Kitaptaki Ek Bölümleri Yazan, Eserin Çevirisini Yaptıran ve Yayına Hazırlayanın Kısa Biyografisi Ediz SÖZÜER 1974, Ankara doğumludur. Gelir İdaresi’nde Gelir Uzmanı olarak görev yapmaktadır. “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” yazarın internet ortamında ücretsiz olarak yayınlanmış ve tüm çalışmalarının üzerine bina edildiği temel ve kaynak kitap çalışmasıdır. Deneme mahiyetinde kaleme aldığı Risale-i Nur izah metinleri ve Risalehaber sitesinde makale yazmakla başlayan yolculuğu, Risale Akademi’de sunulmaya başlanan görsel destekli ve akademik temelli “Tabiat Risalesi Açılımları Seminerleri”yle devam etti. Manevî bir ilim hazinesi olan Risale-i Nur eserleri içindeki Kur’ânî hakikatlerin insanlığa mal edilmesinde ve toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel dönüşümün gerçekleşmesinde önemli bir katkıda bulunma kabiliyetinin bulunduğuna inandığı kitap çalışmasını, hep bir proje kıymetinde gördü. Tamamlanan kitap çalışmasını daha geniş kitlelere ulaştırmak için, bu çalışmanın üzerine bina edilerek hazırlanmış ve “görsel bir kitap” mahiyetindeki “Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı”nı iki haftada bir sürekli bir program olarak vermeye başladı. Ayrıca zaman zaman akademik eğitim faaliyetlerinde de “Medresetüzzehra Eğitim Yaklaşımı” ve “Risale-i Nur İzah Çalışmaları” hakkında sunumlar gerçekleştirdi. Bu çalışmalardan haberi olanlardan ciddiyetle istediği ve Risale-i Nur’a gönül vermiş insanlara samimiyetle ifade ettiği şudur: “Kıymetsiz ve önemsiz şahsıma değil, bu kitap vesilesiyle Allah’ın bir nimeti olarak harika bir şekilde ortaya çıkan hakikatlere önem veriniz ve onlara sahip çıkınız. Sizden tek istediğim budur.”
-1-
FİHRİST * Hazırlayanın Kısa Biyografisi..................................................................................1 * Ta‘lîkât’ın Türkçe Çevirisi Hakkında………………………………..………………………….……2 * Ta‘lîkât Çevirisi İçin Mütercimden Talep Ettiğimiz Çalışma Yöntemi………………..3 * Kızıl İ’caz ve Ta‘lîkât Hakkında ……..………………………………..………………………….……4 * Görsel Destekli ve Akademik Nitelikli Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı…………………………………………………………………………………………….14 * Telif Hakkı Bildirisi ve Her Türlü Serbest Kullanım, Basım ve Yayım Hakkı……………………………………………………………………….…..………15
TA‘LÎKÂT - Bir Mantık Şaheseri Arapça Orijinali ve Türkçe Tam Metin Tercümesi (S. 20-277)
EK BÖLÜMLER Bediüzzaman Said Nursî’nin Hayatı ve Risale-i Nur……………………………….………….279 Yolculuğunuz Daha Yeni Başlıyor!........................................................................308
Kişisel Yolculuğunuzda Rehberlik Edecek Yol Arkadaşlarınız * Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı………………....…….……………………317 * Seminer Metinleri, Sunumları ve Videoları …………..……………………………….….….317 * Keşif Yolculukları İnternet Sitemiz………………………………………………….………….…319 * Risale-i Nur İzah Metinleri Kitap Çalışmalarımız………………………………..….…….…319 * Metin Kitaplar………………………………….………………………………………….……………...319 * Görsel/İnteraktif Kitap Çalışmalarımız……………………………………….…………….…..320 * Keşif Yolculukları Video Kanalımız…………………………………………………….…....……321 * Tavsiye Edilen İnternet Siteleri……………………………………………..………….……….….321 * 24 Saat Risale-i Nur Okuma ve Dinleme İmkânı ……………………………..………..……323 * Risale-i Nur Sohbet ve Derslerine Katılabileceğiniz Yerler………………………………………………………………………........……324 * Diğer Akademik Eğitim Faaliyetleri………………………………………………….……..…….325 * Yayına Hazırlayanın İletişim Adresleri………………………………………………,…..………326
-2-
Ta‘lîkât’ın Türkçe Çevirisi Çalışmamız Hakkında
Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi'nin mantık ilmi konusunda bir şaheser olarak Arapça olarak kaleme aldığı ve yaklaşık 110 küsur sene önce telif edilmiş ve ilk defa tam metin olarak Türkçe'ye tercüme edilen Ta‘lîkât isimli kıymetli eseri insanlarımıza ulaştırmaya muvaffak olduk. Maksadımız Bediüzzaman'ın ne kadar büyük bir dimağa sahip bir mantık dehası olduğunun dünyaya duyurulmasıdır. Çalışmamız, Risale-i Nur'u ilan ve takdim etmek ve okunmasını sağlamak ve Üstad Bediüzzaman’ın ilmî kimliğini ve büyük dehasını insanlığa tanıtmak idealimizin neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” isimli kitap çalışmamızın ve eğitim programımızın bir parçası olmamakla beraber, aynı ideale hizmet eden Talikat çevirisine; Risale-i Nur Eğitim Programı’mızı tanıtıcı içerikler, Üstad Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un anlatıldığı yeni tarihçemiz, adı geçen kitap çalışmamızın Risale-i Nur okumak ve derslerine katılmakla ilgili çok çarpıcı tespitler içeren son sözü gibi bazı ek bölümler eklenmiştir. Böylece bu çalışmanın, Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman’ı gerçek anlamda tanımak ve anlamak isteyenler için bir köprü vazifesi görmesi ve önemli bir rehber niteliğinde olması hedeflenmiştir. Çeviriyi, İslamî ve ilahiyatla ilgili çeviri konusunda alan uzmanı tabir edilen çevirmenleri ve sıkı bir kontrol ekipleri bulunan ve Osmanlı arşivlerini de çeviren, akademik hassasiyete sahip bir profesyonel çeviri firmasına yaptırdık. Bununla beraber çeviriyi gözden geçirip tashih etmek arzu edenler, çeviri üzerinde diledikleri gibi çalışabilirler. Ayrıca Risale-i Nur Eğitim Programı’mız içerikleri için geçerli olan serbest kullanım hakkı bu çalışmamız için de aynen geçerli olduğundan, isteyen her teşebbüs sahibi bu çalışmayı basabilir. (Bununla ilgili detaylar ilerleyen sayfalarda yer verilen Telif Hakkı Bildirisi bölümündedir.)
-3-
Ta‘lîkât Çevirisi İçin Mütercimden Talep Ettiğimiz Çalışma Yöntemi: * Türkçe (Latin harfleriyle) yazılmış olan bölümler (çeviri-haşiye vs.) aynen muhafaza edilip sadece çeviride doğru yerlerine eklenecektir. * Türkçe çeviride mümkün olduğu kadar Günümüz Türkçesi kullanılacaktır. * Gereksiz Osmanlıca ve Arapça kökenli kelime kullanımını da, uydurukça diye tabir edilen kelimelerin de kullanılmaması sağlanacaktır. Bu ikisinin ortasında bir üslubun, yani Risale-i Nur izah metinlerinde kullandığımız tarza yakın olmasına çalışılacaktır. * Çevrilmesi mümkün veya uygun olmayan teknik terim ya da kavram niteliğindeki kelimelerin tercihen Osmanlıca karşılığının aynen bırakılarak, dipnotta günümüz Türkçe'siyle bir izah yapılması bu çalışma için öyle sanıyoruz ki çok gerekli bir husus olacaktır. Çünkü mantık üzerine bir eser olduğundan, bu ilme dair ıstılah ve terimlerin olması muhtemeldir.
-4-
Kızıl İ’caz ve Ta‘lîkât Hakkında1
Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un çeşitli yönleri üzerinde pek çok çalışmalar yapıldı. Söz gelimi Risalelerin tefsir, kelam, felsefe vd. ilimler yönünden bulunduğu yeri göstermek için makaleler, kitaplar ve tezler hazırlandı. Ne var ki Bediüzzaman Hazretleri’nin ve risalelerin mantık yönü üzerinde hemen hemen hiç durulmadı. Bediüzzaman’ın mantıkla ilgili eserleri olan Ta’likat ve Kızıl İcaz tercüme edilmedi. (Aşağıdaki Ara Nota Bakınız) Bunun sebebi belki henüz zamanının gelmemiş olmasıydı. Belki de daha başka sebeplerle bu önemli ihtiyaç yerine getirilmedi. Yayına Hazırlayanın Ara Notu: Kızıl İ'caz isimli eserin, Türkçeye çevirisi tamamlanmış ve sınırlı sayıda basılmıştır. Biz kendimiz temin ettik. Esere ulaşmak isteyenler
[email protected] adresimizden bize ulaşabilirler veya aşağıda adresi verilen Facebook adresinden talep edebilirler: (Baskısı varsa temin etmek için Sözler Neşriyata da sorabilirsiniz.) https://www.facebook.com/RisaleiNurArastirmaMerkezii/ Mantık, Üstad Bediüzzaman’ın müstakil olarak eser yazdığı önemli bir ilimdir. Yukarıda geçen iki eser, Eski Said döneminde kaleme alınmış ve ilim çevrelerinde ilgiyle takip edilmiştir. Bunun yanında Risale-i Nur’un diğer eserlerinde de yoğun bir mantık örgüsü göze çarpmaktadır. Bediüzzaman, iman esaslarını ispatlarken, mantık terimlerini ve mantıkla ilgili delilleri çok fazla kullanır. Bediüzzaman’ı klasik mantığın skolastik zihniyeti içerisinde kaybolmuş bir medrese âlimi görmemek şartıyla, risalelerin temelinde yer alan ilimlerden birisinin de mantık olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle, risaleler tefsir, hadis, kelam, belağat, mantık gibi dini ilimler ve fen ilimlerinin mezcedilmesiyle, Kur’ân’dan hareketle ve bir ilham eseri olarak kaleme alınan kitaplardır. Üstad başta iman hakikatleri ve kelam ilminin meseleleri olmak üzere İslamî konuları işlerken sağlam bir mantık örgüsü kullanmıştır. Üstad’ın tahsil hayatında çok kısa bir süre içerisinde ezberlemiş olduğu pek çok temel İslamî eser içerisinde mantık kitapları da bulunmaktadır. Nakledildiği üzere Üstad, bu kitapları her üç ayda bir kere ezberden tekrar ediyordu. Risale-i Nur'da Talikata Dair Bölümler: “Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir." (S: 762) 1
Makalenin kaynak adresi: http://www.sorularlarisale.com/makale/17639/kizil_icaz_ve_talikat_eserleri_hakkinda_bilgi_veriri_misiniz.html
-5-
“Bilâhare Hazret-i Üstad (R.A.) -İşarat-ül İ’caz, Kızıl Îcaz, Hutbe-i Şamiye, Reçetet-ül Ulema ve Reçetet-ül Avam ve elyazı Ta’likat kitabları hariç- bütün Arabî risalelerini Mesnevî-i Nuriye şeklinde tasnif ettikleri zaman, çok kavî bir ihtimal ile bu eser Üstadımızın eline o sıra geçmemiş olsa gerektir." (Basdıllı Ms: 339) “Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina’nın te’lifatından geçecek "Ta’likat" namında hârika bir risalesi var." (B: 149) "Ta'likat" namında hârika bir risalesi var. İşkal-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblağ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. (T: 212 ) “Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu’ Ta’likat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu’ "Kızıl Îcaz" namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm." (K: 140) Ta'likat: Mantıkta bînazir bir eserdir, nazariyat-i mantıkiyeyi tatbikata takrib eder. (A.Bediyye: 691) Son Şahitlerde Molla Habib ve Tâlikat: Evet, Molla Habib Milis Albayı Bediüzzaman'ın ilk nur kâtibiydi. İşârâtü'l-İ'caz tefsirinde ve Emirdağ mektuplarında sadece ismini okuyabildiğimiz böyle bir kahraman şehid, şefkat kahramanı bir annenin sevgili bir kuzusuydu muhakkak. 1970'li senelerde Nur araştırmasının sevdasıyla dolaşırken Balıkesir'in Biga ilçesinin Güvemalan köyüne uğrayarak Molla Süleyman ismindeki bir nur talebesiyle görüşmüştüm. Genç ve dinç gönüllü nur kâtibi Habib'in nereli olduğunu sorduğunda eliyle çok uzakları göstererek "tâ aksa-yı şark!" diyerek Nurların ilk kâtibi Molla Habib'in de Doğubayezitli olduğunu ifade etmişti. Seneler çok çabuk geçiyordu. l99l yazında Bayram Yüksel Ağabeyin aydınlık gayret ve himmetleri bir hayırlı ışığın daha meydanları aydınlatmasını sağlıyordu.
-6-
Bir asra yaklaşan zamandan beri sadece Tâlikat şeklinde ismini okuyup, duyduğumuz bu müstesna Nur Külliyesi parçalarından bir parça nihayet gün ışığına çıktı. Daha önceleri "Talikat yok Irak'ın bir şehrinde, yok Suriye'de, yok İran'ın bir köyünde bir nüshası var" derken, bir eksik nüshası Ankara'da Said Özdemir'in arşivinden çıkarken, bundan bir yıl sonra da Bayram Yüksel ve Mustafa Sungur Ağabeylerin himmetleriyle meydana çıktı. Bunlardan da Risale-i Nur Mütercimi İhsan Kasım Ağabeye intikal eden Tâlikat oradan da İsmail Yazıcı'nın sanatkâr ellerine geliyordu. Şehit Habib'in kâtibliğini yaptığı Tâlikat ismindeki mantık kitabını lügatler şöyle anlatmaktadır: "Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ilm-i mantık üzerine telif ettiği eserinin ismi." Nur Üstad Bediüzzaman'ın lahika mektuplarından mantık ilminin bir şaheseri olan Tâlikat'ın bahsi geçmektedir. Barla Lahikası'nda: "Risale-i Nurun tesvidinde çok hizmeti sebkat eden, temiz kalbli, ihlâslı güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Halid'in" bir fıkrasında Tâlikat'tan bahis geçmektedir: "İlm-i mantıkta, İbn-i Sina'nın telifatından geçecek Tâlikat namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiç bir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş..." Kastamonu Lahikası'nda ise Tâlikat'ın bahsi şu şekilde geçmektedir: "Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Talikat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı harikada mudakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden matbu Kızıl İ'caz nâmındaki risale-i mantıkıye, Risale-i Nurla bağlanmasına ve şakirdlerinin, âlimler kısmınınn nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bu günlerde Feyzi'ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak..." Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp almadığını sorduğumda, "Hayır yazamadım, kaleme alamadım" diye cevap vermişti. Şimdi Bediüzzaman’ın mantık kitaplarından birisi olan Kızıl İcaz’ın tanıtımına geçelim. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası’nda risalelerin mantıkla irtibatının kurulması gerektiğini bir hedef olarak gösterdiği yerde Kızıl İcaz’dan bahsetmektedir. Burada Üstad, Kızıl İcaz’ın mantıkta bir şaheser olduğunu, Ta’likat isimli eserinden
-7-
süzülmüş i’cazlı bir icaz olarak seçkin âlimleri hayret ve dikkate sevk ettiğini söyleyerek ve bu eserin Risale-i Nur'la irtibatının kurulmasının gerektiğini belirtmektedir: “Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Ta’likat’tan süzülen i’câzlı bir îcâz-ı harikada müdakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevk eden matbu Kızıl İcaz namındaki risale-i mantıkiye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirtlerinin, âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bugünlerde, Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.”(1) Kızıl İcaz, Abdurrahman Ahdarî’nin Süllemü’l-Münevrak isimli eserine bir haşiye olarak kaleme alınmıştır. Bu eser, mantık meselelerini ezberlemek için ve manzum olarak yazılmış olup, yüz kadar beyitten oluşmaktadır. Medreselerde okutulan mantık kitaplarından birisidir. Süllem, merdiven anlamına gelmektedir. Ahdarî, mantık ilminin semasına bu eserle çıkılacağı için Süllemü’l-Münevrak ismini verdiğini söylemektedir: "Ona Süllemü’l-Münevrak ismini verdim. Mantık ilminin semasına onunla çıkılır."(2) Ahdarî, (Ebu Zeyd Abdurrahman b. Seyyidi Muhammed es-Sağir el-Ahdarî el-Bentiyusi), Cezayirli mantık, matematik ve astronomi alimidir. 918 (1512-13)’de doğduğu tahmin edilemektedir. Cezayir’in Biskire şehrinde vefat etmiştir. Kabri, şehrin güneybatısında bulunan Bentiyus’taki zaviyede olup, halen ziyaret edilmektedir. Ahdarî, çok farklı konularda yazmış olduğu manzum eserleri ile tanınmıştır. Süllem de bu eserlerden birisidir. Süllem, Ebherî’nin İsaguci isimli meşhur mantık kitabının manzum şeklidir. Süllem’in pek çok şerhi bulunmaktadır.(3) Kızıl İcaz, bir Süllem haşiyesi olmakla birlikte, diğer haşiye ve şerhlerden farklı müstakil bir eser gibidir. Bediüzzaman, Süllem’i açıklamaktan ziyade kendisinin mantıkla ilgili görüşlerini ortaya koyarak, öğrencilerinin dikkatlerini artırmayı amaçlamıştır. Çünkü alet ilmi olarak diğer ilimlerin öğrenilmesinde bir araç olan mantık, zihin bıçağını keskinleştiren bir biley taşı gibidir. Bu taş ile zihin bıçaklarını keskinleştirmeyenler, kör bıçakla bir şeyler kesmeye çalışarak, beyhude yorulanlar gibidir. Gazali de mantık bilmeyenin sağlam bir ilmi yapıya sahip olamayacağını şu şekilde belirtmektedir: “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez.”(4) “Sathî nazar, muhali mümkün görür.” sözleriyle, yüzeysel ve aceleci incelemelerin insanı yanlış sonuçlara götüreceğini ifade eden Bediüzzaman, çare olarak -8-
da mantık öğrenmeyi tavsiye etmektedir. Kızıl İcaz’ın başındaki şu açıklamadan bunu anlamak mümkündür: “Zihinlerin mülahazada dikkati ve nazarda im’anı alışkanlık haline getirmeleri için ala külli hal bu eseri yazdım. Madem yazıldı, en azından ‘bil ki!’ ile başlayan konuların mülahaza edilmesi için yayınlansın.”(5) “Kale-dedi, kıle-denildi” şeklinde şerh ve haşiye türü eserler yazmaktan hoşlanmayan Bediüzzaman, Kızıl İcaz haşiyesini talebelerinin dikkatini artırmak için kaleme aldığını ifade etmektedir. Gerçekten de Üstad’ın şerh ve haşiye olarak yazılmış eserleri birkaç tanedir. Kızıl İcaz ve Gelenbevi’nin Burhan’ı üzerine yazılan bir haşiye olan Ta’ likat bunlardandır. Geriye kalan bütün eserleri, okuduğu kitaplardan öğrendiklerini özümseyerek ortaya konulmuş müstakil çalışmalardır. Üstad, Kızıl İcaz’ı yazmasının gayesinin zihinleri dikkate teşvik etmek olduğunu, eserin sonunda da belirtmektedir. Buradaki açıklamalar, öğrenme meraklılarının kesinlikle kaçırmamaları gereken türdendir. İlmi bir gıdaya benzeten Üstad, aceleci zihnin, bilgileri hazmetmediğini, dolayısıyla bu bilgilerin çoğalmasının, genişletilmesinin ve faydalı olmasının mümkün olmadığını ifade etmektedir. “Bil ki! Şüphesiz ilim bir gıdadır. Elbette ki hazmedilmesi gerekir. Rahvan ve aceleci zihin, hakikatlerin kaymağından yer. Yani hakikate varır, fakat onu almaz veya onu kazanır ve alır. Lakin hakikat onun zihninin elinde parçalanır. Çoğalmaz, genişlemez. Bilakis zihinden kaçak olarak çıkar. Sonra zihin, hakikatin parçalarını toparlar, onlardan hafızasında çoğalanların özelliklerini soyar. Hazmetmez ve büyütmez. Bilakis hakikatler kusmuk olur veya zihinde bozulur. Zihnin yüzeyselliği, elem veren bir hastalıktan daha şiddetlidir. Ey okuyucu! Zihinlerin dikkate teşvik edilmek için, bu risaleyi veciz yazarak, sizleri aciz bıraktım.”(6) Başka bir yerde “Alim-i mürşid, koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun yavrusuna süt, kuş yavrusuna kay (kusmuk) verir” derken, ilmin hazmedilerek insanlara aktarılmasını koyunun otları süt haline getirmesine benzetmekte, hazmedilmemesini ise kuşun yavrusuna kusmuk vermesine benzetmektedir. Yukarıda ifade edildiği gibi, zihnin yüzeyselliği, en şiddetli hastalıktan daha ağır bir hastalıktır. Zihinleri bu hastalıktan kurtarmak için, Kızıl İcaz, kısa ve öz bir şekilde yazılmıştır. Kızıl İcaz’ın bilinen bir tane şerhi vardır. O da Üstad’ın kardeşi Abdulmecid Nursi (Ünlükul) tarafından kaleme alınmıştır. Bu şerh, Üstad’ın vefatından sonra 1965 tarihinde Konya’da yazılmış ve 1995 yılında yayımlanmıştır.(7) Üstad’ı en iyi tanıyanlardan ve bir alim kimliğine sahip olan bir kimsenin yazdığı bu şerh, Kızıl İcaz’ı anlamamızı oldukça kolaylaştırmaktadır. Aksi halde Kızıl İcaz, sınırlı sayıda kimsenin faydalandığı bir eser olarak kalırdı. -9-
Kızıl İcaz klasik mantık çerçevesinde kalan bir eser değildir. Klasik mantık kitaplarında “İnsan konuşan hayvandır” gibi önermelerle tümdengelim (dedüksiyon/talil)(8) metodu kullanılarak sınırlı sayıda örnek verilirken, Üstad, insan vücudundaki hücreleri örnek olarak vermektedir. Hücrelerden hareket ederek insanın ruh ve maddeden oluşan bütünü hakkında sonuçlara ulaşılmaktadır. Bu ise klasik mantıkta kullanılmayan tümevarım metodudur. Klasik mantık, tümdengelim metodunu tek akıl yürütme yolu olarak kullanmış, tümevarım ve temsili (örnekleme)(9) göz ardı etmiştir. Klasik mantığa yapılan temel eleştirilerden birisi de budur. Rönesanstan itibaren bir kısım batılı filozoflar, tümevarım (istikra, endüksiyon)(10) metodunu öne çıkarmış ve batıda yaşanan ilmi gelişmeler de bu metod değişikliğinden sonra olmuştur. İşte Bediüzzaman, klasik mantığın aksine, tümevarım ve temsil metoduyla bir kısım sonuçlara ulaşmakta böylece skolastik düşüncenin hatalarına düşmeyen bir yol ortaya koymaktadır. Aşağıdaki örnekte insanı, içerisinde Yasin Suresi'nin yazılı olduğu Yasin kelimesine benzeterek temsil metodunu kullanmaktadır: “Bir şahıs ruhuyla birdir, cismiyle bir cemaattir. Canlı kısımlardan oluşan bir cemaattir. Öyle ki onun hücrelerinden her bir hücre, beş duyu kuvvetine sahiptir. Bu şahıs, içerisinde Yasin Suresi yazılmış olan Yasin kelimesi gibidir. Onun canlılık derecesi ve kuvvetleri cirminin küçüklüğüyle ters orantılı olarak artar. İstersen insanın duyularıyla bir hücrenin duyularını mikroskopla tartalım. Bin defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bu küçük canlı, parmağının başını görür, arkadaşı olan diğer hücrenin sesini duyar, diğer duyularını ve kuvvetlerini takip eder. Halbuki bir insan bu küçük canlının parmağını göremez ve sesini duyamaz. Maddi yapısının küçüklüğü nispetinde, canlılığı fazlalaşır, sınırlanır ve incelir.”(11) Mantık öğrenmenin caiz olup olmadığı konusunda da Bediüzzaman’ın farklı bir görüşü vardır. Felsefenin bir kolu olması sebebiyle mantık, İslam âlimleri arasında tartışma konusu olmuş ve âlimlerin farklı görüşler ileri sürmelerine yol açmıştır. İbni Salah, Nevevi, İbni Teymiye gibi âlimler çeşitli gerekçelerle mantık öğrenmenin haram olduğuna fetva vermişlerdir.(12) Buna karşılık âlimlerin çoğunluğu ise mantık öğrenmenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir.(13) Bediüzzaman ise mantık öğrenmenin hükmünün kişilere göre farklı olduğuna hükmetmektedir: “Mantık öğrenmenin hükmü kişilere göre farklılık arzeder: Mantık ilmini öğrenmek menduptur, çünkü mantık ilimleri tamamlayıcıdır. Yine mantık ilmini öğrenmek mekruhtur, çünkü akılları karıştırır. Yine mantık ilmini öğrenmek mübahtır, çünkü bir ilmi bilmek bilmemekten hayırlıdır. Yine mantık ilmini bilmek farz-ı kifayedir, çünkü mantık akaidi techiz eder. Yine mantık ilmini öğrenmek, gerekli ilmi altyapıya sahip olmayanlar için haramdır.”(14)
-10-
Bediüzzaman, bir kısım mantık terimlerini de kendisine has bir üslupla ve diğer mantıkçılardan farklı şekilde tanımlamaktadır. Mesela, mantıkta iddiaları ispatlamaya yarayan delil olan hüccet, Bediüzzaman tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır: “Bil ki! Hüccet, olayların zürriyetlerini bilmek ve ilişkilerini ortaya çıkarmaktır ve kainattaki ilişkiler silsilesinin merkezidir ve hakikat-ı uzmanın aslından semerelerine giden hayat mecralarının timsalidir.”(15) Bediüzzaman’ın mantık konularından birisi olan söz (lafız) ile ilgili açıklamaları da oldukça ilginçtir. Burada da Üstad, tümdengelim yerine tümevarım yolunu kullanmakta, hidrojenden, karbondan, ısıdan, nefesten ve sesten söze ulaşmaktadır. “Nefesin alem-i gayba girmesiyle, kimyevi aşk sebebiyle müvellidü’l-humuzanın karbonla imtizacı sırrıyla tahlil edici hücreler devreye girer ve kirli kan temizlenir. İki unsur imtizaç ettiği zaman, o ikisinden olan iki cüz’ün tamamı da ittihad eder. O ikisi ittihad ettiği zaman tek bir hareketle hareket ederler. Bu durumda diğer hareket baki olarak boşlukta kalır. Hareketin ısıya ve ısının harekete dönüşmesi sırrıyla şu boşluktaki baki hareket, tabii ısıya inkılap eder. Yani hayvanın (canlının) hayat ateşine inkılap eder. O şeyin arasında nefes zahmetli bir şekilde alem-i gaybtan alem-i şehadete çıkar. Çünkü mahreçlerde nefes, ses ile keyfiyetlenerek birleşir ve ses makta’larda harflere tahavvül ederek farklılaşır. O şeyin arasında, onun hareketi için ses kesilir. Çünkü latif cisimler olarak nakışları acaip oldu, şekilleri garip oldu, garazların ve maksatların taşıyıcısı oldu, duyguları terennüm ederek uçurdu, akıllar arasındaki elçiler olarak Sani-i Hakim’in takdir ettiği yere kadar gönderdi." "Söz, fikrin kaymağıdır, tasavvurun suretidir, teemmülün bekasıdır ve zihnin işaretidir. Hafifliği, birbiri ardınca gitmesi, meunetinin azlığı, zahmetsizliği ve kararsızlığı sebebiyle bu büyük nimet için söz tercih edildi. Bu nimetin kıymetini bilmemek, inkâr ve israf etmek ne büyük cehalet!”(16) Kızıl İcaz’ın içerisinde özellikle “İ’lem-Bil ki” ile başlayan bölümlerin her birisi, üzerinde önemle durulması gereken konulardır. Gerek Kızıl İcaz’ı ve Ta’likatı inceleyenler gerekse Risale-i Nurları mantık gözlüğüyle okuyanlar, Üstad’ın mantıktaki müstesna yerini anlarlar. Ayrıca Üstad, Kızıl İcaz’da sembolik ve uygulamalı mantığı bir araya getirmiştir. Hâlbuki Kızıl İcaz’ın yazıldığı dönemde henüz sembolik ve uygulamalı mantık ortaya çıkmış değildi. Sonuç olarak Kızıl İcaz, klasik ve modern mantığı bir arada sunan bir eserdir. Kızıl İcaz, Ta’likat ve diğer risaleler mantık yönüyle de incelenmesi gereken hazineler olarak karşımızda durmaktadır.
-11-
DİPNOTLAR: 1. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınevi, İstanbul 1996, c. 2, s. 1628. 2. Mahmud Nedim, Senedü’l-Muhkem fi Tercümetü’s-Süllem, İstanbul 1317, s. 10. 3. Naci Bolay, DİA, “Ahdarî” md., c. 1, s. 508. 4. Necip Taylan, Mantık Tarihçesi Problemleri, İstanbul 1996, s. 67. 5. Bedüüzzaman Said Nursi, Kızıl İcaz, İstanbul 1995, Sözler Yayınevi, s. 164. 6. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 236. 7. Abdulmecid Nursi, “Şerhu Kızıl İcaz”, Saykalü’l-İslam, tahkik: İhsan Kasım Salihi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1995, s. 163-238. 8. Tümdengelim (dedüksiyon, talil): Zihnin bir veya birden fazla hükümden hareket ederek mecburi bir sonuca ulaşmasıdır. Tümdengelimde öncüller doğru ise sonuç da mutlaka doğru olur. Tümdengelimin en gelişmiş şekli kıyastır. Kıyas, öncül adı verilen birden fazla önerme ile sonuç adı verilen önerme arasında mantıkça geçerli bir ilişki kurmaktır. Mesela, “Bütün insanlar ölümlüdür” (1. öncül), “Ahmet de insandır” (2. öncül), O halde Ahmet de ölümlüdür. (sonuç) 9. Temsil (örnekleme, analoji): Zihnin olaylar ve eşyalar arasındaki benzerliklerden hareket ederek bir sonuca varmasıdır. Temsilde iki şey arasındaki benzerlikten yola çıkılarak, birincisi hakkında verilen hüküm, ikinci şey hakkında da verilmektedir. Temsilde, varılan sonucun doğruluğu kesin değildir. Ancak iki şey arasındaki benzerlikler ne kadar fazla ise sonucun doğruluğu da o kadar fazla olmaktadır. Mesela, “Güneş bir tane olduğu halde nuraniyeti vasıtasıyla her parlak şeyin yanında yer alır. Benzer şekilde melekler de nuraniyetleri vasıtasıyla aynı anda birden fazla yer bulunabilirler.” Burada melekler, nuranilik yönüyle güneşe benzetilmiş ve her ikisinin de birden fazla yerde bulunabilecekleri sonucuna varılmıştır. 10. Tümevarım (endüksiyon, istikra): Zihnin özelden genele, olaylardan kanunlara ulaşmasını sağlayan akıl yürütme yoludur. Tümevarımda ulaşılan sonuç kesin değildir. Mesela, gördüğümüz bütün kedilerin kuyruklu olduğuna bakarak, her kedi kuyrukludur, sonucuna ulaşırız. Hâlbuki Man adasındaki kediler kuyruksuzdur. Yine havadaki her cismin yere düşmesinden hareketle yer çekiminin varlığı sonucuna ulaşırız. Hâlbuki geçmişte bir zamanda ya da gelecekte bir dönemde yer
-12-
çekimin olmaması mümkündür. Bu sebeple tümevarımda varılan sonuçlar kesin değildir. Yine Arşimed suyun üzerinde yüzen cisimlerden yola çıkarak yer çekimi kanunu bulmuştur. Bu kanun sınırlı sayıda örnekten hareketle ortaya atılmış olduğundan, geçmişte veya gelecekte suyun kaldırma kuvvetinin olmaması muhtemeldir. Dolayısıyla bu tümevarımdan çıkan sonuç kıyasın aksine kesin değildir. 11. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 170. 12. Nevevi gibi âlimler aşağıdaki sebeplerle Aristo mantığı ile uğraşmayı haram saymışlardır: İlk önce mantıkla meşgul olmak tevhid ilmiyle öncelikli olarak uğraşmayı engeller. İkinci olarak geceleyin odun toplayan gibi mantıkla meşgul olan kimse de fasit şeylere kayar. Üçüncü olarak mantık sahih ve batıl şeylerin karışımından ibaret bir batıldır ve batılla meşgul olmak haramdır. Dördüncü olarak mantık, fikri ve zihni doğruyu bulmaktan alıkoyar. Abdulmecid Nursi, s. 179. 13. Mantıkla meşgul olmanın caiz olduğu görüşünde olanlara göre, ilim öğrenmeyi istemek tabiidir, kasıtla ilim talep edilmez, kendiliğinden talep edilir. Fıtrat ilme musahhardır, yani ilimden kaçamaz. Tıpkı camid maddelerin fıtratı gibi. Mesela ateş zaruri olarak yakıcıdır. İnsan da fıtratı itibariyle zaruri olarak öğrenmeye meyillidir. Ayrıca mantık vacibin yani tevhid ilminin mukaddimesidir ve küfrün reddidir. Yine mantık şerrin delilidir. Yani şerri bilmeye yarar. Çünkü mantıkla meşgul olmayan kimse doğruyu ve yanlışı ayırt edemez. Batılı tanımak ve ondan korunmak için bu ilimle meşgul olmak gerekir. Çünkü bilmeyen korunamaz. Tıpkı şu şiirde denildiği gibi: Şerri öğrendim lakin şer için değil şerden korunmak için, Hayrı şerden ayırt edemeyen kimse şerre kapıldığı için. Abdulmecid Nursi, s. 179. 14. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 180. 15. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 186. 16. Bediüzzaman, Kızıl İcaz, s. 188.
-13-
Görsel Destekli ve Akademik Nitelikli Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı
İslam’ı çağın anlayışına en uygun ve aklî şekilde takdim eden Risale-i Nur’u insanlarımıza tanıştırmak maksadıyla hazırlanan eğitim programımızın içeriğinin; bilim sevgisinin ve entellektüel düşünen, araştırmacı insanın arttırılmasına ve ayrıca ahlakî, manevî ve dinî değerlerin akademik olarak ele alınıp anlatılmasına yönelik toplumsal ihtiyacı karşılama ve toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel dönüşüme ciddî katkılar sağlama kabiliyetinde olduğuna inanıyoruz. “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” isimli kitap çalışmamızın üzerine bina edilen eğitim programımız, konu anlatımlı şemalardan, etkileyici resimlerden ve metin vurgularından oluşan 2000’e yakın görsel ve ders videoları ile konu ile ilgili çarpıcı videolardan oluşan 170 video kullanılarak, izahlı ve görsel destekli olarak inşa edilmiştir. Daha sonra programda kullanılan görsel materyallerin, bir sanatçı hassasiyetiyle nakış nakış işlenerek alanında dünyada bir ilk olan (yenilikçi bir din eğitimi mahiyetindeki) görsel/interaktif kitaplara dönüştürülmesiyle çok boyutlu bir hizmet ve eğitim projesi olarak kullanıma sunulmuştur. Bediüzzaman Said Nursi’nin asrın başında yenilikçi bir eğitim projesi olarak takdim ettiği “aklî ve dinî ilimlerin bir arada okutulmasıyla beraber, birbirleriyle barıştırılması ve kaynaştırılması”nın özel ismi olan “Medresetüzzehra Eğitim Yaklaşımı”nın bilim felsefesini ve ders müfredatını oluşturmaya ve yaratıcının varlığına dair diğer bilimsel yaklaşımlara alternatif olacak bilimsel model, yorum ve kabul görecek ilmî yaklaşımlar üretmeye katkıda bulunarak, yaratıcının varlığını kabul eden bir eğitim yaklaşımının bilim dünyasına nasıl takdim edileceği hakkında ciddî çözümlemeler ve felsefî altyapısı niteliğinde incelemeler ortaya koymayı hedefleyen eğitim programımız, Medresetüzzehra’nın prototip (fakat maksadı tam karşılayan ve eğitim kurumlarında okutulmaya layık) bir uygulaması olarak (tüm metin, video, sunum ve kitap dosyalarıyla) her türlü incelemeye açıktır. (Bir sonraki sayfada eğitim programı içeriklerinin tümünü bir arada bulabileceğiniz ve inceleyebileceğiniz internet sitemizin ve depolama alanlarımızın adreslerine yer verilmiştir.)
-14-
Telif Hakkı Bildirisi ve Her Türlü Serbest Kullanım, Basım ve Yayım Hakkı
“Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Ders Müfredatı”na ait görsel ve yazılı tüm içerikler, Risale-i Nur'a, Kur'ân’a ve İslam’a gönül vermiş herkesindir. Kitap çalışmamız ve eğitim programımızın yegâne hedefi, Risale-i Nur'u ve Risalei Nur'un içindeki Kuranî ve imanî hakikatleri ilan ve takdim etmek, tanıtmak ve okunmasını sağlamak ve en nihayetinde Risale-i Nur'a nazar-ı dikkati çekerek Risale-i Nur'u kıymetli ve ciddî, ilmî ve akademik kıymeti yüksek bir eser olarak göstererek eserlerden istifade etmeye yönlendirmekten ibarettir. Risale-i Nur'un izahı mahiyetindeki çalışmalarımızın tamamında Risale-i Nur'un orijinal metni esastır ve bu faaliyetlerimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Eğitim programımızın içeriği ve bu içeriğin kitaplaştırılmış hali ise bağımsız bir kitap değil, ancak Risale-i Nur’u okutmak ve tanıtmak için kaleme alınmış ve asıl metni içinde bulunduran yazıya dökülmüş izahlı ders notlarıdır. Eğitim programı derslerimizin metinlerini, Powerpoint sunum dosyalarını ve seminer videolarının tamamını, bu sunumların tekrar canlandırabilmesi ve kitap çalışmalarımızın teşebbüs sahiplerince yayınlanabilmesi için tamamen açık bir kaynak olarak sizlerle paylaşıyoruz. Herhangi bir şahsın veya kurumun malı olmadan veya aidiyetine ve inhisarına bağlı olmaksızın, sadece ve sadece iman ve Kur'an hakikatlerinin aynası olan Risale-i Nur eserlerinin malı ve izahlı bir dersi olan bu görsel destekli akademik eğitim programını, Medresetüzzehra'nın prototip (fakat maksadı tam karşılayan ve okullarda okutulmaya layık) bir uygulaması olarak (tüm metin, video, sunum ve kitap dosyalarıyla) ümmete ve insanlığa mal olması maksadıyla, tüm inanan kardeşlerimize ve özellikle Risale-i Nur'a gönül vermiş Nur talebelerine (muhtaç insanlara ulaştırmak üzere) her türlü serbest kullanım hakkını devretmek suretiyle emanet ediyoruz. Risale-i Nur'u ve içindeki Kur'ânî hakikatleri ilan, takdim ve talim etmek maksadıyla ortaya koyulan akademik eğitim programımız ve bunun ders müfredatı olan kitap çalışmalarımızın telif hakkı engeline uğramadan neşredilebilmesi ve devamlılığının sağlanabilmesi için, her türlü serbest kullanım, basım ve yayım hakkı tarafımızca tanınmıştır.
-15-
Asliyetini korumak ve kaynak belirtmek şartıyla, teşebbüs sahiplerince ve önceden tarafımızdan izin alınmaksızın, kitap çalışmalarımızın basılabileceğini ve görsel eğitim programı içeriklerinin şahsen veya medya yoluyla sunulabileceğini kabul ederiz. (İhtiyaç durumunda kitap basımında bandrol başvurusu sırasında istenebilen yazar izin belgesini bizden talep edebilirsiniz. Kitabımızın yayınlanması ve basılması esnasında kitap çalışmamızın yazılı bir izne bağlı olmaksızın basılabilmesi için teşebbüs edeceğimizi bilgilerinize sunarız. Bu konudaki son durumu
[email protected] adresinden sorabilirsiniz) İçeriklerin asliyetinin korunması konusunda, aşağıda adresleri verilen internet depolama alanlarına yüklü dosyalar esas alınacaktır. Bunun dışında aşağıdaki internet sitesi ve video kanalı da orijinal içerik kaynağı olarak kabul görecektir. Tüm Risale-i Nur Çalışmaları Dosyalarının Yüklü Olduğu Adres:
Google Drive: http://goo.gl/hNIUou Yandex Disk: https://yadi.sk/d/09r41tL9ecYUA Tüm Risale-i Nur çalışmalarımızın bir araya toplandığı ve görsel destekli akademik eğitim programı içeriğinin yayınlandığı bu depolama alanlarından metin ve görsel/interaktif tüm kitapların dosyalarını ve bütün eğitim programı seminerlerinin videolarını, metinlerini ve Powerpoint sunumlarını hem görüntüleyebilir, hem de ister tek tek, ister toplu olarak indirebilirsiniz. Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı İnternet Sitemiz: http://www.kesifyolculuklari.com http://www.risaleinuregitimprogrami.com Alternatif Site: http://www.risaleinuregitimprogramidotcom.wordpress.com YouTube Video Kanalımızın İnternet Adresi: http://www.youtube.com/c/EdizSözüer
-16-
İthaf Kitap çalışmamızı, bana on baba kadar babalık yapmış, bir anneden çok daha şefkatli ve çok kıymetli dedem Mehmet Ziyaeddin Kınay’a ithaf ediyorum. Kendisi için hayır dualarınızı istiyor ve Kur’ân okumalarınıza iştirak etmenizi rica ediyorum.
-17-
GELENBEVÎ İSMAİL EFENDİ 1143 (1730) yılında Manisa’nın Kırkağaç ilçesine bağlı Gelenbe’de doğdu. Asıl adı İsmâil olup daha çok Gelenbevî olarak anılır. Bazı eserlerinde Şeyhzâde lakabını da kullandığı görülür. Tanınmış bir aileden geldiği anlaşılan Gelenbevî’nin dedesi Mahmud Efendi ile babası Mustafa Efendi’nin ilmiyeye mensup oldukları, her ikisinin de Manisa çevresinde müderrislik ve müftülük yaptıkları bilinmektedir. Babasını küçük yaşta kaybettiği için on üç on dört yaşlarına kadar ciddi anlamda bir eğitim göremeyen Gelenbevî doğduğu kasabada tahsile başladı, bir süre sonra da İstanbul’a giderek Fâtih Medresesi’ne girdi. Burada devrin ünlü müderrislerinden Yâsincizâde Osman Efendi’den Arapça ve naklî ilimleri, “ayaklı kütüphane” diye meşhur olan Müftîzâde Mehmed Emin Efendi’den de aklî ilimleri okudu. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra 1177 (1763) yılında açılan ruûs imtihanını kazanarak müderrislik unvanını aldı. Daha sonraki yirmi yıl içinde getirildiği resmî görevler hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamakta, İstanbul’un Zeyrek semtindeki evine kapanarak günlerini daha çok mantık ve matematikle ilgili eserleri mütalaa ve telifle geçirdiği kaydedilmektedir. Mantıkla ilgili eserlerinden birisi el-Burhân (fî ʿilmi’l-manṭıḳ ve fenni’l-mîzân) isimli kitabıdır. Bu kitap klasik mantık alanında XVIII. yüzyılda telif edilen nâdir eserlerdendir. Burhân-ı Gelenbevî, Mîzân-ı Gelenbevî, Mîzânü’l-burhan veya kısaca el-Burhân olarak tanınan bu esere bizzat müellifi tarafından Hâşiyetü’l-Burhan adıyla bir haşiye yazılmıştır. Eserin hâşiyesiyle birlikte yapılmış birkaç baskısı vardır (İstanbul 1253, 1289, 1306, 1310). el-Burhân’a Hasan Hüsnî el-Mevsılî Tenvîrü’lBurhân (İstanbul 1307), Yûsuf Şükrü Harpûtî Nâmûsü’l-îḳân (İstanbul 1274) ve Ebü’l-Fuzalâ Mustafa el-Kutb er-Rizevî Şerḥ-i Dîbâce-i Burhan adıyla şerh yazmışlardır (Bingöl, Gelenbevî İsmail, s. 36; a.mlf., Gelenbevî’nin Mantık Anlayışı, s. 7). Eserin, Osmanlı devlet ve ilim adamlarından Abdünnâfi İffet Efendi tarafından Fenni Mantık (Terceme-i Burhân-ı Gelenbevî) adıyla yapılan şerh ve tercümesinin çeşitli baskıları bulunmaktadır (İstanbul 1295, 1297, 1307).
-18-
-19-
-20-
TA‘LÎKÂT Çeviri: Protranslate
Mantık İlmi Hakkında Gelenbevî’nin el-Burhân İsimli Kitabına Gelenbevî Lakabıyla Meşhur Olan İsmâil Efendi’nin Müellifin Bizzat Kendisinin Yazmış Olduğu Hâşiye ۞۞۞ Haşiyelerde Ta‘lîkât Üzerine Yapılan (Rümuzlar)
Her ikisi de Bedîuzzaman Sa‘îd-i’l-Kürdî el-Nursî’ye aittir.
[Ta‘lîkât: İslâm telif geleneğinde bir metnin daha iyi anlaşılabilmesi için sayfa kenarlarına yazılan notlar, bir müellifin bazı görüş ve düşüncelerinin notlar halinde toplandığı eserlerin ortak adıdır.]
-21-
-22-
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla Allah’a hamd… ve Rasûlullah’a salât u selâm olsun. “Bilmiş ol ki; tahkikan mantık ilmi, kanunlu nizamlı bir âlet ve ölçüdür ki: Fikrî hususlarda zihin ona müraat ettiği zaman, onu hataya düşmekten korur. O halde, ilimlerden herhangi bir şeye başlayan için,2 sekiz3 tane başlıkların marifeti ona istihsanen lâzımdır.4
Çünkü ilimler genellikle menkuldür. Bu yüzden (şöyle bir) kaide (ile nakledilir): Filolojik anlamlar terimlerin temeli ve çekirdeğidir. Terimler onların üzerine konulur. Onun tamamlanması kendisindeki şartlar göz önüne alınması itibariyledir. Onun içinde tefkir ile bilinir. Bununla (terimle) isimlendirilen şüphesiz en büyük maksat, yani… __ takrirdir. 3 Çünkü her ihtiyari (isteğe bağlı) ilmin mutlaka dört prensibi vardır: Bir şekilde tasavvur, çünkü mutlak (salt) meçhulü talep etmek imkânsızdır. Bu yüzden tasdik herhangi bir fayda için yapılır. Çünkü araştırmacı meyilden kaynaklanan bir irade ile (hareket eder). Şehvetlerden kaynaklanan şeylerde (ilerlemeyip) duraklar. İrade, tahsis yapmak (belirleyip ayırmak) için bir (niyet) kasıttır. Bu yüzden şurû (bir şeye başlama ilim adına bir şey) çıkarmak içindir… __ takrir. 4 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi.] 2
-23-
-24-
[Sayfa: 34]
Bunlar ise, fihristelendirme,5 mes’elelerin icmalen beyanı, o ilim ve fennin ismi (yani manası)… ve netice ve hedefi… ve onun tarifi… ve herhangi itibarla onun mertebe ve şerefidir. Bu da onun gerek mevzuu itibariyle, ya da neticesi, yahut delili veya rütbesi itibariyledir. Ta ki o şey, yazılanın mevcudundan mıdır? Ya da lafzından mıdır? Veya zihni bir mevcud mu? Yoksa harici midir? Bilinmesi lâzım… Tâ ki tahsil edenin hasılası, onun şeref ve rütbesine göre olabilsin.” -A. B.- (Abdülkadir Badıllı) Gelenek olarak üç şey şudur: Konu, amaç ve tanımdır. Aklen yapılan iki şey şudur: O ikisi; bir şekilde tasavvur yapmak (zihinde şekillendirip canlandırmak) ve herhangi bir faydadan dolayı tasdik (doğru kabul) etmektir.6 O halde (bir konuya) öncelikle tarif ile başlamamız gerekir. Tarif ise iki türlüdür: Ya konuya7 göre ya da amaca göre yapılır. Amaca göre yapılan tarif daha evladır. Çünkü gayeli ilim, onu elde etmeye çalışan kimsenin şevkini artırır. Bu da böyledir, yani mantık âlet ilmidir. Onun tarifi amaca göre olup âlet olma yönünü bilmeye bağlıdır. (Hedeflenen ilme) âlet olma yönünü bilmek ise, kendisine gereksinim duyulan şeylerin ihtiyaç olma durumunu bilmeye bağlıdır. Bu durum bütün ilimler için geçerlidir. Hatta (mantık ilminin) kendisi için de aynıdır. İhtiyaç yönü düşünme esnasında zihnin hataya düşmesine engel olup onu korur. Tasvir (bir şeyi resim gibi göz önüne gelecek şekilde ayrıntıları ile anlatma) de birbirine bağlı (diğerini çağrıştıran) ihtiyaç zinciri (dizesi)dir. Şöyle ki:8 “Birçok ihtilaflar yüzünden, fikir kendi başına daima şekilde sahih gidemez.
Basılan kitapların genellikle başında (yahut sonunda bulunan) veya bazı el yazma kitaplarında olduğu gibi (o kitapta bulunan konu ve maddeleri alfabe sırasına göre gösteren cetvel, içindekiler kısmıdır.) Örneğin şöyle denir: Bâb, veya fasıl, veya neseb beyanı, veya tanım, veya kıyas. Bazen de şöyle denir: Tanım açıklaması (tanım ile) sınırlandırılanı ifade eder. Veya kıyas bir netice verir. Nitekim o, meseleleri genel olarak (icmâlen) açıklamaktır. ___ takrir. 6 [Tarif ve onu meydana getiren temel elemanlar “tasavvurât”, bu kavramlardan en az ikisinin oluşturduğu yargı ifade eden cümleler ve bunların tahlillerini içeren çalışmalar ise “tasdîkât”tır.] 7 Bu, bir konuyu sınırlamak gibidir. 8 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi.] 5
-25-
-26-
[Sayfa: 35]
Herkesin aklı da sahih ile sakimi birbirinden temyiz için kâfi gelmez. O halde akl-ı külle müraat gerekir. Yani akl-ı umumi olan mantığa9 müraat etmek lâzımdır ki o, birbirini tefsir eder. Bunu elde etmenin yolu da fikr-i umumidir. Çünkü onun bazısı bedihi, değer bazısı da nazaridir. Evet, tasavvur tasavvurdan elde edildiği gibi, tasdik de tasdikten kazanılır. Zira ki doğumun şartı mücanesetdir.10 (Yani cinsi münasabetdir). Öyle ise ilim, ya tasavvurdur, ya da tasdiktir. İşte buradan şu merdivenli basamaklı silsile içinde yükselip gidebilirsin.” -A. B.Ayrıca ﴾ İlim, akılda hâsıl olan bir şeydir ﴿ 11 bu suret ya tasavvur ya da tasdiktir. (Bu surete ulaşmak için önermelere) bölümlenmiş üniteyi nazarı itibara almak gerekli değildir. Kuşkusuz ki tasdik, konu (mevzu), yüklem (küçük önermede mahmûl), nicelik (oran) ve karar (sonuç)dan oluşur. Ben de derim ki: Çünkü hüküm o (tasdik) ile (bir şeye) bağlanıp ona birleştirilir. O ikisinden her birisi ya bedihî (âşikâr) ya da bakmakla elde edilen nazarî (teorik)dir. Çünkü bölümleyip taksim etme (işlemi) bedihi olma bakımından küll min küll12 (genel bir yargıdan genel bir hüküm çıkarma), veya tamamen nazari olarak külli yahut kısmî bir hüküm çıkarmaktan soyutlanamaz. Çünkü külli13 nazari, başka bir bedîhîden elde edilemez. Bunların ilk ikisi14 batıldır.
Çünkü mantık bulunduğu konum itibariyle harfi ilimlerin âletidir. Dolayısıyla o, cevherî ismî bir ilimdir ki (kendisi de) bir âlete (ölçü sistemine) ihtiyacı vardır. Onun âletinin bazıları, bazı kimseler için bedihi (açık), bazıları için ise nazari (teorik)dir. 10 Tasvîr ile tasdik, müteallık (ilgili olduğu konu) bakımından birbirinden farklıdır. Her ikisinin (kendine has) özel alakası vardır. Nitekim birincisi (tasvir) bir düğüm gibi diğeri (tasdik) ise (o düğümü çözme) keşif gibidir. 11 Bu şekildeki ve parantezler içinde ve siyah yazılmış kısımlar Bürhân-ı Gelenbevî’nin metnindendir. “H” ( )هـharfi; Bu cümle Gelenbevî’nin cümlesi demektir. Zira bu cümle Bürhân Kitabı, s. 3, satır 22’dedir. A.B.12 “M” ( ; )مBu, bölünmüş iktirânî kıyas (sonucun aynısı veya zıddı, önermelerin birinde bilfiil zikredilmeyen kıyas) demektir. 13 “T” ( ; )طküçük önerme demektir. 14 Büyük önerme. 9
-27-
-28-
[Sayfa: 36]
Çünkü şayet küll bedîhî15 olsaydı, biz hiçbir şeyden habersiz kalmazdık.16 Eğer küll nazrî olsaydı (hüküm konusu) kendi etrafına döner durur veya ard arda silsile (dize) şeklinde devam ederdi. Bu durumda her ikisindeki lazım (gerekli olan şey) batıldır. Melzûm (gerekli olunan şey) da aynı şekildedir…. Bu durumda bazı tasavvurlar17 bedîhî bazıları da nazari olarak kalır. Tasdik de aynı şekildedir… Bazılık durumu ise sabittir. Çünkü bir şey, zıddının batıl olmasıyla sabit olup ispatlanır. Her tasavvurun batıl olması ise bedîhî bir durum olup o, zıddını ispat eder. Onun zıddı ise, her tasavvur bedîhî değildir. Onun lâzımı şudur: Bazı tasavvur bedîhî değildir. Onun lazımı, bedîhî olmayan başka tasavvurlar vardır. Onun lâzımı (gerektirdiği şey); öyleyse mevzu18 vardı. Bu ise bazı tasavvurların ne bedihî ne de nazâri olmamasıdır. Oysaki bazı tasavvurlar nazaridir. Geri kalanını sen (buna göre) kıyas et. ﴾Bir şeyi elde etme konusunda bazen hataya düşülür. Akıl kâfi değildir. Bu yüzden bir kanun gerekir. O ise mantıktır.﴿
19
Musannif (bölüm bölüm kitap
telif eden yazar) amaç ve konuya göre bu durumu tanımlamıştır. “Eğer dersen: Mantıkçılar birçok zaman hata etmişlerdir. Nasıl olur da, mantık ilmi zihni, hatalardan koruyucu nitelikte olur?
Bu, istisnâî kıyas (neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas) olup büyük önermedir. Yani konuya tekrar bir daha bakmaya ihtiyacı olan kişidir. Mutlak manada değildir. Çünkü cahiller bedihî (açık seçik) görülen şeylerden uzak dururlar. 17 Sonuç, çıkarım. 18 Yani, değilleme (negatif durum) mahmûl olan madul (küçük önermedeki vazgeçilen yüklem) için gereklidir. O halde, her iki durumun birinde mevzu vardı... Aksi halde salibe (değilleme) daha umumidir. 19 Bu ifade Gelenbevî metninden mealen alınmıştır. Gelenbevî’nin asıl metni şöyledir: “Hatadan korunan bir kimseye ulaşma açısından… bir kanuna ihtiyaç duyuldu. İşte o, mantık ilmidir.” S: 4, Satır; 2-3, A.B.15 16
-29-
-30-
[Sayfa: 37]
Cevap olarak derim ki: Onlar, kolaylaştırıcı olan o san’atı, sun’ilik makamından tabiilik ve fıtrilik makamına ikame etmişlerdir. Çünkü sınaat veya san’at, ne kadar mükemmel bir tarzda olsa da, tabiilik ve fıtrilik durumuyla müsavi olamaz. Sonra ilmin mertebeleri, heyulaî olup cisimleşmiş bir derecede muayyen değilken, ama meleke ile üstünde çalışmakla, istifadeli, hadsî ve kudsî bir vaziyete gelebilir. Sonra, nazar yani fikir ise, hilkatteki illetlerin müteselsil olan tertibini keşfettikten sonra, onu tahlil veya terkib21 etme durumuna getirebilir. Öyle olunca da, neticede ilim ve san’ata kabil olacak vaziyete gelir. Bu durumuyla ilim, bir kavle göre –şartiyet itibariyle- zihni gaflet verici işlerden tecrid etmekle; başka bir görüşe göre, - tahlil işi itibariyle20
20 21
[Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi.] Allah’ın onda yarattığı muhakeme ve taklit meyli itibariyle.
-31-
-32-
[Sayfa: 38]
aklın gözünü ma’kulat canibine tam diktirmekle, (Gözü, görünen eşyaya diktirmek gibi…) Diğer bir kavle göre: -terkib işi itibariyle – iyi anlamak için düşünme ile mülahazayı beraber yapmak ve meçhul şeyin anlaşılmasının, husulü için tezekkür eylemekle… başka bir kavle göre: -ilmin sureti itibariyle- malûm olan işlerin tertibine yapmakla… Tâ ki meçhule tediye edilebilsin. İşte bütün bunlardan sonra, matlubun22 husulü için dört yol vardır. 1-Ya ilham23 yoludur. Peygamber ve velilerin ilimleri gibi… 2) Ya da mebde’ ve başlangıçlara dair hâdisleri talim etmekledir. (Mülhidlerin görüşleriyle…) 3) Yahut da işrakiyyunların görüşleri ile tasfiye metodudur. 4) Ya da nazar, yani fikir ve düşünce yoludur. (Hükemanın kavliyle) İşte, evvelki üç yolun herkes için mümkin olmadığı belli. O zaman elde yalnız nazar24 yolu kalmış olur. O zaman elde yalnız nazar yolu kalmış olur. Fikir ve nazar yoluyla matlubun husulü, mu’tezileye göre tevlididir. Yani ihtiyaren üretmedir. Ama Fahreddin-i Râzi’ye göre ise, aklidir. Yani âdet ve görenek sonucudur. Bu halde, netice olarak: Fikir ve nazarın iki hareketi vardır. Birisi: “Tahlili”, diğeri de: “Terkibi” dir. Bunlardan, herbirisi için de başlangıç, hadd-i vasat ve münteha olmak üzere üç mertebesi vardır. Öyle ise tahlil işinin ilmi başlangıcı maddidir25 ki ihtiyâren onu tahsil etmektir. Bu ise, herhangi bir vecihle matluptur. Onun orta mertebesi olan haddı vasat ise; henüz terkîb vaziyetine girmemiş olan esaslardır.. ve onun müntehâsı olan neticesi ise, yüksek vasıflı cinsler, sade olan fasıllar26 ve evveliyet27 denilen usullerdir… ilh.” -A. B.Sûrî28 (şekilsel) terkibi hareketin başlangıcı, birinci bitiş noktası (müntehâ)dır. Onun ortası, birbirine terettüp eden prensiplerdir. Onun bitiş noktası ise, tam bir şekilde ulaşılmak istenen şeydir.29 Ayrıca ilim, itibari (farazi) bir şeydir.
[Öncüller vasıtasıyla ulaşılan önermeye sonuç (netice, dâvâ, matlûb) adı verilir.] Vahyi de içerir. 24 “H” ( )هـGelenbevî’nin kendi cümlesi: Bil ki nazar, Allah’ın kulda yarattığı bir nurdur. İnsan onun vesileyle varlıklardaki ard arda gelen sebeplerin nasıl terettüp ettiğini keşfeder. Bir şeyi tertip et (sıralayıp düzenle)mek fonksiyonelliğe (fâiliyye) ve formelliğe (sûriyye) işaret eder.. Söz konusu bu nur maddi bir ışık değildir. Bilakis insanı amacına götüren manevi bir nurdur. Dört illeti kapsayan tarifin güzelliğindeki sır ve hikmetin hepsi o nurda vardır. Lakin illetlerden alınan sıfatlar mahdut olanlara yüklenir. Çünkü bu (önceki) durum caiz değildir. Bu bağlamda “kürsi, sulatanın oturuşudur” denemez; bilakis “onun meclisidir” denir. Hudud ile mahdudu veya kendisine mutlak olarak gizleneni birlikte alıp kendi aralarında birleşik olarak hüküm vermek (haml etmek) gerekmez. 25 İlmî 26 Tarif için 27 Delil için 28 Sanal 29 Yani talep edilen şeydir. 22 23
-33-
-34-
[Sayfa: 39]
İplik veya sur gibi (kendi içinde) birleşebilmesi için mutlaka bir zapt eden (tespit edip kaydeden) bir kimsenin bulunması gerekir. Buradaki durum ise zaptın tarif ve tanım ile olmasıdır. Onun şartı eşitliklerdir. Onun kaynağı ise külli iki önermedir.30 O ikisi, mantık tarifinin onayladığı şeylerdir. Mantık onu tasdik eder. Mantığın tasdik ettiği her şey, tarifinin doğru olduğu şeylerdir. Bunlardan birincisi “mâni‘iyye” (engelleyici), ikincisi “câmi‘iyye” (toplayıcı)dir.31 Bu, ilgili olmayan şeyim mâni olmayan üzerine konulmasının istenmemesi ve ilgili olan şeyin câmi olmayan şeyin üzerine bırakılmaması içindir. Eğer dersen: “Tariften maksat, küllinin altına cüz’îyi sokmak için orta hali elde etmektir. Buradaki hal ilmin külli olmasıdır. Cüzleri (parçaları) olan bir şey külli değildir, çünkü külli olan bir şeyin parçası yoktur. Buna rağmen ilim ismi (âlime nisbeten) nasıl bir şahıs ismi olur? Şahıs sadece duyusal işaretlerle ilmi nasıl bilebilir?” Deriz ki: “Kuşkusuz ki ilmin cüzleri –maddenin partikülü gibi- imtizaç (karışıp kaynaşma) edemediği için parçacıklar (cüz’iyyât) gibi olmuşlardır. Cüz cüz’î olduğu zaman kül de küllî olur.32 (Bir parça parçaya ait bir şey olduğu zaman, bir bütün de bütüne ait bir şey olur.) Bu yüzden ona bir ziyade yapılarak suğra (küçük önermenin) kübraya (büyük öncüle) sokulması sabit olur. Dolayısıyla kıyas ile onun ortasına ve tanımına sokulup dâhil (idraç) edilmesi sabit olur. Ayrıca konu; tasavvurî (formal) ve tasdîkî (confirme) bilgilerdir. Her ilmin damarı onun konusudur.. Aslın dışındakiler detaylardan ibarettir. Furûat asılların üzerinde bitip ortaya çıkar. Söz gelimi fetha ile nasb olmak bir kelimenin mureb olma vasfıdır. Bu vasıf ise isme ait bir özelliktir. Bu da kelimenin vasfıdır. Bir şeyin vasfının vasfı,33 onun kendi vasfıdır. Şayet sıfat meçhul olursa, cüz olur. Cüz’iyeden sonra sıfat olur.34 Yasaların başlangıcı,35 konunun konu olma özelliğini tasdik etmektir.
Bu husustaki en yaygın yöntem, farklı sonuçlar çıkarmak için birinci önermeyi ikincisinin zıddı ile yer değiştirmektir. 31 [Diğer bir ifadeyle buna; “ağyarını mâni efradını câmi” denir. Bu ise; bir şeyin tam ve mükemmel olabilmesi için gerekli olan en ufak unsurları içine alıp barındırması; gereksiz olan en ufak unsurları ise dışarıda bırakması, demektir.] 32 Yani, cüz’î gibi olanların küllî gibi olanlara yüklenmesi doğrudur. 33 Bu kural her pozisyon için geçerlidir. 34 Bu böyle devam ederse, konu başlığı olur. Bu yüzden konular bölümlere ayrılır. Bir şeyin vasıfları çok ise, onunla ilgili meseleler de çoğalır. __takrir__ 35 Kitap, içinde böyle farklı şeylerin olduğu bir basmacı gibidir. 30
-35-
-36-
[Sayfa: 40]
Konunun başlığı olmadan tarifi de olmaz.36 Kuşkusuz onun da bir bürhân37 sınaat38 biçimi (delillendirme yöntemi) vardır. Doğruluğu sabit olmayan bir şeyin tarifi de olmaz. Kuşkusuz ki böyle şeyler tasavvura ait prensiplerdendir. Onun (tasavvurun) varlığı ile tasdik olmaz. Elbette böyle şeyler tasdike ait prensiplerdendir. Bunlar ise deliller olup ispat etme işlemi onunla yetinmez. Yani konu için vasıfların ispat edilmesidir. Yani kendi içinde sabit olmasıdır.39 Bazı tarifler konunun başlığı için yapılır.. Bu durum öznel kusurların araştırıldığı şeylerde olabilir. Bu tasdik yani konunun konu olarak kabul edilmesi için orta tanım40 elde edilir. Amaç, ileriye yönelik bir adım olması gerekir.41 Böylece ilim talebesinin gayreti boşa gitmez.. Değer kazanıp saygı görür. Böylece hem kendisi hem de başkası katında abes ile iştiğal etmemiş olur. Zihninde gevşekliğe (tembelliğe) düşmemek için ilim talebesi bir gaye güder.. Yaptığı vazifeyi ve onun hususi değerini gördükçe (ilim) şevki daha da artar. Daha sonra lafız ile ifade ve istifade etme meydana gelince, ona işaret eden lafzı araştırmaya gereksinim duyarız. Zihinsel (zihnî) varlık ile sözel (lafzî) varlık arasında dört bağ vardır. Söz konusu bu bağlar her vasfın çerçevesini gösterir: Vad‘u42 (konum), delâlet43 (delil olmak), kullanma44 ve anlamadır.45 Her ilmin meseleleri: Bir takım konulara ait muceb (olumlu), külli (genel) ve nazari (teorik) yüklemleri (hipotezleri) vardır.
Yani, terimlerin tarifleri, ana meselelerin alt başlıkları, temsiller, teşbihler ve diğerleri. Buradaki burhandan maksat, ilim elde etme yolunda mantık ilminin uygulanmasıdır. 38 Bu metot, âlet ilimlerin (delil bulunması için) uygulanmasıdır. 39 Bu durum, konunun mevcut olması halinde geçerlidir. 40 Bu elde edilen sonuç ile yetinilmez... vs. 41 Yani, bu fayda nispeten de olsa ona (konuya) özel kılınmıştır. İkisi (amaç ile konu) arasında tereddüt etmemek için müreccah (tercih edilen başka bir şey) olmadan onu tercih etmek gerekir. 42 Bunlardan biri umum ve husus (genel ve özel olma hali). Buna iştirak ve tevil (katılma ve yorumlama) eylemi ile cevap verilir. (m.m.) 43 Nas (metin), müfesser (yorumlanan), muhkem (anlamı kesin ve açık olan, başka türlü anlaşılmasına imkân bulunmayan, açıklama ve yoruma ihtiyaç göstermeyen söz, yazı ve hüküm gibi şeyler), hafî (gizli), müşkel (benzeşme, uyuşma), mücmel (kısaltılmış, özetlenmiş) ve müteşabih (aralarında benzerlik bulunan) şeyler için bu durum (delil getirerek ispat etme hali) çok açıktır. 44 Hakikat, mecaz, sarih ve kinayeyi kullanmak. (m.m.) 45 İbare, işaret ve mefhum (kavram, anlam) sıdkı veya sıhhati gerektirir. 36 37
-37-
-38-
[Sayfa: 41]
Bunun dışındakiler onunla yorumlanan şeylerdir. Çünkü mevzu, ilimde öznel kusurların (veya geçici özelliklerin), ya kendi zatı itibariyle ya da söz konusu o ilimde araştırılmış olup elde edilmiş olan bir karşıt hakkında araştırmaya konu olan şeylerdir. 46 Yani zâti avârız (özsel geçici durumlar) o konuya yüklenir. Yahut konunun türleri veya külli (bütünsel) olarak türlerinin sınıfları sebebiyle söz konusu bu ârazlar (alâmet, belirti ve işaretler) baştaki mevzuya yüklenir. Çünkü zâtilik (özsellik) olumlu halleri de kapsar. Zira o, onun lehine ve aleyhine, türlerine veya zaruri olarak avarızın (asılda mevcut olmayıp sonradan ortaya çıkan şeylerin) üzerine hüküm yürütülür. Nitekim bu eylem, mantık örgüsünü araştırmak için kullanılan delil ile zâti bir durumdur. Sonuç delile göre belirlenir. Delil ise düzgün ifade edilmesi itibariyledir. Bu ise; ya yakînî ki o kıyâstır,47 ya da zannîdir ki o temsil48 ve istikradır.49 Kıyasın madde itibariyle beş şekilde yapılış tarzı vardır. Yani şunları kastediyorum: Burhan50, cedel,51 hitabet,52 şiir53 ve muğâlatadır.54 Bunlar suret itibariyle dört şekildedir: Eğer hamledilen (yüklenilen) şeylere ait bir şey ise iktirânî; şarta ait şeylerden ise iktirâniyyattır. Cüzler itibariyle suğra ve kübra (küçük ve büyük öncül)dır. Cüzler (önerme bölümleri) kendi başına bir konu olup ona ait özel hükümler vardır. Bunlardan birisi terslik ve zıtlıktır. Hüküm itibariyle şartiyye ve hamliyyedir.55 Nitelik bakımından muceb ve selbi (olumlu ve olumsuz)dir. Nicelik bakımından musevvir (kuşatıcı) ve gayr-i musevvir (kuşatıcı olmayan)dır. Bütün bunlar üzerine hüküm verilen önermelerin ve konunun tasavvuruna bağlıdır. Mahmûl ile mevzu bu ilmin terimlerindendir. Onların tasavvuru tarifi ile yapılır. Tarifi ise şârih (açıklayan kimse) sözü olup şu beş külliyattan (bütünsellerden) oluşur: Külliyat, külli kısımlar (bütünsel bölümler)dır. O ise mefhumun56 (anlamın) bir bölümüdür. Mefhûm,57 malum58 olan şeydir. Bu ise mantık ilminin konusudur.
Ancak mevzu bölümlenip taksim edildiğinde, kısımların üzerine diğer kısımların dağıtılması sebebiyle mahmûl (yüklem) da kendi içinde şıklara ayrılır. 47 Kıyas: Külli bir şeyin cüz’i olan şeye delil getirilip çıkarım yapılmasıdır. (Diğer bir ifade ile kıyâs: Doğru iki hükümden üçüncü bir hüküm çıkarmak demektir. İstidlâl ise, belli önermelerden hareket ederek başka önermelerin gerçek olan veya kabul edilen doğrularını ve yanlışlarını çıkarmak, sonuç çıkarımı yapmaktır.) 48 Temsil; cüz’înin cüz’î üzerine çıkarsama yapılmasıdır. Küllî üzerine küllî çıkarım yapma yolu ise, ilk zikredilen şeyin içine dâhildir. Nasıl olduğunu sen düşün. 49 Tümevarım; cüz’î üzerine külli bir çıkarım yapmaktır. 50 [Bürhan: Bir hükmün, bir önermenin delil olarak kendisine dayandırıldığı, önceden doğru diye kabul edilmiş olan hükümdür.) 51 [Cedel: Karşılıklı konuşma ve tartışma sanatı, diyalektik yapmak.] 52 [Hitabet: Güzel ve etkili söz söyleme sanatı ve yeteneğidir.] 53 [Şiir: Duygu ve heyecanları, güzellikleri, seslerin uyumundan ve ahenginden faydalanarak etkili bir şekilde anlatma sanatıdır.] 54 [Muğâlata: Meşhur fakat yanıltıcı kavramlardan faydalanarak yapılan akıl yürütme, yanıltmacadır.] 55 Ya onun için var olan ya da ondan ayrılmış (munfasıl) olan yahut onun yanında bitişik (muttasıl) bulunan sabit bir durum sebebiyle çıkarım yapmaktır. (m.m.) 56 [Bir objenin zihindeki tasavvuruna mefhum veya kavram denir.] 57 Mefhûm, malum, medlul, mana, müsemma ve maksûd terimlerinin hepsi burada aynı anlamda kullanılmıştır. 58 Bu ikisinin (mefhum ile malum) arasına bir yönüyle umum (genel) olma özelliği vardır. 46
-39-
-40-
[Sayfa: 42]
Delalet;59 tabî‘î,60 aklî61 ve vaz‘î62 olmak üzere üç çeşittir.63 Vaz‘î delâlet; mutâbakiyye (birbirine uygunluk), tazminiyye64 ve iltizâmiyye65 şeklinde olur. Her tazmin ve iltizam üç şekilde tasavvur edilir. Bunlar müstakil (bağımsız) veya müşterek66 (ortak) yahut tebeî (bağımlı) bir irade67 şeklinde tezahür eder. Üçüncüsü, mantık ilmindeki murad (erişilmek istenen nokta)dır. Bu üç şekil bir açıklanma şekli vardır. Üç şeyden biri olan mutabakat,68 basit şeylerde olduğu gibi diğer iki şeye gerekli olmaz.69 Bilinmeyen bir şey (in bilinebilmesi) için (ona işaret eden bir delâlet) lazımdır.70 Genel bir mana daha özel (hâs) olan bir şeyle izah edilir. Fahreddin er-Razi’ye göre iltizam mutabakat için lâzımdır. Çünkü hârici mahiyet (varlığın dış yüzü) için teşahhus 71 (cisimlendirme, ortaya çıkarma) ve örneklendirme vardır. Bunun için zihinde72 bir tayin (örneği diğerine uyarlama) yeteneği vardır. O ikisi birbiriyle aynıdır.73 O (varlık) bundan (gerçek mahiyetinden) başka bir şey değildir.
Bilgi delâlet akıl bakımından üç çeşittir. Çünkü eşyaların varlığı ancak akılla en doğru bir şekilde idrak edilir. Vaz’î bir delalet olduğunda akla müracaat edilir. Aynı şekilde tabii delâlet olduğunda yine akla başvurulur. Son bölümde üç çeşit görüş vardır. Bunlardan muteber olanı; lafzın veya muhatabın yahut mütekellimin tabiatıdır. Yani mütekellim (konuşan bir kimse) “ââh” kelimesini duyduğunda kendi aklına müracaat eder. Çünkü ben o kelimeyi ancak göğsümde bir sızı olduğu için elem duyarak söyledim. Bu lafzı duyan muhatap empati kurup kendi nefsiyle kıyaslar ve bu kelimenin neye delâlet ettiğini anlar. Diğer misalleri de sen düşün. (Delâlet: bir şeyin öyle bir hal ve keyfiyette olmasıdır ki onu bilmekle başka bir şeyin de bilinmesi lâzım gelir. Bu iki şeyden ilkine dâl, ikincisine de medlûl denir.) 60 [Aklın dâl ile medlûl arasında tabii yani biyolojik, fizyolojik veya psikolojik bir alâka görerek ilki hakkındaki bilgiden ikincinin bilgisine ulaşmasıdır. Yüz kızarmasının utanmaya, yüz sararmasının korku ve heyecana, “of” sesinin iç sıkıntısı ve bıkkınlığa delâleti gibi.] 61 [Aklın dâl ile medlûl arasında zâtî yani doğrudan ve zorunlu bir alâka görerek ilkinin bilgisinden ikincisinin bilgisine ulaşmasını sağlayan delâlettir. Meselâ dumanın ateşe delâleti gibi.] 62 [Dâl ile medlûl arasında zorunlu olarak aklî veya tabii bir alâka bulunmayıp sadece örfe, kültüre, ortak iletişim ve kullanıma bağlı ilişkiden hareketle aklın medlûl hakkında bilgiye ulaşmasıdır. Meselâ başı aşağıya sallamanın kabule, yukarı kaldırmanın redde delâleti gibi.] 63 [Delâletin kapsamı açısından bakarsak; tek bir şeye delâlet edene “müfred / tekil”, bir grubun tümüne delâlet edene “küllî / tümel”, bir grubun sadece bir kısmına delâlet edene de “cüzî / tikel” denir. “Zeyd” kelimesi müfred, “insan” kelimesi küllî, “bazı insanlar” kelimesi ise cüzîdir.] 64 Eğer orada vaz‘’i delalet ayrılmış ise böyle olur. Fakat diğer iki (lafzi-akli) delalet akla aittir. Onlar akılla tasavvur edilir. Vaz’î delalet bu kısma doğrudan girmez. Ancak birincisi büyük bir kısım olması itibariyle akılla ilişkilendirilebilir. Bölümlenen delâlette vaz’î durum itibara alınır. [Bir şeyin başka bir şeyi veya şeyleri kapsamasına tazammum denir. İnsan kelimesinin canlı olmayı kapsaması gibi veya ev sözcüğünün duvarları kapsaması gibi.] 65 [Zihinsel açıdan bir terimim diğer bir terimi zorunlu olarak var olmasını gerekli kılmasına iltizam denir. Örneğin tavan kelimesi duvarın var olmasını gerekli kılar.] 66 Bu, mecaz ile hakikati birleştirmektir. Ne var ki bu bir görüşe göre caizdir. 67 Bu, mecâzî uygunluktur. 68 Yani mutlak manada diğer ikisinden daha umumidir. 69 Tazminden ayrıldığı için. 70 İltizamdan ayrıldığı için. 71 Onun keyfiyeti (niteliği) onunla ilgili söylenen sözleri kuşatıp elde etmekle ortaya çıkar. 72 Çünkü birçok eşyanın şekli zihinde mevcuttur. Fakat tasavvur ve zikir esnasında insanın kendinden kaynaklanan bir gafletinden dolayı devamlı zihninde hazır bulunmaz. [Tasavvur ile hayal arasında fark vardır. Bir şeyin hayal edilebilmesi için daha önce görülmüş olması gerekir. Tasavvurda ise gerekmez. Hiç görülmeyen bir meyve hayal edilemez. Ama bir kavram zihinde tasavvur edilebilir.] 73 Yani onun varlığı zatının aynısıdır. 59
-41-
-42-
[Sayfa: 43]
Bu gerçek mahiyet(i tam olarak görebilmek) için elbette diğerlerini kaldırıp yok etmek gerekir. Bu fikre, husûl için hudûr (bir şeyi elde etmek için illaki oraya gitmek) gerekmez diye cevap verildi. Mana bakımında açık olan gereklilik, hazır bulunmaya yönelik gereklilikten daha özel bir durumdur. Bu ikisi onun (mahiyetin künhünü idrak etmek) için gereklidir. Çünkü bu iki şey (asıl olmayıp cevhere) tabi olan şeylerdir. Tâbi,74 z. z. z. bakımındandır. Metbu (takip edilen bir şey) olmadan tabi (takip eden) olmaz. Örneğin ışık gibi daha umumi olan bir şeyin tabi75 bakımından kübra (büyük öncül) yapılması imkânsızdır denerek buna itiraz76 edildi. Bir şey haysiyet (özlük, gerekçe, onur) ile kaydedilirse, o halde metbu (takip edilen şey) da onun gibi olmaz mı? Cevaben derim ki; mutlak manada haysiyet, sadece ek bir sıfat olması bakımından değil aynı zamanda zat olması açısından da ihtiyaç illetini ihtiva eder. Ayrıca bir şeye delalet eden dâl (gösterge), kendi cüzü ile kastedilen mananın cüzü kastedilmiyorsa müfrettir; aksi halde mürekkep (bileşik öncül) olur.77 Çünkü müfret olan bir şey ademi olup anca cüzlerden bir cüzün bulunmamasıyla varlığı ortaya çıkar. Ehas78 (daha özel olan) ademiyet (yokluk)ten kastedilen diğer kayıtların79 zıtlarını kapsamasıdır. Mürekkeb (bileşik bir şey)in bütün cüzlerin varlığına bağlı olan bir mevcudiyeti vardır. İşte bu yüzden mürekkeb için fert vardı. Müfred için vakıa bakımından altı, akıl açısından otuz bir ferdi vardır.. İşte buradan80 denir ki: “Tahrip tamirden daha kolaydır.”81
Bu noktada (cevhere göre) varlığı bulunmayan tabi bakımından….vs. denilir. “H” ) (هـbu, Gelenbevî’nin kendi cümlesidir. Buranın haşiyesi 103. sayfadadır. Çünkü bu konu hem burası hem de orası ile alakadar ve münesebetdardır. -A. B.76 Ancak birincisi (ilk öncül) diğerine girdirilmiştir. İkincisi (ikinci öncül) ise (mahiyetin) dışındadır. Çünkü nisbi selbi (kısmî olumsuzluk) mahiyetin içine dâhil olmaz. Sen bunu iyi düşün!. 77 [İnsan, hayvan, beyaz, siyah gibi kendisine tek bir sözle delâlet edilen kavrama, basit veya “müfred” denir. Mürekkeb ise “bileşik” kavramlardır. Mesela Abdullah kelimesi kastedilen manaya göre basit veya bileşik olabilir. Bu ismi taşıyan kimsenin sadece zatı tarif ediliyorsa “basit”, sıfatı tarif ediliyorsa “bileşik” kavram olur. Nitekim Abdullah, Allah’ın kulu demektir.] 78 Onun için bir dizi tarif yapılması gerekir. Bu ise iyi bir şey değildir. Tam tersine bir tane tarifi olması gerekir. Çünkü o ancak ehassın ademi (daha hususi olan bir şeyin bulunmaması) ile elde edilir. 79 Diğer kayıtların (bağlayıcı şartların) zıddı. 80 Yani bu nükteden hareket ederek. 81 Yani her insanın fıtratı ve hilkati (karakter ve yaratılışı) gösterişe ve kendini insanların nazarına verme meyli vardır. Gösterişe çok tutkundur; mümkün olabilen her şeyi talep eder. Aşırı hırsı bazen hedefe ulaşmasını engeller… Birçok yöntemi olduğu için bir şeyi tahrip edip bozmak (onu onarmaktan) daha kolaydır. Çünkü bu işte tüm parçaları bozup yok etmek vardır. Her ne kadar iyi bir şey olmasa da bazıları bu yolu tutup kendi nefsine (sanki iyi bir şey imiş gibi) gösterir. Bazı insanlar servet (iyilik) sahibidir. Bunu bir şey tamir ederek gösterir. Sen bunu iyi dinle ve güzel olan ile amel et. Çünkü bu bir ahlak dersidir. 74 75
-43-
-44-
[Sayfa: 44]
Ayrıca müfred; isim, kelime ve edattır. Çükü varlığın menbaı (kaynağı), zât, hareket82 ve nispet (bağ)tir. (Hikmet lisanında madde katı, sıvı ve gaz şeklinde bulunur.) Zâttan (varlığın özünden) haber veren şey isimdir. Bir cismin hareketinden haber veren şey fiil (yüklem)dir. (Bu iki şeyin arasındaki bağdan) nispetten haber veren şey ise edattır. Zâtta olduğu gibi bazen hareket (fiil), zat (isim ve nispet edilen edat)tan ortaya çıkar. Bunlara verilecek cevap83 sadece müstakil (bağımsız) olup başkası dışında olmaz. Az önce zikrettiğimiz üç şeyin hakikati zat itibariyle birbirlerinden ayrı, tabir bakımından birbirine benzerdir. “Bâ” harfi (bismilleh) ve “esteînu” (O’ndan yardım dilerim) kelimesi altında medet umulur. Yardım istenilen şeyler arasında hava, su ve cansız varlıklar gibi maddeler vardır. Veya su, toprak ve taş gibi diğer maddeler vardır. Harfi manalardan84 biri, yeri yurdu olmayan varlıklardır. Hatta bunlar serseri tufeyli bir seyyah (başıboş dalkavuk bir turist) gibi kardeşlerin merasimlerine üşüşürler.85 Bazen oradaki şeylerden içerler.86 O ikisinin (meyve suyu gibi) sıktığı şeyler damlar ve dahi damlamıştır. Damladan kastedilen şey manalardır. Örneğin bir mana, tehassür (iç geçirme) ve medih (övme) bakımından sanki bir kaside gibi anlam içerir. Eğer denirse: “Kuşkusuz ki bir harf, latif havadar (gözle görülebilecek maddî bir varlığı olmayan) bir cisimdir. Dolayısıyla onun manası87 idrak edilemez. O (kuyuya)na bir kova88 sallandığında, kuru89 bir şekilde bomboş geri çıkar. Bu durumda hem idlâl (şahit getirmek) hem de delâlet etmekten aciz olmaz mı?” Cevaben derim ki:90 “Buradaki acziyet, mânânın bir mekân edinememesi itibariyledir. Bu durum fâile ait gücün eksik olduğuna delâlet etmez.
Yani sıfattır. Yani istifham (sorup anlama)dır. 84 Lügat itibariyle harfî mânâ; başkasının manasını göstermek, başkasının bilinmesine hizmet etmektir. İsmî mânâ ise, bir şeyin kendi şahsına ve zatına bakan yönünü ifade eder. 85 Yani o, davet olmaksızın merasime giden davetsiz parazit bir misafirdir. Sanki biz onlar için özel lafızlar kullanarak onları bizzat davet etmişiz gibi hareket ederler. İşte bu harfî manalar biz onları çağırmadığımız halde onlar diğer manaların üzerinde bir asalak gibi durup onları takip ederler. 86 Yani o manaların fiil ve ismi. 87 Lafzi ve vaz’î delaletlerden birisi olmasına rağmen. 88 Kalp kuyusuna. 89 Yani manasız bir şekilde. 90 Yani manası bulunamayan bir harfin (hiçbir anlam vermekten) aciz olması gerekmez. Çünkü mana, sadece harf (edat) ele alınarak anlam vermek zorunda değildir. Çünkü mana mekânsız olması itibariyle harf (edat)ten daha fazla bir durum arz eder. Öyleyse bunu sen düşün!.. Vacip hakkında denilen şu şeye sen cevap ver: Misal bakımından iki zıddın tümü idrak edilemez. Bunu da sen düşün!.. 82 83
-45-
-46-
[Sayfa: 45]
Mürekkeb ya eksik91 ya da tamdır. Murad edilen asla92 göre mütekellimin93 bu noktada görüş bildirmeyip susması doğru bir davranış olur. Tâm ise, ya haber ya da inşadır.94 Bu ikisi, fiilî95 ve infiâlî96 gibidir. Birincisinde zihin hareketin başlangıç noktası olup mu‘iddî97 (fâili azmettirip harekete geçiren) konumundadır. Yani fiilin dışa vurmasına sebep olur. Yani hariçteki (dış âlemdeki) hareketin varlığı veya yokluğu ona bağlıdır. İşte bu malul (illetli olan)dür. İkincisi ise birincisinin tam tersidir. Yani dış âlem beynin hareket noktasıdır. Buradaki illet kıyaslamalı bir sebeptir. Bu bakımdan inşa cümlesi, kendisine göre birinci pozisyondadır. Çünkü inşa cümlesinde bulunan bir söz hakkında doğru veya yanlış hükmü verilemez. Dış âlem (yani varlıklar)den sonra tasavvur edilen (zihinde canlandırılmaya çalışılan) şeyler ademe (yokluğa) benzer bir şeydir. Onu keşfedip bulan bir kimse mucit gibi olur. Haber cümlesi ise doğru veya yanlış olabilme ihtimali olan bir sözdür. Çünkü bu durum onaylama makamıdır. Medlulün, vaz‘î98 delâletten geri kalmasının caiz olmasına binaen bir sözün akıl bakımından yalan olma ihtimali vardır. Burada denmek istenen kaziyenin99 özeti (sözün hülâsası) (harflerin delâlet ettikleri manaların) haber cümlesi gibi akıl bakımından doğru veya yalan olma ihtimalinin bulunmasıdır. Küll; ya hakikat100 ya da mecazdır.101 Onun faydalarından bazıları; ta‘zîm (yüceltme), tahkir (aşağılama), terğîb (şevklendirme) →
O, nisbî (bağıl, izafi, oranlı) veya tavsifi (vasfa ait, niteleme, betimleme, tanımlama)dir. Bunlardan ilki (nisbî olan şey) izafi ve mezcî (katıştırılmış)dir. Bu ise tazammunî (bir kavramın hatırlattığı nitelik ve özelliklerin bütünü, kapsama) ve savtî (sese ait)dir… vs. 92 Dinleyicilerin isteği göz önüne alınarak. 93 Yanlış bir bağlantı kurup hataya düşmeyecek bir şekilde. 94 [Söylenen bir söz, dış gerçeklikte bir hüküm ifade etmiyorsa yani bu söz için doğrudur veya yanlıştır gibi bir yargıya varılamıyorsa bu tür sözlere inşa denir. Bunun tersine haber denir.] 95 [Fiilî: Fiille ilgili, iş olarak yapılan, sözde kalmayıp iş hâline geçen demektir. Uydurukçası etkidir.] 96 [İnfiâlî: Fiilden etkilenme, etki altında kalma ve etkilenme hali demektir. Uydurukçası edilgidir.] 97 Harekete geçirme illeti (sebep ve gerekçesi), ma‘lûlun (illetli olanın) illetin varlığına veya yokluğuna güç getirebilecek tarzda olmasıdır. (Kendisinde özgüvenle bir şeyi yapabilme gücünü görmesidir.) Örneğin insan beyni vücuduna komut verip azalarını harekete geçirir veya durağan pozisyona alır. Kıyasa dair illet ise, malulün (illetin) sadece varlığına bağlıdır. Örneğin güneş. (Devamlı var olan güneş zihin ile yadsınamaz. Diğer bir ifade ile hakikat güneşi balçıkla sıvanmaz.) 98 Tabii ve akli delaletten herhangi birisinin diğer iki delaletten geri kalması caiz değildir. 99 Yani onun ruhu, örnek olarak c ve b’dir. Yahut buradaki mevzu mahmûldür. Yani onun bedihi (açık seçik) şekli, şahsi sureti ve harici delaletlerinin görmezlikten gelinmesidir. 100 [Gerçek olan, gerçekliği ispatlanmış olan şeye hakikat denir. Diğer bir ifadeyle kelimenin ilk konulduğu asıl anlamda kullanılmasıdır.] 101 Bil ki; mecaz ve kinayede (yan anlam ile birlikte) hakiki asıl mana da vardır. Mecaz ile kinayenin kısımları asıl itibariyle tamamen kaybolmaz. Bilakis yan anlam asıl anlam üzerine geçici olarak konulur. Dolayısıyla asıl anlamın hepsi veya bir kısmı bazen görünmeyebilir. Bu hal ya imkânsız bir şey ya da olması muhtemel olan bir şeydir.→ 91
-47-
-48-
[Sayfa: 46]
[Önceki dipnotun devamı]
102
[Kinâye: Bir sözü gerçek anlamına da gelebilecek bir şekilde asıl anlam dışında kullanmaktır. Kinâyede maksat, mana kendi asıl lafzı ile değil de aynı manadaki başka bir lafız ile ifade edilir. Dolayısıyla kinaye bir açıdan hakikat diğer açıdan mecazdır.] Kinâyede ise (bir manayı başka bir lafızla) anlatma talebi vardır. Bu yüzden mutlaka onun imkân dâhilinde olması gerekir. Zira imkânsız olan talep edilen bir şey olmaz. Ama yine de onunla gizlenmiş olan bir şeye tabidir. Yani kinaye şeffaf bir örtü gibidir. Gizlenmiş olan manaya intikal eder ve onun varlığının mevcut olması gerekmez. Çünkü mümkün olan mevcut olmasa da tasavvur edilebilir. Örnek olarak şöyle derim: Zeyd külü bol (cömert) ve kılıç kını uzun (uzun boylu) bir adamdır… Buradaki iki tabir (külü bol olmak, kını uzun olmak) cömertlik ve uzun boylu olmaktan kinayedir. Gerçek hakiki hal ise aslında onun ne külü ne de kılıcı vardır. Fakat ikisi de imkân dâhilindedir; olabilir. (Mecâz ise, lafzın asıl anlamından alınıp başka bir manaya nakledilmesidir. Ancak lafzın bu anlamda kullanıldığını gösteren bir ipucu bulunmalıdır.) Mecâzda ise harici bir anlam dizesinin zihinde canlandırılabilmesi için onun tasavvur (hayal) edilebilecek şekilde olması gerekir… Böylece geçilen asıl anlama uğranmış ve daha sonra yan anlama ulaşılmış olur. Örnek olarak şöyle diyebiliriz: “Sema (yağmur) bitki bitirdi.” Diğer örnekleri sen buna kıyas et. Bu anlam (yani gökyüzünün bitkiyi bizzat bitirip yeşertmesi) hayal edildiği zaman onun imkânsız olması caizdir. Çünkü bu lafızdan kastedilen asıl anlam bu değildir. Bilakis bu lafız sadece belâgatla ilgili bir maslahat için söylenmiştir. Bu ise manayı edebi olarak ifade etme üslubudur. İstiârede kapalılık vardır. Aynı şekilde o, faydası (meram) için hayal edilir. Yine şunu iyi bil ki: Lafzın hakiki olmayan manası mutlaka matmah-ı nazar (göz dikilen, bakılan bir yer), makamın (sözün bulunduğu yerin) kasdı itibariyle kelamdan kastedilen bir şey olması gerekir. Örneğin külü bol olanın cömert olması, aslanın cesur olması, gözcünün gözü olması, casusun kulağı olması gibidir. Diğer örnekleri sen bunlara kıyas et. Sen böyle bir durumda (kinayeli bir söz söylediğin zaman) lafız için konulan hakiki (asıl) anlamadan başka bir (yan) anlama intikal etmiş olursun. Bu yan anlam hakikat bakımından asıl anlama tabi olsa da durum aynıdır. Örneğin “Zeyd külü bol bir adamdır” dediğin zaman “külü bol olmaktan” (yani asıl anlamdan) cömertliğe intikal etmiş olursun… Veya cömert olan kimseyi nazarı itibara almış olursun. Nitekim burada söylenen sözden asıl maksat Zeyd’in cömert olduğunu ispat etmektir. Sözün makamı bu anlama ulaşmayı gerekli kılar… Muhatap bu anlamı kinaye yolu ile anlar. Yani sen sözün içinde bulunduğu makam itibariyle (edebi bir şekilde) “Zeyd cömerttir” demiş olursun. Kastedilen bu anlam sanki yazılmış gibi olur ve sen hakiki manayı takip ederek bu anlama ulaşabilirsin. Aslan kelimesinden cesurluğun, gözcü kelimesinden görme duyusunun, casus kelimesinden işitme duyusunun kastedilmesi de mecazdır. Ancak mecazlı anlam istiarede (deyim aktarması, eğretileme sanatında) daha azdır. (“Harpte savaşan bir aslan gördüm” deyince “Savaşta aslan gibi çarpışan cesur bir adam gördüm” demek istemiş ve “aslan” kelimesinden deyim aktarması yapıp “cesurluğu” ifade etmiş oluruz.) Yani itibari olarak tabi olunan şeyden tabi olana intikal etmek az gidilen bir yoldur. Çoğunlukta takip edilen yol hakiki anlamdan mecâzi anlama doğru giden güzergâhtır. َأوه فرقا )هـ( سيدايه حبييبKürtçe olan bu cümle Molla Habibe aittir. Manası “İşte Seyda’nın farkı budur” demektir. A. B.(Manayı ifade etme yollarından) meşhur olan şey şudur: Hakiki anlamı kastetmeyi engelleyen bir karine mecazda bulunurken kinayede yoktur. Mecaz kinaye olmaksızın bir lafzın lâzım manada kullanılmasıdır. Hatta o anlam “lâzım” gibidir. Kölen olayım onu da sen ezberle. )ط( فاحفظها أز غالهمBu cümledeki son kelime Kürtçe olup manası “kölen olayım” demektir. İhtimal Molla Habib bunu kendi nefsine söylüyor. -A. B.102
-49-
-50-
[Sayfa: 47]
Mecazın faydalarından bazıları; ta‘zîm, tahkir, terğîb, tenfir (nerfet ettirme), tezyin (süsleme, güzelleme), teşvih (akıl karıştırma), tasvir (betimleme), zabt (kaydetme), ispat (kanıtlama), ikna etme ve merama tam mutabakat (uygunluk)tır. ﴾Ve ondan birisi: Hulûl,103 kevn, evveliye, sebebiyye,104 civâr,105 mazhariyye ve diğerleri106 gibi eğer alaka müşâbehe dışında bir şey olursa mecaz-ı mürsel meydana gelir.﴿ ﴾Ve ondan birisi: Manaların benzetilmesinde örnek olarak verilen misallerin kullanılması gibi istiâre107 temsiliyyedir.108﴿ Temsili olan şeylerden birisi, söz söyleme şekilleri ve onun için kullanılan güzel üsluplardır… Bunlardan birisi kinayedir. Kinaye ya sıfatta ya mevsufta ya da nisbette109 olur. -Hakikat veya mecaz olarak- tabiden metbuya intikal110 etmek kinayedir. Aynı şekilde -hakikat veya mecaz olarakmetbudan→
Rahmetullah ve cennet kelimelerindeki “hüm” onlar zamiri gibi. Buluttaki deve hörgücü gibi. 105 Rivayet gibi. 106 Gelenbevînin metni şöyledir: “…hulûl, sebebiyye, civar veya umum gibi alaka müşâbehe (benzetme) dışında bir şey olursa mecaz meydana gelir” iafdesidir. Üstad hazretleri onun metnini değil de mealini almış. Gelenbevî, S: 4, Satır: 20. -A. B.107 Rahmetullah ve cennet kelimelerindeki “hüm” onlar zamiri gibi. 108 Gelenbevî S: 4, Satır: 22’deki metin ile biraz farklı. -A. B.109 Cömertlikte olduğu gibi…vs. 110 Mesela “Bir aslan gördüm” dediğimiz zaman “aslan” kelimesinden “cesur” sıfatına intikal etmiş oluruz. Birincisi (yani aslan kelimesi) hakiki metbu, ikincisi (yani cesur sıfatı) hakiki tabidir. 103 104
-51-
-52-
[Sayfa: 48]
tâbiye111 intikal ederiz.. Mecâz da aynı şekildedir. Her ikisi de (söz söyleme sanatlarının) en beliğidir. Çünkü bu ikisi bir şeyi iddia eden bir kimsenin iddiasını delil ile ispat etmesi gibidir. Ayrıca kinayede hakiki anlamın kastedilmiş olması imkân dâhilindedir. Edat gibi buna işaret eden bir kelimenin illaki bulunması gerekmez… Mecâzda112 böyle bir karinenin bulunması belâgatla ilgili bir maslahatın113 düşünülmüş olmasıdır. Bizzat mana bakımından kastedilen şey değildir. Dolayısıyla bu tür sözde kastedilen manayı gösteren mutlaka bir karine (ipucu) bulunması gerekir. Bu karine akıl, duyu ve âdet bakımından sözün gerçek anlamda kullanılmamış olduğunu gösterir.. Sözün hakiki anlama gelmesine engel olan karine bazen kinayede bulunan müntekil114 mânia karine ile birleşir.115 Bazen de sadece müşterek mânia ile birleşir.
Tırnakların geniş olması (ayağın büyük olmasına delâlet etmesi) gibi. “H” (( )هـGelenbevî’nin cümlesi:) Şunu iyi bil ki: Söylenmiş olan sözden mutlaka mecâzi mana kastedilmiş olması ve bu anlamın göz önünde bulundurulmuş olması gerekir. Çünkü hakiki anlam ona tabidir. Gözcünün gözü, casusun kulağı olması gibi hükmün çevresinde döndüğü nokta bu mecazi alanın göz önünde bulundurulmasıdır. Buradaki fark: Hakiki anlamdan intikal etmek -kendisi gibi tâbi veya metbû olan- bir şeyedir. Aynı şekilde istiâre üslubunda aslan kelimesinden cesur sıfatına; parmaklardan parmak uçlarına; külün bol olmasından cömertliğe intikal edildiği açıktır. Diğer örnekleri sen buna kıyas et.. Tâbiden veya metbûdan intikal etmek ise onların karşılığı itibara alınarak yapılır.. Aynı şekilde tâbi hakikaten kastedilmiş olsa ve hükmün medarı olsa bile bu tür intikallerde sözün makamı da göz önünde bulundurulur. Buna örnek olarak istiarede “cesur”; mecaz-ı mürselde “parmak uçları”; kinayede “cömertlik1 kelimeleri verilebilir. Bu bağlamda şöyle dersin: “Bir cesur gördüm. Ben onların kulaklarına küpe oldum. Ben onların kulaklarına ilham esintisi verenim. Zeyd cimridir…” Aslan, parmaklar ve külün bol olmasını ona benzer örnekler olması için verirsin. Aksi halde konunun bölümlerine ait örnekler birbiriyle iç içe girip karışır. Lakin istiarede ve kinayede genellikle hakiki anlamdan ona benzer yan anlama intikal edilir. Mecazın türleri ise pek çoktur. 113 Mecaz-ı mürselde… ve istiarede hayal edilmiş olan bir şeydir. 114 O, başka bir yerden nakledilmiş olan bir şeydir. 115 Hatta birlik olur. 111 112
-53-
-54-
[Sayfa: 49]
﴾KÜLLÎ116 VE CÜZÎ117 HAKKINDA BİR FASIL ﴿ 118
﴾ Bir şeyin aklına yatması bakımından senin zihninde canlanıp suret haline geldiğini anladığın zaman bil ki o, ilimdir. Bu özelliği göz ardı etsen bile o şey senin zihninde artık bilinen ve anlaşılan bir şey haline gelmiştir. İşte o119 mefhum →
[Küllî: Türün altındaki fertleri ifade eden lafız ve bu lafzın gösterdiği varlık anlamında felsefe ve mantık terimidir. Diğer bir ifadeyle küllî: bir tek anlamla birçok şeye delâlet eden lafızdır. İsm-i müşterek olan küllîye ontolojik açıdan baktığımızda onun iki anlam için kullanıldığını görürüz. Bu anlamlardan biri (mesela insanlık mefhumu) dış dünyada olmayıp sadece zihin içinde var iken diğeri (mesela insan kelimesinin mefhumu) dış dünyada da mevcuttur.] 117 [Cüzî: Bir varlık türünün tamamına değil sadece bir kısmına delâlet eden kavram; taşıdığı hüküm, konudaki fertlerden sadece bir veya birkaçına şâmil olan önerme; bir ilme göre konuları daha özel olan diğer bir ilim (tabiat ilmine göre tıp ilmi gibi) şeklinde mantıkta çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.] 118 Müfred ve mürekkeb kelime iki türdür: Lafız için ilk olarak zat ile mana için ikinci olarak araz ile külli ve cüzî ise zıddı iledir. 119 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi.] “Bilmiş ol ki, bir şeyin, aklın yanında hasıl olan sureti, zihnin onunla keyfiyetlenmesi ve vasıflanması itibariyle ilimdir Yani: Nasıl ki bir cam âyine, mülklüğü cihetiyle kâğıt kadar ince bir cam parçası iken, âlem-i misalin bir çeşit penceresi oluyor. Hangi şey olursa olsun onun karşısına koyduğun zaman, âyinenin içi, gerekse sureti o şeyin rengiyle süslenmesi ve onun keyfiyetiyle keyfiyetlenmesi müşahede olunur. Bununla beraber âyinenin melekütiyet yanı ise, gayet geniş ve derindir. Gayr-i mütenahi eşya onda irtisam edebilir. İşte bu cihetiyle âyine, eşyaya zarf olmuş olur. Aynen bunun gibi; zihin dahi mülkiyeti cihetiyle Alem-i Gayb’ın bir penceresi iken, hariçte kendisi mevcuttur. Zira zihin denilen şeyin kendisi bedenden bir et parçasıdır ki; ya kafa içinde, ya da göğüstedir. İşte bu da âyine gibi, eşyadan alınan renk ile süslenip, onunla vasıflanıp keyfiyetini aldığı halde; melekütiyeti itibariyle gayet geniş ve derindir ve hakeza… İşte, zihin; eğer eşyaya mazruf olduğu haysiyetiyle yani eşyanın zarfı olduğu itibariyle nazara alınırsa, bu defa malüm, mefhum ve medlül vasfını alır. Aynı zamanda bunların müradifi olan mana, müsemma, makul ve maksud gibi keyfiyetleri de alabilir. İşte mantık ilminin mevzuu da budur. –Mütercim: A.B.İşte bu konu hakkında araştırma yapmak gerekir. (Mantık ilmine göre varlıklar) cüzî ve küllî olmak üzere iki kısımdır. Cüzî konusu, (bir sözde asıl gayeden bahsederken bağlantılı olarak ikinci derece başka konulardan bahsetme anlamında) istidrâdî mantıkta zikredilmiştir. Çünkü bu ilim mazbutâtı (tayin ve tespit edilip belirlenmiş olan şeyleri) araştırır.→ 116
-55-
-56-
[Sayfa: 50]
(Önceki sayfadaki dipnotun devamı120) → İşte o mefhum, her ne kadar akıl dışarıdakilere (birçok diğer akıllarla ittihat etmeye121) izin vermese de sadece onun kendi zatına bakmakla kısıtlanır.
→ Çünkü bu ilim, sabit olmaması ve sürekli değişmesi nedeniyle cüizyyatı hatta mazbutâtı (tayin ve tespit edilip belirlenmiş olan şeyleri) dahi yeniden araştırır. Hikmetli bir kemâl ifade etmez. (Buradaki haşiye üzerine şöyle bir dipnot düşülmüştür: Yani: Nokta, derece ve insanın kapasitesi hikmetli bir kemâldir. O, teşbih yapma sanatıdır. Hikmetli söz söyleyen bilge insanlar yüce değerleri anlatırken bu sanata başvururlar… vs. Biz “Levh-i mahfuz” gibiyiz. Yani insan, üzerine yazılıp çizilebilen beyaz boş bir kâğıt gibidir.) Yüksek prensipler ve on akıl ile teşbih yapılarak bazı anlamlar ifade edilir. (Haşiye Dipnotu: On akıldan maksat büyük melekler, yüce ruhlardır.) (Gavslar) âlemin haritası olan insanların ruhlarına nüfuz etmeye meyyâldır. Bazılarını tersi ile zikrederler. Çünkü eşyalar(ın hakikati) zıddı ile bilinir. (Güzellik ve cesurluk gibi) nisbî (göreceli) şeylerin iç yüzü çirkinlik ve korkaklık tasavvur edilmeksizin anlaşılamaz. 121 Buradaki ittihat, birçoğunun ifade ettiği gibi ‘birleşip iştirak etmek (ortak akıl kurmak) demektir. Eğer şöyle denirse: “İştiraktan maksat tecezzü (bölümleme) olursa; küllî tam olarak cüzîyatta bulunmaz. Şayet iştirak her cüzî ile birlikte külli bir iştirak ise; farklı yerlerde aynı anda bulunup sabit olması gerekir.. Eğer ittihat her cüzî ile birlikte olursa; dışarıdaki iki cüzînin bir vesile ile birleşmesi gerekir. Çünkü birleşmişin birleşmişi yeni bir birleşmişliktir. Bu durum böyle değil midir? Cevaben deriz ki: Cüziyyatın hayali olarak iştirak etmesi ve onlarla birlik oluşturması bu iki olgudan maksat; merkezi bağlantıların, kendisini çevreleyen diğer noktalarla uygunluk sağlamasıdır. Yahut hokkadan dökülen mürekkep noktacıklarını birleştirip hakikati ifade etmesidir. (Akıl akıldan daha üstündür fehvasında) burada merkezi noktada birleşmek sanki daha elzemdir. Diğer bir ifadeyle hokka mürekkebinin her bir damlası bir hakikati ifade eder. Damlaların birleşmesi ise daha büyük bir hakikati ifade eder. Merkezin kendi yerinden ayrılıp başka yere intikal etmesi ve daha sonra bir nokta ile bağlantı kurması yeni bir etkileşim alanı meydana getirir. Şöyle bir kural vardır. Hakikatler (zaten kendisi külli bir bütündür;) başkası ile birleşmez. Yani eşyada (varlık âleminde) abes olan bir şey yoktur. Kuşkusuz ki külliyât (bütünsel şeyler) zihinlerimize yerleşmiş ve cüzîyatın (bireysel şeylerin) sözcüsü konumuna geçmişlerdir. Küllî varlıklarla cüzî varlıklar birbirleriyle iç içe girip birleşmeyen birbirlerinden farklı birer olgu olmalarına rağmen küllî olanlar sanki cüzîlerin dışarıdaki temsilcileri hükmündedir. Bir mülahazaya binaen cüzîyatı külliyata yaklaştırmış olsak onun içinde kaybolur gider. Bazıları da o ikisinin birleştiğini zanneder. Oysaki gerçek durum sanıldığı gibi değildir.. Cüzîyatın küllîde birleşmesi hayalidir. Küllînin cüzîyat ile birleşmesi vehmidir. Parçalanıp bölünme ise reddedilmiştir. Küllî iki kısımdır. Fertlerinin birleşmesi mümkün değildir. Allah’a ortak koşulan şeyler (şerik)in hâşâ Allah ile birleşmesi imkânsızdır. Allah’ın cüzîyatı, kusurları bilmemesi muhaldir. Bir şey tarif edilirken onun zıddı kullanılıp teşbih yapılır. Oysaki Allah’ın eşi ve memendi yoktur. Cüzî varlığın küllî varlığın içine girip birleşmesi gerekir denemez. 120
-57-
-58-
[Sayfa: 51]
(Bir önceki sayfada bulunan dipnotun devamı122) → O, “Zeyd görünen bir varlıktır” sözü gibi cüzî hakikidir.123 Aksi halde (dış âlemde)124 birleşmesi imkânsız olsa da olmasa da küllî olur. Allah’ın şeriki ve O’nun dışındaki her şey külli farazi 125 diye isimlendirilir. Anka kuşu gibi varlığı mümkün olsa da bazıları mutlak olarak yoktur. →
→ İmkânsız olan bir şeyi nasıl karşılar. Oysaki onun selbi (olumsuz hali) bir yönüyle zarurettir. Çünkü genel manada olabilmesi imkânı olan mümkün (haşiye üzerine dipnot: nefiy için illet) bir şey için üç şekil vardır. Varlık bakımından selbi bir durumu, yokluk açısından da mutlak bir hali vardır. Birincisi mümteni (imkânsız), ikincisi ise vacip, üçüncüsü ise muteber olmayandır. Bu ise aynı şekilde iki kısımdır. Anka kuşu gibi dış âlemde efradı yoktur. Bilakis her şey kâinatlar arasında cereyan eden âdete terstir. Dünya kanunun âdem (yokluk) illeti vardır. Çünkü hayat şartları ona yardım etmez. Mevcut iki kısımdır: Vâcibu’lvucûd (zâtı yâni kendi kendisiyle var olan, var olması için başka bir varlığa muhtaç bulunmayan Allah’ın varlığı) gibi başkasıyla olması mümkün olmayan bir tek varlıktır. İkincisi ise güneş gibi varlığı başkasına bağlı olması imkânı olan varlıktır. Çünkü zihindeki her mahiyet için bir tayin ve hüviyet (mahiyet ve hakikati) vardır… Zihin haricindeki dış âlemde ise varlıklar kişileştirilip canlandırılır. Dış âlemdeki fertler için bir ilk varlık olduğunu varsayarsak; onun cisim haline getirilmesi de onunla ilgili olur. Bu durum, ondaki mahiyetin lâzımı olup yine onunla alakalıdır. Böylelikle varsayılan bir şey mevcut haline geçmiş olur. Ancak yokluktan murad edilen şey ortaya çıkmaz. İkinci durumun (yokluğun) olduğunu varsayarsak; onunla alakalı olan bazı cisimler ortaya çıkar. Bu durum lazım gibi olup sonunda mümkün hale dönüşür. Fakat bu oluşum Allah’ın yarattığı varoluş sistemine uygun olarak gerçekleşir. Nitekim Allah’ın yarattığı hiçbir şeyde abeslik yoktur. Varlığın bir benzerini bulup Allah’ın yarattığı bir şeye istiğna etmek (tenezzül etmeyip gereksinim duymamak) mümkün değildir. Galaksideki gezegenler gibi bir birbiriyle kuşatılmış sistemli varlıklar vardır. Külli olan bir varlık (Allah’ın varlığı) için tam bir örnek vermek mümkün olmayıp ancak O’na inanıp onun varlığını tasdik etmek gerekir. (Aristo’nun eserlerinde bu anlamı ifade eden katholou (universal) terimi Arapça’da “küllî” lafzı ile karşılanmıştır. Dolayısıyla) külli tabirinin çıktığı asıl köken Arapça olmayıp Yunancadır. Arapçada bu kelimenin eşanlamı yoktur. Büyük âleme nispet edilen her şey böyledir. Hatta konuşan nefislerin (varlıkların) yaptıkları bazı şeyler müşahhas sebeplerin azlığı sebebiyle O’nun içindir. Yahut bu sebepler çeşitli olup biz hepsini tam olarak idrak edemeyiz. Bilge insanlara göre bunlar sonsuzdur. Bunun sebebi ise müşahhas sebeplerin farklı olmasıdır. 123 [Genel olarak biri hakîkî diğeri izafî olmak üzere iki tür cüz vardır. Hakiki Cüz’î: Özel isimler gibi herhangi başka bir varlıkla ortaklığı tamamen giderecek şekilde tasavvur edilen bir tek varlıktır. İzâfî cüz’î ise, daha genel bir varlık cinsinin kapsamına giren daha özel bir varlık türüdür. Meselâ cisme göre “canlı” cüz’î; canlıya göre de “insan” kelimesi cüz’îdir. Buna karşın Ahmet ve Mehmet gibi hakiki cûz’îlere göre cisim, canlı ve insan küllî varlıktır.] 124 “H” ( )هـZeyd’i bir topluluk (cemaat) olarak tasavvur edildiği zaman onun dış âlemdeki varlığından sakınmak gerekir. Çünkü burada kastedilen şey gerçek dış âlemde zihnî zıllî iştirâk (zihinsel, sanal bir katılım)tır. Bunun tersi değildir. Bu ise zihnî hâcî iştirak (zihinselde dış katılım) veya zihnîde zihnî (zihinselde zihinsel)dir. Sen bunu iyi düşün ve anlamaya çalış. Hakikî cüzî ve farazî küllî arasındaki fark şudur: İkincisi izafet ile imkânsız olması farzdır. Yani mümkün olan farz ile. Ulaşılması imkânsız olan bir yerde açık bir kapının bulunması gibi, farz olunan şeyin varlığı olanaksızdır. Birincisi tavsif (betimleme) iledir. Yani bir bakımdan kendisi fertler gibi farziyeti olanaksızdır. Buna örnek olarak ulaşılması mümkün olan bir yerde bulunan ancak girilemeyen kapalı bir kapının bulunması durumu verilebilir. Bu durum böyledir. Çünkü imkânın takdir edilebilmesi (bir şeyin mümkün olabilmesi) için zıtların birleşmesi gerekir. Çünkü farz, farz olunan bir şeyin zihinde var olmasını gerekli kılar. Cüz’î için dış âlemde bir teşahhüsün (canlandırmanın) olmamasını gerekli kılar. Diğer bir küllî için cüz’înin yok olması gerekir. Bir şeyin varlığında farzın olması gereklidir. Bu şey zihindeki cüzî olup bir vesile ile onun yokluğu imkânsızdır. 125 [Küllî zâtî ve ârızî olmak ikiye ayrılır. Küllî zâtî, fertlerinin veya cüz’îlerinin mahiyetine nisbet edilebilen ya da onların mahiyetine ilişkin olan mânadır. Meselâ insana veya ata nisbetle canlı gibi. Ârızî küllî ise, fertlerinin ya da cüz’îlerinin mahiyetine nisbet edilemeyen mânayı ifade eder. İnsana nisbetle gülme gibi. Çünkü gülmenin mânası insanın mahiyetine ilişkin olmayıp sadece zâta ait bir ilintidir.] 122
-59-
-60-
[Sayfa: 52]
_Yahut vâcibu’l-vücûd (varlığı kendinden olan) gibi bir diğerinin (var olması) olanaksızlığı ile birlikte sadece tek bir tane olmasıdır. Veya da güneş gibi bir tanedir.. Yahut galaksi sistemindeki gezegenler gibi etrafı (diğer varlıklarla) çevrilmiş çeşitli varlıklar bulunabilir. Yahut insan gibi etrafı kuşatılmamış bir varlıktır._ Bu ittihat, küllînin cüzîyatı üzerine konulup haml edilmesi ve onun tasdik edilmesidir. Eğer cüzîyat onun içinde veya farziyetinde varsa; bu durum vâki bir şeyde meydana gelir. Şayet yoksa; mücerret farzda olur.﴿ 126 Bu iki mefhumun haml Bu ili mefhumun haml edilmesinin manası; zihinde birbirinden farklı ve ayrı, dış âlemde ise birbiriyle birleşik olmasıdır. (Küllî, üst üste konup çiğneme şeklindeki bir yükleme tarzı ile cüzîyatının üzerine yüklenmiştir.127) Onun mevzusuna, yani fertlerine tanım yapılıp ismi verilir. Fahreddin er-Râzi’ye göre bu onunla birleşir. Küll de zıtlarıyla birlikte bulunur. Câmid 128 ve mevsufun129 haml edilmesi muvatıe (üzerine çıkıp çiğneme) şeklinde olur. O ikisi dışındakiler ya iştikâk130 ya da iştimâl (kaplama, içine alma, ihata etmek) ile olur. Ayrıca buradaki muhal, farazî olup onun zâtı tasavvur edilemez (Olanaksız olan bir şey sanal olduğu için varlığı hakkında fikir yürütülemez). Bilakis bir şey zihindeki varlığı131 ile değil (ona benzer) temsili132 türüyle tasavvur edilir.
Gelenbevî, S: 5, Satır: 15. Aynı metniyle. –A. B.Bil ki haml (yükleme, hüküm verme şekli) iki türlü olur: Birincisi iştikâktır… Hamlin doğru olması konusunda mahmûlun zâid bir kayda ihtiyacı olması (doğru bir yargının verilebilmesi için konunun ekstra bir şarta gereksinim duyması) iştikaktır. Masdarların mevsuflarına haml edilmesi gibi doğru bir şekilde haml edilerek müştak olur. Buna örnek olarak “(Kur’ân) müttakîler için hidayet yoludur” âyeti zikredilebilir. Yani o, hidayet sahibidir. Çünkü Kur’ân cisimleşmiş bir hidayet nurunun bizzat kendisidir… Herkes tarafından kabul edilen bu olgu ittihâdi anlamdır. Yani hakikat olarak o, odur. Veya iddia açısından mahdudâta (tanımlanıp sınırlandırılmış olan şeylere) hadlerin (tanımların) haml edilmesidir. Bunun zıddı vardır ama çok azdır. Nâtık (konuşan varlık) gibi sıfatları üzerine betimlenen anlamlar vardır. İkinci tür ise iştimâlidir. Yani o genel olduğu için diğerinin (ilk türün) altında olan bir şeydir. “Zeyd nâtıktır (konuşan bir varlıktır) veya âlimdir” sözü gibi müştâk olan anlamlar mevsufun üzerine haml edilir. (Burada “nâtık” sıfat, “âlim” ise müştaktır.) Fakat Fahreddin er-Râzi, iştimâl türünü anlaşma çeşidi saymamıştır. Ona göre üç türlü haml şekli vardır: Diğerine ek olarak muvâtıe (üstüne çıkıp çiğneme)yi ittihat şeklinde farklı bir tür olarak saymıştır. Seydâ ise kendi görüşündedir. (Onun bu ta‘liki, yorumu yazılıp kaydedildi. Sen onu ezberle. _takrir_) 128 Mahdutların üzerindeki diğer hadler gibi (tanımlanıp sınırlandırılmış olan şeylerin üzerindeki diğer tanımlar gibi). 129 “Ayakta olan Zeyd’dir” cümlesinde olduğu gibi, bir şey sıfatına nisbet edilir. 130 Diğer musavvirler (betimleyiciler) gibi “zû” (sahip) anlamıdadır. 131 Müştekkâtın haml edilmesi gibi. 132 Yani, hikâyeli anlatma türü olmadıkça malum olmayan (bilinemeyen) şey demektir. 126 127
-61-
-62-
Sayfa: 53]
﴾Ayrıca, bir şeyin varlığı takdir edilse de _dış âlemde fertleri sâbit olsa da_ ilk makul olan şey küllî varlıktır. Ateşin sıcaklığı gibi, varlığı sadece dış âlemde sabit olsa bile fark etmez.133﴿ Eğer şöyle denilse: “Ateş ile birlikte sıcaklığın da tasavvur edilmesi, aynı şekilde onun varlığını zihinde sâbit kılmaz mı?” Cevâben derim ki: Sıcaklığın (cevher olan ateş için) âraz134 olması ancak onun (ateşe) tabi olduğunu ve ondan kaynaklandığını gösterir. (Sıcaklığa ilişkin) zihinde ortaya çıkan şekil (mahiyet bakımından değil sadece) isim açısından bir cevherdir. Bu kavram zihindeki ateş cevherinin yakınına yerleşir. Yani bu (sıcaklık) anlam dış âlemdeki ateş cevheri (kavramı)nden alınmıştır. Aslî hüviyet (iç mahiyet) olarak ateş ile aynı imiş gibi dört135 şey için zevciyet (çift olma) görünümü arz eder. Onun şekli 136 güneşe göre ışığın137 hüviyeti () gibidir. Bunun bir benzeri ayna için söz konusudur. ﴾Varlığı tahkik138 edilmiş ayyinelerin zâtî durumları gibi, dış âlemde ve zihinde var olan her şeyin varlığı﴿ 139 takdir edilmiş ve lazımlığı tespit edilmiştir. Şunu iyi bil ki: Tahkik edilmiş140 ayyinelerin mahiyetlerinin varlığı, ilk makul olan şeylerden biridir. Onun varlığı zihindeki ile aynıdır diye söyleyen bir kişinin sözüne binaen bu tespit yapılmıştır. Kuşkusuz zihinsel varlık sabittir.141
Yani bir varlıkla… [Kendi kendine var olmayıp görünmesi için bir asla, bir cevhere muhtaç olan şeye âraz denir.] 135 Gelenbevî, S:4, Satır: 24. Aynı metniyle.. –A. B.136 Dış âlemdeki 137 Zihindeki 138 [Mârifet ve keşif yoluyla varlıkların ve meselelerin iç yüzünü hakikatini bilme durumu] 139 Dış âlemdeki 140 [Araştırılıp soruşturulmuş, maddi bilgi ve manevi keşif ile varlığı tespit edilmiş] 141 Yani bu tespit hakkında ihtilaf edilmiştir. Kuşkusuz onda mantıksal küllî bulunur, denmiştir. Çünkü mantık zihinde mevcuttur. Zihin ise dış âlemde mevcuttur. O halde mantık dış âlemde mevcuttur. Hokkadaki inci de böyledir… vs. Kıyasta ortam tekrar etmediği için durum böyle değildir. Çünkü her şeyin mülkî ve melekûtî durumu vardır. (Her şeyin bir maddi bir de manevi yönü vardır. Melekût: Zaman ve mekânla sınırlı olmayan, beş duyu ile idrak edilemeyen ruhlar, ilâhî kuvvetler ve mücerret varlıklar âlemidir.) Aynı durum zihin için de söz konusudur. Onun mülkünde olan şey ilimdir. Melekûtunda olan şey ise malumdur. İkincide olmaksızın birincisinde konum tekrar eder.→ 133 134
-63-
-64-
[Sayfa: 54]
[Bir önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]142 Zihinde olan bir şey,143 (bulunduğu konum itibariyle) aslî varlığı olmayan sanal bir şeydir.144 Zihin onu vücud ve teşahhus (varlık ve cisimleme) âleminde tasavvur etse de (şekillendirip canlandırmak istese de) onun (zihinde) gerçek mahiyeti yoktur. Onun zâtiliği ve lâzımlığı (özselliği ve gerekliliği) zihindeki ile aynıdır. ﴾Eğer sadece zihinde sabit olursa, o ikinci bir makul olur. ﴿
145
İkinci makul kısımlarının ayrılması: Şunu iyi bil ki; zihne arz edilen bir şeyin başka bir şeye iletmesi146 hakkında genel işlerde olduğu gibi, onun ya hiçbir fonksiyonu yoktur. Dolayısıyla bir sözde ve hikmette araştırılan şey vücud, vücub, imkân ve diğerleridir. Ya da bir alakası ve işlevi vardır. Genel işlerin tarifinde olduğu gibi, 147 lâkin o diğer için bir başlık değildir. Yahut o, bir sonuca ilete ve diğeri için başlığı olan bir şeydir. İşte bu mantıklı ikinci makuldür.
Mesela ince cam parçası zerresini tasavvur et. Gökyüzü ona göre çok uzak bir mesafede olmasına rağmen onun (aynanın) melekûtunda resmedilmiş bir şekilde görülür. Atom kendi varlığı ile birlikte küçücük hardal tanesinin içine girmiş durumdadır. Sen bu durumu iyi düşün.. Mantıksal küllî birinci kabilden (türden) sayılmıştır. Dış âlemde mevcuttur… Aksi halde onda bir varlık yoktur. En doğrusu budur. Sonra Meşşâiler ve son dönem âlimler, –bu konu daha sonra gelecek olduğu üzere- onun tabii varlığı olduğu görüşüne vardılar. Bunun detayı şöyledir: Eşya türleri hakkındaki fikirler üç çeşittir. Birincisi; ehl-i Sünnetin görüşüdür. Bu görüşe göre; Her türün, kendi içinde tasarruf edildiği, Allah’ın emri ile üzerine musallat edilmiş bir mülkü vardır. Dolayısıyla onun başkasına tesir edici bir tabiatı yoktur. İkincisi; İşrâkîlerin görüşüdür. (İşrâkî: Akılcılığa ve rasyonalizme karşı çıkarak hikmeti, felsefeyi, felsefî bilgiyi keşfe, zevke, ilhâma dayandıran, bilginin ancak bu yolla gerçekleşeceğini, Allah tarafından kalbe konulacak bir nur, bir doğuşla meydana gelebileceğini kabul eden felsefe doktirinidir.) Bu görüşe göre; her türün bir sahibi vardır. Ve bu sahip o türün müşahhasatında istediği gibi tasarruf eder. Diğer fertler ondan (varlık sahibinden) medet umarak yardım isterler. O, bu tür ile uygunluk sağlar hatta onunla birleşmiş bir haldedir. Şayet uzun bir elbise giymiş olsan ondan sarkan kısım, elbisenin kendisi ile aynıdır. Üçüncüsü, Meşşâilerin görüşüdür. (Meşşâi Ekolü, Peripatetizm: İslâm toplumunda Aristo sistemini temel alan felsefî hareketlere verilen addır.) Bu görüşe göre; her türün dış âlemde mücerret bir mahiyeti vardır. Bu mahiyet müşahhasatın menşei ve kaynağıdır. Bu mahiyetin başka şeyleri etkileyen doğal bir özelliği vardır. Dördüncüsü, Müteahhrîn âlimlerin görüşüdür. Bu görüşe göre; dış âlemde doğal bir varlık vardır. Ancak diğerlerinin dedikleri gibi (kendiliğinden meydana gelmiş bir şey) değildir. Bu görüşlerini teorik delilerle ispat ettiler. Bu, mevcudun cüzü teorisidir. Mevcudun cüzü mevcuttur. Buna verilen cevap zikredilmiştir. –Takrir143 Yani ilim ile malum arasında fiziksel bir bağ yoktur. 144 El yazma nüshada “misâlün lâşicun” şeklindedir. Ancak bu kelimeyi sözlükte bulmak mümkün değildir. Belki “misâlün lâ şey” şeklinde olabilir. -A.B.145 Gelenbevî, S: 6, Satır: 1, Aynı metin. -A.B.146 Yani meçhul olan şeylere 147 Mantık terimi olarak “ismiyye”yenin tarif edilmesi gibi. Nitekim harfi mantık onunla arz edilir ve onun üzerine bina edilerek açıklanır. 142
-65-
-66-
[Sayfa: 55]
Önerme, kıyas ve diğer mefhum (kavram)lar gibi. Beş doğal parçaya bölünen bir mahiyet için sunulan beş mantıksal küllîye (tümele) ayrılan kendi içinde bölümlenmiş küllî gibi. Arz eden ve arz edilenin tamamı beş akli unsurda görülür. ﴾Teşahhus olmaksızın hârici varlığın imkânsız olmasından dolayı, bu küllî varlıklardan hiçbirinin dış âlemde mevcudiyeti yoktur.﴿ 148 Bu, müşterek küllînin tersidir. Harici varlık cüzünün dış âlemde olması sözünden maksat, cüz olduğu yerde demektir. Yani zihinde.149 Çünkü dış âlemde birbiriyle birleşen ve birbirine katılan şeyleri detaylandırıp açıklayan eden şey, elbette zihindir. Şunu iyi bil ki: İlim terimlerinin150 itibari hakikatleri vardır. Hârici âlemde onların gerçek manada varlıkları yoktur.151 Çünkü harici varlıkta cins, fasıl ve tür birleşir; hatta donuk bir hal alır.
Gelenbevî, S: 5, Satır: 10, Aynı metin. -A.B.Hârici ile zihni arasında değişikli gerekir denemez. Çünkü zihin detaylandırma yapar…vs. Yani zihne detaylarla uğraşır demiş olsak yalan olmaz. 150 Şunu iyi bil: Daha önce geçtiği üzere mantık terimlerinde aynaya nazaran cam gibi bir şeyi diğerine ileten ve onu çağrıştıran, fertler için bir başlık vardır. Bu ölçü kullanılarak zâta ulaşılır. Çünkü ona söz konusu bu başlığın okunması vesilesiyle ulaşılır. Yahut onun bir mertebe veya ulaştırıcı cüz olması itibariyle vasıta kullanılarak ona ulaşılır. Bu açıdan mantık; tebeî (birbirini takip eden), harfî (yeknesak düzenli), heveî (dar kalıplara sıkışmayan, havadar) ve geniş bir ilimdir. Bazen tabiatı bilinmeyen bir ilim olur. Diğer ilimler kuşlar gibi gelip onun üzerine konarlar. Beş küllînin tarifi hakkında zâtı olan mukayyet bir cinstir dense buna itiraz edilmez. Bu tanım mutlak olarak bilinen şeyden daha özel olur. Bu durumda daha umumi olanın varlığı lazım olur. O ise, cins olması itibariyle, daha hususi olmaksızın tarif edilen şeydir. Bu ise olanaksızdır. Çünkü onun yerine geçen şeyler cüzlerdir. Onda bir cüzün bulunmaması onu âdeme mahkûm eder. Öyleyse itibara alma yani görecilik farklı şekillerde tezahür eder. Bu şekiller göz önünde bulundurularak bir tanım yapılır. Bilinen cüzler ve diğerleri bir cins olup daha umumi bir cüzdür. Bunda bir problem yoktur. İsmî harfî tabiîden çıkması itibariyle, cüzü olmayan daha hususi bir tanım yapılır. Bu itibarla o bir hipotez olup iddiadan ibarettir. Mesela; oğlunun, oğlunun, oğlunun oğlu veya babasının, babasının, babasının babası… vs. Çünkü o bu durumda cinsten dışarıya çıkmış ve onun üzerine başka şeyler koymuş olur. Bu ise cinsin cinsidir. O ise külliyât cinslerinden bir tür, mutlak cinsin bir türü, zâtî bir tür ve küllî bir türdür. Sen bunu daha da detaylandırabilirsin.. 151 Çünkü o, insanın tercih etmesinden kaynaklanır. Tercihe dayalı bir cüzün bir tanımı yoktur; fertler onu kendisi ortaya koymuştur. 148 149
-67-
-68-
[Sayfa: 56]
[Bir önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]152
Şunu iyi bil ki, küllî varlıkların tarifindeki tefsir çoğu kimsenin dediği gibi yapılır. Bundan maksat şahıstaki tür gibi, cinsin tür içinde sınırlı kaldığı zannedilmemesidir. Yani söylenen bir söz (söylenmeyen sözlere oranla) daha hususidir. Küllî varlık hakkındaki şüpheleri izale etmek için tekrar edilir. Bu konu burada tamamlandı. Şunu iyi bil ki, tür her ne zaman daralırsa cisimleşir ve sabit hale gelir. Tür olma evresini tamamladıktan sonra hakikat olur. Buna karşın tür, her ne zaman genişler ve yayılırsa kendi tabiatından çıkar. İşte bu yüzden izafi olur. Bir cisim ne kadar çok genişler ve yayılırsa, cisim olmaktan çıkar ve sonunda hava olup yokluk haline gelir. Cinsiyetin kemalinde artış vardır. Tür aşağıya doğru alçalma bakımından cins te yukarıya doğru yükselme açısından kendi tabii hallerini gözeterek dize halinde hareket ederler. Üç tür hareketin üç şekli vardır: Birincisi; yüce türdür. Bu aynı zamanda türlerin türü şeklinde isimlendirilir. Artık bunun üstünde başka bir tür yoktur. İkincisi: Üstünde ve altında başka türler olan orta türdür. Üçüncüsü ise, altında başka tür olmayan en alçak türdür. Bu bağlamda müfred, [haşiyenin altındaki dip notta şöyle bir açıklama vardır:] (cevher onun cinsindedir ve onun altında fertler vardır dense de… akıl gibi) altında ve üstünde başka türü olmayandır. Cins te aynı şekildedir. Onun da en alçak ve orta türü vardır. Cinslerin cinsi ve [haşiyenin altındaki dip notta şöyle bir açıklama vardır:] (cevher cins değildir. Onun altında ve üstünde şahsa münhasır olan türler vardır dense de… akıl gibi) müfredin cinsi denir. Bu dört cinse tür denmez. Şayet ortada bulunmayan anlamsız olsa da cins ve hal de aynı şekildedir. Onun bir varlığı yoktur. Çünkü negatiflik göreceli bir durudur. Bu durum tekrar ele alınabilir. Hakikatlerin cüzlerinden olmaz. Hakikatler ise ancak varlığı sabit olan şeylerle ortaya çıkabilir. Dolayısıyla cinsin tür içinde sınırlanması gerekir. Çünkü hakikatlerin oluşumu belli belirsiz resimlerde değil sınırı tam olarak belli olan şeylerde gerçekleşir. İşte burada lazım olan şeyler onun üzerine dürülüp bükülür. Onun resimleri ve zâti durumu dış âlemde mevcuttur ki doğru olan da budur. Çünkü tasavvur ya, varlığın dış yüzü olan vücuda bağlıdır; ya da göreceli olma durumu olan sabitliğe bağlıdır ki buna ahval denir. Muhal mahiyeti olmayan şeydir. Ne budur ne de şudur. Bazı ispat vaktinde onun benzeri bir misal türü olmadıkça zihin muhalin zatını tasavvur edemez, yani ona bir hüküm veremez. Yahut birleşimin tahlil edilmesi mutlak manada meçhul olan şeylerde geçer. Değerlendirme aleti ve ikinci makul gibi konu başlığı iki taraftan bakılarak verilir. Bir başlık alınır ve onun arkasına dış âlemde görülmeyen fertler olduğu varsayılır. Zihin de bu doğrultuda hüküm verir. Konu başlığı dışında kalan, birleşmesi mümkün olmayan ve dışarıda olduğu tasvir edilen diğer fertler tespit edilir. Onların ispatı zihinde vardır. Zihinde sabit olan şeyler dış âlemdeki varlıkların onaylanması için mihenk taşıdır. Zihin bu tür varlıkları dış âlemdeki hüviyetlerine göre betimler. Şunu iyi bil: Müfret tür diğer kısımlar arasında olandır. Müfret cins, en alçak tür, türlerin türü, türlerin arasında olanlar ve cinslerin arasında olanlar da aynı şekildedir. Geriye en alçak cins, orta cins, en yüksek tür ve orta tür kalmıştır. 152
-69-
-70-
[Sayfa: 57]
[Şunu iyi bil ki: İlim terimlerinin itibari hakikatleri vardır. Hârici âlemde onların gerçek manada varlıkları yoktur. Çünkü harici varlıkta cins, fasıl ve tür birleşir; hatta donuk bir hal alır.] Onlar ancak terimlerin genel olarak veya kısmen fasılları haline gelirler. Dış âlemde onların fertleri yoktur. Bilakis üzerinde manaların sümbül verdiği dış âlemde153 veya zihinde arz edilen veya betimlenen şeyler vardır. İkinci makul olan şeyler154 mantıksal terimlerden ibaret değildir. Zira onlar hakikat olarak bir şey değildir. Bilakis onların her birisinde anlaşılması için üzerinde itibari (farazî) hakikatin teşekkül ettiği bir nükte ve gizli bir nokta vardır. Bu böyledir. Konumu ve keyfiyeti vasıtasıyla harici şeyler için hâsıl olan manalar gibi zihinsel şeylerin bir manası ve arazı vardır. Mesela, bir duvarda beyaz bir nokta ve o noktanın çevresinde daire şeklinde beyaz ve kırmızı noktalar olduğunu hayal et… Nasıl göründüğüne bir bak. Sen ışıksal bir daire sebebiyle merkezde büyük bir nokta olduğunu göreceksin. İşte bu bulunduğun ortamın sana göstermiş olduğu bir sıfattır. Beyaz renklerin yan yana gelip iç içe girmesi sebebiyle bir müşâkele155 olduğunu tasavvur edersin. İşte bu hal, konumun ve keyfiyetin sana söylemiş olduğu bir sıfattır. Kırmızı renk olduğunda onun başka bir sureti ve başka bir sıfatı vardır. Başka bir duvar üzerindeki değişik bir nokta sana daha farklı anlamlar sunar. İşte bu mana ve arazların elde edilen şeklinden başka şekilleri zihin bakımından yoktur. Çünkü ilim bir şeklin diğer şekli elde etmesinden değil, manalar ve arazlardan oluşur. Zira ilim niteliğin konuşulduğu noktadır. İnfiale sürükleyen noktadan hâsıl edilir. Az ilerde şöyle bir şey gelecek: Zihinde hâsıl olan şey, zihnin oluşumu ve ilim diye isimlendirilen sıfatlarla donatılması itibariyledir. Zihin zarf olması itibariyle o şey malum, ilim de onun keyfiyeti olur. Bu verilerin atomik partikülleri olduğu mecaz olarak söylenir. Çünkü bu veriler ikinci ölçü değerine göre mecazdır. Ama meylettiği nokta birdir. Akılda olan bir kimse aklın yanına doğru meyleder. –Tercih edilen görüşe göre- akılda cüzîyat resmedilmez. Onun inceliğini yakalayıp idrak eden şey akıldır. Taki onun aletine doğru atak yapar. Orada bir resim çizer ama akıl ona ulaşamaz. Lakin diğerine nispetle daha üstün olan görüş bunun tersidir. Bu şöyle tanımlanır: Mertebeler ve külliyâtın her ikisinin içinde her yön için onu takip eden çizgiler vardır. Aklın sadece külliyatı idrak ettiği de söylenmiştir. .
Varlıklar için Yani, itibari olduğu zaman hakikatler ve haller için nasıl medar olabilir. Makulatlar… vs. 155 [Müşâkele: Bir söz içinde iki kelime arasındaki biçim benzeşmesidir. Yani aynı lafzı önce bir anlamda, daha sonra başka bir anlamda kullanmaktır. Diğer bir ifadeyle bir lafzın önceki bir lafza denk ve benzer biçimde, ancak farklı anlam ve bağlamda getirilmesidir.] 153 154
-71-
-72-
[Sayfa: 58]
İnsanın dış âlemdeki mâhiyeti tek bir nokta gibidir. Zihinde bir tür merkez veya ona benzer ve yarı müşakele şeklinde bir sunum vardır. (Zihin jimnastiği sonucunda elde edilen) işte bu manalar zihinde sunulur. Bunlar mantıkçıların hayallerinde yeşerip boy atar, başak verir ve sonunda hakikat haline dönüşür. Mantıkçılar zihinlerinin etrafında çevrelenen manalar için bazı terimler koymuşlardır. İşte bu terimleri ele alınan meselelerin alt başlıkları haline getirdiler. Söz konusu bu terimlerle o manalara işaret edilir. Terimler ilk makullerin harfi manaları gibidir. Bazen isim gibi olurlar. Onun ardından başka manalar gelir. İpek böceği gibi terimler mana kozasından kendisi çıkar. Bu terim konunun başındaki başlık gibi değildir. O fonksiyoneldir. Sadece konu başlığı kullanılarak bir yargıya varılamaz. Bilakis başlık altındaki terimlere teslim olunup konunun gidişatı takip edilir. Daha sonra o konunun detaylarına inilmesine izin verilir. İkinci türdeki makuller ise, bunun tersine doğru, yani anlatılan konudan başlığa doğru, oraya varana dek hareket ederler.156 İşte bu “Her insanın insanlık mefhumu yoktur”157 sözündeki her sözcüğü gibidir.
Yani onun fertleri, detayları. Yani insan cinsi, cisim değildir. Fasıl da ruh değildir. Bilakis bu ikisi, ilk ikisinin alındığı noktadır. Yani cins ve fasıl o ikisinden (insan ve ruhtan) kaynaklanmış ve daha sonra cisme konulmuştur… Aksi halde insanın mürekkeb yani bileşik bir varlık olması gerekirdi. Hali hazırdaki durumu ise insanın müfred kısımlardan meydana gelen (komplike) bir varlık olduğunu gösterir. Yani zamana göre delaletinin alındığı yer heyettir. Diğeri de böyledir. Olaya göre delaletinin alındığı nokta maddedir. Yani bu ikisinden (heyet ve maddeden) önce delalet ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu delalet alınıp topluluk üzerine yani madde ve heyetle beraber konulmuştur. Aksi halde taş ile ağacın zamana delâlet etmesi gerekirdi. Cevapta meşhur olan görüş şudur: Düzenlenmiş olan cüz, duyma hakkındadır. Heyet bir tür olup dinlenilen şeylerde düzenlenmiş değildir. Bilakis madde ile vardır. 156 157
-73-
-74-
[Sayfa: 59]
ÖNSÖZ Şunu iyi bil ki, nesebin açıklanması en önemli mantık inceleme konularından biridir. Zira ele alınan meselelerin bireyleri birbirinden çok farklı ve yaygındır. Bu bireyler kendi aralarında birleşip iç içe girerler. Geometrik sanal çizgilerin uzatılması ile bölge yıldızları arasında aşirete ait kadın suretlerinin elde edilmesi ve nesebin nesebi158 göz önüne alınarak aşiret, kabile ve boyların elde edilmesi gibi; araştırma konusu olan meseleye ait bireyler (alt başlıklar) nesep çizgisinin uzatılması ile iç içe girmiş sarmal şekil ve suretler doğurur. Sen bu meseleyi iyi düşün!.. Yine iyi bil ki, mantık ilminin bazısı bedihi (açık ve net) bazısı da nazarî (teorik)dir ve bu bölüm bedihi olan kısmından elde edilir. Bu bağlamda her bâba (bir kitabın bölümlerinden her birine) dikkatlice baktığında, ona mukaddime (giriş) olan bir geçmişinin olduğunu ve aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan meselenin ortaya konulup ispat edilmesi için bir kaynak olduğunu görürsün. Dolayısıyla iki küllî varlık, bilfiil159 vâkıa konusunda160 kendi aralarında birleşip onaylama161 olsa da, bu ikisi iki açıdan162 birer küllî olup birbirleriyle eşittir. Bunların zıtları da aynı şekildedir.163 Mantığın her bölümünden teorik ve pratik olarak yararlanan kimseler vardır. Küllî olan varlıklar gerçek âlemde birbirlerini destekleyip onaylarlar. Açıkça görülmeleri açısından birbirlerine eşittirler. Bunlar eşitliklerin kaynağı ve diğer iki açıdan bakıldığında iki küllî konunun doğrulandığı merkezi noktadır.
Bu tabir, bazı âlimlerin diğer bazı âlimlerle mertebe bakımından çok farklı olma sırrı yönüne işarettir. Bu noktodan hareketle diğeri için söylenen eski bir sözdür. 159 [Küllî: Bir tek anlamla birçok şeye delâlet eden lafızdır. Bu delâlet ya bilfiil, ya bilkuvve ya da ikisi dışında başka bir şekilde olabilir. Birinci delâlete örnek olarak “insan” lafzı gösterilebilir. Çünkü bu lafzın anlamı birçok kişiye verilebilir ve bunlardan her birine insan denilir. İkincisine örnek olarak “yedi köşeli ev” denebilir. An itibariyle sadece bir tane böyle bir ev olsa da, bu tabirin varlık konusunda birçok şey için söylenmesi muhtemeldir. Üçüncüne örnek “güneş” kelimesidir. Ancak bu lafız başka bir güneşin olmadığını zorunlu şekilde kabul eden bir kimseye göredir.] 160 Yani aklın cevaz vermesi ve mefhuma göre değildir. 161 Aralarında ayrılık ve tahakkuk yoktur. 162 Yani mutlak olarak ona yönelmiş bir kaynağıdır. Birbirinden farklı olan iki şeydeki devamlılık gibi değildir. 163 Yani zıt olan bir şey diğer zıtların şartlarını kapsar. Çünkü en özel (ehas) kelimesinin zıddı, en genel (e‘am) sözcüğünden daha geneldir. Buna örnek olarak kendi aralarında eşyaları eşit olarak paylaşan “iki kardeş” kelimesini verebiliriz. Birisinin eşyadan alacağı pay azaldığı zaman otomatik olarak diğerinki artar. Birisi daraldığında diğeri genişler. Mesela “insan” kelimesi “canlı” lafzından daha özel “ehas” bir sözcüktür. 158
-75-
-76-
[Sayfa: 60]
Her konuşan olmayan insan olmayandır
= KAZİYYE =
Her insan olmayan konuşan olmayandır
Üst Karşıt Yani sadık ancak sıdk içindir.
Yani sadık ancak sıdk içindir.
.1) Her konuşan olmayan insan olmayan değildir.
.1) Her insan konuşan olmayan değildir.
.2) Konuşan olmayanın bazısı insan olmayan değildir.
.2) İnsan olmayanın bazısı konuşan değildir.
.3) Bazı konuşan olmayan insan olmayan değildir.
.3) Bazı insan olmayan konuşan olmayan değildir. .
.4) Bazı insan olmayan konuşan olmayanın olmayanıdır.
.4) Bazı konuşan olmayan insan olmayanın olmayanıdır.
.5) Bazı insan olmayan konuşandır.
.5) Bazı konuşan olmayan insandır.
.6) Bazı konuşan insan olmayandır.
.6) Bazı insan konuşan olmayandır.
Alt Karşıt
.7) Bazı konuşan insan değildir.
Her konuşan insandır.
.7) Bazı insan konuşan değildir.
=SONUÇ=
-77-
Her insan konuşandır.
-78-
[Sayfa: 61]
Örneğin “Her insan konuşandır ve her konuşan da insandır”… Bu iki önermenin zıddı da aynı şekildedir. Örneğin “İnsan olmayan konuşamaz ve her konuşamayan insan değildir.” Bu iki önerme eşitlikte bir temel noktada bulunur. Birincisi ikinci önermeyi destekler. Zıddının doğru olmamasıyla sabit olur. Bir şeyi gerektiren diğerini gerektirir, o diğerini, diğeri bir başkası, bir başkası başka biri, başka biri... gerektirir. Doğru olmadığı açıkça görülen şey birincisi değil, ikincisidir. İkinci doğru olmamakla birincisinin doğruluğunu tasdik etmiş olur. Açıkça söylenen yalan söz de böyledir. O söz birincinin ilkidir. Lâzım batıl, matlup hâsıldır. ﴾Veya sadece iki yönden biridir. Canlı ve insan gibi mutlak olarak ehas (daha hususi)tır.﴿
164
Yani zıt
olarak daha genel ve daha özel olan şey birbirinin tersidir. (Ters orantılı olarak) daha genelin zıddı daha özeldir. Daha özelin tersi daha geneldir. Yani daha umumi olanın tersi küllî olumlu bir önermenin konusunu doğrular. Daha hususi olanın tersi de cüzî olumsuz bir önermenin konusunu doğrular. Mesela “Her canlı olmayan insan değildir.” Bu söz doğrudur, aksi halde bu sözün zıt manasını doğrulamak gerekir. Herkesin kabul ettiği doğru önerme ise “Her insan canlıdır” cümlesidir. Bu sözün anlamına zıt olan mana doğru olmadığı için yalandır. Ancak bu sözün işaret ettiği başka bir anlam doğru olabilir. Yani “Bazı insan olmayanlar canlı değildir” gibi. Yoksa bunun zıt anlamını doğrulamak gerekir ki bu cümle “Her insan olmayan canlı değildir.” Zıddın zıddı “Her canlı insandır” cümlesidir ama bu doğru olmaz. Çünkü canlı olup ta insan olmayanlar da vardır. Az önceki cümle “Bazı canlılar insan değildir” cümlesine negatif olarak doğrular. Nitekim doğrunun zıddı yalandır. Yalanın gerekli kıldığı şey de aynı şekilde yalandır… ﴾Yahut her iki taraftan küllî olarak ayrılır. Bu iki yön küllî olarak mütebâyin165 (birbirinin tamamen farklı)dir… İnsan ve at gibi. İki müsavi166 (birbirine eşit olan)den birinin aynısı diğer zıt ile beraberdir. Mutlak olarak ehas (daha özel) olan e‘am (daha genel) olan zıt ile beraberdir… O ikisinin zıtları arasında yüzeysel farklılıklar vardır. Bu cüzî mübâyene (yüzeysel farklılık) küllî mübâyeneden daha e‘am (daha genel)dır. Mütenâkız (bir biriyle çelişkili) zıtlarda olduğu gibi. Mesela, insan ve insan olmayan. Bir açıdan da umumda zıtlık vardır. Mütedât (birbirine zıt) olan iki şeyin zıddımda olduğu gibi.
Gelenbevî S: 6, Satır: 24. -A. B.[İki kavramdan her biri diğerinin hiçbir ferdini içine almamasına mubâyin veya ayrıklık denir. Örnek: Hiçbir kuş insan değildir. Hiçbir insan kuş değildir.] 166 [İki kavramdan her biri diğerinin bütün fertlerini karşılarsa bu kavramlar arasında müsavi veya eşitlik oluşur. Mesela: Her cisim boşlukta yer tutar. Her boşlukta yer tutan cisimdir.] 164 165
-79-
-80-
[Sayfa: 62]
Siyah, beyaz ve onların benzerleri gibi.﴿
167
İki zıt arasında cüzî tebâyün
(bireysel farklılık) vardır ki o, nisbettir. Çünkü o, küllî tebâyün (bütünsel farklılık) için gerekli olan cins gibi devamlıdır. Bir yönüyle umum olan şeyler de vardır. Küllî ve cüzîye has bazı maddeler vardır. Cüzî tebâyünün kaynağı iki olumsuz cüzîdir. O ikisinin olumlusu ise onun zıt olanıdır. Birbiriyle aynı olan iki şey hakkında olumlu iki zıt için zıddın zıddı bir çelişki doğurur. Mesela, “Bazı insan olmayanlar at değildir” cümlesi gibi. Aksi halde her insan olmayan at da olmaz. Bu önerme zıddın zıddı ile ters düşer. “Her at, insandır” cümlesi insana oranla at olmayanın bir şeyin zıddıdır. Buna benzer olan diğer örnekleri sen kıyas et. Bağıntılı önerme ile cüzî tebâyün sabit oldu (bireysel farklılık ispat edildi). Küllî tebâyünün (bütünsel farklılık) doğru olmamasına gelince umumiyet bir açıdandır ve diğeri ile bağıntılı değildir. Çünkü onun maddelerinde168 yoktur. Aksi de böyledir. Sen bunun üzerinde diğerlerini kıyas et. Umum ve hususun zıddı bir açıdandır… Şahsî olma hali küllî olma gücündedir. ﴾Aralarında bir dostluk olmasa bile iki küllî birbirinden ayrılmaz. Bilakis onlar iki açıdan cüzîdirler. Bir yönden e‘am ve ehastır..169 O ikisinin zıtları arasında cüzî mübayene170 vardır. O aynı şekilde e‘amdır. Çünkü canlı ve insan olmayan kelimeleri gibi iki zıt arasında küllî mübâyene171 vardır. İnsan olmayan ve beyaz kelimeleri gibi o iki zıt arasında bir açıdan umumiyet vardır. Hakiki cüzî172 onu doğrulayan küllîden mutlak olarak daha hususidir. Diğer külliyat için farklıdır. İki cüzîye gelince; .
Gelenbevî, S: 6. Satır: 26, -A. B.Yani onun önermelerinde “bazı at olmayan insan olmayan değildir” şekinde bir öncül yoktur. 169 İnsan be beyaz kelimeleri gibi. Mutlak e‘ammın aynîsi, ehassın zıddı (yani tam olarak daha genel olanın özdeşi, daha özel olanın tersi) ile beraberdir. 170 [Yarı eşitsizlik] 171 [Tam eşitsizlik] 172 “Hakiki cüz’î …vs.” sözünde iki nesep (bağıntı) vardır. Mutlak umumiyet için (konusu küllî olan iki cüzî) vardır. Onun kaynağı da kendisi olup mevzusu ise cüzîdir. Yahut tebâyün (eşirsizlik) vardır ve onun kaynağı iki selbi şahsiyet (iki olumsuz z öznellik) vardır. İki cüz’înin nesebi (bağıntısı) da aynı şekildedir. Onun tebâyünü (eşitsizliği) ve kaynağına gelince bu durum daha önce geçtiği şekildedir. Bağıntının ikinci hali tesavî (eşitlik)dir. Onun kaynağı ise, iki müspet şahsiyet (iki olumlu öznellik)tir. Buradaki durum için tesâvi ile tebâyün (eşitlik ile eşitsizlik)ün kaynağı iki küllî olmasıdır. Mutlak umumiyet iki cüzî ile birlikte küllîdir (tam genellik iki bireyselle birlikte bütünseldir). Bununla ilgili cevap daha önce geçmiş olup bu, şahsiyetin küllînin (öznelliğin bütünselin) kuvvetine bedel olması ve ilk şekli itibariyle küçük olmasıdır. 167 168
-81-
-82-
[Sayfa: 63]
O ikisi ya, Zeyd ve Ömer gibi birbirinden farklı olan iki mübâyin (eşitsiz)dir.. ya da birbirine denk olan iki müsâvi (eşit)dir. Zeyd gülen, Ömer de yazardır diyerek bu duruma işaret edebiliriz... İşte bütün bunlar sıdk ve haml (niteliğini doğrulama ve üzerine hüküm yükleme) açısından dört neseb (bağıntı)dir.﴿ 173 Onun kaynağı olumlu sonuç çıkarma konularıdır. Burada (bakılması gereken) yön, olumlu durumda mutlak hal, olumsuz da ise devamlılık halidir. ﴾Bazen neseb (bağıntı, ilinti), fertlerin itibara alınmasıyla değil, zamanların ve konumların göz önüne alınmasıyla sıdk174 ve tahakkuka (doğruluk ve gerçekleşme durumuna) göre değerlendirilir. Her ne kadar ikisi arasında iki açıdan küllî bir bağlantı olsa da, bu konuda “iki mefhum, iki önerme ve müfret olmaktan da umumidir” denerek fertler itibara alınmaz. Çünkü bu iki mefhum (kavram)dan her biri diğeri ile birlikte tüm zaman ve konumlarda gerçekleşip onunla bir yerde toplanabilir.﴿ Yani öncül için devamlı bir bağıntı ile konumların birleşmesidir. ﴾ Güneşin doğması ve gündüzün varlığı gibi, birbirine müsâvî (eşit) olan iki şey, ya da sadece iki yönden birisi olmaktan, mutlak olarak daha umumi ve daha hususidir. Güneş doğarken mescidi aydınlatması gibi. O ikisinin (güneş ile mescid) arasında iki açıdan tam eşitsizlik olsa da durum böyledir. Çünkü bu iki durumdan biri, diğeri olmadan herhangi bir zaman ve konumda gerçekleşmez… Güneşin doğması ile gecenin var olması tam eşitsizliktir… Aksi halde güneş ve rüzgârın esmesi gibi bir bakımdan daha umumi ve daha hususi olurdu. İşte bu önermeler arasında göz önüne alınması gereken bir neseb (bağıntı, ilinti)dir.﴿ 175 Zamansal (“ne zaman” gibi) ve mekânsal (“nerede” gibi) şart edatlarının ifade ettiği şeyler ile (“nasıl” gibi) konum ve durumlar ayrıca fertlerin hükmü konusunda (“her nasıl” gibi) keyfiyetlerin göz önünde bulundurulması gerekir. Nisbet (bağıntı, ilinti); -daha önce geçtiği gibi- ya hamlî ya da vücudîdir (ya sonradan üzerine yüklemeli ya da önceden vardır).176 Onun kaynağı birbirine bitişik şartlı önermelerdir.177 Onların cüzî ve küllîsi, konumlarla ilgili olan küllî şart edatlarının ona delalet etmesi itibariyledir.
Gelenbevî, S: 7, Satır: 9. Aynı metniyle. -A. B.“Sıdk” kelimesi ilkinde “alâ” burada ise “fî” harfi ceri ile müteaddî (geçişli) fiil olmuştur. (Bu, Gelenbevî’nin kendi cümlesidir.) 175 Gelenbevî, S:7, Satır: 11 ile 19, kısmen aynen, kısmen mealiyle.. ve arada bazı açıklayıcı Üstadın bir iki cümlesi… -A. B.176 [İnsana “yemek” kelimesini nispet ettiğimizde “vücûdî”; “gülmek” kelimesini nispet ettiğimizde “hamlî” olur. Tüm hayvanlara nispetle “yemek” kavramı “genel”; “gülmek” ise “özel” bir kavramdır.] 177 Yani bu önermeler ne munfasıldır ne de müveccehtir (ne birbirinden ayrı ne de yüzlerini birbirlerine döndürmüştür). 173 174
-83-
-84-
[Sayfa: 64]
İctima178 şartlarının luzûm179 ile beraber olması imkânsız olsa bile durum böyledir. Aksi halde her şart külliyesi tamamen yanlış olur. Sözün bu makamı ona uygun değildir. Meşhur muğâlata (yanıltma) üçüncü bir şeklin çıkarılması üzerine yapılır. Şöyle ki; her ne zaman iki nakiza (akis, zıt) gerçek olursa diğeri de gerçek olur. Şöyle bir çıkarım olabilir: İki zıttan birisi gerçekleşirse diğeri de gerçekleşir. İşte bu sonuç iki zıt arasında bir gereklilik olmasını ifade eder. Bu ise olanak değil midir? Cevap: İki önermeden sadece birisini180 hedeflersen, küçük önerme yanlış 181 olur. Diğer ile birlikte istenmeyen sonuç doğru182 olur. Burada şöyle bir soru sorulabilir: İki öncül muhal olmasına rağmen bu sonuç nasıl doğru olur? Ben de cevaben derim ki: Çünkü ister var olsun183 isterse varlığı muhal olsun, olumlu da olsa olumsuz da olsa, gereklilik şartı gerekliliğin olup olmadığına bakar. Özel birleşimde iki tarafı184 doğruluma vardır. Genel birleşimde ise sadece bir sonrakini doğruluma vardır. Birleşim185 ve ayrışım gereklilik konusundadır. Varsayıma göre umumi bir sonuç çıkarmak yeterli olur. ﴾Bil ki, iki mefhum (kavram) arasında, iki müfret veya iki mürekkeb veya dış âlemdeki durumu göz ardı edilip sadece zatına bakarak aklın ona izin vermesine göre başka bir bağıntısı olan iki muhtelif şey bulunur.
178 179 180 181 182 183 184 185
Yani konumların birleşmesi Yani öncül için ard arda gereklilik Küçük öncülde Gereklilik olmadığı için Gerekliliğin olması için doğru iki öncül Yani her iki taraf Gereklilik için değil Öncül için devamlı iletişim ve ondan ayrılması
-85-
-86-
[Sayfa: 65]
Mefhuma göre buna, bağıntı denir. Şöyle denilir: Her iki açıdan aklın küllî (tam) olarak izin vermesine göre bu iki önerme doğru olursa, sınırlı olmakla birlikte tam bir tarif gibi birbirine eşit olur. Eğer iki açıdan küllî (tam) olarak ayrılırlarsa, iki nakiza (zıt, çelişki) gibi küllî (tam) olarak birbirlerinden farklı olurlar. Örnek: “İnsan, insan olmayan.” Aksi durumda; insanın gülen veya yürüyenle birlikte olması gibi, bir bakımdan daha genel ve daha özel olur.﴿ 186 ﴾Uyarı: Bazen küllî lafzı, e‘am (daha umumi) olan veya ehasa (daha özel olan bir şeye) göre cüzî olan bir şey için kullanılır.187 Bu ikisi küllî ve cüzî olarak izâfi diye isimlendirilir. Her hakiki cüzî, izafî cüzîdir. Ehass küllî diğer küllîye izafidir gibi, bunun tersi olan bir şey yanlıştır. Ancak hakikî küllî ile izâfi küllî arasındaki bağıntı olup durum diğerinin tersidir. Çünkü izâfi küllî, hakikî küllîden mutlak olarak daha hususidir.﴿
Gelenbevî, S: 8. Satır: 1 ile 8, aynı metniyle. –A. B.Yani o, daha genel olan bir şeyin altında daha özel olan bir şeydir. Bu genel olma durumu ister öznel olsun isterse olmasın fark etmez. Yani (bu bir alt küme olduğu için) onun üzerinde mutlak olarak daha genel başka bir şey vardır. Bu gerçek genel olma durumu Allah’ın bizâtihi var olması konusu ile çelişmez. Şöyle denebilir: Gereklilik olarak O’nun (Allah’ın varlığı) üstünde daha genel olan bir şey yoktur. Dolayısıyla O’ndan daha genel bir varlık yoktur. Çünkü O, tüm varlıkların ve genel olarak mümkün olan her şeyin üzerinde yegâne bir varlıktır. 186 187
-87-
-88-
[Sayfa: 66]
﴾ZÂTÎ VE ÂRIZÎ HAKKINDA FASIL ﴿ 188
Bulunma189 bakımından zâtîlik ve ârızîlik190 cevher ile âraz,191 isim ile harfte192 olduğu gibidir. Sebep açısından eğer devamlı193 veya çoğunlukta bulunuyorsa zâtî, aksi halde yüklem açısından ârızîdir. Tabiat194 yönü itibariyle bu kavramın konusu cüzîyat195 ve zevât196 gibi sonradan yüklenebilen bir konu ise, üzerine sıfat yüklendiğinde böyle olur. İşte buradan197 üç şekle198 ihtiyaç doğar. Bunlar muvâtıe (üst üste koyup çiğneme) ile yükleme; konunun kendi tabiatından doğal olarak özel bir şekilde yüklenen şey;199 konu bakımından genel yüklenmiş bir şeydir. Bu onun ayrılmazı, diğer bir ifadeyle lâzımi olup ancak bir vesile ile sabit olur. Yani bunun sabit olması diğerinin zâtı vesilesiyle olur. Yahut ona eşit bir şeyle olabilir ki bu konu daha önce geçti. Mahmûl (yüklem) bakımından ondan ayrılmasını engelleyen bir şey olmamasıdır.200
Gelenbevî, S: 8, Satır: 8, üstündeki tenbih kısmı da aynı sahife ve aynı satırdadır ve aynı metniyledir. -A. B.189 (Zihin dışında) dış âlemde bulunmak.. 190 Bir kavram diğerine nispet edildiğinde ya “zâtî” (özsel), ya “lâzimî” (ayrılmaz), ya da “ârızî” ilintisel olur. Birincisi zâtî, küllî varlığın hakikatine yani öz ve mahiyetine delâlet eden ve mananın anlaşılması kendine bağlı olan kavramdır. Mesela “siyahlık” kelimesinin anlaşılması için önce “renk” kelimesi bilinmelidir. Aynı şekilde “insan”, “hayvan” kelimesi ancak “canlı” sözcüğü ile bilinir. Zâti kavramlar kendi içinde “cins” ve “tür” olmak üzere ikiye ayrılır. Cins genel, tür ise özeldir. “Canlı” kelimesi cins “insan” sözcüğü ise onun türüdür. “Hayvan” kelimesi cins “at” ise onun türüdür. Yine “at kelimesi” cins “Arap atı” ise onun türüdür. İkincisi lâzimî (ayrılmaz) bir niteliğin nesnenin özünden ayrılmaması demektir. Mesela güneş doğduğunda ortalığın aydınlanıp gündüz olması gibi. Üçüncüsü ârızî (ilintisel), bir şey ile sürekli birlikte bulunması zorunlu olmayıp, ondan ayrılması düşünülebilen bir niteliktir. Mesela “gülmek” kelimesi insan için ârızi bir durumdur. Çünkü insan sürekli olarak gülmez bazen de ağlar. Bir başka açıdan ârızî, genel ve özel olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer ilintinin konusu “gülme” gibi insana has bir şey ise “hâs” (özel), “yemek” gibi hayvanları da kapsıyorsa buna “âmm” (genel) ilinti denir. 191 Cevher: Kendi başına bulunan, değişmeyen, daima bir yüklemin konusu olup kendisi yüklem olmayan öz varlık demektir. Diğer bir ifadeyle cevher, hiçbir şeye dayanmayan, bütün arazların kendisine yüklendiği temel kategoridir. Ârâz ise ancak cevher sayesinde varlık kazanabilen ve ortaya çıktığında da sabit bir bilgiyle değil geçici olarak bilinebilen şeydir. Günümüzde buna uydurukça olarak ilinti veya ilinek denmektedir. Ârâz cevher gibi sabit değil, geçicidir. Kendi tabiatı ve devamlı bir sebebi olmadığından bir süre sonra hemen kaybolur. 192 Zihinde bulunmak. 193 Yani müsebbip sebep üzerine devamlı veya çoğu kez terettüp ediyorsa bu durumda sebebiyet zâti olur. Bir canlının boğazı kesilmesiyle ölmesi gibi. Aksi halde (devamlı değilse) ârızî olur. Bir kişinin humma hastalığı sebebiyle bir ölmesi gibi. 194 Mahmûl de aynı şekildedir. 195 Üzerine külliyat yüklendiği zaman. 196 Yani zâti olur. Aksi halde ârızîdir. 197 Yani bu noktadan hareketle bilinir ve ihtiyaç elde edilir… vs. 198 Birincisi dışında. 199 Havaya atılan taşın yüksekte hareket halinde olması gibi. 200 Yani dış âlemde… 188
-89-
-90-
[Sayfa: 67]
Onun bölünebilip ayrılması bir mahiyeti olmasını engellemez. Yani “e‘am” (daha umumi, tümel) manasında “beyyin” (açık) kelimesi gibi onun zihindeki manasının mahiyetten yüksek olması ona engel teşkil etmez. Ehas (daha hususi, özel) anlamında “beyyine”nin lâzımı gibi onun mahiyetini ispat etmek gerekmez. Bu üç şeyin her biri daha öncesinde bulunan şeylerden daha özeldir. Cüzîyat (tikel kavramlar) itibariyle onun bir fonksiyonu yoktur veya zâtînî201 olma makamına henüz çıkmamıştır. Bu mertebeye çıkamayan bir şeyin burada ne işi var diyerek bunu yorumlayıp soru sorduğun zaman, tür gibi kendi zatı olmayan bir şeyin buradaki fonksiyonu nedir? Ondaki nispet (ilgi, bağ) kendi zatına olması gerekmez mi? Cevap olarak ben de derim ki: Çünkü illet kavaramı koymak konusudur. Artık dilsel kullanım terim mustalahta (terim anlamı kazanmış, terim haline gelmiş) bir kavramda hikmet ve kaynak olur. ﴾ Çoğunlukla onun (terimin) varlığı gerekli olur. Başka bir şeye mahmûl olan (yüklenen) bir küllî202 (tümel kavram), küllî veya cüzî (tikel kavram)dir. Zâtından ve hakikatinden çıkmamış olsa bile zâtîlik durumu ona aittir. İnsan kelimesi için “konuşan bir hayvan” (canlı) olmak gibi, ister hakikatinin aynısı olsun, isterse insanın konuşma yeteneği gibi, ona eşit olan ve onu kendi dışındaki her şeyden ayırıp belirgin bir hale getiren cüzü (bir parçası) olsun, ister insanın “hassas ve uyuyan” olma vasfı gibi kullanılan cümlede onu ayırt eden e‘am (daha umumi) bir şey olsun yahut “cevher ve hayvan” kelimesi gibi onu ayırt etmeyen bir şey bile olsa durum fark etmez.203 Aksi halde onun ârızî olur. İster ona müsavi (eşit olsun), isterse kahkaha atan veya fiili olarak gülen birisi gibi kendi dışındaki tüm varlıklardan ayıracak şekilde ehas204 (ondan daha özel) olsun, isterse cümlede205 ayrıştırılmış olsun yahut “şey”206 kelimesi gibi asıl olarak hiç ayrıştırılmamış olsun fark etmez. …Bunların hepsi insan içindir.﴿
Asılda böyle yazılı. Ama belki de “zâtiyyen” şeklinde olabilir. –A. B.Mümessel (misal olarak verilen şey) ile temsilin (örnek vermenin) birbiriyle uygunluk sağlaması için bu kelime mutlak olarak kastedilmiştir. -Takrir203 Çünkü temyiz ve tefrik iştiraki gerektirir. (Ayrıştırma ile ayırma eylemi birlikte bulunmayı gerektirir.) Üzerinde başka bir cins yoksu insan ona katılıp ondan ayrışsın. İnsan ondan cevher ile değil zatı ile ayrılmıştır. Hayvan ise cevheri kapsaması itibariyledir. O halde birlikte bulunmak için bir şey kalmamıştır. İnsan kendi fertlerinden (canlı olan diğer varlıklardan) fasılları (ayrımları) kapsaması itibariyle seçkindir. Onun fasılları ise kendine hastır. Bu fasıllar (ayrımlar) insanı diğer canlılardan ayırıp seçkin hale getirir. Nursî204 Mutlak olarak. 205 Yürüyen kelimesi gibi. 206 Mümkün, mevcut, malum. 201 202
-91-
-92-
[Sayfa: 68]
Daha sonra cüzîyat (tikel kavramlar) arasında zâtî müşterek (özsel ortaklık) gelir.207 Eğer bu cüzîler onun dışındaki başka bir zâtide birleşirse onların arasında nâkıs müşterek (eksik bir ortaklık) vardır. Buna örnek olarak “insan” fertlerine nispetle “hayvan” kelimesini verebiliriz. İnsan konuşabilen bir canlı olması hasebiyle sadece canlı olma bakımından “hayvan” kelimesi ile ortaktır. Ancak “konuşabilme” özelliği tüm canlıları kapsamadığı için bu açıdan aralarında nâkıs müşterek (eksik bir ortaklık) vardır… Aksi halde tam müşterek (tam ortaklık) olurdu. Buna örnek olarak kendi fertlerine nispetle “insan” kelimesini verebiliriz. Yahut bir grup ferdine nispetle “hayvan” kelimesi olabilir. Cümlede mâhiyeti için zâtî mümeyyez (özsel ayrıştırılmış) olan her şey, kendi fertlerine nispet edilmiş olsa bile, yine de mutlak olarak nâkıs müşterek (eksik ortaklık) olur. Onun dışındaki her zâtî, kendi fertlerine nispetle, “hayvan” kelimesi gibi ehas (daha özel) bir şey bulunsa bile yine de tam müşterek (tam ortaklık) olur.208 Şunu iyi bil ki, kendisi ile meçhulün istendiği her kavram ismî ve “hakîkî” değildir.209 Zelzele gibi “mâ” edatı ile “hel” soru edatı birlikte yan yana bulunabilir mi?.. “Ma” edatı bir şeyi açıklayanın sözü için; “hel” edatı da o konu için mi kullanılır? Burada levâzım (gerekli olan şeyler) için ve mümeyyez zâtiler (seçkin özseller) için gerekli olan şey nedir? “Lem” edatı kıyas yapmak için midir? Bu işin hakikati nedir? Eğer denilirse; Zâti, küllî ve cüzîdir (özsel bir kavram tümel ve tikeldir). O, yüklenilmemiş bir yüklemedir.. O halde cinsiyye ile cüziyye bir birine çelişmez mi? Cevâben derim ki: O ikisi zâtî (özsel) olarak müttehid (bitişik), itibar olarak muhtelif (ayrı)dir. Bir şeyin şartları onun türünü de kapsar. Bir şey var olmama şartı ile cüzdür. Oysa bir şey var olma şartı ile cins değildir. Mahiyetin cüzleri hakkında dış âlemde birçok varlıklar bulundukları söylenmiştir… Buradaki haml (yüklem) onları bir birine birleştirmek içindir. Dış âlemde onun alındığı bir yer vardır denilmiştir. Ayrıca itibarlar ibare ve itibarların itibara alınmasıyla değişir. ﴾Bir kelime (yi ele alıp onun) hakkında soru soranın talep ettiği şey, sadece bir şeyle sınırlı kalmaz. Onun hakikati, kendisiyle özel kılınmış diğer şeylerle de ilgilidir. Yani o kendi türleri ile özel kılınıp hususi olmuş olan bir şeydir. Birkaç şey (kelime) hakkındaki soruda ise onların arasında tam bir zâti müşterek (özsel ortaklık) vardır. Örneğin Zeyd hakkında soru soran bir kimse onun insan olma özelliğini ortaya koymak istemiştir. İnsan hakkında soran ise onun konuşan bir hayvan (canlı) olduğunu kastetmiştir. (Zeyd’in varlığı) o ikisi (insan ve konuşan canlı kelimesi) veya onlarla (onun türündeki diğer varlıklarla) ilgilidir. Zeyd ve Ömer yahut Bekir kelimelerini söyleyen onların insan olma özelliklerini de kastetmiştir. İnsan ve at kelimelerini ifade eden bir kimse onların hayvan (canlı) olma özelliklerini kastetmiştir.
[Bir kavram diğer bir kavrama nispet edildiğinde, ya ondan daha genel veya ondan daha özel, ya ona eşit yahut ondan farklı olur. Buna tam veya eksik girişimlilik denebilir. İki kavramdan sadece biri diğerinin bütün fertlerini içerirse bu iki kavram arasında tam girişimlilik oluşur. Mesela, “canlı” kavramı, “insan” kavramına nispet edildiğinde, “canlı” kavramının “insan” kavramından; diğer taraftan “varlık” kavramı “cisim” kavramına nispet edildiğinde de “varlık” kavramının “cisim” kavramından daha genel olduğu ve aralarında tam girişimlilik bulunduğu görülür. Mesela: “Bütün insanlar canlıdır” ama her canlı insan değildir. Dolayısıyla “bazı canlılar insandır” deriz. Eksik girişimlilik ise, iki kavramdan her biri diğerinin sadece bazı fertlerini içermesidir. Mesela: Bazı canlılar beyazdır. Bazı beyazlar da canlıdır.] 208 Gelenbevî S: 8. Satır: 19. Aynı metniyle. –A. B.209 [Ona bir isim verilemez, çünkü gerçekte zaten yoktur.] 207
-93-
-94-
[Sayfa: 69]
O ikisini (insan ile at) ve ağaç kelimelerini söyleyen bir kimse, boy atıp gelişerek büyüyen bir cismi kasteder. (Bu sözcükler) taş kelimesi birlikte söylendiğinde cisim olma özellikleri kastedilir. Onuncu akıl (aktif akıl) kelimesini ifade eden bir kimse onun cevher olma özelliğini kasteder. Zâti bir şeyi (özsel bir varlığı) diğerlerinden ayrıştırıp belirgin hale getiren bir şey ile soru soran kimse, bunu herhangi bir kelime ile ifade eder. (O sorulan şey) cümle içinde (kullanıldığında) belirgin hale gelir. Onun kaydı eğer zâtında olan bir şeyle yapılmışsa zâtî belirlilik, ârızındaki bir şeyle yapılmış ise ârızî belirlilik (geçici özellik) veya hiçbir şey ile kaydedilmemiş (şarta bağlanıp sınırlandırılmamış) ise mutlak belirlilik meydana gelir. Tek başına sadece Zeyd’i veya herhangi bir şey ekleyerek Amr’ı da soran bir kimse, onların kendi zatında konuşabilen, hisseden, büyüyen yahut hareket edip uzaklaşabilen bir varlık olduklarını ifade eder. (İşet bunlar ârızî özelliklerdir.) Meselâ Zeyd’in gülen ve yürüyen birisi olması arızî bir özelliktir. At ile Zeyd görülüp hissedilebilen veya büyüyüp gelişen zâtı bir varlıktır… Nefes alma ve yer kaplama gibi özellikler ârızi durumdur. Sen diğerlerini bunlara kıyas et..﴿ 210 ﴾Aynı şekilde fasıl (ayrım) mâhiyete dayalıdır.﴿ 211 (Beş külliyâtın üçüncüsü olan) “fasıl” (ayrım), (mâhiyet içinde) “cins” olma payından elde edilmiştir. “Fasıl” külliyesi “tür”e bağlı olan “cins”in ayrılmış halidir. Cins, faslın genel ârızıdır. Fasıl onun özelliğidir. Tür de o ikisinin genel özelliğidir. Genel araz ise “cins”in hususi bir özelliğidir. ﴾Bir cüz (tikel) tekrar etmez…vs.﴿ 212 Yaradılıştaki abeslik hakkında, yani birbirine eş olan iki şeyin bir araya gelmesi için onlara zıt olan diğer şeylerin bir araya gelmiş olması gerekir.213 Bir cesette iki ruhun bulunması gerekliliği veya bunun zıddı abestir. Bununla birlikte bazı insanlar kâhinin cesedinde birkaç şahsın birlikte olduğunu zannediyor. Onun şahsi ruhuna uygun bir cin girip karışıklık çıkardığı için bu zan yanlıştır.
Gelenbevî S: 9. Satır: 26, az farklarla. -A. B.Gelenbevî S: 11. Satır: 1. Aynı metin. -A. B.212 Gelenbevî S: 11. Satır: 9. Aynen. -A. B.213 Nitekim birbirine eş olan iki şeyin bir araya gelmesi vacip değildir. Eşitlik sağlayan bir şeyin kaybolması mümkündür. Onun yerine kendine zıt olan bir şeyin gelip birlikte olması muhaldir. 210 211
-95-
-96-
[Sayfa: 70]
﴾Birleşmez...vs.﴿
214
Mesela bir insan aynı zamanda hem konuşup hem de
gülemez. (Bir cevherde bu iki araz aynı anda olmaz.) Birbirinden bağımsız iki sebep gibi, (bazı şeylerin) bir araya gelmesi için, ihtiyaç duyma ve ihtiyaç duymama halinin bir arada bulunma hali nasıl olur? Buna şöyle cevap veririm. O iki şeyin her birisi ya bir şeyin şartı olma, ya bir şeyin şartı olmama ya da hiçbir şart olmama itibariyledir. Üçüncüsü “cins”215 gibidir. İlk ikisi üçüncüsünün “tür”üdür. Birincisi insanın kendisidir. Onu, diğer “tür”den “fasl” (ayrım)ı ise gülmesi gibi (ârızi bir özelliği)dir. ﴾Uyarı: Dış gereklilik imtina (kaçınılmazlık)tır… v.s.﴿ 216 Eğer şöyle denilirse: Lazıma yönelik olarak gereklilik bulunursa vacibin217 de olması gerekmez mi? Cevap olarak derim ki: Çünkü bu durum ihtiyar218 (tercih) ile icap219 olur. Aynı şekilde buna teselsül (zincirleme devam etmek) gerekir. Aksi halde lüzûmiyât (gereklilik halleri) şahıs durumuna getirme suretiyle mütemâsil (birbirine benzeyen eş) bir hale gelir. Arz edilen şeylerin ve şahıs220 haline getirme durumları da buna benzerdir. Kelime bulunduğu konum itibariyle abes olabilir. O durumda şahıs üzerinde sınırlı kalmak gerekir. Bu, şu sözün manasıdır: “Lüzûmun lüzumu kendisidir.”
Gelenbevî S: 11. Satır: 9… (Molla Habib merhumun tespit ettiği birkaç örnek.. Yani Gelenbevî sayfa ve satırlarının yerleri hakkında…) -A. B.215 “Cins”in “tür”le sınırlı kalması gerekmesin diye burada ittihat (birleşme) dememiştir. 216 Gelenbevî S: 11. Satır: 25. Bu da Molla Habib’indir. -A. B.217 Bizzat 218 Bu, yapılan tercihi güçlendiren bir şeydir. 219 [Îcab: Bir hükümde yüklemle özne arasındaki bağın olumlu olması, yani olumlu hale getirmektir.] 220 Mahiyetlerde olduğu gibi. 214
-97-
-98-
[Sayfa: 71]
İtibarlara (dikkate almaya) gelince; Teselsül (zincir şeklinde birbirine eklemek) ancak bir kasıt ile olur ki bu mutlaka lazım olan bir şey değildir. Doğal olan teselsül, harf gibi yan yana gelir ki bu, kasıtlı olarak kesintisiz bir şekilde birbirine eklenmez.221 İşte buradan222 denir ki: Kendisinin ve varlığının itibara alınmasıyla “açık olmayan bir görüşün (doktrin,223) lazımı başka bir doktrin değildir.” Onun dışı zarf kendisi mazruftur. Zeyd dışarıda vardır, cümlesi gibi üzerine yükleme yapılan (hüküm verilen) bir şeyin başlangıç noktası ademiyet nazara alınarak yapılması caizdir. Aynı şeyde sabit olan işlerde224 teselsül olması gerekir. Kelamcılar ve Ehl-i sünnet âlimlerine göre lüzum, göreceli kavramlardan biridir. ﴾Tanım konusu… v.s.﴿ 225 Tariften226 kastedilen şey, açıklamak veya tahsil etmek →
Yani onun hakkında hüküm verilmez. Yani, işte bu noktadan hareketle. 223 [Doktrin: Felsefî, siyâsî, dînî bir sistemi oluşturan dogma ve kavramların bütünü, öğreti, meslek.] 224 Fakat lüzumun lüzumu kendisidir. 225 Gelenbevî S: 13. Satır: 20. Mealiyle… ve yine Molla Habib’in tespitidir. -A. B.226 [Tarifin Tarifi: Kendisinin bilinmesi başka bir şeyin bilgisini gerektiren sözdür. Tarifi oluşturan unsurlar nesnenin ait olduğu cins ve cinsin altındaki fasılla o nesnenin özellik (hâssa) ve niteliklerinden (araz) ibarettir. Bunlardan cins ile fasıl nesnenin özünü ve mahiyetini oluşturduğundan bu iki unsurla yapılan tarife tam veya hakiki tarif denir. Meselâ, “İnsan düşünen canlıdır” önermesinde “canlı” insanın yakın cinsi, “düşünen” yakın faslıdır. Eksik tarif ise nesnenin uzak cinsiyle yakın faslından oluşur. “İnsan düşünen bir cisimdir” önermesinde “cisim” insan için uzak bir cins iken “düşünen” onun yakın faslıdır. Eğer tarif, nesnenin özüne ilişkin ayrıştırıcı temel yönünü değil sadece ayrıntılardan ibaret özellik ve niteliklerini açıklıyorsa ona “resim” adı verilir. Resim tam veya eksik olabilir. “Tam resim”, bir şeyin yakın cinsi ile onun ayrılmaz bir özelliğinden meydana gelir. Örnek: İnsan gülen canlıdır. “Eksik resim” ise aynı hakikatin araz türü niteliklerinden oluşur. “İnsan iki ayağı üzerinde yürüyen, dik duran ve yapısı gereği gülen bir canlıdır” ifadesinde insana yüklenen ve araz türünden olan bu niteliklerin hepsi bir tek hakikati, insanı tarif eder.] İlk olarak şunu iyi bil ki tarif, zâtiyyâtın mücerredi (özsellerin soyut hali) ile yapılır. Birincisi, yakın cins ile yakın fasıl gibi birbirine yakın olan şeyleri veya yakın fasıl gibi bazılarını bir araya getirerek yahut uzak cins ile toplayarak yapılır. Bunlardan birincisi tam tanım, ikincisi (nesnenin uzak cinsiyle yakın faslından yapılan tarif) eksik tanımdır. İkinci olarak: Tarif ya yakın bir cins ve hâssa (özellik) ile birlikte hatta tek başına sadece hâssa ile ya da uzak cins ile birlikte yapılır. Bunlardan ilkine “tam resim”, ikincisine “eksik resim” denir. Bu tanım detaylı bir şekilde arazlarla birlikte yapılır ve gizli bir şey kalmaz. (Beş küllînin içinde) zaruri olarak bulunması gereken dört kısmın sınırlanması ile tanım yok olur. Nitekim tam tanım, yakın cins ile yakın faslın birleştirilmesiyle elde edilir. O ikisi uzak fasılla birlikte, o ikisi yakın cins ile birlikte, o ikisi hâssa ile birlikte, o ikisi genel araz ile elde edilir ve böylece devam eder gider. Eksik tanım ise, uzak cins ile yakın hâssa fasıldan elde edilir. Böylece yakın fasıl ve hâssa elde edilir. Onunla genel araz, o ve uzak cins ile birlikte uzak fasıl elde edilir ve buna benzer devam eder gider. → 221 222
-99-
-100-
[Sayfa: 72]
[Önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]
227
Tam tanım, eksik tanım ve resmin durumu iste böyledir. Açıklama: (Cins, tür, fasıl, hâssa ve arazdan oluşan) beş külliyat, cins ve faslın her iki kısmı da düşünüldüğünde bu sayı yedi olur. [Dipnot içinde başka bir dipnot:] (Aslında el yazma nüshada “fah” şeklinde yazılıdır. Ancak siyaktan anladığımıza göre “fehîneizin” “o zaman” şeklinde olabilir. A. B.) İlkine göre; tarif edilen bir şey basittir. İkincisine göre; ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili… olabilir. Basit terkip yedi şekilde olur… Onlardan ikisi doğrudur. Geri kalanı doğru değildir. Ya umum (genel) ya da husus (özel) içindir. İkili olan ise yedi ile yedinin beraber düşünülmesinden elde edilen kırk yedi şekli vardır. Onlardan bazıları umum ve husus için veya daha hususi olanın daha genel olandan önce gelmesi için yahut ilk ikisi ile birlikte gelmesi doğru değildir. Onlardan bazıları basitlere döner. Doğrunun diğerinden ayırt edilmesini kolaylaştırmak için biz burada bir liste çıkardık. Bunun sayesinde basit olanların durumları da bilinir. İkincisine gelince; onun üç yüz otuz altı şekli vardır. Yedi arasında üçlü terkibin sayısı elli altıya kadar yükselir. Terkibe bir misal: Yakın “cins”, uzak “cins” ve yakın “fasl”ın terkip edilmesi. Diğer bir örnek: Uzak “fasıl”, genel “araz” ve “hassa”nın terkip edilmesi. O iki şekilde olur. Şayet bu iki terkip içindeki birine ait cüzlerden birini değiştirirsek on sekiz şekil ortaya çıkar. Böylece ilk ikisinin sayısı yirmi olur. Eğer o iki terkip içindeki her bir cüzü örneğin “tür” ile değiştirirsek altı şekil elde edilir. Şayet “tür” kapsamındaki bu altı şekilden “tür” dışındaki diğer ikisinin cüzlerinden her birini, geri kalan üçlünün birisi ile değiştirirsek otuz altı şekilde elde ederiz; önceki yirmi ile birlikte sayı elli altı olur. Cüzleri geri veya ileri almaya göre burada altı tane daha terkip ihtimali çıkar. Bu altı şekil iler diğer elli altı şekil birlikte düşünüldüğünde (permütasyon) başta hedeflediğimiz üç yüz altı şekle ulaşırız. Dörtlü terkip ise üç bin üç yüz otuzdur. Yedili arasında dörtlü terkip bu sayıya yüz kırk şekil ekler. Çünkü altılı bir terkip yapılmak istendiği zaman ne kadar uğraşılsa da bu iki terkip cüzlerde birleşmez. Altılı arasında tekrar edilen cüzlerin birinde o iki terkibin birleşmesi imkânsız değildir. Bunun on dört şekli vardır. Bundaki her terkibin yedi şekli vardır. Şayet varsayılan terkip şekilleri ile birleşmeyen üç cüzden her bir cüzü, diğer yedi terkip şekilleriyle birleşmeyen üç cüzden her cüzü değiştirirsek yüz yirmi altı şekil elde edilir. Bu sayı diğer on dördü ile birlikte yüz kırk olur ki bu hedeflenen rakamdır. → 227
-101-
-102-
[Sayfa: 73]
[Önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]228 [Tariften kastedilen şey, açıklamak veya tahsil etmek] Yahut temyiz etmektir. Bu ya mübâyene (farklılaştırma) ile yapılır -ki o temsildir. Mesela bakış “resim” (betim)den nâkıs yapılır. “İlim gibi”, “nur gibi” ve benzeri tüm teşbihler bu türdendir- ya da ehas (özelleme) ile yapılır -ki o misalidir. Mesela “İlim gibi”, “nur gibi”. Bu benzetme yöntemin kuralları vardır. Bunun için genellikle “kâf” (gibi) edatı kullanılır…- Yahut tesâvî (eşitleme) ile yapılır. Bunlar farklı şekillerde olur. Birincisi; Kelimenin ilk konulduğu lügat manasının nazara alınmasıdır ki bu lafzî (sözel)dir. [Lafzî: Tarifi meydana getiren temel elemanlar]
Bu her bir terkip ihtimal yirmi dörttür. Terkip sayısı ile ihtimal sayısı birlikte düşünüldüğünde üç bin üç yüz altmış sayısı ortaya çıkar. Beşliler: Bunların sayısı beş bin dört yüzdür. Yedi arasında beşli terkibin dört yüz elli şekli vardır. Şayet altı şekilden birisi terkip edilse bile iki terkip mümkün oldukça cüzlerde birleşmez. Mutlaka altı şekildeki üç cüz ile birleşmesi gerekir. Üçlü terkipte ortaya çıkana göre altı şekil arasında tekrar edenin elli şekli vardır. Şayet iki terkip şeklinden her birinde birleşmeyen her iki cüzü, diğer terkip şekillerinden birleşmeyen iki cüzün her birisi ile değiştirirsek bu sayı dört yüz elliye ulaşır. Bu terkiplerin her birinde tasavvur edilen ihtimallerin sayısı yüz yirmidir. Terkip ihtimalleri ile terkip sayıları birlikte düşünüldüğünde, hedeflenmiş olan beş bin dört yüz sayısı elde edilir. Her altılı ve yedili terkibin beş bin kırk şekli vardır. Birincisine (altılıya) gelince şöyle olur: Göründüğü gibi altılının yedi ile birlikte terkibi yedi şekildedir. Onların her birisindeki ihtimal sayısı yedi yüz yirmidir. Terkip ihtimalleri ile terkip sayıları birlikte düşünüldüğünde, hedeflenmiş olan beş bin kırk sayısı elde edilir. İkincisi (yedili) ise şöyledir: Eğer onun tek bir şekli bile olsa ihtimal sayış az önce yukarıda zikrettiğimiz rakama ulaşır. Bunlardan birisinin çarpmada etkisi görülmezse ihtimal sayısı ile terkip sayısı aynı olur. Terkiplerdeki ihtimallerin daha önce elde edilen terkip sayısının buradaki ek cüz sayısının içinde çarpıldığında ek ihtimaller ortaya çıkar. Husus bakımından bunların bazısı doğru bazısı yanlıştır. “Tür”ün cüzlerden biri veya umum için olması gibi… Onun içinde “hassa”dan ve yakın “fasıl”dan biri olmaması gibi… Yahut “ehas”sın “e‘amm”dan önce gelmesi gibi. Ancak bu, tariften maksat ya kendi oluşumuna ya da kendi dışındaki diğerlerinden ayrışımına göz atmaktır denmez. Bu, yakın “cins” ve yakın “fasıl” ile elde edilir. Yahut yakın “cins” ve “hassa” ile yapılır. Fakat bunu uzak “cins”e veya genel “araz”a yahut uzak “fasıl”a birleştirmeye gerek yoktur. Diğerlerinin kıyası da böyle yapılır. İşte bunun için tam veya “tarif” ve “resim”leri sınırlayıp zikrettikleri yerlerde kısalttılar. 228
-103-
-104-
[Sayfa: 74]
Bu kaynaklardan birisi sözlüktür. İkincisi medlûl (işaret edilen anlam) olup o ismî (isimsel)dir. Terimlerin tarifi, var sayımlar ve yok sayımlar bu türdendir… Üçüncüsü mana için yapılan gerçek tariftir. Dördüncüsü illetlerin tümüyle “tam tarif” gibi yapılan veya bir kısmı ile “nakıs tarif” gibi olandır. Veya bunlar “eksik resim” (betim) gibi malullerle (illetli olanlarla) yapılır. Yahut “tam resim” gibi birbirine uygun olan şeylerle yapılır. Bunlar önsezi ve zan örnekleri tasavvurlarında kullanılır. Ayrıca bir kere ve kârsız olan intikallerle yapılan fıtrîlerin (doğal şeylerin) tasavvurlarında kullanılır. “Tam tarif” olan illetle yapılan tanım kişiyi matluba (istenilen şeye) ulaştırır. Yani terimlerde onun etrafında dönen ve onun benzeri olan şeylerden tecrit (soyutmala) ile kapsam alanı sınırlanıp konu daha net bir hale getirilir. İşte bu “resm”i230 elde etmek için yapılan bir giriştir ki ulaştırır… Mantık ilminde iltizâmi delâlet231 (e rağbet edilmediği için) terk edilmiştir. Aksi halde “resim” (betim) tarifi olurdu. Tam tanım, ancak bir şeyin cüzlerine atıf yaparak onu kısımlarına ayırmakla yapılabilir. Örneğin; “Senin içinde bulunduğun ev”, tanımlaması veya “Şiir beyit gibi başka şiir beyti yoktur.” ﴾… herhangi bir şekilde yapılan tariften önce… v.s.﴿ 232 Şunu iyi bil ki:233 229
Bedihi ve lâzım; ve şartîliği nefyeden şeyin yüzüne olan ilim ve ıttıla’ ile, o şeyin bir vech ile olan ilim ce ıttıla’ arasında gayet açık bir fark vardır.
El yazma nüshada bu kelime “laktî” olarak yazılmıştır. Ancak bağlam gereği bu kelime “lafzî” şeklinde olabilir. -A. B.230 Eksik tanım da aynı şekildedir. 231 [Klasik mantıkta lafzî vaz‘î delâletin mutabakat, tazammun ve iltizam olmak üzere üç türü vardır. Bir nesneyi veya bir kavramı ifade etmek üzere kullanılan lafzın o nesnenin veya kavramın bütün varlığına ve unsurlarına delâlet etmesine mutabakat, bu unsurlardan birine veya birkaçına delâlet etmesine tazammun denir. Bir lafzın doğrudan doğruya konusunun yanında bir de zihnin bu konuyla bağlantılı gördüğü başka bir varlık veya anlama delâlet etmesine de iltizam denir. Meselâ “yaratılmış” lafzının bütün yaratılmışlara delâleti mutabakat, insana delâleti tazammun, yaratıcı olan Allah’ delâleti ise iltizamdır. Çünkü mahlûk”yaratılmış” lafzı “yaratıcı” fikrini içermemekle birlikte zihin “yaratılmış” lafzından dolaylı ve iltizâm ile zorunlu olarak Hâlik fikrine varır.] 232 Gelenbevî S: 13, satır: 21, Molla Habib’in tesbiti. A. B. 233 Abdulkâdır Badıllı’nın tercümesi. 229
-105-
-106-
[Sayfa: 75]
Zira evvelkisi ismî ve kasdî olup altındakilerin ufak bir inkişafı dahi söz konusu değildir. İkincisi ise: harfi, tabaî ve unvanî olduğundan, altındakilere ışık gölgesi düşmesiyle, alaca karanlıklı bir durum alırlar. Demek ki; bir şeye ilim ve ıttıla’, her şeye de ilim ve ıttıla’ı lâzım kılmaz. Hem evvelkisi, şeyin dış yüzüne dair tafsilli234 bir ilim iken; ikincisi, şeyin icmali235 ilmidir. Dolayısıyla; birincisi, hepsinin toptan bir sureti iken, ikincisi ise, tek tek bütünün suretleridir.﴿ Şöyle dersen: “Resim” hâssayı gerekli kılar. Onunla yapılan tarif236 ihtisas ile yapılan bir ilmin olmasını gerektirir. O ilim ise mahdudun tabiatını (tarif edilerek sınırlandırılan bir şeyin doğal halini) iyi bilmeyi gerekli kılar. Eğer durum böyleyse bu ard arda giden zahir bir devir (döngü) değil midir? Cevap olarak derim ki: Tercihe dayalı ihtiyari fiil tertipli (düzenli ve planlı) yapılır. Tertip ise ne o âlim, ne ilim ile sınırlıdır. Zaruri olan intikal ise tercihe dayalı olmayıp zihnin tabii durumundan kaynaklanır. Ancak aynı konuda ihtisasın bulunmasıyla daha fazla ileri gidemeyip orada sınırlı kalır. ﴾Oğul mefhumunu kapsamayan “baba” tarifi gibi….vs.﴿ 237 Başlığın değişmesi ile zaruri ve nazari olarak eşyalar da değişir. Böylelikle, büyük külliye 238 ile sınırlı kalmaktan dolayı ortaya çıkan problemler yavaş yavaş çözülür. Birincisi neticesine göre değerlendirilir. Bu durum onların (tarif içinde) tezat (zıt) bir ifade bulunması gerekir, sözlerini rafa kaldırır. Nitekim onlar: “Muzaf tarifinin içinde mutlaka muzaf olanların zikredilmesi gerekir.” Böyle olmadığı takdirde bu durum onunla tarif yapılmasına imkânsız hale getirir.
Çünkü sen ona kasıtlı olarak bakmadıkça o bir unvan (başlık) olamaz. Genel bilgi halinde kalır. Bir şeyin mufassal (detaylı olarak açıklanmış) olabilmesi için topluma ait fertlerin (bütüne ait parçaların) hepsinin tek tek tespit edilmesi gerekir. 235 Yani genel manada ifade edilen icmâli ilimdir. 236 Tarifte iki itibar vardır: Birisi intikal, diğeri tertiptir. Birinci zaruri olup varlıkla sınırlıdır. İkincisi ise ihtiyari (tercihe dayalı) olup herhangi bir şey kısıtlanmamıştır. Çünkü onu duymak yeter. 237 Gelenbevî S: 14, Satır: 1. Molla Habib’in tespiti… -A. B.238 Mesela: Âlem değişkendir. Her değişken hâdis (sonradan meydana gelmiş)tir. O halde âlem hâdistir. İlk önerme normalde böyle bir sonuç vermemesi gerekir. Çünkü külliye tüm fertleri sayısınca birçok konuyu tazammum eder (kapsar). Meçhul bir fert oldukça külliye olmaz. Âlemde ise sayısız fertler vardır. Bunların hepsi bilinmemektedir. Dolayısıyla böyle bir sonuca varmanın bir maslahatı yoktur. Bu duruma karşılık verilen cevap şöyledir: Kuşkusuz ki zâtın değişken bir başlıkla bulunma hali hâdislik (sonradan meydana gelme) bakımından bedîhî (çok açık olup pratik)dir. Âlemin başlığı ise nazarî (teorik)tir. 234
-107-
-108-
[Sayfa: 76]
[Önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]239 ﴾Akli ihtimalin soyutlamasıyla…vs.﴿
240
Bir delilden kaynaklanmayan
imkân, zihin bakımından imkân olmaz. Bu durum hissedilen vehmiyattan241 elde edilen yakîni ilimle çelişir.242 Hatta yakîni ilimle çelişmeyen zâtî ilimle dahi çelişir. ﴾Ayrıca takdim etmeyi de şart koştular….vs.﴿ 243 Cins, fasıl, suğra ve kubrâ (küçük öncülle büyük öncül) arasındaki önemli şartlardan biri; birbirine karıştırma, birleştirme ve sıkıştırma olan tefattun (akla getirmek, idrak) ederek düşünüp değerlendirmek gerekir. Ta ki talep edilen şeye (matluba) ulaşmış ve diğerinden kurtulmuş olsun. ﴾Herhangi bir şekilde cüzî (kısmî) tarif yapılmaz….vs.﴿ 244 Mesüğraçhûl; ya müşahhas, ya küllî, ya, ya da ne o ne de budur. Müşahhas olan meçhul şu gibidir. Tanımlanmayan tanımlanamaz, sadece ona işaret edilir. Külli olan meçhul ise; yüksek cinler ve alçak fasıllar gibi ya basittir. O birleştirilemez; bilakis resmedilir ve tanımlanır. Ya da hakiki türdür. Bu ise tanımlanır ancak türlerde bilinemez. Yahut ne bu,245 ne şu246dur. İşte şu247 budur.248
Aynı şekilde muzafın muzaf ile tarif edilmesi de imkânsızdır. Çünkü bu iki kelime marifet ve cehalet (bilinme ve bilinmeme) bakımından müsavi (eşit)dir. İki kavramdan önce birisinin tarif edilmesi gerekir çünkü diğeri ona bağlıdır. Burada ortaya çıkan cevap: Burada gerekli olan durum başlığın değiştirilmesi ve doğruluğun tartışmaya açılması halinde geçerlidir. Çünkü bu hâli ile döngüsel olmayan bedihi bir mefhumdur. Kavramın içeriği değişmesine rağmen aynı başlığı alması doğru değildir. Çünkü her ikisi de nazarî (teorik) olma açısından müsavi (eşit)dir. 240 Gelenbevî S: 14, Satır: 7, Molla Habib’in tespiti…. –A. B.241 [Vehmiyât: Gerçekte var olmadığı halde var sayılan şeyler, kuruntudan doğma zanlar üzerine kurulmuş bilgiler.] Yani hissetme anında hissedilen apaçık durumlar, ayrıca ğayb esnasında farazi olarak hissedilen vehmiyat da bu kapsamdadır. 242 Yani çelişmesi için bir şüphe bile olsa…v.s. 243 Gelenbevî S: 14, Satır: 7, Molla Habib’in tespiti…. –A. B.244 Gelenbevî S: 14, Satır: 12, Molla Habib’in tespiti…. –A. B.245 Basit cins 246 Hakiki tür 247 Tanımlanan 248 Sınırlandırılan 239
-109-
-110-
[Sayfa: 77]
﴾ÖNERMELER BÖLÜMÜ… KAZİYE ﴿ 249
Önermeler konusu mahiyeti itibariyle birincisinden (kavramları içine alan tasavvurat konusundan) daha farklıdır. Çünkü bu konu bir meseleyi halletmek ve bir düğümü çözmek gibidir. Dolayısıyla bu bölüme tasdik denir. 250 Tasdikin bazı maksatları vardır: Bu maksat, maddi ve suvarî (içerik ve biçim) çeşitleriyle kıyastır. 251 Onun da kendine has prensipleri vardır. Tasdîkat bölümünün temel konusu kaziye (önerme) ve hükümleridir. Arap dilcilerine göre kaziye, doğru veya yanlış olma ihtimali olan bir haberdir.252 Kaziye bir konu olması için mutlaka tarif edilmesi gerekir. Böylece bölümlere ayrılır. Ve bu bölümlerden fasılların konuları ve hakikatlerine ulaşılır. Kaziyenin bedihi olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu konunun asıl tabiatına bakan bir kimse, onun tüm levazımı görüp gözeterek bir tanım yapmak için bu işe ehil değildir. Meselenin küngünü bilmeyen bir kimse onun doğru veya yanlış olduğuna karar verip nasıl tasdik edebilir. Elbette bunu yapamaz. Resimlerin (betimlerin) zikrettiği tarifler, terimlerin sağlamış olduğu gizliliği gidermesi nedeniyle tenbîhidir. Onların tarifinde bu konuya yer verilmiştir.253 Örneğin “yürüme” fiilinde zihinsel bir ide vardır. Bu durum cins ve fasılla tarif edilir. Yürüme eyleminin zihin içinde bir varlığı olduğu gibi zihin dışında dış âlemde de bir varlığı bulunur. Böylece bu fiil madde 254 ve surete (içerik ve şekle) bölünür. Buradaki madde onun tarafeynine 255 nispetle hüküm vermektir. Buradaki isnat ise bir suret (şekil)tir. Bu suret de geride bırakılan özel izlerin başlangıç noktasıdır. Suret (biçim) konusu her iki tarafı kapsayıp yutar. Nitekim tarafeynin her birisi kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. ﴾O konuda hüküm meydana gelme durumuna göre verilir….vs.﴿ 256 İsnâd ve hüküm ise, izâfe nev’indendirler.257
Gelenbevî S: 14, Satır: 14 -A. B.[Zihin herhangi bir şey hakkında bilgi edinirken iki aşamalı bir süreçten geçer. Önce kavramlara başvurur, ardından bu kavramları kullanarak hükümlere yani önermelere ulaşır. Dolayısıyla mantık ilmi genel olarak “kavram” ve “önerme”den oluşur. Kavramlar kısmında terimler (elfâz), tarifi meydana getiren temel elemanlar ve kategoriler incelenir. İkinci kısımda önermeler, kıyas ve çeşitleriyle ispat şekilleri söz konusu edilir. Fârâbî’den itibaren kavramlar, tarif ve kategoriler “tasavvurât”, bu kavramlardan en az ikisinin oluşturduğu yargı ifade eden cümleler ve bunların tahlillerini içeren çalışmalar ise “tasdîkât” başlığı altında incelenmiştir. Fârâbî’ye göre bilgi ya tasavvur veya tasdikten ibarettir. Filozof klasik mantığı da tasavvur ve tasdik şeklinde ikiye ayırıp incelemektedir. Eğer bilgi kavram ve tasarım düzeyinde bulunuyor, olumlu ya da olumsuz bir hüküm bildirmiyorsa tasavvur adını alır. Meselâ güneş, ay, akıl, ruh, insan, hayvan ve bitki gibi hiçbir yargı bildirmeyen kavram düzeyindeki maddî ve mânevî varlıkları ifade eden kelimeler birer tasavvurdur. Tasdik ise en az iki tasavvur ve bunların arasındaki ilişkiyi belirleyen bir bağlaçtan meydana gelen cümle olup buna önerme denir. Bir başka deyişle tasavvurlar arasında ilişki bulunduğunu ya da bulunmadığını bildiren cümleye tasdik adı verilmektedir. Tasavvurat bölümde kavramların analizi, delâlet türleri, beş tümel, tarif konuları incelenir. Tasdîkât bölümde ise önermeler, kıyas, burhan, cedel, safsata mantığı, hitabet ve şiire dair önermeler bilgi açısından değerlendirilir.] 251 [Kıyas: Doğruluğu teslim edilen en az iki önermeden (öncül, mukaddime) zorunlu olarak üçüncü bir önermeye ulaştıran akıl yürütme şeklidir.] 252 İyi bil ki haber, inşa, vücud ve ilim konularında farklı görüşler vardır. Bu kavramlara son derece teorik olarak bakıldığında neredeyse tarif etmek imkânsız olur denilmiştir. Bunlar sonradan kazanılmış olan terimlerdir diyenler de vardır. Bazıları ise bunlar son derece açıktır demişlerdir. __Takrir__ 253 Mürekkep, haber ve inşa konularında. 254 Madde-ye 255 [Yüklemli önermelerde konu ile yükleme “tarafeyn” denir.] 256 Gelenbevî S: 14, satır: 19. [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.257 [Abdulkâdir Badıllı’nın tercümesi] 249 250
-111-
-112-
[Sayfa: 78]
(Yani bir şeyi diğer bir şeye kıyas ederek dayandırmak…) Bu ise, mantıktaki hamliye ve muttasılada olduğu vecihle, ya iki tarafça mütehaliftir. Bundan dolayı cüzleri tabii bir şekilde terettüb ederler. Yahut da, munfasılada olduğu gibi; iki tarafça uhuvvet gibi müteşabihtir. Ve bunun terettübü ise, sadece vaz’idir. 258 Yani sun’icedir. Demek ki hüküm, ya doğrudan onundur. Yani her iki tarafın – velev ki birbiriyle münasebetdar da olsa- terettübü icmalen mülahazaya alınmasıdır. Ya da, onun yanındadır veya ondan bir şeydir. Yani her iki tarafın halleri tafsilli bir nisbetle mülahazası yapılabilinir. Onun kaziyesi tahlilden evvel ve sonra yapılamasa da…259 İşte hüküm ve isnadın üç şeklinden birincisi, nakl ve akl ehli arasında müşterekliği varken →
258 259
Bu yüzden aynı şekilde aksetmez. Çünkü ondan birleşmiş değildir. Dolaysıyla hüküm vermek zaruri değildir.
-113-
-114-
[Sayfa: 79]
→ üçüncü şekli ise,260 ikincisi ile has münasebeti vardır. Amma ikinci şeklinde ihtilaflar olmuştur. Hatta İmam-ı Şafii ile İmam-ı Hanefi dahi… İşte bu mes’elede, nakl ve rivayet ehli demişlerdir ki; ceza ve şart, hüküm içerisinde olan bir kayıttır. Akıl ve dirayet ehli ise; “Hayır, belki hüküm, iki taraf arasındaki lüzum itibariyledir” demişlerdir. Böylece muhalefetin semeresi, bir ağacın semereleri gibidir ki; onun meyveleri yapraklarından daha çok olmuştur. Bu mes’elenin bir örneği olarak, mesela desen ki; ”Ben şu şeye mâlik olsam, o zaman o, vakıftır. Yahut da şu hür olan kadını alsam, o zaman benden boştur”. Nakl ehli ve bunların içinde İmam-ı Şafi’nin re’ylerine göre; bu söz, şer’an hükümsüz bir yemindir. Çünkü kaydın illeti cezadır. (Yani neticedir) Bu ise: Onu buldun ama, onu kabul edecek bir mahalle tesadüf edilmedi.261 Zira illetin in’ikadına mahallin kabiliyeti şarttır. (Onun mâsadakı ortaya çıkar.) Amma mantık ve akıl ehlinin ve bunlardan İmam-ı Âzam262 Hazretlerinin görüşleri ise; illet, şartiyetin kendisidir. (Yani hüküm için şartilik yeterlidir.) Çünkü şartiyet ise, ona bağlı olanların vücutlarıyla takarrür eder. Onun da vücut ve sühutiyle illet in’ikad eder. İllet de in’ikad edince, in’ikadından beri bekleyen bir mahallin ona muntazır olduğu görülür. ﴾Ortaya çıktı ki cüzler….vs. ﴿ 263 Kaziye, ma‘lûm ve ilimdir.264 Birinci için iki tarafeynle birlikte aynı hüküm vardır. İkincisi için zihindeki bu üç şey onunla yani, “Onunla verilen hükmün tasavvur edilmesi” şeklinde tabir edilir.265 Nispet yani tam olan nispet, ona muzaf olan bir haberdir.266 Bu nispet terkip için delil gösterilir.267
Zikredilen taksimler munfasıl suretlerinde aynı şekilde hamlîdir. Yani başkasının malında tasarruf etmek caiz değildir. 262 Hazret-i Üstad, burada İmam-ı Âzam’ın dahi mantık ve dirayet sınıfında olduğuna işaret etmektedir. –A. B.263 Gelenbevî S: 15, satır: 1, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.264 Tasavvur ve tasdik olmaması bilakis mütesavvir olması itibariyle böyledir. Kaziyenin maddesi olması itibariyle onunla isimlendirilmiştir. __Takrir__ 265 Ki bu sübut, ittisal ve infisaldır. Önceki âlimlere göre cüz değildir. Bilakis şart olup tam olan şeyle ilgilidir. Bu durum sonraki âlimlere göre böyle değildir. Fakat müstakil de değildir. Onlara göre cüzlerin sayısı aynı şekilde dörttür. __Takrir__ 266 Yani izafet söz konusu olan şey. __Takrir__ 267 Ondan elde edilen sonuç: İ’rab şekilleri ortaya çıkaran harekelerdir. Çünkü nahivsel harfi manalar (dil bilgisine ait bire bir anlamlar) bir sözün kelimeleri arasına kalıp gibi dökülür. Harflere hareke vermekle bu kalıpların her birisi renklenir ve anlam çeşitliliği kazanır. İşte bu manalar harekeler sayesinde bilinir. 260 261
-115-
-116-
[Sayfa: 80]
Açık değildir. Burada makul bir delil268 vardır.269 … 270 Zihin ile hariç arasında bir nev’i muamele olan iz’an ise, iki taraf ortasında bir münasebet-i tamme gibidir ki, nefsin inkıyadını lüzumlu kılar… Bu noktadan dolayı denilebilir ki; “İman, mantıki tasdikten terekküb eder.” Hem iz’anın mahkûm-u aleyhi yani (hakkında hükme varılan bir şeyi) tasavvur etmesi lüzumlu bir iştir. Çünkü meçhul-u mutlak271 bir şey hakkında hükme varmak mümkün değildir. Burada şöyle bir sual vârid olabilir ki: Hakkında hükme varılması mümkün olmayan şey için de tasdik ve hüküm verilmiş olabilir? Buna şöyle cevap verilir ki; meçhul-u mutlak olan bir şey, kaidece272 mantıkta, makul-u sâni273 ile tabir edilir ki; makul olanın lâzımı olan mahmûlü ıskat eder.274 Bu ise, zihinde →
[Mantıkçılar, öncülleri kesin bilgilerden oluşan aklî delillere “burhan”; meşhûrât veya müsellemâttan oluşanlara “cedel”; zanniyyât veya makbûlâttan oluşanlara “hatâbe”; vehmiyyâttan oluşanlara da “safsata” veya “mugalata” adını verirler. Aklî bir delilin kesin olabilmesi için bütün öncüllerinin zarûriyyât veya yakīniyyât türünden oluşması gerekir. Böyle bir delil “burhan” adını alır.] 269 Yani varlık ile yokluk, müspet ile menfi (olumlu ile olumsuz arasında. 270 (TT) [Abdulkâdir Badıllı’nın tercümesi] 271 Onun neşet ettiği yer bir kaidedir. Malumun kaziyesi (bilinen bir şeyin önermesi) üzerine hüküm verilir (sonuca varılır). Bu iki şekilde yapılır: Birincisinde kaziyenin zıddı (önermenin tersi), ikincisinde ise onun eş anlamlısı alınarak hükme varılır. 272 Yani hükümle onun bir kaide olduğu anlaşılır. Dil bilgisi konuları fertler için ikinci makullerdir. – Nursî273 Yani konuların başlığı yoktur. Onun bir kuvveti (etkisi) vardır. Fertler üzerine onun yolunda mahmûle (yükleme) doğru gidilir. 274 Çünkü zayıftır. Hüküm verilebilecek bir manası yoktur. __Takrir__ 268
-117-
-118-
[Sayfa: 81]
ferazice275 olanın tipinden olur. Hem harfi olan bir kaziye, ismiyeye… ve makulu sâni de makul-u ûlaya tahavvül edebilmesi hükmünce; hakkında hükme varılan şey, böylece bu terkib içinde sahih olur ve kendi cildiyle276 kaynaşarak tecemmûd277 edebilir. İşte o zaman o iş, malûmun fertlerinden olmuş olur.278 Sen sanki konuyu tasavvur ettikten sonra hükme varmış gibi olursun. Bu yüzden ona ismî ve makul279 bir nazarla bakarsın. Birincisi, yakının sıfatı sabit değildir. 280 Sen mahmûle (yükleme) varman nedeniyle onun elbisesi yırtılır ve diğerinin kanadından neşet eden ikinci bir makul haline dönüşür. İşte burada senin şu sözündeki kör haber çözülmüş olur: “Ben şimdi dediğim şeylerde yalan söylüyorum.” Yani “ben yalancıyım.” Oysaki sözün yönü, doğru hükmün verilebileceği şekilde olmalı ki ta ki faydalı olabilsin. İşte o zaman daha genel bir yüz tasavvur edilmez. Çünkü o bir anlam ifade etmez. Mahmûlün281 girebileceği (hükmün verilebileceği) bir girişi yoktur. Zira o abes, boş bir şeydir. Bilakis ikisinin arasında bir vesile ile olabilir. Ehas (daha özel bir şey) e’amm (daha genel bir şey) üzerine bir şey gerektirmez. Çünkü o konum ölçüsüne benzer olarak gelmiş olan mülâhaza yapmak için kullanılan bir âlet, ölçüdür. Hükümde, kendisi hakkında hüküm verilen şeyin başlığı yoktur.282 ﴾Bir şeyin meydana gelmesine delâlet eden lafız…..vs.﴿ 283 Üzerine hüküm verilen lafız, onun sayesinde her ne zaman kaziyenin maddesine delalet ederse, sureti nispet olan dâl (delâlet eden)den mutlaka boş olmaması gerekir. Dâl (bir şeye delalet eden lafız) fiil cümlesi gibi ya zımnî (alt içerik)dir ya da bağımsızdır. Müstakil olma durumu ise ya i’rab bildiren hareke gibi lafız dışı bir şeydir…
Mahmulün (yüklemin) imkânı kapsamasının alameti, imtinâ (imkânsızlık) ve diğer zihinsel işlemlerdir. 276 Yani meçhul lafızla. 277 Yani onun hevâi (boş) manası 278 [Abdulkadir Badıllı’nın tercümesi buraya kadardır.] 279 Onun sıfatı daha yakındır. 280 Çünkü şimdi onun sübutu eksik olur. 281 Yani daha hususi (ehas) olması caiz değildir. 282 Ta ki mahmûl (yüklem)e gereksinim duymasın. 283 Gelenbevî S: 15, satır: 13, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. –A. B.275
-119-
-120-
[Sayfa: 82]
İşte bu yüzden284 bir rabıta (bağlaç)tan nedeniyle mebni hakkında mahallen merfu denilir. Müstakil olan bir şey ya sözeldir ya da değildir. Sözel olduğunda onun nitelik ölçütleri genel manada olumsuzluk (değilleme) üzerinedir… Şart ve edatlarında sübut üzerine olur… Yüklemli önermede nakıs fiiller ve genel fiiller bulunur. Onun çıkış kaynaklarından maksat, nispeti birleşen harfi manalardır. Çünkü oluşum, varlık ve o nispetin benzerleri harfî ve ismîdir. Harfî nispet, harfî varlığı bulunan ve kendisi sübut olan bir nispettir. ﴾Bil ki konu …vs.﴿ 285 Mevzu ile mahmûl (konu ile yüklem) zâtı ve mefhumu kapsadığında; birincisinden murad zât gibi olur çünkü o onun üzerine çökmez… İkincisinden murad (sonuç) mefhûm gibi olur çünkü o birincisinin üzerine konulup yükleme yapılır. Ancak başkası ile ayakta kalabildiği için mutlaka böyle olması gerekir. Şayet o ikisinden murad (netice) zât olursa, bu durumda kaziye (önerme) zaruri olarak ya mucebe (olumlu) ya da salibe (olumsuz) olur. Aynı zamanda başka bir şey olamaz, zira bu faydasızdır.. Murad (netice) sıfat olsa da aynı şekilde olur… Yahut (yüklemin) birincisi sıfattır. Tabiatın (doğal halin) tersine yükleyicinin yükü gibi. Bu durumda birincisindeki mefhum, zikrî (anısal) bir mevzu olarak konu başlığı şeklinde isimlendirilir. Zeyd şöyledir….önermesinde olduğu gibi bazen gerçek zat ile gerçekten birleşir. İnsan şöyledir… önermesinde olduğu gibi yahut bir şekilde kısmen birleşir. Kitap gülendir cümlesi gibi bazen de içerikle hiç birleşmez. Dolayısıyla hakîki ile zikri arasında mutlaka bir bağlaç, bir nispet ve konuyu özetleyen bir hakikat olması gerekir. İşte bu hakikat ile onun nisbeti iyice oturup yerleşir ve konu bilinmiş olur. Buradan hareketle denir ki: Sıfatlar sabit olmadan önce bir (herhangi bir yerle bağlantısı olmayan bir) küme gibidir sonra vasıf haline gelir. Mevsufun (betimlenen şeyin) cümleden silinmesiyle bu vasıflar birer başlık olur. İşte buna ıkdu’l-mevzu (konunun düğümü) adı verilir. ﴾Mutlak olarak yüklem faslı…vs.﴿ 286 Kaziye (önerme) parçalarının ilki konu olduğuna göre önce mevzu bölümlere ayrılır. Nitekim o ya hakikaten287 ya da hükmen288 cüzîdir.
[Klasik mantıkta önermeler yüklemli ve şartlı olmak üzere iki kısma ayrılır; ilkine basit, ikincisine bileşik önerme de denir. Yüklemli önermeler basit olup konu, yüklem ve bağlaçtan oluşur. Bu önermede bağlaç kaldırılınca konu ve yüklem yalın birer terim olarak kalıyorsa önerme yüklemlidir. Yüklemli önermeler niceliklerine göre tümel (küllî) ve tikel (cüz’î), niteliklerine göre olumlu (mûcibe) ve olumsuz (sâlibe) şeklinde dört gruba ayrılır. Nitelik ilişkisi açısından önermeler tümel olumlu, tümel olumsuz, tikel olumlu ve tikel olumsuz diye ayrılır. Birden fazla önermenin mantıksal bağlaçlarla bağlanmasıyla oluşan önermelere birleşik veya karmaşık önerme denir.] 285 Gelenbevî S: 15, satır: 20, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.286 Gelenbevî S: 16, satır: 5, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.287 Zeyd gibi veya bu. 288 İlimlerin isimleri gibi. 284
-121-
-122-
[Sayfa: 83]
O birincisi itibarî, yani küllîdir.289 …İşte buradan şöyle denilir: Lafızdan hakiki dışında en az291 bir292 şey kastedilir. Çünkü o, onun medlulü değildir ve onun şahsiyeti olarak isimlendirilir. Onun yeri muhaverât (diyaloglar) ve muamelât (davranışlar)tır. Ancak külliye kuvvetinde yorumu yapılan sanatlarda değildir. Küllî ise, tanımlanmayanlarda293 olduğu gibi ya isimlendirilen şey üzerine, ya da her tarifte söz üzerine yükleme (yargı verme) gibi fertlere sirayet294 etmesinin caiz olması hali üzerine yahut serap (sanal bir varlık) ile birlikte hüküm verilir. Ancak mantıksal295 meselelerdeki yüklemeye (yargıya varmaya) benzer bir mülahaza ile veya zihinsel296 bir mefhum olan insan kelimesi gibi herhangi bir mülahaza olmadan yahut zihinsel bir varlıkla yapılmalıdır. Bu, tabii kaziye (doğal önerme) olarak isimlendirilir. Onun konusu, bazısında tabii ilimlerin (fen bilimlerin)in tümevarımlarıdır. Külliye kuvvetindeki297 hitabelerde ihmal edilen298 müphemlerle birlikte önermenin kendi zatında olur. Matlup299 olan şeylerde (ulaşılmak istenen neticelerde) bulunan şeylerden birisi, cüzî kuvvetinde istidlâl300 makamındaki şeyler (kanıtlara dayanarak sonuç çıkarma) gibi, yakîn (sağlam, kesin bilgi)dir. Çünkü bazısı tayin ile birlikte gerçekleşir. Elde edilen çıkarım diğerlerini de kuşatırsa bu küllî olur. Onun surları ve tüm takipçileri mecmu290
.
Mutlak olarak sayı mertebeleri. Küllî; ya hakîkî olarak (gerçekten) bir, ya da mecmuî (toplam olarak) birdir 291 Yani aslında bu birden daha fazladır. 292 Yani sadece bir hakikati olan cüzîdir. 293 Zatın mahmûlünden….gibi. 294 Yani, yahut o ikisinden anlaşılan şey şudur ki.. 295 Mahmul (yüklem)un külli ve mantıklı olduğu konularda. 296 Yani genel şeyler içinde mahmûl (yüklem)un ikinci bir makul olduğu konularda. 297 Hakkında zannın yeterli olduğu konular 298 Yani kullanılır 299 O, mutlak olarak asıl olan şeylerdir. 300 [İstidlâl (Çıkarım): Bir veya birden çok önermeden başka bir önerme çıkarma, akıl yürütme anlamında mantık terimidir. Yani, daha önce doğruluğu bilinen yahut doğru olduğu sanılan bir hüküm veya hükümlerden hareketle bilinmeyen bir hükme ulaşmaktır. Öyleyse istidlâl, bir veya birkaç önermenin diğer bir önermeyi doğrudan yahut dolaylı olarak içerdiğini ispat etme işlemidir.] 289 290
-123-
-124-
[Sayfa: 84]
“Tümü, hepsi” kelimeleri ve onlara benzer diğer eşanlamları rükün, kayıt,301 mukaddime ve müehhira (birinci ve ikinci öncül) olarak bulunur. Genel anlam ifade eden tüm lafızların302 varlığı mutlak olarak ifrâdi vucûbi303 (bireysel olumlu önermeler)dir. Onlardan bazıları şunlardır: İsm-i mevsul, izafet, lâm (harf-i tarif). Lâm harfini tayin ediyoruz, çünkü onun gibidir. Lâm harfi tek veya toplu olarak ya zâta 304 ya da cinse işaret eder.305 Zât, şahsin kuvvetinde olan harici ahdiyye lamıdır. Cinse işaret ise bir şeyin şartı ile değildir. Bu lam, cins ve umum bildirir. Veya bir şey olmama şartları ile yapılır.306 O, cinsi ve hakikidir. İşte o ikisi kısımlarıyla birlikte tabii kuvvetindedir.307 Ya da kısımlarıyla birlikte308 veya bir şeyin şart koşulması iledir.309 İstiğrakın bulunmaması ile birlikte, ahd-i zihni varlığı mecburi olmasından dolayı cinse ve ferde delâlet eder. İntişar ve nekralık310 (muğlak olma hali) ondan değildir. .
Kâffe, âmme, tâmme, cemîan (tümü, geneli, tamamı, hepsi birden) gibi eşanlamlı kelimeler Min, mâ edatları ve “lam” ile marife olan cemiler ve diğerleri gibi. 303 Yani silbî (olumsuz) değildir. 304 Yani hakiki birliğe, şahsi itibara, huduri yahut husuli türe işaret eder. Sekiz kısımdır. 305 [İsimlerin başına gelen “el” takısı genellikle marifelik alameti kabul edilir. Bunun dışında ism-i mevsul, zâid ve ivaz olarak gelebilir. Marife için gelen “el” takısı ahdiyye veya cinsiyye bildirir. Medlulünü hem manasıyla hem de lafzıyla belirgin hale getiriyorsa “lam-ı ahdiyye”, sadece lafzını marife yapıp manasını kapalı bırakıyorsa “lam-ı cinsiyye” olur. Ahdiyye olan lâm; sarîhî, kinâî, zihnî ve hudûrî gibi kısımlara ayrılır.] 306 Yani fertlerin olmaması 307 O ikisi, sirayetin (bulaşmak) cevazı veya yokluğudur. Birincisi birinci, ikincisi de ikincidir. 308 O, bir mülahazaya binaen veya onun yokluğu sebebiyle sirayet cevaz vermemektir. Her ikisi de bir şeyin şartı ile veya bir şey olmama şartı gibi onun cevazı ile olur. 309 O, fertlerdir. 310 Bu durum onunla nekra arasındaki farkı gösterir. Yani, ahdiyye lâmı zihinde belirlenen bir cinse işaret eder. Mutlaka onun fertleri bulunmalıdır. Çünkü mahiyet kapalılıktan ibarettir. Başında ahdiyye lâmı bulunduran isim, varlığı zorunlu olması nedeniyle cins ve ferttir. Tayin olmazda nekra olur. Nekra ise asaleten yayılmış olan bir şeye delalet eder. Ferdin bir misali olsa de yine hakikati olmalıdır. Aradaki fark başlangıçtadır. Bu lâm, miktarı belirlenmeksizin mutlak olarak fertlerin kapsamında kendisine işaret edilen şeyin gerçekleşmesinin itibara alınmasına göre değerlendirilir. “Lâ” edatı ve mühmel (belirsizlik ifade eden) “ba‘d” edatı gibidir Tümelden tayin edilmesi itibariyle “ba‘d” edatı, cüziyeyi tayin etmediği için anlamı kapalı kalır. Bunu böylece iyi anla. 301 302
-125-
-126-
[Sayfa: 85]
İşte bu itibarla konusu sınırlanmadığı için kapalı bir anlam içerir. Onun kapsamadığı başka cüzü vardır. Mana içinde fertlerle birlikte dalması ise ya örfî ya da bir durumdur. Bu ikisinin her birisi mecmû‘î veya cemî‘y (topluluk veya cemiyet) olur.311 Ya nöbetleşe ifrâdi (bireysel) yahut tamamen mutlaktır.312 Külliyenin kale duvarı gibi olan lâm,313 mutlak olarak bireysel bir kuşatma olması şartı ile kendisiyle cinse işaret edilen şeydir. Sâlibe (olumsuz önerme) için ne bir ne de başka bir şey olan özel bir durum vardır. Veya “mâ” (olumsuzluk edatı) veya “leyse” (değildir) yahut onların eşanlamı olan diğer edatlar vardır. Yahut fiil veya isim şeklinde onunla eş anlamlı olan kelimler vardır. Cüz’î (tikel) için, her şeyin üzerine, her şeye delalet etmeyen kısmî bir alaka vardır. Bunlar cüziyye sûru314 (tikel bağlaç ve eklemler) içinde gelir.315 Örnek: “Nîf (küsur), tâife (grup), raht (kavim, topluluk), kıt’a (bölük), ba‘d (bazı)” ve bunların eşanlamlısı olan diğer kelimeler vardır. Munfasılda “dâiman” (devamlı) “ebeden” (asla) ve eşanlamlıları bulunur. Selb-i külli (tümel olumsuz)de “elbette değildir” ve diğer eşanlamlıları vardır. Cüziyatta ise “kad yekûnu” (bazen olur), “kad lâ yekûnu” (bazen olmaz), “kad lâ yahsul” (bazen meydana gelmez) “lâ yuced” (bulunmaz), “lâ yesbitu” (sabit olmaz) ve diğer eşanlamlıları316 vardır. Genel anlam ifade eden fiillerin de bu ifadelerle bir şekilde bağlantı şekilleri vardır. 317 “Her C ve B” dediğimiz zaman “Küll” (Her) kelimesi tüm “C” ve “B” yi yani içinde bulunan her ferdi kapsar.318
“Araplar en şerefli millettir” sözünde olduğu gibi verilen genel hükümde her ferdin bir alakası yoktur yahut “fakihler kaya taşıyorlar” sözünde olduğu gibi her fıkıhçının bu eylemde bir fonksiyonu vardır. 312 “Bu pide her kavmi doyurur” sözü gibi mutlaktır. Veya “her kavim bana geldi” sözünde olduğu gibi muteâkıp (ard arda olmak)tır. 313 Fertlerin tayin edilmemesi itibariyle külliyet, ahd-i zihni dışında bir bilgidir. [Ahd-i zihni; konuşma anında daha önceden sahip olunan bilgiden kaynaklanan marifedir.] 314 Olumlu olanlar 315 [Önermenin Sûru/Karinesi: Önermeyi nicelik açısından tümel ve tikel, nitelik açısından olumlu ve olumsuzluk olarak belirleyen ve hükme delalet eden lafızdır. Sur denmesinin sebebi de önermeyi kuşatıp onun sınırlarını çizmesidir. Genellikle önermenin başında bulunur. Yüklemli önermenin surları şöyledir: 1) Olumlu Tümel Önermenin Sûru: Bunlar olumlu olması şartı ile kapsam ve genellik ifade eden lafızlardır. Örnek: Küllü, kâffeten, cemîu, âmmeten, kâtıbeten vb. 2) Olumsuz Tümel Önermenin Sûru: Bunlar olumsuz olarak kapsam ve genellik ifade eden lafızlardır. Örnek: Küllü…keyse, lâ şeye min, lâ vâhidun min vb. 3) Olumlu Tikel Önermenin Sûru: Nicelik bakımından farklı türlere delâlet eden ve tümelde tikel olma manası veren lafızlardır. Örnek: Bazı, eğlab, kalîlün min, vâhidün min, ekallu min vb. 4) Olumsuz Tikel Önermenin Sûru: Nicelik bakımından tikel anlamlara delalet eden lafızlardır. Örnek: Leyse küllü, leyse ba‘zu, ba‘zu…. Leyse, kalîlun min…leyse] 316 Leyse (değil), betteten (hiç), betleten (kesin olarak), aslen (asla), kat‘an (katiyetle) ve diğer eşanlamlı olan kelimeler. 317 Mukatta harflerle işaretli bu paragrafı ben anlayamadım. Herhalde mantığın bazı aksamına işaret eder. Abdulkadir Badıllı. [Bir âlimin anlayamadığını bir câhil nasıl anlar bilinemez. Yine de ilim talebelerine bir fikir vermek için anlayabildiğimiz kadarını tercüme etmeye çalışacağız. Bize göre bu harfler sanal isimlerdir. Matematikteki A, B, C veya X gibi harfler olabilir.] 318 Yani, mutlak olarak içine alır. Bininin yerine diğeri gelip ona bedel olmaz. 311
-127-
-128-
[Sayfa: 86]
Buradaki “küll” (her) kelimesi tabî‘i (doğal olarak bulunma) değil mecmû‘î (sonradan toplanmış olmayı) ifade eder. Ortam hakikaten tekrar etmediği sırrına binaen, biz birinci çarpımın (BxC) kısırlığına uğrar (ve mantık yürütmeye devam edemey)ız. Mesela: “Zeyd insandır.” “Her insan binlercedir veya binlerce türdür.” Cümleleri gibi. (Buradaki ifade) “feccun” (çiğ, henüz olgunlaşmamış)tır. Yani “C” (henüz) onu doğrulamamıştır. Birincisindeki kısırlık (kısır döngü) olması, ikincisinde de teselsül (zincirleme devam etme) vardır. Mesela: “İnsan hayvandır” cümlesinde insanın hakikati hayvan değildir. “Konuşma”319 özelliği ile “hayvan” (grubun)dan çıkar. Çünkü “konuşabilmek” hayvanın bir sıfatı değildir. Öyle ise bir önerme içinde bulunan “CD”nin sıfatı “DC” veya “B” değil, bilakis o farklı bir özellik olarak “Z”dir.320 Vesaire, diğerleri de böyledir. ﴾ Yani, farazi bir fiil (varsayılan bir eylem) ile onu doğruladı.﴿ 321 Başlığın kaziyenin mahiyetine girip onun içinde iyice karışması için. Onun masdar (kaynak) olma durumu genellikle mahmûl (yüklem) içindir. Zahriye322 yapılmaz. Sanki o bir yabancıdır. Şeyhin görüşüne göre;323 sanal bile olsa mutlaka özsel ile bitlikte olup onunla örtüşmesi gerekir. ﴾ Harici bir fiil ile değildir.﴿ 324 Yani hariciyeye ihtisası olduğu için zamanın birinde (dış yüz hakkında uzman olması nedeniyle herhangi bir zamanda). Çünkü o hakiki zatta mümkündür. Buna rağmen fiil ile nasıl betimlenir. Sabit olmayan bir şeyin üzerinde başka bir şey sabit durmaz. ﴾ Ne de imkân iledir (İmkân ile değildir).﴿ 325 (Bu Farabi’nin görüşüdür) Yani insanın (kadının) içine nutfe (meni)nin girmesi için (her ne kadar dışardan bir kuvvet uygulansa da bu durumun kabulü) kuvvet ile (zorla) değil zâti (gönüllü) olmalıdır. ﴾ Onun isimlendirildiği şeylerden değil cüzîyatındandır.﴿ 326 Şayet ondan olsaydı en çok yalan söyleyen bir külliye olurdu. Mesela: “İnsan yazardır” İnsanın tanımı “konuşan” bir “hayvan” olmasıdır. Ancak hayvan “yazar” değildir.
Konuşabilme insanın zatına özel bir durumdur. [İnsan C; Hayvan D; Konuşmak Z; Her ∀; Bazı ∃; Eşittir ; Değildir olsun. (∀CZD) Her insan konuşan bir hayvandır. (∀DZC) Her hayvan konuşan bir insan değildir. (∃DZC) Bazı hayvanlar konuşan bir insandır. (CD) İnsan ile hayvan (canlı olma bakımından) eşittir. Ama (DC) hayvan ile insan (konuşabilme bakımından) eşit değildir. Konuşmak “Z”, insanın C’nin farklı bir sıfatıdır.] 321 Gelenbevî S: 16, 17. Ancak mealen alınmış ve Hazreti Üstad metindeki mananın aksini ispat etmektedir. –A. B.322 [Zahrî: Yazma kitaplarda genellikle temellük kaydının tezhipli olarak yer aldığı, esas metnin başladığı yaprağın arka yüzü. Arapça yazıya göre metnin ilk sayfasının arka yüzüdür. Burada “zahriye”den maksat; sırta yükleme yapılmaz. Yani konunun dış yüzüne ilişik olarak bir hükme varılmaz. Bilakis yükleme karına yapılır ve onunla karışır. Yani verilen hüküm konunun içeriğine yönelik olup onunla bütünleşir.] 323 Filozofların şehyi ve üstadı olan kişi Ebû Ali İbn Sina’dır. –A. B.324 Bundan sonra gelecek olan sekiz dipnot (orijinal metne göre; 275, 276, 277, 278, 279, 280, 281 ve 282 nolu dipnotlar) Gelenbevî S: 16 ve 17 lerindeki mealleriyle bulunup ancak Hazreti Üstad onların akislerini (döndürmelerini) ispat ettiği başlıklardır. –A. B.325 Orijinal metne göre 275 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 326 Orijinal metne göre 276 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 319 320
-129-
-130-
[Sayfa: 87]
﴾ Veya onun eşiti.﴿ 327 Veya sadece tekrar ve sırf boş bir şey için ondan daha umumi (e‘am)dir. “Her insan konuşandır” cümlesinde “konuşan” konunun başlığını söylemektedir. Çünkü külli bir kaziye (tümel önerme) konusu doğru olan önerme şeklindeki çeşitli cümlelerin en doğru olanına göre kurulur. Buradan hareketle şöyle denir: “Bir önerme kendi alt birimlerinden dolayı tümel olur.” ﴾ Hakiki değil uygun izafet﴿ 328 tir sadece. Çünkü cins bazen (öyle bir) konu olur (ki) onun cüzleri ona uygun bir hakikat içine alınıp sınırlanmaz. Bu durum mutlak olarak değildir. ﴾ Ne zatı ne de mefhumundan dolayı mutlak izafet değildir.﴿ 329
Bu durum ona göre tür olan bir şey için geçerlidir. Aksi halde (uygunluk) bozulur. ﴾ “B” mefhumu onu doğrular.﴿ 330 Aksi halde arazlar (ilintiler) ve sınırsız ka-
yıtlar ile onu elde etmek için (bu mefhum) kaydedilip zapt altına alınamaz. ﴾ Onun zatı değil﴿ 331 Aksi halde önerme zaruriyet, yüklem ve ittihat konularında olumlu ve olumsuz bir şekilde (sıkışıp onlarla) sınırlı kalırdı. ﴾ O ikisinin (artık söyleyebileceği bir) sözü de yoktur.﴿ 332 Çünkü tâhir (pak, temiz) olacağı yerde karış (ıp kirlen)mıştır… Münharifler333 (doğru yolundan çıkarıp çarpıtılmışlar) hariç pis her zaman pistir. Münharife örnek: “Kitap bazı insandır” (Doğru cümle ise: “Bazı insanlar kitap gibidir.”) Bütün bunlar delillerde kullanılan (herkesçe) bilinen kaziyelerde geçerlidir… Aksi takdirde menfiler334 (olumsuzlar)den olurdu. Haliyle kaziye de (menfi olurdu). ﴾ Fasıl: Mutlak olarak hamliye (yüklemli yargı)… vs.﴿ 335 Hamliye konusu itibariyle hariciye ve zihniye (dış ve iç) olmak üzere ikiye ayrılır. Ancak mahmûle (yükleme göre) nazaran böyle olur. Dışarıda dış âlemden istifade ederek yüklendiği bir yargı bulur.
Orijinal metne göre 277 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. Orijinal metne göre 278 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 329 Orijinal metne göre 279 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 330 Orijinal metne göre 280 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 331 Orijinal metne göre 281 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 332 Orijinal metne göre 282 nolu Hazreti Üstad’a ait dipnot. 333 Bu söz yoruma binaen söylenmiştir. Aksi halde önerme zaruriyet, yüklem (mahmûl) ve ittihat konularında olumlu ve olumsuz bir şekilde sınırlı kalırdı. 334 Yani onun kayıt ve şartları 335 Gelenbevî S: 17, satır: 12, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. –A. B.327 328
-131-
-132-
[Sayfa: 88]
Hamliye (yüklemli önerme) haml (yüklem)e nispetle zarf hükmündedir. O olmadıkça bunun bir varlığı yoktur.336 İşte bu noktadan şöyle denir: Dışa ait olan yüklemin, dıştan yüklenmiş bir şeyin başlangıcı olması gerekmez. Dahası, konunun zâtı bizzat kendisinde mümkün337 olduktan sonra -herhangi bir zamanda bulunsa da- o harici (dış âleme ait bir olgu)dir. (Ama) Onun harici olması hakiki değildir. Hakikaten olan veya olması mümkün olan bir başlık vermek doğru olmasıyla birlikte onun varlığı için hariçte 338 bir zarf vardır. (Bu zarf) bulunmadığı zaman o araştırır. Şayet339 luzûmi (gerekli) olarak bulunur, bir başlık ile nitelenir veya herhangi bir yerde bulunursa onun bir mahmûlü (yüklemi) olduğu sabit340 olur. Murad edilmeyen (yani önermede çıkarımı yapılmak istenmeyen) bir muhal341 (olanaksız bir sonuç) için, bu şartlı önermenin lüzumundan (gerekli kıldığı şeylerden) ve daha umumi olmasından istifade342 edilmez. (Şayet) olasılığının,343 olasılığının, olası olsa da bazen “CB” dir denebilir. Birincisi varlığı ile birlikte zatından344 istifade edilen kaziyenin ciheti (modalitesi)dir.345 Fârabîye göre ikincisi başlığı ile birlikte ondandır. Üçüncüsü mahmûlü (yüklemi) ile birlikte ondandır.
[Gelenbevî’nin cümlesi:] Yani o, ma‘dum (yok) değildir ki kâinattaki bağlantıları kesilsin. O, var değildir ki, birçok bağlantısı olan varlıklar içinde bölünmüş olan başka bir cüzün üzerine lazım olsun. Bilakis o, nisbi şeylere nispetle bir nispetten ibarettir. Mesela: Babalık (çocuğu olmayı gerektir.), çocukluk (onun bir babası olmasını gerekli kılar.), kardeşlik (onun başka bir kardeşi daha olmasını gerektirir) ve buna benzer diğer kelimeler. Dolayısıyla ne budur ne de şudur. Yani hakiki muhali (gerçek olanaksızlığı) ve gerçek konuyu kapsamazsa böyle olmaz. Ayrıca mahmûl (yüklem), mevzu (konu) arasında luzüm olması bakımından ondan istifade edilir. Hakiki mahmûl (gerçek yüklem) konu olmaktan daha umumidir….ve diğeri. Onun taleplerine cevap verir. 337 Velev ki hakiki olmayan bir muhal olsa bile 338 Zihinsel değildir. 339 Birincisi dışında 340 Şart cümlesinin ardından gelen cevap cümlesidir. 341 Bilakis tabirdeki takdir öyle olur. 342 Yani şartlı bir önerme ile gerçek konuyu analiz etmek. 343 Bu cümleye “lev” (şayet) edatı takdir edilir. 344 Yani konunun kendi zatı mevcuttur. 345 [İslâm mantıkçılarının “cihet” terimiyle ifade ettikleri modalite, İbn Sînâ’ya göre bir önermede konu ile yüklem arasındaki ilişki türünü gösteren bir terimdir. “Zorunlu olarak güneş aydınlatıcıdır” modal önermesi iki yargı içerir. Biri, “Güneş aydınlatıcıdır”, diğeri “zorunludur”. Burada “zorunludur” kaydı, “Güneş aydınlatıcıdır” yargısına katılmış başka bir yargıdır. Fârâbî modal önermeleri zorunlu, mümkin ve mutlak diye üç grupta değerlendirir. Buna karşılık İbn Sînâ konuyu bütün yönleriyle inceleyerek bu tür önermelerdeki ilişkiyi zorunlu, mümkin ve imkânsız diye üçe ayırdıktan sonra mümkini de imkân-ı âm ve imkân-ı hâs şeklinde iki kısımda değerlendirir.] 336
-133-
-134-
[Sayfa: 89]
..Dördüncüsü mahmûl içindir. Mahmûlün harici arazlardan olmasından dolayı onun hariciliğine haricilik delalet eder. -Sâlibe kaziye346 (olumsuz önerme)de olduğu gibi- eğer o zihinsel arazlardan (ileneklerden) olsa dahi yine mahmûl (yüklem) olur. “Zeyd olabilir” (Zeyd’in varlığı olasıdır) cümlesinde yüklem zihinseldir. Konunun zihinde var olması vacip347 (zorunlu) olduktan sonra, artık ispat348 esnasında mutlak hale gelir. Konu sabit olması itibariyle zihinsel gerçek ve zihinsel varsayım şeklinde ikiye ayrılır. En doğru şekli ile zihinde bulunmayan 349 yerlerde (durumlarda) olduğu gibi, ancak teşbih veya temsil (benzetme ve örneklendirme) şeklinde bulunabilir. Yahut “mutlak meçhul” ve “mutlak yokluk” gibi mutlak olarak zaten yoktur. ﴾ İctima (toplanma) sözün….vs.﴿ 350 Bu makamın hazırlık aşamalarında birisi, îcâbın (gerekliliğin) var olmasıdır. O, tüm cüzlerinin bulunmasıyla vardır. Yani ismî konu dört351 şekilden352 birinde, bir şekilde vardır. Mahmûlün (yüklemin) varlığı iki yönden353 birine göre harfidir. Selb (olumsuzluk) yokluktur. Herhangi bir cüzün yokluğu ile (olumsuzluk) gerçekleşir. Onun doğrulanması için iki yöntem vardır: İsmi konunun yokluğu… veya harfî sabitliğin yokluğu. Selb (olumsuzluk, negatiflik) yalanın aynısı değildir. Muceb (olumlu, pozitif) bir şekilde zaten anlaşılır. Hatta onunla (olumsuzlukla) birlikte (zorunlu olarak bulunması) gerekli olur. Zira o yokluğun doğru olması üzerine hüküm vermiştir. Diğeri de varlığın doğru olmasının yalan olması üzerine bir hükme varmıştır.
Yani, “ğayr-i ğayr” (diğerinin diğeri) olumsuz edatının geciktiği iyice ortaya çıkarsa. “Leyse” (değil) gibi diğer bağlaçlardan değildir. 347 Yani, bazısında veya sadece aynı başlık altında genel hatlarıyla olsa bile, mahmûlün (yüklemin) en son ispat edilmesi vaktinde konu mutlaka zihinde var olmalıdır. Sonrasında konunun bilfiil olarak ispat edilmesi (onun dış âlemde hakikaten) var olmasına bağlıdır. Eğer bulunursa konu sabittir ve hakikat olur. Aksi halde bulunamadığı takdirde konu farazi (varsayım) olur. 348 Gerçekten veya farazi (tez veya hipotez) olarak. 349 İmtina ve asalet (imkânsızlık ve soyluluk) başlığı ile onun içinde (zihinde) değil dış âlemde bulunur. 350 Gelenbevî S: 17, satır: 22, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. –A. B.351 1) Harici muhakkak (dışsal gerçek) 2) Hârici mümkün (dışsal olasılık) 3) Zihni muhakkak (zihinsel gerçek) 4) Zihni farazi (zihinsel varsayım). 352 Varlığın sıfatı. 353 Harici ve zihni (dışsal ve zihinsel) 346
-135-
-136-
[Sayfa: 90]
Onlardan biri: Muhalin (imkânsız olan bir şeyin) ancak taklit etme ve benzetme türüyle tasavvur edilebilecek olmasıdır. Onlardan diğeri: Mevzunun (konunun) varlığıdır; özellikle zihindeki zihinsellerin hüküm verme anında olumlu veya olumsuz olmak zorunda olmasıdır. Aralarındaki fark sübut vaktindedir. İki varlık arasındaki fark ispattadır. Sübut ise: Birincisinin bir şekilde icmali (genel) olarak yeterli olmasıdır. İkincisinde betimlenebilecek bir yönünün mutlaka var olmasıdır. Onlardan bir diğeri: Mevzunun zâtı (konunun kendisi) hâriciyyat354 (dışsallar) hakkında haddi zatında (esasen, aslında) mümkün (olası) olmasıdır. (Şartlı önermedeki “şayet” anlamındaki) “lev” edatının hakikinin (gerçeğin) tarifinde kullanılmış olmasıdır. Önermede ulaşılmak istenen sonuç bu şartlı öncül değildir. Ancak ona sadece işaret et (ip geç)mek istediler. Aksi halde (ne var ki) şeyh 355 konunun başlıkla tanımlanmış olmasını şart koşar. İki zıddın bir araya toplanmış olması, tahlil edilmesi imkânsız bir durumdur… Asıl veya sanal olarak zihinde var olan iki zıddın bir araya gelmesi halidir. O, misdakı (ölçüt almak) için zihinde tespit eder. O hariçte 356 (görünür ama aslında) zihindedir. Dolayısıyla dışarda olması imkânsızdır. Hariçte hamlin değil mahmûlün (yükün değil yüklemin) bir kaydı vardır. Aynı şekilde bazı vakitlerde zihinde ve cihetlerde (modalitelerde var olduğu) görülür. Onlardan biri: hüküm verme konusunda zıddın, kendi zıddının benzeri357 olmasıdır. Aksi takdirde zıt, (kendisine) zıt olmaz. ﴾ Vazgeçme (değilleme) ve tahsil etme hakkında fasıl… vs.﴿ 358 Bil ki, bir şeyi elde etme hakkında vazgeçmek, (sonuç açısından hedeften) sapmaktır. Olumsuz olumluyu elde etmek, salibe veya ma‘dûle (olumsuz ve vazgeçilmiş, “değil” kelimesi kullanılmış) bir zan (sanı) ile mahmûl (yüklem) elde edilir.
354 355 356 357 358
Harici ve hakiki (dışsal ve gerçek) Burada “şeyh”ten murad, yine Ebu Ali İbn-i Sina’dır. –A. B.Tespitle alakalıdır. Zihinselde ona yakın olmasından dolayı değildir. Gelenbevî S: 19, satır: 12. [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
-137-
-138-
[Sayfa: 91]
Kurallarından birçoğunu bozdu. Hatta birinci küçük359 önermedeki olumluyu bile… hatta olumlu hakkında bir konunun varlığını bile. İlk önce şöyle deriz: olumlu önermede itibara alınan şey konunun kendi zatı ve mahmûlün mefhumu (yüklemin anlamı)olunca, mahmûlden (yüklemden) vazgeçmenin (“değil” kelimesi kullanmanın) önerme şekli üzerinde önemli bir tesiri olur. İşte bu yüzden ilk önce mahmûl bizzat itibara alındığı için önermeden vazgeçmeyi ve olumsuz önermeyi (farklı bir) mahmûl (yüklem) olarak nazara aldılar. Çünkü onda bir ispat bardır: Kendi zatında sabit olmayan bir şey, aslında hiçbir şey için sabit olmaz. Sabit olmayan bir şeyin üzerine sabit bir şey konamaz. Asıl olan şey ortaya çıkan şeyin sabit olmasıdır. O halde asıl olan şey konu başlığı ve mahmûlü (yüklemi) elde etmektir. Bu durumda bizde birbirine karışmış olan üç şey vardır: Bunlar; basit olumlu, yüklemi olumsuz olan olumlu ve vazgeçilen (değillemeli) olumludur. Son şekil mana bakımından ilk ikisinden farklıdır. Hüküm verme zamanında şahsiyetini açıklama gibi açık veya kapalı olarak nefiy (olumsuz) yapmaya giriş için konu olabilecek türdedir. Mutlak olarak denmiştir… Türüyle denilmiştir…. Cinsiyle denilmiştir. Aynı şekilde, çünkü harfî sabitlik ismi sabitliğin bir dalıdır. Yokluk ise sabit değildir. (Yokluk tercih etmekle) var olan bir şeyden vazgeçilmiş (değillenmiş) olur. İşte bu,360 aynı lafız veya başka bir lafız olarak sabit olan bir şeyde yer bulabilmesi için açık delile ihtiyaç duyar. Onları, yüklemi olumsuz olan olumlu önerme birbirinden ayırır. Nitekim o beş parçalıdır. Mülahazada (yani dikkatlice tetkik edilirken) olumsuz nispet tekrar edilmiştir. Zihinsel önerme, zihinselde olumsuz olan yüklemin itibara alınmasıyladır. Zihinde konunun varlığı dışında, onun olumlu halinde böyle bir şey gerekli olmaz… Yüklem dışsal bir olgu da olsa fark etmez. İşte buradan onların şöyle dediklerini görürüsün: “O (önerme) konu varlığını gerektirmeyen basit olumsuz bir kaziyedir.” ﴾ Uyarı: Bazen sabit (olumlu) olmakla … vs.﴿ 361 Önermede elde edilen olumlu çıkarım, konunun varlığı esnasında çapraz (bir ilinti kurmay)ı gerekli kılar. Olumsuzlukla birlikte; yüklemli olumsuz önerme ve vazgeçilen (değillenmiş) olumsuz önerme olmadan sadece melzum (gerekli olunan şey) olarak kalır.
359 360 361
Birinci şekil Yani ademi (yokluk). Gelenbevî S: 20, satır: 17. [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
-139-
-140-
[Sayfa: 92]
Sâlibe ma‘dûl (değillemeli olumsuz). Her ne kadar onunla birlikte içinde bulunmasa da kuşkusuz o olumsuzluk tekrar eder. Elde edilen olumsuz çıkarım, az önce söylediğimiz iki önermenin zıddıdır. Çaprazlamalı paradoks olarak birbirlerini gerektirirler. Aksi halde zihindeki ilk hali ile kalır. İkincisi ile birlikte gelince detaylanıp açıklığa kavulur. ﴾Mutlak manada hamliye (yükleme) faslı …vs.﴿ 362 Şunu iyi bil ki: Önermenin doğal hali konunun ondan önce geçmiş olmasıdır. Çünkü konu onun niceliğini bildirir. Daha sonra nispet (bağlaç) gelir… Kemiyetin (niceliğin) modalitesi (yani bir önermede konu ile yüklem arasındaki ilişki türünü gösteren kelime) bağlaçtan önce gelir. Çünkü bu (modalite) o önermenin keyfiyeti (niteliği)dir. Daha sonra ardından mahmûl (yüklem) gelir. Bazen önermede kendi tabiatından dolayı değilleme yapılır. Olumlu önermenin doğrulanması ile şu üç zımni kaziye (dolaylı, kapalı önerme) doğrulanmış olur: Bir: Konu için yüklemin sabit olması. İki: Bu surla (çizilen bu çerçeve ile) konu için yüklemin sabit olması Üç: Onun sabit olması, misal olarak gelen bu zaruri surla (çerçeve)dır. Bunlardan bir tanesi yok olmasıyla olumsuzluk doğru olur. Ortada açıkça görünen şey olumsuzluğu en özel şarta yönlendirmektir. Sur (konunun çerçevesi) dikkate alınarak kale (konu içinde) yanlışlık ve doğruluk ortaya çıkar. Müveccihlerde ise cihet (modalite) nazarı itibara alınır. Uyarı: Çıkarımın gerekli kıldığı şeylerden birisi, verilen örneğe bağlı olarak bir kural üzerinde ısrar etmemeye özen göstermektir. Maalesef birçok insan bu hataya düşmekte ve çıkarımı heder etmektedir. Nitekim mantık mecbur olma, mecbur olmama ve devamlılık konularını araştırır. Onların mecburiyetten maksatları şayet bu ise, aynı şekilde mantık olasılık konusunu da inceler. Bunlarla birlikte şartlılık, gereklilik ve kesinlik de bulunur ki, çıkarım açıkça görülen ve kesin bilinen bir olgu olsun. Olasılıklardan birisi doğruluk, cevaz, ihtimal hatta şüphe dahi olmasıdır. Halin devamlılığını bildiren şeylerden bazıları; “ebeden” (sonsuza dek), “fi külli vaktin” (her zaman), “müstemirrun” (devamlı) “alâ külli hâl” (her durumda, hâlükârda) ve bunlara benzer diğer tabirlerdir. Bunların değillemesi için “lâ dâimen” (devamlı değil), “lâ bizzaruri” (mecbur değil), genel anlamda “lâ” (“hayır, değil” olumsuzluk edatı)dır. Bilakis bazen açık olarak “leyse” (değil) veya gizli olarak “imtene‘a” (olanaksız) gibi fiil kalıbında olmayan bir mana olabilir. Zaruret ve devamlılık manası bazen “yenbeği (gerekir), istemerra (devam eder), katt (asla), ivaz (bedel), inne (muhakkak)” gibi fiil zımnında gizli olarak gelir.
362
Gelenbevî S: 20, satır: 25, [Bediüzzaman’ın kâtibi] Molla Habib’in tespiti. -A. B.-
-141-
-142-
[Sayfa: 93]
Aynı şekilde ortamın içinde bulunduğu kördüğümden dolayı bazen önemenin bu yönleri birer modalite olabilir. Söz konusu bu yönler yüklem için birer şart ve cüz olabilir… Bunlara dikkat et. Dikkatli ol! Aksi halde telaşa kapılır ve çetrefilli bir şeyin içine düşersin. Dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de şudur: Zorunlunun olumsuzu, olumsuz zorunlunun zıddıdır. Devamlılığın olumsuzu, olumsuz devamın zıddıdır. Olasılığın olumsuzu, olumsuz olasılığın tersidir. Olumsuz bir önermede –eğer olumsuzluk modaliteden sonra takdir edilmişse- olumludan olumsuz yapılan değil, olumluya yönlendirilmiş olan olumsuz önerme olma durumu vardır. Akis halde bu önerme o yöne doğru yönlendirilmiş olur. Dahası cihet (modalite; konu ile yüklem arasındaki ilişki yönünün) nasıl olduğunu nazara almaktır. Bu aynı zamanda başka bir kaziyenin de maddesi olur. Aynı şeyde ondan bir şeyler olması gerekir. Lafızda ise olumlu olur. Mutlak olumludan mutlak bir şart elde edilir… Yoksa o da mutlaktır. Uyarı: Nispet (bağıntı) için birçok farklı durum vardır. Hazırlık aşamasındaki olasılık ihtimalinden (bir eylemin yaklaştığını ifade eden) mukarabe fiillerine kadar uzun bir silsile vardır. Sübut için ayrıca şekiller ve nitelikler vardır. (Son harfi illetli harf olan ) nâkıs fiil şekillerinden. Onu ispat etme keyfiyetlerinden (bilgi, zan, ve değiştirme ifade eden) efâl-i kulüb ve teşbih harfleri (benzetme edatları) ve onun benzerleri bulunur. Onun esası ve temeli üç meşhur tabakaya döner. Nispet (bağıntı) sabitliği gösterir ve onun harfi mevcudiyeti vardır. Bir şeye nispetle varlık ya vaciptir (zorunlu), ya mümteni (olanaksız) ya da mümkün (olası)dür. Zorunluluk ve olasılık için çıkarımları ve modaliteleri çok farklı olan aşamalar vardır. Bunları mantıkçılar izah ederler ki bunlar azdır ama çok kullanılır. Şunu iyi bil ki: Müveccih (modal önerme)lerin 363 esası;364 (varlık ve yokluk olarak) zorunluluk, imkân gibi ya ikidir… ya da zorunlu olmak, zorunlu olmamak, devamlı olmak, devamlı olmamak gibi dörttür…. Onlardan birisi zincirleme bağıntılı önermelerdir. Yahut on üçtür. Bunların sayısı da beş yüz ile bin arasındadır. Önerme ya basit/yüklemli ya da bileşik/şartlıdır. Birleşik365 önerme olmanın şartı onun yanında zımni bir önerme olmasıdır. Buna karşın her zorunluluk bir olasılıktır. Zorunluluğun aslı altı şekildedir: (Başlangıcı olmayan) ezelî zorunluk, neşet eden zâtiye (sebebe dayalı özsel),
[Yüklemli önermelerde eğer yüklemin konuya nispet yönü açıklanmamışsa “mutlak”, açıklanmışsa “müvecceh” (modalite) önerme olur.] 364 Gelenbevi, S: 22, satır: 19, mealen alınmıştır. Kitabın bu kısmından sonra, yer yer Gelenbevî ile bazı meal ve mefhumlarla mutabakat varsa da, gittikçe bunlar da kaybolmaktadır. Ta’likat eseri bundan sonraki kısmında müstakillen gidiyor. -A. B.365 [En az iki önermenin “veya”, ve”, “ya da”, “ise”, “ancak ve ancak” gibi işlemlerle (bağlaçlarla) birbirine bağlanmasından elde edilen yeni önermelere bileşik önermeler denir.] 363
-143-
-144-
[Sayfa: 94]
Mutlak zâtiyet (şartsız özsel), vasfiye zâtiyet (betimlemeli özsel), vaktiyye zâtiyet (geçici özsel), hamlî şartî zâtiyet (yüklemli şartlı özsel)dir. Çünkü yüklemin sabit olma zorunluluğu ya kesinlikle kayıtsız ya da bir şart ile kayıtlıdır. Birincisi ezeli, diğeri içindeki bir şart itibariyledir. Zât (özsel) zât olarak devam ettiğinde nâşie olur. Zât mevcut olarak devam ettiğinde mutlak zât olur. Yahut yüklemin şartıyla veya hariçteki bir kayıtla yapılır. Bu vasfiye (betimleme)nin üç, hatta yirmi türü vardır. Vaktiyenin (yani hükmü herhangi bir zamanda ve herhangi bir fertte gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan bir önerme) ise iki, hatta kırk dört türü vardır. Ezelî zorunluluğun ölçütü ilahi vasıflarda bulunur. Birçok olumsuz366 önerme kalıbında subutilik367 ve selbilik vardır. Önerme herhangi bir vakitte368 olumsuz olduğunda konunun varlığı ortaya çıkar. Yokluğunda ise birinci yöntem gerekli olur. O ise ezeli olmayı gerekli kılar. Nâşie zaruret369 (bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan zorunluluk) zâttan neşet eden (özsel sebebiyle ortaya çıkan)dır. Yani hakikat, hakikat olarak devam ettiği sürece hakikat kalır. Yani muhal (imkânsız) olan bir şey başka bir hakikate dönüşmez. Yüklemi olumlu olan kalıplarda onu doğrulayan bir ölçüt olması gerekir. İlahi vasıflarda370 ise böyle değildir. Örneğin ilim yoksa vacip mümküne (zorunluluk olasılığa) dönüşür. Uzun süre insanın konuşmaması, konuşma özelliğini yitirir demek muhal bir önerme değildir. Türlerin olumsuz halleri veya onların gerekli kıldığı şeylere gelince; bunlar daha başka bir türdendir. Onlarda nâşienin doğruluğu ortaya çıkar. “İnsan at değildir” veya “insan inek değildir” gibi bir önerme doğrulanmadığı sürece insanın hakikati ata veya ineğe dönüşür. Böyle olması ise muhaldir.
366 367 368 369 370
Bilindiği üzere varlık süresinde sâbitsizlik vardır. Bunu iyi düşün. Yedidir. “Falanca âlim değildir” sözü gibi Gelenbevi S: 23, satır: 4, mealiyle. –A. B.Onlar zâtının aynısıdır. Bu yedi kadîmdir; başka değildir. Sen bunu iyi düşün!
-145-
-146-
[Sayfa: 95]
Zâti zaruret (özsel zorunluluk) mutlaktır. Çünkü varlığın kaydı o yönlerden birisinin üzerinde bulunur. Varlık371 ise zâtın aynısıdır. Kayıt (şart) harici de olsa, vasfi de olsa o, zarf olarak şart koşulmuştur. Zâtın zarûriyeti372 onun çıkış noktası olursa bunun şartları belirlenir. “Sıcak yağ eriyendir” cümlesinde olduğu gibi, buradaki vasfın bir işlevi vardır. “Yazar parmaklarını hareket ettirendir” cümlesinde olduğu gibi, bu durum tam bir vasıftan kaynaklanıyorsa bu önermenin olumlu olması bir şarta bağlı olur. Bu üç türden her birisi bazen zât için zaruri373 bir duruma gelip konuya başlık olur. Başka misallerde olduğu gibi, bazen başlık olmayabilir. Eğer kayıt (şart) geçici ise onun geçiciliği ya belirlidir ya da yaygın bir vakte dağıtılmıştır. Bunların her birisi zâtın veya vasfın vakitlerinden biridir. Önermede yüklem şart koşuluyorsa zaruriyet onun şartı ile ortaya çıkar. Bunun esası: her mümkünün başka374 vücuplarla kuşatıldığı bir mevcudiyeti vardır (Her olasılığın başka zorunluluklarla çevrelendiği bir varlığı bulunur). Geçmiş bir vücub tam bir illet ile yeniden vacip olur.375 Bu durum malulün (sebebe bağlanmış bir şeyin) geri kalmasına (kaybolmasına) engel olur. Varlık376 vaktinde eklenen vücupluk, her iki zıttın377 lazım olması için onun yokluğuna engel olur. Yüklem şartı ile yapılan zorunluluk açıkça veya gizli olarak378 daha önce geçen ek bir vücuba bağlıdır. Ezeliyet küllden daha hususidir (Başlangıcı bulunmamak tümel olmaktan daha özel bir şeydir). Bir itibarla ondan (yani küllden) naşi eden (ortaya çıkan) bir şey, ondan (yani ezeliyetten) daha umumidir. Nitekim nâşie küllden daha hususidir.
Sanki o kayıtlı değildir. “Yazar hayvandır” cümlesi gibi 373 “İnsan hayvandır” cümlesi gibi 374 Yani itibarlar (göreceli dikkate alma) gibi olasılıklar devam etmez. Çünkü o asli olarak vücup ile kuşatılmış bir şey değildir. Zira o, tam bir illet bulunmasını gerektirir. İşte buradan tercihe dayalı cüz ortaya çıkar. Sen bunu iyi düşün! 375 Yani vücûp tam bir illet için hâsıl ve melzûmdur. O ise, Allah’ın (c.c.) iradesidir. Çünkü mümkün olan bir şey vacip oluncaya kadar yoktur. Bu durum külli irade ile alakalıdır. Bu irade ise tam illettir. Çünkü bir şeyi başka bir şey ile ilişkilendirmek onun kaybolup geri gitmesini engeller. Sonunda vacip haline gelir. Sen bunu tam olarak iyice düşünüp anla. 376 Yani varlık içinde. Beka vakti ise tam illet itibariyledir. Sen bunu düşün! 377 Bu şey vacip olmasa bile mümteni (imkânsız) olur. İlletin gerekli olması ile birlikte bu iki durum ortaya çıkar. 378 [Bileşikliği açıkça belli olan önermeler koşullu, bağlantılı, nedenli ve ekli olmak üzere dörde; bileşikliği gizli olan karmaşık önermeler ise, özgülü, çıkarmalı, karşılaştırmalı ve sınırlandırıcı olmak üzere dörde ayrılır.] 371 372
-147-
-148-
[Sayfa: 96]
Ayrıca zâtiyye,379 kendisinden sonra gelenden şeyden daha hususidir… Ancak onun hususiyeti (daha özel olması), süreli olarak şart koşulmuş bir şeye göredir. Şartiyye, ehar380 bir bakıştır. Vasfiyye,381 vaktiyyeden daha hususidir. [Süresiz betimlemeli bir önerme, süreli olan diğer önermeden daha özeldir.] Ma‘niyye münteşireden daha hususidir. [Özel bir mana ifade eden bir önerme genel anlamlı yaygın önermeden daha özeldir.] Ezeli ve zâti olan devam, kendi dışındaki bir cihet ile onun karşılığında zorunlu olandan mutlak olarak daha umumidir. Kendisine önermenin bağlandığı şey (koşul), hangi lafız ve hangi sîga ile olursa olsun, ne devamlı ne de zorunlu olarak bir manaya delalet etmez. Kaziye, müsavi ve e‘amm olan bir nefiy ile kaydedilmez. (Yani önerme, kendisine eşit olan veya ondan daha genel olan bir olumsuzluk ile şarta bağlanmaz.) Bilakis kendisinden daha özel veya bir şekilde daha genel olan her şeyi olumsuz yaparak şarta bağlanıp bileşik yapılır. Devam: Zaruret gibi ezeliye, zâtiye ve vasfiyedir. Ancak burada ezeli zaruretten dolayı olmayan bir dağılmanın meydana gelmesi olasıdır. Nâşie zaruretin nefyine birleşir. (Yani bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan bir şeyin olumsuz yapılmasına birleşir.) Nâşie her zaman basit (bileşik) bir önermedir. Ezeli zaruretin nefyedilmesi ile onun zâtiyyeti için üç çeşit terkip şekli ortaya çıkar. Bu, nâşie ve ezeli devamdır. Şartlı:382 Üç veya altı kısmıyla devamlı383 olanlarla birlikte öncekilerinin olumsuz yapılmasına birleşir. Onun on beşe veya otuz şekli vardır. Vaktiyye: Dört kısmı ile birlikte kendisinden öncekilerin ve devamlı olanların olumsuz yapılmasına birleşir. Onun yirmi dört384 veya kırk dört385 şekli vardır.
Gelenbevî S: 24, satır 2, yine mealiyle. -A. B.El yazma metinde “ehar” yazıyor. Onun manası “çobanların çobanı bakışı ile” olabilir. -A. B.- [Ancak “herra” kelimesi “kedi ve köpeği güçsüz bırakıp hırlatmak” manasındadır. “Eharra el-berdu kelbe” yani “soğuk köpeği inletti”, iyice güçten düşürdü, havlamaya bile mecali kalmadı, anlamına gelir. Dolayısıyla buradaki anlam “rahatsız edici kötü ve etkin bir bakış” anlamında olabilir.] 381 Gelenbevî S: 24, satır 2, yine mealiyle. -A. B.382 [Gelenbevî’ye göre şartlı önermeler mukaddem ile tâlilerin yapısına göre altı çeşittir: 1. Mukaddemi yüklemli, tâlisi bitişik şartlı. 2. Mukaddemi bitişik şartlı, tâlisi yüklemli. 3. Mukaddemi ayrık şartlı, tâlisi yüklemli. 4. Mukaddemi yüklemli, tâlisi ayrık şartlı. 5. Mukaddemi bitişik şartlı, tâlisi ayrık şartlı. 6. Mukaddemi ayrık şartlı, tâlisi bitişik şartlı.] 383 Zâti ve ezelî. 384 Birinci vasfiyeden sonra. 385 Altı vasfiyeden sonra. 379 380
-149-
-150-
[Sayfa: 97]
Mahmûl (yüklem) şartı ile:386 Ondan daha hususi olan her şey ona nefiyle (ispatın karşı olan olumsuzlukla) birleşir. Onun on beş387 şekli vardır. Nesebinde zapt edilen (tutulan): Daha özel olan bir şeyin olumsuz yapılmasıyla şartlı olan önerme daha umumi bir hale gelir. Buna karşın daha genel olan bir şeyin olumsuz yapılmasıyla daha özel olur. Bir şekilde veya başka bir şekilde. Zorunlu 388 kaziyeyi389 (apodiktik önermeyi) bitirdikten sonra şimdi artık zaruri olmayan (problematik) önermelere sırayla başlayalım. Zaruri olmayan önerme yüklemi olası olan önermedir. Her ne şekilde olursa olsun onun yükleminde bir olasılık 390 vardır… Aksi takdirde onlar birbirine ya müradif391 (eş), ya da muhalif(zıt)tir.392 İşte buradan hareketle şöyle denir: İmkân (olasılık), zaruretin zıddı idi.393 Ve ondan daha umumi idi.394 Eğer imkân395 mahmûl ile (olasılık yüklemle) alakalı olup ona bağlı ise, önerme zorunlu olur.396 “Zeyd bir olasılık ile zorunlu olarak ayaktadır” 397 cümlesinde imkân olmazsa zaruret de olmaz.
Gelenbevî S: 24, satır 7, mealiyle. -A. B.Altı vasfiye ve devamlı olan iki şey (zâti ve ezelî) ile birlikte dört vaktiyeden sonra. 388 [Bir önermenin gösterdiği şeyin, yalın, zorunlu ve mümkün olup olmama durumunun araştırılmasına kiplik denir. Buna göre önermeler; yalın, zorunlu ve mümkün olmak üzere üçe ayrılır. Yalın önerme (assertorik): Öznenin, yüklemi deney ve gözlemle ispatlanmış bir şekilde kendisinde taşıdığının ifade edildiği önermelerdir. Zorunlu önerme (apodiktik): Başka türlü olması olanağı olmayan, yüklemde bulunan özelliğin doğruluğu zorunlu olarak bilinen kesin önermelerdir. Mümkün önerme (problematik) ise, yüklemde belirtilen özelliğin, belli koşullar altında olasılık dâhilinde olduğu belirtilen önermelerdir. Bu önermelerin doğruluğu, birtakım koşullara bağlıdır.] 389 Zaruret; aklî, şer’i ve vaz‘îdir. Burada kastedilen birincisidir. 390 Elde edilen şey: Şayet o ikisini (assertorik, problematik önermeyi) zikreder ve onlara bir yön yaparsan olasılık durumu daha genel olur. Çünkü zaruri önerme kendi içinde bir alanda bulunur. Zaruri olmayan ise başka bir yönde, ona karşı olan bir tarafta bulunur. Mümkün ile zaruri olmayanların yerlerini değiştirsen iki zıt bir arada toplanmış olur. 391 Birbirine uyumlu olma bakımından. 392 Bulunduğu yer itibariyle zıt. 393 Manası zorunlu olmaması itibariyle. 394 Bu çok açıktır. 395 Zeyd zorunlu bir olasılık ile ayaktadır, cümlesi gibi. 396 Sadece kendisinde veya her ikisinde. 397 Yani onun ayakta olması zaruri olarak mümkündür. Aynı şekilde zorunlu olmayan önermeyi yüklemin bir şartı yaptığında mana şöyle olur: Vacip olan kıyam mümkündür. (Zorunlu olarak ayakta olmak olası bir durumdur.) Yani vacip olmayan kıyam zaruri değildir. (Gereksiz yere ayakta durmak zorunlu değildir.) 386 387
-151-
-152-
[Sayfa: 98]
Zaruret birçok şekillerde tasavvur edilir; lüzum zihni ve bedihi ile şartlı398 (koönermede olduğu gibi. Basit önerme vücûb400 (zorunluluk) ile ortaya çıkar. Aynı şekilde imkânın (olasılığın) da olabilme, birleşme ve şüpheli olma gibi farklı çeşitleri vardır. Vücûb, ezeli ve nâşi olan zaruretin401 maddesinde zâti olarak bulunur. Başkasıyla birlikte bu ikisinin dışında başka bir yerde bulunur. Bazen imkân, mutlak olana karşı olarak gelir. Yani kuvvetli olasılık,402 hüküm öncesi yapılan ön hazırlık diye isimlendirilir. Ancak bu, müveccihe (modal önerme)lerden değidir. Karşılıklı zâtî imkân hârici zâtiyenin zaruriyeti içindir. (Karşılaştırmalı özsel olasılık, zihin dışındaki varlığın mevcudiyetini ispat etmek için kullanılır.) Bunun için şüphe diye isimlendirilen zihinsel bir olasılık olması gerekmez. Karşılıklı ihtimal (olasılık) yakîn, bedâhet ve ilim diye isimlendirilen zihinsel zaruret içindir. İşte buradan hareketle normal ilimlerde hissedilen vehmiyatın bedâhetinde (gerçekte var olmadığı halde var sayılan şeylerin en ufak bir şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek derecede açıklıkla ifade edilmesinde) yani normal ilimde şöyle denir: “Zâtî imkân, yakînî ilme ters düşmez.”403 (Özsel olasılık, kesin ilimle çakışmaz.) Van gölü hoşaf değildir404… Süphan dağı kışın şeker, yazın da bal değildir.405 İmkân basittir. Yani genel olasılık ve bileşik olasılık. Yani bu özeldir. Basit (önerme) ise, mutlakın karşısındadır. şullu)399
Onun karşılığındaki imkân, ittifak. Yargının bir şarta bağlı olduğu önermelere “koşullu önerme” denir. Bu önermede “ön bileşen” ve “art bileşen” vardır. Bu birleştirmede kullanılan bağlaç eğer, art bileşenin olup olmama koşulunu ön bileşene bağlıyorsa “bitişik koşullu önerme”; eğer bağlaç ön bileşenle art bileşenden birini seçip diğerini yok ediyorsa buna da “ayrık koşullu önerme” denir. Birincisine örnek “Yağmur yağarsa bolluk olur.” İkincisine örnek; “Sayılar ya pozitiftir ya da negatiftir.” 400 Yüklem zaruri olduğu zaman koşulluluk ortaya çıkar. 401 Yani, o ikisinin olumlu hallerinde. Olumsuz halleri ise zâti olarak yokluktur. 402 Yani, yüklemi mutlak olan bir şart ile zaruret içindir. 403 Çünkü yakînî ilim zaten vehmiyattan elde edilmiştir. Bir delilsiz ve işaretsiz gelmedikçe bu özelliğini kaybetmez. Çünkü asıl olan şey o hali üzerine kalmasıdır. 404 Yani, zâti olarak imkânı (özsel olarak olasılık) olsa da şu andaki net bilgilerle bu, böyledir. 405 Birincisi: Kaşık (kepçe) değildir. Veya aynı şekilde yemeğe (sofraya) uyması için ekmek (be/nân; ekmeği olmayan) değildir. 398 399
-153-
-154-
[Sayfa: 99]
Yani devamlı değildir...406 Yani bilfiil (gerçekten)dir. Bu, olabilme potansiyeli olan bir şeydir.407 Bedâhet (açık ve net bilgin)in karşısında zihinsel olasılık vardır. Daha sonra ezelî ve nâşienin zıddı gelir.408 Zâti imkân (özsel olasılık) zâtî gerekliliğin bir benzeridir. Zâtî zaruretin karşısındaki şey başkası nedeniyle vaciptir. Olasılık genel bir şeydir. Tüm kısımlarıyla vasfiyenin (betimlemeli önermenin) karşısında olan şey, zamansal geçici (muvakkat bir) olasılıktır.409 Yani hepsinde koşulların sabit olduğu özelliklerin gerçekleştiği herhangi bir zamanlarda.410 Belirli bir vakte karşın gelen muvakkat bir olasılıktır. Yaygın olan şeye karşın nekra gibi herhangi bir zaman gelir. Onun karşısında ve zıddında, gizli olmayan bir ferdin elinden kurtulamayan çevre ve ortam bulunur. Her zorunluluk için mukabeleye gerekli olan bir yüklem bulunması şartı ile onu zaruri hal karşılar. Gerçekleşme imkânı olan şey, aynı şeye göre olasılık olarak isimlendirilir. Eğer basit411 bir önerme olup istikbalde412 (gelecekte) olma imkânı varsa böyledir. Sadece bileşik yani özel bir önerme olduğunda değildir.
Devamlı olmamak ve mutlak olmak, anlamdaş yüklemin fiil ve şartı iledir. Aksi halde sondakinin karşısında olan imkân (olasılık), daha önce geçen şeylere uygun gelmez. 407 Bu, bitişindeki (art bileşen için) gerçekleşmesi olanaksız olan (ön bileşen)dır. Çünkü bu durumda konuya yüklem yapmak (bir yargıya varmak) doğru değildir. Bu meyanda şu andaki realitenin zıddına olabilme kapasitesi (insan olmanın ön aşaması) olsa bile yine de “Zigot insandır” denemez. 408 Çünkü ezelî nâşie, yüklemi olmasa da özsel zorunluluğun bir benzeridir. 409 Olasılıkla birlikte “Kâtip gülendir” sözünde olduğu gibi. Yani bu durumda o kâtip olarak devam ettiği sürece onun için ağlamak sıfatı zorunlu değildir. 410 Çünkü bir andaki özellik tüm zamanlardaki diğer özellikleri tam olarak karşılamaz. 411 Mutlak bir mukabele için külldeki (tümeldeki) her şeyi boşaltma işlemidir. 412 İstikbal, yüklemde muteberdir. Çünkü o zaruretin mutlakını iki yönden olumsuz yapar. Bu durum ancak istikbalde olur. Çünkü sen şöyle dediğin zaman: “Zeyd ayaktadır” özel bir imkân ile bunu söylemiş olursun. İki yönden kısımlarıyla birlikte zarureti olumsuz yapmak istediğinde mana şöyle olur: Ayakta olma zorunluluğu mutlaktır. Muhal olan yokluk ve varlıktan dönüştürülüp olumsuz yapılmıştır. Aksi halde bu istikbalde değerlendirilir. Ve şöyle denilir. “Yarın….” Yani onun ayakta olması veya olmama durumu geleceğe (yarına) ait bir durum olup şimdiki zamanla ilgili değildir. Henüz gerçekleşmeyen bir şey hakkında hüküm verilemez (doğmamış çocuğa don biçilmez). 406
-155-
-156-
[Sayfa: 100]
Basit olan genel olasılık zorunlu olmayan şeyleri de kapsar. Önermenin zıt yönüne giden birçok bileşik kaziyeler kullanır. Bunun sebebi var olan her şeyden onu nefyetmek daha umumi olmasıdır. Birli zaruretlerden daha hususi olan on şekil vardır. Devamlık üç, mutlak ise beştir.413 Onların en meşhurları zâti zorunlu olmayanları kapsayanlardır. Özel olasılık414 ve cevazlık diye isimlendirilen ve onunla mukayyet olan da aynı şekildedir. Zihinselde realite itibara alınır. Diğerlerinde meydana gelme nazara alınır. Bunlar şüphe, tereddüt ve ihtimal diye isimlendirilen şeylerdir.
Zorunlu olma ve zorunlu olmama konusunu bitirdikten sonra şimdi devamlı olmak ve devamlı olmamak konularının kuyruklarına tutunalım. Şunu iyi bil ki: Devamlılık/süreklilik, fertlerin tümü gibi bütün zamanları kapsar. Üç kaziyeden dolayı müveccihe (modaliteyi) de kapsar. Onlardan birinde bir maksat güdülür ve onun üzerine delil getirilir. Önermenin çıkarımında ondan istifade edilen bir yön vardır. Bu gibi durumlarda devamlı şuna benzer tabirler söylenir: “Mâ beriha, mâ infekke, mâ zâle, mâ fetie” ve bunlara benzer zâti süreklilik ifade eden nakıs fiiller vardır. “Mâ dâme” (… sürece, ….dığı müddetçe) ve bunun gibi amlamdaş olan nâkıs filler niteli süreklilikte kullanılır. Sürekliliğin üç çeşidi vardır: Birincisi ezelî sürekliliktir. Bu ebedi ve bakilik bir sonsuzluk ifade eder. İster kasıt ister kayıt olsun varlığın hiçbir tarz ve şekilde başlangıcı olmamayı ifade eder. Bu süreklilik varlığı zorunlu olan önermelerin ilk ikisinden mutlak olarak daha umumidir. Bakiler yönünden ise ondan olan her şeyi nefyederek kayıt ve terkip yapar. İkincisi: Zâtî sürekliliktir. Bu, zorunlu olanların ilk üçünden mutlak olarak daha umumi olduğunda, ezeli süreklilik zorunlu olanların geride kalanlarından, her birisi nefyedilerek terkip edilir. Üçüncüsü: Vasfî sürekliliktir. İlk olarak vasıf aynı şekilde devamlı da olsa, daha önce geçenlerden daha umumidir. İster açıklayan isterse şarta bağlayan olsun, onlardan her birisi nefyedilerek terkip edilir.
Bunlardan dördü vaktiyye ve mutlaktır. Özel olasılık aynı zamanda a‘âm gibi onlardan her biriyle birlikte olabilir. Bazen dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinciyi birlikte karşılar. Bu bir şeyi bozup boşaltmak değildir. 413 414
-157-
-158-
[Sayfa: 101]
Sürekli olmayan ise, kaydı fiil ile anlamdaş olan “ıtlak”415 genel mutlağını içerir. Onda ya bir vakte bakılmaz -ki o genelin geneli olan mutlaktır- ya da bir vakte bakılır. Bu ise ya muayyen (belirli)dir ya da müphem(belirsiz)dir. Bu ikisinin her birisi ya vasfî (betimlemeli)dir ya da zâti (özsel)dir. Tabir edilme esnasına zaruret vakit ile mutlak vakit arasındaki fark şudur: Mutlakın vaktiyeden (şartsızın süreliden) önce gelmesi onun mutlak olduğunu gösteren bir alamettir. Vaktiye (süreli)nin onan önce gelmesi ise orada bir zorunluluk olduğunu gösteren bir alamettir. Zorunlu bileşik önerme ile basit önerme arasındaki fark ise, basit ismin mutlakla birleşmesi, mürekkebin de basit ile birleşmesidir. Mutlak beş kısmı ile birlikte, yüklemi genel olasılık olması şartı ile onun dışında geçen her şeyden daha umumidir. Olumsuzluk sayısı kadar onun için bileşik elde edilir. O bileşiklerden en meşhuru; devamlı olmayan (muvakkat) varlık diye isimlendirilen zâti olarak devamlı olmamakla kayıt altına alınandır… Bir diğeri zorunlu olmayan varlık diye isimlendirilen zâti olarak zorunlu olmamaktır. Şunu iyi bil ki, mantıktaki nesep (bağıntı) örümcek evi gibidir!.. Onun sayesinde mantık maksatları için önemli olan yüce sıfatlar avlanır. Bunların içinde birbirine uygun olan şeyler için cinsler (in vasıfları) gibi. Burada ikaz edilmesi gereken noktalardan biri şudur: Genel olasılık zorunluluktan daha umumidir. Çünkü o zarureti nefyeder. Onun umumi olması muvafık (uygun) olan tarafta olması itibariyledir… Yokluğa bakan taraf ise, imkânsızlıktan daha umumidir. Aynı şekilde: Bu modalitelere ait tariflerdeki şartlar; bir şey şartıyla değil veya hiçbir şey şartıyla değil yahut bir şey şartı iledir… Aksi halde münteşire vaktiyye (süreli olan önerme) için açıklanmış olurdu. Kayıttan dolayı kapalılık belirli değildir. Aynı şekilde: Önerme sur (tüm çerçevesi) itibariyle bazen kendi tabiatından çıkıp sapabilir. “Hayvan her insandır” önermesinde olduğu gibi. (Oysaki “her insan canlıdır” denmesi gerekirdi.) Onun sınırlanmayıp belirsiz olduğu nokta bazen cüziye veya külliye kuvvetinde olur. Aynı şekilde modalite kendi tabiatından bazen sapabilir. Onun belirsiz olduğu nokta ise yönü itibariyledir. Bu yön bazen şartlı veya örfe dayalı bir kuvvette olur. Bunun da bir hikmeti vardır. “Hüküm türeve göre verilir.” Yahut onun hükmünde kelime kökenine veya hükmün zarfiye olması delalet eden bir gerekçe bulunur.
415
[Itlâk: Bir kayıtla kayıtlı olmamak, kayıtsız ve şartsız olmak, mutlak olmak.]
-159-
-160-
[Sayfa: 102]
Onun mühmeli (kapalı bıraktığı nokta) bazen zihinlerde karışır. Bunun sebebi sonradan ortaya çıkan zorunlulukların şekline göre veya örfe yahut şarta dayalı hakikate göre hareket edilmesidir. Onun türsel şekli gerçeğe veya başkasının hükmüne dönüşür. “Su havadan daha ağırdır” veya “Elif hareket etmez” önermeleri gibi. Bu noktadan hareketle şöyle denir: Başlık olmasıyla beraber örfiye ve şartlılık zâtın aynısıdır. Burada zâti devam ve zâti zaruret olmaksızın bulunur. Şunu iyi bil ki: Şartlarına nazaran bazen bir söz birçok önermeyi içerebilir. Önerme hangi kayıt ve şartta odaklanıyorsa orada iyice temelleşir ve onu diğer kardeş önermeler takip eder… Böylece birçok şekillerle renklenir. Hatta bazen onun mahdumu (yani ondan neşet eden diğer önerme) dahi kullanılır. Konunun daha fazla dağılmasını önlemek bir şeyi kayıt altına almakla önermeler ve söz söyleme şekilleri kısalıp özetlenir. Tümel bileşik modalitelerin bir şeklinde bazen birçok şekiller iç içe girer. Bir netice içinde dört farklı netice bulunur. Küçükten büyüğe ve onu takip eden diğer zımnî önermeler kapsamında başka çıkarımlara ulaşılır. İşte bu noktadan hareketle önermenin modalitesini ayrıca mürekkebe (bileşiğe) ayırdılar. Önermenin ciheti (modalitesi: yani konu ile yüklem arasındaki ilişki türü) ile önermenin suru (dış çeperi) ikisi birer ölçüttür. Belâgatteki meâni ilminin manalarında olduğu gibi onların arasında doğal bir sıralanma yoktur. Cihet (modalite) surdan önce gelebildiği gibi sonraya da kalabilir. Mana bakımından önce gelebilir. Bu durumda cihet (modalite) önerme için surdan istifade edilen bir nitelik olur. Geçmiş zaman ve şimdiki zamana göre mutlak, gelecek zamana göre de imkân (olası) olur. Diğerlerini sen buna kıyas et. Sûrun416 cihetten önce gelmesi külli-i iftirâdiyi (bireysel tümeli), sonra gelmesi ise küll-i ictimâyı (toplumsal tümeli) gerektirdiği zannedilir. Kesin olmakla birlikte, fertlere göre bir şeyin olabilme imkânı, topluma nazaran onu bazen şüpheye sevk edebilir. Çünkü muhalden ortaya çıkan birçok şey toplum nazarında mümkündür. Özel şartlı ve özel örfî önermeye delalet eden şeylerden biri, vaktiyye ve münteşire (süreli ve yaygın) şeklinde olmasıdır. Hatta mutlak olarak mefhumdan mefhum (anlamdan çıkarılan diğer anlam) vardır. Türleriyle beraber zıt olan hitabet makamında zan ile tabir edilir. Bu durumda önerme lafız olarak basit, mana olarak bileşik olur. Hüküm çıkaran uzmanlar zan ile yetinmedikleri zaman lafız olarak takyit ve terkip (şarta bağlama ve birleştirme) yapmaya mecbur kalırlar.
[Sûr: Önermeyi nicelik açısından tümel ve tikel, nitelik açısından olumlu ve olumsuzluk olarak belirleyen ve hükme delalet eden lafızdır. Türkçe mantık kitaplarında bu teriminin tam karşılığı olmamakla birlikte, buna yakın olarak “bağ” ve “eklem” kavramlarının kullanıldığını gördük. Bu kitapta ise “karine, alâmet, ipucu” anlamlarında kullanılmıştır.] 416
-161-
-162-
[Sayfa: 103]
﴾Uyarı: Onlara göre zorunluluk olduğu söylenir…vs.﴿
417
Şunu iyi bil ki:
Konunun özgünlüğü onun (başka bir şeye) yüklem olmamasıdır. Onun bu özelliği ve cihet (modalite) onun ilk niteliğidir. Zira yüklem olma genele bir zorunluluktur. “İnsan hayvandır” gibi bir önermesini zorunluluğu ile birlikte olması zorunlu değildir. Onun özel durumunda, konu itibariyle yüklem olmaksızın konu olabilecek bir özelliği vardır. Örneğin “Kâtip insandır” önermesi bir zorunluluktur. Daha sonra şunu iyi bil ki: Önerme, meşhur şartları itibariyle birleştiği gibi, konunun çeşitli olması veya lafız418 olarak yüklem olması itibariyle bileşik önerme olur. Veya onun hükmünde419 olması yahut mana bakımından öyle olması gerekir denilmiştir. Eğer cüz, cüz veya yüklem olarak cüzî ise kıyas yapılır. Az önce geçtiği gibi yüklemin çeşitli olması sırrı ile konum zorunluluğundan dolayı, onun cüzünün ayrılması gerekli olur. Küll olması itibariyle bizim önermemizin konusu olur. Birinci şekil ile elde edilen sonuç diğerini tâbisi420 (takipçisi)dir. Onun neticesi: Eğer büyük öncül önerme cihet bakımından küçük öncül önermenin vasfı ise o bizim önermemizin aslı olur. Yüklemin çeşitli olması itibariyle çıkarımlı önermeler nitelik, nicelik ve cihet bakımından önermenin aslı ile uygunluk sağlar. Ancak konunun çeşitli olması itibariyle, konunun sayrureti (bir durumdan başka bir duruma geçme hali) ile şu sonuç çıkarılır:
Gelenbevî S: 23, satır: 4, [Bediüzzman’ın kâtibi olan] Molla Habib’in tespiti. -A. B.Ayakta olan ve oturan hayvandır önermesi gibi. 419 İki Zeyd ayaktadırlar önermesi gibi. 420 “H” Tâbinin metbusu (takipçinin takip ettiği şey) bir gerekçe ile şarta bağlanmıştır. Nitekim şöyle denir: “Kendisine uyulan olması itibariyle metbu, o takipçinin takip ettiği şeydir. Tabi olmazsa metbû da olmaz. Metbunun varlığı tâbiye bağlıdır.” Bu durum: Mutabakat mutlak olarak her ikisinden daha umumi değil midir? Bu soruya ben şöyle cevap veririm: …. Şarta bağlamak için kullanılan gerekçeler üç çeşittir. Tariflerin konularında olduğu gibi. Ta‘lîl (sebebe bağlama, gerekçelendirme) için: “Değerli bir âlim olmasından dolayı Zeyd” sözü gibi. İtlak (kayıtsız, mutlak mana) için: “İnsan olduğu için insan, konuşan bir hayvandır” sözü gibi. Ta‘lîl (gerekçe göstermek) için söylenen önerme sıfat itibariyledir. Yani sıfatın ispat edilmesi hükmün illeti olur. İtlak (şartsız) olan da buradaki gibidir. Tabi, tabi olmasından dolayı, yani onun zatı bir metbuya muhtaçtır. İşte o zaman bu vasfı ile tabi olur.. Metbunun gerekçesi ise sadece sıfat itibariyle metbu olmasıdır. Yani onun zatı bir tabiye ihtiyacı yoktur. Kendisini takip eden hiçbir kimse olmasa da o yine vardır. Onun metbu olup olmaması tabinin varlığına göre değildir. Metbu olabilecek sıfatlara sahip midir değil midir, ona göre karar verilir. Sen bunu etraflıca düşün! 417 418
-163-
-164-
[Sayfa 104]
“Her konu kendi cüzü içindir.”421 Açıkçası böyledir. Bu, önermenin yüklem konusudur. Yüklemin sabitliği üçüncü şekil ile bazen cüz için sabit oldu ki bu önermenin matlubu (sonucu)dur. Ancak bu asıldaki tevafuk (uygunluk), nicelikte değil sadece niteliktedir. Çünkü o, … cihet (modalite) olmaksızın üçüncü bir çıkarımı doğurmuştur. Çünkü onun neticesi zıdda tabidir. Zıt ise önermedeki ciheti aynen korumaz. Şunu iyi bil ki: Vücub (zorunluluk), imkân (olasılık) ve varlığa izafet edilen imtinâ (imkânsızlık), adem (yokluk) ve onların zıtları çok olup bulundukları konumlarda bir birleriyle yer değiştirirler. Bazı önermelerde teâkus (zıddına döndürme yapmak)422 gerekmesi sırrına binaen hareket edilir… “Zilzal” kelimesi gibi… Varlığı vacip (zorunlu) olan şeyin ademi (yokluğu) imkânsızdır. Varlığı vacip (zorunlu) olmayan bir şey mümteni (imkânsız) de olmaz. Bu, döndürme dışında elde edilen bir sonuçtur. Şu olumsuzlarda olduğu gibi: “Varlığı zorunlu olmayanın yokluğu da imkânsız değildir.” ﴾Şartlı önerme bölümü…vs.﴿ 423 Mâlum ola ki;424 şartiyet, (yani şu iş böyle olursa, şöyle yaparım şartlılığı) ehl-i nakil yanında →
(Daha önce) oturan (şimdi) ayakta olan (an itibariyle) ayaktadır. Oturan ayaktaki hayvandır, önermeleri gibi. 422 [Döndürme, bir önermenin niteliğini bozmadan yüklemini konu, konusunu yüklem yapmakla olur.] 423 Gelenbevî S: 24, satır: 12, [Bediüzzman’ın kâtibi olan] Molla Habib’in tespiti. -A. B.424 [Şu dört paragrafın tercümesi Abdulkadir Badıllı’ya aittir.] 421
-165-
-166-
[Sayfa: 105]
ve keza şafiilerde, onun hükmü, tüm cüz’lerinin içerisindedir. Ama ehl-i akıl ve keza Hanefilerin yanında ise, onun hükmü aralarındaki durumdadır. Bu noktadan dolayı bu ikilerin aralarında mühim bir ihtilaf doğmaktadır. Hatta evvelkiler, öbürlerin zıddına, hükmü şartın mefhum-u muhalifine bina ederler. Bunun sırrı ise, birinci görüş: Şartın tasarrufunu vuku’da (yani şartlı işin vuku’ bulmasında) kabul ederler. İkinci görüş ise, onun tasarrufunu ika’da (yani onu söylemekte) mütalaa ederler. İşte buradan “mülk” yani köle mes’elesinin tartışması tevellüd eder. Yani mesela, ben desem ki: “Ben şuna mâlik olduğum vakit, o zaman o hürdür.” Şafice bu söz, hükümsüz bir yemin gibidir. Çünkü onlarca şartın cezası, yani neticesi illetin kendisidir. Lâkin ika’ durumunu takyid etmedikleri için, onu kabul edecek bir mahalle tesadüf edilememektedir. İkincilerin yanında ise, ika’ durumun kayıtlı saymaları sırriyle; şartın vukuundan sonra illiyet dahi in’ikad eder. Keza bunun gibi, müstesnalık mes’elesinde de ihtilafları vaki’dir. Birincilere (nakilcilere) göre; sözündeki birlik sırına binaen bir hükmün zıddı müstesna için vâkidir (yani şartın gerçekleşmesine bağlıdır). Diğerlerine (akılcılara) göre; bir hükmün zıddı îkâdır,425 yani müstesnadır;426 onun hakkında bir şey söylenmeyip susulmuştur. Ayrıca şartlı/koşullu önerme427 hüküm ve niteliği bakımından “mukaddem” (konu/özne) ve “tâli” 428 (yüklem) olarak ikiye ayrılır. Sûr429 (eklem/karine) itibariyle nispet ya onun yanında bitişiktir ya da ondan ayrıdır. Birincisi (bitişik olan): Tâliye (yükleme) açıkça geçebilmek için zihnin düşünebildiği bir şeydir. Yahut bu nispet açıkça (lafzen) belirtilmediği için diğeri (mana itibariyle) luzumîdir. Bunun mazanı: Her iki taraf birleşirse, yani müsevvirât (sûrlular) ve müveccihâta (yönlendirilmişlere) göre sırayla mukaddem ve tâliye birleşirse, her maddede daha hususi ve müsavi olan mukaddime (konu), daha genel ve müsavi olan ise tâli (yüklem) yapılır... Yahut sıraya göre hareket edilir. Onun var olduğu sanılan yeri akislerdir.430 Asıl önerme konu, akis ise yüklem olur. Eğer bir tarafta431 birleşirse diğer iki tarafın mutlaka müsavi olması gerekir. Veya daha genel veya özel olabilir. Lüzum olma sırrı, bir şeyin müsavi üzerine hamledilmesidir. Veya onun vasfı kendine yahut diğer müsavi olana yüklenir.
Burada “ikâ”dan maksat susmaktır. Yani sabittir. 427 [Koşullu/şartlı önermeler, yargının bir koşula bağlı olduğu önermelerdir. Şart edatından önceki cümleye “ön bileşen ” sonrakine ise “ön bileşen ”denir. Bu tür önermeler muttasıl/bitişik koşullu ve munfasıl/ayrık koşullu olmak üzere ikiye ayrılır.] 428 [Genellikle yüklemli önermelerde konu ile yüklem “tarafeyn”; şartlı önermelerde ise konu “mukaddem”, yüklem “tâlî” adıyla anılır.] 429 [Önermeyi nicelik açısından tümel ve tikel, nitelik açısından olumlu ve olumsuzluk olarak belirleyen ve hükme delalet eden lafızdır.] 430 [Akis: Asıl önermenin nitelik (olumluluk veya olumsuzluk) ve doğruluğunu (sıdk) olduğu gibi bırakarak yüklemini konu, konusunu yüklem yapmaktır. Eğer aslın niteliği aynı kalmakla birlikte doğruluğu değişirse buna akis değil inkılâb denir.] 431 Mukaddem ve tâlinin (yani mahmûlün) konusu bir olursa. 425 426
-167-
-168-
[Sayfa: 106]
Lüzum olduğu sanılan yerler de aynı şekildedir. Onun lüzumu432 için delil mukaddime (konu/özne), netice (yüklem) yapılır. Eğer taraflar konu ve yüklemde birleşmezse onun mazannı, geçişli fiiller gibi izafet ve nispet sözleri olur. Eğer bu onun faili ise, o da mefulüdür. Veya üstü ve altıdır… Veya zıddın zıddıdır… Yahut eşin eşidir. Aynı şekilde onun mazanlarından birisi aklen,433 şer‘an,434 âdeten veya se435 bep olmasıdır. Onun alakası436 ister birincisinde437 malul438 olsun veya ikincisinde439 yahut başka bir şey için her ikisinde de olsun fark etmez. Mukaddem ile tâli ayrık bir önermede birleşirse onun mazannı tenâküz (çelişki) olur. Munfasıla 440 (ayrık) önermede441 ayrı iki öncül birlikte sırayla gelip aynı anda doğru olmaları mümkün olmaz. Art öncül, ön öncülün zıddı olup birleşmelerine mâni olur. Her muttasıl mukaddemin zıddı ve onun tâlisini aynısı birlikte bulunmaya engeldir. Munfasıl442 (ayrık) önerme çeşitleri kıyasla bilinir. Daha önce zikrettiğimiz gibi, bitişik önermede nefiy (değildir eki) tâlinin (hükmün) yanına veya mukaddimeye (konuya/özenye) gelip onu olumsuz yapar.
Örnek: Her ne zaman her insan konuşuyorsa, her insan da gülüyordur. Her ne zaman her konuşan hayvansa, her gülen de hayvandır. Her ne zaman her hayvanın bir cismi varsa, her insanın da bir cismi vardır. He ne zaman her insan konuşuyorsa, her insan hayvandır. 433 Güneş doğduğu zaman aydınlık olur, önermesi gibi. 434 Akıllı sabi çocuk buluğ çağına geldiği zaman, ona namaz farz olur, önermesi gibi. 435 Bana gelirsen, sana ikram ederim, önermesi gibi. 436 Duman varsa ateş de vardır, önermesi gibi. 437 Yani mukaddem (konu)dir ve bu dış âlemdedir. Çünkü zihinde mukaddemin melzûmu (konunun gerektirdiği şey) vardır. Tâlinin (yüklemin) lazım olması sözün devamlı döndüğü turdan malumdur. 438 Olumlu ve etkili bir illet olması veya neticeye ulaştıran ve ona hazırlayan bir sebep olması. 439 Yani tâli (yüklem). 440 “Bilinir” kelimesi ile ilgilidir. 441 [Bir önermede ön ve son bileşenin birbirini yok etmesi koşulu varsa, ayrık koşullu önerme olur. Mesela: “Sayılar ya pozitiftir ya da negatiftir” önermesinde ya ön bileşen ya da son bileşen doğrudur; ikisi birden doğru olamaz.] 442 [Her iki önermede ön bileşen ve son bileşeni birbirine yaklaştırılıyor ya da birbirinden uzaklaştırılıyorsa buna bitişik koşullu önerme denir. Örneğin “yağmur yağarsa yerler ıslanır” önermesinde ön ve son bileşenler birbirlerine yaklaştırılmıştır. “Üniversiteyi kazanamadıysa yeteri kadar çalışmış değildir” önermesinde ise iki bileşen birbirinden uzaklaştırılmıştır.] 432
-169-
-170-
[Sayfa: 107]
Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi, koşullu önerme koşulsuz önermelerle çok benzer nitekim koşullu olmayan birçok önerme onun şeklinden yararlanır. Adeta suyunu sıkar damlasını alıp ruhuna girer dolayısıyla tekil bir lafsın içinde sanki lazımmış gibi görünür. Şunu iyi bil ki: Tikel bitişik koşullu önerme arasında doğal bir sıralama vardır. Ayrıkta ise yoktur bunun için onun çelişkisi değildir nasıl sıralandığını öğrenmen gerekir. Farklı doğumların babalığa ve çocuklara delalet etmesi gibi bitişik hüküm, türü farklı olan izafet sözünden gerekli olur. Vurana vurmak onu vurulmuş yapar. Kardeşlik eşitlikler gibi ayrık koşullar türlerin birbirine benzeşindendir diğerlerini sen kıyas et. Daha sonra ayrık koşullu önerme gelir. Bir şey (öncül) kendi zıttı ile veya eşdeğeri ile zikredilirse diğer zıttın doğrulukta birleşmesi mümkün olmadığı için sadece birisi doğru olur. Yalandaki durum bunun tersidir.. Bu tasavvurun bedihi iledir;443zahirde cüzleri çok olsa da hakikatte farklıdır.. Aksi takdirde tümelin aynısı veya başka bir tikelin aynısı yahut zıttı gerekli olur. Ancak onun toplamına bakılır ve o bilinmez bir haldedir. Daha sonra mâniat-i cem (birleşmenin imkânsızlığı)444 gelir;445 bir şey kendi zıddından daha özel başka bir şey ile zikredildiğinde diğer446 her zıddın aynısı gerekli olur. Çelişkisi değildir. Veya daha genel mana üzerine mutlaktır. İşte bu küçük önermenin ayrık hakikatinden istifade edilen şekilsel bir teoridir büyük öncülün gerekli olması için bitişik gelir. İşte böylece: “ya insan ya at” öncülüğünde olduğu gibi. İnsan, insan oldukça insandır. Her ne zaman at447 olursa,
Çünkü akılcılara göre iki zıttın birleşmesi çok açık bir olgudur. [Önermeler sadece doğruluk bakımından ele alındığında; önermedeki mukaddem ile tâlinin aynı anda doğru olması mümkün değildir. Maniatü’l-cemi sadece doğruluk bakımından (sıdkan) “hakikiye” olduğu için yarım “hakikiye”dir. Bu nedenle sadece doğrulukta, mukaddem ile tâli birbirinin karşıt hâline eşit oluyor demektir. Bu itibarla iki karşıtın aynı anda doğru olması mümkün değildir. Örnek: “Bu şey ya hayvandır ya da ağaçtır.” Maniatü’l-cemi’nin mukaddem ve tâlisi aynı anda yanlış da olabilir. Yani “Bu şey hayvan ve ağaç dışında başak bir şey olabilir.”] 445 Gelenbevi S: 25, satır: 27, mealen. –A. B.446 “H” Sadece sıdk (doğruluk) inat olduğunda 447 Ayrık küçük öncül 443 444
-171-
-172-
[Sayfa: 108]
O,448 insan449 değildir. Lazımı450 ısrarla isteyen melzûmu451 da istemiş olur.. Ya insandır ya attır. (bir şey hem insan hem at olamaz.) Mâniat-i huluv (yalnız kalmayı engelleyen);452 Bir şey kendi zıddından daha genel olan başka bir şey ile zikredildiğinde diğer her zıddın aynısı gerekli olur. Çelişkisi değildir. Veya daha genel mana üzerine mutlaktır. Aynı şekilde küçük önermenin ayrık hakikatinden istifade edilmiş bir teori olur. Büyük gereklilikten dolayı bitişiktir. Birinci şeklin benzeri şöyledir: “Ya insan değildir ya da at değildir.” İnsan olmayan açıkça zaten insan değildir. Hususi olma sırrına binaen bir kimse ne zaman insan olursa o vakit at olmaz. Sonuç: “Ya insan değildir ya da at değildir.” Şunu iyi bil ki, infisal (kesmek, ayırmak);453 kısımlarıyla sadece önermelere has değildir bilakis kavramlarda da olur. İster yüklem olsun, isterse onun kayıtlarından bir kayıt olsun fark etmez. Buradaki yol işaretlerine baktığımızda infisal (ayırma) edatının konudan veya yüklemden geri kaldığını görürüz. Aynı şekilde muttasılın (koşullu bitişik önermenin ön veya art bileşen) edatları bazen geri kalabilir. Ancak geri kalması veya ileri gitmesi arasında bir fark yoktur. Munfasılda (ayrık koşullu önermede) yüklemin tekrar edilmesiyle edat da tekrar edilmiş olur. İnfisal (“ya da” şeklinde ayrıma) edatını öne alırsak mâniat-i cem (iki önermenin birleşmesine) engel bir durum meydana gelir. Eğer gecikirse hakikat olur. “Ya her sayı çifttir, ya her sayı tektir” önemesi gibi. Bu önermede sadece mâniat-i cem (bir arada onlamasına engel) bir durum vardır. “Her sayı ya çifttir ya da tektir” önermesinde hakikat tekrar etmiştir. Bu farkın bir realite olduğunu göreceksin.
Delilin özeti O, küçük öncülde insan değildir 450 O, büyük öncülde insan değildir 451 O, büyük öncülde attır. 452 [Mâniat-i Hulu: Hakikiyenin sadece yanlışlık bakımından ele alınmasıdır. Böyle olunca ayrık şartlı önermede mukaddem ve tâli arasında yalnız yanlışlık bakımından aykırılık vardır. Örnek: “Zeyd ya denizdedir ya da boğulmamıştır.” Çünkü Zeyd denizde değil ise onun boğulduğu düşünülemez. Bu durumda mukaddem ve tali birlikte yanlış olamaz fakat ikisi birden doğru olabilir.] 453 Gelenbevi S: 25, satır: 27, mealen. –A. B.448 449
-173-
-174-
[Sayfa: 109]
Bitişik olumlu koşullu önerme nitelik niceliğini korumakla birlikte farklı şekillerde gelir. Lüzum tali ile çoğalır. Tümelin melzûmu her bedahet için tikelin lazımına melzumdur. “Zilzal” kelimesinde olduğu gibi mukaddemin454 (konu/özne) akis (döndürme) ile çoğalmasında cüzi olmadıkça olumsuzluk olmaz. Tümelin gerekliliği olmadan yapılan istilzam onun tikelinin istilzamını gereksiz kılar. Munfasıl: (koşullu ayrık önerme) onun için bir mizan455 (terazi, ölçüt) zikredilir. Cüzlerin çoğalması ile mizan da çoğalır. Ta ki mâniat-i cem (birleşmeye engel) olur. Veya birbiri içine karışmış on önermenin beş parçasından birleşen öncülleri boşaltır; öncüller içinden çıkartır. Diğerlerini sen kıyas et Şunu iyi bil ki: Bitişik olumsuz önerme ayrık olumlu önerme ile eşittir veya ondan daha geneldir. Ayrık olumsuz ya bitişik olumlu için eşit olur veya ondan daha genel olur. Çünkü lüzumun olumsuzu ya inat (tersi)tır veya infisal (ayırma)dir. İnadın (ters) olumsuzu ya lüzumdur veya anlaşmalı bitiştirmedir. Cemi men etmenin olumsuzu cemin cevazı yani ittisalidir. Huluvu men etmenin olumsuzu ise yalanın cevazıdır. Müsavi için sabit olan veya ondan daha genel olan bir şey müsaviye sabit veya ondan daha hususi olur. Şartiyyenin456 sûru hamliyelerin ciheti gibidir. (Şartlı önermenin karinesi yüklemli önermenin modalitesi gibidir.) Burada zamanlardan hâsıl olan konuma bakılır; “metâ” (ne zaman) ve onun benzerleri gibi. Yahut mekânlardan hâsıl olan konuma bakılır; “eyne” (nerede) ve diğer anlamdaşları gibi. Yahut hallerden hâsıl olan konuma bakılır; “keyfemâ” (her nasıl) ve onu kapsayanlar gibi. Yahut hissiyattan hâsıl olan konumlara bakılır; “haysümâ” (her ne şekilde) ve onun benzerleri gibi. İstiğrakları457 ile birlikte “men”458 (kim) ve “mâ”459 (ne) edatları mana itibariyle konusu yüklemli önermesinin surudur ama şartı değildir.
Yani mukaddeme bakan olumsuzdur. Onun çeşitli olmasıyla akabindeki olumluya gerek kalmadan bu da çeşitli olur. 455 Her bir kardeşi ile birlikte ölçülürse 456 Gelenbevi S: 24, satır: 13, mealiyle. –A. B.457 Usül ilminde. 458 Yani bu kelimede şart edatlarından birisidir. Öyleyse neden önermenin sûru olmaz? Cevap: Çünkü “ma” ile “men” edatları konumları değil fertleri istiğrak etmek (kuşatmak) içindir. Mukaddime (konu) haline gelen ve (“Kimi döversen, ben de onu döverim” önermesi gibi) belirsiz bir işaret halinde bulunan hamliyenin (yüklemenin) sûru (eklemi / karinesi) olur. 459 [Çeşitli görevleri olan bu edat yerine göre cümlede isim veya harf yahut zaid olarak gelir. Türkçede “ne… ise” anlamına gelen bu edat iki fiili cezmeden bir şart edatı olarak kullanılır. Ne okursan ondan faydalanırsın, cümlesi gibi.] 454
-175-
-176-
[Sayfa: 110]
Onun şahsiyeti (bir ferdi veya nesneyi göstermesi) “elâne” (şimdi), “elyevme” (bugün) kelimeleri veya onların benzerleri yahut onları içeren diğer edatlar gibi özel lafızla muayyen460 olan vakit itibariyledir. O, birinci şeklin büyüklüğünde külliye kuvvetindedir. Mutlak vaktiyye461 (süreli) yönleri; hamliyedeki mutlak vaktiyye burada şahsi462 yetin surudur. (Mutlak süreli önerme yüklemlerde kullanılır). “İnne”, “izâ”, “lev”,”ev”, “immâ”463 (kesinlikle, dığı zaman, şayet, veya, ya… ya) edatlarında olduğu gibi konumun niceliğini açıklamaya delalet etmese de kayıtsız olarak böyledir. Onların benzerleri ve onların anlamlarını ifade eden diğer edatlar istidlal 464 (hüküm çıkarma) makamında cüziyye kuvvetinde mühmele (belirsiz)dir. Bazen hitap makamında külliye kuvvetinde olur. Tüm konumlar –mahallen de olsa- şayet istiğraka delalet465 ederse mukaddemle birlikte toplanabilir. Yani istilzam (gereklilik) veya onun olumsuzunu, tersini yahut onun tersini nefyetmez. Bu, külliye olmazsa cüziyedir. Bitişik olumlu önerme için kullanılan edatlardan bazıları şunlardır: “Küllemâ”, “mehmâ”, “metâ”, “haysümâ”, “keyfemâ” …aynı şekilde “eynemâ” ve
Şöyle ki; “eyne” (nerede) mekân içindir. Çünkü o “haysü” (bir yerde) den daha geneldir. Çünkü o “eynemâ kâne ve haysü lehü” (her nerede olursa olsun, bulunduğu yerde) edatlarının mutlakı içindir. Fakat belirlenip ayrılmış şartlar itibariyledir. Örnek: “iclis haysü zeydün celisun” (Zeyd’in oturduğu yere otur.) gibi. Yani ilim meclisi veya ticaret görüşmesi yahut bakanlar kurulu oturumu veya diğerleri gibi 461 O, muayyen zatiye olarak yahut arazi vasfiye olarak zorunludur. 462 Aynı şekilde “men” (kim) ve “mâ” (ne) ve bunlara benzer diğer edatlar 463 Munfasıl önermede 464 Ondan murad yakîndir. [İstidlâl: Maksadı ispat etmek için ortaya delil koymaktır.] 465 Çünkü konumlara delalet eden lafızdan bazıları eşitlemek için muayyen olan bazının murad edilmesi mümkün değildir. Bu durumda müreccah olmaksızın tercih lazım olur. Mecmu üzerine delalet edene gelince o bireysel olması itibariyledir ve onun üzerine yapılan delalet mecazdır. Hüküm çıkarma (istidlal) uzmanları bu hataya düşmez. Hakiki bireye delalet edene gelince onun bazısı müphem olup (kapılı) onun üzerine yapılan delalet hakikidir. Çünkü ibham (kapalılık) ile küllinin üzerinde döner ve onu içine alır: niye tercih edilmiştir. 460
-177-
-178-
[Sayfa: 111]
onun anlamdaşı veya onu ifade eden yahut onu sürekli ve zorunlu yönlerden kuşatıp içine alan466 her edattır. Bu önermelerin sûru hamliyelerin cihetleri467 gibidir. Zamanlara ve benzerlerine bakar. Olumlu ayrık önermelerde süreklilik ve zaruret468 yönleri bulunur. Aynı şekilde “lâ mehâle, lâ menâsa, lâ mendûha, lâ halâsa, lâ büdde, elbette, betteten, betleten” ve onların eş anlamlısı yahut onları kapsayan her edat. Tikel olumlu önermenin sûru (bağlacı) bazen sınırlı olur. Yani “kad” edatının veya tüm genel fiiller üzerinde taklîl (azaltma)e delalet eden diğer edatlar bu önermeden önce gelir. Örnek: “Kad yahsulü ve yesbitü” (bazen elde edilir ve bazen sabit olur) gibi. Nakıs fillerde böyledir. Örnek: “Kad yasîru, hattâ, kallemâ, kesîrun mâ” ve onların eş anlamlı yahut onları kapsayan diğer edatlar gibi Aynı şekilde cihetler devamın ve iki zâti zaruretin aynısıdır. Tikel olumsuzluk için her tümel sur üzerine olumsuzluk edatı girer. Aynı şekilde bazen daha önce geçtiği manada olmaz. Tümel olumsuz önerme için leyse ve elbette edatları kullanılır. Aynı şekilde olumsuz edatı tümel önermenin surundan geri kaldığı zaman da kullanılır. Örnek “dâimen leyse, ebeden leyse, veciben leyse”. Diğerlerini sen kıyas et.
İster kayıt (şart) ister cüz (tikel) isterse mürekkep (bileşik) olsun aynıdır. Yani yüklemli önerme –olumlu da olsa- her ne zaman şartlı önermeye geçerse onun yönü kendisi için sûr (eklem/karine) olur. Zaruret ve devamlılık tümel olumlu önermenin her birisi için iki özseldir. Niteliksel zorunluk ve süreklilik de aynı şekildedir. Ayrıca süreli zorunlu önerme zamana yayılmıştır. Tikel olumlu önerme için sınırsız ve devamlı olmayan bir önerme vardır. Süresi belirli zorunlu önerme ve devamı olmayan önerme aynı şekilde şahsiyet (bir şahıs veya bir nesneye yönelik verilen hüküm) içindir. Zorunlu olmayan ve ittifak edilmeyen önermelerde o ikisindendir. Aynı şekilde şartlı önermeyi yüklemli önerme ile değiştirirsen onun surunu (kipini) bu minvalde (doğrultuda) ona yön yapmış olursun. Sen bunu etraflıca düşün! 468 O ikisinde bitişik ile ayrı önerme birlikte bulunur. 466 467
-179-
-180-
[Sayfa: 112]
Şunu iyi bil ki: Lüzûmun menşei469 (gerekliliğin meydana geldiği nokta) mutlaka kendi başına mukaddem (önerme konusu) olması gerekir. Veya bulunduğu konumla birlikte yahut alakası olan bir şart ile olan konum olmalı. Onunla mukaddem (konu) arasını terkip etmelidir. Aksi halde konum bulunduğu yerde yabancı olur çıktığı yerle bağımız olmasına rağmen nasıl konum olabilir? Oysaki o, bazen talin (yüklem)in aynısı olur. Yani konum yabancı olduğu zaman veya talinin aynısı olup lüzum için menşe yapıldığı zaman; bir şeyin kendisi için gerekli olan şey ve hezeyanı lazım olur. Şunu iyi bil ki; lüzumun lafzına nerede rastlarsan o, bitişik önermenin bir özetidir. Zıt öncülle nerede karşılaşırsan o, ayrık önermenin özü ve kaymağıdır. Yine iyi bil ki: Mantığın esası; tarif ile tarif edilen470 delil ve netice arasındaki lüzumu keşfetmektir. Lüzumdan birisi, delil ve tarif gibi melzumdaki tasarruflar471 sebebiyle türlerin farklı olmasıdır. Yine onlardan tasarrufu çok olmayanlardır. Onlar münferit kaziyelerin472 levazımı içindedir. Lüzumlardan473 birisi kıyasi olandır, yani zapt altında: yani kanuni, iki akisin474 lüzumu gibi. Aynı şekilde inat (aksilik) iki zıddın inadı gibidir. Onlardan birisi: mazbut (düzgün) değildir. Şartlı önermelerin şartı gibi değer verilip sayılır. Bu, ya iki şart arasında ayırmak veya bitiştirmek ile olur. Şartlı önermelerin telâzümü (birbirine bağlanması ve ayrılamaz olması) diye isimlendirilen şey budur. Telâzüm ya cinsin birleşmesi ya da ayrılması ile olur. Birleştiği nokta şunlardır: Muttasıla nispetle muttasıl, hakikate nispetle hakikattir. Mâniat-i ceme nispetle mâniat-i cemdir. Mâniat-i huluve nispetle mâniat-i huluvdur.
Yani lüzumun bir taraftan cazibesi olması gerekir. Elbette o tali (yüklem)den olamaz ya sadece mukaddemde (konuda) veya konumla birlikte olur. Yahut konum tek başına yüklemli önermede şart koşulanın bir benzeridir. 470 Çünkü o ikisi önermenin maksatlarıdır. 471 Yani o ikisinin içine tercihe dayalı tikel önerme girmiştir bu ise sıralıdır. 472 Örneğin külliyeye lazım olan cüziye gibi. Bu hususi olma ve zati zaruretin sırrıyladır. Aynı şekilde devam vasfiyenin lazımıdır. 473 İkincisi 474 [Bir önermedeki konuyla yüklemin yerlerini değiştirilerek elde edilen yeni önermeye “akis” veya “döndürme” denir. 1) Bir önermenin niteliğine, doğruluk ve yanlışlığına dokunmadan yüklemini konu, konusunu yüklem yapmaya “düz döndürme” ↻ denir. Örn: İlâh olan fâni değildir. ↻ Fâni olan ilâh değildir. a) Tümel olumsuz önermenin düz döndürmesi tümel olumsuzdur. Örn: Hiçbir insan taş değildir. ↻ Hiçbir taş insan değildir. b) Tikel olumlu önermenin düz döndürmesi yine tikel olumludur. Örn: Bazı şairler akıl hastasıdır. ↻ Bazı akıl hastaları şairdir. c) Tümel olumlu (önermenin düz döndürmesi tümel değil, tikel olumlu olur. “Bütün insanlar fânidir” önermesinin düz döndürmesi “Bütün fâniler insandır” olamaz. “Bazı insanlar fânidir” olmalıdır. d) Tikel olumsuz önermenin düz döndürmesi olmaz; çünkü her zaman doğru sonuç vermez. Örn: “Bazı insanlar şair değildir” önermesinden “Bazı şairler insan değildir” şeklinde bir önerme çıkarılamaz. 2. Ters döndürme ↺ ise bir önermenin olumluluk ve olumsuzluğunu, doğruluk veya yanlışlığını olduğu gibi bırakarak konusunun zıddını yüklem, yükleminin zıddını konu yapmaktır. Ters döndürmede olumlu önermeler düz döndürmedeki olumsuz önermeler gibi, olumsuz önermeler ise olumlular gibi sonuç verir. a) Tümel olumlunun ters döndürmesi tümel olumludur. Örn: Her insan canlıdır. ↺ Her canlı olmayan insan olmayandır. b) Tikel olumlunun ters döndürmesi sonuç vermez. c) Tümel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuz olur. Örn: Hiçbir insan at değildir. ↺ Bazı at olmayan insan olmayan değildir. d) Tikel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuzdur. Örn: Bazı insanlar kâtip değildir. ↺ Bazı kâtip olmayanlar insan olmayan değildir.] 469
-181-
-182-
[Sayfa: 113]
Telâzüm ya cinsin birleşmesi ya da ayrılması ile olur. Cinsin ayrıldığı nokta ise hakikate nispetle muttasıl gibidir. Veya mâniat-i cem yahut mâniat-i huluvdur. Sonda bulunanlara nispetle sondakiler hakikattir. Bunların hepsi tam ondur. Mukaddime: Tehalluf475 (anlaşmazlık, uygunsuzluk) tek bir maddede bile olsa lüzum evini harap eder.476 Birbirine müsavi477 (eşit) olan hükümler müsavidir. Lazımın lazımıdır.478 Melzumun479 melzûmu melzumdur. Külli olarak e‘am için sabit olan bir şey ehas480 içinde sabit olur. E‘am onun için lazımdır.481 Lüzumun selbi inat gibidir. Aynı şekilde inadın selbi de lüzum gibidir. Bundan sonraki sözümüz şöyledir: Lazımın lazımı veya melzumun melzûmu (hamliye, yüklemli) önermenin kapsamış olduğu (hepsi bir değildir) iki kıyasa işaret eder. Olumlu önermede daha fazla şart koşulmayan bir döndürme olumsuz önermede şart koşulur. Birinci kısımdan kastettiğim olumlu bitişik önermenin birleşik cinsidir. Önermenin iki tarafı birbirini gerektirirse külliye lüzumiye (tümel gereklilik) olur. Telâzum açısından birbirine ters düşerse her birisi diğerinin lazımı olur.482
Yani fakihler arasındaki muhalefet –bir tane bile olsa- içtima evini harap eder (icmayı bozar) Onu mavzere (tüfek) hedef yapmasıdır. A. B. 477 Yani her hüküm kendisine eş olan için sabittir. Müsavi olan için başka bir hüküm sabittir. 478 Onun nefyi nefyini gerektirir. 479 Onun nefyi genel olması caiz olduğu için nefyi gerekli olmaz. 480 Onun altına girdiği için. 481 Orijinal nüshadaki 412 nolu haşiyeye bakınız A. B. 482 (mm) Buradan itibaren iki satır kadar bölümde; haşiyelerinden başka, kelimelerin altlarında mantık tariflerinden bazı ıstılahlar yazılmış. Yani mesela mantıkın “dâhik, sahil, insan, hayvan, netice” gibi kelimelerle mantıki tatbikat yapılmış. Buna ise, Ta’likat’in ilk kâtibi Merhum Habib yapmı. Bu tatbikatı biz burada yapmağa gerek duymadık. Hem matbaada bunun aynen uygulanması mümkün değildir. –A. B.475 476
-183-
-184-
[Sayfa: 114]
Birbirine müsavi (eşit) hükümler483 müsavidir.484 Bunlardan hangisi öğrenirsen aynı şekilde diğerini de kıyas485 ile benzerini486 öğrenmiş olursun.487 Bir şeyin melzumunun488 melzumunun489 melzûmu490 diğer şeyin melzumu491 dur. Eğer salibe (olumsuz) ise birincisinden iki kıyas492 yapılır. İkincisi diğer ikisine benzerdir.493 Lazımın494 muaidin melzûmu495 aynı şekilde bir şey için muaniddir. Geri kalan iki cüziyeyi sen kıyas et.496 O ikisinden birisi iki tarafın lazımı olursa, diğeri iki tarafın melzûmu da olur. Eğer tümel olumlu olursa aralarında telâzum olmaz.
Her ne zaman inat doğru olursa onun selbi (olumsuzu) de doğru olur. Birincisi birinci şekilden kıyas iledir. Mesela; İki önerme mukaddimede (konu) birleşir, talide (yüklem) umum ve husus olarak ayrılır. ”Her konuşan insandır… Her konuşan hayvandır.” Önermelerinde ikisinin arasında lüzum yapmak istedik. Birincisi bedihi olup ilk önermenin küçük öncülü yapılmıştır. İkincisi ise büyük önerme içindir… İkincisi açık bir çıkarım sağlar. 485 Birincisinde munfasıl veya mevsul olarak 486 Konuşan her şey insandır. (Bedihi) Her gülen bir şeyi beğenmiştir. 487 [Bir kıyas işleminde işlemin sonucu öncüllerde güç halinde (bilkuvve) ihtiva edilmişse buna iktiranlı kıyas denir. Bir iktiranlı kıyas iki öncül (mukaddime) ve üç deyimden (had) oluşur. İki öncülle yapılan bir işlemden zorunlu bir sonucun çıkabilmesi için görevi iki öncülü birbirine yaklaştırmak olan (iktiran) ve her iki öncülde geçen ortak bir deyimin (el-haddü’l-evsat) bulunması gerekir. Orta deyimin öncüllerde bulunduğu konuma iktiranlı kıyasların şekli denir. Orta deyim büyük öncülde özne, küçük öncülde yüklem ise buna “birinci şekil”, her ikisinde yüklem ise “ikinci şekil”, her ikisinde özne ise “üçüncü şekil”, büyük öncülde yüklem, küçük öncülde özne ise “dördüncü şekil” denir. Birinci şeklin sonuç vermesi için büyük öncül tümel, küçük öncül olumlu olmalıdır. İkinci şeklin sonuç vermesi için iki öncülden birinin olumsuz ve büyük öncülün tümel olması gerekir. Üçüncü şeklin sonuç vermesi için küçük öncül olumlu ve iki öncülden biri tümel olmalıdır. Sonuç daima tikel olur. Dördüncü şeklin sonuç vermesi için işlemde tikel olumsuz öncül olmaması ve küçük öncül tikel olumlu iken büyük öncül tümel olumsuz olması gerekir. Kıyasta toplam on dokuz çarpım vardır. A) Birinci şeklin çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumlu= Tümel olumlu 2) Tikel olumlu + Tümel olumsuz = Tümel olumsuz 3) Tikel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 4) Tikel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu B) İkinci şeklin çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tümel olumsuz 2) Tümel olumsuz + Tümel olumlu = Tümel olumsuz 3) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 4) Tikel olumsuz + Tümel olumlu = Tikel olumsuz C) Üçüncü şeklin çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 2) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 3) Tümel olumlu + Tikel olumlu = Tikel olumlu 4) Tümel olumlu + Tikel olumsuz = Tikel olumsuz 5) Tikel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 6) Tikel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz D) Dördüncü şeklin çarpımı: 1) Tümel olumlu + Tümel olumlu = Tikel olumlu 2) Tümel olumlu + Tikel olumlu = Tikel olumlu 3) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 4) Tümel olumsuz + Tümel olumlu = Tümel olumsuz 5) Tikel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz] 488 Müsaviler (eşitler) sırıyla. 489 Bedahet sırrıyla. 490 Müsaviler sırrıyla. 491 Burada mantık tatbikatı olarak kelimenin üstüne böyle “müteaccib” yazılıdır. Ve bu kelimeden evvelki “melzum” kelimesi üstünde ise “dâhik” kelimesi yazılıdır. -A. B.492 İlki, birincisi 493 Elbette değildir. (Bedihi) O halde konuşan attır. (Konuşan insan elbette at değildir.) 494 Gülen elbette kişneyen değildir 495 Teâkus (döndürme) gerekmesi sırrıyla. 496 Birinciye göre olumlu ikinciye göre olumsuz. 483 484
-185-
-186-
[Sayfa: 115]
İkinci şekilden, yani iki olumludan ikinci kıyas haline dönüşmesi için telâzüm gerekmez. Bu akim (kısır) bir ilişkidir. Tehallüf497 (uygunsuzluk) ile de böyledir… Aynı şekilde umumi iki lazım arasındaki lüzum, at için insan olmaksızın, cisim için hayvan gibi, iki melzûm arasında lüzum olmasını gerekli kılmaz. Çünkü mukaddemin (yüklemli öncüldeki özne) lazımı bazen tâlinin498 (yüklemin) lazımından daha umumi olur. Dolayısıyla tümel olması gerekmez. Çünkü onun zımni (kapalı, dolaylı) kıyaslarından birisi üçüncü şekildendir ki o, tikelden başka bir sonuç çıkarmaz.499 Eğer iki tümel olumsuz ise, iki tarafın melzûmu, iki tarafın lazımı için lazımdır. Telâzum olma konusunda muhalefet eder ve onlardan birisi mukaddemin (özne) lazımı ve tâlinin (yüklem) melzumu500 olursa, mukaddemin melzûmu mukaddemin lazımının lazımı olur. Bu sonuç bedihi olup birinci şekilden elde edilir… Eğer iki taraf arasında bir telazüm olur ve diğer tarafta birleşirlerse, tâlinin (yüklem) lazımı mukaddemin (özne) melzûmu olur. Olumludaki lazımlık,501 olumsuzda melzûm olur. Hakikate nispetle muttasıl (bitişik) olan önermeler –nitelikte ve nicelikte birleşseler de- cüzde (düz) döndürme gerekli olur. Bizzat tenakuz (çelişme) veya diğer cüzde telazum olur. Olumlu içinde, hakikat içinde dört muttasıl (bitişik önerme) vardır. İkisinin mukaddemi502 (öznesi), iki cüzden birisi ile aynıdır.503 Muttasıladaki tâli504 (yüklem) aynı şekilde diğerinin zıddıdır.505 ..Bunun sebebi aralarında mâniat-i cem (toplanmalarına engel bir şeyin) olmasıdır.506
[Tehallüf (Karma) Kıyas: Bir yargının imkânsız olduğunu göstermek için bir kesin kıyas ile bir seçmeli kıyastan oluşturulmuş kıyastır. 1) Eğer "Bir şey kendisini varken yok edemez." yargısı yanlışsa, bir şeyin kendisini varken yok ettiği doğrudur. Eğer bir şey kendisini varken yok etse, daha önce varken yok olması gerekir. O hâlde, kanıtlamak istediğimiz yargı doğru değilse, bir şey varken yok olması gerekir. 2) Kanıtlamak istediğimiz yargı doğru değilse, bir şey varken yok olması gerekir. Bir şeyin varken yok olması imkânsızdır. O hâlde bir şey, kendini varken yok edemez.] 498 Yani daha genel bu iki lazım arasındaki lüzum. Bunların arasında daha genellik söz konusu olduğu için lüzum gerekli olmaz. 499 “H” Burada bir haşiye var fakat fotokopide okunamadı. -A. B.500 Diğeri mukaddemin melzûmu ve tâlinin lazımıdır. 501 Yani o ikisinden her birisi, birincisinin lazımı ve tâlinin melzumudur. İkincisi ise mukaddemin lazımı içindir. 502 Muttasıllardan. 503 Munfasıldan. 504 Aynı şekilde muttasıldan. 505 Yani munfasıldaki diğer cüz. 506 Bu, doğrulukta inattır. Onlardan birisinin aynısı ispat edilince zorunluluk olarak diğerinin zıddı gerekli olur. O, onu (diğerini) kaldırır. 497
-187-
-188-
ayfa: 116]
Diğer ikisinin mukaddemi, iki cüzden birinin zıddıdır. Tâli (yüklem) diğerinin aynısıdır. … Bunun sebebi ister tek isterse çift olarak aralarında mâniat-i huluv507 (yalnız kalmalarına engel bir durum)dur. Muttasılaya gelince ona munfasıl gerekmez. Bunun sırrı; “insan” ve “hayvan” kavramlarındaki gibi, genel lazımlığın caiz olmasıdır. İnsan ile hayvan olmayan ve insan olmayan ile hayvan olan arasında huluv (yalnız kalma) olarak inat ve ısrar yoktur. Bitişik olumsuzda gerekli olur. Çünkü lüzumluyu olumsuz yapıp kaldırmak, parçalanıp dağılmanın caiz olduğunu ifade eder. Tâlinin (yüklemin) ayrılıp çözülmesi, ittifakla (anlaşmayla) da olsa, onun zıddının birleşmesini ifade eder. …İşte o, akis (döndürme) olmaksızın inadın selbidir. Çünkü inadın kırılması; insan ile hayvan arasında lüzumun selb edilmesi doğru olmamakla birlikte bu, insan ile hayvan olmayan arasındaki hücresel cüze bakmakla edilmiştir. İki cüzde bizzat veya telazüm olarak ittifak olmasına rağmen eğer o ikisi nitelikte ihtilaf ederlerse, akis (döndürme) yapmaksızın, salibe için mucebe508 (olumsuzluk için olumluluk) gerekli olur. Aynı durum mânia-i cem ve mânia-i huluv (birleşmeye veya ayrı kalmaya engel olan durumlar) için de geçerlidir. … Çünkü iki şey arasında luzüm veya inat, akis (döndürme) yapmaksızın, birincisindeki inadın olumsuz yapılmasını ve ikincisindeki lüzumun açıkça olumsuz yapılmasını gerekli kılar. Bunun sebebi; ittifaklarda olduğu gibi, iki şey arasındaki inadın ademi ile beraber lüzumun ademinin caiz olmasıdır. İster olumlu ister olumsuz olsun, mâniat-i cem (birleşmeye engel bir durum) ile beraber, bizzat veya telazüm olarak iki cüzün birinde nitelik bakımından ittifak halindedir. O, kendi içinde bizzat tenaküz veya tâlinin muttasılı olan diğer cüzde akisli (evirmeli) bir telâzüm olmasına rağmen yine de bitişik önermede mukaddem (yüklem) olur. Mâniat-i cemdeki her bir cüzün aynısı, daha önce alınan ayyineden daha umumi olan diğer zıddın509 bulunmasını gerektirir. Çünkü melzumun aynısı, olumsuz bir önermede lâzımın zıddı ile birlikte toplanmasını engeller. Zira birlikte bulunmayı engellemenin olumsuzu toplanmaya cevaz vermek demektir. Bu, iki ayyine arasında bir tür iletişimdir. Lüzumun selbi de bir infisal türüdür.
Bu durum, yalanda inat etmektir. ..O ikisinden birisi kaldırılırsa zorunlu olarak diğerini ispat etmek gerekir. 508 Daha önce geçtiği gibi, daha hususi olduğu için. 509 Çünkü onda doğrulukta inat vardır. 507
-189-
-190-
[Sayfa: 117]
Her insan olmayan konuşan olmayandır
= TEORİLER =
Her konuşan olmayan insan olmayandır
Üst Karşıt Yani sadık ancak sıdk içindir.
Yani sadık ancak sıdk içindir.
Her insan olmayan konuşan olmayan değildir.
Her konuşan olmayan insan olmayan değildir.
İnsan olmayan konuşan olmayanın bazısı değildir.
Konuşan olmayan insan olmayanın bazısı değildir.
Bazı insan olmayan konuşan olmayan değildir.
Bazı konuşan olmayan insan olmayan değildir.
Bazı insan olmayan konuşan olmayanın olmayanıdır.
Bazı insan olmayan konuşan olmayandır.
Bazı konuşan olmayan insan olmayanın olmayanıdır.
Bazı insan olmayan konuşan olmayanın olmayanıdır.
Bazı konuşan olmayan insandır.
Bazı insan olmayan konuşandır.
Bazı insan olmayan konuşan olmayandır.
Bazı konuşan insan olmayandır.
Alt Karşıt
Bazı insan konuşan değildir.
Her insan konuşandır.
Bazı konuşan insan değildir.
=SONUÇLAR=
.
-191-
Her konuşan insandır.
-192-
[Sayfa: 118]
Mâniat-i huluv ile birlikte muttasıl önermeye gelince aynı şekilde iki muttasıl önermenin mâniat-i huluvu gerektirir. Her iki cüzden bir zıt mukaddime olarak diğeri de tali olarak birleştirilir. Yine her muttasıl önerme mukaddem zıttan dolayı talinin aynısı olmakla birlikte maniat-i huluvu gerektirir. …Aksi takdirde lazım melzumdan geri kalır. Cüzde anlaşmalı veya telazum olarak nitelikte ve nicelikte birleştiklerinde –o talinin bitişiğidir- diğer cüzde bizzat veya telazum olarak birbirine zıt olur ki o, muttasılda mukaddemdir- geçmiş delilin aynısı ile birbirini gerekli kılar veya ters düşüp döndürme yapar. Ya insan olmayandır ya at olmayandır, her ne zaman insan olduğunda, önermesi gibi. Şunu iyi bil ki cinsi bir olan ayrık iki önerme –iki cüzde veya diğerinde birleşmesine rağmen bir cüzde birbiri ile çelişmesi gerekirse, o ikisi birbiri ile çelişen iki mütelazımdır. Bunun sebebi eşitlik hükümlerinin eşit olmasıdır. Ayrıca muttasıl ve munfasıldan birleşmiş olan iktirani kıyasa dayanmasıdır. Bu talep edilen munfasıl önerme için bir sonuç doğurur. Her ne zaman bu eşitlik doğru olursa diğeri de doğru olur. Ya budur ya da şudur. Ya bu eşitlik ya da diğeri sonuç olarak çıkar. Geri kalanlarını sen kıyas et. İki hakikat iki cüzde bizzat veya telazum olarak birbirine zıt olursa durum yine aynıdır. Maniat-i ceme nispetle maniat-i cem olmasına gelince şöyledir. Şayet onlardan birisi bir taraf olursa veya taraflardan birisi lazım olursa, diğeriyle birleşmesine rağmen bu taraf melzûm olur. Bir tarafın melzûm olması, akis (döndürme) olmaksızın olumlu önermede hükmü bozmakla diğer tarafın lazımının lazımı olur. Hulfi kıyasın510 sırrına binaen böyle olur. Hayvan ile cisim arasındaki lazımlık olmaksızın, insan ile at arasındaki maniat-i cem gibi. (Bir varlık hem insan hem at olamaz). Lazım tarafın olumsuzluğunda diğer tarafın hulf (bozma) ile melzûm olması lazımdır. Çünkü iki melzûm arasındaki cemin caiz olması diğer iki lazım arasında cemin caiz olmasını gerektirir. Aksi halde akis (evrim) olmaksızın tehallüf (uygunsuzluk) ile muhal lazım olur. İnsan ile at arasında cemin caiz olmamasına rağmen hayvan ile cisim arasında cemin caiz olması gibi. O ikisinin arasında melzumluk vardır. O ikisinden birisi taraf olursa veya diğerinde lazım olarak birleşmesi ile birlikte iki taraftan birisinde taraf olursa yahut diğer iki taraf veya birisi melzûm olursa bu iki nesne arasında maniat-i huluvu (ayrı kalmalarını engelleyen bir durum) meydana gelir. Tarafı lazım olan olumlu önermede (melzûm olmaksızın) sadece lazım yeterlidir.
[Bir kesin kıyas ile bir seçmeli kıyasın birleşmesinden oluşturulmuş kıyaslara karma kıyas, ya da hulfi kıyas denir. Bu kıyas, bir yargının imkânsız olduğunu göstererek kanıtlama yaparken kullanılır. İspatlanmak istenen yargının karşıt hâlinin imkânsız olduğu gösterilerek ispat edilmek istenenin doğru olduğuna karar verilir. İktiranlı ve istisnalı kıyasların karışımından yapılır. Olmayana ergi yoluyla bir şeyi dolaylı olarak kanıtlamaya çalışır.] 510
-193-
-194-
[Sayfa: 119]
Tarafı melzûm olan olumsuz önermede sadece lazım yeterli olur. Lüzum hulf (bozma) sırrına göre, akis (döndürme) ise tehallüf (uygunsuzluk) sırrına göre belirlenir. Olumlu ve olumsuz olarak cem ve hulf “zilzal” kelimesi gibidir. Cinsleri farklı olanlara gelince –bir tarafta birleşse de- hakikat maniat-i cem ile birlikte diğer maniat-i cemin tarafın lazımı, maniat-i huluv tarafının ise melzûmu olur. O ikisi olumlu önermede birbirinin lazımıdır. Bir şey arasında hakikatin zımmındaki cemin men edilmesi sırrıyla böyledir. Bir şeyin lazım olması iki şey arasında cemin men edilmesini gerektirir. Bir şey arasında huluvun men edilmesinden hakikatin zımmında olan başka şeyler ortaya çıkar. Bir şeyin melzûmu iki şey arasındaki huluvun men edilmesini gerektirir. Akiste ise böyle değildir; onda değiştirme vardır.511 Genel olumsuzluğun daha hususi, özel olumsuzluğun daha genel olması sırrıyla hakikatin salibesi lazımdır. Şunu iyi bil ki marifetten sonra şartlıların birbiri ile inat etmesi alınış yeri kolay olan bir telazümü netice verir. Daha önce geçtiği gibi her mütelazım (birbirini gerekli kılan şeylerde) ile her zıtın aynısı arasında döndürme vardır. Diğeri ise hakiki inattır. Birbirine zıt olmayan iki melzumun aynısı ile lazımın zıttı arasında cem inadı vardır. Melzumun zıttı ile lazımın aynısı arasında hulf (bozma) inadı vardır. Hatimenin hatimesi (özetin özeti): Hamliye512 (yüklemli) kendi tabiatından inhiraf ettiği (meyledip başka tarafa yöneldiği) gibi aynı şekilde bir kayıt altında hatta bir harf altında gizlenir.
[İki türlü akis/döndürme vardır: a)Düz Döndürme: Bir önermenin niteliğine ve doğruluk değerine dokunmadan öznesi ile yüklemini yer değiştirmektir. Tümel olumlunun düz döndürmesi tikel olumludur. Tümel olumsuzun düz döndürmesi tümel olumsuzdur. Tikel olumlunun düz döndürmesi tikel olumludur. Tikel olumsuzun düz döndürmesi yoktur. b)Ters Döndürme: Bir önermenin olumlu ve olumsuzluğuna dokunmadan öznesinin kaşıt halini yüklem, yükleminin karşıt halini de özne yapmaktır. Tümel olumlunun ters döndürmesi tümel olumludur. Tümel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuzdur. Tikel olumlunun ters döndürmesi yoktur. Tikel olumsuzun ters döndürmesi tikel olumsuzdur.] 512 Haml iki kısımdır: Birincisi iştikakidir. Yani yol gösterme ve uygunluk sağlama bakımından onun türlerine, hallerine, harflerine, kelimelerine, ibarelerine, benzerlerine, yakınlarına ve diğerlerine işaret eden bir şey olur. O bir birleşme ve iddiadır. Yani bilinen şeylerin üzerine aksi ile tarifler yüklemek gibidir. Fakat o azdır. “Konuşan Zeyd’tir” gibi mevsuflar sıfat üzerine hamledilir. İkincisi iştimalidir. Yani müştakların mevsuflarına haml edilmesi gibi mahmûl genel olup onu kapsar. “Zeyd konuşandır veya âlimdir” önermesinde olduğu gibi. Fakat er-Razi (İmam-ı Fahreddin er-Razi’dir A. B.-) iştimali muvatie (karşılıklı anlaşma) bölümlerinden saymamıştır. Bilakis muatieyi sadece birleşim olarak görmüştür. Seyyid (Şerif Cürcani’dir -A. B.-) ise delaleti (kapsar) olarak değerlendirmiştir. (El yazma nüshasında “yeşmulühe” kelimesi yoktur. Fakat üslübun siyakı ve icabı onu gerektirmektedir, sanırım. Ben de yazdım ve kavis içine aldık. –A. B.-) Onun vasıfları sekiz tanedir. → 511
-195-
-196-
[Sayfa: 120]
Aynı şekilde şartiye kendi suretinden ayrılır ve bir kelimenin altına yahut bir bağlaç veya diğerleri ile birlikte ona delalet eden hamliyenin altına girip onunla birleşir. Aynı şekilde “lemma” ve benzerlerinin altında gizlenen ve onunla kaynaşan birçok istisnai kıyas vardır. Bunlar “lev” ve benzerlerin altında doğru olmaz. Örneğin olumlu cümlenin olumsuza cemi “vav”ı ile atfı maniat-ı cemi kapsar. Çünkü “vav”a yönlendirilmiş nefiy, cemi nefyidir. Bu manayı ifade edenleri sen kıyas et. “Ev” edatı ile olumlunun olumsuza atfının altında maniati huluv “ilâ”, “hattâ” ve onun benzerleri yahut eş anlamlılarına doğru hareket eder. Onun altında durup muttasıl lüzum olarak hamurlaşır. “Bana geldiğin zaman sana ikram ederim” cümlesi şartlı önermenin ilk öncülüne delalet eder. İstisna ve netice ise “lemma”nın (…dığı zaman) delaleti için mukaddemin gerçekleşmesi gerekir. Bu edatın anlamdaşları da böyledir.
-197-
-198-
[Sayfa: 121]
(Önceki sayfada bulunan dipnotun devamı)513 “Şayet bana gelirsen sana ikram ederim” cümlesi şartlı önermeye delalet eder. İstisna talinin zıttıdır. Mantıkçılara göre netice, Arap filologlarına göre akistir. Mesela “Bana hizmet edersen sana ikram ederim” sözü muhatabı levm etme (kınama, azarlama) makamında söylenebilir. Veya muhataba minnet duyma makamında söylenebilir. Sözün birinci makamı Arap dilcilerine göre ikinci makamdadır. İkinci makamı ise mantıkçılara göre birinci makamdadır. Aynı şekilde “lev” şart edatı imtinanın imtinası içindir denilir.514 Ancak onlar adem olmaksızın imtina olarak tabir ettiler. Çünkü her515 mazi eğer adem ise varlığı muhaldir. Şayet var ise adem olması muhaldir. “Şayet Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu”516 Talinin zıttı tali olup “Kullemâ” (her, …dığında) edatına dönüşür. “Levlâ”517 edatının aslı “lâ lev” dır.518 Yani “lâ” olumsuz edatı maniat-i cem sırrı ile cüzün birinden önce gelip →
Zahir: Yani delaleti zahir olandır. Yani yorumlanabilendir. Farklı bir mana ihtimali olmayan başka bir manayı ihtimal eder. Fakat o bunun için uygundur. Nesih: Bir şey için kâbil olmayan sadece onun için uygun olur. Bu kısımlar tartışmaya açıktır. Sen bunu düşün! Hafiy: Kendi nefsinden daha zayıf olan bir türe delalet edendir. Kendisinden daha ince manaya delalet ettiği ancak iyice düşünüldüğü zaman anlaşılır. Başkasına öğretmeye delalet eden şeyler ancak Allah katındadır. Fakat bu kısımlar gizlidir. Yani bir lafsın hakikat dışındaki manası mutlaka yeniden ele alınması ve sözden ne kastedildiğine bakılması gerekir. Gözetmenin gözü, casusun kulağı, külin bol olması cömertliğe, aslanın şecaate delalet etmesi gibi bu durum sözün makamına göre değerlendirilir. Diğerlerini sen kıyas et. Hakiki manadan kendi lafzına intikal eder. Külü bol olan kimse gibi hakikat olarak ona tabi olsa da aynıdır. Makam itibariyle cömert olan bir kimse gibi kinaye bakımından itibari olarak ona tabir olsa da aynıdır. Aslan gibi hakikat olarak ona metbu olsa da aynıdır. Mecaz bakımından göz veya kulak gibi az kullanılan istiare gibi itibari olarak ona tabi olsa da aynıdır. Umum: Genellik ve kapsam ifade etmek için konulan bir lafızdır… müşahhas için konulanlar… mana için konulanlar... uzak ve yakın olmak üzere iki mana için konulanlar. İsti‘mal: açık bir manada kullanılan … gizli manalarda kullanılanlar. Fehim: Kendisine işaret edilen lafzın kendisine işaret ettiği şeyden anlaşılanlardan ibarettir. Yani lafzın kendisinden anlaşılan anlamdır. Yahut onun işaret ettiği bir şeydir. Veya manasının anlamıdır. Yahut müktezayı halden (sözün yer ve zamana uygun olması) anlaşılandır. Hamliye (bir önermeye hüküm yükleme) haberi cümledir. O, anlamın doğru olmasını gerektirir. İnşa cümlesinde ise söz için doğrudur veya yanlıştır hükmü verilemez. 514 “Tenzil”in (Kurân’ın) icazı konusu uzunca anlatılmıştır. Yani mantıkçılara göre ikincisinin imtina olması (imkânsızlık) delili ile birincisi imtina (imkânsız) olur. Dilcilere göre birincinin imtina olması delili ile ikincisi imtina olur. 515 Yani imtina muhalde kullanılır. Şimdiki durum ise hizmetin böyle olmadığını nasıl gösterir? Cevap olarak şöyle derim: Muhal lafzı geneldir ve birçok detayı vardır. Onun tabakası üçtür. Vücub (zorunluluk), imtina (imkânsızlık), imkan (olabilirlik). Şahışlandırılmış olan hal tam illete bağlı olmasından dolayı vacibin misalidir. Varlık sebebiyle o Allah’ın iradesidir. Mazi zaman ikincisi olan imtina içindir. Çünkü o bulunamamıştır. İlletin varlığı bulunmasıyla onun ademi muhaldir. Varlığı olmayan da muhaldir. İstikbal (gelecek zaman) ikincisi içindir. 516 Zehâiru’l-ukbe, Hafız Muhibbuddin Ahmed bin Abdullah et-Tayri, S: 82 = Hâdisenin hülâsası şöyledir: Hazret-i Ömer (r.a) hamli alta aylık iken doğuran bir kadını recmetmek istemiş. Hazret-i Ali Radıyallahü anhü ona demiş ki: Cenab-ı Hak diyor ki “ve hamlühû ve fisâluhû selâsune şehran” yine Cenabı Allah buyuruyor ki: “ve fisâluhû fî âmeyni”. Birinci âyetin meali: “Onun hamli (yani rahimdeki çocuğu) ve onun sütten kesilme müddeti 30 aydır. “İkinci âyetin meali: “Onun sütten kesilmesi müddeti iki yıldır.” Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer’e demiş: O halde hamlde altı aylık olabilir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: “Eğer Ali olmasa idi, muhakkak ki Ömer helâk olurdu” demiş. –A. B. 517 [Cezmetmeyen şart edatlarından biri olan “levla” edatından sonra şart ve cevap adı altında iki cümle bulunur. Ancak şart cümlesi isim cümlesidir. Bu edat bazen arz veya tahdit bildirir. Arz birşeyin yapılmasını kibarca istemek tahdit ise kabaca istemektir. Mazi fiilden sonra gelirse kınama edatı olur.] 518 Yani yüklemin aynısı için sonuç önermeye ait yükleminin aynısının istisnası gibi, “lâ lev” edatı müstakim istisna olarak yükleminde bulunur. 513
-199-
-200-
[Sayfa: 122]
→ onu gerekli kılmıştır.519 Yani diğerinin aynısının nefyedilmesi “me‘a”nın lüzumu için “lev” getirilir. “Lâ” edatı ile birleşmesi aynın vücuduna delalet etmesi içindir. Onun sonucu şekil olmayıp edat ile ayrılan iki tâli (yüklem) içindir. Mukaddime: Umuru’l-âmme (genel işler) diye isimlendirilen şeyler ikinci mâkulatlardandır. Onlardan birisi vahdet ve kesret (birlik ve çokluk)tir. Vahdet ya hakiki ya da itibaridir. İtibari: Fasıldaki birbiriyle aynı cinsten olan bir cinste veya birbirine benzer olan sıfatların en özelinde birleşmesidir. Munfasılın niceliğinde eşitlikler vardır. Muttasılda ise denklik, paralellik, benimseme ve uygunluk vardır. Konumda benzeşme, mülkte ise ortaklık vardır. İsim tamlamasında, yüklemde ve ondan etkilenmeden uygunluk vardır. Önermedeki “metâ” edatı yüklemin zamanıyla ilgili “eyne” ise özenin bulunduğu çevre ile alakalı olan eklemlerdir. Kesret ise ikilidir. Şayet orada bir simetrik yoksa çelişki vardır. Bir araya gelmeye engel bir olan bir şey olduğu söylenmese de aralarında bir ayrılık vardır. Bir zamanda veya bir yerde bir tek yönden toplanmaya engel olan bir şey olduğu söylense de aralarında başkalık ve farklılık vardır. Duraksama olursa biri diğerine baskın çıkar ve katlanır… Aksi halde →
Yani “levlâ” dan sonraki iki taraf arasındadır. Aynı şekilde “levmâ” –geçmiş örnekte olduğu gibi- ve “levlâke levlâke lemâ ħalaktu eflak” (Sen olmasaydın Ben âlemleri yaratmazdım). (“levlâke” hadisinin geniş me’hazleri için bak: Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları S: 306, H. no: 17 –A. B.-) bu hadis Maniati cemin doğruluğunu ifade eder. Ya, Ali var ya da (yoksa) Ömer helâk olur. Ya Sen varsın ya da Ben yaratmazdım. İki taraf arasında lüzum olması istendiği zaman talinin (yüklemin) üzerine “lâ” getirilir. Lazım olan bitişik şart edatı maniat-i cemle birleşir. İki cüzden birisini mukaddime diğer zıttını tali yapar. “lev” edatının gelmesi lüzuma delalet eder. Onun manası daha önce “lemmâ” idi. Ondan sonraki kıyas müstakimdir. Şimdiki durumda “levlâ” edatı mukaddemin varlığının hakikatine delalet eder. Bu edattan sonra cevap cümlesi gelir. “lâ” olumsuzluk edatı “lev” şart edatı ile birleşmiştir. Bu basit bir arazdır. Basit ya soyut, soyutlar gibi maddeyle olmayandır. Örneğin vacip ve mutlak olarak nefisler gibi. Ya da maddeyledir: o aynı şekilde ferdin cevheri ve noktanın arz edilmesi gibi bölünemez. Yahut o madde gökyüzü gibi farklı tabakalardan değildir. Veya su gibi, isimde tümel ve tikel olarak ortaktır. Sen bunu ezberleyip koru! 519
-201-
-202-
[Sayfa: 123]
→ eğer onun iki tarafı varsa doğruluk ortaya çıkmış kabul edilir. Varlık itibariyle karşılıklı zıtlık meydana gelir… Eğer iki taraftan biri adem (yok) ise ve bir yerde olabilme şartı koşulmuşsa adem ve mülkiyet söz konusudur. Aksi takdirde değilleme yapılır. Cümlelerde yahut her ikisinde çelişki ortaya çıkar. Bir cümlede hem olumluluk hem de olumsuzluk söz konusu olur. İstidlâlde (delillere dayanarak bir hükme varma konusunda) bir işlevi ve etkisi olan önerme hükümlerinde daha sonra tenâkuz520 (çelişki) konusu gelir. Çünkü biz çoğu zaman neticeyi ispat etmek için delile ihtiyaç duyarız. Diğerlerinde ise hulf (bozma) vardır. Hulf, (karma kıyas)521 zıddın iptali ile bir şeyi ispat etmektir. Tenakuzun (çelişkinin) nasıl olduğunu mutlaka bilmek gerekir. Şunu iyi bil ki teorik şekillere dair açıklamaların üzerinde duraksayan hükümlerde tenakuz vardır. Birincisi dışındaki teoriktir. İki zıddın birlikte alınmasıyla kurulan hulf (karma)522 kıyasının neticesi ve akisler (döndürme) bilgisi üzerinde duran istikamet (düz) kıyası ile sabit olur. Tenakuz (çelişki) hakikate göre çok külfete ihtiyaç duymaz bir şeyi iyice öğrendikten sonra onun zıddı açıkça ortaya çıkar. Çünkü her şeyin zıddı tersiyle orantılıdır. Bir şeyi kaldırmak nefyetmektir. Nefiy ise ademdir. Adem varlık gibi eşyaları tanıtır. Çünkü varlık ile yokluk iki genel kavramdır. Bir şey arazı ile bilinir. Ancak elde edilmeyen adem bizim kastettiğimiz eserlere ulaşmak için kaynak olamaz. Elde edilen önermeleri kaydetmek istediler. Bunlar hakikatlerin zıtları veya aynısının lazımlarıdır. Örnek: “Zeyd ayakta değildir” önermesinin zıddı “ayakta olmayan Zeyd değildir.” Zıtlık gördüğün gibidir.. Bundan dolayı onu “iki zıddın ihtilaf” etmesi olarak tanıttılar. Yani tekil olmayan iki şey. Çünkü onun hulfde (hükmü bozma konusunda) bir rolü yoktur. Yahut olumlu ve olumsuz ile bir önermenin müfredinde etkisi yoktur. Yani bunda kendi zatını gerektirdiği için ne bireysel ne de bileşik vardır. Yani yabancı mukaddime vasıtası ile değildir. Bir şeyin eşitine zıt olan diğer bir şey için zıtlık oluşturur. O ikisinin doğruluğu ve yanlışlığı imkânsızdır. Yani aralarında hakiki bir infisal vardır. Daha sonra onun tarifinden üç ihtilaf veya bir, iki, üç, sekiz yahut on dört ittihat olma şartından istifade edilir. İhtilaf ise açık tarif ve tehalluf (uygunsuzluk) çelişki ile nitelikte bulunur. Örnek: “Ey bekâr senin oğlun ayaktadır. Ayakta olmayan senin oğlun değildir.” Bu önermenin niteliğinde çelişki vardır. Aynı şekilde nicelikte tehalluf için ihtilaf vardır.
Gelenbevî S: 27, satır: 13, mealen. –A. B.[Hulfî Kıyas: Bir kıyasın içinde var sayılan şüpheyi gidermek veya onun bilgi değerini denetlemek için öncüllerin çelişiği alınarak yapılan kıyastır. Türkçede bu kıyas, “abese irca”, “saçmalığa indirgeme”, “ olmayana ergi”, “dolaylı ispat” , “ters kıyas” gibi kavramlarla karşılanmaya çalışılmıştır.] 522 [Bir kesin kıyas ile bir seçmeli kıyasın birleşmesinden oluşturulmuş kıyaslara karma kıyas veya hulf kıyas denir. Hulfî kıyas, ispatı istenen iddianın zıddının yanlışlanması üzerine kurulu bir akıl yürütmedir. Bir başka deyişle, Hulfî kıyas, bir kanıtlama yöntemi olarak doğruluğu ispatlanması istenen önermenin çelişiğinin yanlış olduğunu ortaya koymak için yapılır. Böylece çeliğinin yanlışlığıyla, kendisinin doğruluğu ispatlanmaksızın, doğru olduğu ispatlanmış kabul edilir.] 520 521
-203-
-204-
[Sayfa: 124]
Tümel önermede konu ve mukaddem kezib bakımından daha umumidir. Tikelde ise sıdk daha umumidir. Cihetteki ihtilaf ise daha sonra gelecek… Daha sonra birde ve nispette birlik gelir. …Çünkü o, iki taraftan birinde ve kayıtlarından birinde ihtilaf ederse nispet de ihtilaf eder. Birleştiklerinde iki zıddın aksi ortaya çıkar. Kayıtlarında birleşirler veya onu kayda bağlayan bir konuda ittihat ederler. Dört kaydı (şartı) ile birlikte mahmûl (yüklem) veya her ikisinde (nitelik ve nicelikte) ve zamanda birleşir. Çünkü zaman cümlede veya konuda mahmûlün bir cüzü olması için kolayca gelmez.. Beyaz ve siyah şartı ile farklılık olmamakla birlikte görme için farklı olan bir cisim gibi cüzde, külde, külliyede ve şartta mahmûlün cüzü olmaz. Mahmûlde zaman, mekân, izafet, kuvvet ve fiil vardır. …Yahut konunun ve mahmûlün kayıtlarındaki tebâdul (değiş tokuş) ile beraber bu sekizdir. Bunlar tümelde meydana gelen bozulma sırrıyla böyle olmuştur. Şunu iyi bil ki: Bütün kayıtları itibara alınan bir kaziye, bazen hüküm konusu olan bir önerme içerir. Şunu da iyi bil ki: Bir şeyin zıddı onun ademidir. Üç kaydı olan bir önerme için altı adem vardır. Onu kapsayan bir ademin zıddının alınması gerekir. Bu ancak kayıtlarında daha hususi olandan başka bir şey değildir. Ehasın (daha özelin) ademi daha umumidir. Daha umuminin ademi ise daha hususidir. Her ikisinin huluvu da caizdir. Olumlu önermede cihet olan daha hususi bir kayıt vardır. “İnsan hayvandır” önermesinde insanın zorunlu olarak hayvan olması konusunda çelişkili bir durum vardır. Zaruretin selbi imkândır. (Zorunluluğu kaldırmak olasılığı ortaya çıkartır). Zaruretin zıddı zâtiyedir. Genel olasılık zıt taraflardadır. Bu, muhalifin yanındaki zarureti kaldırmayı gerektirir. Bu durum ise zaruret ile uygundur. Her fert ve bazı kelimelerinden olumsuz yapma duurmu sabitlerin arasında olduğu zaman çelişki ortaya çıkar. Aynı şekilde tüm zamanlardaki sübut ile bazısında selp veya zat yahut sıfat olarak akis ile birlikte aralarında tenakuz vardır. Bunlar mutlak devamlı olan çelişkili vakit ve süreli örf için gereklidir. Yahut bunun tersidir. Vaktiyeye (süreli) gelince bu, vaktin birleşmesiyle meydana gelen şahsiye gibidir. →
-205-
-206-
[Sayfa: 125]
Münteşire ise vakit iyice yayıldığı zaman söz konusu olur. İspattaki nekra gibi… Ancak bu, olasılıkla çelişir. Bu durum, hüküm olarak nefiy siyakındaki nekra (olumsuzluk bağlamında olan belirsiz bir isim) gibi genel manada çelişki kaldırıldığında ancak imkân (olasılık) durumuna ters düşebilir. 523 Şunu iyi bil ki: Bileşik önermelerin zıddı kendi cinsinden değildir. Ancak onlar munfasılayı muhassele olarak ele aldılar. Bu ise, onun zıddının lazımıdır; bir ferdi olan vücud gibi, önermenin aslında bulunan bir kavram olması sebebiyledir. İşte bu cüzleri ile birlikte ceminin var olmasıdır. Adem (yokluk) gibi ona zıt olan şeyin fertleri çeşitlidir. Hatta mürekkepteki (bileşik) beş parçalı bileşik önerme de böyledir. Adem için otuz bir fert vardır. İki cüzün zatı, üç ferttir. Bundan dolayı cüzün olmaması hususi olmak için yardım etmez. Bilakis onun cüzleri arasına iç içe girmeyen konularda tereddüt etmek yaygındır. İşte bu kapalılık ve tereddüt sebebiyle, ya munfasılaya benzeyen hamliye veya ona benzeyen munfasıl ortaya çıkar. Birbirine eşit olan muttasıldaki benzerlik birbirine gerekli olan diğer munfasıldaki gibidir. Yahut onlar birbirine muhalif olan iki cüz idiler. Yani iki külliye içinde olsalar da munfasıla ondan daha hususidir. Örnek: Her bir sayı ya çifttir ya da tektir. Her insan ya kâtiptir ya da ümmidir. Tüm sayıların çift veya tek olması doğru değildir. “Her” insan ya kâtiptir ya da her insan ümmidir. Bilakis bu önermelerde “bazı” olma söz konusudur. Hükmün tümele yüklenmesi ve “her fert” denmesi doğru bir hüküm çıkarmaz. “İmmâ” bağlacının “kül” ekleminden önce gelmesi onu daha genel yapar. Çünkü o, hüküm tamam olduktan sonra cümleye girmiştir. Hüküm verildikten sonra gelen farazi her önerme kendi arasında bir topluluk oluşturur. Şunu da iyi bil ki: Konusunun parçaları bir olan bileşik önerme, terkipten dolayı zaruretle hakikattir. Bunun çözümü şöyledir: İki cüze ait iki konunun hakikatinde birleşme zorunluluğu yoktur. Çözüm zıddın zıddı olması için, konudaki mürekkeb ile mutlaka aynı olmalıdır. Mürekkep (bileşik) önermelerde çözümlü külliye mürekkebin aynısıdır. …Küll sırrıyla, kuşkusuz ki o diğerlerini kuşatıcıdır… Onun zıddını almasında bir problem yoktur. Yine şunu iyi bil ki: Cüzi olarak konuda birleşen mürekkep (bileşik) önerme, terkip için zorunlu olarak hakikattir. Bunun çözüm gerekçesi iki cüze ait konunun hakikatin birleşiminde zaruret olmamasıdır. Biz bu önermeyi çözümleyen iki cüzün zıddını alıyoruz. Muhallil (çözümleyici) zıddın zıddı olabilmesi için konu bakımından mutlaka mürekkebin aynısı olması gerekir. Bileşik önermelerde muhallil (çözümleyici) tümel mürekkebin aynısıdır. …Bu, küll sırrıyladır. Zira o, kuşatıcıdır. Onun zıddını alma konusunda bir problem yoktur.
El yazma nüshada aynen bu şekilde [(38) (1)] bir rakam var. Ancak bu rakamın ne olduğunu çıkaramadım. Gelenbevî’nin sahife numarası a değildir. –A. B.523
-207-
-208-
[Sayfa: 126]
Tikel bileşik önermeler ise, bu durum bileşik tikel kavramının diğerinden daha özel olduğu zaman söz konusudur. Tek bir zâta işaret eden, bazılık belirten iki eklem olma zorunluluğun olmaması nedeniyle bu durum çözümleyici iki tikel kavramın birleşmesi sırrıyla meydana gelir. Daha genel olan çözümleyici zıt eklem bileşik zıddan daha hususi olur. Bu yüzden “bazı hayvanlar insandır” önermesi yanlış olur. Çünkü burada devamlılık yoktur. “Hayvanlar içinde devamlı insan olan bir şey yoktur. Her hayvan devamlı insandır.” Bu önermeler yanlış olmasına rağmen birbirine zıt olan iki önerme diğerini kaldırmaz. Tikel bileşiğin zıddını almak için üç yöntem vardır. Birincisi: Üçlü taksim yapmaktır. Yani ya hiçbir şey… ya hepsi… ya da bazısı. İkincisi olumsuzluğun bozulması konusunda yüklemi bozmakla konuyu şarta bağlamaktır. Olumluyu bozma konusunda konunun şarta bağlanması yüklem ile aynıdır. Üçüncüsü konuyu birleştirmek için çözümleyici iki tikelin zıddı arasında tekrarlama yapmaktır. Bu durumda yüklemi tekrar eden bir önerme elde edilir. Çelişkili önermelerde birleşme şartlarından birisi konuda birliktir. Yani iki türü ile birlikte zihinde birleşimdir. İhtilafı bozmak için dışardaki iki kısımda da birlik gerekir. Şartlardan birisi bitişik veya ayrı olarak cins de birleşmektir. Lüzum ve inat olarak tür bulunur. Bir de tehallüf (uygunsuzluk) için ittifak vardır. İki cümlenin bozulması varlıkta cem ve refin yokluğunu gerektirir. İki müfrette ve varlıkta kendi cihetiyle bulunur. Akiste fasıl:524 Üzerinde durulan hükümlerde ikinci hüküm akis şekilleri için neticelerin lüzumunu ispat etmektir. Lugat olarak lazım olmayana, zıdda ve mutlak değiştirme için akis söylenir. Ama burada ise mastar manasıyladır. Yüklemli önermenin değişimini gösterir. Yanlışlığı dışında doğruluğu ve niteliği ile beraber kalmak şartıyla muttasıl (bitişik) önerme içinde geçerlidir. Lazımın doğruluğuna cevaz vermek için melzumun yanlış olduğunu göstermek gerekir. Bilinen manalarla değiştirmekle elde edilen daha özel önermelere ulaşılır daha sonra lazım ile melzûm arasında farklılık gerekir. İnat ve kardeşlik benzeri bir ittifak gibi, birbirine benzeyen iki tarafın izafetine nispet edildiği zaman akis itibara alınmaz. Akisin (döndürme) gerekliliği teorik asıl içindir bir delile ihtiyaç duyar ve o üç tanedir.
524
Gelenbevi S:28, satır: son satır, mealen-A.B-
-209-
-210-
[Sayfa: 127]
Birincisi: Hulf.. (karma kıyas) onun esası, zıddı iptal ederek akisi (döndürme) ispat etmektir.525 Onun tasviri (şekli): Lüzum olarak akisi doğrulamasa da çözülebilme olasılığı bulunduğu içindir. Aslındaki her sadık ile beraber onun zıddının doğruluğu mümkündür Birinci şekil ile sonuç çıkarmak için o ikisini doğruluğu mümkün olsa bile onun kendisinde bir şey çıkartılır bu ise o ikisindeki olumluluk için konunun varlığı muhaldir. Muhalin olasılığı batıldır. Lazımın batıl olmasıyla melzumun da batıl olması gerekir. Ya şekli ile ki bu açık bir sonuçtur. Ya da konunun aslı iledir bu doğruluğu gerektirir. Bu durumda akisin zıddından başka bir şey kalmaz. Bu muhalin inşa edilmesidir. Dolayısıyla onu doğrulamak mümkün değildir. Bu nedenle akis gerekli olur. İkincisi: Akis (döndürme) yöntemi.. Bu, aksin zıddının aksidir. Aslın zıt olması veya çelişkili olması için yapılır. Asıl mecburen doğrudur. Zıddın akisi batıldır. Onun melzûmu çelişki olup oda batıldır. Çelişkinin çelişkisi döndürme olup elbette doğrudur. Sonuç: Gereklilik bakımından eğer döndürme doğru olmazsa çelişkinin doğru olması olasıdır. Şayet doğru olursa onun gerektirdiği şey de doğru olur ki bu onun döndürmesidir. Lazım doğrulanırsa iki zıddın veya iki çelişkinin bir araya getirmesi gerekir. Asıl, doğrunun vacibidir. Çelişkinin çelişik kıyasın döndürmesi muhali gerektirir. Fakat bu mümkün değildir. Bilakis akis lazım olur. Şunu iyi bil ki: Olumlu tarafa yönlendirilmiş olan akisler (döndürmeler) sadece üçtür. Dördün devam etmesi için mutlak geçici süre gerekir. Bu süre özellikle devamlı olmayanlar için geçerlidir. Genel mutlak beş için kullanılır. Bunu iyi bil ki: “Lazımın lazımı lazımdır. Sırıyla akisten daha umumi olan her şey akistir. Bu terim “melzumun melzûmu melzumdur.” Sırıyla asıldan daha hususi olan her şey onun akisini gerektirir. Yine şunu iyi bil ki, bizim için iki makam vardır: ispat, nefiy… Daha önce geçtiği gibi, lüzumu ispat etmek için elimizde üç tane önerme bozma yöntemi vardır. Bazen olmayı ifade eden şeylerde lüzumun devir526 (bir sonrasına devam etmesi) için tenbih ve tenvir gibi farazi ve akis bulunur.
[Bu kıyas, bir yargının imkânsız olduğunu göstererek kanıtlama yaparken kullanılır. İspatlanmak istenen yargının karşıt hâlinin imkânsız olduğu gösterilerek ispat edilmek istenenin doğru olduğuna karar verilir.] 526 Olumlular 525
-211-
-212-
[Sayfa: 128]
Şunu iyi bil ki: İki devamlı ve genel olan şey hulf (karma kıyas) ile mutlak süreli olanın aksidir. Yani o olmaz ise onun zıddı doğru olur. Bu tümel olumsuz genel örfidir. Bu da aslın kübra (büyük öncül)dır. Kendisinde var olan bir şeyin dört yönden birisi ile selb (olumsuz) yapılmasını netice verir. Çünkü birinci şeklin neticesi kübra (büyük öncül) -burada olduğu gibi- vasfa ait olduğu zaman suğrayı (küçük öncülü) takip eder. Bir şeyi kendinden selb etmek muhaldir. Çünkü o, şeklin suretinden ve suğradan değildir. Bilakis büyük öncüldendir. O, akisin zıddıdır. Aynı şekilde mümkün de değildir. Bu onu doğrular ve akis gerekli olur. Farazi olarak, o akisin zıddıdır. Aynı şekilde mümkün değildir. Onu doğrular ve akis gerekir. İftiraz (varsayım), küçük öncülün yüklemi ile büyük öncülün konusunu birbirine bağlamaktır. Bu üçüncü bir akis netice verir. Fakat devir527 gerekmez veya üçüncü dışındaki ile ispat etmek gerekmez. Çünkü maksat uyarma ve betimlemektir. …Akis ile de aynı şekildedir. Örnek: “Her insan hayvandır” yönlerden birisi ile: “Bazı hayvanlar insandır” o, hayvan olduğu zaman böyledir: aksi halde iki zıddın veya iki çelişkinin birlikte olması gerekir. Çünkü akisin çelişkisi doğru olan asla ters düşen bir şeyi gerektirir. Sâdıkın zıddı kâzibtir. Onun melzumu daha büyük yalancı olan diğer çelişkidir. Çelişkinin çelişkisi düz döndürmedir. Muhalin olasılığı imkânsız olduğu için lazım da böyledir. Nefiy makamına gelince, tehallüf (uygunsuzluk) ile …şunu iyi bil ki; daha umumi olan daha hususi olan bir şey için gerekli olur. Daha hususi olan daha umumi için melzûm olması gibi. Daha genel olan bir şeyin lazımı daha hususinin lazımıdır. Ehasın melzûmu ea‘mın melzumudur. Hâsa (özel) lazım olmayan bir şey â‘ama (genel) da lazım olmaz. Aksi halde hulf (karma kıyas) gerekir. E‘ammı gerektirmeyen bir şey ehassı da gerektirmez. Aksi halde hulf sabit olur. Yine şunu iyi bil ki (bu dört şey için mutlak süre belirtilenler dışında) biz akisin nefyi konusunda otuz iki tane tehallüf (uygunsuzluk) maddesine ihtiyaç duyarız. En kısa metodu: dört aslın yanından birisini almamızdır. Ehas kendi kardeşi için en güçlü melzumdur. Onu, biz akisin yanından alırız. Lazım daha umumidir. O, en hafif olan lazım kardeşi için gelir. Ehas, zati zaruretin aslındadır. Akisin yanındaki daha umumidir. Vaktiye cihetinden de olsa böyledir: Sıdktaki tehallüf (uygunsuzluk) ile beraber zaruretle şöyle denir: “Her kâtip insandır” … Kezib ile birlikte “Bazı insanlar kâtiptir” önermesi bir vakitte zaruret ile çıkan bir sonuçtur.
527
[Bir şeyi dolaylı bir şekilde yine kendisiyle tarif ve ispat etme anlamında mantık ve felsefe terimi]
-213-
-214-
[Sayfa: 129]
Belli bir vakte has olan iki önerme devamlı değildir. Örnek: Kâtip olduğu sürece “Her kâtip hareket edendir” (parmaklarını oynatır) fakat devamlı değil. Yani bir müddet sonra kâtipde bir fiil hareket eden bir şey yoktur. Onun zıddı; Hareket ettikleri sürece “Bazı hareket edenler kâtiptir.” Bazı hareket edenler bilfiil katip değildir. Aksi halde şu önerme doğru olur. “Her hareket sahibi devamlı kâtiptir” yani bu zat için kitabet işlemi devamlıdır. Birinci cüzün gerektirdiği şey asıldandır: Kitabet devam ettikçe hareket devam eder. Bu farz ile devamlıdır: hareket etmek zat için devamlı olur. Asıl kaydın (şartın) zıddı doğru sonuç için farz olur… Kaydın (şart) zıddı: “Bazı hareket edenler kâtip değildir.” Bilfiildir, hulf (karma kıyas) ile açıklamaz, çünkü onun zıddıdır. O devam ettiği sürece “Her hareket eden kâtiptir” …aynı kayıtla beraber bir şeyin selbi bilfiil kendisinden ortaya çıkar. Bu caizdir. Çünkü konun başlığı çözülüp dağıtılmıştır. Akis yolu ile değil: Çünkü akis “her hareket eden devamlı kâtiptir”; kâtip bir vakitte hareket ettikten sonra o kayda (şarta) ters düşmez. Farazi de olmaz. Çünkü o yüklemdeki küçük öncülü konudaki büyük öncüle bağlamıştır. Böylece konumun bağlamından çıkmıştır. Birinci cüzün olumlu olması sebebiyle; bilfiil “Her insan kâtiptir.” Yüklemin bağlanması: Bilfiil “İnsanda hareket eden hiçbir şey yoktur.” Küçük öncül olumlu olma şartından dolayı üçüncü şekil için bu doğru olmaz. Şunu iyi bil ki; bir vakte bağlı iki mevcut önermenin zıddı genel mutlaktır. Burada bize iki görev düşer. Birincisi: Bu lüzumun ispatı şu yöntemlerle yapılır. Bunların en kısası: beşten en umumi olanı almamızdır. Çünkü en umuminin lazımı en hususinin lazımı ve mutlak e‘amdır. Çünkü mutlak mukayyetten daha umumidir. “Her kâtip gülendir” önermesi bilfiil doğru olduğu zaman “Bazı gülenler kâtiptir” bil fiil ve hulf (karma kıyas) ile bunun lüzumu da doğru olur. Yani bu gülenlerden devamlı kâtip olan hiçbir şey (kimse) yoktur. –Büyük öncül asıl içindir-. -Kâtiplikten devamlı kâtip olan bir şey (kimse) yoktur- sonucu çıkar ki bu, konumun varlığı nedeniyle muhaldir.
-215-
-216-
[Sayfa: 130]
Çünkü o, olumlu olan konumun bağlamıydı. Muhal olmasını gerektiren delil kendi şartlarından birisinin bozulması sebebiyle batıldır. Buradan çıkan suret (sonuç) bedihidir. Küçük olan asıl, doğru neticenin çıkması için gereklidir. Bu akisin zıddını iptal eder: “Bazı gülen kâtiptir” önermesini bilfiil ispat eder. Eğer istersen tenbih ve ispat olmaksızın tenvir yoluyla döndürme ve varsayım ile devrin lüzumu için sen delil getir. İşte böylece: Akis doğru olmazsa onun zıddı doğru olur. Buradaki zıt akise teslim olur. O doğrunun aslına ters düşer. Onu yalanlar ve melzumunu da iptal eder. Zıddın zıddını ispat eder ki bu zaten akistir. İftiraz (varsayım): Küçük öncülün yüklemi ile büyük öncülün konumunu, küçüğünün döndürmesine tabi olan neticesini kullanarak üçüncü bir önerme ile onları birbirlerine bağlamaktır. O, (bu işlemle ulaşılacak olan sonuç) matlûbdur. Onun özeti: Asıl bize, konunun başlığı ile yüklemin başlığının bir zât için bilfiil sabit olduğunu haber verir. O ikisinden hangisi zât için sabit olursa (zata bedel hangisi sabit olursa) -ona teslim edilmesine binaen- gördüğün gibi diğeri bilfiil onun için sabit olur. İkinci vazife ise: Daha genelden değil, mutlaktan daha özelin gerektirdiği şeyi olumsuz yapmaktır. Aynı şekilde o da lazımdır. Tehallüf (karma kıyas yapmak) için en kısa yol, ehası (daha özel olanı) beş (külliye)ten almamızdır. Çünkü ehasa lazım olmayan bir şey, elbette e‘amma da lazım olmaz. Ehas, belirli bir vakte işaret eder. On birden e‘am (en kapsamlı) olanı alırız. Çünkü e‘amın lüzumu, zorunlu olarak ehasın lüzumunun ademini (yokluğunu) gerekli kılar… Küllden e‘am (tümelden daha kapsamlı olan), mutlaktan ehas (hiçbir şarta bağlı olmayanda daha özel olan) alınır. Varlıkları zorunlu değildir. Örnek: “Her ay haylulet (araya girip kapanma) vaktinde tutulmuştur” önermesi doğrulanır. Buradaki sonuç (kesin kıyas) zorunludur ama devamlı değildir. “Bazı ay tutulması aydır” önermesi ise yanlıştır. Şart itibara alınmasıyla böyle bir yargının çıkması zorunlu değildir. Çünkü ay tutulması sadece aya has bir durumdur. Tutulan şeyin zatı(ında değişiklik yapılamaz çünkü o) zorunlu olarak devamlı aydır. Şunu iyi bil ki: Bu makamda dikkat edilmesi gereken şeylerden birisi şudur: Melzumun imkânı, lâzımın imkânını gerekli kılmaz. (Gerekli olunan bir şeyin olasılığı, gerekli olanın olası olmasını gerektirmez.) İlk malulün ademi (illetin bulunmaması) gibi. Filozoflara göre bu, vacip için lazımdır. Olasılık bulunmamasına ve onun ademi lazım olmasına rağmen böyledir. Aslın imkânı (olasılığı) mutlaktır. Itlakın 528 imkânı (kayıtsız olma olasılığını) gerektirmez.
528
Onun döndürmesinde.
-217-
-218-
[Sayfa: 131]
Aynı şekilde, icma ile iki mümkünden muhal doğar. (Görüş birliği ile iki olasılıktan olanaksız bir şey ortaya çıkar.) Aynı anda hem ayakta olmak hem de oturmak gibi. Asıl doğru olan şeye rağmen bu mümkünü fiilen529 varsaymak, asıl konunun fertleri geniş olduğu için bu mümkün değildir.530 Ayrıca imkânın (olasılığın) devam etmesi olası bir durum değildir. Birincisi (ön bileşen), ikincisi (art bileşen) olmaksızın zorunluluğu ortadan kaldırır… Bir insanın devamlı kâtip (yazar halinde) olması mümkün değildir. Bu durum insan için olası bir şey değildir. Bu ancak şimdiki zaman sınırları içinde devam etmesi mümkün olabilir. Yine, meşhur olan görüşe göre; olasılığın doğruluğu, doğrunun olasılığı dışında olduğu gibi, zaruretin doğruluğu, doğrunun zarureti dışında başka bir şeydir. Zira olasılığın doğruluğunu, aslının doğru kalması ile birlikte, bazen onu bilfiil varsaymak mümkün olmaz. Çünkü bazen bir şeyin olasılığı gerekli olur ama onun fiilini varsaymak bu olasılığın onunla birlikte olmasını engeller. Oturabilme olasılığı olan birinin ayakta olması gibi. İşte bu noktada (bazı filozoflar) kendilerini şüpheye düştükleri şeyin içe attılar. (Böylece doğru yoldan çıkıp savrulup gittiler.) Ayrıca şunu iyi bil ki: Konumun bağlanması konusunda Şeyh’in531 görüşüne göre, zahir olan bir şey üzerine iki mümkün için akis yoktur. Tehallüf (karma kıyas) için harici bir fiil… (ile) hulf yapılamaması (hükmün bozulamaması durumu söz konudur). Çünkü (iktiranî kıyasa ait dört şekilden) birinci şeklin suğrasında (ön bileşeninde) imkân (olasılık) doğru olmaz. Bundan dolayı zaruret ile zaruret akis olmaz. (Kesin kıyas ile diğer kesin kıyas döndürülmez.) Daha sonra sâlibeler532 gelir; iki külli (tümel) devamlının akisi hulf (karma kıyas) ile devamlı küllidir. Akisin zıddı yapılmasıyla. Çünkü o, tümel olumlu olan asıl için suğrası (ön bileşeni) tikel533 olumludur. Varsayım olarak var olan bir şeyden olumsuz yapılınca zıddın doğruluğu sonucu alınır. Eğer istersen, akisin zıddının akisi ile asıl akise zıt bir şey çıkarırsın. (Ters döndürmeyi tersine döndürürsen düz döndürme bulursun.) Devamlılığın lazım olması ile ondan daha umumi olan bir şey lazım534 olur.
Birinci suğrada (küçük öncülde), zaruretin aksini (kesin kıyasın döndürmesini) iptal etme konusunda tehalluf (uygunsuzluk olmak) ile zaruret vardır. 530 Bu, ilk önermenin kübrası (büyük öncülü) idi. 531 Şeyh’ten murad Ebu Ali İbn Sina’dır. -A. B.532 [Buradan kasıt, tüm sonuçları olumsuz çıkan ikinci şekil olabilir: 1) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tümel olumsuz 2) Tümel olumsuz + Tümel olumlu = Tümel olumsuz 3) Tümel olumlu + Tümel olumsuz = Tikel olumsuz 4) Tikel olumsuz + Tümel olumlu = Tikel olumsuz] 533 Mutlak olarak. 534 Yani akis olur. Terim olarak değil. 529
-219-
-220-
[Sayfa: 132]
Şunu iyi bil ki: İki umuminin akisi (döndürmesi), genel örfi ve tümel olumsuzdur. Aksi halde hîniyye (geçici bir süre) mutlak olur; asılla birlikte tikel olumsuz, kendisi olduğu zaman, kendisinden bir şeyin olumsuz yapılmasını netice verir. O, tikelleri döndürülmüş olan özel iki tümelin döndürmesidir. ..Bu, genel örfiye ve tümel olumsuzdur. …Genel mutlak, tikel olumlu, kemiyetteki535 birinci cüzün mevzusu için, bazı mevzusu536 muhalif537 olan bir konuda zatın devamlı olmamasıdır. Bunun üzerine, geride kalanlar için akis olmayan, olumsuzları döndürülmüş olan altı şey ile kavram çıkardılar. Çünkü ondan daha hususi olan şey vaktiyedir. Cihetleri daha umumi olana döndürülmez… Bu tehallüf ile mümkündür. “Terbî‘ (yıldızların birbirinden doksan derece uzaklık mesafesinde) olduğu zaman aydan tutulan hiçbir şey yoktur.” Şu önermenin yanlış olması ile birlikte o doğrudur. “Ayın bazısı tutulan değildir.” “Bazı tutulmayanlar ay değildir” öncülü olası olsa dahi, diğer öncül zorunlu olarak yanlıştır. Çünkü tutulma özelliği aya ait bir özelliktir. Bazısının altında bulunan ayın örtüsünü kaldırıp gösterir. Cüzî sâlibelerde (tikel olumsuzlarda) hulfün meydana gelmemesinin sırrı: Akisin zıddını asla birleştiren şeyin hulf (karma kıyas) olmasıdır. Muhal lazım olması için suğra veya kübra (ön bileşen veya art bileşen) olması gerekir. Şimdiki hal ise buradaki buradaki aslımız olumsuz olduğu için suğraya dönüşmez… Onun cüz’iyesi için kübraya (büyük öncüle) da dönüşmez. İki hâssadaki döndürmenin sabit olmasına gelince; Çünkü asıl der ki:
Lakin o, tümel olumsuzun döndürmesidir. Lakin o, olumlunun döndürmesidir. 537 Burada, cüz’î konumdan dolayı küllînin doğru olmaması için döndürme yapılmasını kastediyorum. Daha önce geçtiği gibi, onun cevazı için mürekkebi (bileşiği) itibara alıyorum. Sen bunu düşün! 535 536
-221-
-222-
[Sayfa: 133]
Olumlu olma şartı ile “Kuşkusuz konunun zâtı mevcuttur.” … Zât, zâhir olan konunun başlığı ile vasıflanmıştır… Şartın hükmü ile yüklemin başlığını almıştır. Dolayısıyla yüklemin bağlanma hükmü ile mahmûlü (yüklenilen) nefyeder (şeyi olumsuz yapar)… İki vasıf arasındaki nefiylerin hükmü ile konuyu nefyeder. Bir zat üzerinde birbirine çelişkili olan iki vasıf (ters orantılı olarak) herûkî538 (ikiz kardeş) gibidir. Her ikisindeki zât gizlenmiş ve aldığı şey kayboluncaya kadar diğerinden uzaklaşmıştır. Şunu iyi bil ki: Döndürme, (sonrası için) gerekli olan önermenin daha özelini elde etmek için yapılır. …Bunu hulf ile ve akisin (karma kıyas ile döndürmenin)olmamasıyla tespit ederiz. …Veya luzüm bakımından daha hususi olan(a bakarak anlarız). Tehallüf ile (de olabilir.) ….Hulf (Karma Kıyas): Bir şeyi, tersini iptal ederek ispatlamaktır. (Kıyas yapma) şekillerde neticenin tersi, diğerinin nefyettiği şeyi sonuç olarak vermesi için, ön bileşene veya art bileşene539 eklenir. Döndürmede döndürülenin zıddı, olumlulardaki asıl için art bileşene eklenir… Bir şeyin kendisinden aynı eşitlikte Aks-i müstevide540 (düz döndürmede) bir şeyden olumsuz bir yargı çıkarmak için, ön bileşenlerde olumsuz kalıp kullanılır. Aks-i nakızda541 (düz döndürmede) bir şey onun zıddına yüklenir. Onun şekli, ikinci makullerden biridir. Böylece: Şayet akis (döndürme) işlemi bir şeyi doğrulayıp ispat etmezse zaruri olarak onun zıddı doğrulama işlemini yapar. Bir şeyin zıddı doğrulanıp onaylanırsa, her doğrulayan şey (delil) ile birlikte o da kullanılabilir. Çünkü doğruluğu kesin olan bir ebedidir. Bir şey her sâdık (doğrulayıcı) ile birlikte doğrulandığı zaman, asılla da doğrulanmış olur. Çünkü o (asıl) külli yanında doğru kabul edilir. Her ikisi birlikte doğrularsa, birinci şekil 542 elde edilir. Birinci şekil buraya terkip edildiğinde açıkça muhal bir şey ortaya çıkar. Nitekim o, burada bir şeyi kendisinden (kipinden) çıkarıp olumsuz yapmaktır. Bu ise, asılda olumlu bir konunun bulunması nedeniyle batıldır. Veya aksinin zıddı… Muhalin melzûmu mümkün değildir. Mümkün olmayanın zıddı vacip ve lazımdır. Bu ise matlûb (sonuç)dur….
.
“Herûki beracutek” terkibi Kürtçe, Kurmanci lehçesinde olup manası Arapça olarak “ke-tevemâni” (ikiz gibi) demektir. -A. B.539 Yani, suğra (ön bileşen) ile… kübranın (art bileşenin) nefyettiği şey ortaya çıkar. Yahut kübra ile …… netice verir….vs. 540 [Düz döndürme: Basit bir önermenin niteliğine ve doğruluk değerine dokunmadan konusunu yüklem, yüklemini de konu yapmaktır.] 541 [Ters Döndürme: Bir önermenin niteliğine dokunmadan, konusunun çelişiğini yüklem, yükleminin çelişiğini de konusu yapmaktır.] 542 [Hadd-i evsat büyük öncülde konu, küçük öncülde yüklem ise birinci şekil olur. Yani orta deyim büyük öncülde özne, küçük öncülde yüklem ise buna birinci şekil denir.] 538
-223-
-224-
[Sayfa: 134]
Tehalluf (uygunsuzluk) şekli ise: Şayet o döndürülürse, o zaman gerekli olur… Lazım olursa, o haliyle devam eder… Devam ederse, tehallüf (uyumsuzluk) etmez… Lakin tehallüf ettiği (zaman),543 devam etmez. Lazım olmazsa zaten döndürülmez…. Ters Döndürme544 hakkında bölüm:545 Önermelerin üçüncü hükmü ters döndürmedir. Şunu iyi bil ki: Gerçek şeklinden konuşan birçok delil vardır… İki mukaddemenin veya birinin lazım olmasıyla gayeler ortaya çıkar. Bundan dolayı zıddın döndürmesi için bilinmeyenleri bilenenlere atfedilmesine çok ihtiyaç duyarız. İki cüzün zıddını olumsuz veya udûl (vaz geçme, dönme) olarak almakla birlikte zıddın akisi niteliğe uygun olur. Veya cüzün zıddını almak için dikkatli bir bakış ile ikisi de beraber alınabilir. “Bilfiil kâtiptir” önermesinin zıddı “Bilfiil kâtip değildir” önermesi olamaz. Bunun sebebi burada hulf (uyumsuzluk) tam olarak bulunmamasıdır. Veya nitelikte farklı olmakla birlikte sadece yüklemin zıddının olumsuz ve udûl olarak alınmasıdır. Daha önce zikretmiştik: Mutlak olarak akis gerekli olan önermelerin en özelini elde etmek için kullanılır… melzumun ispat edilmesi burhana546 (kesin delile) muhtaçtır. Kesin kanıtlar düz döndürmenin olumsuzlarında geçerlidir. Az bir farkla ters döndürmenin olumlularında da geçerlidir. Aynı şekilde kanıtların olumluları olumsuz önermelerde “zilzal” kelimesi gibi kullanılabilir. Tümel olumlulara gelince onların zıddı birinci şekille kendisidir. Çünkü ondaki yüklem ya eşittir ya da daha umumidir… iki düz döndürmenin zıddı birbirine eşittir. Daha umuminin zıddı daha hususinin zıddından daha hususidir. Elbette onun üzerine külli olarak haml yapılır. Örnek “Her insan hayvandır” önermesinin zıddı kıyası iktiranî ile “Her hayvan olmayan insan olmayandır.” Yani aksi taktirde bunun zıddı doğru olur ki o “Her hayvan olmayan insan olmayan değildir.” Aslı olumsuz olduğu için bu önermenin ön bileşen yapılması mümkün değildir. İşte buradan son dönem âlimler udûle (vaz geçmeye) mecbur kalmışlardır. Konun varlığı sabit olduğu zaman olumluya teslim olmak gerekir. Çünkü konudan ve yüklemden harici olarak mutlaka var veya yok olması gerekir.
“H” Asıl nüshada “izâ” (..dığı zaman) yoktur. Ama sanırım üslubun siyakı onu gerektirir. –A. B.[Ters Döndürme: Bir önermenin olumlu ve olumsuzluğuna dokunmadan öznesinin kaşıt halini yüklem, yükleminin karşıt halini de özne yapmaktır. Tümel olumlu bir önermenin ters döndürmesi, yine tümel olumlu bir önermedir. Örnek: Her dost güvenilirdir. ↺ Her güvenilir olmayan, dost olmayandır. Tümel olumsuz bir önermenin ters döndürmesi, tikel olumsuz bir önermedir. Örnek: Hiçbir düşman güvenilir değildir. ↺ Bazı güvenilir olmayanlar, düşman olmayan değildir. Tikel olumsuz bir önermenin ters döndürmesi, yine tikel olumsuz bir önermedir. Örnek: Bazı güller kırmızı değildir. ↺ Bazı kırmızı olmayanlar, gül olmayan değildir. Tikel olumlu bir önermenin ters döndürmesi yoktur.] 545 Gelenbevî S: 30, satır: 2, mealiyle. –A. B.546 [Burhan: Bir hükmün, bir önermenin delil olarak kendisine dayandırıldığı, önceden doğru diye kabul edilmiş olan hükümdür. Yani öncülleri kesin bilgilerden oluşan aklî bir delildir. Aklî bir delilin kesin olabilmesi için bütün öncüllerinin zarûriyyât veya yakîniyyât türünden oluşması gerekir.] 543 544
-225-
-226-
[Sayfa: 135]
Çünkü olumsuz kip, olumsuz olan tarafın olumlu olmasını gerektirir. Olumsuzun olumsuzu olumludur. Zıt doğrulandığı zaman asıl için ön öncül (suğra) gerekli olur. “ Bazı hayvan olmayanlar insandır.” Önermesi yanlış olup doğrusu “Her insan hayvandır” buradan şöyle bir netice çıkar “Bilfiil bazı hayvan olmayan devamlı hayvandır.” Bu şekilde zıddın zıdda yüklenmesi muhaldir. Muhalin gerekli olması ise mümkün değildir. Zıddın bozulması gerekli olur. Sen bunu düşün! Şunu iyi bil ki devamlı olan iki şey diğer devamlıya ters düşer. Örnek “Her insan hayvandır.” Zaruretle veya devamlı olarak “Her hayvan olmayan insan olmayandır.” Aksi halde “bazı hayvan olmayan insan olmayan değildir.” Çünkü daha önce geçtiği gibi bazı hayvan olmayan bilfiil insandır. Her insanın hayvan olması şu sonucu verir. “Bazı bilfiil hayvan olmayanlar devamlı insandır.” Gördüğün gibi durum böyledir. İki umumi olan şey genel örfiye gider… örnek “Her katip hareket edendir.” Katip olduğu sürece. “Her hareketsiz kâtip değildir.” Hareket etmediği sürece… aksi taktirde “Bazı hareketsizler kâtip olmayan değildir.” Hareket etmediği zaman. Daha önce geçtiği gibi bazı hareketsizler o vakitte kâtiptir… bu, aslı ile birlikte şu neticeyi verir. “Bazı hareketsizler hareket etmediği zaman hareketlidir.” Çünkü art bileşen (kübra) vasfiyedir. Netice ön bileşene (suğraya) tabidir. Döndürmede üç noktayı çıkarabilmek için aslın tabiatı hakkında iyice düşün. İki özel olan şey genel örfiye gider… bazısın da devamlı değil. Çünkü asıl bize konunu vasfı için bir zat olduğunu haber verir. Yüklemin vasfı onunla beraberdir. Yüklemin zıddı onun içindir. Devam eden şart hükmü nedeniyle konunu zıddı onunla birliktedir. Aksi halde döndürme şartı düz döndürmede olduğu gibi tikel olur. Cüzilere (tikellere) gelince ; tehallüf ile onların döndürmesi yoktur. Ancak varsayım ile iki özel önerme için olabilir. Basit kıyasların ön özeli zorunludur. Bileşikler ve diğerleri vakte bağlıdır. Genel imkana göre onlar ters döndürülemez. Daha umuminin gerektirmediği bir şeyi daha hususi de gerektirmez. …daha umumiye lazım olmayan bir şey daha hususiye de lazım olmaz. “Bazı hayvanlar insan değildir” zaruretle… “Bazı ay tutulan değildir” zaruretle.
-227-
-228-
[Sayfa: 136]
“Terbî‘ (yıldızların birbirinden doksan derece uzaklık mesafesinde) olduğu zaman, devamlı değil. Doğru olmamakla birlikte “Bazı insan olmayan hayvan olmayandır.” Ve “Bazı tutulanlar ay değildir.” Genel imkan ile.. İki hassaya (özel) gelince; o ikisinin akisi devamlı olmayan cüzi genel örfîdir. Çünkü döndürmede doğru olmaz. “Bazı hareketliler kâtiptir” devamlı olmama şartı ile. Yani bazı kâtip olmayan hareketsiz değildir.” Bilfiil “kâtip olmayan” kelimesinin altına başkalarının girmesine zemin hazırlar. Şöyle dersin: “(Yazım konusunda) ilerlemiş olmalarına rağmen ben hareket etmiyorum. Size rağmen ey yeniler!” …ve buradan iki özel tümel önermenin döndürülmesinin şartı tikel olur. Şunu iyi bil ki: Onun olumsuzları düz döndürmedeki olumlular gibidir. İki genel devamlı olanlar mutlak olarak bir zamana bağlı olup tikel olumsuzdur. Mesela dörtten daha umumidir: “Kâtipten ikâmet eden bir kimse yoktur.” Kâtip olduğu sürece. “Bazı ikâmet etmeyenler kâtip olmayan değildir.” İkâmet etmediği vakit. …aksi taktirde “Her ikâmet etmeyen kâtip olmayandır.” İkâmet etmediği sürece. Bu, ters döndürmedir. Nitekim o şu önermeyi kanıt olarak sunmuştur. “Her kâtip ikâmet edendir.” Kâtip olduğu sürece. …Bu, aslın zıddıdır. O ise batıldır. Bunun melzûmu ters döndürmedir. Yani ters döndürme aynı şekilde bu durumda mümkün değildir. …Düz döndürme gerekli olur. İki hassaya (özel) gelince: Hîniyyedir. (Belirli vakte bağlıdır.) Devamlı değildir. …Hîniyye ise; ondan daha umumi olan için lazımdır. Daha umumi olanın lazımı daha hususi olan içinde lazımdır. Devamlı olmayana gelince, o varsayımladır. Devamsız birlikte geçen örnekte biz onu varsayarız. “Her Rumlu547 ikâmet eden değildir.” Birinci cüzün hükmü ile kâtip olduğu sürece … “Her Rumlu kâtip değildir.” Arasındaki inat ile birlikte şart hükmüyle o ikâmet ettiği vakit onun kapsamına girer. Yani her Rumlu kâtip olduğu sürece ikâmet eden değildir. Her Rumlu ikâmet ettiği sürece kâtip değildir. Üçüncü şekilden şu sonuç çıkar. “Bazı ikâmet etmeyenler kâtip değildir.” O ikâmet etmediği vakit. Çünkü üçüncüsündeki netice küçük akise tabidir. Mutlak hîniyye ve mutlak âmme olmasını gerektirir. “Bazı ikâmet etmeyenler kâtip değildir.” Bilfiil o ters döndürmede devamsız süre olmasının şartına meyillidir. Ne hulf ile ne de akis ile sabit olmaz.
547
[Rumlu: Müslüman ülkelerde oturan Yunan asıllı kimselerdir.]
-229-
-230-
[Sayfa: 137]
İki vaktiyye, iki varlık ve genel mutlaka gelince: Onun zıddının akisi onu kapsadığı zaman genel mutlaktır. …Genel mutlak; tikel olumsuzdur. Mesela “Bazı insanlar gülen değildir.” Bilfiil, şunu gerektirir. “Bazı gülmeyenler insan olmayan değildir.” Bilfiil aksi halde “Her gülmeyen insan değildir” devamlı. O ters döndürmeyi gerektirir. Onunla kanıtlanmış olur. “Her insan gülendir” devamlı. Bu devamlı doğru olan asla zıddır. Ters döndürmenin tersinin tersinin zıddı, batıldır. Burada bizim döndürmemiz sabit olur. Hulf ile sabit olmaz. Çünkü asıl tikel olumsuzdur. Ne ön bileşene ne de art bileşene dönüşmez. Mutlak lazım olduğu zaman mutlaktır. Ondan daha hususi olan lazım olur. Sonraki âlimlere göre yüklemin zıddını konu yapmak: konun aynısı niteliğe muhalefet etmesine rağmen mahmûl yapmak her ikisi devamlı olumsuz olana göre devamlı olumludur. … “Her insan hayvandır” devamlı. “Hayvan olmayan hiçbir şey insan değildir” devamlı. Ancak “Bazı hayvan olmayan insandır” bilfiil. O asılla birlikte şu neticeyi verir. “Bazı hayvan olmayan hayvandır” devamlı veya zaruretle. Bu işte gördüğün gibidir. İki olumlu genel tümel genel örfiye döner; “Her kâtip hareket edendir.” Katip olduğu sürece. Bu, şuna döner. “Hareket etmeyen hiçbir şey kâtip değildir” o hareket etmediği vakit. Çünkü buradaki sonuç ön öncüle tabidir. Görüldüğü gibi o muhaldir. İki özel bazı olmada devam etmeyen genel örfiye gider; genel örfiye gelince, daha önce geçtiği gibi… şarta gelince: şunu kastediyorum “Bazı hareket etmeyen kâtiptir” bilfiil. …akisin cüziyesi için varsayımla şöyle denir: “Her Rumlu hareket etmeyendir” şartın hükmüyle. “Her Rumlu kâtiptir” olumlu konumun bağlanması hükmüyle. Üçüncüsünden şu sonuç çıkar: “Bazı hareket etmeyenler kâtiptir” bilfiil.
-231-
-232-
[Sayfa: 138]
Şunu iyi bil ki: Buradaki olumsuzlar sonraki âlimlerin görüşüne göredir. Beş basitteki düz döndürmenin548 olumluları gibi değildir. Önceki âlimlere göre; Bu, aynı şekilde oradaki gibi olur.
(Daha önce geçenleri hatırla) şunu iyi bil ki: düz döndürme konumun ve diğerinin bağlanmasına bakar. Yani ister iki zıt olsun ister birbirinden veya birbirine ters yahut birbirine zıt veya da başkası olsun fark etmez. Ters döndürme ise iki tarafın nispetine bakar. Hayvan ve insan olmayan gibi. …daha önce geçenleri hatırla. …tümel olumlunun ölçütü birbirine eşit iki tarafın olmasıdır veya mahmûlün mutlak olarak daha umumi olması ve cüziyenin birbirinden farklı olması gerekir. …Tümel olumsuz farklı olması itibariyle mutlaktır. Tikel birbirine eşit değildir. …Yüklem daha umumidir. İki düz döndürmenin zıttı birbirine eşittir. Daha umumi ve daha hususi olanda mutlak olarak aynıdır. Akiste aynı şekildedir. …Birbirinden farklı iki zıt arasında, daha umumi ve daha hususi olan bir yönüyle farklı bir cüzi olup daha umumidir. Düz döndürmenin zıddı başka bir düz döndürmedir. Daha umuminin zıddı mutlak olarak daha hususinin aynısı için farklıdır. Aynı şekilde daha hususi olanın zıddı [buradaki dipnota yazılan haşiye şudur:](hayvan ve insan olmaya gibi) mutlak olarak bir yönüyle daha umuminin aynısı gibidir. Daha umuminin zıddı [dipnot haşiyesi:] (o ikisinde cüziyenin yokluğundan dolayı. Yani ne asıl ne de akis vardır. Sen bunu düşün!) bir yönüyle nesepten birisidir. Diğer yönden daha hususinin aynısı ile beraber eşit değildir. Birbirinden farklı olanın zıddı bir yönüyle birbirinden farklı olan diğer şeyden daha umumidir. Sen bunu ilim olarak iyice kuşattığında daha iyi anlarsın. İki tarafın zıddını aldığın zaman –önceki âlimlerin görüşü gibi- nitelikte mutlaka birlik gerekir. Genel kaide olarak mutlak olumsuz döndürmelerden tikellere dönülür. Külliyedeki tehallüf için, iki zıt bir yönüyle daha umumi ve hususidir. İki taraftan bir zıt aldığın zaman o yüklemdir. –Hulfün (uyumsuzluk) yanındaki gibi mutlaka muhalefet gerekir. Sen bunu düşün! Yine iyi bil ki: İki mümkünden mutlak olarak döndürülmeyenler vardır; Olumlu ve olumsuz tikel ile tümeldir. İki hususi olan aynı şekilde mutlak olarak döndürülür. Olumlu ve olumsuz olarak geri kalanlar buradadır. Zilzal kelimesi gibi. Külliyenin külliye olarak döndürülmesinde bu, olumludur diğeri ise olumsuzdur. Cüziyenin döndürmesi yoktur. Ancak cihet itibariyle burada altı tane döndürme vardır. Külliyesi cüzi olan döndürmede bu olumsuzdur. Şu olumludur.. Önceki âlimlerin görüşüne göre cihet itibariyle on bir şekil vardır.→ 548
-233-
-234-
[Sayfa: 139]
[Önceki sayfada bulunan dipnotun devamı]549 Basit olumsuzlar aynı şekilde konu olmadığı için doğrulama yapar. Yüklemin çelişkisi için varlığı bulunmama ihtimali verir. Örnek: “Heladan uzak olan bir şey yoktur”. Yanlışlama ile birlikte “bazı uzak olmayan heladır”.
Hulfe göre sadece bileşikler bulunur. Onun akisleri sadece üçtür. İki özelin mutlak olarak kanıtı unvan sırrıyla sadece varsayımdır. Çünkü o ikisindeki hüküm ona bakar ve diğer bileşikler olmaksızın ona bağlanır. Bilakis bizzat ona ve onun içindedir. Onun ispatı arasındaki farklılık burhanları sebebiyledir. Bu da aynı şekilde onunladır. Selef âlimlere göre niteliğin kalması ve asılların olumlularında da art bileşen olması gerekir. Akis üçtür: Devamlı olan, örfi olan, devamlı olmayı genel örfi olandır. Tikel olumsuzun zıddı genel mutlaktır. Mutlak hîniyye (süreli) şartlı kayıt için genel mutlaktır. Ön bileşen olmaz. Aynı şekilde el-haddü’l-evsat (orta/k bir deyim) tekrar etmez. Tikel olumlunun lazımı alınır. Yüklemin bileşkesi ön bileşen yapar ve netice verir. Karma kıyas onun içinde cereyan eder. İstikâmet kıyası ise, ya zıddın aynısı ile çelişir, -o burada tikel olumsuzdur ve düz döndürme ile çelişmez. Onlara göre çelişkinin döndürmesi asılla çelişir. Lakin burada devrin lazımı sabit olmaz- ya da olumlu olan lazım ile döndürülür. Doğru döndürme ile aslın zıddı gibi olur. Olumsuz döndürmelerde üç durum vardır: Mutlak hîniyye, devamsız hîniyye ve mutlak. O, tikelin olumsuzları ve zıddıdır. Bu genel örfidir. Olumlu daime tümel olup aslın salahı için uygun değildir. Bunu sebebi cüzieye olmaksızın küllüye halinde büyük olmasıdır. Udûl (dönme) ve tahsil için orta terimin tekrar etmemesi diğer bi sebebidir. Bilakis bu istikamet kıyası iledir. Çünkü onlara göre çelişkinin döndürmesi için tikel olumsuzun çelişkisinin döndürülmesi tümel olumsuzdur. Burada varsayım olmaksızın aslın zıddı olabilir. Bunun sebebi onlara göre nitelikte birlik için konunun bulunmayışıdır. Böylece buradaki farkları gördün. Son dönem âlimlere göre niteliğin iftilah durumları daha önce geçmiştir. Olumlularda: orada döndürmeler aynı şekilde yönleri ile zikredilir. Asıl tümel olumludur. Döndürme aynı şekilde olumsuzdur. Çelişki tikel olumludur. Aslın art bileşen çelişkinin de ön bileşen olması için hulf onu takip eder. Orta terimi tekrar eder. Aynı şekilde istikamet kıyası; tikel olumlu düz döndürme ile döndürüldüğü zaman aynısı çıkar. Daha önce geçtiği gibi varsayım olmaksızın asla ters düşer. [Dipnot haşiyesi:] (“İnsan olmayan hayvan olmayandır” gibi). Buradaki olumsuzlar, yani onlara göre düz olumlular gibi değildir. 549
-235-
-236-
[Sayfa: 140]
Selef âlimlere göre olumsuz olarak döndürme olduğu zaman bu aynı şekilde doğrulama işleminde de geçerli olur. Son dönem âlimlere göre olumluluk konun varlığını gerektirir. Beş basit ile döndürülmez. Mürekkeplere (bileşikler) gelince; konun varlığı elbette yüklemin çelişkisi için zatın var olması gerekir. Zira o konun kendisidir. Hassalardan hîniyyeye devamlı olmayan hulf olmaz. Çünkü asıl çelişkinin olumsuz olmasıyla olumsuz olur. Ne iki olumsuzdan ne de döndürme yoluyla bir delil yoktur. Çünkü o henüz ortaya delil sunmamıştır. Bilakis döndürmede tikel için varsayım yapmıştır. Örnek: “Kâtip olduğu sürece kâtiplerden sakin olan bir şey yoktur” devamlı değil. Bunun döndürmesi “Bazı sakin olmayanlar sakin olmadıkları vakit kâtiptir”. Yani “Bazı sakin olmayanlar kâtip değildir” bilfiil. Birinci cüze gelince; “Her Rumlu kâtip olduğu sürece sakin değildir” birinci cüzün hükmü ile. “Her Rumlu bilfiil kâtiptir” terkip ile var olan konun bağlanması hükmü ile. Üçüncüden şu sonuç çıkar: “Bazı sakin olmayanlar kâtiptir” sakin olmadıkları vakit. Çünkü onun neticesi ön öncülün döndürmesini takip eder ki o hîyyinedir. İkinci cüze gelince; “Her Rumlu sakin olmayandır ve her Rumlu sakindir”. Birinci cüzle beraber ikincisi asıldan şöyle netice verir: “Rumlulardan kâtip olan bir şey yoktur.” Bu netice, “Her Rumlu sakin olmayandır” önermesi için art bileşendir. Üçüncüsünden şu sonuç çıkar: “Bazı sakin olmayanlar kâtip değildir” bilfiil. O, şarta meyyaldır. İki süreli vakit, olumluluğu için şartın döndürülmesi olmadığından dolayı genel mutlaktır. Düz döndürmedeki olumsuzu gibi. Geriye genel mutlak kalır. Bu, diğer iki yol olmaksızın varsayımdır. “İnsanda nefes alan hiçbir şey yoktur” devamlı değil. “Her leş nefes alan değildir”550 birinci cüzün hükmüne göre böyledir. “Her leş insan değildir” terkiple şarttaki varlığın hükmü ile böyledir.
550
İki yönden birisi ile bir vakitte fiil veya zarurettir.
-237-
-238-
[Sayfa: 141]
Üçüncüsünden şu netice çıkar. “Bazı nefes almayanlar insan değildir” mutlak hîniyye551 (süreli) olarak. Bu genel mutlak için lazımdır. Hâtime: Bil ki mutlak olarak ittifak edilen şartlı önerme ve ayrık önermenin ulaşılmak istenilen neticede farklı ve eşit olarak döndürmesi yoktur. Her şartlı için tümel olumlu olması dışında çelişkisinin döndürmesi yoktur. Hulf görüşüne göre hulf yapmak için bitişik bir önerme gerekir. Bir şeyin bir şeye lazım olması lazımı geçersiz kılmak için melzumun lazımını nefyetmeyi gerektirir. Örnek: “Her ne zaman güneş doğarsa gündüz vardır”. Bu şu demek değildir. “Gündüz olmadığı zaman güneş doğmuştur”. Aksi halde aslın olumlu ön bileşeni ve tümelin art bileşeni olur. Şöyle bir netice olabilir: Gündüz olmadığı zaman gündüz vardır; gördüğün gibi bu muhaldir. Selef âlimlerinin görüşüne göre değildir. Çünkü zıddının döndürmesinin zıddı tikel olumsuz olur. Olumsuz olduğu için ön bileşen olmaz. Cüziyesi için de art bileşen olmaz. Elde edilen olumlu dan vaz geçilmiş olan olumsuz gerekli olmamasına rağmen böyledir. Çünkü nefiy burada başka nefyin üzerine gelmez. Zira döndürmenin zıddına benzeyen bir şeyin nefyinin lazım olmasını nefy eder. O bir şeyin lazım olmasını gerektirmez. Çünkü iki zıt bir şeyde lazım olmaz. …Geri kalan konularda selef âlimlerinin görüşlerini geçersiz olmasını sen kıyas et. Aynı şekilde halef âlimlerin görüşüne göre cüziler için döndürme olmamasını da kıyas et. Olumluya gelince: Onun cüziyesi art bileşene dönüşmez. …Ön bileşen dördüncü olursa… mutlak olarak olumsuza gelince zıddın döndürmesinin zıddı aynı şekilde olumsuzdur. İki olumsuz üzerine kıyas yapılmaz. Dördüncü Bâb: Delillerin (sureti)552nde. Deliller… vs.553
Çünkü o dördü için bu açık döndürmedir. Parantez içindeki “suret” kelimesi Gelenbevi’nin metninde mevcut olup Ta‘likat’da yazılmamıştır. – A.B.553 Gelenbevi S: 30, satır: 19’da sadece bu başlık mevcud olup gerisi Hz. Üstad’a aittir. –A.B551 552
-239-
-240-
[Sayfa: 142]
Malûm ola ki; delil denilen şey, suret ve şekil itibariyle, mantık ilminin en büyük maksatlarından birisidir… ki ilm-i usûl uleması yanında delil, sade ve basittir. Dolayısıyla onun ahvalinde nazar, yani fikir icab eder. Lâkin mantıkçıların yanında ise, mürekkeptir. (Yani terkib edilmiş neticedir.) Elbette bunun içinde tefekkür yeri vardır. Böylelikle delil; nazar ve fikir yoluyla ahvalinde düşünülüp elde edilen neticedir… ya da ondan başka bir hüküm de olabilir. Böylece: İstidlal, yani delil getirme işi, birkaç tarzda olabilir. 1) Ya külli bir şeye, bir mes’eleye cüz’i ile delil getirmektir. (Yani mantıktaki külli ve çüz’i kaziyeleri ile) buna “araştıma”, yani araştırma denilir ki; ulûm-u Arabiyyenin esası da budur. Belki bütün ilimlerin tahsil başlangıcında da geçerlidir. 2) Ya da cüz’iye, cüz’i ile delil getirmektir ki, buna “temsil” denilir. Bu da usûl-ü şeriatta muteber olduğu gibi; bütün teşbihlerde de geçerlidir. 3) Yahut da cüz’iye, külli ile delil getirmektir… Hatta izafi-i cüz’iye dahi… İşte mantıktaki kıyas mefhumu da budur ki, bütün ilimlerin taliminde de caridir…554 Kendisiyle bu ünitenin teorilerinin kazanıldığı kısımdan açıkça anlaşılan şey; kıyas-ı mukassım (dilemmâ, yapıcı/yıkıcı ikilem) …kıyas-ı istisnai -çoğu kez- onunla tabir edilen şey “müsavi kıyas” olarak bilinmez. …Birinci şekilden elde edilen müsavi kıyasa döner. Onun aslı bilinmeyen bir kıyastır. Şunun gibi: Zeyd Amr’a eşittir. Amr Bekir’e eşittir. O halde Zeyd zorunlu olarak Bekir’e eşittir.
554
(TT) “Malûm ola ki” ibaresinden itibaren buraya kadar yapılan tercüme Abdülkadir Badıllı’ya aittir.
-241-
-242-
[Sayfa: 143]
Her eşitin eşiti eşittir. …Zeyd’in eşit olması önermenin sonucudur. Bu meşakket orta terimin tekrarını elde etmek içindir. En doğru olan şey neticeyi çıkarma şansını bilerek orta terimin tekrarlanmasıdır. Orta terim bulanmaksızın neticeye ulaşmak gerekebilir; birbirine yakın olan şartların çok olması gibi. Önermedeki şartlar çıkarımı gerçekleştirir. Bu şartlar olmaksızın neticeye ulaşmak mümkün değildir. Bir kıyas da ön bileşen ve art bileşenin bulanması gerektiği gibi. …Her birisinde iki mukaddimenin olumsuz veya tikel olmaması gerekir. Bilmiş ol ki;555 madem ilmin, her halukârda, genel manasıyla onunla olduğu delil; ilmin illeti ve kıvamıdır. O halde neticede dahi öne alınması vacib olmuş olur. Öyle olunca, her iki manasıyla da devir ve müsadere mülahazaları bâtıldır. (Yani ilim, delili… delil de onu var eder değildir. Keza biri, ötekisini zabteder de değildir.) Hem bahsinde bulunduğu maddenin zatça ve keyfiyetçe neticesi ile münasebetdar olması lâzımdır.
555
Trc: -A. B.-
-243-
-244-
[Sayfa: 144]
Eğer desen: Zihin dahi lisan gibi onda suğra ve kübra denilen bürhanlar birbiri ardısıra gelebilir. Böyle iken, bu ikisi (yani bürhanlar) ilimde nasıl müessir illet ve sebeb olabilirler? Cevab: Fikirler, huzur itibariyle matlublar için ön hazırlayıcı birer illet niteliğinde oldukları gibi; husul ve nitece itibariyle de birleştirici556 ve yaklaştırıcı role sebebdirler. Eğer denilse: İman kendi lâzamı ile birlikte mantıkî tasdikten557 ibaret olduğu halde, yine de onunla mükellef kılınmış.558 Halbuki mükellef olan şey ise, ihtiyarî bir fiildir. Bununla beraber imandaki lüzum zaruri, onu tasdik etmek ise infialidir. Yani fiile geçme durumudur? C: Teklif ise, mukaddematın tertibiyledir. (Yani mesela evvelen iman, sonra tevhid, sonra teslim vesaire gibi…) Eğer desen: Delil ise, bir şeyi sonuçlandırmak üzere, netice için esaslı bir mukaddemeyi istilzam eder. Hâlbuki delilin kendisi de nazaridir. Delil ile bir şeyi isbat ettiği zaman, o delil dahi öylesi bir mukaddemeye mütevakkıf olması gerekir? C: Şu delil ile isbatlanan mukaddime, nefs-ül emirde tabii intikal neticesinde, onun içinde şu mukaddime dahi ispatlanmış olur. Çünkü ilmin ilmi, zaruretin icab ve lâzımı olmadığı gibi, o delil dahi, ma’kulat-ı ulû tabir edilen fitri geçiş kabilindendir. Eğer desen;559 efrad adedince kaziyeler kuvvetinde olan kübra külliyetinin sıdkı hakkındaki ilim →
556 557 558 559
Mukârene illeti. Lazımı ile birlikte mantıklıdır. Haldir. (TT) Trc: A. B.
-245-
-246-
[Sayfa: 145]
→hatta en bedihi şekillerde bile cari olması –ki onlardan birisi neticenin mevzuu olup sonuçlandırmanın şartıdır- ki böylesi bir kübranın sıdkına dair olan ilim, neticeye olan ilme mütevakkıftır. Şu ise “devir” den başka bir şey değildir? C: Unvan ihtilafının –gerek malûmiyet ve meçhuliyet olsun, gerekse zaruret ve nazariyat olsun- ahkâmın ihtilafında tesiri büyüktür. Öyle ise, neticenin mevzuu, kübra mevzuunun ünvanı altında bazen zaruriye hükmünü alırken; kendi ünvanı altında ise, nazariye olarak kalır. Hem sonra, sonuçlandırma işinde bazı umumi şartlar vardır. Bunlardan bir nebze – madde ve suret itibariyle- evvelce geçen izahatta geçmiştir. Onun hususiyeti hakkındaki izahat ise, sonra gelecektir. Umumî şartlardan birisi: Zevceyn arasındaki cinsi münasebet gibi olan tefettündür. (Yani netice ile mukaddime arasındaki münasebet üzerinde birleştirici tarzda düşünmektir.) Ve aynı zamanda kübranın karnındaki neticeyi de mülahaza etmektir.
-247-
-248-
[Sayfa: 146]
Hem bil ki; istikra’ denilen şeyin, ilmi araştırma için, büyük tesir ve geniş istidadı vardır. Belki istikra’, ilimlerin müessisi makamındadır. Hatta aklın meleke bulması hususunda fasl edici ve açıklayıcı niteliktedir. Amma durum böyle iken, onda kısıtlama ve ihtisar yapılmış olmakla hakkını vermekte noksan bırakmışlardır. İşte istikra’ın tesir sahasının bazı köşeleri de şunlardır: Yakîn için faidedarlığı… ki mantıkta, hali tevatür kadar tesirli olan “tam” ile tabir edilir. Ya da nev’in tabiatına göre, nev’-i vâhidde fikir ve nazar yoluyla az bazı ferdleri tetebbus tabi tutulur. İşte bu durum dahi “yakîn” için faidelidir ki, ona manevî bir hadsin eklenmesine sebebiyet vermiş olur. Hem istikra’, zan denilen galib ihtimal için dahi faidelidir- ki bu, ekser cüz’iyatta tatbik edilen nakıs istikradır- Zira hikmet ve maslahatın sırriyle, illet ve sebebin merkezi olan aslın üzerine ekserin terettübü neticesinde bâkiliği tahakkuk etmiş olur. Her ne ise, madem bu ilmin uleması onu kısaca geçiştirme yolunda hareket etmişler, biz de onu bu kadarıyle kısa ve muhtasar keselim. Sonra, temsil denilen şey dahil –eğer mukaddematı yakini şeyler iseyakîn için faidelidir. Yani temsil şartlarının varlığı… tenkid ve kadhın ortadan kalkması… ve mesleğin yakiniyyeti –ki onunla illiyet ispatlanır-… ve yakinin bütünüyle benderesi yani umumi liman ve merkezi bulunması… ki buna “zan” ifadesini ıtlak etmişlerdir. Sonra: temsil için –ki teşbih dahi ondandır- dört rükün vardır. 1- Makîsa… (yani kıyaslandırma), 2-Makis-i Aleyh… (yani kıyaslanan şey ile ölçme), 3Câmi’… (yani toparlayıcı vasıfda olması), 4- Aslın hükmü… yoksa fer’in hükmü değil. Çünkü o, neticedir. Bilmiş ol ki:560 kıyas-ı561 temsilinin562 geniş563 bir sahası ve yaygın bir mecali vardır ki ayrı ayrı dallardaki çeşitli ilimlerde ve muhaverelerde de cereyan eder. Lâkin bu hususta en yüksek hisse ve ali makam şeriatındır. Yani müctehidlerin kullandığı kıyas metodudur.564
(TT) Trc: A. B. [Kıyas, verilen en az iki önermeden, aklın zorunlu olarak bir sonuç çıkarması işlemidir. Kıyasta verilen önermelere öncül, bu önermelerden zorunlu olarak çıkan önermeye ise sonuç adı verilir. Bir kıyas işleminden sonuç alınabilmesi için onun felsefî temelinin tümellik ve olumluluk olması gerekir. Mutlaka öncüllerden biri bilfiil veya bilkuvve olumlu ve yine öncüllerden biri mutlaka tümel olmalıdır. İçerikleri yönünden kıyaslar beş kısma ayrılır. Kıyasların içeriği kıyastaki öncüllerinin doğruluk değeri ve kıyastan beklenen amaca göre belirlenir. Beş sanat adı altında da toplanan bu kıyaslar kısaca şunlardır: 1. Burhanî kıyas. Doğru öncüllerden yapılan bu kıyasın amacı bilimsel bilgidir. 2. Cedelî kıyas. Doğruluk değeri muhtemel öncüllerden yapılan bu kıyasın amacı kanıtlamaya alıştırmak ve bilime yönlendirmektir. 3. Mugalatî kıyas. Yanlış öncüllerden kurulan bu kıyas insana yanlışlardan korunmayı öğretir. 4. Hatâbî kıyas. Kamuyla ilgili bilgilerde toplumu ikna etmeyi amaçlar. 5. Şiirî kıyas. Sanat yoluyla insan duygularını eğitmeyi amaçlar.] 562 [Kıyas-ı Temsili: Aralarında mevcut olan ortak bir vasıftan dolayı iki şeyden gizli olanı açık olana, gaip olanı görünene, bilinmeyeni bilinene, uzaktakini yakına vs. kıyas etmektir.] 563 Gelenbevî S: 32, satır 16, kıyas-ı temsilinin başlık kısmı, oda mealen… - A. B.564 [Fakihlerin içtihadı bir kıyas-ı temsilidir, yani benzer iki olay arasında irtibat kurup bilinen hükmün bilinmeyen olaya teşmil edilmesidir. Şaraba kıyasen viskinin haram olması gibi.] 560 561
-249-
-250-
[Sayfa: 147]
İçindeki bazı şartları şunlardır:565 1- Müşebbeh-i bih’in (yani onunla kıyaslanan şeyin) hükmü hususilik arz etmemesi… 2- Taabbüdî kısmından olmaması… 3Müstesnalık durumu olmaması… 4- Taaddi vaktinde (yani hükmün aslından alınıp getirildiğinde) tegayyüre uğrayan kısmından olmaması… ve daha bunlar gibi… İçindeki mesleklerinden bazıları da bunlardır: 1- İcma’… 2- Nass… 3- Hükmün müştak üzerinde olduğunun iması… 4- Taksim ile sabır kaidesini yürütme imkânı… 5- Salih ve uygun olmayanları tard etme kaziyesi… 6- Aralarında benzerliklerin bulunması… 7- Ayrı ve gayrıyı ve aksi ilga etme durumu…
[Kıyas genelden özele doğru olmak üzere aklî kıyas, şer‘î kıyas; tard kıyası, aks kıyası, istidlâl kıyası; illet kıyası, delâlet kıyası, şebeh kıyası; celî kıyas, vâzıh kıyas, hafî kıyas ve mürsel kıyas; muteberlik açısından ise sahih kıyas ve fâsid kıyas gibi kısımlara ayrılır. Kıyasın en yaygın bölümlemesi “illet kıyası” ve “delâlet kıyası” şeklindedir. İllet kıyasın rüknü, hükmün asıldan fer‘e geçirilmesi demek olan ta‘diye ise kıyasın hükmü ve sonucudur. Kıyasın “asıl, fer‘, illet ve aslın hükmü” olmak üzere dört rüknü vardır. Asıl (el-makîs aleyh): Hükmü nas veya icmâ yoluyla doğrudan belirlenmiş meseledir. Fer‘ (el-makîs): Hükmü naslarda veya icmâda açıkça belirtilmemiş meseledir. İllet: Asıldaki hükmü gerektiren ve iki meseleyi aynı hükümde birleştiren ortak özelliktir. Ta‘diye, asıldaki hükmün fer‘e verilmesi demektir. İlletin istinbat yoluyla belirlenmesinin en yaygın ve makbul yolu münasebet (vasfın hükme uygunluğunun ölçü alınması) olup illetin sebr ve taksim, deveran, tard ve şebeh gibi yollarla istinbatı tartışmalıdır. Kıyasın şartları, genelde dörttür: 1. Aslın hükmünün asla mahsus olmaması. 2. Aslın hükmünün kıyas yolundan ayrılarak konulmuş olmaması. Genel ilkeden ayrılarak konulmuş hüküm kıyas yoluyla başka durumlara uygulanamaz. 3. Nasla sabit olmuş şer‘î hükmün kendi dengi olan fer‘e aynen geçmesi. 4. Kıyas nassın hükmünü değiştirmemelidir.] 565
-251-
-252-
[Sayfa: 148]
8- Her iki yanıyla devr’i ilga etme keyfiyeti… 9- Merci’ ve manadar olan makamı, hususiliklerden arındırmak için ihtisar yolunu ihtiyar etmesi… 10- Merci’ ve masdar makamına, gizli olan suretler içerisinde ispatlayıp tahkik eyleme vaziyeti… Mesela tembellerin içinde ve nebbaş denilen kabir açan kimselerde hırsızlığı ispat etme gibi… 11- Merci’ ve masdarı, yani asıl kaynağı ortaya çıkararak hüküm ile münasebetini izhar eylemek ve onu münasip bir vasıfta göstermek… Yani eğer o vasıf, akıllılara arz olunmuş olsa, telakki ile kabul etmeleri derkârdır. Bu durum ise, ya hakiki ve aslidir… ya iknai yolladır. Hakiki ise; ya zaruridir ki; beş ama katagoride değerlendirilebilir: 1- Nefis, din, akıl, mal ve namusun muhafazasıdır ki; kısas hükümleri ile münasebettardır… 2Cihaddır… 3- İçki ve sarhoşluğun şer’i haddinin icrası… 4- Hırsızlığın haddini icra… 5- Namuslu kimselere zina isnadını yapanların ve zina fiilini işleyenlerin üzerinde hadd-i şer’i icrasıdır. Ya da hüccidir –yani maksud ve matlub olan işlerdir –ki şeriatın muamelat esaslarında olduğu gibi… Yahut da istihsanidir. (Beden, libaa ve mekânı) kazuratdan temiz tutmak… Ve kadın ve köleleri vali ve reis yapmamak gibi şeyler… Amma iknai kısmı ise: Mesela necasetinden dolayı içkiyi satmanın şer’an butlanı gibi şeyler… Ve daha bunlara kıyasen düşün!... Sonra “illet” denilen şey, munzabit (zabt edilmiş) zahir bir vasıfta bulunandır. Yoksa, seferdeki meşakkat ve kadın rahminin hayız ve nifasdan kurtulması gibi hikmetler değildir. Hem de “illet” bir alâmettir. Onda tesir sahibi Allah’ın hitabıdır. Nasıl ki mahlukat âleminde müessir-i hakiki sadece Allah’ın kudreti olduğu gibi… ve daha buna kıyasen düşün!... Sonra, “Mana” hususi ise, (Yani ıstılahî manada) ya illiyetin in’ikadındandır, ya da illetin illiyetindendir. Yahut da hükmün tertibi, ya da devamındandır. Mesela, madum ve yok olan bir şeyde alışveriş yapmak… ve hıyar-ı rü’yet ile amel, yani görmeksizin satma ve satın alma… ve hıyar-ı meclis ile… Yani (alış verişte) bir meclisin huzurunda olmak ve olmamak muhayyerliği… ve hıyar-ı şart ile… yani, ayıplı bulunması halinde geri verme veya vermeme muhayyerliği gibi şeylerde… çünkü nasıl ki bazen atılan bir ok veya kurşunun isabet etmeme durumu… yahut da isabet ettiği halde yaralanmaması… ya da yaraladığı halde bazen kanatmaması gibi durumlarda olduğu gibi…566 Hem kadehlerden bir kısmı ise: (Yani ta’n, tenkid ve kusurlardan bazıları) noksanlık, eksiklik… yani malûlün illetten tehallüfü (yani, geri kalması), muaraza, kesr, adem-i teessür gibi… Daha sairlerini bunlarla kıyasla ve teemmül et. Bil ki: Biz matlub olarak onu tetik ettiğimizde; cümlesi bir şeye nisbet edilmişse istisnâî, cüzlerine nisbet edilmişse iktirânî olduğunu görürüz. İstisna, şartlı bir öncülle birlikte yüklemli veya şartlı önermenin başka bir istisnasından oluşur.567 Buradaki “zemen” kelimesini bulamadım, dolayısıyla manasını da anlayamadım. Eğer “zemene” ise, zaten manası az zaman demektir. –A. B.567 [Her istisnalı kıyas bir şartlı öncülden ve bu şartlı öncülün bir bölümünün kendisi veya çelişiği olan bir istisnalı öncülden oluşur. Bu kıyas istisna edilmeyen diğer parçasını veya karşıtını sonuç olarak verir. İktiranlı kıyasların aksine bu kıyasta sonucun kendisi veya karşıtı öncüllerde bilfiil görülür.] 566
-253-
-254-
[Sayfa: 149]
Koşullu önermenin şartı; olumluluk ve uyumsuzluktur. Bu durum istisnâi kıyasın külliyesi veya (bir ferdi veya nesneyi gösteren) şahsiyesi olmadığında görülür. Bir şeyin lüzumu veya umumunun inadı kaldırıldığı zaman başka bir şey gerekli olmaz. Özellikle istisnai delillerde neticenin alınması için bir delil gerekir. Bir şeyin uyumlu olması netice için (delil gibi) takdir edilmez. Külliyenin sırrı açıktır. Koşullu önerme eğer bitişik olursa; genel bir olasılık elde etmek için, doğru olan şey tâli (yüklemi) değil, mukaddemin (konunun) aynısını istisna etmektir. Daha hususi olan bir şeyin olasılığının zıddının genel bir olgu sağlayabilmesi için, müstakim (doğru) olmayan şey, mukaddemin zıddını değil, tâlinin zıddının istisna etmektir. Müstakim olmayan bir şey koşullu önermenin zıddının döndürülmesiyle müstakim olarak geri döner. Eğer mâniat-i cem (birlikte bulunmayı engelleyen bir durum) varsa, hususi olduğu için küllinin aynısını istisna etmek gerekir. Bitişik önerme içi mâniat-i cem lazım olması vasıtasıyla müstakime çevirmekle umumum zıddı elde edilemez. Onun mukaddimesi cüzîyesinin birisiyle aynıdır…. Şayet mâniat-i huluv varsa, rette ve burhanda onun aksi ve misli kullanılır. Eğer dersen: Müstakim yetmez… Geri kalanlar reddedilerek nasıl ortaya çıkar? Derim ki: Fikrin doğal halini gözetmek ve onun dışındakileri elde etmek 568 belâgat nüktelerinden biridir. Bizim dolambaçlı yola ihtiyacımız var. …Eşyalardan niceleri doğal olarak mukaddime veya tâlidir. Yahut zıddının tahsildarı olmasına göre sen (mefhumu muhalifleri ile) kıyas et. Dosdoğru gitsen bile o yol yine doğru olmaz…. Şunu iyi bil ki: sadece hamliye (yüklemli önerme)lerden yapılan kıyas “ikolarak isimlendirilir. Sadece şartiyye (koşullu önermele)lerden veya karışımından570 yapılan kıyasa “iktirâniye” denir. Onun aslı (gövdesi) beş tane, dalları (detayları) ise beş bin tanedir. tirânî”569
Eşyaların tahsildârı. [İktirânî Kıyas: Sonucun aynısı veya zıddı, önermelerin birinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Eğer orta terim, neticenin taraflarından biriyle beraber olursa bir öncül, diğer tarafıyla birlikte olursa başka bir öncül olur. Bu şekle iktirânî denir. Neticenin konu tarafını kapsayan öncüle “suğra” (küçük önerme), yüklem tarafını kapsayan “kübra” (büyük önerme) denir.] 570 El yazma asıl nüshada “muhtat” şeklinde yazılıdır. Doğrusu “muhtelit” şeklinde olabilir. –A.B.568 569
-255-
-256-
[Sayfa: 150]
Ondaki zabıt: (Kıyasa) ortak olmayan cüz netice içinde kalır. Netice vesilesiyle bu iki ortağın arası bulunup uzlaştırılır. Te’lif (uzlaşı)in neticesi itibarla müşarik (kıyasa katılan önerme) için lazımdır.571 Melzûmum melzûmu lazımdır. Melzuma ters düşen muânid,572 cümlede lâzım olmayan bir muânit (aykırılık) gibidir. Tam cüzde iştirak etmesine rağmen, birinci şekildeki iki muttasıl (bitişik) önermeden (birisi alınır). Bu husus lazımın lazımı lazım olması esasına mebnidir. Tam olmayan bir şeyde iştirak etmesine rağmen … iki munfasıl (ayrık önermeden birisi kıyas için alınabilir). Eğer bu tam ise hakikat bile olsa muttasıldır. Diğer parçası ile onun arasında uzlaşının neticesine rağmen, munfasılın neticesi (kıyasa) katılmayan parçasından birleştirilmiştir. Dışta kalan diğer parça yüklemli ve büyük ayrık önermedir. Çünkü melzumun muânidi (inatçısı, aynı zamanda) bir yönüyle lazımın da muânididir… Bitişik yüklemli önermeden, onun iki cüzünden birisi için müşâreket (vardır). (Kıyas) şekilleri (ni kullanma) şartı ile (kıyasa ortak olan) iki müşârike bakılır. Sonra onlardan te’lif (uzlaştırma) neticesi alınır… Daha sonra (kıyasa) katılmayan kısma mukaddime (konu, özne) veya tâli (yüklem) olarak ona eklenir. Ayrık tek yüklemli önermeden, iki yüklem arasında uzlaşı neticesi alınmasına rağmen, kendisi ile aynı olan şekil gözetilerek, (kıyasa) iştirak etmeyen kısımdan ayrık bileşik önerme elde edilir. Ayrılmış parçalar adedince çeşitlere ayrılmış yüklemli önermeler olsa bile böyledir. Onda bulunan her iki müşârike (önermeye katılımcı olana) bak…. Her iki cüzden te’lif (uzalaşı) neticesi verecek olanı al. Hamliye (yüklemli önerme)ler eğer bir tarafta birleşirlerse çıkan netice de hamliye olur ki bu, “mukassım kıyas” (dilemmâ, ikilem)573 diye meşhur olan şeydir. Aksi halde netice te’liflerin (uyuşmaların) neticelerinden ayrık bileşim olur. Örnek: (Yazıcı nasıl böyle bir hata yapabilir! Öyleyse bu) Kâtip ya câhildir ya da gâfildir. Cahil ise mutlaka ona (nasıl yazı yazılacağı) öğretilmesi, gâfil ise onun mutlaka uyarılması gerekir. 574 …Öyleyse kâtip mutlaka (bu işi iyice) öğrenmesi ya da dikkatli olması gerekir. Şunu iyi bil ki: Hadd-i Evsat (orta terim),575 daha önce geçtiği gibi, ilmi şartı kıyastan netice çıkarmakla gerçekleşir. Evsatlık (orta terim olma) şartlarından birisi→
Eğer suğra (küçük önerme, ön bileşen) muttasıl (bitişik önerme) ise. Şayet munfasıl (ayrık önerme) ise 573 [Dilemmâ: İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin de vargısı, sonucu aynı olan kıyastır. Fatih Sultan Mehmed’in babasına hitaben söylediği şu söz/ferman buna örnek olabilir: “Eğer padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz. Yok, eğer padişah ben isem, size emrediyorum! Gelip ordunun başına geçiniz.” Her iki halde de ordunun başına siz geçmelisiniz.] 574 [Kâtibin bu hali bir ikilem olabilir. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık vardır.] 575 [İlk öncülün (matlubun) öznesi küçük deyime “hadd-i asgar”; yüklemi (mahmûlü) büyük deyime “hadd-i ekber”; kıyasta tekrar edilen ise orta deyime de “hadd-i evsat” denir.] 571 572
-257-
-258-
[Sayfa: 151]
→ suğra ve kübra (küçük ve büyük öncül) için veya onlardan birisi için bir rükün olmasıdır. Birçok iktirânîde576 (kıyasta) olduğu gibi… Bu müteâriflerden (aksiyom ve belitlerden577) biridir.578 (Hadd-i evsatın) şartlarından bir diğeri, sadece unvan olarak değil (aynı zamanda) hakikat olarak birleşim olması gerekir. Gayr-i müteârife gelince o bana göre müteârif (belit)tir. Evsat (orta deyim) sügranın (küçük öncülün) iki cüzünden birisi ve kübranın (büyük öncülün) iki cüzünden birinin aynısı ile alakalıdır. “Dünya bir leştir ve onun (leşin) talipleri köpektir.”579 (Bu hadisteki) müteârif (belit, aksiyom), gayr-i müteârifi değiştirmiştir. “İnsan attan farklıdır. Her at hayvandır” önermelerinde ise evsat (orta terim) tekrar etmemiştir. Çünkü buradaki müteallık (ilinti) küçük önermeye (suğraya) ait yüklemin (mahmûlün) anlaşılır olmasıdır. Gayr-i müteârif (kıyasa ait olan) dört şeklin ortaklıkları gibi hareket eder. Zira onların birisinde şart koşulan şey diğerinde de şart koşulur. Gayr-i müteârif (aksiyom olmayan) koşullu önermelerin şartlarıyla tanımlanmış gibi işlev görür. Örnek: Güneş yıldızların sultanı idi. Kendi âlemindeki merkezde idi. Onun merkezi kâinatın ortasıdır. Öyleyse güneş kâinatın ortasındadır. Ayrıca, küçük ve büyük mahmûlü bir birine eşitleyen müteârifin gayr-i müteârifi için -eğer birinci şekilden ise- iki neticesi vardır: Birinci Netice: Küçük mahmûlü büyük mahmûle eklemekle zâti olur. Hokkadaki cevher ve inci gibi, onu neticenin mahmûlü yapar. Hokka evdedir. İki “fâ”nın manası ve içeriği neticeye ait mahmûlün mazrufu (aslı ve özü)dur. Eğer onlardan birisi harfî ve diğeri ismî olursa; sedefteki inci gibi, harfî olan isminin önüne sokulur. Sedef (zaten) güzeldir. Güzeldeki inci ise daha da güzedir. (Çünkü zarfı güzel olan mazruf daha güzel olur.) İkinci Netice: İki mahmûlün birleşmesi esnasında sadece büyük mahmûl yapılır. Bu müsavi kıyas580 olur. Bu ancak yabancı hayvan olmayanın doğrulanması esnasında doğrulanır.
[Mütercim Notu: Asıl metinde burada “iftirânî” kelimesi yazılı, ancak “iktirânî” olursa doğru anlam çıkar.] 577 [Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat “müteârife” denir.] 578 [İktirânî kıyasta gerek konu olsun gerekse yüklem olsun, “orta terim”in hem küçük hem büyük önermede zikredilmesi gerekli ise şöyle olur: 1) Eğer orta terim, küçük önermede her zaman yüklem; büyük önermede her zaman konu olursa birinci şeklin müteârefidir. 2) Küçük önermede yüklemin kaydı, büyük önermede tamamen konu olursa birinci şeklin gayr-ı müteârefidir. 3) Küçük önermede tamamen yüklem, büyük önermede konunun kaydı olursa gayr-ı müteârefin alemi gayr-ı müteârefidir. 4) Eğer orta terim küçük önermede ve büyük önermede tamamen yüklem olursa ikinci şeklin mütearefidir. 5) Küçük önermede yüklemin kaydı, büyük önermede tamamen yüklem olursa gayr-ı müteârefdir. 6) Küçük önermede tamamen yüklem, büyük önermede yüklemin kaydı olursa ikinci şeklin gayr-ı müteârefinin gayr-ı müteârefidir. 7) Küçük ve büyük önermede tamamen konu olursa üçüncü şeklin müteârefidir. 8) Küçük önermede konunun kaydı, büyük önermede konu olursa gayr-ı mürearefdir. 9) Küçük önermede konu, büyük önermede konunun kaydı olursa gayr-ı müteârefin gayr-ı müteârefidir. 10) Küçük önermede tamamen konu, büyük önermede tamamen yüklem olursa dördüncü şeklin müteârefidir. 11) Küçük önermede konunun kaydı, büyük önermede yüklem olursa gayr-ı müteârefdir. 12) Yani küçük önermede yüklemin kaydı, büyük önermede konu olursa gayr-ı müteârefin gayr-ı müteârefidir.] 579 Bu hadisin geniş me’hazleri için bak: Risale-i Nur’un Kudsî Kayankları. S: 362 H. No: 150. -A. B.580 [Yabancı bir öncül (mukaddime-i ecnebiyye) vasıtasıyla bir hükmü ispat etmektir. Kıyâs-ı müsâvât birinci şeklin gayr-ı müteârefi gibidir. Sonucun aynı ve zıttı öncüllerin içinde hem mana olarak hem de şekil olarak bulunmasıdır.] 576
-259-
-260-
[Sayfa: 152]
Şunu iyi bil ki: Temsîlî581 kıyas,582 neticede benzetme edatının zikredilmesi itibariyle gayr-i müteârif (aksiyom olmayan) bir kıyastır. Örnek: “Şarap içki gibidir. İçki haramdır. Öyleyse şarap haramdır.” Bu zannî bir temsildir. “Haram gibidir”583 ifadesi yakînî olarak gayr-i müteâriftir. Şunu iyi bil ki: Kıyaslardan birisi, hafî (kapalı) kıyaslardır. 584 Onun da çok geniş bir sahası vardır. Birçok celî (açık) kıyaslar ülfet ve devamlı kullanıldığı için hafi (kapalı) kıyasa dönüşür. Hafî kıyasın esası emareleri farklı olduğu için zihinde bir kez kusurlu olur. Onun özelliği ana prensiplerden ulaşılmak istenen hedeflere doğru sıra gözetmeksizin hızlıca intikal etmektir. Onun icmali yakini ilim olduğu ifade edilmiştir. Birbirinden farklı zannedilenlerden bir şey sağıp çıkarmak için onu detaylı bir şekilde tabir edemediği ifade edilmiştir. Parmağını belirli bir kaynağın üzerine koyamaz. Üç şeklin neticesi ancak birinci şeklin neticesi ile bilinir. Öyleyse yolu bu kadar uzatmanın ne faydası var? Cevap: Neticenin konusu ve mahmûlü (yüklemi) için bazı mevsuflar ve vasıflar (nitelenmiş şeyler ve nitelikler) vardır. …Yani tabii (doğal) konular ve mahmûller (yüklemler) vardır. Ondaki matlup tarafa iştirak eden şeyin ne olduğunu araştırdığın zaman müşterek iki tarafın sıfatı olur. Yani her ikisi için tabii yüklem olur. (Sebepsiz yere) gülene hayretle şaşkın bir halde bakan her insan gibi. Bazen konunun nitelendirildiği şey yüklemin sıfatı olur. Şaşırmış bir adama bakarak gülen her insan gibi. Sonucun farklı olmasının sebebi önermenin tabiatından dolayı şekillerin farklı olmasıdır. Tabiinin gözetilmesi ile tabiatta tersine döner. Şunu iyi bil ki: Her şeyde bir ruh ve hakikat vardır. Birinci şeklin ruhu –bir şey içinin içinde olursa- (diğer) bir şeyin içindedir. Bir şeyin zarfının zarfı, (diğer) şeyin zarfındadır.585
[İlm-i mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Bkz: Nursî: 32. Söz, İkinci Mevkıf, İkinci Maksat] 582 [Benzeme benzerliklerine dayanılarak yapılan bir çıkarımdır. Benzeyen (zayıf unsur), kendisine benzetilen (kuvvetli unsur), benzetme yönü (iki varlık arasındaki ortak yön) ve benzetme edatı olmak üzere dört unsuru vardır. Bu kıyas ile genel bir kaide belli bir nesnede cüz belirlenip, o kaidenin aynı kategoriye giren tüm cüzlerinde de geçerli olduğu neticesine ulaşılır.] 583 Buradaki hüküm, hadislerin netice-i hükümleridir. Hadis kaynaklarında bu mevzuda birçok hadisi şerif vardır. Ezcümle Et-tac kitabının Kütüb-ü Sitte’nin beşinden nakl ettiği şu hadistir: Hazret-i Aişe – Radiyallahü anha- demiş: Peygambere soruldu: “Bal’ın nebizi, (yani: Ekşitilmiş Şurubu) nasıldır? Peygamber demiş: Sarhoş eden bütün içkiler haramdır. Ettac 3’141. -A. B.584 [Hafi kıyas, iki benzerlikten ilk bakışta hatıra gelmeyeni tercih ederek yapılan çıkarımdır. Asıl ile fer‘ arasındaki farkın kaldırıldığı, zannî olarak bilinirse “kıyâs-ı hafi”, kesin olarak bilinirse “kıyâs-ı celî olur. Diğer bir ifadeyle tesiri güçlü veya sıhhati zahir, fesadı gizli olan şey “kıyası hafi”; Tam tersine tesiri zayıf veya sıhhati gizli, fesadı açık olan şey “kıyası celî”dir.] 585 [“Beni bende demen, bende değilim. Bir ben vardır bende, benden içeri” Yunus Emre] 581
-261-
-262-
[Sayfa: 153]
İkinci şekilde: İstidlal lazımların, melzumların yok olması üzerine yok olur. Çünkü olumsuzluk udûl (geri dönme) ile yorumlanmıştır. Melzumdan murat vasıfların nitelendirmenin mutlakıdır… Üçüncü şekilde: Bir şeyin iki sıfatın toplam yeri olmasıdır. Bu iki sıfat birbirine eş değerdir… Dördüncü şekilde: Bir şeyin mevsufunu ispat etmek sıfatı içindir… Daha sonra suğranın kübra ile (küçük öncülün büyük öncülle) bitiştirilmesi ittifak üzerine yapılır... O ikisinin üzerine neticeyi tertip edilmesi, birincisinde açık olan lazımın şartı ile tevil edilmiştir. Geri kalan şeylerdeki teori üç delille sabit olmuştur. Birincisi: Hulf… Onun özü: Zıddını iptal ederek bir şeyi ispat etmektir. Yapılış şekli delil üretmektir. İşte böylece bu şekil doğru olduğunda ittia edilen bu netice gerekli olur… Aksi halde… “Eyyü” (hangisi), “Enne” (…dığında) kelimeleri onun zıddını doğrulamak için gerekli olmaz. Devamlılık için ittifak olarak her sadıkla birlikte tasdik edilir. Her sadıkla birlikte tasdık edilince bu sadık şekilde tasdik edilmiş olur. Onun cüzü ile birlikte ittifak ederek tasdik yapılır. Şeklin oluşturulmasında bu yeterlidir… Bununla şeklin sureti elde edilir. Sadık iki mukaddeminin birinin zıddı veya çelişkisi açıkça ortaya çıkartılarak farza göre netice alınır. İki zıddın veya çelişkinin bir doğruda toplanması muhaldir… Muhalin melzûmu batırlıdır… Fesadın ortaya çıktığı yer açıkça görüldüğü gibi birinci şeklin sureti değildir. Aynı zamanda sıdkın zorunlu olmasından dolayı bu şeklin mukaddimesi de değildir. Bilakis o neticenin zıddıdır… Zira o muhali ortaya çıkarak şeydir. Bu yüzden netice doğrudur. Neticenin zıddı ikinci şekildedir. Suğra kübraya (küçük öncül büyük öncüle) dönüşür ve suğranın zıddı netice olarak çıkar. Üçüncü şekilde zıt alınır ve kübranın zıddı netice vermesi için suğranın kübrası yapılır. Dördüncü şekle gelince; o, kovasını her ikisine birden salar. Bunlar istikamet ve onun tasviridir. Yani akis yoluyla. İşte böylece her ne zaman bu şekil doğru olursa, ikincisindeki kübra lazım olmasına rağmen, suğra doğrulanır.
-263-
-264-
[Sayfa: 154]
Kübra (büyük öncül), suğranın (küçük öncülün) lazımı ile doğrulanır. Yani onun üçüncüsündeki döndürmesidir. Her ne zaman ikisi birlikte doğru olursa onların lazımları da doğru olur. Şu bununla doğrulanır; Örnek olarak dördüncüsünde olduğu gibi. Çünkü suğra ile kübra arasındaki ittifak iki tarafı birbirine benzeyen bir izafettir. O halde birinci şekil elde edilir. Çıkan netice matlup içindir ve ya bedahetle onun melzûmu içindir. Mantık ilminden maksat, şartlar koymak suretiyle doğru fikirleri birbirinden ayırmaktır. Genel şartlardan birisi küçük ve büyük önermenin iki olumlu veya iki tikel olmasıdır. Birinci şart özellikle küçük önermenin olumlu ve büyük önermenin tümel olmasıdır. Bunlardan herhangi birisi kaybolursa tehallüften (geri kalmasından) dolayı müstelzimin (gerektiren şeyin) ihtilaf etmesi gerekir. Açıkça görülen lüzuma ters düşen şey sonuç için kullanılır. (Dört büyük içinde dört küçüğün çarpımıyla akli olarak ortaya çıkan on sekiz çarpım ile neticelerin çarpımını açıklamak için) bizim iki yolumuz (yöntem) vardır. Birincisi; tahsil yoludur. Tikel olumlunun küçük öncülü veya büyük öncülü olumlu veya olumsuz tümel kübraya eklenerek bu tahsil edilir. İkincisi; hazif (düşürüp, çıkarma) yoludur. Dört büyükte bulunan olumsuzlar için küçük öncülün olumlusu hazfedilir. Küçük öncülün iki olumsuzundaki cüzüne ulaşmak için kübranın tümeli düşürülür. Çıkan bu dört netice, ikinci şeklin iki olumsuzuyla hususileştiği dört matlup için kalır. …Üçüncüsü iki cüz iledir. Dördüncüsü tümel olumlu dışındadır. …Birincisinin ilki tümel olumlu neticedir. Bu iki tümel olumludan olur. Birinci Çarpım: Şunu bil ki: Birincisinin ilki tümel iki olumludan olup tümel olumlu sonucunu verir. Her “A, B” ve her “B, C” ve her “A, B” gibi. İkinci Çarpım: İki tümel ile tümel olumsuz kübranın çarpımından tümel olumsuz çıkar. Üçüncü Çarpım: İki olumlu ile tikel küçük öncül çarpıldığında tikel olumlu çıkar.
-265-
-266-
[Sayfa: 155]
Dördüncü Çarpım: Küçük öncülün tikel olumlusu ile büyük öncülün tümel olumsuzu çarpıldığında tikel olumsuz neticesi çıkar. Çünkü netice iki mukaddimenin daha bayağı olana tabi olur. Olumsuzluk ile tikellik iki sefildir. Şunu iyi bil ki: Hadd-i evsatı (orta terimi) iki mukaddimesinde mahmûl olan ikinci şeklin çarpımı, on altı kardeşi gibi aklîdir. Onun şartı, büyük önermenin tümel ve niteliğin farklı olmasıdır. Külliye, dört küçük öncüldeki büyük öncülün iki cüzünü hazif yoluyla düşürür ve olumlu önermenin ihtilafını giderir. Büyük külliye, suğranın iki olumlusunda; büyük külliyenin olumsuzu da küçük öncülün iki olumsuzunda işlem yapar. Tahsil yoluyla olumsuz kübra (büyük öncül), suğranın ve kübranın iki olumlusuyla işlem yapar. Tümel olumlu, suğranın iki olumsuzu ile işlem yapar. Bu şekil, dört çarpım ile dört netice verir. Bunlar tümel olumsuz ve tikel olumsuz şeklinde tezahür eder. Her çarpımdaki çıkarımın kanıtı dilemmadır. Kübranın akisi birinci ve üçüncü çarpımdadır. Küçük öncülün döndürmesi tertibin akisi ile beraberdir. Neticenin akisi ikinci çarpımdadır. Dördüncü çarpımda akis yoktur. Çünkü onun küçük öncülü tikel olumsuzdur. Ve onun akisi yoktur. Büyük külliyenin olumlusunun akisi tikele dönüşür… cüziyelerden delil yoktur. Üçüncü çarpımda varsayım mutlaktır. Bileşik önermelerden küçük öncül olması şartı ile konunun varlığı varsayımla gerçekleşinceye kadar dördüncüsünde işlem yapılır. Varsayımın iki kıyası vardır: O ikisinden birisi ilkindendir. Veya istenen şekilden geri bırakılan çarpımladır. Diğer kıyas üçüncüsündendir… Onun tahsili: Gerçek konuyu çıkarmak ve konunun unvanını olumlu olarak onun üzerine yüklemektir. Mahmûlün unvanı: -eğer önerme olumlu ise- olumlu, -şayet önerme olumsuz ise- olumsuz olur.
-267-
-268-
[Sayfa: 156]
Birinci Çarpım: Burada yüklemin bağlacını büyük önermeye eklemek gerekir. Daha sonra çıkan büyük önermenin neticesini konumun bağlacı yapmak gerekir. İki tümelden ikinci şekildeki birinci çarpım olumsuz kübra olur. Mesela her cisim sonradan birleştirilmiştir. Başlangıcı olmayan şeylerde sonradan birleştirilen bir şey yoktur. Kadîm olan bir cisim yoktur. Bu sonuç hulf yöntemi ile çıkmış olup o, bir şeyi aksini iptal ederek ispat etmektir… İşte böylece bu şekil doğrulandığında neticede doğrulanır. Aksi halde onun zıddı doğru olur. Bu, “Bazı cisimler kadîmdir” önermesidir. Bir doğrulayıcı her doğrulayıcı ile birlikte başka bir doğrulama yapar. Doğru olduğu varsayılan büyük önerme ile doğrulama yapılır. Şu şekilde: “Bazı cisimler kadîmdir. Sonradan oluşan hiçbir kadîm yoktur. Öyleyse sonradan oluşan hiçbir cisim yoktur.” Bu doğru olduğu varsayılan küçük önermenin zıddıdır. Doğrunun zıddı ise yalandır. Yalancının gerekli kıldığı şey batıl (geçersiz)dır. Batılın zıddı haktır. Öyleyse netice doğrudur. Büyük önermenin döndürmesi ile birinci şekil geri döner. İşte böylece: Büyük önerme ile birlikte küçük önerme doğru olursa onun lazımı da doğru olur. Böylece birinci şekle dönüşür. İkinci Çarpım: İki külliye ile olumsuz suğranın çarpımı; “Her cisim basittir. Her kadîm de basittir.” Bu önermeden “Kadîm olan bir cisim yoktur” sonucu çıkar. Daha önce geçtiği gibi bu sonuç hulf yöntemi ile çıkar. Önce suğranın (küçük öncülün) döndürmesi yapılır. Sonra büyük yapılır. Ardından neticenin döndürülmesi yapılır. Çünkü suğra kübra ile (küçük öncül büyük öncül ile) doğru olunca suğranın lazımı aynı şekilde kübra ile beraber doğru olur. Suğranın lazımı kübra ile doğru olduğunda kübra suğranın lazımı ile birlikte doğru olur. Birinci şekil ile matlubumuzun melzûmu ortaya çıkar. Üçüncü Çarpım: Küçük öncülün tikel olumlusu ile büyük öncülün tümel olumsuzu çarpımında; hulf, akis ve varsayım ile tikel olumsuz çıkar. Örnek: “Bazı cisimler sonradan birleştirilmiştir. Sonradan birleştirilen hiçbir kadîm yoktur. O halde bazı cisimler kadîm değildir.” Kübranın döndürmesi ile birinci şekle dönülür. Neticenin zıddı büyük öncülün küçük öncüle eklenmesi ile suğranın zıddının doğru olması neticesi elde edilir. Fakat bu yanlıştır. Dolayısıyla onun melzûmu da batıldır. Melzûmunun zıddı ise sadıktır. Varsayımla: Varsayımlı iki mukaddime… Biz burada konunun gerçek olduğunu varsayarız. Örnek: “Bazı cisimler insan olarak müellef (birleştirilmiş)tir. Her insan cisimdir. Öyleyse her insan müelleftir.” Yüklemin bağlacını al→
-269-
-270-
[Sayfa: 157]
→ suğrayı kübranın aynısı yap. Gecikmeli çarpım olması için büyük öncülün döndürülmesiyle çarpılabilir. Şöyle: “Her insan müellef (sonradan bir araya getirilmiş)tir. Hiçbir kadîm müellef değildir. Öyle ise kadîm olan insan yoktur.” Konumun bağlacı için bu neticeyi büyük öncül yaparız. Şöyle: “Her insan cisimdir. Hiçbir insan kadîm değildir.” Üçüncüsünden şu netice çıkar: “Bazı cisimler kadîm değildir.” Bu ulaşılmak istenen neticedir. Dördüncü Çarpım: Tikel olumsuz küçük öncül ile tümel olumlu büyük öncülün çarpımı şöyledir: “Bazı cisimler basit değildir.” Her kadîm basittir. Öyleyse bazı cisimler kadîm değildir.” Hulf ile şöyledir: Doğru olduğu varsayılan küçük öncülün zıddının neticesini elde etmek için küçük öncülün neticesinin zıddı büyük öncüle eklenir. Burada tikele dönüştüğü için büyük öncülün döndürülmesi yapılmaz. Aynı şekilde küçük öncülün döndürülmesi de yapılmaz. Çünkü o, döndürme kabul etmez. Konunun gerçekleşmemesi için varsayımda yapılmaz. Ancak mürekkep olduğunda… Gerçek konunun insan olduğunu varsaydığımızda şöyle olur: “Her insan cisimdir. Hiçbir insan basit değildir.” Bu ikinci konuyu büyük öncülün küçük öncülü yap. Sonra onun neticesini birinci varsayımın mukaddimesi yap. Şöyle: “ Her insan cisimdir. Hiçbir insan basit değildir.” Üçüncü şekilden şu netice çıkar: “Bazı cisimler kadîm değildir.” Üçüncü şekle gelince: Onun şartı, küçük öncülün olumlu ve iki mukaddimeden birisini tümel yapmaktır. Bunun sebebi, önermenin kaybolması esnasında birbiriyle ihtilaf etmesidir. Tahsil yoluyla; Tümel küçük öncül dört büyük öncül ile birliktedir. Tikel olumlu küçük öncül tümel büyük öncül ile birliktedir. Bu şekilden tikelden başka bir şey çıkmaz. Onun çarpımı neticelere uygun olarak düzenlenmiş altı sonuç verir. Onların en güzeli büyük öncüldür. Birinci çarpım iki tümel olumludan yapılır. Ve tikel olumlu netice verir. Bileşik müstakim kıyas ile mürekkep şartlardan olur. Şöyle: Bu çarpım doğru olduğu zaman neticesi de doğru olur. Bu teorik bir iddiadır. Onun delili şudur: Çünkü o büyük öncül ile birlikte küçük öncülü doğruladığında aynı şekilde küçük öncülün lazımı büyük öncül ile birlikte doğru olur. Küçük öncülün lazımı büyük öncül ile birlikte doğrulandığında birinci şeklin sureti elde edilir. Birinci şekil elde edildiği zaman →
-271-
-272-
[Sayfa: 158]
→ açıkça bu netice gerekli olur. Bu çarpım doğru olduğunda bu netice de doğru olur… Hulf de aynı şekildedir. Onun dönüşü iki kıyasa olur: Müstakim olmayan istisnâi kıyastır. …İstisnâi kıyas için şart koşulan mukaddimeden çıkan sonuç bileşik iktirani kıyastır. Şöyle ki: Bu çarpım doğru olduğu zaman bu netice de gerekli olur. Çünkü o eğer gerekli olmazsa bu neticeyi doğrular ve bu durumda muhal gerekir. Lakin buradaki tâli (yüklem) batıldır. ..Zira lüzumsuz olmasının batıl olması, neticenin doğru olması neticesini verir. Birinci Çarpım: İstisnâî mukaddime zaten izahtan vabeste açıktır. Koşullu mukaddime (konu) ise; neticenin doğru olması gerekmediği zaman onun zıddı doğru olabilir. Onun zıddı doğru olursa, her sâdıkla beraber küçük öncülün sâdıkı da doğru olur. Eğer bu, küçük öncül ile doğrulanabilirse, büyük öncülün zıddı için sonuç olarak çıkan ve doğru olduğu varsayılan birinci şeklin elde edilmesi mümkün olur. Böyle bir şekilde bir şekil elde edilmesi mümkün olursa, iki zıddın bir araya toplanması da mümkün olur. Fakat bu muhaldir. …Bu şekilde mümkün olursa, muhal de mümkün olur. …Muhalin mümkün olması ise muhaldir. …Bu şekilde mümkün olursa, muhal lazım olur. Böylece istisnâî kıyastaki koşullu mukaddimenin toplanması neticesi çıkar. …Şayet sonucun doğruluğu gerekmezse, muhal gerekli olur. Şunun gibi: “Her müellef (sonradan bir araya getirilmiş şey) cisimdir. Her müellef hâdis (sonradan olmuş)tir. Öyleyse bazı cisimler hâdistir.” Küçük öncülün döndürülmesi ile birinciye dönülür. Zıt eklenerek şöyle bir netice alınır: “Hâdis olan hiçbir cisim yoktur.” Küçük öncül için büyük öncül kullanılınca şöyle olur: “Her müellef cisimdir.” Netice olarak büyük öncülün zıddı çıkması için şöyle denir: “Hâdis olan hiçbir müellef yoktur.” İkinci Çarpım: İki tümel ile olumsuz kübradan (büyük öncülden), asgarın (küçük deyimin) daha genel olması caiz olduğu için bundan tümel değil, tikel olumsuz çıkar. Şunun gibi: “Her müellef cisimdir. Kadîm olan hiçbir müellef yoktur. …Bazı cisimler kadîm değildir.” Bu, suğranın (küçük öncülün) birinci şekle hulf ile döndürülmesiyle elde edilir. Büyük öncülün neticesinin zıddını küçük öncüle eklemekle büyük öncülün doğru olan zıt neticesi elde edilir.
-273-
-274-
[Sayfa: 159]
Üçüncü Çarpım: İki olumlu ile tikel küçük öncülün birleşmesidir. Hulf ile şunun gibi bir netice çıkar: “Bazı müellefler cisimdir ve her müellef hâdistir.” Daha önce geçtiği gibi buradaki döndürme birinci çarpımda cereyan eder. …Konunun gerçek olduğu varsayılmasıyla yapılır. “Bazı müellefler insan olarak cisimdir. Her insan müelleftir. ..O halde her insan cisimdir.” Varsayılan ilk konuyu, büyük öncül için küçük öncül yap. Şöyle: “Her insan müelleftir. Her müellef hâdistir. O halde her insan hâdistir.” Sonra bu neticeyi varsayılan ikinci konunun büyük öncülü yap. Şöyle: “Her insan cisimdir. Her insan hâdistir.” Gecikmeli çarpım ile şu şekil ortaya çıkar: “Bazı cisimler hâdistir.” Şunu iyi bil ki: Üçüncüsündeki varsayımlar ikincisindeki varsayımın döndürmesidir. Oradaki tasarruf (inisiyatif alarak yapılan değişiklik) ikinci konudadır. Burada ise birinci konudadır. ..Birinci kıyas aynı şekilde ikincisinden ikinci şeklin varsayılması ile yapılmıştır. İkinci kıyas ise aynı şekilde üçüncüsünden üçüncü şeklin varsayılması ile yapılmıştır. Dördüncü Çarpım: Küçük öncülün tikel olumlusu ile büyük öncülün tümel olumsuzu çarpılır. Şunun gibi: “Bazı müellefler cisimdir. Kadîm olan hiçbir müellef yoktur. Öyleyse bazı cisimler kadîm değildir.” Onun dayanağı; bir şeyi melzûmla ispat etmek olan müstakim kıyas yapıldığında, lazım ile onun sübutu gerekli olur, kaidesidir. Bu kıyasın dayanağı ise; bir şeyi, zıddını iptal ederek ispat etmek olan hafi (kapalı) kıyas yapıldığında, onun sureti şöyle olur: İstisnâî kıyas müstakim değildir. Onun koşullu olan konusu, bileşik varsayımlar ile ispat edilir. Varsayımla, onun dayanağı: Gerçek konuyu ortaya çıkarmaktır. … Daha sonra konunun ve yüklemin başlıkları tümel olarak onun üzerine yüklenir. Ardından konumun bağlacı büyük öncüle eklenir. Talep edilen neticeye varmak için, burada çıkan sonuç yüklemin bağlacına eklenir.
-275-
-276-
[Sayfa: 160]
Beşinci Çarpım: İki olumlu ile tikel büyük öncül çarpılır. Şunun gibi: “Her müellef cisimdir. Bazı müellefler hâdistir.” Daha önce geçtiği gibi bu netice hulf yöntemi ile çıkar. Büyük öncülün döndürmesi sırayla yapılır. Neticenin döndürülmesi şöyledir: Bu çarpım doğru olduğu zaman büyük öncülün lazımı ile birlikte küçük öncül de doğru olur. Büyük öncülün lazımı aynı şekilde küçük öncülle beraberdir. Bu durumda birinci şekille talep edilen melzûm gerekli olur. Varsayımla: Tikel büyük öncülün konusunu insan olarak varsaydığımızda şöyle olur. “Her insan müelleftir (yani bir araya getirilerek yaratılmıştır). Her insan hâdistir.” Varsayılan birinci konuyu küçük öncülün küçük öncülü yap. …Sonra bu küçük öncülü onun varsayılan ikinci konusuna ekle. Altıncı Çarpım: Tümel olumlu küçük öncül ile tikel olumsuz büyük öncülün çarpımıdır. Şunun gibi: “Her müellef cisimdir” bazı müellefler kadîm değildir. O halde bazı cisimler kadîm değildir.” Daha önce geçtiği gibi, bu sonuca döndürme yapılmaksızın hulf yöntemi ile ulaşılır. Çünkü büyük öncül döndürme kabul etmez. Küçük öncülün döndürülmesi, aynı şekilde varsayım olmaksızın, iki tikelin deliline dönüşür. Çünkü olumsuz tikel bileşik olmadığı sürece büyük öncül konunun var olmasını gerektirmez. Varsayım: Varlığı gerçek olan konuyu çıkarmaktır. Dördüncü Şekil: Onun esası şudur: … [Bu konu böyle devam eder gider. Biz bu kadarıyla yetinelim.]
(Allah’ın inayetiyle) -Bitti-
-277-
EK BÖLÜMLER
-278-
Bediüzzaman Said Nursî’nin Hayatı ve Risale-i Nur Bediüzzaman’ın hayatına doğru bir şekilde bakabilmek için, aşağıya aldığımız samimî ifadelerini sindirerek okumak gereklidir. İslam âlemine Kur’ân’ın ebedî hakikatlerini anlatmakta büyük bir üstad ve yaşantısıyla hayranlık uyandıran bir deha olarak gördüğümüz bu insan, bizlere çok yüksek bir hakikat dersi vermekte ve: “Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür.” (Risale-i Nur, Emirdağ Lahikası) demektedir. Ortaya koyduğu büyük iman ve Kur’ân hizmetini şahsıyla bağlamıyor, telif ettiği eserlerin Kur’ân’ın malı ve manası olduğu beyan ediyor ve şahsını tamamen devreden çıkartarak “Ben de Risale-i Nur’un bir talebesiyim ve Kur’ân dersinde sizin bir ders arkadaşınızım” diyor. Şahsî hayatında görünen harikulade hâdiselerin, kendine Allah tarafından ihsan edilen müthiş zekâ ve hafıza nimetinin ve her türden ilmi çok kısa zamanda ve rahatlıkla elde etmesi gibi şaşırtıcı hâllerinin, kaderin yönlendirmesiyle Risale-i Nur gibi büyük, Kur’ânî bir hizmeti netice vermek için hazırlık hükmüne geçtiğini ise şöyle ifade ediyor: “Şimdi bence kat‘iyet peydâ etmiştir ki, ekser hayatım, iktidar ve ihtiyârımın ve şuûr ve tedbîrimin hâricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir sûrette ona cereyân verilmiş ki, tâ Kur’ân-ı Hakîm’e hizmet edecek olan bu nevi risâleleri netice versin. Âdetâ bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı ihzâriye hükmüne geçmiş. Ve Sözler’le i‘câz-ı Kur’ân’ın izhârı, onun neticesi olacak bir sûrette olmuştur.” (Risale-i Nur, Mektubât.) “Ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî dua etmek neticesinde, Cenâb-ı Erhamürrahimîn, Risale-i Nur’u o çekirdekten halk edip ihsan etmiş. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir.” (Risale-i Nur, Emirdağ Lahikası.) “Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim... Sözler güzeldirler, hakikattirler; fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden süzülmüş şuâlardır.” (Risale-i Nur, Mektubât.) “Ben îtiraf ediyorum ki; böyle makbul bir eserin mazhârı olmak, hiçbir vecihle o makâma liyâkatim yoktur. Fakat, küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ
-279-
gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe'nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki, Risâle-i Nur'u senâdan maksadım, Kur'ân'ın hakîkatlerini ve îmânın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.” (Risale-i Nur, Mektubât.) “Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’ânındır ve Kur’ândan tereşşuh etmiştir. Sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur’ân-ı Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiş şualardır.” (Risale-i Nur, Mektubât.) “Hem bunu katiyen îlân ediyorum ki; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz.” (Risale-i Nur, Emirdağ Lahikası.) Bediüzzaman’ın hayatında görülen harika hâllere ve şaşırtıcı hayat hikâyesine yukarıda ifade edilen ve sunî bir tevazudan ibaret olmayan, belki bir hakikatin ifadesi olan sözlerinin ışığında bakmamız gerekiyor. Bizler Bediüzzaman’ı Allah için ve hakikat namına seviyoruz ve kendisi ne kadar hayranlık uyandıran bir şahsiyet olsa da, O’nun itikad ettiği gibi biz de biliyor ve inanıyoruz ki, tüm nimetler ve mükemmellikler, Cenâb-ı Hakk’ın ikramıdır, onların sahibi O’dur, onları yaratan da O’dur, kulun onda hissesi yalnızca şükürdür. Fakat nimet elbette şükür ister. Yoksa gurur olmasın diye, tevazu namına nimet inkâr edilse, nimete nankörlük olur. İşte Bediüzzaman’a bakışımız bu noktadandır. Kendisi de şahsında görünen yüksek ilmî şahsiyet ve faziletli hâller ile gururlanmaktan uzak ve kulluğa yakışır bir şükür tavrını bu sözleriyle ortaya koymaktadır. “Zamanın harikası” lakabıyla anılan Bediüzzaman’ın etkileyici hayat hikâyesi içindeki yolculuğumuza artık başlayabiliriz. Bitlis’in Nurs Köyü’nde 1878 yılında dünyaya gelen küçük Said, dokuz yaşına kadar anne ve babasının yanında kaldı. 7 yaşında Kur’ân öğrenmeye ve 9 yaşında ilim tahsiline başladı. Ağabeyi Molla Abdullah’ın ilim tahsil ederek aldığı feyiz, kazandığı ahlak ve fazilet, ilim öğrenmeye karşı kendisinde bir hayranlık uyandırdı. Bunun üzerine ciddî bir şevk ile ilim tahsiline niyetlendi ve Tağ köyünde Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesine gitti. Fakat burada fazla duramadı. Çünkü
-280-
yaratılış icabı, şeref ve haysiyetine çok düşkündü. Emir verircesine söylenen küçük bir söze dahi tahammül edemediğinden, medreseden ayrılmak zorunda kaldı. (Bu acaip mizacın, ileride üstleneceği büyük Kur’ân hizmetini hakkıyla yerine getirebilmesi için kendisine verilmiş bir ilmî haysiyet ve şeref olduğu ve kendini beğenmişlikten kaynaklanmadığı daha sonraları ortaya çıktı.) O dönemde tekrar köyüne döndü. Nurs’ta medrese bulunmadığından, ağabeyinin haftada bir defa yaptığı ziyaretlerde verdiği derslerle yetindi. Küçük Said, evde bir süre kaldıktan sonra tekrar tahsile karar vererek Pirmis köyüne gitti. Burada kendisini sürekli rahatsız eden dört talebeyle geçinemedi ve baskıcı tavırlara en ufak bir tahammülünün olmaması da bu geçimsizliği şiddetlendirdi. Bir gün medresenin müderrisi Şeyh Seyyid Nur Muhammed Efendi’nin huzuruna çıkarak, fakat acizliğini ortaya koymayarak şöyle dedi: “Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle döğüştükleri vakit, dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.” Seyyid Nur Muhammed, küçük Said'in bu mertliğinden hoşlanarak: “Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez!” diye karşılık verdi. Bu hâdiseden sonra "Şeyh Talebesi" diye yâd edildi. Bir vakit her nasılsa ağabeyi ile döğüşmüş. Tâgî Medresesi Müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said'e: “Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun?” diye işe karışmış. Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olduğundan, hocasına şu şekilde cevap verir: “Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu hâlde burada hocalık hakkınız yoktur!” Şark medreselerinde ilim talebeleri yılda bir defa zekât toplamaya çıkarlardı. Fakat Molla586 Said, hiçbir zaman zekât almaya gitmemiştir. Böyle bir şeye tenezzülü ve ihtiyaç arz etmeyi, izzet ve şerefine uygun göremiyordu. Dinen mahsuru olmayan böyle bir imkândan kendisini neden mahrum ettiği ve bunun hakikî sebebinin ne olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkıyor. Risale-i Nur gibi sırf imanî ve âhirete yönelik bir mukaddes hizmeti dünyaya alet etmemek ve şahsî menfaate basamak yapmamak için o makbul âdete karşı kendisinde bir nefret ve kaçınmak ve insanlara arz-ı ihtiyaç edip elini açmamak hâlinin verilmiş olduğu ve bu hâlin Risale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan ihlasın (yani Allah rızasından başka maksatlar aramamak manasının) kırılmasının önüne geçeceği, sonraki yıllarda Bediüzzaman tarafından ifade ediliyor. Medrese talebeleriyle yaşadığı sorunlar sebebiyle, bir süre medrese hayatına ara verir ve babasına artık iyice büyümedikçe okumayacağını, talebelerin hepsinin
586
Molla: Medrese talebeleri veya büyük âlimler için kullanılan bir tabir. -281-
kendisinden büyük olduklarını, onlara gücü yetecek yaşa gelene kadar evde kalacağını söyler. 1891 senesinin bahar mevsiminde yani 13 yaşındayken, tahsil hayatını değiştiren, sırlarla dolu ve kendisine Bediüzzaman unvanının verilmesine sebep olacak şöyle bir rüya görür: Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet Sırat Köprüsü’nün başına gidip durmak hatırına gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" der ve Sırat Köprüsü’nün başına gider. Bütün Peygamberleri teker teker ziyaret eder, en son Peygamber Efendimizi de ziyaret ettiği anda, Resullullah’tan ilim talebinde bulunur. “Ümmetimden hiç kimseye sual sormamak şartıyla, Kur’ân ilmi hususî bir surette sana verilecek” müjdesini duyunca uyanır. Bu rüyanın üzerine, ilim tahsiline devam etmek için büyük bir şevkle Arvas nahiyesine gider. Buradaki medresedeki meşhur Molla Mehmed Emin Efendi, kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip, talebelerinden birisinin kendisini okutmasını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhur müderris camide ders okutmakta iken, Molla Said itiraz eder ve der ki: “Efendim, o öyle değil!” hitabında bulunur ve kendisini okutmaya tenezzül etmediğini hatırlatır. Bir süre orada kaldıktan sonra Mir Hasan-ı Veli Medresesi’ne gider. Bu medresenin yeni talebelere önem vermemek gibi bir âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması icab eden yedi ders kitabını terk ederek, sekizinci kitaptan okuduğunu söyler. Hakikî ve ciddî tahsilini Bayezid'de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri’nin yanında yapmıştır ve bu tahsil üç ay kadar devam etmiştir. Fakat çok garip ve sıra dışı bir şekilde, medrese tahsil usulü olan "Molla Câmi”den nihayete kadar okunan tüm dersleri, her kitaptan bir veya iki ders, en çok on ders okuyarak bitirir ve geri kalanını terk eder. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Molla Said şöyle karşılık verir: “Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yâni bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bundan sonra mizacıma uygun olanlara çalışırım.” Esas maksadının ise, yenilikçi mizacını medrese usullerinde de maharetle göstererek yeni bir tahsil usulü meydana getirmek ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit kaybetmemek olduğu, sonradan meydana getirdiği eserlerde açıkça görülüyor. Normal şartlarda yirmi sene tahsili gereken ilim ve fenlerin esaslarını üç ayda tamamlamıştır. Sonraki yıllarda Üstad Bediüzzaman, kendisinin on beş sene tahsili lazım gelen ilmi üç ayda elde etmesinin kaderî bir işaret olduğundan bahsetmiş ve -282-
"Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on beş haftada ellere verebilecek Kur’ânî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak" diye tarif ettiği Risale-i Nur’un yeni usul ders verme metodunun, ilm-i kelam sahasında ve medrese usulünde bir tecdit, bir yenileme yaptığı herkes tarafından gözle görülmüştür. Bahsi geçen şekilde medrese müfredatının tamamını okuyup bitirdiğinde hocalarının, hangi ilmin mizacına daha uygun olduğunu sormalarına karşılık olarak şöyle der: “Bu ilimleri birbirinden ayırt edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum.” Hangi kitabı eline alsa anladığını, bir gün içinde "Cem'ül-Cevâmi", "Şerh-ülMevâkıf”, "İbn-ül-Hacer" gibi kitapların iki yüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütalâa ettiğini ve dış dünyayla hiç ilgili görünmediğini ve hangi ilimden olursa olsun sorulan suale tereddütsüz hemen cevap verdiğini de aktaralım. Bu kısa tahsil müddetinde elde ettiği ilmin kuru bir davadan ibaret olmadığı, defalarca gerçekleşen münazara ve imtihanlar neticesinde kesinlik kazanmış ve henüz 14 yaşındayken 15 senelik medrese tahsilini bitirmiş bir âlim gibi mezuniyete hak kazanarak hocasından icazet587 almıştır. Medrese hocalarına özel kıyafete girmesini teklif eden Şeyh Mehmet Emin Efendi’nin bu teklifini kabul etmeyerek, henüz buluğ çağına erişmediğinden, muhterem bir müderris kıyafetini kendine yakıştıramadığını ifade etmiş ve “Ben kendim bir çocukken nasıl hoca olabilirim?” demiştir. Büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir konuşma gerçekleşmiştir. Molla Abdullah: “Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?” Bediüzzaman: “Ben seksen kitab okudum.” Molla Abdullah: “Ne demek?” Bediüzzaman: “İkmâl-i nüsah588 ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitabları da okudum.” Molla Abdullah: “Öyle ise seni imtihan edeyim?” Bediüzzaman: “Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!” 587 588
İcazet: Yeni tabirle mezuniyet diploması. İkmâl-i nüsah: Nüshaları tamamlamak. (Yani okunacak tüm kitapları okudum manasında.) -283-
Şu acaip işe bakın ki, kardeşini imtihan ettikten sonra ilmî yeterliliğini takdir eden Molla Abdullah, Genç Said’den ders almaya başlar. Bu hâle benzer bir hadise Molla Fethullah Efendi’nin medresesinde de gerçekleşir. Molla Fethullah, Molla Said’e: “Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Câmi'yi mi okuyorsunuz?” diye sorar. Bediüzzaman: “Evet, ‘Câmi’yi bitirdim” der. Molla Fethullah hangi kitabı sordu ise, "Bitirdim" cevabını alınca, hayrette kalır. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadığından, şaşırarak: “Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?” Bediüzzaman ise “insanın başkasına karşı kendini düşürmemek için hakikati gizleyebileceğini, fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikatin ta kendisinden başka bir şey söyleyemeyeceğini” ifade ederek şöyle der: “Emrederseniz, söylediğim kitablardan beni imtihan ediniz.” Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. (Bunun üzerine bu konuşmayı dinleyen ve bir sene evvel Genç Said’in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başlar.) Soru-cevap faslından sonra Molla Fethullah: “Pekâlâ, zekâda harikasınız, fakat hafızanız nasıldır? Makamât-ı Harîriye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır. Molla Said kitabı alarak, bir yaprağını bir defa okumakla ezberler ve okur. Molla Fethullah, “Zekâ ile hafızanın aşırı derecede bir kimsede bir arada bulunması nâdirdir” diyerek hayrette kalır. Bediüzzaman orada iken, Cem'ül-Cevâmi' kitabını, günde bir iki saat meşgul olmak suretiyle bir haftada hafızasına alır. Bu hadiselerden sonra, Molla Fethullah Genç Said’e “zamanın harikası” manasına gelen “Bediüzzaman” unvanını verir. Siirt’teki âlimlere “Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse tereddüt etmeksizin cevap verdi. Bu yaşta zekâsına, ilmine ve faziletine hayran kaldım” diyerek pek çok metheder. Etrafta hızla yayılan bu haberler üzerine âlimler bir yerde toplanarak Genç Said’i davet ederler. Genç Said, sordukları bütün sorulara tereddütsüz cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevab veriyordu. Bunu gören âlimler, Genç Said’in harikulâde bir genç olduğuna hükmedip, faziletini takdir ettiler ve kendisini etrafta methetmeye başladılar. Bunu duyan halk da Genç Said’e bir veli derecesinde hürmet etmeye ve o gözle görmeye başladılar. Artık Molla Said “Bediüzzaman” lakabıyla tanınıyordu.
-284-
Siirt'de, bütün talebe arkadaşlarına hitaben kendisiyle mücadele etmek isteyen olursa hazır olduğunu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini ve kimseye sual sormayacağını ilân ettikten sonra tekrar Bitlis’e gelir. Bitlis'te bir iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Böyle çekişmelerin ve özellikle gıybetin İslâmiyet’e yakışmadığını onlara ihtar edince; Molla Said’i, Şeyh Emin Efendi’ye şikâyet ederler. Şeyh Emin ise henüz çocuk olduğundan bahisle, muhatap alınacak seviyede biri olmadığını söyler. Molla Said, bu söz kendisine nakledildiği anda, zaten bu tarz sözlere yaratılış icabı hiç tahammülü olmadığından, Şeyh Emin Efendi’nin huzuruna çıkarak elini öper, imtihan edilmeyi talep eder ve muhatap alınmaya lâyık olduğunu ispat etmek istediğini arz eder. Şeyh Emin Efendi de, çeşitli ilimlerden ve en zor meselelerden on altı tane soru düzenleyerek kendisine sorar. Molla Said, soruların hepsine cevap verdikten sonra, Kureyş Camii’nde ahaliye vaaz ve nasihat etmeye başlar. Hatta Şeyh Emin Efendi’nin halletmesi için üç sene süre verdiği ve bulmaca tarzında sorduğu soru için: “Eğer bu süre zarfında bulmacayı halledersen, zekânı tasdik ederim, yoksa seni talebelikten reddederim” dediği hâlde, Genç Said sadece üç günde halledip bulmacanın cevabını hocasına takdim etmiştir. Bu andan itibaren halk arasında şöhreti bir kat daha artan Bediüzzaman, bir gün bir ayet-i kerimeye mana vererek, bir camide vaaz veriyor. Cami’de bulunan âlimler, şeyhler ve halk öyle tesirli bir tefsiri ve emsalsiz bir yorumu mevcut İslamî kitaplarda ve Kur’ân tefsirlerinde göremiyorlar. Çok hayran olup minnettar oluyorlar. Fakat kıskanç bir şeyh, iki müridine “Bediüzzaman’ı sık sık gelip geçtiği şu tenha geçitte akşam namazından sonra mavzerle (tüfekle) vurun” diyor. Aynı günün akşamı geçitte bekleyen müridler, Bediüzzaman’ın geldiğini görerek mavzerlerini hazırlayıp tam ateş edecekleri sırada, kolları felç olup mavzerleri yere düşüyor. Bediüzzaman ise, o iki müridin omuzlarına ellerini koyuyor ve “Kabahat sizin değildir. Ben size hakkımı helal ediyorum” diyerek yoluna devam ediyor. Bu harikulâde hadise o gün duyuluyor. O zamanlar çok genç olduğu için, Bediüzzaman lakabını benimsemeyen bazı büyük âlim ve şeyhler, yaşanan hadiseden sonra karşılarındaki bu gencin hakikaten “Bediüzzaman” olduğunu tasdik ve takdir ediyorlar. Şirvan’da bulunduğu esnada Siirt civarından birisi gelerek, on dört-on beş yaşında bir çocuğun Siirt’e geldiğini, bütün âlimleri mağlup ettiğini ve bu çocuğu mağlup etmek için kendisini davet ettiğini söyler.
-285-
Genç Said bu davete icabet ederek gitmek için hazırlanır. İki saat yol gittikten sonra, o küçük hocanın özelliklerini sorar. O adam, çocuğun ismini bilmediğini, fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olduğunu ve omzunda bir pösteki589 olduğunu, daha sonra talebe kıyafetine girip bütün âlimleri münazarada yendiğini anlatır. Bediüzzaman bunu dinlediğinde kendisinden bahsedildiğini ve bir sene evvelki vukuatının şimdi civar köylerde dilden dile yayıldığını anlayarak geri döner. Siirt’e bağlı Tillo kasabasına gider ve meşhur bir türbeye kapanır. Orada harika olarak Kamus-i Okyanus’u Babü’s-Sin’e kadar (yani İslam alfabesinin 12.harfi olan “sin”e kadar) hafızasına alır. Kamus adıyla meşhur ve Türkçe tercümesi dört cilt olan bu sözlüğün “sin” harfine kadar olan bölümü 2321 sayfadır. Kendisine sözlük ezberlemek gibi acaip bir işe neden kalkıştığı sorulduğunda “Kamus her kelimenin kaç mânaya geldiğini yazıyor; ben de bunun aksine olarak her mânaya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm” cevabını verir. Risale-i Nur’un telifinde bu muazzam lügat bilgisinin ustalıkla kullanıldığını, aynı manaya karşılık gelen kelimelerin bir arada sunulduğunu ve böylelikle âdeta eserlere bir iç lügat inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Bediüzzaman’ın, medrese tahsilinde okutulan yüzden fazla kitabı üç ay içinde harika bir şekilde ve esaslarını elde etmek tarzında okuduğundan bahsetmiştik. 17 yaşında Bitlis’e gelen Bediüzzaman, Vali Ömer Paşa’nın kütüphanesinden en üst düzeyde yararlanmış ve burada kırka yakın kitabı ezberlemiştir. Muhtelif ilimlere dair ezberlediği bu kitapları her gün tekrar etmek suretiyle, üç ayda bir devir ediyordu. İki yıl sonra Van’a geliyor ve Vali Tahir Paşa’nın konağında, Paşa’nın ilme ziyade hürmetiyle misafir olarak kalmaya başlıyor. Burada bulunan ve Doğu’nun en büyük kütüphanelerinden biri sayılabilecek zengin kütüphaneden de fazlasıyla yararlanıyor ve burada da elli kitabı daha hafızasına alıyor. Bu elli kitabın içinde felsefî, tarihî ve edebî kitaplar da var. Okuduğu ve tetkik ettiği kitap sayısı elbette çok daha fazladır, binlercedir. Fakat bu kitaplar, referans olacak özellikte oldukları için hafızasına nakşetmeyi özellikle lüzumlu görmüştür. Van valisi Tahir Paşa’nın konağında her akşam çeşitli ilim çevrelerinden seçkin insanlar toplanır ve burada ilmî, içtimaî konular münazara edilirdi. Paşa’nın meclisinde tarih, coğrafya, matematik, kimya, biyoloji, felsefe gibi fenlerin konularına da girildiğinden, Bediüzzaman bu fenlere ait bilgileri de kısa sürede elde etti.
589
Pösteki: Koyun veya keçi postu. -286-
Münazaralarda fikirleriyle öne çıktı ve Paşa’nın çok takdirini kazandı. Bir keresinde yirmi dört saat içinde hafızasına aldığı coğrafya kitabıyla bir coğrafya hocasını, diğer bir sefer de beş gün içinde öğrendiği inorganik kimya ile bir kimya muallimini münazarada mağlup eder. Bazen karmaşık matematik problemleri ortaya atılır, diğer insanlar kalem kâğıtla halledemezken, o doğru cevabı zihnen çok kısa sürede çıkarırdı. Hatta matematik alanındaki cebir mukabele ilminde bir risale bile telif etmişti. Kendisine ayrılan odada her gece yatmadan önce iki buçuk saat, yaptığı ezberleri tekrarlardı. Kardeşi Abdülmecid, Bediüzzaman’ın bu harika hâllerinden, yazdığı hatıra defterinde bahsederken, Kur’ân’ı on beş gün zarfında ezberlediğini ve gerek medrese, gerekse mektep ilim ve fenlerinden ezberine aldığı ve unutmamak için sürekli tekrar etmek mecburiyetinde olduğu metinlerin tamamının otuz Kur’ân kadar olduğunu kaydetmiştir. Tahir Paşa’nın yanında kaldığı zaman zarfında edindiği fikir ve mütalaalar ile zamanın zarurî ihtiyacını karşılayacak yepyeni bir ders verme usulü icad eden Bediüzzaman, talebelerine de bu şekilde ders verir. Ve daha sonraki yıllarda aynı usulü büyük bir ustalıkla Risale-i Nur Külliyatı’nda da uygular. Her hâliyle emsallerinden farklı bir çizgisi olan Bediüzzaman, âlimlerden sual sormaz, ancak sorulanlara cevap verir ve bu konuda derdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevab vereyim.” Hiç kimseden hediye veya zekât olarak para almamayı ve maaş bile kabul etmemeyi hayatının bir düsturu yapmıştı. Hayatında hiçbir maddî mülkiyeti olmadığı ve daha sonraki yıllarda fakir ve kimsesiz ve daimî sürgünler ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içinde bir hayat yaşadığı hâlde, kimseden para ve karşılıksız hediye almadığına, bütün hayatı ve etrafındaki herkes şahittir. Bir gün Tahir Paşa gazetede okuduğu müthiş bir haberi Bediüzzaman’a gösterir. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’nun, elinde Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir konuşmada şöyle hitapta bulunduğu yazılıdır: “Bu Kur'ân, Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya bu Kur'ânı ortadan kaldırmalıyız veyahut Müslümanları Kur'ân’dan soğutmalıyız.” Bediüzzaman’ın duyduğu bu haber karşısında verdiği cevap, hayallerin çok ötesindeki bir kararlılığın ve müthiş bir azmin ifadesiydi: “Kur’ânın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” -287-
Bu cümleler, tarihin gördüğü en büyük Kur’ânî hizmetin ve dünya çapındaki bir iman hareketinin habercisiydi. Bediüzzaman, Kur’ân’ın mucizeliğini tüm dünyaya gösterecek ve ispat edecek Risale-i Nur gibi bir eserle ortaya çıkacağı ve mücadele meydanına atılacağı hakkında, şöyle bir sâdık rüya görüyor: "Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma, Cenab-ı Hakkın emridir. O hem Rahimdir, hem Hakîmdir.’ Birden o hâlette iken baktım ki, mühim bir zat bana âmirane diyor ki: ‘İ'caz-ı Kur’ânı beyan et.’ Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’âna hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak; ve şu i'cazın bir nev'ini, şu zamanda izharına haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzed olacak, ve namzed olduğumu anladım." Yukarıda kendi ifadeleriyle tarifini bulan büyük davasını gerçekleştirmek için iki noktayı hareket noktası olarak benimsemişti: 1- Kur’ân’ın ebedî bir mucize olduğunu gösteren yönlerini tespit ederek din düşmanlarının planlarını alt üst etmek. 2- Mısır’daki Cami’ül-Ezher tarzında büyük bir İslam üniversitesini doğuda inşa ettirerek, din ilimleriyle fen ilimlerinin barıştırıldığı ve bir arada okutulduğu bir ortamda ders alan talebeler yetiştirmek. Hakikat ancak, vicdanı aydınlatan din ilimleri ile aklı ışıklandıran medeniyet fenlerinin birleşmesiyle ortaya çıkar diyordu. Talebenin ancak bu şekilde hakikî manada potansiyelini ortaya çıkaracağını, tek kanatla hakikate ulaşılamayacağını, akıl-kalp dengesinin hakikat arayışında iki kanat gibi olduğunu, bu ikisi ayrıldığı zaman, birinin taassubu, diğerinin hile ve şüpheyi netice vereceğini ifade ediyordu. Yani aklî ilimlerin ihmali dinde taassubu ve dinî ilimlerin terki ise ahlakî değerlerin yokluğu sebebiyle başkalarını aldatmayı ve sırf şahsî menfaatini düşünme meylini ve dinden habersiz olunduğu için de, dinî meselelere karşı ya inkârı veya şüphe duymayı netice verir.
-288-
Bu konuda ortaya koyduğu formül işte bundan ibaretti: "Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder." Bediüzzaman Said Nursi’nin asrın başında yenilikçi bir eğitim projesi olarak takdim ettiği “aklî ve dinî ilimlerin bir arada okutulmasıyla beraber, birbirleriyle barıştırılması ve kaynaştırılması”nın özel ismi olan “Medresetüzzehra Eğitim Yaklaşımı” ve büyük bir İslam Üniversitesi olarak vücud bulmasını istediği bu proje, toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel dönüşüme ciddî katkılar sağlama kabiliyetindeydi. İstanbul’a hayalindeki üniversiteyi açmak teşebbüsünü gerçekleştirmek maksadıyla geldi. Bu konuda Padişah’la görüşmeye çalışmış, bir dilekçe ile müracaat etmiştir. Sesini duyuramayınca, dikkatleri doğudaki ilim faaliyetine çekmek için, tarihte eşine rastlanmamış bir duyuruda bulunmuştur. Kaldığı Şekerci Han’ındaki odasının kapısına şöyle bir ilan asar: “Mekteb, medrese mensuplarından ve feylesoflardan, dinsiz ve dindarlardan her kimin bir suali varsa, hangi ilimden ve fenden olursa olsun, benden sorabilir. Sizden sual, benden cevap.. Fakat ben hiç kimseye sual sormam.”590 “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz!” tarzındaki bu acaip ilan üzerine Bediüzzaman, İstanbul uleması ve talebelerinin istila ve hücumuna uğrar. Fakat hiçbir suali cevapsız bırakmaz. Bu muazzam imtihanı günlerce, haftalarca verir ve her seferinde üstesinden gelir. Kendisini çekemeyenler ve maksadının ne olduğunu anlayamayanlar, Bediüzzaman’ın üzerinden takdir ve hayret nazarlarını gidermek için “Böyle her şeyi bilen, her suale cevap veren delidir!” diyerek onu akıl hastanesine sevk etmeye karar verirler. Bu talihsiz muamelede, kendisi hakkında “Acaba Bediüzzaman Said-i Kürdî Osmanlı Devleti’nden Kürdistan’ı ayırmak mı istiyor” şeklindeki asılsız şayiaların da etkisi olmuştur. Hâlbuki onun tek bir emeli vardı. Kürdistan’ın her tarafında tarif ettiğimiz şekliyle medreseler açtırmak ve karşılığında da hiçbir şey almamak. Evet, Bediüzzaman bir Kürt olarak doğmuştur; insan kendi milliyetini belirleyemez. Fakat hep bu millete ve Türklere hizmet etmiştir. Zaten Osmanlı’nın o devrinde Akdeniz, İç Anadolu Bölgesi gibi “Kürdistan” tabiri de sadece bir bölgesel tabirdi. Her hangi bir ayrılıkçı fikri ifade etmiyordu.
590
Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid’in hatıra defterinden. -289-
Bediüzzaman şöyle diyordu: "Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır." Kürtçülüğün manasız bir davadan ibaret olduğunu, bize İslamiyet milletinin yeteceğini söylüyordu. O dönemdeki yönetim, düşünen beyinlerden korkuyordu. Bu nedenle böyle bir muameleyi ona lâyık gördüler. Burada hiç taviz vermeden “Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum” diyerek kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Neticede hastanedeki doktor, raporunu şöyle imzaladı: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar delilik emaresi varsa, dünyada akıllı adam yoktur!” Bunun üzerine tımarhaneden çıkartılıp nezarete alınır ve Zaptiye Nazırı (İçişleri Bakanı) Şefik Paşa ile görüşür ve aralarında şu diyalog geçer: Zaptiye Nazırı: “Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi-otuz lira yapacak.” Bediüzzaman: “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur591.” Nazır: “Padişahın iradesini reddediyorsun. İrade reddedilmez.” Bediüzzaman: “Reddediyorum. Tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyleyeyim.” Nazır: “Neticesi vahimdir.” Bediüzzaman: “Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz! Bunu da ciddî söylüyorum. Ben isterim ki vatandaşlarımı ikaz edeyim. Devlete intisab, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da güzel bir etki bırakmakladır. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da şahsî menfaatleri terk etmekledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünde mazurum.” Nazır: “Senin, Kürdistan’da neşr-i maarif592 olan maksadın Meclis-i Vükelâ’da derdest-i tezekkürdür.”593 Cevaben: “Acaba maarifi tehir, maaşı tacil edersiniz594, ne kaide iledir? Menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.”
591
Hakk-ı sükût: Sus payı. Neşr-i maarif: Eğitimi yaygınlaştırma. 593 Yani millet meclisinde görüşülmektedir. 594 Maarifi tehir, maaşı tacil: Eğitim faaliyetini erteleme, maaşı öne alma. 592
-290-
Nazır’ın hiddet etmesine karşı Bediüzzaman: “Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nafile yorulmayınız. Beni nefyedin595; Fizan olsun, Yemen olsun razıyım.” Daha sonra 1911 yılında bizzat kendisi Sultan Reşad ile görüşmüş ve Sultan’ın yirmi bin altın lirayı Büyük İslam Üniversitesi Projesi olan Medresetüzzehra’nın kurulması için tahsis etmesi üzerine 1913 yılında, Van-Edremit'te bu medresenin temeli atılmıştır. Fakat 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla maalesef bu projenin tamamlanması mümkün olmamıştır. “Bütün hayatımda takip ettiğim ve Risale-i Nur’la beraber gerçekleşmesine çalıştığım bir hayalim” diye tarif ettiği Medretüzzehra ile ilgili Cumhuriyet yıllarında da ciddî teşebbüsleri olmuştur. Buna daha sonra yer vereceğiz. 1911 yılında Şam’a gitmiş, Şam Emeviye Camii’nde, içinde önemli âlimlerin bulunduğu büyük bir topluluğa hitaben bir hutbe vermiştir. Bu muazzam ve meşhur hutbesi, “Hutbe-i Şamiye” ismiyle daha sonra İslam âleminin her yerinde yayılmıştır. Bu hutbesinden bazı çarpıcı ve ümit verici ifadeleri buraya almak istiyoruz: “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.” Şimdi İstanbul’a gelişini tasvir eden bir gazetenin dediği gibi, “Şarkın yalçın kayalıklarından çıkan ve İstanbul âfâkında tulû eden ateşpâre-i zekâ”nın buradaki maceralarına kaldığımız yerden devam edeceğiz. İstanbul’a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa şöyle demişti: “Şark ulemasını ilzam ediyorsun596, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” Şekerci Hanı’nda kaldığı ve her suale cevap vermesiyle meşhur olduğu esnada Mısır Câmi-ül-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi de İstanbul’a bir seyahat için gelmiş. Bediüzzaman’a galip gelemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd'den bu genç hocanın mağlup edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu hâlde Bediüzzaman'a hitaben: “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.
595 596
Nefyetmek: Sürmek. Doğudaki âlimlere galip geliyor, onları susturuyorsun. -291-
Bu sualden maksadı, Bediüzzaman’ın ilim ve zekâsını tecrübe etmek değil, geleceği kavrayabilen siyasî ufkunun ne derecede olduğunu anlamaktı. Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu: "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak." Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hasdır” demiştir. İstanbul’da kaldığı yıllarda İslamiyet namına hürriyete ve meşrutiyete sahip çıkar. 1908 yılında Hürriyetin İlanı’nın üçüncü gününde hazırlıksız söylediği ve sonra Selanik’te Hürriyet Meydanı’nda tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinde neşredilen “Hürriyete Hitap” isimli bir nutku vardır. Hürriyeti yanlış yorumlamamak gerektiğini ve meşru hürriyetin imanın en temel özelliği olduğunu, o dönemdeki emsalsiz nutuk ve makalelerinde hararetle dava eder. Hatta meşrutiyete şimdiki tabiriyle demokrasi ve hürriyete- din ve şeriat adına sahip çıkar ve İslamiyet’in ruhuna aykırı görmez. Cumhuriyet hakkında da düşünceleri farklı değildir. “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” der ve dört halifenin dindar manada bir İslamî hükümeti ifade eden reis-i cumhur olduklarını kabul eder. 1909 yılında 31 Mart Vakası’nda askerlere hitap ederek isyandan vazgeçmelerini sağlar. Bir nutuk ile sekiz tabur askeri itaate sevk eder. Ayrıca herkesi sükûnete ve soğukkanlılığa davet ettiği makalelerini Serbestî gazetesinde neşreder. Buna rağmen 31 Mart hadisesine karıştığı iddiasıyla tutuklanır ve Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanır. Mahkemede yaptığı muhteşem müdafaa sayesinde kendisiyle beraber birçok kişinin idamdan kurtulmasına sebep olur ve bu müdafaalarını “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi: Divan-ı Harb-i Örfî” ismiyle yayımlar. Bu dönemde yayımladığı “Nutuklar ve Makaleler”i ile “Divan-ı Harb-i Örfî”, dikkatle ve ibretle okunmaya lâyık içtimaî reçetelerdir ve yakın dönem tarihimizin anlaşılmasına dair birer ibret vesikasıdırlar. Bu eserlere ilave olarak Şark aşiretlerini ziyaret ederek, onların meşrutiyet, anayasa ve hürriyet gibi birçok konudaki sorularına cevap verdiği “Münazarat” isimli eserini de, kıymetini ve güncelliğini hiç kaybetmeyen “bir demokrasi manifestosu (bildirisi)”597 olarak ilim camiasına takdim ederiz.
597
Burada bir not düşmek istiyoruz. Bediüzzaman meşrutiyeti ve hürriyeti “meşru” yani dinin kaidelerine (şeriata) uygun olması şartıyla kabul ve tasvip etmektedir ve şöyle demektedir: “Meşrutiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şeriat telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.” “Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına al-292-
1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelleri atıldığı hâlde yarım kalan Medresetüzzehra projesi, yerini yıllar sürecek büyük bir harp mücadelesine bırakıyordu. Kafkas cephesinde talebeleriyle beraber gönüllü alay kumandanı olarak mücadele eden Bediüzzaman, Enver Paşa ve ordu kumandanlarının hayranlıkla takdir ettikleri büyük hizmetlerde bulundu. Rus kuvvetleri ilerleyince, Van’a ve oradan da Vastan kasabasına çekilmek mecburiyetinde kalındı. Burada, imkânsızlıklar içinde ve çok az sayıdaki asker ve bir kısım talebeleriyle verdiği mücadelelerle Vastan, Rus istilasından kurtuldu. Bediüzzaman o harp şartları esnasında ve bazen at üstünde, avcı hattında iken, Molla Habib isimli talebesine İşârât’ül-İ’câz isimli tefsirini yazdırmaktan geri durmuyordu. Kur’ân’ın mucizelik yönünü parlak ve özlü bir biçimde ortaya koyan ve hiçbir kitaba müracaat etmeden yazılan bu harika tefsir, her vakit şehit düşmek hissiyatıyla samimî ve ihlaslı bir surette kaleme alınmıştır. Daha sonraları İstanbul’da Fetva Emini Ali Rıza Efendi bu emsalsiz tefsir hakkında “İşârât’ül-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” diyecekti. Dar-ül-Hikmet-ül İslâmiye’de birlikte çalıştıkları Mehmet Akif de “Bu tefsirin değil benzerini yapmak, en büyük âlim odur ki, bu tefsiri hakkıyla anlayabilsin!” diyerek, cephe hattında yazılan bu tefsirin benzersizliğini ortaya koyacaktı. O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: "Bunlara ilişmeyiniz! Şer’an598 bunlara dokunmak caiz değildir" diye emretti ve Ermeni çocukları serbest bıraktı. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler. Bir müddet sonra; Ruslar, Van ve Muş tarafını istilâ edip, Bitlis'e hücum ettikleri sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali: “Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz” dediklerinde Bediüzzaman geri çekilmeyi kabul etmeyerek “Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört beş gün karşı dur-
kışladım.” Hürriyetin hem kendine hem de başkasına zarar vermemekle ve İslamî kaidelerle kayıt altına alınmakla gerçek hürriyet olacağını ve böyle bir hürriyetin imanın özelliği olduğundan bahsederek, kayıtsız hürriyetin ise hayvanlık olacağını ifade eder. 598 Şer’an: İslamî kaidelere, şeriat hükümlerine göre. -293-
maya mecburuz” demesi üzerine “Muş'un düşmesi dolayısıyla, otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla karşılık veririz ve ahali de kurtulur” dediler. “Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm” diyen Bediüzzaman üç yüz gönüllünün başına geçti. Rusların içine muhbir salınarak, üç bin adamla topları kurtarmaya geldikleri gibi mübalağalı bir haber gönderildi. Böylece Kazak komutanının korkarak ilerleyememesi sağlandı. Kurtarılan otuz topla üç dört gün asker ve gönüllüler düşmana karşı durdu ve neticede bütün ahali, cihazat ve mallar kurtuldu. Bediüzzaman avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle (mermi) isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten vali Memduh Bey ve kumandan Kel Ali, "Aman geri çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman demiş: “Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...” Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği hâlde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. O zaman bu hâle şahit olan nizamiye alayı kumandanı Kel Ali: "Bediüzzaman! Size kurşun da tesir etmiyor” der. O da: “Allah insanı muhafaza ederse, top mermisi de insanı öldürmez” diye karşılık verir. Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar, 'Keçe Külahlılar geliyor!" diye duydukları zaman, nereye kaçacaklarını şaşırırlardı. Düşmanlar, keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı. Uzun süren mücadelelerin nihayetinde, Bitlis savunmasından sonra Ruslara esir düşer ve iki buçuk sene kadar Sibirya Kosturma’da esarette kalır. Bitlis’te ayağı kırılıp esir düştüğü zaman, Sibirya’ya nakli için Van’a götürülen Bediüzzaman’a o esnada yanına gelen ve Ruslarla iş birliği yapan bazı ağalar şöyle derler: “Biz seni Rus kumandanından alırız. Fakat bize reis olup davamızı yürütecek isen...” Bu haince teklife karşı Bediüzzaman şu kahramanca cevabı verir: “Ben Müslüman Türk milleti aleyhine çalışamam. Esareti riyasete599 tercih ederim.”600 O günleri yaşayan Ali Çavuş şunları anlatıyor: "Bizi bir alay kumandanı karşıladı. Yemek olarak Üstad Hazretlerine bir tavuk getirdiler. İki Rus kumandanı Üstad’la konuşmaya başladılar. Konuşma mevzuları belli ki harp ile ilgiliydi. Orada Üstad Hazretleri bacak bacak üstüne atıp sigarasını sararken onlarla konuşuyordu. Sanki onlar esir, Üstad hürdü. Orada esirken bile hürdü." 599 600
Riyaset: Yöneticilik. Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid’in hatıra defterinden. -294-
Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan, “Beni herhâlde görmediler” diye üç defa kasten önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: “Beni herhâlde tanımadılar?” Bediüzzaman: “Hayır tanıdım, Nikola Nikolaviç’tir. Çar’ın dayısıdır ve Kafkas Cephesi Başkumandanı’dır.” Kumandan: “Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarı’na hakaret ediyorlar.” Bediüzzaman tercümana hitaben: “Hayır, hakaret için yapmadım. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Mukaddesatım bunu böyle emreder. Onun için ben ona kıyam edemem”601 der. Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler. Fakat Bediüzzaman: “Bana ebedî âleme seyahat etmem ve Huzur-u Resulullah’a varmam için bir pasaport lazım. Bunların idam kararı işte bana o pasaport hükmündedir. Dolayısıyla ben imanıma muhalif hareket edemem” der. Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, “Müsaade ediniz! Dinî vazifemi ifa edeceğim” der ve namaza başlar. Namazını kılar ve çabucak gelir. Komutan Nikola: “İdam olunacağı zaman ağırdan alınır, sen çabuk geliyorsun?” diye sorar tercüman vasıtasıyla. Bediüzzaman umursamaz bir tavırla: “Rabbime kavuşmak için çabuk geliyorum” der. Bu samimî ve ihlaslı tavır Rus kumandanını çok etkileyerek insafa getirir ve Bediüzzaman'ın yanına gelerek, özür dileyip: “O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz!” diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır. 2,5 sene süren esaretinden harika bir surette firar ederek, Viyana yoluyla yeniden İstanbul’a geri döner. İstanbul’u şereflendirmesi, ilim camiasını ve halkı çok sevindirir ve kendisine haber vermeden bir İslam Akademisi mahiyetindeki Dar-ül-Hikmet-ül-İslâmiye üyeliğine getirilir ve hatırı sayılır bir maaş bağlanır. Harpte gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle, Padişah tarafından verilen harp madalyası ile Osmanlı döneminde sivillere verilen en büyük rütbelerden biri olan ve Şeyhülislam’dan sonra en yüksek bir ilmî rütbe anlamına gelen Mahreç payesi, kendisine takdim edilir. 601
Kıyam etmek: Ayağa kalkmak. -295-
O dönemlerde Mehmed Akif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm âlimleri de Dar-ül-Hikmet’te çalışıyorlardı. Bir gün Şeyh’ül İslâm bir mesele hakkında yanlış bir fetva vermiş. Bunu duyan Bediüzzaman doğruca meşihat dairesine gitmiş. O zamanlar Şeyh’ül İslâm’ı görebilmek için hayli merasimden geçmek icap ediyordu. Bediüzzaman aşağı kapıdaki nöbetçilere: “Bana Şeyh’ül İslâm’ı gönderin” der. Nöbetçiler: “Git oğlum işine! Başımıza bela olma! Şeyh’ül İslâm’ı görebilmen için daha on yerden geçmen gerek. Sen ise Şeyh’ül İslâm’ı ayağına çağırıyorsun” demişler. Tam bu esnada Şeyh’ül İslâm Bediüzzaman’ı pencereden görüyor. “Yine herhâlde yanlış bir iş yaptık” diyerek aşağıya iniyor ve hürmetle Bediüzzaman’ı alıp yukarı götürüyor. Bediüzzaman, verilen fetvadaki hataları ona bildiriyor ve o da fetvasını düzeltiyor.602 O dönemde telif ettiği on iki adet eserini bastırır ve maaşından biriktirdiklerini bu yolda sarf eder ve kitaplarını halka ücretsiz dağıttırır. Niçin sattırmadığının sorulması üzerine şu cevabı verir: “Bana maaştan ancak zarurî ihtiyacımı karşılayacağım miktar caizdir. Fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum...” Bediüzzaman’la beraber Dar-ül-Hikmet’te hizmet eden ve Bediüzzaman’ı takdir edip her ortamda onu destekleyen ve ondan övgüyle bahseden Mehmed Akif, bir edipler meclisinde, “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir. 1920 senesinde Bediüzzaman’ın da içinde bulunduğu birçok aydın tarafından Yeşilay Derneği kuruldu. İstanbul’da kaldığı esnada vatan ve millet lehindeki en büyük ve tesirli hizmetlerinden biri olan Hutuvat-ı Sitte isimli broşürü İstanbul’un her tarafında dağıtmasıyla İngiliz aleyhtarlığını ateşledi. İngilizler, hakkında “vur emri” çıkartmalarıyla beraber, Bediüzzaman’ın halk nezdindeki büyük itibarı nedeniyle bu kararlarını icra etmeye cesaret edemediler. İstanbul'da, hileleriyle Şeyh-ül-İslâm’ı ve diğer bazı âlimleri lehlerine çevirmeğe çalışıyorlardı. İşte Bediüzzaman, "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri ve İstanbul'daki faaliyeti ile İngiliz'in Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini, entrikalarını ve tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketi’ni desteklemiş, bu hususta en hararetli mücadele edenlerden biri olmuştu. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin Kuva-yı Milliye Hareketi aleyhine verdiği fetvaya karşı, millî mücadeleyi destekleyen bir karşı fetva yayınladı.
602
Son şahitler-4, sh.356-Ekrem Bedük’ün İttihad Gazetesi’nde neşredilmiş tespitlerinden. -296-
İstanbul'un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin, Şeyh’ül İslâmlık makamından sorduğu altı adet dinî sualine, altı tükürük mânasında mâkul ve sert cevaplar verdi. Hadiseyi Bediüzzaman şöyle anlatıyor: "Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrib ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Baş Papazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârül-Hikmetil-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevab istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelime ile değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..’ demiştim."603 İstanbul'daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetli hizmetinden, Türk milletine pek ziyade menfaatler ortaya çıktığını gören Ankara Hükûmeti; Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara'ya davet ederler. M. Kemal Paşa, şifre ile üç defa davet etmiş ise de, cevaben: “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir. Nihayet, eski Van Valisi ve dostu Mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, Ankara'ya gelmeye karar verir. Ankara'da meclis tarafından resmî “Hoş geldiniz” merasimiyle ve alkışlar eşliğinde karşılanır. Fakat ümit ettiği ortamı bulamaz. Millet Meclisi’nde dine karşı lakaytlık ve batılılaşmak bahanesiyle Türk Milleti’ni mukaddesatından ve İslamiyet’ten uzaklaştırmak meylini görerek, milletvekillerinin namaza devam etmelerinin lüzum ve önemine dair bir beyanname neşreder ve dağıttırır. Tam bir sosyal vakıa analizi olan ve görünüşte namaza davet eden fakat hakikatte çok büyük sosyal tespitlerin yapıldığı ve gerçekçi bir devlet felsefesinin anlatıldığı beyannamenin etkili ifadeleri yerini bulur. Namaz kılanlara altmış milletvekili daha ilâve olur. Namaz kılınan küçücük oda, büyük bir odaya çevrilir. Bu beyanname Mustafa Kemal ile aralarında bir münakaşaya sebep olur. Bir gün başkanlık divanında, elli altmış milletvekilinin içinde fikir alışverişi yapıldığı esnada M. Kemal Paşa: “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.
603
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, 29. Mektub, s. 405. -297-
Bu söz üzerine; Bediüzzaman, birkaç makûl cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak: “Paşa... Paşa! İslâmiyet’te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur604” der.605 Paşa, bu şiddetli çıkışa karşı geri adım atarak “Hocam haklıdır” der; hatta bazı meseleleri görüştüğü yerden, biraz asabî olarak geldiğini söyleyerek mazeret beyan eder ve özür diler. Mesele böylece kapanır. Daha sonraki zamanlarda tekrar bir araya gelerek iki saate varan bir süre zarfında çeşitli meseleleri mütalaa ederler. Bediüzzaman, ilerlemek ve medenileşmek için dinden vazgeçmek değil, tam tersine dine dört elle sarılmanın lüzumlu olduğundan bahseder. Bediüzzaman Ankara’da kaldığı dönem içinde, Medresetüzzehra projesini dava eder ve bunu kabul ettirmeye muvaffak olur. Meclisteki 200 milletvekilinden -Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu- 163 kadar milletvekili606, Medresetüzzehra’nın kurulmasına dair kanun teklifini imza eder ve o zamanın parasıyla ciddî bir miktar olan yüz elli bin liranın tahsisi kararlaştırılır. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve dinî an’anelerden607 sıyrılmak taraftarı bulunan bir kısım milletvekilleri bu tasarıyı imzalarlar. Yalnız onlardan ikisi itiraz ederek Bediüzzaman’a derler ki: “Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslamiyet noktasında gidiyorsun. Hâlbuki şimdi Garblılara benzemek lazım. Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.” Bediüzzaman cevaben şöyle karşılık verir: “O vilayat-ı Şarkiye, âlem-i İslam’ın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lazım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her hâlde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim: Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.
604
Merdud: Mahkemede şahitliği reddedilen kimse. Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, s. 128. 606 Bu sayının en son durumda 167 adedi bulduğunu Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” isimli çalışmasından öğreniyoruz. 607 An’ane: Âdet, gelenek. 605
-298-
Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık608 bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiye’yi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hâli mi daha iyidir? Sizden soruyorum. İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hâli, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hâli ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhal olarak, siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de, herhâlde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lazım. İşte bu hakikatli cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler.”609 Medresetüzzehra isimli İslam Üniversitesi’ne ait kanun teklifinin neticesi ne oldu derseniz; medreselerin kaldırılması, din derslerinden arındırılmış bir eğitim sisteminin benimsenmesi ve Bediüzzaman’ın Ankara’yı terk etmesi üzerine projeden vazgeçildi. Meclis arşivindeki kayıtlara göre 2,5 sene kadar bekletilen kanun teklifi, reddine karar verilerek Meclis’e geri gönderildi. Aynı gün genel oya sunuldu ve artık geçerliliği kalmayan o kanun tekliflerinin reddi cihetine gidilerek, bu çok büyük hizmetler neticesiz kaldı.610 Eğer gerçekleşme fırsatı bulsaydı, vatan ve millet lehine çok büyük meyveler verecek bu proje, doğudaki Kürt meselesinin mükemmel bir erken teşhisi ve tedavisi olacaktı ve sorunun başlamadan bitmesine yol açacaktı. 608
Fâsık: Günahkâr.
609 Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, s. 440. (Tarihçe-i Hayat ve Emirdağ Lahikası’ndaki bazı
ifadeler birleştirilmiştir.) 610 Kanun teklifinin akıbetinin ne olduğu hakkındaki bilgiye, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti” isimli çalışmasından ulaştık. -299-
Medresetüzzehra maddî boyutuyla tesis ve inşa edilmediyse de; tüm vatan sathını, evleri, köyleri, şehirleri ve hatta dış ülkeleri içine alan, dünya çapında bir “Manevî Medresetüzzehra”, kalplerde ve gönüllerde bütün ihtişamıyla inşa edildi. Birkaç kişinin bir araya gelerek Risale-i Nur okuduğu her mekân, “Risale-i Nur Dershaneleri” veya “Nur Medreseleri” manası içinde kabul edildi ve Medresetüzzehra’nın manen küçük ölçekli bir şubesi ve bir ders kürsüsü oldu. Elbette maddîmanevî fedakârlıklarla açılmış ve hususî olarak iman hizmetine tahsis edilmiş özel mekânlar da dünyanın her yerinde çoklukla açıldı ve “Nur Medreseleri” bütün vatan sathına yayıldı. Şu anda Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde açılmış büyüklüküçüklü o kadar çok Risale-i Nur dershanesi vardır ki, sayısını ifade etmenin imkânı yoktur. Belki herhangi bir büyük şehirde binlerle ifade edilebilen sayıda olduğunu söylemek bir fikir verebilir. Anadolu insanı bu eserlere öyle bir şekilde sahip çıktı ki, devlet eliyle okutulsa, basım ve dağıtımı yapılsa ve kurumsallaşmış bir sistem içinde yayılmasına çalışılmış olsaydı, bu kadar çok insana mal olamazdı ve büyük çaplı bir sahada yayılamazdı denilebilir. Her yaştan ve her konumdan insanın serbestçe gelerek Risale-i Nur derslerini gelip dinleyebileceği, herhangi bir hocalık vasfı aranmaksızın sadece gönüllülük ve istek temeline dayanarak özgürce ders verebileceği, şubeleri her yerde mevcut ve herkesin talebe olduğu ve çok başarılı bir insan mühendisliğinin gerçekleştirildiği, emsali görülmemiş bir açık üniversite ve bir toplumsal dönüşüm projesi olarak milyonlara mal oldu “Manevî Medresetüzzehra”. Ülkemizi bir ağ gibi saran bu ilim ve irfan mektebinin hiçbir resmî dayatma ve destek olmadan ve hatta eski yıllarda polis takibatıyla halkın rağbet etmesinin önüne geçilmesine çalışılmasına rağmen611; tamamen gönüllülük esasıyla her yerde açılmış olmaları, ülkemiz insanının yüksek ruhunun, vefa ve fedakârlıkla dolu kalbinin mümtaz bir misali ve toplumsal bir vakıa olarak tüm ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Risale-i Nur, tarihte eşine rastlanmamış bu eğitim seferberliğiyle ülkemizin her sathında yüksek nitelikli, okuyan, düşünen ve idealist insanlar yetiştirdi ve ilkokul mezunu insanlardan, üniversite kürsülerine konferans vermeleri için davet edilen “Manevî Profesörler” çıkardı. Risale-i Nur’un hem ahlâken hem entelektüel anlamda özellikli ve vatana, millete faydalı insan yetiştirme adına yaptığı büyük hizmetler ve özellikle ebedî 611
Hâlbuki bu boşuna bir çabaydı. Birkaç insanın bir araya gelerek kitap okumasına ve sohbet etmesine hangi kanunla engel olunabilirdi ki? Açılan binlerce davanın tümünün beraatla sonuçlanmasıyla Nur mekteb-i irfanı, gönüller üstünde tesis edilen bir manevî okul olduğunu herkese ispat etti. -300-
hayatların kurtarılmasında bir cankurtaran gibi imdada yetişmesi ve bu hüzünlü millete taptaze bir şevk ve ümit aşılaması ve kültürümüze, edebiyatımıza kattığı değer, gelecek nesillerin tarih sayfalarında minnetle ve şükranla yâd edilecektir. Bediüzzaman’ın Ankara’da kaldığı dönemde kendisine birlikte çalışmayı teklif eden Mustafa Kemal’in parlak teklif paketinin içinde milletvekilliği, doğu vilayetlerinde umumî vaizlik, bir köşk tahsisi, ciddî bir maaş gibi kimseye yapılmayan teklifler vardı. Kendisini Van’a götüren trenin kalkış saatinde orada bulunarak tekliflerini yineleyen Mustafa Kemal’e, kendisiyle birlikte çalışamayacağı yönünde kesin ifadeler kullanır ve söz konusu tekliflerin hiçbirini kabul etmeyerek Van’a döner ve toplumun aydınlatılması için uzun vâdeli bir ilmî mücadele içine girmeyi tercih eder. Van’da Tedrisat Umum Müdürlüğü’nce kendisine vaizlik kadrosu verilir. Ankara'nın o zamanki idarecilerinin bütün parlak tekliflerini geri çeviren, onlarla uzlaşamayarak ayrılan ve ömrünü uzun vâdeli bir iman hizmetine vakfetmek niyetiyle Van'a çekilen Said Nursî, kurulacak yeni hükümet ile çalışmayacağını, ancak onların dünyalarına da karışmayacağını şu sözleriyle ifade ediyor: "Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: 'Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.' Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim.” Mustafa Kemal’in üç yüz lira maaş verip Doğu vilayetlerine umumî vaiz yapmak teklifini neden kabul etmediğini büyük memurlardan birkaç zâtın kendisine sormaları üzerine şöyle der: “…. Yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, …. , (o teklifi kabul etmediğime karşılık olarak) binler derece (fazla) iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”612 Bediüzzaman o dönemde kurulan hükümet için olumlu bir kanaat taşımamasına, fikriyatlarını ve icraatlarını ilmen benimsememesine rağmen hiçbir yıkıcı faaliyete fiilen teşebbüs etmemiş, edilmesini de tasvip etmemiştir. Medresetüzzehra bahsinde ifade ettiğimiz gibi Bediüzzaman, toplumun ferd ferd eğitilmesi ve aydınlatılmasına önem ve öncelik veriyordu. Daha asrın başında
612
Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, s.12 (Parantez içindeki ifadeler tarafımıza aittir.) -301-
şöyle diyordu: “Milletin kalb hastalığı, zâf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”613 Bu ifadeler belli ki şu hadisten ilham alınmıştı: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki; o iyi, doğru, düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru, düzgün olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”614 İşte imanın yeri de kalpte olduğundan, büyük bir insan olarak düşünülen toplumun da her kademede doğru, düzgün olması için itikadı düzgün insanlara ihtiyacı vardır. Teferruat meselelerle uğraşmak işimizi göremez. Kökü çürümüş bir ağacın yaprak ve dallarını ilaçlamak neticesiz kalır. Toplumda yaygın hâle gelmiş olan dindeki lakaytlığın ve ahlakî değerlerdeki bozukluğun kaynağı olan iman zayıflığı, milletin kalbinin hasta olması demektir. Reçete ise ancak sağlam inançlı insanlar yetiştirmek ve insanların imanlarını takviye ederek toplumun kalıcı ve sağlıklı bir şekilde düzelmesine zemin hazırlamaktır. Evet, bu iş çok zaman alır ama başka çare yoktur. Meselemizi teyid eden diğer bir meşhur hadisi de size hatırlatalım: “Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar.”615 Diğer bir hadis de şöyledir: “Amelleriniz yöneticilerinizdir, onlar sizin eserinizdir.”616 Demek bir toplumu şekillendirmek ve değiştirmenin yolu insan inşasından geçmektedir. Nitekim Bediüzzaman bütün gayret ve enerjisini bu yolda harcayacaktı. Risale-i Nur’la başlayan iman ve irfan hizmeti, dünyevî ve siyasî gaye gütmeyen, sırf manevî bir mücadele ve fikrî bir harekettir. Siyasetle ilgisi olmadığı gibi, mevcut rejimle de fiilen hiçbir çatışması yoktur. Bu hizmet belki şu üç kelimede özetlenmiştir denilebilir: “Maksadımız, iman ve âhirettir.” (Risale-i Nur, 14.Şua) Bediüzzaman’ın siyasete ve hükümet icraatlarına temas eden fikirleri, ilmî bir yorum ve şahsî bir kanaattir. Mâlumdur ki, şahsî kanaatlere ve ilmî yorumlara itiraz edilmez, muhakeme konusu olamaz. Kendisi İstanbul Mahkemesi’ndeki müdafaasında şöyle demiştir: “Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esası birkaç noktaya dayanır:
613
Risale-i Nur Külliyatı, Hutbe-i Şamiye, s. 90 Hadisin kaynağı: Buharî, İman, 39. 615 Hadisin kaynağı: Acluni, I / 146 616 Hadisin kaynağı: Acluni, II / 127 614
-302-
1- En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Mâlumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mesul olamaz. Bu hukukî bir mütearifedir617. 2- Bana zulüm ve cefayı reva gören devr-i sâbıkın yaptığı isnadların ikincisi, emniyet ve aşayişi ihlaldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnad ile yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Zindandan zindana attılar. Tecrid ettiler, zehirlediler, her türlü hakaretlerde bulundular. …… Hakikî bir Müslüman, samimî bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle reddettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz.”618 Bediüzzaman, en temel insanî hakkını kullanarak, yapılan bazı uygulamalara fikren ve ilmen muhalif olduğunu ve bir İslam âlimi olarak onaylamadığını açıkça ifade etmiştir. Bediüzzaman hakkında rejime karşı olduğu, dini siyasete alet ettiği, devlet düzenini yıkmak niyeti taşıdığı yönünde çok sayıda menfî propaganda yapılması ve hatta kasten Şeyh Said’le karıştırılması sebebiyle, biz de kaynağından araştırarak aynen naklettiğimiz vesikayla, Bediüzzaman’ın bu ithamlar karşısındaki duruşunu, kendi yorumumuzu katmadan ortaya koyduk. Bediüzzaman bazı icraatlara fikren ve siyaseten karşı olduğu hâlde, mevcut rejime fiilî bir şekilde karşı çıkma ve isyan etme gibi teşebbüslere hiç kalkışmamış, kalkışanlara da mani olmaya çalışmış ve böyle bir girişimin yanlışlığını anlatmıştır. İşte bunun en çarpıcı bir misali: 1925 yılında Şeyh Said hadisesi meydana geldiği esnada, kendisinin desteğini almak için bir mektup gönderen Şeyh Said’in teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman, sonuçsuz kalacak bu tehlikeli ve hatalı teşebbüsünden vazgeçmesini tavsiye etti. “Efendim, sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım ederseniz, galip oluruz” diyen Şeyh Said’e “Türk’ü Kürd’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksınız? Dâhilde silah çekilmez” diyerek destek olmadığı gibi nasihat ve ikazlarla dolu şu ibretli mektupla cevap vermiştir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz 617 618
Mütearife: Herkesçe bilinen, kabul edilen bir kaide. Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, s. 564 -303-
değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir619. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir620. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim621 kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.”622 Şeyh Said hadisesinden altı-yedi ay sonra, Van'da inzivada bulunan Bediüzzaman, sebepsiz bir şekilde Erek Dağı'ndan alınarak Isparta'nın sarp bir nahiyesi olan Barla'ya sürgün ediliyor ve bunun sırf bir tedbire binaen olduğu ifade ediliyor. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım, göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Anlaşılan evhamlı hükümet tarafından, Bediüzzaman’ın herkesten ve her şeyden tecrid edilmesi için en uygun yer olarak seçilmişti. Bediüzzaman, Barla'da çürümek için atıldığı toprak altından bir çekirdek misali büyüyüp, filiz vermeye başladı. Kitap ve kütüphanelerden mahrum bırakılan Bediüzzaman, kaderin hikmetiyle daha önce tahsil ettiği ve ezberine aldığı İslamî ilimlere ve muhtelif fenlere ait 90 civarında eserle âdeta hafızasını bir kütüphane hâline getirmişti. Okuduğu ve hafızasına aldığı eserlerin Kur’ân’ın hakikatlerine çıkmak için basamaklar olduğunu söyleyen Bediüzzaman, başka kitapların yanında olmasına ve onlara müracaat etmeye ihtiyaç hissetmeden doğrudan Kur’ân’dan ilham alarak eser telif edebilmek gibi bir ilim seviyesine ulaşmıştı. İslam hakkında asırlar boyunca biriken şüphelere verilecek cevapların ve çağın ihtiyacını karşılayacak, dinin özüne ve temel esaslarına ters düşmeyecek yenilikçi bir din yorumunun, Kur’ân eczanesinden alınan manevî devalarla insanlığa takdim edilmesi gerekiyordu. Kader kendisine hızlı ve düzgün yazma kabiliyeti vermediğinden, Şamlı Hafız Tevfik gibi fevkalade intizamlı ve süratli yazan birini kendisine kâtip tayin etmişti. Risale-i Nur, tarihin benzerini kaydetmediği bir şekilde yazıldı ve yayıldı. O günlerde Kur’ân’ın okunması ve öğretilmesi ile her türlü dinî içerikli kitabın yazılıp, basılması yasaklanmıştı. 1000 yıllık kültür birikimimizi ifade eden alfabemiz ise yine yasaktı. Böyle elverişsiz şartlar altında telif edilen eserlerin, elle çoğaltılarak muhtaçlara ulaştırılmasından başka yol yoktu. 619
Tenvir ve irşad etmek: Aydınlatmak ve yol göstermek. Cehli izale etmek: Cehaleti ortadan kaldırmak. 621 Akim: Sonuçsuz. 622 Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.268 620
-304-
Eski zamanda kılıçla yapılan maddî cihadın yerini, kâğıt ve kalemle yapılan büyük, manevî bir cihad (aşağıdaki ara nota bakınız) almıştı. Eli kalem tutan binlerce insan hatta okuma yazma bilmeyen çok sayıda fedakâr gönüllü, Risale-i Nur’u yazma ve neşretme vazifesini üstlendi. Dinî değerlerin unutulmasına çalışıldığı bir zamanda, Bediüzzaman’ın kaleme aldığı eserleri sahiplenen Anadolu halkı, manevî bir seferberlik içine girdi. Sıkı polis takibâtı altında bulunan Bediüzzaman’ın yazdığı eserler gizlice, el altından çoğaltılıyor ve dağıtılıyordu. Bu eserlerin böyle ağır şartlar altında, kısa bir süre içinde, tüm Anadolu sathında 600.000 nüshasının elle çoğaltılmış olması, tarihin benzerini kaydetmediği bir hadisedir. Hem de bu hadise, matbaanın yaygınlaştığı bir asırda gerçekleşiyordu. Kitap Yazarının “Manevî Cihad” Hakkında Ara Notu: Cihad kelimesi, mücadele etmek anlamında bir kelimedir. Peygamberimizin (A.S.M.) tabiriyle bir insanın en büyük düşmanı ‘iki yanı arasındaki’, yani kendi nefsidir ve en büyük mücadelesi (cihadı) da nefsiyle olan manevî cihadıdır. Diğer taraftan Bediüzzaman’ın değişen dünya düzeni karşısındaki cihad yorumu ise şöyledir: “Medenilere galebe çalmak (galip gelmek) ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler(e karşı olduğu) gibi, icbar ile (zorla, baskıyla) değildir.” Akıl, bilim ve teknolojinin hükmettiği istikbalde bütün hükümlerini akla tespit ve teyit ettiren Kur’ân’ın hükmedeceğini ifade eden ve bu zamanın cihadının manevî olduğunu söyleyen Bediüzzaman, aklî ve ilmî delillerin ve ikna etme metodunun keskin, manevî bir kılıç hükmünde olduğunu da tespit eder. Yani inkâr fikrini manen öldürmek ve mağlup etmek maksadıyla, Kur’ân’ın elinde manevî, elmas bir kılıç hükmündeki Risale-i Nur’un hakikatleriyle mücadele etmek ve böylece bu zamanda her Müslüman’a farz olan tebliğ hizmeti ve hakkı anlatmak vazifesi yapılacaktır. Daha sonraki yıllarda Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında çok sayıda dava açıldı. Dini siyasete alet etmekten tutun da, cemiyet kurup devlet düzenini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye kadar her çeşit asılsız iddia ve uydurma iftiralar ileri sürüldü. Sırf bir iman hizmeti ve İslamiyet’in hakikatlerini anlatmaktan ibaret olan Risale-i Nur, her türlü tetkik ve incelemelerden geçirildi. En sonunda eserlerde hiçbir yönden suç unsuru olmadığı ve bu eserleri yazanların, dünyevî hiçbir gaye bulunmaksızın yalnızca bir manevî bağ ve kardeşlik duygusuyla bir araya geldikleri, mahkemelerin sayısız beraat kararlarıyla ve en sonunda da, kesinleşmiş üst mahkeme kararıyla tamamen ortaya çıkmış oldu.
-305-
Vefat ettiği 1960 senesine kadar ömrünün tamamını Risale-i Nur hizmetine adayan Bediüzzaman hapislerle, mahkemelerle, sıkı takiplerle ve açılan davalardan beraat aldığı hâlde mecbur tutulduğu zorunlu ikamet ve sürgünlerle, göz hapsinde tutulmasıyla, defalarca zehirlenmeye ve yok edilmeye çalışılmasıyla 28 sene süren çileli bir hayat sürdü. Fakat bu büyük mücadelesi Allah’ın rahmetiyle neticesiz kalmadı, milyonlarca insan gönüllü olarak bu iman ve Kur’ân davasına sahip çıktı ve eserlerini dünyanın her yerindeki insanlara ulaştırmak için her türlü maddîmanevî fedakârlığı yaptılar. Bediüzzaman’ın hayatındaki tek gayesinin ne olduğunu çok parlak bir şekilde anlatan şu satırlara yer vermek istiyoruz: "Bana ıztırap veren yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!" “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş623 bulunuyorum.” "Risâle-i Nur'u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”
623
Teksif etmek: Yoğunlaştırmak, odaklamak. -306-
"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..” (Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, s.543) 47 dünya diline çevrildiği bilinen Risale-i Nur, günümüzde Anadolu sınırlarının çok ilerisine taşmış bulunuyor ve insanlık âlemine mal olma yolunda hızla ilerlemektedir. Çevrildiği dilleri konuşan insanlara İslamiyet’in hakkaniyetinin gösterilmesinde ve iman hakikatlerinin aklen izah ve ispatında büyük etkiye sahip bu eserler, gayr-ı müslimlerin İslamiyet’e geçmelerinde ağırlıklı bir pay alıyor. Dünyanın her yerinde Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında çok sayıda sempozyum, panel, seminer, konferans gibi birçok akademik etkinlik düzenleniyor, doktora tezlerine konu oluyor ve yurt dışındaki bazı devletlerin eğitim birimlerinde ders kitabı olarak okutulması, adına kürsü ve enstitü açılması gündeme geliyor, bazılarında ise bunların hayata geçirildiği haberleri alınıyor. Ülkemizde ise Risale-i Nur Diyanet eliyle basılmaya başlanıyor, ders kitabı olarak okutulması teklifleri yapılıyor ve Bediüzzaman’ın hiç vazgeçmediği ideali olan Medretüzzehra‘nın kurulması için çalışmalar ve araştırmalar hızla devam ediyor, bu yönde ders müfredatları hazırlanıyor. Kendini Kur’ân dersinde bir ders arkadaşımız olarak gören Üstad Bediüzzaman’ın, kendisini ziyarete gelmek ve sohbetinde bulunmak arzu edenler için yazdığı ve Risale-i Nur’un okunmasının öneminden bahsettiği şu ifadelerle bu bölümü bitirmek istiyoruz. “Risale-i Nur bana hiç ihtiyaç bırakmıyor. Kat'iyen size haber veriyorum ki, Risale-i Nur'un herbir kitabı bir Said'dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz.”
-307-
Bu bölüm, “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” isimli kitap çalışmamızın son sözü olup; Risale-i Nur okumak ve derslerine katılmakla ilgili çok çarpıcı tespitler içerdiğinden buraya alınmıştır.
Yolculuğunuz Daha Yeni Başlıyor! Kitabımızın başında sizleri kendi iç dünyamızda çıktığımız zihinsel bir yolculuğa davet etmiştik ve bizimle birlikte gelmenizi istemiştik. Aslında hiç bitmeyecek bir yolculuğun başlangıcıydı bu. Şimdi bulunduğumuz noktada kıymetli hazinelerle dolu bir adaya adımımızı atmış gibi görebiliriz kendimizi. Hazinenin yerini bulduk, cevherlerini gördük. Fakat hepsini değil. Belki sadece küçük bir bölümünü.. Bu noktadan sonra yolculuk da, keşif de daha yeni başlıyor ve siz kendi hayat serüveninizin –eğer kıymetini takdir ederseniz- bir ömür boyu sürecek ve hiç bitmeyecek en heyecanlı macerası içinde yaşama ayrıcalığına sahip olacaksınız. Keşfedeceğiniz anlamlı güzellikler ve keyfedeceğiniz manevî zevkler hiç bitmeyecek. İman denilen manevî hazinenin içindeki bu keşif yolculuğumuza nasıl ve nerede devam edeceğimizi soracak olursanız, bunun cevabını iki şekilde vermek isteriz: 1-Elbette Risale-i Nur Külliyatı’nın bir ömür boyu okunmaya lâyık ve her seferinde farklı mana derinlikleri yakalanan ve manevî gıda hükmündeki iman hakikatlerinin içinde.. 2-Risale-i Nur’daki iman ilminin herkese açık ve herkesin talebe olduğu hocasız bir üniversite şeklinde ders verildiği ve gönüllü ilim taliplilerinden oluşan ve dünya sathına yayılmış büyük manevî amfisinde, teoriyle hayat pratiğini birlikte sunan ve Risale-i Nur derslerinin icra edildiği sohbet mekânlarında.. İmana dair bilgilerin bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelen diğer ilimlere benzemediğini ve ilimlerin şahı, padişahı ve esasının iman ilmi olduğundan daha önce bahsetmiştik. İmana dair hakikatler ekmek gibi, su gibi her vakit düşünmeye ihtiyaç duyulan meselelerdir. Bir defa anladım, yeter denilemez. Risale-i Nur’un Barla Lahikası’ndaki bir mektupta bu hakikatle ilgili şöyle bir bölüm var: “Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:
-308-
Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sânii Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” İslam dininin temelinde ilim öğrenmek ve öğretmek vardır. Aslında insanın akıl planında başlayıp tarih boyunca devam edegelen manevî seyahati de hep bir şeyleri öğrenme ve bilmeye çalışma çabasından ibarettir. Bu nedenle dinimizde ilim öğretmeye, öğretmeye ve ilmi yaymaya çok özel bir önem verilmiştir. Bu manayı çarpıcı bir biçimde teyit eden bir hadis rivayeti şöyle: “Allah kıyamet günü bir takım toplulukları yüzleri nurlu ve inciden minberler üzerinde diriltecek, halk onlara imrenecek. Hâlbuki bu kimseler ne peygamber, ne de şehittirler!” Resulullah böyle söyleyince bir bedevi: “Ya Resulullah, onların vasıflarını bize söyle, onları tanıyalım” dedi. Resulallah şöyle cevap verdi: “Onlar değişik kabilelerden, muhtelif beldelerden oldukları halde Allah için birbirlerini seven ve Allah’ı anmak üzere bir araya gelen kimselerdir.”624 Risale-i Nur dersi veya sohbeti nedir? Esasen bizim “ders” diye kastettiğimiz şey, Kur’ân’ın her bir hakikati ve manasıdır. İçinde bulunduğumuz asrın anlayışına ve idrakine uygun biçimde yorumlanmış ve manevî ilaçlar hükmündeki Kur’ânî reçetelerin, en önemli ve ihtiyaç duyulanlarının insanlığın istifadesine sunulmasından ibaret olan Risale-i Nur eserlerinin bir bölümünün okunması ve izah edilmesidir. İnsanlar bu sohbet ve ders ortamlarında gönüllü olarak bir araya gelirler ve Kur’ân’ın bu asra bakan hakikatlerini öğrenmeye ve anlamaya çalışırlar. Menfaat ilişkisine dayanmayan, sadece ve sadece Allah rızasını kazanmak, ilim ve irfan sahibi olmak için bir araya gelen ve öğrendiklerini yaşantı haline getirmeye çabalayan insanların bulunduğu ve başkaca hesapların olmadığı, nadide, nezih ve zamanımızda benzerine çok zor rastlanan ortamlardır bu yerler. Şöyle bir düşünce akla gelebilir: “Hidayet etmek, doğru yola ulaştırmak Allah’ın elindedir. O halde böyle araya perde olacak şeylere ne gerek var?” Cevap: Perde dediğiniz şey, belki parlak bir aynadır. O halde aynayı kırmak demek, aynada görünen güneşe karşı bir hürmetsizlik ve o aynadan alınacak güneşin feyzinden mahrum kalmak manasını içinde taşır. Bizler hepimiz maddî sebepler âleminde yaşıyoruz. Allah her şeyi bir takım sebep ve vesilelerle hayatımıza dâhil ediyor.
624
Taberâni. (Hadis kitabı) -309-
Gökten zembille inmiyor yediğimiz nimetler. Şimdi “Rızkı doğrudan doğruya Allah’tan bilmek lazımdır ve rızkı veren yalnız Allah’tır” diyerek, Allah’ın bir perde ve vesile ederek ve onun eliyle gönderdiği vasıtaları önemsemesek, mesela bir elma ağacının Allah namına takdim ettiği elmayı yemesek veya “Rızkı nasıl olsa Allah veriyor!” diyerek o elmayı kaldırıp yere atsak, bu nasıl bir uygunsuz davranış olur? Acaba Allah’a karşı büyük bir hürmetsizliği ve açlıktan ölmeyi göze almak gibi bir cahil cesaretini ifade etmez mi? Çünkü o rızık, o ağacın eliyle size gönderiliyor! O ağaç vasıtasıyla gelen elmaya hürmet etmek demek, Allah’a hürmet etmek demektir. Bir padişahın bir memuruyla gönderdiği hediyeye ve ona aracılık eden memuruna elbette hürmet edilir ve onlara önem vermemek veya kötü muamele etmek, padişaha karşı saygısızlık ve hakaret manasını içinde taşır. İşte aynen böyle de, hidayeti veren elbette Allah’tır. Fakat Allah hesabına seveceğiniz ve Allah’a götüren ve Allah’ı anlatan arkadaşlar ve peygamberlerin manevî varisi olan ve ilim yayan âlimler, hakikati anlatan kitaplar gibi birçok vesile, belki de perde arkasında Allah’ın sizi hidayete ulaşmanız için gönderdiği ve cennete gitmenize vesile olması için karşınıza kasten çıkardığı aracı memurlarıdır. Nereden biliyoruz ki böyle olmadığını? Bu vesilelere hürmet etmek ve onları önemsemek demek, Allah’ın bunlar aracılığıyla gönderdiği hidayet ve iman nurunu önemsemek manasına gelmez mi? İslamiyette hakkı, hakikati anlatmaya ve ilmi yaymaya, öğrenmeye ve öğretmeye çok önem verilmiştir. Bu, eşyanın tabiatına uygun bir gerçekliktir. “Bir Kur’ân ve peygamber gelmiş, başka aracılara, vesilelere ve araya başkalarının ve başka şeylerin girmesine ne gerek var?” diyen, Allah’ın rızkımızı gökten aracısız göndermesini talep etmiyorsa ve o nimetten istifade etme akıllığını tercih ediyorsa ve o nimete Allah namına hürmet etmekte kusur etmiyorsa, bunu manevî nimetlerin vesileleri için de düşünmeli ve dikkat etmeli. Risale-i Nur’un bizim için ifade ettiği manayı daha iyi anlamak için, bu konuda sahip olduğumuz gerçekçi yaklaşımızı başta hadislerle teyit edelim. Peygamberimiz demiş ki: "Allah, her yüz senede bir dinini yenileyecek âlimler gönderir." "Kendi zamanının din yenileyicisini tanımadan ölen, cehalet ölümü üzerine ölmüş olur." "Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” “Benim ümmetimin âlimleri, yahudilere gönderilen peygamberler gibidirler.” Öncelikle yukarıdaki hadislerin manaları tamamen mantıklı görünüyor. Çünkü Allah'ın indirdiği dini ve inananlarını başıboş bırakması ve bu âlimlerle inananlarını takviye etmemesi, yaşanan zamanın şartlarına, anlayışına göre ve ilmî,
-310-
medenî gelişimlerin karşısında, yeni izah ve yorum tarzlarıyla dinini yenilememesi rahmet ve hikmetine zıttır. Yeni bir din getirmek değil, çünkü insanlığın en son döneminde artık bir başka dine ve peygambere ihtiyaç bırakmayacak ve kıyamete kadarki dönemde insanlığın ihtiyacına cevap verecek gelişmişlikteki bir mükemmel din ve son peygamber zaten gönderilmiştir. Ancak, dinin mükemmelliğini turfanda olarak yeniden ortaya koyacak, insanlığın maddî manevî gelişimini göze alacak ve bizlere Kur’ân ve peygamberin temel esaslarıyla takdim ettiği dini, çağın ihtiyaçlarına ve anlayışına göre yeniden yorumlayacak ve taze bir şekilde sunacak bir hizmet lazımdır. İşte hadisin beyanıyla bu önemli hizmeti, müceddid (din yenileyicisi) tabir edilen seçkin âlimler üstlenecektir. Kur’ân bir eczahanedir, o asrın hastalıklarına deva olacak ilaçları o eczaneden alıp insanlığa takdim edecek manevî doktorlar da, işte bu âlimlerdir diye tasavvur edebiliriz. İşte kanaatimizce Bediüzzaman Said Nursi de böyle bir âlimdir. Kanaate itiraz edilmez. Hele bu kanaat, milyonlarca insanın bu eserlerle hayatlarını değiştirmeleriyle tasdik edilmişse. Said Nursi'nin davası, iman davasıdır. Kaleme aldığı Risale-i Nur eserlerinde, iman hakikatlarının tüm delilleriyle ortaya koyularak anlatılması ile bilinçli bir inanan olmamız ve yaşamın anlamını bulmamız hedeflenmiştir. Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’ân’dan ilham alınarak yazılmış olduğu için, başka müelliflerin kendi şahsî fikirlerine veya başka kitaplara dayanarak yazdıkları eserlerle kıyas edilemez. Eski zamanlarda İslamî ve imanî ilimler, medreselerde ortalama 15 yıl süren bir tahsil neticesinde ve meşakkatlerle ancak elde edilebilirdi. Risale-i Nur’un, iman ilmini çok kısa bir zamanda ve mükemmel manada elde etmeyi netice veren bir yol açtığı ve yeni bir Kur’ânî metot keşfettiği ile ilgili Bediüzzaman’ın bazı ifadeleri: “Bir zaman gelecek, on beş sene değil, bir sene bile ilm-i îman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on beş haftada ellere verebilecek Kur’anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak.” “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakâik-ı îmaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakâika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil...” "Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.” (Bu ifade ile elbette imanî bilgiler noktasındaki ilmî hâkimiyet kastedilmektedir. Diğer İslamî ve fennî ilimler bu kaydın dışındadır.)
-311-
Esasen Risale-i Nur’un okunmasının önemini ve akıl ile kalbi birleştiren iman dersleriyle eski zaman medreselerinin ve tarikatlerinin faydasını çok kısa zamanlarda verebilen Risale-i Nur derslerinin yapıldığı ve pratiğe dökülmüş bir hayat tarzı olarak yaşandığı mekânlara, ortamlara gitmenin faydalarını ve lüzumunu hakkıyla anlatmak için küçük bir kitap büyüklüğünde sayfalarca yazı yazmak gerekir. Buna imkânımız bulunmadığından “arif olana işaret kâfidir” deyip burada imkân dâhilinde paylaşabildiğimiz kadarla yetiniyoruz. Bununla beraber şunları da söylemeden geçemeyeceğiz. İslamiyet tek başına yaşanan bir din değildir. Dünya algımızı tamamen ve kökünden değiştiren hakikatlere inanan ve bu hakikatleri hayatının en merkezî yerine koyan bir insanın, aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, yani aynı dili konuşan insanlara olan ihtiyacı muhakkaktır. Etrafımızdaki insanlara baktığımızda dünyadan ve dünyevî şeylerden başka bir şey düşünmeyen ve konuşmayan, fâni dünyanın geçici istek ve meşguliyetlerinden başka hiçbir şey ilgi alanına girmeyen sayısız insan görüyoruz. Toplum hayatı o kadar enteresandır ki, sürekli hastane ortamında bulunursanız, size sanki herkes hastaymış gibi gelecektir. Hâlbuki normal çalışma ortamınızda ise, sanki kimse hastalanmıyor, ölmüyor; dünya sürekli ve kalıcı bir şekilde, olduğu yerde durmaya devam ediyor gibi bir görüntü sizi aldatacaktır. İşte aynen bunun gibi etrafınızda namaz kılmayan, tek derdi dünya olan ve bu dünyaya gönderilme gayesinin ne olduğuyla ilgilenmeyen çok sayıdaki insanla sürekli zaman geçirmek; sanki dünya üstünde ebedî hayat için ciddî çalışan ve iman hakikatlerinin farkında olan ve hizmetinde çalışan kimse yokmuş gibi görmenize sebep olacaktır. Fakat gerçek bu değil! İşte bunun böyle olmadığını, ancak bu hakikatleri yaşayan ve hisseden insanların bir araya geldikleri yerlere giderek anlayabilirsiniz ve o zaman görürsünüz ki, dünyada aklı başında ve ebedî hayatı için ciddî çalışan ve gayret eden ne kadar çok insan varmış! İçine girdiğiniz, suyunda yıkandığınız ve akıntısına kapıldığınız nehri siz seçiyorsunuz. Biz ne kadar bu hakikatlerin farkında olsak bile, yalnız başımıza kaldığımız müddetçe tüm kuvvetiyle dünyaya çekip götürmeye çalışan toplum ve şu zamanın tehlikeli vaziyeti bizi çok zorlayacak ve belki mağlub edecektir. Bir manevî desteğe ve enerji kaynağına, bir dayanak noktasına ve motivasyona ihtiyacımız var. Âdeta yerde, güneşin harareti karşısındaki bir su damlasının tüm çabasına karşı ilerlemesi ve buharlaşıp yok olmaktan kurtulması nasıl zorsa; fitnesinden ve manevî tahribatından tüm peygamberlerin ümmetlerini sakındırdıkları ahirzamanın dehşetli vaziyeti karşısında bizler aynen öyleyiz.
-312-
Hâlbuki aynı hakikate inanan ve hayatlarında bunları yaşamaya gayret eden insanlarla birlikte olmak ve kendimizi bir akarsuyun içine atmak ve onun kuvvetinden yararlanarak akıp gitmek bambaşkadır. Böyle bir manevî gücü terk etmek ise aklî değildir. Hem ayet ve hadisler de hep topluluk (İslamî tabiriyle cemaat) içinde bulunmamızı şiddetle teşvik ve tavsiye ediyor. Nasıl ki bir sınava evde de hazırlanabilirsiniz ama bunun yerine evdeki keyfini kaçırmak pahasına ve üstüne para vererek dershane ortamına gidersiniz ve bunun için özel zaman ayırırsınız. İşte bunun sırrı, yukarıda ifade ettiğimiz akarsu misaliyle aynı manadır. O dershane ortamı içinde, kendiniz gibi aynı sınava çalışan insanları görür ve motive olursunuz. İşin aslında, özellikle sözel derslerde (zamandan kaybetmemek için) dershaneye gitmek, çok da anlamlı değildir. Fakat o dershanenin itici gücü ve şevkinizi kamçılayan, tembellikten mecburen uzaklaştıran manevî atmosferi ve motive edici etkisi yok mu! Sırf o sisteme dâhil olmak ve bu manevî güce sahip olmak için çoğu insan paraya kıyar, bu iş için özel zaman ayırır ve o dershaneye giderler. İşte dünya denilen imtihan yurdundaki en büyük sınavın en dehşetli manilerinin bulunduğu bir dönemde ve İslamı yaşamanın en zor olduğu bir devirdeyiz. Tek başımıza kalarak kendimizi nasıl kolayca muhafaza edebiliriz? Açıkçası böyle bir ortamda yardım almak ve büyük bir manevî kuvvetin koruyucu dairesi içine girip işi kolaylaştırmak, çok akılcı ve pratik görünüyor ve manevî bir dershane ortamı içine girmemizi lüzumlu kılıyor. Risale-i Nur’un okunduğu ve bu maksatla bir araya gelen insanların bulunduğu mekânlara bizzat Bediüzzaman tarafından “dershane” isminin verilmesi çok anlamlıdır. Meselemizi teyit eden bazı hadisleri de paylaşalım sizinle: “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.”625 “Şeytan bir kişiye yakın iki kişiden uzaktır” “Allah’ın yardımı cemaatle birlikte olanlaradır.” “Allah’ın rahmet ve kudret eli cemaat üzerinedir” “Kim iman selameti ile ölüp, cennetin tam ortasında olmak istiyorsa, cemaata yapışsın.” Bu hadislerde geçen cemaat kavramıyla kastedilen, elbette ilk planda tüm İslam cemaatı ve bütün müminler demektir. İslamiyette inananların kardeşliği esastır. Fakat nasıl ki bir orduda tek tip bir askerlik yoktur, herkes ihtiyaca göre çeşitli görevler üstlenmiştir ve farklı bölümlere ayrılarak uzmanlaşmışlardır. Hem nasıl ki bir toplumda tek tip insan yoktur, sosyal hayatın ihtiyaçlarına göre özelleşmiş kurumlar ve topluluklar bulunur. İşte aynen bunun gibi Risale-i Nur okumak ve ders mekânlarına gitmek de, iman hizmeti bölümünde uzmanlaşmış bir eseri ve o eseri okuyup Kur’ân’a talebe olup hizmet edenlerin bir araya gelmeleri gibi güzel bir manayı ifade eder ve Resul625
Müsned-i Ahmed, 4:278. -313-
u Ekrem (A.S.M.) zamanındaki sahabelerin, iman hakikatlerini yayarak İslama ettikleri hizmet tarzının bu zamanda bir numunesidir denilebilir. Risale-i Nur talebesi ise, Risale-i Nur’u okuyanlara ve bu eserlere Kur’ân namına sahip çıkan ve gönül verenlere verilen bir isimdir ve Risale-i Nur mesleği ise Bediüzzaman’ın tabiriyle cadde-i kübra-yı Kur’âniyedir. Yani Risale-i Nur mesleği ve bu eserlerle ortaya çıkan iman hizmeti, Kur’ân ve iman yolunu gösteren geniş bir cadde, doğru bir rehberdir. Yoksa başka hususî bir yol, tarikat veya meslek, meşrep vs. değildir. Doğrudan doğruya İslamiyeti ders verir, İslamiyeti gösterir. Risale-i Nur’un geniş dairesi içinde bütün İslam ümmeti dâhildir. Şöyle denilebilir: “Risale-i Nur okumak veya bu eserleri okuyan insanlarla bir araya gelmek şart mıdır?” Cevabımız şudur: Elbette değildir. Hem hakikatin metotları ve cennete götüren yollar çok ve çeşitlidir. Fakat böyle manevî bir kazancı ve faydayı ve hususen içinde bulunduğumuz zamanın şartları içinde en kestirme, hızlı ve kolay bir Kur’ânî metot olarak hakikate ulaştırmakta büyük başarı elde etmiş ve kendini milyonların hayatını değiştirmekle ispatlamış bir hakikat rehberini elde etmekten vazgeçmek, çok akıllıca bir iş de olmasa gerektir. Cemaatle namaz kılmak da şart değildir, ama cemaat namazı ferdî namazdan yirmi beş veya yirmi yedi kat daha sevaplıdır. İslamiyette sürekli bir arada olmaya büyük bir teşvik vardır. Bediüzzaman’ın bir “şirket-i maneviye” tabiri vardır. İman ve Kur’an hizmetinde bir araya gelenler manevî bir şirket teşkil ederler. Ticaret sahasında elbette kişinin bir şirkete ortak olması şart değildir. Ancak bu zamanda ferdî sermaye ile edinilecek kârlar, şirketleşen büyük firmalar karşısında nasıl çok cılız kalır ve rekabet gücünü büyük ölçüde kaybederse, ferdî gayretlerle yapılan ibadetler veya hizmetler de, bir araya gelinerek cemaat halinde yapılan gayretler yanında öyle güçsüz kalırlar. Böyle manevî bir gücü kim bu zamanda yanında bulundurmak istemez ki? Hem cemaat halinde yapılan dersler ve bir araya gelmek sayesinde, fertlerin güzel ahlak ve seciyeleri birbirine yansır. Ayrıca ders mütalaasında daha fazla feyiz ve zevk alırlar, birbirlerini tamamlarlar. Lise yıllarımda bir hakikat arayışına girdiğimi hatırlıyorum. Öyle ki yaklaşık iki sene boyunca elime geçen çok sayı ve çeşitlilikte dinî kitabı elde edip, derin sorgulamalara ve arayışa girmiş ve bu arayışın sonucunda oluşan kanaatle namaza başlamış ve inandıklarımı insanlara anlatmaya bile (kendi çapımda) başlamıştım. Bunun öncesinde popüler bilim ve kişisel gelişim konusunda da pek çok kitap elimden geçmişti.
-314-
Hatta bu dönemde Bediüzzaman’ın hayatını okumuş ve bu İslam âlimine hayran kalmıştım. Fakat eserlerini henüz bilmiyordum. Bir Cuma namazı çıkışında çok sıcak bir şekilde tanımadığım birinin “Allah kabul etsin!” diyerek yanıma yaklaşarak benimle teklifsizce tanışması ve fizik bölümünde okuduğunu ve üniversiteli arkadaşlarla biraraya gelerek Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuduklarını ifade etmesi hemen cazip gelmişti bana. Tereddütsüzce: “Ben zaten bu zâtı tanıyorum, hayatını okumuştum ve hayran kalmıştım, elbette gidelim” demiştim ve böylece bambaşka bir manevî âlemin ve tarifsiz bir deneyimin kapıları bana açılmıştı. Hayatımın en güzel yıllarıydı o yıllar. Şimdi hasretle yadediyorum. Beni Risale-i Nur’la ve aynı hakikate gönül vermiş insanlarla tanıştıran o güzel insandan Allah razı olsun. Tek başına çabalamaya bedel, aynı hakikate inanmış insanlarla aynı ortamı paylaşmanın nasıl da bir dünya cenneti olduğunu yaşayarak gördüm. Sanki zaman ve boyut atlamış gibiydim. Dışarı çıktığınızda dünya sanki bir başka dönüyordu ve başka yerlere doğru akıyor gibi görünüyordu. Fakat Risale-i Nur’un “dershanesi”nden içeri girdiğinizde, dünyanın tüm olumsuzluklarından soyutlanmış oluyorsunuz ve toplum hayatının tüm çirkinliklerini, akıp giden anlamsız koşuşturmacayı, hiç bitmeyen bir geçim derdini dışarıda bırakıyorsunuz ve görüyorsunuz ki, ebedî bir hakikate kendini vakfetmiş, fedakâr insanlar da varmış bu hayatta. Daha önce hiç tanışmamış olduğunuz halde, menfaatsiz ve hesapsız bir şekilde, sırf Allah için tebessüm edip, hatırınızı soran ve kırk yıllık dostunuzmuş gibi sizi sarılıp kucaklayan insanlar ve samimî kardeşler görüyorsunuz karşınızda ve gerçekten dünyanız değişiyor. Faziletlerini ve güzel hasletlerini model alacağınız, İslamı gerçek anlamda yaşamaya ve iman hakikatlerini insanlığa mal etmeye çabalayan, insanların ebedî hayatlarının saadet ve selameti için hiç bir maddî ve manevî fedakârlıktan kaçınmayan gönüllüler, manevî kahramanlar ve insana hayretle “Böyle insanlar bu zamanda da var mıymış?” dedirten etkileyici insanlar giriyor hayatınıza. Mana itibariyle nakledeceğimiz şu mealde bir hadis rivayetine rastlamıştım: Allah Resulü (A.S.M.) bir gün şöyle buyurdular: “Dünyada gezerken cennet bahçelerini ziyaret ediniz ve oraya uğradığınız zaman gıdalanınız.” Bunun üzerine sahabiler sorarlar: “Ey Allah’ın resulü! Dünyada cennet bahçeleri mi vardır? (veya neresidir)” Şöyle cevap verdi: “Cennet bahçeleri Allah’ın anıldığı (Kur’ân ve ilim öğretilen) ilim meclisleridir.”(Tirmizi, Daavât 82)
-315-
İşte o dönemlerde bu rivayetin manasını tüm ruhumla hissediyor ve canlı olarak yaşıyordum. Risale-i Nur sohbetlerinde peygamber devrinin ilim halkalarının, asr-ı saadetin kokusunu alıyorsunuz ve cennetin manevî zevkini bu dünyada da tattıran eşine rastlanmaz bir âleme giriyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, dünya gördüğünüzden ibaret değil ve kanaatiniz geliyor ki, eğer kıyamet kopmuyorsa, bu insanların yeryüzünde bulunmalarının payı çok büyük ve böyle olduğunu en derinden ve tüm kalbinizle hissediyorsunuz. Bu abartı bir iddia değil, çünkü bu mekânlarda dünyanın kurulmasına sebep teşkil eden ve kâinatta en büyük hakikat olan iman hakikatleri en saf şekliyle anlatılıyor. Kitabımızın son bölümlerinde, bulunduğunuz her yerden 24 saat Risale-i Nur okuma ve dinleme imkânı bulabileceğiniz kaynakları ve Risale-i Nur sohbetlerine, derslerine katılabileceğiniz yerleri belirttik. İman hazinesinin keşfinde ve hayat denilen yolculukta sizi yalnız bırakmayacak güzel arkadaşlar kazanmanıza yardımcı olmak istedik böylece.
-316-
Kişisel Yolculuğunuzda Rehberlik Edecek Yol Arkadaşlarınız Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” kitap çalışmamızın içeriği üzerine bina edilen ve görsel destekli akademik bir eğitim programı mahiyetinde sistematik bir şekilde sunulan “Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı”zın ve Risale-i Nur İzah Metinleri çalışmalarımızın takdim edildiği videoyu izlemenizi tavsiye ediyoruz. Bu takdim videosunda ele alınan konular: Risale-i Nur eserlerinin ve bu eserlerin üzerinde yapılacak çok yönlü çalışmaların önemi. Kitap çalışmamızın ve eğitim programımızın içeriğinin, toplum olarak muhtaç olduğumuz zihinsel dönüşüme katkısının incelenmesi. Çalışma içeriğinin ve eğitim programının içerik ve sistematiğinin anlatımı. Çalışmanın hangi şartlarda ortaya çıktığı ve bilimsel yaklaşımları karşılaştırmalı olarak ele alma ve bilimsel bilgilerden yararlanma tarz ve üslübunun anlatımı. Bir alttaki 5 dk.lık kısa takdimi de izlemenizi muhakkak tavsiye ve arzu ediyoruz. Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Takdim Videosu: https://youtu.be/fz0TJvILl3w Risale i Nur'u İlan ve Takdim Etmek (Eğitim Programı Kısa Takdim Videosu) https://youtu.be/49kEV4uqqlg
Eğitim Programı Seminer Metinleri, Sunumları ve Videoları Google Drive: http://goo.gl/hNIUou Yandex Disk: https://yadi.sk/d/09r41tL9ecYUA (Alternatif adres) Risale-i Nur çalışmalarımızın ve "Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı" derslerimizin tamamının dosyalarının yüklü olduğu Google Drive depolama alanından tüm kitaplarımızın dosyalarını ve bütün seminerlerimizin videolarını, metinlerini ve Powerpoint sunumlarını hem görüntüleyebilir, hem de ister tek tek, ister toplu olarak indirebilirsiniz.
-317-
“Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı” derslerimizin metinlerini, Powerpoint sunum dosyalarını ve seminer videolarının tamamını etrafınızdaki insanlarla birlikte bu sunumları tekrar canlandırabilmeniz, birlikte okuyabilmeniz veya seyredebilmeniz için tamamen açık bir kaynak olarak sizlerle paylaştığımız depolama alanımız sayesinde YouTube haricinde de seminer videolarımızı seyredebilecek veya toplu olarak indirebileceksiniz. Depolama alanımızdan tüm metin ve görsel/interaktif kitaplarımızı da indirebilir ve görüntüleyebilirsiniz. Ayrıca “Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı” derslerimizi bir sesli kitap mantığı içinde temel/kaynak kitabımızın içeriğine paralel olarak MP3 Sunumlar ile istedğiniz her zaman ve mekanda dinleme imkanı bulacaksınız. Yüklü dosyaları bir bilgisayar sürücüsünün (harddiskin) içindeymişsiniz gibi çok kolay bir şekilde ister tek tek, ister toplu olarak tamamını bir zip arşivi olarak indirebileceksiniz veya isterseniz siteye yüklenen metin, sunum ve videoları indirmeden açıp görüntüleyebileceksiniz. İndirdiğiniz Powerpoint sunumlarını düzgün bir şekilde görüntüleyebilmek için 2014 Office ve üzeri sürümü kullanmanız gerekiyor. Seminer metinleri içinse şöyle bir notumuz var: Eğer bu metinleri sunumlarla birlikte bulunduğunuz yerde tekrar sunmak istiyorsanız, şunu bilmeniz işinizi kolaylaştıracaktır. Seminer metinleri içinde koyu puntoyla ve altı çizili olarak belirtilen yerler, powerpoint slaydını değiştireceğiniz veya videoyu oynatacağınız noktaları belirtiyor. Tüm bunlardan sonra siz de eğer isterseniz kendi “Tabiat Risalesi Açılımları” seminerinizi veya “Risale-i Nur Eğitim Programı”nızı sunabilirsiniz. Buna kesinlikle müsaade ediyoruz ve hatta bunu sizden istiyoruz! Bununla birlikte elbette kaynağınızı belirtirseniz, memnuniyet duyarız.
-318-
Keşif Yolculukları İnternet Sitemiz: www.kesifyolculuklari.com ve www.risaleinuregitimprogrami.com (Alternatif Site: www.risaleinuregitimprogramidotcom.wordpress.com) Tüm çalışmalarımızın bir araya toplandığı ve eğitim programı duyurularımızın yayınlandığı internet sitemize yukardaki her iki adresten ulaşabilirsiniz. Çok renkli ve zengin bir içeriğe sahip sitemiz üzerinden, hakikat arayışında çok ciddî bir kaynak olma mahiyetini taşıyan ve hem kendiniz için, yazılı olan hakikatleri, sözlü ve görsel bir şekilde izleyerek daha iyi anlama imkânı sunan, hem de etrafınızdaki insanları bu hakikatlerden haberdar etmek için, elinizde kuvvetli bir hizmet aracı olan YouTube video kanalımıza, "Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı" isimli kitap çalışmamıza ve diğer E-Kitaplarımıza; seminer metinlerine, videolarına ve Powerpoint sunumlarına ulaşabilir, görüntüleyebilir ve indirebilirsiniz.
Risale-i Nur İzah Metinleri Kitap Çalışmalarımız Tüm kitaplarımızı Word ve Pdf formatında İndirebileceğiniz Adres: http://goo.gl/hNIUou (Bu adresteki “Kitaplar (Risale-i Nur İzah Metinleri)” klasöründen “Görsel/İnteraktif” ve “Metin” tüm kitaplarımızı indirebilirsiniz.
Risale-i Nur İzah Metinleri Küçük Kitaplar Serisi Temel ve kaynak kitabımız olan “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” kitap çalışmamızın her bir bölümünü 12 adet bağımsız kitap çalışmasıyla “Risale-i Nur İzah Metinleri Küçük Kitaplar Serisi” adı altında ayrıca yayınladık. Bunu yaparken tamamen interaktif bir sözlük çalışması yapmış olduğumuzdan, her bir küçük kitabın dipnotlarını o kitaba özel olarak yeni baştan inşa ettik. Ayrıca küçük kitabın içinde kaynak kitabımıza atıflar yaptık ve bu yapılan atıflara konu olan yerleri küçük kitabın arkasında “ek bölümler” ismiyle ilave ettik. Bu şekilde her bir küçük kitabın daha zengin, izahlı ve daha eksiksiz bir içeriğe sahip olması sağlanmaya çalışıldı.
-319-
Görsel/İnteraktif Kitap Çalışmalarımız Kâinat kitabını ve Risale-i Nur’u okumak hiç bu kadar keyifli ve zevkli olmamıştı! Sizleri etkileyici bir görsel tasarım eşliğinde muhteşem bir zihinsel yolculuğa çıkacağınız, şaşırtıcı keşiflerle dolu ve bambaşka bir deneyim olan Görsel/İnteraktif kitap çalışmalarımıza davet ediyoruz. Kendi alanında dünya çapında bir ilk olan, etkileşimli görsellerin kullanıldığı bu muazzam çalışmada, yüzlerce görsel ve onlarca video kullanıldı. Kitap metni, aynı hacme eşdeğer bir görsel içerikle takdim ediliyor. Yani bu görsel/interaktif kitaplarda görsellik oranı %50! Bu gerçekten çok yüksek bir oran. Konu anlatımlı şemalar, metin vurguları ve etkileyici resimlerden oluşan görseller, daha önce sunulan seminerlerimizin sunumlarından titizlikle alındı, geliştirildi ve kitap metni içine entegre edildi. Bu interaktif kitap deneyiminde, okuduğunuz yerleri pekiştirmek ve daha iyi anlayabilmek için konu sonlarındaki seminer videolarını tıklayarak kitap üstünden açılan video penceresinden izleyebilecek ve pencerenin kapanmasıyla tekrar kitabı okumaya geri dönebileceksiniz. Ayrıca bunların haricinde seminerlerimizde kullandığımız etkileyici ve şaşırtıcı videoları da aynı şekilde bu kitap üstünden interaktif bir şekilde izleme imkanına sahip olacaksınız. Neden Görsel/İnteraktif Kitap Okumalısınız? Yazılı olarak kaleme alınmış hakikatleri, sözlü ve görsel bir şekilde okumanız ve izlemeniz (kitap çalışmamızda olmayan ilave izahlarla) daha iyi anlama ve hissetme imkânı sunuyor. Böylece sadece akılla anlaşılmayan ve aslında “hissedilen hakikatler” olan iman ilmini anlamakta ve “farklı mana açılımları”na kapı açmakta, en verimli bir metodu takip etmiş oluyorsunuz. Bu pekiştirme yöntemiyle (Allah’ın izniyle) Risale-i Nur’u ve kainatı anlamak noktasında en üst düzeyde bir istifadenin gerçekleşeceğine kuvvetle inanıyoruz.
-320-
Keşif Yolculukları Video Kanalımız Gerçeğin arayışında hayalî ve zihinsel bir keşif yolculuğuna çıktığımız YouTube video kanalımızda çok sayıda video içeriği bulunmaktadır. Videoların içeriği “Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı”mızın ders videolarından ve katıldığımız akademik eğitim faaliyetlerinde yaptığımız sunumlar oluşmaktadır. Kitabımızın tüm bölümleri bahsi geçen eğitim programımız kapsamında “görsel bir kitap” mahiyetinde video kanalımıza eklenmiştir. YouTube Video Kanalımızın İnternet Adresi: http://www.youtube.com/c/EdizSözüer Alternatif Adres: https://www.youtube.com/channel/UCxUMYzpFUxW0bMsOjfAiOIQ Kanalımıza ulaşmak için, yukarıdaki adresi yazmanıza gerek olmadan http://www.youtube.com internet adresinin arama bölümüne “Ediz Sözüer”, “Keşif Yolculukları” veya “Tabiat Risalesi Açılımları” yazmanız yeterli olacaktır. Hakikat arayışında çok ciddî bir kaynak olma mahiyetini taşıyan video kanalımız, hem kendiniz için bu kitapta yazılı olan hakikatleri, sözlü ve görsel bir şekilde izleyerek daha iyi anlama imkânı sunuyor, hem de etrafınızdaki insanları bu hakikatlerden haberdar etmek için, elinizde kuvvetli bir hizmet aracı oluyor.
Tavsiye Edilen İnternet Siteleri www.nurmektebi.net İstanbul’da bulunan ve Türkiye çapında çok sayıda gence sosyal medya ile ulaşan, mekânlarıyla, sohbetleriyle, hizmetleriyle sıradışı bir derneğin, “Nur Mektebi”nin internet sitesi. İstanbul’daysanız çaylarını içmeye mutlaka gitmenizi tavsiye ediyoruz. http://ugurakkafa.com İstanbul’da ikamet eden ve Nur mektebi Derneği’nde sunduğu Risale-i Nur dersleriyle milyonları etkileyen Uğur Akkafa’nın hararetle tavsiye edeceğimiz internet sitesi. Sitede şu an iki yüze yakın sunum videosu bulunuyor. http://www.feyyaz.org/ Çok sayıda Türkçe ve yabancı dilde İslamî ve Risale-i Nur’la ilgili sitenin yapımcılığını üstlenen Feyyaz Bilim ve Gelişim Derneği, seyrangah.tv,
-321-
nurpenceresi.com, sorularlarisale.com, sorularlaislamiyet.com ve isimli siteleri kendi bünyesinde yayınlamaktadır. www.nurpenceresi.com Risale-i Nur ile ilgili siteler içinde içerik zenginliği yönünden üst sıralarda yer alan bu sitede neler yok ki? Türkçe ve İngilizce sesli ve görüntülü Risale-i Nur dersleri ve bu dersleri konulara, şahıslara ve risalelere göre sıralama imkânı, bilgisayar ve cep telefonları için programlar ve daha birçok şey sizi bekliyor. http://www.sorularlarisale.com Risale-i Nur üzerine hazırlanmış en kapsamlı sitelerden biri. Sitede Risale-i Nur’u kelimelerin sözlük anlamlarıyla beraber okuyabiliyor, okuduğunuz risale ile ilgili soru ve cevaplara ulaşabiliyor, konuyla ilgili sohbet videolarını görebiliyorsunuz. Ayrıca cümle ve kavram açıklamaları, makaleler, kaynak eserler, görüntülü ve sesli dersler, metin tahlilleri gibi çok zengin bir içerik sizi bekliyor. http://seyrangah.tv Risale-i Nur’dan yararlanılarak hazırlanmış ve iman hakikatlerine dair yüksek çözünürlüklü ve animasyonlu çok sayıda video içeriğinin, metinleri ile beraber sunulduğu rengârenk bir site. http://www.allahaiman.com seyrangah.tv sitesine alternatif olarak kullanılabilecek, yine Feyyaz Bilişim tarafından hazırlanmış güzel bir site. http://www.sorularlaevrim.com Evrim teorisinin temelleri, hayatın ve insanın kökeni, evrim teorisi ile ilgili sorular ve cevaplar, çarpıcı videolar. www.bediuzzamansaidnursi.org Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki sorular, hayatı ve mücadelesi üzerine hazırlanmış güzel bir site. http://www.sorularlaislamiyet.com İslam dini ile ilgili her türlü soru ve cevabı bulabileceğiniz bir site. http://www.zaferdergisi.comYıllardır renkli görünümü ve zengin içeriği, câzip üslubu, usta yazarlarıyla gönülleri fetheden, iman hakikatlerini neşreden Zafer Dergisi’nin internet sayfası. www.tv111.com.tr Risale-i Nur sohbetleri ve ilgi çekici programlar yayınlayan bir internet televizyonu. http://www.risalehaber.comRisale-i Nur eksenli haber sitesi. http://www.risaleajans.com Risale-i Nur eksenli haber sitesi. İşitme Engelliler İçin Risale-i Nur Sohbetleri: Bu sohbetlerin bir bölümünü http://www.nurpenceresi.com adresinde bulabilirsiniz. -322-
http://risaleakademi.org Risale-i Nur üzerine akademik araştırmalar, faaliyetler, seminerler ve sempozyumlara imza atan Risale Akademi’nin internet sitesi. www.risaleonline.com Dini içerikli soru-cevap bölümü ve makaleler içeren; Kur’ân, Cevşen ve Risale-i Nur okuyabileceğiniz bölümlerle dolu renkli bir site.
Bulunduğunuz Her Yerden 24 Saat Risale-i Nur Okuma ve Dinleme İmkânı İnternet üzerinde Risale-i Nur ile ilgili çok sayıda site ve okuma programı var. Biz rahat ve hızlı istifade edebileceğiniz bazılarını paylaştık. Artık Risale-i Nur’u okumamak ve anlamamak için gerçekten hiç mazeret kalmadığını düşünüyoruz. İnternet Siteleri: http://www.erisale.com İnternet üzerinden Risale-i Nur’u en rahat şekilde okuyabileceğiniz ve kelimelerin üzerine tıkladığınızda sözlük anlamları görünen Risale-i Nur okuma sitesi, Türkçe ve İngilizce. http://www.sorularlarisale.com Risale-i Nur üzerine hazırlanmış en kapsamlı sitelerden biri. Sitede Risale-i Nur’u kelimelerin sözlük anlamlarıyla beraber okuyabiliyor, okuduğunuz risale ile ilgili soru ve cevaplara ulaşabiliyor, konuyla ilgili sohbet videolarını görebiliyorsunuz. Ayrıca cümle ve kavram açıklamaları, makaleler, kaynak eserler, görüntülü ve sesli dersler, metin tahlilleri gibi çok zengin bir içerik sizi bekliyor. http://www.nurpenceresi/dinle Nur Penceresi sitesinin ana sayfasındaki “Sesliler” bölümünden “Risale-i Nur Külliyatı”nı seçerek sesli Risale-i Nur dinleyebilirsiniz. Bilgisayar Programları: http://www.nurnet.org/risale-i-nur-indir Adreste bilgisayar için hazırlanmış Risalei Nur okuma programlarını toplu olarak bulacaksınız. (Pdf, Word, E-pub formatında dosyalar da ayrıca var.)
-323-
Mobil Programlar: http://www.nurnet.org/risale-i-nur-indir Cep telefonunuzdan veya tabletinizden Risale-i Nur okumak için Android, Java, Blackberry, Windows Mobile, E-Pub, Pdf gibi değişik formatlarda ve işletim sistemlerinde hazırlanan değişik programları birarada bulacaksınız. Google Play Store Android Market: Android cihazlarınız için program indirebileceğiniz bu yerde, tavsiye edebileceğimiz iki adet ücretsiz program var: “Risale-i Nur Okuma” ve “Risale-i Nur Kütüphanesi”. Arama bölümüne isimlerini yazarak rahatça bulup indirebilirsiniz. Her iki programda kaldığınız yerden devam etme ve kelimenin üstüne uzun bastığınızda sözlük karşılığı gösterme gibi çok güzel özellikler var. Bu iki programa ilave olarak üçüncü ve harika bir programı daha size hararetle tavsiye edeceğiz. Minik bir ücret karşılığında yükleyebileceğiniz bu programı programlar bölündeki arama kısmına “Risale-i Nur Nesil Digital” yazarak ulaşabilirsiniz. Bu programın diğerlerinden ayrılan güzel tarafı, Arapça ibarelerin meallerine ve bilinmeyen kelimelere tek dokunmayla, okuma sayfası kapanmadan ulaşabilmeniz ve manası verilmiş kelimelerin farklı renkte görünmesi. Yukarıdaki “Risale-i Nur Okuma” programına ses dosyalarını indirerek sesli kitap özelliğini de kullanabilirsiniz veya “Risale-i Nur Dinle” veya “Mp3 Risale-i Nur” gibi programları da Google Play Store’da aratarak da Risale-i Nur’u sesli olarak dinleme imkânı bulabilirsiniz. Google Play Kitaplar ve Google Books: Burada da Risale-i Nur’la ilgili indirebileceğiniz çok sayıda ücretli ve ücretsiz kitap var. Arama bölümüne “Risale-i Nur” yazmanız yeterli olacaktır. “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur Eğitim Programı” kitabımızı ve kitabımızın çeşitli bölümlerinden oluşan küçük hacimli kitaplarımızı da bu platformlarda ücretsiz E-kitap olarak yayınladığımızı belirtelim.
Risale-i Nur Sohbet ve Derslerine Katılabileceğiniz Yerler Risale-i Nur dersleri ve sohbetleri için ‘Tavsiye Edilen İnternet Siteleri’ bölümünde İstanbul için tavsiye edebileceğimiz ve gidebileceğiniz bir mekanın internet sitesine yer verdik. Sitenin iletişim bölümünden adres ve telefon bilgilerine ulaşarak Risale-i Nur sohbet ve derslerine katılabilirsiniz. Fakat elbette ki, Risale-i Nur sohbet ve derslerine katılabileceğiniz yerler, belirttiğimiz yerle sınırlı değildir. Türkiye’nin her şehrinde ve binlerce yerde bu soh-
-324-
bet ve dersler, tam bir gönüllülük esasına dayalı olarak, sürekli olarak yapılmaktadır ve böylelikle tüm vatan sathı, iman ilminin talim edildiği bir dershane hükmüne gelmektedir. Sosyal konumlara ve yaş gruplarına özel olarak şekillenmiş ders gruplarının mevcudiyetinden de sizi haberdar etmiş olalım. Bulunduğunuz yerdeki ders ve sohbetlere katılmak için, yukarıda adresini verdiğimiz Feyyaz Derneği’nin ana sayfasında bulunan bilgi formunu doldurmanız, bulunduğunuz yere en yakın Risale-i Nur derslerine yönlendirilmeniz için yeterli olacaktır. Eğer yine de ihtiyaç olursa, daha aşağıda yer alan “Kitap Yazarının İletişim Adresleri” bölümündeki adreslerden bizimle de iletişime geçebilirsiniz. www.feyyaz.org sitesinin ana sayfasında duyurusu bulunan bilgi formunun linki de şöyle: http://www.feyyaz.org/icerik/bulundugunuz-bolgedeki-risale-i-nur-derslerine-katilmak-ister-misiniz
Medresetüzzehra Eğitim Yaklaşımının Bilim Felsefesini Oluşturmaya Katkıda Bulunmayı Hedefleyen Akademik Eğitim Faaliyetleri * Risale Akademi tarafından düzenlenen Risale-i Nur İzah Çalıştayı’nın sekreteryasını üstlenerek, “Risale-i Nur İzah Çalışmalarında Gerçekçi ve İhtiyaca Hitap Eden, Katılımcı ve Esnek Model Yaklaşımı” üst başlığı ile bir tebliğ metni sunduk. * “Müfredat ve Yayıncılıkta Müsbet Örnekler” eğitim toplantısında “Bilimsel Bilginin Gerçek Kıymetini Belirleyen Unsurun Sorgulanması” isimli bir sunum gerçekleştirdik. * Ankara’da yapılan eğitim müzakerelerinin bir parçası olarak “Medresetüzzehra Eğitim Yaklaşımı ve Bilim Felsefesi Üzerine Değerlendirmeler” isimli bir sunum verdik.
-325-
Yayına Hazırlayanın İletişim Adresleri Herhangi bir konuda bize ulaşma istek ve ihtiyacınız olursa,
[email protected] mail adresimize mesaj gönderebilirsiniz. Ayrıca iki adet Facebook profilimiz var. Birisi kişisel profilimiz olan “facebook.com/ediz.sozuer” adresi, diğeri “Ediz Sözüer-resmi sayfa” isimli resmi sayfamız. Çalışmalarımızın yayınlandığı Facebook Resmi Sayfamıza sitenin veya internet sitenizin arama bölümüne “Ediz Sözüer resmi sayfa” yazarak ulaşabilirsiniz ve facebook’a üye olmasanız da resmi sayfamızdaki tüm paylaşımları görebilirsiniz. Ayrıca Facebook profilimizi eklemeniz ve resmi sayfamızı beğenmeniz, paylaşım ve etkinliklerimizden haberdar olabilmeniz açısından gerekli ve faydalı olacaktır. Diğer taraftan sayfalarımızda yayınlanan içerikleri paylaşarak, iman hakikatlerini etrafımızdaki insanlara ulaştırmak için, bize yardımcı olmanızı arzu ederiz.
ِ َّ ِ ِ ْ َّك اَنْت الْعلِيم ِ َ َسبحان يم َ ُْ ُ الَك ُ َ َ َ ك الَ ع ْل َم لَنَا االَّ َما َعل ْمتَ نَا ان ِ ِ ِِ ِ ِ ني َ ص ْحبِه َو َسلِّ ْم اۤم َ ص ِّل َو َسلِّ ْم َعلَى َم ْن اَْر َس ْلتَهُ َر ْْحَةً ل ْل َعالَم َ ني َو َعلَى اۤله َو َ اَللَّ ُه َّم
ِ ِ ِ ِ ربَّنا الَ توء ت َ اخ ْذنَا ا ْن نَ ِسينَا اَْو اَ ْخطَاْنَا * َربَّنَا الَ تُِز ْغ قُلُوبَنَا بَ ْع َد ا ْذ َه َديْتَنَا * َربَّنَا تَ َقبَّ ْل ِمنَّا ان َ َّْك اَن َ ُ ََ 626 ِ ِ ِ الس ِم يم َّ اب َ ب َعلَْي نَا ان َ َّْك اَن ُ ت الت ََّّو ْ ُيم * َو ت ُ َّ ُ الرح ُ يع الْ َعل
626
"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." Bakara Sûresi, 2:32. Allahım! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin. "Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya hata edersek bizi onunla hesaba çekme." Bakara Sûresi, 2:286. "Ey Rabbimiz! Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalblerimizi tekrar sapıklığa meylettirme." Âl-i İmrân Sûresi, 3:8. "Ey Rabbimiz! Bu hizmetimizi kabul buyur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilensin." Bakara Sûresi, 2:127. "Tevbemizi de kabul et. Şüphesiz ki Sen tevbeleri çokça kabul edersin ve rahmetin herşeyi kuşatmıştır." Bakara Sûresi, 2:128. -326-