Gurlitt
- 16. Yüzyılda
İstanbul,
Galata'dan
Haliç.
GİRİŞ İstanbul'un tarihî perspektif içinde, belki de dünya tarihi içinde tek olan kimliği, pagan dünyanın en büyük politik kuruluşunun başkenti olmasından başlıyor. Çok Tanrılı Dünyanın Hıristiyan dünyasına dönüşümü bu merkezden idare edilmiş, şehir ilk büyük Hıristiyan imparatorluğunun ve uygarlığının merkezi olmuştur. Yeniçağın başlangıcından iti-
baren de İslâm dünyasının en büyük şehirlerinden biri olarak bugüne ulaşıyor. Günümüz uygarlığının beşiği olan Akdeniz çevresinin politikasına ve kültürüne bukadar uzun bir süre hakim olan başka bir şehir yoktur. Bu uzun yüzyıllar boyunca meydana gelen kültür verilerinin en orijinal maddi kalıntılarını ve en güçlü manevî anılarını bu yoğunlukta saklayan şehirler de çok azdır. Gerçi Akdeniz çev-
istanbul'un
tarihî
resinde Paganla Hıristiyanı, Hıristiyanla Müsliimanı yanyana getiren ve bazan prestiji İstanbul'dan fazla olan şehirler vardır. Fakat tarihî birikimi bu denli yoğun ve uygarlık bileşenleri çok yönlü başka bir şehir gösterilemez. Fenomenal tesadüflerin sonunda bu birikimi yapmış olduğu düşünülebilecek İstanbul şehri, tarihî tekliğine uygun fiziksel ve kültürel özelliklere de sahip olmuştur.
yapısı
Prof. Doğan Kuban'tn, Büyük İstanbul Nâzım Plan Bürosu'na hazırladığı «İstanbul'un tarihî yapısı • tarihî gelişme, Şehrin tarihî yapısının özellikleri ve koruma yöntemlerin adlı raporun, şehrin tarihî yapısı ile ilgili bölümlerini aşağıda yayımlıyoruz. Metin içinde kullanılan gravür, desen ve fotoğraflar «Büyük İstanbul Nâzım Plan Bürosu» arşivinden alınmıştır.
Prof. D o ğ a n K u b a n Mimar (I.T.Ü.) .İT.Ü. Mimarlık Fakültesi öğretim Üyesi 1453 D E N Ö N C E
İSTANBUL
KURULUŞ İstanbul çevresinde ilk yerleşmenin, Kadıköy'de Kurbağalıdere kenarında, Truva'nın erken katlarıyla eş zamanlı bir kültüre mensup olduğu, bazı kalıntılardan anlaşılıyor. İstanbul yarımadasının burnunda Trakyalı kavimler tarafından Lygos olduğu yazılan bir yerleşmeye ait duvar kalıntılarına Sarayburnu'ndaki ilk demiryolu inşaatı sırasında ve daha sonra yapılan sondajlarda rastlanmıştır. Yine Kadıköy'de bir Fenike «Comptoir» ı olduğu biliniyor (1). Grekler Boğaz kıyılarına daha sonra geliyorlar. İstanbul'u kuran Megaralı Grekler, şüphesiz yerleştikleri sit'in dünya şehri olmağa elverişli bir coğrafî niteliğe sahip olduğunu düşünmemişlerdi. Bu eski Grek kolonisinin evrensel şehir statüsüne erişmesi coğrafî olduğu kadar tarihî olasılıkların sınırları içinde düşünülmelidir. Şehirler kendilerinden önce varolan bir dünya strüktürünün verileri için-
26
de meydana geliyor, fakat bir kere meydana geldikten sonra, o verilerin niteliğini değiştiriyorlar. Çevre ile insan yapısı arasındaki geniş ekolojik ilişkilerin açıklanmasında, kavranamayan veya analizi yapılamayan faktörler başlangıçta kavrananlar kadar önemli olmuş olabilir. İstanbul'un yerleştiği coğrafî silin en önemli özellikleri, çok kere tekrarlandığı gibi Step Dünyası ile Akdeniz çevresinin ticaret ilişkilerini sağlayan bir su yolu üzerinde, açık deniz dalgalarından müteessir olmayan Haliç (Keras) gibi bir limana sahip olması ve Balkanlarla Önasya arasında kolay aşılabilen bir köprü ödevi görmesi olmuştur. Denizden gelenlerin kuracakları bir koloni için, denizle ilişkiyi savunmayla en iyi kombine eden topoğıafik verileri de buna ekleyebiliriz. Yunan yarımadasında yaşayan Grek boylarının ulaşım ve yayılma yolu denizdi ve bu yayıl-
ma, doğal olarak, kıyılar boyunca oluyordu. Böylece Ege adalarından iyonyaya, Anadolu ve Trakya kıyılarını izleyerek Marmara ve Karadenize uzanan kolonizasyon yolları üzerinde önce Chalcedon (Kadıköy) sonra Byzantion koloni şehirleri kurulmuştur. Schneider, Chalcedon'un tarımsal amaçlarla gelenler tarafından kurulduğu kanısındadır (2). Buna karşılık Sarayburnu üzerindeki ilk Grek kolonisi Haliç'le Marmara'ya hakim bir tepe üzerinde, deniz ticaretine elverişli bir sit üzerinde yerleşmişti. Ticaretin, ekonomik hayatın belkemiğini teşkil etliği koloni hayatında, topoğrafik avantajlar da göz önüne alınırsa, Byzantion'un, Chalcedon'dan daha fazla önem kazanması olağan sayılmalıdır. Koloninin Karadeniz ticaret yolu üzerindeki mevkiî sağlamlaştıktan sonra, özellikle savunma kolaylığı şehrin önemini arttırmış olmalıdır. M.Ö. 5. Yüzyılda Byzantion'u, kendi parasını Yunan şehirlerinde kabul ettiren bağımsız bir şehir ola-
rak görüyoruz. Ticaretin ana eylem olduğu, liman gelirlerinin çok büyük yüzdesinden anlaşılmaktadır (3). Bu sırada Byzantion, İran ve Grek ülkeleri arasında kenarda kalmış, sadece Karadeniz yolu üzerinde sağlam bir iskele niteliğinde, ikinci derecede bir şehirdi. Bizans'ın daha fazla önem kazanması Ege ve Balkanlar ile Küçükasya arasındaki ilişkilerde politik ağırlık merkezinin daha kuzeye çıkmasına bağlıydı. Makedonyalıların Yunan dünyasına hakim olması ile böyle bir bileşen ortaya çıkmıştır. Nitekim Romalıların gözleri Doğuya döndüğü zaman karşılarında güç olarak Yunan şehirleri değil, fakat Kuzeydeki Makedonya Devleti vardı. İskender sonrası Hellenistik devletlerinin kuruluşu da, Roma ile Önasya arasındaki ilişkiler açısından, Byzantion'un geleceğini etkilemiş olmalıdır. Bu sıralarda Anadolu'nun kaderine hükmeden politik kuruluşlar içinde Bergama ve Pontus'un, Roma ile politik yakınlıkları veya mücadeleleri şehre yeni bir jeopolitik ağırlık kazandırıyor. M.S. 11-111. Yüzyıllarda, Roma dünyasının tümünü etkileyen büyük tarihî oluşlar içinde, Roma ile kuzeydeki barbar dünyasının mücadeleleri İmparatorluğun kuzey sınırlarının korunmasını birinci plana getiriyor, ve Gol'den Ermenistan'a kadar uzanan coğrafî kuşağın önemle ele alınmasına sebep oluyordu. Bu sıralarda Byzantion, Septimus Severus'u rahatsız eden bir şehir olarak, M.S. 196 da tahrip edilmiştir. O zamana kadar şehrin ilk surlar içinde yaşaması, ekonomik açıdan fazla bir gelişme göstermediğine kanıt sayılabilir. Fakat Severus, surları biraz daha büyüterek şehri yeniden imar ettirmiştir. Bunu Byzantion'un stratejik açıdan önem kazanmış olmasıyla açıklamak doğru olur. Diyoklesyen'in III. Yüzyılda Nikomedya'yı kendisine kısa bir süre için başşehir seçmesi de, politik ve askerî faktörlerin idare merkezini bu bölgeye ittiğini gösteren diğer önemli bir kanıttır.
Böylece Konstantin'den önce istanbul'un Antik Çağ tarihi içindeki yerini değerlendirmeğe çalıştığımız zaman, iki faktörün birbirlerini takip ederek şehrin kaderini tayin ettiklerini görüyoruz : birincisi, Grek kolonizasyonu ve ona bağlı olarak ekonomik bir faktör; ikincisi Hellenistik çağdan sonra, özellikle Roma imparatorluğu devrinde, tarihî gelişmelerin yönelttiği politik ve askerî bir faktör. Gerçekten de Roma çağının istanbul'a bağlı yol strüktürü, stratejik veriler sonucunda ortaya çıkmış, imapratorluk politikasına hizmet eden bir askerî yol düzeniydi. Bu şehrin Konstantin tarafından başkent seçilmesinin nedeni o günlerin politik konjonktürü içinde stratejik önemi olmuştur. Bu çağdan önce Byzantion'un önemli bir şehir olarak kabulünü gerektirecek bir sebep yoktur. Byzantion'u ünlendiren Konstantinopolis olmuştur.
Bir kere imparatorluk merkezi olarak seçildikten sonra, şehir, imparatorluğun ekonomik, kültürel, idarî strüktürü içinde yeni bir ağırlık merkezi oluyordu. Bundan sonra bu özellikler birçok eylemlerin ona dönük olarak gelişmesine yol açacaktır. Böylece Konstantin tarafından İmparatorluk merkezi yapılmakla İstanbul'un Dünya şehri kariyeri başlamış oluyordu.
KONSTANTİN
ÇAĞINA
KADAR
B Y Z A N T İ O N (4)
Bugünkü İstanbul'un kapladığı alanlar içinde farklı zamanlarda kurulmuş Grek koloni şehirleri bulunmaktadır. Bunların en eskisi muhtemelen M.Ö. 7. Yüzyılda Kadıköy koyu ile o zaman daha geniş bir koy olan Kalamış arasında, bugünkü Moda burnu üzerinde kurulmuş olan Chalcedon şehri idi. Bir diğeri, yerini katî olarak tespit etmek kabil olmayan ve bugünkü Üsküdar'ın herhalde Marmara'ya bakan dik yamaçları üzerinde kurulmuş olan Chrysopolis ve üçüncüsü de bugünkü Galata'nın ilk çekirdeği olan Sykae şehirleri idi. Fakat bunların hepsi sonradan Konstantinopolis adını alan büyük Geç İlkçağ ve Ortaçağ şehrinin gelişmesiyle onun dış mahalleleri niteliğinde kalmış ve fiziksel özellikleri hakkında fazla birşey bilmediğimiz yerleşmelerdir. Tarihi ve yapıları hakkında bilgi sahibi olduğumuz ve bugünkü istanbul'un ilk çekirdeği olan Byzantion kurulmadan önce Haliç üzerindeki ilk Grek yerleşmesinin Alibey (Kydaris) ve Kâğıthane (Barbyses) derelerinin Haliç'e döküldüğü yerde, Semystra Altarı yanında kurulduğuna dair Bizanslı Dionisos'un naklettiği bir söylenti vardır. Bu söylenti doğru bile olsa bunun sonradan gelişen şehrin fiziksel nitelikleri üzerinde bir etkisi olmamıştır. Eski yazarlar Byzantion'un, yarımadanın en ucunda Sarayburnu'nu taçlandıran birinci tepe üzerinde kurulduğunu ve surlarının da bu tepeyi ancak kavrayarak, batıda bugünkü Sirkeci'ye teğet olarak Sarayburnu'na ulaştığını, Marmara sahilinde ise bugünkü Ahırkapı civarında denize ulaştığını yazıyorlar. Surlar ortalama 5 km. uzunluğunda idi, ve SözdeKodinus'a göre 27 kule ile pekleştirilmişti. Yunan dünyası içinde, sağlamlık açısından, Messene ve Rodos'tan sonra üçüncü geldiği söylenen bu surlar kara yönünden daha yüksek, deniz kenarında daha alçak imişler; ayrıca deniz surları önünde taş bir dalgakıran olduğunu da Sözde-Kodinus yazmaktadır. Bu surlar dışında bugünkü Sirkeci'nin vaktiyle dolmamış bir koy olduğu yerde, şehrin en önemli limanı olan Neorion bulunuyordu. Bunun yanında ise, buna nazaran daha az korunan ve surlara bitişik, aşağı yukarı bugünkü Sepetçi kasrının bulunduğu yerde Bosporion limanı vardı. Rıhtımları ve limanın ağzındaki yuvarlak kuleleriyle Neorion, şehrin analimanı idi. Bugün Sarayburnu üzerinde kademelenen Topkapı sarayının olduğu yerde, tepenin Boğaza doğru hafif meyille uzandığı burunda, şehrin Akropolü ve bunun altında deniz kenarına kadar uzanan muhtelif seviyedeki teraslar üzerinde tapınaklar, stadyum ve gimnazyon gibi yapılar bulunuyordu. Akropolis'in arkasında, tepenin en yüksek noktasını işgal eden bugünkü Ayasofya meydanına tekabül eden düzlükte, şehrin, dört büyük stoa ile çevrili agorası vardı. Şehrin ba-
tıya açılan kapılarından biri, bu civarda bulunuyordu. Bu kapının biraz kuzeyinde, Sirkeci'ye doğru inen vadi içinde Thrakion kapısı ve ona bitişik bir meydan bulunuyordu. Hemen bu kapı civarında bir başka meydan çevresinde, İskender çağında yapılmış, şehrin idarî binalarını ihtiva eden Strategion bulunuyordu. Şehrin muhtelif yerlerinde birçok tapınak, altar, hatıra kolonlarının bulunduğu anlaşılıyor. Bu ilk şehir, bize kadar gelen deskripsiyonlarına göre, geleneksel elemanlarını tam olarak ihtiva eden oldukça zengin bir Grek sitesi idi. Bu şehirden daha sonraki çağlara kalan bazı röperler vardır. Bunların tam olarak sonraki yerleşmenin önemli noktalarına tekabül ettiği söylenemezse de, aradaki ilişki ilgi çekicidir. Akropolis, daha sonraki devirlerin saraylarının bulunduğu yere tekabül etmektedir. Agora, günümüze gelene kadar Augustaeum ve Ayasofya meydanı olarak yaşamıştır. Neorion limanı, 12. Yüzyılda da aynı isimle anılan bir limandı ve Osmanlı çağında da şehrin ana iskelelerinden biriydi. Hatta, belki bir tesadüf olmakla beraber, idarî binaların bulunduğu Strategion, sonradan Bab-ı Ali'nin yerleştiği düzlük civarında bulunuyordu. Şüphesiz bu noktalarda eski Grek şehri ile ilişikli hiç bir fiziksel nitelik devamlı olarak yaşamamıştır. Fakat İstanbul'un kaderine hakim olan topoğrafik özellikler ve geçmişteki eylem merkezlerinin anılarının, daha sonraki çağlarda da yaşadığını, bu ilişkiler bir ölçüde belirtmektedir. Septimus Severus M.S. 196 da Byzantion'u ele geçirdikten kısa bir süre sonra şehrin surlarını, muhtemelen savunma bakımından daha elverişli olması amacıyla, şehrin eski limanlarını da içine alacak şekilde, daha batıya kaydırmıştır. Bu yeni surun bugünkü Cağaloğlu'ndan Eminönü'ne inen bir çizgi üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Güneyde ise Severus'un yeni yaptırdığı Hipodromu içine alacak şekilde biraz genişletilmiştir. Severus, şehrin eski Agorasının üzerinde veya yanında, Hipodromun, yani Atmeydanının kuzeyinde, yeni bir meydan Tetrastoos (dört stoalı) yaptırmış ve buradan başlayan bir portikli yolu, şehir surlarının Çemberlitaş'a yakın bir yerde biten kapısına kadar uzatmıştır. Yeni meydanın çevresinde Zeuxippos hamamları ve kendisi zamanında bitmeyen Hipodrom yapılmıştır. Yine Akropol eteklerinde Haliç'e bakan bir tiyatro inşa ettirmiştir. Şehre de, uzun ömürlü olmayan «Antoninia» adını taktığı biliniyor.
Konstantin zamanına gelene kadar Byzantion'un genel gelişme çizgisi ve strüktürü hakkında bilgilerimiz bunlardan ibarettir. Burada ad' geçen yapıların fiziksel nitelikleri hakkında ancak tahminler yürütülebilir. Fakat Severus devrinin şehre kattığı iki eleman günümüze kadar yaşamıştır. Bunlardan biri Tetrastoos'u Çemberlitaş'a bağlayan ve Severus'un portiklerine tekabül eden cadde, diğeri Hipodrom, yani bugünkü Atmeydanı : bunlardan ilki birinci tepeyi diğer tepelere bağlayan en yüksek boyundan geçmektedir. Yani topoğrafik bir niteliği vardır. İkincisi ise, bunun aksine, güneye doğru sunî terasmanlarla genişletilmiş bir platformdur, ve Severus'un şehir fizyonomisine kattığı bir eleman olarak, bugüne kadar gelmiş bulunuyor.
bül eden Forum'dan başlıyarak Forum Bovis'e, yani III. ve IV. tepeler arasındaki vadi ile Lycos vadisinin birleştikleri en alçak noktaya (Aksaray) a iniyor. Sonra Cerrahpaşa'ya tırmanarak Attali kapısına, bir diğer kol ile Altın Kapıya ulaşıyordu. Bundan sonraki çağların Yedikule'si, bu sonuncu yolun uzantısı üzerindedir. İstanbul'un, sonraki çağlarda orijinal topoğrafyasını bir ölçüde değiştirdiği söylenebilir. Fakat ana yol kaburgasının Konstantin zamanında kurulmuş olduğu görülmektedir. KONSTANTİNOPOLİS
Konstantin İstanbul'u, İmparatorluğun merkezi yapmağa karar verdiği zaman, Karadeniz yolu üzerinde bir iskele olan eski Grek sitesi bir Roma şehri olmağa yöneliyordu. Licinius'u yenen Konstantin'in şehri nekadar tahrip ettiğini bilmiyoruz. Fakat Byzantion'un fiziksel kalıntılarının yeni şehrin gelişmesine büyük bir etkileri olmadığı düşünülebilir, imparatorluğun bu yeni merkezine eski Roma'nın, bir ölçüde yansıtılmak istendiğini biliyoruz. Yeni şehir, herşeyden önce boyut itibariyle, eski Grek şehri ile kıyaslanamıyacak kadar büyüktür. Konstantin, surları 15 stad (ortalama 2.8 km.) daha batıya taşıyor, Severus surlarını yıktırıyor. Yeni surların, şehri nerelerde sınırladığı bugüne kadar tam olarak tesbit edilememiştir. Bununla beraber Haliç ve Marmara'daki bitiş noktaları hakkında kısmî bir fikrimiz vardır. Ve bazı yapılara göre konumunu da biliyoruz. Surlar Haliç'te Unkapanı civarında başlıyor (bir başka tahmine göre Cibali Kapısı - Petrion'da) ve buradan batıya doğru uzanarak Sultan Selim Camisinin güneyinden geçiyor, Aspar Sarnıcı (Çukur Bostan) nı dışarda bırakarak Güneye doğru kıvrılıyor, Fatih Külliyesinin bulunduğu yerin birkaç yüz metre batısından Bayrampaşa deresine doğru iniyor oradan tekrar Kocamustafa Paşa sırtlarına doğru tırmanarak bugünkü Davutpaşa camisini içine alıp buradaki Çukur bostanı (Mocius sarnıcı) dışarda bırakarak Etyemez'e (Rabdos) iniyordu. Bu surların kalıntılarının 9. Yüzyıla kadar görüldüğü kaynaklardan anlaşılmaktadır (5). Konstantin surlarının kapıları ve şehiriçi yollarının «tracee» leri hakkında da açık bir bilgimiz yoktur. Fatih ve Sultan Selim Camileri arasında bir kapı, IV. tepenin üzerinde yani Fatih camisinin hemen batısında bir diğer kapı (Polyandri) bulunuyordu. Surun VII. tepeye ulaştığı yerde iki kapı daha vardı. Bundan sonra surun İsakapı Mescidi yakınından geçtiği ve «Altın Kapı» nın burada olduğu sanılmaktadır. Bu kapıların, bize ulaşan bilgilere göre konumları, Konstantin şehrinin ana yol strüktürünün, bu sur kapılarıyla Akropol arasında radyal olarak teşekkül ettiğini gösteriyor. I. tepedeki eski Akropolis, II. tepe üzerinde, eski Severus surunun çıkış kapısının önüne yapılmış bulunan Konstantin Forumunu bağlayan yol, III. ve IV. tepelerin birleşme çizgisini takip ederek Fatih civarındaki Polyandri kapısına ulaşmış olmalıdır. Bu yol, bugünkü Edirnekapı yolunun ilk teşekkül eden doğrultusudur. Diğer yol, üçüncü tepe üzerinde bulunan forumla VII. tepe üzerindeki kapıları ve Altın Kapıyı bağlıyor. Bunun için de Beyazıt Meydanına teka-
Konstantin devri şehrine karakter veren elemanlardan biri, Anadolu'da örneklerine çok rastlanan portikli yollar (Embolos) olmalıdır. Muhtelif forumları birbirine bağlayan bu yollardan şehirde, Konstantin devrinde, dört tane olduğu biliniyor. Bunlardan ikisi Yarımadanın burnunda ve Marmara kıyılarında bulunuyordu. Augustaeum adını alan ve Tetrastoos'u Çemberlitaş'a bağlayan Severus portiği de yenilenmiş olmalıdır. Bu portik Çemberlitaş'ta, Konstantin'in kendi namına yaptırdığı ve ortasında kendi heykelini taşıyan kolon bulunan büyük forumda nihayetleniyordu. Sonuncu portik ise Beyazıt'ta bulunan, sonradan Forum Tauri adını alan forumdan başlıyarak Aksaray'a iniyor, oradan da, sonradan Arkadyüs Forumunun yapıldığı Cerrahpaşa'ya kadar uzanıyordu. Üst katları heykellerle süslü olan bu portiklerin ikişer katlı oldukları, ikinci katlara merdivenlerle çıkıldığı ve üzerinde gezildiği ve portikler altında dükkânlar (tabernae) bulunduğu anlaşılıyor. Bu yollar yine portikler ve önemli yapılarla çevrili forumlarla beraber şehir içi fiziğinin ana temasını teşkil etmiştir (6). Konstantin, Burckhard'ın deyimiyle kendi şerefine yaptırdığı şehri sayısız yeni yapı ile doldurdu. Konstantinopolis'e de Roma'da olduğu gibi, yeni bir kapitol, bir senato, bir pretorya, bir Kutlu Yol, bir -Million» ve forumlar yapılmıştır. Şehrin bu yeni kuruluşu sırasında, bir yandan eski pagan tapınaklar yenilenirken, öteyandan yeni Hıristiyan tapınaklar inşa ediliyordu. Bu Hıristiyan tapınaklarının ikisi, şehrin sonraki tarihi bakımından önemlidir. Tartışmalı bir tarihi olmakla beraber, Atrium'lu bir bazilika olan ilk Ayasofya'nın Konstantin tarafından inşa ettirilmeğe başlanan bir kilise olması ihtimali vardır (7). İkincisi ise dördüncü tepe üzerinde yaptırılan ve Konstantin mezar anıtını da ihtiva eden büyük Apostoleion martiryonudur. Bugün Konstantin'in başkentinden, Çemberlitaş'taki Yanık Kolon'dan başka, görülen fiziksel anı kalmamıştır. Bununla beraber, tıpkı Severus çağının röperleri gibi, eskisinin yerine geçen Ayasofya Camisi, Çemberlitaş ve Apostoleion üzerine yapılmış olan Havariyun Kilisesinin yerini almış olan Fatih Külliyesi, şehrin anıtsal tarihinin ve ana çizgilerinin röperleri olmakta devam etmektedir. Büyüyen şehrin denizle ilişkisi esas itibariyle, Sirkeci'deki eski limanlarla oluyordu. Bunların en önemlisi hem liman, hem tersane olan Neorion olmakta devam ediyor. Konstantin zamanında Haliç boyunda da iskeleler olmuş olmalıdır. Marmara sahilinde, sonradan Langa bostanları olan yerde Eleuterion limanının da, Konstantin zamanında kurulmuş olduğuna dair kayıtlar varsa da katî değildir (8).
Sonraki çağların gelişmesini etkileyen yapılardan biri, Konstantin'in Ayasofya'nın üzerine yapıldığı tepenin güneye bakan yamaçlarına kurulan sarayı idi. Bu saray sonradan Bizans İmparatorları tarafından genişletilerek, Hipodromun güneyinden Marmara sahillerine kadar inen büyük bir saraylar kompleksi halinde şehrin güneydoğu köşesini kaplayacaktır. Konstantin'in portikleri, ikisi bu sarayla ilişkili olarak, birisi I. tepenin etrafını dolanarak kuzeye doğru, diğeri Dafne sarayından başlayarak sahil boyunca surlara, yani Etyemez'e kadar, uzanıyordu.
Konstantin devrinde şehrin surlar dışına pek fazla taştığı söylenemez. İmparator, Türklerin sonradan Altımermer dedikleri eski Altın Kepi önünde Got askerlerinin olduğu yere bir hatıra kolonu diktirmiştir. Bu çevrede belki bir dış mahalle de teşekkül etmiştir. Haliç boyunca surların hemen dışında limanın faaliyetleriyle ilişkili olarak dağınık bazı yerleşmeler olmuş olabilir. Bunların içinde en önemlisi sur dışında sonradan Blakerna adı verilen mahalledir.
Bu sırada Galata'nın olduğu yerde «Sykae» olarak adlandırılan bir küçük yerleşme vardır. Daha Stabon zamanında burada bir küçük liman olduğu biliniyor (9). Konstantin zamanında burasının önem kazandığı ve bir duvarla çevrildiği anlaşılıyor. Kadıköy ve Üsküdar'daki yerleşmelerle Boağziçinin, şehrin bu erken gelişmesiyle organik bir ilişkileri yoktur.
Konstantin, şehri, Roma'daki idarî bölünmeye uygun olarak, 14 bölgeye ayırmıştır. Bu bölgelerin yaklaşık sınırları hakkında 5. Yüzyılın birinci yarısında yazılmış olan Notitia Urbis Constantinopolitanae'den yeterli bilgiler elde edilmektedir (10). Gerçi bu bilgilerin yorumu bazı detaylarda değişik olmakta ise de, genel hatları itibariyle bugün üzerinde anlaşılan bir şehir organizasyonu vardır. Şehrin valisine bağlı bir «Curator» ve gelişmiş bir idarî teşkilât tarafından kontrol edilen bu bölgelerin tespitine esas olan ilkeler Janin tarafından belirtilmiştir (11). Genellikle eski Grek şehrinin surları ve sonraki Severus devri surları bölgelerin sınırları olarak göz önüne alınmıştır, şehrin ana yolları da bölgeler arasında sınır oluyor. Böylece şehrin konsantrik olarak büyümesine tekabül eden çizgilerle, yarımadanın topoğrafyasından çıkan ana yol strüktürü bölge sınırlarının esaslarını ortaya koyuyor. Büyük arterlerle, konsantrik dairelerin kesişme noktalarında büyük forumlar teşekkül etmiştir. Augustaeum, birinci, ikinci, dördüncü ve beşinci bölgelerin birleştiği yere yakındır. Aynı şekilde Konstantin Forumu; üçüncü, yedinci, sekizinci ve beşinci bölgelerin kavuştuğu yerdedir. Tedosyum Forumu etrafında, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu bölgeler, Forum Bovis etrafında, dokuzuncu, onbirinci, onikinci bölgeler bulunmaktadır. Şehrin idarî taksimatı ile fizik yapısı arasındaki ilişki şüphesiz her çağda söz konusu olmakla beraber, bu erken devir Konstantinopolis'inde daha belirgin bir niteliktedir. Diğer iki bölge Konstantin çağında gelişmiş birer dış mahalle olan Sykae (13. Bölge) ve Blakerna yani Ayvansaray'dır. (14. Bölge). Özellikle bu sonuncu bölgenin Haliç
üzerindeki eski Grek yerleşmelerinin bir kalıntısı, bir çeşit müstakil şehir olarak özel bir statüsü olduğu anlaşılıyor. Konstantin'in yeni Roma'sı 324-336 yılları arasında kurulmuştu. 330 da idareciler şehre yerleşmeğe başladılar. Yani şehrin merkezi olan Konstantin forumunda 40 gün süren şenlikler yapıldı. Devlet adamları Roma'dan İstanbul'a çağırıldılar. İmparatorla beraber şehrin imarına katıldılar. İmparatorluğun her tarafından şehri güzelleştirecek sanat eserleri getirildi. Boğaziçinde devlet büyüklerinin villalar yaptırması o devirde başlamıştır (12). Şehrin sonraki tarihinde de görüleceği gibi, özellikle Trakya'dan çok sayıda halk getirilerek şehirde iskân edildi. Bu nüfusun çok süratle arttığı, şehrin, beşinci yüzyılda, Roma'dan daha kalabalık olduğu anlaşılıyor. Bu nüfusun beslenmesi, daha Konstantin zamanında büyük zorluklar çıkarıyordu. Bunun için Mısır, Suriye ve Anadolu'dan devamlı buğday, şarap, yağ getirilip halka dağıtılıyordu. Halka yiyecek dağıtılmasının 332 den sonra adet haline geldiğini ve bukadar çok nüfusun başka türlü yaşama olanağı olmadığını Burckhardt belirtiyor (13). Konstantin zamanında yapılan bu imparatorluk şehri, görüldüğü gibi, eski Grek şehri Byzantion'un doğal bir devamı değil, baştan sona bir hamlede gerçekleştirilmiş ve Geç Roma Dünyasının Mimarî esprisiyle donanmış bir yeni kuruluş idi. Kurulduğu zaman için fazla büyük olan bu şehir kendisini besleyen bir çevreye sahip değildi. Bu özellik Konstantinopolis - İstanbul'un hiç değişmeyen bir yanıdır. Konstantin zamanında şehir. Roma İmparatorluğunun doğudaki eski Hellenistik. merkezleri olan Efes, Antakya veya iskenderiye gibi gelişmiş ve yerleşmiş bir sanayiye de sahip olamazdı. Fakat nüfusun fazlalığı ve devlet merkezi olma, yani büyük bir pazar olma niteliği dolayısiyle, ticaret ve sanayi kapasitesi çok kısa bir sürede gelişmiş olmalıdır.
K O N S T A N T İ N O P O L İ S ' İ N S O N SINIRLARI : T E O D O S Y U S SURLARI
Dördüncü yüzyıl sonunda şehir nüfusunun çok arttığı, Haliç ve Marmara kıyılarında bazı mahallelerin teşekkül ettiği anlaşılıyor (14). Blakerna ve Sykae (Galata) gibi büyük dış mahalleler yarı şehir statüsünde bölgelerdi. II. Teodosyus zamanında gittikçe baskısını arttıran barbar akınlarına karşı, yeni yerleşme alanlarını ve Blakerna'yı içine alan, ve bugüne kadar gelen, iç surların inşasına 413 de başlanmış, Haliç ve Marmara surları da 439 da tamamlanmıştır. Kara surları önündeki ikinci sur ve önündeki hendek ise, 447 de, Atillâ'nın Teodosyus'u haraç vermeğe mecbur ederek Büyükçekmece'ye kadar yaklaştığı sırada, yapılmıştır. Surların geç devirlerdeki etkileri, daha çok Blakerna bölgesinde yapılmış ve önemli bir değişiklik göstermemiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, yeni surlar içinde Konstantin suru birdenbire yok olmamış, uzun süre yaşayarak, surlar içindeki ge-
lişmeyi sınırlamıştır. Muhtemelen Teodosyus surları şehrin sur dışına yayılan kısımlarını korumak için olduğu kadar, sur çizgisini savunmaya daha elverişli bir duruma getirmek amacıyla yapılmıştır. Yeni sur çizgisi Yedikule ile Ayvansaray arasında, eski şehri ortalama 2/5 oranında büyütüyordu. Bu büyümenin şehrin sur dışına yayılan kısımlarını korumaktan çok, sur çizgisini savunma için daha elverişli bir duruma getirmek amacıyla gerçekleştirildiğini, bu büyümeye paralel yeni bir idarî bölünme yapılmamasına bakarak, ileri sürebiliriz. Nitekim Konstantin ve Teodosyus surları arası, hiç bir zaman dolmamıştır. Bu büyük bölge her zaman ikinci derecede, şehrin günlük hayatının kenarında bir kuşak olarak kalmış ve burada şehrin diğer bölgeleri için karakteristik olan anıtsal inşaatlar yer almamıştır. Konstantinopolis'in en geliştiği devir, henüz bir Geç Roma şehri özelliklerini taşıdığı yüzyıllardır. Genel olarak 413 de, Bizans dünyasının doğu ve güney parçasının, müslümanların eline geçmesine kadar süren üçyüzyıl içinde Doğu Roma İmparatorluğunun merkezi, bundan böyle pek fazla değişmeyecek, hatta giderek belki de bozulacak çehresine kavuşmuştu. Teodosyus surları, şehrin yarımada içindeki parçasının, 20. Yüzyıla gelene kadarki sınırlarını, ve Jüstinyen devri sonuna kadar geçirdiği gelişme de, aşağı yukarı, genel strüktürünü tespit ediyor. Şehir, Severus ve Konstantin devri büyümelerinin devamı olarak, birinci tepenin yarımada üçgeninin tepesini teşkil ettiği noktadan itibaren açılan bir üçlü bölünmeye göre şekilleniyordu : Marmara kıyısı ile Haliç kıyısındaki yamaçlar konut alanlarını içine alıyor, bunların arasında kalan ve özellikle Haliç'e paralel tepeler çizgisini birbirine bağlayan yolla Beyazıt'tan Aksaray'a ve oradan Cerrahpaşa'ya çıkan ve Altımermer'den Yedikule'ye uzanan Via Triomphalis ise anıtsal yoğunlaşmaların olduğu aksları meydana getiriyordu. Bu yol strüktürü yakın zamanlara gelene kadar sadece anıtsal yoğunlaşmanın değil, fakat iskân yoğunlaşmasının da anadamarını teşkil etmiş ve şehre karakterini kazandıran özelliklerinden biri olmuştur. Şehrin genel silûeti, bu yol sistemi ile topoğrafyanın ortak etkileri sonucunda meydana gelmiştir.
BİZANS Ç A Ğ I N D A ŞEHRİN ÇEVRESİ
Genellikle şunu belirtmek doğru olur : Konstantinopolis sonradan Türklerin istanbul'u gibi, surlar dışında gelişmiş bir şehir değildir. Bir sur içi şehridir. Her büyük şehirde olduğu gibi burada da şehir dışına çıkmış bir iki mahalle, veya şehir civarında köyler bulunmuştur. Fakat bunlar şehrin organik parçaları olmamıştır. Chalcedon, ayrı bir şehir olarak bunların en eskisidir. Haydarpaşa ve Kalamış koyları arasında bir Grek sitesinin
bütün elemanlarını ihtiva eden bu küçük şehir, Konstantinopolis'in bütün tarihi boyunca değişmeden yaşamış, gelişmemiştir; sınırları hakkında bir fikrimiz yoktur. Üsküdar, Chalcedon'un bir uzak iskelesi idi. Antikiteden itibaren küçük bir yerleşme olarak kalmıştır. Greklerin Avrupa yakasındaki üç yerleşme noktası, İstanbul yarımadasının ucu, Haliç'in içinde sonraki Blakerna mahallesinin bulunduğu Ayvansarayı bölgesi (ki bu bir hipotezden ibarettir) ve Sykae (Galata) idi. Bunların içinde Blakerna'nın M.S. 5. Yüzyılda Konstantinopolis'e katıldığını biliyoruz.
Bugün Galata'nın bulunduğu yerde, Azapkapı ile Karaköy arasında Sykae adı verilen yerleşmenin etrafı Konstantin devrinde bir duvarla çevrilmiştir. Jüstinyen zamanında bu dış mahalle bütün elemanlarıyla bir şehir haline gelmiştir (15). Bununla beraber günlük yaşantısı bakımından karşısındaki başkentten ayrı bir tarihi olmamıştır. Jüstinyen belki de bu büyük yerleşmenin hatırı için Bizans devrinin tek köprüsünü Ayvansaray'la Kasımpaşa arasında inşa ettirmişti. 4. Haçlı seferi sırasında bu taş köprünün Blakerna sarayı karşısında bulunduğunu Villehardouin yazmaktadır (16). Köprü, Lâtin işgalinde harap olmuş olmalıdır. İbn Batuta İstanbul'a geldiği zaman köprü yoktu. Karşıdan karşıya kayıklarla geçiliyordu. Galata 13. Yüzyılda Cenovalı'lara verildikten sonra gelişerek kendi başına bir önemli ticaret merkezi haline gelmiş ve bundan sonra da, Osmanlı devri de dahil olmak üzere şehrin başka ülkelerle ticaretini inhisarına almıştır. 14. Yüzyıl başında surları genişletilip güçlendirilerek tamamen müstakil bir şehir oluyor. Fatih, Konstantinopolis'i fethettiği zaman önce Galata'ya dokunmamış ve Cenovalılarla anlaşmıştı.
Bütün Bizans tarihi boyunca şehir dışındaki en önemli dış mahalle Hebdomon (Bakırköy) idi. Burası fonksiyon bakımından Osmanlı devrinde Davutpaşa kışlası çevresinin niteliklerine sahipti. Trakya'ya giden ordu burada toplanıyordu. Hebdomon'da büyük bir kışla ve bir İmparator sarayı bulunuyordu. Saray mensupları, özellikle ilk yüzyıllarda seferden dönen İmparatoru karşılamak veya yaz aylarını geçirmek için buraya geliyorlardı. 10. Yüzyıla kadar burada askerler tarafından başa getirilen birçok ünlü İmparator vardır. Şüphesiz bu resmî çekirdeğin etrafında bir sivil yerleşme de kurulmakta gecikmemiş ve burada bir kaç kilise, bir embolos ve başka yapılar yapılmıştır (17).
Bizans çağında Haliç, Boğaziçi ve Adalarda bir çok manastırlar, İmparator köşkleri ve ziyaret yerleri olduğu biliniyor. Boğazın başlangıcında, Beşiktaş'ta, 5. Yüzyılda bir saray olduğu ve hatta buraya bir de embolos yapıldığı biliniyor. Sarayın çevresinde bir küçük yerleşme bulunduğu anlaşılıyor. Boğaziçinde küçük bazı köyler bulunuyordu. Bunların şehre yakın olanları içinde en önemlileri St. Mamas (Beşiktaş), St. Phocas (Ortaköy), Brochthoi (Kandilli veya Vaniköy), Sophianae (Çengelköy) idi.
29
II İSTANBUL - TÜRK Ç A Ğ I FATİH DEVRİ
İstanbul'un fethedilmesiyle Osmanlı İmparatorluğunun en büyük politik amaçlarından biri gerçekleşmiştir. Fakat ele geçirilen şehir, hemen başkent olamayacak kadar bakımsız ve haraptı. Surlar, son Bizans imparatorlarının sarayı, şehrin işgali esnasında tahrip edilmişti. Fatih'in imar ve iskânla ilgili olarak ilk işi, şehirde kalan nüfusu barındırmak ve şehre yeni nüfus celbetmek olmuştur. Bunun için de şehirdeki evleri ellerine geçirenlere veya dışardan gelenlere mülk olarak dağıttırmış, şehrin Rum ahalisine, hatta kendisinin hissesine düşen esirlere mahalleler, ordu mensuplarına ve tarikat ehline de evler ve manastırlar tahsis edilmiştir, ilk imar eylemi surların yeniden onarılması olmuş ve kısa bir sürede gerçekleştirilmiştir. Bunun yanısıra Fatih, herhalde o sırada boş bulunan Teodosyus Formunun Haliç'e bakan yönünde bir saray ve eski Altın Kapının olduğu yerde de muhtemelen hazinenin saklanması amacıyla, bir iç kale inşasını emretmişti. Bu ilk yapı eylemleri kısa bir sürede tamamlanmış ve İstanbul 1457 yılında, yani Fatih'ten ancak dört yıl sonra Edirne'nin yerini alarak Osmanlı Devletinin Başkenti olmuştur (18). İstanbul'un fethinin politik olduğu kadar dinî ve sembolik anlamını belirten davranışlardan biri Fatih'in şehre yerleşir yerleşmez, şehir dışında vaktiyle Kosmidion adı verilen ve Aziz Kosmos ve Damianos'a atfedilen ünlü bir manastırın olduğu semtte ve Ebu Eyyüb E!-Ensarî'nin mezarı olduğu rivayet edilen yerde, 1458/59 da, şehrin ilk büyük camisini ve Hazreti Eyüb'ün türbesini yaptırmış olmasıdır. Bunun yanına sonradan bir medrese ve bir aşhane eklenerek Türk çağının ilk külliyesi, yahutta Ergin'in deyimiyle, ilk «İmareti» meydana getirilmiştir (19). Böylece dinî bir anının etrafında şehrin önemli, ve Bizans surları dışında, yeni bir yerleşme bölgesi kurulmuş o'i/ordu. Şehrin gelişebilmesi için birinci sorun, yeter bir nüfus sağlanması idi. 1453 den önce Teodosyus surları içinde büyük tarlalar, bahçeler ve boşluklar bulunduğu ve nüfusun da, iyimser bir tahminle, 40.000-50.000'e düşmüş olduğu kabul edilmektedir. Bu nüfus Fetih sırasında daha da az olmalıdır. Şimdiye kadar yapılan araştırmalara göre Fatih'in saltanatı sırasında İstanbul'a Anadolu ve Rumeli'nin muhtelif yerlerinden gelen Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler yerleştirilmiştir (20). Yerleştikleri mahallelere, bir kısmı bugüne kadar kalan, isimler veren bu ilk devşirme halkın çoğunluğu, Haliç sahillerinde ve ona bakan yamaçlara, bir iki grup Beyazıt-Aksaray çevresine iskân edilmişlerdir. Ermeniler
Sulumanastır'a (Samatya) yerleşmişlerdir. Marmara sahillerine daha çok Rumların yerleştiğini, Galata'ya da yine İzmir'Ii Rumların iskân edildiğini görüyoruz. Galata ve İstanbul surları dışında, Eyüp Sultan imareti çevresine Bursa'dan gelenler yerleşiyor; Galata'ya bitişik olan Tophane çevresine, Samsun ve Sinop'tan gelenler yerleşiyor. Üsküdar, Anadolu'dan gelen Türklerin yerleştikleri ilk semt olarak tesbit edilebiliyor. Böylece hemen Fatih'ten sonra İstanbul'un da, Anadolu'nun bir çok Osmanlı Çağı şehrinde görüldüğü gibi, sur içinde değil, fakat sur dışında yayılmış bir şehir olma sürecine girdiği görülüyor. Bu noktada İstanbul için karakteristik bir düaliteye dokunmak doğru olur: Orta Çağdan öteye büyük şehir gelişmesini etkileyen en önemli fiziksel faktörlerden biri şehir surları olmuştur. Bir çok büyük Avrupa şehri surlar içinde çok fazla bir yapı yoğunluğuna sahip olarak kapalı şehir gelişmesi gösterirler. Bunların içinde, başından itibaren yayılmağa başlayan Londra gibi şehirler azdır. İstanbul Osmanlı Çağında her iki özelliğe birden sahip bir şehirdir: Bir yanda Bizans surları batı yönünde şehrin gelişmesini sınırlamakta devam etmiş, öteyandan Haliç, Boğaz kıyıları ve Galata surlarının çevresi ve Anadolu yakasında Üsküdar ve ona komşu sahiller sur dişinde- yeni mahalleler olarak gittikçe büyümüşlerdir. Büyük bir imar ve iskân çabasına sahne olan Fatih çağında şehir nüfusu hangi ölçülere ulaşmıştır ? Bu konuda, bugün elimizdeki veriler açık bir fikir sahibi olmamıza yetmemektedir (21). Topkapı Sarayında Fatih devri sonlarına ait bir belgede, şehir içinde 8951 Türk, 3151 Rum, 1647 Yahudi ve 1048 diğer etnik gruplara ait ev ve 3667 dükkân olduğu, Galata'da ise 535 Türk, 572 Rum, 332 Frenk, 62 Ermeni evi ve 260 dükkân olduğu, böylece İstanbul'da ve Galata'da toplam olarak 16324 ev ve 3927 dükkân olduğu belirtilmektedir. Surlar dışındaki yerleşmelerle Üsküdar'ı içine almayan bu hane hesabının nekadar nüfusa tekabül ettiği konusunda farklı yargılar vardır. İstanbul evlerinin büyüklüğü hakkında, 1513 tarihli bir tahrir defteri (Ayasofya Tahrir Defteri) 200-400 arşın murabbaı (50100 m 2 ) bir boyut vermektedir. Fakat bunun neye tekabül ettiğini bilmiyoruz: Evin oturduğu alan, veya katlarla çarpımı olup olmadığı belli değildir. Genellikle evin oturduğu alan olarak kabul edilse bile, 1513 tarihindeki istanbul evleriyle 1477 dekilerin ayni olduğunu kabul etmek doğru değildir. 15. Yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'a gelen seyyahlar evlerin çokluk moloz taş veya kerpiçten yapılmış ve tek katlı olduğunu belirtiyorlar. Fatih'in vakfiyesinde de tek katlı evler çoğunluktadır (22). Buna karşılık Beyazıt devrinde tanzim edilen bir diğer vakfiyede evlerin çoğunluğu iki katlı olarak belirtilmiştir. Bu evlerin içindeki nüfusun 4-5 (Schneider) veya 8 (Ayverdi) olarak gösterilmesi bir tahminden öteye geçmiyor. Bununla beraber Fetihten çeyrek yüzyıl sonra İstanbul ailesinin, sonraki devirlerde görülen çok nüfuslu aileler gibi olduğunu düşünmekte doğru olmayabilir. Ev başına nüfus, Türk ve Hıristiyanlarda da farklı olabilir. Ortalama olarak, ev başına (5) alınırsa 16324 X 5 = 81620 kişi bulunur. Buna, Ayverdi'nin belirttiği gibi, Saray, As-
kerler, Medreselileri de katarsak İstanbul ve Galata'da 100.000 civarında bir nüfus olduğu söylenebilir. Surlar dışında yaşayanlarla beraber bütün şehir nüfusunun, Fatih devri sonlarında 120.000 i bulduğunu kabul edebiliriz. Buna göre Fetihten sonraki 25 yıl içinde şehre, nüfus artışını da düşünerek, 50-60.000 kişinin göç ettiğini kabul etmek gerekir. Mecburî iskâna ait uygulamaların çok olduğu o çağ için bu sayı aşırı değildir. (Schneider, şehir nüfusunu 60.000-70.000, Ayverdi ise 200.000 olarak gösteriyorlar.) 16. Yüzyılda şehir nüfusunun çok büyük artışı göz önüne alınacak olursa, Fatih devrinde de nüfusun 120.000 e ulaşması fazla abartmalı sayılmaz. Bu nüfusun mahallelere yayılması, geldikleri bölgelere göre olmuştur. Bazılarına bizzat Devlet tarafından yer gösterilmiş veya orada oturmak zorunda bırakılmışlardır. Mahallelerin kuruluşunda hiçbir taassup gösterilmediği ve hatta Rum Patriği adına bile bir mahalle olduğunu Ergin belirtmektedir. Mahallelerin bir kısmı ise kurucularına ait isimlerle anılıyor. Bu kurucular arasında Fetihte bulunan askerler, şeyh ve hocalar bulunuyor. Bir kısım mahalleler şehir kapılarına göre isim almıştır. Çoğu kere kurucuların yaptırdıkları veya kiliseden çevrilen cami ve mescitler, kurucu adı ile beraber mahalleye ad vermektedir (23). İskân bölgelerinin idarî bakımından dört Kadılığa ayrılması da, Fatih devrinde olmuştur. Sur içi İstanbul Kadılığı, Eyüp ve Sur dışında, Halic'in güneyinde ve şehrin batısında kalan bölgeleri içine alan Haslar Kadılığı (bu bölge Çatalca'ya kadar uzanmaktaydı), Galata Kadılığı ve Üsküdar Kadılığı. İstanbul Kadılığı dışında kalan bölgelerin üçüne «Bilâd-ı Selâse» adı verilmiştir.
Şehrin Bizans devrinde olduğu gibi, Haliç yakalarında yoğunlaşan nüfusunun ticarî merkezi, eski yerini muhafaza etmiştir. Fatih devrinde «Bedesten-i Atik», bugünkü İç Bedesten yapılıyor. Sonradan yine ayni civara yapılan Yeni Bedestenin inşasına kadar (bunun tarihi kati olarak belli değildir) bu yapı çarşının merkezini teşkil etmiştir. Bilindiği gibi Bedestende ekseri İslâm şehirlerinde olduğu gibi, kumaş ticareti yapılmaktaydı. Çarşının tek katlı ve ahşap olan dükkânları bunun etrafında yayılıyorlardı. Şehrin ticaret bölgesinin ağırlık merkezi burası olmakla beraber, sur içinde sayıları 3667 ye varan dükkânların hepsinin burada olmadığı açıktır. Ev sayısıyla karşılaştırılacak olursa dükkân oranı çoktur. Bunların, bugün de olduğu gibi, büyük çarşıdan, Mercan'dan (Yeni çarşıdan) Haliç surlarına ve oradan sur dışında Haliç boyunca uzanmış olduğu anlaşılıyor. Zaten Bizans devrinde olduğu gibi Unkapanı, Odun Pazarı, Balık Pazarı gibi depolama yerleri, Fatih Çağında da aynı fonksiyonu gören yerler olarak yaşamakta devam etmiştir. Gümrük Kapanı da, aynı devirde Deniz gümrüğü olarak eski limanda idi. Diğer bir çarşının Fatih Külliyesi etrafında kurulduğu anlaşılıyor. Saraçlar ve demircilerin burada çarşıları vardır. Fatih devrinde, herhalde kârgir olmayan 7 kadar han olduğu da biliniyor. Sonradan çok değişmiş olan Kürkçü Hanı o devirden kalan tek kârgir handır (24).
Haliç yakasının bu canlılığına karşılık, Marmara limanları yeniden canlanamamışlardır. Bununla beraber Fatih'in Kadırga limanında (Eski Sophien limanı) bir tersane kurduğuna
dair 1462 tarihli bir kayıt vardır (25). Haliç'in Galata yakasında Kasımpaşa'da yine Fatih tarafından bir kaç kızak yaptırıldığına dair başka bir kayıda da tesadüf edilmiştir. Evliya Çelebi Fatih'in «bir kaç göz tersane ve bir Camii Şerif ve Kaptan Paşalar için bir Divanhane» yaptırdığını yazıyor (26).
Bütün bu yeni strüktürleşmenin ortasında İstanbul'a daha 15. Yüzyıl sonunda İslâmî bir çehre kazandıran dinî yapılar ve onlarla beraber yapılan mektep, medrese, hamam gibi vakıf yapıları sayısı, Ayverdi'nin verdiği listeye göre 300 ü bulmuştur. Bunlar yerleşmeler gibi Haliç sırtlarında yoğunlaşıyorlar. Dinî eylemler etrafında gelişen bu yapıcılığın, geniş amaçlı bir sosyal kompleks olan Fatih Külliyesinde, İslâm dünyasında o zamana kadar görülmemiş bir anıtsal kompozisyon fikrine ulaştığını görüyoruz. 1463-70 yılları arasında gerçekleştirilmiş olan bu yapı kompleksi, İstanbul'un bundan sonraki gelişmesinde şehre kendine özgü bir anıtsal nitelik getiren külliyeler dizisinin ilk halkasıdır. Gerek kendi içinde ve çevresinde yarattığı şehir içi özellikleriyle, gerek şehir silûetine kattığı ağırlıkla ve nihayet yoğun toplumsal eylemlere sahne olan karakteriyle İstanbul'un bir Türk şehri olarak kimlik kazanması Fatih kompleksiyle başlamıştır. İlk defa burada İstanbul silûetine karakter kazandıran, büyük boyutlu ve kubbelerle örtülü yapılar topluluğu, şehrin yüksek noktalarından birine, dördüncü tepeye yerleşiyordu. Yapının oturduğu yerin seçilmesinin, kanımca, yine sembolik bir anlamı vardır. Fatih'in Camisi ve Türbesi, Konstantin'in kurduğu Apostolion Martiryon'unun yerinde kurulmuştu. Konstantinopolis'in kurucusunun yaptırdığı kilise ve mezarın yerinde şimdi İstanbul'un kurucusunun camisi ve mezarı bulunuyordu. Bu seçimde böyle bir sembolizmle beraber, İstanbul' dan Edirne'ye çıkan yolun üzerinde olma, şehrin eski merkezinden uzak olan bu bölgede yeni yerleşmeleri teşvik gibi fikirler de etkili olmuş olmalıdır. Bine yakın mensubu ve çevresindeki çarşılarla, şehrin bundan sonraki gelişmesinde etkili olacak yeni bir ağırlık merkezi böylece yaratılmış oluyordu.
Yukarıda sözü edilen bütün bu yeni gelişmelere rağmen İstanbul'un arazisinin fonksiyonlarına göre bölünmesi açısından, bir eksik tarafı kalıyordu. Padişah sarayının, yani idarî merkezin, gelişmekte devam eden bir şehrin ortasında bulunması oldukça elverişsizdi. Bu her bakımdan emniyetsiz bir durumdu. Nitekim Türklerden önce, Büyük Konstantin'den itibaren büyük sarayların, yarımadanın burnuna yakın ve sahille bağlantılı bir bölgede yerleştiklerini biliyoruz. Üstelik başkentin en büyük camisi Ayasofya olarak tescil edilmişti. Bu nedenlerle Fatih'in 1462 den itibaren, şimdiki Topkapı Sarayını yaptırmağa başladığını ve sarayın özel bir surla çevrilerek, ilk kurulan şehrin Akropolü üzerinde, Haliç, Boğaziçi, Üsküdar ve Marmara'ya hâkim en güzel sit'e yerleştiğini görüyoruz. Bu surun içine, en ünlüsü 1472 de biten Çinili Köşk olan, muhtelif yapılar yapılmıştır. Saray surunun dış kapısı olan Bab-ı Hümayun 1478 de tamamlanmıştır. Bundan sonra, Beyazıt'taki saray Eski Saray (Saray-ı Atik), bu da Yeni Saray (Saray-ı Cedid) olarak adlandırılacaklardır.
Fatih devrindeki bu gelişmeye dikkat edilecek olursa şehrin idarî, ticarî bölgeleri, doğrudan doğruya topoğrafik verilerin sonuçları olarak Eski Bizans şehrinin idarî ve ticarî bölgeleri üzerine veya yanına kurulmuştur. Büyük yol akslarının da değişmemesi, yine arazi topoğrafyasının doğal bir sonucu olarak gösterilebilir. Surlar dışında gelişme eğilimi bu devirde ortaya çıkmakla beraber, bu henüz cesaretsizdi. En önemli sur dışı gelişmesi Eyüp'tü. Anadolu'dan gelen Türklerin yerleştikleri Üsküdar'da, Rum Mehmet Paşanın 1470 de büyücek bir cami yaptırdığını görüyoruz. Her halde bu ilk yerleşme Şemsipaşanın arkasındaki yamaçlarda toplanıyordu. Ayverdi burada Fatih vakfiyesinde bahsedilen üç mahallenin varlığına işaret ediyor (27). Boğaziçinde ilk toplu Türk mahalleleri ise Anadolu ve Rumelihisarı içinde veya aynındaki mahallelerdir. Yapılan bir mescitin varlığına bakarak Baltalimanında da bir yeni mahalle kurulduğu söylenebilir (28). Daha çok Rumeli kıyısında, küçük Rum köyleri bulunuyordu.
İ S T A N B U L ' U N 16. Y Ü Z Y I L
SONUNA
KADAR GELİŞMESİ
Arnold von Harff 1496-97 de İstanbul'u büyük bir şehir olarak tanımlar (29). II. Bayazıt'ın saltanatının ortalarında, yani yüzyılın dönümünde, şehir nüfusu 200.000 e yaklaşmış olmalıdır. İstanbul'da 15. Yüzyılın ikinci yarısında yapılmış cami ve mescitlerin şehir içindeki dağılışı ile nüfusun yerleşmesi arasında bir ilişki olduğu kabul edilecek olursa - ki böyle bir ilişki, ortalama bir fikir de verse, açık olarak mevcuttur- bugünkü bilgilerimize göre, nüfusun üçte birinden fazlasının, şehrin her devirde, en kalabalık olan bölgesine, yani Haliç'e bakan sırtlara yerleştiği hesaplanabilmektedir. Bu bölgede en büyük yoğunlaşmanın Fatih imareti çevresinde olduğu, yapılan mescitlerin üçte birinin bu yörede olmasından anlaşılmaktadır. Buna karşılık Marmara sahiline yerleşen Müslüman nüfus, nispeten daha azdır; yeni yerleşen nüfusun % 10-15'i arasında olmalıdır. Bu sahillerde Rumların ve Ermenilerin iskân edildiğini yukarıda belirtmiştik. Artan nüfusun diğer üçte biri Bizans'ın son zamanlarında tamamen boşalmış olan bölgeye, yani Aksaray'a, sur kaDiları ve özellikle Topkapı civarına ve Kocamustafapaşa'ya yerleşmiştir. Haliç kıyılarına yerleşenler bu nüfusun % 10 una yaklaşmaktadır. Özellikle Eyüp ve Balat'a yerleşildiği görülüyor. Boğaziçinde bu devirde büyük bir gelişme olmadığı biliniyor. Üsküdar'da da bir kaç yeni mahalle teşekkül etmiş olmalıdır. Galata'ya yerleşen Müslüman sayısı artmış ve Galata surları dışında yapılan mes-
C&VS'TJOV T i9V O
OV/
Sz
'r^Ajittril
fi c •JJ
^Tif'
s. fer**
jturtA rtf SiÇ)
T porfi
g-
Sc/rfim
K IfpefnOıC,,^
İ ÎL
W. Dilich
- 16. Yüzyıl
sonlarında
16. Yüzyıl başında şehir içinin karakterini etkileyen ve şehir silûetine yeni bir not daha ekleyen Beyazıt külliyesi yapılmıştı. Fatih külliyesinin yapılmasından sonra, Forum Tauri üzerine bu yeni külliyenin inşasıyla, Konstantinopolis ile İstanbul'u ayıran en büyük strüktürel özelliklerden biri belirgin olarak ortaya çıkmış olmaktadır. Bizans şehrinin anıt sal aksı, esas itibariyle Beyazıt'tan sonra Marmara sahiline paralel olarak, büyük forumlar dizisinden geçiyordu. Türklerin İstanbul'unun anıtsal gelişmesi, Beyazıt Edirnekapı yolu üzerinde Haliç'e paralel bir aks yaratmıştır. Nitekim 16. Yüzyıl ortasında önce Şehzade külliyesi, bir süre sonra topoğrafik ve boyutsal nedenlerle, bu aksın biraz dışında kalan Süleymaniye külliyesi bu yeni strüktürün eğilimini göstermektedir. Bu noktada Hıristiyan Bizans ile Müslüman İstanbul arasındaki toplumsal farkları da hatırlamak faydalıdır. İslâm şehrinde forum yoktur. Hal-
32
kın toplandığı büyük meydan yoktur. «Social intercourse» cami ve çevresinde cereyan eder. Bir bakıma büyük külliyeler eski şeh rin forumlarının yerini almaktadır. Bu gözlem üzerinde özellikle durmak gerekir. Genellikle İslâm şehrinde meydan olmaması sorunu çok işlenmiştir. Oysa Fatih camisi ve avlusu, veya Beyazıt külliyesi ve çevresi, Süleymaniye ve Şehzade külliyelerinin kapladıkları alanları toplanacak olursa, bunların toplam olarak Eski Konstantinopolis içindeki meydanların alanlarından daha fazla olduğu görülecektir.
Şehrin ticaret bölgesi II. Beyazıt devrinde yine Sirkeci ile Unkapanı arasında olmak üzere daha da gelişmiştir. Çarşı, Yeni ve Eski Bedesten etrafında loncaların faaliyetlerine göre ayrılmış çeşitli çarşılardan meydana gelmektedir. Fatih civarında kurulmuş olan çarşıdan başka, gelişmekte olan bu semtte yeni çarşı ve pazar yerlerinin meydana çıktığı görülüyor. Şehrin esas ticaret yolu yine denizdir. Haliç iskeleleri birbirlerinden farklı nitelikte malların kabulüne göre fonksiyonel bir görevlendirmeye tabî tutulmuştur. Bu-
Jmm
f H'fJ»^» Girrivgıtı
İstanbul.
çitlere bakılacak olursa, II. Beyazıt'ın Galatasaray'ında Acemioğlan ocağını açmasından sonra Kasımpaşa'ya bakan sırtlarda bir iki yeni mahalle kurulmuştur.
7un-
ç* C
nun yanısıra Bizans'ın son çağlarında görülmeyen yeni bir iç ulaşım gelişmesi ortaya çıkmış bulunmaktadır. İstanbul artık kara yolu ile de beslenmeye başlanmıştır. Edirnekapı ve Topkapı, Trakya'dan gelen malların giriş noktalarıdır. Nitekim Karagümrüğü de Edirnekapı yakınında kurulacaktır. Şüphesiz bu yeni yolların ortaya çıkmasıyla beraber giriş noktalarında pazar yerleri, hanlar gibi yeni ticarî eylem merkezleri de gelişmeye başlamıştır.
Matrakçı Nasuh, Kanuni'nin ilk İran seferine ait Mecmua-i Menazil'inde Şehzade külliyesinin yapılmasından önceki İstanbul'a ait bir minyatür yapmıştır (30). Bu minyatürden şehrin yol dokusu hakkında bir bilgi edinmek kabil değilse de, şehre karakter veren büyük yapı kompleksleri ve şehrin gelişmesi hakkında fikir sahibi olunmaktadır. O sırada şehrin en büyük anıtları Ayasofya, Beyazıt ve Fatih camileri ve çevrelerindeki yapılardır. İk: büyük saray, çevrelerindeki surlar veya duvarlarla şehir dokusundan ayrılmaktadır. Eski Sarayla Ayasofya arası - ki normal bir planda Beyazıt-Ayasofya hattı ile Haliç ara-
J
19. Yüzyıl
başı;
Sarayburnu.
sına tekabül etmektedir - çarşıları ifade eden arkat dizileriyle doldurulmuştur. Anlaşıldığını, göre Bedestenler dışında, bütün bu çarşılar ahşap ve genellikle tek katlı dükkânlardan meydana geliyordu. Nitekim yabancı seyyahların deskripsiyonlarından da ayni sonuç çokmaktadır. O sırada Atmeydanı'nın, bir yüz yıl sonraki görünüşünden farklı olarak, saraylarla çevrili olduğu görülüyor. Hipodromun Marmara yönündeki arkadları kısmen durmaktadır. Marmara limanları içinde, Kadırga limanın bir süre tersane olarak kullanıldığından sözeden belgelerin doğru olduğu bu minyatürde daha katî olarak belirmektedir. Langa bostanlarının etrafında da eski duvarların henüz durduğu görülmektedir. Aynı şekilde Kasımpaşa ve gemi tezgâhları, Tophane gösterilmiştir. Galata dışında herhangi bir yerleşme belirtilmemiştir. Kanunî devri ve onu takip eden 16. Yüzyıl padişahları zamanında ve nihayet Birinci Ahmet'in büyük Sultan Ahmet Camisi ile İstanbul'da, sur içinin ana çizgileri katî olarak tesbit edilmiş ve ondan sonra da 19. Yüzyıla kadar fazla değişmemiştir. Haliç'e bakan tepeler çizgisi üzerinde, önce Kanunî'nin İlk saltanat yıllarında bitirilen Sultan Selim Camisi (1522), sonra Şehzade Külliyesi (154448) ve daha sonra da Süleymaniye Külliyesi (1550-1557) yerleşmiştir. Yüzyılın ikinci yarısında bu anıtsal çizginin hemen arkasında, ona paralel olarak, ve adeta siluetteki boşlukları dolduracak şekilde, Edirnekapı'da Mihrlmah Külliyesiyle başlayan orta boy camiler ve onların çevresinde yüzlerce mesçit, Beyazıt-Edirnekapı aksını biçimlendiriyor. Anıtsal
gelişmenin, şehrin bu yönündeki son halkası olan Yenicami yüzyıl sonunda tasarlanmış, fakat bilindiği gibi ancak 1663 de tamamlanabilmiştir.
Haliç'e bakan bu yamaçların ve ona bitişik olan tepeler hattının bundan önceki yüzyılda olduğu gibi en büyük yapı ve nüfus yoğunluğuna sahip olduğu görülüyor. Tarihi bilinen dinî yapıların yüzde otuzu bu bölgede yapılmıştır. Bu nüfusun özellikle Edirnekapı-Sultanselim-Fatih arasını doldurduğu söylenebilir. Yedinci tepe, Bayrampaşa vadisi sırtlarının Aksaray'a kadar dolmağa başlaması bu devirde başlamıştır. Nitekim yine tarihi bilinen mescit ve camilerin yüzde 21 inin eskiden çok boş olan bu bölgeye yapıldığını, özellikle Çapa'dan itibaren Topkapı çevresinin ve daha sonra da Kocamustafapaşa'nın iskân edildiğini görüyoruz. Marmara sahillerindeki yapı eylemi geçen yüzyıldaki gibi, daha azdır. Aşağı yukarı aynı oranı muhafaza etmektedir. Şehrin nüfusunun Kanunî'nin saltanatı sonunda yarım milyona yaklaştığı tahmin edilmektedir (31). Buna o sıralarda büyük bir gelişme gösteren Haliç, Boğaz sahilleri ve Üsküdar da dahildir. Eğer, yine yapılan cami, mesçit ve çeşme sayılarıyla yaklaşık bir tahminde bulunmak gerekirse, İstanbul nüfusunun % 30-40 oranında bir kısmı surlar dışında yerleşmiş bulunuyordu. En yoğun sur dışı yerleşme bölgesi, Galata göz önüne alınmazsa, Haliç'in batısında Eyüp, karşıyakada ise Kasımpaşa İdi. Kanunî devrinde Eyüp'e bir çok cami ve medreseler yapılmış, sahiller saraylarla dolmağa başlamıştır. Muh-
temelen Kâğıthane o sıralarda bir mesire yeri olmuştu. Galata surlarının dışında, Kanunî tarafından genişletilen Galatasaray'ının arkasında, Marmaraya bakan yamaçlarda yabancı elçilikler yerleşmeğe bşlamıştı. Hatta Venedik Balyozu Gritti'nin konağının bugünkü Taksim bahçesinde olduğunu Mordtmann tahmin etmektedir (32). Galatasaray'dan Haliç'e doğru Pera'nın Azapkapı'ya ve Kasımpaşa'ya inen sırtlarında bir iki mahalle kurulmuştur. Azapkapı'da Sokullu'nun yaptırdığı cami çevresindeki mahalleler Galata surları dışında Kasımpaşa'ya doğru taşmış olmalıdır. Bununla beraber burada başlayan gelişmenin 19. Yüzyıla kadar çok fazla büyümediğini hatırlatmak yerinde olur. Piyale Paşa Külliyesinin, Kasımpaşa deresi vadisinin çok içerilerine yapılması ve camiye kadar gelen bir kanal açılmasıyla burada Piyale mahallesi teşekkül etmiş, tersane faaliyetine paralel olarak, Kasımpaşa nüfusu çok artmıştır (33). Haliç'in daha içerisine doğru Pirî Paşa mahallesi o sırada kuruluyor. Haliç'in doğu sahilinin karakteristik elemanı o devirden beri Tersane olmuştur. Surlar İçinde bulunan tersane alanının, Barbaros devrinde Azapkapısından Hasköy'e kadar uzandığı tahmin ediliyor (34). Hasköy'de küçük bir Yahudi iskân bölgesi bulunuyordu. Kasımpaşa'nın arkasındaki sırtlar bağlık, bostanlık ve mesire yeri İdiler.
Boğaz sahilinde yerleşmenin, esas itibariyle Kanunî devrinde başladığı kabul edilebilir. Fatih'in kurduğu Tophane, Kanunî tarafından büyütülmüş, etrafına duvar çektirilmiş ve yeni kışlalar yaptırılmıştı. Bu Tophane çevrerinde Evliya'nın zamanına kadar yeşillikler olduğu ve adeta bir mesireye benzediği görülüyor. Bununla beraber Galata surları dışından Boğazkesen'e kadar yeni mahalleler teşekkül etmeğe başlamıştır (35). Tophane ile Fındıklı arasındaki bölge yüzyıl ortalarında bağlık ve bahçeli kidi. Yüzyılın ikinci yarısında sahile yalılar yapılmağa başlanmıştı ve en önemlisi 1565/66 tarihli Molla Çelebi Camisi olan dört beş mescit etrafında bir iki mahalle teşekkül etmiştir (36). Kabataş'la Beşiktaş arası boştur. Beşiktaş, Boğazın Rumeli sahilinde en büyük mahalledir (37). Şüphesiz bunu, şehiriçi ulaşımındaki rolüne borçludur. Rumeliden Anadoluya geçen trafiğin başlangıç iskelesi burasıydı. Sefere çıkan donanma da burada toplanırdı. Genellikle Kaptanpaşaların sahil sarayları burada bulunmaktaydı. Barbaros'un türbesi ve Sinan Paşanın Camisi de, bu nedenle burada inşa edilmiştir. Şüphesiz o devirde ve daha sonra buradaki yerleşmelerin şehir içi gibi yoğun değil, fakat bağlar, bahçeler İçinde, Evliya'nın 17. Yüzyıl için anlattığı şekilde olduğunu düşünmek gerekir. Sonraki devirlerin ünlü Beşiktaş saraylarının ilk çekirdeği, bu sahilde II. Selim tarafından yaptırılan bir Kasır olmalıdır. Boğazın her iki yakasında da bazı köyler etrafında iskânın yoğunlaştığı anlaşılıyor. Bunu teşvik eden nedenlerden birisi, padişahların ve devlet büyüklerinin bu sahillerde yaptırdıkları saray ve kasırlar ve büyük bahçeler idi. Kanunî devrinde Çengelköyü'nde, Kuleli mevkiinde bir saray, Kandllli'de III. Murat devrinde bir kaç tane kasır, Çubuklu civarında bahçeler İçinde Kanunî devrinde yaptırılmış bir kasır, olduğunu biliyoruz. Beykoz'daki Hasbahçe veya Bahçe-i Aml-
33
19. Yüzyıl
19. Yüzyıl
başı;
başı;
Bu devirden itibaren Üsküdar şehrin en önemli semtlerinden biridir. Yine yapılan mescit ve cami yoğunluğuna bakılarak, şehrin nüfusunun onda birinin burada oturduğu İleri sürülebilir. Yüzyılın sonunda yamaçlara doğru yapılan Eski Valide külliyesi, Üsküdar'ın o yönde son zamanlara kadar değişmeyen sınırını tesbit eder. Üsküdar daha bu yüzyılda, Doğancılar-Tunusbağı çizgisine kadar dağınık olarak yayılmış olmalıdır. Salacak'ta sahilsaraylar vardır. Selimiye'de ise büyük Kavaksarayı kompleksi bulunmaktadır. Yüzyılın ortasında bu bölgenin anıtsal görünüşünün en önemli elemanlarından biri olan iskele camisi, Mihrimah Sultan tarafından yaptırılmıştır. Bu devirde Kadıköy'de herhangi bir gelişme olmamıştır. Fener yolunda yaptırılan bir mescide bakarak Fenerbahçe'deki Hasbahçe civarında bir küçük mahalle teşekkül etmiş olduğu bir ihtimal olarak ileri sürülebilir.
Liman.
Beşiktaş
Sarayı.
re, II. Beyazıt zamanından beri vardır. Burada yine III. Murat zamanında, iskender Paşanın bir kasır yaptırdığını biliyoruz (38). Boğazın Anadolu yakasındaki köylerin bazıları, çokluk gayrimüslimler tarafından İskân edilmişti. Kuzguncuk, Çengelköy oldukça geniş köylerdi. Anadoluhlsar çevresinde bir mahalle ve Kanlıca'da 16. Yüzyılda büyük bir gelişme görülüyor. Boğazın Rumeli yakasında Ortaköy, Arnavutköy, Bebek ve istlnye Rum köyleridir. Baltalimanı'nda bir Türk mahallesinin Fatih devrinde kurulmuş olduğunu belirtmiştik. Istinye'ye 16. Yüzyılda bir mescit yapılmış ve Türkler de yerleşmeğe başlamışlardır. Evliya, Yeniköy'ün Kanunî'nin emri ile kurulmuş olduğu İçin bu adı taşıdığını yazar. Bu sahilde I. Selim zamanında içine bir kasır yapılmış olan Bebek Bahçesi, II.
19. Yüzyıl
başı;
Sütlüce,
Haltcıoğlu
ve
Selim zamanında yapılmış olan Büyükdere Bahçesi ve Emirgân'da Münşeat sahibi Feridun beyin bahçeleri bulunuyordu (39). Genel olarak Boğaz bu yüzyılda şehrin yaşantısının bir parçası sayılamaz. Beşiktaş, yeni gelişmelerin, Boğaz yönünde, şehirle sıkı ilişkisi olan son noktasıdır. Bununla beraber Boğaza işleyen vakıf peremeler veya kayıklar olduğunu gösteren kayıtlar vardır. Bu Boğaz ulaşımının başlangıcı sayılabilir: O sırada çok önemsizdir, istanbul'la Üsküdar arasında ise muntazam kayık seferi yapılmağa başlandığını 1565 tarihli bir belgeden öğreniyoruz. Üsküdar'a tahsis edilen hassa peremesi sadece iki tanedir. Şüphesiz özel pereme ve kayıklar da olmuş olmalıdır. Nitekim daha 16. Yüzyılda kayıkla dolmuşçuluk yapıldığı anlaşılmaktadır (40).
ötesi.
istanbul'un 16. Yüzyıldaki en önemli sorunları, artan nüfusun beslenmesi ve suyunun temin edilmesi olmuştur. Anlaşıldığına göre, bu özellik şehrin bütün tarihi boyunca aynı kalrniştır. Şehre gelen nüfusu kontrol etmek, hatta geri göndermek için tedbirler düşünmek, bu sırada ortaya çıkıyor. Kanunî devrinin en önemli başarılarından biri, şehrin su İhtiyacını karşılamak için yapılan büyük çalışmalardır. Fatih, II. Beyazıt ve I. Selim zamanında şehirde sadece Halkalı suları bulunmaktaydı. Genellikle istanbul'da Kırkçeşme sularının Kanunî devrinde getirilmiş olduğu fikri, bilim çevrelerine hakimdir. Fakat Osman Ergin'ln belirttiği gibi, Fatih'in vakfiyelerinden birinde Kırkçeşme adının bulunması ve Kanunî devrinde getirilen ve Cevamii Şerife suları adı verilen tesislerden önce Kırkçeşme sularının varlığını gösteren bir kayıt olması (41) vc Evliya'nın, ilk Kırkçeşme sularının Bizans çağından kalmış fakat Kanunî devrinde bunların harap olmuş olduğunu yazması gibi belirtilerle, Kırkçeşme su yollarının hiç olmazsa, bir oranda daha eski Bizans yeraltı suyollarından istifade etmiş olduğu kabul edilebilir. Evliya «yedi yılda 3700 kemer inşa edilerek» Atpazarı kurbünde «Yanko'nun Kırkçeşme kemerleri üzre geçmek...» diye ifade ediyor (42). Belgrad ormanlarında toplanan ve şehrin en büyük su şebekesi olan bu sular, Eğrikapı civarında muhtelif kollara dağılarak, surların bir ucunda Yedikule'ye, öbüı tarafta Topkapı sarayına kadar her köşeye su yetiştirmiştir. Bu arada Halkalı suları da, Valens (Bozdoğan) kemeriyle olduğu kadar, yeni yapılan yollarla, külliyelere ve yani yapılan mahallelere dağıtılmaktaydı (43).
1550 yıllarında vaki olan büyük bir susuzluktan sonra yeni su yollarının genişletilmesi büyük önem kazanmış ve Sinan'ın biyografisinde iftihar ettiği tesisler, ancak Kanunî saltanatının sonlarında bitmiştir. Bu sıralarda Rüstempaşa'nın padişaha, yeni su tesisleri yaptığı takdirde şehir nüfusunun daha da artacağını hatırlattığı rivayet edilir.
-»Vı.i-st'v'
34
16. Yüzyıl istanbul'u o sırada gelen seyyahların anlattıkları gibi, dış görünüşüyle dünyanın en anıtsal yerleşmelerinden biriydi. Muhtemelen Avrupa ve Akdeniz ülkelerindeki en kalabalık şehirdi. Şehrin henüz sağlam olan surları, Yedikule, ayrı bir şehir olarak yine surlar içinde Galata, muazzam bir liman, her yönden silüete hakim yüzlerce, binlerce, her
19. Yüzyıl
başı;
Tophane
sırtlarından
boy kubbe ve minare bütün yabancıları kuvvetle etkilemiştir. Melchior Lorinchs ve Dllich'in panoramaları bu güçlü silûetin karakterini özellikle belirtmek üzere çizilmiş sayılabilir (44). Buna karşılık ınülıim bir gözlemci olan Stephan Gerlach (1573-78), Michail Heberer (1588) ve nihayet 1614-15 arasında İstanbul'dan geçen ünlü seyyah Pistro della Valle'nin belirttikleri gibi, şehiriçi, Batılı gözlemciler için hayal kırıcı idi. Şehirde bir tek düz yol, Ayasofya-Beyazıt yolu idi. Bütün yollar eğri büğrü, dar ve pis idi (45). Yolların darlığı hakkındaki bu gözlemleri yerli kaynaklar da doğrulamaktadır. Nitekim Fatma Sultanın nikâhı için yapılan büyük gümüş «nâkil» ler, Darphaneden eski saraya taşınırken, yani eski Teodosyus forumunun bulunduğu alanda, yolların darlığından dolayı, bunların geçebilmesi için evlerin cumba ve saçakları yıktırılmıştı (46). Halkın oturduğu evlerin gösterişsiz, moloz taş veya bir çeşit hımış sistemiyle yapıldığı ve ekseriya tek, en çok iki katlı olduğu anlaşılıyor. Daha zengin olanların taş veya altı taş, üstü ahşap konakları vardı. Büyük sarayların şehir içinde olanları taş malzeme ile inşa ediliyorlardı. Büyük bir kısmının duvarlarla çevrili ve bahçeler içinde olduğunu kabul etmek gerekir. Çarşıdaki han ve dükkânların konstrükslyonuna 16. Yüzyılda ahşap hakimdi. Konut mimarisinde, zamanımıza yaklaştıkça, daha çok Anadolu'daki hımış sistemine benzeyen bir yapı tekniğinden ahşaba doğru eğilimin arttığı anlaşılıyor. Bu eğilimin Rumeli'den gelmiş bir etkiyle ortaya çıtkığı hipotez olarak ileri sürülebilir. Bunun sonucu 17. Yüzyılın sonundaki büyük yangınlardır. Fakat zamanımıza gelene kadar ahşap inşaat eğiliminin önüne geçmek kabil olmamıştır. Şehirde, surlar içinde, gelen yabancılara büyük yeşillikler ve bahçeler olduğu kanısını veren boşluklar vardı. Bu kısmen bahçeli ev dokusuna bağlı olmakla beraber, Bayrampaşa vadisi, Langa gibi semtlerin hiçbir zaman yoğun olarak iskân edilmedikleri görülmektedir.
17. Y Ü Z Y I L D A
İSTANBUL
Onyedinci yüzyıl istanbul'unun ayrıntılı bir etüdü, R. Mantran tarafından yapılmıştır (47). Bu bölümdeki şehrin sosyal ve fiziksel yapısının açıklanmasında Mantran'ın vardığı sonuçlardan istifade edilmiştir. Bu yüzyılda şehir yine büyümekte ve kalabalıklaşmakta devam etmiştir. Fakat anıtsal yapı yoğunluğunu geçmiş yüzyılla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük bir duraklama olduğunu görmek kabil oluyor. Yüzyıl başında Sultanahmet ve ikinci yarısında, 1596 da başlanılıp yarıda kalmış olan Yenicami, bu ölçüde yapılan son hamlelerdir. Şehrin fizyonomisine büyük katkıları olan bu iki caminin dışında, Divanyolu üzerinde ve Beyazıt-Fatih arasında, yüzyılın ikinci yarısında Sadrazamlar tarafından yaptırılan cami ve medreseler şehrin bu en önemli aksını değerlendiriyorlar. Yüzyıl İçinde vuku bulan sayısız ve çok büyük ölçüdeki yangınlara rağmen dinî yapı inşaatı geçen yüzyılın üçte birini bile bulmamaktadır; bunların da sur dışına, Haliç'e, Boğaz sahillerine ve Üsküdar'a kaydığını görüyoruz. Şehir içinde hâlâ büyük boşluklar, yeşillikler olduğunu gelen seyyahlardan ve Evliya'dan öğreniyoruz. Evliya surlar içindeki bir çok mesire İsimlerini saymaktadır. Şüphesiz bu devamlı boşlukların sebeplerinden biri, çok sık vuku bulan yangınlardan sonra, bütün alanların hemen yapı ile dolmamış olmasıdır; diğer bir sebep halkın yavaş yavaş sahiller boyunca sur dışına yerleşme eğiliminde olmalıdır. Bu devirde şehir nüfusunu tahmin etmek için elimizde yeterli bir belge yoktur. 1638 de yapılmış bir sayıma dayandığını söyleyen Evliya, şehirde 262.000 lonca mensubu saymaktadır. Mantran, 1690-91 tarihli iki belgeden Müslüman olmayanların oturduğu 68.000 hane olduğunu ve buna göre gayrimüslimlerin 250.000-300.000 civarında olabileceğini tahmin ediyor; 16. Yüzyılda Sinan Paşanın doktoru olan Christobal de Villanon' un verdiği % 42,3, ve Ömer Lûtfi Barkan'ın 1520-1535 arasında yapılan tahrirlere dayana-
rak verdiği % 47,7 gayrimüslim oranlarını bu sayıya tatbik ederek şehir nüfusunun çevresiyle beraber 700.000-800.000 arasında olabileceğini söylüyor (48). Bu sayıda bir nüfus içinde Evliya'nın verdiği lonca mensubu sayısının, abartmalı da olsa, bir anlam ifade ettiği kanısındadır. Bu nüfus tahminleri çok büyük yaklaşık değerler arasında oynayabilir. Münir Aktepe, bir etüdünde İstanbul nüfusunun 17. ve 18. yüzyıllar boyunca mütemadiyen arttığını ve bunu engellemek için düşünülen tedbirleri gösteren bilgileri yayınlamıştır (49). Eğer bu artış gerçek olsaydı, İstanbul nüfusunun 18. Yüzyıl başında 1.000.000 a ulaşması gerekirdi. Gerçi 17. Yüzyılda Anadolu'nun, Celâlî isyanlariyle tamamen emniyetsiz bir hale gelmesi ve Avrupa'da İmparatorluk sınırlarının eskisi gibi emin olmaması başkente bir göç eğilimi doğurmuşsa da (örneğin Polonyalı Simenon, İstanbul'daki Ermeni sayısının az olduğunu, fakat bu isyanlardan dolayı yüzyılın birinci çeyreğinde 40.000 Ermeninin İstanbul'a sığınmış olduğunu söyler (50), bunun bu yoğunlukta olmadığı muhakkaktır. İstanbul'un beslenme imkânları hiç bir zaman bu miktar insanı besleyecek kadar olmamıştır. Şehrin çok daha büyüdüğü ve sur içinin yoğunluk bakımından bu devirden daha az kalabalık olmadığı 19. Yüzyıl sonunda şehrin nüfusu 900.000 i hiçbir zaman geçmemiştir. istanbul'a göçü durdurmak için alınan tedbirler, kanımızca, nüfusun mütemadiyen artmasından değil, fakat ekonomik durumun, bazan şehrin 1/5 veya 1/3 ünü yaktığı söylenen devasa yangınların devamlı konut buhranı yaratmış ve anarşiyi arttırmış olmasındandır.
17. Yüzyılda Haliç'te yerleşme alanları büyüyor. Eyüp bir şehir haline gelmiştir. Ve surlara yaklaşmıştır. Kasımpaşa büyümekte devam etmiş, Hasköy, Pirî Paşa, Sütlüce semtleri birbirleriyle yakınlaşarak, tepelere tırmanmamakla beraber, Haliç'in doğu sahiline yayılmışlardır (51). Yedikule dışında Türklerin oturduğu büyük bir dış mahalle meydana gelmiştir. Galata bu yüzyılda Türklerle de meskûn olmağa başlamış, ve geçen yüzyılda surlar dışında, Tünelle Galatasaray'ın Marmara yakasına doğru olan gelişme daha da artmıştır. Fransız Sefareti buraya 1581 yılında yapılmıştı. 1628 de yine Fransızlar «St. Louis des Français» kilisesini inşa etme iznini almışlardır. Bizanslıların Sirkeci ve Haliç sahillerine yerleşme müsaadesi verdiği Latinler, Türkler geldikten sonra faaliyet merkezlerini Galatasaray'a taşımışlardı. Bunlar, 17. Yüzyılda Beyoğlu'nda yerleşmeğe başlamışlardır. Bununla beraber bu henüz bir başlangıçtır. 1700 de sadece Tünel-Galatasaray arasındaki caddenin olduğu ve bu bölgenin batısında mezarlıklar ve doğusunda bostanlar bulunduğu biliniyor (52). Üsküdar bundan önceki yüzyılda vardığı sınırlar içinde yoğunlaşmağa devam etmiş olmalıdır. 17. Yüzyılda burada yapılan en önemli yapı Kösem Sultan'ın 1640 da inşa ettirdiği Çinili Camidir. Yabancı seyyahlar Üsküdar'a ayrı bir şehir olarak bakmışlardır. Doğudan gelen karayolunun bittiği bu noktada, 16. Yüzyıldan İtibaren, daha çok misafir etme ve depolama fonksiyonu olan bir ticaret bölgesi gelişmişti. Evliya, 11 han ve 2060 dükkân bulunduğunu, Mihrimah ve Orta Valide kervansaraylarının 100 er odalı veya ocaklı olduğunu yazar.
35
Gurlitt
- 16. Yüzyıl
sonlarında
İstanbul.
Boğaz sahillerinde Tophane'yi, Evliya 100 mahalleli ve 7 camili büyük bir semt olarak tanıtır. Bu sahilde Fındıklı'ya kadar boydan boya yalılar vardır. Tophane'den sonra, Salı günleri pazar kurulduğu için Salıpazarı adını alan semtte, Cihangir'le Fındıklı arasında büyük bir çarşı alanı bulunmaktadır (53). Dördüncü Mehmet devrinde Beşiktaş Sarayı gittikçe büyüyerek önemli bir kompleks halini almıştır. Boğaziçinin diğer köylerinde Padişahlara ve Devlet büyüklerine ait bahçe ve yalılar artmış olmakla beraber ekseri köylerde Rumlar sayıca fazladır. Türklerle meskûn olan veya Türklerin çokluk olduğu köyler, Anadolu ve Rumelihisarları, Kanlıca, Beykoz, Anadolu ve Rumelikavakları ve Yeniköy'dür. Ya-
36
hudiler, Kuruçeşme ve Kuzguncuk'ta ve Or' taköy'de; Rumlar, Çengelköy, Arnavutköy ve Istinye'nin kuzeyindeki köylerde çoğunluktadır (54). Boğaz o sırada sahilde toplanmış küçük köyler dışında doğal görünüşünü ve yeşilliğini tamamen korumakta idi. Burada sebze ve meyvacılıkla geçinilmekte, bazı köyler de balıkçılık yapmaktadırlar. Bu yüzyılda «Boğaziçi Uygarlığı» diye nitelenen bir konutsal yerleşme düzeni - ki bu 19. Yüzyılda da devam etmiş sayılabilir- kurulmağa başlanmıştır. Büyük ve zengin ailelerin yazlık evleri şeklinde ortaya çıkan yalılar, tamamen aristokratik, fakat su ile konut arasındaki ilişki bakımından eşsiz bir çevre yaratmağa koyulmuşlardır.
İstanbul'un sur içini bırakarak denizin kıyıları boyunca bu şekilde genişlemeğe başlaması, şüphesiz deniz ulaşmasını da şehir için önemli bir faktör haline getirmiş oluyordu. Nitekim 1680 tarihli bir belgede, limanda 1444 kayık ve pereme olduğu görülüyor. Evliya, 15000 kayıkçı ve peremeci olduğunu yazar. Devlet, kayık seferlerini elinden geldiği kadar kontrol etmeğe uğraşmıştır. İskelelerin tamirini 16. Yüzyıldan itibaren devlet yapıyordu. Kayıkçı ve peremeciler belli iskelelere bağlı idiler. Belli sayıda kişi ve ücret almak zorunda idiler. Şüphesiz uygulama bu esaslardan çok farklı cereyan ediyor, bu yüzden her seferinde yeni kararlar ve cezaî hükümler alınmak zorunda kalınıyordu (55). Bl-
zans çağında şehir sularla çevrili, fakat günlük eylemleri karada geçen bir yaşantıya sahipti. 17. Yüzyıldan itibaren deniz yolu şehirli yaşantısının önemli bir faktörü haline gelmeğe başlamıştır.
istanbul'un bir Türk-İslâm yaşama çevresi olarak tamamen şekillendiği ve modern çağa gelene kadar olan gelişmeler yönünün artık belirgin hale geldiği bu yüzyılda şehrin fonksiyonel bölünmesi aşağı yukarı tespit olmuş durumdadır. Konut bölgelerinin dağılışı yukarıdaki açıklamalarda belirtilmiştir, istanbul'da yaşayan farklı cemaatlerin bölgelerdeki yoğunluğunu Mantran göstermiştir (56). Şehir nüfusu % 40 oranında müslüman olmayanlardan meydana geliyordu. Müslüman olmayanların başında şüphesiz Rumlar gelmektedir. Bunlar genellikle, istanbul'un eski sekenesi değildir. Bilindiği gibi fetihten sonra şehirdeki Rumlar, çokluk Rumeli şehirlerine sürülmüştü. Buna karşılık Adalardan ve Anadoludan Rumlar getirilip yerleştirilmişti. Bu Rum ahali Haliç ve Marmara sahillerine dağılmıştır. Haliç'te Fener'le Cibali arasında (Rum Patrikliği 1601 den itibaren Fener'e yerleşmiştir.) Marmara sahilinde, Kumkapı ve Samatya'da Rum nüfus toplanmaktadır. Galata'da Rumlar çoğunluktadır. Kasımpaşa'da, Tophane ve Hasköy'de de büyük Rum grupları vardır. Yarımada içinde, deniz sahilinde olmayan ve Rumların oturduğu tek semt Mantran'a göre Topkapı'dır. Bunun dışında istanbul'un özellikle deniz kenarındaki bütün semtlerinde Rum mahallelerine tesadüf etmek kabildir. Şehirdeki ticarî faaliyet merkezleriyle ilişkisi bakımından Kasımpaşa, Galata ve Tophane'de yoğunlaşmış olmaları karakteristiktir. Evliya'nın etraflı olarak anlattığı gibi, denizcilik, balıkçılık ve bunlarla ilişkin olarak meyhanecilik gibi meslekler Rumların özellikle uzman oldukları alanlardı. Ege ve Akdeniz ticaretinin de Rumların elinde olduğunu ve iç ticarette çalışan ekseri gemi kaptanlarının Rum olduğunu Mantran belirtiyor. Diğer yoğun bir yerleşme bölgesi olan Fener, herhalde Patrikhanenin burada olmasına bağlı olarak Rumlarla meskûn olmuştur. Müslüman olmayan İkinci grup Ermenilerdlr. Fatih devrinden itibaren daha çok Marmara sahilinde yerleşmişlerdir. Ermeni Patrikliği 1641 yılına kadar Sulumanastır'da kalmış, ve bu tarihten sonra da Kumkapı'ya taşınmıştır. Samatya, Sulumanastır'dan Kumkapı'ya kadar bütün sahil boyunca Ermeni mahalleleri vardır. Bunun dışında Boğaz sahilinde Beşiktaş'la Kuruçeşme arasında ve karşı sahilde Üsküdar'da Ermeni mahalleleri bulunmaktadır. 17. Yüzyıl başında İstanbul'a Anadolu'dan kaçan Ermenilerin çok fazla olduğunu yukarıda belirtmiştik. Nitekim IV. Murat zamanında bunların yeniden yerlerine gönderilmesini emreden bir divan kaydı vardır (57). Yahudilerin Bizans çağında da, Slrkecl'den İtibaren Haliç sahilinde yerleşmiş olduğunu biliyoruz. Fatih vakfiyesinde, Haliç'te 17 Yahudi mahallesinin adı vardır. Bunlar Bahçekapı'dan Balat'a kadar uzanmaktadır. Çıfıt Kapısı denilen Bahçekapı da yoğun oldukları ve Yenicami yapılmağa başlanırken mahallelerin zorla istimlâk edildiği, 17. Yüzyıl İkinci yarısında cami tamamlanırken çevresinde yeni İstimlâkler yapılarak Yahudilerin buradan dışarı çıkarıldığı bilinmektedir. Fakat genel-
19. Yüzyıl
başı;
Küçüksu
ve
Anadoluhisarı.
likle yine sur içinde, Ayvansaray'dan Cibali'ye ve Haliç'in karşı sahilinde Hasköy'de, Galata'da ve Mumhane'de, Boğaz sahilinde de şehre ve birbirlerine yakın olan Üsküdar, Kuzguncuk, Ortaköy ve Beşiktaş'ta oturdukları Evliya ve Eremya Çelebi'nin verdikleri bilgilerden anlaşılmaktadır.
Eminönü Beyazıt arasında yerleşmişlerdir. Sürekli olarak büyük yangınların çıkması sonucunda bu yüzyıldan itibaren çarşı bölgesi ve yeni yapılan hanlar kârgir olarak inşa ediliyorlar. Bugün gördüğümüz Kapalıçarşı ve çevresindeki hanların fiziksel görüntüsü esas itibariyle bu yüzyıldan sonra teşekkül etmiştir.
Diğer azınlık grupları içinde en önemlisi Franklardır. Bunlar esas itibariyle Galata'nın yukarı mahallelerinde ve Galata surları dışında gelişmeye başlayan Perada yerleşmiş bulunuyorlardı. İstanbul'da Galata'da yerleştirilmiş bulunan az miktarda Endülüs'lü Arap ile, Çarşıda ve Üsküdar'da ticaretle meşgul olan küçük bir Iran'lı grupu da vardı (58). Görüldüğü gibi azınlık grupların yerleşme bölgeleri, şehrin sonraki gelişmesindeki yayılmalar göz önüne alınmazsa, İkinci Dünya Savaşına kadar, hatta kısmen bugüne kadar ayni kalmıştır.
Buraya kadar anlatılanlar İstanbul'un Klâsik Osmanlı Çağının sonunda, devletin politik ve askerî başarısızlıklarının, değişik kültürel eğilimler yaratmasından önceki durumunu ortaya koymaktadır. Şehrin dış şekillenmesi sosyal strüktürün bütün özelliklerini şaşılacak bir doğrulukla yansıtmaktadır. Bu fizik görüş hakkında, binaltıyüz yetmişlerde istanbul'a gelen Batılı seyyahlar aydınlatıcı deskripsiyonlar ve desenler bırakmışlardır. Joseplı Grelot, yarımadaya ve Galata'ya yayılan şehrin bütününün, sık ve küçük boyutlu konut yapılarıyla büyük kompleksler arasındaki kontrastını ifade eden ilgi çekici bir perspektifle İstanbul'u tanıtıyor (59). Gerçekten de bu kontrast şehrin en büyük fizik özelliklerinden biridir. 17. Yüzyıl İstanbul'u bizim 18. Yüzyıl sonunda ve 19. Yüzyılda İstanbul'a gelen seyyahların gravürlerinde gördüğümüz istanbul değildir. Bu yüzyılın ortalarına kadar karasurlarının ayakta durmasına çalışılmıştır. Bu surlar içindeki şehri, İstanbul'a 1678 de gelen Cornelis de Bruyn baheçler, serviler, tepeler, renk renk evler, köşkler ve kubbelerle tanımlıyor (60). İstanbul evlerinin renk renk boyalı olması İlgi çekicidir. O yüzyılda hımış İnşaat sisteminin ve özellikle Batı Anadolu'da karakteristik olan renkli badananın İstanbul'da da yaygın olduğunu göstermektedir. Le Bruyn şehir İçinin dar, eğri sokaklardan meydana geldiğini ve araba yolunun olmadığını belirtiyor. Yollar atlı veya yayaların trafiğine uygun bir ölçü taşıyordu. Bu yolların ekseriya kaplı olduğunu 1613-18 arasında İstanbul'a gelen Polonaylı Slmenon söylediği halde, Le Bruyn ve başkaları, çoğunun toprak olduğunu söylüyorlar. Herhalde yüzyıl boyunca çıkan sayısız yangınların ve mütemadiyen az veya çok değişen yol sınırlarının devamlı bir yol bakımına İmkân vermediği kabul edilebilir. İstanbul'un İçinde arabanın taşıt olarak çok az kullanılması da karakteristiktir. Halk, Le Bruyn'nün belirttiği gibi, nadiren arabaya biniyordu. Hatta yük taşıma, arabadan çok hayvan ve İnsan sırtında yapılmaktaydı. Aynı yıllarda Londra'nın ulaşım sisteminde arabanın oynadığı rol düşünülecek olursa, İstanbul yol 8trüktürünün Avrupanın büyük şehirlerinden farkını doğuran nedenlerden biri ortaya konmuş olur.
Mantran istanbul'un esas itibariyle bir ithalât limanı olduğunu ve şehrin hemen hemen hiç bir şey ihraç etmediğini anlatır ve İstanbul'u bir «cite-ventre» olarak niteler. Bu İthalâtın İmparatorluk içinden olanı istanbul tarafında, dışardan olanı İse Galata tarafındadır. Galata aynı zamanda iran üzerinden gelen transit eşyasının da toplandığı ve Avrupa'ya gönderildiği yerdir. Genel olarak bu dış ticareti ellerinde tutanlar Franklar, Yahudiler ve Rumlardır. Galata'da yerleşmiş olanların da bu azınlıklar olduğunu görmüştük. 17. Yüzyıldan itibaren diğer Avrupalılar da bu ticaret eylemine katılmış olmakla beraber, aracı olarak yine istanbullu azınlıkları kullanmışlardır. Bu yüzyılda Avrupanın gittikçe gelişen ve artık sadece doğudan, kara yolundan gelen eşyaya bağlı olmayan ticarî hayatında da İstanbul, İkinci derecede bir merkezdir. Mantran dış ticaret bakımından Iskenderi'ye, İzmir, hatta Suriye'de Trablussam'ın İstanbul'dan daha yüksek bir dış ticaret hacmi olduğunu hatırlatmaktadır. Limanın yeri şehrin bütün tarihi boyunca İç çarşıların yerini de tespit etmiştir. Bütün Haliç sahilleri ve bunları Ayasofya-Beyazıt aksına bağlayan çarşı bölgesi günümüze kadar değişmediği, hatta fonksiyonel yerleşmesinde de büyük farklılıklar olmadığı liçn, bunun ayrıntılarına geçmek gereksizdir. Yalnız şehir nüfusunun artması ve önceleri boş olan semtlerde yeni mahalleler teşekkül etmesi gibi nedenlerle bu ticaret bölgesinin Beyazıt'tan Aksaray'a ve Beyazıt'tan Saraçhanebaşı'na kadar uzandığını ve orada Fatih'in kurduğu çarşıyla birleştiğini görüyoruz. Şehrin han ve kervansarayları bu bölgede, özellikle
37
19. Yüzyıl
başı;
Bebek.
•
19. Yüzyılbaşı;
Kattdilli'detı
karşı
sahile
bakış.
LÂLE D E V R İ N D E N III. S E L İ M ' E 18. Yüzyılın genel gelişmesini karakterize eden eğilim, şehrin Boğaziçi ve Haliç'i kendi bünyesine organik olarak entegre etmesidir. Bu yüzyıl içinde yerleşme noktaları ve belki de sınırları çok fazla büyümemiş olsa bile, Haliç, Boğaz ve Üsküdar lehine ve sur içi aleyhine bir nüfus dağılması olduğunu gösteren işaretler vardır. Gerçekten de 16. Yüzyılda, tarihî sur içindeki cami ve mescitlerin şehirdeki bütün cami ve mescitlere oranı % 62,4 İken, 17. ve 18. Yüzyılda aynı oran ancak % 45 civarındadır, özellikle Boğaz sahillerinde büyük bir artma görülmektedir. Aynı yoğunluk tahkikini, yeni çeşmelerin sayısına bakarak yaparsak daha da ilginç sonuçlar elde edilmektedir. Bu durum, şehrin bu yüzyıl içinde de devamlı olarak geçirdiği, yangınlarla ilişkili olabilir. 1716 da Cibali'de başlayan yangında şehirdeki evlerden 1/8 nin geçirdiği en büyük yangın olduğu İfade edilmiştir. 1727 de yine Balat kapısından baş-
38
layan yangında şehirdeki evlerden 1/8 nin yandığı tahmin edilmektedir. Üçüncü Osman devri yangınlarında şehrin büyük bir kısmının, I. Abdülhamit zamanında olan Cibali yangınında 20.000 evin yandığı tahmin edilmiştir (61) Bu büyük felâketler şehir sakinlerinden bir kısmını şehir içinden uzaklaştırmış da olabilir. Yüzyıl içinde yapıldığı bilinen çeşmelerin şehir içindeki dağılışını yaklaşık bir gösterge olarak kabul edersek, sur İçinde yapılan çeşmeler İstanbul'da yapılanların ancak % 35 i oranındadır. Oysa büyük yangınlarda çeşmeler de kısmen harap olacağına göre, eğer sur içinde geçen yüzyıllardaki nüfus oranı yaşamakta devam etseydi, bu oranın çok daha yüksek olması gerekirdi. İstanbul'da bu yüzyılda yapılan çeşmelerin % 20 sl Üsküdar ve Kadıköy'üne (şüphesiz Kadıköy burada önemsiz bir yer tutmaktadır), % 22 sl Boğaziçine, % 14 ü Haliç sahillerine (esas İti-
bariyle Eyüp ve Kasımpaşa'ya), % 9 u Galata ve Beyoğlu'na yapılmıştır. Bu orantı, nüfusun bu oranlardaki kısmının bu bölgelerde yaşadığını değil, fakat yeni yoğunlaşmaların buralarda olduğunu, kanımca, açık olarak göstermektedir. Zaten o çağa ait deskripsiyonlar, gravürler ve başka tarihî belgeler de ayni yayılmaya işaret ediyorlar. Nitekim 1680 de 1444 olan kayık sayısı 18. Yüzyıl sonunda 3996'yı bulmuştur. Şehrin denize dönmeğe başladığı açıktır. Yine Orhonlu'nun verdiği sayılara göre, 1680 de Ayvansaray'dan Samatya'ya kadar 450-500 kayıkçı varken, bu sayı 1751 de 1274'ü bulmuştur (62). M. Aktepe, III. Ahmet devrinden başlamak üzere şehre yapılan göçleri durdurmak için, bütün yüzyıl boyunca çıkarılan fermanlara ve belgelere dayanarak şehrin nüfusunun devamlı arttığı kanısındadır. G.A. Olivier, 1793 de Banliyölerin iskân edildiğini ve Boğaziçinde bağ ve bahçelerin tahrip edildiğini yazmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, göçlerin durdurulmak istenmesi mesken sıkıntısına ve iaşe zorluklarına bağlı olarak düşünülmelidir. Nitekim I. Mahınud devrinde yapılması düşünülen Sapanca İzmit körfezi kanalı İstanbul'un iaşesini kolaylaştırmak amacıyla gerçekleştirilmek istenen bir projedir (63). Çoğu kere evsiz barksız takımının başkentten uzaklaştırılması istenmiştir. Sur dışına çıkışın nedenlerinden biri de bu olabilir. Buna ek olarak şehrin su tesislerinin de şehir içinde daha fazla yoğunlaşmaya İmkân vermediğini kabul etmek gerekir. 18. Yüzyılda I. Mahmut Bahçeköy tesislerini Beyoğlu yakası İçin gerçekleştirmiştir. Kasımpaşa, Galata, Tophane'ye su verilmesi, Üsküdar'a III. Ahmet devrinden itibaren sürekli olarak yeni su getirilmesi aynı eğilimleri gösteren gözlemlerdir. Zaten 18. Yüzyıl seyyahlarının gezi notları özellikle Boğazın şehir içinde kazandığı önemi açık olarak göstermektedir.
Üçüncü Ahmet devri bugün ancak çok soluk hatıralarını görebildiğimiz bir İstanbul yaratmıştır. İmparatorluk nisbî bir sulh devresine girmişti. Osmanlı dünyası, Batıyla şimdiye kadar olmayan ölçüde karışmaya başlıyordu. Gerçekte Batıyla ilişkiler sadece Osmanlılar için değil, fakat daha doğuda İranlılar İçin de bu devirde artmıştır. Ve Batıda 14. ve 15. Louis devirleriyle, Doğuda Safavî Saltanatının haşmetli mimarî ve şehircilik uygulamalarının aşağı yukarı eşzamanlı bir örneğini İstanbul'da Lâle Devrinde buluyoruz. Yüzyılın bu İlk çeyreğinde büyük imar hareketi Kâğıthane'de Saadâbâd kompleksinin (1721/22) de temelinin atılmasıyla başlıyordu. Kâğıthane deresinin mecrası değiştirilmiş ve Haliç'in doğu yakasında Baruthaneye kadar uzanan mermer rıhtımlar yapılmış ve bu yeni sunî kanal etrafına bahçeler, havuzlar, küçük köprüler arasında kasırlar yerleştirilmiştir. Ayni çevreye diğer devlet büyüklerinin yaptıkları köşk ve kasırların Batıda Bahariye sırtlarına kadar çıktığını A. Refik belirtiyor (64), Alibey köyü yakınında başka bir kasr-ı hümayun, Hüsrevâbâd vardı. Haliç'in iki yakasında da saray mensuplarına ve diğer devlet erkânına ait başka köşkler inşa edilmişti. Bunların içinde, Eyüp'te Valide Sultan köşkü, karşı yakada Karaağaç köşkü ve Tersane bahçesi, III. Ahmet'in yazı geçirdiği yerlerdi. Saray mensuplarının, Salıpazarı'ndaki Emnabad'dan başlayarak Bebek'teki Hümayûnâbâd'a kadar sarayları Boğaz kıyılarına sıralanmıştı.
Kandilli köşkü de yeniden tamir edilmişti. A. Refik, Üsküdar'daki sahil köşk ve saraylarının di. yüzü bulduğunu yazmaktadır. Çok büyük alanlar kaplayan bu saraylar genellikle İki, bazan tek katlı pavyon veya köşklerden meydana gelen komplekslerdi. Madame Montague Üsküdar'daki Ayşe Sultan sarayının İlgi çekici bir deskripsiyonunu yapmaktadır (65). istanbul bu başdöndürücü sivil inşaat döneminden, Topkapı sarayındaki önemsiz bir iki hacim dışında, hiç bir şey saklamamaktadır. Üçüncü Ahmet Devrinin istanbul'a bıraktığı ve bugün şehir fizyonomisinde yeri olan elemanlar Ayasofya, Üsküdar gibi meydan çeşmeleriyle, anıtsal bir kaç çeşme ve Divanyolıı'nun iki tarafında, Türbe ile Çarşıkapı arasındaki vezir kompleksleri ve Üsküdar'da Yeni Valide camisidir.
I. Mahmut devrinin şehre önemli bir katkısı Belgrat ormanlarındaki su tesislerinin tevsi edilerek özellikle büyük ve sıkıntısı çekilen Galata, Tophane, Fındıklı semtlerine su verilmesi olduğunu belirtmiştim. Taksim'deki merkezden dağılan su kırk kadar çeşmeyi beslemekte idi. Hekimoğlu Ali Paşa külliyesi gibi son klâsik anıtlar ve yeni bir stil devrinin açılışı da, I. Mahmut'un saltanatına rastlıyor. Bu yüzyıl ortasında şehir içine yeni bir karakter getiren iki büyük anıt, Nuruosmaniye ve Lâleli külliyeleridir. Fatih camisi de bugünkü şeklini III. Mustafa zamanında almıştır. Sultan camilerinin Anadolu yakasına yönelmesi de, yine bu devirdendir, önce Nurbanu Sultanın Üsküdar Yenivalide Camisi, sonra Üçüncü Mustafa'nın Ayazma Camisi, Birinci Abdülhamit tarafından Beylerbeyi'nde yaptırılan Cami ve en son olarak 1805 de yaptırılan Selimiye camisi şehrin Anadolu yakasının bugüne kadar gelen silûetlndekl hakim elemanları meydana getirmiştir. Boğazın diğer köylerindeki camilerin büyük çoğunluğu da17. Yüzyıldandır.
Onseklzincl yüzyılın diğer iki karakteristik gelişmesinin de şehir tarihi ve fizyonomisi açısından önemi büyüktür. Bunlardan birisi Lâle Devrinden itibaren Türk bahçesine, belgelerden edinilen izlenime göre, Fransız saray bahçelerinden esinlenen bir mimarî düzen fikrinin girmesidir. Şüphesiz islâm uygarlığında, bölgenin iklim koşullarının da etkisi altında, suyun hakim rol oynadığı büyük bahçe fikri Batıdan önce vardır. Osmanlı devrinin ilk zamanlarından itibaren İstanbul çevresine yayılan büyük has bahçelerin varlığını belirtmiştik. Fakat Saadâbâd'ta olduğu gibi, büyük su kanalları, bunların iki tarafını birbirine bağlayan köprüler, bunlar arasına serpiştirilmiş kasırlarla yabancı seyyahlara Fontainebleau veya Marly'yi hatırlatan bahçe fikrinin İstanbul'a Lâle devrinde girdiği anlaşılıyor. Üzüntüyle belirtmek gerekir kl bu bahçelerin de en ufak bir izi kalmamıştır. Bunun sebebi bahçeleri süsleyen yapıların az ömürlü malzemeden yapılmış olmasıdır. III. Ahmet o zamana kadar kârgir olan yapılardan meydana gelen Topkapı sarayının İçinde sahilde ahşap bir köşk yapılmasını emretmiş ve anlaşıldığına göre, devrin bütün diğer önemli sivil yapıları bu modayı sürdürmüşlerdir. Bu devirden itibaren 19. Yüzyılın ikinci yarısına gelene kadar masif kârgir yapının yerini hafif konstrüksiyonlar almıştır. Genellikle bu köşk ve saraylarla beraber etraflarındaki bahçeler de yok olmuştur.
19. Yüzyıl
başı;
Üsküdar
Meydanı.
istanbul'un anıtsal tarihinde bu devrin getirdiği ikinci yenilik Avrupa mimarî ve dekoratif etkilerinin memlekete sokulmuş olmasıdır, istanbul'un Batılılaşmaya başlaması, önce ne fikir alanında ne de günlük yaşantıda olmuştur. Batının ilk etkileri yapı alanında ortaya çıkıyor. Bu bahçelerin tanzimi, çeşmelerin dekoratif biçimlenmesi, Nuruosmaniye gibi büyük yapılara giren barok etkiler, Avrupa'dan getirilen mühendisler, Batı mimarî stillerinden esinlenmiş büyük askerî kışlalar, nihayet yüzyılın sonunda III. Selim tarafından kurulan kışlanın yakınında muntazam bir grid sistemine göre kesişen yollariyle Selimiye gibi bir mahallenin meydana gelmesi, Batılılaşmanın İlk fiziksel görüntüleridir. Bütün bu gelişmelerde henüz kültürel adaptasyon gücünü yitirmemiş bir toplumun dışardan gelen elemanları özümleyerek kendinin yaptığı ve direkt taklit sürecine girmediği görülmektedir. Gerçekten de Batıdan gelen her yeniliğin Türk toplumunca yorumlanması, bu değişmenin başladığı zamanı Osmanlı tarihinin en İlgi çeken devirlerinden biri yaptığı gibi, İstanbul'u dn dünyanın en İlgi çeken fiziksel çevrelerinden biri haline getirmiştir. Sur dışında yeni mahallelerin teşekkülü, özellikle Boğazda I. Abdülhamit'ln saltanatına rastlar. Beylerbeyi'ndekl 4. Murat sarayının yüzyıl ortasında yıktırılıp arsasının halka satılmasından sonra köyün gelişmeğe başladığı ve 1779 da Abdülhamit tarafından sahildeki caminin yapılmasından sonra Kuzguncuk ve Çengelköy gibi gayrimüslim köyleri arasında bir Türk mahallesi olarak önem kazandığı anlaşılıyor. Yine 4. Murat zamanında Emirgûne Han oğlunun yerleştiği yerde bir cami ve çeşme yaptırarak bir mahalle kurulmasını emreden I. Abdülhamit'tir. Aynı padişahın Büyükdere'de, sahilden arkadaki mesire yeri olan Kırkağaç'a kadar bir yol yaptırmış olduğunu öğreniyoruz (66). Üsküdar'ın Doğancflardan öteye, Haydarpaşa'ya doğru gelişmesi Üçüncü Selim'ln Eski Kavak sarayı kompleksini yıktırarak, yeni Selimiye kışlasını buraya yaptırması ve Selimiye mahallesini tesis et-
mesinden sonradır. Yine de Haydarpaşa Çayırı bir yerleşme bölgesi haline bu devirde gelmemiştir. Kadıköy'ünde Yoğurtçu deresine varmadığı anlaşılıyor, inciciyan, Fenerbahçe'de Hasbahçe ve Padişah Kasrının ve burunda bir fenerin bulunduğunu, arkada Kartal, Pendik ve Gebze'ye uzanan yolların bulunduğunu yazar (67), Fakat burada kayda değer bir yerleşme yoktur. Şehrin gelişmekte olan bir diğer bölgesi, Galata surlarının dışındaki Beyoğlu'dur. Beyoğlu bir yandan Tünel-Taksim caddesinin İki tarafında, bilhassa Kasımpaşa'ya doğru, bugünkü Balıkpazarı bölgesinde gelişme göstermiştir. Boğaz tarafında ise Boğazkesen'de ve Cihangir'de Tophane ile birleşmiştir. Aynı şekilde Fındıklı'nın da, sahildeki büyük yalılar dizisinin arkasından Ayazpaşa'ya doğru çıktığı anlaşılıyor. Teşvikiye'de, yüzyıl sonlarında bir cami yapılmasına bakarak Beşiktaş'taki yerleşmenin yukarıya doğru uzanmaya başladığı kabul edilebilir. Şüphesiz bu gelişmelerin seyrek, bahçeli kırsal yerleşme karakterinde olduğu düşünülmelidir. 18. Yüzyılda İstanbul, diğer bir yönü ile gelecek yüzyılın kozmopolit mimarî çevresine hazırlanıyor : bunu yeni yapılan büyük askerî yapılarda görüyoruz. Bunların İçinde I. Abdülhamit zamanında Cezayir'll Hasan Paşanın Kalyoncu kışlası gibi üç katlı, masif bir yapı (1782), ve III. Selim'ln Halıcıoğlu'nda yaptırdığı iki katlı azametli Humbarahane Kışlası, yine Üçüncü Selim'ln Tophane ve Selimiye'deki büyük kışlaları, Halil Paşanın Takslm'de 1780 de yaptırdığı Topçu kışlası ve şehrin daha uzak yerlerine, örneğin Kulell'ye, Ayazağa' -ya yaptırılan kışlalar, şehrin gelecekteki fizyonomisini etkileyecek gelişmeleri hazırlıyorlar. Çünkü bu yapıların büyük bir kısmı eski Hasbahçeleri, Sarayları yıkarak onların yerine yapılmışlar, 19. Yüzyılda da yerlerini daha değişik stillerde başka kışlalara bırakmışlardır. III. Selim devri, 18. Yüzyıl boyunca yavaş yavaş farkına varılan Batı üstünlüğünü hazırlayan koşulları, bilinçli olarak Türk toplumu-
39
Halicin bugünkü görünüşü na maletme çabasının yoğunlaştığı bir devirdir. Bu devrin istanbul'unun bir fiziksel çevre olarak en güzel deskripsiyonunu Melling'in desenlerinde buluyoruz (68). Meydana gelmesine kendisinin de, Hatice Sultanın mimarı olarak katıldığı bu istanbul, 19. Yüzyıl başında şöyle gözüküyor: Eski şehir surlarla çevrili olmakta devam ediyordu. Sahil surlarının III. Ahmet zamanında tamir edildiğini biliyoruz. Surların Marmaraya ulaştığı nokta henüz külahlarını koruyan Yedikule burçlarının meydana getirdiği pittoresk kompozisyonla belirmektedir (69). Sarayburnu'na kadar devam eden surların önünde herhangi bir yerleşme yoktur. Eski Haliç
40
STRÜKTÜRÜNE
lü değişmeler gerekiyordu, bu bir ölüm-kalım sorunuydu, ve 19. Yüzyılın koşulları içinde gerçekleştirilmesine çalışılmıştı.
II. Mahmut, babası gibi yenilik taraftarı olan bir hükümdar olmakla beraber, istanbul'un büyük Osmanlı geçmişinin fiziksel yapısına sahip olduğu son yıllar, gene onun zamanına rastlar. Büyük bir tarihin yarattığı maddî ve manevî ortamın, değişen ve hergün ağırlığını daha fazla hissettiren dış koşulların baskısı karşısında daha fazla dayanaınıyacağı, onun zamanında bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Osmanlı toplumunun strüktüründe, geleneksel düşüncenin kolay kolay hazmedemiyeceği kök-
İstanbul'un 17. ve 18. yüzyıllarda nüfusunun mütemadiyen artmadığı, II. Mahmut zamanında yapılan bir nüfus tahririnden anlaşılmaktadır. Rus seferi dolayısiyle ekmek vesikası vermek için yapılan bu yazımda, istanbul, Galata ve Üsküdar'ın toplam nüfusu, Lûtfi tarihine göre 359.000 e çıkmıştı (70). Bunun bütün şehir için 400.000 civarında olduğu kabul edilebilir. II. Mahmut'un saltanatının sonlarında istanbul için ilk İmar planı sayılabilecek olan bir çalışma, Moltke tarafından ha-
İ S L Â M STRÜKTÜRÜNDEN
BATI
*
zırlanıyor. Böylece Tanzimat'la beraber şehirlerin düzenlenebileceği fikri de uygulama alanına konuyordu, imar planı adı altında teklif edilenler şehir içinde doğru ve yeter genişlikte yollar açılması ve bazı meydanlar düzenlenmesi şeklinde olmuş olmalıdır. Moltke'nin 20 arşın genişliğinde yollar açılmasını istediği anlaşılıyor (71). Gerçekten de atlı aıaba ulaşımının bile güç yapılabildiği istanbul yol strüktürünün en önemli sorunu, uzun bir süre, ana yönlerdeki trafik arterlerinin açılması olmuştur. Moltke'nin isteklerine ulaşamadığı görülüyor. Nitekim bundan bir süre sonra, 1848 de kabul edilen esaslarda, yollar için önerilen en fazla genişlik 10 arşın idi (72).
Moltke'nin hazırladığı 1837 tarihli bir İstanbul Haritası vardır (73). Bu harita, geçen yüzyılda Kauffer'in yaptığı ve sonradan tamamlanarak 1822 de yayınlanan plandan sonra istanbul'un ilk etraflı haritası sayılabilir (74). istanbul sınırları, bu haritaya göre II. Mahmut'un son yıllarında şöyle tesbit edilebiliyor : Yedikule'deki mahalle istisna edilirse, karasurlarının dışı hemen hemen iskân edilmemiş durumdadır. Sadece Mevlevihane kapı dışında ve Takiyeci mahallesinde bir iki sokak teşekkül ettiği görülüyor. Sur içinde Bayrampaşa deresi vadisinin Langa'ya kadar uzanarak orada kanallara ayrıldığı görülüyor. Bayrampaşa vadisi ve Langa bostanlıktır. Yedikule ile Topkapı arasındaki sura paralel şe-
rit yine bahçe ve bostanlıktır. Ve bu iskân edilmemiş olan Davutpaşa'ya kadar uzanmaktadır. Şehir içinde, bundan başka, büyük boşluklar olarak Atmeydanı, büyük külliyeler (ki bunlara henüz duvarlar İçinde bulunan Yenicami külliyesini katmak gerekiyor) ve duvarlarla çevrili Eski Saray alanı vardır. II. Mahmut tarafından 1838 de açılan ilk yaya köprüsü, Unkapanı ile Azapkapı arasında gösterilmiştir. Şehrin iki yakasını bir köprü ile birleştirmenin de, Moltke'nin hazırladığı imar planında olduğu tahmin edilebilir. Haliç'teki kayık trafiği için köprünün altında iki geçit bırakılmıştı. Köprü Azapkapı camisinin önüne, yani bugünkü Unkapanı köprüsünün otur-
41
«M- >8
fici! i cin bugünkü
görünüşü
dıığu yere geliyordu. Bu sırada Azapkapı ile bugünkü Perapalas'ın altından geçen bir hattın Haliç tarafında kalan arazi, Tersane dışında yeşillikten ibaretti. Tünel'i Galatasaray'a ve Taksim'e bağlayan yolun Tarlabaşı'na inen tarafında mahalleler teşekkül etmiş durumdadır. Haliç'in İstanbul yakasfnda, surlarla Eyüp arasındaki bazı yalıların henüz mevcut oldukları görülmektedir. Boğazın Rumeli kıyısında, Kabataş'la Taksim arasında çekilecek bir çizginin, yani bugünkü Kazancı Yokuşunun Batısının dolmuş olduğu görülmektedir. Kabataş İle Dolmabahçe arasındaki sahilin arkası henüz iskân edilmemiştir. Boğazın kıyıları ise hemen hemen iskân edilmiş durumda-
Eski
42
Iialiç
dır. Bu yerleşme İstinye'den sonra Kalender'e kadar ince bir sahil şeridi şeklinde devam etmektedir. Anadolu yakasünda her zaman olduğu gibi, yerleşme, daha seyrektir. Üsküdar'da yoğun yerleşme, Üsküdar-Kadıköy yolu ile deniz arasındadır. Selimiye mahallesi bu yerleşme içinde değişik karakteri ile belirmektedir. Moltke'nin şehir planında, orduda bir süredir yapılmakta olan ıslahatın ifadesi olarak, şehrin çevresine ve yeni yerleşme alanlarının silûetine hakim olan büyük kışlalar, boyııtlariyle kuvvetle belirtmektedirler. Bunların baş lıcaları sur dışında Rami Çiftliği Kışlası, Maltepe Askerî Hastahanesi, Halıcıoğlu'nda Hum-
baracılar Kışlası, Maçka Silâhhanesi ve Taks m Kışlası ve Gümüşsüyü Tüfeklıanesidir. İstanbul'un bu yüzyıl içinde sınırlarının gelişir esini mevcut haritalardan istifade ederek tesbit etmek kabil olmaktadır. Bu gelişmenin sirüktürel özelliklerini belirtmeden önce, bu belgelerden istifade ederek gelişmeyi genel hatlarla özetlemek istiyorum : 1851 tarihli ve 1/2500 Ziraî Osmanî mikyaslı bir şehir haritasında, Moltke'nin haritasında gördüklerimize ek olarak Bakırköy'ün oldukça büyük bir mahalle olduğu belirtilmiştir. Bu mahallenin B zans devrinden beri mevcut olduğunu biliyoruz. Karaköy köprüsü de o sıralarda inşa edilmiş bulunuyordu. Beyoğlu yakasında
eskilere ek olarak Gümüşsüyü askerî lıastalıanesi, Taşkışla ve ilk Mektebi Harbiye gö rülmektedir. Taksim Kışlasının karşısında Talimhane boş olmakla beraber, Taksim'den Harblye'ye giden yolun Batı kenarının Harbiye'ye kadar uzandığı görülmektedir. Pangaltı veya Nişantaşı henüz teşekkül etmemiştir. Üsküdar, geçen yüzy.ldan beri Tunusbağı'nda donmuştur. Burada Karacaahmet'in yerleşmeyi katî olarak sınırladığı görülüyor. Kadıköy, bu tarihte koyun hemen arkasında Altıyol'a kadar uzanmaktadır. Bahariye ve Moda'da bahçeler içinde çok seyrek evler gösterilmiştir. Bu büyümenin Abdülâziz devrin-
de vardığı sınırları, C. Stolpe'nin yüzyıl ortasında hazırlayıp 1882 ye kadarki düzeltmelerle neşredilen planında buluyoruz (75). Sur dışında Yedikule, ortalama 20 hektarlık bir alan kaplayan bir büyük mahalledir. Surlar dışındaki mezarlık alanları arasında Ermeni ve Rum lıastahaneleri ve Mevlânakapı Takiyeci mahalleleri vardır. Haliç'in İstanbul yakasında yerleşme, şimdiye kadar ısrarla boş duran Ocakçılardan itibaren genişlemekte ve bir iki yol boyunca Rami Çiftliğine kadar uzanmaktadır. Galata yakasında, Torsane'den ve Aynalıkavak Kasrından sonra sahilden pek yukarıya sirayet etmemiş Hasköy ve Pirîpaşa
#
mahalleleri uzanmaktadır. Bundan sonrası askerî tesislere aittir. Baruthane'de, içeriye doğru kiremit imalâthaneleri uzanmaktadır. Beyoğlu tarafında, Gümüşsuyu'nun altında yeni Gazhane tesislerinin yerleştiği görülüyor. Gümüşsüyü Kışlası ile Kabataş arasında da yeni mahalleler teşekkül etmeğe başlamıştır. Talimhane henüz boş olmakla beraber onun alt kısımlarında Tatavla ve Aya Dimitri Rum mahalleleri bulunmaktadır. Harbiye yolunun batısında yeni yapı blokları teşekkül etmiş ve bu sıra Pangaltı'ya kadar uzanmıştır. Harbiye ve Nişantaşı arasında da Abdülâziz devrinde mahalleler kurulmağa başlanıyor. Bu
A
43
yeni mahalleler, bugünkü Nişantaşı kavşağınliköy'de küçük bir mahalle görülmektedir. Doldan Teşvikiye'ye doğru dönmektedirler. Femabahçe ve Maçka sırtları henüz dolmamıştır. Üsküdar'da, Eski Validenin üstünden Bulgurlu'ya giden yol üzerinde yeni bir mahalle teşekkül etmiştir. Salacak ve İhsaniye'nin, yoğunlaştığı görülmektedir. Bu sırada Haydarpaşa Askerî Hastalıanesi yapılmış bulunuyordu. Fakat bundan ötesi Kadıköy'e kadar boştur. Kadıköy henüz Yoğurtçuya kadar uzaıımamıştır. Kadıköy'ün 1860 da geçirdiği büyük yangından sonra fazla büyümediği görülüyor. Bununla beraber bu tarihten sonra, daha düzgün bir yol strüktürü içinde çabuk gelişecektir. Stolpe haritasında sur içinin geçirdiği en büyük değişikliğin, yeni tren yolunun, Sarayburnu'ndaki sahil sarayı ortadan kaldırarak Teodosyüs zamanından beri bütünlüğünü koruyan dış sur çizgisinin parçalanması olduğu görülüyor. Böylece, Osmanlı Devletinin beyni olan Topkapı'nın bile parçalanması, İmparatorluğun içinde bulunduğu değişme sürecinin köklü niteliğini göstermektedir. Şehir içinde nüfus yoğunluğu artmamış olmalıdır. Tren yolu ile Yenikapı arasında bir mahalle teşekkül etmiş olmakla beraber, Lânga, Yenibahçe ve Mevlânakapıya kadar surlara paralel şeritte bir çok boşluklar vardır. Abdülâziz devrinin sonuna kadar istanbul sınırlarının geçirdiği bu değişiklik, bize şehrin gelecekteki büyüme yönlerinin eğilimlerini belirtmektedir. 1845 de Abdülmecid'in annesinin yaptırdığı Karaköy (veya Valide Sultan) köprüsü ile iki ayrı karakterli ticaret bölgesi birleştiriliyordu. Bu köprü, yapıldığı andan itibaren, esas sirkülasyon arteri olmuştur. Osmanlı toplumunun hayatında, Batının, Batı ile ticaretin, Batı ile ekonomik ilişkilerin yoğunluğu arttıkça Galata ve Beyoğlu'nun büyüdüğünü ve istanbul'un bütün tarihi boyunca görüyoruz. Bundan böyle Galata ve Beyoğlu sadece Müslüman olmayanlara değil, fakat Batılılaşan Türklere de açılıyor. Gerçekten de Galata yakasının gittikçe büyümesi Osmanlı dünyasındaki değişiklikleri sembolize etmektedir. Abdülmecit ve Abdülâziz'in saltanatlarında, şimdiye kadar olduğu gibi, sadece bir takım askerî tesisler, ordunun ıslahı ile ilgili kuruluşlar değil, fakat, Tanzimat'la beraber, yeni bir kanun düzeni, yeni bir öğretim düzeni ve endüstri ürünleri istanbul'a giriyordu. Bu gelişme sırasında Sarayburnu'nun değişmesi ilgi çekici bir olaydır. II. Mahmut'tan itibaren surlar içindeki sarayların itibarı azalmıştı. Eski saray çoktan gözden düşmüştü. II. Mahmut yazları uzun bir süre, Beşiktaş sarayında kalıyordu. Osmanlı donanmasını yenileme teşebbüsleri sırasında, 1855 te Yalı Köşkünün yerine ingilizlerin kurdukları bir fabrikada gemi makinesi yapılması teşebbüslerine girişilmişti. Abdülâziz'in ilk saltanat yıllarında Topkapı Sahilsarayı da büyük bir yangın geçirmişti. 1874 de açılan Edirne-lstanbul demiryolunun, sarayın bu kısmını ortadan kaldırması padişah tarafından kabul edilince, tren güzergâhına rastlayan Sirkeci ile Ahırkapı arasında sahil surları, bazı köşk ve kasırlar ve bu arada III. Murat yapısı incili Köşk ortadan kalkınıştır. Trenin geçirilmesi sırasında Yalı
köşkündeki fabrikada tersaneye kaldırılmıştı. Böylece demiryolu, istanbul'un en önemli özelliklerinden birini yokederek, sarayla denizin ilişkisini kesmiş oluyordu. Fakat o zaman için, fonksiyonel bakımdan, bunun şehir bünyesine büyük zararı olduğu söylenemez. Çünkü yarımadanın bu kısmı, zaten hiçbir zaman, padişahların özel yaşantılarının dışında, şehir hayatına katılmamıştı. Padişahlar Topkapıyı kullanmaktan vazgeçtikleri zaman, tren yolunun geçmesine mâni olacak tek engel, estetik veya tarihi bir engel olabilirdi. Bu ise o gün için söz konusu değildi. ilk defa II. Mahmut'un son yıllarında İstanbul'un bir büyük şehir olarak özel trafik sorunları olduğu ortaya çıkmıştır. Bu, şehrin dış dünya ile ilişkisinden önce, kendi içinde yeteri kadar bağlanabilmesi sorunuydu, istanbul'da ilk buharlı gemiyi 1829 da padişah satın almıştı. 1838 de Tersane'de ilk buharlı gemiler yapılmağa başlanmıştır. II. Mahmut'un saltanatının son yıllarında Boğazda Rus ve ingiliz gemileri halkı taşıyorlardı, ilk defa 1844 de. hükümet «Fevaidi Osmaniye» adı altında meydana getirdiği kuruluşla, sadece yaz aylarında ve kalabalık köylere olmak üzere, Boğaza iki vapur tahsis etmişti. 1845 ten sonra, ilk yazlı kışlı sefer Üsküdar'a başlamıştır. Aradan beş yıl geçtikten sonra, Üsküdar'a günde dörder sefer yapan iki gemi ayırmak zorunluluğu ortaya çıkmış bulunuyordu. Şirketi Hayriye bütün devlet büyüklerinin çabası ve katkısı İle 1850 de altı vapurla kurulmuş ve 1859 da buna altı vapur daha eklemek zorunda kalınmıştır. 1858 de Kabataş'la Üsküdar arasında ilk araba vapuru seferi yapılmıştır. Bunların sayısı üç yıl içinde dördt- çıkmak zorunda kalmıştır (76). Abdülâziz devrinde Beyoğlu'nun gelişmesi sonunda. 1871-1874 yılları arasında Tünel açılmıştır. O sırada Yüksek Kaldırım'dan günde 40.000 kişinin çıktığı hesaplanarak, tünelin inşaatının çok kârlı olacağı düşünülmüştü. Tünelin açılmasından iki yıl sonra ise Eugöne Henri Gavand adlı bir Fransız mühendisi Kumkapı Nişancası - Soğanağa - Beyazıt - Eminönü - Karaköy - Tophane - Dolmabahçe - Beşiktaş Ortaköy yolunu takip edecek ve Haliç'i bir köprü ile geçecek bir tünel projesi teklif ediyordu. Bu tünelin bir de Karaköy-Beyoğlu bölümü vardı. Tünelin Kumkapı'dan başla-
masının sebebi ise, aynı mühendisin Yedikule ile Sarayburnu arasında teklif ettiği 3670 m. uzunluğunda ve max. 600 metre genişliğinde büyük liman idi. Böylece liman demiryolu ile birleşiyordu. Demiryolu bir tünelle Haliç'in altından karşıyakaya geçecekti Gevand, bir de Haliç'in üzerinden köprü ile geçecek, Kilyos'a kadar uzanacak ikinci derecede bir hat teklif ediyordu (77). Istanbul'u bugün gördüğümüz şehirden tamamen farklı bir hale sokacak bu proje gerçekleşmemiştir. Bununla beraber, şehrin bütünü göz önüne alınarak tren, liman ve iç ulaşım yollarını kombine eden başka bir proje de bugüne kadar istanbul'da gerçekleştirilememiştir. Sözünü ettiğimiz devirden daha sonra olmakla beraber, bu vesile ile gerçekleşmemiş üç büyük ulaşım projesini daha hatırlatalım : Bunlardan biri 1900 da yine bir Fransız mühendisi olan Anodin'in, Kandilli - Rumelihisarı veya Sarayburnu - Üsküdar arasından geçerek Rumeli ve Anadolu demiryollarını bağlayacak Boğaz köprüsü teklifidir. Yine 1900 da, Hisarlar arasında yapılması düşünülen ve Hamldlye köprüsü adını taşıyacak bir ekzotlk köprü projesi padişaha takdim edilmiştir (78). 1913 de ise, Gavand'ın projesinden daha mütevazi ve Beyazıt'ı Şişliye bağlayacak bir tünel, bir Alman firması tarafından teklif edilmiştir. Haydarpaşa'da sonlanan istanbul - izmit demiryolu tamamlanması da 1873 de oluyor. Bununla beraber Haydarpaşa istasyonunun ve liman tesislerinin inşası, ancak yüzyıl sonunda kabil olmuştur. Abdülâziz devri, şehrin yeni çağa yakışacak alt yapı tesislerinin büyük bir kısmının kurulmağa başladığı devirdir, istanbul'da atlı tramvay şirketi 1869 da kurulmuştur. Dolmabahçe Gazhanesi 1874 de tesis edilmiştir. II. Abdülhamit devrinde bu tesislerin gelişmesi ve yenilerinin kurulmasına paralel olarak, Endüstri Öncesi istanbul'unun yavaş yavaş ortadan kalkmağa başladığı görülüyor. Şehir içinde, Avrupa'dan esinlenerek daha muntazam yollar ve meydanlar düzenlemek isteği ve bunu gerçekleştirecek örgütlerin varlığı, açık olarak, bir Belediyenin kurulmasına bağlıydı. Şehir sorunlarına bir çare bulmak ve imar eylemlerini gerçekleştirmek için, ili- belediye veya Şehremaneti 1855 de kurul-
muş ve İstanbul, 14 Belediye dairesine taksim edilmiştir (79). O sırada bu ondört dairenin büyük bir çoğunluğunun şehir surları dışındaki bölgeler olması ilgi çekicidir. İstanbul ve Bilâd-ı Selâse'ye tekabül eden daire sayısı beş idi. Diğerleri 18. ve 19. Yüzyılda gelişmiş semtlere tahsis ediliyordu. Bu örgütün kurulmasından üç ay sonra, en önemli işlerinden biri sokakların kaldırımlanması olan intizam-ı Belde Komisyonu kurulmuştu. Belediye dairelerinin en ünlüsü ise, 1858 de bağımsız olarak o sırada şehrin en uygar semti sayılan Beyoğlu'nda kurulan Altıncı Daire idi. Bu dairenin görevleri arasında kadastro yapılması, sokak ve caddelerin genişletilmesi, bina inşaatını kontrol ederek kârgir olmalarını sağlamak ve parklar açmak vardı. O sırada Galata ile İstanbul arasında yoğunlaşmış olan ulaşımın rahatlaması için Karaköy meydanının yeni istimlâklerle genişletilmesi bu Daire tarafından yapılmıştır. Şehir meydanlarının teşekkülü ve yolların genişletilmesi o yıllarda başlar. Eski şehrin tek yolu olan Dlvanyolu'nun genişletilmesi ve bu sırada Köprülü külliyesinin traş edilmesi o sıralarda olmuştur. Seraskerlik Kapısı önünde Beyazıt meydanının düzenlenmesi de, ilk defa 1870 de yapılmıştır.
Tanzimat'ın ilânından sonra Abdülmecit ve Abdülâziz, bugünün İstanbul'unun görünüşünü etkileyen ve Avrupa başkentlerinin kralî havasını Osmanlı başkentine getiren geniş bir saray inşaatına girişmişlerdir. Bu sarayların birincisi, Abdülmecit'in 1853 de, eski Beşiktaş sarayının kalan kısımlarını yıktırarak arsasına yaptırdığı Dolmabahçe sarayıdır. Ahşap Küçüksu Kasrı da, onun tarafından 1857 de yeniden inşa ettirilmiştir. Abdülâziz, bunlara 1865 de Beylerbeyi ve 1874 de Çırağan saraylarını katmıştır. Bu saraylarla beraber Sultanlar tarafından karışık stillerde başka sahil sarayları da inşa edilmiştir. Geçen yüzyılın Boğaza dönük gelişmesi, böylece Boğaziçinin küçük boyutlu konut yapılarıyla rahatsız edilmeyen doğal karakterini ortadan kaldırıyordu. Bu saraylara Bezmialem Sultanın başlattığı ve oğlunun 1853 de tamamlattığı Dolmabahçe camisini, Çırağan'da Mecidiye camisini, Ortaköy camisini de katmak gerekir.
ölçüleri ve stilleriyle Batıyı İstanbul'a getiren bu yapılara, sur içinde de başkaları katılıyordu. İmparatorluğun idarî alanda yeniden örgütlenmesi ve yeni bir eğitim düzeni kurulmasıyla ilgili olarak çoğu Neoklasik stillerde, nezaret binaları ve okul binaları inşa edilmiştir. Divanyolu'nda II. Mahmut'un oğlu tarafından tamamlanan Ampir stilindeki türbe ve sebili ile başlayan bu yeni yapıların en önemlileri arasında Abdülmecit zamanında Fossati tarafından Inşaasına başlanan ve Ayasofya'nın önünde Bab-ı Hümayun ile Sultanahmet camileri arasına yerleşmiş olan kolosal ölçüylü ilk Darülfünun binası gelir. Sonradan Adliye olarak kullanılan ve 1933 de yanan Neogrek stilde yapılmış olan bu yapının, İstanbul silueti için adeta bir felâket sayılabilecek olan gövdesinin yokolmuş olması, kanımca, sevinilecek bir olaydır. II. Mahmut türbesi karşısındaki köşeye yapılmış olan ikinci üniversite binası da, 1870 de yapılmıştır. Bugünkü Üniversite merkez binası olan Seraskerat, Abdülâziz devrinin diğer büyük bir
19. Yüzyıl
başı;
Sarayburııu,
Yalı
Köşkü.
yapısıdır. Avrupa stili yapıların şehrin en çok Osmanlı kalan köşelerine dinî yapılarla beraber girdiği görülüyor. 1851 de Hırkaişerif külliyesi, 1871 de Neogotik Valide camisi artık şehir karakterinin dönüşümünün köklü bir süreç sonucu olduğunu gösteriyorlar. Yukarıda adları geçen bütün büyük şehir çevresi kışlaları da, bu iki padişahın zamanında eklektik stillerle yeniden yapılmışlardır. Bugün olmayan Taksim Kışlası, Taşkışla, Gümüşsüyü Kışlası ve yeniden yapılan Maçka Silâhhanesi, Abdülâziz devri yapılarıdır, istanbul'un, büyük fedakârlıklar pahasına da olsa bu modern imparatorluk merkezi olduğunu ispat etmesine ihtiyaç vardı. Eski İstanbul'un yok olması ve yerine yenisinin gelmesi, önüne geçilmez bir akibet olarak görülüyor.
II. Abdülhamit'in saltanatı, devletin bütün alanlarda Batıya mahkûm olduğu ve yenileşme çabasının da o oranda güçlendiği bir devirdir. Devrin en büyük imar başarılarını gösteren şehri Paris'ti. Abdülhamit, Paris Belediyesinin bir mühendisine şehir içi imar planları ısmarlamıştır. Gerçi bu teşebbüsler bir sonuç vermemişse de eğilimler karakteristiktir. Abdülhamid'in saltanatının sonlarında İstanbul için gelişme planları hazırlayan da, bir diğer Fransız mühendisidir. Onun tavsiyesi ile Divanyolu Beyazıt'tan Aksaray'a uzatılmış ve Yenikapı ile Unkapanı bağlanmıştır. Ergin, Aksaray, Çırçır, Ishakpaşa ve Beyazıt yangın yerleri için yapılan mevziî planların bu mühendis tarafından hazırlandığını kaydetmektedir (80).
Abdülhamit zamanında bugünkü İstanbul fizyonomisine katılan en önemli tesislerin, liman ve demiryolları ile ilgili olanlar olduğu söylenebilir. Bugünkü Sirkeci istasyon tesisleri, 1887 de tamamlanmıştır. Haydarpaşa Garı ve yardımcı tesisleri, 1909 da Mimar Cuno tarafından Alman Neo-Rönesansı stilinde inşa edilmiştir. Gerekli depolama tesisleriyle beraber ilk yapılan liman Galata'daki idi. 1895 de tamamlanan ilk kısmın rıhtım uzunluğu 758 metre İdi. Bunun yarısı kadar olan Sirkeci rıhtımı, daha büyük antrepo tesisleriyle 1900 da tamamlanmıştır. Haydarpaşa limanı 1899-1903 arasında mendirekle beraber inşa
edilmiş ve depo alanlarının yanısıra iki silo inşa edilmişti (81). Çok yakın zamanlara kadar istanbul'un mesire yerlerinden biri i l a n Haydarpaşa, demiryolu ve liman tesisleri, silo ve depolariyle bir kaç yıl içinde şehir girişinde endüstriyel karakteri en kuvvetli nokta haline gelmiştir. Bu büyük bir değişmeydi. Liman ve demiryolunun şehir bünyesine katıldığı yerlerin, şehrin tarihi gelişmesinin sonucu olduğu açık olarak görülmektedir. Galata ve Sirkeci rıhtımları ve liman tesisleri, Byzantion ve Sykae'nin limanlarının olduğu yere yerleşiyorlar. Şehrin denizle ilişkisi ayni noktalarda olmakta devam ediyor. Demiryolunun Sirkeciye gelmesini de, liman yerlerinin değişmemesine ve şehrin bir liman şehri olarak kabulünün, dolayısiyle demiryolu ile liman arasındaki ilişkinin kurulması zorunluluğuna bağlıyarak düşünmek gerekir. Bugünkü sınırsız gelişmenin bu yerleri tamamen yetersiz ve olumsuz bir durumda bırakacağı, yüzyıl başında tahmin edilemezdi. 19. Yüzyılda şehrin sanayi bölgesinin teşekkülü de, liman ve demiryolu gibi, şehrin tarihi gelişmesinin doğal sonucudur. İstanbul'da bugünkü sanayi alanlarının dağılışına bakılacak olursa bunların içinde oldukça önemli bir kısmının Eminönü, Fatih ve Eyüp ilçelerine yerleştiği görülecektir (82). Eminönü ve Fatih ilçelerinde görülen sanayi yerleşmesi, İstanbul limanının Sirkeci ile Balat arasındaki tarihî fonksiyonunun sonucunda ortaya çıkmıştır. Gerçekten de burada toplanan sanayi kollarının başlıcaları, Gıda ve Mensucat sanayileridir. Matbaalar da buraya toplanmıştır. Haliç boyunca Eyüp'e doğru uzanış, İstanbul limanının zorunlu bir gelişmesi olarak kabul edilmelidir. Haliç'in bir sanayi alanı olmasının tohumu, Fatih'in Kasımpaşa'da kurduğu ilk tersane tesisleridir. 19. Yüzyılda tersane tesislerinin gelişmesine bağlı olarak daha çok askerî ihtiyaçların karşılanmasına dönük bazı sanayi tesisleri de meydana getirilmiştir. 1828 de Eyüp'te Riştehane ve iplikhane Kârhanesi adı verilen bir Halat fabrikası ve Feshane, yıktırılan sultan saraylarının arsaları üzerine kurulmuştur. II. Mahmut'un Feshanesi, 1868 yangınında yandıktan sonra yeniden kurulmuş ve burada kumaş imâline başlanmıştı. Tersanenin, II. Mahmut zamanında çok faal olduğunu ve Amerikadan getirilen
45
mülhem ve resimlerinden anlaşıldığı kadar, demir konstrüksiyonlu geçici bir sergi binası içinde «Sergi-i Osmanî» açılmıştı. Avrupada ilk ulusal sanayi sergisinin yüzyıl başında Fransızlar tarafından açıldığı düşünülecek olursa, Osmanlı idaresinin Batıya yetişme ifadesinin çok geç ortaya çıkmadığı ileri sürülebilir. Fakat bu isteklerle toplum strüktünün potansiyeli arasında biiyük bir dengesizlil- vardı.
19. Yüzyıl
başı;
Taksim.
bir mühendisin burada buharlı gemiler inşa ettiğini belirtmiştik. Özellikle Sultan Abdülâziz zamanı bu gemi inşa sanayinin büyük bir azimle ele alındığı ve Osmanlı Donanmasının Avrupanın ikinci donanması olduğu kanısını uyandıracak yoğunlukta çabalar sarfedildiği bir devirdir. Sultan Aziz'den sonra, ekonomik ve politik nedenler ayni sanayileşme çabasının gösterilmesine engel olmuşa benzemektedir. Buna karşılık şehrin ticarî alanları, çoğunlukla Galata'ya bağlı olarak genişlemiştir. Fakat o zamandan bu yana, Haliç'in her iki tarafında kontrolsuz bir küçük sanayi yerleşmesinin önüne geçilememiştir. Bu yüzyılın
19. Yüzyıl
başı;
Eyüp.
başında Odıınkapısı, Unkapanı arasında şehrin minareleriyie boy ölçüşen yüksek fabrika bacaları vardı. Abdülhamit zamanında şehrin liman ve demiryolu tesislerinin yanısıra, diğer alt yapı tesisleri de tamamlanmağa çalışılmıştır. İşletme imtiyazlarının çok uzun süreli mukavelelerle yabancılara veya azınlık mensuplarına verildiği su ve gaz şirketleri, yüzyılın son seneleri kurulmuştur. Osmanlı imparatorluğunun sanayi uygarlığına katılma arzusunun, Abdülâziz zamanında güçlendiği görülüyor. 1863 de Atmeydanı'nda, Avrupadaki Uluslararası Sergi binalarından
Şehrin mimarî fizyonomisi, Birinci Dünya Savaşından önce iki yeni stilin katkısıyla biraz daha değişmiştir. Daha önceki yılların Neoklasik ya da eklektik stillerine ek olarak Avrupa Art Nouveau akımlarının etkisi, özellikle Abdülhamit'in saray mimarı olarak çalışan Raimondo d'Aronco zamanında artmıştır. Abdülhamit saltanatının son yıllarında ve Sultan Mehmet Reşat zamanında ise, Mimar Kemal ve Vedat Beylerin Türk Neoklasik yapıları millî kaynaklara dönmek isteyen bir silkinme ortamının akisleri olmuştur, istanbul'daki son büyük Neoklasik yapılardan biri, 1882 de Hamdi Bey zamanında tamamlanan Arkeoloji müzesiydi. Bugün istanbul Erkek Lisesi olan Düyunu Umumiye binası, Haydarpaşa lisesi olan Tıbbiyeyi Şahane yüzyıl sonunun Art Nouveau ile beslenen öznel mimarî esprisiyle meydana gelmişlerdir. Bundan sonra bir süre Büyük Postahane, Atmeydanı'nda sonradan Tapu Dairesi olan Defterhane ve Sultan Mehmet Reşat zamanında yapılan beş vakıf hanından biri olan, Bahçekapı'da Dördüncü Vakıf Hanı gibi yapılar, Avrupada bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca denenmiş bir süreci tekrar ederek, değişik yönlerde örgütleşen bir toplumun ortaya çıkardığı yeni fonksiyonları, millî biçim gelenekleri içinde çözmeğe çalışıyorlardı. II. Abdülhamit devrinin eklektisizminin bu güne kadar gelen en güzel örnekleri, Bankalar caddesinde ve istiklâl caddesinde bulunmaktadır. 19. Yüzyılda evrensel bir değişme sürecine katılan Osmanlı âleminin bu karakteristik yollarının, günümüzde yokedilmesi, tıpkı Boğaziçinin yokedilmesi gibi şehir tarihi için büyük bir kayıp olacaktır. Bu devrin kârgir konutlu tipik mahalleleri Kumkapı, Balat gibi semtlerde henüz yaşamaktadır.
II. Abdülhamit devrinin şehir strüktürüııe kattığı son gelişme, Yıldız kompleksinin yapılmasıdır. Osmanlı Sultanlarının Yıldız tepelerine yerleşmeleri, 18. Yüzyıl sonunda Mihrişah Sultanın burada yaptırdığı bir kasırla başlamıştı. II. Mahmut da buraya Yıldız İsimli bir köşk yaptırmıştı. Bundan sonraki Sultanlar tarafından yapılan eklerle büyüyen kompleks, Abdülhamit tarafından yeni idarî merkez olarak seçilmiş, ve saraya müze, tiyatro gibi elemanlar eklendiği gibi, bu tepeye Hamidiye Camisi ve civarına Erîuğrul ve Orhaniye Kışlaları inşa ettirilmiştir.
Birinci Dünya Savaşından önce şehrin Boğaziçi, Beyoğlu ve Kadıköy yöıılerindeki büyümesi devam etmiştir. Cumhuriyet devrinde de görülen bu eğilimle, surlar içinde toplumun üst tabakalarını barındıran mahallelerinin yerini, yavaş yavaş kozmopolitleşeıı idarî sınıfların da yerleşmeyi tercih ettikleri, Kadıköy, Harbiye, Şişli almağa başlamıştır. Bununla beraber 1873 de Tünel tamamlanıp Beyoğlu caddesinden Atlı Tramvay işletildiği halde.
46
(1896) tarihli bir şehir haritasında Ayazpaşa, Pangaltı, Osmanbey, Boınonti, Şişli vb Maçka'nın henüz bostanlarla kaplı olduğu görülmektedir. Fakat 1913 de ilk elektrikli tramvay Şişli'ye kadar uzanmıştı. Beşiktaş'ın büyümesi, Abdülâziz zamanında kurulan Vişnezade malıallesiyle başlamış ve Yıldız'ın önem kazanmasından sonra, artarak Maçka'nın altından Dolmabahçe ve Teşvikiye'ye doğru, sırtlara yayılma ve Ihlamur çevresinin konaklarla dolması bu sıralarda meydana gelmiştir. Akaretler, bu Geç devrin tipik bir konut dizisidir. Bu bölgede yerleşmenin yayılmasında büyük kışlaların negatif bir rol oynadığı ileri sürülebilir. Gerçekten de Gümüşsüyü kışlası ve altında «Istabl-ı Amire» Taksim Kışlası, Maçka Kışlası, ve Harbiye çevresi, Beyoğlu yakasının bir çok bölgelerine nazaran daha yavaş gelişmiştir.
Kırım Harbi sırasında Kadıköy ve Adalar çok az gelişmiş şehir parçalarıydı. Hatta adaları şehirle ilgisi olmayan köyler olarak kabul etmek daha doğru olur. Şehrin sayfiyesi esas itibariyle Boğaziçi idi. 1900 tarihlerinde Kadıköy sınırı Kurbağalıdere'ye kadar ancak uzanmaktadır. Fakat Haydarpaşa koyu karşısında Talimhane'de yeni, muntazam mahalleler meydana gelmiştir. Bahariye de, muntazam bir sokak örgüsüne göre yeniden inşa edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı başında Moda tamamen dolmuş bulunuyordu. Kalamış ve Fener çevresinde de Kızıltoprak'la Erenköy arasında bir kaç mahalle vardı. Suadlye ve Bostancı'da, Abdiilhamid'in son yıllarında yazlık köşkler yapılıyordu. Bu seyrek kırsal yerleşme bölgelerinin gelişmesi, Cumhuriyet devrinde olmuştur. Adaların sayfiye yeri olarak önem kazanması ise, 20. Yüzyıl başından sonradır.
Üsküdar, 1900 larda Bağlarbaşı ve Nuh Kapısı civarına kadar yoğun bir yerleşmedir. Yeni bir mahalle, Kuzguncuk üzerinde Icadiye'dir. Bu devirde Anadolu yakasının büyük bir gelişine göstermemesine karşılık, Boğazın Rumeli yakası özellikle azınlıkların ve yabancı Sefaret mensuplarının yerleşmiş bulunduğu Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere büyümüş, kalabalıklaşmış ve yeni yapılarla dolmuştur. Yeniköy'le Büyükdere arası Rumların büyük bir serbestlikle yaşadıkları ve özel yortularını alenen yapmalarına izin verilen mahalleler idi. II. Mahmut zamanındaki Pera yangınından sonra Fransız ve İngiliz Sefaretleri bir süre buraya taşınmışlar, ondan sonra yabancı sefaretlerin yazlıkları burada inşa edilmeğe başlanmıştı. Abdülmecit zamanında Belediye dairelerinin kurulması sırasında, Büyükdere en büyük daire olmuştur. 18. Yüzyılın ahşap mimarisi yerini yavaş yavaş kârgir yapılara bırakmış, Tarabya ve Büyükdere'ye oteller yapılmağa başlanmıştı. 1914 den önce Şirketi Hayriye'nin Büyükdere iskelesine günde 1024 kişi taşıdığını görüyoruz.
Sur yük sık vaş
içinin mimarî görüntüsünü değiştiren büinşaatların yanısıra asıl büyük değişiklik, sık yanan mahallelerin yerine yavaş yabasit bir gridiron sistemine göre düzen-
10. Yüzyıl
başı;
19. Yüzyıl
başı;
Tophane.
Rumeli
Hisarı.
lenmiş sokakların geçmesi olmuştur. Şehir nüfusu 1876 tarihli bir saymıda 873.565 olmasına rağmen, sur içi 19. Yüzyıl ikinci yarısında da ve ondan sonra da büyük bostanlarla dolu idi. Surların batısında yüzyıl başında teşekkül ettiğini gördüğümüz mahallelerin daha fazla büyümediği anlaşılmaktadır. Sur dışı, Birinci Dünya Savaşı sırasında, bahçe ve bostanlıktan ibaretti. Şehrin, bütün tarihi boyunca Batı yönünde surları aşmak eğilimi göstermemesi çok ilgi çekici bir olaydır. Ve bu olay, yalnız başına, eski İstanbul'la bugünün İstanbul'u arasındaki strüktürü gösteren önemli bir göstergedir. Osmanlı l»-nparatorluğunun
yaşama gücünün
tükendiği yıllarda şehrin, Batı dünyası ile ilişkiler kuran bölümlerinin gelişmesine karşılık, tarihî çekirdeğin ve eski yerleşme bölgelerinin terkedilmiş halinin üzüntü veren bir hali vardır. Fakat Osmanlı imparatorluğunun kalbi buralarda atıyordu. Ve Osmanlı istanbul'unun da, çöken İmparatorlukla beraber, çökmesi doğaldı. Bugün aynı mahallelerin, estetik bakımdan olumlu veya olumsuz, fakat büyük bir hırs ve enerji ile yeniden inşa edilmesi, toplumun bitmiş olan bir düzenin yerine yenisini koyma iradesinin ifadesidir. Cumhuriyetten sonra şehrin planlı olarak büyümesi gerekliliği daha iyi anlaşıldığı zaman, II. Diinya Savaşından önce Prost tarafından meydana getirilen nazım planlarda şehrin 19.
47
Yüzyıl boyunca gösterdiği gelişme eğilimleri bir düzene sokulmağa çalışılmış ve bir yandan tarihî çekirdeğin bazı sınırlamalarla ve sıhhîleştirmelerle fazla bozulmamasına çalışılırken, öte yandan Abdülâziz zamanında Mühendis Gavand'ın hazırladığı projenin bir paraleli teklif edilerek, Yenikapı'da büyük bir liman ve gar inşası öngörülmüştü. O sırada şehirciliğe hakim düşünceler, şehrin Doğulu yapısının özelliklerini göz önüne getirmeden, büyük külliyelerin etraflarının, Avrupa şehirlerinde Rönesanstan gelen bir gelenekle yapıldığı gibi, açılmasını ön görüyordu. Tarihî dokuya yapılan bu son müdahale, İstanbul'un tarihten gelen son strüktürel özelliğini de ortadan kaldırmış ve şehrin Batılılaşma süreci, aynı tutumdaki uygulamalarla, ve daha da artan bir yoğunlukla, günümüze dayanmıştır.
17. Janin, 18. IA,
R., ay. cs., s. 408-411.
'İstanbul'
19. Ergin,
O.,
not :
Tiirk Öncesi Çağlar için Paulys Rcalencyclopacdie der elassisehen Altertumuissenschajten'dc Byzantion, Constantinopolis, ve diğer ilgili maddeler; R. J anin' in Constantinoplc By zan tine, Paris, 1950 ve I,a giographie cccl(siastiquc de l'Empire Byzantin, Prcmihcpartie, «Le sidge dc onslantinoule et le patriarcat oecıiminigue, Tome III, I.es egtises et les moııastires de Constantinoplc, Paris 1950» adlı yayınları başlıca kaynakları göstermektedir. Mordtmann, Millingcıt ve Sclıncider gibi araştırıcıların kullandıklat kaynaklar, genellikle bu iki kitapta da bulunmaktadır.
Notlar : 1. Janin, R., Constantinoplc Byzantiııc, Divclopment urbain et rıSpcrtoire topograplıique, Paris, 1950, s. 15.
1201. İstanbul,
bu devire ait bel-
E. II., ay. es., Mahalle
listeleri.
24. Ayverdi, E. II., Fatih Devri Mimarisi, i. 35-6. 'İstanbul'
28. Ibid.,
İst
Seyahatname,
I, s. 416.
E. II., İst. Mahalleleri,
s. 56.
29. Zikreden
Ebersolt,
30. Matrakçı Kit.
Nasulı,
Mecmua'-i
Mcnazil,
İst.
Üni.
7. Krauthcimer, R., tiııc Architccturc, 1965, i. 46. 8. Jaııin,
11. Ibid.,
naklen,
RE.
R., ay. es., 'les rtgions
33. Evliya,
mad.,
s.
Cilt I, s. 416
1214/2. vcd.
34. Şchsuvaroğlu, II., «İstanbul Tersaneleri», Deniz Tarihimize ait makaleler, İstanbul, 1965, i. 14344. 35. A.
s. 49-
s. 54.
12. Burckhardl, J., The Age o) Constantine tlıe Creat, A doubleday Anclıor Book, New York, 1956, î. 338. 13. Ibid., 14. Janin,
s. 339. R. ay. es., s. 38.
15. Galata için ayrıntılı ctiit için bak: Sclıncider, A. il/., ,1/. Is. Nomidis, Galata, İstanbul, 1944. 16. Ebersolt,
48
J., ay. es., s. 38.
58. İbid., s. 51 ved. 59. Crelot, C. J., Rclation nouvelle Constantinoplc, Paris, 1680.
d'un
voyage de
'İstanbul'
mad.,
s.
1214/19.
62. Orhonlu,
C., ay. es., s. 111.
63. Mufassal
Osmanlı
64. A. Refik, s. 32.
J.âle Devri, İst. tarihsiz
Tarihi,
1725
c. 5, s. altıncı
baskı,
(çev. A. Re-
67. İnciciyan, P. G., XVIII 1956, s. 112.
Asırda
Boğa-
İstanbul,
İst.,
36. Orltonlu, C., «Fındıklı Semtinin Tarihi», Tarih Dergisi, Vll/10 (Eylül 1954), j. 61-78. 37. Koçu, R. E-, «Beşiktaş» mad., İstanbul Ansiklopedisi. 38. Boğaziçinin ve diğer semtlerin bahçe ve sarayları hakkında bak. Erdoğan,M., «Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri», Vakıflar Dergisi, IV (1958), s. 149-182. 39.
70. I.utfi, Tarih, Orhonlu.
İst.
Constantinople
1290, c. II, s. 62
zikreden
Rcjik,
İbid.,
S. Nazım,
42. İbid.,
s. 55.
43. İbid.,
s. 54
İstanbul
Suları,
İst.
vcd.
Oberhummcr, E., Konstanlinopct ünler Suleiman dem Grosscn, Münchcn, Olılcnburg, 1902.
Ebersolt,
46. Naima'dan 47. Mantran, dil XVII.
naklen,
ay. cs., 102, 106 vcd., IA, 'İstanbul'
Mantran geniş ölçüde Evliya Çelebi'ye başvurmuştur.
122.
nıad., s. 1214.
R., İstanbul dans la sccondc Sidclc, Paris, 1962.
48. İbid., s. 44
71. Ergin'den naklen, Süher, II., İstanbulda planlamasına yardımcı bir araştırma, İst., î. 85. 72. İbid.,
Bölge 1963,
s. 85.
73. Moltkc, II. Frciherr von, Kartc von Conslantinopel ves. 1/25.000, aufgcnommcn in den Jalırca 1836/7, Berlin, 1842. 74. Kauffcr, /•'., Plan von Constantinopel ves., geometriseh aufgcnommcn im Jahrc 1786, bericlıtigt und vermert im Jahrc 1786 von F. Kauffcr, mit ncucn Zusatzen von J. D. Barbier du Bocagc, Pcsth, 1821, J. von Uammer'in Constantinopel und lio spor us, Pcsth, 1822 adlı eserinde. , 75. Stolpc, C., Plan von Constantinopel ves., ilk 1855-63 dc, düzeltilmiş, genişletilmiş olarak 1882 dc, A. D. Mordtmann'ın önsözü ile çıkan Guidc de Constantinoplc'de.
44. Mclchior Loriclıs'in İstanbul silueti 1559 da yapılmıştır. Dilich'inki ilk defa 1599 da yayınlanmıştır. Bu konuda bak.
45. Zikreden urbaines',
vcd.
s. 50.
69. Choiscul Goujfier, Auguste Comte de, Voyage pittorcsquc dans l'Empire Ottoman, en Grice, (laııs la Troade, les tles dc İArchipcl et sur ves..., Paris, 1841.
'İstanbuf
Gıırlitt, C., «/.ur Topographic Konslantinopols im XVI Jahrhundcrt», Orienlalischcs Arclıiv, 11. J alır gang, Ilcft 1, J. 1-9, Ilcft 2, s. 51-65.
R., ay. es., s. 219.
9. Strabon'dan 10. Janin, 64.
Early Christian and ByzanThe Pclicaıı Ilistory of Art,
R., ay. cs., s. 37
57. İbid.,
32. IA,
1946,
6. Janin, R., ay. es., s. 37.
56. Mantran,
68. Mctliııg, Voyage pittoresque de et du Bosphors, Paris, 1819.
41. Nirvcn, s. 48.
5. Janin, R., ay. es., s. 32-37 ve RE dc Constantinopolis maddesi, Baııd IV/1, k. 969 vcd.
C.,
31. Ö. L. Bar kan'm ETLQ-F.TAT yılları arası için verdiği ev sayısı 80.000 civarındadır.
3. Slcwig,
yayınlar
55. Orhonlu,
11/612.
66. Erdoğan, M., ay. es., s. 180-181 ve IA, ziçi nıad.
J., ay. es., s. 69.
İstanTarih
sözii edilen
R., ay. es., s. 83 vcd.
65. Montaguc, I.ady, Şark Mektuptan, fik), İst. 1933, s. 141 ved.
s. 56.
40. Orhonlu, C., «Osmanlı Türkleri devrinde bulda kayıkçılık vc kayık işletmeciliği», Dergisi, XV!/21 (Mart 1960), s. 118.
4. Bu konuda başlangıçta esas alınmıştır.
Mad., IA.,
54. Mantran,
61. IA., 1953,
2. A. M. Sclıncider'den naklen, Slewig, R., Bizans, Konstantinopolis, İstanbul, 'dünya şehri' problemi bakımından bir araştırma, Kicl, 1964, s. 14 (ter. İstanbul, 1965). R., ay. es., s. 16.
ved. M. T., 'Boğaziçi'
mad., s. 1202.
Çelebi,
27. Ayverdi,
53. Gökbilgin,
vcd.
60. Dc Bruyn, C., Voyage atı Levant, Paris, den naklen Mantran, ay. es., s. 25-27.
22. Ergin, O., ay. es., s. 17. 23. Ayverdi,
R., ay. es., s. 69.
52. İbid., s. 77
Vakfiyesi,
21. Ergin, O., ay. es., vc Ayverdi geleri bildirmektedirler.
26. Evliya Bibliyografik
s.
İmareti
1945. 20. Ayverdi, E. 11., I'atilı Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskân ve Nüfusu, Ankara, 1958 ve Sclıncider, A. M., «Strasseıı unıl Çuarliere Konstantinopcls», Mittcilungcn des Bcutschcn Arclıaeotogisclıen Institut, 1950, /. e bakınız vc Sclıncider, A. M. «16 yy. da İstanbulini nüfusu», Belleten, 16. cilt, No. 61, (1952) i. 35-48.
25. IA,
İstanbul'la ilgili yayınların sayısı çok fazladır. Bu raporun yazılmasında bunların bir kısmı kullanılmıştır. Bunlar arasında daha ayrıntılı bir araştırmaya faydalı olacak bibliyografik bilgiyi tanıtanlar arasında en önemlisi, Türk Çağı için, B. Darkot, M. Tayyib Gökbilgin, Midhat Sertoğlu, S. Eyice ve M. Kaplan tarafından, İslâm Ansiklopedisi'nin 'istanbul' maddesini ihtiva edeıı 53 A, B, C dizleridir ve 1A 'Boğaziçi' M ad. T. Gökbilgin.
maddesi, I'atih
51. Mantran,
Çelebi ve
nıoilic Eremya
vcd.
49. Aktcpc, M., «İstanbul'da nüfus meselesine dair bazı vesikalar», Tarih Dergisi, / X / 1 5 (Eylül 1958), î. 1-30. 50. Andrcasyan, II. D., Polonyalı hatnamesi, İst. 1964, s. 4.
Simeon'un
Seya-
76. Şchsuvaroğlu, II., «Boğaziçinde ay. cs., s. 268-7 1.
ilk
vapurlar»,
77. Erinç, O., «92 yıl önce İstanbul metrosu çalınmaları vc yeni liman projesi», Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 7 (Nisan 1968), s. 48-52. 78. Mutluçağ, 11., «Boğaziçi köprüsünün yapılması yolunda ilk çabalar», Belgelerle Tiirk Tarihi Dergisi, Sayı 4, (Ocak 1968), i. 32-38. 79. Giirtav, S., «İstanbulda idarî reform ihtiyacı», İstanbul Bölge Kalkınma Kongresi, 10-20 Nisan 1967. Tebliğler, Kararlar, İst. 1967, 'Şehremaneti Devri', s. 200 ved. 80. Ergin, O., İstanbulda kân Hareketleri, İst. 81. Anonim (Denizcilik Meselesiıı, İstanbul 330-31.
Beş Asırlık
Bankası Kalkınma
İmar
adına), Kongresi
ve İs-
«Liman ves., s.
82. Anonim (Sanayi Odası adına) «İstanbul'un sanayi yönünden müstakbel gelişmesi», İstanbul Kalkınma Kongresi ves., s. 229.