bugün ortam daha çok toplumbi limle ve ruhbilimle ilgilidir. Bugü nün toplumbilim araştırmaları özel likle ortamın bireysel yaşam üze rindeki, bireyin duygusal ve düşün sel yaşamı üzerindeki etkilerini ko nu edinirler. Ruhbilim çerçevesin de ortam her türlü ruhsal alışveri şin ya da ruhsal etkileşimin gerçek leştiği yerdir. Ortam bireyi doğum dan ölüme kadar etkiler ve hatta biçimler. Birey çok zaman bu olu şumun farkında değildir. İnsan bi reyi bir insani ortama değil de bir doğal ortama doğsaydı bir yırtıcı olacaktı. Ancak insani bir ortamda bireyin insan olma koşullarını ger çekleştirme şansı vardır. Yapılan araştırmaların tümü bireyin yetiş mesinde ortamın birinci planda et kin olduğunu göstermektedir. (Bk. EVRİM, UYMA) ORTATERİM (fr. moyen terme; alm. M ittelbegriff, ing. m iddle terme). Mantıkta büyükterimle küçükterim arasında bağlantı kuran aracı terim . “İnsan m em elidir / Sokrates insandır / Sokrates me melidir” tasımında “insan” ortaterimdir. (Bk. BÜYÜKTERİM, KÜÇÜKTERİM) OTARŞİ Bk. KENDİNEYETME.
OYUN O T İZ M Bk. KENDİNEKAPALILIK. O T O N O M İ Bk. ÖZERKLİK. OYUN (lat. jocus; fr. jeu; alm. Spiel] ing. play). Doğrudan doğ ruya yarargözetir olmayan ruhsal ve bedensel etkinlik. Haz almaya dayalı ruhsal ve bedensel etkinlik. Ruhsal ve bedensel etkinliğin ba şarı ve başarısızlık belirleyecek kura lla rla d ü ze n le n m iş b içim i. Nietzsche “Gerçek insanın iki ar zusu vardır: tehlike ve oyun” diye rek insan yaşamında oyunun öne mini gösterdi. Latincede jocus, lud u s’a. yani “iş”e karşıt olarak “eylenme”yi belirliyordu. Oyun, özel likle çocukta, amaçsız içgüdüsel et kinliği belirler. Çocuk oyununu ku rallardan çok kendiliğinden eylem lere dayandırır, bu eylemlerin ger çekleşmesinde imgegücü başlıca belirleyici güçtür. Buna göre çocuk oyunları çok zaman düzenlenme miş yani kendiliğinden edimlerle oluşur. Bu edimler bir enerji bo şalımıyla birlikte çocuğa dünyayı ta nıma eğilimi kazandırırlar. Çocuk dünyayı oynayarak tanır, nesnele rin niteliklerini ve ilişkilerini oyna yarak öğrenir. Buna göre oyun bü yük gelişimlere yol açan ciddi bir iştir. Çağdaş eğitimle ilgili araştır malar bize oyunun insan yaşamın
380
da, özellikle çocuğun yetişmesin de büyük bir önemi olduğunu gös terdi ve eski zamanlarda yararsız ve hatta zararlı sayılan oyunu ye niden değerli kıldı. Bu yüzden oyun giderek eğitimin vazgeçilmez bir öğesi durumuna geldi ve oyunla eğitim yöntemlerinin geliştirilmesini sağladı. Ruhhekimliğinde oyun iyi leştirici bir etkinlik olarak düşünül dü ve bu çerçevede yöntemler ge liştirildi. Bu arada sanatın çocuk luktaki oyun deneyimlerinin veri lerini kullanan bir tür oyun olarak değerlendirildiği görüldü. Buna gö re oyun in san y a şa m ın ın çok önemli bir öğesidir, insanın dünyay la ilişkisinin ilk ve en köklü biçimi dir. Bebeğin nesnelere yönelişi oyu nun en doğal ve en yalın biçimi ola rak görünür. Bebeklikten sonraki dönemde oyun düşle eylemin bir likteliği olarak belirir. Oyunun en yetkin biçimi elbette sanatta ortaya çıkan biçimidir. Sanatsal oyunun amacı dünyayı tartışmak, dünyayı açıklamaktır. Özgür eylem ve öz gür düşünce sanatta bireysel do yumun sınırlarını aşar ve bir insan araştırması özelliği kazanır. Oyun da birey dünyaya kavuşur, dünyay la bütünleşir. Oyun deneyi yarargözetmez bir deney de olsa en ya rarlı deneylerden biridir. (Bk. SA NAT)
o ■ ■
Ö D EV (fr. devoir; alm. Pjlicht; ing. d u ty ). T o p lu m sal o la ra k gerçekleştirilmesi gereken edim. Ahlaki açıdan yerine getirilmesi ge reken yükümlülük. Bireyin ahlak açısından yapmak zorunda olduğu şey. Ödev duygusu ahlaki davra nışın temelinde yer alır ve toplum sal yaşamın bir gereği olarak orta ya çıkar. Kimi düşünürler ödevin aşırı bağlayıcı görünümünden te dirgin olmuşlardır. Başta Comte ol mak üzere bazı filozoflar da ödevi hakla özdeşleştirecek kadar ödevcidirler. Örneğin Comte şöyle der: “Kimse ödevini yapmanın ötesin de haklara sahip değildir.” Kant ödevi ahlaki yaşamın temeline yer leştirir ve şöyle der: “Dünyada iki güzel şey biliyorum: başımızın üs tündeki yıldızlı gök ve yüreğimiz deki ödev duygusu.” Kant’a göre Fikir’lere yönelen Us ( Vernunft) uygulamalı us olarak ödevlere yö nelir. A nlık’la elde edilen zorunlu ve evrensel yasalar yanında U s’un belirlediği ahlaki yasalar ya da ev rensel ve zorunlu ahlaki gerekler yani ödevler vardır. Bu ödevler hiç
bir ayncalılık ortaya koymadan bü tün bireyleri, dünyadaki bütün in sanları ilgilendirirler. Böylece ahlak yasaları insana eksiksiz ya da ke sin bir zorunluluk getirir. Kant bu na koşulsuz buyurucu |der. Bu ko şulsuz buyurucu tüm ahlak yasa larının a priori biçimidir. Ahlaki ya şamı kuran tek şey işte bu mutlak buyurucudur. Bu koşulsuz buyu rucuya dayanarak uygulamalı us bir temel bileşimsel a priori yargı ortaya koyar. Kant bundan üç for mül elde eder: 1 . “İsteminin kuralı her zaman evrensel bir yasanın il kesi olarak alınacak biçimde dav ran.” Ya da kısacası “Eylemin ev rensel bir yasa ortaya koyabilecek miş gibi davran.” 2. “Kendi kişili ğinde ve başkalarının kişiliğinde in sanlığı hiçbir zaman basit bir araç olarak değil de bir amaç olarak ele alabilecek biçimde davran.” 3. “İs temin kendisini kurallarıyla evren sel yasalar ortaya koyan bir şey ola rak algılayabilecek biçimde dav ran.” (Bk. BUYURUCU) Ö D EV B İLG İSİ (fr. déontologie',
381
alm. D éontologie; ing. deontology). Bir meslek topluluğuna bağlı insanların uyması gereken kuralla rı araştıran bilgi alanı. Terimi Bentham ortaya attı. 1834’de yani ölü münden iki yıl sonra yayımlanan yapıtının adı Deontology or the sci en ce o f m o r a lity ’yd i (A h lak biliminin ödevbilgisi). Ödevbilgisi kavramını ödev kavramına bağla yıp çıkm ak olm az. Ö devbilgisi çeşitli mesleklerde davranışın ku rallarını koymaya çalışan bir bilgi alanıdır. Bu bilgi alanı özellikle tıp bilimiyle ilgili gibidir. (Bk. ÖDEV) Ö F K E (lat. choiera; fr. colère; alm. Zorn; ing. anger). Şiddete eği limli aşırı ve ani heyecan. Davra nışlarda açınlanan, yüz çizgilerin de, el kol sallayışlarda kendini belli eden taşkın öfkeyle davranışlara çok az yansıyan, düşünce düzeyin de olup geçen sessiz öfkeyi birbi rinden ayırmak gerekir. Birincisi kı sa erimde şiddete eğilimliyken İkin cisi şiddeti ancak uzun erimli bir tasarımda gerçekleştirmeyi amaç lar ya da hiç böyle bir amaç güt mez. Öfke çok zaman bir haklılık belirtisi gibi algılansa da, haksızlı ğa uğrayan kişinin olağan tepkisi gibi değerlendirilse de genellikle bir sorumsuzluk yansımasıdır. Kişi bir sorunu çözmekte eksik kaldığı ve çeşitli nedenlerle kendini çaresiz duyduğu zaman öfkelenir. Düşü nülmüş, tasarlanmış öfke öfke ol maktan çıkar, gene de tam anlamın da duygusal temellere dayalı öfkey le düşünceden kaynaklanan öfkeyi
birbirinden ayırmak gerekir. Öfke de bir düşünsel tutarlılık bulmak da olasıdır. Buna göre Nietzsche şöy le der: “Aşkın ateşiyle öfkenin ate şi tüm erdemlerde parıldar.” An cak öfke çok zaman duygusal kö kenlidir ve yoksunluklardan besle nir. Yoksunluklarını aşamayan kişi öfkeye kapılır. Kişilik aksamaları nın kapatılmasında da öfke belirle yici görünür. Hatta çok zaman öf ke kendisiyle ilgili nesneye değil de bir başka nesneye yönelir. Kendi sini kızdıran arkadaşını dövemeyeceğini anlayan çocuk kediye ya da masaya tekme atar. Öfke durumun da bilincin bulandığı, denetimin or tadan kalktığı çok görülür. Kişi o gibi durumlarla ilgili olarak daha sonra “ne yaptığımı bilmiyorum” diyecektir. İyi eğitim görmekle ki şilik aksamaları göstermeyen kişi ler herhangi bir olum suz durum karşısında kendilerini tutmayı ve öfke bunalımına girmemeyi bilen kişilerdir./ Michel de Montaigne: “Yargıların içtenliğini öfke kadar sarsan birbaşka tutku yoktur.” / Molière: “Tanrı katında korkacağın bir şey yoksa onuru kırılmış bir kadının öfkesinden kork.” / C.-P. C o la rd e a u : “ İyi in s a n la rın yüreğinde öfke güçlü bir bağışlama gereksinim inden başka bir şey değildir.” / Simone de Beauvoir: “A şktan doğm uş öfkenin aşkı öldürmesi yaman bir çelişkidir.”/ M arcu s A u re liu s: “ Ö fk e n in so n u çları n e d e n le rin d e n daha ciddidir. / Publilius Syrus: “Öfkeyi yenm ek en b ü y ü k d ü şm an ın ı
ÖLÜM yenmektir.” “ Öfkeden başka hiçbir şey gecikmeden kazançlı çıkmaz.” /B. Franklin: “Öfkeli adam vahşi bir ata binm iştir.” / T ürk atasözü: “ S usk u n ad a m ın ö fk e sin d e n , yumuşak başlı hayvanın çiftesinden koru k e n d in i.” / L o u is XIV: “K ral o lm asay d ım öfkeye kapılabilirdim.” /Sokrates: “Öfkeli olmasaydım seni dövebilirdim.” / Euripides: “Öfkesinde çok ateşli bir toplum sönmeye hazır parlak ateş gibidir.” / Seneca: “Us doğru olan üzerine karar vermek ister, öfke k arar v e rile n şey in d oğru bulunmasını ister.” (Bk. HEYE CAN, ŞİDDET) Ö G E (fr. élément', alm. Element; ing. element). Bir bütünün en kü çük parçası. Bir sınıfın üyesi. İlk sel olan. İlksel bilgi. Bir bileşimin en basit bileşeni. Ö Ğ R E T İ (lat. doctrina; fr. doct rine; alm. Lehre; ing. doctrine). Öğretilen şey. Felsefi ya da bilim sel çerçevede doğru diye önerilen. Öğreti doğru diye bilinen ya da önerilen bütünlüklü bir fikirdir, bir bilgi alanıyla ilgili temel bilgileri or taya koyar. Öğreti genel bilgiye ya da genel kavrayışa temel olan azçok belirgin temel bilgiler toplamı dır. Öğreti bir bilgi toplamının bü tününü değil ana çizgilerini belirler, bu yanıyla tartışılmaktan çok gös terilmeye ya da hatta öğretilmeye açıktır. O bir dogma belirleyiciliğin de olmasa da belirleyici yanlarıyla belirgindir. Her gerçek öğreti sağ
lam bir bütünsellik ve mantıksal bir tutarlılık gösterir.B ilimle öğretiyi birbirinden ayıran, bilimin açıkla yıcı, öğretinin önerici olmasıdır. Öğreti kuramla eşanlamlı olarak da alınmaktadır. (Bk. DOGMA, KU RAM) Ö Ğ R E T İC İ (fr. didactique; alm. didaktisch; ing. didactics). Eğitim le ilgili olan. Öğretimle ilgili olan. Bilgi geliştirici niteliği olan. Bir ko nuyu açıklamak için oluşturulmuş olan.Sanat kaygısı gütmeden salt bilgi vermek ya da bir ahlak kuralını benim setm ek için oluşturulm uş san a t y a p ıtla rı ö ğ re tic i diye nitelendirilir. Ö LÇÜ T (lat. critérium; fr. critère; alm. Kriterium, Merbnatç, ing. criterion). Bir şeyi anlamaya yara yan belirti. Bir şeyi yargılamakta te mel alınabilecek belirti. Bir yargiÿa temel olan dayanak. Doğru olanı yanlış olandan ayırmamızı sağlayan ilke. Değerleri ortaya koymamızı sağlayan dayanak. Felsefede ölçü tü sağlayan her filozofun ortaya koyduğu temel kavrayıştır, bu te mel kavrayış ayrıntılarıyla bilgikuramında içerilmiştir. Bilgikuramı bir felsefede tüm bilgiler için ölçüt oluş turacaktır. (Bk. BİLGİKURAMI) Ö LÜ M (lat. mors; fr. mort; alm. Tod; ing. death). Yaşamın sonu. Yaşamsal işlevlerin son bulması. İn sanlar ölüme her zaman kaygıyla baktılar. Ölümden sonraki yaşam fikri bu kaygıyı elbette artırıyordu.
383
ÖLÜM
384
Ölümden sonraki yaşam gerçekten var mıydı, varsa nasıldı? Ölümden sonraki yaşam fikrine günah fikri, cezalandırılma fikri bağlandı. Öbür dünya buna göre adaletin gerçek leştiği bir ölümsüzlük katı olacak tı. Tüm eski uygarlıklarda ahiret fikriyle birlikte ölüm korkusu yer alır. Ölümden korkmamak gerek tiği düşüncesi ilkin eski Yunanis tan ’da ortaya çıkmıştır. Atomcu luk bir öbür dünya fikrini olanak sızlaştırıyordu. Varolma bileşimle açıklandığına göre ölüm de dağıl m adan başka bir şey olmayacaktı. Epikuros’a göre yaşam bir bileşim, ölüm bir ayrışımdır. Epikuros ölüm den sonraki yaşamı olanaksız gö rerek insanı ölüm korkusundan kurtarır. Epikuros şöyle der: “Her türlü kötülüğün en korkuncu ola rak görünen ölüm bir kuruntudan başka bir şey değildir, çünkü ya şam sürdükçe o yoktur, o gelince de ruh artık yoktur. Bu yüzden ölüm ne yaşayanları ne ölüleri et kiler. Yaşayanlar onun vuruşlarını duymazlar, artık varolmayan ölü lere de onun zararı dokunmaz.” Ay nı görüşü latin filozofu Seneca sa vunur ve şöyle der: “Post mortem n ih il est ip sa g u e m ors n ih il” (Ölümden sonra hiçbir şey yoktur ve ölüm hiçbir şey değildir). Önem li olan ölümü düşünmemek ya da ölümü önemsememektir. M.T. Cicero şöyle der: “Emori nola: sed me esse mortuum nihil aestumo” (Ölmek istemiyorum, ölmeyi de hiç önemsemiyorum). Aynı düşünce yi Spinoza’da buluruz: “Özgür in
san ölümden başka bir şeyi düşü nür, bilgelik ölümü değil yaşamı dü şünmektir.” Oysa Stoa filozofları yaşam kadar ölüm ü de önemsemişlerdir. Yaşam karşısında tam anlamında soğukkanlı olan Stoa fi lozofu ölüm karşısında da soğuk kanlıdır. Yaşam kadar ölüm de do ğaldır ona göre. Ağaçlar gibi insan lar da ölecektir. İnsana düşen, gü zel bir ölümle, insana yaraşır bir ölümle ölmektir. Ölüm geciktiği za man Stoa’cı ölümünü kendi eliyle gerçekleştirir. Stoa’cı yaşamına son vermek konusunda kararlı ve be ceriklidir. Marcus Aurelius şöyle der: “Ölüm doğanın bir isteminden başka bir şey değildir, doğanın is tem inden korkan da çocuktur.” Epiktetos da şunları söyler: “Bili yorum, doğan her şey ölmek zo runda, bu bir doğa yasası. Öyley se ben de ölmeliyim. Ben ölümsüz lük değilim. Ben bir insanım, bütü nün bir parçasıyım, saat nasıl gü nün bir parçasıysa. Saat gelir ve geçer. Ben gelir ve geçerim. Geçiş biçimi önemli değil. Ateşle ya da suyla. H epsi b ir.” M o n taig n e Stoa’cıların intihar düşüncesine karşı çıkar. F elsefeyi ölüm den korkmamayı öğreten bir bilgi alanı olarak gören düşünüre göre yaşa mın baş düşmanı ölüm değil acı lardır, öte yandan insanın kendini ölüme hazırlaması gerekir. “Felse fe yapmak ölmeyi öğrenm ektir” der Montaigne. “Dünyanın tüm er demi ve tüm sözleri gelir bu nok taya, ölümden korkmamak nokta sına dayanır.” M ontaigne’e göre
ÖNCESEL UYUM ancak ölümden korkmamayı bece rebilen kişi ilerleyebilir. / Konfuçius: “Kuş ölüme yaklaştı mı şarkısı acı olur, insan ölüme yaklaştı mı sözleri erdemle dolu olur.” / Publilius Syrus: “Bir başkasının istemiy le ölmek iki kere ölmektir.” / P.J. Martin: “Ölüme karşı duracak kale yoktur.” / A. Comte: “İnsanlık di rilerden çok ölülerden oluşmuştur.” t Maynard: “Burada bekliyorum ölümü - Arzulamadan ve korkma dan.” / Voltaire: “Her şey yitip git tiğinde, umut yokolduğunda - Ya şam bir yüzkarasıdır, ölüm de bir ödevdir.” / C. Delavigne: “Yaşam da her adım ölüme doğru bir adım dır.” / Montaigne: “Doğumumuz bize her şeyin doğumunu nasıl ge tirdiyse, ölümümüz de bize her şe yin ölümünü getirecek.” “En istemli ölüm en iyi ölüm dür.” “Ölümü önemseyerek yaşamı güçleştiriyo ruz, yaşamı önemseyerek de ölü mü.” “Ölüm yaşamın amacı değil sonudur.” / F. Maynard: “Ruhum, artık gitmeli. İşimiz bitti artık, - Son günüm geçecek ufkun üstünde. Ö zgürlükten korkuyorsun. Sahi bıkmadın mı - Altmış yıl yaşadın duvarların içinde?” / Schopenhauer: “Ölüm olmasaydı insan felsefe yapamayacaktı.” (Bk. İNTİHAR, YAŞAM) ÖLÜM SÜZLÜ K (lat. vnmortalitas; fr. immortalité', alm. Unsterblichkeif, ing. immortality). Ölümlü olmayanın durumu. Ölü me konu olmayanın özelliği. İnsan ların belleğinde sürekli olarak var
lığını sürdürenin durumu. Ölüm süzlük fikri insanın ya da ruhun ölümden sonra da varlığını sürdü receği inancına dayanır. Bu inanç dinlerin tarihi kadar eskidir. Platon ruhun ölümsüzlüğünü Orpheus’çuPythagoras’çı inanç çerçevesinde felsefenin temeline koymuştu. Tektanncı dinler, en başta hıristiyanlık ve İslamlık ruhun ölümsüzlüğünü benimsedi. (Bk. ÖLÜM, YAŞAM) ÖLÜSEVME (fr. nécrophilie\ alm. Nekrophilis; ing. nekrophilism). Cesetlerle cinsel ilişkide bulunma ya yönelik sapıklık. Ölüsevme sadizmin bir biçimidir ve özellikle ka dından utanan erkek tipinde Tasla nılan bir hastalıktır. (Bk. SADİZM, MAZOHİZM) Ö N B İLG İ Bk. İLKBİLGİ. Ö N C E L (lat. antecedens; fi. antécédent', alm. Antecedent; ing. antecedent). Mantıkta sonucun çı karıldığı önerme. Mantıkta bir var sayımsal yargıda koşulu bildiren önerm e. K oşullanm ışı bildiren ardıl’a karşılık öncel koşullayanı gösterir. “A doğruysa B de doğrudur”da A öncel, B ardıldır. (Bk. ARDIL) Ö N CESEL UYUM (fr. harmonie préétablie', alm. Praestabilierte Harmonie', ing. p reesta b lish ed harmony). Leibniz öğretisinde ruh la bedenin öncesel olarak düzen lenmiş ilişkisi ve monadların kendi aralarında öncesel olarak düzenlen
385
ÖNCÜL miş ilişkileri. Leibniz’de monad de ğişken niteliklidir. Monad devinir, değişir, bir durumdan öbürüne ge çer. Her monad deviniminin ilkesi ni kendinde taşır, buna göre her m onadın devinimi ya da değişimi kendiliğinden olur. Bu devinimde ya da değişimde bir başka monadın mekanik etkisi sözkonusu değildir. Bir monad bir başka monadı doğ rudan doğruya etkileyemez. Monadların değişimleri karşılıklı bir düzen içinde olur. Bu düzenlenmişliğe öncesel uyum diyebiliriz. Leibniz ruh ve beden ilişkisini de bu uyumla açıklar. Kökel bir karşı lıklılıktır bu. Leibniz şöyle der: “Tanrı evren üzerinde sahip oldu ğu değişik görüşlerine göre çeşitli tözler yaratır. Tanrı’nın araya gi rişleriyle her tözün kendine özgü doğası şu özelliğe sahip olmuştur: tözlerden birinde olan bir şey tüm öbür tözlerde olan biteni karşılar, ama tözler birbirleri üzerinde ey lem de bulunam azlar.” Ö ncesel uyum Tanrı’nın varlığını da göste rir: “Organizmaların etkin sonsuz luğunda her yana yayılmış olan uyum ve ruhla beden arasındaki uyum bir Yüce Uyumcu’nun var lığına tanıklık eder.” (Bk. KOŞUT ÇULUK, MONAD) Ö N C Ü L (fr. p r é m is s e ; alm . Prämisse; ing. premiss). Tasımda sonucun çıkarıldığı önermelerden herbiri. (Bk. TASIM)
386
ÖNERM E (lat. propositio\ fr. proposition-, alm. Proposition-, ing.
proposition). Doğru ya da yanlış herhangi bir yargıyı anlatan söz. Bi çimsel mantıkta tümel olumlu öner meler A ile, tümel olumsuz öner meler E ile, tikel olumlu önermeler İ ile, tikel olumsuz önermeler O ile gösterilir. Tümel olumlu önermey le tümel olumsuz önerme arasın daki ilişki bir karşıtlık ilişkisidir. Tü mel olumlu önermeyle tikel olumlu önerme arasındaki ilişki de tümel olumsuz önermeyle tikel olumsuz önerme arasındaki ilişki de altıklık ilişkisidir. Tikel olumlu önermeyle tikel olumsuz önerme arasında altkarşıtlık ilişkisi vardır. Tümel olum lu önermeyle tikel olumsuz öner me arasındaki ve tümel olumsuz önermeyle tikel olumlu önerme ara sındaki karşısallık ya da çelişkililik durumu tümel olumsuz önermeyle tikel olumlu önerme arasında da vardır. (Bk. MANTIK, YARGI) Ö N G Ö RÜ (fr. prévoyance-, alm. Voraussicht; ing. foresight). Ola cağı önceden sezme yatkınlığı. İn sanlar daha çok kötü bir durumla karşılaşma korkusu içinde gelece ğin neler getireceğini merak eder ler. Geleceği görebilmek şimdiyi iyi değerlendirme kolaylığı verecektir, geleceği korkulan olmaktan çıka racaktır. Bir latin atasözü “Önce den görülmüş darbe daha az ağır olur” der. Bu yüzden geleceği ön görme ve geleceğe özenle hazırlan ma isteği insan ruhsallığının temel özelliklerindendir. Ancak öngörü için donanımlı olmak gereklidir. Bir hint atasözü de “Tavşan avlamak
ÖNYARGI için kaplanı öldürecek silahın olma lı” der. Geleceği görme gücü, bir yanılsamadan kaynaklanmıyorsa, gerçekliğin köklü ve sağlam bilgi siyle elde edilmiş bir kavrayışlılık olmalıdır. Ancak her zaman öngöriinün sınırlarını ya da ufkunu ger çeklerin ışığında doğru olarak be lirlemek ve öngörmekte ölçüyü ka çırmamak önemlidir.Jean-Jacques Rousseau bu sakınıklığm gereklili ğini şu sözlerle belirtir: “Her şeyi öngöremeyeceğimizi bilmek öngö rü için çok gereklidir.” Olumcu fel sefenin kurucusu Auguste Comte, eylem için öngörünün, öngörü için fcle bilimin gerekli olduğunu bildi rir. (Bk. SEZGİ) Ö N SEL (lat. dey. “a priori ”ye karşılık). D eneyden önce gelen. D eney sel’i karşılayan so n sal’a (a posteriorî) karşıt olarak önsel (apriori) her türlü deneysel etkin liği önceleyendir. Önsel olan tarih sel düzen açısından değil mantık sal açıdan öncelikli olandır. Leibniz bu çerçevede “önsel olarak değil de deneyle tanımak” diye bir söz kul lanmıştır. K ant’da önsel daha ge niş bir anlam kazanır, ona göre yal nız zaman ve uzay fikri değil, aynı zamanda yargıya biçimini kazandı ran ya da deney verileriyle birlikle bilgiyi sağlayan kategoriler de ön seldir, ayrıca usun fikirleri de (ev ren, töz) önseldir. Mikel Dufrenne şöyle der: “Her olumlu araştırma deneyselin üzerinde görülen önse lin sezgisiyle yönlendirilir. Çünkü deneysel önseli özelleştirir, onu giz
lemeden ve ona uyarlanarak özel leştirir. Deneysellik ancak özeli or taya koyar: algı için yalnızca deney vardır.” (Bk. SONSAL) Ö N Y A N IL G IL A R (lat. dey. “idola”ya karşılık). B acon’da ger çeğe yönelmemizi engelleyen en de rin ve en genel yanılgılar. B acon’a göre insan doğaya yönelmeden ön ce önyanılgılarını zihninden atma lıdır. İnsan kendisini bilime ancak böyle hazırlayabilir. Filozof insanın doğasından gelen önyargıları idola tribus yani soy önyanılgıları diye adlandırır. Biryapılı olan insan zih ni karmaşığı basit diye görme yan lışına düşebilir. Bu yanlışa düştü ğümüzde gerçekliği kendi ölçüleri mize göre anlamaya çalışırız. Ba con bireyin yapısmdan gelen yan lışları Platon’un mağara simgesin den esinlenerek idola specus yani mağara önyanılgıları diye adlan dırmıştır. Kişilik yapımız, eğitimi miz, ortamımız bu yanılgılara düş memizi kolaylaştırabilir. Gündelik konuşmanın bozulmuş biçimlerin den gelen önyanılgılar da çarşı önyanılgıları’dır (idola fori). Bu önyanılgılar sözün düşünceyi etkile mesinden doğar ve bizi olmayana inandırır. Daha çok felsefede gö rülen tiyatro önyanılgıları (idola theatri) yetkeye aşırı bağlılıktan kaynaklanır. Ö NYARGI (fr. préjugé; alm. Vorurteil; ing. prejudice). Öncesel yargı. Gerçek bir araştırmanın so nucu olmayan yargı. Acele veril
387
ÖRTÜKTASIM m iş y arg ı. Ö n y argı doğru düşünceye ulaşm ak için gerekli d ü şü n ce a ra ştırm a sın ı göze almayan ya da bilinci böylesi bir araştırm a için y eterli olm ayan kişinin herhangi bir konuda ortaya k o y d u ğ u te m e ls iz g ö rü ştü r. / Malebranche: “Önyargılar zihnin bir bölümünü tutar ve kalan bölü m ünü bozarlar.” / Montesquieu: “İnsanların önyargılarından kurtu labilmeleri için bir şeyler yapabilseydim kendimi insanların en mut lusu sayardım.” / Voltaire: “Önyar gılar, dostum, bayağının krallarıdır.” / J-J. Rousseau: “Çelişkili biri ol mayı önyargılı biri olmaya yeğ tu tarım.” / A.L. Thomas: “Yaşamın akşam ına ışık gerekm ez artık Uzun önyargılarımız bizi mezara kadar izler.” / Duc de Levis: “Ön yargılılar yabancı bir gök altında tüm güçlerini yitiren bitkilere ben zerler.” / W. Hazlitt: “Önyargı ca hilliğin çocuğudur.” / Publilius Syrus: “Önyargı can sıkıcıdır, çün kü h e r tü rlü yargıyı d ışla r.” / Friedrich II: “Önyargıları kapıdan atın pencereden girerler.” / Carlo Goldoni: “Ülkesinden ayrılmamış insan önyargılarla doludur.” / J. Chardonne: “Özgünlük çok zaman bir yığın önyargıdır.” / Hugo: “En küçük hayvanların en küçük kurt ları vardır, en küçük ruhların en bü yük önyargıları vardır.” / Proust: “Bugünün çelişkileri yarının önyar gılarıdır.” ÖRTÜKTASIM (lat. enthymema', fr. enthymème\ alm. Enthymem\
ing. enthymeme). Ya büyük öner mesi ya küçük önermesi ya da var gısı eksik olan usavurma. 1. Bü yük önermenin eksik olması: “Mernuş kedidir - M emuş dört ayaklı dır” 2. Küçük önermenin eksik ol ması: “Bütün kediler dört ayaklıdır - Memuş dört ayaklıdır” 3. Vargı nın eksik olması: “Bütün kediler dört ayaklıdır - Memuş kedidir.” (Bk. TASIM) ÖYKÜNM E (lat. imitatio\fr. imitation; alm. Nachahmung; ing. imitatiori). Başkası gibi davranmak. Başkası gibi yapmak. Başkası gibi düşünmek. Bile bile ya da bilinç sizce başkasını ömek almak. Baş kasına benzemeye çalışmak. Öy künme hayvanlarda da sık görülen bir olgudur, ancak öykünme daha çok insanla ilgilidir. Öğrenme bir çok bakımdan öykünmedin Birey kişiliğini öykünerek kazanır; önce başkası ya da başkaları olur, sonra kendisi olur. Tarde’a göre toplum öykünmeyle sağlanmış birçok ben zer davranışlar ortaya koyan bir in san topluluğudur: insanlar birbirle ri karşısında öykünme davranışları ortaya koyarlar, çünkü onlar basit çe öykünecek kadar alçakgönüllü olmadıkları gibi çok zaman yarata cak güçte de değillerdir. Bazı ya zarlar öykünmeye olumlu bakmaz lar. Gide şöyle der: “Öykünme ya salarını ben korkunun yasaları di ye adlandırıyorum.” Aristoteles’e göre tüm sanatsal etkinlik öykün meye dayanır. Genel yapısı içinde tüm öykünme biçimlerini öykünme-
edik (fr. mimétisme', alm. Nachah mung; ing. mimetism) diye adlan dırabiliriz. Bu konuda Paul Guilhum e şöyle der: “Öykünmenin in san yaşamında etkisi çok büyük tür. Sözcüğün en genel anlamıyla eğitimin en büyük bölümü, yani çevrenin davranma, sezme, düşün me biçimlerinin çocukta ve büyükte özüm lenm esi, gelenekle taşınan tekniklerin, dilin, gereksinimlerin, inançların, tüm kültürel öğelerin ge lişmesi öykünmeye dayanır.” C. Mélinand öykünmenin alışkanlıkla aynı yapıda olduğunu bildirirken şunları söyler: “Çocuklukta büyük bir rol oynayan, onuncu ve onbirinci aylardan sonra tüm edintileri, özellikle dilin edinilmesini açıklayan öykünme aynı düzeneğin yeni bir biçimidir. Her zaman bir işaret ve bir tepki v ardır: bu rad a işaret örnek'dir yani benzerlerimden bi rinin gerçekleştirdiği eylemdir ya da içinde bulunduğum ortamdaki tüm topluluğun gerçekleştirdiği bir ey lemdir. Tepki de benim gerçekleş tirdiğim aynı devinimdir. Örneğin bir toplantıda herkes ayağa kalkar, ayakta karşılanacak önemli kişinin kim olduğunu bilmeden ben de aya ğa kalkarım. Topluluğun devinimi doğal işaretlerle eşdeğerli olan ve onun yerini tutan bir işarettir: do ğal işaret tplantıya giden kişinin doğrudan doğruya algılanmasıyla olur.” Munn şöyle der: “İnsanlar başkalarının eylemlerini gözlemle yerek ve öykünerek çok şey öğ renirler, ancak bunun için onların her şeyden önce öykünmeyi öğ
renmeleri ve daha önce edinilmiş alışkanlıklarını kullanmayı bilmeleri gerekir.” (Bk. Ö ZDEŞLEŞM E, SANAT) Ö Z (yun. ousia; lat. essentia; fr. essence; alm. Wesen; ing. essence). Raslantısala karşıt olarak değişme den kalan. Bir şeyin temelini oluş turan. Varoluşa karşıt olarak bir varlığın doğasını kuran. Bir şeyin doğası, kendine özgü özelliklerini kuran temel yapısı. Varoluş nede ni. Bir şeyi vareden şey. Bir şeyin temel özyapılarının bütünü. “Öz” her şeyden önce değişkenle, raslantısalla, gelgeç olanla karşıtlaşır. Raslantısal olanı araladığımız za man geriye öz kalacaktır. Örneğin “Sanat özünde bir insan araştırma sıdır” dediğimde sanatın başlıca özelliğinin insan araştırması oldu ğunu, başka özelliklerinin daha son ra geldiğini, hatta onlara raslantısal özellikler yani olsa da olur olmasa da olur özellikler diyebileceğimi be lirtmiş olurum. “Öz” ve “varoluş” ayrımı felsefede özellikle dinci ba kış açısıyla ilgilidir ve Tanrı’yla onun yaratısı olan evren arasında ki ayrımda Tanrı’yı belirler. Bu ba kış açısına göre Tanrı’da öz ve va roluş bir bütün oluşturur. Ancak Tanrı katından uzaklaştığım ızda Tann’mn varettiği, varoluş duru munda olan, varoluşsal olan şey lerle karşılaşırız. Bu şeylerin özü Tanrı’dır ya da Tanrı’dadır. Varo luşçu felsefede öz varoluşu öncelemez. Sartre’ın deyişiyle “Varoluş özden önce gelir”. Bu da insan ya
ÖZCÜLÜK şamının önceden belirlenmediğini, insanın yaşarken kendini yarattığı nı ya da özünü kurduğunu göste rir. İnsan özünü özgür isteminin seçişiyle vareder. Demek ki önce den verilmiş bir yaşam ya da bir varoluş yoktur. / Descartes: “O za man ben tüm özü ya da doğası dü şünmekten başka bir şey olmayan bir töz olduğumu anladım.” “Tüm öbür şeylerde varoluş ve öz ayrı mını yapmaya alışmış olarak varo luşun Tanrı’nın özünden ayrı ola cağına ve böylece Tanrı’mn edim sel olarak bir şey diye anlaşılabile ceğine kolayca inandım. Ama da ha dikkatli olarak konuya yöneldi ğimde varoluşun Tanrı’nın özün den ayrı olamayacağını (...) açık açık gördüm.” / Spinoza: “Bir in san bir başka insanın varoluşunun nedenidir ama özünün nedeni de ğildir, çünkü bu öz ölümsüz bir doğrudur.” / J.J. Rousseau: “Ru humu seziyorum, onu duyguyla ve düşünceyle tanıyorum. Özünün ne olduğunu bilmeden varolduğunu biliyorum .” (Bk. BİÇİM, RASLANTI) Ö Z C Ü L Ü K (fr. essentialisme). Öze varoluş karşısında öncelik ta nıyan, özü hem gerçeklik hem de ğer açısından varoluşun üstüne ko yan, varlıkların varoluşlarını değil de özlerini incelemeyi öngören öğ reti. (Bk. VAROLUŞ, VAROLUŞ ÇULUK) Ö ZD EŞLEŞM E (fr. Identificati on', alm. Identifıkation; ing. iden-
tification, identifying). Kendini bir şeye özdeş kılmak. Kendini bir şe ye benzetmek. Bir kişinin bir baş ka kişiye benzemesi ve bunu sağ layan bilinçdışı ruhsal düzenek. Ço cukta özdeşleşme ilk yaşın deney leri arasında yer alır ve anababaya benzeme çabasıyla kendini göste rir. Kişiliğin oluşumunda en önem li düzeneklerden biri özdeşleşme düzeneğidir. Özdeşleşme eksikliği çok önemli ruhsal karışıklıklara ne den olabilir. Özdeşleşme konusun da H. Ey şunları söyler: “Özdeş leşme ‘başkası’nın oynadığı rolün azçok bilinçdışı bir biçimde alınması ya da edinilmesidir. Bu düzenek te mel bir düzenektir, tüm eğitimin et kinliklerinden biridir (anababayla özdeşleşme, öğretmenlerle özdeş leşme, büyüklerle özdeşleşme), ay rıca kişiliğin kuruluşunu sağlayan eksendir. Hastalıklı biçimlerinde düşsel özdeşleşme (histeride bir hastayla özdeşleşme, sadist-mazohist sapıklıkta bir saldırganla ya da rakiple özdeşleşme) sinirli Ben’in özellikle kullandığı bir yoldur.” (Bk. ÖYKÜNME, SAVUNMA DÜZE NEKLERİ) Ö Z D E Ş L İK (lat. identitas\ fr. identité; alm. Identität; ing. identity). Bir şeyin bir başka şeye ke sin ölçülerde benzemesi. İki varlık arasındaki benzerlik. İki varlığın biryapılı bir bütün oluşturacak biçim de ortak özelliklere sahip olması. İki şeyin birbirine indirgenebilir ol ması. Bir olanın özyapısı. Özdeşlik ilkesi, mantığın varolanın varoldu
ÖZERKLİK ni tüm ussal varlıkların istemleri için geçerli sayıldığında bu ilkeler nesneldirler ve uygulamalı yasalar oluştururlar.” Descartes “Bilgelerin ö zd e y işle ri az say ıd a k u ra la indirgenebilir” der. (Bk. ÖZLÜSÖZ)
ğunu, varolmayanın varolmadığı nı, her şeyin kendine özdeş oldu ğunu, bir şeyin kendinden başka bir şey olamayacağını bildiren te mel ilkesidir; a=a formülüyle gös terilen bu ilke düşüncenin temel ya sası gibidir. Özdeşlik yasası, doğ ra bir usavurma için kavramların usavurma boyunca aynı anlamda kullanılmaları zorunluluğunu ortaya koyan yasadır. Özdeşlik felsefesi, Schell ing’in doğayla düşünceyi, ül küyle gerçeği kökel olarak bir sa yan felsefesidir. (Bk. MANTIK)
Ö ZEL (lat.particularis; fr. parti culier; alm. partikulär; ing. particular). Bir türün tüm bireyleriyle ilgili olmayan. Tek bir bireyle ilgili olan. Düzenli bir toplumsal toplu lukla ilgili olan. (Bk. GENEL)
Ö ZD EY İŞ (lat. maxima', fr. ma xime; aim. Maxime; ing. maxim). Bir doğruyu ya da bir kuralı ortaya koyan kısa formül. Geniş kapsamlı bir düşünceyi açıklayan önerme. Fi lo z o fla r ya da d ü şü n ü rle r bir gerçeği, bir insanlık durumunu, bir duyguyu ya da bir davranış for mülünü ortaya koyan özdeyişler yazmış ya da söylemişlerdir. Çok zaman bir özdeyiş bir yazıda ge çen bir cümledir, ancak geniş kap samıyla özel olarak ilgimizi çeker. Özel olarak özdeyiş yazmış La Roc hefoucauld gibi Vauvenargues gibi düşünürler de vardır. Kant’da öz deyiş öznel ilkedir, bu öznel ilkeye göre birey davranışını düzenler ya da yönlendirir. Oysa yasa herkes için geçerli nesnel ilkedir. Kant şöyle der: “Salt uygulamalı usun ilkeleri özneldirler ya da özdeyişler oluş tururlar, bu durum öznenin koşulu yalnızca kendi istemi için geçerli sayması durum unda olur; ancak koşul nesnel olarak bilindiğinde ya
Ö Z E R K L İK (fr. autonomie; alm. Autonomie; ing. autonomy). Ken di yasalarını kendi koyanın duru mu. Kendi kendini yöneten bir top lumun ya da toplumsal topluluğun durumu. Kendini kendi yasalarıyla yönetme erki. Özerklik kendi du rumunu ve kendi geleceğini kendi istemine göre belirleme istemi Ve gücüdür. Tüm özerklikler baskı ve kargaşa düzenlerinin karşıtı olarak vardırlar. Kendi kendine ya da ken disi için karar verme yeteneğinde olmayan kişi özerk olmayacaktır. Kant felsefesinde istemin özerkliği kendi kendini belirleyen an istemin özyapısıdır. Kişi tam anlam ında kaygısız davrandığı yani hiçbir il keye uymak istemediği zaman tam anlamında kargaşa sözkonusu ola caktır. Yasa bireye dışarıdan benimsetildiği zaman da dışerklik olu şacaktır, buna göre doğru davra nışın ahlaki hiçbir anlamı, hiçbir ge çerliliği olmayacaktır. Başeğen kişi özerklikle değil dışerklikle belirgin
ÖZGECİLİK dir. Kişi ancak yasalarını kendi is temiyle kendine benimsettiği zaman özerklik ya da özgür davranış sözkonusu olacaktır. Dışerklik bir kö lelik durumudur, özerklik bir ba ğımsızlık ya da istemli bağımlılık durumudur. Özerk birey kuralsız yaşayan insan değildir, kendi ku rallarını kendi istemiyle belirlemiş insandır. (Bk. DIŞERKLİK) Ö Z G E C İL İK (fr. altruisme; alm. Altruismus; ing. altruism). Başka sının mutluluğunu amaç edinme eğilimi. Kendini başkalarına adama yatkınlığı. Yarargözetmez biçimde başkasına yöneliş. Spencer’in ben cillik anlayışına karşıt olarak terimi önce Auguste Comte kullandı. Bir ahlak anlayışı olarak özgecilik ben cilliğe karşıt olduğu gibi mutçulu ğun ve yararcılığın da büyük ölçü de karşısındadır. Özgecilik özünde insan sevgisini hatta insanlığa aşk la bağlanmayı gerektirir. Comte’un “İlke olarak aşk, temel olarak dü zen, amaç olarak ilerleme” formü lü olumculuğun formülünü ortaya koyarken özgeciliğin önemini de duyurur. Filozofa göre insanın iki doğal eğiliminden biri kendi yara rını düşünmeye dayanan bencillik, öbürü başkalarının yararını düşün meye dayanan özgeciliktir. Bu iki temel duygu tüm tarih boyunca in san yaşam ına egemen olmuştur, kurumlar buna göre kurulmuştur, savaşlar, fetihler, yenilgiler buna gö re yaşanmıştır. Başlangıçta bencil lik özgeciliğe baskınken insan ge liştikçe özgeci tutumlar öne çıkma
ya başlamıştır. İnsan için önemli olan özgeciliği daha da geliştirmek ve “başkası için yaşamak” formü lünü geçerli kılmaktır. Dostoyevski için özgecilik insan olmanın ya da kişilikliliğin temel koşuludur: “Tam bir bilinçle ve her türlü bas kının dışında istemli bir biçimde adanmak, insanın kendisini başka larının yararına adaması bence ki şiliğin en büyük gelişiminin, yüce liğinin, yetkin bir biçimde kendine sahip olmanın, en büyük özgür se çişin belirtisidir. Yaşamını isteyerek başkalarına adamak, başkaları için çarmıha gerilmek, odun yığınları üzerinde yakılmak, bütün bunlar an cak kişiliğin güçlü bir biçimde ge lişmesiyle olasıdır. Güçlü bir biçim de gelişmiş olan bir kişilik, bir kişi lik olma hakkına tümüyle inanmış olan bir kişilik, artık kendisi için hiç bir kuşkuya kapılm ayacağından kendi kendisine başka bir şey ya pamaz, kendini başkalarına adan maktan başka bir yolda kullana maz, onun amacı tüm öbür insan ların kendisi gibi özgür ve mutlu kişiler olmasıdır. Doğanın yasası dır bu: her olağan insan buna ulaş maya çalışır.” (Bk. BENCİLLİK, ÖZVERİ) Ö ZGÜ (fr. propre; alm. Eigene; ing. proper). Yalnız bir türde ya da bir bireyde bulunan, başka bir tür de ya da bireyde bulunmayan. Bir şeyi öbür şeylerden ayıran. Belli bir nesneye bağlı olan. Özgü beş ev renselden biridir (cins, tür, özgül ayrım, özgü, raslantı). Lalande öz
ÖZGÜRLÜK güyü şöyle tanımlar: “Bir sınıfın tüm varlıklarına, yalnız onlara bağlı özyapı ya da özyapılar toplamı.” Ö ZG Ü L (fr. spécifique', alm. spezifisch; ing. specific). Türü belir leyen. Türü öbür türlerden ayıran. Bir türe özgü olan. Kendi özellikle riyle belirgin olan. Bir türün tüm bireyleriyle ilgili olan. Özgül ayrım'. bir türü öbür türlerden ayıran. Ö Z G Ü L L E Ş T İR M E (fr. spécifi cation', alm. Spezifikation', ing. spé cification). Aynı cinsin türlerini bir birinden ayırma işlemi. Bir türü bir başka türden ayıran özelliği gös terme işlemi. ÖZGÜN (lat. originalis; fr. origi nal', alm. originell', ing. original). Kopya ya da öykünme ürünü ol mayan. Kendinden başka bir şeye benzemeyen, kendi özelliklerini kendinden getiren. Doğrudan doğ ruya yapıcısının elinden çıkmış olan. Sıradan olana ya da basit ola na karşıt olarak belli bir değer taşı yan. Özgünlük her sanat yapıtının başlıca niteliği olmalıdır ya da nite liğidir. Özgün olmayan yani ben zersiz olmayan bir yapıta sanat ya pıtı demek doğru olmaz. Her yapıt benzersizliğiyle değer kazanır. Ben zersiz olan hiç görülmemiş olan dır. Gene de onu basit bir düşgücünün ürünü olan garip’le karıştır mamak gerekir. Gerçek anlamda özgün bir yapıt elbette bir dehanın ürünü olacaktır. (Bk. ESTETİK, SANAT)
Ö Z G Ü R LÜ K (lat. liber tas; fr. li berté; alm. Freiheit; ing. liberty). Köle ya da tutsak olmayanın duru mu. Bir başkasının istediğini değil de kendi istediğini yapabilenin du rumu. Herhangi bir baskı altında bulunmayan ve kendi istemine gö re davrananın durumu. İyiyi de kö tüyü de kendi istemiyle gerçekleştirenin durumu. Kendi ilkelerine göre davrananın durumu. Latincede libertas, servus olmayanın yani köle olmayanın durumunu belirli yordu; o durumda liber olmak ya ni özgür olmak üst sınıf insanı ol makla belirgindi. Eskiçağ’ın köle lik düzeninde özgür olabilenler yal nızca üst sınıf insanlarıydılar. Ortaçağ’da da durum değişmedi; serfın çok sınırlı hakları vardı, o hem krala, hem senyöre, hem kiliseye bağlıydı. Özgürlük savları, ortaçağ koşullarına son veren mutlakyönetimin hemen her sınıf için aşırı bas kıcı tutumlarına karşı yepyeni bir tutumu belirlercesine gelişti. Yeni yükselen sınıf, burjuva sınıfı, her anlamda, siyasal anlamda da kül türel anlamda da iktisadi anlamda da özgürlüğü savunarak ortaya çık tı. Özgür toplum ve özgür birey fik ri Sanayi Devrim i’yle olgunluğa erişti ve başı Fransız Devrimi’nin çektiği pekçok özgürlükçü atılımla yaşama geçmeye başladı. Özgür lük fikri yasa düzeni fikriyle birlik te gelişti ve az sonra Jean-Jacques Rousseau’nun “toplumsal sözleş me” kavrayışında anlatımını buldu. Özgürlük gelişigüzel davranma hak kı olamazdı, özgürlük ancak yasa-
ÖZGÜRLÜK lara uyma koşuluyla gerçekleşebilirdi. Buna göre Montesquieu “Öz gürlük yasaların izin verdiği şeyle ri yapm a hakkıdır” der. N icola B erdiaeff daha da ileri giderek, öz gürlüğü insan yaşamı için bir zo runluluk sayar. “Özgürlük bir hak değil bir zorunluluktur” der. Bu ara da çağdaş düşünürler özgürlüğü bi reysel düzeyde değil toplumsal dü zeyde geçerli sayarlar, buna göre insan ancak başkalarıyla özgür ola bilir ya da insan ancak başkalarıyla özgürse özgürdür düşüncesi yay gındır. “İnsan ancak başkaları öz gür olduğu ölçüde özgür olur” der B. Whichcote. Çağdaş toplum öz gürlüğün tüm katlara, tüm kesim lere yayıldığı bir düzen ortaya ko yacaktır, bundan böyle insanları özgür olanlar ve özgür olmayanlar diye ikiye ayırma olasılığı yoktur. Abraham Lincoln şöyle diyordu: “Kölelere özgürlük verirken özgür insanların özgürlüğünü güvence al tına alıyoruz.” Kimileri özgürlüğü bireysel düzeyde ele alırlar ve bir bilinç sorununa indirgerler. Buna göre özgürlük bilinçli insanın ken dini varetme ve çevresiyle hesap laşma edimlerinde kendini göste rir. I. Silone şöyle der: “Özgürlük size armağan edilmiş bir şey değil dir. İnsan diktatörlükle yönetilen bir ülkede yaşayabilir ve özgür olabi lir. Bunun için diktatörlüğe karşı bir yaşam sürm ek yeterlidir. Ancak kendi kafasıyla düşünen insan öz gür insandır. İnandığı şey adına kavga eden insan tam olarak öz gür insandır. İnsan kendi özgürlü
ğünü başkalarından dilenemez. Öz g ü rlü ğ ü elde etm ek g e re k ir.” M arx’çı düşünce burjuva toplum düzeninin özgürlük anlayışına eleş tiriler getirdi. Bu eleştirilerin buıjuvatoplumunu köktenci bir anlayış la yargıladığı kesindir. Lenin şöyle diyordu: “Para gücüne dayalı bir toplumda, kitlelerin sefalet içinde süründüğü bir toplumda, bir avuç zengin insanın asalak olarak yaşa dığı bir toplumda gerçek ve katı şıksız özgürlük varolamaz.” Marx ve Engels şu görüştedirler: “Bu günkü burjuva üretimi koşulların da özgürlükten ticaret özgürlüğü, alma ve satma özgürlüğü anlaşılır.” Tam anlamında özgür yaşam dü zeninin kurulması M arx’çılara gö re burjuva yaşam düzeninin gide rilmesinden sonra olacaktır. Lukacs şunları söyler: “Faşizmin yıkılışın dan bu yana demokrasinin kurul ması ve güçlendirilmesi tüm ülke lerdeki halk oyunun ilgi odağında yer alıyor. Tüm ciddi tartışmalar faşist barbarlığın bıraktığı yıkıntı lar üzerinde kurulacak olan ve fa şizme ve savaşa dönüşü sonsuza kadar engellemekle yükümlü bulu nan bu özgürlük rejimine bağlı ye ni demokrasinin yapısını belirleme ye yöneliyor.” “Sermayeci toplu mun daha ne kadar süreceğini ve sosyalizmin onu ne zaman izleye ceğini bugün kimse bilemez. An cak bugün burjuvazinin özerk, ev rensel ve ilerlemeci bir ideoloji ya ratma gücüne sahip olduğunu gös terir hiçbir belirti yoktur.” M arx’çıların toplumsal çerçevede ortaya
ÖZGÜRLÜK koyduğu özgürlük anlayışı daha sonra varoluşçuların benimsediği özgürlük anlayışıyla karşıtlaşır. Öz gürlük, varoluşçular için, bir ken dini varetme etkinliğidir. “Gerçek te biz seçen bir özgürlüğüz; ne var ki özgür olmayı seçmiyoruz, öz gürlüğe mahkumuz biz” der Sart re. Varoluşçular için özgür olmak toplumsal açılımı olmayan bir du rumdur; herkes kendi özgürlüğü nü yaşar ya da bu bir mahkumi yetse herkes kendi özgürlüğüne mahkumdur. “Başkasının özgürlü ğüne saygı boş bir sözdür” der Sartre ( Varlık ve hiçlik). Gene de Sartre bu konuda çelişkili gibidir. Varoluşçuluk insancılıktır'd a şu satırları okuruz: “Kendi özgürlüğü mü isterken başkalarının özgürlü ğünü de istemek zorundayım.” / Madame de Staël: “Ben her zaman böyle oldum, canlı ve üzgün. Tanrı’yı, babam ı ve özgürlüğü sev dim.” / E. Einstein: “Terimin felse fi anlam ında insan özgürlüğüne inanmıyorum. Her kişi yalnızca bir dış baskı altında değil, aynı zaman da bir iç gerekliliğe göre davranır.” / Etienne de la Boétie: “Özgürlük gene de çok iyi ve çok hoş bir şey dir, o yok oldu mu tüm kötülükler ardarda gelir.” / Montaigne: “Ölü mün bizi nerede beklediği belli değil dir, onu her yerde bekleyelim. Öl meyi öğrenen kişi köle olmayı unu tur.” / Corneille: “Herkes özgür ol duğunda özgürlük bir hiçtir.” / Cyrano de Bergerac: “İnsanlar kö leliğe o kadar yatkın ki, kölelik et mekten geri kalırız diye birbirleri
ne özgürlüklerini satıyorlar. Böylece gençler yaşlıların, yoksullar zen ginlerin, köylüler soyluların, prens ler mutlakyöneticilerin, mutlakyöneticiler kendi koydukları yasala rın kölesi oluyorlar.” / Nicolas de Malebranche: “Duyularımız sanıl dığı kadar bozulmuş değildir, bo zulm uş olan ruhum uzun d erin liğ id ir, ö z g ü rlü ğ ü m ü z d ü r.” / Fénelon: “İnsanların en özgürü kö leyken bile özgür olabilendir.” / Montesquieu: “Bir devlette yani ya saların bulunduğu bir toplumda öz gürlük insanın yapabileceği şeyi yapması, yapamayacağı şeyi yap mamasıdır.” / J-J Rousseau: “Öz gürlüğünden vazgeçmek insan ol maktan vazgeçmektir, insanlık hak larından vazgeçmektir, hatta ödev lerinden vazgeçmektir.” / Diderot: “Hiçbir insan doğadan başka insan lara egemen olma hakkını alama mıştır.” / Baron d ’Holbach: “Dü şünce özgürlüğü insanlara ruh yü celiğini ve insanlığını verir.” / Ro bespierre: “Halkım, unutma, cum huriyette adalet mutlak bir güçle egemen olmadığı zaman özgürlük boş bir söz olarak kalacaktır.” / Chateaubriand: “Devrim cinayetler le başlamasaydı beni peşinden sü rükleyecekti. Bir mızrağın ucunda ilk kafayı görünce geriledim. Be nim gözümde ölüm hiçbir zaman bir hayranlık konusu ve bir özgür lük kanıtı olmayacak. Bir terörist ten daha adi, daha sefil, daha al çak, daha ahmak hiçbir şey tanı m ıyorum .” “Ö zgürlükte aşırılık zorbalığa yol açar, tiranlıkta aşırılık
ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK an c ak tira n lığ a g ö tü re b ilir.” / Napoléon Bonaparte: “Size özgür lük verdik, onu korumayı bilin.” / Lamennnais: “Özgürlük halkların alın teriyle kazanabilecekleri emek tir.” / Lamartine: “Aşk ve özgürlük hiç ö lm e y e c e k ta n rıla rd ır.” / Alfred de Vigny: “Bana yasa diyor sunuz, ben özgürlük’üm .” (Bk. DEMOKRASİ,MUTLAKYÖNETİM, ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK, YA SA) ÖZG Ü RLÜ K ÇÜ LÜ K (fr. libéra lisme', alm . Liberalism us', ing. liberalism). Özgür girişimden ya na olanların öğretisi. Siyasal ve dü şünsel özgürlükten yana olanların öğretisi. Yasama, yürütme ve yar gılama erklerini kesin bir biçimde birbirinden ayırarak yurttaşlara bi reysel özgürlük güvencesi sağla mayı öngören siyasal öğreti. Dev letin başta sanayi ve ticaret olmak üzere tüm iktisadi alanlarda herhan gi bir etkinliği olmaması gerektiği ni öne süren iktisadi öğreti. Özgür lükçülük çağdaş buıjuva sanayi toplumunun ülküsü ve yaşam biçimi dir ve özünde tam bir bağımsızlık fikrini barındırır. Buna göre gerek iktisadi gerek siyasi anlamda birey ler hiçbir kısıtlanmaya uğramadan yaşamlarını sürdüreceklerdir. Ya tırımcı ya da girişimci bir iktisat an layışını öngören bu öğreti her türlü kısıtlam acılığa karşı olduğu gibi devlet planlamacılığının da karşısındadır. Özgürlükçülük en başta “’La issez faire laissez passer” (Bırakı nız yapsınlar bırakınız geçsinler) for
mülünde anlatımını buldu. Fransız devlet adamı Colbert bir sanayici ye ülkenin zenginleşmesi için ne yapmak gerektiğini sorar. Sanayi ci Colbert’e “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” der. Bu söz da ha sonra iktisadi özgürlükçülüğün temel ilkesi olur. Mutlakyönetimin demir pençeleri altında gelişmeye başlamış olan özgürlükçü eğilimler gerçekte her zaman bir düşünce öz gürlüğünden çok bir kazanç ve gi rişim özgürlüğünü öne çıkardı. “Prens devletin mutlak efendisi ol maktan ötede devletin birinci hiz metçisidir” diyen Friedrich II ikti sadi yaşamla ilgili temel görüşünü şöyle ortaya koyuyordu: “Nasıl is terseniz öyle düşünün, yeter ki başeğin ve ödeyin.” Friedrich-Wilhelm soylulara vergi bindirince “Tüm ülke yıkılacak” görüşü orta ya atılır. Kral bunu şu sözlerle ya nıtlar: “Sanmıyorum. Yalnızca soy luların yetkesi yıkılacak. Ben mutlakyönetimi bronzdan bir kaya üze rine kuruyorum.” Mutlakyönetimin yerini demokratik yaşam düzenleri almaya başladıkça özgürlükçülük girişimde olduğu kadar kültür üre timinde de belirleyici olma yoluna girer. Ancak bunun uzun sürmedi ği, yeni yönetimlerin düşüncede öz gürlükçü girişimleri baltaladığı ya da bastırdığı görülür. Aşırı kazanç tutkusu burjuva sınıfına sanayi devrimiyle birlikte yalnızca iktisadi özgürlükçülüğü benimsemeye dayaan bir görüş darlığı getirir. Oysa rekabet ve benzeri etkenler iktisadi özgürlükçülüğü de sarsacak ve teh
ÖZNE likeye düşürecek boyutlara ulaş mıştır. John-Stuart Mili gibi filo zoflar özgürlükçülüğün aşırı atılımlannı engellemeye çalışırlar. Mili toplumsal yaşamda bireyin özgür lüklerini savunurken nitelikleri ni celiklerden daha değerli saydı, bu arada işçi haklarını savundu. Bü yük toprakların bölüştürülmesini, tarıma toplumcu bir düzen getiril mesini istedi. Onun öngörüleri böylece yaralı sermayeciliği iyileştir m ekle ilg ili oldu. D aha sonra M arx’çılar burjuva toplumuna ve özgürlükçü anlayışa kökten eleşti riler getirdiler. M arx’çı anlayışta proletarya diktatörlüğünün yönetim biçimi sosyalist demokrasi olacak tır ve işçi sınıfının iktidarıyla başla yacaktır. Toplumcu üretim ilişkile rine d a y a n a n bu d em o k rasi emekçilerin haklarını sağlarken hal kın maddi ve manevi yaşamını dü zenleyecektir. Proletarya diktatör lüğüyle kurulan düzen elbette ge çici bir düzen olacaktır ve bu dü zeni devletin ortadan kalkmasıyla belirgin gerçek demokrasi ve ger çek özgürlük düzeni izleyecektir. (Bk. ÖZGÜRLÜK, SERMAYE) Ö ZG Ü R SEÇ İŞ (fr. libre arbitre, franc arbitre; alm. Freier Wille, Willensfreiheit', ing. free will). En geniş anlamında istem. İyi niyete dayalı ahlaki özgürlük. Aziz Tommaso şöyle diyordu: “İstem ve özgürseçiş iki ayrı yeti değil tek bir yetidir.” Özgürlüğün temelinde il kesizlik olamayacağından, özgürseçiş özgür eylemin kaynağı gibi
düşünülemez. Bu yüzden bu terim giderek eskimiş ve hatta “özgür lü k le karşıtlaşmaya başlamıştır. D e sc a rte s “H a y v a n la rın bazı eylem lerinde gördüğüm üz aşırı yetkinlik onların bir özgürseçişi olabileceği konusunda kuşkular yaratır bizde” diyordu.(B k. İS TEM) Ö ZLÜ SÖ Z (lat. aphorismus', fr. aphorisme; alm. Aphorismus; ing. aphorism). A z sözcükle çok şey anlatmayı öngören kısa önerme. Bir bakış açısını özetleyen ya da bir konuda görüş ortaya koyan kısa formül. (Bk. ÖZDEYİŞ) Ö ZN E (lat. subjectus; fr. sujet; alm. Gegenstand, Subjekt; ing. subject). Birey. Düşünen varlık. Özne her şeyden önce tek bir bi reydir, bir topluma katılan her kişi yi özne diye nitelendirmek gerekir. Özne, nesneyle ya da konuyla eşan lamlı olarak da kullanılır. Sözü edi len her şey öznedir. “İnsanı ilgilen diren her şey bu küçük çalışmanın öznesidir” dediğimde özne “nesne” ya da “konu” anlamına gelir. Gene de ö z n e ’yi özgül anlam ı o lan “ d ü şü n en v a r lık ” d ış ın d a kullanmamak doğru olur. Öznenin en belirgin anlamı onun düşünülen nesneye karşıt olarak düşünen var lık olmasıdır. Her bilgi kuramı bir özne-nesne karşıtlığı üzerine kuru lur ve özneyle nesneye verdiği an lamlara göre bir açı oluşturur. Ül kücü bakış açılan özellikle özneye ağırlık verirler ve genelde öncesel
ÖZNEL bilgilerin ya da doğuştan fikirlerin varlığına inanırlar, buna karşılık ger çekçi bakış açıları bilgide belirleyi ci ağırlığın nesnede bulunduğunu öne sürerler. Özne, dilbilgisi açısın dan yüklemin dayanağı olan şey dir. (Bk. NESNE) ÖZNEL (lat. subjectivus; fr. subjectif, alm. subjektiv, ing. subjective). Özneyle ilgili. Tek bir öz neyle ilgili ya da tek bir özne için geçerli. Nesnel geçerliliği olmayan, evrensel boyutlu olmayan. Tek ki şi olarak özneyle ilgili olan da genelgeçer anlamda özneyle ilgili olan da özneldir. Öznel olan aynı zaman da evrensel olarak geçerli olmayan dır, tek kişinin ya da tek tek kişile rin ortaya koyduğu bir belirlenim olmakla nesnel düzeyde bütün ki şilerce benimsenmiş olmayandır. Evrensel düzeyde doğrulanamayan, nesnel diye belirlenemeyecek olan her şey öznel olarak kalacaktır. Ör neğin ruhbilim içebakış yöntemini kullandığı sürece öznel yargılar or taya koymuştur, ancak laboratuvara indikten ve bilimsel yöntemler kullandıktan sonra nesnelliğe ula şabilmiştir. (Bk. NESNEL) Ö Z N E L C İL İK (fr. subjektivisme; alm. Subjektivismus; ing. subjectivism). Öznel olanın nesnel olan karşısında öncelikli olduğunu bil direrek öznel verilerin dışında ka lan verileri geçersiz sayan öğreti. H er değer yargısını ve gerçeklik yargısını bireysel bilinç durumları na indirgeyen felsefi bakış açısı.
Ancak öznel gerçekliği varsayan, bunun dışında hiçbir gerçekliğin varlığını benimsemeyen bakış açı sı. Değer yargılarını kişisel izlenim lere indirgeyen estetik kavrayışı. Öznelcilik bilgiyle, ahlakla, estetikle ilgili tüm yargıların, bir başka de yişle iyiyle kötünün, doğruyla yan lışın, güzelle çirkinin kişisel bakış açılarına göre oluştuğunu ya da de ğiştiğini benimser. Buna göre öz nelcilik bir tür güreciliktir ve nes nel bilginin değeri açısından kuş kuculuğu kendiliğinden getirir. İlk gerçek öznelci bakış açısını ortaya koyan Protagoras olmuştur. Protagoras “İnsan her şeyin ölçüsü dür” diyerek evrensel nitelikli bil giyi yadsıyordu. Birine göre güzel olan öbürüne göre çirkin olabilir, birinin doğru dediğine öbürü yan lış diyebilir, hatta bir zaman bize şöyle görünen bir durum daha son ra bir başka görünebilir. Giderek öznelcilik tüm varoluşu öznenin va roluşuna indirger. (Bk. KUŞKUCU LUK) Ö Z N İT E L İK (lat. attributum\ fr. attribut; alm. Attribut; ing. attribute). Bir tözün temel özelliği ya da özelliklerinden biri. Spinoza: “Öznitelikten anlığın tözde kurucu olarak algıladığı şeyi anlıyorum.” ÖZSEV G İSİ (fr. amour-propre\ alm. Eigenliebe; ing. self-love). İnsanın kendisine karşı duyduğu sevgi. Özsevgisi bireyin kendisine verdiği aşın değerle belirgindir. Öz sevgisi belli ölçülerde her kişide bu-
ÖZYAPI hmur diyebiliriz. Özsevgisi kişi ol manın bir sonucudur. Ancak öz«vgisinin belirgin bir ağırlık kazan ması benciliğe hatta bencilliğe açı lan durumlar yaratabilir. Ancak özsevgisini bencillikle özdeşleştirmek doğru olmaz. Özsevgisi kişiyi ken dini aşırı yüceltmeye kadar götü recek bir ben olma duygusudur. Bu na karşılık bencillikte hep kendinin kılma, sürekli elde etme, hatta kendi çıkan için başkalarını rahatça zedeleyebilme eğilimi ağır basar. Özsevgisine her kişide raslarız, ben cillik hastalıklı bir kişiliğin belirtisi dir. / La Rochefoucauld: “Özsev gisi ülkesinde ne çok keşif yapılır sa yapılsın, geriye gene de nice bi linmedik yerler kalacaktır.” “Özsev gisi tüm dalkavukların en büyüğü dür.” “Gurur yükümlenmek iste mez, özsevgisi ödemek istemez.” ■‘Doğadaki sertlik özsevgisinden daha az acımasızdır.” / Voltaire: “Tüm tutkular zamanla ölür - Öz sevgisi öylece kalır.” “Aşkı kör di ye göstermek doğru değildir, kör olan özsevgisidir.” / Bossuet: “Kar şıtlar kendilerini birbirleriyle tanır lar: özsevgisinin adaletsizliği ken dini iyilikseverliğin adaletiyle tanır.” i Jules de Mascaron: “Kendi ken disiyle ilgilenmenin insan onuruna ters düştüğüne inanan ve insanın ancak sevdiğiyle ilgilenmesinin ge rektiğini düşünen kişi özsevgisinin onu her yerde izlemekte olduğunu görmemektedir.” / Malebranche: ■‘Özsevgisinin etkinliğini gidermek olası değildir, ama onu tanrısal ya saya göre bir düzene sokabiliriz.” /
Fontenelle: “Özsevgisinin etkinliği bizim için öylesine doğaldır ki çok zaman onu duymayız bile.” / Henry de Montherlant: “Özsevgisini ya ralayabilirsiniz ama öldüremezsiniz.” (Bk. BENCİLİK, BENCİL LİK) Ö Z V E R İ (lat. a b n e g a tio ; fr. abnégation; alm. Entsagung', ing. abnégation, self-denial, self-sacrifice). İnsanın kendisiyle ilgili bir çok şeyden vazgeçip kendini kendi dışında bir şeye adaması. Kendini başkalarına adama. İnsanın üst de ğerler adına bazı şeylerden vazgeç mesi. Özverili davranış, değerler adına, özellikle yüce değerler adı na yaşamın hazlarmdan ve çekici yanlarından, hatta yaşamsal gerek sinimleri karşılamaktan vazgeçme ye dayanır. Her özveri bir özgeci eğilimi gerektirir. Özveride bulun mak bencil eğilimleri gidermekleya da altetmekle olasıdır. / Saint-Jean Chrysostome: “Arı yalnız kendisi için değil, herkes için çalıştığından yüceltilir.” / H.G. Bohn: “Mum eri yerek aydınlatır.” /A . Oihenart: “İğ ne başkalarını giydirir, kendisi çıp lak kalır.” (Bk. BENCİLLİK, ÖZ GECİLİK) ÖZYAPI (lat. character, fr. ca ractère', alm. Charakter; ing. cha racter). Bir kişinin ya da toplulu ğun ruhsal yapısını oluşturan temel özelliklerin toplamı. Bir nesneyi be lirlemeye yarayan ayırıcı özellikle rin bütünü. Bir bireyin ya da bir topluluğun davranış biçimi. Özya-
ÖZYAPI pıyla mizaç arasında büyük bir ya kınlık vardır, hatta bu iki terim ge nellikle aynı kavramı karşılar gibi dir. Özyapı kişilerin ya da toplu lukların belirlenmesine ve bunların birbirlerinden ayrılm asına temel olan dayanaktır. Bu da onların tu tumlarının kavranılmasıyla ve dav ranışlarının gözlemlenmesi ve yo rumlanmasıyla sağlanacaktır. Mi zaç belirlemelerinde olduğu gibi özyapıları da sınıflamak olasıdır. An cak bireysel özelliklerin ağırlığı dü şünüldüğünde böylesi bir sınıfla manın ne ölçüde nesnel olacağı tar tışılabilir. Bu tür sınıflamaların ya pılabilmesi için açık ve seçik ruhsal özelliklerin, genelgeçer ruhsal özel
4 00
liklerin varolması gerekir. Özyapı benzerliklerinde ve ayrılıklarında çevrenin, eğitimin, deneyimlerin büyük önemi vardır ve özyapı be lirlemelerinde insanın değişen bir varlık olduğunu unutm am am ız onun beşikten mezara kadar süre cek sarsılmaz özelliklere sahip ol duğunu düşünmenin pek de doğru olmayacağını benimsememiz gere kir. İnsan bazı özelliklerini doğuş tan bile getiriyor olsa pekçok özel liğini dünya deneyleri içinde kazan maktadır. Gene de hem bireyler hem topluluklar için belli özellikler saptamanın zor olmadığı kesindir. (Bk. MİZAÇ)
p PANTEİZM . Bk. HEPTANRICI-
UK PARANOYA. Bk. DÜZENLİÇILGINLIK. PARANTEZE A LM A K (fr. mise entre parantheses; alm. Einklam merung). Olgubilim cinin dünya karşısında belirleyici bir tutum al ması. H usserl’in felsefe diline ar mağan ettiği bu deyim dünya kar şısında belirleyici olma tutumunu belirler. Olgubilimci için ne dünya yı yadsım ak ne de onu kuşkuya koymak vardır. Paranteze almak henüz doğrulanmamış bir belirle meyi doğru ya da yanlış saymadan önce yalıtmak ya da yansızlaştır mak, eleştiriye açmak, bir başka deyişle askıya almak işlemidir. (Bk. OLGUBİLİM). PE D A G O Jİ (fr. pédagogie-, alm. Pädagogik’, ing. pedagogy). Ço cuk yetiştirme bilimi. Çocuk ye tiştirme sanatı. Eski Yunanistan’da paidagogos çocukları okula götür mekle görevli köleydi. Bu köleler
zamanla çocukların eğitimiyle ilgi lenir oldular. Pedagoji bir çocuğu ya da çocuklar topluluğunu bilgi lendirmekten daha çok bir şeydir. Pedagoglar bir çocuğun ya da ço cuklar topluluğunun fiziksel, dü şünsel ve ahlaki niteliklerini geliş tirmekle, çocuğa sağlam bir kişilik kazandırmakla, bu arada onların öğrenimlerini sağlamakla yüküm lüdürler. Çağdaş dünyada her ka demede görev yapan öğretmenin pedagog nitelikleriyle donanmış ol ması gerekir. Her çocuk ayrı bir ki şilik geliştirme özelliği ortaya ko yacağından, pedagojide şaşm az ku rallard an çok y atk ın lık la rın önemli olduğu kesindir. Bu yüzden bu alanı bir sanat saymak yanlış ol maz. Gene de pedagojide geldigeçti kurallar sözkonusu olamayacağına göre, pedagojinin sağlam temelle re dayalı bir bilim olarak da düşü nülmesi doğru olur. Pedagog ço cuğun kişiliğini geliştirirken onun toplumsal çevreye uymasını sağla yacak etkinlikleri göstermekle yü kümlüdür. Çocuğu bir büyük adam örneği olarak görme kolaylığına 4 01
PERİPATETİKLER düşmeden, basit bir biçimde “bu günün küçüğü yarının büyüğüdür” gibi formüller kullanmaya kalkma dan her eğitimci çocuğun gelece ğini kurmasında yardımcı rolü oy nayacaktır. Bunun için çocuk dün yasının apayrı bir dünya olduğu nu, çocuğun özgün bir varlık ol duğunu unutmamak gerekir. JeanJeaques R ousseau’dan Piaget’ye kadar pekçok düşünür ve bilim ada mı çocuk dünyasının apayrı özel likleri olduğunu görerek çocuk ye tiştirmede özel yöntemler geliştir meye çalıştılar. Bunun için elbette çocuğun ne olup ne olmadığını iyi bilmek gerekir. Bu yüzden peda goglar çocuk dünyasının özellikle rini araştıran bir bilimden, çocukbilim ’den (fr. pédologie) geniş öl çüde yararlanmışlardır. Her yaşa göre, bireyin eğilimlerine göre, or tamın koşullarına göre eğitim yön temleri geliştirme zorunluluğu pe dagojinin ne kadar kaygan ve ne kadar sorunlu bir bilim olduğunu göstermeye yetecektir. Ruhbilimin gelişmesi pedagojide eski ölçülerin bırakılmasına yol açmış, “tembel”, “kötü niyetli”, “salak” gibi nitele melere hiç mi hiç yakınlık duyma dan her çocuğu apayrı bir dünya olarak kavramak gereğini duyur muştur. Öte yandan tek tip eğitim anlayışı geride bırakılırken, geri ya da eksikli doğmuş çocukların da olabildiğince eğitilebilmesi için apay rı yöntemlerin geliştirilmesine çalı şılmıştır. Pekçok ülkede aşağı yu karı yarım yüzyıldır çeşitli özel du rumlar için eğitim merkezleri açıl 402
mıştır, bu merkezlerde ruhbilimci ler, ruhayrıştırmacıları, toplumbi limciler ve pedagoglar işbirliği ya parak geri kalmış çocukların eğiti mini sağlayabilmek için çaba göster mektedirler. Bu arada yetişkinlerin eğitim koşullarını ve yöntemlerini tartışan eğitimbilim pedagojiden ke sin olarak ayrılmıştır. (Bk. EĞİTİM) P E R İP A T E T İK L E R (fr. péripatéticien; alm. Peripatetiker, ing. peripatetics). Aristoteles’in yan daşları ve öğrencileri. Aristoteles Lykeion adlı okulunda derslerini oturarak değil gezinerek yaptığı için okuldakiler p eripatetikos (yun. söz.) yani gezinenler diye anılmış tır. Peripatetiklerin en önemlileri Pontos’lu Herakleides, Rodos’lu Eudemos ve Aristoteles’den sonra okulun yönetimini ele alan Midilli’liTheophrastos’dur. (Bk. LYKE İON) PERSEPSİYON Bk. ALGI PERSEPSİY O N İZM Bk. ALGICILIK P IS IR IK L IK (lat. timiditas] fr. timidité, alm. Schüchternheit; ing. timidity). Atılganlıktan yoksun ki şinin durumu. Güvenlik duygusun dan yoksun oluşla belirgin edilginlik durumu. Pısırık kişi bir işi kötü yapmaktan ve bu yüzden başına kötü bir iş gelmesinden korkar. Pı sırıklık kekeleme, terleme, yüz kı zarması, titreme gibi durumlarla kendini belli eder. Pısırıklar başka
PRAGMACILIK insanlar karşısında rahat değinler dir, sürekli olarak başkalarından kaçma duygusunu yaşarlar. Bun lar çocukluktaki yanlış eğitimin sa katladığı kişilerdir. Aşırı korunma, sürekli azarlanma, sorumluluklar dan üzak tutulma, yeterli toplum sal çevre bulamama gibi durumlar kişiyi pısırık yapar, onlan aşağılık duygusuna, yetersizlik, beceriksiz lik, suçluluk duygusuna iter. Pısı rıklık bazen bir geçici bunalım bi çiminde bazen de bir kişilik yapısı olarak kendini gösterir. Pısırıklık bunalımlarında kişi ne yapacağını bilemez olur, neredeyse inmeli gibi davranır, konuşam az ve yürüye mez duruma girer, birilerinin yü züne bakmakta güçlük çeker. Ya fan dostlarıyla az önce rahat rahat gülüşüp konuşan kişi daha sonra bir başkasının yanında inmeli gibi kalmıştır. Özellikle tanımadığı ya da az tanıdığı birilerinin kendisiyle il gili dikkati onu kendinden geçirme ye yetecektir. Kişilik yapısı olarak pısırıklık toplumsal çevreye uyum suzlukla belirgin sürekli bir durum dur. Pısırık kişilikli insanlar her za man yalnızlığa eğilimlidirler. PO PÜ L İZ M Bk. HALKSEVERLİK P O R P H Y R İO S A Ğ A C I (fr. arbre de Porphyre; alm. Baum des Porphyris; ing. tree o f Porphyry). Porphyrios’un kavramlar arasında ki ilişkiyi ortaya koymak için yap tığı ve latincede arbor porphyriana diye adlandırdığı şema.
Töz Cisimsel Cisimsiz
\Cisim
Canlı
\
Cansız
Yasayan Duyarlı Duyarsız
\ Hayvan Ussal Usdışı
\İnsan
POSTULAT Bk. KONUT P R A G M A C IL IK (fr. pragma tism e; alm. P ragm atism us; ing. pragmatism). Uygulamayı doğru nun ölçütü sayan ve buna göre ze kanın şeyleri tanımakla değil eylem lerimizin şeylere yönelimini düzen lemekle yükümlü olduğunu savu nan öğreti. Pragmacılık öncesel olârak Charles S. Peirce’in öğretisi dir. Peirce, 1897’de How to make our ideas clear (Fikirlerimizi nasıl açık kılarız) adlı çalışmasında öğ retisini geniş olarak açıkladı, ancak “pragmacılık” terimini kullanmadı, daha doğrusu çok sonra, 1902’de kullandı. Terimi ilk olarak kullanan W. Jam es’dir (1898). Bu öğretiye göre “Doğru tümüyle insan dene yinde içkindir; bilgi etkinliği sağla yan bir araçtır, düşüncenin tam an lamında ereksel bir özyapısı var dır” (Lalande). Buna göre bir öner menin geçerliliği onun yararlı oluşundandır, doğru tümüyle bireysel yararla belirgindir, öyleyse bir ya
403
PRATİK
404
lan da gerektiğinde bir doğru de ğeri kazanabilir, biri için yanlış olan bir başkası için doğru olabilir. Bu çerçevede pragmacılığı bir tür de neycilik sayabiliriz. Bu öğretinin en önde gelen savunucusu W. James “Pragmacılığın ortaya koyduğu tu tum uzun zamandan beri pek iyi bilinen bir tutumdur, çünkü bu de neycilerin tutumudur” der. W. Ja mes yalnız deneye dayalı bilginin güvenilir olduğuna inanır. Bilginin uygulama değerini göz önünde tut mak pragmacının başlıca kaygısı olacaktır. W. James’e göre bir öğ reti yararlıysa ya da yararlı olduğu ölçüde doğrudur. Pragmacılık aynı zamanda bir tür göreciliktir: pragmatik doğrunun mutlak değeri ola maz, bu doğru insanla birlikte de ğişebilen doğrudur. Mutlak da, son suz da varolan şeyler değillerdir. Pragmacılık aynı zamanda bilin emezci bir bakışı da içerir: insan zihni bir yanıyla bir bilinemeze mahkumdur. Am erikan düşünce dünyasının temel öğretisi diyebile ceğimiz pragmacılık bir öğreti ol duğu kadar genel bir bakış biçimi dir, hatta pragmacılık değil prag macılıklar vardır demek daha doğ ru olacaktır. Buna göre Peirce’i mantıksal pragmacılığın, G.H. Mead’i toplumsal pragmacılığın kuru cusu saymak doğru olur. Bu arada M. Blondel ve H. Bergson gibi tran sız filozoflarını pragmacılığa yakın duran filozoflar olarak değerlendi ren görüşler de vardır. F. Gonseth, E. Le Roy, M. Pradines, I. Laberthonniere gibi birçok filozof prag
macılığa değişik yorumlar getirdi. (Bk. ARAÇÇILIK) PRATİK Bk. UYGULAMA. “PRA X IS” (ıtheoria'ya yani “kuram”a karşıt olarak “uygulama” an lamında yun. söz.). Bir amaca yö nelik olan bedensel ve ruhsal et kinlik. “Uygulama”nın eşanlamlısı olan bu sözcük özellikle M arx’çi düşüncede dünyayı dönüştürmeye yönelik eylemi ya da etkinliği belir ler. Buna göre “praxis” nesnel ger çekliği değiştirebilecek olan temel kategoridir. Tarihsel m addecilik “praxis” in dönüştürücü gücünü gerektirir. Marx şöyle der: “İnsan düşüncesinin nesnel bir doğruya ulaşıp ulaşamayacağını bilmek so runu uygulamayla ilgili bir sorun dur. İnsan, düşüncesinin doğrulu ğunu, gerçekliğini, gücünü, apaçık lığını praxis'de göstermelidir.” (Bk. UYGULAMA) PRO LETARYA (fr. prolétariat; aim. Proletariat; ing. proletariat). İşçi sın ıfı.Y a şam ın ı em eğiyle sürdürenler kesim i. O rtaçağ ’ın sonlarında ve Yeniçağ’ın başlarında san a y ile şm e d e v in im le rin in h ız la n m a sıy la o rta y a çıkan proletarya çağdaş üretimin en güçlü öğesi d u ru m u n a g eld i. Y alnız em eğiyle yaşayan ve em eğiyle sermayeyi oluşturan ve güçlendiren proletarya özellikle sanayileşmiş ülkelerde iktisadi yaşama ağırlığını koydu. Ancak bu büyük kitle yere ve zamana göre büyük değişiklikler
PSİKOZ gösteren bir kitledir. Proletarya içinde alm an to p lu m cu ların ın Lum penproletarya diye adlan dırdığı ve kültür açısından çokça geri k alm ış o lm ak la se ç ile n kesimler yanında son derece iyi örgütlenmiş kesim ler de vardır. XX.yüzyihn özellikle ortalarında proletaryadan ayrılan bir kesim işçiy le işv ere n a ra sın d a bir teknisyenler topluluğu oluişturdu, bu topluluk zamanla işçi hakkına karşı serm a y e c in in ç ık arın ı sav u n a n ü st d ü zey y ö n etici topluluğu niteliği kazandı./ Engels: ■‘Proletarya ya da işçi sınıfı bu ça ğın çalışan sınıfıdır.” “Köle bir de falığına satılmıştır, işçi her gün her saat kendini satmak zorundadır.” / Marx: “Fransa’da fabrika işçileri kanlarının ve kızlarının kötü yola düşüşünü ek çalışm a saatlerine bağlarlar, bu kesinlikle doğrudur.” i Jean Jaurès: “B undan böyle sosyalizm ve proletarya aynlmaz b ir b ü tü n d ü r, so sy alizm tüm ülküsünü proletaryanın zaferiyle gerçekleştirecek ve proletarya tüm varlığını sosyalizm in zaferiyle gerçekleştirecek.’VChateaubriand: “Bireysel mülkiyet olmadan kimse kölelikten kurtulm uş değildir; m ülk iy eti o lm ay an b ağ ım sız olamaz; o ancak proleter ya da ücretli o la b ilir.” / A. C om te: •“O lum lu fe ls e fe n in ku rduğu düşünce alanının m antıksal ve bilimsel temelleri ne kadar sağlam olursa olsun bu ciddi anlayış bugünün insanlanna kadınların ve
proleterlerin kaçınılm az desteği olm adığı sürece çok sevim siz görünecektir.” “Gerçekten felse fenin etkinliği d ışın d a yeni ve korkunç bir siyasal güç yakın zam an d a h er y erd e ö z e llik le İn g ilte re ’de so ru n u n y ö n ü n ü değiştirecek ve gidiş yollarını k arşı k o n u lm az b ir b içim d e basitleştirecek gibi geliyor bana; bu elbette proleter kitlelerinin yakında kaçınılm az bir biçim de siyaset sahnesine çıkm ası olacaktır, bu sahnede onlar bugüne kadar bir araç olarak kaldılar, bu sahneye onların doğrudan doğruya girişi bugünkü kavgaların görünümünü d e ğ iş tire c e k .”/ E. Q u in et: “Aramızda pleb olmadığı gibi gerçek anlamda proletarya da yoktur; bu, kullanılmaması gereken eski bir sözcüktür, çünkü gerçekten can sıkıyor ve gerçeği hiç mi hiç k a rşıla m ıy o r.”/ L o u is Blanc*: “Proletaryanın kendini kurtarması için bugün eksik olan şey çalışma araçlandır: hükümetin görevi bunu onlara sağlamaktır.”(Bk. KOMÜ NİZM) PSİK A N A LİZ Bk. RUHAYRIŞTIRMASI. PSİK A STEN İ Bk. RUHSALBİTİKLİK. P S İK O L O Jİ Bk. RUHBİLİM. PSİK O Z Bk. RUHSALBOZUKLUK 405
R RASLANTI (lat. accidens\ fr. a ccid en t; alm . A kzid en s; ing. accident). Öznede hiçbir değişikli ğe neden olmaksızın ortaya çıkan ve yitip giden. Beş evrenselden bi ri. Olumsal ve geçici bir biçimde kendini gösteren. Özle ilgisi olma yan. Töz’e karşıt olarak, kendinde olmayan, bir başka şeyde olan. Bir varlığın özüyle ya da doğasıyla il gisi olmayan. Özsel olan, varlığını öze bağlı olarak ya da özle ve özde sürdürendir. Raslantısal olan geçi ci olandır, özde hiçbir değişikliğe yol açmadan geçip gidendir. Bir in sanın özsel nitelikleri onun varlık nedenleridir, ama burada ya da şu rada olması, bununla ya da şunun la olması, uzanmış ya da oturuyor olması bir raslantıdan başka bir şey değildir. Aristoteles varlık olarak varlık1la raslantısal olarak varlık’ı bu çerçevede kesin olara!' birbirin den ayırmıştı. Mimarın ev yapma sı onun özüyle ya da varlığıyla ilgi lidir, ama onun yemek yapması raslan tısald ır. A ris to te le s ’e göre raslantının bilimi olmaz. (Bk. ÖZ)
REA LİTE Bk. GERÇEKLİK. R EA LİZM Bk. GERÇEKÇİLİK. R EFLEK S Bk. TEPKİME. R E JİM Bk. YÖNETİMBİÇİMİ. REVELASYON Bk. AÇINIM. R İT M (lat. rhythmus\ fr. rythme; alm. Rythmus; ing. rythm). Çev rimsel bir devinimin bizdeki izleni mi. Sanatta ölçülen ya da ölçülebi lir olan. Doğada ya da dünyada de vinim vardır, devinimin bizdeki iz lenimi ya da devinimden bizim al dığımız izlenim ritmiktir ya da ritmdir. Ritm sanat yapıtının temel öğe sidir ve uzam-zaman diyalektiğin de kendini gösterir. Ritm bizim her hangi bir çevrimsel devinime ver diğimiz anlamdır ya da bizim her hangi bir çevrimsel devinimi ülküleştirmemizdir, bakışımlı kılmamızdır. Doğada da, doğanın devinim lerinde de tam anlam ında bakışımlılık yoktur, en mekanik devi nimlerde bile bakışımlılık bulmayız.
RİTM
4
Nasıl doğadaki yuvarlak cisimler den ülküsel daire fikrini çıkarıyor sak doğadaki devinimlerden de rit me ulaşırız. Ritm duygusunun kö keninde elbette düzenli devinimler vardır; günlerin geceleri ve gece lerin günleri izlemesi, mevsimlerin ardından mevsimlerin gelmesi, bir sertliğin ardından bir yumuşaklığın kendini göstermesi, sevinçten son ra acının ve acıdan sonra sevincin ortaya çıkması, işin dinlenmeyle kesilmesi, yüreğimizin çarpması, gözlerimizi kırpmamız bizdeki ritm duygusunun temel kaynaklarıdır. Ritm uzam ve zaman bütününde ortaya çıkar ve öncesel olarak eşit aralıkları, ama daha genel çerçeve de eşitsiz aralıkları düşündürür. Ritm belli aralıklarla sürerlik kadar belli aralıklarla inişler ve çıkışlar’la kurulmuştur. Bu yüzden ritmi zamansallığa bağlayıp çıkamayız: ritm zamansal ve uzamsal bir bileşim dir. Buna göre yalnızca zamansal aralıklardan değil, aynı zamanda uzamsal aralıklardan da sözedebiliriz. Bu yüzden ritmi yalnızca işit me duyusuyla değil, bütün bir be densel duyum düzeneğiyle açıkla mak doğru olur. Ritm bir uyumlu düzenleniştir. Ona içselliğimizin za mansal boyut içinde ve uzamsal ze minde dışla ilgili bir yorumu diye biliriz. Yalın ya da katışıksız ritm yoktur, her yerde ritmler karmaşı ğının ya da karmaşıklarının varol duğunu görürüz. Ritmler kimi öne çıkarak kimi gerileyerek son dere ce karmaşık bir yapı oluştururlar. 08 Trende giden adam hem trenin de
vinimiyle hem yüreğinin atışıyla hem az önceki ayrılık sahnesinin özellikleriyle ve daha başka etken lerle belirgin bir ritmler karmaşığı yaşar. Sanata yansıyan ve sanatı vareden temel öge böylece yaşa mın koşullanndan bizim bilincimi zin özellikleri çerçevesinde sağlan mış olur. Birey kendi iç yaşam dü zeninin renkleriyle her zaman yeni ritmler oluşturmaya ya da yaşama ya yatkındır. Ritmin varlığında tüm duyumsal yapı belirleyicidir. Tre nin gidişi bende yalnızca ses ola rak değil, bir duyumsanabilir bü tünsellik olarak kendini gösterir. Bir başka deyişle trenin gidişi yalnızca kulağımla değil, tüm bedenimle il gilidir, hatta tüm varlığımla ilgilidir. Bir senfoniyi dinlerken belli bir ritm ler karmaşığına tüm bedenimle ka tıldığımı duyarım. Piyanist piyano çalarken tüm bedenini kullanır. Pi yano çalan kişiyle dans eden kişi arasında ruhsal ve bedensel işlev leri kullanma açısından bir ayrım yoktur. Müzik sanatı sözkonusu ol duğunda bile ritm kulakta başlayıp kulakta bitmez, müziği kulağa bağ layıp çıkan görüşler ilkel görüşler dir. Ritmde ne el, ne göz, ne kulak önceseldir. Ritmin oluşumunda yal nızca doğal devinim düzeni değil, bilincimin, tüm düşünselliğimin ve duygusallığımın, anılarımın, karma şıklarımın, izlenimlerimin özellikleri belirleyicidir. Bilinç her ediminde ol duğu gibi ritmde de ayırıcı ve bü tünleyicidir. Ritm yarattığımız, ya şayarak yarattığımız bir şeydir; rit min oluşumunda, duyumların da işe
RUH karıştığı bir insani bütünsellik ken dini gösterir. Nesnel devingenin öz nelle buluştuğu yerde ritm başlar. Ritmde doğal etkene insani etken katılır. Ritm özne-nesne diyalekti ğinin kurulduğu yerde, insanlaşmış doğanın akışı biçiminde kendini gösterir. Özne-nesne diyalektiğin de varlığını ortaya koyan ritmik du yum kendi içinde de diyalektik bir yapı ortaya koyar: yavaşın hızlıyla, koyunun açıkla, uzunun kısayla bu luştuğu bir yapıdır bu. Onda bir ya vaş bir hızlı için, bir koyu bir açık için, bir uzun bir kısa için vardır. Hatta her ritmik yapıda ritmik ol mayan bir şeylerin bulunabilmesi olağandır. Ritmik olmayan öğenin ritme katılmasıdır bu. Ritm hiçbir zaman birbiçim değildir, ritm birbiçimleştikçe doğala yaklaşır, insa ni özelliklerinden uzaklaşır, giderek ritm olmaktan çıkar, devinim olma ya başlar. Sanat bir ritmler kimya sıdır. Tüm yapıtlar ritmik yapılar dır, ritm demetleriyle kurulmuşlar dır. Ritmlerden giderek sanatçı an lam birimleri ya da anlatım formül leri oluşturur, biz bu formülleri en genel çerçevede simge diye adlan dırırız. Simgeyi ayrıştırdığımızda onun bir ritmler bütünü olduğunu görürüz. (Bk. SİMGE) ROM ANTİZM Bk.DUYGUCULUK. RÖFULM AN Bk. BASTIRMA. RÖVANDİKASYON Bk. HAKÖNERME.
RUH (lat. anima, animus; fr. âme\ alm. Seele\ ing. soul). Yaşam ilke si. Yaşam ve düşünce ilkesi. Maddedışı töz. Latincede anima ölüm le birlikte çıkıp giden soluğu, ani mus da düşünsel ve duygusal an lamda ya da zihinsel anlamda ruhu anlatır. Ruh, en genel anlamda, be denle bütünleşen ve bedenle kar şıtlaşan şeydir. D escartes ruhu ben’le özdeşleştiriyordu: “Öyle ki bu ben yani ruh beni ben yapan şey, bedenden tümüyle ayrıdır.” Oysa daha önce Eskiçağ’m maddecileri ruhu maddesel bir varlık olarak görmüşlerdi. Atomcu filozoflar Demokritos ve Epikuros ruhu ince atomlardan yapılmış bir yapı ola rak görüyorlardı. E p ik u ro s’un a to m ları tam an la m ın d a maddeseldi, buna göre ruh tümüyle maddeden oluşmuştu. Daha sonra Yeniçağ’ın maddecileri de ruhu be densel etkinliğin bir sonucu y& da fizyolojik işlevlerin bir süreci say dılar. Eskiçağ’ın ilk büyük filozofu Platon, ruhu düşünceyle donanımlı ve ölümsüz saymıştı, onun beden le yakınlığı ya da buluşması geçiciy di. Aristoteles Yeniçağ maddecile rine çok yakın düşecek görüşler or taya koyuyordu bu konuda. Yeniç a ğ ’ın ün lü m ad d ec isi B aron d ’H olbach şöyle der: “Ruhum u görmüyorum, ancak bedenimi ta nıyor ve duyabiliyorum. Öyleyse düşünen, yargılayan, acı çeken ve sevinen bedendir.” Oysa ruhçu bir filozof olan Malebranche daha önce, XVII. yüzyılda “Ruhun varlığını tanımak kolaydır, onun özünü 4 0 9
RUH ve doğasını tanımak zordur” diyor du. M alebranche ruhun bedenle ilişkisini şöyle belirliyordu: “İlk in sanın günahı ruhumuzun Tanrı’yla birliğini öyle zayıflattı ki, bu birlik ancak yüreği arınık, zihni aydınlık kimselerde kendini gösterir oldu. Çünkü bu birlik duyuların yargıla rını ve tutkuların devinimlerini kö rü körüne izleyenler için bir düş ola rak görünmektedir. Buna karşılık günah ruhumuzun bedenimizle bir liğini güçlendirdi, öyle ki bizim bu iki parçamız tek bir töz gibi görü nür oldu. Ya da bizi duyularımıza tutkularımıza öylesine köle yaptı ki bedenimizin bizi oluşturan bu iki parçadan başlıcası olduğuna inan dık.” K ant’a göre ruh anlığın kav rayabileceği bir şey değildir, ancak o Noumenon olarak vardır, özgür dür ve zamandışıdır. Deneyciler, Hume, John-Stuart Mili ve öbürle ri ruhu bilinç olgularına indirgedi ler. Bugün ruhtan daha çok bilinç durumlarının ya da ruhsal olgula rın bütünü anlaşılmaktadır. Dün ol duğu gibi bugün de “ruh” bazen “zihin”le karıştırılmakta, bazen de ondan tümüyle ayrı olarak yaşam ilkesi diye anlaşılmaktadır. Paul Foulquiö ruh ve beden ilişkisini çağdaş ruhbilim açısından şöyle açıklar: “Ruhsal olguların fiziksel ol gulara karşıt olan özyapıları varsa da, her bireyin bilinç akışı kendine göre bir özgünlük gösterse de ruh sal olgular yalıtık olarak gözlemlenemezler. Düşünen ve duyan in san aynı zamanda soluk alan insan 410
dır, yüreği belli bir ritme göre çar pan insandır: ruhsal olguların her zaman fizyolojik karşılıkları vardır. Öte yandan, düşünen ve duyan in san kendi düşünceleri ve kendi duy gulan olan bir topluma girmiştir, bu toplumun ruhsal yaşamı ortak ruh sal yaşamda yankısını bulur: kişi sel ruhsal yaşam bir anlamda or tak ruhsal yaşamda varlığını sür dürür.” Paul Foulqui6 ruhsal olgu larla bedensel olguların aynı biçim de tanınamayacağını bildirerek şöy le der: “Fizyolojik olgular ancak duyularla doğrudan doğruya tanı nabilirler, ruhsal olgular ancak bi linçle doğrudan doğruya tanınabi lirler. Buna göre benim gözlerim al dığım yarayı görür ve bilincim on dan doğan acıyı algılar. Ben elbette duyduğum acıdan giderek, görme diğim yaranın varolduğu sonucu na varırım ya da arkadaşımın ya rasını görürüm ve onun acı çektiği sonucuna varırım ki bu acı benim yaşam adığım bir acıdır, burada doğrudan doğruya bir bilgi sözkonusu değildir.” Foulquie’ye göre ruhsal olgular kişiseldir, onları an cak yaşayan kişi anlayabilir. Ruh sal olgular yer kaplamayan ve öl çüye gelmeyen olgulardır. Ayrıca ruhsal olgular zamanda akıp geçer ler. Onlar süreri i, değişken ve ke sintisizdir. Bununla birlikte ruhsal olgularla bedensel olgular arasında sıkı bir bağ vardır. (Bk. BEDEN, KOŞUTÇULU K, ÖNCESEL UYUM, ZİHİN)
RUHAYRIŞTIRMASI R U HAY RIŞTIRM ASI (fr. psyc hanalyse; alm. Psychanalyse; ing. psychanalysis). Ruhsal hastalıkları derin ruhsal araştırmaya dayana rak iyileştirme yöntemi. Klinik ruhbilim yöntemi. Bu yöntem çağrışı ma dayalı çeşitli yollardan giderek, bilinçaltında çeşitli karmaşıklar ola rak yer almış olan anıları, imgeleri, arzulan bilinçte görünür kılmaya dayanır; bunların bilinçte görünür kılınması ya da bunların bilincine vanlması çeşitli ruhsal bozuklukla rın giderilm esini sağlayacaktır. Yöntemin en belirgin özelliği onun doğrudan doğruya soru sormaya dayanıyor olmasıdır. Sorulan çeşitli somlar bilinçaltında yer alan ve sağ lığı bozucu nitelik taşıyan bir öğe nin bilince yükseltilmesini sağla maktadır. Bu yüzden ruhaynştırmasma “bilinçaltının bilimi” diyenler vardır. Yöntemin kurucusu Freud onu “bazı sinir hastalıklannı iyileş tirme yöntemi” olarak tanımlıyor du. Bu yöntem Freud’un deyişiyle hastayı konuşturm aya dayanır: “Hasta geçmiş yaşamının olguları nı ve şimdiki izlenimlerini anlatır, yakınır, arzulannı ve heyecanlannı açıklar.” Freud ruhayrıştırm ası yöntemiyle ilgili olarak şöyle der: “Ne kurgusal felsefe, ne tanıtlamalı ruhbilim, ne deneysel diye adlandınlan ve duyular fizyolojisine bağ lanan ruhbilim (...) bedenle ruh iliş kisi üzerine yararlı veriler sağlaya bilir ve herhangi bir ruhsal bozuk luğu anlama kolaylığı getirebilir.” Freud’un ortaya attığı bu iyileştir me yöntemi başlangıçta tıp alanın
da kuşkuyla karşılandı, daha sonra yavaş yavaş yaygın bir biçimde uy gulanmaya başladı. Ruhaynştırması yöntem inin özü hastayı sorguya çekmeye değil de onu rahat biçim de konuşmaya bırakmaya dayanır. Hastanın burada kendini son dere ce özgür duyabilmesi, düşüncesi ni kendiliğinden boşalıma bıraka cak kadar güven duygusu içinde olması gerekir. Böylece hasta ken dini içten rahatsız eden şeyleri bul ma ve ortaya koyma olanağı kaza nacaktır. Hastanın bu çabası yaşa mının en eski olgularına kadar uza narak tüm yaşamında, özellikle ço cukluk çağında varlığına işlemiş olan bozucu etkileri ortaya çıkar maya yönelecektir. Bu arada heki min tutumu basit bir tanıklık duru munu aşmamaya özen göstermek olacaktır. Aylarca süren ortalama bir saatlik oturumlarda “özgür çağ rışım” yoluyla kendini anlatmanın dışında düşlerin yorumuna da yönelinecektir. Bütün bu görüşmeler sırasında hekim hastanın ortaya koyduğu tüm tepkileri not edecek tir. Bu not alma sözlerin arasından sağlam verileri süzme amacına yö neliktir. Böylece hekim hastanın el bette pekçoğu cinsel kökenli olan aksamaları üzerine bilinçlenmesini sağlayarak onu iyileştirmiş ya da onun iyileşmesine yardım etmiş olacaktır. Ruhaynştırması yöntemi ruhhekimliğinin öbür yöntemleri kadar etkili bir yöntem sayılır. An cak hastanın ruhsal yapısını deş meye yarayan böyle bir yöntemin özel olarak ruhayrıştırmasında uz
RUHBİLÎM manlaşmamış bir hekim tarafından kullanılması son derece tehlikelidir. Bu yöntem iyi kullanılmadığı zaman hastalığı derinleştiren ve hastanın çevresiyle ilişkisini daha da bozan bir yöntem olabilmektedir./ Freud: “Ruhayrıştırm asının doldurmaya çalıştığı şey bir boşluktur. Ruhayrıştırması ruhhekimliğine onda eksik olan ruhsal temeli sağlıyor. (...) Bu amaca ulaşma yolunda o, anatomi, kimya, fizyoloji düzeyin de tüm önyargılardan uzak durmak ve tümüyle ruhsal kavramlara da yanarak çalışm ak zorundadır.” / Kari Abraham: “Ruhayrıştırması y ö n te m i y aşa m k o ş u lla rın ı tanımakla ve sinirli kişinin klinik tablosunu çıkarmakla yetinmez, o aynı zamanda hastanın bilinçdışına g irer ve sin irlilik b elirtileriyle b ilin çd ışın ın ilişkilerini ortaya koymaya çalışır. Hastayla işbirliği içinde biz hastanın libido’sunun ta rih in i b e lirle riz yani onun çocukluktaki durum unu, cinsel b a s tırm a n ın so n u cu n u ve b a s tırılm ış a rz u la ra d ö n ü şü belirleriz. (..) Ancak biliyoruz ki sağ lık lı insan da b ilin ç altın d a sinirlinin itkisel güçlerinin tıpkısını barındırır, anababa karşısındaki bilinçdışı tutum onda da bir ‘temel karmaşık’ oluşturur. Erkek çocuk lib id o ’su n u n ö nce anneye y ö n elm esi o lg u su , o n d a ilk düşmanlık-kıskançlık duygularının babaya çevrilmiş oluşu her bireyde ortaya konulabilen bir gözlemdir. Ne var ki sağlıklı birey toplumsal n ed en leri b astırm ayı sağlayan
itkileri yüceltmeye yönelir ve iktiyle b a stırm a a ra s ın d a b ir denge bulmaya çalışır, sinirli kişiyse bir uçtan öbür uca gider gelir.” (Bk. RUHBİLİM) RUHBİLİM (fr. psychologie; alm. Psychologie; ing. psychology). Ruhsal olayları inceleyen bilim. İn san davranışları incelemesi ya da bilimi. Ruhbilim XIX. yüzyıldan önce felsefenin bilinç olgularıyla ya da duygu ve düşünce araştırm a sıyla ilgili bölümüydü. XIX. yüz yıldan sonra ruhun yapısını ve ruhsallığın yasalarını çeşitli nesnel yön temlerle ve özellikle fizyolojik ve rilere göre araştıran bir deney bili mi oldu. Ruhbilim tarih boyunca felsefenin bir dalı olarak kaldı ve ruh olgularını incelemekle sınırlan dı. Nitekim, Akademi’nin sözlüğün de “ruhu, ruhun yetilerini ve işlem lerini inceleyen felsefe dalı” olarak tanımlandı, bu anlayış içinde o fel sefenin yöntemlerini kullanmakla yükümlüydü. Fizyoloji nasıl beden olgularını inceliyorsa, ruhbilim de ruh olgularım ya da zihin olgularını ele alıyordu. Ruhbilim biim olarak ilk önemli atılımlarını XVIII. ve XIX. yüzyıllarda kazandı. Bu alan da özellikle deneyci İngiliz filozof larının çalışmaları anılmaya değer. Bu bilgi alanı XIX. yüzyıldan son ra deney ve gözlem yöntemlerini kulanarak olumlu bilgiler arasına girmeye başladı. Ruhbilim araştır malarının hızlı gelişimi birçok ruh bilim okulunun doğmasına yolaçtı. Bu okullar içinde birçok bakış açı-
RUHBİLİM sı, birçok kuram gelişti. Ruhbilim başlangıçta içebakış yöntem ine ağırlık verdi. Nice sonra bu yönte min yeterli olmadığı görüldü, ken di ruhsal durumunu gözlemleme ye kalkan birey gözleme başlar baş lamaz bu durumu elden kaçırıyor du. İçgözlemin ya da içebakış yön teminin yetersizliği ruhbilimi zorun lu olarak davranış incelemesine yö neltti. İnsanlar ruhbilimde içebakışla elde edemedikleri birçok bilgiyi davranış gözlemlemesiyle elde et tiler. Böylece ruhbilim giderek bir davranış bilimine dönüştü, öyle ki bazı bilim adamları ruhbilim yerine davranış bilimi' nin kullanılmasını önerdiler. Ancak sözünü ettiğimiz bu iki yöntemin birbirine taban ta bana karşıt olduğunu düşünmek de doğru olmaz. İnsan davranışlarını doğru olarak kavrayabilmek ruh durumlarının incelenmesini de ge rekli kılar, öte yandan davranışlar kendileri olarak değil ruh durumla rını açınlayan belirtiler olarak ele alındıkları zaman ruhbilimin konu su olabilirler. Elbet bunun karşıtı da düşünülebilir: ruh durum larının kavranılması insan davranışlarının, toplumsal insanın etkinliklerinin an laşılabilmesi için önemlidir. Bugün de pekçok alanda, özellikle felse fede ve estetikte pekçok şeyi doğru anlayabilmek için insan zihninin et kinliklerini en ince ayrıntılarına ka dar, hatta kurgunun sınırlarına ka dar gözlemlemek bir gerekliliktir. Çeşitli ruh durumlarının, duygu ve düşünce etkinliklerinin kavranılma sı insan yaşamının aydınlığa kavuş
turulması yolunda çok önemli ve riler sağlar, sağlamaktadır. Buna gö re ruhbilimde başlıca yöntemin ta nıtlama yöntemi olduğunu söyle yebiliriz. Bunun için hem ruhsal ol guların hem de davranışların ayrın tılı biçimde gözlemlenmesi ve göz lemle elde edilen kalıcı verilerin sap tanması gerekmektedir. Davranış gözlemlemesi bir laboratuvar etkin liği gerektirir; ölçmelere dayanmak sızın gelişigüzel yapılacak bir göz lem büyük yanılmalara yol açabilir. Ruhbilimciler insanlarla hayvanla rın, bireylerle toplumlann, hasta ki şilerle sağlıklı kişilerin, ilkellerle uy garların, büyüklerle çocukların dav ranışlarını gözlemleyerek insan ruhsallığınm yasalarına yükselmeye ça lıştılar. Bütün bu çabalar içinde bir çocuk ruhbilimi ortaya çıktı. An cak, çocuk ruhsallığını ortaya ko yabilmek için gerekli olan çalışma ların, çocuk ruhsallığının giriltfıezliği düşünüldüğünde hiç de kolay bir iş olmadığı anlaşılır. Ne olursa olsun laboratuvar çalışmaları son derece bilimsel sonuçlar veren ça lışmalar olmuştur. Olguları yeniden yaratmakla deneye ulaşmak, böy lece son derece ayrıntılı gözlemler yapabilmek çabası testlerle destek lendiğinde insan ruhunun dıştan ele geçirilmesi serüveni gerçekleştiril miş olmaktadır, en azından verimli bir temele oturtulmuş olmaktadır. Dikkat, bellek, zeka testleri ruhsal edimleri ölçmelere indirgeyen çağ daş ruhbilimin sık sık kullandığı araçlarıdır. Bu arada ruhbilim öbür insan bilimleriyle ve doğa bilimle 4 1 3
RUHBİLİM
414
riyle ilişkiler kurarak konusunu ge nişletmeye ve yöntemlerini geliş tirmeye çalıştı. Özellikle yaşam bi limi diye tanımlanan biyoloji ve top lumsal olgular bilimi diye tanımla nan toplumbilim ruhbilimine bellek le, zekayla, kişilikle, heyecanlarla ve daha başka yetilerle ve etkinlik lerle ilgili çalışmalarında çok önemli veriler sağladı. Munn ruhbilimin çağdaş gelişimi konusunda şunları söyler: “Deneyi ve davranışı orga nik işlevler olarak gören modem ruhbilim özellikle davranışın bilim sel araştırmasıyla, yaptıklarımızla ve dediklerimizle ilgileniyor.” Ruhbi lim bu yolda tam anlamında bilim sel yöntemlerle donanmış durum dadır: “Denilebilir ki ruhbilimde bi limsel yöntem öbür bilimlerin yön temiyle özünde aynıdır, ancak onun bazı ruhsal sorunlara uygulanması öbürlerinde görülmeyen bir güçlü ğü getirmektedir. Bu durum özel likle şuradan geliyor: insan orga nizması daha çok dış dünyanın güç lüklerine ve sıkıntılarına karşı koy mak zorunda kaldığı zaman herhan gi bir olgudan daha karmaşıktır.” M unn’ın da belirttiği gibi ruhbili min asıl güçlüğü konusunun çetre filliğinden gelmektedir. Bütün bu gelişmeler içinde ruhbilim eski ba kış açısını tümüyle bırakmış mıdır? Gene de bütün bu gelişmeler için de felsefeye bağımlılığın tam ola rak nerede bittiğini ve bilimselliğin nerede başladığını kestirmek zor dur. Ayrıca olumlu bir bilim olarak ruhbilimin yöntemlerini doğrula makta enaz öbür bilimler kadar fel
sefeye de her zaman gereksinim du yacağı kesindir. Ruhbilim olguları nı üç ayrı öbekte toplamak doğru olur: 1. Etkinlik olguları', tepkim e ler, içgüdüsel davranışlar, alışkan lıklar, istemli eylemler; 2. Duyu ol guları: hazlar, acılar, tutkular, ar zular, heyecanlar; 3. Düşünce ol guları'. algılar, yargılar, imgeler, anı lar, fikirler. Böylece ruhbilim dü şünen ve duyan insanla eylemde bulunan insanı bir bütün olarak ele alır. Ruhbilimin büyük güçlüğü bi linç olgularını ya da bilinçdışı olgu larını kavramaya çalışmakla ilgili dir. Bilincin bilgisi her şeye karşın doğrudan doğruya bilgidir, sezgi seldir ya da doğruca gözlemle elde edilir. Bu tür bilgiler tam anlamın da öznel olmakla birlikte tam tamı na bilinç olgularının gözlemlenme sinden elde edildikleri için kendile rince bir nesnellik değeri de taşır lar. Bu tür bilgi ben’imizin kendisi ni bir nesne olarak algılayabildiği yerde kendini gösterir. Benim bi lincimi benden iyi kimse gözlemleyemez. Bilinci gözlemlemek onun keşfine çıkmaktır. Bilinç denilen ka palı dünyaya tek giriş öznenin kapısındandır ya da bilinç bir kapalı dünyadır, ona ancak sahibi girebi lir. Bilincin herhangi bir nesneye yönelişi basit bilinç'\, kendine yö nelişi de düşünülmüş bilinç'i orta ya koyar. Bilinç edimleri genellikle basit bilinç edimleridir, bilincin ken dini kavramak üzere kendine yö nelişi pek az görülür ya da özellikle gerçekleştirilir. Bilinçaltına gelince, o varlığı uzun uzun tartışılmış ve
RUHÇULUK pek güç benimsenmiş bir bilinç et kinliğidir. XVII. yüzyılda Leibniz Yeni denem e’de “ruhun karanlık bölgeleri”nden sözetmişti. Zaman la bilincin derinlere doğru inildikçe karanlıklaşan bir etkinliği olduğu anlaşıldı. Bilinç üst tabakalarında kargaşık ya da karmaşık bile olsa aydınlıktır. Bilinç bu üst kesimde kendini ya da kendindekini yetkin bir dikkatle rahatça kavrayabilir. En derine indiğimizde en büyük dik kate bile kapalı kalabilen duygu ve düşünce bileşikleriyle ya da karma şıklarıyla karşılaşırız. Gelgelelim bu tabakalara inmek hiç de kolay değil dir. Orada uyuyan, kapalı, örtülü, hatta ussallıkla tersleşen ya da ken dine göre ussal öğeler vardır. Bu bilinçaltı ya da bilinçdışı alan görü nürde bilincin oluşumunu ve akı şını hiç etkilemeyen, gerçekte her an bilinç üzerinde etkili olan alabil diğine zengin ya da verimli alandır: yaratmanın son derece pırıltılı ve rileri kadar çok büyük sıkıntılar da bu alanın ürünü olabilirler. Böylece bilincin ve bilinçdışının tüm olgu larını ve bu olguların davranışları mız üzerindeki etkilerini incelemek ruhbilimin konusudur. Alışkanlık, istem, arzu, eğilim, heyecan, dik kat, algı, bellek, imgelem, yargı, kavram, fikir, usavurma, daha pek çok öge ruhbilimin araştırma ala nını kurarlar. Ruhbilim bugünkü bü yük verimini elbette salt bilinç ol gularının gözlemlenmesi düzeyin den laboratuvar araştırmaları dü zeyine yönelm ekle kazanmıştır. B unda W u n d t’un 1 8 7 9 ’da
Leibzig’de ilk ruhbilim laboratuvarını açarak attığı adımın payı bü yüktür. (Bk. BİLİNÇ, BİLİNÇAL TI, BİLİNÇDIŞI) R U H B İL İM C İL İK (fr. psychologisme; alm. Psychologism us; ing. psychologism). Birçok bilgi alanın da özellikle bilgi kuramında ve man tıkta ruhbilimsel bakış açısını ge çerli kılma eğilimi. Felsefenin so runlarını ruhbilimsel çerçevede çöz me eğilimi. (Bk. RUHBİLİM) RU H Ç U LU K (fr. spiritualisme; alm. Spiritualismus; ing. spiritualism). Ruhun bağımsız bir gerçek lik olduğunu benimseyen öğreti. Zi hinsel etkinliklerin yalnızca fizyo lojik işlevlere bağlı olmadığını, ayrı bir ruhsal lığın sözkonusu olması gerektiğini savunan öğreti. Ruhu bedenden ya da maddeden üstün sayan öğreti. Maddeciliğin karşıtı. Dar anlamda ruhçuluk ruhun apayrı yani organizmadan bağımsız oldu ğunu benimser. Bu yanıyla ruhçu luk ülkücülüğe çok yaklaşır. Geniş anlamda ruhçuluk Tanrı’nın varlı ğını belirler ve yüce manevi değer lerin varolduğunu bildirir. Ahlak açısından ele alındığında insan iki yönlü bir varlıktır, birinci yön hay van olmanın özellikleriyle ilgilidir, ikinci yön ruhsal yani duygusal-düşünsel yöndür ve bu iki yön kar şıtlıklar içinde insan varlığını oluş turur. Ahlakçılar insanın hayvansal özelliklerini değerler açısından ge nellikle bir tehlike kaynağı olarak görürler. Bu yüzden öteden beri be 4 1 5
RUHSAL den aşağılanmış, ona bağlı olarak hazlar ve tutkular hor görülmüş, insanın usuyla tutkularına egemen olması gerektiği düşünülmüştür. Özellikle tektanrıcı dinler ruh olan insanı yüceltirken onun bedensel liğine egemen olması gerektiğini bil dirm işlerdir. Oysa başta Epikuro s’çuluk olmak üzere bazı eski çağ ahlakçıları hazzı insan yaşamı nın olduğu kadar ahlakın da teme line yerleştiriyorlardı. Getirdiği nous kavramıyla Anaxagoras’i belki de ilk ruhçu saym am ız doğru olur. Ö zetle ruhun bağım sızlığını ve m addeye üstünlüğünü varsayan tüm öğretileri ruhçu saymamız ge rekecektir. Lalande’nin belirlediği gibi ruhçuluk “nitelikleriyle birbi rinden kökel olarak ayrılan iki tö zün varlığını benimseyen öğreti”dir. Bu tözlerden birinin temel niteliği düşünce ve özgürlüktür, öbürünün temel niteliği uzamsallıktır ve me kanik ilişkilerin ortamı oluştur. Ge ne de, hangi açılardan bakılırsa ba kılsın, ruh ve beden ya da ruh ve madde bir bütün oluşturur. Honoré de Balzac şöyle der: “Maddecilik ve ruhçuluk sözcükleri belki de belli bir şeyin iki ayrı yüzünü ortaya ko yuyor.” Théodore Jouffroy da şöy le der: “Maddeciliği en iyi yadsı yan ruhçuluktur, ruhçuluğu en iyi yadsıyan da maddeciliktir. Bu gö rüşlerden birinin saçmalığını iyice anlayabilmek için karşıt bakış açı sına yerleşm ek yeterlidir.” (Bk. GERÇEKÇİLİK, MADDECİLİK, ÜLKÜCÜLÜK) 416
R U H SA L (fr. p sychique; alm. psychisch; ing. psychical). Ruhla ilgili olan. Bilinç etkinlikleriyle ilgili olan. Davranış olgularıyla ilgili olan. Ruhsal olgular her şeyden önce en genel çerçevede bilinç olgularıdır. Ancak ruhsal olan yalnızca bilinçle değil, bilincin yansımalarıyla ya da dışlaşma alanlarıyla ve biçimleriyle de ilgilidir, bu yüzden onu davra nışla da ilgili saymak gerekecektir. (Bk. RUH, RUHBİLİM) R U H S A L B İT İK L İK (fr. psyc hasthénie', alm. Psychasthenie; ing. psychasthenia). Ruhsal gerilimde aşın azalmayla belirgin sinir bozuk luğu. Yunancadaki psuche’yle (ruh) asthenia’nın (zayıflık) birleştirilme siyle oluşturulmuş olan bu terimi ilk olarak Pierre Janet kullandı. Ruhsalbitiklik takılmalarla, aşın he yecanlarla, kuşkularla, eksiklik duygularıyla kendini gösterir: dik kat ve karar eksikliği istemli edim lerden kaçış, ölçüsüz utangaçlık ya da pısınklık ruhsalbitiklikte çok be lirgindir. Kişi gerçekliğe uyarlanamaz duruma gelmiştir, düşsel bir dünyaya sığınma eğilimindedir, ya rarlı edimlerin yerine boş eylemleri koym uştur (tik, gevezelik, vb.). Kararsızlık ortama uyma güçlüğüyle içiçe görülür. Bunaltı ya da boğun tu, korku, yabancılık duyguları, sağlığıyla aşırı ilgilenme eğilimi, kendinden utanma gibi durumlara bu hastalıkta çok raslanılır. RUHSALBOZUKLUK (fr. psyc hose; alm. Psychose; ing. psycho-
RUHSALÇÖKÜNTÜ sis). Gerçeklikten uzaklaşmayla ve toplumsal uyumsuzlukla belirgin nıh hastalığı. Kişisel durumunun bilincinde olan sinir hastalarına kar şıt olarak, ruhsalbozukluğa uğra mış kişi kendi durumunun bilincin de değildir. Ruhsalbozuklukta kişi dış dünyadan hatta yakın çevresin den kopar, gerçek anlamda yalıtık bir yaşam sürme eğilimi gösterir. Onun kendine özgü bir dünyası vardır, o bu azçok ayrıcalı dünya da yaşar. Bildiği gibi düzenlediği bu düş dünyasında kendini son dere ce güçlü duyar. Şizofreni, manimelankoli, çılgınlık başlıca ruhsalbozukluk tipleridir. RUHSALÇÖKÜN TÜ (lat. depressio; fr. dépression nerveuse; aim. Nervenzusammenbruch; ing. break-down). Duygusal ve düşün sel gerilimin azalmasıyla belirgin ge çici ya da sürekli ruhsal yıkım du rumu. Ruhsalçöküntü yorgunluk la, bıkkınlıkla, isteksizlikle kendini
gösterir. Çalışmada verim enaza in miş, başağrısı, dikkat toplayama ma, anılara takılma gibi belirtiler or taya çıkmıştır. Bunaltıyı büyük bo yutlarda yaşayan kişi bundan böy le en küçük bir güçlüğü kaldırabi lecek durumda değildir. İlgisi azal mış, istemi iyiden iyiye zayıflamış tır. Zihin yetilerini yeterince kullana mamaktan yakınmaktadır. Bütün bu sıkıntılar onu aşağılık duygularına düşürür, melankoliye iter. Kalıcı ya da sürekli ruhsalçöküntüler yanın da gündelik yaşam güçlüklerinin getirdiği geçici ruhsalçöküntüler de vardır, bir dostla bozuşma, işten çı kartılma, aile bireylerinden biriyle tersleşme, yalnız kalma gibi neden ler geçici ruhsalçöküntülere yol açabilir. A şın çalışmayla gelen zi hin durgunluğu da ruhsalçöküntü yaratabilir, o durumda kişinin bir klinikte dinlendirilmesi uygun olur. Yaşdönümü ve bunama da ruhsalçöküntüye yolaçabilmektedir.
417
s
SAÇM A (lat. absurdus; fr. absür d e ; alm . Absürd', ing. absürd). Mantığın kurallarına aykırı olan. Usdışı olan. Kendi içinde çelişkili olan. Anlamdan yoksun olan. Varoluşçu felsefe saçma kavramını yaşamın temel kavramlarından biri yaptı. Va roluşçu felsefe bu eğilimin kayna ğını Pascal’in bilinmez olan karşı sın d ak i te d irg in liğ in d e bulur. Pascal şöyle diyordu: “Kavrayışı mızı düşünülebilir uzayların ötesi ne boşuna taşıyor, şeylerin gerçek liğine karşılık yalnızca küçük şey ler elde ediyoruz. Merkezi her yer, çevresi hiçbir yer olan sonsuz bir büyüklüktür bu.” “Böylece insan yaşamı aralıksız bir yanılmadır, in sanlar birbirlerini yanıltırlar, birbir lerini överler. Biz varken kimse biz yokken andığı gibi anmaz bizi.” Bu ' deşiklik insanı zorda bırakan, tuI tarsızlıklara iten bir eksikliktir. [ Pascal’e göre insan bu eksikli du nunu aşamayacaktır: “İnsan kenŞ disi için de başkaları için de örtülü[ lükten, yalandan, ikiyüzlülükten ' başka bir şey değildir.” Aynı kay gıyı varoluşçu düşüncenin ünlü ki
şisi Albert Camus’da buluruz: “Her şeyi bana açıklasınlar ya da hiçbir şeyi açıklamasınlar isterim. Us yü reğin bu çığlığı karşısında güçsüz kalır. (...) Saçma, insanın çağrısıy la dünyanın anlaşılmaz sessizliği nin bu çatışkısından doğar.” Bu ara da “Saçma duygusu öbür duygu lar arasında bir duygudur” diyen Camus saçma’yı bir tabula rasa sa yar: “Yöntemli kuşku gibi saçma da tabula rasa oluşturur. Saçma Bi zi açmazda bırakır. Ama yöntemli kuşku gibi o da kendi üstüne dö nerek yeni bir araştırmayı başlata bilir.” Saçma, varoluşçu fılozoflann herbirinde azçok değişik anlam lar alır. Örneğin Kierkegaard ve Heidegger bu dünyadaki yabancılığı anlatm ak için onu kullanırlar. Gabriel Marcel için saçma insani varoluşun gizidir. Sartre onu evre nin anlamsızlığı olarak görür. Sart re şöyle der: “Varlığın ussal daya nağı yoktur, varlık nedensiz ve zorunluksuzdur: varlığın tanımı bile bize onun kökel olumsallığını gös terir.” Dinci varoluşçulan ayrı tu tarsak, tüm öbür varoluşçu fılozof-
419
SADİZM lar yaşamı tümüyle saçmaya indir gerler. Dünyaya geliş saçma oldu ğu gibi ölüm de saçmadır. “Doğ muş olmamız saçmadır, ölüyor ol mamız da saçm adır” der Sartre. Em m anuel M ounier bu konuda şunları söyler: “Her yaşam önüne geçilemez bir biçimde ölüme doğ ru ilerler. Ölüm bir raslantı değil dir, dışarıdan gelmez. (...) İnsan yaşamı ölüm için varlık’dır. Ger çekte kendi ölümümü ölmek kim senin benim adıma hiçbir şey ya pamayacağı tek şeydir. Benim ölü müm en kişisel olasılıktır, en gerçek olasılıktır, aynı zamanda en saçma olasılıktır. O benim yaşam ım ın ucunda yer almaz, yaşamımın her anında, hatta yaşam a edimimde kendini gösterir. Ben onu iyiden iyiye unutmak, ondan kaçmak, onu eğlenceyle, ilgisizlikle ya da dinsel mitoslarla değiştirmek isterim.” / A.M. Barthélémy: “Saçma insan hiçbir zaman değişmeyen insandır.” / Raoul Rigault: “Tanrı saçmadır.” / R Valéry: “Gerçek kendini ancak saçmayla açıklayabilir.” (Bk. VA ROLUŞÇULUK)
420
SADİZM (fr. sadisme; alm. Sadismus; ing. sadism). Arzulanan ki şiye acı çektirmekle belirgin cinsel sapıklık. Acı çektirme yoluyla cin sel hazza ulaşma eğilimi. Fransız yazarı Marquis de Sade’m yapıtla rında anlatımını bulan sadizm cin sel yönelimde şiddeti içeren tüm eğilimlerin genel adıdır. Sadizmde cinsel uyarı kesin olarak şiddete bağlıdır. Bazı durumlarda şiddet uy
gulaması öldürmeye kadar gidebi lir. En genel, en kaba biçim leri kamçılama, ısırma, aşağılama olan sadik yönelimlerin kaynağını bazı yazarlara göre doğuştan getirilen ki şilik özellikleri oluşturmaktadır. Ba zı yazarlar, özellikle ruhayrıştırmasıyla ilgilenenler sadizmi anal dö nemdeki bir takılmaya bağlarlar. Sadizm yalnızca karşı cinse yönel mez, bir eşcinse, bir hayvana ya da bir çocuğa da yönelebilir. Hatta cinsel nesneye yönelmeyen sadik tutumlar da vardır: bazıları cinsel ilişkiye girmeden önce ilgisiz bin lerine şiddet uygulayarak kendile rini bu ilişkiye hazırlarlar. Bir işken ce olayım gözlemleyerek uyarılan sapıklar da vardır. Bu gibi durum larda eşin varlığı da gerekmeyebi lir, doyum mastürbasyonla sağla nabilir. Sadik kişi genellikle cinsel konularda aşırı heyecanlı kişidir. Ölüsevme ve vampirlik gibi aşırı sa dik yönelimler yoğun bir cinsel he yecanın ürünü olarak görünür. Sa dizm birçok biçim lerinde mazohizmle birlikte görülür. Mazohizm sadizmin öbür yüzü gibidir. (Bk. MAZOŞİZM ya da MAZOHİZM, ÖLÜSEVME, SADOMAZOŞİZM ya da SADOMAZOHİZM) SA D O M A Z O ŞİZ M ya da SA DOM A ZOHİZM (fr. sadomasoc hisme; alm. Sadomaso chismus; ing. sadom asochism ). Sadizm le mazohizminyani cinsel hazza ulaş ma yolunda acı çektirme ve çekme eğilimlerinin aynı kişide birleşme si. Ruhayrıştırmasıyla uğraşanlar
^SALDIRGANLIK bu iki sapık eğilimiin birbirinden ayrı olamayacağını düşünürler. On lara göre bir kişide sadik eğilimler varsa mazohist eğilimler de olacak tır. Örneğin eziyet etmekten hoşla nan kişinin aynı zamanda suçluluk duygularıyla kıvranıyor olması sadomazohizmin ahlaki düzeyde ke sin bir belirtisidir. (Bk. MAZOHİZM, SADİZM) SAĞDUYU (fr. bon sens; alm. Ge sunder Verstand, Gescheidtheit; ing. g o o d sense, right sense). Duy guların dışına çıkarak doğru yargı lar ortaya koyma yetisi. Descartes sağduyuyu us anlamında kullanı yor, onu dünyanın en iyi paylaştı rılmış yetisi olarak görüyordu. Fi lozof Yöntem üzerine konuşma'da şöyle der: “Özel olarak sağduyu ya da us diye adlandırılan doğru yar gılama ve doğruyu yanlıştan ayır ma gücü tüm insanlarda doğal ola rak eşittir.” Descartes’ın bu belir lemesine karşın “us”la “sağduyu”yu birbirinden ayırmak gerekir. “Us” teknik bir terimdir, evrensel genişliktedir. Oysa “sağduyu” her kişideki doğruya yönelme istemi ni, dürüstlükle ve tam bir tutarlı lıkla doğruyu belirleme eğilimini or taya koyar. (Bk. US) SA LD IR G A N L IK (fr. agressi vité; alm . A g g re ssiv itä t; iııg. agressivity). Baskı ve şiddet uygu lamaya eğilimli kişinin özyapısı. Kaçma ya da ilgisiz kalmadan çok saldırıya geçmeye yatkın oluşla be lirlenen kişilik özelliği. Freud’da
yıkma içgüdüsü. Saldırganlık dina mikliği ya da haklılığı düşündüren bir takım nedenlere dayansa da bir bozuk kişilik göstergesidir. Saldır ganlar genellikle doğrucu, etkin, ça lışkan, korumayı seven insanlar olarak görünürler ya da görünme ye çalışırlar. Ne olursa olsun, sal dırganlık temelinde yoksunluklar yatan bir ruh bozukluğudur. Sal dırganın adalet dağıtmaya çıkmış olması adalet adına değil saldırganlık adınadır. İnsanları saldırganlığa iten etkenlerin başında engellenmeler ve şiddet uygulamaları gelir. Anne ço cuğunu çamurla oynamaktan en gellediğinde çocuk öfkeye kapılır ve saldırganlaşır. Taze diye aldığı ekmeğin bayat olduğunu anlayan kişi de hemen saldırganlık duygu suna kapılacaktır. Saldırganlık her zaman yoksunluğu yaratan nesne ye yönelmez. Bir başka deyişle dı şa karşı saldırgan olamayan kişi kendine karşı saldırgan olur. Pekçok kişi yoksunluklar karşısında şiddeti kendine uygulama yolunu seçerek intihar etmiştir. Başkasının öfkesini uyandırmaktan çekinen ki şi saldırganlığını kendine yönelte cektir. Saldırgan aşık, kendisine kı zını vermeyen babayı değil de ken dini öldürecektir. Büyükte saldır ganlığı kışkırtan pekçok neden var ken çocukta saldırganlığı yaratan hemen yalnızca sevgisizliktir. Ço cuk kendisine üstünü ıslatmaması gerektiğini bildiren annesini sevgi sizlikle suçlayacaktır. Öğrenciler çok zaman başarısızlıkları karşısın da tedirginliğe kapılan anababaları 421
SANAT
422
sevgisizlikle suçlarlar. Bu yüzden büyüklerin çocukları anlamaya ça lışması ve yargılamadan sevmesi çok önemlidir. Ancak her insanda belli bir saldırganlık eğiliminin bu lunduğunu, böylesi bir eğilimin sa natsal yaratmada baş etken oldu ğunu da unutmamak gerekir. Sal dırganlık insan türünün temel özel liklerinden biridir. Buna göre bir sal dırganlık içgüdüsünden sözetmek olasıdır, insan tüm üst düzey hay vanları gibi varlığım saldırganlık içinde gerçekleştirmeye eğilimlidir. Saldırganlık konusunu ele alırken bu temel özelliği gözden uzak tut mamak gerekir. Ancak istemli ve ussal bir varlık olan insanın yaşa mında saldırganlığın ne ölçüde ol duğu ya da olabileceği hatta olma sı gerektiği büyük bir tartışm a konusudur. Kimi yazarlar saldır ganlığı tam tamına yıkıcı bir etken sayarken kimileri bir zorunluluk olarak görürler ve savunurlar. “İç güdüler kuramında Freud iki temel içgüdüsel güç belirler: biri yaşam, öbürü ölüm. Cinsel içgüdü birinci yi temsil eder. Yıkıcı eğilimleriyle saldırgan itkiler İkinciyi temsil eder ler. Bu iki içgüdü, bütünleşerek ya da karşıtlaşarak, tüm yaşam olgu larını üretirler. Çocuğun evriminin değişik evrelerinde bu iki içgüdü arasında koşutluk ve hatta kaynaş m a vardır. Saldırgan itkiler cinsel itkilere güç ve etkinlik kazandırır lar ve bu katkı sayesinde cinsel it kiler amaçlarına ulaşabilirler” (A. Porort). Sinirli kişiliklerin saldırgan lığa yatkınlığını H. Ey şöyle açık
lar: “Sinirli kişi yaşama güçlüğü çe ken bir varlıktır: sinirli davranışın bu yüzü elbette çevre için son de rece çarpıcıdır. O, kararsız, hoş görüsüz, çelişkili bir kişidir, hep söylenildiği gibi kötü huyludur. Si nirlinin klinik araştırmasında saldır ganlık sorunları birinci sırayı alır di yebiliriz.” Saldırganlığın iyileştiril mesi son derece güç bir hastalık olduğu kesindir. Doğuştan ya da yapısal diyebileceğimiz saldırgan lık en kalıcı saldırganlıktır. Saldır gan kişilerin alkolden uzak durma ları ya da durdurulmaları gerekir. (Bk. ŞİDDET) SANAT (fr. art-, alm. KunsV, ing. art). Belli bir amaca ulaşmamızı sağlayan yolların bütünü. Bir bilgi alanında bilgiler ve kurallar topla mı. Güzeli gerçekleştirmek için or taya konulan özel etkinlik alanları nın herbiri. Sanat, Yeniçağ’a kadar toplumun ve dinin hizmetinde, yarargözetir bir etkinlik alanı olarak kaldı ve kuramdan çok uygulamay la ilgili oldu, büyük ölçüde zanaata yakın durdu. H er çağın sanattan anladığı ve sanattan beklediği baş ka başka oldu. İlk uygarlıklar dö neminde sanatın dinsel-toplumsal bir işlevselliği vardı. Bu çağın sa natçısı özgür yaratıcı değildi, sa natta bireysel etken tümüyle geri itilmişti, sanatçı bir toplum hizmetlisiydi. Bu zamanlarda sanatsal in celik sanatçının toplumsal gerekler çerçevesinde değil de kendiliğinden gerçekleştirdiği bir incelikti. Ortaçağ’da ars hem bugünkü anlamda
SANAT sanatı hem her anlamda bilimsel, felsefi, zanaatsal uygulamayı kar şılıyordu. Ortaçağ sonlarında orta ya çıkan üniversitelerde okutulan dersler belli bir dizge içinde topar lanıyor ve özgür sanatlar diye ad landırılıyordu. Bu özgür sanatlar ye di taneydi (trivium: dilbilgisi, bela gat, diyalektik; quadrivium: aritme tik, müzik, geometri ve gökbilim). Ortaçağ’da sanat bizi belli bir so nuca ulaştıran usullerin toplamı ola rak anlaşılıyordu: “Ars est systema praeceptorum universalum, verorum, utilitum, consantientum ad m u m eumdemque fınem tendentitan” (Sanat bir ve aynı amaca yö nelik genel, doğru, yararlı, uyuşumlu bir genel kurallar dizgesidir). Buna göre ars yalnızca dilbilgisini, müziği, belagati... değil aynı za manda resmi, yontuyu, marangoz luğu, mimarlığı... içeriyordu. Ars bu durumda Yunanlıların teksin’\y\e eşanlamlı gibiydi. Yeniçağ’ın baş larında sanat bu genel anlamını yi tirerek gerçek anlamda bir insan araştırması olmaya başladı ve yarargözetirlikten uzaklaştı. Eski toplumlarda, yukarıda da belirttiğimiz gibi sanatın özel bir işlevi vardı, in sanı doğaüstüne açan bir kapı gi biydi. M ircea Eliade bunu şöyle açıklar: “Eski toplumlann gözünde kültür insan ürünü değildir, doğa üstü kökenlidir. Ayrıca insanın tan rılar ve öbür doğaüstü varlıklar dünyasıyla ilişki kurması ve onla rın yaratıcı gücüne katılması sanat aracılığıyla olur.” Oysa sanatın çağ daş anlamı çok daha değişiktir. Bu
anlamı Rodin bize şu sözlerle açık lar: “Sanat insanın en yüce görevi dir, çünkü sanat dünyayı anlamak ve anlatmak isteyen düşüncenin ça basıdır.” Voltaire bunu daha değişik bir biçimde şöyle açıklar: “Sanatla rın gizi doğanın eksiğini kapamak tır.” Böylece sanat bir işlev yükle nir: sanatın eski işlevi doğaüstüyle insan arasındaki bağı kurmaksa, onun yeni işlevi insanı araştırmak ve dünyayı buna göre bir düzene koymaktır. Bu yolda sanat bilim den ve felsefeden ayrı olarak salt kavramsal düşünceyle yetinmez, onda insan bir bütün olarak vardır. Yüreğin etkinliği kafanın etkinliğiy le bütünleşmedikçe gerçek sanat yapıtı ortaya çıkmaz. “El, baş ve yürek birlikte çalışırsa sanat iyi olur” der Ruskin. Bütün sanatlar, kullandıkları gereçler ve uyguladık ları yöntemler ayrı da olsa insanı duygu-düşünce düzeyinde ortaya çıkarmakta ortak bir çaba ortaya koyarlar ve ortak özellikler taşır lar. Sanatları birbirinden ayrı alan lar saymak ve hele bunlardan biri ni ya da birkaçını öbürlerinden öne çıkarmak ancak sanattan uzak kal mış kişilerin yapabileceği bir iştir. “Tüm sanatlar kardeştir, her sanat ö bür sa n a tla ra ışık v e rir” der Voltaire. Tüm sanatların ortak ama cı güzeli gerçekleştirmek ve güzel de insan gerçeğini ortaya koymak tır. “Sanatçı yazgımızı aydınlatır, ya şamımızı bulur çıkarır” der Bayer. Sanatçı bunu yaparken donanımlı dır, apayrı bir görme gücüdür, bir göz’dür. “Sanatçının bize göster- 4 2 3
SANAT
424
diği o görünmez dünya çok zaman gözlerimizin önündeki dünyadır” (Bayer). Buna göre sanatın tek ama cı güzeli yaratmaktır diyebiliriz. Sa natın yarattığı güzel doğrudan doğ ruya yararlı değildir, insanı insana gösterm ekle, dolayısıyla yararlı olur. Sanat kendi amaçlarını ken dinde taşıyan bir araştırma alanı dır. Kendi dışında amaçları olması onu kendi olmaktan uzaklaştırabi lir. Sanatsal yaratma yoktan varetme anlamı taşımaz, sanat düzeyin de yaratmak özgün bileşimler oluş turmaktır. Sanat hiçbir şeyi yoktan varetmeyecektir. Sanatın iki temel zorunluluğu vardır: doğal gereci kullanmak ve insan boyunda kur mak. Demek ki insana insanı gös teren bu etkinlik insan olmanın ko şulları içinde gerçekleşmelidir. Sa nat yaparken ne başka bir dünya nın gerecini kullanabiliriz ne de bir sanat yapıtını insanın algılayama yacağı ölçülerde küçük ya da bü yük yapabiliriz. Sanatçı bileşimle rini kurarken özgün bir yapı oluş turma çabasındadır. Özgünlük sa nat yapıtını sanat yapıtı kılan birin ci koşuldur, özgün olmayan hiçbir sanat yapıtı gerçek sanat yapıtı ola maz. Henri Delacroix “Her bileşim kendini oluşturan kurucu öğeleri aşar, her bileşim yaratıcıdır” der. Hiçbir bileşim rasgele toparlama değildir, her bileşim bir fikrin ger çekleşmiş biçimidir. Her sanat ya pıtı b ir fikrin açınım ıdır, fikir gerçekleşti mi yaratıcı zihin o fikri en iyi biçimde dışlaştıracak olan bi leşimi aramaya çıkacaktır. Yarat
mak önce bir tasarıyı ya da fikri, sonra da bir eylemi gerçekleştir mektir. Bu yolda sanatçı hem gidimli düşünceyi hem de sezgisel düşünceyi kullanacaktır. Hegel şöyle der: “Belirlemeyi, ayırmayı, seçmeyi bilen düşünce olmaksızın sanatçı ele almak istediği konuya egemen olamaz, buna göre gerçek sanatçı ne yaptığını bilmez diye dü şünmek gülünçtür.” / H. Delacro ix: “Sanatçı sanatında kendi evin dedir. Bu bir dünyadır. Sanatçının yatkınlığı genellikle tam anlamında özelleşmiştir. Sanatçımn sanatında da kendi özelliği, kendi özel tema ları, kendi gereci vardır.” / Hippokrates: “Yaşam kısa sanat uzundur.” / Quintillianus: “Sanat aşkı kimse yi zengin etmedi.” / A. Bosse: “İyi bir ressamın tüm öbür sanatları ta nıması gerektiğini çok kişi söyledi ve yazdı, çünkü onun sanatı insa nın gözüne çarpabilecek her şeyi evrensel düzende ortaya koyabil melidir.” / Cardinal de Retz: “Kü çük kafalar sanatın yarattığı hiçbir şeyi doğal saymazlar.” / Fénelon: “Sanat ne kadar büyük olursa ol sun gerçek bir tutku gibi konuş maz.” / Fontenelle: “Sanat uyruk larını sıkmayı seven ama onların sı kılmış görünmesini istemeyen bir tirandır.” / César Chesneau: “Bilim ler ve sanatlar uygulamayla ilgili gözlemlerden başka bir şey değil lerdir; kullanım ve uygulama tüm bilimleri ve tüm sanatları önceledi, ama bilimler ve sanatlar daha son ra uygulamayı yetkinleştirdiler.” / J.-R. Bloch: “Sanatın yararlılığı
SANATÇI maddesel düzeyde değildir. Sana tın yararlılığı duygu, heyecan ve yüksek kavrayış düzeyindedir. Sa nat herhangi bir kesimden yana de ğildir, ancak o hiçbir kesimi göz den uzak tutmamalıdır, onların ne k a n ıtla rın ı ne b ü y ü k lü k lerin i görmezden gelmelidir. Sanat onla ra egemen olur, onlarla yüzyüze ge lir, onların hakemi olur, herbirini ay rı ayrı açıklar. Sözcüğün en derin anlamında sanat bir açıklamadır. O insanları birbirlerine açıklar, kadını erkeğe ve erkeği kadına açıklar, bu günün insanını yarının insanına açıklar, eski zamanların insanını yeni yetişen genç insana açıklar.” / D escartes: “D erin düşüncelerle filo z o fla rın y a z ıla rın d a n çok şairlerin yazılarında karşılaşıyor olm am ız şa şırtıc ı görü nebilir. Bunun nedeni şairlerin heyecanla ve im gelem gücünün etkisiyle yazıyor olmalarıdır. Çakmaktaşında nasıl k ıv ılc ım la r v a rsa (ateş k ıv ılc ım ları) bizde de b ilim in kıvılcımları vardır. Filozoflar onları uslarıyla ortaya çıkarırlar; şairler onları imgelemle ortaya koyarlar: kıv ılcım lar o zam an d aha çok parlar.” (Bk. GÜZEL, ESTETİK, YARATMA) SANATÇI (fr. artiste; alm. Künstler; ing. artist). Duygu ve düşün ce çerçevesinde güzeli gerçekleşti ren. Sanat yapan. Kendini güzelin gerçekleştirilmesine adamış kişi. Bir sanat yapıtının yaratıcısı. Bir yapıtı yorumlayan kişi. Güzeli kuran ya da güzelden sorumlu olan kişi ola
rak sanatçı her şeyden önce bir in san araştırmacısıdır ve insanın duy gu ve düşünce dünyasını tanımak la ve yansıtmakla ya da tanıtmakla yükümlüdür. Böyle olmakla o ya pıcı ve yaratıcı bir duyarlılığın in sanıdır, bu duyarlılığını sanatını oluşturma serüveni içinde ya da ya ratma süreçleri boyunca ustalaşarak kazanmıştır. O her şeyden ön ce bir yaşam gözlem cisidir, bir yaşam ayrıştırmacısıdır, aynı za manda bir yaşam yorumcusudur. “Bilgin için yaşam bilimde açıkla nırken sanatçı için yaşam sanatta açılanır” der Henri Delacroix. Ona göre “Sanatçı duyguları estetik bi çimleri içinde ve estetik biçimleri ne doğru yaşar.” Sanatçının sanatı kendi sanatıdır, sanatçı sanatını dünyayla ilişkileri içinde özelleşti rerek kurar ya da kendi özellikleri nin belirleyiciliğinde oluşturur. Bir anlamda estetik düzeyde dünyanın içselleştirilmesidir bu. Sanatçı sa natında kendi kurmuş olduğu özel likli bir ortamdadır, kendi özel yurdundadır. Sanatçının kurduğu bu dünya apayrı bir dünyadır. Bu an lamda sanatçı yatkınlıklarını özel leştirmiş kişidir. Sanatçının sana tında kendi kişiliğinin izleri vardır ya da yansıları vardır. Buna göre her sanatçı kendi özel temalarıyla ve kendi özel gereciyle belirgindir. Her sanatçı sanatsal gereci kendi bilinç koşulları çerçevesinde kulla nır, kendi öngörüleri çerçevesinde kullanır. Böylece sanatçı kişiliğim oluşturmuş olur. Sanatçı için birey sel kişilikten ayn olarak ama elbet
SANRI
426
te onun üzerinde temellenmiş olan bir sanatçı kişiliğinden sözetmek hiç de yanlış olmayacaktır. Sanatçı bu çerçevede özel bir duarlılığın insa nıdır, onun çok zaman deha diye tanınması ya da tanımlanması bu radan gelir. “Yalnızca sanatçılar ve çocuklar yaşamı olduğu gibi görür ler” der Hofmannstahl. Baudelaire sanatçı etkinliğinde çocukluğun iz lerini bulur: “Olgun bir sanatçının yapıtlarıyla çocukluğundaki ruh durumu arasında yapılacak bir fel sefi karşılaştırma dehanın açık açık ortaya konulmuş bir çocukluktan başka bir şey olmadığım kolayca kanıtlamaz mı?” Bu çerçevede çok ları sanatçıyı olağanüstü insan say ma eğilimindedirler. Gide şöyle der: “Gerçek sanatçı, yarattığı zaman lar yarı yarıya kendi bilincinden uzakta gibidir. O kim olduğunu da tam olarak bilmez. O kendini an cak yapıtında, yapıtıyla, yapıtından sonra tanıyabilir. Dostoyevski hiç bir zaman kendini aramadı, o ken dini çılgınca yapıtına verdi. Kitap larındaki kişiliklerde yitip gitti. îşte bu yüzden bu kişiliklerin herbirinde onu buluruz,” Oysa Dostoyevsk i’nin kişilerinden biri şöyle düşü nür: “İnsanlar sıradan ve olağanüs tü olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bi rinciler başeğerek yaşamak duru mundadırlar, bunların yasaları çiğ neme hakları yoktur, çünkü onlar sıradan insanlardırlar. Öbürleri ola ğanüstü insanlar olmakla tüm suç ları işlemek, tüm yasaları hiçe say mak hakkına sahiptirler.” Elbette sa natçı ayrıcalıklı değil ama duyuşla
rıyla ve sezişleriyle insanı kavra mak ve açıklamak açısından özel likler edinmiş kişidir. (Bk. GÜZEL, ESTETİK, SANAT, YARATMA) SANRI (fr. hallucination\ alm. Halluzination-, ing. hallucinatiori). Gerçeklikte karşılığı olmayan algı. Boş algı. Lalande: “Uyanık bir bi reyin, pek ender olarak da bir bi reyler topluluğunun gerçekte varol mayan bir duyulur nesneden ya da gerçekte varolmayan bir olgudan edindiği algı.” N. Sillamy: “Uyanık bir bireyin gerçeklikte varolmayan bir duyulur nesneden elde ettiği al gı. Basit sanrıları karmaşık sanrı lardan ayırmak gerekir. Basit san rılar genellikle basit ışık ve ses al gısı düzeyinde gerçekleşir. Karma şık sanrılarda kişiler görülebilir, cümleler işitilebilir. Sanrı beyinde ki bir bozuklukla ilgili olabildiği gi bi şizofreni gibi bir takım ruhsal hastalıklardan da gelebilir. Yerleşik alkol tutkusunun da sanrılı rahat sızlıklara yol açtığı kesindir. J. M. Sutter sanrılı görünüm leri şöyle özetler: “Sanrılar genellikle belirgin dir: hasta kendisini tehdit eden düş manlardan kaçar, yırtıcı hayvanlar dan korunur, olmayan seslere ya nıt verir; tepkisi bazen gerçek ola bilir, o zaman gözlerini odanın bir köşesine diker ya da görünür bir biçimde bazı seslere kulak verir, ba zen sessizlikte dudaklarını kıpırda tır.” Bazen hastanın kullandığı bazı araçlar bizi sanrılar konusunda bil gilendirir: zaman zaman burnuna ya da kulağına pamuk tıkamış kişiler-
SAVAŞ le karşılaşırız, bu kişilerin çoğu ne den böyle yaptıklarını açıklamak is temezler. Topluluk sanrıları daha çok etki altında kalmaya ya da top lumsal histeriye dayanan sanrılar dır. (Bk. DÜŞÇILGINLIĞI) SAV (lat. thesis\ fr. these\ alm. These\ ing. thesis). Doğru olarak belirlenen ve savunulan önerme. Aristoteles’de kanıtlanması gerek meyen, bir göstermede çıkış nok tası olan önerme. Kant’da çatışkıla rın birinci öğesi. Fichte’de özne’nin mutlak eylemi, kendini mutlak bi çimde koruyuşu. Hegel’de düşün cenin karşısav ve bileşimden ön ceki evresi, ilk evresi. M arx’da di yalektik gelişimin karşısav ve bile şimden önceki evresi, ilk evresi. Her sav kendini tam bir parçalılıkta ortaya koyar ve her ne kadar ek siksiz görünse de bir karşısavı ge rektirir. Savla karşısavın karşılıklı durumundan bir bileşime ulaşılması beklenir. Her türlü diyalektik dü şüncenin genel oluşum çizelgesi böyledir. (Bk. BİLEŞİM, DİYA LEKTİK, KARŞISAV) SAVAŞ (fr. guerre\ alm. Krieg; ing. war). Devletler ya da toplum lar arasında silahlı kavga. Savaşın tarihi insanlığın tarihi kadar eski dir. Düşünürler baştan beri savaş o lg u su ü z e rin e e n in e b o y u n a düşünmüşlerdir. Hiçbir tür kendini yoketmezken, insan türü savaşlar la kendini yokeden tek tür olma özelliği gösterir. Bu yüzden Home ros İliada'smda “Savaş insanların
işidir” demiştir. Gene de savaşın bir gereklilik mi yoksa raslantı mı ol duğunu tartışmak gerekir. Bazı fi lozoflar savaşı insani gelişimin ko şulu saymışlardır. Herakleitos ev renin ya da doğanın bir savaş ala nı, bir çatışkılar alanı olduğunu bil diriyor, savaşı varlığı vareden te mel ilke olarak görüyor, “Savaş her şeyin anasıdır” diyordu. Ona göre savaş bir toplumu sarstığı ölçüde o toplumun kendi bilincine varma sını sağlıyordu. Ancak insanlık sa vaşa her zaman olumlu bakmadı. Bir alman atasözü şöyle der: “Sa vaş bir ülkeye üç ordu bırakır: bir sakatlar ordusu, bir ağlayanlar or dusu, bir de hırsızlar ord u su .” Schiller “Savaş savaşı besler” di yerek savaşçı eğilimin tehlikelerini göstermek istemiştir. Savaş neler getirebileceği belli olamayan acılı ve tehlikeli bir kumardır, onu başlat mak bitirmekten çok daha kolay dır. Machiavelli şöyle der: “İnsan savaşı istediği zaman başlatır, in san savaşı bitirebildiği zaman biti rir.” / H. Barbusse: “Tüm ülkelerin bağrında savaşı öldürmek gerek.” / V. Hugo: “Bir savaşın iyiliği orta ya koyduğu kötülüğe göre belirle nir.” / Montaigne: “Askerlik sana tının en büyük erdemlerinden biri düşmanı umutsuzluğa itmektir.” / Romaine Rolland: “Savaş beni tik sindiriyor, daha çok da savaşma dan savaş şarkısı söyleyenler tik sindiriyor.” / Sir A.N. Chamberlain: “Savaşta kazananlar yoktur, yal nız yitirenler vardır.” / S. Butter: “Adaletsiz bir barışı adaletli bir sa-
SAVSÖZ vaşayeğtutalım.’VB. Franklin: “İyi savaş da kötü barış da hiçbir za man olmadı.” / Nietzsche: “Barışı yeni savaşların aracı olarak sevin, kısa barışı uzun barıştan daha çok sevin.” / A. Malraux: “Savaş an cak bir defa keşfedilir, ama yaşam birçok defa keşfedilir.” (Bk. BA RIŞ) SAVSÖZ Bk. KALIPSÖZ. SAVUNMA DÜZENEKLERİ (fr. m é c a n ism e s de défense', alm . M ekanism us von A bw ehr, ing. mechanisms o f defence). Kişinin bunalım ını giderm esine yarayan ruhsal çözümler. Savunma düze nekleri iç çatışkı lann getirdiği sıkın tıları yapay biçimde giderme yolla rıdır. Savunma düzeneklerinin ba şında bastırma ve yüceltme gelir. Bastırma, bir ruhsal öğenin bilinçdışına itilmesidir. Yüceltme, bazı aşağı duyguların bazı yüce duygu lara dönüştürülmesidir. Bir başka savunma düzeneği gerileme eski yaşlardaki bazı tutumların ve dav ranışların benimsenmesidir: anne sinden ayrılan bir çocuk tek başına yemek yemekten kaçınır ya da çok katı olmayan yiyecekler yiyebilir. Yansıtma’âa kişi kendi duygularını başkalarıran yükler. Özdeşleşme, kendini bir başka kişiye benzetme dir. (Bk. BASTIRMA, GERİLE ME, ÖZDEŞLEŞME, YANSITMA, YÜCELTME)
428
SAYGI (fr. resp e ct; alm . Ehrfurcht; ing. respect). Bir kişiye
ya da bir fikre duyulan özel duy gu. Bir kişide ya da bir fikirde seç kin bir ahlaki değer ya da herhangi bir üstünlük bulmaktan gelen yü celtme duygusu. Saygı insanlararası ilişkiyi düzenleyen ve toplum sal yaşamı olası kılan temel duy gudur, her şeyden önce başkası nın varlığını onaylamaya, onu bir değer saymaya dayanır. Başkaları nın varlığı benim için herhangi bir durum değil insani varoluşun te mel koşuludur. Simone de Beauvoir şöyle der: “Başkalarının özgür lüğüne saygı soyut bir kural değil dir, çabamın başarıya ulaşmasının tek koşuludur.” İnsana saygılı ol mak, birilerini şu ya da bu anlam da yargılamadan önce onları bir de ğer olarak belirlemeyi gerektirir. Buna göre, saygının bir yükümlü lük olduğunu söyleyebiliriz, bu yü kümlülüğün temelinde “Her birey insan olmakla değerlidir” formülü yatar. İnsan kendi varlığını ancak başkalarının varlığıyla sezebilir, bu yüzden “başkası” ben olmanın ko şuludur. Birini yok saymak, baskı altına almak, gidermeye çalışmak kendi varlığının bilincine yeterince varamamış olmanın belirtisi olabi lir. Kendine saygı başkasına saygı yı, başkasına saygı kendine saygı yı getirir. (Bk. ÖZSEVGİSİ) SEÇ İK (lat. distinctus; fr. distinct; alm. deutlich; ing. distinct). Ayrı olarak kendini gösteren. Başka şey le karışmayan. Bir nesnenin seçik fikrine sahip olmak için o nesneyi öbür nesnelerden ayıran şeyleri
SEÇMECİLİK kavramamız gerekir. Böyle bir kav rayışa varamamışsak, elde ettiği m iz fik ir k a rm a şık o laca k tır. Descartes’da fikirlerin açık ve se çik olması çok önemlidir. Bir fikir açık olabilir yani kendini apaçık or taya koyabilir, ama seçik olmaya bilir yani başka fikirlerle karışabi lir, oysa seçik olan ama açık olma yan fikir yoktur. Leibniz şöyle der: “Sahip olduğum işaretleri açıklaya bildiğim zaman bilgim seçiktir. Al tının tanımını veren bazı deney ve işaretler yardım ıyla gerçek altını uydurma altından ayıran ayar uz manının bilgisi böyle birbilgidir.” (Bk. AÇIK) S E Ç M E C İL İK (fr. éclectisme', alm. Eklektizismus', ing. eclecticisni). Çeşitli dizgelerin uygun gö rünen yanlarını biraraya getirerek bir dizge ortaya koyma tutumu ya da eğilimi. Seçmecilik yeni bir şey getirmekten çok ya da yeni bir şey getirirken varolanlardan yararlan ma öngörüsüyle gerçekleşir. Birbiriyle karşıtlaşan dizgelerin bile birbiriyle uyuşan yanlan bulunabilir. Dizgelerin birbiriyle uyuşan yanla rım alıp uyuşmayan yanlarını bıra karak yeni bir dizge oluşturmaya gidilebilir. Bununla birlikte seçmeci tutum lara felsefe tarihinde az raslanılır. Bu da elbette apayrı par çalardan bir bütün kurmaktansa öz gün bir dizge oluşturmayı yeğ tut malarından gelir. Felsefe tarihinin bu konuda anılmaya değer ilk filo zofu İskenderiye’n Potam on’dur (M.S. I. yy). Potamon’un felsefe
sinden günümüze çok bir şey kal mamışsa da bu felsefenin metafi zik konularda Aristoteles’çi, ahlak konularında biraz Stoa’cı biraz Epikuros’çu olduğu bilinir. Seçmeci likte adı en çok anılması gereken kişi elbette Leibniz’dir. Leibniz fel sefesini kurarken seçmeci bir tu tum almakla kalmamış, ayrıca seç meciliği savunmuştur. Onun seç meciliği biraz da kendinden önceki felsefelere, özellikle skolastik fel sefeye karşı kesin yadsıyıcı bir tu tum almış olan Descartes’a yönel tilmiş bir eleştiridir. Leibniz skolas tik felsefeye şöyle arka çıkar: “Sa nırım, eskilerin de, derin düşünme alışkanlığına ermiş, birkaç yüzyıl önce dinbilim ve felsefe öğretmiş, içlerinden bazıları azizlik katına yük selmiş usta kişilerin de sözünü et tiğimiz şeyler üzerine bilgisi olmuş tur; onları bugün gözden düşmüş bulunan tözsel biçimlerin varlığını benimsemeye ve korumaya yönel ten bu bilgidir. Ama onlar bizim ye ni filozoflar topluluğunun sandığı gibi ne öylesine doğruların uzağın dadırlar ne de öylesine gülünç du rumdadırlar.” Seçmeciliği bir öğ reti olarak temellendiren XIX. yüz yıl fra n sız filo z o fu V icto r Cousin’dir. Descartes’dan ve Kant’dan büyük ölçüde esinlenmiş olan, felsefeyle dini birleştirmeye çalışan, ruhbilim sel yöntem i kullanarak kendine özgü bir ruhçuluk geliştir miş olan ve “Dizgeler varsadıkları şeylerle doğru yoksadıklan şeyler le yanlıştırlar” diyen Cousin’in seç meciliği Fransa’da Temmuz Mut-
SEKİNCİLİK lakyönetimi sırasında üniversitenin resmi öğretisi durumuna gelmiştir. C ousin’e göre tüm felsefe dizgele ri dört temel anlayışa indirgenebi lir: ülkücülük, duyumculuk, kuş kuculuk, gizemcilik. Seçmeci filo zoflar bu dört bakış açısının olum lu yanlarını almalıdırlar. Taine ve Renouvier gibi filozoflar bu anla yışı temelsizlikle eleştirdiler. Seç mecilik giderek küçültücü bir an lam kazandı. (Bk. BİRLEŞTİRMECİLİK) S E K İN C İL İK CİLİK.
Bk. D İN G İN
SELEKSİYON Bk. AYIKLAMA. SEM ANTİK Bk. ANLAMBİLİM. S E M İY O L O Jİ Bk. BELİRTİBİLİM. SENTEZ Bk. BİLEŞİM.
430
S E R G İL E M E C İL İK (fr. exhibi tionnisme: aim. Exhibitionismus', ing. exhibitionism). Cinsel organ larını sergileme takıntısı, ö zel ya şamıyla ilgili olan ve gizli kalması gereken şeyleri uluorta açıklama eğilimi. Cinsel organların başkaları karşısında açık açık sergilenmesi, bir dalgınlık sonucu olmadığı za man, bir takılma belirtisidir. Bazı ge ri zekalılar ve bunaklar cinsel or ganlarını bilinçsizce sergilerler, an cak onların bu davranışını sergilemecilik saymak doğru olmaz. Sergilemecilikte özel olarak cinsel haz
sözkonusudur. Bardenat bu konu da şöyle der: “Gerçek anlamda sergilemecilik sergilemenin alışılmış biçimde gerçekleştirilmesiyle olur. Bu iş daha çok erkeklere özgüdür, ama seyrek olarak kadınlarda da görülür. Sergilenen bölüm genel likle cinsel organdır, bazen de kal çalardır. Seçilen kurbanlar da ge nellikle yetişkin kadınlardır, küçük kızlardır, bazen de delikanlılardır.” Sergilemecilerin daha çok tapınak larda, parklarda, gezi yerlerinde, apartman girişlerinde, pencere ön lerinde cinsel organlarını başkala rına gösterdikleri görülür. Sergile me için özellikle açma kapama ko laylığı nedeniyle palto ya da manto gibi giyecekler kullanılır. Sergilemeci karşısındakini ya da karşısmdakileri şaşırtmakta büyük bir he yecan kaynağı bulur, ancak sergi leme aynı zamanda bir cinsel ilişki ye çağrı anlamı taşır. SergilemeciIikte çocukluktaki N arkissos’çu eğilimlere kadar uzanan bir çizgi sözkonusudur. Kadında sergilemecilik cinsel organlardan bedenin öbür parçalarına kaymıştır ve çok zaman bir sapıklık belirtisi olmak tan ötede bir kadınca davranış özel liğidir. SERMAYE (fr. capital\ alm. ka pital', ing. capital). Gelir sağlayan zenginliklerin tümü. Uzun bir ça badan sonra elde edilmiş manevi kazanım. Sermaye geniş çerçeveli üretimin sonucunda elde edilen kazanımdır, yeni üretimlere olanak sağlar. Eski toplumlarda geniş çer-
SEVİNÇ çeveli üretim yoktu, buna göre çok büyük sermaye birikimleri de ol m uyordu. O rtaçağ’ın sonlarında başlayan yeni geniş çaplı üretim düzeni büyük sermaye birikimleri ne yol açtı, uluslararası ticari ilişki leri genişleterek sermayeye ulusla rarası bir geçerlilik kazandırdı. Ser maye birikimleri üretim araçlarının üreticiden serm ayeciye geçmesi sonucunu doğurdu. Dağınık üre timden merkezi üretime geçişte tez gah sahibi işçi durum una düştü, böylece yeni üretici sınıf, işçi sınıfı oluştu. Giderek, yalnızca para de ğil, bütün kazanç kaynaklan ser maye birikimlerini oluştururken, emekle sermayenin karşıtlaştığı ye ni üretim düzenine, sermayecilik'e (fr. capitalism e\ alm. K apitalis mus-, ing. capitalism) geçilmiş ol du. Sermaye böylece bir toplum sal değer olarak ortaya çıktı. Marx ve Engels şöyle der: “Sermaye or tak bir üründür. Öyleyse sermaye kişisel bir güç değil, toplumsal bir güçtür.” Marx Sermaye adlı yapı tında sermayeci düzenin çelişkile rini ortaya koymaya çalıştı, serma yeci düzen enaz emekle ve en ucuz emekle en çok kazanç elde etmeye çalışan bir düzendir. Patron belli bir işi yaptırmak için işçilere dört sa atlik ücret öder, daha sonra aynı işi daha güçlü işçilere gördürerek aynı iş için üç saatlik ücret ödeme yolunu bulmuş olur. Sonra onlara daha kısa sürede daha çok iş çıkarmalan için baskı yapar ve ek üc ret öder, böylece işi daha ucuza ge tirmiştir. Artan kazanç her zaman
patrona gider ve böylece artıkdeğer oluşmuş olur. (Bk. ART1KDEĞER, DİYALEKTİK, MADDECİ LİK) SEVİNÇ (fr. joie; alm. Freude\ ing. joy). Yoğun esenlik duygusu. Olumlu duygularla belirgin derin heyecan. Sevinç bir iç doygunluk belirtisi olduğu kadar bir sonucu elde etmiş olma belirtisidir. Olayla ra bağlı olduğu kadar kişilik yapı sına da bağlıdır. Sevinmeye yatkın kişilikler, iyimserlikleri içinde, en küçük bir olaydan bile sevinç payı çıkarırlar; buna karşılık sevinmeyi pek bilmeyenler sevinebilecekleri şeylerden bile yeteri kadar sevinç payı elde edemezler. Her duygu gi bi sevinç duygusu da sürekli değil dir. Bu yüzden insanlar arasında “ Sevinç korku tu cu d u r” görüşü yaygındır, çünkü bir sevincin ar dından hemen bir acının geleceği düşünülür. Sevinci yaratan başlıca kaynak duygusal düzeydeki do yumlardır. Sevinç genellikle içte olup biter, özellikle olgun insanlar sevinçlerini yaşarlar ama göster mezler. Çocukarda ve erginlerde sevinç gösterilere bürünür. O du rumda sevinç el kol sallayışlarda, yüz çizgilerinde belirginleşir, hatta çelişkili bir biçimde ağlayışlarla or taya konulabilir. Solunumun, kan dolaşımının, metabolizmanın hız lanması gibi durumlar da sevince tanıklık edebilirler. Sevinç dışa taş maya hazır oldukça yoğun bir duy gudur, onu kendisini çok andıran duygularla, örneğin hazla karıştır- 431
SEZGİ mamak gerekir. Çok zaman yalın ve bütünseldir: başka duygularla karışmamış olarak tüm bilince ya yılır ve tüm ruhu ele geçirir. H. Bergson, Bilincin doğrudan doğ ruya verileri üzerine deneme'sin de sevinçle ilgili olarak şunları söy ler: “Aşırı sevinç durumunda algı larımız bir sıcaklıkla ya da bir ışık la karşılaştırılabilecek bir nitelik ka zanırlar, bu öylesine yeni bir şey dir ki bazı anlarda kendi üzerimize dönerken bir varolma şaşkınlığı ya şarız.” Koyu sevinçleri anlatırken P.J. Jouve “İnsanların sevinçleri de acıları kadar korkunçtur” der.
432
SE ZG İ (lat. intuitio\ fr. intuition-, alm. Anschauung; ing. intuition). Zihnin herhangi bir doğruya usavurmalara başvurmadan doğrudan doğruya ulaşması. Descartes bize sezgiyi ilk olarak tanımladı. Des cartes felsefesinde ilksel doğrular da, onların arasındaki bağıntılar da zihnin doğrudan doğruya edimi olan sezgiyle elde edilebilir ya da görü lebilir. Descartes şöyle der: “Sezgi bir yandan tüm basit doğalara bir yandan da onların aralarındaki zo runlu ilişkilerin bilgisine yönelir, ay rıca anlığın kendinde ve imgelem de apaçık bir biçimde varlığını be lirlediği tüm öbür şeylere yönelir.” Böylece Descartes sezgiyi zihnin kendi içinde basit doğrulara ulaş ması edimi olarak görür: “İlk ilke lerin doğrudan doğruya sonuçları olan önermeler konusunda, deği şik biçimlerde ele alışımıza göre, on ları bazen sezgiyle bazen tümden
gelimle tanıdığımızı söyleyebiliriz, ama ilk ilkelerin kendileri yalnızca sezgiyle tanınabilirler, uzak sonuç larsa yalnızca tümdengelimle ta nınabilirler.” Descartes’çı anlamı nın dışında sezgiyi üçe ayırabiliriz. Birinci tür sezgi deneysel sezgi'dir, duyulardan ya da iç duyumdan ya ni doğrudan doğruya bilinçten elde edilir. Ussal sezgi, nedensellikle be lirgindir, benzerlikleri ve ayrılıkları gösterir. Metafizik sezgi doğrudan doğruya düşüncenin Tanrı ya da Ben gibi temel kavramlarına yöne lik sezgidir. Felsefe adamlarının yaptığı bu üçlü ayırımın pek inan dırıcı olmadığı açıktır. Sezgiyi da ha çok bilincin kendinden getirdiği doğrudan doğruya bilgiye karşılık olarak düşünmek doğru olur. Descartes’dan sonra sezgi iki filozof ta, Kant ve Bergson’da belirleyici bir anlam kazandı. Kant’a göre uzay ve zaman çerçevesinde dış dünya dan elde ettiğimiz tüm veriler sez gilerdir. “Düşünceyi önceleyecek biçimde verilmiş olan sunum sezgi diye adlandırılır” der Kant. Buna gö re sezgi bilginin gerecidir ve anlı ğın kategorileriyle bilgiye dönüşe cektir. Bu çerçevede Descartes’çı sezgiyle Kant’çı sezgi birbirinden oldukça ayrıdır. Descartes düşün cede varlığı bir sezgiyle, anlık bir yakalayışla sezer, bunda hiçbir usavurma, hiçbir zamansal ardarda ge liş yoktur. Kant’çı düşüncede sez gi anlığın bir edimi değil, yalnızca duyumsamayla elde edilen ilksel ya da hatta ilke veridir. “Zaman ve uzam özel sezgilerdir, onlar kav
SINIF ramlar değillerdir; bu sezgiler hiç bir nesneye yönelmez; onlar boş tur, onlar sezgilerin basit biçimleri dir” der Kant. Bergson’da sezgi her türlü ayrıştırmadan, her türlü us sal kavrayıştan kaçan bir içdeneydir. “Daha sezgisel bir felsefeye ula şabilmek için kavramsal düşünce yi dışlamak gerekir” diye düşünür Bergson. Onda sezgi zamansal bir akış içinde bilinç’in ya da ben’in doğrudan doğruya kavranılmasıdır ya da daha doğrusu kendini kavra masıdır. (Bk. TÜMDENGELİM, TÜMEVARIM) S E Z G İC İL İK (fr. intuitionisme', alm. Irıtuitionismus; ing. intuitionism). Sezginin bize mutlak bilgiyi ya da gerçekliği sağladığını öne sü ren öğreti. Zihnin deneysel doğru lar dışındaki tüm aşkın doğrulara sezgi yoluyla ulaşabileceğini öne sü ren öğreti. Sezgicilere göre sezgi bize mutlak bilgiyi ya da kendinde gerçekliği sağlayabilir. Doğrudan doğruya iç algıya dayanan ve gidimli düşünceye yani usavurmalara gereksinme göstermeyen sezgi Descartes’çı yöntemin temel taşıy dı. D escartes’çı düşünce sezgiyi düşünsel arayışın tem eline yer leştirmekle birlikte sezgicilik değil dir, çünkü onda sezgiyle elde edi len doğrular gidimli düşünceye çı kış noktası sağlıyordu ve sezgisel yolla elde edilen bilgi tek bilgi de ğildi. Sezgicilik daha çok yüzyılı mızın bir anlayışıdır ve geçen yüz yıldan beri gelişen ve varoluşçulu ğa kadar ulaşan öznelci bakış açı
larının felsefi temelini oluşturur. Sezgiciliğin en önemli adı Bergson’dur. Bergson sezgiyi şöyle tanım lar: “B ir nesneye ulaşm am ızı, o nesnedeki tek olanla yani anlatılmaz olanla çakışmamızı sağlayan duy gudaşlığı sezgi diye adlandırıyo rum.” Böylece Bergson’da sezgi özneyle öznelliğin ürünü olan nes ne arasında gizemli bir bağ kurul masını sağlayan bir yönelgenlik an lamı kazanmıştır. Bergson’un sez giciliği, bilimle ilgili olan kavram sal düşünceye karşı, bir öznenin özünü oluşturan anlamlara ulaşma yı öngörür. (Bk. SEZGİ) SIN IF (lat. classis; fr. classe; alm. Klasse\ ing. class). Ortak bir ya da birkaç niteliği olan nesnelerin oluş turduğu küme. Aynı toplumsal ve iktisadi koşullan yaşayan bireyle rin oluşturduğu topluluk. Doğal du rumda avcılıkla ve meyva toplayı cılığıyla geçinen insan sınıflaşma mış insandır. Sınıflaşma doğal du rum dan uygar duruma, sürü du rumundan toplum durumuna geç mekle ya da bir başka deyişle mül kiyetin oluşmasıyla başladı. İlk uy garlıkları kuran toplumlar katı sınıflaşmışlık düzenleriyle belirgindir, bu toplumlarda bir sınıftan bir baş ka sınıfa hatta bir meslekten bir başka mesleğe geçiş olası değildi: sınıfsallık da meslek düzeni de ba badan oğula geçiyordu. Yunan-latin uygarlığıyla belirgin olan ikinci uygar dönemde ya da Eskiçağ’m ikinci döneminde sınıfsallık varlı ğını korudu ve köle düzeni iyiden
433
SINIFLAMA
434
iyiye yaygınlaştı. Eşyayla ya da hayvanla bir tutulan köle üretimin tüm yükünü omuzluyordu. Ortaçağ’da kölenin yerini serf aldı. Ortaçağ’da toplumsal düzen serfın alınteriyle ve ödediği ağır vergiler le ayakta duruyordu. Yeniçağ’m sermayeci düzeninde üretici sınıf işçi sınıfı oldu. Toplum sınıfı deni lince, kültür, yaşam düzeyi ve ikti sadi olanaklar açısından yan yana konabilecek bireylerin oluşturduğu geniş kitle anlaşılır. Sınıf sorunu üzerine en geniş düşünen Marx ol muştur. M arx’a göre her çağın ege men düşünceleri egemen sınıfların düşünceleridir. Marx’m sınıf konu sunda önemli belirlemeleri vardır: “Belli bir çağda devrimci düşünce lerin varolması her zaman devrim ci bir sınıfın varolmasını gerekti rir.” “Devrimci sınıf, bir sınıfla kar şılaştığı için kendini bir sınıf ola rak ortaya koymaz, tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya koyar, tek egemen sınıf karşısında toplumun bütünsel kitlesi olarak görünür.” “Fransız burjuvazisi soyluluğun egemenliğini yıktığında birçok pro letere proletaryanın üstüne yüksel me hakları verdi, ama bu hakkı on lara yalnızca burjuva olmaları ko şuluyla verdi. Her yeni sınıf, ege menliğini eski egemen sınıfa göre daha geniş bir temel üzerinde ku rar.” “Feodal toplumun yıkıntıları üzerinde yükselen modem burju va toplumu sınıf çatışmalarını or tadan kaldırmadı. O ancak eskile rin yerine yeni sınıflar koydu, yeni baskı koşulları, yeni kavga biçim
leri getirdi. Ne olursa olsun çağı mızın, burjuva çağının ayırıcı özel liği sınıf çatışmalarının basitleşmiş olmasıdır. Toplum giderek karşıt iki kesime, doğrudan doğruya birbiri ne düşman iki karşıt sınıfa, burju va sınıfına ve proletaryaya bölünü yor.” (Bk. TOPLUM) SINIFLAM A (fr. classification; alm. Klassifıkation\ ing. classifi cation). Nesneleri niteliklerine gö re ayırma. Ortak nitelikleri olan nesneleri belli kümelerde toplama. Sınıflara ayırma. Doğal sınıflama, şeyleri doğal niteliklerine göre sı nıflara ayırmaktır. Yapay sınıflama, şeyleri kendi isteğimiz ya da öngö rümüze göre sınıflara ayırmaktır. Bilim sınıflaması, birbirine yakın bilimleri aynı kümede toplama ça basıdır. Aristoteles bilgiyi kesin bilgi ve görüş olmak üzere ikiye ayır mıştı. Ortaçağ’da skolastikler bil giyi mekanik sanatlar ve özgür sa natlar olmak üzere ikiye ayırdılar. Mesleğe hazırlayan mekanik sanat lara karşıt olarak özgür sanatlar in sanı özgür çalışma alanlarına ha zırlıyordu. Özgür sanatlar ikiye ay rılırdı: trivium ve quadrivium. Tri vium ya da üçlü dilbilgisi, belagat ve diyalektikten oluşuyordu. Qu adrivium ya da dörtlü aritmetik, müzik, geometri ve gökbilimden oluşuyordu. Descartes Yeniçağ’ın başlarında bir bilgi ağacı çizdi. Ağa cın kökleri metafizik, gövdesi fi zik, dalları ahlak, mekanik ve he kimlikti. Aynı dönemde Bacon bi limlerle ilgili çok karmaşık bir sı
SİMGE nıflama yaptı. Bacon’a göre bilim gerçek olanın yani somut olanın araştırılmasıyla kurulacaktı. Bu da deneysele, olgulara yönelmek de mekti. Bu yeni bilimin ilk ve en önemli bölümü doğa olaylarını bir bütün olarak ele alan ve bellek bili mi diye nitelendirilebilecek olan tarih’dir. Doğa olgularını sergileyen doğal ta rih '\q insanlık olaylarını sergileyen uygarlık tarihi'm birbi rinden ayırmak gerekir. Bacon ta rihin yanına usla ilgili bilgi alanı di ye belirlediği felsefe'yi ve imgelem bilimi diye belirlediği şiir' i koyar. Felsefede üç ayrı bölüm belirler: dinbilim, doğabilimi (fizik) ve in san bilimi. Fizik ikiye ayrılır: ku ramsal fizik ve işlevsel fizik. Ku ramsal fizik Aristoteles’in belirle diği dört nedeni araştırır. Madde sel ve etkin nedenler özel fizik'm , sonuçsal ve biçimsel nedenler me tafizik''m konusudur. İnsan bilimi de ikiye ayrılır: bireysel insan bili mi ve toplumsal insan bilimi. He kimlik, mantık ve ahlak bireysel le, yönetim sanatı ve insan ilişki leri [toplumsalla ilgilidir. En yeni ve en belirgin olmakla birlikte bilimle rin çeşyitli dallara ayrılmasıyla ge çerliliğini yitirmiş olan sınıflama Auguste Com te’un sınıflamasıdır. Comte bilimleri konulanna göre ya lından karmaşığa doğru sınıflar. Bi rinci sırada gerçek nesnelerle ilgisi olmayan, yalnızca sayılarla ilgile nen matematik vardır, bu bilim en soyut bilimdir. İkinci sırada sayı larla ve nesnelerle ilgili olan gökbi lim yeralır; gökbilimin nesneleri üze
rinde bizim hiçbir değiştirici etki miz sözkonusu olamaz. Üçüncü sı radaki fizik de sayılarla ve nesne lerle ilgilidir, bu alanda nesneler de ğişkendir ve biz onlar üzerinde de ğiştirici etkide bulunabiliriz. Kim y a 'fa fiziğin karmaşıklığına özgül tepkilerde eklenir. Biyoloji'de kim yanın karmaşıklığına yaşam olgu ları eklenir. Sonuncu bilim en so mut bilim olan ve insani olgularla ilgilenen toplumbilim'dır. Bugün bu bilimler çokluğunda bir bilim sınıf laması yapmak kolay değildir. An cak bilimler doğa bilimleri ve in san bilimleri diye ikiye ayırabiliriz. (Bk. BİLİM) SIN IR (fr. limite', alm. Grenze; ing. limit). Yanyana iki alanı ayıran nokta, çizgi ya da yüzey. Kant Noumenon kavramını bir sınır-kavram (ıein Grenzbegriff) olarak adlandı rır. Felsefeyi bir bilgi eleştirisi <5larak gören Kant, onu kendi sınırla rını bilen düşünce olarak nitelendi rir. (Bk. NOUMENON) SİM ETR İ Bk. BAKIŞIMLILIK. SİM G E (lat. symbolum; fr. symbole\ alm. Symbol; ing. symbol). Bir anlamı dışlaştıran biçim. Bir benzerlik ilişkisi altında bir başka şeyi sunan işaret ya da biçim, im ge ya da nesne. Biçimsel yapısıyla soyut bir şeyi ya da kendinden da ha karmaşık bir şeyi düşündüren şey. Simge basit ya da karmaşık herhangi bir imgedir. Basit simge ler daha çok gündelik yaşamda kul
435
SİMGE
436
lanılan ortak işaretlerdir (adaleti simgeleyen terazi, yolun daraldığı nı gösteren yol işareti). Karmaşık simgeler yalnızca sanatta kullanı lan simgelerdir. Simgesel anlatım ussal anlatımdan dolaylı oluşuyla ayrılır; ussal anlatımda bir fikir doğ rudan doğruya ortaya konulurken simgesel anlatımda bu yapılmaz; bunun yapılmamasının nedeni an latılacak şeyin ussal çerçevede an latılamayacak kadar karmaşık ol masıdır. Özellikle sanatta dışlaşan ya da dışlaşacak duygu-düşünce bileşimlerini simgelere başvurma dan anlatma olasılığı yoktur. Buna göre simge en eski zamandan beri sanatın kurucu öğesi olmuştur. Yüzyılımızda sanat baştanbaşa sim geci bir anlatıma bürünmüştür. S. Jarocinski şöyle der: “Eski kültür lerde simge doğanın ve yaşamın büyük gizlerini bulmaya yarıyordu, hıristiyan Ortaçağ’ında düşünceyi Tanrı’ya yükseltiyordu, duygucu dönem de sanatçının öznelliğini açıklıyordu. Sanat dilinin özgüllü ğünü ve anlatımın ilişkiler ağma bağlı kayganlığını görebilen simge cilerde simge sanatla özdeşleşti. Bugünkü sanat gözlenmek için ya pılanmıştır, onun yaşamın yaratıl m asına katılması gerekir, yalnız gündelik besin olarak kalmaması, aynı zamanda insanın gündelik ara cı, onun yaratma gereksinimlerinin bir yansısı olmak gerekir diyebili yorsak, bunu tüm güzelciliğine ve yapmacıklığına karşın simgeciliğe borçluyuz.” Jarocinski çağımızda sanatın tümüyle simgeci nitelikler
kazanmasını şöyle anlatıyor: “Çağ daş anlamda simge kavramını oluş turan değişik öğeler en eski zaman lardan beri sanatta kendini göste rir. Ama bütün bu öğeler ancak simgecilik çağında tek bir bütünde bir araya geldi ve sanat yapıtı sim geyle özdeşleşti.” Simge, buna gö re, yüzyılımızda sanatın her şeyi dir. Sanat yapmak artık simgeler yaratmaktır, sanat izleyicisi olabil mek de simgeleri okuyabilecek yat kınlığa ulaşmış olmak demektir. Bu yüzden bugünün sanatı izleyiciyi belli bir etkinliğe zorluyor, ondan belli bir yatkınlık bekliyor. Ancak simgeyi bizi bir çırpıda anlam a ulaştıran açık bir kapı ya da kolay bir geçit gibi görmemek gerekir. Başlıca özelliğe karmaşıklık olan simge iletken olduğu kadar da ya lıtkandır, hem bizi anlama götüre cek tek yoldur hem de bu işte bize engel çıkarır. Karmaşıklığıyla kay gandır, çokanlamlılığa eğilimlidir, saydam göründüğü yerde bulanık tır: o özel bir dildir, anlamı kucak layan biçimdir. Anlam ondadır ya da onda görünür, ondan giderek anlamı kavramak gerekir. Simge nin karmaşıklığı anlamın karmaşık lığından gelir biraz da. O aynı za manda çok geniş bir anlamı kucak layan küçücük bir yapı oluşturma ya yönelmiştir. Yapıt bir simgeler bütünüdür. Simge bir aracıdır, iyi kurulduğu zaman iyi gösteren, ama gene de bir şeyi bir çırpıda olduğu gibi gösterm ek yerine duyuran, sezdiren bir aracıdır. “Simgeler her zaman aydınlık olmaktan çok ka
SİNİRLİLİK ranlıktır ya da yarı karanlıktır” der Bayer. Sanatta simge, yaratıcı ça banın zorunlu bir yüzünü oluştu rur. İyi kurulmuş bir simge duygu-düşünce bütününü en geniş çer çevede dışlaştırır. Simge anlatımın tek gerçek olanağını oluşturur. Yet kin olamayan simge yapıtı açmaza düşürür. Simgenin yeterli olmadığı yerde bulanıklık ortaya çıkar. (Bk. RİTM) S İM G E C İL İK (fr. symbolisme', alm. Symbolismus', ing. sym bolism). Simgeler kullanma eğilimi. Simgelerle gösterme tutumu. Dış laştırma yöntemi olarak simgeler kullanmayı benimseyen sanat an layışı. Çağdaş simgeci sanat anla yışı XIV. yüzyıl fransız edebiyatın da kendini gösterdi. Baudelaire’in doğalcı diye nitelendirilen şiirleri yoğun simgelerle örülmüştü ve çağ daş simgeciliğin çıkış noktası ola rak belirlendi. Paul Verlaine ve Stephane Mallarmé simgeci şiirle rin öncüleri oldular. Verlaine’in şii rinde giz dolu duyarlılıklar yoğun simgelerle dışlaştırılır. Mallarmé’nin simgelerinde dışlaşan oldukça ka palı bir düşünselliktir. Rimbaud’nun şiirlerinde simgesel anlatım doru ğa ulaşmıştır. Rimbaud simgeleriy le bilinmezi bulup çıkarmaya çalı şır. Onun simgeleri yetkin ama şa şırtıcı simgelerdir; bu şaşırtıcı sim geleriyle Rimbaud simgecilikten gerçekçiliğe doğru bir geçiş yapar. Yetkin simgeler oluşturmakta en çok ustalaşmış şairlerden biri de A p o llin a ire ’dir. Jean M oréas,
|Henri de Régnier, Emile Verhaeren gibi şairlerin ardından Apollinaire bir yıldız gibi doğar ve R im ba ud ’nun gerçeküstücülüğe doğru açtığı yoldan korkusuzca ilerler. Bi lincin yüzeysel etkinliklerinin ürün lerini anlatmaktan çok bilincin de rinliklerini gözlemlemeye çalışan Apollinaire bu yenilikçi atılımı için de geleneğin verimli kaynakların dan kopmayı düşünmez ve şöyle der: “Hem biçimde hem özde yep yeni bir şair olmak istiyorum, ama sanatlarını iyi kuramamış bazı ye nilerin tersine bende büyük çağla rın derin beğenisi var.” Böylece ge lişen simgecilik başka sanatları et kiler, başka topraklara doğru ve sa natın temel yöntemi olmaya doğru gider. (Bk. ESTETİK, SANAT) S İN İR L İL İK (fr. nevrose; alm. Neurosis; ing. neurosis). Ruhsal ya pıda işlevsel bozukluklara yol açan hastalıklı ruh durumu. Sinirlilik or taya çıktığı kişide kişilik bozukluk larına yol açmamakla birlikte onu büyük ölçüde sıkıntıya uğratan bir durumdur. Bilinen bir fizyolojik ne deni olmayan, hastanın ruhsal özel liklerinden gelen, ruhsalbozukluklar gibi kişilik kaym alarına yol açmayan hastalıklı ruh durumları nın tümünü, saplantıları, takıntıla rı, kuşkuları, tikleri, korkuları, bu naltıları, boğuntuları vb. bu ad al tında toplayabiliriz. Sinirlilik insan lar arasında oldukça yaygındır ve yüzde on gibi bir oran gösterir. Si nirliler ortak özellikler ortaya ko yarlar: kendilerini güven altında
SİNİRLİLİK
438
duymazlar, toplumla bütünleşme de sıkıntı lan vardır, başkalanna ge nellikle şiddete yatkın bir yönelim leri vardır, en azından alaycıdırlar; aynı uyarsız tutumu kendilerine de gösterirler, intihar girişimi her za man olasıdır, uyku bozukluklan (uy kusuzluk, aşırı uyku) yaygındır, cinsel yaşam larında bozukluklar vardır (mastürbasyon eğilimi, so ğukluk), her zaman bir şeylerden yakınırlar, hiçbir şey yapmadıkları zaman bile kendilerini yorgun ve bitkin duyarlar. Sinirliliğin neden leri genellikle içte, bilinçdışında ol duğu için sinirlinin neden şöyle de ğil de böyle davrandığını kavramak genellikle çok zordur. Hemen bütün sinirlilerde duygu düzeyinde bir olgunlaşmamışlık sözkonusudur: si nirli pekçok durumda, hatta mes lek konulannda ya da toplumsal iliş kilerde çocuk gibi davranmaktan kendini alamaz, onun ne yapacağı pek belli değildir, onun bu çocuk su davranışlarının çocukluğuyla il gili bazı öfkelere bağlı olduğu el bette düşünülebilir, ama gene de or tada kesin bir belirti yoktur. Bütün sinirlilik durumları yoğun duygu taşmalarına yol açabilecek özel ne denlerle ortaya çıkar (ölüm haberi, biriyle çatışma). Hasta her zaman bilinçli olduğundan yakınları onun sorumlu bir insan gibi davranma sını beklerler, hatta bu konuda ona baskı yapabilirler: bu kadar iyi dü şünen, aklı başında bir kimsenin tam bir sormsuzluk içinde çocuk gibi davranması olacak şey değil dir, çevredekiler kadar hasta da bu
duruma şaşmaktadır. Sinirlilerin iyileştirilmesinde en etkin yöntem ruhayrıştırm ası yöntem i olabilir.Herta Orgler şöyle der: “İşlerin ters gitmesiyle para kaybeden, bir dostunu yitiren ya da sevdiği kişi tarafından aldatılan bir bireyin uğradığı sarsıntı tümüyle doğaldır, an c ak bu b irey bu h ey ecan geçtikten sonra da bedensel ve ruhsal acılardan yakınıyorsa bu bir sin irlilik belirtisid ir. A d ler bu sinirliliğin ‘sanatsal yapısı’ üzerinde durmakla birlikte, her sinirli kişide onun özgünlüğünü ve özellikliliğini gösterm ekle birlikte tüm sinirli b ire y le rin o rta k ö z e llik le rin i araştırmaktan da geri kalmadı. (..) O n lar (s in irlile r) d ü ş se l b ir dü n y ad a y aşam ay ı y eğ lerler. Ç o cu k lu k la rın d a n b a şla y a ra k onlarda bir eylem eksikliği ve to p lu m sa l k av ra y ış e k sik liğ i görülür. Aşağılık karmaşıklarını aşmak için bir yükseklik karmaşığı g eliştirirler. B üyük b ir itkiyle yönlendirilmiş olarak onlar kişisel üstünlüklerinin amacını en yüksek yere yerleştirirler. O nlarda aşırı duyarlılık, sabırsızlık, yüreksizlik, kuşku, aşın ölçüde heyecanlılık gibi kişilik özelliklerine taslarız; daha ciddi durumlarda güvensizlik, hırs, kıskançlık, açgözlülük kendini g ö sterir; o n lar çözm eye h azır olmadıkları kaçınılmaz yaşamsal sorunlarla karşılaştıklarında bir sarsıntı geçirirler ve bu sarsıntının k o şu lla d ığ ı b e lirtile r o rtay a koyarlar.” (Bk.RUHAYRIŞTIRMASI, RUHSALBOZUKLUK)
SOMUT SİSTEM Bk DİZGE. SK O LA ST İK (Iat. scholasticus\ fr. scolastique\ alm. Scholastik\ ing. scholastik). Okulla ilgili olan. Avrupa’da X. yüzyılla XVII. yüz yıl arasında kilise okulları ve daha sonra üniversiteler çerçevesinde gelişen düşünce. Skolastik Aristo teles’in mantığını kullanarak gös termeler ortaya koyan dinsel-felsefı düşüncedir. Bu düşünce ay rıntı tutkusuyla, tutuculukla, yet keye aşın bağlılıkla belirgindir ve hıristiyan dininin dogmalarını varsamayı öngörür. Kendi içinde tar tışmacı ve araştırmacı görünen bu düşünce gerçekte bilinenin yinelen mesini yöntem edinmiştir. Tanrısal açınımla usun doğal ışığı arasında ki bağlantıyı ortaya koymaya da yanan skolastik düşüncenin başlı ca temellendiricisi azizlerden Aquino’lu Tommaso’dur. Skolastik sö zü zamanla küçültücü bir anlam ka zanmış, katı ve kalıplayıcı tüm dü şünceleri skolastik diye belirlemek alışkanlık olmuştur. (Bk. MANTIK) SLOGAN Bk. KALIPSÖZ. SO FİST (lat. sophista; fr. sophiste\ alm. Sophist; ing. sophist). Es ki Yunanistan’da parayla ders ve ren ve kişilere felsefe ve belagat öğreten filozof. Sofistler gençlere topluluk içinde rahat ve güzel ko nuşma ve herhangi bir konuyu in celikle savunma dersleri veriyor lardı. M.Ö. V. yüzyılın bu tüccar bilgeleri (yun. sophos “bilge” de
mektir), zengin çocuklarını siyaset adamı olarak yetiştirme yükümlü lüğü içinde felsefe kadar hemen her konudan anlıyorlar, ahlak, hukuk, iktisat, siyaset, felsefe ve özellikle belagat öğretirken bol para kazanı yorlardı. Onlar için önemli olan doğrunun bulunması değil, doğru diye bilinenin iyi savunulmasıydı. Felsefe tarihinin ilk kuşkucuları olan sofstlerin iki önemli temsilcisi vardır: Abdera’lı Protagoras ve Leontinoi’li Gorgias. Protagoras in sanı her şeyin ölçüsü diye belirli yordu, böylece kesin yargının, genelgeçer yargının varlığını yadsı yordu. Gorgias da varlık’ın varol madığını bildiriyor, varlık varolsa da bilinemezdi görüşünü ortaya kooyuyordu. Sofistler okulu yunan felsefesinde üç büyük okulun ar dından gelmiş olan bir umutsuzluk okuludur. B u okul P la to n ’dan, özellikle Aristoteles’den sonra öne mini yitirmiştir. Sofistlerin belki de en önemli yanlan bunalımlı Yuna nistan’da insan sorunlanyla ilgilen miş olmalandır. Platon’un sevgili hocası Sokrates de bir sofisttir, onu sofistlerden ayıran araştırmacı ya nı ve yöntemli düşünme eğilimidir. Platon’un Symposion |diyaloğunda Alkibiades Sokrates’le ilgili olarak “Bilgisizliği geneldir ve bilmediği bir şey yoktur, en azından görünüşü böyledir” der. (Bk. FELSEFE) SO FİZM Bk. BİLGİCİLİK SOM UT (lat. concreto', fr. corıcret; alm. konkref, ing. concrete).
SONSAL Duyularla algılanabilir olan. Gerçek lik te k a rş ılığ ı b u lu n an . (B k. SOYUT) SONSAL (lat. dey. “ a posteriori"ye karşılık). Deneyle il gili olan. Deneyden önce gelene ya ni önsel’e (a priori) karşıt olarak sonsal (a posteriori) deneyle ilgili olandır. (Bk. ÖNSEL) SONSUZ (lat. infinitus; fr. infini', aim. Unendlich', ing. infinite). Sı nırları olmayan. Sonsuz çok zaman dinbiliminde Tanrı’yla, bilimde ev renle özdeşleştirilir. Felsefede son suz bazen bir gerçeklik bazen bir olasılık olarak düşünülmüştür. Aris toteles somut sonsuzu kavranılam az bir şey diye düşünüyordu. Kant salt usun çatışkılarını tanım larken sonsuzu kavramanın ve son luyu tasarlamanın olanaksız oldu ğunu bildirdi. Sonluluk sınırlılıkla ve geçicilikle, sonsuzluk sınırsız lıkla ve sürerlikle ilgilidir diye dü şünülür. (Bk. TANRI) SORU (lat. quaestio; fir. questi on; aim. Frage, Befragung;, ing. question). Tartışmaya konulmuş olan. İçinde güçlükler barındıran, tartışmaya açık konu. Bir yanıt ge rektiren önerme.
440
SORU M LU LU K (fr. responsabi lité; aim. Verantwortlichkeit', ing. responsability). Bir yanlışı düzelt me ya da bir amacı gerçekleştirme yükümlülüğü. Sorumluluk kavra mının temelinde özerklik yani ah
laki özgürlük kavramı yatar. Buna göre ancak özerk olan, özgürce se çimler yapabilen sorumludur. Öz gürlükten ve özgürlüğü sağlayacak bilinçten yoksun olduğu için köle sorumlu değildir, kendini sorumlu duyduğu anda da köle olmaktan çı kar. Eksik bilinçle yaşayanlar so rumlu tutulabilirler ama tam anla mında sorumlu olamazlar. Yetkin bilinç bireyi kendine egemen kılar. Sorumluluğun gerçekleşebilmesi için istemin özerkliği gerekir. Hiç bir dış belirleme olmadan gerçek leşebilen istem olmaksızın gerçek anlam ında sorum luluk oluşmaz. Sorumlu birey tüm dış bağlantılar dan bağımsız olarak seçimler ya pabilen bireydir. Dışerklik sorum luluğu kaldırır ya da en azından sa katlar. Sakatlanm ış sorum luluk gerçek sorum luluk değildir. Dışerklikle zedelenen sorumluluk so rum luluk değil, yüküm lülüktür. “Hiçbir şeye inanmadığımız zaman, hiçbir şeyin anlamı olmadığı zaman, hiçbir değeri varsaymadığımız za man her şey olasıdır ve hiçbir şeyin önemi yoktur” der Camus. Zorla yapılan iş sorumsuzca yapılan iş tir. O durumda sorumluluk başkalannındır. Oysa kimse kimsenin ye rine sorumlu olamaz. Sorumsuz luk bilinçli bir kişi için yapabilecek ken yapm am ak anlam ına gelir. Antoine de Saint-Exupéry “İnsan olmak her şeyden önce sorumlu ol maktır” der. Sorumluluk evrensel dir, parçalı değildir. İnsan şundan ya da bundan olmaktan önce bü tün insanlıktan sorumludur. İnsa-
SOSYALİZM na karşı olan her durum her so rumlu kişiyi ilgilendirecektir. So rumluluk yazgı fikrinin aşıldığı yer de başlar. İnsanın başına gelecek olanlar önceden belirlenmişse so rumluluk sözkonusu olamaz. Sophokles’in Oidipus epi Kolono’sun da şu satırlarla karşılaşırız: “Eylem lerim mi? Onlara ben katlandım, onları ben yapmadım” “İzlediğim yolu bir şey bilmeden izledim”. Ki şinin insanlıktan sorumlu olması her şeyden önce kendinden sorum lu olmasını gerektirir. Her kişi ken di olarak sorumludur. Eski Ahid’de şunları okuruz: “Her kişi kendi ölü münü ölecektir. Bir oğul babasının yanlışını yüklenemez. Bir baba da oğlunun yanlışlarını yüklenemez. Doğru doğruluğunun, kötü kötü lüğünün karşılığını görecektir.” Or tak sorum luluklar elbette vardır, ama ortak sorumluluklarda da her kes her şeyren önce kendinden so rumludur. Sorumluluk insanı yaşa ma bağlayan ve umutlu kılan güç tür. Saint-Exupéry “İnsan hem so rumlu hem umutsuz duyamaz ken dini” der. (Bk. BİLİNÇ) SORUN (lir. problème; alm. Aufgabe, Problem', ing. problem). Us sal yöntemlerle yanıtlanması gere ken soru. Bilimsel açıdan çözüm bekleyen karmaşık durum. Kuram la ya da uygulamayla ilgili olan ve çözüm bekleyen karmaşık yapı. SO SY A LİZ M (fr. so cia lism e; alm. Sozialismus; ing. socialism). Büyük üretim ve değiştokuş düze
neklerinin çalışanlar yararına kul lanılmasını öngören siyasal-toplumsal öğreti. Sosyalizm üretimi ve değiştokuşu kesin kurallara bağlaya rak toplumu tüm bireylerin yararı na yeniden düzenlemeyi öngören tüm siyasal ve iktisadi öğretilerin ortak adıdır. Sosyalizm kavramı bir birinden uzak hatta birbirine azçok aykırı birçok düzenleme biçimine karşılık olmakla oldukça kaygan hatta bulanık bir kavramdır. Deyim yerindeyse, değişik sosyalizmler vardır. Reformcu sosyalizm ya da evrimci sosyalizm şiddete dayan madan ya da devrim yapmadan ya sal yollarla yeni bir düzen kurmayı amaçlar. Devrimci sosyalizm işçi sı nıfının yapacağı devrimle gerçek leşecek, toplumsal ve iktisadi ya pıda birdenbire değişmelerle yaşa ma geçirilecektir. Ütopyacı sosya lizm gerçeklerden çok öngörüler ve iyi dileklere göre tasarlanmış,‘uy gulama şansı pek olmayan sosya list k u ra m la rın genel a d ıd ır (Thom as M orus, S aint-S im on, Fourier). Sosyalizm konusunda savlar XIX. yüzyılda gelişm eye başlamıştır ve o yüzyılın sermaye ci düzen içinde gelişen toplumsal adaletsizliklerini dengeleme dilek lerinden kaynaklamıştır. Bu anlam da sosyalizm burjuva ve küçük bur juva sınıflarının topluma yeni dü zenekler, yeni bir üretim ve değiş tokuş düzeni getirme çabasında an latımını bulur, bunda üretimi ve tü ketimi belli kurallara bağlama ve si yasal dengesizlikleri ve olası patla maları önleme isteği baskındır. Ser
SOYUT mayeci düzenin iyiden iyiye yer leşmesiyle ve sanayi devrimiyle tüm gelişimini kazanmış olan “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” an layışının sonucu olan serbest re kabet ve onun sonucu olan aşırı toplumsal dengesizlik böylece ye ni önlemlerle giderilmiş olacaktı. Bu düzenleme dilekleri XIX. yüzyıl dü şünürlerinde, özellikle İngiliz ikti satçılarında açık bir biçimde yer alır. İngiliz filozofu John Stuart Mili top lumda kazanç ve tüketim denge sizliklerinin giderilebilmesi için bir dizi önlem önerir. M arx’çı bağlam da sosyalizm sermayecilikle ko münizm arasındaki geçiş evresidir. Komünist düzende devletin kesin olarak ortadan kalkacağına inanan M arx’çı düşünürler sosyalist evre de devletin varlığını sürdüreceğini bildirirler. Bugün sosyalizm terimi Batı Avrupa’daki sosyal adaletçi de mokratik siyasetlere karşılıktır ve demokratik sosyalizm ya da sosyal demokrasi diye bilinen ve komü nist eğilimli olmayan solcu siyaset devinimlerinin genel adıdır. Bu da sosyalizmi yere ve zamana göre çokça değişen ve belirgin kuralları olmayan bir dünya görüşü duru muna getirmektedir. Belki de sos yalizm gelecekteki yetkin insan toplumlarının adaletli yaşam biçimle rine karşılık olacaktır. (Bk. DİYA LEKTİK, KOMÜNİZM, MADDE CİLİK, ORTAKLAŞMACILIK) SOYUT (lat. obstractus; fr. abstrait; alm. Abstrakf, ing. abstract). Somut verilere dayanılarak ya da
doğrudan doğruya tasarlamayla or taya konulmuş olan genel bir fik rin özyapısı. Soyut olan ya da ger çeklikte karşılığı olan ya doğrudan doğruya düşüncenin ya da imgele m in çabasıyla ortaya konulm uş olandır. “Kedi” fikri soyuttur, ke dilerden soyutlama yoluyla elde edilmiştir. Ama “melek” fikri so yuttur ve düşüncede belirlenmiş tir, gerçeklikte karşılığı yoktur. (Bk. SOMUT) SOYUTLAMA (lat. abstractio\ fr. abstraction', alm. Abstraktion\ ing. abstraction). Bir soyut fikre ulaş ma. Bir şeyin herhangi bir niteliği ni kendisiyle doğal bir bütünlük ku ran öbür niteliklerden ayrı olarak belirlemeye dayanan zihin işlevi. (Bk. SOYUT) SO Y U TLA M A C ILIK (fr.abstractionnisme', alm. Abstraktionnismus\ ing. abstractionism). Aşın so yutlama eğilimi. Soyutlamaları so mut gerçekliklere eşdeğer sayma eğilimi. (Bk. SOYUTLAMA) SÖZLEŞM E (lat. contractus; fr. contrat-, alm. Vetrag, Kontacf, ing. contract). Bir kişinin ya da bir top luluğun başka kişi ya da kişilerle bir şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda uzlaşması. B ir toplulu ğun ya da bir toplumun kendi için de bir şeyi yapmak ya da yapma mak konusunda uzlaşması. Top lumsal sözleşm e, Jean- Jacques Rousseau’nun 1762’de yayımla nan Toplumsal sözleşme y a da si
STOA’C IU K yasal hukukun ilkeleri adlı yapı tında ortaya koyduğu görüşler için de başlıca yeri alan ve insanların ortak bir yaşam düzeninde bir ara ya gelmelerini sağlayan temel ko şullardır. Toplumsal sözleşme bit memiş büyük bir yapıtın bir bölü müdür. Başlıbaşma bir yapıt özelli ği kazanmış olan bu yazı bireylerin istekleriyle toplum sal gerekleri dengeleme konusunda öneriler ge tirir. Rousseau bu yapıtta cumhu riyetçi görüşlerini dile getirirken, in sanın doğal durumda yani uygar laşmadan önce yaşadığı mutluluğa dönem eyeceğini, bundan böyle devlet düzeni içinde yani bir top lumsal sözleşme altında yaşayarak eşitliği ve özgürlüğü sağlamaya ça lışması gerektiğini bildirir. Toplum sal sözleşme düzeni elbette demok ratik bir yaşam düzeni olacak, bu nun için bir yasakoyucunun yasa larına gereksinim duyulacaktır. Bu düzende, demokratik yaşam koşul ları çerçevesinde genel istem ger çekleşmiş olacaktır. Jean-Jacques Rousseau şöyle der: “İnsanın top lumsal sözleşmeyle yitirdiği doğal özgürlüktür ve elinin erdiği her şey de sınırsız bir haktır; kazandığıysa yasal özgürlüktür ve elde ettiği şe ye sahip olm a hakkıdır.” Jean Jacques R ousseau’nun bu görüş leri Fransız Devrimi’nin düşünce temelini oluştururken İnsan Hak lan Bildirisi’nin özünü esinlemiştir. (Bk. DOĞAL) SPEKÜLASYON Bk. KURGU.
SPİR İT U A L İZ M Bk. RUHÇULUK. STOA’C IL IK . M.Ö. IV. yüzyıl da Kıbrıs’lı Zenon’la başlayan ve M.S. III. yüzyıla kadar gelişen heptanrıcı, usçu, maddeci felsefe oku lu. Bu okul üç aşamada gelişti: Es ki Stoa (Zenon, Kleanthes, Khrysippos) döneminde okulun tüm te mel görüşleri ortaya kondu. Oku lun adı da bu dönemden kalmadır. K ıbns’lı Zenon Atina’da Stoa Poikile'de, resimlerle süslü revaklı bir galeride dersler veriyordu. Orta Stoa diye bilinen ikinci gelişim ev resinde en önemli adlar Rodos’lu Panaitios ve Apameia’lı (Suriye) Poseidonios’dur. Poseidosios’un S toa’cılığı P laton’culuğa doğru yaklaştırdığı bilinmektedir. Her iki dönemden elimizde birinci elden metinler bulunmaması Stoa okulunun kuruluş ve gelişim koşullanmn neler olduğunu bilmemizi en gelliyor. Elimizdeki metinler İmpa ratorluk Stoa'sı diye bilinen üçün cü dönemden Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius gibi önemli filozoflann metinleridir. Stoa’cılar fel sefeyi mantık, fizik, ahlak olmak üzere üçe ayırdılar. Evrensel usun (logos) varlığını benimsediler. Ev renin dışında hiçbir varlık ya da var lık alanı kabul etmeyen Stoa’cılara göre insan doğanın bir parçası ol makla evrensel ustan pay alıyor du. Öyleyse en uygun yaşam do ğanın gereklerine göre sürdürülen yaşamdı. 443
SUBSTRATUM SUBSTRATUM Bk. DAYANAK. SUNUM (lat. repraesentatio; fr. représentation', alm. Repräsen tation', ing. représentation). Bir nesneyi zihinde ya da imgelemde görünür kılan bilinç olgusu. Bir imge aracılığıyla bir kavramı ya da bir görünür nesneyi duyulur kılma edimi. SÜRE (fr. dureé; alm. Dauer, ing. duration). Zamanın sınırlı parçası. Zamanın bir başlangıçla bir bitiş arasında kalan parçası. Bergson’da “zaman”la “süre” karşıtlaşır. Za man ölçülebilir olandır, matematik seldir, öznellikle değil nesnellikle il gilidir, yaşamı kolaylaştırmak, ile tişimi sağlamak için vardır. Nesnel zamana karşılık sûre öznel zaman dır, “a n süre”dir, canlı zaman de neyidir, ruhbilimsel gerçekliktir, ya şamın ya da öznelliğin kendisidir. Süre duygusallığın zamanıdır, so muttur, bekleyişlerde uzar, sevinç lerde kısalır. O, gerçek olarak ya şanılandır. Bergson’un tanımıyla süre “Ben kendini yaşamaya bırak tığında bilinç durumlarımızın ardı şıklığının aldığı biçim”dir, buna göre niteliksel değişimlerin kesin sınır lar sözkonusu olmadan birbirini iz
444
lemesidir. Paul Foulquie süreyi derin düşünsel yaşamın bir koşulu olarak belirler. Bilincimize her yeni g elen öge b ir ta b u la r a s a 'ya y e rle şirc e s in e k en d in i o rta y a koym ayıp s ü re rli b ir b ilin c e katılacaktır, bu bilinç o öğeye re n k le rin i v erirk en o n u n la bütünleşecektir: “Kişiliği belirleyen süre sürerliği de belirler. Derin ruhsal yaşamda evrimler varsa da devrimler yoktur. Elbet bazen bizi şaşırtan kararlar kendini gösterir, ancak burada zincirin bizden kaçan birkaç halkası sözk o n u su d u r.” A n c ak P aul F o u lq u ie sü re d e kendini ortaya koyan derin ben’in kavranılması konusunda Bergson kadar iyimser değildir. İnsanın derin y aşam ın ın in celen m esi b irço k güçlük çıkaracaktır.(Bk. ZAMAN) SÜREÇ (lat. processus; îr.proces, processus; alm. Prozess; ing. process). Bir birlik ya da bir düzen or taya koyduğu gibi bir sonuca da yönelik olan olgular ve işlemler di zisi. Belli bir zamanda yer alan et kin ve düzenli olgular bütünü. SÜRREALİZM B k GERÇEKÜS TÜCÜLÜK.
Ş ŞAŞM A (fr. étonnem ent; alm. Verwunderung; ing astonishment). R uhsal sarsıntı. O lağandışı bir durum k a rş ıs ın d a d u y u lan değişiklik duygusu. Beklenmedik bir olayın uyandırdığı ruhsal tepki. A lışılm adık bir durum özellikle birdenbire karşılaştığımızda bizde şaşma duygusu yaratır. Bu duygu bizim bu yeni durumu kavramamıza ve ona biraz da olsa alışmamıza kadar sürecektir. H er yeni bizde azçok yoğun bir şaşm a duygusu yaratır. Yaratıcı insan etkinliğinin te m e lin d e işte bu d u y g u n u n varolduğunu söyleyebiliriz. “Her gün yeni olsun gördüğün, bilge kişi her şeye şaşan kişidir” der Gide. Birdenbire karşımıza çıkıp bizde şaşm a d u y g u su uy an d ıran şey ortadan çekilmeye başladığında biz de yavaş yavaş olağanın sınırlarına çekilm eye başlarız. A ristoteles M e ta p h y s ik a ’nın 1. k ita b ın d a felsefenin m eraktan doğduğunu anlatırken “Gerçekte bugün olduğu gibi ilk filozofları felsefi kurgulara iten ş a ş m a ’d ır” der. G asto n Bachelard’a göre “bilimsel kültür
için oldukça yararlı olan” şaşma bireysel kalamayacaktır. Ona göre bir konuda şaşkınlığa uğrayan kişi şaşkınlığını başkasına yansıtmak ister. Böylece insan şaşma yoluyla kendini eğitir. K arşılıklı eğitim b irb irin d e şa şm a d u y g u su yaratmaktan başka bir şey değildir. S p in o za K ısa in c e le m e 'sin d e şaşmayla ilgili şu örneği verir: “Hiç uzun kuyruklu koyun görmemiş o lan kişi uzun k u y ru k lu fas k o y u n la rın ı g ö rd ü ğ ü zam an şaşacaktır. Anlatırlar, kendi tarlası dışında tarla olmadığını sanan bir kö y lü , ineği k a y b o lu n c a onu uzaklarda aramak zorunda kalır ve kendi tarlası dışında çok sayıda tarla olduğunu görüp şaşar.” ŞEM A (fr. scheme-, alm. Schema; ing. scheme). Herhangi bir nesne nin basitleştirilmiş sunumu. Leibn iz’de m onadların tem el ilkesi. Kant’da kategorilerle olgular ara sındaki aracı birim. K ant’a göre duyulur sezgide verilmiş olan ol guyla anlığın kategorileri arasında “bir üçüncü terim olm alıdır, bu
445
ŞEY üçüncü terim bir yandan katego riyle biryapılıdır bir yandan da olgularla biryapılıdır ve böylece bi rincinin İkinciye uygulanmasını ola sı kılar. Bu ara sunum an olmalıdır (hiçbir deneysel öge banndırmamalıdır), bununla birlikte bir yan dan düşünsel öbür yandan duyu lur olmalıdır. Aşkın şema işte budur.” (Bk. ANLIK, SEZGİ) ŞEY (fr. chose; alm. Ding, Sache; ing. thing). Düşünceden bağımsız olan kendinde varlık. Varolduğu ya da varolmadığı düşünülen her var lık. Kişi olmayan her varlık. “Gün delik dilde bu sözcük düşünülen, varsayılan, varsanan ya da yoksanan her şeyi belirler” (Lalande). Apayrı ele alınabilen dural durum daki her varlık, olaya ya da olguya karşılık olarak bir şey’dir (otomo bil bir şey’dir, otomobil kazası bir olaydır). Metafizik anlamında şey kendinde varlığı ya da tözü karşı lar. D escartes “ruh düşünen bir şeydir” diyordu. Kant’da şey, ol gunun karşıtı olan ya da olgu ol mayan şeydir, Noumenori dur, ken disinden edindiğimiz sunumdan ba ğımsız olarak kendinde varlıktır, va rolan ama bilinemez olandır. Kant şöyle der: “Duyular dünyası ken dinde şeyler olmayan olguları içe rir; ama öbürlerini (Noumenori) an lık doğrudan doğruya benimsemek zorundadır, çünkü o deney nesne lerini basit olgular olarak tanır.” (Bk. KENDİNDE, NOUMENON, VARLIK) 446
ŞİDDET (lat. terror, fr. terreur; alm. Terror, ing. terror). A şın kor ku yaratma. Bir toplumun ya da bir topluluğun hatta bir kişinin diren cini kırmak için bozgun yaratıcı maddi ve manevi yöntemler uygu lama. Büyük korku yaratan nesne ya da eylem. Şiddet dünyamızda başından beri bir sindirme yönte mi olarak kullanılıyor. Çağdaş top lumda şiddeti özellikle bürokrasi ay gıtı üretiyor. İnsan için şiddetin kay nağı usdışı düzenlerdedir. Şiddet yalnızca dövmekle ya da öldürmek le olmuyor; şiddetin en büyüğü yu muşak görünümler altında uygula nan manevi şiddettir. Amaç korku yaratmaktır. İnsanoğlu okşamayı bile şiddet aracı olarak kullanabil mektedir. Pekçok tehdit yumuşak bir dille gerçekleştirilir. Her türlü tehdit insan yaşamında nesneye in dirgeyici bir şiddet düzeneği oluş turmaktadır. Sevgi üretemeyenler, fikir üretemeyenler, sağlıklı ilişki üretemeyenler genellikle tehdit ya ni şiddet üretirler. İnsanın iç dün yasında baskı oluşturabilecek her şey bir şiddet aracıdır. Her şiddet bütüncü ve köktencidir, sorunu bir çırpıda çözmek ister ve Machiavelli’ci bir dizgede açıklığa kavuşur. Ş id d ete y ö n elen k işi, engel gördüğü her şeyi niteliğine, anla mına, değerine bakmadan giderme ye çalışır. Şiddetin mantığı toptan giderme mantığıdır, ya hep ya hiç mantığıdır, asla bir tartışma mantı ğı değildir. O en yüce değerleri bile amaç edinebilir. Her şiddet bir ke-
ŞİZOFRENİ sin sonuca göre düzenlenmiştir. Şiddet sanıldığı kadar kesin ve ve rimli bir yöntem değildir, her şid det benzeri bir başka şiddeti yara tarak son bulur. Şiddet sonsuza ka dar doğurgandır. Etkenin niteliği ne olursa olsun şiddette amaç ruhu kaldıramayacağı bir yükün altına koymaktır. Şiddetin bedene yöne lişi dolaylıdır, amaç ruhu zedele mektir. Beden şiddete dayanıklıdır, çözülen ruhtur. Bu yüzden şiddet hıhsal koşullara göre düzenlenir. Şiddeti şiddet yapan onun ruhta ya rattığı çözülmedir. Şiddet yaşamın akışını değiştiremez. Solon “Şidde tin ürünleri kalıcı değildir” der. Tolstoy’un söylediği gibi “Doğru kendini şiddete dayanmadan orta ya koymalıdır”. Shakespeare Kral Richard/ / ’de “Şiddet ateşleri ken di kendilerini yakarlar” der. Ancak gelişmiş bir bilinç şiddetin anlamı nı ya da anlamsızlığını kavrayabi lir. Yetkin bilinç şiddet üretmeyen ve şiddete her durumda sonuna ka dar karşı duran bilinçtir. (Bk. HE YECAN, ÖFKE, SALDIRGAN LIK) ŞİZO FR E N İ (fr. schizophrenie\ alm. Schizophrenie; ing. schizophrenie). Kişiliğin parçalanmasıyla ve gerçekliğe uyarlanamamayla belir gin ruh hastalığı. Terimi ilk olarak 1911 ’de Bleuler kullandı. Şizofreni ruhsallıkta yarılma anlamına gelir
(yun. schizein “yarılm a” , phren “ruh” demektir). E. Minkovski şi zofreniyi 1927’de “gerçeklikle canlı bağlantının yitirilmesi” diye tanım ladı. Şizofren ilkel bir dünyada ya şar. Algıları ve düşünsel kazanımları sağlıklı olsa da şizofren genelgeçer mantığın dışında bir mantığı benimsemiş gibidir. Çevresiyle he men bütün bağlarını koparmıştır. Yalnızlık içinde tam tamına bir düş ler dünyasına yerleşmiştir. Hastalı ğın organik bir temeli yoktur; bazı yazarlar hastalığı organik nedenle re bağlamak istemişlerse de bunun için sağlam bir dayanak göstere memişlerdir. Şizofreni gelişen bir hastalıktır, bazen tam bir sürerlikle bazen sıçramalarla gelişir. Her şi zofren garip davranışlarıyla ilgi çe ker. Düşünce akışında ve bilinç ala nında her zaman alışılm adık bir şeyler kendini gösterir. Bunun ya nında, konuşmada düzensizlikler ortaya çıkar. Şizofren sorulan so rulara genellikle “yandan” yanıtlar verir, bu yüzden onunla ilişki kur mak her zaman kolay değildir. Çok zaman kendi kendine konuşur ve kimseyi dinlemez, hızlı hızlı konuş tuğu olur, söyledikleri genellikle so yut şeylerdir. Mantık düzeni bula nıktır: duyarsız görünümler ortaya koyar, genellikle tam bir soğukluk içindedir. Şizofrenlerin ruhayrıştırması kadar ilaçla iyileştirme yöntem lerinden yararlandıkları görülmüştür.
447
T TABU (Polinezya’ca söz). Doku nulması yasak olan. Tabu, Polinezya’da, gündelik kullanımın dışında tutulan şeydir. Tabu olan bir ağacı kesmek yasaktır. Bu yasağa uyma yan kişi doğaüstü güçlerin hışmına uğrayacak, böylece cezalandırıla caktır. Tabu’nun bugünkü dillerde ki anlamı, dokunulması ya da kul lanılması yasak olan, kısaca doku nulmaz olan kutsal nesne’dir. İnanç açısından ve ahlak açısından doku nulmaz olan her şey tabudur. TABULARASA (“Üstündeki bal mumu dümdüz duruma getirilmiş tablet” anlamında lat. söz.). Aris toteles’den gelen, zihnin deneyden flnce boş bir levha olduğunu öne suren, böylece deneyciliğin teme lini belirleyerek doğuştancılıkla ve usçulukla karşıtlaşan formül. (Or taçağ’da Avrupa’da öğrenciler bal mumu kaplı bir levhayı bugünkü defterlerin yerine kullanırlar, ucu sivri bir madenle balmumu üzerine yazı yazarlar, sonra balmumunu düzleyerek levhayı yeniden kulla nılır duruma getirirlerdi.) Aristote
les başlangıçta zihnin hiçbir bilgi içermediğini, bilginin ancak duyu organları aracılığıyla, deney yoluyla sonradan sağlandığını benimsiyor du. Skolastikler Aristoteles’in bu görüşüne göre zihni Tabula rasa in qua nihil est scriptum yani üs tünde hiçbir yazı bulunmayan düz bir levha olarak tanıtladılar. Bu ilke felsefede ülkücü bakış açısına kar şıt olarak deneyci anlayışın temeli ni oluşturur. İlk gerçek anlatımını Aristoteles’in öğrencisi Platon’da bulan ülkücülük her şeyden önce öncesel bilginin varlığını benimser. Aristoteles’çi çizgide deneyci ya da gerçekçi bir felsefe ortaya koymuş olan İngiliz filozofu Locke tabula rasa'yı şöyle açıklar: “Başlangıçta ruh, tüm niteliklerden uzak, her hangi bir fikirden yoksun, tabula rasa diye adlandırılan bir şeydir. Bu ruh fikirleri nasıl elde eder? Her za man sınırsız eylemde bulunan in san imgeleminin kendisine hemen hemen sonsuz bir çeşitlilikte sun duğu bu pekçok sayıdaki fikri bu ruh hangi araçlarla sağlar? Tüm usavurmalannın ve tüm bilgilerinin 4 4 9
TAKINTI temelleri gibi olan bu gereçleri bu ruh nereden getirir? Buna tek bir sözcükle yanıt vereceğim: deney den. Tüm bilgilerimizin temeli odur ve tüm bilgilerimiz kaynaklarını on dan alırlar.” Ülkücü Leibnizbu gö rüşe karşı çıkar ve “Bu kadar konu ettikleri bu tabula rasa bana kalır sa bir yanılsamadan başka bir şey değildir” der. Leibniz şu görüşü öne sürer: “Ruhun şu ya da bu dü şünceye uyarlanması için, bizdeki fikirleri göz önüne alması için de ney zorunludur, tamam, ama de neyin ve duyuların sağladığı olanak fikirleri vermeye yeterli mi?” Leib niz ruhumuzda duyuların bize hiç bir zaman sağlayamayacağı fikir lerin, öncesel fikirlerin bulunduğu nu bildirir: “Ruh duyuların bize ve remeyeceği varlık, töz, bir, aynı, neden, algı, usavurma gibi pekçok kavramı içerir.” (Bk. GERÇEK ÇİLİK, ÜLKÜCÜLÜK)
450
T A K IN T I (fr. obsession; alm. Belagerung; ing. obsession). Bir fikrin zihinde sık sık kendini gös termesi. Sıkıcı duygularla yüklü bir fikrin bilinçte istemle önlenemeye cek b içim d e ikide b ir kendini göstermesi. Takıntı yerli yersiz bi linçte ortaya çıkan, içeriğiyle ve yi nelenişiyle kişiye sıkıntılar yükle yen, istemin etkin gücüyle önlene meyen bir asalak fikirdir. Bu bazen bir sözcüktür, bazen açıksaçık bir sahnedir, bazen saçma bir sorun dur (acaba bu vagonda kaç kişi var?), bazen bir cinayet işleme ya da cinayete kurban gitme korku
sudur, bazen metafizik bir konu dur. Takıntılı kişi durumunun bi lincinde olmakla birlikte kendini ta kıntıdan kurtaramaz. R Janet şöy le der: “Takıntı kendini dikkate su nan, kişi azçok onun yararsız ve saçma olduğunu anlasa da bunaltı cı olacak kadar uzun ve sıkıcı bir zihin işlevi gerektiren baskın bir dü şüncedir.” Takıntıyla bunalan kişi istemini kullanarak onu gidermeye çalışır; takıntılı fikir ortaya çıktığında utanır, kendini suçlu duyar, gülünç bulur. Suçlandırılma ya da aşağı lanma korkusuna kapılır. Takıntılı fikirler yalnızca hastalarda değil, aşırı bir yorgunluğun sonucunda hiçbir sorunu olmayan kişilerde de görülebilir. Ancak yalnızca sürekli olan takıntıyı gerçek anlamda ta kıntı saymak doğru olur. A dler’e göre takıntıda bir gerçeklikten kaçış sözkonusudur, kişi gerçeklikle ça tışmanın yerine bir başka öğeyi ko yup çıkmıştır. Ruhaynştırmacılanna göre takıntı bir çocukluğa dö nüş belirtisidir: gereksinimlerini kar şılayamayan ve ahlaki engellerle karşılaşan birey oral ve sadik-anal dönemlere kadar gerilemektedir. Melankolilerde, şizofreni başlangıç larında takıntı belirgin bir biçimde görülür. TAMBİLlRLİK (fr. omniscience', alm. Allwissenheit', ing. omniscience). Tektanrıcı din anlayışında tüm bilgilerinTann’da içerilmiş ol ması, onda hiçbir bilinmez yanın bulunmaması ilkesi. (Bk. HERYERDELİK, TAMGÜÇLÜLÜK)
TANITLAMA TA M G Ü ÇLÜ LÜ K (fr. omnipo tence', alm. Allmacht; ing. omni potence). Tektanrıcı din anlayışın da, Tanrı’nın her şeyi gerçekleşti rebilecek yetkinlikte olması, Tanrı gücünün sonsuz olması ilkesi. (Bk. HERYERDELİK, TAMBİLİRLİK) TAM M UTLULUK (lat. beatitudo; fr. beatitude; alm. Seligkeit; ing. blessedness). Eski ahlaklarda hiç bir eksikliği barındırmayan yetkin ahlaki doyum. Bir başka şeyi iste meyecek biçimde tam doygunluğa ulaşmışlık. Mutluluk geçici ve raslantısal olarak düşünülür. Tammutluluk raslantıyla yakalanmış her hangi bir duygu değil, ussallıkla ula şılmış bir ruh yetkinliğidir. Aristo teles Nikomakhos ahlakı'ndatam mutluluğu bilge kişinin ülküsel ruh durumu olarak gösteriyordu. Stoa filozofları ruhsal yetkinliğe ulaşan insanın tammutuluğu sürekli ola rak yaşayacağını düşünüyorlardı. Spinoza yalnızca bilgeler için yal nızlıkla belirgin bir tammutluluk dü şündü. (Bk. MUTLULUK) TAMU YAR (lat. adaequatus; fr. adéquate, alm. adàquaf, ing. adé quat). Nesnesini eksiksiz bir biçim de sunan fikrin niteliği. Spinoza için tamuyar fikir gerçek fikrin tüm ni teliklerini taşıyan fikirdir. Leibniz için tamuyar olan seçik olandır. Le ibniz şöyle der: “Seçik bir tanıma ya da bilgiye giren her şey seçik olarak tanınıyorsa ben bu bilgiyi ta muyar bilgi diye adlandırırım.” (Bk. DOSDOĞRU, SEÇİK)
TANIM LAM A (lat. defmitio; fr. définition', alm .D efinition, B eg riffsbestimmung', ing. définition). Bir varlığı doğasını oluşturan özel liklerin en önemlilerini sayarak ta nıtma. Bir nesnenin temel nitelikle rini belirleyen zihin işlem i. P. Foulquié: “Bir şeyin doğasını, bir kavramın içeriğini, bir terimin an lamını olabildiğince kısa bir biçim de belirleme.” Her tanımlama bir tümevarımla belirlenmiş olan genel bir kavramın başlıca özellikleriyle gösterilmesidir. Tanımlama bir var lığın en önde gelen birkaç özelliğini ortaya koyan genellikle bir cümle lik kısa açıklamadır. Formül görü nümündeki bu açıklama ne kadar uyarlı ya da ne ölçüde kapsayıcı olursa olsun eksikli kalacaktır. Bu yüzden tanımlamalar şeylerin tanın masında ancak ilksel bilgiyi sağla yabilirler. Tanımlamanın sağlıklılığı tanımlanan nesnenin en belirleyici özelliklerinin öbür özelliklerinden ayırt edilmesiyle sağlanır. Nesney le ilgili en genel şema olan tanımla ma çok zaman bir kavram açıkla ması için giriş niteliği taşır. Geniş çerçeveli açıklama tanımlama ol maktan çıkar, tanıtlama olur. (Bk. TANITLAMA) TANITLAM A (lat. deseriptio; fr. description', alm. Beschreibung', ing. description). Bir nesneyi ge nel özellikleriyle belirleme. Bir sa vın doğruluğunu mantıksal çerçe vede ortaya koymak üzere doğru bilinen önermelerden giderek çıka rım lar yapmak. Tanıtlam a geniş
451
TANRI çerçeveli tanımlamadır. Onda tanım lamada olduğu gibi tutumlu olma zorunluluğu yoktur. Her tanıtlama geniş çerçeveli bir kavram ayrış tırmasıdır. Tanımlamada örneğin bir türün (insan) cinsi (hayvan) ve öz gül ayrımları (ussal) belirlenirken (insan, ussal bir hayvandır), tanıt lamada bütün nitelikleri sayılır. (Bk. TANIMLAMA)
452
TANRI (lat. Dews; fr. Dieu\ alm. Gott\ ing. God). Evrenin tek ve yü ce ilkesi. Doğaüstü yüce varlık. Evrenin tek ve yüce ilkesi olarak Tanrı tektanrıcı dinler çerçevesin de ortaya konulmuştur. Doğaüstü yüce varlık fikri tektanrıcı dinler den önceki pagan dinleriyle ya da çoktanrıcı dinlerle ilgilidir. Eski uy garlıklarda inanç düzeni çoktanrılı bir anlayışa dayanıyordu. Platon’un “İyi” İdea’sı, hatta daha önce Parmenides’in “Bir Varlık”ı tektanncılığa doğru geçişin ilk belirtilerini du yurur. M.Ö. V. yüzyılda Kenophanes bize çoktanrılı inanç dizgesinin bitmeye yüztuttuğunu şu sözlerle belirtiyordu: “Tek bir Tanrı vardır, tanrıların ve insanların yüce efen disidir, o ne bedeniyle ne düşünce siyle ölümlülere benzer.” Stoa filo zofları, maddeci anlayış içinde Tanr ı ’yla E v re n ’i özdeşleştirdiler. Diogenes Laertios, Stoa okulunun kurucusu olan Zenon’la ilgili ola rak şöyle diyordu: “Tanrı’nın tözü Zenon için gökle yerin toplamıdır.” M.Ö. XII. yüzyıllarda ortaya çıkan yahudi dini tektanrılı inancın teme lini kurdu. Ancak gerçek anlamda
tektanrıcılık hıristiyan vi İslam din lerinde anlatımını buldu. Bu yüce Tanrı tambilir, tamgüçlü ve heryerde olan varlıktı. Rönesans’la bir likte tanrıtanımazlık eğilimleri baş ladı. Feuerbach “Tanrı insanların yetkin doğru olarak düşünülmüş özüdür” diyordu. XIX. yüzyılda Nietzsche Tanrı’nm öldüğünü, üs tün insanın ortaya çıkmaya başla dığını, Tanrı’nm yerine gelecekte Üstinsan’m geçeceğini bildiriyor du. “Tüm tanrılar öldü: şimdi Üstinsan yaşasın istiyoruz” diyordu. Ona göre Tanrı bir sanıdır. Şöyle der Nietzsche: “Tanrı bir sanıdır, ama ben sanınız yaratıcı isteminizi aşm asın isterim .” / Th. Fuller: “Tann’mn ışığını görmek için o kü çük mumunuzu söndürün.” / Mı sır atasözü: “Çöle Tanrı’sız gidile bilir, ama Nil vadisine onsuz dönü lemez.” / Pascal: “Tanrı’yı sezen us değil gönüldür.” / Voltaire: “Tann varolmasaydı onu yaratmak gere kecekti.” “Saat saatçisiz olmaz.” / AzizAugustinus: “Tanrı bir hıçkı rığı bir çağrıdan daha çabuk duyar.” / Cervantes: “Tann kötülere acı çektirir, ama her zaman değil.” / Sophokles: “Tannların zan her za man iyi düşer.” / Descartes: “Çok zaman benim bir kural olarak be nimsediğim şey yani çok açık ola rak ve seçik olarak kavradığımız şeylerin tümüyle gerçek olması an cak ve ancak Tanrı’nın olmasıyla ya da varolmasıyla, yetkin bir var lık olmasıyla, bizdeki her şeyin on dan geliyor olmasıyla sağlanmıştır.” “Us bize gördüğümüz ya da düşle
TANRIBİLİM diğimiz şeyin gerçek olması gerek tiğini göstermez, ancak tüm fikir lerimizin ve kavramlarımızın bir doğruluk temeli olması gerektiğini gösterir; çünkü tam yetkin ve tam gerçek olan Tanrı’nın bunları bize bir temel olmadan koymuş olması düşünülemez.” “Gene de çoktan dır zihnimde belli bir görüş var, o da her şeyi yapabilen bir Tanrı’nın varolduğudur.” “Ben Tann’yla hiç lik arasında bir orta yer’im.” “Çok açık olarak görüyorum ki tüm bi lim gerçek Tanrı bilgisine bağlıdır.” / La Bruyère: “Tanrı’nın yokluğu nu kanıtlamanın olanaksızlığı ben de onun varlığını ortaya çıkarıyor.” / Fénelon: “İnsan Tanrı’yı sevdik çe aşkın da sevgilinin de Tanrı ol duğunu daha çok duyar.” / J.B. Masillon: “Ey Tanrı’m, günahlıyı kendi körlüğüne bıraktığınızda ne kadar korkunçsunuz.” / JeanBaptiste Rousseau: “Geçici büyük lüklerimizi boşuna önemsedik - İn san külünü atalarının külüne kat malı - Hepimizi yargılayacak olan aynı Tanrı’dır çünkü.” / Bernardin de Saint-Pierre: “Ben burada insa ni bilimlerden sözediyorum; çün kü gerçek bilimlere gelince, onları ancak Tanrı tanır; kendi bilgisinin g izin e y a ln ız c a o s a h ip tir.” / Marquis de Sade: “Doğuştan bir kör için renkler neyse insan için Tanrı odur, körün renkleri gözün de canlandırması olası değildir.” / Camille Desmoulins: “Bir Tann ya ratanların bir çocuk yapabilmeleri pek büyük bir iş değil.” / Maine de Biran: “İnsan biliminin iki terimi ya
da iki kutbu olan Tanrı ve ben aynı anda yok olurlar.” / Stendhal: “H ı ristiyanların Tanrı’sım bulduğum zaman kendimi yitiriyorum: o bir zorbadır ve zorba olmakla intikam fikirleriyle doludur; onun İncil’i yal nızca kaba cezalandırmalardan sözeder. Onu hiçbir zaman sevme dim ve onun içtenlikle sevilebileceğine hiçbir zaman inanmak iste medim.” (Bk. BİLİM, ÇOKTANRICILIK, DİN, HEPTANRICILIK, TANRIARAŞTIRMASI, TANRI TANIM AZLIK, TEKTANRICILIK, TÖZ) TANRIA RA ŞTIRM A SI (fr. théodicée; alm. Theodizee; ing. theodicee). Metafiziğin Tanrı’yı araştı ran bölümü. Leibniz’in bulduğu ve Thodicée sur la bonté de Dieu, la liberte de l ’homme et l'origine du mal (Tanrı’nın iyiliği, insanın öz gürlüğü ve kötülüğün kökeni ü re rine tanrıaraştırması) adlı yapıtın da açıkladığı bu terim tanrıtanımaz lık ve dünyanın kötülüğü savlarına karşı Tanrı’nın iyiliğini ortaya ko yan bir araştırma alanının adı oldu. (Bk. METAFİZİK, TANRI, TANRIBİLİM) TA N R IB İLİM (lat. theologia; fr. théologie; alm. Theologie\ ing. theology). Tanrı’nın niteliklerini, dünyayla ve insanla ilişkilerini araş tıran bilgi alanı. Tanrı’yla ve dinle ilgili felsefi araştırma. Tannbilim di nin dogmalarını kutsal metinlere göre doğrulamaya çalışan bir bilgi alanıdır. Tannbilim felsefenin bir da
453
TANRICILIK
T A N R IC IL IK (fr. théisme-, alm. Theismus-, ing. theism). Dünyanın nedeni olan kişisel birTann’nın va rolduğunu öne süren dinsel öğreti. Bu öğretiye göre Tanrı canlıdır, ki şiseldir, dünyadan ayrıdır. (Bk. TANRI)
Gide’le yeni bir boyut kazandı. Tanırtanımazlığın asıl savunucuları Feuerbach ve M arx’dir. Onlar Tan rı’ya inanmanın bir gerçeklikten ka çış olduğunu göstermeye çalıştılar. Marx “Din halkların afyonudur” di yordu. / La Bruyère: “Tanrıtanımaz kişi Tanrı’yı ve dini yadsımaz, an cak onları hiç düşünmez.” / Denis Diderot: “Evet, bana kalırsa, boşinanç Tanrı’yı tanrıtanımazlıktan da ha çok y aralar.” / M arquis de Sade: “Tanrıtanımazlık şehitler is tiyorsa söylesin, kanım hazırdır.” / Hugo: “Tanrıtanımazlığın sonsuz lukta açtığı yaralar bir bombanın denizde açtığı yaralara benzer. Hep si kapanır ve böylece sürer gider.” / Gustave Le Bon: “Tanrıtanımaz lık yayılsaydı eski dinlerden daha ho şg ö rü sü z b ir din o lu rd u .” / Blanqui: “Ne Tann ne efendi.” / G. Santayana: “Benim tanrıtanımazlı ğım Spinoza’nınki gibi evren kar şısında gerçek bir sofuluktur.” (Bk. AHLAK, AHLAKSIZCILIK, HİÇ ÇİLİK, TANRI)
T A N R IT A N IM A Z L IK (fr.a^e«me; alm. Atheismus; ing. atheism). Tanrı’nın varlığını yadsıyan öğreti. Tanırtanımazlığın kökenlerini Rö nesans düşüncesinde aramak ge rekir. Hıristiyan dogmalarına karşı insancı aydınlar dünyayı ve insanı yüceltirken kutsalla olan bağları da büyük ölçüde kopardılar. Tanrıta nımazlık bununla birlikle daha çok XIX. yüzyılda gelişti ve özellikle Nietzsche düşüncesinde anlatımı nı buldu, daha sonra XX. yüzyılda
T A PIN C A K Ç ILIK (fr. fétichis me-, alm. Fetichismus-, ing. fetishism). Bir kişiye ya da bir nesneye duyulan aşırı hayranlık. Bir nesne ye aşırı bağlılıkla belirgin cinsel sap ma. Tapıncakçı cinsel sapmada cin sel ilgi bedenin bir bölümüne (gö ğüs, kalça, saç, el, ayak vb.) ya da giysilere (göm lek, çorap, külot, ayakkabı vb.) yönelir. Tapmcakçılık pısırıklarda, bunalımlılarda, şi zofrenlerde sık görülen bir durum dur. Ona daha çok erkeklerde ras-
lı olmaktan çok dine dayalı başlıbaşma bir araştırma alanıdır. Fel sefe bağımsız bir araştırma alanı dır, oysatanrıbilim ilgili olduğu din sel kavrayışın dogmalarıyla belir lenmiştir. Felsefe tanrıbilime yak laştıkça bağımsızlığını yitirir, tanrıbilim felsefeye yaklaştıkça dog maları temellendirmekle sınırlı ama cından uzaklaşır. Hemen her felse fe Tanrı fikri konusunda kendi yo rumunu ortaya koyar, ancak bu du rum felsefeyi dinin kurallarına zo runlu bir biçimde bağımlı kılmaz. Felsefe Ortaçağ’da büyük ölçüde tanrıbilim anlamını kazanmıştı, da ha sonra eski genişliğini ya da özerkliğini kazanmaya başladı. (Bk. TANRI, TANRIARAŞTIRMASI)
454
TARİH lanılır. O kadınlarda çok az görü lür. H. Ey bu konuda şöyle der: “Cansız şeylere ya da başkasının bedeninin parçalarına dokunmak sözkonusudur. Belirgin tapıncaklan n çoğu erkeklik organı simgeleri dir (bot, kalem vb.). Tapıncakçı davranış dışkıya, sidiğe, kökenleri ya da anımsatıcı güçleriyle önemli bir değer kazanan herhangi nesne lere (saçlar, giysiler vb.) yönelebi lir.” Genel olarak tapıncakçılık ya da herhangi bir nesneye tapınma inancı olarak tapıncakçılık tüm il kel toplum ların dinsel inanç ve e d im le rin i k arşılar. A u g u ste Comte da tapıncakçılığı dinsellik dö neminin ilk biçimi saydı ve “bizim kine benzeyen ama bizimkinden da ha enerjik olan bir yaşama bağlan m a” eğilim i o larak tan ım ladı. Marx’çı düşüncede tapıncakçılık metayla ilgili olarak ele alındı ve me tanın değeri insanın üretici emeği ne bağlı olduğu halde bu değeri iç kin bir değermiş gibi gösterme eği limi olarak belirlendi. TA RİH (lat. historia; fr. histoire\ alm. G esch ich îe; ing. histçry). Geçmişin belli bir açıdan ya da ge nel olarak incelenmesi. Eski toplumların en genel bilgisi. İnsanın geçmişiyle ilgili en genel araştırma. Aristoteles tarihi bir belgeler topla mı olarak görüyordu. Gerçekten ta rihi bir belge bilimi olarak tanımla yabiliriz. Bacon tarihi bireyselin bil gisi olarak değerlendirdi: onun te mel aracı da bellekti. Bacon şöyle diyordu: “Tarihin gerçek konusu
zamanda ve uzamda belirlenmiş bi reylerdir. Çünkü doğal tarih türler le ilgili görünür, bu da genellikle do ğal varlıkları tek bir türde bir araya getiren benzerlikten gelmektedir, öyle ki bunların birini tanımak tü münü tanımaktır. Bütün bunlar bel lekle ilgilidir.” Tarih bireyseli imgelemsel düzeyde ele alan şiirle ve ussal çerçevede genele yönelen fel sefeyle karşıtlaşır. Bousset tarihi tanrısal tasarımın gelişimi olarak gördü. Herder için tarih yazgısal bir ilerlemenin konusuydu. Hegel onu mantıksal bir dizgenin akışı diye an ladı. Comte için tarih insanlık evri minin yasasında anlatımını buluyor du. Marx’agöre insanlığın tarihi her zaman üretimin ve değiştokuşun ta rihiyle ilişkisi içinde ele alınmalıdır. M arx’a göre ilk tarihsel olgu ge reksinimleri karşılama araçlarının üretimidir, böylece maddesel yaşa mın üretimidir. İkinci tarihseHolgu karşılanan ilk gereksinimin yeni ge reksinimleri getirmesidir. Üçüncü tarihsel olgu yaşamlarını her gün yenileyen insanların yeni insanlar yapm alarıdır yani ürem eliridir. Marx ve Engels şöyle derler: “Mad deci tarih kavrayışı ülkücü tarih kavrayışı gibi her dönem için bir kategori araştırmaz ama tarihin ger çek toprağına sağlam bir biçimde yerleşir. M addeci tarih kavrayışı uygulamayı fikirle açıklamaz, fikir lerin oluşumunu maddesel uygula maya göre açıklar.” XIX. yüzyıla kadarki tarih kavrayışı yinelemele re bağlı tarih kavrayışıdır, bugün bizim ilerlemeleri temel alan tarih
455
TARİH kavrayışım ızdan uzaktır. XVII. yüzyıla kadar gelişim fikri yoktu, buna göre gelişen bir insanlığın ta rihi de sözkonusu değildi. XVIII. yüzyılın aydınlanmacı düşünürleri bile tarihi birbirinden kopuk uygar lıkların ayrı ayrı sergilendiği alan di ye gördüler. Völtaire’in şu sözün de bu görüş açık açık belirir: “Tra jedide olduğu gibi tarihte de bir se rim, bir düğüm, bir de sonuç ol malı.” Oysa çağdaş anlamda tarih bir ilerleme bilincidir, bizi körü kö rüne geçm işe bağlamaz, tersine yetkin bir geleceğe açar: “İnsan için insani değer olarak tarih geçmişi değil geleceği belirler” derL. Goldmann. İlk uygarlıkların insanların da da yalnızca ve yalnızca yazgıyla belirgin bir yaşam fikri vardı. Dü şey nedensellik diyebileceğimiz bir nedensellik anlayışı içinde ilk uy garlıkların insanları her olan biteni tanrısal güçlerin istemine bağlıyor du. Yunan-latin dünyasında ve hıristiyan dünyasında dönüşlülük fikri egemen oldu: başlangıçla bitişi bir leştiren dairesel devinim en yetkin devinimdi, buna göre her şey tam bir yazgılılık içinde başladığı yerde bitiyordu. Buna göre çağdaş anlam da tarihi oldukça yeni bir bilim say mak doğru olur. Ancak onun her anlamda çok rahat çalışan mutlu bir araştırma alanı olduğunu düşünme m ek gerekir. “Tarih sonunda bir ruhbilim sorunudur” der Taine. Ruhsal etkinlikler her zaman kay gan ve anlaşılması güç etkinlikler dir, tarih de bu etkinliklerle örül müştür. Yüzıllar önceki bir toplu
mun neden öyle değil de böyle dav randığını, yüzyıllar önceki bir ko mutanın neden öyle değil de böyle yaptığını kestirmek zordur. Ayrıca tarihi kavramakla yükümlü kişinin yani tarihçinin de bir insan olduğu nu, öznellikle belirgin oluşumları kavramakla yükümlü bir özne ol duğunu unutmamak gerekir. Tarih çi Seignobos bu yüzden oldukça karamsar bir tablo çizer: “Tarih ka dar kötü koşullarda çalışan bir baş ka bilim yoktur. Tarihte doğrudan gözlemler yoktur, her zaman yitip gitmiş olgular vardır; bütünsel ol gular hiç yoktur, her zaman raslantıyla korunmuş dağınık parçalar vardır, geçmişin döküntüleri var dır, tarihçi bir paçavracıdan başka bir şey değildir.” Öte yandan tarih her ne kadar birbirini anımsatsa da birbirine benzemez olaylardan örül müştür. Tarih eskilerin sandığı gibi bir yinelemeler alanı değildir. Buna göre tarihçinin her olguyu tarihsel zemin üzerinde apayrı bir yapı ola rak kavraması gerekir. Paul Valéry “Tarih yinelenmeyen şeylerin bili midir” der. Thukydides’in “Tarih sürekli bir yeniden başlayıştır” sö zü artık tarihin derinliklerinde kal mıştır. / Voltaire: “Büyük prensle rin tarihi genellikle insanların ya nılgılarının tarihidir.” / Chateaubri and: “Ben size olguların öbür yü zünü göstereceğim, tarihin göster mediği yüzünü.” / Napoléon Bo naparte: “Geçmişte sizin yürüyü şünüzü geciktirebilecek örnekler aramak gerekmez. Tarihte hiçbir şey XVIII. yüzyıl sonlarına benze
TARİHSELLİK m ez, X V III. yüzyıl so n larında hiçbir şey şimdiki zamana benze mez.” / J. Michelet: “H er insan bir insanlıktır, bir evrensel tarihtir.” “Dünyanın yargıcı olan tarihin ilk görevi saygıyı elden bırakmaktır.” / Flaubert: “Yaşam bitmez bir so run, tarih de her şey d e.” / A. Daudet: “Roman insanların tarihi dir, tarih kralların romanıdır.” / B. Disraeli: “Adam öldürme dünyanın tarihini hiçbir zaman değiştirmedi.” / Mao Çe Tung: “İnsanlığın tarihi zorunluluğun egemenliğinden öz gürlüğün egemenliğine doğru sağ lam bir devinimdir.” / H. G. Wells: “İnsanlığın tarihi giderek eğitimle felaket arasında bir akış özelliği ka zanıyor.” “İnsanlık tarihi özü gere ği fikirler tarihidir.” / A. Schopenhauer: “Tarihin anlattığı gerçekte uzun bir düştür, insanlığın uzun ve karmaşık düşüdür.” / Lukacs: “Ta rihsel olarak eylemde bulunan in sanların kahraman ya da alçak, tra jik ya da gülünç özyapılı oluşu bü yük ölçüde tarihin nesnel içeriğine ve gerçek yönelimine bağlıdır.” / M. Merleau-Ponty: “Tarihte bir çeşit aldatıcı büyü vardır. Tarih insanla rı büyüler, kendine çeker, insanlar tarihin gittiği yönde gittiklerini sa nırlar, derken tarih oyunbozanlık eder, bir başka durum olası olduğu ölçüde olaylar yön değiştirir. Tari hin yüzüstü bıraktığı insanlar, onun suç ortaklarından başka bir şey ol madıklarını düşünen insanlar bir den onun kendilerine esinlediği ci nayetin elebaşları olurlar.” “Dire nenlerin onuru da işbirlikçilerin
onursuzluğu da tarihin olumsallığını gerektirir, bu olumsallık olmadan siyasette suçlu olmaz, tarihin us sallığı olmadan da ortada yalnızca deliler vardır.” (Bk. DİYALEKTİK, MADDECİLİK, OLGUBİLİM) T A R İH S E L C İL İK (fr. historis me', alm. Historismus', ing. historism). Tüm olguları tarihsel koşul lardan giderek anlamaya ve açıkla maya çalışan düşünce biçimi. Ta rihe aşırı bağlılık ve bu bağlılıktan giderek geçmiş değerleri abartıp yüceltme ve geçmişi bugünden üs tün tutma eğilimi. Düşünceleri ta rihsel koşulların ürünü sayan tarihselcilik olguları açıklamakta ve de ğerlendirmekte tarihsel verileri bi rinci planda önemser. (Bk. TARİH) T A R İH SE L L İK (fr. historicité', alm. Geschichtlichkeit; ing. historicity). Tarihsel olanın, tarihlellgili olanın özyapısı. Zamanla değişme özelliğine sahip olamn özyapısı. Va roluşçu felsefede insanın zamana ve geçmişe bağımlılığını geleceğe doğru özgürce aşması. Tarihsellik insana insanla ilgili temel soruları sordurur: insan nedir ve nereden gelip nereye gitmektedir, yaşamak nedir ve ölmek nedir? Varoluşçu fel sefede genel anlamda nesnel tarih sellik fikri yoktur, onda her birey kendi olarak ele alınır. Bu felsefede insan geçici bir varoluşu ölüme doğru aralıksız sürdürür. Buna gö re insanın tarihsel varoluşu mutlak biçimde ölüme adanmıştır. (Bk. GE LİŞİM, TARİH, TARİHSELCİLİK,
457
TARİHSEL MADDECİLİK VAROLUŞÇULUK) T A R İH SE L M A D D E C İL İK Bk. MADDECİLİK. T A S IM (lat. sy llo g ism u s; fr. syllogisme\ alm. Syllogismus-, ing. syllogism). Tümdengelimli usavurma. Doğru sayılan iki önermeden üçüncü bir önerme çıkarmaya da yanan usavurma yolu. (Bütün in sanlar ölümlüdür büyükönermesinden ve Sokrates insandır küçükönermesinden Sokrates ölüm lüdür sonucunu çıkarabiliriz.) [Bk. MANTIK, TÜMDENGELİM] T E K B E N C İL İK (fr. solipsisme-, alm. Solipsismus; ing. solipsism). B en’i tek gerçeklik diye alan ve bi reysel düşüncenin dışında herhan gi bir gerçeklik kabul etmeyen aşı rı ülkücü öğreti. Bireysel gerçekli ği tek gerçeklik sayan Claude Brunet’nin öğretisi. Tekbenciliğin te m e lin d e k u şk u c u lu k y atar denilebilir. Descartes gibi biz de kendim izden başka her şeyden kuşkuya düşebiliriz. (Bk. BEN, BENOLMAYAN)
458
T E K Ç İL İK (fr. monisme\ alm. Monismus-, ing. monism). Her şeyi bir birlik içinde gören felsefi bakış açısı. Gerçekliğin temeli olarak tek bir ilkeyi özellikle yalnızca madde yi ya da yalnızca ruhu varsayan öğ reti. Bu öğreti maddeyle ruh, bi linçle dünya ayrımını kaldırır. A. Lalande tekçiliği “Şeylerin bütünü nü ya tözleri açısından ya yöneltil
dikleri yasalar açısından (mantık sal ya da fiziksel yasalar) ya da ah lak açısından birliğe indirgenebilir gören felsefe dizgelerinin tümü” di ye tanımlar. Buna göre maddeci lik, ülkücülük, heptanrıcılık tekçi öğretilerdir; Leibniz, Hegel, Spino za dizgeleri de tekçi dizgelerdir. Ba zı filozoflar tekçiliği bir aşırılık ola rak görürler. J. Rostand şöyle der: “Maddeci tekçilikle ruhçu tekçilik arasında ancak çok küçük bir ay rım görüyorum: her şeyin madde diye adlandırılması ya da her şeyin düşünce diye adlandırılması hemen hemen aynı anlama gelir.” Bazen tekçilikte maddeci yorumla ruhçu yorum tek bir şeyin iki ayrı görü nümü gibi olur. Bunun en belirgin örneğini Spinoza felsefesinde bu luruz. Heptanrıcı bir anlayış içinde Tanrı’yla D oğa’yı özdeşleştiren Spinoza bazen maddeci bazen ruh çu bir bakış açısı geliştirir. Gene de onun felsefesi ruhçuluktan çok maddeciliğe yakındır. İngiliz ülkü cü filozoflarının, özellikle F.H. Bradley’nin varlıkta birlik bulunan öğ retisini de tekçilik diye adlandırabi liriz. B radley’e göre özne (that) nesneden (what) ayrılmaz. Deney sel gerçeklik mutlak’ı yani gerçek gerçekliği örten bir dış görünüştür. Haeckel’in öğretisi de tekçidir, on da evren kendini fiziksel ve kim yasal güçlerle dışlaştırır. Tek ger çeklik tözdür. Töz yasasının evren sel bir değeri vardır. B u yasa mad denin sakinimi yasasıyla gücün sa kinimi yasasını içerir. (Bk. ÇOĞUL CULUK, İKİCİLİK)
TEKNİK T E K İL (fr. s in g u lie r \ alm . Einzelır, ing. singular). Tek olan. Birey olan. Her türlü genellikten uzak olan. Tek bir nesneyle ilgili olan. (Bk. ÇOĞUL) T E K N İK (fr. tech n iq u e; aim. Technik; ing. technics). Bazı yararlı sonuçlar elde etmek için konulmuş usuller toplamı. Bilimsel olana ve estetik olana karşıt olarak, kuram sal bilgi dışında elde edilmiş uygu lama yöntemleri toplamı. Bilimin uygulamalarıyla ilgili olan. Günü müzde teknik, salt deneysel olma yan, uygulamayla ilgili olmakla bir likte bilimsel bilgiye dayanan her türlü usul ve etkinliği içerir. Top lumsal yapı içinde tüm teknik et kinlikler üstyapı alanı olan kültüre karşıt olarak altyapı alanını oluştu rurlar. Bir uygarlık teknik ve kül tür olmak üzere ikili bir etkinliğin varlığını gerektirir. Yeniçağ’ın baş larına kadar teknik makinalarla ol maktan çok el becerileriyle, zana atçılıkla ilgiliydi. Özellikle makina üreten makinaların yaratıldığı Sa nayi D evrim i’nden sonra teknik doğrudan doğruya makinayla ve toplu üretimle ilgili oldu. Zanaatçı nın bilimsel düzeyde tartışılmamış babadan kalma usulleri yerlerini ge niş çerçeveli sanayi usullerine bı raktılar. Yunanlıların tekne’den (sa nat) gelen technikos'lan anlam de ğiştirerek bundan böyle toplu üre timi anlatır oldu. Bu çerçevede tek niğin bilimi doğurduğu, bilime kay naklık ettiği, bilimi öncelediği, bili min de tekniği genelgeçer bir us
sallıkla donattığı söylenebilir. İlkel adamın bilimi yoktu, yalnızca tek niği ya da teknikleri vardı, o tek niğin ya da tekniklerin içerdiği bilgi sezgilere ve deneysel arayışlara da yalı bir uygulama biçimiydi. Tek nik bir el bilgisiydi, bir yapma öngörüsüydü. A lain’in deyişiyle “dü şünceden korkan bir dü şü n ce” ydi. Zanaatçı çok zaman kendi tek niklerine hapsolmuş insandı, iyiyi bulduğu zaman daha iyiyi ya da en iyiyi aramak gereksinimi duyma yan bir yapımcıydı. Bugünün tek niği geniş çerçeveli üretim öngö rüsü içinde otomatlıkla aynı anla ma geliyor. Buna göre teknik her ne kadar bilimsel arayışlarla dönüş türülen bir etkinlik alanı olsa da çok zaman alışılm ışı düşündürüyor, gündelik çarkları akla getiriyor. Bu na göre teknik bir yandan ussal çer çevede ortaya konulmuş kurallarla ilgili olurken bir yandan da uygula ma biçimlerini içermektedir. Bu yüzden artık bugün teknik denilin ce yalnızca ve yalnızca bilimsel tek nikleri anlamak gerekir, geleneğin öngörüsüyle değil de düşünülmüş deneyle ortaya konulan etkinliği anlamak gerekir. Böylece sürekli düşünülen teknik bir önceki usul lerin aşıldığı yeni usullerle sürekli olarak ilerler. Çağımızın en büyük korkusu, tekniğin iyiden iyiye dü şünülüp tartışılmış, insan için ya rarlı olduğu kesin olan ereklere doğru olmaktan çok kazanca doğ ru, daha çok kazanca doğru ilerli yor olmasıdır. Bilimin denetiminden çıkmış ve paranın denetimine gir
TEKTANRICILIK miş bir tekniğin bu makinalar ça ğında insan yiyen makinaya dönüş m esi işten bile değildir. Teknik adam ya da teknisyen bir uygula macıdır, bilim adamı değildir ve ar tık her yerde bilim adamlığı teknis yenliğe doğru dönüşür durumda dır. Teknisyen bir işçi değildir, o çağdaş dünyanın en sevilen, en ge çerli kişisidir. Gelişmiş her tekni ğin yoğun bir bilgi birikimiyle ya da bilimsellikle denetlenmesi gere kir. Teknoloji'mn (fr. technologie; alm. Technologie; ing. technology) varlığı tekniklerin sağlıklı gelişimi için bir güvence olabilir mi? Bir tek nikler bilgisi, bir teknik usullerle il gili araştırma, bir teknikler kuramı olarak teknolojinin bilimsel araştır manın yerini tutması, hızlı üretim ve kazanç yöntemlerinden çok in sani amaçları öngörmesi pek dü şünülemez. (Bk. KÜLTÜR, UY GARLIK) TEK TANRICILIK (fr. m ono théisme; alm. Monotheismus; ing. monotheism). Dünyadan ayrı tek bir Tanrı’nın varlığını öngören din anlayışı. Tektanrıcılık çoktanncılıktan sonra gelen ve özellikle hıristiyan ve İslam dinlerinde anlatımını bulan bir anlayıştır, bu anlayışın kö kenleri M.Ö. XII. yüzyıla, yahudi dinine kadar dayanır. Ancak tektanrıcılığın gerçek gelişimi Eskiçağ’ın kapanıp Ortaçağ’ın başladı ğı dönemlerde olmuştur. Tektanrıcılık her yerde bulunan, tamgüçlü olan ve her şeyi bilen mutlak bir Tanrı’nın varlığına inanır. Bu Tanrı
tektanncılığın bir başka biçimi olan ve resmi dinlerce sapkınlık sayılan heptanrıcılıkta olduğu gibi yarattı ğı dünyayla karışmış değildir, onun tümüyle dışındadır. Bir ressam na sıl tablosunun dışındaysa Tanrı da yaratısının dışındadır. Heptanncılıkta yaratmadan çok bir türüm, bir türeme sözkonusudur, evren Tan rı’yı sürdürür durum dadır. (Bk. ÇOKTANRICILIK, DİN, HEPTANRICILIK) TEM EL (lat. fondam entum ; fr. fondement; alm. Grund, Begrün dung, Grundlage; ing. fundation). Bir şeye varlığını kazandıran. Bir şeyin varoluş nedeni olan. Daya nak. Çıkış noktası. Bir düşüncenin ana ilkesi. Bir düşüncenin doğru layıcı öğesi. (Bk. DAYANAK) TEMELLENDİRMEK (fr. fonder; aim. begründen; ing. to ground, to found). Sağlam bir dayanağa oturt mak. Bir bilginin, bir düşüncenin dayanaklarını göstermek. Bir dü şünceye dizgesel bir tutarlılık ka zandırmak. (Bk. TEMEL) TEOKRASİ Bk. DİNCİYÖNETİM. TEORETİKBk. GÖRÜMCÜ. TEPKİME (lat. reflexus; fr. reflexe; aim. Reflex; ing. reflex'). Be denin herhangi bir uyarana göster diği doğal ya da edinilmiş dolaysız tepki. Çevreden gelen bir uyarıya istemsiz tepki. Organizmanın özel
TİP bir uyarana gösterdiği dolaysız ve istemdışı yanıt. Dizkapağının he men altına sert bir cisimle vurul duğunda bacak ileriye fırlar, göze üflendiğinde gözkapağı kapanır. Bu tepkiler herkesin doğuştan sahip ol duğu doğal tepkimelerdir. Koşullu tepkimeler’e gelince, bunlar ger çek anlamda edinilmiş tepkimeler dir. Kendi uyaranına değil de bu uyarana bağlı bir başka uyarana karşılık veren her tepkime koşul ludur. Önüne et koyulan bir köpek salya çıkarır. Köpeğe et verilirken aynı anda bir kırmızı ışık yaksak ve bu iki uyarıyı sık sık yinelesek köpek kırmızı ışığı gördüğü ama kendisine et verilmediği zaman da salya çıkaracaktır. Koşullu tepkime her zaman bir doğal tepkime üze rine kurulur ve yerleşmesi için uya ranın bir süre yinelenmesi gerekir. Koşullu tepkimelerin niteliğini bize rus bilgini Ivan Pavlov (1849-1936) gösterdi. Doğduğumuz andan baş layarak birçok koşullu tepkimenin yaşamımızda büyük bir yer tuttu ğunu Pavlov’la öğrendik. Buna gö re tüm alışkanlıklarımızın ve tüm davranışlarımızın temelinde koşul lu tepkimeler yatmaktaydı. “İnsa nın gelişimi, doğumla birlikte ken dini gösteren tepkimelerden başla yarak, artan bir karmaşıklıkta bir koşullanmış etkinlikler dizisidir” (A. Porot). T E ST (“denem e" anlam ına ing. söz.Bu terimi ruhbilime 1890’da J. Mc Keen Cattell sokmuştur). Bi reyin fiziksel ve ruhsal özelliklerini
ortaya koymaya yarayan deneme yöntemlerinin genel adı. Uyum test leri kişinin çevreye uyum özellik lerini belirler. Zeka testleri kişinin zeka düzeyini belirler. Kişilik test leri kişinin kişilik özelliklerini sap tar. B ir sınama aracı olarak test pekçok alanda kullanılır. Ribot şöyle der: “Test yöntemi, normal bir ki şide, o kişiye özgü fiziksel ve ruh sal özellikleri belirlemeye dayanır.” Testler ruhhekimliğinin gelişmesi ne büyük katkıda bulunmuştur. T İK E L Bk. ÖZEL. T İP (lat. typus\ fr. type; alm. Typus; ing. type). Bir nesneler topla mını belirleyen örnek. Bir nesneler toplamının özünü belirleyen ve onu başka nesnelerden ayırmayı sağla yan özellikler toplamı. Bir nesneler toplamının temel özelliklerini en iyi biçimde ortaya koyan örnek.* Bir nesneler toplamının ayırıcı özellik lerinin bütünü. Bir türün özellikle rini en iyi gösteren birey. Lalande: “Bir varlık sınıfını belirleyen ger çek ya da düşsel somut varlık.” Tıpbilim (fr. typologie; alm. Typolo gie; ing. typology) fiziksel-ruhsal oluşumları çerçevesinde insan tip leri bilimidir. Tîpbilim, tip biçimle rini ayrıştırmaya ve tanıtlamaya ça lışır. Tîpbilim kişilerin yapılarıyla ol duğu kadar toplumlann yapılarıyla da ilgilidir ve bir toplumun bir kül tür üreticisi olarak belirleyici kişili ğini ortaya koymaya çalışır.
+61
TOLERANS TOLERAN S Bk. HOŞGÖRÜ.
462
T O P L U Ç IL G IN L IK (fr. délinqu ance). Toplum yasalarına topluca ve bilinçsizce karşı çıkış. Topluçılgınlık özellikle gençlerde görülen, garip davranışlarda bulunmaya, vu rup kırmaya dayanan, cinayete ka dar uzanabilen bir toplu davranış tır. Her ülkede pek ciddiye alınma sa da son derece önemli, sonuçlar yaratmaktadır. Topluçılgınlık “suçlu çocuk” sorunu yaratan bir kaynak tır. Ceza düzeneklerinden çok top lumbilimcileri, ruhbilimcileri ilgilen dirmesi gereken bu sorun başlıca üç alanda suçlular ortaya çıkarmak tadır; bu alanlar hırsızlık, fahişelik ve serseriliktir. Bu üç sorundan iki sinin, serseriliğin ve fahişeliğin hu kukta pek karşılığı yoktur, oysa hırsızlık doğrudan doğruya suç oluşturmaktadır. Ne var ki topluçılgınlık sorunu cezalandırma yön temiyle çözülebilecek kadar basit bir sorun değildir. Serseri topluluk larına katılan kişilerden bazıları so rumluluk taşımayan kişilerdir: gerizekalılar, saralılar ve şizofrenler iyi kollanmadıkları zaman topluçılgınlığa eğilimli olmaktadırlar. Bu nun dışında serseriliği besleyen en büyük kaynaklardan biri aile uyuş mazlıklarıdır: uyumsuz bir aile or tamından kovulan ya da kendi is temiyle ayrılan çocuklar için en ko lay sığınma ortamları serseri top luluklarıdır. Özellikle sinema ve te levizyon gibi araçlardan beslenen serüvenci kişilikler de serseriliğe çokça eğilimlidirler. Healy şöyle der:
“Serserilik suçun ilkokuludur, hapisane yüksek okuludur, mahkeme ilamı da diplomasıdır.” Serseriler cinsel suçlar işlemeye son derece yatkındırlar. Serseriler arasında en çok görülen cinsel edim fahişelik tir. Göreneklerin daha az belirleyi ci olduğu ülkelerde çocuk fahişelerin sayısı çok yüksektir. Kız çocukları on iki yaştan sonra fahi şeliğe alışmaktadırlar ve hemen he men her serseri kızın yazgısı fahi şelikten geçmektedir. Serserilik er kek çocuklardan çok kız çocuklar için kolay ya da kazançlıdır diyebi liriz. Bu yüzden İkinci Dünya Sa vaşı’ndan sonra serseri erkekler serseri kızların üçte biri kadardı. Hırsızlık da serseriliğin vazgeçilmez bir yüzü gibidir ve serseri delikanlı kendini cinsel anlamda pazarlama olanağını pek bulamadığından hır sızlık yapmak zorundadır. Hırsızlı ğın temelinde yalnızca maddi ge reksinim değil, özellikle başlangıç ta ruhsal etkenler de belirleyicidir. Çocuk kıskandığı kardeşinin ve in tikam almak istediği babasının pa rasını çalar. Serseriler bir tür top lum düşmanı ya da hatta insanlık düşmanı oldukları için cinayete eği limlidirler. Serserilerde cinayete yö neliş on beş yaştan sonra başla maktadır. N. Sillamy şöyle der: “Topluçılgınlık bir uyumsuzluktur. Bireyi toplumun karşısına koyan çatışkıyı açıklar.” Topluçılgınlık so rununu hukuk yolundan çözmek olası değildir. Bir küçük fahişeyi ve geri zekalı bir serseriyi cezalandır mak hiçbir olumlu sonuç getirme
TOPLUM yecektir. Topluçılgınlık güçlü bir toplumsal düzenle ve iyi bir eğitim düzeniyle önlenebilir. Köyden ken te göç, sanayide hızlı değişim gibi sorunlar topluçılgınlık eğilimlerini artırmaktadır. Topluçılgınlığı güçlü k ıla n ve to p lu m sa l b ir k orku durumuna getiren başlıca etken ser seri toplulukları içindeki ve hatta arasındaki dayanışmadır. Ailesinden kopup toplumdışı bir yaşamı seçen ve böylece bir serseri topluluğuna katılan birey tıpkı klanda olduğu gibi yüzde yüz korunm ası, savunulma sı ve iyileştirilmesi gereken kişidir. (Bk. DEĞİŞKENLİK, ŞİDDET) T O PL U L U K (lat. communalitas\ fr. communauté; alm. Gemeinschaft\ ing. community). Herhangi bir nedenle ya da amaçla bir araya gel miş insanların oluşturduğu bütün lük. Ortak çıkarlar adına bir araya gelmiş insanların oluşturduğu bir lik. Toplum kavramı topluluk kav ramını içerir, öte yandan toplum topluluğa göre daha köklü ve daha kalıcı nedenlerin varlığını duyurur. Topluluk kendisini vareden neden ya da uğrunda kendisini varettiği amaç ortadan kalkınca anlamını yi tirecek ve dağılıp gidecektir. Top luluk herhangi bir kurumdur, hatta bazen kurum bile değildir. Yıkılmış bir evi seyreden insanlar da bir top luluk oluştururlar ama bir kurum oluşturmazlar. Toplum başta en kü çük kurum olan aile kurumu olmak üzere pekçok kurumu içeren en bü yük kurumdur. (Bk. TOPLUM)
TO PLU M (lat. societas; fr. soci été; alm. Gesellschaft; ing. soci ety). Aralarında köklü ve kolay ko lay giderilemez bağlar bulunan bi reyler topluluğu. Sınıflar halinde yapılaşmış olan geniş insan toplu luğu. Foulquié: “Aralarında düzen li ilişkiler bulunan, bilinçli, özellikle insan olmanın bilincinde olan birey ler toplamı.” Toplum, bireyleri içe ren düzenli ve sıradüzenli bir yapı dır. Böyle olmakla, çağdaş yaşam düzeni çerçevesinde, “toplum” kav ramı, “ulus” kavramına çok yakla şır. “Toplum” kavramı, öte yandan, “birey” kavramıyla bir karşıtlık ku rar. Foulquié toplumbilim kuramı nın temel ilkelerini şöyle belirler: “a. Toplum kendisini oluşturan birey lerin toplamı değildir, onun manevi bir kişiliği vardır, onun kendi yaşa mı, fikirleri, duyguları, istemleri vardır; b. İnsandaki her şey özgül olarak insanidir ve hayvanlafda bu lunmayan şey toplumun manevi ya şamına katılmadır; c. Böylece tüm ahlakçıların belirlediği gibi insan iki yönlüdür ve manevi yaşam bizi oluşturan iki öge arasındaki bir kav gaya dayanır; ancak klasik ahlak çılar için bedene karşı savaşan şey ruh ya da us iken, toplumbilimci okula göre bizde bedenin oluştur duğu bireysel insana karşı savaşan şey toplumsal insandır.” Özgürlük çü bakış açısı, bireyi, toplumsal ya pıyı aşan bir istemli varlık olarak belirler. Bazı yükümleyici görüşler toplum için birey kavrayışını geliş tirirler. H. Spencer şöyle der: “Top lum insanların yaran için vardır, in
TOPLUM
464
sanlar toplumun yararı için var de ğildir.” Bu karşıtlıkta hak ve ödev kavramları belirir. Kimileri toplum karşısında bireyden yana çıkıp hak kı, kimileri birey karşısında toplum dan yana çıkıp ödevleri savunur lar. Her ne olursa olsun bireyle top lumu karşı karşıya koymak pek de gerçekçi bir tutum gibi görünmü yor, çünkü toplumsallık insan için herhangi bir seçim konusu değil bir zorunluluktur. Aristoteles insanın ussal bir hayvan olduğunu, toplum sallığa mahkum olduğunu, çünkü bir insan bireyinin toplumsallık dı şında varolmasının olası olmadığı nı bildirmişti. Gerçekten her türün bireyi doğanın bağrında yaşamını şu ya da bu koşulda tek başına sür dürebilir, bu insan için olacak şey değildir. Yaşamının aşağı yukarı ya nsını yetkinleşmek için harcayan in san bireyi son derece kırılgandır, o ancak ve ancak türdeşleriyle yaşa yabilir. Buna göre toplumsallık in sanın zorunlu bir niteliğidir diyebi liriz. Ne ölçüde toplumsallaşabilmişsek o ölçüde insanlaşmışız de mektir. Montesquieu, biraz da ken di toplumuna bağlılıkla şöyle diyor du: “İnsanın toplumsal hayvan ol duğunu söylerler. Buna göre ben ce bir Fransız başka bir insandan daha insandır, eşsiz insandır, çün kü yalnızca toplum için yaratılmış gibidir.” Montesquieu insanın top lum içinde güçsüzlük duygusundan sıyrıldığını söyler: “İnsanlar toplum içine girdikleri anda zayıf oldukları duygusunu yitirirler; aralarındaki eşitlik kalkar ve savaş durumu baş
lar.” Jean-Jacques Rousseau top lumsallığın önemini şöyle belirler: “İnsan toplum için doğmuştur. Onu toplumdan ayırın, toplumdan yalı tın, fikirleri dağılacak, özyapısı de ğişecek, yüreğinde binlerce duygu belirecektir, işlenmemiş topraktaki dikenler gibi ruhunda garip düşün celer fılizlenecektir. İnsanı bir or mana koyun, orada o yırtıcı ola caktır; bir çitin içine kapatın, zo runluluk fikrinin kölelik fikrine ka vuştuğu bu yerde yaşamak daha da kötüdür. Bir ormandan çıkılır, bir çitin içinden çıkılmaz. İnsan or manda özgürdür, çitin içinde köle dir. Sefillikten çok yalnızlığa katla nabilmek için belki de çok büyük bir ruh gücü gerekecektir. Sefillik alçaltır, yalnızlık bozar.” Öte yan dan toplumsallık insanı tek bir top lumun üyesi olmak ve onda sınır lamaktan ötede bütün bir dünyaya açan bir özelliktir. Gerçek anlamda toplumsallaşmış insan kendini tek bir toplumun değil bütün bir insan lığın üyesi sayacaktır ya da duya caktır. Bem ardin de Saint-Pierre şöyle der: “İnsan toplumları karın ca toplumları gibi yalıtık olsalardı karınca toplumlarından daha bilge olmayacaklardı.” Gerçekçi çerçe vede Yeniçağ gerçek anlamda top lumsallaşmış insan fikrini getirir ken duygucu eğilimler ya da top lumsallığa aykırı tutumlar insana doğaya dönüşü düşündürdü. Mar quis de Sade “Ben toplumun insa nı olmaktan önce doğanın insanı yım” der. Ne olursa olsun birey toplumun zorunlu bir üyesidir, çün-
TOPLUMBİLİM fcü insan toplumsallığa mahkum dur. “İnsan toplumla vardır, top lum insanı kendi için biçim ler” (Chamfort). / Honoré de Balzac: “İnsan ne iyi ne kötüdür, içgüdü lerle ve yatkınlıklarla doğar; top lum onu Rousseau’nun sandığı gi bi bozmaz, yetkinleştirir, en iyi kıb r, ancak çıkarlar onun kötü eği limlerini de geliştirir.” / Gobineau: “Bir toplum kendinde ne iyi ne kö tüdür, ne akıllı ne çılgındır; o odur.” / Proudhon: “Toplumları yöneten insanlar değil ilkelerdir, ilkeler ol madığı zaman da durumlardır.” / R. Queneau: “Toplumdaki insanın temel kavramlarından biri yırtıcı lıktır.” / Saint-Sim on: “Toplum olumsuz fikirlerle yaşamaz, olum lu fikirlerle yaşar.” / Buffon: “İn san insanla birleşmeyi bildiği için insandır.” / Eugène Delacroix: “İn san benzerlerinden iğrenen toplum sal bir h ay v an d ır.” / Louis de Bonald: “Söz nasıl insanı anlatırsa edebiyat da toplum u anlatır.” / Denis Diderot: “Doğada tüm tür ler birbirlerini yerler, toplumda tüm koşullar birbirlerini yerler.” (Bk. SI NIF, TOPLULUK) T O P L U M B İL İM (fr. sociologie', alm. Soziologie; ing. sociology). Toplumsal olgular bilimi. İnsan toplumlannın yapılarını, oluşum ve gelişim koşullarını inceleyen bilim. XIX. yüzyılın en büyük başarıla rından biri toplumbilimin bir bilim olarak kurulması olmuştur. Top lumbilim son derece karmaşıklaş mış bir yaşam düzeninin ürünüdür.
XIX. yüzyılın dönüşümleri insana şunu gösterdi: sürekli değişen, sü rekli çeşitlilenen karmaşık toplum sal oluşumlar içinde genelgeçer ola rak saptanabilir bir şeylerin, kalıcı bir şeylerin olması gerekirdi. Böy lece toplumbilimsel düşünce bir de ğişen ve değişmeyen karşıtlığı için de gelişti. Dural dönemlerden çok devingen dönemler insanı toplum üzerinde, toplumsal yapılaşma üze rinde düşünmeye itmiştir. Bu ko nuda G. Bouthoul şunları söyler: “Toplumsal olgular üzerine düşün mede elde edilen en belirgin ilerle me bunalım dönemlerinde ya da bir bunalım nedeniyle olaylar alışılmış çerçeveleri ve geleneksel çözümle ri aştığında ortaya çıkmıştır. Çün kü biz ancak değişikliği doğrudan algılarız. Birbiçim ve oturmuş bir devlette dikkatimiz çekilmez. Ön görülmemiş durumlar bir düşün me, tasarlama, uyum çabası gerek tirir. Doğduğu andan başlayarak toplumbilim sürekli dönüşüm için de bulunan bir konunun araştırıl masına ayrılmış tek bilimdir.” Top lumbilim bir ussal araştırma alanı olarak felsefede baştan beri varlı ğını sürdürdü, bir başka deyişle fel sefenin içinde bir toplum felsefesi her zaman varoldu. Çok zaman si yaset felsefesine dönüşen ve ütop yalara karışan bu felsefe daha çok “Daha iyi bir yaşam düzeni nasıl kurulabilir?” sorusuyla ilgiliydi, yok sa onun toplumsal yapıları ele al mak gibi bir savı yoktu. Platon, Aristoteles, M achiavelli, Bodin, Hobbes, Locke, Montesquieu, Ro- 4 6 5
TOPLUMBİLİM
4 66
usseau, Diderot gibi adlar toplum sorunları üzerine kurgusal düzey de de olsa enine boyuna düşünen kimseler oldular ve toplumbilimin kurulmasına elbette kendilerince katkıda bulundular. İlk toplumbi lim ci o la ra k b elk i de S aintSim on’un adını anm am ız doğru olur. Durkheim da onu ilk toplum bilimci saymıştır. “Sınıf çatışma s ı n ı ilk olarak Saint-Simon kullan mış, iktisadi olguların toplum ya şamındaki önemini ilk olarak o gör müştür. 1789, 1830, 1848 olayları bu bilincin oluşmasında elbette çok önemli olmuştur, bu çerçevede in san sıkı sıkıya topluma bağlı bir var lık olduğunu görmüştür. Auguste Comte bu bağımlılığı şöyle anlatır: “Aramızda her kişi kendisini matematiksel-gökbilimsel düzenle ve ya şamsal düzenle belirlenmiş duyar. Ancak çok derin bir ayrıştırma ona son bir boyunduruğun varolduğu nu gösterecektir. Azçok değiştiri lebilir olsa da daha az yenilmez ol mayan, toplumsal düzene bağlı du ral ve etkin yasaların bütününden çıkmış olan bir boyunduruktur bu. Tüm öbürleri gibi bu tümleyici ka çınılmazlık da her şeyden önce ken dini bize fiziksel sonuçlarıyla, son ra düşünsel etkisiyle, en sonunda da ahlaki üstünlüğüyle duyurur. Uygarlığın gerçek anlamda ortaya çıktığı zamandan beri her kişi ken di yazgısının maddi olarak tüm çağ daşlarının yazgısına bağlı olduğu nu gördü. İnsani üretimin kullanı lan ürünlerine yöneltilen sıradan bir bakış bile bu konuda düşsel bir ba
ğımlılığın yaratabileceği sofistlikleri bir çırpıda yıkacaktır. Daha sonra, eşzamanlı ya da ardzamanlı çeşitli toplumsal durumların istemdışı kar şılaştırılması bile her insanın tüm öbür insanlar karşısındaki bağımlı lığını ortaya serecektir. Bugün ken dine en çok güvenen bir düşçü de zamanların ve ortamların bireysel görüşler üzerindeki büyük etkisini görmezden gelemez. Sonunda, en doğal olgularımıza yönelik bir araş tırma, kişisel duygularımızın ortak düzene bağlı olduğunu sugötürmez bir biçimde ortaya koyacaktır.” Auguste Comte bu kavrayış içinde bir bilimler sınıflaması yapmış, bi limler dizisinin sonuna en yeni bi lim olarak toplumsal fizik ' i ekle miştir. Com te’un bilimler sınıfla ması şöyledir: matematik, gökbi lim, fizik, kimya, biyoloji ve top lumsal fizik. Daha sonra filozof toplumsal fizik deyimi yerine top lum bilim terim ini önerecektir. “Doğal felsefenin toplumsal olgu larla ilgili olan bu bölümünü tek bir adla belirleyebilmek için daha önce kullanmış olduğum toplumsal fizik deyimine tam anlamında eşdeğer olan bu yeni terimi şimdi kullan mam gerekir diye düşünüyorum.” Comte’a göre toplumbilim her şey den önce toplumsal yaşamda tüm düşünsel ve ahlaki olguları gözlem lemek ve anlamakla yükümlüdür. Ailenin yapısı, ailenin toplumda gö revleri, sanayi düzeninin koşullan, kurumlarm özellikleri ve benzeri tüm konular toplumbilimle ilgilidir. Toplum bilim C o m te’dan sonra
TOPLUMSAL İKTİSAT başka bilimlerden de yardım ala rak toplumsal yapılan inceleyen bir deney bilimi olma özelliği kazan mıştır. Toplumbilimin en çok ya rarlandığı bilimlerden biri ruhbilimdir. Ruhsal bir varlık olan insanın oluşturduğu toplumsal bütünlüğü ruhsallık dışında ele alma olasılığı yoktur. Bununla birlikte toplumbi limi ruhbilime indirgemek gibi bir yanlışa da düşmemek gerekir, bu konuda Durkheim şunları söyler: “Biyolojiyle fızik-kimya bilimleri arasındaki sorun ruhbilimle top lumbilim arasında da var. Buna gö re, bir toplumsal sorun doğrudan doğruya bir ruhsal olguyla açıklan dığı zaman açıklamanın yanlış ol duğuna kesin gözüyle bakılabilir.” Bu arada sık sık yapılan bir şeyi yapmamak, toplumbilimi siyasetle karıştırmamak gerekir. Toplumbi limci G. Palante’agöre her iki alan apayrı koşulları olan alanlardır: “Toplumbilim toplumlarla ilgili ger çek bir incelemedir. Siyaset kural lar koymaya çalışır, toplumsal bir ülkü belirlemeye çalışır. İki şey bir birinden iyiden iyiye ayndır. Sorun ları pek iyi bilmeyen bazı kişilerin yaptığı gibi yapmamak, bu iki teri mi, toplum bilim le toplumculuğu birbirine karıştırm am ak gerekir. Toplumsal bir inceleme başka şey dir, siyasal bir dizge başka şeydir.” Bugün toplumbilim, deyim yerin deyse, dallanıp budaklanmış bir bi limdir ve toplumbilimin ya da büyüktoplumbilimin yanında önemli bir araştırma alanı olarak küçüktoplumbilim vardır, küçüktoplum-
bilim küçük topluluklar arasındaki belirgin ilişkileri toplumsal-ruhsal çerçevede ele alan bir bilgi alanıdır. Küçüktoplumbilim araştırması top lumun dar bir kesitinden yola çıka rak toplumsal oluşumları kavrama ya dayanır. Küçüktoplumbilim ala nında en önemli çalışmaları L.J. Moreno yapmıştır ve ruhsal dra ma ya da toplumsal drama diye anı lan bir yöntemin kurucusu olmuş tur. Onun yöntemi bir ruhayrıştırması yöntemidir, sahnede doğaç lamayla kuulan diyaloglarda top lumsal ve ruhsal sorunları tartışma ya dayanır. (Bk. RUHBİLİM, TA RİH, TOPLUM) T O P L U M B İL İM C İL İK (fr. so ciologisme; alm. Soziologismus; ing. sociologism). Felsefenin temel sorunlarını çözmek için toplumbi limsel bilgilerin yeterli olacağını öne süren öğreti. Toplumbilimcilik? fel sefeyle ve hatta dinle, bunun ya nında ahlak değerleriyle ilgili sorunlann toplumbilimin verileriyle çö züleceğine inanır. (Bk. TOPLUM, TOPLUMBİLİM) T O PLU M C U LU K Bk. SOSYA LİZM TOPLUM SAL İK TİSA T (fr. éco nomie politique; alm. Volkswirtsc haftslehre, Nationalökonomie; ing. political econom y). Zenginliğin üretimi, dağılımı, dolaşımı ve kul lanımıyla ilgili olgulan inceleyen bi lim. Toplumsal iktisadın başlıca ko nusu üretim ve tüketimdir. Üretim
TOPLUMSALLIK ve tüketim olgularım değerlendiriş biçim lerinin çok ayrı olması bu alanda değişik kuramların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ricardo, K. Menger, Böhm-Bawerk, Coumot gibi bazı düşünürler tümdengelimci bir tutumu benimseyerek iktisa di yaşamla ilgili temel kavramların a y rıştırm a sın a y ö n elm işlerd ir, Roscher ve Schmoller gibi düşü nürler de tam tersi bir tutum ala rak yere ve zamana göre değişen ilişkileri tanıtlamakla yetinmişlerdir. B. Porchnev bu bilimin alanını şöy le belirler: “Toplumsal iktisadın ko nusu tüm oluşumlar için aynıdır: ik tisadi ve toplumsal ilişkilerin ince lenmesi. (...) Ancak toplumsal ik tisat, alanına giren tüm sorunların çıkış noktası maddi üretim olduğu halde üretimin teknik yanıyla ilgi lenmez. Toplumsal iktisat insandoğa ilişkilerini ele almaz, insanlar arasındaki ilişkileri ele alır. Toplum sal iktisat üretim ilişkilerini kendi leri olarak ele almaz, üretimin mad di temelini oluşturan üretim güçle riyle organik ilişki içinde ele alır.” T O PL U M SA L L IK ( fr. sociabilite; aim. Geselligkeit; ing. socia bility). Toplumsal yaşama uyarlılık durumu. İnsanlarla kolay ilişki kurabilenin durumu. Toplumsallık insana özgüdür, bireyleri birbirle rine bağlarken bireyi toplum karşı sında gönüllü biçimde yükümlü kı lar. Gerçek anlamda toplumsallık sağlıklı insan bireylerinin işidir. Yoksunluklar içinde büyümemiş, sağlıklı bir çocukluk yaşamış, bu
na göre çokça aşağılık karmaşıkla rı yüklenmemiş birey topluma bağ lanmakta güçlük çekmeyecektir. Herta Orgler şöyle der: “Çocukta yürekliliği ve başkalarına ilgiyi ge liştirmek çok önemlidir. Yalnızca kendilerini ve kişisel çıkarlarını dü şünenler her zaman yarı yolda ka lacaklardır. Her zaman söylediği miz gibi, bu çerçevede kıyıcı, si nirli kişilerin toplumsallık anlayışı çok sınırlıdır.” Toplumsallık bilin cine ulaşmış kişiler yalnızca ken dini düşünenlerden çok daha mut ludurlar, çünkü onlar dünyayla ba rışıktırlar. Bir yanda kendileri dışın da değer tanımayan toplumdışı in sanlar öte yanda kendilerini başka larına adamış insanlar tam karşıt bir görünüm ortaya koyuyorlar. Bazı kişilerde toplumsallık duygusu aile çevresini aşmazken bazı kişilerde bütün bir insanlığa ulaşıyor. Herta Orgler şöyle diyor: “Bir gün Pro fesör Adler’e ‘Neden bazı insanlar insanlık için hiçbir karşılık bekle meden çalışacak kadar ileriye gi derken tek bir bireyle hiç mi hiç ilgilenmiyorlar?’ diye sordum. Be ni şöyle yanıtladı: ‘Bütün bir dün yayı kucaklamak tek bir bireyi ku caklamaktan daha kolaydır.’ Bazı insanlar ancak yalnız oldukları za man ve başkalarıyla işbirliği yap maya yatkın olmadıkları zaman ça lışırlar. Bazı kişiler başkalarının il gisini dikkate aldıkları zaman hiç bir şey yapamayacaklarını düşünür ler. Bu büyük biryanılgıdır.” (Bk. AŞAĞILIKDUYGUSU, TOPLUM, YÜKSEKLİKDUYGUSU)
T O P L U M S Ö Z L E Ş M E S İ Bk. SÖZLEŞME. TOPTANANILIŞ (fr. rédintégra tion; alm . R éd in tég ra tio n ; ing. rédintégration). Bir anının bilinçte göründüğü anda kendisiyle ilgili başka anıları da bilince çıkarması. Toptananılışta anıların çağrışım ya sası kendini gösterir. Terimi ilk ola rak Hamilton kullanmıştır. TO TA LİTER Bk. BÜTÜNCÜ. T O T E M (fr. totem; alm. Totem; ing. totem). Klanda egemen nes ne. “Totem” sözcüğü Kuzey Ame rika yerlilerinin dilinden gelmedir. Klanlara bölünmüş olan Amerika ve Avustralya yerlileri bazı maddi nes neleri (hayvan, bitki, vb.) topluluk larının atası olarak belirler ve onu tabu sayarlar. Totem klanın koru yucusudur. Durkheim şöyle der: “Totem bir kurtsa, klanın tüm üye leri atalarının bir kurt olduğuna ve sonuç olarak kendilerinin de kurt tan bir şeyler taşıdığına inanırlar.” Totem kavrayışı üzerine temellen miş tüm toplumsal yaşam biçimle ri totemcilik (fr. totemisme; alm. Totemismus; ing. totemism) diye adlandırılır. T O T O L O Jİ Bk. EŞSÖZ. TÖ Z (lat. substantia; fr. substan ce; alm. Substanz; ing. substance). Değişende değişmeden kalan şey. Kendinde olan. Kendiyle olan. Töz klasik felsefenin temel kavramla-
rındandır ve değişenin altında de ğişmeden kalan bir şeylerin bulun ması inancından doğmuştur. Töz kavramı çağdaş felsefelerde bu me tafizik anlamını tümüyle yitirmiş gi bidir. Platon’da İdea’lar tözü kar şılayan gerçekliklerdi. Aristoteles tözü ikiye ayırdı: birincil töz yani bireysel varlık ve ikincil töz cinsle (hayvan) ve türle (insan) ilgili var lık. Aristoteles birincil tözlerin ya da ilk tözlerin bir öznede bulun madığını, bir özneye bağlanmadı ğını yani yüklem olmadığını, buna karşılık gene bir öznede bulunma yan ikincil tözlerin bir özneye bağ landığını yani yüklem olduğunu bil dirir. Aristoteles tözü azalmayan ve çoğalmayan bir şey olarak belirler, onu “hep özdeş ve sayısal bakım dan bir” sayar. Töz her zaman öz ne olan şeydir. Töz oluşturan şey ler basit cisimler, onların bileşikleri ve parçalarıdır, ayrıca tanrısal var lıklardır. A ristoteles şöyle der: “Dünya, ateş, su gibi basit cisim lere ve benzer bütün şeylere, genel olarak cisimlere ve onların bileşik lerine, hayvanlara olduğu kadar tanrısal varlıklara da töz denir, çün kü onlar bir öznenin yüklemleri de ğillerdir, tersine öbür şeyler bunla rın yüklemleridirler. Bir başka an lamda, yapısı gereği bir özneye bağ lı olmayan varlıkların varoluşunun içkin nedeni olan her şey tözdür, örneğin hayvan için ruh böyledir. Bunlar aynı zamanda varlıkların iç kin parçalarıdır, varlıkmarı sınırla yan ve onların bireyselliğini belir ten parçalardır, bu parçaların yo-
TRANSFER
4
koluşu bütünün yokoloşunu geti rir. Bazı filozofların deyişiyle, ci sim için yüzeyin ve yüzey için çiz ginin durumu böyledir ve daha ge nel düzeyde, bu filozoflar sayıyı bu yapıda bir töz olarak belirler, çün kü sayı bir kere ortadan kalktı mı artık hiçbir şey kalmayacaktır, çün kü her şeyi sınırlandıracak olan odur. Ayrıca tanımda ortaya konu lan özelliklilik de her şeyin tözü dür.” Descartes için töz “varol mak için kendinden başka bir şeye g erek sin im i o lm a y a n ” şeydir. Descartes’a göre, bazı şeyler, baş ka bazı şeyler varolmadan yarala mazlar; bazı şeyler de varolmak için yalnızca Tann’nın yardımından başka başka bir şeyi gereksinmez ler; işte bu İkincilere töz demek ge rekir. Spinoza için de töz kendinde olan şeydir: “T öz’den kendinde olan, kendiyle kavranılan, fikri bir başka şeyin fikrine gereksinim gös termeden oluşan şeyi anlıyorum.” Leibniz için töz monad’dır: “Bir töz ancak yaratılışla başlar ve yokoluşla ölür; bir töz ikiye bölünemez; iki tözden bir töz yapılmaz; tözler dö nüşürler ama sayıları doğal olarak ne artar ne eksilir. Ayrıca her töz bütün bir dünya gibidir, her töz Tanrı’yı ya da evreni kendine göre açıklar.” “Tözsel olguların karşılıklı uyumunun nedeni yalnızca Tanrı’dır, birinde özel olanı tümünde genel kılan yalnızca Tanrı’dır, öyle olmasaydı hiçbir bağlantı olmazdı. (...) Tek bir töz hiçbir zaman baş ka bir töz üzerinde etkide buluna 70 maz ve onun etkisinde kalamaz.”
Locke tözle ilgili olarak şunları söy ler: “Niteliklerin yalnız başlarına varlıklarım nasıl sürdürdüklerini an lamayarak onların kendilerine da yanak olan bazı ortak nesnelerde varolduklarını varsayıyoruz ve bu dayanağı da töz diye adlandırıyo ruz.” Öte yandan, olguculuğa kar şıt olarak tözün ya da tözlerin va rolduğunu bildiren öğretiye tözcü lük (fr. substentialisme', alm. Substantialismus; ing. substantialism) diyoruz. (Bk. DİYALEKTİK, DÜ ŞÜNCE, FELSEFE, METAFİZİK) TRANSFER Bk. GEÇİŞİM. TR A N SFO R M İZM Bk. DÖNÜ ŞÜMCÜLÜK. TU TA R LILIK (lat. cohaerentia; fr. cohérence', alm. Zusam m enhang; ing. consistency). Bir bilgide çelişki bulunmaması. Bir öğretiyi oluşturan fikirlerin arasında man tıksal bağlantının varolması. Bir bil ginin uyumlu bir birlik oluşturma sı. Bir fikirler topluluğunun düzen li bir birlik oluşturması. (Bk. YÖN TEM) TUTK U (lat. passio', fr. passion', alm. Leiden; ing. passion). Bir nes neye büyük bir istekle ya da heye canla yöneliş. Bir nesneye yöneliş te belirgin yoğun duygusallık. Tut ku yargıları askıya aldıracak ya da yanış yargılar verdirecek kadar yo ğun bir duygudur. Bu yüzden Ribot; “Düşünce düzeninde sabit fi kir neyse duygu düzeninde tutku
TUTKU odur” der. Descartes tutkulan duy gusal olgular olarak tanımlamış, hayranlık, aşk, kin, arzu, sevinç, acı olmak üzere altı ayrı tutku be lirlemişti. Melinand tutkunun her şeyden önce bir itki olduğunu söy ler. Ona göre tutku bir varlığa ya da bir nesneye doğru güçlü bir atı lımdır, bu atılımı durdurmak zor dur ya da olanaksızdır. O aynı za manda bir takıntı'dır. Tutkulu kişi dikkatini tek bir şey üzerinde top lamaktadır. O bir alışkanlık değil dir, ancak alışkanlıklara bağlı ola bilir: her akşam kumar oynayan kişi için kum ar bir tutku olm uştur. “Tutkuların kökeninde unutulmaz bir an vardır. Bizde bir gün öyle bir yaşama sevinci, öyle derin bir hay ranlık, öylesine bir sevinç -ya da tersine öylesine bir başkaldırma, öylesine bir tiksinti- uyanır ki, on dan sonra bu eşsiz anın etkisinde yaşarız. Bundan sonra arzu büyür de büyür, bu arzu eşsiz heyecanı yeniden yaşama arzusudur” (Meli nand). Tutkuda her zaman abart ma ya da gerçeklikten uzaklaştır ma vardır. Tutkulu kişi arzuladığı nesneyi başkalarının gördüğünden daha değişik görür, hatta bazen da ha iyi görür. Anne çocuğunun, aşık sevgilisinin özelliklerini çok zaman daha iyi kavrar. Ancak bu olumlu görü tutkuda her zaman olası de ğildir. Tutku tüm bilinç alanına ya yılan ve onu ele geçiren, kendin den başka her şeyi bulandıran ya da etkisiz kılan bir duygudur. Tut kular bazen tüm eneıjimizi yönete cek, tüm davranışlarımızı belirle
yecek kadar yoğun olurlar. Tutku yu verimli kılmak onu bilincin de netimine almakla olasıdır. Bilinçle denetlenen bir tutku da tutku ol maktan çıkacaktır. Tutku cinayet lere ve hırsızlıklara yo! açacak ka dar koyu olduğu zaman tüm ussal denetimin dışında gerçekleşiyor de mektir. Tutkunun bazen çılgınlık lara yol açtığı da görülür. Demophiles M.Ö. VI. yüzyılda “Güneş ba zen bulutlarla kararır, us da bazen tutkularla kararır” diyerek tutkula rın önemini göstermiştir. Publilius Syrus “Tutkuların sana egemen ol sun istemiyorsan sen tutkularına egemen ol” demiştir. Ribot tutku larla ilgili olarak şunları söyler: “He yecan ilksel ve kaba bir durumdur, tutku ikincil ve daha karmaşık bir durumdur. Heyecan doğanın ürü nüdür, varlığımızın doğrudan doğ ruya sonucudur, Tutku bir ölçüde doğal bir ölçüde yapaydır, düşün cenin ürünüdür, içgüdülerimize ve eğilimlerimize uyarlanmış düşün menin ürünüdür.” Buna göre tut kuda her zaman bir aşırılık vardır. “Tüm tutkular abartılmıştır, onlar abartılmış oldukları için tutkudur lar” der Chamfort. Juffroy da “Tut kularla düşünmek saçmadır: onlar usu dinleselerdi tutku olmazlardı” der. Tutkuda buna göre ussalla usdışı çarpışır. Tutku hem usdışıdır hem mantıksaldır, mantıksal oldu ğu ölçüde usdışıdır, onda ussal öğelerle ussal olmayan öğeler bir bütün oluşturur. /Descartes: “Bir tutkudan bir tutkuya geçiş komşu tutkular aracılığıyla olur. Bununla 471
TUTUCULUK
472
birlikte çok zaman karşıt tutkular arasında çok şiddetli bir geçiş de olabilir: örneğin sevinçli bir şölende b ize b ird e n a c ılı b ir h ab e r verdiklerinde.”/ La Rochefoucauld: “Tutkularımıza direnebiliyorsak, bu bizim gücüm üzden çok onların güçsüzlüğünden gelir.” / Publilius Syrus: “T utkularına egem en ol, onların sana egem en olm am ası için.”/W. Wander: “Yüreğinde ateş taşıyan kişinin başı dumanlı olur.” /Guillargues: “Gene de bana ver diğiniz umutsuzluktan ötürü size bütün varlığımla teşekkür ederim, sizi tanımadan önce yaşamış oldu ğum dinginlikten nefret ediyorum.” “Yüreğimi dolduran bunca kin ve bunca aşk olmasaydı ben ne ya pardım.” / Fénelon: “Tutku sözün ruhudur.” / Voltaire: “Tutkularım düzenlemek yerine onları yoketmek isteyen bir melek yaratmak iste mektedir.” “Gerçek tutkular yü reklilik kazandırırken güç de kazan dırırlar.” / Crébellion: “Tutkuyu hiç duymamış birine her şey tutku gö rünür.” / J.-J. R ousseau: “Tüm büyük tutkular yalnızlıkta oluşur.” “Mutsuz büyük bir tutku büyük bir bilgelik aracıdır.” “Tutkular varlı ğımızın başlıca araçlarıdır, onları yıkmak istemek gülünç olduğu ka dar da boş bir girişimdir.” “Kılıç kı lıfını eskitir derler bazen. İşte ben bunu yaşadım. Tutkularım beni ya şattı ve beni öldürdü.” / Vauvenargues: “Düşünce ruhun gözüdür, gücü değil. Onun gücü yürektedir yani tutkulardadır.” / Marquis de Sade: “İnsanın tutkuları doğanın
amaçlarına ulaşmak için kullandığı araçlardır.” (Bk. DUYGU, HEYE CAN) TU TU CULUK (fr. conformisme', alm. Konformismus; ing. conformism). Yenilikten yana olmayanın, varolan değerlerle yetinenin duru mu. Tutuculuk varolan kurallara uymaya, süregiden değerleri, ba zen eskimiş değerleri benimseme ye ve alışkıların belirgin dünyasın da, göreneklerin yolgöstericiliğinde yaşamaya eğilimli olmak de mektir. Tutucu kişide bulunduğu ortama uyma, o ortamın koşulları nı olduğu gibi benimseme yatkınlığı vardır. Aziz Augustinus “Rom a’da olacaksan Romalılar gibi davran” der. Tutuculuk gelenekçiliğin eşan lamlısı gibidir. (Bk. GELENEKÇİ LİK) TÜ M D EN G ELİM (lat. deductio; fr. déduction', alm. Deduktion; ing. déduction). Gidimli düşünce yoluy la bir kavramdan ya da bir ilkeden özel bir bilgiyi çıkarmaya dayanan usavurma. Öncül olarak alman ge nel önermelerden gidimli düşünce yoluyla daha özel bir önermeye ulaşm ayı sağlayan zihin işlemi. Tümdengelim her zaman evrensel den özele ya da genelden özele doğ ru gelişen zihinsel çıkarımların adı dır. İnsan zihni, deyim yerindeyse, iki yönlü bir işleyişe sahiptir. O sü rekli olarak özelden genele ve ge nelden özele doğru yönelir ve böy lece tek tek durumlardan bir genel duruma ulaşırken bir genel durum-
TÜMEVARIM dan tek tek durumlara iner. Tüm dengelim tek bir önermeden yola çıkılarak yapılıyorsa dolaysız tüm dengelim, birkaç önermeden yola ç ık ıla ra k y a p ılıy o rs a d o la y lı tüm dengelim diye adlandırılır. Tümdengelimi ve onun öbür yüzü yani eşi ya da bir bakıma karşıtı olan tüm evarım ı bize ilk olarak Aristoteles açıkladı. Aristoteles’e göre tümdengelim denilince tasım yöntemleri anlaşılır. Tasımda küçük önerme aracılığıyla büyük önerme den sonuca ya da vargıya ulaşırız: “Bütün insanlar ölümlüdür” (büyük önerme), “Sokrates insandır” (kü çük önerme), “Sokrates ölümlü dür” (vargı). Bu örnekte “ölümlü” büyük terim, “insan” orta terim, “Sokrates” küçük terimdir. Tasım da en önemli rol orta terimindir; o bir aracı ve bir dayanaktır. Tası mın değişik biçimleri vardır ve bu biçimlerde orta terim her zaman be lirleyicidir. Tasımın üç ayrı biçimi vardır ve her biçim değişik tiplere ayrılır. Birinci tasım biçiminde orta terim büyük önermenin öznesi ve küçük önermenin yüklemidir. İkin ci tasım biçiminde orta terim bü yük önermenin ve küçük önerme nin yüklemidir. Üçüncü tasım biçi minde orta terim büyük önerme nin ve küçük önermenin öznesidir. Aristoteles felsefesinde yöntemin özünü oluşturan tümdengelim yön temi skolastik felsefede bol bol kul lanıldı. Descartes XVII. yüzyılda yöntemini kurarken tümdengelim ve tümevarıma sezgiyi ekledi, an cak bu üçünden sezgiyi ve tümden
gelimi temel aldı. Descartes’da sez gi anlık bir sunuma karşılık olan bir zihin işleviyken, tümdengelim “kesinlikle bilinen bazı şeylerden zorunlu olarak çıkan her şey”di. U sçu bir filozofun, örneğin bir D escartes’ın yöntem in temeline tümdengelimi koyması doğaldır. Bir deneyci için bilgi duyu deneyleriy le tek tek toplanan şeydir, onun bu yüzden tümevarımı birinci planda önemsemesi doğaldır. Usçu bir fi lozof, doğuştan fikirlerin varlığına inandığından, yöntemini kavram ya da fikir ayrıştırmasına dayandıra cak, bu yüzden tümdengelimi bi rinci planda önemseyecektir. Bu çerçevede D escartes’m çağdaşı Francis Bacon yeni bir bilimsel yöntem kavrayışı geliştirirken tü mevarımı tüm dengelim den daha önemli sayacaktır. Aşkın tümden gelim, Kant’da ruhun ilksel yapı taşları olan ve tüm deneyi önceleyen kategorilerden yola çıkarak bi limin genel ilkelerini ortaya koy maktır. (Bk. M ANTIK, SEZGİ, TASIM, TÜMEVARIM) TÜM EVARIM (lat. inductio\ fr. induction-, alm. Induktion; ing. induction). Özel verilerden bu ve rileri içeren bir önermeyle geçme mizi sağlayan usavurma. Belli sa yıda özel veriden daha genel bir ya da birkaç önermeye yükselme. Bazı verilerden bazı genel sonuçları çı karmaya dayanan zihin işlemi. Lalande: “Bazen usavurarak bazen or taya koyarak bazı belirtilerden bu belirtilerin azçok olası kıldığı olgu- 4 7 3
TÜR lara yükselmemizi sağlayan kuru cu düşünce süreci.” Aristoteles Topika'nın 1. kitabında “tümeva rım özelden evrensele geçiştir” der. Analytica I l’de de şunları yazar: “Gerçekte ilkeleri bize tanıtan zo runlu olarak tümevarımdır, çünkü duyum da bizde evrenseli böyle oluşturur.” Bacon, yeni yöntem kavrayışı içinde tümevarımı bilim sel araştırmaya temel alır. Bacon’a göre tümevarım olgulardan yasa ların bilgisine geçmemizi sağlayan yöntemdir. Goblot bununla ilgili olarak şöyle der: “Bacon’cı tüme varımın amacı olgularda bu olgu lara egemen olan yasaları bulmak ya da kanıtlamaktır.” Descartes tü mevarımı ikinci planda önemli say mış, yönteminin temeline tümden gelimi koymuş, tümevarımı “say ma” diye adlandırmıştır. (Bk. MAN TIK, TÜMDENGELİM) TÜ R (lat. species; fr. espèce', aim. Art', ing. species). Bir cins içinde ayırıcı özellikleri olan topluluk. Or tak özellikler gösteren bireyler top luluğu. (Bk. CİNS) T Ü R E V R İM İ (fr. phylogénèse', aim. Phylogenesis', ing. phylogene sis). Türün evrime uğraması. Bireyevrimine karşıt olarak türün geçir diği evrim. (Bk. BİREYEVRİMİ)
474
TÜRÜM (lat. emanatio', fr. éma nation', alm. Emanation', ing. éma nation). Evreni oluşturan varlıkla rın tek bir yüce ilkeden ya da Tanrı’dan gelmesi. Türüm fikri yarat m a fikriyle karşıtlaşır. Yaratma fikrinden uzak olan İonia’lı fizikçi filozofların evreni bir ilk ilkeden getiriyor olm aları bir tür türüm anlayışı olarak yorum lanabilir. T ürüm en b e lirg in b içim d e Plotinos’un felsefesinde açıklığa kavuşur. Bu heptanrıcı kavrayışta tüm varlık tanrısallık kaynağından türemiştir. Hıristiyan filozoflarında da, örneğin Leibniz’de de türüm fikriyle karşılaşırız. Leibniz şöyle der: “Tanrı onları ardarda bir tür tü rü m le y a ra ttı, b iz nasıl düşüncelerim izi y aratıy o rsak .” Hıristiyancı bakış açısı yaratm a fikrinden uzaklaşam ayacağı için türüm k av ray ışıy la p ek kolay b a ğ d a ştırıla m a z . B u yü zd en hıristiyan inancında türümcü bakış çok gerilerde kalmıştır.TürümcüIük (fr. émanationnisme, émanatisme', alm. Emanationslehre, Emanatismus; ing. emanatism) evrenin bir türümle varolduğuna inanan her öğrettinin genel adıdır. (Bk. HEPTANRICILIK)
u U Ç T E R İM (fr. extrême; alm. Aeusserste; ing. extreme). Mantıkta ortaterime karşıt olan büyükterim ve küçükterim. Örnek: Bütün in sanlar ölümlüdür. Sokrates insan dır. Sokrates de ölümlüdür. Bu ta sımda “insanlar” ortaterim, “Sok rates” ve “ölümlü” uçterimdir. (Bk. BÜYÜKTERİM, KÜÇÜKTERİM, ORTATERİM) ULUS (fr. nation; alm. Nation; ing. natioı\). Aralarında kültür bir liği bulunan bireylerin kurduğu top lum. Bir devlet oluşturan toplum. Bir ülkede birlikte yaşayan yurttaş lar topluluğu. Ulus bir kültür birliği ortaya koyuşuyla bir yönetim ay gıtı olan devletten ayrılır. Ulus kav ramı ulusal bütünlüklerin yani or tak kültür değerleri ortaya koyan toplumlann ortaya çıktığı XVI. ve hatta XVII. yüzyıldan sonra oluş maya başlamıştır. Gerçek anlamda ulusal devletlerin kuruluşu XVIII. yüzyılda olmuştur. Çağdaş toplum da ulus en büyük yetkedir ve ege menliğin tek sahibi ve temsilcisi dir. Ulusçuluk (fr. nationalisme-,
aim. Nationalismus-, ing. nationa lism) ulusal değerlerin çokça yü celtilmesi eğilimidir. Böylesi bir yü celtm e aşırı biçim lerinde başka ulusları hiçe saymayı ve hor görme yi getirebilir. Georges Chastellain XV. yüzyılda şöyle diyordu: “Kral lar ölür, uluslar dağılır gider; insanı mezara kadar izleyen ve ona ölüm süz onuru kazandıran yalnızca er demdir.” Ulusçuluk, aşırı biçimle rinde erdemi umursamayan ve in san saygısından uzak düşen bir an layıştır. / Montesquieu: “Tüm ulus ları inceleyin, göreceksiniz, çoğun da ciddiyet, gurur ve tembellik uy gun adım ilerlemektedir.” / N apo léon III: “Çıkarları uluslarının çı karlarına bağlanmayan yöneticile re çok yazık!” / Louis Blanc: “İçin de bir sınıfın ezildiği bir toplum ya ralı bir adama benzer: yaralı bacak sağlıklı bacağın çalışmasını engel ler.” / Baudelaire: “Ulusların kendi lerine karşın büyük adamları var dır.” / Jean Giraudoux: “Uluslar da insanlar gibi görülmez kabalıklarla yokolurlar.” / M. Prévost: “Kadın, yorgun ulusların bağrında, yepye-
475
UNUTUŞ ni k o sk o ca m a n b ir h a lk tır.” / Madame de Staël: “Ancak özgür olan bir ulusun belli bir özyapısı var dır.” / Joseph de Maistre: “Her ulus kendine yaraşan biçimde yönetilir.” / P. Merimee: “Ulusları yasalar kur maz, yasalar ulusların özyapılannı gösterir.” (Bk. TOPLUM, TOP LUMBİLİM) UNUTUŞ (lat. oblitum; fr. oubli; alm. Vergessen, Vergessenheit; ing. forgetting). Bir bilginin ya da bir bilgiler topluluğunun bellekten si linmesi, bu yüzden bilinç alanına çı kamaması. Anıların silinmesi. Bilgi yitimi. Her bireyin kendi yaşam ko şulları çerçevesinde oluşmuş bir belleği vardır. İyi bir bellek ancak iyi bir eğitimin ürünü olabilir. Eği timden her şeyden önce bellek eği timini anlamamız gerekir. İyi ku rulmamış bir bellek, düzenli bir ya pıya ulaşmış olmadığı, bilgileri kar makarışık bir biçimde barındırdığı için, neyi öğrenmesi gerektiğini, ne ye yönelmesi gerektiğini bilmeyen dağınık bir yapı ortaya koyacaktır. Nitekim iyi bir bellek eğitiminden geçmemiş insanlar gereksiz bilgi leri inatla korudukları için son de rece karmaşık bir düşünce düze nine sahip olurlar. Dolu bir bellek ten çok iyi bir bellek önemlidir. Fre ud u n utuşta bir kötü anılardan uzaklaşma eğilimi buluyordu. Ger çekten bellek garip bir bencillikle yalnızca tutmak istediklerini tutma ya, tutmak istemediklerini unutma ya eğilimlidir, zaten unutuşta dik + 76
kat eksikliği birinci planda etkin dir. Bizim için yaşamsal önem taşı yan bir buluşmayı unutmayız, ama bize yük yükleyecek bir buluşma yı unutabiliriz. Birdenbire ortaya çı kan şaşırtıcı olaylar ya da yoğun heyecanlar da unutuşu getirebilir. Bilgi edinmede ve yinelemede ye tersiz kalış biçimindeki unutuşlar daha çok yaşlılıkta, bunama durum larında görülen unutuşlardır. Anım sama güçlüğü yaşlılıkta çok sık gö rülen bir durumdur, yeni anılar tü müyle unutulmuş gibidir. Bu tür sağlıksız unutuşlar bir yana, unut ma zihnin sağlıklılığının bir belirti sidir ya da zihnin sağlıklı kalmasını sağlar. İnsan unuta unuta ilerler. U stalaşm anın tem elinde unutuş vardır: bir önceki daha az yetkin deneyin yerine koyduğumuz yeni deney ustalaşm ada bir aşamanın belirtisidir. Unutma olmasaydı bir deneyde ya da birinci deneyde sı nırlanıp kalacak, daha yetkine ula şam ayacaktık. /Publilius Syrus: “ B ild iğ in i u n u tm ak b azen yararlıdır.” /B . Gracian: “Unutmayı bilmek bir sanat olmaktan çok bir m u tlu lu k tu r.” / M o n taig n e: “Unutmayı düşleyen anımsar.” / Ch. Dickens: “Unutmak elimde olsa unutacaktım. Tüm insan belleği acılarla ve karışıklıklarla doludur.”/ La Bruyère: “Aşklar tiksintiyle ölür, unutuş da onları gömer.” / Victor Hugo: “Mutlu ve an tutkunun insanı yetkinliğe ulaştıracağını sanm ak yanlıştır, o inşam doğrudan unutuşa g ö tü rü r.” / R o b e rt D esn o s:
“Belleğimi unutuşa karşı savunabilir miyim?” (Bk. BELLEK, BELLEKYİTİMİ) US (lat. ratio; fr. raison; alm. Vernunft; ing. reasori). Yargılama yet kisi. Gidimli bir biçimde karşılaş tırma, birleştirme ve ayrıştırma ye tisi. Gerçekliği tanıma yetisi. Us üzerine enine boyuna düşünen ilk filozof Descartes oldu. Descartes “us”la “sağduyu”yu aynı anlamda alıyor, bu yetiyi “doğru yargılama ve doğruyu yanlıştan ayırma gü cü” olarak tanımlıyordu. Yöntem üzerine ko n u şm a 'da, D escartes “Sağduyu dünyanın en iyi paylaş tırılmış şeyidir” der. Verilmiş bir şey olan bu sağduyu ya da us, doğru yu yanlıştan, bir şeyi bir şeyden ayırma yetisidir. Descartes şöyle der: “ İyi yargılam a ve doğruyu yanlıştan ayırabilme gücü, tam ta mına us ya da sağduyu diye adlan dırdığımız güç elbette tüm insan larda eşittir; ayrıca görüşlerimizin çeşitliliği bazı görüşlerimizin bazı görüşlerimizden daha ussal oluşun dan gelmez, düşüncelerimizi de ğişik yollardan götürüyor olmamız dan gelir. İyi bir zihne sahip olmak yetmez, önemli olan onu iyi kulla nabilmektir. En büyük ruhlar en bü yük erdemlere sahip olacak yete nekte oldukları gibi en büyük kö tülüklere de sahip olacak yetenek tedirler; yavaş yürüyenler daha iyi ilerlerler.” Descartes’dan sonra Leibniz “us”la “duyarlılık”ı karşıtlaş tırdı ve buna göre bir “an us” kav ramı getirdi. Ona göre “Arı ve çıp
lak us, deneyden ayrı olan ve du yulardan bağımsız doğrular ortaya koyan ustur” . K ant’a kadar “us” ve “anlık” kavramları tam çakışım salar da birbirinden ayrı düşmeyen kavramlardı, “us” daha genel bir çerçevede bir düşünme gücünü be lirlerken “anlık” doğrudan doğru ya yargılama aygıtını belirliyordu. Kant bu iki kavramı ayrı ayrı an lamlarda kullandı ve herbirine ayrı bir işlev verdi. K ant’a göre “Tüm bilgimiz duyularla başlar, ordan an lığa geçer ve sonra usa ulaşır”. Kant şöyle der: “Burada usu anlıktan ayı rıyoruz ve onu ilkeler yetisi diye adlandırıyoruz.” Kant’da anlık zih nin doğuştan kavramlarla ya da ka tegorilerle donanmış yetisidir, doğ rudan doğruya deneye yönelir. De neyi aşan alana, Noumenon'a yö nelen ustur. Us, deney bilgisini de saracak biçimde bütünsel bir kav rayış içindedir. Kant ussal düşün cenin nesnelerine, Platon’a anıştır ma yaparak, Fikir ya da İdea der. Kant’da fikir duyularda karşılığı bu lunmayan salt ussal bir kavramdır. Fikir koşullanmamış olan şeydir, oysa duyuların alanı koşullanmışın alanıdır. Salt us, K ant’da a priori olandır yani deneyden bağım sız olandır, kısaca usun kendisidir. Kant’da us yalnızca bilgiye yönel diği zaman kuramsal wj’dur ya da kurgusal ws’dur, ahlaki eyleme yö neldiği zaman uygulamalı us’dur. / Marx: “Us her zaman varoldu ama her zaman ussal bir biçimde varol madı.” / La Bruyère: “Bilge kişi ne kendini yönetilmeye bırakır ne baş-
USAVURMA kal arını yönetmek ister: o yalnızca ve her zaman us yönetsin ister.” / J.R Regnard: “Aşk konuşmak is tediği zaman us susmalıdır.” / Publilius Syrus: “Us onları yönetirse gözler yanılmazlar.” / Voltaire: “Us, Zam an’ın kızıdır, her şeyi babasın dan bekler.” / Vauvenargues: “Us bizi doğadan daha sık yanıltır.” / La Rochefoucauld: “Tüm usumu zu izleyecek kadar güçlü değiliz.” / Malebranche: “Ele aldığımız us evrensel bir ustur, değişmez ve zo runlu bir ustur, onun değişmez ve zorunlu olduğu doğruysa o Tanrı’nm usundan ayrı bir şey değil dir.” (Bk. ANLIK, SAĞDUYU) USAVURMA (fr. raisonnement; alm. Vernunftschluss; ing. reasoning). Bir ya da birkaç önermeden gidimli biçimde sonuç çıkarmaya dayanan zihin işlemi. Belli yargılar dan belli sonuçlara gitmeye daya nan zihin işlemi. Lagneau “Usavurma düşüncenin ardarda yargılarla gerçekleştirdiği devinimdir” der. Bousset de usavurmayı “Bir şeyin bir şeyden çıkarıldığı zihin işlemi” olarak tanımlar. (Bk. GİDİMLİ, YARGI)
478
USÇULUK (fr. rationalisme', alm. Rationalismus; ing. rationalism). Bilgi edinmede usun birinci dere cede belirleyici olduğunu bildiren öğreti. Bilgi edinmede deney veri lerinden çok usun ilkelerini ya da doğuştan fikirleri belirleyici sayan öğreti. Deneyciliğe karşıt olarak usun hiçbir deneysel veriye başvur
madan doğrulara ulaşabileceğini sa vunan öğreti. Usçuluk insan usu nun deneyden bağım sız olarak doğrulara ulaşabileceğine inanan öğretilerin genel adıdır. Bu çerçe vede Descartes, Leibniz, Kant fel sefeleri usçu felsefelerdir. Usçuluk tüm bilgilerimizi deneyden getiren, öncesel bilginin varlığını benimse yen deneyciliğin tam karşıtıdır. Hiç bir usçu felsefe usa mutlak bir ağır lık verme eğiliminde değildir, çün kü mutlak gerçekçilik gibi mutlak usçuluk da özne-nesne karşıtlığını ortadan kaldırarak bilgiyi tehlikeye düşürecektir. Ilımlı anlamında us çuluk bilgi edinmede deney verile rinden çok usun ilkelerini ya da do ğuştan fikirleri belirleyici görür. Platon’un İdea’ları, Descartes’ın do ğuştan fikirleri, Kant’m apriori bi çimleri öncesel bilgileri oluşturur. Bu felsefeler bilgi için deneysel ve riyi de çokça önemserler. Descar tes doğuştan fikirler yanında edi nilmiş fikirleri varsayar. Kant’da anlık duyumlarla sağlanan sunum ların devindirdiği bir güç olur. Din sel çerçevede usçuluk açınıma ina nır ve dinsel inancı doğrulamakta usun zorunlu olduğunu bildirir. (Bk. ANLIK, DENEYCİLİK, US) USDIŞI (fr. irrationnel', alm. Vernunftlos', ing. irrationnal). Usa ay kırı olan. Usa götürülemez olan. Ussal olmayan. Usla ilgisi olmayan. Ussal olmayan her şey ya usa ay kırı ya da yabancıdır. Usdışı olan şey ya yalnızca sezgiyle algılanabi lir ya da tümüyle saçmadır. Bilinç-
UYGARLIK dışı olgularını da usdışı diye nite lendirebiliriz. Bu çerçevede bir in sanı tanımak, André M alraux’nun da dediği gibi, onda usdışı olanı, onun denetleyemediğini tanımak demektir. Albert Camus “Bu dün ya kendinde ussal değildir, onunla ilgili olarak söylenilebilecektek şey budur” der. (Bk. SAÇMA) UYARAN (fr. stimulus', alm. Sti m ulus; ing. stimulus). Bir canlı varlıkta tepkiler yaratan olgu. Bir denbire gözümüze vuran ve gözle rimizi kapamamıza yol açan canlı ışık bir uyarandır. Uyarandan daha çok fiziksel etken anlaşılır. (Bk. UYARIM) UYARIM (lat. excitatio', fr. exci tation', alm. Reiz\ ing. excitation). Bir uyaranın bir duyu organı üze rinde yarattığı etki. Bu etkinin oluş masıyla kişi dış dünyadan izlenim ler alacaktır. H. Piéron uyarımı “or ganizmanın etkin bir uyarana gös terdiği bir tepki” olarak tanımlar. (Bk. UYARAN) U Y G A RLIK (fr. civilisation', alm. Zivilisieren, Zivilisation; ing. ci vilisation). Bir toplumun belli bir yerde ve belli bir zamanda ortaya koyduğu maddi ve manevi etkin likler toplamı. Her uygarlık taşına bilir ya da ulaştırılabilir değerlerin bir toplamıdır: uygarlık değerleri bir yerden bir yere, bir zamandan bir zamana geçerler, ulaştıkları yerde etki gücü oluştururlar ve dönüşür ler. Her uygarlık, bir toplumun bi
lincinde ya da duygu ve düşünce dünyasında kaynaklarını bulan azçok özgün bir değerler dizgesidir. Bir yere ya da bir zamana götürü len bir uygarlık değeri olduğu gibi kalmaz, gittiği yerin ve zamanın renklerini giyinir, özgünlüğünü yi tirirken yeni bir özgünlük kazanır. Her uygarlık hem bir altyapı hem bir üstyapı değerleri dizgesidir. Uygarlığı oluşturan güç birbirini etki leyen ya da etkileşen bu iki karşıt güçtür. Bir uygarlık başka uygar lıklarla etkileşirken kendi içinde de bir etkileşim düzeni ortaya koyar, altyapı sürekli olarak üstyapıyı, üst yapı sürekli olarak altyapıyı etkiler. Eski tarih kavrayışı uygarlıkları za manda ve uzamda apayrı bütünlük ler olarak yer alan ve birbirini he men hiç etkilemeyen etkinlikler ola rak görüyordu. Bugün etkilemeyen ve etkilenmeyen uygarlık fikrinin son derece saçma olduğunu bili yoruz. Bir uygarlıkta altyapıyı oluş turan teknik değerler üstyapıyı oluşturan kültür değerlerinin nite liklerini kesin bir biçimde belirler ken kültür değerleri de tekniğin olu şumlarında koşullayıcı bir ağırlık taşır. Bunu Auguste Comte şöyle anlatır: “Gerçekten uygarlık bir yan dan insan zihninin gelişimine, öte yandan da bu gelişimin bir sonucu olan insan eyleminin gelişimine da yanır.” Buna göre kültür bir uygar lığın ruhu, teknik de bedenidir di yebiliriz. / J.B. d ’Aurevilly: “Geliş miş uygarlıkların cinayetleri geliş miş barbarlıkların cinayetlerinden daha korkunçtur.” / V. Dury: “Uy
UYGULAMA garlık doğru çizgi üstünde ilerle mez; insanlık yaşamının uzun bir yolda güç bir yolculuk olduğu, bu yolda ölümsüz yolcunun her zaman ilerleyerek bir inip bir çıktığı bilin mediğinde onun insanı mutsuz ede cek durma ve gerileme zamanları vardır.” / P. Bourget: “İnsan uy garlaşarak barbarlığını karmaşıklaş tırıp sefilliğini inceltmedi mi?” / L. Febvre: “Bir uygarlık ölebilir, uy garlık ölmez.” / George Duhamel: “Uygarlık insanın yüreğinde değil se hiçbir yerde değildir.” / Paul Ricoeur: “Her insanın uygarlığı hem bir iş uygarlığı hem bir söz uygar lığı o lacak tır.” (Bk. KÜLTÜR, TEKNİK)
480
UYGULAM A (lat. practice; fr. pratique; alm. Praxis, Übung', ing. practice). Çevreyi dönüştürmeye yönelik istemli etkinlik. Somut so nuçları elde etmeyi öngören istem li etkinlik. Kuramsala karşıt olarak edimsel olan etkinlik. Uygulama dünyaya ya da somut gerçekliğe dönüşümler getirebilecek eylemle rin ortak adıdır. Kant Salt usun eleştirisi' nde şöyle diyordu: “Usu mun (kurgusal ya da uygulamalı) tüm ilişkisi şu üç soruda içerilmiştir: 1. Ne bilebilirim? 2. Ne yapabi lirim? 3. Ne umabilirim? Birinci so ru basitçe kurgusaldır. (...) İkinci soru basitçe uygulamalıdır. (...) Üçüncü soru: yapmam gerekeni yaptığımda ne umabilirim? hem uy gulamalı hem kuramsal bir soru dur.” Uygulama sorunuyla en çok M arx’çi felsefe ilgilenmiştir. Marx
şöyle der: “Toplumsal yaşam özün de uygulamalıdır. Kuramı gizemci liğe doğru yönelten tüm gizler us sal çözümlerini insani uygulamada ve bu uygulamanın kavranılmasın da bulurlar.” “İnsan düşüncesinin nesnel bir doğruya ulaşıp ulaşama yacağını bilm ek sorunu uygula mayla ilgili bir sorundur.” (Bk. KU RAM, PRAXİS) UYMA (fr. adaptation; alm. An passung; ing. adaptation). Orta mıyla uyum içinde olanın durumu. Bir organın ya da bir işlevin ortamla daha uygun bir ilişki adına değişik liğe uğraması. Bir organizma yeni yaşam koşullarıyla uyum içinde ol mak üzere yavaş yavaş değişikliğe uğradığında uyma gerçekleşir. Uy ma ya da ortama uyma konusunda başlıca iki kuram vardır. Bunlardan biri Darwin’in kuramıdır. Bu kura ma göre canlıda uymayı sağlayan etki dıştan yani ortamdan gelmek tedir. Öbürü Lamarck’ın kuramı dır. Bu kurama göre de uyum or ganizmanın kendi etkinliğinin bir sonucudur. Darwin’e göre Afrika toprakları kuraklaşınca ve ağaç yapraklan hayvanlann uzanamaya cağı kadar yukarılara çıkınca yal nız bu yapraklara ulaşabilen uzun boylu hayvanlar (zürafalar) yaşa m larını sürdürebilm işlerdir. Lam arck’a göre hayvanlar yukarıda ki yapraklara uzanabilmek için ku şaklar boyunca yavaş yavaş bo yunlarını uzatmışlardır. Çevreye uyma sorunu aynı zamanda ruhbi limin de sorunudur. Toplumsal ya
UYUŞMAZLIK şam bireylere çevreye uyma zorun luluğunu getirirken bu yolda güç lükler de çıkarmaktadır. Ağır ya şam koşullan, eğitim başkalıklan, kişisel yapı değişiklikleri pekçok bi reyi uyma güçlüğü içine sokmak tadır. Çağdaş toplumda uyma güç lüğü çeken kişilerin sayısı sanıldı ğından çoktur. Kıskançlıklar, aşa ğılık duyguları, büyüklük duygulan kişilerin birbirleriyle sağlıklı ilişki kurmalarını engellemektedir. Top lum sal insan için sağlıklı ilişki uyumla olduğu kadar çatışkıyla be lirgindir. Oysa uyma zorluğu çe ken kişiler özellikle çevreden ko parak yalnızlığa sığınmayı yeğ tu tan kişiler olmaktadırlar. (Bk. DÖ NÜŞÜM , DÖNÜŞÜM CÜLÜK, EVRİM, EVRİMCİLİK, ORTAM) UYUM (lat. harmonia; fr. harmonie; alm . H arm onie; ing. harmony). Bir çokluğun düzenli birli ği. Düzenle bir araya gelmiş öğeler arasındaki ilişki. Bir bütünde var lıkları ya da işlevleri birbirine ters düşmeyen parçalann durumu. Par çalan birbiriyle uyuşan bir bütünün niteliği. Uyum gerçek sanat yapıtı nın başlıca niteliği gibi görünür. Ya pıtı yapıt kılan tüm parçalarının bir biriyle uyumlu bir bütün oluştur masıdır. Alfred de Musset şöyle der: “Acının kızı! uyum! uyum! - De hanın aşk için yarattığı dil.” (Bk. ÖNCESEL, UYUM) UYUŞM AZLIK (fr. antagonisme; alm. Gegnet-schaft-, ing. antagonism). İlkeler, güçler ya da birey
ler arasında karşıtlık. Karmaşıklaş mış toplumsal yaşam düzeni deği şik düşüncelerle ve kurumlarla bir uyuşmazlık ortamı gibi görünür ya da zaten bir uyuşmazlık ortamıdır. Onu uyumlu bir bütün durumuna getiren ya da uyumlu bir bütünmüş gibi gösteren yüküm lülükleri ve haklan iyice belirlemiş olan yasa düzenidir. Uyuşmazlıklar yasa dü zeninin belirleyiciliğinde çözümle nirler ya da en azından yıkıcı ol maktan çıkanlırlar. Demokratik ya şam düzeni uyuşmazlıkları kaldır mayı değil de onlan dengelemeyi ve hatta toplum için yararlı kılmayı düşünür. Uyuşmazlık insanın özün deki bir özelliktir, bireyin ve dola yısıyla kurum lann ve giderek top lumun gelişmesini sağlar. Uyuş mazlık ilerlemenin olumsuz etkeni gibidir. Kant şöyle der: “Uyuşmaz lıktan insanların toplumdışı toplum sallığını, onların topluma katılftıa yatkınlığını anlıyorum; bununla bir likte bu yatkınlığa toplumu tam an lamında yıkma tehlikesi gösterecek genel bir kaçış eklenmiştir. İnsanın bir bağdaşma eğilimi vardır, çünkü böyle bir durumda insan doğal ye teneklerinin gelişmesiyle kendini daha insan duyar. Am a o aynı za manda büyük bir kopma eğilimi de gösterir, çünkü onda aynı zaman da toplumdışılık özelliği vardır, bu da onu her şeyi kendine göre dü zenlemek isteğine götürür; bu yüz den o her yandan direnişlerle kar şılaşmayı bekler, bunun yanında başkalarına direnmeye eğilimli ol duğunu sezer. İnsanın tüm güçle 481
UZAM rini uyandıran bu direniştir. (...) Bu toplumdışılık nitelikleri olmasa (...) tüm yetenekler tohum halinde ka lacaktır.” (Bk. İNSAN, TOPLUM) UZAM (fr. étendue', aim. Ausdehnung\ ing. extension). Uzayda yer kaplayan cisimlerin niteliği. Cisim lerin uzayda kapladığı yer. Boşluk fikri. Görünür, algılanır, som ut uzay. Foulquié: “Soyut anlamda: parçaları uzaya konmuş olan ve birbirinin dışında bulunan şeylerin özyapısı. Somut anlamda: bir şe yin tüm boyutlarıyla tuttuğu uzay parçası.” Descartes uzamı m ad deyle özdeşleştiriyor, boşluk fikri ni kökten yadsıyordu. (Bk. UZAY) UZAY (lat. spatiurtï, fr. espace', aim. Raum\ ing. space). Duyulur nesnelerin yer aldığı sonsuz ortam. Tüm sınırlı genişlikleri ya da uzamları içeren b o şlu k . D e sc arte s “uzay’Ma “uzam”ı özdeşleştirerek şöyle der: “Uzay ya da içsel yer ve onda içerilmiş cisim ancak düşün cemizde birbirinden ayrılır. Çünkü gerçekte en, boy ve derinliğiyle uzayı kuran, cisimleri kuran aynı uzamdır.” Leibniz’e göre uzay ci simlerle ilgili düzendir: “Uzayı tam olarak zaman gibi göreli bir şey di ye aldığımı gördüm; zaman nasıl ardardalığın düzeniyse uzay da yanyanalığın düzenidir.” Locke için uzay gözümüzle gördüğümüz, eli
482
mizle dokunduğumuz som ut or tamdır. Kant’a göre uzay duyarlılı ğın a priori biçimlerinden biridir: “Uzay ve zaman, nesnelerin bize verilme olasılığının koşullan olarak ancak duyu nesneleriyle ilişkilidir ler.” Kant’a göre biz dış dünyanın verilerini duyarlılığın a priori biçim leri olan uzay ve zaman çerçeve sinde algılarız. K ant şöyle der: “Zihnimizin dış duyuma karşılık olan özelliği aracılığıyla nesneleri bi zim dışımızda olarak ve tümünü uzaya yerleşmiş olarak görüyoruz. Böylece onların biçimleri, büyük lükleri ve karşılıklı ilişkileri belirlen miş ya da belirlenebilir oluyor. Ru hun kendisini sezgisel olarak algı lamasını ya da kendi iç durumunu algılamasını sağlayan iç duyum el bette ruhun kendisinden bize nes ne olarak herhangi bir nesne sun maz, ancak burada kendi iç duru mundan sezgi almayı olası kılan ve onun iç belirlenimlerine bağlı bir şe yin zaman ilişkilerine göre kavra nılmasını sağlayan belli bir biçimin varlığını benimsemek gerekir. Za man dışsal olarak algılanamaz, uzay da bizdeki herhangi bir şey gibi al gılanamaz.” Kant’a göre zaman gibi uzay da bize bilgi sağlamaz, deney sel bilginin temelini sağlar: Dış du yulur sezginin basit bir biçimi ola rak uzay henüz bir bilgi değildir; o olası bir bilgi için a priori sezginin çeşitli öğelerini verir. (Bk. UZAM)
u ■ ■
Ü C R ET (lat. salarium; fr. salaire; alm. Lohn\ ing. salary). Bir eme ğin maddi karşılığı. Çalışana emeği karşılığında ödenen para. Ücret so lunu işbölümünün arttığı, üretimin büyük boyutlara ulaştığı çağdaş dünyanın önemli bir sorunudur. Es ki uygarlıklar döneminde böyle bir sorun yoktu: köle boğaz tokluğu na üretim yapmakla yükümlüydü. Ortaçağ’m serilik düzeninde de böyle bir sorun olmadı. Üreticinin makinasmı sermayeciye kaptırıp iş çi durum una gelm esinden sonra ücretli işçi ortaya çıktı. Bugünkü anlamında ücret sermayecinin iş çiye belli bir iş zamanı için ödediği paradır. Böylece sermayeciyle işçi arasında emek ve ücret değiştokuşu yapılır. Ücret emeğin fiyatıdır. İşçi çalışırken kendisi için ücret üre tir ve böylece sermayeye bağımlı bir varlık olur. M arx’in da belirle diği gibi, en yüksek ücret bile işçi nin yaşamını doğru dürüst sürdür mesine yetmez. Bununla birlikte iş çi enaz yaşam koşullarında varlığı nı sürdürm ek zorunda bırakılır. Ücretin azlığı sermayenin güçlen
mesini sağlar. Üretimin çoğalma sıyla birlikte zenginlikler artsa bile ücretlinin durumunda bir değişik lik olmaz. (Bk. EMEK, İŞBÖLÜ MÜ, SERMAYE) ÜLKÜ (fr. idéal; alm. ideal; ing. ideal). Duygularımızı ve düşünce lerimizi tam olarak karşılayan ve çok zaman bir amaç olarak belirle nen yetkin fikir. Ülkü gerçekliğin içinde olsa da ya da görünse de ger çekliği aşan özellikle gösteren bir fikirdir ya da fikirler toplamıdır. Her ülkü gerçekliği dönüştürme istemi ne göre düşünülmüş bir taslak ya da tasırımdır. Her ülkü eksiksize yaklaştığı ölçüde gerçekliğin dışına düşme tehlikesine uğrar. Eylem-düşünce karşıtlığında ülkü düşünce yi temsil eder ve gerçeklikten kop tuğu ölçüde tehlikeli olur. Ülkü çok zaman renkli, güzel kokulu, parıl tılı bir bileşimdir, ne var ki çok za man gerçekleşemeyecek tasarım larla örülmüştür. Her ülkü kendi içinde insanlık, yurt, evren, sanat, ulus, uygarlık, bilim gibi kategori leri barındırır ve hatta onlara daya-
483
ÜLKÜCÜLÜK nır, gelgeldim bu kavramlarla her zaman canlı ve gerçek bir ilişki için de değildir. D üş’ün gerçeği altetmeye başladığı yerde ülkü ışıkları parlam aya başlar. Ülkü yetkine ulaşmak için zorunlu bir dayanak gibi görünse de daha çok bir ger çeklikten kaçış dayanağıdır. Goncourt kardeşler “Tüm büyük ülkü sel sanat yapıtları ülkü fikri taşı m ayan zam anların ve insanların ürünüdür” derler. Ne olursa olsun gerçekliğin eksikli ya da yetersiz görünen yanlan insanlara, özellikle de yetkin bir bilince sahip olmayan insanlara ülküler düşündürecektir. Ülkü çok yerde ayağı yere basma yan siyasal ideolojilerin renkli düşü dür. Ü lküler çok zam an ütopya özellikleri gösterirler. / Gérard de Nerval: “Afrika’da Hindistan düş leri görülür. Avrupa’da Afrika düş leri görüldüğü gibi. Ülkü her za man bugünkü ufkumuzun ötesin de parıldar.” / Paul Verlaine: “Ya şam kazandı sonunda ülkü öldü.” / Albert Einstein: “Benim siyasal ül küm demokrasi ülküsüdür. Her in san kişi olarak saygı görmeli ve kimse tanrılaştırılmamalıdır.” / V. Larbaud: “Her ülkü ortaya konul duğu anda kötü bir biçimde bir okul görünümü kazanır.” (Bk. FİKİR, ÜTOPYA)
484
Ü L K Ü C Ü L Ü K (fr. idéalisme-, alm. Idealism us; ing. idealism). B en’in dışındaki nesnel gerçekliği yadsıyarak tüm varoluşu düşünce ye indirgeyen öğretilerin tümü. Bilgi edinmede özneyi nesne karşısında
belirleyici sayan felsefi bakış açısı. İnsanın ilerlemesi açısından düşsel tasanm lara ağırlık veren düşünce biçimi. En eski ülkücüler Elea’lılardır (K senophanes, Parm enides, Elea’lı Zenon). Bu filozoflar bir çokluklar ve devinim ler dünyası olan duyulur dünyayı ancak usla kavranılabilen düşünülür dünyadan ayırıyorlar, düşü n ü lü r dünyayı mutlak ve evrensel bir bütünlük olarak belirliyorlardı. Onlara göre devinim ve oluşum olanaksızdı, bunlar yanılsamalardan başka bir şey değillerdi. Felsefe tarihinin ilk büyük ülkücüsü Platon’dur. O da E lea’lılar gibi düşünülür dünyayı duyulur dünyadan ayınyor, duyu lur dünyanın bir gölgeler ya da gö rüntüler dünyası olduğunu bildiri yor, sarsılmaz gerçeklikler diye be lirlediği İdea’larla donatılmış olan düşünülür dünyayı gerçek dünya olarak belirliyordu. Platon’un ülkü cülüğünü Elea’lılannkinden ayıran başlıca nokta, Platon’da duyulur dünyanın bir yanılsama değil de ikincil önemde bir gerçeklikler dün yası olmasıdır. Bu yüzden bu du yulur dünya, düşünülür dünyanın bilgisine ulaşmada bize bir çıkış yolu sağlar, düşünülür dünyada edinmiş olduğumuz bilgileri anımsamada ilk itkiyi kazandırır. Platon’dan sonra Plotinos, heptanncı bir anlayış için de, ülkücü bir felsefe geliştirdi. Onun yeni-Platon’culuk diye anı lan felsefesinde temele “Bir” adı al tında Tann konulur. Tann ilk töz ya da ilk dayanaktır. Ondan ikinci töz olan düşünsellik türemiştir. Bu
ÜLKÜCÜLÜK ikinci katta hem yaratılan şeylerin örnekleri olan İdea’lar hem de on ları düşünen Nous yer alır. Bu düşünsellikten üçüncü töz olan ruh türemiştir. Böylece Plotinos kat kat bir varlık tablosu çizer. Bilgi insan ruhundan tanrısallığa kadar uzanan çizgide içsel bir arayışla elde edile cek tir. D ah a so n ra h ıristiy a n felsefesinin ilk önemli kişisi Aziz Augustinus Plotinos’çu çizgide bir ülkücülük geliştirir. Descartes’ın ülkücülüğü kendinden öncekileri ne göre oldukça ılımlı bir ülkücü lüktür. Çünkü Descartes madde sel ve mekanik bir dış dünyanın varlığını benimserken doğuştan fi kirler yanında dış dünyadan edinil miş bilgilerin varlığını da benimser, ayrıca deney dünyasını bize sağ lam bilgi verileri sağlayan bir alan olarak görür. Gene de doğuştan fi kirlerle yüklü “ben”i bilgide belir leyici saymasıyla Descartes felse fesi tam anlamında ülkücü bir fel sefedir. Leibniz ülkücülük ve mad decilik ayrımı yapan ilk filozoftur ve onun m onadlar öğretisine da yanan ülkücülüğü ruhçu ülkücülük diye adlandırılabilir. Berkeley’in ül kücülüğü maddeyi yadsır yani dış dünyanın varolmadığını söyler ve deyim yerindeyse varlığı varlığın fikrine indirger. Bu yüzden onun felsefesine maddesizcilik adı veri lir. Berkeley’e göre yalnız algı var dır ya da şeyler algılandıkları için vardır, bir başka deyişle şeylerin varlığı onlardan elde ettiğimiz algı dadır. Tanrı, insan düşüncesinde şeylerin varlığını yaratan aşkın güç
tür. Condillac maddi gerçekliğin doğrudan doğruya gözlemde sezilemez olduğunu bildirir. Kant’m ül kücülüğünde dış dünya bilgisi du yumsamanın ve anlığın apriori ko şullarına indirgenir. Kendinde şey ler vardır ama biz bu kendinde şey lerin bilgisine ya da doğrudan doğ ruya bilgisine ulaşamayız. Bunlar bizim deneylerimizi aşar. Biz ancak olguların bilgisine ulaşabiliriz, dış dünya üzerinde elde ettiğimiz bil gileri de olgulardan elde ederiz. Bu yönüyle Kant’ın ülkücülüğü biline mezci ülkücülüktür. Hegel’in heptanrıcı ülkücülüğü varlığı evrensel fikre indirger, bu fikrin gelişimi al gılanabilir varlıkların çeşitliliğini oluşturmaktadır. Buna göre evren gelişen bir mutlak varlık anlamı ka zanır. Schellingben’i ve ben olma yan’ı ayrı ayrı şeyler saymakla bir likte onları bir mutlak’ın altında top lar, bu mutlak özneyle nesrtenin, maddeyle biçimin özdeşleştiği yer dir. Hegel mutlak’m yerine fıkir’i koyar, ama onu mutlak bir şey ola rak koyar. Schelling’in ülkücülü ğüyle Hegel’in ülkücülüğü aynı ba kış açısına dayanır. Hegel’i yeni kı lan evrensel oluşuma diyalektiği ge tirmiş olmaıdır. Özetle, ülkücülük m addeye karşı fikri koyuşuyla maddeciliğe tam karşı bir düşünce biçimidir, ancak bilgi edinmede öz neyi nesne karşısında belirleyici saymakla birlikte deneyin bilgisini yadsımadığından hatta kendi ölçü leri içinde zorunlu gördüğünden de neyciliğe tam karşı bir görüş ola rak belirmez. (Bk. DİYALEKTİK,
ÜRETİM GERÇEKÇİLİK, MADDECİLİK, MADDESİZCİLİK, RUHÇULUK) Ü R E T İM (lat. productio\ fr. pro duction-, aim. Produktion-, ing. pro duction). Tüketim için işlenmiş madde elde etmek. Hammadde ya da işlenmiş tüketim maddesi elde etmek. Tarım ve sanayi ürünü elde etmek. Tarihin ilk belirgin olgusu insanın yemek, içmek, barınmak gi bi gereksinimlerini karşılaması ol muştur. Tarihte her zaman üretim biçimleri yaşam biçimlerini belirle miştir. Öte yandan üretim güçleri üretim ilişkilerinin ve değiştokuşun biçimini belirler. Gelişimlerinin belli bir basamağında üretim güçleri va rolan değiştokuş biçimleriyle çeliş kiye düşerler. Engelleyici duruma gelen değiştokuş biçimlerinin yeri ne yeni değiştokuş biçimi geçer, bu da daha gelişmiş üretim güçlerine karşılıktır. Marx’çi düşünce bu çer çevede üretim ilişkilerini geniş ola rak ele alır. Marx ve Engels “Ta rihte tüm çatışmaların kökeni üre tim güçleriyle değiştokuş biçimi arasındaki çelişkidedir” derler. On lara göre “Bireylerin yaşamlarını dışlaştırma biçimi onların ne oldu ğunu da tam olarak belli eder. On ların ne olduğu üretimleriyle belli olur, ürettikleri şeyle ve ürettikleri ni üretme biçimiyle belli olur. Bi reylerin ne olduğu üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.” Gene M arx’a ve Engels’e göre “İnsan ları hayvanlardan bilinçle, dinle, da ha başka şeylerle ayırabiliriz. İn sanlar yaşama araçlarını üretmeye
başladıkları andan sonra hayvan lardan ayrılmaya başlıyorlar.” Kari Marx’a göre toplumsal ilişkiler üre tim güçlerine sıkı sıkıya bağlıdır. İn sanlar yeni üretim güçleri elde ede rek üretim biçimlerini değiştirirler. Üretim araçları içinde en büyük üretici güç devrimci sınıfın kendi sidir. (Bk. EMEK, İŞBÖLÜMÜ, SERMAYE, ÜCRET) ÜSTALGI (fr. aperception, ap perception-, aim. Apperzeption-, ing. apperception). Bilince açılan algı. Algının bilinçte görünümü. Bir nes nenin algısında zihnin kendisini al gılayan özne olarak sezmesi. Littrö: “Zihnin kendisini herhangi bir izle nimi algılayan ya da sezen bir nes ne olarak duyması işlemi.” Üstalgı Leibniz’de bilinçdışı algıdan ayrı olarak bilinçli algı ya da düşünceye bağlı algıdır, iç durumun düşünce yoluyla elde edilm iş bilgisidir. K ant’da üstalgı kendi kendinin bi lincidir ya da düşünüyorum dene yidir. Kant tlstalgıyı deneysel üstalgı ve aşkın üstalgı ya da arı üstalgı olmak üzere ikiye ayırır. Birincisi gerçekliğin sezgisiyle, İkincisi tüm olası deneyin dışında yer alan, bu nunla birlikte deneyi kuran birlik il kesiyle yani ben’le ilgilidir. Kant an üstalgıyla ilgili olarak şöyle der: “Ben onu deneysel üstalgıdan ayır mak üzere arı üstalgı diye adlandı rıyorum; çünkü bu kendi kendinin bilinci, düşünüyorum 'un sunumu nu yaratarak tüm öbür sunumlara eşlik etmektedir: her bilinçte bir ve özdeş olan bu sunuma başka bir
ÜSTYAPI sunum eşlik edemez.” “Gerçekte belli bir sezgide verilmiş çeşitli su numlar tümüyle bir kendi kendinin bilinciyle ilgili olmasalar tümüyle benim sunumların olam azlardı.” Maine de Biran’da dolaysız içsel üstalgı (aperception interne immédi ate) etkin güç olarak kendi kendi nin bilincidir. (Bk. ALGI) ÜSTİNSAN (fr. surhomme; alm. Übermensch; ing. superman). Ni etzsche felsefesinde geleceğin güç lü insanı. Terimi Goethe ve Herder kullanmış, Nietzsche de onu felse fesinin temel kavramlarından biri durumuna getirmiştir.. Nietzsche şöyle der: “insanlıkta daha güçlü bir tür, üstün bir tip ortaya çıkma lıdır, bu tipin ortalama insandaki üretim ve yaşamı sürdürme koşul larından daha başka koşullan olma lıdır. Fikrimin adı, bu tip için seçti ğim simge, bilindiği gibi Üstinsan’dır.” Nietzsche’ye göre insan nasıl m aym unun yerini alm ışsa Üstinsan da insanın yerini alacak tır. Nietzsche, A Iso sprach Zarat houstra' da (Böyle buyurdu Zer düşt), Zerdüşt’ün ağzından şunlan söyler: “Size Üstinsanı öğretiyo rum. İnsan aşılm ası gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptı nız? Bütün varlıklar şimdiye kadar kendilerini aşan bir şeyler yarattı lar. (...) Eskiden insan maymun du, bugün insan herhangi bir may m undan daha m aym undur. (...) Üstinsan toprağın anlamıdır. İste mimiz şunu söylesin: Üstinsan top rağın anlamı olsun. Kardeşlerim,
size yalvarıyorum, toprağa bağlı kalın ve size dünyaüstü umutlar dan sözedenlere inanmayın. (...) İnsan hayvanla üstinsan arasına ge rilmiş bir iptir, bir uçurumun üs tündeki bir ip. Onda yürümek teh likelidir, geriye bakmak tehlikelidir, titremek ve durmak tehlikeli. İn sanda büyük olan şey onun bir erek oluşu değil bir köprü oluşudur.” Ni etzsche Üstinsan ortaya çıkana ka dar üstün insanın, seçkin insanın egemen olması gerektiğini düşünür. Artık Tanrı ölmüştür ve onun yeri ni insan alacaktır, bu da Üstinsan’ın ortaya çıkmasıyla gerçekleşe cektir. Üstinsan’ın ortaya çıkması için de Zerdüşt gibi “büyük, ses siz, katı, yalnız” üstün insanlara ge reksinim vardır. Üstün insan Üstinsamn ilk biçimi gibidir. Üstün in san her şeyden önce halktan olma yan yetkin kişiliktir. (Bk. İNSAN) «
ÜSTYAPI (fr. superstructure', aim. Superstruktur; ing. superstructure). Teknik etkinlikleri belirleyen altya pı alanına karşılık düşünce etkin likleri ya da kültür etkinlikleri ala nı. Bu kavram özellikle M arx’çı dü şünceyle ilgilidir. Üstyapı ve altya pı alanları hep birlikte uygarlık et kinliklerini oluştururlar. Üstyapı de nilince öncelikle bilim, sanat, fel sefe ve siyaset alanlarını düşünü rüz. Üstyapıyla altyapı sürekli bir etkileşim içindedir. Altyapı gövdeyse üstyapı beyindir. Her iki alan bir bütünün iki ayrı yüzünden ya da iki ayrı görünümünden başka bir şey değildir. (Bk. ALTYAPI) 487
ÜTOPYA ÜTOPYA (fr. utopie\ aim. Utopie; ing. utopia). Gerçeklikle ilgisi ol mayan siyasal ve toplumsal düzen tasarımı. Ülküsel yaşam düzeni. Gerçekleşmesi olanaksız görünen tasarım. Terim İngiliz yazarı Tho m as M o ru s ’un (1 4 7 8 -1 5 3 5 ) 1516 ’da yayımlanan ve kısaca Uto pia diye bilinen De optimo reipublicae statu deque nova insula Uto pia adlı yapıtından gelmedir. Daha sonra ülküsel ve uygulanamaz dev let tasarımları getiren tüm yapıtlar “ütopya” diye nitelendirilmişlerdir, bu yapıtların başında da Tommaso Cam panella’mn Civitas solis (Gü neş ülkesi) vardır. Thomas Morus Utopia'sında adaletli düzen düşleri
4 88
kurar, bu arada özel mülkiyeti her türlü kötülüğün kaynağı olarak belirler. Thomas M orus’un tasarladığı Utopia adasında özel mülkiyet de para da yoktur. Orada herkes emeğiyle yaşama katılır. Utopia’lılar ürettiklerini ortak depolarda bi riktirirler ve gerektiğinde kullanır lar. bu adada tam anlamında de mokratik bir yaşam düzeni vardır. A. France şöyle der: “Ütopya her ilerlemenin ilkesidir, eskinin ütopyacılan olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak ya şıyor olacaklardı. İlk sitenin çizgi lerini ütopyacılar çizdiler. İyiliğe açık gerçeklikler genel düşlerden çıkar. (Bk. FİKİR, ÜLKÜ)
| j | i j
V VARGI (lat. consequential fr. con sequence; aim. Konsequenz; ing. consequence). Bir usavurmada ön cüllerden çıkarılan sonuç. (Bk. ÖN CÜL) VARLIK (fr. être; aim. Sein; ing. being). Varolan her şey. Genel olarak varoluş. Varolduğu düşünülebilen her şey. Varlık sorunu fel sefenin en eski sorunlarından biri dir. Varlıktan çok zaman yaratılmış olan evren anlaşıldı. Varlık çok za man da Tanrı anlamında kullanıldı. Varlıkla ilk ilgilenen filozof Parme nides oldu. O “Bir Varlık”ı varsayı yor, onu her şeyin temeli olarak de ğerlendiriyordu. Felsefe tarihi bo yunca filozoflar bu terime oldukça değişik ama birbirine yakm anlam lar verdiler. Ayrılıklar ne olursa ol sun o her zaman varolan’ı karşılı yordu. / Hegel: “İnsanın gerçek varlık’ı özellikle onun işlemidir; bi rey yalnızca bu işlemde etkin ola rak gerçektir.” / M. Merleau-Ponty: “Varlığın içine kendimizde, yalnız ca kendimizde dokunabiliriz, çün kü bir içi olan ve hatta bir içten baş
ka bir şey olmayan bir varlığı biz ancak k en d im izd e b u lu y o ru z. B en’le bedenim, ben’le dünya ara sında geçişli bir ilişki yoktur, ben yalnızca ‘içe doğru’ taşabilir.” (Bk. KENDİNDE, ŞEY) V A R LIK B İLİM (fr. ontologie; alm. Ontologie; ing. ontology). Varlık üzerine ussal araştırma. Var lığı varlık olarak ele alan araştırma. Kendinde varlık araştırması. Varlıkbilim varlık olarak varlık araştır ması yaparken varlıkla ilgili çeşitli kavramları tartışır, bu kavramların başında “olası”, “gerçek”, “etkin”, “edilgin”, “olumsal”, “zorunlu”, “belirlenm iş”, “belirlenm em iş”, “sonlu”, “sonsuz”, “yetkin”, “ek sikli”, “öz”, “biçim” gelir. Varlıkbilimin kurucusu “varlık olarak varlık”la “raslantısal olarak varlık”ı bir birinden ayıran ve bilimi ya da fel sefeyi varlık olarak varlık araştır ması diye anlayan Aristoteles’dir. Aristoteles şöyle der: “Varlık ola rak varlık’ı ve ona temelden bağlı olan nitelikleri inceleyen bir bilim vardır. Bu bilim özel bilimler deni-
489
VARLIKBİLİMCİLİK len bilimlerin hiçbiriyle karışmaz, çünkü özel bilimlerden hiçbiri ge nellikle varlık olarak varlık’a yönel mez, ama varlık’m belli bir bölü münü ayırarak, yalnızca bu bölü mün niteliğini inceler: matematik bi limlerinin durumu budur. İlk ilke leri ve en yüksek nedenleri aradı ğımıza göre, bu ilkelerin ve bu ne denlerin zorunlu olarak bağlı oldu ğu bir gerçekliğin varolacağı kesin dir; bu gerçekliğin özyapısı gereği, bu ilkeler ve nedenler bu gerçekli ğe bağlıdırlar. Demek ki, varlıkla rın öğelerini arayanlar, temelde, mutlak olarak ilk olan ilkeleri arı yorlardı, aradıkları bu ilkeler zorun lu olarak varlık olarak varlık’m öğe leriydi, raslantısal olarak varlık’ın değil. Bu yüzden biz de varlık ola rak varlık’m ilkelerini kavramılıyız.” Gerçekte en genel çerçevede her felsefî araştırmanın bir varlıkbilim araştırması olduğunu söyleyebiliriz. (Bk. METAFİZİK, VARLIK) V A R L IK B İL İM C İL İK (fr. onto logisme', alm. Ontologismus; ing. ontologism). Felsefede varlıkbilime yani varlık olarak varlık araştırma sına yönelme eğilimi. İnsanın Tan rı bilgisine sezgiyle ulaşabileceğini ileri süren öğreti. Örneğin Malebranche’m Tanrı’ya ulaşmayla ilgili kuramı bir tür varlıkbilimciliktir. (Bk. VARLIKBİLİM)
490
VAROLUŞ (fr. existence; alm. Existenz, Dasein\ ing. existence). Varolma durumu. Bir gerçekliği ol ma durumu. Varolmak, somut ola
rak olmaktır. İnsan için varoluş so mut ve bilinçli bir deneye sahip ol maktır. Bergson varoluşu sürekli değişme durumu olarak anlar. Va rolmak yapmaktır, ancak bu ikisi gene de birbirinden ayrılabilecek şeylerdir: yaşamak daha çok ya şamsal etkinliklerini gerçekleştir mek hatta biyolojik işlevlerini sür dürmek olarak anlaşılabilirken va rolmak kendini bilinçle kendi ola rak koymak anlamına gelir. Bu yüz den Gabriel Marcel şöyle der: “Ya şamak diye bir şey var, bir de va rolmak diye bir şey var: ben varol mayı seçtim.” Kierkegaard’a göre bir birey olarak varolmaktan daha korkunç bir şey yoktur. Varoluş bir olma biçimi, bir kendini ortaya koyuş biçimi olarak ele alındığında, öz’le karşıtlaşır. Varoluşa karşıt ola rak öz varlığın doğasını kurandır. (Bk. ÖZ, VAROLUŞÇULUK) VAROLUŞÇULUK (fr. existen tialism e; alm. Existentialism us; ing. existentialism). İnsanı varoluşsal bir varlık olarak ele alan felse felerin tümü. Bireysel varoluş araş tırmalarının temeline yerleştirilen felsefelerin tümü. Bireyi somut ger çeklik olarak ele alıp inceleyen fel sefi öğreti. İnsanın önceden belir lenmiş bir varlık olmadığını ve öz gür eylem içinde kendini varettiğini öne süren fe lse fi ö ğ reti. R. Vemeaux varoluşçuluğu “Ussal felsefenin soyut düşüncesine kar şıt olarak insan üzerine yoğunlaş mış somut ve tanıtlamalı düşünce çabası” olarak tanımlar. Varoluşçu
VAROLUŞÇULUK felsefe çeşitliliğiyle olduğu kadar karmaşıklığıyla dikkati çeken bir fel sefedir, bu yüzden belki de varo luşçuluktan çok varoluşçuluklardan sözetmek doğru olur. Varoluşçu fel sefeler hep birlikte klasik felsefe lere, özellikle klasik ülkücülüğe kar şıdırlar. Onlara göre olumculuk da bilimsel veri dışında sağlam da yanak yo k tu r görüşüyle yaşamı dışlamaktadır. Varoluşçu felsefe tüm eski ülkücü ya da dinci meta fiziklerin tersine özden değil de va roluştan yola çıkar, özden varolu şa değil varoluştan öze ilerler. Bu nun bir başka anlatımı fikirlerin ya şamla varolduğudur, yaşamdan ön ce fikir olmadığıdır. Basitleştirmek üzere örneklersek şöyle diyebiliriz: “ölüm”den önce “ben ölüyorum” vardır, “ö lüm ” de “ ben ölüyorum”dan dolayı vardır. Sartre şöy le der: “Her nesnenin bir özü ve bir varoluşu vardır. Bir öz, yani bir de ğişmez özellikler toplamı; bir va roluş, yani dünyada belli bir etkin bulunuş. Çokları özün önce, varo luşun sonra geldiğine inanırlar, bu fikrin kökeni dinci düşüncededir. Tanrı’nın insanları yaratmış oldu ğuna inanan herkes için Tanrı’nın bunu onlarla ilgili olarak sahip ol duğu fikre başvurmakla yapmış ol ması gerekir. Varoluşçuluk, tersi ne, insanda -yalnızca insanda- va roluşun özü öncelediğini benimser. Bu da, basitçe, insan önce vardır, sonra şudur ya da budur demektir. Kısaca insan kendi özünü yaratmak zorundadır.” Çağdaş felsefelerin en ilgi çekicilerinden biri, belki de en
ilgi çekicisi olan varoluşçuluğun bu savı bize çok yeni gibi görünse de neredeyse felsefenin tarihi kadar eskidir. Bu, Aristoteles’den beri yü rürlükte olan bir gerçekçilik ilkesi dir. Bu görüş, öncesel bilginin var lığını benimseyen ülkücü bakış açı larına karşıt olarak bilgi yaşam de neyleriyle elde edilir görüşüdür. Ancak arada şu küçük ayrım var dır: varoluşçunun bilinci, eski ger çekçiliklerde ya da deneyciliklerde olduğu gibi basit bir alıcı değildir. O, her şeyden önce, Husserl’in di liyle söylersek, bir yönelgenliktir. Bu temel üzerine kurulmuş olan va roluşçuluklar bu noktadan sonra kendine göre özelleşir ve çeşitlilenirler. Buna göre, J. Hyppolite’in de belirttiği gibi varoluşçuluk özel belli bir felsefe olmaktan çok ortak bir anlayıştır. Fransız varoluşçulu ğuyla alman varoluşçuluğunu, tan rıtanımaz varoluşçulukla diftci va roluşçuluğu, tanrıtanım az varo luşçuluklardan örneğin Heidegger varoluşçuluğuyla Sartre varoluşçu luğunu aynı kaba koyamayız. Fran sız varoluşçuluğu sola yatkın öz gürlükçü bir çizgi izlemiştir. Alman varoluşçuluğu da daha sağda, da ha dinci bir tutum almıştır. Lukacs şöyle der: “Fransız varoluşçuluğu sol aydınların, toplumcuların, iler leme ve demokrasi dostlarının fel sefesi olma eğilimi gösterdi.” Bu moda olmuş çağdaş felsefenin kö kenlerini nerede aramalıyız? Bu ara yışta Sokrates’e, Stoa’cılara, Aziz Augustinus’a kadar gidenler var. Bu felsefenin asıl temelini Pascal’in 491
VAROLUŞÇULUK
492
dinci düşüncesi oluşturuyor. Zin cirin ikinci halkası Kierkegaard, üçüncü halkası Nietzsche, dördün cü halkası da Husserl’dir. Varoluş çuluk için en büyük kaynak Pascal kaynağıdır, onun dünyaya bırakılmışlık fikridir. Pascal şunları söy ler: “Beni dünyaya kimin bıraktığı nı, ayrıca dünyanın ne olduğunu, benim ne olduğumu bilmiyorum. Her şey üzerine korkunç bir bilgi sizlik içindeyim.” “Kavrayışımızı düşünülebilir uzayların ötesine bo şuna taşırıyor, şeylerin gerçekliği ne karşılık yalnızca çok küçük şey ler elde ediyoruz. Merkezi her yer, çevresi hiçbir yer olan sonsuz bir büyüklüktür bu.” “Öyleyse nedir insan doğada? Sonsuzluğun kar şısında bir bütünlüktür, hiçlikle bü tünlük arasında bir orta yer’dir. Uç ları anlamaktan sonuna kadar uzak tır. Nesnelerin sonları ve ilkeleri onun için kesin bir biçimde giril mez olan bir gizde saklıdır. O çıktı ğı hiçliği ve daldığı sonzuluğu gö recek güçte değildir.” “İnsan bir ka mıştır, doğanın en güçsüzüdür, ama düşünen bir kam ıştır o. Onu ez mek için doğanın tepeden tırnağa silahlanması gerekmez: bir buğu, bir dam la su yeter onu öldürme ye.” Pascal’in bu kötümser bakışı varoluşçu felsefeye temel olmuş gi bidir. Varoluşçuluk kötümser bir yaşam ya da insan felsefesidir, in sanı dünyaya bırakılmış bir varlık olarak düşünür. E. M ounier’nin de diği gibi, “H er varoluşçuluk bir doğa felsefesi olmaktan önce bir insan felsefesidir”. Bu felsefenin
asıl kurucusuKierkegaard’dır. Pas cal’e ve K ierkegaard’a bakarak, “Varoluşçuluk hıristiyanlığm Yeniçağ’daki anlatımı mı?” sorusunu sorabiliriz. Bu soruyu sorarken tanrıtanımaz varoluşçulukların var lığını unutmamak gerekir. Kierke gaard tam anlamında bir dizge düş manıdır, bu yüzden Hegel’i kıyası ya eleştirir, son büyük dizgenin ku rucusunu “çok büyük bir profesör” diye hafife alır. Öznelciliğin usçu luğa tepkisidir bu. Çünkü öznedir önemli olan, bireyin kendisidir. Bu na göre N. Berdiaeff “Varoluşsal felsefe kişilikçi bir felsefedir: bilgi nin konusu insan kişisidir” der. Va roluşçulukta birey ayrı ya da ayrı calıklı değildir, yalnızca özgündür, özeldir, eşsizdir, apayrı bir dünya dır. Varoluşçular “İnsan nedir?” so rusuna köklü ve ussal bir çözüm aramak yerine insanı öznelliği için de kavramaya ve olabildiğince ta nıtlamaya çalışırlar. Bu öznelci tu tum her öznelcilikte olduğu gibi fel sefeyi ussal bir araştırma olmak tan çıkarıp sanata yaklaştınr. “Va roluşçuluk insanın ne olduğunu bil meye yöneldiği noktada yitip gide cektir” der Jaspers. E. M ounier’nin belirlediği gibi, insan olan ya da ol muş olan şey değildir, olmakta olan şeydir, dolayısıyla olacak olan şey dir. Demek ki o henüz olmadığı şey dir. Bu öznelci felsefede “insan” de nilince dural bir dünya düşünmek gerekir ya da dural olduğuna ina nılmış bir dünyada, bir bakıma ta rihi olmayan bir dünyada sürekli olarak kendini yaratmak için tek ba-
VAROLUŞÇULUK şma çırpınıp duran o gizemli tek ki şiyi anlamak gerekir. Husserl’in olgubilimini yönteminin özü durumu na getirmiş olan varoluşçu felsefe tüm olgubilimcilerin yaptığı gibi toplumsal-tarihsel insanı yadsıyacaktır. “Husserl varoluşçu değildi, an cak onun olgubilimsel yöntemi va roluşçuluğu derinden etkiledi” der L u k acs. B erg so n d ü şü n ce sin i uzaktan yakından anıştıran Husserl’e göre kesin bilgiler aramak de ğil kesin apaçıklığa ulaşmaya çalış mak gerekir. Toplumsal insan va roluşçu filozoflar arasında yalnız ca Maurice Merleau-Ponty’de var dır. Varoluşçu felsefenin bu sosyaldemokrat üyesi dünyayı ortak bir kültür dünyası olarak belirler: “Kül tür dünyası kaygan bir dünyadır, ama karşımda varolan bir dünya dır. Orada tanınması gereken bir toplum vardır.” “Bir kültür nesne sinde başkasının yakın varlığını bir adsızlık örtüsü altında duyarım.” Va roluşçu başka insanların varlığını el bette yadsımaz. Başkaları elbette vardır. Ne var ki o bu varlığa karşı ilgisizdir ve hatta tedirgindir. “Ken dimizi herhangi bir yalnızlıkta de ğil, yolda, kentte, kalabalığın orta sında, eşya varsa eşyada, insan varsa insanda ortaya çıkarıyoruz” der Sartre. A ncak, o, doğrudan doğruya başkasmın varlığı sözkonusu olduğu noktada tedirginliğini açıkça ortaya koyar ve başkalarını cehennem sayar. Başkası cehen nemdir ya da hiçliktir. Hiçlik her du rumda belirleyicidir. Varoluşçu fel sefede bilinç toplumsallığın ya da
evrenselliğin bireysellikle içselleş mesi olarak düşünülemez. Bilinç kendini hiçlik’e karşı kurar. Sartre’da düşünen özne ya da bilinç varlık’m karşıtı olan hiçlik’le ortaya ko nulur. Heidegger’e göre hiçlik ölüm duygusunun verdiği bunaltıda ken dini gösterir. O, varolanı sınırlayan şeydir. Sartre da Heidegger de bi linç için hiçlik’i zorunlu bir kavram olarak belirlerler. Heidegger şöyle der: “Hiçlik varolan karşısında be lirsiz bir karşıt değildir, bu varola nın varlığının bileşeni olarak ken dini gösterir.” “Hiçlik varolanın bü tünlüğünün kökel olumsuzlamasıdır.” Hiçlik varoluşun tek dayana ğı, tek çıkış noktasıdır. Lukacs in sanı tarihten değil de hiçlikten geti ren bu anlayışı şu sözlerle eleştirir: “Hiçlik bir mitostur, tarihin ölüme mahkum ettiği sermayeci toplumun m itosudur.” “Bu felsefeye temel olan deneyimi özetlemek pek
VAROLUŞÇULUK çektir. Bu da insanın Tanrı olması demektir. Sartre’a göre hiçlik de neyi bir özgürlük deneyidir. İnsan arzu içinde özgürlüğünü gerçekleş tirir. Sartre bunu bize Varlık ve hiç liksin 655. sayfasında şöyle anla tır: “Hiçleştirmenin varlık eksikli ği olduğunu, başka bir şey olma dığını biliyoruz. Özgürlük özellikle kendini varlık eksikliği kılan var lıktır. Arzu varlık eksikliğiyle öz deş olduğu gibi, özgürlük de ken dini varlık arzusu kılan varlık ola rak ortaya çıkacaktır, yani kendinde-kendi-için olmanın kendi-için-tasarısı olarak ortaya çıkacaktır. Bu rada hiçbir zaman özgürlüğün do ğası ya da özü olarak ele alınama yacak soyut bir yapıya ulaştık, çün kü özgürlük varoluştur ve varoluş da kendinde özü inceler. Özgürlük doğrudan doğruya som ut görü nümdür ve seçiminden ayrılamaz, yani fciyz’den ayrılamaz. Ama ele alınan yapıya özgürlüğün doğru’su denilebilir, yani o özgürlüğün insa ni anlamıdır.” Böylece dünyaya bı rakılmış olmakla yaşamaya ve öl meye mahkum edilmiş insan tam anlamında saçma’yı yaşarken, saçm a’nın getirdiği boğuntuyu ancak kendini özgürce kurma deneyleri içinde aşabilir. Özgür eylem saçm a’nın panzehiridir, saçmayı yokedemez ama bir ölçüde giderebi lir. Dünya yüzde yüz saçma olsay dı özgürlük deneyi de saçma ola caktı. Saçma mutlak değildir, ama yaygındır, ayrıca yaşamın özünde vardır. Öncesel hiçbir şey yoktur, 494 insan özgürlük içinde kurar kendi
ni. İnsan bir ölüm için varlık’dn, ölüme adanmıştır. Ölüm yaşamın sonunda değil bütününde kendini duyurur. “Varoluşçuluk yalnızca bir ölüm felsefesi değil, aynı zamanda bir mutlak özgürlük felsefesidir” der Sartre. Saçma yaygındır. Sart re’ın dediği gibi “Doğuyor olma mız saçmadır, ölüyor olmamız da saçmadır”. Bu saçma bizi yalnızlı ğa ve umutsuzluğa iter. Yalnızlık Sartre’da ve Heidegger’de mutlak tır. Saçma’nm ve hiçlik’in korkunç baskısı altında insan, tam anlamın da bunalan umutsuz bir varlıktır. Umutsuzluk insanı mezara kadar iz ler. İnsan tümüyle, tüm varlığıyla umutsuzdur. Gene de kendi varlı ğını özgürce gerçekleştirm ekten başka sağlam yol yoktur. Saçma’ya karşı girişilen bu deney zor bir de neydir yani özgürlük kolay bir öz gürlük değildir. Varoluşun ortasına salınmış olan insan (Heidegger bu salınmışlığa “Dasein” der) ölüm süzlüğü arayan Gılgamış gibidir. İnsan sürekli bir aşm a (Heideg ger’e göre Ekstase) durum unda dır, kendi dışına çıkma durumun dadır. Sartre için insan bir’dir; sağcı Heidegger insanı gerçek varoluş ve gerçek olmayan varoluş diye ikiye ayırır. Gerçek varoluş, bunalım de neyiyle gerçekleşen gerçek özgür lük durumudur; gerçek olmayan varoluş, insan topluluklarının var lığında ortaya çıkan ve bunalım de neyinden kaçan varoluştur. Birin cisi aydın insanın varoluşunu, öbü rü kitle insanının varoluşunu kar şılar. Özetlersek, varoluşçu felse-
VERİ fede insan, kendini tam bir eksik lik duygusu içinde ama tam bir Öz gürlükle kuran tarihsiz ve toplumsuz bir varlıktır. (Bk. HİÇLİK, İN SAN, Ö ZG Ü R L Ü K , SAÇM A, VARLIK) VARSAMA Bk. OLUMLAMA. V A R SA Y IM (lat. h yp o th esis\ fr.hypothese; alm. Hypothese\ ing. hypothesis). Doğrulanmayı bekle yen sanı. Henüz doğruluğu kanıt lanmamış olan önerme. Tüm bilim sel çaba varsayımdan doğrulanma ya doğru gelişen bir çizgi izler. Var sayım bir fikirdir, doğrulanmayı bekler, doğrulandığı anda da var sayım olmaktan çıkar ve doğru ni teliği kazanır. Doğrulamalar yeni varsayımları getirir ve bilimsel dü şünce böylece ilerler. Sav her za man doğru diye öne sürülen ve bu yüzden doğrulanması düşünülme yen şeydir. Buna karşılık varsayım her zaman doğrulanmak adına so mut verileri gerektirir. Bu yüzden her varsayımın bir geçicilik niteliği vardır. Deneyin yöntemli denetimi onu ya giderecek ya da doğru diye belirleyecektir. Bu çerçevede var sayımı kuram ’la eşanlamlı olarak düşünebiliriz. Öncesel fikir olarak varsayım bir önyaıgı da olabilir. An cak varsayım yoktan varedilmediğine, daha önce edinilmiş bilgiler den çıkarıldığına göre doğrulanma şansına da sahiptir. Varsaymak öncesel bilgilere göre tasarlamak tır. Bu yüzden varsayım biraz da imgelemin bir ürünüdür. Sağlam
gerçeklere ulaşmak için verimli düş ler görebilmek gerekir. Alman kim yacısı Kekule von Stradonitz şöyle diyordu: “Beyler, düş görmeyi öğ renelim. Ondan sonra belki doğru ya ulaşabiliriz. Ama düşlerim iz usun uyanık denetiminden geçme den onları ortaya dökmeyelim.” Bu öneride varsayımların doğru diye ele alınması titizliği yatmaktadır. Claude Bernard varsayım ortaya koymakla ilgili bir anısını şöyle an latır: “Bir gün laboratuvarıma pa zardan alınmış tavşanlar getirdiler. Onları masanın üzerine koydular. O sırada tavşanlar masaya işediler. Sidiklerinin beyaz ve asitli olduğu nu raslantıyla gördüm. Tavşanla rın sidiğindeki asitliliği gözlemleyişim bana bu hayvanların etobur beslenme koşullarında olması ge rektiğini düşündürdü. O zaman şu nu anladım: bu hayvanlar uzun za mandır bir şey yememişlerdi ve bu yoksunlukla onlar kendi kanlarıyla beslendiklerinden gerçek etobur hayvanlara dönüşmüşlerdi. Bu ön cesel fikri ya da bu varsayımı de neyle doğrulamak bundan böyle çok kolaydı.” Buna göre bilim her zaman öngörüyü gerektirecek ve öngörü de varsayım olarak ortaya konulacaktır. R Lecomte’un dedi ği gibi “Varsayımlar ortaya koya mayan insan bir olgu saptayıcısın dan başka bir şey değildir.” (Bk. KURAM) V E R İ (fr. donné', alm. Gegeben; ing. giveri). Bir düşünce işleminin dayanaklarını oluşturan bilgilerin ya 4 9 5
VİTALİZM da koşulların herbiri. Veriler (fr. données; alm. Data, Annahmen', ing. data) bilinmezin bilinir kılınabilmesi için gerekli dayanaklar ya da çıkış noktalarıdır. Veriler tartış-
496
ma gerektirmeyen ilkelerdir. V İTA LİZM Bk. YAŞAMSALCILIK.
Y YABANCILAŞMA (fr. alienation\ alm . Verausserung, Irrsinn', ing. alienatiori). Bireyin yaşamıy la tersleşir duruma düşmesi. Bilin cin tutarlı ve bütünsel bilinç niteli ğini yitirerek dağılması. Yabancılaş ma kavram ı H egel felsefesinde önemli bir yer tutar. Hegel için ya bancılaşma bilincin kendi dışına çıkması ya da zihnin kendini kendi dışında duymasıdır, kendini başka bir şey olarak algılamasıdır. Bu ge çici ve mutlu bir durumdur, çünkü sonunda bilinç yeni bilgiler derle miş olarak kendine dönecek ve böylece ilerleme gerçekleşmiş olacak tır. Hegel’e göre, kendi dışına çı kan düşünce bilinçsiz olan şeyler dünyasında kendini yoksunlaşmış duyacak, boğuntuya düşecek, ye niden içselleşmenin, kendine dön menin yolunu arayacaktır. Marx felsefesinde yabancılaşma olumsuz bir anlam kazanır: yabancılaşma bi reyin çeşitli iç ve dış koşullar altın da kendini eşya gibi duymasıdır, eşyaya indirgenm iş duymasıdır. Marx’da yabancılaşma üretim iliş kileriyle ilgilidir, bireyin bu ilişkiler
içinde ürettiği şeye ters düşmesi ne, giderek kendini şeylerin kölesi gibi duymasına karşılıktır. Yaban cılaşma özel mülkiyetin varlığından gelir: iktisadi yabancılaşma başka alanlardaki yabancılaşmayı doğu rur. Böylece Marx felsefesinde ya bancılaşmış emek kavrayışı ortaya çıkar. Bir nesneyi üretmek işçiye güç kazandırır, ama ürettiği nesne yi başkasına kaptırmak ona yaban cılaşmayı getirir. Çünkü bu dılhımda o nesne işçinin karşısına “ya bancı bir varlık olarak, üreticisin den bağımsız bir güç” olarak çıka caktır. Böylece üretenin çalışması üretmeyene güç kazandırmış olur. Ürettiği ölçüde ürünüyle büyüyen sermayenin egemenliği altına giren işçi giderek yoksullaşacak, böyle ce emeğin yabancılaşması sorunu ortaya çıkacaktır. Emeğin yaban cılaşması emekle sermaye arasın da uçurum açılması anlamına gelir. Bu durumda ücretli “kendini onay lamaz, kendini yadsır, kendini esen lik içinde duymaz, mutsuz duyar”, giderek kendini köle saymaya baş lar. O artık yabancılaşmış yani bo 4 9 7
YABANCILAŞMA zulmuş bir kişidir; ancak hayvani isteklerini giderdikçe ve çalışmadık ça rahat duyar kendini. En genel çerçevede yabancılaşma, Hegel’ci ve M arx’çı anlamlarının ötesinde bilincin sağlıksız bir gelişim içinde gerçekliğe uymayan ve dolayısıyla kendinde tutarsız bir bilinç duru muna girmesidir. Bu tür yabancı laşmanın neredeyse dönüşsüz ol duğu ve ruhsal yabancılaşmaya ya da hatta çılgınlığa temel olabileceği kesindir. Sorunu irdelemeye Hegel’le aynı çıkış noktasından baş lamak doğru olur. Bilinç herhangi bir şeyi kendinin kılabilmek için ken di dışına çıkar. Bilincin kendi dışı na çıkması onun dağılmaya uğra ması demektir. Dağılmış olan bi linç bütünlüğünü yitirmiş ve ken dine yabancılaşmıştır. Bilinç bu da ğılma serüveninin yöneldiği nesne yi kendinin kılarak bitirir ve bütün lüğüne yeniden kavuşur. Bu girdi ği kendinden çıkm a ve kendine dönme serüveni içinde bilinç ken dini yenilemiş ve hatta yaşadığı dö nüşüm içinde yeni bir özyapı ka zanmıştır. Önemli olan bilincin ken dine aldığı ve kendinde dizgesel ola rak kavramlar düzeni içinde en uy gun ya da en doğru yere yerleştir diği bu bilinç öğesinin bir yanılsa ma olmaması ya da gerçeklikte kar şılığının bulunmasıdır. Doğru diye alınan ama gerçeklikte karşılığı bu lunmayan her öge zihin için bozu cu ya da yabancılaştıncı bir etken dir. Bilinç bir yanlış yönelimle ger çeklikte karşılığı olmayan bir öğeyi 498
doğru diye benimsemişse, o du rumda özünde kendine aykırı ol ması gereken bir bilgiyle biçimsel bir uyum içinde bütünleşmiş de mektir. Bu bilginin bilince katılma sı bilincin sağlıklı yapısını bozacak ve onu kendine yabancılaştırmaya başlayacaktır. Bir bilinç kendi bü tünlüğü ve özgül yapısı içinde tüm nesnel gelişimini geçici bir olgu olan yabancılaşma olgusuyla sağlarken kendiyle kökel bir yabancılık için de değildir. Yanlış bilgi edinen bi linç kökel yani dönüşsüz biçimde kendine yabancı düşecektir. Her bi linç kendinde barındırdığı uyarsız bilgiler ölçüsünde gerçeklikle ters leşirken kendiyle de tersleşecektir, giderek m utsuz ya da bunalımlı bi linç özellikleri gösterecektir. Kökel olarak kendine yabancılaşmış bir bilinç, tutarsız ya da bütünlüksüz bilinç olmakla, yeni yanlışlara açık olacaktır. Ruhsal yabancılaşm a, toplumsal yaşamı olanaksız kılan bir durumdur ve çılgınlıkla eşan lamlı olarak alınabilir. Yabancılaş mış kişi olağan bir insan yaşamı sürdürmekte, özellikle kurallara uymakta yetersiz kişidir. O artık bir yabancıdır (latincede alienus “ya bancı” anlamına gelir), çevreyle iliş kileri kopuktur, tutumu ve dili an laşılır olmaktan uzaktır, davranış ları tümüyle düzensizdir, toplum için tehlike oluşturabilir. Yabancı laşma dehayla ilgili değilse tam ola rak uyumsuzlukla ilgilidir, bu ara da elbette zihnin yetkin olmayışıy la ilgilidir. (Bk. BİLİNÇ)
YANILSAMA YANILGI (lat. error\ fr. erreur, aJm. Irrtum; ing. error). Zihnin bir yanlışı doğru diye benimsemesi. Yanlışı doğru diye belirleyen zihin işlevi. Malebranche şöyle der: “Ya nılgı insanların güçsüzlüğüne neden olur. O dünyada kötülüğü üreten uygunsuz ilkedir. Bize acı veren tüm kötülükleri ruhumuzda yara tan ve sürdüren odur. Sağlam ve gerçek mutluluğa ancak ondan cid di olarak kaçınmakla ulaşabiliriz. Kutsal Kitap bize insanların günah kar ve suçlu oldukları için sefalete düştüklerini öğretiyor: “Onlar ya nılgıya düşerek kendilerini günahın kölesi kılmasalardı ne günahkar ne de suçlu olacaklardı.” Descartes için yanılgının başlıca kaynağı du yulardır. Duyu yanılmalarım usu muzun belirleyici ya da düzeltici gü cüyle etkisiz kılmamız gerekir. Kant yanılgıyı “duyarlılığın anlık üzerin deki gizli etkisi” diye tanımlar. Bazı filozoflar yanılgıyı sağlıklı bilginin çıkış noktası sayarlar. “Yanılgıda şa şılası bir yan yoktur, o her bilginin ilk durumudur” der Alain. Gaston Bachelard da şöyle der: “Bir içten ve ilk yanılgının bilinci olmadan nesnel apaçıklık olmaz.” Filozofa göre “Yanılgı diyalektiğin zorunlu olarak geçilmesi gereken zamanla rından biridir. O çok açık arayışları getirir, bilginin itici öğesidir.” Jean WahFe göre biz “Doğrunun olum lu fikrine ancak yanılgı deneyiyle ulaşabiliyoruz.” Gene de elbet ya nılgı kaçılması gereken bir şeydir ve yanılgılarımızın kaynağı önyar gılar, yöntemsizlikler, alışkanlıklar
olabilir. Lachelier şöyle der: “Fel sefe yanılgıları yavaş yavaş gider mekten başka bir şey değildir, bel ki de biz bu eleştirinin sonunda doğruya ulaşabiliyoruz.” / Cicero: “Yanılmak insana özgüdür, yanıl gılarında ayak direyen yalnızca de lilerdir.” / Seneca: “Yanılgı cinayet değildir.” /AzizAugustinus: “Yanıl mak insanidir, yanılgısında ayak di remek şeytanidir.” / Pierre Char ron: “En küçük yanılgılar her za man en iyi yanılgılardır.” / J. Joubert: “Tüm doğrulardan yanılgıya giden kafalar vardır, tüm yanılgı lardan büyük doğrulara ulaşanlar en m utlu kişilerdir.” / M asillon: “Acılarımızın kaynağı genellikle yanılgılanmızdır.” / Fontenelle: “Ge reksinim duyduğumuz tüm yanıl gıların kaynağı gönlümüzdür.” / O. Wilde: “Deney herkesin kendi ya nılgılarına verdiği addır.” / Leonar do da Vinci: “Az düşünen çolc ya nılır.” (Bk. YANILSAMA, YAN LIŞ) YANILSAMA (lat. illusio- fr. il lusion; alm. Illusion, Täuschung-, ing. illusion). Her türlü algı ve yar gı yanılgısı. Algıları değerlendirme biçimimizden gelen yanılgı. Algıla nanla ilgili yanlış yorum. “Duyu ve rilerinin kötü yorumlanmasından gelen yanılgılı algı” (Foulquié) ola rak yanılsamada alışkanlıklar, ön yargılar, heyecanlar son derece be lirleyicidir. Korkak insan yandaki odadan gelen bir çıtırtıyı hemen hır sızın ayak sesleri olarak değerlen dirir. Bastonun yarısını suya batır- 4 9 9
YANKILAMA dığımız zaman baston kırılmış gibi görünür. Bilinçli kişi bütün bunları usunun belirleyiciliğinde yanılsama olmaktan çıkarır. Yanılsamanın has talıklı bir biçimi de vardır. Hasta da ha önce bazı şeyleri görmüş ya da yapmış olduğuna inanır, bazı insan ları tanımış olduğunu sanır. A.Porot “Yanılsama algılayan kişinin bo zup çarpıttığı gerçek bir algıdır” der. Joubert yanılsamayı duyumla, ya nılgıyı yargıyla ilgili sayar. (Bk. GÖ RÜNÜM, YANILGI, YANLIŞ) YANKILAM A (fr. echolalie\ alm. Echolalie, Echosprache; ing. echolalia, echochasia). Kişinin ken disine söylenilenleri hiçbir şey an lamadan yinelemesi. Yankılama ze ka geriliklerinde ve bunamalarda çok görülen bir durumdur. Yankı lama altı ya da yedi yaşlarda sık görülür. Bunun dışında çabuk etki lenen kişiler de her zaman söyleni lenleri yinelemeye eğilimlidirler. (Bk. ÖYKÜNME, ÖZDEŞLEŞME)
500
YANLIŞ (fr. faute; alm. Fehler, ing. fault). Ahlaki, mantıksal, bi limsel kurallara uymama durumu. Yanlışın temelinde bilgisizlik, dik katsizlik ya da sorumsuzluk yatar. Yazma, konuşma, hesaplama, dav ranma yanlışlarının tümü kuralları hiçe saym aktan gelir. / Diderot: “Dizgeler siyasette felsefedekinden daha tehlikelidir. Filozofu şaşırtan imgelem onu ancak yanılgılara dü şürür, devlet adamını şaşırten im gelem ona yanlışlar yaptırır ve baş kalarını mutsuz kılar.” / Madame
de Staël: “Fetih yenenin dehasın dan çok belki de yenilenin yanlışla rından gelen raslantısal bir durum dur.” / E. Chatelain: “Siyasette her yanlış bir cinayettir.” (Bk. YANIL GI, YANILSAMA) YANSITMA (ir.projection-, alm. Projektion-, ing. projection). Kişi nin kendi duygularını ya da duyum larını bilinçsiz bir biçimde kendi dı şındaki nesnelere ulaması. Kişinin kendi duygularım başkalarında var sanması ya da yapıtlarına dökme si. Yansıtma kişinin dayanılmaz gö rünen duygularından kurtulmasını sağlar. Başka erkeklere eğilim du yan evli bir kadın ikide bir kocasını ihanetle suçlayabilir. Yansıtma biniçaltının önemli düzeneklerindendir. bu düzenek yalnız hastalığa eğilimli kişilerde değil herhangi ki şilerde de belirleyicidir ve elbet ba zı yanlış yargılara yol açabilecek ağırlıktadır. Sağlıklı kişiler sağlam bir özeleştiriyle bu gibi yargılara düşmekten kendilerini koruyabilir ler. Hastalıklı kişilerde yansıtma tü müyle bilinç denetiminin dışında gelişir, bu yüzden tehlikeli boyut lar ortaya koyabilir. (Bk. SAVUN MA DÜZENEKLERİ) YAPAYUYKU (fr. hypnose-, alm. Hypnose; ing. hypnosis). Fiziksel ya da ruhsal etkenlerle yapay ola rak gerçekleştirilmiş uyku durumu. Yapayuyku bazı unutulmuş bilin çaltı öğelerin o rtaya çıkm asını sağlar. Yapayuykunun başlangıcı 1776’ya dayanır. Viyana’lı hekim
YAPISALCILIK Mesmer (1734-1815) bazı sinirli lik belirtilerini mıknatısla giderdiği ni açıklamıştı. M esmer’e göre mık natıstan çıkan güç hastanın bede nine giriyor ve hastayı uyutarak hastalığı gideriyordu. Mesmer bir süre sonra hastayı uyutmak için mıknatısın zorunlu olmadığını gör dü: aynı işi elleriyle de yapabiliyor du. Bilginler Mesmer’i şarlatan ilan ettiler. M esmer’den sonra yapayuyku unutulur gibi oldu. Daha sonra kıgiliz hekimleri M esm er’in açtığı yoldan ilerlediler. Yapayuyku artık belli bir etki altında zihnin yorulup uykuya dalması olarak anlaşılıyor w ağır ameliyatlarda “uyuşturucu” olarak kullanılıyordu. Kloroform bulun d u k tan so n ra yapayuyku aneliyatlarda kullanılmaz oldu. Ya payuyku hiçbir zaman tam anla mında uyku değildir, o deyim ye rindeyse eksikli uykudur; aşın dik katle, kas geriliminin azaltılmasıy la, bir takım el kol devinimleriyle sağlanır; özellikle bakışları uyutu lacak kişinin gözlerinde yoğunlaş tırm anın yapayuyku sağlam ada önemi büyüktür. Kısacası, yapayuyku sağlayabilmek için uygun bir nıhsal ortam yaratabilmek gerekir. Yapayuykuda uyuyan kişi uyutan kişiye tam bir yumuşakbaşlılıkla oymaktadır: onun tüm sorularım yanıtlar, böylece bilinçaltı öğeler bi lince çıkarılır. (Bk. RUHBİLİM) YAPI (lat. atructura; fr. structure\ alm. Struktur, ing. structure). Bir bütün oluşturan öğelerin duru mu. Dayanışık öğelerin oluşturdu
ğu bütün. Birlikteliği bir düzen or taya koyan öğelerin toplamı. Kar şılıklı ilişkileri içinde bir dizge oluş turan parçaların ortaya koyduğu bütün. (Bk. BÜTÜNSELLİK, YA PISALCILIK) Y A PISA LC ILIK (fr. structura lisme', alm. Strukturalismus; ing. structuralism). Bir yapıtı, bir olgu yu, bir değeri toplumsal-tarihsel özellikleri içinde değil de bir bütün olarak kavramayı öngören öğreti. Bir yapıtı öğelerinin karşılıklı ko numuna göre değerlendirmeyi ön gören eleştiri yöntemi. Yapısalcılık her şeyden önce bir eleştiri yönte midir ve bir yapıtı toplumsal-tarih sel oluşum koşullarından koparmaksızın ele alıp inceleyen toplum sal eleştiri anlayışına karşıt bir an layış içindedir. Yapısalcı bakış açısı dili, sanat yapıtını, toplum düzeni ni ve daha başka yapıları bağırfısız ya da koşullanmamış bir dizge ola rak görür, bu yapıların kendi öğe leri arasındaki bağlarla kavranabi leceğim düşünür. Yapısalcılık ilk an latımını dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün öğretisinde bulmuş tur. Buna göre her dil yapılaşmış bir bütündür, tüm dilbilgisi tanıtla maları zorunlu olarak yapısal tanıt lamalardır. Yapısalcı dilbilim anla yışına göre her dil kendi özellikle riyle apayrı bir bütün oluşturur. Her dil özgül bir dizge olmakla apayrı bir yapıdadır. Saussure’ün öğretisi budunbilimci Levi-Strauss’un gö rüşleriyle bütünlenir. Levi-Strauss budunbilimi düşünsel yapıların ge- 501
YAPTIRIM niş çerçeveli araştırması olarak gö rür. Budunbilimde en önemli araş tırmalar düşüncenin gizli ya da bir çırpıda görünmeyen özellikleriyle il gilidir. Buna göre budunbilimi bi linçaltı ruhsallığın bilimi olarak da tanımlayabiliriz. Levi-Strauss’un geliştirdiği yapısalcı anlayış evrim düşüncesinin tümüyle dışında ka larak her yapıyı indirgenemez bir dizge olarak değerlendirir. Yapısal cılık günümüzde en geniş boyut larda edebiyat eleştirisine uygulan maktadır. Rolland Barthes gibi ya zarların öncülüğünde gelişen bu eleştiri anlayışı yapıtı kendisi ola rak tüm öğeleriyle kavrayıp değer lendirmeyi öngörür. Ruhbilimde ya pısalcılık işlevsel ruhbilimin karşı sında yer alır. İşlevsel ruhbilim zi hinsel süreçleri dinamik açıdan in celer, buna karşılık yapısalcı ruh bilimin yöntemi biçime yöneliktir, ruhsal olguları öğelerine (duyum, imge) ayırarak çözmeye, sonra bu öğelerin boyutlarını (yoğunluk, sü re) belirtmeye dayanır. Böyle ol makla yapısalcı ruhbilim ayrıştırmalı ruhbilimdir. (Bk. BİÇİM, DİL, DİLBİLİM, YAPI) Y A P T IR IM (fr. sanction; alm. Sanktion; ing. sanction). Bir yasa yı geçerli kılma yolunda uygulanan ceza, bazen de verilen ödül. Bir yanlışı dengelemek için verilen ce za. B ir yasaya ya da bir kurala karşıt bir eylemi önlemek üzere kurulmuş ceza uygulaması. (Bk. YASA) 502
Y A RAD ANCILIK (fr. déisme; alm . D eism u s; ing. d eism ). Tanrı’nın varlığını benimsemekle birlikte tanrısal açınımı ve dini yad sıyan öğreti. Terimi XVI. yüzyılda Sozzini’çiler kendilerini tanrıtanı mazlardan ayırmak için kullandılar. Pascal tanrıtammazcılığı da yaradancılığı da hıristiyan inancına ay kırı buluyordu: “Tanrı’yı İsa dışın da arayan tüm insanlar hıristiyan dininin tümüyle dışladığı iki şeye, tanrıtanımazlığa ya da yaradancılığa düşüyorlar.” (Bk. DİN, TANRI) Y A R A R C ILIK (fr. utilitarisme; alm. Utilitarismus; ing. utilitarianism). Yararcı anlayış. En yüce de ğeri yararlılıkta gören, eylemlerimi zin temelinde kişinin ya da toplu mun yararına yönelik eğilimleri bu lan öğreti. İngiliz filozofları Bentham, John Stuart Mili ve Herbert Spencer’in düşüncelerinde anlatı mını bulan yararcılık yararı en yü ce değer olarak belirler. Buna göre yararcılık her şeyden önce teme linde haz ilkeleri bulunan bir ahlak anlayışıdır. Bentham ahlakla ilgili görüşlerini “hazlar aritmetiği” for mülü üzerine kurar. Bentham’a gö re hazlar birbirlerinden niteliksel olarak ayrılmazlar, onları değerli kı lan yoğunlukları ve süreleridir. Mili yüce hazlarla aşağı hazlan birbirin den ayırır, yüksek hazların temeli ne iyilik ve doğruluk fikrini yerleşti rir. Spencer evrim i m utluluğun kaynağı olarak görür. Ona göre bi reylerin mutluluğu evrim içinde git tikçe artan bir genel mutluluğu ge-
YARATMA tirecektir. M utluluklar arasında mutlak uyumun gerçekleşmesi in san toplumunu bir ödev toplumu olmaktan ötede bir istek toplumu durumuna getirecektir. (Bk. EV RİM, HAZ, HAZCILIK, MUTLU LUK) Y A R A R L I (lat. utilis', fr. utile', alm. nützlich', ing. useful). Değeri kendinden değil bir amacı gerçek leştirmekte iyi bir araç olmasından gelen. İnsan yaşamı için gerekli olan, yaşamı kolaylaştıran ya da yaşama m utluluk getiren. İnsani gereksinim leri karşılayan. Marx şöyle der: “Sunulan ürün kendinde yararlı değildir. Onun yararını be lirleyen tüketicidir.” YARATMA (lat. creatio', fr. créa tion', alm. Schöpfung, Schaffen', ing. création). Özgün bir şeyi do ğal gereçleri kullanarak üretme. Ya ratma kavramı hem dinle hem es tetikle ilgilidir. Dinsel anlamında ya ratma en yüce varlığın tüm varlığı hiçten varetmesi anlamına gelir. Yu nan düşüncesinde yaratma kavra yışı yoktur: dünya türemiş bir dün yadır, tanrılar da onda varolmuş bir olan şeyler olarak bulunurlar, on ların hiçbir yaratıcı hatta kökten de ğiştirici gücü yoktur. Buna göre Aristoteles de yaratma fikrinden uzaktır, onun dünyası öncesiz-sonrasız bir dünyadır. Descartes ve skolastikler sürekli yaratma fikrini getirmişlerdir, buna göre Tann her an dünya üzerinde tam anlamında etkindir. Malebranche’m düşündü
ğü gibi, Tanrı artık dünyanın va rolmasını istemese dünya yokolup gidecektir: “Dünya varlığını sürdü rüyorsa, Tanrı dünya varolsun is teğini sürdürdüğü içindir.” Aziz Tommaso dünyanın varlığını sür dürmesi için hep yeni bir eylem ge rekmediğini, ona varlığını veren ey lemin sürdüğünü düşünür. Kant için yaratma sorunu usun çatışkılarıyla ilgilidir ve çözülemeyecek bir so rundur. Spinoza şöyle der: “Yarat ma etkin nedenden başka nedenle rin gerekmediği bir işlemdir, bir başka deyişle yaratılmış bir şey va rolmak için kendinden önce Tann ’dan başka bir şeyi gerektirme yen şeydir.” Estetik anlamında ya ratma doğal gereci kullanarak gü zeli gerçekleştirmek adına bir yapıt ortaya koymaktır. Bu anlamda ya ratma bileştirmeden başka bir şey değildir. Dinci görüş bu bileştirmeyi yoktan varetmekle bir tutarak za m an zam an sanatsal yaratm ayı mahkum etmiştir. Sanatçı doğal ge reci kullanarak insan boyunda ya ni küçüklüğüyle ve büyüklüğüyle insan algısını aşmayan yapıtlar ku rar. Bileştirmek bir araya toplamak değil, özgün bir yapı oluşturmak tır. Bu yüzden Henri Delacroix şöy le der: “Her bileşim kendini oluştu ran kurucu öğeleri aşar. Her bile şim yaratıcıdır.” Hiçbir bileşim ras gele toplama değildir. Her bileşim bir fikrin gerçekleşmiş bir biçimi dir. H er sanat yapıtı b ir fikrin açınımıdır. Yapıttan önce fikir var dır, yapıt bu fikre göre oluşturulur. Fikir gerçekleşti mi yaratıcı zihin o 5 0 3
YARATMA fikri en iyi dışlaştıracak bileşimi ara maya çıkacaktır. Buna göre yarat ma süreçleri boyuncagüzel’in olu şumunu iki ayrı çerçevede ele al mak gerekecektir: fikrin gerçekleş mesi ve fikrin dışlaşması ya da so mutlaşması. Öyleyse yaratmak ön ce bir düşünceyi sonra da bir eyle mi gerçekleştirmektir. Sanatsal fi kir ussal ya da gidimli düşünce çer çevesinde ortaya konulamaz: o an cak bir sezgide zaman zaman us sallığa da başvuran bir derin kav rayışta kendini gösterir. Sanatsal fi kir sezgide açılır ve duyulur duru ma girer. Fikir’in belirmesi esinle ilgilidir ya da fikir esinde cisimleşir. Esin zihnin bir fikri üretmesi ve sonra onu görünür ya da duyu lur kılmasıdır. Hiçbir fikir yoktan varolmaz, her fikir kavramların ve kavramlarla örülmüş başka fikirle rin ürünüdür. Henri Delacroix şöyle der: “Birçok estetik esin durumuy la ilgili dikkatli bir inceleme sanırız şunu ortaya koyacaktır: çok zaman esinde yeni gibi görünen fikir sa natçıyla yaşamış, onda gelişmiş ve bir an gelip yeni değeri kazanmış eski bir fikirdir. Çok zaman onun örtülü, keşfedilmemiş kaldığı, son ra esin biçiminde kendini ortaya koyduğu görülür: bilinçsiz ya da bi linçli hazırlığı oluşturan budur, esin onun sonucundan başka bir şey de ğildir.” Fikrin esinle oluşumu este tik nesnenin bir taslak olarak belir mesidir. Zihin fikir’i doğrudan doğ ruya kendinden getirebilir, kendi gereçlerinden derleyebilir, ayrıca fi kir zihin’le dış dünyanın ortak bir
yapımı olabilir. Bilinç kendindeki ya da kendi dışındaki bir nesneyi pa ranteze aldığı zaman estetik nesne gerçekleşmiş olur. Bu öznenin nes neyi belirlemesi olduğu kadar nes nenin özneyi belirlemesidir. Esinin gerçekleşmesiyle ortaya çıkan fi kir özneyle nesnenin bütünleştiği yerdir ya da ortamdır. O zaman öz ne kendini nesneyle sarılmış duyar, oysa o ne ölçüde nesneyle sarılmış sa o ölçüde nesneyi kavramıştır. Estetik nesnenin gerçekleşmesi bir heyecan konusudur ya da estetik nesne bir heyecanla kendini ortaya koyar. Flaubert şöyle der: “Michelangelo, ben yaklaştığımda mermer titriyor derdi: gerçek olan Michelangelo’nun mermere yaklaştığın da titrediğiydi.” Esin yalnızca bir başlangıç noktası değildir, yalnızca ilk dizeyi yazdıran etkinlik değildir. Esin yaratm a süreçleri boyunca karşı konulmaz bir heyecan içinde sık sık kendini gösterir. Gerçekte sanatta dışlaştırılan şey bir fikir ol maktan çok bir fikirler karmaşığı dır. Henri D elacroix şöyle der: “Esinle yaratmayı karşıt durumlar saymak doğru değildir. Yaratma sı rasında esin yeniden kendini gös terebilir. Bazı sanatçılarda yaratma esin edimlerinin birbirini izleyişin den başka bir şey değildir. Yapıtın doğuşunu kendiliğinden bir güce, gelişimini de düşünsel bir yetiye bağlayıp çıkmak doğru değildir.” Esinde beliren fikir yapıtın basit bir özeti ya da taslağı olmaktan çok bir çıkış noktasıdır. O kendine en uy gun anlatım özelliklerini kazanarak
YARATMA somutlaşmaya yani yapıtlaşmaya eğilimlidir. Fikrin dışlaştırılmasına yani yapıta götürülmesine gelince, bu oldukça uzun yaratma çabasını gerektirebilir. Esin ya da fikrin sez gisi her şey demek değildir, ayrıca yaratmada gidimli düşüncenin de belli bir katkısı vardır. Bir başka deyişle, yaratan düşünce yalnızca se z e n d ü şü n c e d eğ ild ir, aynı za m a n d a ta rtış a n d ü şü n ced ir. Hegel şöyle der: “Belirlemeyi, ayır mayı, seçmeyi bilen düşünme ol maksızın sanatçı ele almak istediği konuya egemen olamaz, buna gö re gerçek sanatçı ne yaptığını bil mez diye düşünmek gülünçtür.” Bu noktada, bilimde ve felsefede de ol duğu gibi, düşsellikle ussallığın or tak çabasına gereksinim vardır. Fik rin dışlaştırılması ya da somutlaş tırılması onun kendine en uygun şe maya götürülmesidir. Burada şe mayı kaba bir belirleyen olarak dü şünmemek gerekir. Sanatın şema ları karmaşıktır, sanatsal şemacılık gerçekte şemacı olmayan bir şemacılıktır. Olmuş bitmiş bir bütün lük ya da yetkin bir bütünsellik ola rak sanat yapıtı öznel-nesnel bir duygu-düşünce bütünü olan fikir’in dışsallaşmış biçimidir. O izleyicinin algısında şema olmaktan öteye ge çecek ve içselliğe kavuşacaktır, du yurduğu anlamlarla bir heyecan ko nusu olacaktır. İşte güzel dediğimiz şey bu şemanın duyu organlarımızla algılanan, yani duyumsal düzeyde kendini ortaya koyan, duygu ve dü şünce düzeyinde haz veren oluşum özellikleridir. Sanatta haz duyum
düzeyinde, duygu düzeyinde ve düşünce düzeyinde ama bir bütün olarak kendim duyurur. Güzelliğiyle ilgimizi çeken şemayı ya da biçim sel yapıyı ayrıştırdığımızda, onun ritmik bir yapıya sahip olduğunu, ritmik özellikler taşıyan simgeler den kurulmuş olduğunu görürüz. Buna göre güzel ritmik-simgesel bir yapı ortaya koyar diyebiliriz. Her yapıtın yaşamın çeşitli ritmlerinden gelen özel ritmik bir yapısı vardır, her yapıt bir ritmler karmaşığıdır. Simgeler biçimbozmalarla ya da özel bileşimlerle elde edilir. Bayer şöyle der: “Her sunumsal görü ke sin biçimde simgeseldir: bu görü, büyük ölçüde simgelere başvurma gereksinimi içinde, gerçeğin imge sini elde etmek üzere gerçeğin bi çimini bozar.” Her simge içi anlamla dolu özel bir yapıdır. Simgelerin an lamlan hep birlikte bizi kendilerini yaratmış olan fikrin bir benzerine ulaştırır. Yaratmaya temel olan fi kir sanatçının kendi fikridir. Bizi doğrudan o fikrin kendisine ulaştı racak rahat ve düz yollar yoktur. H. Delacroix şöyle der: “Sanatçı sa natında kendi evindedir. Bu bir dün yadır. Sanatçının yatkınlığı genel likle tam anlamında özelleşmiştir. Sanatçının sanatında da kendi özel liği, kendi özel temaları, kendi ge reci vardır.” Böylece güzel sanatçı nın dünyasıyla bizim dünyamız ara sında orta bir yerde durur. O bir soyutlamadır, aynı zamanda bir somutlamadır. Yapaylığıyla ya da ger çeğe aykırı düşen gerçekliğiyle gerçektir. Güzel hem bizimle bir 5 0 5
YARGI birlik kurar, hem kendi içinde bütünlüklüdür. Güzel bizimle k a rşı laşırken kendi içinde de çelişir. Res sam Eugène Delacroix şöyle der: “Güzel, bir çiftliğin kalıtı gibi akta rılmaz ya da verilmez. O, birbirini izleyen sürekli çabalardan başka bir şey olmayan dirençli bir esinin ürü nüdür. Yaşamaya yönelen her şey gibi acılarla ve yırtılmalarla içten ge lir.” (Bk. ESİN, ESTETİK, GÜ ZEL, RİTM, SANAT, SİMGE)
506
Y A R G I (fr. jugem ent-, alm . Urteil; ing. judgement). Kavram lar ya da fikirler arasındaki ilişkiyi belirleyen zihin işlemi. İki ya da da ha çok terim arasındaki ilişkiyi be lirleyen zihin işlemi. İki ya da daha çok nesne arasındaki ilişkinin ger çekliğini benimseyen ya da yadsı yan önerme. U savurm a yargılar arasındaki ilişkiyi belirlerken yargı da kavramlar ya da fikirler arasın daki ilişkiyi belirler. Kant yargıyı “kuralların altına koyma gücü” ola rak tanımlar ve “Bir yargı belli bil gileri bilinçlenmenin nesnel birliği ne götürme biçiminden başka bir şey değildir” der. Buna göre Kant için yargıda bulunmak bir şeyin bel li bir kurala uyup uymadığını belir lemektir. Kant yargılan dörde ayı rır: nicelik yargıları (evrensel, özel, tekil), nitelik yargıları (olumlu, olumsuz, belgisiz), bağıntı yargı ları (belirleyici, varsayımsal, bağ laçlı), kiplik yargıları (sorunlu, savlı, zorunlu). Kant yargıları ayrıştırmalı ve bileştirmeli olmak üze re ikiye ayırır. Ayrıştırmak yargı
lar yüklemin öznede içerilmiş ol duğu yargılardır, bunlar a p rio n ’dirler, deneyle ilgili değildirler. Bi leştirmeli yargılar, tersine, yükle min öznede içerilmiş olmadığı yar gılardır, bunlar a posteriorV dirler, deneyle ilgilidirler. “Yetkin varlık doğrudur” dediğim zaman ayrıştırmalı, “Adam oturuyor” dediğim za man bileştirmeli bir yargı ortaya koym uş olurum . B u sınıflam a mantıkta genelgeçer olan bir sınıf lamadır. Kant da bu sınıflamayı be nimser. Kant’ın getirdiği yenilik bileşimsel a priori yargılar’in varlı ğını benimsemek olmuştur. Bunlar hem bileşimseldirler: bunlarda yük lem öznede içerilmiştir, hem de a prz'orf dirler,bunların zorunlulukları deneyi aşmaktadır. Bilimin asıl ama cı bu tür yargılar ortaya koymak olmalıdır. Örneğin “Her olumsal varlığın bir nedeni vardır” dediğim de bu tür bir yargı belirlemiş olu rum. Varoluş yargılarıyla değer yar gılarım da birbirinden ayırmamız ge rekir. Varoluş yargıları herhangi bir gerçekliği ortaya koyan yargılardır (yağmur yağıyor). Değer yargıla rı niteliksel çerçevede bir değer be lirleyen yargılardır (bu tablo çok gü zel). Değer yargıları özellikle ahla kın ve sanatın alanında geçerlidir. (Bk. USAVURMA) Y A R G IG Ü C Ü (alm . Urteilskraft). Kant’da değer yargısı orta ya koyabilme gücü. Kant estetikle ilgili görüşlerini 1790’da yayımla nan Kritik der Urteilskraft'da (Yargıgücünün eleştirisi) açıklamıştır.
Kant 1781’de yayımlanan Kritik der reinen Vemunft’da (Salt usun eleştirisi) deneysel düşüncenin ya da bilim düşüncesinin, olguların belirlenim düzeniyle ilgili düşünce nin, ayrıca özgür arayışı belirleyen ussal düşüncenin koşullarını gös termişti; 1788’de çıkan Kritik der praktischen Vernunft'da (Uygula malı usun eleştirisi) ahlak sorunları çerçevesinde özgür düşüncenin ko şullarını göstermişti. Yargıgücü bi lim düşüncesiyle özgür düşünce arasında yer alır. Salt usun eleşti risi’nde yer alan anlık bir kavram lara dayanarak kavrama yetişiy ken anlığın bir edimi olan yargıgü cü bir şeyin bir kurala uyup uy madığım belirleme yetisidir. Kant Yargıgücünün eleştirisi’nde iki çe şit yargı belirler: belirleyici yargı ve yansıtıcı yargı. Bilimle ilgili olan belirleyici yargıda bir nesneyi va rolan bir kuralın altına yerleştiririz, oysa estetikle ilgili olan yansıtıcı yargıda bir nesneden bir kurala yükseliriz. Bir başka deyişle bir ö z e ld e b ir ev re n se li bu lu p çıkarmaya yöneliriz. Yansıtıcı yar gıda yani beğeni yargısında öznelle nesnel bütünleşir. Kant şöyle der: “Genel olarak anlık kurallar yetisi olarak tanımlanırsa, yargıgücü ku rallar altına koyma yetisi yani bir şeyin belli bir kural altında olup ol madığını anlama yetisidir.” Belirle yici yargıda bir özeli bir evrensele bağlarız ya da onun zorunlu olarak bağlandığı evrenseli gösteririz. Yansıtıcı yargıda bir özele uygun evrenseli ararız. (Bk. ESTETİK,
GÜZEL, SANAT) YASA (lat. lex; fr. loi; alm. Gesetz; ing. law). Genel ve buyu rucu kural. Bir toplumun yetkele rince çıkarılan ve tüm üyelerin uy mak zorunda bulunduğu formül ya da formüller toplamı. Doğa olgu ları arasındaki zorunlu ve sarsılmaz ilişki. “Yasa” kavramıyla “kural” kavramı çok yerde birbirine karışı yor. “Yasa” terimi daha çok doğa olguları arasındaki değişmez ilişki lerle ilgili olmak gerekir. Yetkelerce çıkarılan uyulması zorunlu for müller özellikle “kural” olarak be lirlenebilir. Çünkü kural bilincin ve istemin gereklerine göre koyulan şeydir, yasa da bilincin ve doğanın koşullan çerçevesinde ortaya çıkarılan’dır. Ne var ki gündelik ko nuşmanın gerekleri hukukla ilgili ku rallara da yasa demeyi gerektir mektedir. Ahlak, din, hukuk; este tik gibi kuralkoyucu (fr. normatif, aim. normativ; ing. normative) bil gi alanları yaşam koşullannın özel liklerine göre uyulması gereken bir takım kurallar belirlerler. Bilim çer çevesinde yasa deney yoluyla ol gular arasındaki zorunlu ilişkilerin belirlenmesi sonucu ortaya çıkan formüllerdir. Bu çerçevede her ya sa tümevanmla elde edilir: aynı ol guyu birçok defa gözlemleriz ve de ğişmezdi bulduğumuz anda yasaya yükselmiş oluruz. Yasanın doğru lanması gene deney yoluyla olacak tır: yasadan olguya yöneliş bir tüm dengelim çabasını gerektirecektir. Bu da ya sözkonusu olgunun labo-
YASA ratuvarda yeniden oluşturulmasıy la ya da doğada yeniden gözlemlenmesiyle olacaktır. En eski top lumlar doğa yasası kavrayışına gök leri gözlemleyerek ve böylece gök bilimin temelini atarak ulaştılar. Henri Poincare “Gökbilim bize ya saların varlığını öğretmekle kalma dı, bu yasaların zorunlu olduklarını da öğretti”der. Poincarö’ye göre “B ilim sel yasalar yapay yasalar değillerdir. Onları olum sal diye belirlem em iz için hiçbir neden yoktur.(..) İnsan zihninin doğada bulduğuna inandığı uyum zihnin dışında varolabilir mi? Hayır, elbette kendisini kavrayan, gören, sezen düşünceden tümüyle bağımsız bir gerçeklik olası değildir. (..) Ancak nesnel gerçeklik dediğim iz şey sonunda birçok düşünen varlıkta ortak olan ve herkes için ortak olabilecek olan şeydir. Bu ortak yan (..) belki de matematiğin yasalarıyla açıklanmış uyumdan başka bir şey değildir. “ Bergson şöyle der: “Do ğanın belli bir düzeni var, bu düzen kendini yasalarla ortaya koyuyor: olgular bu düzene uymak için bu yasalara ‘başeğeceklerdir’. Bilim adamı yasanın olgulara egemen ol duğuna, sonuç olarak Platon’da şeylerin düzenlerini kurmalarını sağlayan İdea gibi onları öncelediğine inanmaktan kendini alamaz.” L. de Broglie de şöyle der: “Doğa yasaları vardır demek olgular de ğişmez bir düzende birbirlerine bağ lanırlar ve bir koşullar toplamı ger çekleştiğinde şu olgu zorunlu ola 508 rak kendini gösterir dem ektir.”
Toplum yasalarına gelince, bunlar her toplumun kendi yapışma, ken di anlayışına, kendi değerlerine uy gun olarak ortaya koymuş olduğu yaşam formülleridir. Bu formüller uygulanabilir oldukları ölçüde kalı cı olacaklar, yaşam koşullan değiş tikçe de geçerliliklerini yitirecekler dir. Bu yüzden her yasa ortaya çık tığı toplumun renklerini taşır. “Ya salar güçlerini göreneklerden alır” der Helvetius. “Yasalar alışkının kö leleridir” der Plautus da. Her yasa kesinliğiyle ya da katılığıyla belir gindir. Bir latin atasözü bunu şöyle belirtir: D ura lex se d lex (Yasa katıdır ama yasadır). Yasalann katı olmasından yana olanlar vardır. J.L. Mercier “Pısırık bir yasa her za man kötü bir yasadır” der. Danton “Yasa korkunç olsun, her şey düze nine girsin” ister. Vaktiyle Sparte kralı Pausanias şöyle demiştir: “Ya sa insanlar üzerinde yetke olmalı dır, insanlar yasa üzerinde değil.” Ancak yasalara güven genelgeçer gibidir: hemen herkes yasadan ya nadır. “Yasanın bittiği yerde zor balık başlar” der W. Pitt. “Bir halk yasalar güçlü olduğu zaman güçlüdür” der Publilius Syrus. Öte yandan Anatole France yasaların ahlaki yönünü belirlemek için şöy le der. “Yasalar doğru olursa insan lar da doğru olur.” Camille Des moulins sorunu istem açısından ele alır:“Bir ulusun istemi yasadır.” Ya salara güvenmeyenler de vardır. A. Vermorel şöyle der: “Siyasal dilde özgürlük denilen şey yasalar yap ma hakkıdır yani özgürlüğü zinci
re vurma hakkıdır.” Tacitus da vak tiyle şöyle demişti: “Devlet bozul dukça yasa çıkar.” Yasa düzeni en eski uygarlıklardan bu yana tüm toplumlarda şu ya da bu biçimde geçerli olmuştur. Eski toplumlarda kargaşık bir düzen ortaya çıktığın da yani toplumsal denge bozuldu ğunda yöneticiler yasakoyucu ol muşlardır. Sümerlerde Urukagina, Ur-Nammu, Lipit-İştar, Asurlular döneminde Babil kralı Hammurabi yasakoyucu krallar oldular. Yuna nistan’da tiranlık görevi yapan ki şilerin en ünlüsü olan Atina’lı So lon Atina’nın kargaşık bir dönemin de koyduğu ve uyguladığı yasala rıyla ünlü oldu. Gerçek anlamda ya sa gereksinimi Yeniçağ’ın karma şık yapılı toplumlannda ortaya çık mıştır. Yeniçağ’m başlarındaki mutlakyönetimlerde kralın sözü yasa yerine geçiyordu. Her mutlakyönetim düzeninde krallığın yüce yasa larından sözedilse de yazılı herhangi bir yasa yoktu, daha doğrusu kra lın yetkesini azaltacak ya da sınır layacak herhangi bir anayasa dü zeni yoktu. Yasa gereksinimi özel likle XVIII. yüzyıldan sonra ken dini gösterdi. Biz bu gereksinimin en yoğun anlamını Montesquieu’de buluyoruz. Montesquieu özellikle çağın kurumlarım eleştirir, özgür lüğün önemini ve değerini tartışır: ona göre insan Tann’nın koyduğu yasaları durm adan bozar, kendi koyduğu yasaları durmadan değiş tirir. M ontesquieu “Ben yasaların bedenini değil ruhunu arıyorum” der. M ontesquieu’nün Yasaların
ruhu adlı yapıtı çağdaş yasa düze ninin temel kitabı gibidir. “Yasa ge nel olarak yeryüzünün tüm halkla rını yöneten insan usudur” der Montesquieu. Ona göre “Yasalar da belli bir saflık olmalıdır. İnsan ların kötülüklerini cezalandırmak için yapılmış olan yasalar kendile rinde büyük bir masumluk taşıma lıdırlar.” M ontesquieu şöyle der: “Yasalar en yaygın anlamında şey lerin doğasından türemiş ilişkiler dir; bu anlamda tüm varlıkların ya saları vardır, tanrısallığın yasaları vardır, maddi dünyanın yasaları vardır, insandan üstün ruhların ya saları vardır, hayvanların yasaları vardır, insanın yasaları vardır.” Montesquieu, Spinoza gibi düşü nür. Tann’nm evreni gelişigüzel bir istemle değil kendi yasalarına göre yarattığına ve kurduğuna inanır: “Yaratan bu kurallar olmadan da dünyayı yönetebilirdi görüşü saç madır, çünkü dünya bu kuralların dışında varolmayacaktı.” Montesquieu’ye göre, yasalardan ötürü “Her çeşitlilik bir tekbiçimciliktir, her değişim birkalıcılıktır”. Gerçek te “İnsan dünyasının da fiziksel dünya gibi iyi yönetilmesi gerekir. Çünkü insan dünyası doğası gere ği değişmez olan yasalara sahip ol makla birlikte bu yasaları fizik dün yanın kendi yasalarını izlediği gibi izlemez. Çünkü düşünen tek tek varlıklar kendi doğalarıyla sınırlıdır lar ve buna göre yanılmaya eğilim lidirler, öte yandan kendilerine gö re eylemde bulunmaları doğaları gereğidir. Bu yüzden onlar kendi
YAŞAM ilkel yasalarım sıkı sıkıya izlemez ler ve kendileri için koydukları ya salara her zaman uymazlar.” Kısa cası, insanın uyduğu yasallık do ğanın uyduğu yasallık kadar belir lenmiş ya da belirleyici değildir. “İn san, fiziksel bir varlık olarak, tüm öbür varlıklar gibi, değişmez yasa larla yönetilmektedir, ancak, düşü nen bir varlık olarak o, Tanrı’nın koyduğu yasaları değiştirir. Onun kendini yönetmesi gerekir, bunun la birlikte o sınırlı bir varlıktır, tüm sınırlı varlıklar gibi bilgisizliğe ve yanılgıya yatkındır.” Şöyle der Montesquieu: “Ben bir ülkeye git tiğim zaman burada iyi yasalar var mı diye araştırmıyorum, olan ya salar uygulanıyor mu uygulanmı yor mu diye araştırıyorum, çünkü her yerde çok iyi yasalar var.” Montesquieu’ye göre “Yararsız yasalar gerekli yasaları zayıflatmaktadır.” / Honoré de Balzac: “İnsan yasala rı tutkuların ışığında yargılar.” / E. Burke: “Yasalar da evler gibi bir birlerine yaslanırlar.” / Pindare: “Ya sa, dünyanın, insanların ve tanrıla rın kraliçesi.” / Caius Petronius Arbiter: “Paranın egemen olduğu yer de ne yapabilir yasalar?” / Plautus: “Yasa zenginlerle yoksullara aynı hakkı vermez.” / C.C. Colton: “Ya sa ve dürüstlük Tanrı’mn birleştir diği, insanın ayırdığı iki şeydir.” / J. Perk: “Gerçek özgürlük yasala ra başeğer.” / Lope de Vega: “Ya sanın kötülüğü doğurduğunu gör müyor musun?” / Carlo Dossi: “Ya sa tüm sefiller için aynı şeydir.” / 1. Kant: “Başımın üstünde yıldızlı
gök, yüreğimin derininde ahlakın yasaları.” / Shakespeare: “Yasa uyuyor olsa da ölm em işti.” / J. Swift: “Yasalar örümcek ağlarına benzerler, küçük sinekleri tutar, eşekanlarını veyabananlarım geçi rirler.” / Şolohof: “Yaşam insanla ra hiçbir yerde yazılı olmayan ya salarını yazdırır.” / Diderot: “A n lamsız yasalara bu yasalar düzelti lene kadar karşı çıkacağız ve o za mana kadar onlara körükörüne başeğeceğiz.” / Camus: “İnsanın en büyük sıkıntısı yasasız yargılan maktır.” / Vauvenargues: “Yasalar dan daha ciddi olan insan tirandır.” (Bk. ADALET, HUKUK) YAŞAM (lat. vita\ fr. vie; aim. Leben; ing. life). Canlı varlıkların varlıklarını sürdürme etkinliklerinin bütünü. Bir bireyin varlığını sürdür me etkinliklerinin başladığı noktayla bittiği nokta arasında kalan süre ve bu süreyle ilgili olaylar. Canlıların doğumdan ölüme kadar süren va roluş etkinlikleri toplamı. Canlıla rın, özellikle insanın varoluş etkin liklerini sürdürm e biçim i. Paul Foulquie yaşamı “Varoluşun ve or ganik etkinliğin belirleyici olguları nın, incelenmesi biyolojinin konu su olan o lg u la rın ilk e si diye tanımlar.” Yaşam denilince her şey den önce canlıların başta üreme ve beslenme olmak üzere tüm varo luş etkinliklerini düşünürüz. Ancak insan için yaşam biyolojik çerçe vede kalmaz, duygusal ve düşün sel etkinlikleri de içerir. Çünkü in san yalnızca biyolojik bir varlık de
YAŞAMSALATILIM ğil aynı zamanda bilinçli bir varlık tır. Platon’un A>/'fo«’unda şu sözü okuruz: “Önemli olan yaşamak de ğil iyi yaşamaktır.” İnsan yaşamı hayvanların yaşamı gibi tek boyut lu değil üç boyutludur: onun bir geçmişi, bir şimdisi, bir de gelece ği vardır. Her insan bireyi geleceğe açık bir varlıktır yani uman ve ta sarlayan bir varlıktır. İnsan saygı sının temelinde de bir somut ger çeklik yatar: geleceği olan bir var lık umut eder, umut eden her var lık saygıdeğerdir. M.Ö. IV. yüzyıl da Theokritos “Yaşam varsa umut da vardır” diyordu. Montaigne ya şamın insan etkinlikleriyle bir an lam kazandığını düşünür ve “Ya şam kendinde ne iyi ne kötüdür, yaşam sizin yapıp ettiklerinize gö re iyinin ve kötünün yeridir” der. Yaşamak, her durumda insani et kinlikler ortaya koymaktır. “Yalnız varolmak yetmez, yaşamak da ge rekir” der Plutharkos. Filozoflar yaşamın kolay bir iş olmadığını, er demli yaşamanın bir sanat olduğu nu düşünürler. “Yaşamı öğrenmek için bütün bir yaşam gerekir” der Seneca. Yaşamı kısa ve geldigeçti görenler çoğunluktadır. Varron “İn san bir sabun köpüğü gibidir” der. Latinler yaşamı düşüncenin teme line yerleştiren formülü verdiler: “Primum vivere, deinde philosophari” (Önce yaşamak sonra felse fe yapm ak). Yaşam her zam an ölümle birlikte anılır. Düşünürler de herkes gibi ölümü yaşamın bir gerçekliği o larak yaşarlar. Seneca “Tüm yaşam ölüme doğru bir yol
culuktur” der. K onfuçius sorar: “Yaşamın ne olduğunu bilmeyince ölümü nasıl tanıyacağız?” / Samuel Butler: “Yaşam yetersiz öncüller den yeterli sonuçları çıkarma sa natıdır.” / H. Havelock Ellis: “Ya şam bir sanat gibi alınabilir.” / Shakespeare: “Yeterince yaşadım; yaşamımın yolu şimdi sararmış ve kurumuş yapraklar arasında yitip gidiyor.” / H.F. Amiel : “Her yaşam kendi sonunu k u ra r.” / S aintExupéry: “Sonsuzluk için değil de kendi yaşamı için çalışıyorsa insan dan h iç b ir şey u m m a.” / R. Vailland: “Yaşam bana tüm biçim lerinde (..) dramatik olarak düşü nülebilir ve açıklanabilir görünü yor.” / A. Camus: “Çözüm ölümse doğru yolda değiliz demektir. Doğ ru yol yaşama, güneşe götüren yol dur.” (Bk. ÖLÜM) YAŞAM ADÖNÜŞ (fr. révivis cence; alm. Wiederaufleben; ing. reviving). Bir süre unutulmuş olan ruhsal durumların yeniden ortaya çıkması. YAŞAMSAL A T IL IM (fr. élan vital). Bergson felsefesinde yaşa mın kökel atılımı. Bergson şöyle der: “Bu yaşamın kökel atılımıdır, terimler arasında bağlantı çizgisi oluşturan gelişmiş organizmaların aracılığıyla bir tohum oluşumundan sonraki bir tohum oluşumuna ge çer.” Bergson’a göre evrende her şeyi yaşamla, yaşam sal atılım la açıklamak gerekir. Bergson’a göre yaşam bizim şu küçük dünyamızla
YAŞAMSALCILIK sınırlı değildir, evrenseldir. Her şe yi, maddeyi de yaşamsal atılımla açıklamamız gerekir. Yaşamsal atı lıma canlı atılım da diyebiliriz. Y A ŞA M SA LCILIK (fr. vitalism; alm. Vıtalismus', ing. vitalism).Yaşam olgularının fiziksel ve kimya sal olgulara indirgenemeyeceğini öne süren öğretilerin tümü. Her bi reyde ruhun ve organizmanın dı şında yaşam olgularını belirleyici bir yaşamsallık ilkesinin varolduğunu ileri süren öğreti. Pythagoras ve A ristoteles’den sonra Bordeu ve Barthez gibi filozoflar yaşamsalcılığın sürdürücüleri oldular. Claude Bemard daha sonra yaşamsalcılardan yana çıktı: “Yaşamsalalar canlı varlıkların kaba doğada bulunma yan ve dolayısıyla kendilerine öz gü olan olgular ortaya koydukları nı söylemek istiyorlarsa ben de on lardan yanayım. Ben de gerçekten canlı oluşum ların yalnızca kaba maddede tanınan fıziksel-kimyasal olgularla aydınlatılamayacağına ina nıyorum.” (Bk. YAŞAM) YATK IN LIK (fr. aptitude\ alm. Eignung; ing. ability). Bir işi ger çekleştirmekte kişiyi güçlü kılan özellik. Beceri isteyen çabalan ger çekleştirmekte doğal ya da edinil miş özellik. Çağdaş ruhbilim “yat kınlık” kavramına ayrı bir yer veri yor. Özellikle Edouard Claparede’in işlediği bu kavram bireyleri birbi rinden ayırmayı sağlayan özellikle ri belirliyor. Dikkat gösterme gü cü, yargılar ortaya koyabilme yet
kinliği kadar resim yapma ya da şiir yazma yeteneği de yatkınlıklar ara sına girmektedir. Birey yatkınlıkla rını çocukluğun ilk deneyimleri ara sında bilinçsiz ve gözle görülmez bir biçimde kazanmakta ve onları dokuz ya da on yaşlarından sonra geliştirebilmektedir. Daha çok ge liştirilmiş düşünsel kazanımlarla il gili olan “yatkınlık” kavramım özel likle yanlış bir kavrayışla doğuştan diye belirlenen yetenek'den (fr. habileté', alm. G eschicklichkeit\ ing. ability) ayırmak gerekir. Ye tenek oldukça bulanık ve gizemli bir kavramdır. Her kişinin apayrı yatkınlıkları vardır, bazı kişiler bazı kişilerden daha yatkındırlar. “Biz hepimiz her şeyi yapamayız” der Vergilius. (Bk. EĞİTİM) YAZGI (lat. fatalitas-, fr. fatalite-, alm. Fatalitat, ing. fatality). Ger çekleşmesi kaçınılmaz olan şeyin özyapısı. Tümolgulan önceden be lirlediği düşünülen gizil güç. İnsan lar en eski zamanlardan beri doğa üstü gizil güçlere ve dolayısıyla yaz gıya inanmışlardır. Bu inanca göre tam olarak belirleyici bir biçimde yaşam şu ya da bu aşkın güç tara fından tüm geleceğiyle belirlenmiş tir ve insanın buna karşı herhangi bir şey yapması olasılığı yoktur. Her yazgı fikri “yazılan yazılmıştır” for mülü üstüne kurulmuştur. A. Vinet “Yazgı ve kayra aynı şeydir” der. Erik Satie’ye göre “Yazgı bi zim istediğimiz şeydir”. Antoine de Saint-Exupéry şöyle der: “Dışsal yazgı diye bir şey yoktur. Ancak
YAZGICILIK bir içsel yazgı vardır: bir an gelir, insan kendini kırılgan duyar, o za man yanlışlar sizi bir başdönmesi gibi kendilerine çekerler.” (Bk. Dİ YALEKTİK, DÜŞÜNCE, KAYRA) Y A ZG IC IL IK (fr. fatalisme; alm. Fatalismus; ing. fatalism). Evren de tüm olguların önceden belirlen miş olduğunu öne süren öğretile rin tümü. Evrenin ve insanın yaz gısını Tann’nın önceden belirlemiş olduğunu, insanların bunu değişti remeyeceğini benimseyen tüm öğ retileri yazgıcılık adı altında topla yabiliriz. Özellikle bir din öğretisi olan ve hemen hemen bütün dinle rin, daha çok da tektanrıcı dinlerin özünü oluşturan yazgıcılık insanın kendi yaşamıyla ilgili dönüştürücü kararlar alamayacağını bildirir; bu na göre yaşam tam tamına bir belirlenmişlikler alanıdır. Bu yüzden maddeci belirlenimciliğe karşıt ola rak ruhçu belirlenimciliği dinselliğin temel anlatımı olarak görebili riz. Yazgı konusunda dinci bakış açıları çelişkili görünürler: bazı din ciler insanda tanrısal istemden pay alan bir insani istemin varlığını be nimserken (Aziz Tommaso), bazı dinciler evrende her anlamda ke sin bir belirlenim düzeninin geçerli olduğunu, insan için özgürlük ya da istemlilik diye bir şeyin sözkonusu olmadığını benimserler (Aziz Augustinus). Böylece yazgıcılık in san özgürlüğünü kökten yadsıya rak insanı belli bir yazgıya doğru ilerleyen bir varlık olarak belirler. Yazgıcı düşüncenin kökleri yunan
felsefesindedir. Yunan uygarlığın dan önceki uygarlıklarda da yazgı fikri vardır. Yunanlı, evreni bir karşıkonulmaz dönüşlülükler alanı ola rak görüyordu. Bu görüşün oluş masında elbette evrendeki çevrim sel düzenin (gece-gündüz, yazkış...) etkisi büyük olmuştur. Bu na bağlı olarak yunan trajedisi yaz gı fikri üzerine kurulmuştur: başa gelecek olanlar önceden belirlen miştir, kişi ne yapsa bunları önle yemez. Sophokles’in Oidipus epi Kolono ’sunda şu satırlarla karşıla şırız: “Eylemlerim mi? Onlara ben katlandım, onları ben yapmadım.” “İzlediğim yolu hiçbir şey bilme den izledim.” Stoa’cılık da doğacı anlayışı içinde bir yazgıcılıktı. Bu maddeci felsefe insanın doğadaki yasallık (logos) karşısında herhan gi bir değiştirici güç taşımadığına, erdemli yaşamanın doğayı sıkı sı kıya izlemekle sağlanacağına ina nıyordu. Tektanrıcı dinler yazgıcı lık inancını geliştirmişlerdir. Bu din ler insanı her zaman tanrısallık kar şısında güçsüz, başeğen bir varlık olarak göstermişlerdir. Felsefe ala nında belirlenimciliğe yaslanıldığı ölçüde zorunlu olarak yazgıcılığa yönelinmiştir. Örneğin Spinoza’mn her şeyi tanrı istemine dayandıran heptanncı felsefesi özgürlüğü ke sinlikle yoksayarak tam anlamında yazgıcı olur. Gene de dinsel belir lenimcilik demek olan yazgıcılığı genel anlamda belirlenimcilikten ayırmak gerekir. (Bk. DİYALEK TİK, DÜŞÜNCE, KAYRA, LO GOS, YAZGI) 513
YAZMAYİTİMİ
514
Y A Z M A Y İT İM İ (fr. agraphie\ alm. A g ra p h ie; ing. agraphia). Yazma yeteneğinin yitirilmesi. Yazmayitimi organik bir nedene, bazı beyin bozukluklarına bağlı olarak gelişir. (Bk. OKUMAYİTİMİ)
YENİDENYAŞAMA (fr. paramnesie\ alm. Paramnesie; ing. paramnesia). Daha önce yaşanmış bir durumu tüm ayrıntılarıyla yeni den yaşama duygusu uyandıran ya nılsama.
YED İ B İL G E L E R İlk yunan filo zofları ve felsefe tarihinin ilk filo zofları. Bu ahlak filozofları hep ye di kişi sayılmış, ancak değişik ad larla belirlenmiştir. Daha çok şu yedi kişinin adı geçer: Kleobulos, Solon, Khilon, Pittakos, Thaïes, Bias, Periandros. İlk felsefe tarihçisi ola rak anılan Diogenes Laertios İskit filozofu Anakharsis, Khen’li (Peloponnesos) Myson, Syros adasın dan Pherekydes ve Knossos’lu (Gi rit) Epimenides’i de bu filozoflar arasında sayabileceğimizi söyler. Bazıları tiranlık da yapmış olan bu filozoflar evren sorunlarıyla hemen hemen hiç ilgilenmeden ahlak so runlarına yönelm işler, Yunanis tan’ın sömürgeleştirme dönemle rine girerek sağladığı aşırı ve den gesiz zenginlikle gelen ahlak sorun larını toplumsal çerçevede tartışa rak çözmeye çalışmışlardır.
YETENEK Bk. YATKINLIK.
Y EN İD EN C İSİM LEŞM E (fr. réincarnation, palingenesie; alm. Wiedergeburt, Palingenesie', ing. réincarnation, palingenesis). Olay ların çevrimsel biçimde yinelendiği inancı. Varlıkların ve insanların ye niden dünyaya geldiği inancı. Daha önce herhangi bir bedende bulunan bir ruhun bu defa bir başka bedene girmesi. (Bk. ÇEVRİMLİLİK)
Y E T E R NEDEN İL K E S İ (fr. principe de raison suffisantee; alm. Satz vom zureichenden G runde; ing. principle o f sufficient reason). Varolan her şeyin bir nedeni oldu ğu ilkesi. Yeter neden ilkesini Leibniz ortaya koymuştur ve onu aynı zamanda belirleyici neden il kesi (fr. principe de raison determinante) diye adlandırmıştır. Le ibniz şöyle der: “Hiçbir doğru ya da varlık, hiçbir gerçek önerme onun neden böyle olduğunu ve baş ka türlü olmadığını belirleyen ye terli bir neden olmaksızın varolamaz, bu nedenler genellikle bizce bilinm ese d e .” L e ib n iz ’e göre ruhum uz yalnızca fikirleri değil ilkeleri de barındırır. Özdeşlik ilkesi, çelişmezlik ilkesi, yeter neden ilkesi gibi ilkelerden başka ilkeler de vardır. Bunlar anlığın kendinden elde ettiği ölüm süz doğrulardır. U sun d o ğ ru la rı z o ru n lu y k e n olgunun doğruları olum saldır, bunlar başka türlü de olabilirdi diye d ü şü n d ü ğ ü m ü z d o ğ ru la rd ır. O lgunun doğruları yeter neden ilkesine bağlıdır. Bir başka deyişle zorunlu önerm eler tanrısal usa, olumsal önermeler tanrısal isteme bağlıdır. Schopenhauer’e göre ye-
YETİŞKİNLİK ter neden ilesinin iki biçimi vardır: biri, “doğru olmak için zorunlu ola rak her zaman bir nedeni olması gereken yargılar”, öbürü “zorunlu olarak bir nedeni olması gereken gerçek nesne oluşumları”. Arthur Schopenhauer’e göre yeter neden ilkesi oluş'la, tanıma' yla, varlık' la ve eylem 'le ilgilidir. Schopenhauer şöyle der: “Bilgide bilinç kendini dış ve iç duyarlılık (alırlık) olarak, anlık ve us olarak ortaya koyarken öz neye ve nesneye ayrılır ve başka bir şey içermez. Özne için nesne olmak ve sunumumuz olmak aynı anlama gelir. Tüm sunumlarımız öznenin nesneleridir ve öznenin tüm nesneleri bizim sunumlanmızdır. Gerçekte, tüm sunumlarımız arasında belli bir kurala uyan bir ilişki vardır. (...) Bu ilişki yeter ne den ilkesiyle açıklanır.” (Bk. ÇE LİŞKİ, ÖNCESEL UYUM, ÖZ DEŞLİK) Y E T İ (lat. facultas', fr. faculté', alm. Fähigkeit, Vermögen', ing. faculty). Türsel düzeyde yapabil me gücü. Yetenek ve yatkınlık kazanımlarla ilgilidir ve bireysel dü zeyde sözkonusudur. Yeti, doğru dan doğruya türle ilgilidir ve türün tüm sağlıklı bireylerinde etkindir. Klasik ruhbilimde insan türü için üç ayrı yeti belirlenirdi: düşünme yeti si tüm düşünsel yaşamın temelini oluştururdu; duyumsama yetisi dış dünyadan duyumlar almakla belir gindi; eyleme yetisi istem, özgür lük, eğilim gibi etkinlikleri sağlama yetişiydi. Bugün de bu sımflama-
nın geçerli olduğunu düşünebiliriz. Ancak eski ruhbilim yetileri birbi rinden bağımsız, apayrı güçler ola rak alma eğilimindeydi. Gerçekte insan ruhsallığı tüm yetileriyle bir bütün oluşturur ve yetiler sınıfla ması bu durumda azçok yapay bir sınıflama olarak kalır, çünkü örne ğin duyumsamanın nerede bitip dü şünmenin nerede başladığını kes tirmek olası değildir. (Bk. EYLEM, DUYUM, DÜŞÜNCE) Y ET İŞK İN L İK (fr. adolescence; d\m.Jugendalter\mg. adolescence). Erginlik dönemini izleyen gençkızlık ya da delikanlılık dönemi. Er ginlik dönemi çocuklukla yetişkin lik arasında yer alan çok sorunlu bir dönemdir ve başlama ve son bulma noktaları kişiye göre deği şiklikler gösterir. Bu yüzden yetiş kinliğin şu ya da bu yaşta başladı ğını kesin olarak belirtme olasılığı yoktur. İklim, aile, kültür koşulları yanında bireysel koşullar da son derece belirleyicidir. Yetişkinliğin temel özelliği cinsel içgüdünün be lirgin bir biçimde kendini göster mesi ve düşünsel hatta metafizik sorunların kişinin bilincinde baş yeri almasıdır. Erginlikle başlayan ye tişkinlik dönemi ortalam a yirmi yaşlann sonlarında bitmiş olacak, kişi bundan böyle çok uzun bir ye tişme ve olgunlaşma dönemini tüm çetrefil sorunlarıyla birlikte geride bırakarak yetişmiş birey durumu na girecektir. O artık toplumun bi linçli bir üyesi olacak, toplumsal, ahlaki, estetik değerleri olan bir
515
YETKE varlık olarak bilinecektir. Ancak bu durum elbette sağlıklı bir çocukluk ve sağlıklı bir erginlik geçirenler için sözkonusudur. (Bk. ÇOCUKLUK, ERGİNLİK)
516
Y E T K E (lat. auctoritas', fr. auto rité; alm. Autorität', ing. authority). Başkasını yönetme, başkasına ege men olma gücü. Kendine başeğdirme gücü. Yetke bir toplumun ya şam düzenini belirler ve. yetkenin bittiği yerde kargaşa başlar. Her yetke bireyleri kendine uymaya zor lar. Yetke ne kadar ussalsa ve top lumun yararına göre oluşmuşsa bi rey yetkeye uymakta o ölçüde is tekli olacaktır. Yetke sözü yasadan çok bir yönetici kişiyi ya da yöne tici kişiler topluluğunu düşündürür. Yasanın gerçek anlamda yetke ola bildiği yerde zorbalık sözkonusu olmayacaktır. Paul-Louis Courier şöyle der: “Baylar, Fransa’da en büyük sözcük yetkedir. Başka yer de yasa derler bizde yetke.” Baskı cı yetkeye karşı koyabilecek tek güç insan usudur. Voltaire şöyle der: “Yalnızca usun egemen olduğu yerde yetkeye başvurmaya kalkış mayın.” Yetke çağdaş ruhbilimde ve eğitimbilimde önemli bir yer tu tar. Eğitimbilimciler çocuk yetiştir mede yetkenin sevgi kadar önemli olduğunu söylerler. Toplumbilim cilerin ve ruhbilimcilerin pekçok ül kede yapmış olduğu soruşturma lar gençlerde ruhsal ve ahlaki bo zuklukların büyük ölçüde yetke ek sikliğinden ortaya çıktığını göster miştir. Özellikle kültür düzeyi dü
şük ailelerde yetke olmak baskı uy gulamak anlamına geldiğinden bu ailelerin birçoğu çocukların başıboş bir yaşam biçimini seçmesiyle hat ta evden kaçmasıyla tam bir yıkı ma ya da parçalanmaya uğramak tadır. Yetke yokluğunun çocukları ve gençleri bunalıma düşürdüğü, onları ahlakdışı eğilimlere ittiği ke sindir. Bu yüzden yanlış bir yetke nin bir yetke eksikliğinden daha kö tü sonuçları olabileceğini unutma mak gerekir. Ç ocuklarından ve özellikle çocuklarının tüm gelece ğinden kendilerini sorumlu sayan bir takım katı anababalar çocukla rına gitmeleri gereken yolu göste rirken onlann özelliklerini, yatkın lıklarını, eğilimlerini hesaba katma yarak gelişigüzel davranabilmekte dirler. Gerçek bir yetke zorla be nimseten değil tartışarak doğru yolu bulduran yetkedir. (Bk. AHLAK, EĞİTİM) YOKSAM A Bk. OLUMSUZLAMA. Y O K SU N LU K (fr. frustration\ alm. Enttäuschung, Unbefriedigt sein', ing. frustration). Bir kişinin beklediğini elde edememesi duru mu. Gerekli doyuma ulaşamamış, umduklarını bulamamış kişinin du rumu. Ruhbilimcilerin belirttiği gi bi yoksunluk onarılamayan bir du rumdur, bu yanıyla adaletsizliğe benzer. Çokları yoksunluğun pek erken, anneyle ilişkilerde başladı ğım, anne sevgisindeki azlığın ya da tutarsızlığın kişiyi ileride şidde
YÖNELGENLİK te itecek yoksunluklara yolaçtığını bildirirler. Yoksunluğun ürünü yal nızca şiddet eğilimi değildir, aynı zam an d a ken d in e kapanm a is teğidir. Şiddet uygulayamayan kişi bir çeşit sessiz şiddet uygulayarak ya da şiddetin yönünü kendine çe virerek dünyadan uzaklaşır ve ken di dünyasına sığınır. Yoksunluğa uğramış kişi arzularını yerine geti rememiş kişidir, ayrıca arzularını gerçekleştirmenin kendisi için bir hak olduğuna inanmış kişidir. O kendisini suyun başında susuz kal mış duyar ya da o meyva ağacının dibinde köpek olduğu için meyvaya uzanamayan aç ve susuz kal mış kişidir. Yoksun bırakan neden ler çok zaman dıştadır, ama bunlar içte de olabilir. Ahlak anlayışı gere ği karşı cinsle rahat ilişki kurama yan kişi kendi içinde yoksunluk kaynaklan bulundurmaktadır. Dışadönük kişiler yoksunluğu kendi ne kapalı kişilerden daha çok du yacaklardır. “Yoksunluğa tepkiler değişiktir: bunlar yoksun bırakan etkenin doğasına bağlı olduklan gi bi yoksun kalan kişinin kişiliğine de bağlı olabilirler” (N. Sillamy). Okul çağındaki çocuklar arasında pekçok intihar girişiminin nedeni yoksun luklardır. Bu konuda hayvanlar ara sında yapılan deneyler de ilginç so nuçlar vermiştir. Karanlıkta anne lerinin memesini emmeye bırakılan iki oğlaktan biri bir süre annesinin yanından alınmakta, öbürü bütün gün annesiyle bırakılmaktadır. An nesiyle bırakılan uyum sağlarken, annesinden alman ölmektedir. R.
Spitz anneden yoksun kalan çocuklann mikroplu hastalıklara çok ko lay tutulabildiklerini saptamıştır. Yoksunluk duygusuyla büyüyen çocuklar bencil, yırtıcı, aşın duyarlı ve bağımlı olmaktadırlar. İyi bir eği tim yoksunluğu gideremese de yok sunluğun açtığı yaralan sarabilecek, kişiyi bunalımlı ya da boğuntulu ol maktan çıkarabilecektir. (Bk. EKSİKKALIŞ) Y Ö N ELG EN LİK (fr. intentionnalite; alm. Intentionalität', ing. intentionality). Yönelim durumun da olma. Yönelime yatkın olma. Zihnin bir nesneye etkin bir yöne lim içinde olması. Kökü skolastik felsefeye dayanan yönelgenlik Husserl’in ve öbür olgubilimcilerin ve onların izinden giden varoluşçula rın temel kavramlarından biri du rum una geldi. Çağdaş felsefede “yönelgenlik” geniş ölçüde Franz Brentano’nun düşüncelerinde yer tutar. Aristoteles’in ve skolastikle rin etkisinde yapıtlar vermiş olan Brentano, özne ve nesne ilişkilerin de yönelgenliği belirleyici bir kav ram olarak ele alır, bilenin bilinenle bir yönelgenlik düzeyinde özdeş leştiğini bildirir. Brentano için yö nelgenlik bir şeye yönelen bilincin temel özelliğidir. Husserl de yönel genliği aynı anlamda ele alır. (Bk. OLGUBİLİM) Y Ö N ELİM (lat. intentio', fr. Inten tion; alm. Absicht; ing. intention). Engellerle dolu olabilecek bir yol da bir yere ulaşabilmek için çaba
YÖNELİM gösterme eğilimi. Kendi için bir amaç belirleme ve o amaca doğru ilerleme. Skolastikler iki çeşit yö nelim belirlerdi: ilk yönelim zihnin bir bilgi nesnesine uyarlanmasıydı; ikinci yönelim zihnin kendi düşün ce edimleri üzerine yönelmesiydi. Yönelimde her zaman birdüşünsel ve bir de eylemsel yan var gibidir ya da yönelimleri düşünselolanlar ve eylemsel olanlar diye ikiye ayı rabiliriz. İnsan, sürekli tasarlayan bir varlık olmakla her zaman bir yö nelim içindedir. Her yönelim bir ta sarıyı ve bir istemli çıkışı gerekti rir. İstemsiz yönelimler kadar iyi tasarlanmamış yönelimler de ayrı yolda kalmaya mahkumdur. Ancak “istem”le “yönelim”i birbirine ka rıştırmamak gerekir. İstem belirgin dir, tutarlıdır, inatçıdır; oysa yöne lim daha az belirgindir hatta bula nıktır.
518
Y Ö N E T İM B İÇ İM İ (fr. régime-, alm. Regime; ing. regime). Bir dev letin toplumsal, siyasal ve iktisadi yapılanışı. Roger Martin du Gard “Her toplumsal yönetimbiçimi in san doğasında iyileşmez biçimde va rolan şeyi kaçınılmaz biçimde yan sıtmaya mahkumdur” diyerek bize ülküsel yönetimbiçimlerinin varolamayacağını duyurur. M arx’a gö re üretim ilişkilerini siyasal yöne timler belirlemez, tersine siyasal yö netimleri üretim ilişkileri belirler. Bu yüzden herhangi bir siyasal yönetimbiçimini istediğimiz anda gön lümüze göre ortadan kaldıramayız. Bunun için gerekli iktisadi ve tarih
sel koşullar olgunlaşmalı, yani üre tim ilişkileri varolan siyasal üstya pıyla tam anlamında çelişkiye düşmelidir. Aristoteles Politika'nın 4. kitabında yönetimle ilgili olarak şun ları söyler: “Tekçi yönetimler ara sında ortak çıkarı göz önünde tu tana genellikle krallık denir. Az ki şinin yönetimine soyluluk denir. Çoğunluk ortak çıkarı gözeterek egemen oluyorsa buna tüm yönetimbiçimlerinde ortak olan adı ve ririz: cumhuriyet.” Aristoteles’e gö re krallığın sapmış biçimi tiranlık, soyluluğun sapmış biçimi oligarşi, cum huriyetin sapm ış biçimi de mokrasidir. Montesquieu üç yöne tim biçimi belirledi: despotluk, mutlakyönetim, demokrasi. Despotluk korkuya dayanır ve Doğu’nun bü yük ülkelerine uygun düşer. Mutlakyönetim onura dayanır. Filozo fa göre kendi ülkesi Fransa için en uygun yönetimbiçimi mutlakyönetimdir. Demokrasi iyi bir rejimdir ama küçük ülkelere uygundur. (Bk. DEVLET, D EM O K R A Sİ,TO P LUM) YÖN TEM (lat. methodus', fr. mét hode; alm. Methode; ing. method). Düşünceyi bir amaca yönelten iş lemlerin toplamı. Öngörülmüş bir sonuca ulaştıran usullerin toplamı. Önceden belirlenmiş bir tasarıma göre ortaya konulan ussal işlemler bütünü. Bir araştırmanın en sağ lıklı biçimde ve en kısa yoldan ger çekleşmesini sağlayan usuller top lamı. Zihnin bir doğruyu ortaya ko yabilmek için izlediği kurallar top
YÖNTEM lamı. Yöntem sorunu bilimsel dü şüncenin ve felsefi düşüncenin en temel sorunudur. Her bilimsel ve felsefi araştırma yöntemli bir yö nelimi gerektirir. Çok zaman sanıl dığı gibi yöntem her kapıyı açan bir anahtar değildir, onu her araştırma için genelgeçer olan bir kalıp dü şünce olarak belirleyemeyiz. Yön temin koşulları araştırmanın koşul larıyla belirlenmiştir. Her araştırma kendi yöntemini gerektirir. “Ger çek yöntemler araştırmanın bir parçasıdırlar, araştırmayla onlar araş tırmadan önce verilmiş değillerdir, ortaya çıkarlar; çünkü bir devinimin yönü devinimden nasıl ayrı değilse bu yöntemler de araştırmadan ayrı değillerdir. Bir bilimin yöntemi, yaşayan bilim bu devinimin kendisi olduğuna göre, onun deviniminin yönünden başka bir şey değildir” (Charles Lalo). Aristoteles M.Ö. IV. yüzyılda “Şeyleri incelemek için tek bir yöntem yoktur” diyordu. Araştırmanın karmaşıklığı ölçüsün de yöntem bir zorunluluk olur. O durumda yöntem karmaşık yapıyı sınıflamalarla yalına indirgemenin, böylece çözümü kolaylaştırmanın yollarını gösterecektir. Eski felse felerde yöntem kaygısı Sokrates’le başlar. Sokrates tartışm alarında y a n lışa d ü şm em ey e, d o ğru y u özenle bulup çıkarmaya çalışıyor du. Platon diyalektiğini temellendi rirken belli bir yöntem kavrayışı ge tirdi, tümevarımı ve tümdengelimi tanımladı. Ne olursa olsun eskiçağ düşüncelerinin hiçbiri gerçek an lamda bir yöntem kavrayışına sa
hip değildir. Onlarda yöntem us sallığın bir etkinliği, bir uzantısı, bir uygulama biçimi olarak ortaya ko nulur. Yeniçağ’la birlikte gelişme ye başlayan yeni bilimsel düşünce her şeyden önce yöntemin kendi sini tartışm ay a y öneldi. U sun işlemlerini ya da mantığın kalıpla rını yöntem diye kullanmak, bir başka deyişle sorunları salt usla çöz meye çalışmak bundan böyle ye terli olmayacaktı. Yeni yöntem kav rayışının kurucularından biri Francis Bacon’dır. Bacon doğayla in san zihninin ayrı yapılarda olduğu nu bildirir. Filozofa göre bu iki şey ayrı yapılarda olmakla apayrı özel likler gösterirler. İnsan zihni belli koşullar altında doğayı tanıyabilir. Böylece Bacon yöntem sorununu köklü bir biçimde ele almış olur. Ona göre bilgi edinmenin tek yolu doğaya yöntemle yönelmektir. Bu yolda Bacon yeni bir mantık ge liştirmeye yönelir ve Aristoteles’in Organon’una karşılık Novum organum ’u yazar. B acon’in öngör düğü yeni yöntem somuta yönele cek, skolastiğin hor gördüğü tektek şeylerin bilgisinden evrensel bil giye yükselmeye çalışacaktır. Ba con’m çağdaşı ve ardılı olan Descartes yöntem sorununu köklü bir biçimde ele aldı. Yöntem Descartes’da doğruya ulaşmanın birinci koşuludur. Descartes’çı yöntem an layışının kökeninde usu iyi kullan ma düşüncesi vardır. Bu konuda Descartes şöyle der: “İyi yargıla ma ve doğruyu yanlıştan ayırabil me gücü tam tamına us ya da sağ-
YÖNTEM
520
duyu diye adlandırdığımız gilç el bette tüm insanlarda eşittir; ayrıca görüşlerimizin çeşitliliği bazı görüş lerimizin bazı görüşlerimizden da ha ussal oluşundan gelmez, düşün celerimizi değişik yollardan götürü yor olmamızdan ve aynı şeyleri ele almıyor olmamızdan gelir. İyi bir zihne sahip olmak yetmez, önemli olan onu iyi kullanabilmektir. En bü yük ruhlar en büyük erdemlere sa hip olacak yetenekte oldukları gibi en büyük kötülüklere de sahip ola cak yetenektedirler; yavaş yürü yenler daha iyi ilerlerler.” Descartes’çı yöntem kuşkudan yola çıkar ve m atem atik inancına dayanır. Yöntem üzerine konuşma'da filo zof “Doğruyu araştırmak için her kişi her şeyi yaşamında bir defa kuşkuya koymalıdır” der. “Büyük adam olmadan önce çocuk olduk, o zaman duyularımıza kendini su nan şeyleri gün oldu doğru yargı ladık gün oldu yanlış yargıladık, çünkü o zam anlar usum uzu tü müyle kullanamıyorduk, böylece oluşan birçok yargı bizim doğru nun bilgisine ulaşmamızı engelli yor.” M.S. IV. yüzyılda Aziz Agustinus’un yaptığını, kuşkudan yola çıkarak kesinliğe ulaşma deneyini Descartes da yapar ve cogito'ya ulaşır. Bacon Descartes gibi yap maz: özel olarak bir kuşkulanma deneyine başvurmadan, kuşkudan yola çıktığımızda kesinliklere, ke sinliklerden yola çıktığımızda kuş kulu sonuçlara varacağımızı bildi rir. Matematik inancına gelince, o Descartes çağının, daha doğrusu
XVII. yüzyılın bir özelliğidir. An cak bazen y ap ıld ığ ı gibi D e s cartes’in yöntemini matematiksel yöntem diye belirlemek yanlış olur. Descartes’ın yöntemi apaçık olana ulaşm ayı öngörür: apaçık olan, doğruluğu tartışılmaz olandır. Apa çık bilmediğim, apaçık görmediğim şeyleri doğru diye almamam gere kir. Bunun için acelecilikten ve ön yargıdan özenle kaçınmam gerekir. Ayrıca insan zihni ancak belli bü yüklükte bir bütün üzerinde yoğun laşabileceği için inceleyeceğim şey leri bölerek, parçalayarak, bölüm leri ya da parçaları ayrı ayrı ele alarak incelemem gerekir. Yapılma sı gereken basiti yakalamak, basit ten bileşiğe doğru adım adım iler lemektir. “Bütün yöntem, bazı doğ ruları bulabilmek için zihnin bakı şının kendilerine doğru çevrilmesi gereken nesnelerin konumundadır. Eğer karmaşık ve karanlık önerme leri derece derece en basit öner melere indirgiyorsak ve daha son ra tümünün en basit sezgilerinden kalkarak aynı derecelerde kendimizi bütün öbür önermelerin bilgisine k adar yükseltm eyi den iy o rsak yöntemi tam olarak bulmuşuz de mektir.” Yöntem üzerine düşünmüş filozoflardan biri de John-Stuart Mill’dir. Mili, felsefeden çok bilimi ilgilendiren dört aşamalı bir yön tem geliştirmiştir: uygunluk yöntemi’nde, açıklanacak olgunun her zaman aynı önselden sonra gerçek leştiği benimsenir ve öbür durum lar değişken olduklarından dışlanır. Bu yöntem ya da yöntemin bu bi
YÖNTEMBİLÎM rinci aşaması, gözlemde değişmez olanın saptanmasını, öbürlerinin dışlanmasını sağlar. İkinci aşama olan ayrılık yöntem i’nde açıklana cak olgunun ortadan kaldırılması neden olarak alınan önselin de or tadan kalkması sonucunu getirece ğinden olgu varolduğunda yapılan gözlemlerin listesi olgu yokolduğunda yapılan gözlemlerin listesiy le karşı laştınlır, böylece iki ayrı lis tede ortak olan durumlar dışlanır. Eşzamanlı değişimler yöntem i'nde olgunun her değişimi için deği şen ya da değişmeyen eşzamanlı koşullar belirlenir ve değişmeden kalanlar dışlanır; açıklanacak olgu daki değişim önsel nedendeki ben zer değişimleri getirecektir. Dör düncü aşama olan artıklar yönte mi, etkisi bilinen koşulların dışlan masından sonra bir olgunun açık lanmamış olan yüzünün ortaya ko nulmasıyla ilgilidir. Önceki tüme varımlarla bir olgunun bilinir kılı nan yönü çıkarıldıktan sonra olgu nun geriye kalanı kalan önsellerin nedeni olarak belirlenir. MilPin XIX. yüzyılda çizdiği bu deney tablosu XVII. yüzyılda B acon’ın çizdiği tablonun geliştirilmiş bir biçimidir. B acon’a göre olguların arasından doğa yasalarını okuyabilmemiz için üç tablo yasası’nı kullanmamız ge rekir. Birinci tablo olanlar tab losu' dur, burada bir olayın gerçek leşmesi sırasında ortaya çıkan du rumlar gözlemlenir. İkinci tabloda, olmayanlar tablosu'nda olayın ol madığı zam anlarda ortaya çıkan benzer olaylar gözlemlenir. Üçün
cü tablo olan dereceler tablosu’nda da olay değiştikçe ortaya çıkan benzer olaylar belirlenir. Bacon’ın tablosu da Mili ’in tablosu da tüme varımın dikkatli ve verimli kullanıl masıyla ilgilidir. / Spinoza: “Doğ ruyu araştırmanın en iyi yöntemini bulabilmek için, bu araştırma yön tem ini araştırm am ıza yarayacak ikinci bir yöntem e, bu yöntem i araştırmak için de üçüncü bir yön teme ve onun için de başka bir yönteme gereksinmem iz yoktur; böyle yapmakla hiçbir zaman doğ runun bilgisine varamayacağımız gibi, herhangi bir bilgiye de vara mayız. (...) Anlık doğuştan gücüyle düşünsel araçlar oluşturur, onlara dayanarak başka düşünsel yapıtlar oluşturma yolunda güçlerini artırır, bu güçlerle başka araçlar elde eder yani araştırmasını daha ileriye gö türme gücünü elde eder, böylece gelişimini sürdürür, sonunda bilge liğin doruğuna ulaşır.” (Bk. DİYA LEKTİK, FELSEFE) Y Ö N TEM B İLÎM (fr. méthodo logie', alm. Methodologie', ing. methodology). Mantığın bilimsel araş tırma yöntemlerini ele alan bölümü. Yöntembilim çeşitli bilimlerin yön temlerini a posteriori olarak yani deneyle ve uygulamayla bağlantısı içinde ele alır. Biçimsel mantık yar gının ya da usavurmanın yapısını a priori olarak ayrıştırırken, yöntem bilim her zaman ilgilendiği uygula malı düşünce biçimlerini araştırır. Demek ki yöntembilimci bir bilim alanında geçerli olan ya da o sıra
YÜCE kullanılmakta olan yöntemlerin de ğerlendirilmesini yapmakla yüküm lüdür. Yöntembilim elbette çağdaş düşüncenin açmış olduğu bir ça lışma alanıdır. Felsefe tarihinde yöntemli düşünme çabası Sokrates ka dar eski de olsa yöntem üzerine dü şünceler ancak Bacon’la ve Des cartes’la başlamıştır. Yöntem kav rayışından yöntembilim kavrayışı na doğru ilerleyiş özel bilimlerin apayrı çalışma alanı oluşturmasın dan sonra olmuştur. Yöntembilimin yöntemi ya da yöntemleri sorunu na gelince, bu sorun yöntembili min en temel sorunu olacaktır. (Bk. YÖNTEM)
522
YÜCE (fr. sublime; aim. Erhabene; ing. sublime). Olağan olanı aşan. Sıradan olamayan. Yüksek durumda olan. Ulaşılamayacak ka dar yüksekte bulunan. Yüksekliğiy le bize korku ve heyecan veren. Burke, A plilosophical inquiry in to the origin o f our ideas o f the sublime and beatiful (Yüceyle ve güzelle ilgili fikirlerimizin kökeni üzerine felsefi bir araştırma) adlı incelemesinde “yüce”yi ruhun du yabileceği en yüksek heyecan diye tanımlar: “Herhangi bir biçimde acı ve tehlike fikri yaratabilen yani şu ya da bu biçimde korku duyurabi lir ya da korkunç nesnelerle ilgili olan ya da şiddete benzer bir biçim de davranan her şey yücenin kay nağıdır yani ruhun duyabileceği en yüksek heyecanı yaratandır.” Yü ce, her zaman bizi aşan şeydir, bi zim için erişilmez ya da uzakta olan
değerdir. O çok zaman doğayla il gili bir izlenimde kendini gösterir. “Yüceyi biz doğanın bir düşüncesi gibi sezeriz” der Jean Prévost. Yü ce çok zaman gülünç olanla karşıt laştırılır. Yüce olan, kendisine gülemediğimiz şeydir. “Yüceyle gü lünç arasında ve gülünçle yüce ara sında bir adımlık yol vardır” diye rek Th. Payne bu iki kavramı bir birine yaklaştırır. Güzelle yüce ara sında her zaman bir yakınlık seze riz. Güzel olanda yüceyi duyuran, yüce olanda güzeli andıran bir şey ler vardır. Yüce gibi güzel de gülünç’le karşıtlaşır. “Güzel tanrısal dır, yüce insanidir” der Théodore Jouffroy. Amiel’e göre “Güzel, yü ceden üstündür, çünkü süreklidir ve doymak bilmez; yüce görelidir, geçicidir ve katıdır” . Théodore Juffroy yücenin tem eline “kavga”kavramım koyar, yüceyi gelişi mi engelleyenlerle yıkışmakta olan güç diye anlar. Voltaire’e göre in san duyarlı değilse her zaman yü cedir. “Kötülük gibi yüce de bula şıcıdır” der Balzac. Yüce üzerine en geniş ve köklü çalışma Kant’ın 1790’da yayımlanan ünlü Kritik der Urteilskraft (Yargıgücünün eleşti risi) adlı yapıtının bir bölümüdür. Kant bu yapıtında güzelden sonra yüceyi tartışır, onu da güzel gibi beğeni yargısına bağlar. Yüce bize hiçbir aracı kavramı gerektirmek sizin doğrudan doğruya haz verir ve bu yanıyla güzele benzer. Gü zelde sınırlılık belirginken yüce in san kavrayışını aşacak biçim de sonsuza açılır. Bu yüzden sonsuz
YÜKSEKLİKDUYGUSU ve smırsız yüce anlıkla değil usla ilgilidir. Her zaman imgelemi zor layan yüce öznelliğin bir ürünüdür yani nesneden değil ruhtan gelir. “Tüm duyu ölçülerini aşan ruhun bir yetisinin göstergesi” der Kant onun için. Yüce bazen matematik büyüklükle, bazen de güçlülükle il gilidir. Yüksek dağlar karşısında duyduğumuz yücelik duygusu ma tematiksel, gök gürültüsü karşısın da duyduğumuz yücelik duygusu güçseldir. (Bk. GÜZEL) Y Ü C E L T M E (fr. sublim ation; alm. Sublimierung', ing. sublima tion). Bazı aşağı duyguların bazı yüce duygulara dönüştürülmesi. İç güdüsel bir enerjinin yüksek bir amaca dönüştürülmesi. Terimi ilk olarak Freud kullandı. Freud, in sanın gerçekleştirmek istemediği bir takım doğal eğilimlerin yerine toplumsal ve ahlaki anlamda yüce olan değerler koyduğunu gözlem ledi. Karmaşık cinsel sorunları olan bir kişinin kendini sanata vermesi ona göre bir yüceltmeden başka bir şey değildi. Şiddete eğilimli kişile rin adam bıçaklayacak yerde cer rah olmayı seçmeleri de bir yücelt me edimiydi. Yüceltme kişinin top lumsal yaşama uyabilmesi için çok önemlidir. P. Bovet’nin belirlediği gibi yüceltmeyi ruhbilimden çok hekimlikle ve pedagojiyle ilgili gör mek doğru olur, o her zaman bir değer yargısını gerektirir ve gide rek ahlaki bir değer kazanır. Bu çer çevede aşağı duygular diye belirle diğimiz şey daha çok cinsellikle il
gilidir. Th. Kammerer şöyle der: “Yüceltme bir çatışkının çözümü gi bi görünür ve genellikle kişiye bas tırmadan ve sinirlilikten kaçma ola nağı verir.” (Bk. SAVUNMA DÜ ZENEKLERİ) YÜ K LEM (lat. praedicatum; fr. prédicat', aim. Pradikàf, ing. pre dicate). Bir önermede ya da bir yar gıda özneyi olumlayan ya da olumsuzlayan öge. (Bk. BAĞINTI) Y Ü K S E K L İK D U Y G U S U (fr. sen tim en t de supériorité; aim. Ü b e rle g e n h e itsg e fü h l; ing. su p erio rity com plex). K endini yüksek görme duygusu. Yükseklik duygusunu Adler belirledi, onun aşağılıkduygusunun bir biçimi ya d a onu b a s tırm a k la ya da gizlemekle ilgili bir tutum olarak gösterdi. Bu duygunun hastalıklı biçimlerini üstünlük karmadığı diye adlandırdı. Adler, Yaşamın anlamı adlı kitabında şöyle der: “Tanıtlamış olduğum gibi yükseklikduygusu g en e llik le b irey in tu tum unda, özyapı özelliklerinde ve görüşünde kendini gösterir, bu birey kendi özel yeteneklerine ve insanlık o rta la m a sın ı aşan g ü ç le rin e inanmıştır. Bu arada kendiyle ve başkalarıyla ilgili abartısız istekleri vardır. Dış görünüşle ilgili olarak övünme ve süslülük görülür, dış görünüş özenli ya da döküntüdür, giyim acaiptir, kadınlarda aşırı erkeksi tav ır, erk ek lerd e aşırı k a d ın sı ta v ır göze ça rp ar; küçümseme, taşkınlık, züppelik,
YÜREK palavracılık, despot davranışları, ö z e llik le b e lirle y ic i o lara k tan ıtlad ığ ım d eğerini düşürm e eğilimi, kahramanlara aşırı bağlılık, önemli kişiliklerle bir arada olma, zayıfları, hastaları, önemsiz kişileri yönetme eğilimi, üstün özelliklere önem verm e, değerli görüşleri kötüye kullanm a, başkalarının değerini düşürücü fikir akımlarını kötüye kullanma dikkat çeker ve bu y ükseklikduygusunu ortaya çık arm ay a yarar. A yrıca öfke, in tik a m a rz u su , acı çekm e,
524
hayranlık gibi duygusal abartmalar; a lışk a n lık d u ru m u n a gelm iş kahkahalarla gülme, kaçak bakışlar, b ir k o n u şm ay ı d in le m e k te dikkatsizlik, konuşma konusundan uzaklaşıp kendine kapanma, ikide bir basmakalıp bir kendinden geçme d u ru m u g e n e llik le y ü k se k lik karm aşığına varan bir aşağılıkduygusunun belirtileridirler.” (Bk. AŞAĞELIKDUYGUSU) YÜ R EK Bk. GÖNÜL.
z ZAM AN (lat. tempus\ fr. temps\ alm. Zeit\ ing. time). Önce ve son ra kavrayışı içinde ele alınan süre. Ardarda gelişin sezgisi ya da fikri. Önceki olayla sonraki olay arasın da kalan dönem. Sürekli değişimin ölçülebilir bilgisi. Olayların birbiri ni izlediği biryapılı ortam. Descartes zamanı sürenin düşünülmüş bi çimi diye tanımlıyordu. Leibniz’e göre zaman “birbirini izleyen olgu ların düzeni”dir. Kant’agöre zaman bizde izlenimleri olası kılan bir özel koşuldur, duyarlılığın a priori bir biçimidir, “tüm izlenimlerin teme linde yer alan zorunlu bir sunum dur”, buna göre “ayrı zamanlar tek bir zamanın parçalarından başka bir şey değillerdir” . Zaman bazen süre’yle eşanlamlı alınır, bazen de süre zamanın bir parçası olarak düşü nülür. Bergson süreyi gerçek za man olarak belirler. Filozofa göre, öbürü, matematiksel zamandır ya da ölçülebilen zamandır. Daha ge nel çerçevede öznel zamanı nesnel zamandan ayırabiliriz. Öznel zaman ya da varoluşsal zaman yaşanılan zamandır, beklemenin, umudun,
umutsuzluğun, sıkıntının zamanı dır. Nesnel zaman ya da işlevsel za man niceliksel zamandır, ölçülebi lir zamandır. / Ovidius: “Zaman her şeyi yer bitirir.” / Cervantes: “Za mana zaman tanım ak gerekir.” / Rabelais: “Zaman her şeyi olgun laştırır, zamanla her şey açıklığa ka vuşur, zaman doğrunun babasıdır.” / Comeille: “Zaman büyük bir us tadır, çok şeyi düzene koyar.” / Pascal: “Zaman acıları ve çekişme leri giderir.” /Theophastos: “En bü yük harcama zaman yitirmektir.” / Goethe: “Zamanı iyi kullanırsan za man her zaman vardır.” / Thales: “Zaman her şeyi aydınlatır.” / Pindare: “Zaman dürüst insanların en iyi kurtarıcısıdır.” / Perikles: “Za man öğüt verenlerin en bilgesidir.” / Euripides: “Zaman her şeyi açığa çıkarır; o sormadan söyleyen bir gevezedir.” / Philon: “Zaman ru hun hekimidir.” / Epiktetos: “İncir ağacının meyvası bir anda olgun laşmaz.” / Baudelaire: “Ey acı! Ey acı! Zam an yaşam ı yiyor,- Ve y ü re ğ im izi k em ire n k a ra n lık düşm an - Y itird iğ im iz k a n la 5 2 5
büyüyor besleniyor.”(Bk. SÜRE, UZAM) ZEK A (lat. intelligentia; fr. intell\g en ce\ alm . In tellig en z\ ing. intelligerıce). Durumlarla ve ilişki lerle ilgili belirtileri kavrama yetisi. Tanıma, bileştirme, ayrıştırma, seç me y e tisi. Z ek a V icom te de Bonald’ın belirlediği gibi “Nesne ler arasındaki doğru ve gerekli iliş kileri görebilme yetisi”dir. Zeka kavramı düşüncenin tarihsel geli şimi boyunca değişik anlamlar al mıştır. Eski felsefede zeka hemen hemen zihnin tüm işlevlerini karşı lardı, düşünsel yaşamın tüm edim lerini içerirdi. Zamanla bu terim zih nin yalnızca kavrayışla ilgili edim lerini karşılar oldu. Zekayı anlıktan ayıran şey zekanın gidimli düşün ceden çok sezgisel düşünceye ya kın oluşudur, ayrıca çağrışımsal ve duygusal düzeyde usdışı öğelere de açık oluşudur. Zeka bir kavrama gücü olduğuna göre, kavrayışın hızı ve derinliğiyle belirlenir. Ne var ki hızlı bir kavrayış yüzeysel olabile ceği gibi derinlikli bir kavrayış belli bir zamanı gerektirebilir. Zekayı uy gulamalı zeka ve kuramsal zeka diye ayırmak alışkanlık olmuştur. Kuramsal zeka kavramlara ve ya salara yönelmeye yatkınken uygu lamalı zeka somuta yönelmeye yat kındır. Elbette bu ayrım bu yetide gerçek bir bölünmeden çok kişile rin uygulamayla ya da kuramla da ha çok ya da daha âz ilgili oluşları na bağlıdır. Zekayı ölçmek için dü zenlenmiş testler eğitim ve meslek
alanında büyük kolaylıklar sağlar ken zekayı bir ölçüde de olsa geliş tirebilme çabalarına katkıda bulun maktadır. Her kişi zihnini geliştire rek zekasını bir ölçüde ilerletebilir, ancak geri bir zeka düzeyinden ile ri ya da ortalama bir zeka düzeyine ulaşma olasılığı yoktur. Kişilerin ze ka ortalaması'm bulmak için zeka yaşını gerçek yaşa bölmek gerekir. On yaşında bir çocuğun zihni zeka testlerine göre on iki yaş düzeyin deyse bu çocuğun zeka ortalaması 1.20’dir (12/10=1.20), genellikle bu sonuç yüzle çarpılarak kullanılır ve verdiğimiz örnekteki çocuğun zeka ortalaması 120 olarak belir lenmek gerekir. (Bk. DÜŞÜNCE, RUHBİLİM) ZİH İN (fr. esprit; alm. Geist; ing. spirit). Ruhun düşünsellikle ilgili yanı. Düşünsel gerçeklik. “Zihin” hemen hemen “ruh”un eşanlamlı sıdır. Ruh düşünsel-duygusal bü tünlüğü karşılarken zihin daha çok düşünsellikle ilgilidir. (Bk. RUH) ZO R B A LIK (fr. despotisme\ alm. Alleinherrschaft; ing. despotism). Baskıcı mutlak yönetim. Tüm erk lerin tek kişide toplandığı yönetim biçimi. Zorbalığı mutlakyönetimlerle karıştırmamak gerekir. Mutlakyöneticiler zaman zaman zorbaca tutumlar almış olsalar da onlar bir takım aracı güçler kullanmışlardır ve devleti “krallığın temel yasaları” diye bilinen ilkelere göre yönetmiş lerdir. Zorbalık her zaman kişinin istemiyle gerçekleşir. Zorbalığı en
ZORBALIK iyi tanımlayan Montesquieu olmuş tur. “Irmaklar denizde birbirlerine kavuşmak üzere akarlar, mutlakyönetimler de zorbalıkta yitip gi derler” diyerek m utlakyönetim i zorbalıkla özdeşleştirmiş olan Mon tesquieu zorbalığa somut bir ör nekle birlikte şöyle bir tanım geti rir: “Luisiana yerlileri canlan meyva isteyince ağacı dipten keserler ve meyvayı toplarlar; işte zorba yö netim budur.” Filozofa göre “Aşırı eşitlik düşüncesi tek kişinin zorba lığına yol açar”. Fransa’nın ünlü devrimcisi Jean-Paul Marat zorba lık konusuna biraz karamsar bakar: “Hiçbir yerde özgür olamamak ben ce insanın kaçınılmaz yazgısıdır: yöneticiler her yerde zorbalığa, halklar da köleliğe doğru ilerliyor lar.” Marquis de Sade zorbalığı in sanın kökel bir eğilimi sayarak şöyle der: “Bütün insanlar zorbalığa yö nelebilirler, bize doğanın esinlediği ilk istek budur.” Victor Hugo zor balığa karşı çıkar, “N e zorbalık ne şiddet. Yumuşak bir eğimde ilerle mek istiyoruz” der. P. Leroux’ya göre zorbanın da işi zordur: “Zor
ba kendini zorba kılarken köle olur.”Öte yandan Louis Blanc top lum sal örgütlenm eyi zorbalığın panzehiri olarak görür: “Bir ülkede hiçbir yerde örgütlenmiş güç yok sa her yerde zorbalık vardır.” En zorba yönetimler örneklerini Eskiçağ’da Yunanistan’da ve Ortaçağ’ın sonlarında İtalya’da gördüğümüz tiranlık (fr. tyrannie', alm. Tyran nie', ing. tyranny) yönetimleridir. Adamlarıyla devleti basıp yetkeyi ele geçiren tiranlar soylulara karşı halkın koruyucuları olarak görü nürler, sonra tüm toplumu pençe leri içine alarak acımasız bir yöne tim düzeni kurarlar. Tiran her za man korkulası kişidir. W illiam Shakespeare’in oyunlanndan birin de şu sözlerle karşılaşırız: “Bir ti ran sizi kurtarmak istedi mi kork mak zamanı gelmiş demektir.” Ti ranlar her zaman düşürülme kor kusu içindedirler, genellikle de'geldikleri yoldan giderler, daha doğ rusu öldürülürler. Thaïes şöyle der: “Bir tiranın yaşlanmasından daha az görülen bir şey yoktur.” (Bk. ŞİDDET, YASA)
527
DİZİN İngilizce/Türkçe Ability Abnegation Abnomial Aboulia Absolute Absolutism Abstract Abstraction Abstractionism Abstruse Absurd Accident Act Action Activism Activity Actualism Adaptation Adequate Admiration Adolescence Aequipollency Aesthetics Affectivity Affirmation Agent Aggregate, aggregation Agnosticism Agtaphia Agreeable. Agressivity Alexia Alienation Allegory Ambiguity Altruism Amnesia Analogy Analysis Anarchy Andventitious Anger Anguish Animisim Antagonism
Yatkınlık Özveri Olağandışı İstemsizlik Mutlak Mutlakçılık Soyut Soyutlama Soyutlamacılık Çapraşık Saçma Raslantı Edim Eylem Edimcilik Etkinlik Edimselcilik Uyma Tamuyar Hayranlık Yetişkinlik Eşgeçerlilik Estetik Duygululuk Olumlama Etmen Katışmaç Bilinemezcilik Yazmayitimi Hoş Saldırganlık Okumayitimi Yabancılaşma Biçimsimge Kayganlık Özgecilik Bellekyitimi Benzeşim Ayrıştırma Kargaşa Dıştan 06te Boğuntu Canlıcılık Uyuşmazlık
Antecedent Anthropocentrism Anthropology Anthropomorphism Antinomy Antithesis Anxiety Apathy Aphorism Aporia Apparanœ Apperception Apreciation Archetyp Argument1 Ait Artist Ascetism Assertion Association Associationism Astonishment Atheism Atom Atomism Attention Attribute A na Autarky Authority Autism Autonomy Auto-suggestion Axiology Axiom Backwardness Barbarism Beautiful Becoming Behavior Behaviorism Being Being for self Belief Blessedness
Öncel İnsanmerkezdlik lnsanbilim İnsanbiçimcilik Çatışkı Karşısav Bunaltı Duyumsamazlık Özlüsöz Çıkmaz Görünüm Üstalgı Değerlendirme İlkömek Kanıt Sanal Sanatçı Çilecilik HerisOrme Çağrışım Çağnmşıcılık Şaşma Tanntanımazlık Atom Atomculuk Dikkat Oznitelik Esim Kendineyetme Yetke Kendinekapalılık Özerklik Kendiniinandırma DeğerOğretisi Belit Gerilik Barbarlık Güzel Oluş Davranış Davranışçılık \brlık Kendiiçin İnanç Tammutluluk
530
Body Body Bourgeoisie Break-down Bureaucracy Buridans’s donkey Canon Capital Characteristic Caste Casuistry Categorical Category Causality Cause Certitude Change Character Childhood Civilisation Claim Clan Class Classicism Classification Clear Collectivism Common Communication Communism Community Comparaison Compensation Complex Complex Comprehension Concept Conception Conceptualism Concrete Condition Conditioned Conflict Conformism Confusion Conjunctive Consciousness Consequence Consequent Consistency Contemplation Content Context Contingency
Beden Cisim Burjuvalık Ruhsalçöküntû Bürokrasi Buridan’ın eşeği Kanon Sermaye Belirleyici Kast BilinççözOmlemesi Koşulsuz Kategori Nedensellik Neden Kesinlik Değişim Özyapı Çocukluk Uygarlık HakOnerme Klan Sınıf Klasiklik Sınıflama Açık Ortaklaşmacılık Ortak İletişim Komünizm Topluluk Karşılaştırma Dengeleme Karmaşık Karmaşık Içlem Kavram Kavrayış Kavramcılık Somut Koşul Koşullanmış Çatışma Tutuculuk Bulanıklık Bitiştirici Bilinç Vargı Ardıl Tutarlılık lçselbalaş İçerik Bağlam Olumsallık
Continuous Contract Contradiction Contradictory Contrary Convergency Conversion Conviction Corpuscle Correlation Cosmogony Cosmology Creation Criterion Criticism Critique Crowd Culture Custom Death Debility Decision Deduction Definition Deism Delirium Dementia Democracy Demonstration Deontology Dereliction Description Desire Despotism Determinate, definite Determination Determinism Development Dialectic Didactics Difference Dignity Dilemma Dimension Discontinuous Discursive Disjunction Dissimulation Dissolution Distinct Distraction Division Division of labour Doctrine
Kesiksiz Sözleşme Çelişki Karşısal Karşıt Kesişme Evirme Kanı Cisimcik Bağlılaşım Evrendoğum Evrenbilim Yaratma Ölçüt Eleştiricilik Eleştiri Kalabalık Kültür Alışkı Ölüm Ahmaklık Karar Tümdengelim Tanımlama Yaradancılık Çılgınlık Bunama Demokrasi Gösterme Ödevbilgisi Bırakılmıştık Tanıtlama Arzu Zorbalık Belirli Belirleme . Belirlenimcilik Gelişim Diyalektik Öğretici Ayrım Değerlilik İkilem Boyut Kesikli Gidimli Ayrıklık Gizleme Dağılışım Seçik Dağılma Bölme İşbölümü Öğreti
Dogma Dogmatism Domain Doubt Dream Dreaming Drive, urge Dualism Duration Duty Echolalia, echochasia Eclecticism Economism Economy controlled Ecstasy Education Efficacy Effort Egoaltmism Egocentrism Egoism Element Emanation Emotion Empirism Emptiness, void Encyclopedia End, purpose Enlightment Enthusiasm Enthymeme Entity Environment Epistemology Equality Equity Equivalency Equivocal Eiror Eschatology Esoteric Essence Ethnography Ethnology Etiology Eudaemonism Euphory Evhemerism Evidence Evil, wrong Evolution Evolutionism Exact
Dogma Dogmacılık llgialam Kuşku Düş Düşlem İçtepi İkicilik Süre Ûdev Yankılama Seçmecilik İktisatçılık Gûdümcülûkgüdümlü iktisat Coşku Eğitim Etkililik Çaba Benözgecilik Beniçincilik Bencillik Oge Türüm Heyecan Deneycilik Boşluk Ansiklopedi Erek Aydınlanmacılık Coşkunluk Örtüktasım Bütünlük Çevre Bilgibilim Eşitlik . Denkserlik Eşdeğerlilik Çokanlamlı Yanılgı Erekbilgisi İçrek Ûz Budunbilgisi Budunbilim Nedenbilim Mutçuluk Esenlikduygusu Evhemeros’çuluk Apaçıklık Kötü-kötülük Evrim Evrimcilik Dosdoğru
Excitation Exhibitionism Existence Existentialism Exoteric Experiment Experimentation Explicit Expression Extension Extention Externalization Extravasion Extreme Fabulation Factor Faculty Faith Faith-philosophy Family Fanaticism Fancy Fatalism Fatality Fault Fear Fechner’s law Feeling Fetishism Feudalism Field Finalism Finality Foresight Forgetting Form Formalism Freewill Friendship Frustration Function Functional Functionalism Fundation Futurism Gemus General Generalization Generation Genesis Genius Given Gnosiology Gnosticism
Uyarım Sergilemecilik Varoluş Varoluşçuluk Dışrak Deneyim Deney Dışsal Anlatım Uzam Kapsam Dışlaşma Dışadönüklük Uçterim Masallama Etken Yeti İnan İnancılık Aile Darkafalılık îmgegücü Yazgıcılık Yazgı Yanlış Korku Fechner yasası İzlenim Tapıncakçılık Feodallik Alan Erekçilik Ereklilik Öngörü Unutuş Biçim Biçimcilik Özgürseçiş Dostluk Yoksunluk İşlev İşlevsel İşlevcilik Temel Gelecekçilik Cins Genel Genelleştirme Kuşak Oluşum Deha \feri Bilgiaraştırması Bilinircilik
531
532
God Good Good sense, right sense Greatness Group Habit Hallucination Happiness Harmony Heart Hedonism Heredity Hermetism Heterogeneous Heteronomy Heuristic Historicity Historism History Homogeneous Humanism Humanity Hylmorphism Hylozoism Hyperaestesia Hypermnaesia Hypnosis Hypothesis Hysteria Idea Ideal Idealism Identification, identifying Identity Ideology Idiocy Illation Illogical llluminism Illusion Image Imagination Imbecility Imitation Immanence Immanent Immaterialism Immediate Immoral ism Immortality Imperative Implication Implicit Impressionism
Tanrı İyi Sağduyu Büyüklük Küçüktopluluk Alışkanlık Sanrı Mutluluk Uyum Gönül Hazcılık Kalıtım Kapalılık Çokyapılı Dışerklik Bulgulama Tarihsellik Tarihselcilik Tarih Biryapılı İnsancılık İnsanlık lkiilkecilik Canlımaddecilik Aşırıduyarlılık Aşınanımsama Yapayuyku \fcrsayım Histeri Fikir Ülkü Ülkücülük özdeşleşme Özdeşlik İdeoloji Aptallık Çıkaısama-çıkanm Mantıkdışı Meczupluk Yanılsama İmge İmgelem Alıklık Öykünme İçkinlik. İçkin Maddesizcilik Dolaysız Ahlaksızcılık Ölümsüzlük Buyurucu İçerme İçsel İzlenimcilik
Improvisation Impulse Inclusion Indefinite Indeterminism IndiSèrenDe Individual Individualism Individuation Induction Inertia inferiority complex Infinite Influence Infrastructure Insanity Insolvency Inspiration Instability Instant, moment Instinct Institution Instrumentalisme Intellectual Intellectualism Intelligence Intelligible Intention Intentionality Introspection Introversion Intuition Intuitionism Involition Irony Irrationrial Isomorphism Jealousy Joy Judgement Justice Katharsis Kenlore Knowledge Labour Language Law Learned man Liberalism Liberty Life Limit Linguistics Logic
Doğaçlama İtki İçerilmişlik Belirsiz Belirlenmezcilik İlgisizlik Birey Bireycilik Bireyleşme Tümevanm Eylemsizlik Aşağılıkduygusu Sonsuz Etki Altyapı Delilik Eksikkalı; Esin Değişkenlik An İçgüdü Kurum Araççılık Aydın Düşünselcilik Zeka Düşünülür Yönelim Yönelgenlik İçebakış İçedönüklük Sezgi Sezgicilik Gerievrim Alay Usdışı Eşbiçimcilik Kıskançlık Sevinç Yargı Adalet Anııma Bilgikuramı Bilgi Emek Dil Yasa Bilgin Özgürlükçülük Özgürlük Yaşam Sınır Dilbilim Mantık
Narcissism Nation Nativism Natural Naturalism Natue Naturism Necessity Need, requirement Negation Nekrophilism Neurosis Nihilism Nominalism Non-being Non-ego Norma] Object Objective Obscurantism Obscure Observation Obsession Occasionalism Occultism Omnipotence Omniscience Ontogenesis, ontogeny Ontologism Ontology Opinion Optimism Order Organicism Origin Original Other Overtaking Paidology Pain Palingenesis Pancosmism Panentheism Panpsychism Pantheism Parallelism Paramnesia Paranoia Participation Particular Passion Passion Passivity Peace
Narkissos’çuluk Ulus Doğuştancılık Doğal Doğalcılık Doğa Doğacılık Gereklilik Gereksinim Olumsuzlama ölüsevme Sinirlilik Hiççilik Adcılık Hiçlik Benolmayan Olağan Nesne Nesnel Karanlıkçılık Karanlık Gözlem Takıntı Aranedencilik Gizlibilimcilik Tamgüçlulük Tambilirlik Bireyevrimi Vartıkbilimcilik Varlıkbilim Görüş İyimserlik Düzen Organcılık Kök Özgün Başkası Aşma Çocukbilim Aa Çevrimcilik Hepevrendlik Heptanndacılık Hepıuhsallık Heptanncılık Koşutçuluk Yenidenyaşama DOzenliçılgınlık Katılma Özel Tutku Edilim Edilginlik Barış
Logicism Love Macrocosm Magic, spell Maieutics Major Major Man Mania Manichaeism Manners Masochism Materialism Matter Maxim Me, myself Mechanisms of defence Mechanism Mediation Megolomania Melancholia Memory Mentality Mercantilism Metaphysics Method Methodology Microcosm Middle Middle terme Minor Minor Miracle Mobile Modality Mode, mood Monade Monadism Monadology Monarchy Monism Monotheism Moral Moralism Morphology Motive Movement Mutation Mystery Mysticism Mythe Mythology Mythomania
Mantıklaştıncılık Aşk Büyükevren Büyü Doğurtma Büyükönerme Büyükterim İnsan Mani Manicitik Görenek Mazohizm-mazoşizm Maddecilik Madde Özdeyiş Ben Savunma düzenekleri Mekanikçilik Aracılık Büyüklükduygusu Melankoli Bellek Anlayış Kazanççılık Metafizik Yöntem Yöntembilim Küçükevren Ortam Ortaterim • Küçükûnerme Küçüklerim Mucize Dürtü Kiplik Kip Monad Monadcılık Monadoloji Mutlakyönetim Tekçilik Teklanncılık Ahlak Ahlakçılık Biçimbilim Güdü Devinim Değişinim Gizem Gizemcilik Mitos Mitoloji Masalcı!ık
533
534
Pedagogy Pedagoji Algı Perception Perceptionism Algıcıltk Peripatetikler Peripatetics Kişi Person Kişilikçilik Personalism Kişilik Personality Bakışçılık Perspectivism Kötümserlik Pessimism Olguculuk Phenomenalism Olgubilim Phenomenology Olgu Phenomenon Insanseveriik Philanthropy Filozof Philosopher Felsefe Philosophy Kafâyonmu Phrenology Türevrimi Phylogenesis Fizik Physics Oyun Play He Pleasure Çoğul Plural Toplumsal iktisat Political economy Çoklutasım Polysyllogisim Çoktanncılık Polytheism Halkseverlik Populism Olumculuk Positivism İyelik ■ Possession Olanak Possibility Konut Postulate Güç Power Uygulama Practice Pragmacılık Pragmatism Yüklem Predicate öncesel uyum Preestablished harmony Önyargı Prejudice Mantıköncesi Prelogical öncül Premiss Prenotion İlkbilgi İlksel Primary İlkel Primitive İlke Principle Principle of sufficient reason Yeter neden ilkesi Olasıcılık Probabilism Olasılık Probability Sorun Problem Süreç Process Üretim Production Dindışı Profane İlerleme Progress Yansıtma Projection Proletarya Proletariat Özgü Proper Mülkiyet Properly, propriety önerme Pfoposition
Providence Psychanalysis Psychasthenia Psychical Psychologism Psychology Psychosis Puberty Puluralism Pure Quality Quantitiy Question Quietism Quintessence Race Racism Radicalism Rationalism Reactionary Real Realism Reality Reason Reasoning Receptivity Reciprocity Recurrency Redintegration Reduction Reflection Reflex Refutation Regime Regression Reincamalion, palingenesis Relation Relation Relatism Relative Relativity Religion Remembrence Reminiscense Representation Repression Resemblance Resolution Respect Responsability Revelation Reviving Revolt Revolution
Kayra Ruhaynştuması Ruhsalbitiklik Ruhsal Ruhbilimcilik Ruhbilim Ruhsal bozukluk Erginlik Çoğulculuk-çokçuluk An Nitelik Nicelik Soru Dingincilik Beşinciöz Irk Irkçılık Köktencilik Usçuluk Gerici Gerçek Gerçekçilik Gerçeklik Us Usavurma Alırlık Karşılıklılık Dönüşlülük Toptananılış İndirgeme Düşünme Tepkime Çürütme Yönetimbiçimi Gerileme Yenidencisimleşme Bağıntı İlişki Görecilik Göreli Görelilik Din Ara Anımsama Sunum Bastırma Benzerlik Çözümleme Saygı Sorumluluk Açınım Yaşamadönüş Başkaldırma Devrim
Right Romanticism Rule Rythm Sacred Sadism Sadomasochism Safety, salvation Salary Sanction Satisfaction, fulfilment Scepticism Scheme Schizophrenie Scholastik School Science Scientism Selection Self Self-love Semantics Semiology Sensation Sense Sensibility Sensible Sensualism Sentiment Sexuality Sign Simple Singular Slave Slaveiy Sociability Socialism Society Sociologism Sociology Solidarity Solipsism Sophism Sophist Soul Space Species Specific Specification Speculation Spirit Spiritualism Spontaneity
Hukuk Duyguculuk Kural Ritm Kutsal Sadizm Sadomazoşizmsadomazohizm Kurtuluş Ücret Yaptırım Doyum Kuşkuculuk Şema Şizofreni Skolastik Okul Bilim Bilimcilik Ayıklanma Kendinde Özsevgisi Anlambüim Belirti bilim Duyum Duyu Duyarlılık Duyulur Duyumculuk Duygu Cinsellik Belirti Basit Tekil Köle Kölelik Toplumsalltk Sosyalizm Toplum Toplumbilimcilik Toplumbilim Dayanışma Tekbencilik Bilgicilik Sofist Ruh Uzay Tür Özgül Özgülleştirme Kurgu Zihin Ruhçuluk Kendiliğindeni ik
Stage State State State control Stimulus Structuralism Structure Subaltern Subconsciousness Subcontrary Subject Subjective Subjectivism Sublimation Sublime Subordination Substance Substrate Subsumption Suicide Superiority complex Superman Superstition Superstructure Surplus value Surrealism Syllogism Symbol Symbolism Symmetry Syncretism Synergy Synthesis System Target Taste Tautology Technics Teleology Temperament Tendency Tenstion Terror Theism Theocracy Theodicee Theology Theoretic Theory Theosophy Thesis Thing Thought Threshold
Evre Devlet Durum Devletçilik Uyaran Yapısalcılık Yapı Altık Bilinçaltı Altkarşıt özne Öznel Öznelcilik Yüceltme Yüce Altasııalama Töz Dayanak Altakoyma İntihar Yükseklikduygusu Üstinsan Boşinanç Üstyapı Arbkdeğer Gerçeküstücülük Tasım Simge Simgecilik Bakışımlılık Birleştirmecilik» Eşişlevlilik Bileşim Dizge Amaç Beğeni Eşsöz Teknik Erekbilim Mizaç Eğilim Gerilim Şiddet Tanrıcılık Dinciyönetim Tannaıaştirması Tanrıbilim Görümcü Kuram Ermişlik Sav Şey Düşünce Eşik
Time Timidity To explain To ground, to1found Toleration, tolerance Totalitarian Totality Totem Tradition Traditionalism Transcendence Transcendent Transcendental Transcendentalism Transference, transfer Transformation Transfbrmism Tree of Porphyry Truth Type Ubiquity, omnipresence Ugly Unconditional Unconscious
536
Zaman Pısırıklık Açıklamak Temellendirmek Hoşgörü Bütüncü Bütünsellik Totem Gelenek Gelenekçilik Aşkınlık Aşkın Aşkınsal Aşkmcılık Geçişim Dönüşüm Dönüşümcülük Porphyrios ağacı Doğru Tip Heryerdelik Çirkin Koşullanmamış Bilinçdışı
Understanding, intellect Uneasiness, restlessness Universal Universalism Universe Useful Utilitarianism Utopia Validity \felue, worth 'Ariation Velleity Veracily \feibalism Verification Vicious circle Virtuality Virtue Vision Vitalism Voluntarism Vfcr Will Wisdom World
Anlık Kaygı Evrensel Evrenselcilik Evren Yararlı Yararcılık Ütopya Geçerlilik Değer Çeşitleme Gelgeçistek Doğruculuk Boşsözcülük Doğrulama Kısırdöngü GücOllük Erdem G ttü Yaşamsalcılık Istemcilik Savaş İstem Bilgelik Dünya
Almanca/Türkçe Ausdehnung Verallgemeinerung Aberglaube Abnormisch Absicht Absolut Absolutismus Abstrakt Abstraktion Abstraktionnismus Abstrus Absurd Abulie, Willenslosigkeit Adäquat Aehnlichkeit, Gleichheit Aenderung, Veraendenmg Aequipollenz Aequivalenz Aequivok Aesthetik Aetiologie Aeusserste Affekt, Gemütsbewegung Affektivität, Gemütsleben Aggregat Aggressivität Agnostizismus Agraphie Aktivismus Aktivität, Tätigkeit Aktualismus Akzidens Akzidentell Alexie Allegemein Allegone Alleinherrschaft Allgegenwart Allgemein Allmacht Allwissenheit Altruismus Amnesie An sich Analogie
Uzam Genelleştirme Boşinanç Olağandışı Yönelim Mutlak Mutlakçılık Soyut Soyutlama Soyutlamacılık Çapraşık Saçma İstemsizlik Tamuyar Benzerlik Değişim Eşgeçerlilik Eşdeğerlilik Çokanlamlı Estetik Nedenbilim Uçterim He>ecan Duygululuk Katışmaç Saldırganlık Bilinemezcilik Yazmayitimi Edimcilik Etkinlik Edimselcilik Raslantı Dıştan Okumayitimi Evrensel Biçimsimge Zorbalık Heryerdelik Genel Tamgüçlülük Allwissenheit Özgecilik Bellekyitimi Kendinde Benzeşim
Analyse Anamnese Anarchie Andere Angenehm, Gefällig, Freundlich Angst Animismus Anpassung Anschauung Antecedent Anthropologie Anthropomorphismus Anthropozentrismus Antinomie Antithese Apathie Aphorismus Aporie Apperzeption Arbeit Arbeitsteilung Archetyp, Urbild Argument, Beweis Art Asketik Assoziation Assoziationspsychologie Atheismus Atom Atomistik Attribut Aufgabe Aufleben Aufklärung Auflösung Aufmerksamkeit Augenblick, Moment Aura Ausdehnung Ausdruck Ausgleich Autarkie Autismus Autonomie Autorität
Ayrıştırma Anımsama Anarchie Başkası Hoş Boğuntu Canlıcılık Uyma Sezgi öncel İnsanbilim İnsanbiçimcilik tnsanmerkezcilik Çatışkı Karşısav Duyumsamazlık Özlüsöz Çıkmaz Üstalgı Emek İşbölümü İlkömek * Kanıt Tür Çilecilik Çağrışım Çağnmşıcılık Tanrıtanımazlık Atom Atomculuk Öznitelik Sorun Aşma Aydınlanmacılık Dağılışım Dikkat An Esim Kapsam Anlatım Dengeleme Kendineyetme Kendinekapalılık Özerklik Yetke
537
538
Autosuggestion Axiologie Axiom Barbarei, Barbarismus Baum des Porphyris Bedingte Bedürfnis, Bedarf Befriedigung, Zufriedenheit Begeisterung Begriff Begründen Behauptung Behauptung, Bejahung Behaviorismus Begehrung, Begehren Beklemmung Belagerung Beobachtung Bereich, Gebiet Beschreibung Besitzen, Besitz, Besessenheit Bestimmen, Bestimmung Bestimmt Bewegung Bewunderung Beziehung, Relation Bild, Vorstellung Billigkeit Blödsinn, Schwachsinn Blödsinnigkeit Brauch Buridans Esel Bürgertum Bürokratie, Bürokratismus Kapital Casuistik Charakter Charakteristik Dauer Deduktion Definition, Begriffsbestimmung Deismus Delirium Demokratie Demonstration Deontologie Determinismus Deutlich Dialektik Didaktisch Differenz Dilemma Dimension Ding, Sache
Kendiniinandırma Değeıöğredsi Belit Barbarlık Porphyrios Ağacı Koşullanmış Gereksinim Doyum Coşkunluk Kavram Temellendirmek llerisürme Olumlama Davranışçılık Arzu Bunaltı Takıntı Gözlem tlgialanı Tanıtlama İyelik Belirleme Belirli Devinim Hayranlık Bağınu İmge Denkserlik Bunama Aptallık Alışkı Buridan’ın Eşeği Buıjuvalık Bürokrasi Sermaye Bilinççözümlemesi Cteyapı Belirleyici Sttç Tümdengelim Tanımlama Yaradancılık Çılgınlık Demokrasi Gösterme Ödevbilgisi Belirlenimcilik Seçik Diyalektik Öğretici Ayrım ikilem Boyut Şey
Ayrıklık Disjunktion Giditnli Diskursiv Dogma Dogma Dogmacılık Dogmatismus İkicilik Dualismus Dunkel Karanlık Yankılama Echolalie, Echosprache Benözgecilik Egoaltmismus Bencillik Egoismus Beniçincilik Egozentrismus Saygı Ehrfurcht Kıskançlık Eifersucht Ûzgü Eigene Özsevgisi Eigenliebe Eigentum Mülkiyet Yatkınlık Eignung İmgelem Einbildungskraft Eindruck, Reiz İzlenim Einfach Basit Etki Einfluss Einklammerung Paranteze Almak Einschliessung tçerilmişlik Bölme Einteilung Tekil Einzeln Seçmecilik Eklektizismus Coşku Ekstase Ûge Element Türüm Emanation Duyum Empfindung Deneycilik Empirismus Erek Ende, Zweck, Endzweck Ortüktasım Enthymem Özveri Entsagung Entscheidung Karar Enttäuschung, Unbefriedigtsein Yoksunluk Entwicklung, Wachsen Gelişim Ansiklopedi Enzyklopädie Erfindung Masallama Yüce Erhabene Erinnerung Anı Bilgi Erkenntnis, Kenntnis Erkenntnistheorie Bilgikuramı Açıklamak Erklären Erst, primär İlksel Erzeugung, Generation Kuşak Erziehung Eğitim Eschatologie Erekbilgisi Esoterisch İçrek Devletçilik Etatismus Ethnographie Budunbilgisi Ethnologie Budunbilim Eudämonismus Mutçuluk Esenlikduygusu Euphorie Evhemeros’çuluk Evhemerismus
Evidenz Evolution, Entwicklung Evolutionismus Exakt Exhibitionismus Existentialismus Existenz, Dasein Exoterisch Experiment Experimentation Explicit Extraversión Fähigkeit, Vermögen Faktor Familie Fanatismus Fatalismus Fatalität Fechners Gesetz Fehler Feld Feodalismus Fetichismus Finalismus Finalität Forderung, Anspruch Form Formalismus Fortschritt Frage, Befragung Freier Wille, Willensfreiheit Freiheit Freude Freundschaft Frieden Funktion Funktionalismus Funktionell Furcht Futurismus Für-sich-sein Gattung Gedächtnis, Erinnerung Gedanke, Denken Gefühl Gegeben Gegenstand, Subjekt Gegnerschaft Geist Geistesschwäche Gelehrte Gemein Gemeinschaft Genesis
Apaçıklık Evrim Evrimcilik Dosdoğru Sergilemecilik \faroluşçuluk Varoluş Dışrak Deneyim Deney Dışsal Dışadönüklük Yeti Etken Aile Darkafalılık Yazgıcılık Yazgı Fechner Yasası Yanlış Alan Feodallik Tapıncakçüık Erekçilik Ereklilik Hakönerme Biçim Biçimcilik İlerleme Soru Ozgürseçiş özgürlük Sevinç Dostluk Barış İşlev İşlevcilik İşlevsel Korku Gelecekçilik Kendiiçin Cins Bellek Düşünce Duygu \feri Özne Uyuşmazlık Zihin Alıklık Bilgin Ortak Topluluk Oluşum
Deha Genie Gerechtigkeit Adalet Tarih Geschichte Geschichtlichkeit Tarihsellik Geschmack Beğeni Toplumsallık Geselligkeit Toplum Gesellschaft Yasa Gesetz Gesunder Verstand, Gescheidtheit Sağduyu Kutsal Geweiht, Heilig Kesinlik Gewissheit Gewohnheit Alışkanlık Geworfenheit Bırakılmışı ık İnan Glaube İnanç Glaube İnancılık Glaubensphilosophie İlgisizlik Gleichgültigkeit Eşitlik Gleichheit Glück, Glückseligkeit Mutluluk Bilgiaraştınnası Gnoseologie Bilinircilik Gnostizismus Tanrı Gott Sınır Grenze Grösse Büyüklük Grund, Begründung, Grundlage Temel Grund, Prinzip İlke Küçüktopluluk Gruppe Gründung, Errichtung Kurum Gut, Wohl İyi Geçerlilik Gültigkeit Sanrı • Halluzination Uyum Harmonie Hässlich Çirkin Hazcılık Hedonismus Heil, Erlösung Kurtuluş Kapalılık Hermetismus Heiz Gönül Heterogen Çokyapılı Dışerklik Heteronomie Heuristik Bulgulama Tarihselcilik Historismus Homogen Biryapılı İnsancılık Humanismus Hylmorphismus tkiilkecilik Hylozoismus Canlımaddecilik Aşınduyarlılık Hyperästhesie Hypermnesie Aşınanımsama Yapayuyku Hypnose Varsayım Hypothese Histeri Hysterie Ich Ben Ideal Ülkü Idealismus Ülkücülük Idee Fikir
540
Identifikation Identität Ideologie Illuminismus Illusion, Täuschung Immanent Immanenz Immaterialismus Immoralismus Imperativ Implikation Implicit Improvisation Indeterminismus Individualismus Individuation Individuum. Einzelding Induktion Inferiren Infrastruktur Inhalt Inspiration Instinkt Instrumentalismus Intellektualismus Intellektueller Intelligenz Intelligibel Intentionalität Introversion Intuitionismus Involition Ironie Irrtum Isomorphismus Jugendalter Kanon Kaste Kategorie Kategorisch Katharsis Kausalität Kindheit Klar Klasse Klassifikation Klassizismus Kollektivismus Kommunikation Kommunismus Komplex Komprehension, Inhalt Konformismus Konjunktiv
Özdeşleşme Özdeşlik İdeoloji Meczupluk Yanılsama İçkin İçkinlik Maddesizcilik Ahlaksızcılık Buyurucu İçerme İçsel Doğaçlama Belirlenmezcilik Bireycilik Bireyleşme Birey Tümevarım Çıkarsama-Çıkanm Altyapı İçerik Esin İçgüdü Araççılık Düşünselcilik Aydın Zeka Düşünülür Yönelgenlik İçedönüklük Sezgicilik Gerievrim Alay Yanılgı Eşbiçimcilik Yetişkinlik Kanon Kast Kategori Koşulsuz Arınma Nedensellik Çocukluk Açık Sınıf Sınıflama Klasiklik Oıtaklaşmacılık İletişim Komünizm Karmaşık lçlem Tutuculuk Bitiştirici
Konkret Konsequent Konsequenz Kontemplation Kontext Kontingenz, Zufälligkeit Kontradiktorisch Konträr Konvengenz, Zusammenlaufen Konzceptualismus Konzeption, Begriffsbildung Korpuskel, Körperlein Korrelation Kosmogonie Kosmologie Körper Körper Kraftlosigkeit Krieg Kriterium, Merkmal Kritik Kritizismus Kultur, Bildung Kunst Künstler Leben Leere Lehre Leiden Leidenschaft Liberalismus Liebe Linguistik Logik Logizismus Lohn Mackrokosmus Magie Maieutik ¡Major, Oberbegriff Major, Obersatz Manichäismus Manie Masochismus Materialismus Materie, Stoff Maxime Mechanismus Megalomanie Mehrwert Meinung Mekanismus von Abwehr Melankcholie Menge, \blksmasse
Somut Ardıl Vargı İçselbakış Bağlam Olumsallık Karşısal Karşıt Kesişme Kavramcılık Kavrayış Cisimcik Bağlılaşım Evrendoğum Evrenbilim Beden Cisim Ahmaklık Savaş Ölçüt Eleştiri Eleştiricilik Kültür Sanat Sanatçı Yaşam Boşluk Öğreti Tutku Edilim Özgürlükçülük Aşk Dilbilim Mantık Mantıklaştıncılık Ücret Büyükevren Büyü Doğurtma Büyükterim Büyükönerme Manicilik Mani Mazohizm Maddecilik Madde (geleyi; Mekanikçilik Büyüldükduygusıj Amkdeğer Görüş SavumaDûsrekb Melankoli Kalabalık
Mensch Menschheit, Menschlichkeit, Humanität Mentalität, Geistesrichtung Merkantilismus Metaphysik Methode Methodologie Microkosmus Minderwertigkeitsgefühl Minor, Untersatz Mitte Mittelbegriff Modalität Modus, Schlussmodus Monade Monadismus Monadologie Monarchie Monismus Monotheismus Moral Moralismus Morphologie Motiv, Beweggrund Möglichkeit Mutation Mysterium Mystizismus, Mystik Mythe Mythologie Mythomanie Nachahmung Narzissmus Nation Nativismus Natur Naturalismus Naturismus Natürlich Nebenordnung, Koordination Nichts, Nichtseindes Nekrophilis Nervenzusammenbruch Neurosis Nicht-Ich Nichtvorhandensein Nihilismus Nominalismus Normal Notwendigkeit Nützlich Objekt, Gegenstand Objektiv
İnsan İnsanlık Anlayış Kazanççılık Metafizik Yöntem Yöntembilim Küçükevren Aşağılıkduygusu Kûçûkûnerme Ortam Onaterim Kiplik Kip Monad Monadcılık Monadoloji Mutlakyönetim Tekçilik Tektanncılık Ahlak Ahlakçılık Biçimbilim Güdü Olanak Değişinim Gizem Gizemcilik Mitos Mitoloji Masalcılık Öykünme Narkissos’çuluk Ulus Doğuştancılık Doğa Doğalcılık Doğacılık Doğal Düzenleşiklik Hiçlik Ölüsevme Ruhsalçöküntü Sinirlilik Benolmayan Eksikkalış Hiççilik Adcılık Olağan Gereklilik Yarariı Nesne Nesnel
Obskurantismus Offenbarung Okkasionalismus Okkultismus Ontogenesis Ontologie Ontologismus Optimismus Ordnung Organizismus Originell Ökonomismus Pädagogik Paidologie Palingenesie Panentheismus Pankosmismus Panpsychismus Pantheismus Parallelismus Paramnesie Paranoia Partikulär Passivität Peripatetiker Person Personalismus Persönlichkeit Perspektivismus Perzeption Perzeptionnismus Pessimismus Pflicht Phänomen Phänomenalismus Phänomenologie Phantasie Philanthoropie Philosoph Philosophie Phrenologie Phylogenesis Physik Planwirtschaft Plural Pluralismus Polysyllogismus Polytheismus Populismus Positivismus Postulat Pradikäl Praelogik
Karanlıkçılık Açınım Aıanedencilik Gizlibilimcilik Bireyevrimi Varlıkbilim Varlıkbilimcilik İyimserlik Düzen Organcılık Özgün İktisatçılık Pedagoji Çocukbilim Çevrimcilik Heptanndacılık Hepevrencilik Hepruhsallık Heptanncılık Koşutçuluk Yenidenyaşama Düzenliçılgınlık özel Edilginlik Peripatetikler Kişi Kişilikçilik Kişilik Bakışçılık Algı Algıcılık Kötümserlik Ödev Olgu Olguculuk Olgubilim İmgegücü tnsanseverlik Filozof Felsefe Kafayonmu Türevlimi Fizik GüdümcülükGüdümlü İktisat Çoğul Çoğulculuk Çoklutasım Çoktanncılık Halkseverlik Olumculuk Konut Yüklem Mantıköncesi
542
Praestabilierte Harmonie Pragmatismus Prämisse Praxis, Übung Primitiv Probabilität, Wahrscheinlichkeit Probabilismus Produktion Piofen Projektion Proletariat Proposition Prozess Psychanalyse Psychasthenie Psychisch Psychologie Psychologismus Psychose Pubertät Qualität Quantität Quietismus Quintessenz Radikalismus Rasse Rassismus Rationalismus Raum Reaktionär Realismus Realität, Wirklichkeit Recht Redintegration Reduktion Reflexion, Überlegung Reflex Regel Regime Regress, Regression, Rückgang Rein Reiz Rekurrcnz Relativ, Bezüglich, Verhältnismässig Relativismus Relativität Religion Repräsentation Resolution Revolte, Empörung Revolution Rezeptivität Romantik
Öncesel Uyum Pragmacılık Öncül Uygulama İlkel Olasılık Olasıcılık Üretim Dindışı Yansıtma Proletarya önerme Süreç Ruhaynşürması Ruhsalbitiklik Ruhsal Ruhbilim Ruhbilimcilik Ruhsalbozukluk Erginlik Nitelik Nicelik Dingincilik Beşinciöz Köktencilik Irk Irkçılık Usçuluk Uzay Gerici Gerçekçilik Gerçeklik Hukuk Toptananılış İndirgeme Düşünme Tepkime Kural Yönetimbiçimi Gerileme An Uyarım Dönüşlülük Göreli Görecilik Görelilik Din Sunum Çözümleme Başkaldırma Devrim Alırlık Duyguculuk
Rückständigkeit Rythmus Sadismus Sadomasochismus Sanktion Satz vom zureichenden Grunde Schein Schema Schizophrenie Schmerz Scholastik Schöne Schöpftmg, Schaffen Schule Schüchternheit Schwelle, Reizschwelle Scientismus Seele Sehen Sein Selbstbeobachtung Selbstbewusstsein Selbstmord Selektion Seligkeit Semantik Semiologie Sensibilität Sensualismus Sexualität Sinn, Sinnlichkeit Sinnlich, Fühlbar Sippe Sitte, Sitten Skeptizismus Sklave Sklavrei, Sklaventum Slogan Solidarität Solipsismus Sophisma Sophist Sozialismus Soziologie Soziologismus Spannung Spekulation Spezifikation Spezifisch Spiel Spiritualismus Spontaneität, Selbsttätigkeit Sprache Staat
Gerilik Ritm Sadizm Sadomazoşizm Yaptırım Yeter Neden İlkesi Görünüm Şema Şizofreni Acı Skolastik Güzel Yaratma Okul Pısırıklık Eşik Bilimcilik Ruh Görü \ferlık İçebakış Bilinç İntihar Ayıklanma Tammutluluk Anlambilim Belirtibilim Duyarlılık Duyumculuk Cinsellik Duyu Duyulur Klan Görenek Kuşkuculuk Köle Kölelik Kalıpsöz Dayanışma Tekbencilik Bilgicilik Sofist Sosyalizm Toplumbilim Toplumbilimcilik Gerilim Kurgu Özgülleştirme Özgül Oyun Ruhçuluk Kendiliğindenlik Dil Devlet
Stadium Stetig Stimmung Stimulus Streben, Anstrengung Streben, Tendenz Struktur Strukturalismus Subaltem Subjektiv Subjetivismus Subkonträr Sublimierung Substanz Substrat Subsumtion Superstruktur Surrealismus Syllogismus Symbol Symbolismus Symetrie Synergie Synkretismus Synthese System Tat, Handlung Tat, Handlung Tautologie Technik Teilnahme, Partizipation Teleologie Temperament Tenor Theismus Theodizee Theokraöe Theologie Theoretisch Theorie Theosophie These Tod Toleranz, Duldung Totalitär Totalität, Ganzheit, Allheit Totem Tradition, Überlieferung Traditionalisms Trägheit, Beharrungsvermögen Transformismus Transzendent Transzendental Transzendentalismus
Evre Kesiksiz Çevre Uyaran Çaba Eğilim Yapı Yapısalcılık Altık Öznel öznelcilik Altkarşıt Yüceltme Töz Dayanak Altakoyma Üstyapı Gerçeküstücülük Tasım Simge Simgecilik Bakışımlılık Eşişlevlilik Birleştirmecilik Bileşim Dizge Edim Eylem Eşsöz Teknik Katılma Erekbilim Mizaç Şiddet Tanrıcılık Tannaraşbrması Dinciyönetim Tannbilim Görümcü Kuram Ermişlik Sav Ölüm Hoşgörü Bütüncü Bütünsellik Totem Gelenek Gelenekçilik Eylemsizlik Dönüşümcülük Aşkın Aşkınsal Aşkıncılık
Transzendenz Traum Träumerei Trieb Trieb Trieb, Beweggrund Tugend Typus Umkehrung Umwandlung, Transformation Unbedingt Unbestaendigkeit Unbestimmt Unbewusst Unendlich Universal ismus Unlogisch Unmittelbar Unruhe, Unbehagen Unsterblichkeit Unstetig Untertiegriff Unterbewusstsein Unterordnung Untersuchung Ursache Ursprung Urteil Urteilskraft Utilitarismus Utopie Übel Überiegenheitsgeftlhl Übermensch Übertragung Überzeugung Velleität Veränderung Verantwortlichkeit Verausserfichung Verausserung, Irrsinn Verdrängung Vfererbung Vergessen, Vergessenheit Vergleichung Vfeignügen Verhalten Verhältnis Vermittlung Vermögen, Fähigkeit Verneinung Vernunft Vemunftlos Vemunftschluss
Aşkınlık Düş Düşlem lçtepi İtki Dürtü Erdem Tip Evirme Dönüşüm Koşullanmamış Değişkenlik Belirsiz Bilinçdışı Sonsuz Evrenselcilik Mantıkdışı Dolaysız Kaygı Ölümsüzlük Kesikli Küçükterim Bilinçaltı Altasıralama Doğrulama Neden Köken Yargı Yarçpgücü Yararcılık Ütopya Kötü-Kötülük Yükseklikduygusu Üstinsan Geçişim Kanı Gelgeçistek Çeşitleme Sorumluluk Dışlaşma Yabana taşma Bastırma Kalıtım Unutuş Karşılaştırma Haz Davranış İlişki Aracılık Güç Olumsuzlama Us Usdışı Usavurma
543
Versehung Verstand, Intellekt Verstellungkunst, Verstellung Verworrenheit, Vermengung 'Sferwunderung Vetrag, Kontrakt Virtualität Vitalismus Volkswirtschaftslehre, Nationalökonomie Volontarismus Voraussetzung, Bedingung Voraussicht Vorgreifen, Vorbegriff Vorurteil Wahn, Irrsinn, Narrheit Wahrhaftigkeit Wahrheit Wechselseitigkeit Weisheit Welt Weltall, Universum Werden Wert Wertschätzung Wesen Wesenheit, Entität
544
Kayra Anlık Gizleme Bulanıklık Şaşma Sözleşme Gücütlük Yaşamsalcılık Toplumsal İktisat lstemcilik Koşul Öngörü İlkbilgi Önyargı Delilik Doğruculuk Doğru Karşılıklılık Bilgelik Dünya Evren Oluş Değer Değerlendirme Öz Bütünlük
Widertegmg Widerspruch, Kontradiktion Widerstreit Wiederaufleben Wiedergeburt, Palingenesie Wille, Willenskraft, Willkür Wirkende Wirklich Wirksamkeit Wissen, Wissenschaft Wissenschaftslehre Wortklauberei Wunder Wurzel Würde Zeichen Zeit Zerstreutheit Ziel Zirkelbeweis, Diallele Zivilisieren, Zivilisation Zorn Zusammengesetzt Zusammenhang Zustand Zweideutigkeit Zueifel
Çürütme Çelişki Çatışma Yaşamadönüş Yenidencisimleşme İstem Etmen Gerçek Etkililik Bilim Bilgibilim Boşsözcülük Mucize Kök Değerlilik Belirti Zaman Dağılma Amaç Kısırdöngü Uygarlık Öfke Karmaşık Tutarlılık Durum Kayganlık Kuşku
Fransızca/Türkçe Abnégation Aboulie Absolu Absolutisme Abstraction Abstractionnisme Abstrait Abstrus Absurde Accident Acte Action Activisme Activité Actualisme Adaplation Adéquat Admiration Adolescence Adventice Affectivité Affirmation Agent Agnosticisme Agraphie Agréable Agrégat Agressivité Alexie Aliénation Allégorie Altruisme Ambiance Ambiguïté Ame Amitié Amnésie Amour Amour-propre Analogie Analyse Anarchie Âne de Buridan Angoisse Animisme
Özveri tstemsizlik Mutlak Mutlakçılık Soyutlama Soyutlamacılık Soyut Çapraşık Saçma Raslantı Edim Eylem Edimcilik Etkinlik Edimselcilik Uyma Tamuyar Hayranlık Yetişkinlik Dıştan Duygululuk Olumlama Etmen Bilinemezcilik Yazmayitimi Hoş Katışmaç Saldırganlık Okumayitimi Yabancılaşma Biçimsimge Özgecilik Çevre Kayganlık Ruh Dostluk Bellekyitimi Aşk Özsevgisi Benzeşim Ayrıştırma Kargaşa Buridan’ın eşeği Boğuntu Canlıcılık
Anormal Antagonisme Antécédent Anthropocenrisme Anthropologie Anthropomorphisme Antinomie Antithèse Anxiété Apathie Aperception Aphorisme Aporie Apparence Appréciation Aptitude Arbre de Porphyre Archétype Argument Arriération Art Artiste Ascétisme Assertion Associationisme Association Athéisme Atome Atomisme Attention Attribut Aura Autarcie Autisme Autonomie Autorité Auto-suggestion Autrui Axiologie Axiome Baibarie Béatitude Beau Behaviorisme Besoin
Olağandışı Uyuşmazlık Öncel İnsanmerkezcilik İnsanbilim tnsanbiçimcilik Çatışkı Karşısav Bunaltı Duyumsamazlık Üstalgı Özlüsüz Çıkmaz Görünüm Değerlendirme Yatkınlık Porphyrios ağacı Ukömek Kanıt Gerilik Sanat Sanatçı Çilecilik İlerisürme Çağnmşıcılık Çağrışım Tanrıtanımazlık Atom Atomculuk Dikkat Öznitelik Esim Kendineyetme Kendinekapaltlık ÖzErklik
Yetke Kendiniinandırma Başkası Değerüğretisi Belit Barbarlık Tammutluluk Güzel Davranışçılık Gereksinim
546
Bien Bon sens Bonheur Bourgeoisie Bovarysme Bureaucratie But Canon Capital Caractère Caractéristique Carence Caste Casuistique Catégorie Catégorique Catharsis Causalité Cerle vicieux, diallèle Certutide Champ Changement Chose Civilisation Clair Clan Classe Classicisme Classification Coeur Cohérence Colère Collectivisme Commun Communauté Communication Communisme Comparison Compensation Complexe Complexe Comportement Compréhension Concept Conception Conceptualisme Concret Condition Conditionné Conflit Conformisme Confusion Conjonctif Connaissance
İyi Sağduyu Mutluluk • Burjuvalık Bovary’cilik Bürokrasi Amaç Kanon Sermaye Özyapı Belirleyici Eksikkalı; Kast Bilinççözümlemesi Kategori Koşulsuz Arınma Nedensellik Kısırdöngü Kesinlik Alan Değişim Şey Uygarlık Açık Klan Sınıf Klasiklik Sınıflama Gönül Tutarlılık Öfke Ortaklaşmacılık Ortak Topluluk İletişim Komünizm Karşılaştııma Dengeleme Karmaşık Karmaşık Davranış lçlem Kavram Kavrayış Kavramcılık Somut Koşul Koşullanmış Çatışma Tutuculuk BulanıklıkBitiştirici Bilgi
Conscience Consequence Conséquent Contemplation Contenu Contexte Contingence Continu Contradiction Contradictoire Contraire Contrat Convergence Conversion Conviction Corps Corps Corpuscule Corrélation Cosmogonie Cosmologie Coutume Création Critère Criticisme Critique Croyance Culture Débilité Décision Déduction Définition Deisme Délinquance Délire Démence Démocratie Démonstration Déontologie Dépassement Dépression nerveuse Déréliction Description Désir Despotisme Détermination Déterminé Déterminisme Développement Devenir Devoir Dialectique Didactique Dieu
Bilinç Vargı Ardıl İçselbakış İçerik Bağlam Olumsallık Kesiksiz Çelişki Karşısal Karşıt Sözleşme Kesişme Evirme Kanı Beden Cisim Cisimcik Bağlılaşım Evrendoğum Evrenbilim Alışkı Yaratma Ölçüt Eleştiricilik Eleştiri İnanç Kültür Ahmaklık Karar Tümdengelim Tanımlama Yaradancılık Topluçılgınlık Çılgınlık Bunama Demokrasi Gösterme Ödevbilgisi Aşma Ruhsalçöküntü Bırakılmıştık Tanıtlama Aızu Zorbalık Belirleme Belirli Belirlenimcilik Gelişim Oluş Ödev Diyalektik Öğretici Tanrı
Différence Dignité Dilemme Dimension Dirigisme, Économie dirigée Discontinu Discursif Disjonction Dissimulation Dissolution Distinct Distraction Division Division du travail Doctrine Dogmatisme Dogme Dolorisme Domaine Donné Douleur Doute Droit Dualisme Durée Écholalie Éclectisme École Économie politique Économisme Éducation Efficacité Effort Égalité Égo-altniisme Égocentrisme Égoisme Égotisme Élan vital Élément Émanation Émotion Empirisme En soi Encyclopédie Enfance Entendement, Intellekt Enthousiasme Enthymème Entité Épistémologie Equipollence Équité
Ayrım Değerlilik İkilem Boyut Güdümcülük Kesikli Gidimli Ayrıklık Gideme Dağılışım Seçik Dağılma Bölme işbölümü Öğreti Dogmacılık Dogma Acıcılık İlgialanı Veri Acı Kuşku Hukuk İkicilik Süre Yankılama Seçmecilik Okul Toplumsal iktisat İktisatçılık Eğitim Etkililik Çaba Eşitlik Benözgecilik Beniçincilik Bencillik Bencilik Yaşamsal adlım Öge Türüm Heyecan Deneycilik Kendinde Ansiklopedi Çocukluk Anlık Coşkunluk Örtüktasım Bütünlük Bilgibilim Eşgeçeriilik Denkseriik
Équivalence Équivoque Eneur Eschatologie Esclavage Esclave Ésotérique Espace Espèce Esprit Essence Essentialisme Esthétique État État Étatisme Étendue Ethnographie Ethnologie Étiologie Étonnement Être Eudémonisme Euphorie Evhémérisme Évidence Evolution Évolutionisme Exact Excitation Exhibitionnisme Existence Existentialisme Exotérique Expérience Expérimentation Explicite Expliquer Expression Exlase Extension Extériorisation Extraversión Extrême Fabulation Facteur Faculté Famille Fanatisme Fantaisie Fatalisme Fatalité Faute Féodalisme, Féodalité
Eşdeğerlilik Çokanlamlı Yanılgı Erekbilgisi Kölelik Köle İçrek Uzay Tür Zihin Öz Özcülük Estetik Devlet Durum Devletçilik Uzam Budunbilgisi Budunbilim Nedenbilim Şaşma \ferlık Mutçuluk Esenlikduygusu Evhemeros’çuluk Apaçıklık Evrim Evrimcilik Dosdoğru Uyarım Sergilemecilik Varoluş Varoluşçuluk Dı^ak Deneyim Deney Dışsal Açıklamak Anlatım Coşku Kapsam Dışlaşma Dışadönüklük Uçterim Masallama Etken Yeti Aile Darkafâlılık İmgegücü Yazgıcılık Yazgı Yanlış Feodallik
547
548
Fétichisme Fidéisme Fin Finalisme Finalité Foi Folie Fonction Fonctionalisme Fonctionnel Fondement Fonder Formalisme Forme Foule Frustration Futurisme Général Généralisation Génération Genèse Génie Genre Gnoséologie Gnosticisme Goût Grandeure Groupe Guene Habitude Hallucination Harmonia Harmonie préétablie Hédonisme Hérédité Hermétisme Hétérogène Hétéronomie Heuristique Histoire Historicité Historisme Homme Homogène Humanisme Humanité Hylémorphisme Hylosoisme Hyperesthésie Hypermnésie Hypnose Hypothèse Hystérie Idéal
Taptncakçılık İnancılık Erek Erekçilik Ereklilik İnan Delilik İşlev İşlevcilik İşlevsel Temel Temellendirmek Biçimcilik Biçim Kalabalık Yoksunluk Gelecekçilik Genel Genelleştirme Kuşak Oluşum Deha Cins Bilgiaraştırması Bilinircilik Beğeni Büyüklük Küçüktopluluk Savaş Alışkanlık Sanrı Uyum Öncesel uyum Hazcılık Kalıtım Kapalılık Çokyapılı Dışerklik Bulgulama Tarih Tarihsellik Tarihselcilik İnsan Biryapılı İnsancılık İnsanlık İkiilkecilik Canlımaddecilik Aşınduyarlılık Aşınanımsama Yapayuyku Varsayım Histeri Ülkü
Idéalisme Idée Identification Identité Idéologie Idiotie Illogique Illuminisme Illusion Image Imagination Imbérilité Imitation Immanence Immanent Immatérialisme Immédiat Immoralisme Immortalité Impératif Implication Implicide Impression Impressionisme Improvisation Impulsion Inclusion Inconditionné Inconscient Indéterminé Indéterminisme Indiflëraxe Individu Individualisme Individuation Induction Inertie Inférence Infini Influence Infrastructure Inquiétude Inspiration Instabilité Instant Instinct Instrumentalisme Institution Intellectualisme Intellectuel Intellekt Intelligence Intelligible Intention
Ülkücülük Fikir Özdeşleşme özdeşlik İdeoloji Aptallık Mantıkdışı Meczupluk Yanılsama İmge İmgelem Alıklık Öykünme İçkinlik İçkin Maddesizcilik Dolaysız Ahlaksızcılık Ölümsüzlük Buyurucu İçerme İçsel İzlenim İzlenimcilik Doğaçlama İtki İçerilmişlik Koşullanmamış Bilinçdışı Belirsiz Belirlenmezcilik İlgisizlik Birey Bireycilik Bireyleşme Tümevarım Eylemsizlik Çıkarsama-çıkanm Sonsuz Etki Altyapı Kaygı Esin Değişkenlik An İçgüdü Araççılık Kurum Düşünselcilik Aydın Anlık Zeka Düşünülür Yönelim
Intentionnalité Interaction Introspection Introversion Intuition Intuitionisme Involition Ironie Irrationnel Isomorphisme Jalousie Jeu Joie Jugement Justice Laid Langue Libéralisme Liberté Libre arbitre, Franc arbitre Limite Linguistique Logicisme Logique Loi Loi de Fechner Macrocosme Magie Maieutique Majeur Majeure Mal Manichéisme Manie Masochisme Matérialisme Matière Maxime Mécanisme Mécanismes de défense Médiation Mégalomanie Mélancolie Mémoire Mentalité Mercantilisme Métaphisique Méthode Méthodologie Microcosme Millieu Mineur Mineure Miracle
Yönelgenlik Etkileşim İçebakış İçedönüklük Sezgi Sezgicilik Gerievrim Alay Usdışı Eşbiçimcilik Kıskançlık Oyun Sevinç Yargı Adalet Çirkin Dil Özgürlükçülük Özgürlük . Özgürseçiş Sınır Dilbilim Manüklaştıncılık Mantık Yasa Fechner yasası Büyükevren Büyü Doğurtma Büyükterim Büyükönerme Kötü ya da kttülük Manicflik Mani Mazohizm Maddecilik Madde Özdeyiş Mekanikçilik Savunma düzenekleri Aracılık Büyüklükduygusu Melankoli Bellek Anlayış Kazanççılık Metafizik Yöntem Yöntembilim Küçükevren Ortam Küçüklerim Küçükönenrıe Mucize
Mise entre parantheses Mobile Modalité Mode Moeurs Moi Moment Monade Monadisme Monadologie Monarchie Monde Monisme Monothéisme Morale Moralisme Morphologie Mort Motif Mouvement Moyen teime Mutation Mystère Mysticisme Mythe Mythologie Mythomanie Narcissisme Nation Nativisme Naturalism Natue Naturel Natnisme Néant Nécessité Nécrophilie Négation Névrosé Nihilisme Nominalisme Non-moi Normal Objectif Objet Obscur Obscurantisme Observation Obsession Occasionalisme Occultisme Omnipotence Omniscience Onirisme
Paranteze almak Dürtü Kiplik Kip Görenek Ben An Monad Monadcılık Monadoloji Mutlakyönetim Dünya Tekçilik Tektanncılık Ahlak Ahlakçılık Biçimbilim Ölüm Güdü Devinim Ortatenm Değişinim Gizem Gizemcilik Mitos Mitoloji Masalcılık Nartdssos’çuluk Ulus Doğuştancılık Doğalcılık Doğa Doğal Doğacılık Hiçlik Gereklilik Ölüsevme Olumsuzlama Sinirlilik Hiççilik Adcılık Benolmayan Olağan Nesnel Nesıe Karanlık Karanlıkçılık Gözlem Takıntı Aranedencilik Gizlibilimcilik Tamgüçlülük Tambilirlik Düşçılgmlığı
550
Bireyevrimi Ontogenèse Varlıkbilim Ontologie Varhkbilimcilik Ontologisme Görüş Opinion iyimserlik • Optimisme Düzen Ordre Organcılık Organicisme özgün Original Köken Origine Unutuş Oubli Heptanndacılık Panenthéisme Ban; Paix Çevrimcilik Palingénésie Hepevrencilik Pancosmisme Hepruhsallık Panpsychisme Heptanncılık Panthéisme Koşutçuluk Parallélisme Yenidenyaşama Paramnesie Düzenliçılgınlık Paranoia Kaülma Participation Özel Particulier Edilim Passion Tutku Passion Edilginlik Passivité Pedagoji Pédaggie Çocukbilim Pédologie Düşünce Pensée Algı Perception Algıcılık Perceptionnisme Peripatetikler Péripatéticien Kişilikçilik Personnalisme Kişilik Personnalité Kişi Personne Bakışçılık Perspectivisme Kötümserlik Pessimisme Korku Peur, Crainte Olgu Phénomène Olguculuk Phénoménisme Olgubilim Phénoménologie İnsanseverlik Philanthropie Filozof Philosophe Felsefe Philosophie Philosophie des lumières Aydinianmacilik Kafeyorumu Phrenologie Türevrimi Phylogénèse Fizik Physique Haz Plaisir Çoğul Plural Çoğulculuk, çokçuluk Pluralisme Artıkdeğer Plus-value Çokl utasım Polysyllogisme Çoktanncılık Polythéisme Halkseverlik Populisme Olumculuk Positivisme
Possession Possibilité Postulat Pour soi Pouvoir Pragmatisme Pratique Prédicat Préjugé Prélogique Prémisse Prénotion Prévoyance Primaire Primitif Principe Principe de raison suflisanteè Probabilisme Probabilip Problème Procès, Processus Production Profane Progrès Projection Prolétariat Proposition Propre Propriété Providence Psychanalyse Psychasthénie Psychique Psychologie Psychologisme Psychose; Puberté Pulsion Pur Qualité Quantité Question Quiétisme Quintessence Race Racine Racisme Radicalisme Raison Raisonnement Rapport Rationalisme Réactionnaire
İyelik Olanak Konut Kendiiçin Güç Pragmacılık Uygulama Yüklem Önyargı Mantıköncesi Öncül İlkbilgi Öngörü İlksel İlkel İlke Yeter neden ilkesi Olasıcılık Olasılık Sorun Süreç Üretim Dindışı İlerleme Yansıtma Proletarya Önerme Özgü Mülkiyet Kayra Ruhaynştırması Ruhsalbitiklik Ruhsal Ruhbilim Ruhbilimcilik Ruhsalbozukluk Erginlik İçtepi An Nitelik Nicelik Soru Dingincilik Beşinciöz Irk Kök Irkçılık Köktencilik Us Usavurma İlişki Usçuluk Gerici
Réalisme Réalité Récéptivité Réciprocité Recuirence Rédintégration Réduction Réel Reflexe Réflexion Refoulement Réfutation Regimé Règle Régression Réincarnation, Palingenesie Relatif Relation Relativisme Relativité Religion Réminiscence Représentation Résolution Respect Responsabilité Ressemblance Rêve Révélation Revendication Rêverie Réviviscence Révolte Révolution Romantisme Rythme Sacré Sadisme Sadomasochisme Sagesse Salaire Salut Sanction Satisfaction Savant Scepticisme Schéme Schizophrénie Sciènce Scientisme Scolastique Sélection Sémantique
Gerçekçilik Gerçeklik Alırlık Karşılıklılık Dönüşlülük Toptananılış İndirgeme Gerçek Tepkime Düşünme Bastırma Çürütme Yönetimbiçimi Kural Gerileme Yenidencisimleşme Göreli Bağıntı Gürecilik Görelilik Din Anımsama Sunum Çözümleme Saygı Sorumluluk Benzerlik Düş Açınım Hakönerme Düşlem Yaşamadönüş Başkaldırma Devrim Duyguculuk Ritm Kutsal Sadizm Sadomazoşizm Bilgelik Ücret Kurtuluş Yaptınm Doyum Bilgin Kuşkuculuk Şema Şizofreni Bilim Bilimcilik Skolastik Ayıklanma Anlambilim
Sémiologie Sens Sensation Sensibilité Sensible Sensualisme Sentiment Sentiment d’infériorité Sentiment de supériorité Seuil Sexualité Signe Simple Singulier Slogan Sociabilité Socialisme Société Sociologie Sociologisme Solidarité Solipsisme Sophisme Sophiste Souvenir Spécification Spécifique Spéculation Spiritualisme Spontanéité Stade Stimulus Structuralisme Structure Subalterne Subconscience Subcontraire Subjectivisme Subjectif Sublimation Sublime Subordination Subsomption Substance Substrat Suicide Sujet Superstition Superstructure Surhomme Surréalisme Syllogisme Symbole Symbolisme
Belirtibilim Duyu Duyum Duyarlılık Duyulur Duyumculuk Duygu Aşağılıkduygusu Yükseklikduygusu Eşik Cinsellik Belirti Basit Tekil Kalıpsöz Toplumsallık Sosyalizm Toplum Toplumbilim Toplumbilimcilik Dayanışma Tekbencilik Bilgicilik Sofist Anı Özgülleştirme Özgül Kurgu Ruhçuluk Kendiliğindeni ik Evre Uyaran Yapısalcılık Yapı Altık Bilinçaltı Altkarşıt Öznelcilik Öznel Yüceltme Yüce Altasıralama Altakoyma Töz Dayanak İntihar Özne Boşinanç Üstyapı Üstinsan Gerçeküstücülük Tasım Simge Simgecilik
551
Symétrie Syncrétisme Synergie Synthèse Système Tautologie Technique Téléologie Tempérament Temps Tendance Tension Teneur Théisme Théocratie Theodicée Théologie Théorétique Théorie Théorie de connaissance Théosophie Thèse Timidité Tolérance Totalitaire Totalité Totem Tradition Traditionalisme Transcendance Transcendant
552
Bakışımlılık Birleştirmecilik Eşişlevlilik Bileşim Dizge Eşsöz Teknik Erekbilim Mizaç Zaman Eğilim Gerilim Şiddet Tanrıcılık Dinciyönetim Tannaraştırması Tanrı bilim Görümcü Kuram Bilgikuramı Ermişlik Sav Pısırıklık Hoşgörü Bütünca Bütünsellik Totem Gelenek Gelenekçilik Aşkınlık Aşkın
Transcendental Transcendental isme Transfert Transformation Transformisme Travail Type Ubiquité, Omniprésence Univers Universalisme Universalisme Utile Utilitarisme Utopie \fcleir Validité Variation Velléité Véracité Verbalisme Vérification Vérité Vertu Vide Vie Virtualité Vision Vital ism Volontarisme Volonté
Aşkınsal Aşkıncılık Geçişim Dönüşüm Dönüşümcülük Emek Tip Heryerdelik Evren Evrensel Evrenselcilik Yararlı Yararcılık Ütopya Değer Geçerlilik Çeşitleme Gelgeçistek Doğruculuk Boşsözcülük Doğrulama Doğru Erdem Boşluk Yaşam Gücüllük Görü Yaşamsalcılık İstemcilik İstem
Felsefenin tarihi b o y u n c a oluşturduğu kavramları, her a ş a m a d a kazandığı içerikleriyle bize tanıtan bu sözlük, aynı z a m a n d a bir felsefe el kitabıdır. Felsefenin te m e l konularına girm ek isteyen her kişi için bir ba şla n g ıç kitabı niteliği taşıyan felsefe sözlüğü, binlerce örnekle zenginleştirilmiştir, Bu sözlükte yalnızca felsefeyle sınırlı kalınmamış, felsefeyi ilgilendiren estetik, toplum bilim , ruhbilim kavram larına d a yer verilmiştir. Ayrıca sözlüğün sonunda İngllizce-Türkçe, Alm anca-Türkçe ve Fransızca-Türkçe dizin d e yer alm aktadır.