Salih Mirzabeyoğlu
İBDA DİYALEKTİĞİ
■w ■
“Kurtuluş Yolu”
4. BASIM
Mirzabeyoğlu'nun Yayınlanmış Eserleri 1 - Bütün Fikrin Gerekliliği / Fikir (2 Basım) 2 - Aydınlık Savaşçıları / Destan 3 - İdeolocya ve İhtilal / Fikir (2 Basım) 4 - Yaşamayı Deneme / Roman 5 - Münşeat / Münşeat (2 Basım) 6 - Tarihten Bir Yaprak / Fikir 7 - Kültür Davamız / Fikir (3 Basım) 8 - Damlaya Damlaya / Fikir (2 Basım) 9 - Anafor / Şiir 10 - Necip Fazıl'la Başbaşa / Fikir (2 Basım) 11 - Müjdelerin Müjdesi / Hikâyeler (2 Basım) 12 - İslama Muhatap Anlayış / Fikir (2 Basım) 13 - Kayan Yıldız Sırrı / Şiir (4 Basım) 14 - İstikbâl İslâmmdır / Fikir (3 Basım) 15 - Gölgeler / Roman (3 Basım)
16 - İbda Diyalektiği / Fikir (4 Basım) 17 - Dil ve Anlayış / Fikir (2 Basım) 18 - Kökler / Menakıb (2 Basım) 19 - Marifetname / Fikir 20 - Kavgam I / Fikir (2 Basım) 21 - Kavgam II / Fikir (2 Basım) 22 - İktisat ve Ahlâk / Fikir 23 - Hikemiyat / Fikir 24 - Şiir ve Sanat Hikemiyatı / Fikir (2 Basım) 25 - Hukuk Edebiyatı / Fikir 26 - İşkence / Gözlem 27 - Tilki Günlüğü 1 / Ruhî Roman 28 - Tilki Günlüğü 2 / Ruhî Roman 29 - Tilki Günlüğü 3 / Ruhî Roman 30 - Tilki Günlüğü 4 / Ruhî Roman 31 - Tilki Günlüğü 5 / Ruhî Roman 32 - Tilki Günlüğü 6 / Ruhî Roman 33 - Hakikat-i Ferdiyye / Fikir 34 - Sahâbüerin Rolü ve Mânâsı / Fikir 35 - Başyücelik Devleti / Fikir (2 Basım) 36 - Yağmurcu / Fikir 37 -Ü ç Işık /F ik ir 38 - Adımlar / Fikir 39 - Parakutâ' / Fikir 40 - Hırka-i Tecrîd / Fikir 41 - Büyük Muztaribler 1 / Fikir 42 - Sefine / Fikir 43 - Telegram / Fikir 44 - Büyük Muztaribler 2 / Fikir 45 - Elif / Fikir 46 - Büyük Muztaribler 3 / Fikir
Aydin Alkan
TAKDİM Bu eser... Büyük Doğu Miman’mn elimize tu tuşturduğu reçete üzerinde, İslâm fikir ve aksiyo nunu tezgâhlamanın ana kalıbıdır. Bu eser... İnsan ve toplum meselelerine “Kur tuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarıdır.
• Bu eser... Gerçek İslâm aydını olabilmek için gerekli “zarurî” şuurundur. Ve, dava uğruna nasıl olsa geçilmek mecburiyetinde olunan “zarurî” du rurken, faydasız "kolay”a sapanlan reddedicidir.
• Bu eser... İslâm’ın hakikatiyle görünmesi da vasında samimi ve sadık her ferde, kendi iç dün yasında İBDA diyalektiğini istemiş bir yan bul mak hakkını tanır.
• Bu eser... İslâm’ın hakikatini şu veya bu se beple görememiş ve bu yüzden müslüman olma mış her ferde, kendi iç dünyasında İBDA’yı bekle miş ve “İslâma muhatap anlayış” olarak bunu is temiş bir yan aramak hakkını verir.
7
Bu eser... Dünyalar arası muhasebe ve mura kabeye girişin cümle kapısında, nefsimizi hesaba çekişin, ne idüğümüzün ve ne yapmak istediğimi zin çerçevesidir. Bu eser... Evet; bu eser o eserdir ki, bugüne kadar İçtimaî plânda elverişsiz noktalardan ve ne yapacağını aslında kendi de bilmez müslüman -g eçin en - camianın, “topluluk hakikati”ni temin cehdinindir.
8
İSİM VE NİSBET
İSMİMİZ ÇEVRESİNDE İnsan, dil aracılığı ile hakikatleri birer kav ram yaparak onlan idealleştirmenin yolunu bul duğuna göre, bir davaya nisbetle isim, hakikatle rini sıraladığı fikir tepesinin ifâdesi ve kabartma sı olmalıdır. Bir çocuk oturağına konulan süt “be diî zevki” ne kadar incitirse, bir su şişesinde ser gilenen idrar da o kadar çirkindir. Demek oluyor ki, bir fikir ve mânâ mihrakına remz teşkil eden isim, hem köre “ahu gözlü” dercesine bir münase betsizlik belirtmemeli, hem de erkeğe “Ayşe” ismi nin takılması gibi bir şaşkınlık örneği olmamabdır. Bu, olması gerekenlerle olmaması gerekenler muhasebesine yanaşabilmenin en iptidaî anlayışı bir yana, kelâmı kül ve keyfiyetleri Allah’a hava le edici bir aşk ıstırabının sırrîliğinde tecelli eden İBDA, nisbet ve temsil makamında olduğu mânâ ya öyle uygundur ki, insan ruhunun insan cese dinde tecellisi gibi, aksi düşünülemez bir idrake denk gelir.
• Şekil, nakış ve işareti kurcalama ve mânâsı nı heceleme zevkiyle bakarsanız, İBDA klişesinde kucaklanmış, sarmalanmış ve merkeze alınmış “B” ve “D” harflerinin Büyük Doğu’ya delâletini
11
yakîn,-doğrudan ve dolaysız bilgi ile anlar, ona nisbetle de “İ” ve “A” harflerinin münasebetini, bildirilmiş, sabit olmuş, tevatüren bilinen ve dost ve düşman kutuplarca malûm mânâmız çerçeve sinde tedailerle kavrarsınız. Aslen bilinen ve sıh hat şartlan nefsinde toplu bu “nisbetf’in tekrar be yanı ise, nikâh akdinin tazelenmesi gibi bilinenin yeniden bildirilişi, sabit olanın muhatapta bulduruluşu, her dem taze kalma mecburiyet ve memu riyet makamının “oluş”u, ve nihayet; bunak olma yan hafıza, kör olmayan kalb, topal olmayan akıl, görme melekesini yitirmemiş göz, sağır olmayan kulak, leş kokusunu benimsememiş burun, boynu büküldüğü reddeden şahsiyet ve hakikate gerisi ni dönmeyen idrakin, inşâcı ve oldurucu plânda kuruluşudur.
• İBDA, klişe terkibini temin eden harflerin her birine yüklenmiş ayrı mânâlarla bir isim be lirtirken, bu isimde zâhir olan sıfatlar »bizzat BÜ YÜK DOĞU’nun, Büyük Doğunun bir isim oldu ğu mânânındır. Yine bu bahis çerçevesindedir ki, İBDA, mütemadiyen aldığı ve mütemadiyen cezbetmeye memur ve mecbur olduğu mânâ serma yesinin, “ÎÇ”e doğru en soylu tecrit ve “DIŞ”a doğ ru en soylu “tebliğ, telkin ve idare” şeklinde işleti cisi; İBDA alanındaki her uygun verim kârını da, mübdîin “nefsinin hakikati” bir cephe olarak tesbit ve tescil edici, bunun mihrakıdır.
• İbda’: Allah’ın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd. (İbda’, ihdâs, ihtirâ, icâd, sun’, halk, tekvin) kelimeleri birbirine yakın
12
mânâdadırlar. Geçmişte benzeri olmayan şiir söy lemek. İbdâ: İzhâr etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. Yaratmak. Numûnesiz bir şey yapmak.
• İbda’: Sorulan şeye güzel cevab vermek. Biri sine, kâr tamamen kendisine âit olmak üzere ser maye vermek. Parça parça etmek. Kandırmak, iknâ etmek. İbda’ yapabilene “mübdi’ “, eserlerine de “bedi’a” denir.
• İBDA, ismini ve mânâsım, geçmişini, hâlini ve geleceğini, yaptığı ve yapacağı herşeyi, aklı ge ride bırakıcı ve kalbe hitabedici bir tecrit derinli ği ve haysiyeti içinde, topyekûn kâinatı tek cüm leyle izâh edercesine şöyle ifâde edebilir: BUYUK DOĞU’nun sırrı İBDA ve İBDA’nm sırn ise BÜ YÜK DOGU’dur... Ve ne kadar tekrar edilse azdır ki, bu fikir ve mânânın nesep bağı içinde İBDA, kuşa niyet çektirircesine bulunmuş bir isim değil, İslama muhatap anlayışı temsil makamındaki BUYUK DOGU’ya nisbet vasfını gösteren bir sı fattır. Demek ki İBDA, hem sıfat, hem isim, hem iç mânâ, hem dış temsil, hem öz ve hem de nakış tır.
• Allah’ın gayretlileri sevdiğini ve en gayretli olduğunu biliyoruz; ve Allah’ın ancak çalışanlara verdiğini de... Mutlak ölçülerle bildirilen, kabak
13
takımına kadar umumî bir yaygınlıkta bilinen, mânâsız mânâcılarda sim tecelli etmeyen ve mu hatapta silinen bu hakikatler, kendisinden ürk meyen ve kendisini ürkütmeyen bir şahsiyetin muhatap keyfiyetini nereden tanır?.. İşler ve in sanlar boyunca cevap binbirden sonsuza kadar uzansa da, her işin başı, her insanın derdi, her oluşun şartı, her basamağın meselesi, kısaca “her cevabı nefsinde toplayan hikmet” birdir ve Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin bildirdiğidir: — “Sıhhat bulmak için herşeyden evvel, has ta ve marîz olan kimsenin hâlini bilmesi ve devâ istemesi şarttır!” İlâhî tecellilerin topunu kucaklayan “RAH MET” hâzinesinden dilenirken, en güzel ve en ya nık ses ve mânâda en muhtaç kılık ve tarihin gör mediği döküklük ve söküklük idrakine uygun acmdıncılığımızla, nasıl bir keyfiyet bekliyoruz ki, bize ve topyekûn insanoğlunun “yeni nizam ve yeni insan” bekleyişine devâ olsun?.. Cevap yine binbirden sonsuza kadar uzasa da, istenen veya istenmesi gereken ve bahsi nef sinde toplayan hakikat birdir ve BUYUK DOĞU Mimarı’nm İBDA hüviyetinde tesbit ettiği cevhe rin gelişiminde, bu mayanın yığınlara maledilişindedir: — “Davamızın billûr sarayını, Kafdağı’mn, yâni topyekûn insanlıkça özlenen eskimez ve pörsümez ideal tepesinin en yüksek noktasında inşâ istidadında mimar namzetleri olarak onları se lâmlarım!.. Onbeşinci İslâm asrının kapısında, İs lâm’ın ebedî gençliğini, tazeliğini ve yeniliğini, her ân genç, taze ve yeni kimliklerinde ışıldatsın lar ve Kafdağı’na tırmanmak kadar zor ve çetin gayenin mânâ ve madde şartlarına ersinler!”
14
Evet; güzel isimleri arasında El-Bedî, ElMübdî, El-Fettâh bulıman Allah’tan, İslâmî yeni leyen MUHATAP ANLAYIŞ şartlarını bu isimle riyle istiyoruz!.. El-Bedî: Vasıtasız icâd edici... El-Mübdî: Misilsiz yaratıcı... El-Fettâh: Kapıları açıcı... “Rah met”, her İlâhî isme nisbetle değişir ve Allah’ın rahmeti, güzel isimlerinden her biri ile istenebilir. “Allah” da, Zâtına nisbetle bir tuğra isim... Ve her İlâhî isim, Allah’ın bütün isimleriyle vasıflanmış olduğundan, hem Zât’a ve hem de kendisi için ko nulan mânâya delâlet eder. Araçsız, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız, misilsiz ve numûnesiz meydana getiren, izhâr eden, açıklayan, yaratan, dilediğini dilediği şekilde yapan mutlak “mübdî-sanatkâr” Allah... Mutlak irade, Mutlak Kudret, Mutlak Faal, Mut lak Galip, Mutlak Emir Sahibi, O. O hâlde, “sübjektif-enfüsî” ve “objektif-afâkî”, dar ve geniş, doğrudan ve dolaylı, açık ve gizli de lâletleri, remzleri ve işaretleri, kısaca; bütün mâ nâ akrabalıklarıyla İBDA, bizim zamanın tecelli lerinden gözleyeceğimiz ve “kendinden zuhur” hü viyetimize uygun bir usulle denizde deniz içi ha yatı kurcalarcasına İlmî bir tecessüs sahibi olarak “eserde müessiri kurcalarken” örnekleştireceğimiz “diyalektik” ve “ahlâk”m da çerçeveleyicisidir.
• Kendinden başka hiçbir tarafa gönül ve kafa nisbeti kabul etmediğimiz BUYUK DOĞU yolu nun derinliğine ve genişliğine doğru destanını ya zan İBDA, bir davası, iddiası ve ispatı bulunma dan, karışıklıkta ve arada kaynayarak boy göste ren sürüngenlerin tersine, en açık bir biçimde ilân
15
eder ki, Peygamberler Peygamberinin kum tepe lerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun tâ kendisidir... Ve tarihi boyunca da görül düğü üzere, “Fırka-i Naciye; Kurtuluş Fırkası” di ye isimlendirilen bu yolun çapraz çizgileriyle hiç bir alâkası yoktur.
BÜYÜK DOĞU VE İBDA Sonsuzun suret, mânânın kahp, muhtevanın şekil, keyfiyetin kemmiyet ve zamanın mekânda benzersiz ve tekrarsız tecellisi gibi, bütün İBDA görünüşleri boyunca ortaya çıkan gerçek, BUYUK DOĞU hakikatlerinin yemişleridir. Kökleri bâtın da ve zâhiri bulutların üstünde olan dallara asılı, derinliğine ve genişliğine insan meselelerini ku caklayan yemişler... Demek oluyor ki İBDA, BÜ YÜK DOĞU’ya nisbet ölçülerini mevzular boyu yeniden çerçeveler ve öz kalemini hareket ettiren saiki her dem tâze ilham menbaı olarak işaretler ken, her şeyden önce ve her şeyden sonra, bu “kök, dal ve yemiş” ilgisini ve nisbetini, zaman hükmünü ve remz hüviyetini resimlemektedir.
• Ruhun eşya ve hâdiseler karşısındaki “nasıl” tavrı, insanın “varlık” ve “oluş” bahsinde “iç” ve “dış”a doğru şahitliğini kapsar. Aklın “niçin” tavrı ise, kendisinden başlayarak ölçme ve biçme, se bep ve netice arayışıdır. İnsan faaliyetlerinin son tecritte ruhî çabaya dayanmasının ispat olunmuşluğu gözönünde tutulursa, sebep, netice ve illet arayışının ruh; tesbit ve şahitlik edebilmenin ise akılla ilgisi, beraberliği ve birlikteliği kavranır. Ruh bulur, akıl sorar ve ölçücü aklın bulduğuna,
16
bulucu ruh şahitlik eder; böylece şuurun iki kana dı arasına gerili gergefte birinden biri ağırlıklı fi kir görünür. “Çocuk NASIL doğar?”... Şöyle olur, böyle olur... Ya “niçin” doğar? Biz her defada “niçin”i, yani ilk sebebi kavra madan hiçbir şeyi bildiğimizi sanmayız. Bir mâ nâda sebep, bir şeyin yapıldığı ve o şeyin içinde bulunan şeydir; meselâ, Büyük Doğu’nun, İBDA’nın sebebi oluşu gibi. Başka bir mânâda se bep, “şekil, örnek ve öz”ün tanımıdır; Büyük Do ğu’nun İBDA’ya şekil ve örnek olması, özünü teş kil etmesi, onun tarafından tarif edilmesi gibi... Başka bir mânâda, değişme ve sükûnetin ilk baş langıcının geldiği şeydir; meselâ, genel olarak “müessir” — eserin, “değişmeyi meydana getiren” - değişenin, Büyük Doğu ise IBDA’nm vücuda ge liş sebebidir. Son bir mânâda da sebep, “netice ve gaye”, yâni “sonlu sebep-gaî illet”tir; meselâ, Bü yük Doğu İBDA’nın sebebidir ve “neden İBDA” di ye sorulunca, “Büyük Doğu için” deriz. Demek oluyor ki, İslâm ruhunun eşya ve ha diseler karşısında “nasıl” tavrını temsil eden Bü yük Doğu gövdesine mukabil İBDA, onun taşıyıcı “niçin” kanatlandır, onun içindir, onun gayesidir ve gayesi odur!.. “İslâm Tasavvufu” ve “Batı Tefekkürü” saha sı arasında kanatlannı açan İBDA, birincisinde imânın hakikatini ve İkincisinin de bir “annma kurnası” hâline getirdiği gizli imânını selâmlar ken, “ana gövde” dilinde, yâni işin kemmiyet ör güsüne memur zarurî bir âlet mevkiindeki BÜ YÜK DOĞU dilinde tecelli eden mânânın muha
17
sebecisi, iç ve dış hikmetlerin bu gövdeye maledicisidir.
• “İç”in dışta bulunuşu şuuruyla dış’a ve iç’e, “dış”m içte bulunuşu şuuruyla da iç’e ve dış’a ba kan, böylece üzerinde bulunduğu işin zamanını gösteren İBDA, bütün bu gidiş ye gelişleri, toplan ma ve açılışları boyunca, BUYUK DOGU’nun tec rit buudunu suretlendirir ve BUYUK DOGU ola rak “bilmek yapabilmektir” hakikatince pratiği nakışlandırır.
• Bu dünyada iş ve eser adına ne varsa, insa noğlunun bilerek veya bilmeyerek peşinde koştu ğu İÇ ALEM düzeninin vasıflandınhşmı gösteri yor... Çeşitli dereceler, görüntüler, mânâlar içinde, ASIL IHTİYAÇ’a nisbet çerçevesindeki İFÂDE şe killerini... İslâmî eşya ve hâdiselere tatbik fikri olarak BUYUK DOGU, şemsiyesi altında topladı ğı ipuçları, çözümler, teklifler, meselelerin mese lelerini işaretleyici uyanlar şeklindeki mevzular bütünüyle, neyin neye âitlik idrakini de pırıldata rak, bu vasıflandırmaya isimdir ve sistem olarak terkibi budur. Eğer Büyük Doğu’yu, her mânânın suretini barındıran ve her suretin mânâsını sak layan “MİSÂL ÂLEMİ” gibi alırsanız, İBDA, ona tutulmuş aynadır, o ruhun yuvasıdır, onun tecelli mekânıdır ve bu yıldız birleşmesi içinde de, onun görünüşü ve zamanıdır.
• Pergelin sivri ucunu raptederek, Gölge (1), Gölge (2), Akıncı Güç, Büyük Doğu - Rapor ve Gönüldaş çizgisi boyunca daire muhitini tamamla mak ve bu işin sonunda merkezi görülür şekilde
18
mühürlemek... Mühürün üstünde şu imza var: İB DA... Nakışta zaptedilmiş mânâ İBDA, mühürü basan el ise BUYUK DOGU Miman.
• İçinden geçilen öldürücü şartlarda, kof, zayıf ve nasipsiz olanlar kolayca tereddiye, bozulmaya ve çürümeye gider, BUYUK DOĞU’dan aldığı te siri kusarak “cenin-i sâkıt; düşük çocuk” hükmü nü yerken, oluş zorluklarını sıçrama tahtası bilen sağlamlar, dayanıklılar ve bahtlılar, bütün dünya nın beklediği YENİ DÜZEN’e ulaşmak ve bütün geçicilikler içinde değişmez, pörsümez ve paslan maz gerçeğe tırmanmak namzedliği kazanıyor du... Büyük Doğu Miman tarafından 1979 tarihi itibariyle nefsinde böyle bir keyfiyet cevheri tesbit ve tescil edilen İBDA, en kısa, kesin, gaynsma tenezzülsüz, tartışmasız ve öz bir ifâdeyle, BÜYÜK DOGU teknesinin rüyâsıdır. Madem ki vasfı budur, BÜYÜK DOĞU idealinin sevdalılanna, sami milerine, çıkar hesabında olmayanlanna ve dava ya alçaklık mizacında bulunmayanlanna, altında toplanacaktan bir sancaktır. İBDA: Allah ve Resûlü davasında, DOĞRU YOL - KURTULUŞ YOLU’nun bir alemi, bir rem zi!..
İBDA NİSBETİ Kâfir, münafik ve ahmak soyunu, İkinciyi bi rinciden beter ve üçüncüyü diğer ikisini besleyen mânâ kıyıcısı diye bilerek, tek tip mahkûm kıya feti içinde görebiliriz. Hakikatin hakikatine nisbetsizlik bahsinde, suçlan, cürümlerinin ağırlığı, kasıt durumlan, sebepleri ve mazeretleri başka
19
başka da olsa, onları mahkûm hüviyeti içinde bir leştirerek damgalayan hakikat, hakikati fedâ et miş olmalarındandır. Kâfir, münafık ve ahmak soyu, sadece haki katin hakikatine karşı durmak değil, aynı zaman da mânâ hemcinsini ve kendi hakikatini imhaya da memur!.. Birincisi, “Mutlak Fikre” nisbetsiz arayış; İkincisi, duruma göre seyyar ve karma gö rünüşlü bukalemun; üçüncüsü ise, mânâların ge çişini tren gibi seyreden öküz tabiatiyle, bu me muriyetlerini yerine getirirler.
• Bu üç soyun birbirlerine karışık şekillerini ve mânâ çeşitlerini sıralamak lüzumsuz. Öyleyse, kâfirin ahmak olmayan soyunu, hakikati arayan; münafikı, hakikat karşısında namussuz; ahmakı ise, direne direne mahkûm oluş çizgileri içinde ele alırsak, ikinci ve üçüncünün teşhisimizi dolaysız doğrulayışı açıktır. Birincisine gelince; o, bütün fi kir tarihiyle - mihraksız tümevarımın zafiyetiteşhisimizi belgelemektedir ve onun hakkmdaki hüküm genel bilgi olmuştur. Yine de, girift haki katleri basit misâllerle çerçeveleme usulü içinde söylemek gerekirse, atomun parçalanması hâdise sini belirtebiliriz. Müsbet ilmin, “atom, maddenin bölünebilmesi imkânı olmayan en küçük parçasıdır” hükmü, ruh ve ruhçuluk karşısında maddenin ezeliliğini ve tabiî ki ebediliğini gösteren bir delil olarak ile ri sürülüyordu. Demek oluyor ki, bugün atomun parçalanıyor olmasını bilen ve müsbet ilmi ölçü alarak inkâr kutbunda yer tutan adam, sadece imân kutbuna karşı değil, aynı zamanda dünkü inkâr kutbuna zıtlığını da delillendirmektedir. Bu
20
bahis, tefekkür plânında çoktan beri ifadelendiril miş ve genel bilgi olmuş şu hüküm çerçevesinde dir: — “Felsefe; birbirinin yanlışını çıkarma ve başıboş arayış müessesesi!” Çifte kanatla süzülme hikmetinden mahrum, muvazene derdinden azâde, daire sırrından gafil, fikir zevkinden nasipsiz ve bütün bunların müsbetini toplayan İslâm mihrakı tarafından terke dilmiş ve hakikat yularından boşanmış bir sahip siz... Birinin, birkaçının veya hepsinin çizgilerini taşıyan içli ve dışlı yobazlardan bahsediyoruz. Nisbet bahsiyle alâkalı olarak temas ettiğimize göre, nisbetin ne olduğunu belirtmek, aynı za manda hükmümüzün doğrulayıcısı olur: — “Bütün işleri bir gayeye bağlayıp, her şey de has ve hususî bir anlayış sahibi olmak...” Has idrak ve üstün zekâ budur; ve fikir plâ nına bağlı olarak belirtelim ki, antitezleri çürüt tükten sonra kendi nefsine dönüp, “ben doğru ol duğumu nereden bileyim?” diyecek kadar üstün bir keyfiyete ermeden bunun hakikatini anlamak mümkün değildir. Mutlak Fikrin gereklilik şartı nı kavramak ve tefekkürün İslâmî oluşundan bahsedebilmek, her şeyden önce bunun idrakiyle mümkündür. Nisbet şuurunun başı budur!..
• Aklın hakkını verip kopacak kadar gerdikten ve muhatabını derdest edip defterini dürdükten sonra nefsine dönen ve “ben haklı olduğumu nere den bileyim?” diyen şüphe haysiyetine ve üstün nefs muhasebesine dikkat ediniz!.. İmânı da zayıf inkârı da zayıf köpek soyundan insanın anlamadı ğı bu dil, inkârın da inkârına varmış ve orada yi
21
ne imânı bulmuş üstün keyfiyet olmak bir yana, gerçek imânın cümle kapısıdır!.. Bu noktaya dikkat ediniz: Delil ve ispatın de ğişmesi boyunca birbirini ve kendini tekzip eden küfür kutbuna mukabil, delil ve ispatı, imân etti ğine nisbetle değerlendiren ve böylece şuur sevi yesinin her derecesinde değişen gerçeklik seviye sini kendine bağlayan bu idrak, başta Allah ve Resûlü, bildirdikleri ve getirdikleri olmak üzere, bu “Mutlak Hakikat” kutbunun bütün tecelli ay nalarındaki görünüşlerinin doğrulayıcısıdır, bun lara nisbet içindedir, bunların yeni zaman ve me kân şartlarına intikal ettiricisidir, uygulayıcısıdır. İslâma muhatap anlayış olarak bu bahsi bedahet idrakine bağlı “tasvirî” bir usulle ortaya koyan, böylece ruh, sistem ve anlayışın “nasıl” şartını hâlleden Büyük Doğu, yürüyüşünü ve kendinin “niçin” buudunu İBDA ile ifâde eder ve her biri ayn bir fetih sahası olan mevzulara, değişen şart lara, değişen taleplere ve değişen ihtiyaçlara ce vap vermenin tahlil âletine erer.
• Bütüne nisbetle, bütün üstüne örtülü mevzuundaki parça aksiyonla bütün aksiyona katılacak olanların, bu bütün inkılâp şuurundan pay alarak kendi mevzulanndaki aksiyona yönelmeleri ve gerekeni yapmaları... Belli bir fikir birikimiyle Büyük Doğu’nun ruhunu kavrayarak “bilmeyi bil me” durumuna gelmek, oradan ilgi mevzuuna yö nelmek (pratik), pratiğin verileriyle vasıtanın te orisini zenginleştirmek ve o teoriyle tekrar pratik şeklinde, dış oluş vasıtalarını iç oluş destekleriyle beraber kuşatmak... Çepeçevre BUYUK DOGU İBDA şuuru!..
• 22
Bütün İBDA külliyatına şâmil bir genişlikte ve mevzuun hususiyetine nisbetle unsurlarım işa retlediğimiz “nisbet” bahsinin buradaki yeri, yol gösteren bir tabelâ olarak bu kadar!..
İBDA BÜNYESİ İBDA, mânâda muhataplarım ziyâfet sofrası na davet edici olduğuna göre, onlann önüne, ka bak takımına, tekerlemecilere ve parsanın döndü ğü yana başını çevirenlere mahsus şekilde boş ta baklarla çıkamaz!.. Zaten bütün basamaklarda, ne olduğunu ve ne olmak istediğini bir nefs muha sebesi ve murakabesi olarak ortaya koymak ve kabına keyfiyet cevherini doldurmak, onu diğerle rinden ayıran bünye özelliğidir. Bu bizim mecburiyetimizdir!..
• Sahiline topyekûn insanlığın dizildiği bir ok yanusun kıyısından, herkesin nasibince açıldığı ve bilerek veya bilmeyerek bir iç âlem düzeni pe şinde koşarken yerine getirdiği “zamanın içinden zamanın üstüne sıçrama” gayesi, kimi hak, kimi si bâtıl kutbu temsil içinde gerçekleşir ve aynı kutba bağlı olanlar içinde de değişik derece, usul ve mizaç renklerinde görünürken, hemen anlaşı lacağı üzere, benzerler benzeşir ve birleşir. Biri diğeri, diğeri biri için!.. Büyük Doğu Miman’nın manzumeleştirdiği hadîs meâli: — “Ruhlar iki saf asker, kin ve aşkı bölüşür; — Bir olanlar elele, olmayanlar döğüşür.” Yavuklusunun hasretiyle yanarken, yanış
23
memuriyetini ve hasret ateşinin aydınlığını doku ma tezgâhı başında “doğru”ya tercüme ettiren aşıkm, renk renk ve çizgi çizgi iyi ve güzeli dokuyu şu... Memuriyetimiz bu! Mânâ helezonlarının sır mıntıkasında tevdi edilen bu icâzet-verâset, oradaki pay haddini cet vel hesabıyla gösteremez ve bir nevi tarif, İBDA’nm tarifi hâlinde, kuşanılacak şuur olarak ifâ de eder: Geliştikçe geliştirilecek prensiplerle ge lişmek! Eşya ve hâdiseyi; müminin gözünde, işi bitin ce terkedeceği çöplük değerindeki dünyayı, bizzat .bu meseleden itibaren ve “ahiretin tarlası” değer hükmüyle mânâlandırmak! Dikkat: Dünya ahiretin TARLASI ve asıl ha yata sıçrama taşı!.. Ve sefilliği, nisbetinde ZO RUNLU!.. Zorunluluğu nisbetinde de, her ne ka dar “çöle atılmış bir'buğday tanesi kadar” kıyme ti yoksa da, mühim!.. Kendisiyle değil de, vasıta olduğuna nisbetle kıymetlenen dünyayı, hakiki saadete talip olanların yetişeceği ve yaşayacağı, ciğerlerine yalnız bu havayı çekeceği gayesine gö re nakışlandırma davası... Bunun için de, mihraksız, çocuk uçurtması fikirler geveleyen değil, “has oda” sırrına giden yolu döşeyebilecek ve derinlik buudundaki karşı engelleri temizleyecek bir bün ye gereklidir... İBDA budur!..
• Fikir önünde düğmesini iliklemeyi ve olanca samimiyet sermayesiyle saygı duymasını bilme yenler, saygı duyulacak bir fikir haysiyeti belirtemezler. Bu mânâ BUYUK DOĞU’ya nisbet olarak İBDA’da tecelli etmiş ye İBDA merkezi, doğrudan doğruya BUYUK DOĞU’nun merkezi hâlinde ve
24
tek, son ve som mirasçısı sıfatıyla, onun telif hakçılığına ermiştir. Şu söz, bizzat Büyük Doğu Mi marı tarafından kendini misâl göstererek İBDA’nın merkezî şahsiyetinin mânâsı için ifâde edilmiştir: — “İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı var dır!” Telif hakkı, yapam yaptırandan gelici bir tec rit bünyesini gerektirir ve bunun hakikati de İs lâm’da, İslâm’ın bâtın yolundadır. Büyük Doğu’ya kaynağından nisbet içinde bulunan ve onda tecelli eden mânânın muhasebesini yapan İBDA, bu çer çevede BUYUK DOĞU üzerinde telif hakkına sa hiptir... Telif; kullanma, tertip ve tasarruf hakkı. Şu “telif hakkı” meselesi... Bir adamı “hari ka” olmaya davet ederken, şapşallığım büsbütün azdırmaya ve bir takım ibiş tiplerin hainliğine ge çit vermiş bir mesele olması bakımından, birkaç çizgiyle üzerinde duralım: — “Tefekkür, şüpheye düşmeden ve kalbi başka şeylerle meşgul etmeden, elde edilmek iste nen bir ilim için iki ilmin arasını birleştirmektir. Şayet kalb, birleştirilen o iki ilimde hissetme nite liğini kaybedecek derecede dikkat kesilir ve bu iki bilgiyi hazırlamak için âdi şeyden kıymetliye inti kal ederse, buna TEFEKKÜR denir!” Kısaca; açık olan, malûm bulunan ve nakille öğrenilen bilgiler arasındaki ülfet ve, imtizacın, “her şeyde parçaların toplamından fazla BIRŞEY vardır” hakikatine denk geldiği yerde, bu orijina lite ve terkip, bir telif belirtir... Netice olarak “te lif’, parçaların toplamından fazla birşey olarak, teferruatı kendine .bağlayan asliyettir... Mesele nin fikir, ilim ve sanat dallarının herbirinin ken
25
dine mahsus hususiyetleri bir yana, mihrak ölçü sü budur... Telif hakkı da, mübdînin kendi öz ese ri üzerindeki tabiî hakkı!.. “İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı var dır!” hikmetine gelince... Asliyetini insan ve top lum meselelerinin hâiline dair sayısız ölçülendirme içinde tecelli ettirmiş İBDA mihrakının, me mur olduğu işin tâ kendisi olan usul, üslûp ve tar zına bakıp da, “anlama”yı mehaz göstermeme zannedenlerin ve bir nevi zımnen açıkgözlüğe or tak olma davranışına yeltenenlerin, evvelâ sözkonusu hikmet üzerinde bile telif hakkı olmadığı, o hikmetin de bir telif olduğunu anlamamalarından ve bizim bizzat o hikmet üzerinde çeşit çeşit eser de nisbet ölçülendirmeleri serdederek o hikmeti anlama hususunda telif sahibi olduğumuzu göre memelerinden belli... Netice olarak, telif hakkı, “telif hakkı” olduğunu gösterici bir asliyet ve ori jinaliteye tâbi kılmaktır... Tâbi kılmak da, mehaz göstermemek demek değildir!.. Eser inceleme ve araştırmaya dair fakirliğini gizlemek ve bir yandan da âlâda görünmeye heves etmek bakımından, bir taşla iki kuş vurmak hesa bı mehaz göstermekten kaçanlar, bunun adının “telif hakkı” değil, hırsızlık olduğunu anlamalıdır lar... Bir eserin, bir yazının, asliyeti muhatabına ait bir tedaiye yol açması ve ilhâm vermesi ayrı şeydir, muhatabın onu “malik olmadığı mânânın sahibi görünmeye bayılan” bir mizaç olarak sat ması ayrı şeydir. Bu türlü ölçülendirmelerin ol madığı yerde, tepinmeye ne hacet, “müzik, resim, mimarî” soyundan eserler de dahil her esere, “ben bunu anladım!” pişkinliği ve komikliğiyle sahiplik taslarsın!.. Kıssadan hisse: “Telif hakkı”, mehaz göster meme değildir... Nasıl ki mehaz göstersen de gös
26
termesen de, hiçbir ölçü, nisbet, esas, usul, tarz şartına malik olunmaksızın tertip edilen menakıb örnekleri telif değilse... Her hakikate sahtesinin musallat olması gibi, işlerin en pahalısının yanın da da daima en ucuzcu biter!.. Keşke ben tedaiye yol veren bir yerde kalsaydım da, sözkonusu meseleyi bir asliyet hâlinde benim dışımda biri ortaya koysaydı!.. Bir şey yapmak kadar, o yapılmış üzerindeki hakkına sahip çıkmanın da sırasında “yapmak” olduğunu idrak eden İBDA, yine Büyük Doğu’ya “nisbet tarzı”nm gereği olarak söyleyebilir ki, bir yandan yapmak ve öbür yandan öyle düşünüşü nün “niçin”i üzerinde düşünmek bakımından, ikinci olmayan ve İkincisi de bulunmayan bir ör nektir... Kıssadan hisse alma!.. Bulunanın aranması şeklindeki hakikat, bu lunan ve arayanın doğruluğu hâlinde, bâtın mâ nâsıyla da tasdik görmüş, fikrin gayesi olan ve İB DA Mihrakı’nın “şahsına münhasır” mânâ bildi rilmiştir. Demek oluyor ki, İBDA’mn belirttiği nis bet, BUYUK DOGU’nun aynı hâlinde onda fâni oluşun bünyesidir; müntehasmda “kendinden zu hur” hikmetine rabtolmuş bir sır... Netice olarak; nasıl ki aramak bulmanın aynı ise, İBDA nisbeti de hiçbir “gayriyyet-zorlama ve yapmacık” olmak sızın, bünyesinin aynıdır!.. Büyük Doğu mihrakı, yapanı yaptıran işleyici ve işletici bir sıfat hükmündedir ki, bu, sözko nusu ruh ve anlayışa bağlı her tezahürde görün mesi zaruretine binaen, görünüş-tecelli ister... Bu
27
ölçü içinde ifâde edersek: — “İBDA bünyesinde belirttiğimiz veya belir tilmiş her kıymet, yapılan herşey, BÜYÜK DOGU’nundur ve iftiharla söyleyebiliriz ki, bu bünye her zerresiyle BUYUK DOĞU’nun tesiri altında dır!” Vücut hikmetimiz, varlık sebebimiz, can ışı ğımız, kalbimiz BUYUK DOĞU!- Onun için yaşı yoruz!.. Nakışta zaptedilmiş mânâ İBDA, mühürü basan el ise, BÜYÜK DOĞUL
İBDA MİHRAKI İmâm-ı Gazalî’den Necip Fazıl’a, Descartes, Hegel, Bodler ve Balzac’a kadar, hiçbir fikir ve sa nat adamı gösterilemez ki, neyi niçin yaptığı ve kime nasıl baktığını ölçülendirmiş olmasın... Biz kendi diyalektiğimizi billurlaştırırken, yaptığımız işin gereği objektif plânda kalmak durumundayız. Ancak büyük İslâm diyalektiğinin zorunlu olarak davet ettiği yerlerde de NİSBET KEYFİYETİNİN DAYANAK NOKTALARINI, -şahsî olsa da-, mec buren belirtme durumundayız... Bu gözle Büyük Doğu Miman’nın tesbitine bakınız: — “Memnun olmalısın... Ben 30 yaşlarınday ken geçirdiğim buhranda, beni kurtarıcı âyet şu oldu... Dikkat et: “Allah hiçbir nefse taşıyacağın dan fazlasını yüklemez”... Demek ki, o yükü taşı yabileceğin için veriyor.,. Sevinmelisin!.. Göthe’nin bir sözü var: “İnsanlar bir kere büluğ ıstı rabı çekerler, dehâlar hep yeniden!”... Benim çi lem hep devre devre oldu!” Her türlü sahte tevazuu bir yana bırakıp, bü
28
yük davanın takibi icâzetini mahkûm tavn içinde sefilleştirmeyi kabul etmeksizin işaretlediğimiz bu husustan sonra, bu bahse niçin temas ettiğimi ze gelelim... Balzac’ın, bir romanındaki kahrama nın şahsında çerçevelediği tesbit, gerçekleştirdiği miz görevin ruhunu bütün hakikatiyle verir: — “Dahîlerin ne kardeşleri, ne kız kardeşleri, ne anneleri, ne de babalan; meydana getirecekle ri büyük eserler, büyüklükleri uğrunda her şeyle rini fedâ etmeye zorlayarak onlan zahirî bir hod binliği benimsemek zorunda bırakırdı... Dehâ, kendinden başka kimseye tâbi değildi; başvuraca ğı araçlar üzerinde hüküm vermek yalnız ona dü şerdi; çünkü amacı bilen oydu. Bu yüzden, kanunlan yeniden yapmaya aday olduğuna göre, kanunlann üstüne çıkması gerekti; zaten, YÜZYILINA HÂKİM OLAN ADAM HER ŞEYİ ALABİLİR, her şeyi tehlikeye koyabilir, her şey onundur!”
29
TARİH MUHASEBEMİZ
İLÂHÎ BERAT ZAMANI Allah’ın Resûlü... Veda Haccı’nda... Kızıl tüy lü devenin üzerinde, yüzbini aşan bir sahabî top luluğuna hitap ediyorlar. Sözleri arkalara doğru her yüz adımda bir sahabî tarafından tekrarlanı yor ve dümdüz meydan, herbiri bin kere tekrarla nan bu sözlerin yankısını uğuldatıyor. İslâm topluluğuna Veda Haccı’ndaki bu sesle niş, ebediyet mimarîsinin yerle gök arası “senfo nik” çizgilerle resmedilmiş ahenk abidesidir... Ve içinde gaye ve dava memuru insanoğlunun, yara dılışından o güne değin hiçbir ferdine nasip olma mış derinlik ve yükseklikte şu cümle vardır: — “İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini ya pa yapa nihayet gaye noktasına erişti!” Gerçekten bu çapta bir yükseklik, derinlik ve memuriyet idraki, O var diye var olan Kâinatın Efendiliğine âit bir hüccet... Topyekûn Kâinatı kalburdan geçirircesine bir nefs muhasebesine yanaşan ve “birşey söylemek için herşeyi söyleme, Kâinatın her ân yeniliği içinde herşey söyleneme yeceğine göre de Mutlak Fikre göre söyleme” za ruretini kavrayan idrak için, sözkonusu cümlenin ihtar ettiği mânâ şudur: — “Zaman ve mekân emrime verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeye
33
cek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma ina nıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musu nuz?” İşte İlâhî berat, zaman hakkında söylenmesi ve benimsenmesi hiçbir kula nasip olmayan bü yük sır ve bu sır önünde ulvî varlık muhasebesi!.. İşte topyekûn zaman ve mekânın Peygambe ri ve O’nun yolunda ebediyen zaman ve mekâna hakimiyet gayesi!..
• Bir şeyin gerçekleşmeden önce mümkün ol ma özelliğiyle var olması... Zamanın maksatlılığı... Bir tecelliden bahsedebilmek için, tecelliden önce, tecelli edenin var olma zarureti... Zamanda varlıkin, zamanüstü varlığa âidiyeti... “Herkesin hakikati kendine; öyleyse hakikatin hakikati kimde?” suâlinin cevabı... Kronolojik tarihi kendi ne bağlayan zamansız keyfiyetin maliki... Daha neyin ve neyin sırrını toplayan hakikat, O’nun du daklarından dökülen tek cümle ile ifâdeye ermiş tir: — “İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini ya pa yapa nihayet gaye noktasına erişti!” • Kopukluk ve kesiklik içinde yekpârelik ve bü tünlük, bütünlük içinde de kopukluk ve kesikliğin şarkısını söyleyen zaman, “kadans” dedikleri âhenk helezonuna, vakaların posasını değil de ru hunu yerleştirmek işinden başka sanat tanımaz!..
ÇIKIŞ VE İNİŞ Birinci Asrın başlarında söylenen ve ana ga ye noktası olarak, Kâinata Efendisinin -K üllî
34
Ruh ve Nokta-i Vahdet olarak- zuhurunu müjde leyen bu sözlerden beri İlâhi berat, zaman, o dem lerde aldığı keyfiyet ölçüsü bir yana, kemmiyetler tablosunda 1399 yıl devir üstüne devir tamamla mış ve 1400’üncü merhaleyi saymaya başlamış bulunuyor... İBDA’mn BUYUK DOĞU ile kucak laştığı ve Büyük Doğu Mimarı tarafından “Büyük Zuhur” olarak karşılandığı Milâdî 1979 ve Hicri 1400 yılı ve hâlihazır dili ile, sözkonusu merhale yi muhasebemiz... Aslında kopmaz ve bölünmez olan zaman şeridinin İslâm dünyasında 1400 yıl lık akışını şöylece ayırabiliriz: NUR ASRI’nm dört büyük halife devresini takip ederek Emeviler ve Abbasiler çığırında fildi şi kaldırımlı ve billûr kubbeli medeniyet tablosu pırıldatan İslâm..! Eşya ve hâdiseleri tam bir ta hakküm kıskacı içinde.zapteden, bu arada türlü kuru akıl oyunlarına getirilen ve 73 kola bölünen, fakat aslâ öz cevheriyle parçalanmayan İslâm... Kendi hesabına göre 15. Asırdaki “Rönesans” dav ranışına gerekli eski Yunan kaynaklarının tercü melerini Batılı “Hümanist”lere bağışlayan İs lâm... Peşinden, İlâhî kanun icâbı kemâl çizgisin den zevâİe doğru kayarken saf ve hâlis bir mille tin eline geçen ve onun elinde üç asra yakın sali bi Viyana kapılarına, dalâleti de Çaldıran Ovası’na ve Nil Deltası’na kadar kovalayıp, nihâyet pörsümeye bırakılmış vecd ve aşkın ağır hesabını vermeye başlayan ve 17, 18, 19, 20. Asırlarda tam bir yıkılış bilançosu hâlinde buruş buruş pörsütülen ve nihâyet son 50 yılda parça parça edilip çöp tenekesine atılan İslâm... İslâmî, Anadolu çerçevesinde bu son 4 devre siyle ( Hicri 11, 12, 13, ve 14. Asırlar) ele alıp za manın, Veda Haccı’nda Peygamber üslûbuyla dile getirilmiş sırrına bu dört devre içinde nasıl kıyıl
35
dığım en kalın çizgilerle resmetmek, tek başına bir esere mevzu büyük çapa nisbetle bir pusulacık bile olsa, istikbâlin büyük ve kurtarıcı mimârisine ilk malzeme değerindedir. 1400. Hicri yıl, İs lâm âlemi hesabına, en büyük mücerretle en sert müşahhası tokuşturan, bir yanı gayet basit ve bir yanı son derece girift bir vâkıadır. Bu, mânevi plânda, aksiyonların aksiyonu deminde ele alınmaya lâyık tek dava, 1400’ün ge tirdiği bir mânâdır.
OLANLAR BİZDE OLDU Temsil çerçevesinde, zamanın hakkını ver mek veya bu haktan düşmek bakımından İslâm’ın çıkış ve inişini iki ana devrede sımrlandırabiliriz. Çıkış merhaleleri, evvelâ Arabm sonra Türk’ün elinde Hicrî 9. Asra kadar sürdürülebilir, iniş çığı rını ise yine Hicrî 15. Asra dek yürütebiliriz. Bu çığırlar arasında en nazik ve hassas olanı, sade Türk’ün eli ve mesuliyeti altındaki İslâm’a aşağı yukarı 400 yıl boyunca ve devre devre şekil değiş tirerek gösterilen liyâkatsizlik dönemi olmuştur. Ve şu ânda tek kıymet, işte bu bilmecenin çözüle bilmesinde, yolumuzda açılan çukurlar ve kabar tılan engelleri bütün sebeb ve neticeleriyle topoğrafyalaştırabilmekte... Son 4 asırdır olanlar bizde oldu, devlet ve millet mesuliyeti altında meydana geldi ve zaman ve mekânı elden kaçırışımızı 4 adet hazin tabloy la çizdi. Hicrî 11, Milâdî 17. Asır... Arap ve Fars kül türü hâkimiyetindeki İslâm dünyası bu kültüre
36
yemiş verici feyzini kaybetmektedir. Aksiyon bay rağı Türk’ün elinde, fakat bu aksiyonu büyük kül türle besleyecek ruh çatlamakta... Zira tek ve aslî sebeb olarak vecd ve aşk kabuklaşmaya yüz tut makta. Her şey ezberciliğe ve kopyacılığa dökül mekte, insanlık ve “Rönesans” hâmlesi dikkate değer sayılmamakta, yâni ham yobaz ve kaba sof taya en müsait fidelik hazırlanmakta... Fetih hamlemiz, her ân biraz daha kırılmakta ve bütün bu hâllerin neticesi, tarihte bir benzeri olmayan Viyana hezimeti meydana gelmekte... Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bahanesiyle artık taarruz ça ğımız kapatılıp perişan müdafaa çığırımız açılmış oluyor. Kara Mustafa’dan sonra bir de Hanedan te reddisini - bozuluşunu gösterme işinde “prototipbaş örnek” deli Mustafa’ya malik olan bu devreyi, aşksız, hikmetsiz, çilesiz kaba softa çığırının başı olarak mühürleyebiliriz.
• Hicrî 12, Milâdî 18. Asır... Artık bir asır ev velki renk koyulaş a koyulaşa gitmekte ve biz, bü yük İslâmî tefekkür ve tahassüsümüzü türlü iç ve dış tesirlerle kaybede ede, ne yapıp yapıp mevcu du kurtarma hengâmesine ayak basmaktayız... Her ân, zaman ve mekânın biraz daha dışına iti len, ham yobaz ve kaba softa elinde felce uğratı lan ve hiçbir silkeleniş ve şahlanışa istidat göster meyen, içli dışlı izmihlâl gidişi... Fakat aşk dev rinden kalma madde mirası o kadar büyük ki, ne kaybetmekle tükenir, ne de Bektaşî tesellilerinin getirdiği ruh hâleti yüzünden yüreklerde ıstırap mevzuu olur. Bu devrin ruh hâletini ifâdede kar şımıza yine bazı Mustafalar çıkıyor... Bekrî Mus tafa, Kabakçı Mustafa, Alemdar Mustafa!..
37
Hicrî 13, Miladî 19. Asır... Artık müdafaa edi lebilen bir ruh da kalmamıştır. Batının eşya ve hâdiselere, zaman ve mekâna hakimiyeti, dile ge tirilmemek ve sebebe bağlanamaksızm ruhlara çökmüş, her şeyi maymundan aşağı bir Batı hay ranlığı ve kopyacılığında düğümleyen, böylece gerçek kurtuluşun kapısını ebediyen çivileyen fe lâket hengâmesi açılmıştır. Mustafa Reşit Paşa...
• Nihayet Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han’ın 33 yıl mukavemetine rağmen yahudi ve mason eliyle İslâm düşmanlığına itilişimiz ve asırlardır geri kalmışlığımızın sebebini İslâm’da kabul etmeye zorlanışımız... İşte, Hicrî 14, Miladî 20. Asır yaftalı son devrimizin açıkça mânâsı!.. Bu devre gelinceye kadar Mustafaİar rollerini oy namışlar ve bir yenisine ihtiyaç bırakmamışlar dır. Herşey Kara Mustafa ile Mustafa Reşit paşa lar arasındaki çizginin belirttiği rotada... Hengâ me böyle başlar ve böyle biter. İmân, ahlâk, akıl, ruh, her sahada çöküşü müzü şu dört devre içindeki zaman ve mekânı kaybetme felâketimize bağlayabilir; ve bugünkü boşlukta çırpınma hâlimizi gerçek vâhidine irca edebiliriz. Sene 1400’ün getirdiği berat budur.
KAPATILAN ASIR Evet; İslâm’ın son 4 asır boyunca zaman ve mekândan düşürülmesi mevzuunda ne olduysa bizde oldu!.. 13. Hicrî Asrın ilk çeyreği sonunda, Miladî 20. Asnn başlarında, Ulu Hâkanın yüce şahsında her şey açık bir İslâm tahrifçiliğine dö
nüştürüldü; ve Birinci Dünya Harbi ile, bütün İs lâm âleminin korkulu gözlerini diktiği koca impa ratorluk ve Hilâfet müessesesi çöktü, gitti. Tam ve asırlık bir Batı Emperyalizmi ve Yahudi-Mason plânıydı bu; ve yüzlerce yıldır sınırlarımızı toslaya toslaya başaramadıkları çöküşümüze içimizde bir Batıcılık ve Batılılık mihrakı kurarak gerçek leştirmeyi bilmişlerdi. 20. Asrın getirdiği sanayi ve teknolojik ilerleme ukdesinin neticesi Birinci Dünya Harbi’nden sonra, İslâm, işte bu asırda ULVÎ MURAKABE’ye kavuşturulacağına büsbü tün uzaklaştırıldı ve tek ve kaskatı bir şuur hâlin de, alçalışımızın biricik suçlusu kabul edildi; ona zıt çıkartma kâğıdı davranışlarına da “devrim” is mi verildi. Böylece Türkiye’de bozulan ve tam 27 yıl bah sinin edilmesine bile izin verilmeyen İslâm, istik lâllerini kazanma yolunda bazı dindaş ülkelerde -hususiyle İkinci Dünya Savaşı arkasından- kor kunç bir ters oluşa sahne teşkil etti. Hemen hep si, kaidesi (halkı) imân ve zirvesi (idarecisi) kü fürden başka birşey olmayan ehramlara benzer devletçikler olarak bizim bir nevi maketimizi bil lûrlaştırdılar ve bizde bozulan bir şeyin bütün İs lâm dünyasında bozulmaya mahkûm olduğu ve ancak Türkiye’de düzelirse her yerde kıvamını bulacağı hikmetini ifadelendirmiş oldular. İslâm’ın temsil çerçevesinde başına ne geldiy se bu Asırda geldi: İnsanlık her sahada kaç mezhebe el atmışsa, hepsinin doğru yanıyla aslen İslâm’da olduğu, yanlışıyla da panzehirin yine İslâm’da bulunduğu hikmetinden mahrum sosyalizm uyuzlan... Dışından payandah ahşap bir bina gibi, İslâ mî koltuk değnekleriyle ayakta tutmaya bakan ve onu topyekûn saffet ve asliyeti için murakabe ede
39
meyen reformcular ve modernistler... Yamalı boh ça esnafı... Türkiye’de bile yapılamamış şekilde, Rama zan orucunu resmen yasak etmeye dek varan kra vatlı küfür domuzlan... Vasıfları umumiyetle ahmak, salak, cahil, mukallit, ukalâ, sır idrakinden yoksun müçtehid taslaklan... Ve Batı’ya petrol ihracı yerine ruh ihracı hamlesinden büsbütün kesilmiş ve her ân kesil mekte hareketsiz bir topluluk... Batı’nın iç felâke tini anlayacağı ve devâlandıracağı yerde ona tutu lan ve “çağ dışı-çağ içi” kıyasından başka bir ölçü sü olmayan çeyrek aydın devrimciler ve güdücüler sürüsü... Kapatılan Asır, topyekûn insanlık her şube de, dile getirilememek ve şuura çıkanlamaksızm İslâma muhtaç hâle gelirken, bu muhtaçlann ba şında yine müslümanlann bulunduğu sırnnı dü ğümleyerek geçti, gitti.
BUGÜN (1979) Fars illerinde bir zulüm idaresini misilsiz bir perçinleşme hareketiyle yıkarken, din ve dünya anlayışı bakımından daha büyük bir zulme yol açan bir güdümün İslâmî hamle yerine geçmek is tediği bugün... Mukaddes topraklarda, itikad arsası bozuk şekilde yükseltmek istedikleri Şeriat duvarına yaslanıp Allah’ın Evini basmaya kadar giden, Mehdi izinde yol aldığını ve Şeriatı tepetaklak edici bu durumu İslâmiyet bilen, böylece yahudilik ve İslâm düşmanlığı ekmeğine yağ süren gaf let ve cehalet sürfelerinin daha ilk günde yumur-
40
talannı çatlatmaya başladığı bugün... Fas’ta bonmarşecilik, Cezayir’de çıkartma kâğıdı esnaflığı, Tunus’ta coplu küfür; Libya’da mektep kaçağı, çocuk oyuncakçılığı, Mısır'da ta vizci maslahatçılık, Suriye ve Irak’ta ise solculuk afyonkeşliği manzarasını yaşatan bugün... Umu miyetle tepeden inme hesapsız bir miras gelirinin savrula savrula tükenmez giderinden ibaret bir iktisat markası bugün... Böyle bir bedavacılık ni metinin hakikatte ne büyük belâ olduğundan ve zaman ve mekânı fethetme işinde bunların asıl si lâh değil, silâha hedef teşkil ettiğinden habersiz bir ruhiyat damgası bugün... Bir takım kabuk üs tü yeltenişlerden ve “reform” kakafonilerinden başka tek ses vermeyen bugün... Hele, Yeniçeriliğin modern hortlayışmdan başka birşey olmayan 1960 gece baskınından son ra, bütün değerlerinden ve dengelerinden olmuş ve İslâm’da bile, kesik bir süt gibi yarık yarık ve çatlak çatlak hâle gelmiş, halbuki zamanın en bü yük emanetini daima omuzlarında tutucu mesuli yetten düşmemiş Türkiyesi ile bugün... Nihayet, tamamıyla ayrı ve kütüphânelik mevzu olarak Batı dünyasının her iş ve inanış şu besinde iflâsını ilân ettiği ve “tek tecrübe etmedi ğimiz İslâm’dır!” demeye başladığı bugün... Ve eğer İslâm tükenmez bir petrol kuyusu gibi, Batı içinden kendi idrak âletleriyle fışkıracak olursa bu defa İslâmî müslümanlara öğretmeye ve onla rı dinlerini anlamamış olmakla suçlamaya mec bur kalacağı ve hiçbir paya lâyık görmeyeceği bu gün... Ve, ve, ve... Fikirde ve aksiyonda asır yenileyicisini gözleyen, onu Türkiye’den bekleyen, Türkiye’yi evvelâ içinden fethedici, sonra İslâm âlemini birleştirici, daha sonra da topyekûn in sanlığa arzedici destanlık role çağıran bugün...
41
Ikınıp sıkınmaya ve evirip çevirmeye ne hacet: Biz “Esfel-i Safilin” dedikleri aşağılıkların en aşağısından yüksekliklerin en yükseğine zıpla mak gibi bir memuriyet altındayız! Bizim için or ta yer yok! “Ya tepeye zıpla, ya olduğun yerde can ver!” ihtarını getiren yeni çağın başındaki tesbitimiz budur.
TERKİBİ DAVA ŞEMASI İslâmî tam bir vecd ve aşk plânında temsil ve ona nüfuz edip o misilsiz kaynağın şevkiyle der hal bütün cihana hâkim bir kıymete ulaştığımız devir, Birinci Osman’dan Kanunî Sultan Süley man’a kadar süren saltanat ve şevket çağıdır.
• Kanunî Süleyman, haşmet çığırının en zen gin hengâmesinde gelmiş büyük bir talih sahibi olduğu hâlde, selefleri ayarında büyük bir şahsi yet değildir. Onun devleti, cemiyetimizin en bü yük devlet ânına tesadüf etmiş olmaktan ibaret tir. Kanunî, muazzam bir hazır bulucu ve hazır yi yicidir. Nitekim onun dünya çapındaki büyük da vaya keyfiyette ayrıca bir hamle katmaktan aciz, müstakil bir fatihlikten mahrum şahsiyeti, her türlü şatafat akmlanna ve kemmiyet nailiyetlerine rağmen Viyana önlerinde kakılıp kalması ve bu can noktasını fethedememesiyle de sabittir. Dava bu noktadan derinleştirilip merkezî ve esa si sebebe doğru götürülür ki, aşk ve imanımızın donmaya, kabuk tutmaya başlaması, ahenksizlik devrinin açılması ve ruh gölgelenişinin ilk defa görünmesi, Kanunî’den sonra değil onunla bera berdir. Şeyhülislâmları ilk defa tâyinle makamla-
42
rina getiren ve her işi padişahın keyif ve iradesi ne bağlayan Kanunî devri, her türlü aldatıcı şaşa asına rağmen, hakikatte “düşüş” tarihimizin başı dır.
• Kanunî’den sonra “düşüş” devremizi zâtî se ciye ve mizacıyla da örnekleştiren San Selim, ba basıyla başlamış düşüşümüzü sadece açığa vuru cu bedbaht ve hasta sultandır. Artık her sahada şanlı taarruz devremiz kapanmış, mahzun ve pe rişan müdafaa çığırımız açılmıştır. Askerlikte müdafaa, hars ve irfanda müdafaa, fen ve mari fette müdafaa... Avrupa’da teşkilâtını bitirmek ve ilk mahsullerini devşirmek vaziyetine geçen Rö nesans ve Hristiyanî yeni ruh, her sahada üzeri mize çullanmak ve intikamını almaya savaşmak üzeredir. Artık “düşüş ve müdafaa” devrimiz, arada bir müstesna şahıslann; dibe batan bir dalgıç nasıl topuğunu kumlara vurup bir lâhza için su yüzüne çıkmak isterse, öylece münferit ve neticesiz ola rak gösterdikleri hamlelere rağmen her devrede biraz daha derinleşe derinleşe “Tanzimat-ı Hayri ye” ismini verdikleri harekete kadar devam eder. Tanzimat hareketi, bir türlü mânâsı kavranama yan Batı dünyasına karşı bizim kaybolmuş veya kaybettirilmiş mânâlarımızın nereye gittiğini giz lemeğe memur o cereyanın ismidir ki, cellâdımı zın evine ve merhametine sığınıp ve kendi öz eli mizle onun baltasını bileyip bileyip nefsimize ha yat hakkı arayışımızı, böylece en feci iflâsımızı ih tar ve ilân eder. Hiç bir mütefekkir ve büyük sa natkâra mâlik olmayan bu devir, basit, sığ ve sa dece ahmakvârî hayran politika adamlarının elin
43
de, kuru bir bayrak muhafaza edip garba ruh san cağımızı teslim edişimizi çerçeveler. Bu devrin Mahmud-u Adli, Abdülmecit, Abdülaziz gibi sul tanları birer zarif ve safdil kukla; Reşit Paşa, Ali Paşa, Mithat Paşa, Şinâsi, Namık Kemâl gibi si yasî ve edebî şahsiyetleri de, adamına göre bir enayi veya hain oyuncaktır. Ayrıca hiç bir müsbet zekâ ve eser sahibi olmayan bu şahsiyetlerin he men hepsi “mason”dur; ve Kapitalizm-Emperyalizm şebekesinin, memuriyetlerini bilen veya bil meyen “piyon”landır. Felâketli gelişi ilk defa olarak görmüş, sez miş ve ona göre her sahada muazzam bir müdafaa hareketine girmiş olan ilk Büyük Devlet Reisi İkinci Abdülhamit’tir. Kanunî Süleyman, kısacık boyuna rağmen nasıl cemiyetin zirve noktasına bastığı için en uzun boylu görünüyorsa, Abdülhamit de tasfiye günü yaklaşan cemiyetin en çukur yerine tesadüf ettiği için, dev cüsseli olduğu hâlde kısa boylu duruyor; ve onu tersinde uzun boylu göstermek isteyen hain propagandayı defaten tekzip edici bir eser ve şahsiyet sahibi görünmü yor. İşte bu harikalar harikası ince ve girift nasip, hakikatte Abdülhamit’in Osmanlı Padişahları arasında, belki en büyük üç şahıstan biri olduğu nu gizlemektedir. Onu, yahudi kökenli ve İslâm düşmanı Fransız romancı Anatole France’in yaf talamasıyla “Kızıl Sultan” diye anan, mazhariyeti mahrumiyet, sadakati hiyanet ve bunların tam tersi olarak öldürücülüğü ihya edicilik diye göste ren tarih ve ruh kalpazanlığından da Abdülhamit’e ayrı bir fazilet biçilecek olursa, o vakit ken disini Osmanlı tarihinin en ulvî Devlet Reisi ola rak değerlendirmek icap eder. Büyük Doğu’nun 40 yıllık tarihî tezi olan ve hudutsuz vesikalara istinad eden bu hakikat ise,
44
meçhul olmak şöyle dursun, tam tersiyle öğretil mekte ve altı üstüne getirilmeğe muhtaç bulun maktadır. Ulvî ve mazlum Abdülhamid’in şahsi yetinde öyle bir düğüm gizlidir ki, bu düğümün çözülmesiyle beraber, sahte inkılâplarımızın ve milli kahramanlar şeklindeki vatan hainlerinin baştan başa iç yüzleri meydana çıkacaktır. İşte bu yüzdendir ki, bu davadan, Yahudisi, Masonu, Avrupalısı, züppesi, şahsiyetsizi, dinsizi, imânsızı, lâfta ilericisi, sözde hürriyetçisi, eyyamgüderi, dalkavuğu, şusu, busu; hâsılı mahrum ve münze vi hak aşıklarından başka herkes, müştereken go cunur ve bu bahsi açmayı yasak eder.
• Bütün sebep ve neticeleriyle ilerleye ilerleye devam eden Tanzimat’ın ikinci hareketi Meşruti yet inkılâbıdır. Bu inkılâbı yapan İttihat ve Te rakki Komitesi de içlerinde her nükteden haber siz bazı sâf idealistlere rağmen, baştan başa Ma son ve Yahudinin uşaklarıdır. İkinci Abdülhamit’in kan dökmek istemeyişi zaafından faydala narak inkılâbını yapan İttihat ve Terakki, bütün siyaset, fikir, sanat ve edebiyat kadrosuyla bu va tanı “kaos”a götürmenin memuriyetini birkaç se ne içinde tamamlamış; ve kendisini bu imha işine gizlice memur kılan Avrupa’nın bilâhere onu düş man safinda yer almaya zorlayıp ana vatanıyla beraber yok etmek istediğini farketmeden, son va zifesini, Almanya safinda Birinci Dünya Harbi’ne girmekle mükemmelen yerine getirmiştir. Milli Kurtuluş Hareketi, artık tasfiye saati çalan Osmanlı cemiyet ve şahsiyetinin her şeye rağmen bütün bir tarih boyunca gelen imân ve hayat şevk ve iradesiyle kendi kendini kurtarmak
45
için ruhunda hazır bir hamledir. Bu hamlenin mı sır koçanı kadar bir mekânı bile kurtarmaya yetip yetmediği ve karşılığında neyin fedâ edildiği bir yana, hamleyi nefslerine mal edenler, onun ruhu na tam zıt bir seciye belirten ve Tanzimat’tan be ri hiçbir zaman misline rastlanmamış mikyasta ruhumuzun Garba teslim etmek kararını besle yen bir hiziptir. Bu hizbin, yüzlerine bir “suret-i hak” maskesi takıp davayı aziz gösterdiği ilk de virlerin gerçek kahramanlarından Mersinli Ce mal Paşa, Ordu Kumandanı Nureddin Paşa gibi şahsiyetler ve daha nice isimli ve isimsiz hüviyet, hakikatte, Milli Mücadele’yi bizzat ve ilk defa ola rak hazırlamış olmanın da şeref hissesine mâlik tirler. Nihayet, sadece Allah’ın lûtfu ve milletin yok olmamak cehdiyle muvaffak olunulan hare ket, semeresini Vereceği zaman derhal bu hizip vaziyete hâkim olmuş; (............................................
.................... ............. .............. ........)* ne de Allah ve Peygamber, din ve ahlâk, tarih ve an’ane, millet ve dava, lisân ve irfan gibi, çingenelerin bile en aziz meseleleri olan davalara el sürdürülmüştür. (*) Yayıncının Notu: Kitabın ilk baskısında yer alan bu cümleler, İstanbul 4. Sulh Ceza Mahkemesinin 1995/315 müte ferrik sayılı karan ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'run 1995/893 Hz. ve 1995/952 iddia sayılı iddianamesinde 5816 sa yılı Kanuna muhalefet iddiasıyla, toplatma gerekçesi yapıldı ğından, bu baskıda söz konusu yerler çıkanlmıştır. Bakınız say fa 249, 250, 251, 252.
46
Böylece Tanzimat, üstelik ona ve onun devreleri ne gûya zıt bir plânda, hem de bütün bir kurtarı cılık, yoktan var edicilik ve aksini düşüneni ida ma sürükleyicilik cüretiyle, bir asır evvelki gizli müessirinin gayesini, 1923’ten itibaren nihaî mik yasta devşirmeye başlamış ve bunun ismine “el sürülmez ve dil uzatılamaz inkılâp” denmiştir. Daima sahte ve köksüz, binaenaleyh olması olma masından daha zararlı birkaç madde donatımın dan başka, 1923-1950 arası ne yapılmışsa, milleti ruhta, ahlâkta, irfanda, tarihte, fikirde, sanatta, sıhhatte, millî benlikte, şahsiyette, bir daha dirilmemecesine vurmak için yapılmıştır.
• Batı dünyası, muradına ermiştir... Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak bizi çürütmek, İslâmî ruh nescinden ayırmak ve çökertmek mu radı... Batı dünyası 1980’nin şu günkü neticesi meydana gelsin diye bize hürriyet ve demokrasi aşıladı... Netice, en zengin mikyasta işte: — “Din, ahlâk, aile, cemiyet, terbiye, an’ane, kanun, nizâm, ilim, idrak, hiçbir zabıta tanıma yan başıboş bir nefs hürriyeti... Birbirini yiyen, kemiren, mıncıklayan, tartaklayan, yağmalayan, parçalayan, hayvanî sürüleşmelerden öteye hiçbir İçtimaî bağı ve hiçbir üstünlük kademesine saygı sı olmayan, hakikatsiz ve samimiyetsiz bir kala balık... Bu kalabalık bu hâle zorla getirildi; üstün deki baskı kalkınca da hâlini kolayca ortaya dök tü!” Batı dünyası, hürriyetini, “devlet benim!” di yen ve milletinin canını, malını, ırzını, herşeyini mülkü sayan istibdat idarelerine karşı elde etmiş ti. Halbuki ondan asırlarca evvel “beni İpme şikâ yet edebilirsin?” diye çıkışan padişahına “Şeri-
47
ate!” cevabını verecek kadar olgun ve gerçek bir hürriyet havası içindeydi milletimiz... Bu olgun luk ve gerçeklik, bir cemiyetin topyekûn bağlı ol duğu hakikat kutbu önünde her türlü tahakküm ve tasallûttan âzadeliğini tesbit edici ulvî bir mi zan sahibi olmaktan geliyordu. Batı dünyası, bir zamanlar Viyana önlerinde hakkını arayan bu ul vî mizan ruhunu zedeletmek için bize hürriyet ve demokrasiyi aşılamıştı; yoksa padişahları ve pa dişahlığı devirtmek için değil...(............................. ( ............................. ..................................................... Nihayet Tanzimat’tan beri hayat iksiri diye sinsi sinsi bize içirdikleri ölüm şurubu, Borjiya’lan n yıllar sonra tesir edici zehirleri gibi, tam bir asır ileride tesirini gösterdi (1839 - 1945); ve bu defa Amerikalılardan dikte ile gelen cebrî hürri yet ve demokrasi (Sanfiransisko diktesi) tepemize binince, çeyrek asır içinde, birbuçuk asırlık Batılı gayret semeresini verdi. Bu gayret, bize hürriyet ve demokrasinin hakikatini getirmek yerine, İslâ mî nizâmın ruhumuzdaki ulvî mizanını çiğnet mek kasdiyle başlamış ve bu mîzan çiğnetilince de şekil olarak gelen hürriyet ve demokrasi, başı boşluğumuzu ilân ve ifşâ etmekten başka birşeye yaramamıştır. Böyle oldu!.. “Zalim padişahlardan ve keyfî padişahlık re (*) Yayıncının Notu: Kitabın ilk baskısında yer alan bu cümleler, İstanbul 4. Sulh Ceza Mahkemesinin 1995/315 müte ferrik sayılı kararı ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 1995/893 Hz. ve 1995/952 iddia sayılı iddianamesinde 5816 sa yılı Kanuna muhalefet iddiasıyla, toplatma gerekçesi yapıldı ğından, bu baskıda söz konusu yerler çıkarılmıştır. Balanız say fa 249, 250, 251, 252.
48
jimlerinden kurtulma” davası, arada misli ve menendi görülmemiş şekavet idarelerinden sonra, serbest kalır gibi olunca, maddî ve mânevî tam bir zabıtasızlık, otoritesizlik, merkezî bir imân disip lininden mahrumluk ve ana-baba gününden nişâne bir anarşi noktasında sona erdi. Batı dünyası, 9’uıicu Asırdaki muradına er miştir. Ruh ve hakikatinden uzaklaştırılmış, Batı hesabına şifâ, Doğu için ise zehir hâline getirilmiş hürriyet ve demokrasi telkiniyle bu milleti, iç ve dış türlü ajanları, tam bir felâkete sürüklediler ve ona bütün inzibat, istihsal ve ibda gücünü kaybet tirdiler... Not: — “İşte kurtarılması çok zor, düzinelerle mil li kahramana muhtaç bir vaziyet! Bu milleti, birşeye inandırmadan ve onun taş gibi disiplini ve alev alev ahlâkı etrafında toplamadan kurtara mazsınız!” Herkesin emeğini verimli kılıcı bir çizgide, bu iş üzerindeyiz... Sıra, Büyük Doğu’ya gelmiştir; yığınların katılıp cevherleşeceği cevhere, yâni ÎBDA’yaL
BÜYÜK DOĞU-İBDA TARİHİ “Tarih Görüşümüz” başlıklı bundan sonraki Levha’da üzerinde duracağımız inceliklere nisbetle bir şema hâlinde kalın ve kaba hatlarla Büyük Doğu-Ibda tarihini vermek, yarının tarihçilerine pusulayı kullanma değerinde bir örnek olur.
• (Sakarya’da Yunanlıları yendikten sonra -ki, yenilişlerinde asıl sebep, çizmeyi aşan Yunanis
49
tan’a müttefiklerin yardımı kesmesi ve iç olayları dır-, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerinin ni çin çıkıp gittiğini, açık açık tarihî gerçek olarak ortaya koymaksızm kazanılmış bir bağımsızlık tan bahsetmek... Aşağılık bir devrin propaganda sına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir. Gerçek şu ki, Anado lu dün jeopolitik durumunun imtiyazıyla paylaşılamadı; ve o gün bugün, Doğu ve Batılı emperya listlerin çıkarları doğrultusunda, politik, sosyal ve ekonomik bir statükoya göre ayarlı -B atıcı çiz gide- bir düzen belirtiyor.)
(
)* Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren bugüne ge len çizgiye bakıldığı zaman, küfrün o türlü haki miyeti ile bu türlü hakimiyeti arasında yapılmış (*) Yayıncının Notu: Kitabın ilk baskısında yer alan bu cümleler, İstanbul 4. Sulh Ceza Mahkemesinin 1995/315 müte ferrik sayılı kararı ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 1995/893 Hz. ve 1995/952 iddia sayılı iddianamesinde 5816 sa yılı Kanuna muhalefet iddiasıyla, toplatma gerekçesi yapıldı ğından, bu baskıda söz konusu yerler çıkarılmıştır. Bakınız say fa 249, 250, 251, 252.
50
bir tercih karşısında olduğumuz görülür... Bizim neticeye bakıp da sebebi bu türlü mânâlandırmamıza mukabil, o günün şartlarını düşünen başka bir selim akıl, o günden istikbâlin şartlan içinde kimin ne mal ve neyin ne olacağının bilinemeye ceğini söyleyebilir... Bizim için geçerli olmayan bu husus, “bizim için” demekle umumî bir hüküm hâline gelemeyeceğine göre, onu da içine alıcı bir cevap ister ki, işin bedahet hâlinde izâhı şudur: Nefeslenme payı hâlinde, “o küfürdense, bu küfür” şeklinde bir tercih, nza değil, katlanıştır... Malûm olduğu üzere, “küfre nza, aynıyla küfür”dür... Mücadelesi kabil olanlar şeklindeki bir tercih ise, isabeti tartışılır bir tercihtir... Öyleyse, devletler arası güçler dengesi ve jeopolitik duru munun imtiyazı dolayısıyla paylaşılamayan Ana dolu’da üstüne üstlük bir de öz halkının direnişi riski eklenince, malûm paçoz kurtuluş ve küfür idaresi... Müslümanlar için tek kâr, kan, gözyaşı ve binbir sıkıntı içinde de olsa, “var olma ve dire niş” bayrağını dalgalandırması, teslimiyetçilik ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden iradesidir... O günün malûm dış cephedeki küfrüne karşı bu di reniş, istikbâlde zuhur edecek ve dıştakinden be ter olan iç küfre rağmen, “müslüman devlet”i sa vunma irâdesinin gelecek kuşaklara beyânıdır... Bütün İslâm tarihini kerâmet çapında üstün bir idrak zaviyesinden değerlendiren ve İkincisi ol mayan bu işin terkibini ortaya koyan BUYUK DOGU - dünya görüşümüze, nisbet sözkonusu di renişteki olağanüstü fedakârlık ve mücerret tak dir olarak “var olmak” irâdesini tesbit işinden sonra, o şartlara düşücü keyfiyet zaafını ve bunun da Kanunî’den beri gelen zaafın son halkası ola rak tecellisini görmezden gelemeyiz; yâni, “düş manı kovduk, kurtulduk!” züğürt tesellisiyle
TC’ye rıza bir yana, sahabîler devrinden başka hiçbir dönemi kendimize örnek almayanız... Kuru bir temenni ye tekerlemeden ibaret kalmayışımızm delili de, İslâm dünyasında benzeri şöyle dur sun, benzerinin benzeri de olmayan “İsİâma mu hatap anlayış” davasının insan ve toplum mesele lerinin halli hâlinde sistem örgüsünün mübdîiyiz... Bu tesbit içinde açıkça ilân edelim ki, kah ramanca, fedakârca, büyük çapta faydalı ve iyi ni yetli mücadele ve çabalar zerresi bile görmezden gelinemez bir kıymet ifâde etse de, bunlar zâtî mahiyetleri itibariyle bir devlet plânına geçebil menin değil, buna malik mihrakın değerlendirme sine mevzu çahşmalardır... Netice olarak; iç oluş’u dış oluş’a çevirici ve ihtilâl sürecini inkılâpla kavuşturabilecek bir FİKİR ve AKSİYON mihrakı olan BÜYÜK DOĞU-İBDA, 1919’un “var olma” iradesini temsil etmek bir yana, onun muradı olan istikbâlini de temsil etmektedir. Teslimiyetçilik ve pasifızm ruhsuzluğunu reddeden... Eğer Anadolu’nun ayağa kalkışının mânâsı bu olmasaydı, bildik soydan -rejim i ra hatsız etmeyecek hoş beş kabilinden- faaliyetler için hiç de TC’ye lüzum olmadığı, aynı faaliyetle rin Avrupa’nın her tarafında da yapılabilmesin den belli değil mi?.. BÜYÜK DOĞU-İBDA netice oluşundan 1919’a bakıldığında, o gün müsbet rey izhâr eden sayısız isim içinde Abdülhakîm Arvasî Hazretleri nin misilsizliği görülür: Bu iş kuru bir “düşmanı kovduk” işi olmadığı gibi, kuru ve lâftan ibaret “İslâm Devleti” tabelâsını asma işi de değildir... Başlıbaşına bir dünya görüşü hâlinde ortaya koy duğumuz tarih muhasebemizden anlaşılacağı üzere, eğer kâfir TC yerine niyeti İslâm bir devlet kurulsa veya Osmanlı devam etse bile, onu ideale
52
doğru şekillendirmek çetinliğini -h iç şüphesiz kâ fir TC ile mücadeleden çok daha kolay- yaşaya caktık... Bu husus “netice oluş” bahsinden değer lendirildiğinde, “teslimiyet ve pasifizm ruhsuzlu ğunu reddeden” rey sahibinin, istikbâlin meçhul şartlarından gafil bir kişi değil, ihtimâller âlemi nin mihrak noktasını her şart altında geçerli bir hassa olarak nişanlayan nazar ehli kimliği anlaşı lır... İstiklâl savaşını gayesine ulaştıracak ve mânâlı kılacak olan hareket, BUYUK DOĞU-İBDA çizgisidir!.. Nesillerin, içtimâi değişimlerin ifâdesi olan tarihî durumlarla ortaya çıkışını gözönünde tu tarsak, BUYUK DOĞU-İBDA tarihi bakımından işaretleyeceğimiz bellibaşlı ikinci tarih, 1928’dir... Sözkonusu tarihin birbirine bağlı iki cihetten ehemmiyeti var... Birincisi: 1923’den sonra doğan ve 1930 ve ilerisinde yetiştirme tezgâhı ilk mekte be alınan, netice olarak 1923 ve 1930 arasındaki doğum ve eğitim başlangıcından itibaren küsbeleştirilmeye başlayan bütün Cumhuriyet nesille rinin sözkonusu keyfiyeti... Yaş değil de keyfiyet olarak Cumhuriyet neşli, gittikçe berbatlaşan ku şaklarıyla birdir... Allah’ın, doğrudan doğruya kurtardığı, İçtimaî tesirden kurtulmaları için ruh larına idrak nuru ve ellerine vasıta manivelâsı verdiği seçkinler müstesna... Bu nesilleri eskiler den ayırd eden keskin bir sınır çizgisi vardır; o da “Arap harfleri” dedikleri, aslında “İslâm harfleri”nin atılması ve yine en kaba yanlış hâlinde “Türk harfleri” dedikleri Lâtin alfabesinin alın ması... İkincisi, doğrudan doğruya İBDA ile ilgili ve bir iftihar vesikası: “Cumhuriyet sonrası kav ruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs
53
murakabesi”... 1928 ve 1982 arasında geçen 54 se nenin “Kültür Davamız”a âit “500 yıldır beklenen mütefekkir” işaretinin ipucu hâlinde mihrak nok tası budur; ve tesbit, sözkonusu davanın davacısı Büyük Doğu Mimarı’nın muradı olan hüviyeti işa retlemektedir. Sene 1943... 1936 senesinde Büyük Doğu Mimarı’nın çıkardığı “Ağaç” isimli mecmua, kurba ğanın balığı da andırır lârva döneminin görüntü sü içindedir ve neyin ne olduğu aslî şecere hâlin de 1943’te çıkan Büyük Doğu mecmuası ile açık olur... Evirip çevirmeye, gevelemeye, hiçbir ölçü ve endaze sahibi olmaksızın takım tutar gibi kah raman yarıştırmaya çıkan ve kendi keleşliklerin de kahramanları da küçülten zümreleri ürkütme mek adına yumuşatmaya ne gerek var?.. Gözönünde duran eşyanın tesbiti kadar basit bir beda het duygusuyla bile hakikati görülebilecek bir da vadır ki, 1943 tarihi, evvelâ Anadolu ve sonra bü tün İslâm dünyası adına, ma’kus talihinin dönme habercisi olması bakımından misilsiz bir eşik taşı ve başlangıçtır... Şöyle: “Büyük İrşad Kutbu” ma kamına mahsus bulutların üstündeki hususiye tiyle “İslâm’a muhatap anlayış”, görünür plânda ve umumî mânâda insan ve toplum meselelerinin yekûnunu kapsayıcı bir “dünya görüşü-sistem” olarak, eşya ve hadiselere kendini nakşetme dav ranışına geçmiştir... Doğrudan BUYUK DOĞU verimlerinin değerlendirilmesi gözüyle bakarsak, onun ihtişamı, tamamlığına kavuşturulan ve yeni eserleriyle, başlıbaşma bir hâdise olan bütün Anadolu’yu tarayıcı konferanslarıyla, 1960-1972 arasıdır... Özel bir not olarak belirtelim ki, İBDA mihrakının avlandığı tarih de, bu arada, 1964’te
54
“Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz” ve 1965’te “Sahte Kahramanlar” isimli konferansların kurduğu tu zak vesilesiyledir... Efendim, biz bu davanın sev dasına değil karasevdasına o tarihte düştük!..
• 1982-1983 senesi, bir ayniyetin iki kanadı arasındaki devir teslim hâlinde BUYUK DOĞU İBDA dönüşümünün tarihidir... İBDA bir yana, “zamanı aşma gayesine ermiş bir kahraman” sıfa tıyla Büyük Doğu Miman’nın portresini çizmek, 1943 başlangıcını 1983 nihayetine bağlayan bir tarih diliminin mânâsını kapsar ki, şu: — “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte için de bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ide ali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam!” Vesselâm!.. Büyük Doğu mücadelesi ve onun yumuşattığı iklim... 1975 tarihi itibariyle 33 senelik Büyük Doğu mücadelesini, sözkonusu cümlenin açılımı hâlinde ciltlerle ifâdelendirmek gerekiyorsa da, biz işin tarihî, siyasî, sosyal, kültürel ve tabiî ki ruhî açıdan ayrı ayrı tahlilini gerektiren bu vakı anın Büyük Doğu-İbda tarihi şeması bakımından sadece tesbitçisi olmak durumundayız... Aslında bu tesbit, bütün bir kütüphâne olarak Büyük Doğu’nun eser yekûnundan takip edilebilir... Ve ni hayet, işin gele gele, “biz buzdağını hohlaya hohlaya erittik, şimdi geç geçebilirsen çamurdan” me yus ifâdesine varması; Büyük Doğu’nun yumuşat tığı iklimin arkasından, salya sümük meydan ye rini dolduran sapıklar, parsacılar, vesaire, vesa
55
ire, vesaire... Ve ne yapsan, ne etsen, muhatabım keyfiyet ve aksiyon olarak sıçratamadığın ve onun keyfiyet çapma mahkûm olduğun noktada, “kelâm yalama oldu!” teşhisi... Teşhis Büyük Do ğu Miman’nındır!..
• Büyük Doğu mücadelesi ve onun yumuşattığı iklim... Kelâm yalama oldu... Ve böyle bir vasatta, müslümanlann önünde bir korkuluk gibi duran “Menemen” hatırasını bir tekmede deviren şanlı GÖLGE... Büyük Doğu Mimarı tarafından tam 8 sene sonra iltifata mazhar olan ve o gün için “Ye niçeri ruhiyatıyla yumruk için yumruk tecrübele ri, olur şey değil!” diye karşılanan, açtığı çığır açı sından mutlu, Büyük Doğu Mimarı’na attığı na zar yönünden mahzun bu şahlanış, rastgele baş lamak ve nasıl neticelendireceğini bilememek gaf letinden ne kadar uzak ve “iş içinde eğitim” pren sibinin ne kadar güzel tatbiki olduğunu, ardı sıra gelen oluşumlarında göstermiştir... Benzersiz ve kendinden zuhura dair bu ilk ses, bir naradır... “Akıncı” markasının müellifi, o güne kadar köfte ve sümsük çizgide hâline İslâmî kılıf arayan umu mî gençlik sürüsünün boykot-çatışma cinsi varlık ispatının müsebbibidir. Bir gong sesinin şokuyla kendine çevrilen başlara, meramını anlatmak... Gölge 1. dönem as ker toplamaksa, ikinci dönem onun izâhına ve nizâmlandırılmasına dair fikrî iç oluşun beyânıdır... “Bütün Fikrin Gerekliliği” diye atılan temelin kıy met ve sağlamlığı, üzerine çıkılan katlar boyu an laşılacaktır... Sene 1978... Benim için zâtiyle değil de vadettiğiyle mühim bu sesin kitapçık çapında ki ilk hâli, Akıncı Güç döneminde Büyük Doğu
56
Miman’na sunulduğunda şu notu aldı: — “Mücerret fikir istidadı tamam!” 1399-1400 Hicri ve 1979-1980 Milâdi senele rin, birinden öbürüne geçişi hâlinde (1) senede, Büyük Doğu Mimarı taralından “Müjdelerin Müj desi” diye başlayan ve vesilelerle bir kitapçık ça pını bulacak kadar takdir, medih, ithaf, şu, bu... Akıncı Güç, fikir ve aksiyon bahsinde muazzam bir patlamadır ve İBDA’nm öncesi ve sonrasını topluca gösteren bir çekirdek hükmündedir... Ana rahminde bütün uzuvları şekillenen çocuk doğ muş, RAPOR salıncağında da ruhî uzuvlarını ha reket ettirmeye ve şahsiyet hamurundan istikbâ le dair mânâları hecelenir işaretler vermeye baş lamıştır.
• “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesil lerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabe si eseridir” diye başlayan ve “benim bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin” di ye biten, 1982 ve 1983 seneleri... Büyük Doğu Mi marı, KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserimi öyle kar şılamış ve İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eseri mi böyle müjdelemişti!..
• 1983-1984... İBDA, bu aslî ve esasî markasıy la ortada... İBDA bağlısı gençlerin varlık ispatına dair ilk hamleleri, TAVIR isimli dergi... 1986 sene si, İBDA DİYALEKTİĞİ’nin muazzam bir ispatı hâlinde patlayan türban kavgası... Önderliğini İBDA gençliğinin yaptığı bu hareket, saman yığı nına atılan kibritin bir ânda her yeri ateşe verme si gibi bir tesirle yurt çapında bir eyleme dönmüş tür... Hain bir kalemin dehşeti, işin güzelliğini
57
göstermeye yeter: — “Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk defa müslümanlar bu kadar yaygın bir şekilde devlete karşı geliyorlar; bu müslümanlar adına bir ayıp tır!” Tabiî olarak hainin “ayıp” dediğini “şeref’ diye anlamak ve “herşeyin şerefi ilklere âittir” hadîsine binaen o şerefi İBDA gençliğine mahsus bilmek, hakikat namusudur!.. Kanunî yoldan veya kanun dışı yoldan, kim ne yaptıysa şerefinin ve mesuliyetinin kendine ve zümresine âit olacağı CEPHELER dönemi... İş ya panla, kuru caka satan arasındaki farkın da en keskin biçimde tefrikini getiren metod... KEN DİNDEN ZUHUR DİYALEKTİĞİ’nin tatbikine dair bir oluş yolu... (........................ .........................
)*
• 1989 senesi... Kendi bulunduğu yeri merkez kılan muhteşem gövdeli bir çınar ağacının, ansı zın göçmesi... Beklenmedik zamanda... Birdenbire dağılan Sovyetler Birliği’nden bahsediyorum... Dünyayı yepyeni bir çığıra sokan bu hâdise, onu (*) Yayıncının Notu: Kitabın ilk baskısında yer alan bu cümleler, İstanbul 4. Sulh Ceza Mahkemesinin 1995/315 müte ferrik sayılı kararı ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 1995/893 Hz. ve 1995/952 iddia sayılı iddianamesinde 5816 sa yılı Kanuna muhalefet iddiasıyla, toplatma gerekçesi yapıldı ğından, bu baskıda söz konusu yerler çıkarılmıştır. Bakınız say fa 249, 250, 251, 252.
58
ne içinden yaşayan ve ne de dışından bakanın lâyıkı veçhile mânâlandıramamasma nisbet, oluş ve zaman itibariyle beklenmedik bir tecelli, bizim için bir lütfü İlâhîdir... Bir tedaî zevki bakımından 1975’e dönelim ve GÖLGE’nin ikinci sayısındaki önsöze bir göz atalım: — “Marksizm’in ilk vatanı olan Rusya, düşü nen insanı imhâ veya kapı dışan eder, yine de de mokratik rejime dönüş temayülüne mani olamaz ve bu yüzden revizyonistlikle suçlanır ve Mark sizm’in pratiğini yalanlarken...” 1990 senesi, bizim için 1983’ten itibaren ha zırlanılması gereken bir sene olarak alınmış, ardı sıra gelişen olaylar da, sözkonusu niyetin isabeti ni teyid eden bir çizgi izlemişlerdir... 1990 sene sinde, kâfir ile elele İBDA’yı ademe mahkûm etme keyfini süren -güya müslüman- hain, ahmak, ibiş ve salakların, bu keyfiyetlerine uygun hased ve şaşkınlık nazarları altında, muhteşem zuhur... “En küçük çaplar içinde bile doğru politika” pren sibimiz, bizi, artık görmezden gelinemez bir güç hâlinde cemiyet meydanının merkezî mıntıkasına dikmiştir!..
• 1991 senesi... 1990 yılının ortalarında başla yan ve dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olan Körfez bunalımının 1991 Ocak ayında sava şa dönmesi: Birleşmiş Milletler adlı “Domuzlar Diktatoryası”mn karan altında parya devletlerin de fiili veya mânâ olarak katılımıyla, Irak’a açılan savaş... Başta, Sovyetler’in çöküşünden sonra tek süper güç addedilen Amerika; ve yamacında iti bar tonlan ayn figüranlar... Savaşın nasıl başla yıp nasıl bittiği malûm ve biz burada tasvir işinde
değiliz... Fakat bu savaşın İBDA mücadelesi yö nünden ve onun mânâsını kendisine bağlayan iki büyük yönü var... Birincisi: Amerika’nın güç ima jı zedelenmiştir... İkincisi: Antiemperyalist müca dele bayrağı, İBDA .vesilesiyle ve bütün haşmetiy le müslümanlarm eline geçmiş, bellibaşlı bir tarih olarak 25 Ocak 1991’de Cuma gösterilerinde çı kan olaylarla yepyeni bir çığıra girmiştir... Bu çı ğır, sözkonusu olayların ardından İBDA-C’ye kar şı girişilen polis operasyonu ve devamında gelişen çizgide, düzen güçlerinin ne kadar kof ve ahmak olduğunu gösterici bir laboratuvar teşhisinin is patına ve bütün mitlerin yıkılmasına vesile ol muş, murad husule gelmiştir... Ve yine 1991’de, meşhur TARAF dergisinin “kendinden zuhuru”... Tam gerekli olduğu zaman çıkmış, asıl ateşini ise bütün kem gözleri yakacak şiddetiyle 1992’den, 1995 yılma kadar sürdürmüş, tıpkı Ak-Doğuş gibi zarurî olarak isim tebdiliyle yoluna devamda!.. îrili ufaklı legal ve illegal İBDA Cepheleri, pıtrak gibi bitmeye ve yurdun dört bir tarafından ses getirmeye başlamıştır: 1992... Zerresi fedâ edi lemez bir çabanın hepsi ayrı vasıftaki kahraman larını, Allah izin verirse ileride müstakil bir eser le mânâlandıracağım!.. Büyük Doğu Mimarı’nın, 1980 öncesi Ülkücü kesime yaptığı İslâmî aşının benzeri, 1992’de “Kürt Meselesi” başlığı altında tarafımızdan da vacılarına yapılmış, tesiri daim işleyen ve teza hürleri en beklenmedik verimler hâlinde 1995’e kadar fasıl fasıl ortaya çıkan büyük hâdise!..
1995 ... İRKM ... 1995 ... Çeçenistan’da ünlü Şâmil Basayef ve onun dünya çapında yankı geti ren Rus topraklarındaki eylemi... Anadolu’dan Avrupa ve Amerika’ya ses getiren İBDA oluşumu, Anadolu dışında merkez sesini haykırmaya başla mıştır!..
• Sayısız eylemler, yurdun dört bir tarafında meydana gelen kitle ayaklanmaları vesaire, yarın detaylarıyla yazılacak fikir ve kavga tarihinin, buraya kadar şemasını çıkardığımız keyfiyetin, malzemeleridir!..
61
TARİH GÖRÜŞÜMÜZ
İSLÂM VE KÂİNAT Cehl, bilgisizlik ve malûmat sahibi olmama mânâsının yanında, aslında, hakikatine enleme miş ve mihrakına bağlanamamış bilgi ve malû mat sahibinin menfî hâline de işaret eder ve bü tün bilgi ve malûmatıyla topyekûn küfür soyu bu vasıflanma içindedir... Bu çerçevede görülmek üzere şu terkibi hüküm: — “Cehlin hususiyetlerinden biri, VAHİT olan vücudun “birliğini” çokluk âleminde görmek tir ki, eşyanın hakikatinin çokluk oluşu sebebiyle böyle bir cehlin sahibi HAKİKİ MALÛM’dan mahrum ve mahçup kalır. Gerçek ilim sahibi ise, görünen eşyanın çokluğunda VAHDET-İ VÜCU DU ispat eder.” Gerçek ilim sahibi... Hududunu mevzuuna ve bahsine göre tesbit, onu kasıtla da kullanılmak gereken ilim kavramının, kimin ne dediği ve neyi kastettiği belirsiz “engin” bir alanda ve giderek bitpazarı eşyası değerinde sarfedilmesine nisbetle belirtelim ki, sözü edilen ilim ve “gerçek ilim sahi bi”, ne felsefi, ne müsbet, ne de teknik kadro vesair çerçevesindedir... Meramımızın anlaşıldığını ve tıb, sosyal, psikoloji vesaire diye branş saymaya lüzum kalmadığını sanıyoruz... HAKİKİ MA-
65
LÛM, Allah’ın bizzat kendi nefesinden üflediğini buyurduğa ruh, ruhilikle sezilen bir marifete ve bu marifet rejimine mevzudur ki, “Allah’ın ahlâ kıyla ahlâklanma” memuriyeti altındaki insan, “kendini bildiğince Allah’ı bilme” ölçüsü ışığında BEN BİLGİSI’ne mecburdur... VAHDET-İ VÜCUD: — “Halkın nazarında Hak aklî bir kavram ve halk görünen bir varlıktır; marifet ehlinin naza rında ise, Hak görünen, halk ise aklî bir kavram dır.” Bu yüzden, semirmeyi marifet sanan felsefe ci HAKİKİ MALÛM’dan mahrum olduğu gibi, ku ru ölçü ezberciliğinde kalan ve “Şer’i hükümleri bilmek itikadın aynı değildir” hikmetine çatan İs lâmî ilim sahipleri de aynı sırdan mahçuptur... İn sana en başta idraki gereken husus, faydasız ilim den Allah’a sığınma şuurudur... Bütün ilimlere kendine nisbetle kıymet tayin edecek ve fayda de recesini^ nihayetinde kendine bağlayacak olan ilim, İLÂHÎ MARİFET yolunda olanlara mahsus olanıdır... Sümüklü çocukların ağzına kadar dü şen ve tekerleme hâlinde kullanılarak sefilleştiri len Hazret-i Ali’nin meşhur sözüne de, aynı bahis ler içinde yaklaşmaya çalışılmalı: — “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olu rum!” Mânâda meteliğe kurşun atan himmete muh taç dedelerin kendilerini fezâ dolusu bir servete mâlik addetmelerindeki galata binaen söyleyelim ki, hikmette sözü edilen harfin değerini sayfa üs tünde malûm çizik yerine, Hazret-i Ali’nin dipsiz idrakinde aramah ve harften muradın da o oldu ğu sezilmeli!..
66
Cehlin hususiyetlerinden biridir ki, vahit olan vücudun “birliği”ni çokluk âleminde görür... Oysa, Allah’ın vücudundan başka hiçbir şeyin vü cudu yoktur. Eşyanın çokluğunda görünen her şey, varlığını tek “Mutlak Zât”tan alır. Şüphe yok tur ki, Allah, bu Kâinat’m ne kadar zerresi varsa hepsine kendi varlığını ve birliğini nakşetti. Mev cut olan her şey, gerçek vücudun varlığı içinde vardır. Bu eşyanın hiçbiri yokken, O, bir olan, Şah.-ı Nakşibend Hazretlerinin kelâm haddinin son ifâdesi olarak “şiddetle BİR” dediği iki olması muhal bir, “Mutlak Zât” vardı. Var olan, işte o “Mutlak Zât”tır ve O’ndan başka mevcut yoktur. Alem denilen mahlûklar da, o “Mutlak Zât”a âit bir ve varlığın işaretleridir... Her nakışta o mâ nâ!.. Birlik, insanın, kendi vücud azâlannı tarife yanaşmadan önce vücudunun birliğini ve bütün lüğünü bilmesi gibi, her türlü faaliyetten önce kavradığı bir bedihî hakikat... Herşeyin zıddıyla var olması hakikati dairesinde, eşyanın hakikati çokluk ve mahiyeti yokluktur... Biri vardır ki, ba şında da sonunda da var olan odur; O’NDAN BAŞKA VAR YOKTUR... Bu dünya “bir varmış bir yokmuş” meâlindedir... Yâni, ezellerin ezelin de “Mutlak Zât” vardı ve O’ndan başka hiçbir şey yoktu; ister imân ve isterse küftün çeşitli kolları na âit bir yerde bulunulsun, herkesin müştereken bildiği bir hakikattir ki, Kâinat’ın bir başlangıcı vardır... Ezellerin ezelinde var olan “Mutlak Zât”ın bilgisinde nasıl olacağı mevcut bu âlem, onun vücûdunun ışığı ile zuhura geldi; O, bütün mevcutlan, varlık çehresiyle belirtti, gösterdi, meydana çıkardı... Ve bütün mevcutlar, her ân,
67
varlıkla yokluk arasında gezdirilirken, o Zât’m sanatını gösterir... Ezellerin ezelinde yok olan, yi ne yoktur; isterse var gibi görünsün!..
• Ezellerin ezelinde var olan Zât, HER ŞEYİ KUCAKLAYICI VE KENDİSİNDE HELÂK EDİ Cİ mânâsıyla VAR olandır. Var ve BİR olan, O’dur. O, birliğiyle ve sınırsız kudretiyle her şeye kaadirdir. O mutlak kudret sahibi, kudretinin kemâliyle kendi zıllî vücudunu (vücudun gölgesi - gölge vücud), insan ve âlemin her zerresine verdi. Bu sa yede sen ve ben, senlik ve benlikte seçilip birbiri mizden mümtaz ve farklı oluyoruz. Binaenaleyh, derinden derine kavrayabilmek lâzımdır ki, biz böylece, hayali vücut taayyünü - belirişi ile başka başka görüşler sahibi olmuş bulunuyoruz.
•
.
Eşya ve hâdiselerin çokluğunda bütün Kâ inat bir ânda var görünür ve sonra yine aynı ân içinde yok olur. Varlıkla yokluk arasında öyle müthiş bir hız vardır ki, bu hızın sürekli inkılâp ları bize her şeyi var gösterir. Aradaki yokluk his sedilmez. Zira her ân yokluğun peşini varlık, var lığın peşini de yokluk takip edince, uzun bir müd det içinde her şeyde varlık devamlı sanılır. Her ân ve lâhzada varlık ve yokluktan biri gelip biri git tiği için, ne gelenin geldiği ve ne de gidenin gitti ği anlaşılır. Var sanılan her şeyin ASLI yokluk ol duğundan, İlâhî nurdan bir kıvılcım olan iğreti varlığı yine yokluk takip eder; ve, varlık bir kıvıl cım dairesi hâlinde döner, durur. İşte âlemlerin mecmuu, hakiki varlık kıvılcımlarının dairesi içinde bir hayâl gölgesinden ibarettir.
68
Âlemlerin mecmuu, hakiki varlık kıvılcımla rının dairesi içinde bir hayâl gölgesinden ibaret tir... Batı’ya hediye ettiğimiz bu hakikatin, fizikçi Einstein’ın dilinden ifâdesi de şu: — “Biz inanan fizikçiler için geçmiş, bugün ve gelecek, yedi canlı da olsa, yalnızca hayâldir!” ASIL’ın gölgeye, gölgeden daha yakın olması ve gölgenin ASIL varlıkla kaim olması hikmeti dairesinde, Allah, âlemlere, âlemlerin kendinden daha yakındır... Topyekûn Kâinat, insan için ya ratıldı; ve kuluna şahdamanndan daha yakın ol duğunu bildiren de Allah!..
İSLÂM VE ZAMAN Zaman, daire şeklinde sonsuza akış... Ve “ân”ı, geçmiş ve gelecek buuduyla idrak ediyoruz; geçmiş ve gelecek ise, “ân”a nisbetle... Sanki bir bilye yuvarlamyormuşçasına, sonsuz “ân”lar cüm lesi. “Ân”lar toplamı değil, “ân”larla belirlenen; toplama ve çıkarma sözkonusu oldu mu, sonsuz olmaz... “Sonsuzun yansı ne eder?” ... “Yan son suz!” ... Hem sonsuz olsun, hem yanm; olmaz... Bir kelimenin mânâsının harflere taksim oluna mayacağı gibi bir bütün; içinde bulunduğumuz “ân”da, hem “ân” idraki, hem bütün zaman... Za man bir bütün... Büyük Doğu Miman’nın ifâde siyle, “zamanın ucunda” yaşıyoruz... Ve tek “ân”da! Geçmiş ve gelecek olmadı mı “ezelilik” olur, zaman olmaz. Geçmiş ve gelecek olmadan “ân” ol muyor, “ân” olmadan geçmiş ve gelecek. Birine se bep diye bakılırsa öbürleri netice, öbürleri sebep olunca diğerleri netice. Sonsuz büyükle sonsuz küçüğü birleştiren büyük “sır”; sonsuz büyükle
69
sonsuz küçük, sebep ve netice, süreklilikle sürek sizlik, varlık ile oluş, “ân”m da içinde bulunduğu “tek ân”da ve “sırra” ilişik!.. Zamanı dümdüz bir çizgi zannedenlerin anlamaları gereken hakikat!.. Bu idrak, zamanın ve zamanda tecelli eden topyekûn “varkk” ve “oluş”un, “Mutlak Varlık”a âit keyfiyet olduğunu anlar ki, bu, zamanın “sırların s im ” Allah’ın tecellisi olduğunu bilmektir!.. Her yerde, “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım!” diyen Allah’ın sır imzası; “ân” sır ve “ân” bütünü zaman sır!.. Mutlak Fikir, “varlık ve oluş, süreklilik ve sü reksizlik, ideal ve gerçek, teori ve pratik, değişme ve değişmezlik” şeklindeki bütüri zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizâmı olarak, ruh ve zaman sırrının ilişik olduğu, “sır”ra giden yolun mutlak hakikatidir. Topyekûn “varlık” ve “oluş”, sırrın sırrı za manda; ve zamanda müessiri idrak ediyoruz... Zıt kutuplar yok, bir “ân” var, bir “ân”da ikilik yok BİR var, o BİR ki, ikilikten olamaz, MUTLAK BİR’denL Zamanın sırra ilişik bir keyfiyet olduğunu söylediğimiz vakit, hepimizde bir sonsuz, hakika ti bir fertte tecelli eden sonsuzların sonsuzu, onun da bağlı olduğu sonsuz (Mutlak Varlık) gibi, akıl la anlaşılmaz bir hakikat karşısında bulunduğu muzu anlıyoruz... Sır içinde sır, sır üstünde sır, bir içinde bir, bir üstünde bir; ve sonsuz sayılar bo yunca sır ve bir!.. Eserde müessiri görüyoruz; eser sır... Sadece BİR var; varlık dürülüyor... Bütün kanunlar BİR KANUN... “Tabiat kanunu” diye tekerleyenler an lasın!.. Sır olan müessire nisbetle görünen esere ba kıyoruz; eser sırdan... Mahiyeti yokluk olan
70
“âlemde varlık”, BİR olan varlık hakikatinden; O değil, O’ndanL
İSLÂM VE İNSAN İnsanın âlemde “oluş” ile kendini idraki ve gördüğü şeyin “ben” olmadığının şuuruyla “nefskendilik” olması hakikati, insan keyfiyetinin, “toplum, tarihî ve psikolojik” zorunluluklarca be lirlenmesi demek değildir. Tam tersi, insanın de ğişmeler boyunca değişmez kalan “ben” yönü, kendini idrak ettirici çevre hakikatini “kader sır rı” olarak kendine bağlayıcıdır; hiç kimse hangi zamanda ve hangi çevrede doğacağının tayin edi cisi değil. (İnsan aklının çok defa içinden çıkamadığı eskiden beri bilinen iki lâbirent vardır; bunlardan biri “hürlük” ve “zorunluluk” meselesiyle ve bil hassa kötülüğün doğuşunda ve kaynağında bu iki kavramın oynadığı rolle ilgilidir; diğeri ise, “sü reklilik” ve bu sürekliliğin elemanları gibi görü nen “bölünemezler” münakaşasından ibaret olup bu sonuncuya “sonsuz” probleminin incelenmesini de eklemek gerekir. İlk mesele hemen hemen bü tün insanlığı uğraştırdığı hâlde, İkincisi sadece fi lozofların kafasını yorar. İlkçağ filozoflarının “tembel aklı” dedikleri bir sofizma, hemen her devirde yaşayan insanla rın zihinlerini bulandırmıştır. Buna “tembel aklı” denilmesine sebep, bu sofizmaya inananların ge leceğe âit her türlü endişeyi faydasız görmeleri, her şeyi oluruna bırakıp sadece ânhk zevklerinin akıntısına kendilerini terk etmeleri idi. Bu gibiler
71
şöyle bir muhakeme yürütüyorlardı: — “İleride olacak şeyler zorunlu ise, ben ne yapsam boşunadır, hâdiselerin akışını değiştiremem; geleceğe âit her hâdise zorunludur, çünkü ya İlâh her şeyi önceden görür, yahut Kâinatın bütün hâdiselerini idare ettiğinden, her şeyi önce den tâyin eder. Yahut da her hâdise sebepler zin cirlenmesi dolayısıyla zorunlu olarak vuku bulur; en sonra hakikat de özü bakımından bu zorunlu luğu şart koşar, çünkü geleceğe âit hâdiseler hak kında söyleyeceğimiz her söz hakikati gerektirir. Esasen aynı şey başka hâdiseler hakkındaki hü kümlerimiz için de söylenebilir, çünkü biz her ne kadar söylediğimiz sözün doğru mu yanlış mı ol duğunu bilmesek de, o söz ya doğrudur veya yan lıştır, bunun dışında da başka bir şık yoktur. Bir birlerinden farklı gibi görünen bütün bu gerekti riri sebepler farkh yönlerden gelip bir noktada, çizgiler gibi aynı noktada buluşurlar: Zira gelece ğe âit hâdisede ancak bir hakikat olabilir, bu ha kikat ise sebepler tarafından önceden tâyin edil miş olduğu gibi, İlâh bu sebepleri birbirine bağla mak suretiyle o hakikati önceden tesbit ediyor de mektir!” Bu kusurlu zorunluluk anlayışı pratik alanı na tatbik edilince, “Fatum mahometanum” diye isimlendirdiğim, Müslümanların anladığı mânâ daki “kader” fikrini doğurdu. Gerçekten, yukarıda sözü geçen düşüncelere kapılıp Müslümanların tehlikeden kaçınmadıkları, hattâ veba salgını olan yerlerden uzaklaşmadıkları söylenebilir. Ama “Fatum stoicum” denilen anlayış birçokları nın tasvir ettiği kadar berbat değildi; bu anlayış insanları işlerine güçlerine dört elle sarılmaktan alıkoymuyor, sadece zorunluluğu gözönünde tut malarını temin ediyor, bu suretle de hâdiseler
72
karşısında sakin olmayı, boş yere tasa ve üzüntü ye kapılmamayı öğretiyordu.)
• Yukarıdaki görüşleri serdeden Batılı müte fekkirin tesbit ve yorumunun eğrisi ve doğrusunu belirtmek, için, diğer eserlerimizden süzme yap mak gerekecek ki, bu eserin mevzuu o değil... 1700’lü yıllarda kaleme aldığı eserine “kusurlu zorunluluk anlayışı” diye Müslümanların kadere inançlarını ve bu hususta da “vebâ mıntıkasından uzaklaşmadıklarını” göstermesi, İslâm’ın doğu şundan 1200 sene sonra bile “karantina” fikrine eremediklerini gösterir... Tarihte birçok kavmi ta rih sahnesinden silesiye eritmiş vebâ, bir salgın hastalık olmasından dolayı, bütün salgın hasta lıklar için de olduğu gibi, hastaların tecridini ge rektirir... Vebâ olan yerden ayrılmamak gereğini ihtar, Hadîs emridir; ve buna riayetle can vermek, şehitlik nev’indendir... Vebânm ne kadar tehlikeli bir hastahk olduğu hususunda Allah Sevgili sinin, “vebâdan, yeleli bir arslandan kaçar gibi kaçın!” buyurmaları da, henüz mikrobu bilmeyen ve bunu öğrenmek için 1000 şu kadar yıl beklemiş insanoğlunun, nihayetinde mikroskop altında öğ renebildiğidir; ve mikrop ile beraber, vebâ mikro bunun yeleli arslana benzediği... 6. Levha’da geçe cek olan “Diyalektik-Edeb-Tevil” bahsine de misâl teşkil edecek bu hususun işaretlenmesinden son ra, gelelim “kader” ve “hürriyet” zıtlığının, “sır birliğinde bir” oluşuna: — “Hâkim, hakikatte meselenin aslına bağlı dır ve meselenin mahiyetine göre gerekli olan hükmü verir. Mahkûm ise, kendisinde olan istidat ile hâkim üzerine hükmeder; tâ ki kendi hakkın da bununla hükmetsin. Hâkim, kim olursa olsun,
73
hükmettiği hâdisede kendini mahkûm kılmış olur. Şu hâlde bu meseleyi incele ve anla ki, “ka der” sırrı ancak zuhurunun şiddetinden dolayı meçhul kaldı ve birçokları tarafından ısrarla arandığı hâlde anlaşılamadı.” Tekerlemeye döndürülmüş “Küllî irâde” ve “cüz’i irâde” meselesi... “Her şeyde parçaların top lamından fazla birşey vardır” hakikati... “Ne ya parsan yaparsın, yaptığın Allah’ın dediğidir!” hik meti... “Kader, bir imân mevzuudur, amel işi de ğildir!” inceliği... Söz konusu terkibe bak, düşüntaşm, anla!.. “Fert hakikati” ile birlikte, zıtlanmızın en kuvvetli olduğu noktalardan girerek “toplum ha kikatinin de nereye bağlanması gerektiğinin öl çüsünü verelim: Toplum, her biri “insan keyfiyeti”nin temsil cisi fertlerin demeti olarak, bunların karşılıklı et kileşimiyle (ruhu işaretleyen münasebet) belirle nen ve “zaman-mekân” birliğinde cisim ve şeyle riyle görülen müşahhas bir varhk olmanın yanın da, (ki, bu da fert şuurundadır), bunların yok ol masıyla kaybolmayan, sübjektif mânâsıyla bunla rın “ilişki” ve “tesirleri”, arkadan gelenlere devre dilen dinamik “yapı”, “örnek”, “şekil” ve geçmişi hâlihazırda barındıran “süreç”tir. Fert, kendisine BİLDİREN çevre olmadan düşünemeyeceği ve “bilginin, bilene var olması” gerçeğiyle KENDİNİ BULUR; sosyal mekânda “zamanî-tarihî” yapıya dahil olarak, hayvandan ayn ve şuurlu varlığa mahsus “zamanî varhk” oluşunun şuuruna erer; herkesin zamanı ayn... Buna karşıhk “insan key fiyetinin hakikati ancak ferdî oluşlarda aranabi lir...
74
Tek tek fertlerde tecelli eden “insan keyfiye ti”, oluştan önce... Hayatın hakikatinin BİR olan “keyfiyet”te ve bu keyfiyetin ferdî oluşlarda aran ması. Buna göre: İçtimaî süreç içine katılan ve “bil ginin, bilene var olması” özelliğiyle kendini bulan fert, “ruhun, eşya ve hâdiseyi aksettirici pasif bir ayna olmayışı”ndan hareketle ve dış dünyanın uyaranlarına karşı BEN ŞUURU’nu gösterici tep kisiyle, derinliğine “fert” ve genişliğine “toplum” hâlinde “insan keyfiyeti”nin temsilcisidir. Bedeniyle ve aklıyla zamanın içinde mahpus ken, ruhu ile zamanüstü iştiyak taşıyan fert, -k i bu iştiyak bazılarında vahşinin böbreğe malik ol duğunu bilmemesi gibi şuur hâlinde değildir-, bu “keyfiyet”i ve hayatın hakikatini ancak “ferdî oluş”ta arayabileceğine göre, BÜTÜN İNSANLIK TARİHİ İÇİNDEKİ DERİNLİĞİNE VE GENİŞ LİĞİNE İNSAN OLUŞLARI, TEK FERTTE TE CELLİ EDEN HAKİKATİN VE ZAMAN GAYESİ NİN TEMSİLCİLERİ OLARAK, TEK FERDİN KADROSUDURLAR. Bu tek fert, topyekûn za man ve mekânın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber” olarak Allah’ın Sevgilisi’dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati... Allah’ın, “Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!” bu yurduğu, tek tek bütün insanlardaki, “varlık ve oluş”, “sebep ve netice”, “baş ve son”, “süreklilik ve süreksizlik” ve bütün bunları toplayan “ânhâl”in de içinde olduğu tek “ân-hâl”in “sırra ilişik”liğindeki mihrak O; mânâlar âleminin merke zi olmak gereken ruhun mihrakı ve varlığın Al lah’a giden yoldaki kemâl ufku O... İşte, bütün iş lerin “neye göre”si, “nasıl”ı, “ölçü ne”sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok... Zaman ölçüsü, medeni 75
yet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç; her şeyin ölçü sü!..
İSLÂM VE TARİH ÖLÇÜŞÜ “Ruh” gibi, zamanın da ölçülüp-biçilebilir, gösterilebilir, dokunup-ellenebilir bir keyfiyet ol madığı gözönünde tutulursa, tabiat plânı karşı sında ifâdesiz olan insan, onsuz “oluş”un olmadı ğını bildiği zamanı da yalnız şuurda mevcut bir hakikat ve tabiat plânının (madde-mekân) karşıtı olarak tanıyor ki, şuurun “görüntü”ler boyunca zamanı tezahürlerinden anlıyor olması, neticede, âlemde gerçekleşmelerle ortaya çıkan her kültür, insan ve insandaki tabiat görünüşünün, bilinmez “yekpare ân-Küllî Ruh”un temsilcisi olmasıdır; her kültür ve giderek her insanın farklılığı, bu gerçekleşmenin göstericisi olarak insanı kader sırrının önüne getirir. Bütün İnsanî iş ve verim şubelerinin ruha bağlı bir zaruretinin derecelerini temsil etmesi, ihtiyaçların mücerret ruh ve fikir ihtiyacımn do ğurduğu bir zaruret olması, insanın “bildiren ol masa bilemeyeceği”, insan faaliyetlerinin ahlâkî karakter belirtmesi, en iptidaî toplumlann bile bir kültür ve medeniyet vahidi teşkil etmesi, dil siz hiçbir kültür olmaması, insanın kendisini, çev resini, topluluğunu dille tanıması ve eserlerini di le borçlu olması, evet, bütün bu hakikatler, insan lık tarihi boyunca gelmiş bütün medeniyetlerin “Peygamberler Tarihi”nin salkım saçak görünüş lerini temsil etmesini açıklar.
76
• Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı; in sanlık olmazdı. “Mutlak Fikir”in bildiricisi ve “Mutlak Tatbikçi”si Peygamberler, belli başlı bir zaman ve mekândaki “hakikatin hakikati” kendi lerinde olan “ferdi” ve yapılması gerekenin “ge rekli olan”a mutlak uygunluğunu temsil ediyor lar. Onların her biri, toprak seviyeli bütün iş ve oluşların GAYESİ noktasını, iç âlem düzeninin hakikatini, BÜTÜN TEZ VE ANTİTEZLERİN kendilerine nisbet edildiği zamanüstü “Mutlak Ölçüler”in tek kök topluluğunu temsil ediyorlar. Hakikatlerinin hakikati ise, merkezde, Hakikat-i Ferdiyye; yekpare zaman ve mekân onun emrin de... O ki, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber... Baş ve son O... Sözkonusu hakikate binaen: — “Bu bakımdan semavî dinlerin kendi içle rinde ve İslâm’a nisbetle muhasebeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü din yalnız İslâm’dır. Peygamberler bir bayrak yarışçısı olarak yola çıkmışlardır. HER PEYGAMBER BELLİ BAŞLI ZAMAN VE MEKÂ NIN PEYGAMBERİ... Bayrağı öbürüne teslim ederek, öbürü daha öbürüne teslim ederek aslî sa hibine kadar gelmiştir. Ve nihayet bayrak TOPYEKÛN ZAMAN VE MEKÂNIN PEYGAMBE RİNDE KARAR KILMIŞTIR. Hepsinin ismi İs lâm ve hepsinin toplandığı yer, bütün mânâsıyla gerçek İslâm... Bu bakımdan dinlerin kendi arala rında ve İslâma göre nisbete ihtiyaçları yoktur.” O hâlde: Tefekkür tarihi boyunca görülen bü tün düşünceler, kendi çıkış zamanlarındaki dinin mihengi içinde... Allahsız düşünceler de dinin an titezi olarak, hakikati tersinden gerçekleştirici ve görünüşlerini dine borçlu; herşey zıddıyla kaimdir ve tez olmadan antitez olmaz. Semavî olmayan
77
dinler ve tahrif edilmişi gösterenler de antitez grubundaki derecelerde... Bu, aynı zamanda anti tez cephenin de hep tekrardan yenilenişini göste riyor. Nasıl ki, maddeci de maddeci görüşünü ru hî çaba ile kuruyorsa, Peygamberlerin getirdiğine imân etmeyenler de, bütün tonlarıyla, onlann ge tirdiğinin tersine nisbetiyle zamanlarının temsil cisi oluyorlar. Peygamberler vasıtasıyla bildirilen Allah ke lâmı ve bunun Peygamberler tarafından “tatbik”inin görünüşünden başlayarak her düşünce, alta ve mevzuların özelliklerine, bir mevzuun kendi derecelerindeki meselelerde “uygulama” gö rünüşlerine kadar, daima alta göre “esas”, üste göre “usul” belirtir. MUTLAK FİKİR’den başlaya rak, “Şeriat’a aykın hiç bir hakikat olamaz, çün kü hakikatler Allah’ın tecellisidir” hikmeti gözönünde tutulursa, ihtiyaçların “tatbik edilmesi ge rekenler” çerçevesinde görünüşü, her Peygamber döneminin ayrı bir İHTİYACI DOĞURUCU ÂLET zamanı oluşu ve ihtiyaçların ALETE nisbetle görünüşüdür... Ki, bunun idraki hiçbir ölçü ye dayandınlmaksızın uydurma bir “medeniyet tarihi” anlatımına ve yine hiçbir ölçü belirtmeden aptal bir “ileri-geri” tekerlemesine de açıklık ge tirmektedir. Her şeyden önce şu ânlaşılmakdır: “Gaye insan - Ufuk Peygamber” ve O’nun sa habe kadrosu, kronolojik zaman sırasıyla “ilerigeri” tekerlemesi yapanların tersine, en üstün kültür ve medeniyeti temsil ederler; onlar iç âlem düzeninin hakikatinde yaşayanlar... Eğer ölçü, ta biat ve eşya plânındaki kemmiyet çokluğunda ve ya çeşithliğinde sanılıyorsa, bizden sonra birkaç
78
bin insanın yaşadığı tasavvur edilen bir dünyada gökdelen dikilmesine lüzum kalmayacağı için, bizden geri (!) olacaklar demektir... Yine bu ölçüye göre bir Sokrat, bir dangul dungul adamın tanıdı ğı eşya kadrosundaki ürünleri bilmediği için ilkel ve geri (!)... Ayıp yahu!.. İnsanlık tarihi boyunca, fert ve toplum ola rak insanlık memuriyetine uygun oldukça veya olamadıkça ilerilik ve gerilik; ölçü bu... Buna gö re, medeniyet ve kültürler arasında hakikatin ha kikati açısından değer ölçüsü koyabilmenin ancak ahlâk, ahlâkın bağlı olduğu imân, imân ve ahlâ kın hakikatini temsil eden “İslâm”la mümkün olabileceği ortada. Aksi takdirde her medeniyetin ayrı değer hükümleri ihtiva etmesinden hareket le, bunlar arasında bir derecelemeye gidilemeye ceği de açık; her insan ve kültürün değer ölçüsü kendine... Ve hakikatlerinin değeri, hakikatin ha kikati hâlinde sadece İslâm’da.
İSLÂM VE TARİH ŞUURU Mânâ ve fikir, insan organizmasında, kendi sinden kopuşundan kurtulmasının ilk adımını atar. Yani ilk şuura vanş, gerçeğin kendisini kav ram olarak göstermesi insanda olmakla, tabiî oluş insan organizmasında gayesine varmış olur. Bun dan sonrası artık maddenin değil, ruhun ilerleme sidir. Ruh da tabiatta değil, tarih içinde izlenecek tir. Şöyle ki; insan, özü gereği ŞUUR ve HÜRRİ YET ile meydana geldiğinden, yani onlarla oluş tuğundan ve gerçeği kavramlaştırmak demek, ona boyun eğmenin ilk adımı demek olduğundan, nihayet ruh da ancak hürriyet ve şuur demek ol duğundan, “insan özü”, ruhtur. Organizmanın en
79
üst seviyesi ve en ileri merhalesi olarak insanı ta biatta buluyoruz ama, ruhun, yani şuur ve hürri yetin gelişmesi olarak da onu tarihte bulacağız, imdi hürriyet, en ileri ve en gelişmiş ZORUNLULUK’tur. Bir başka ifâdeyle “hürriyet”, ahlâkî zo runluluğun şuuruna varıştır... Dikkat: HÜRRİ YET, AHLÂKÎ ZORUNLULUĞUN ŞUURUNA VARIŞTIR... Zorunluluğun şuuruna varmada da BİLGİ, bize hürriyeti getirir... Bilgilenme süreci ile hürriyet doğru orantılıdır. Burada dikkat edilmesi gereken en mühim husus şudur ki, burada bahsettiğimiz tarih, mutad mânâsıyla, yâni vesikalara dayalı tarih değil, ŞUUR’un kendi kader sırrım arayan bir kategori si, yani insan “Malûm-Sır”nnın hakikatine ve bil gisine eriş niyetidir. Ki, tarih tefekkürü ve vesika lara dayalı mutad mânâsıyla tarih de, üstünün kategorisi ve onun tarafından değerlendirilişiyle buraya bağlı... Öyleyse, önce insanın kendinde iz lediği kaderine, “kendinde obje-malûm” davasına değinelim: — “Malûm, insanın toplumla ilgili küçük par çacığı dışında kalan bütünlüğüdür. Şuur ise, insa nın genişliğine toplum yanı, ferdin istese de iste mese de kendisini içinde bulduğu tarihî durumla rın meydana getirdiği rastlantıya dayalı sınırla malardır.” Demek oluyor ki, “Malûm” kişileşebilseydi, erkekle kadının, yaşlı ile gencin, doğumla ölümün sınırında yaşayan bütünlük içinde bir canlının çizgilerini taşır, ölümsüzlüğe yakın biçimde bütün insan tecrübeleriyle dopdolu olur, zamanın akıcı lığı üstünde hiçbir şeye karşı çıkmadan gezinir dururdu. Burada, “Herşey Allah’tandır, O değil”
80
sırrını hatırlıyor ve seziyorsak, herşeyin Sevgilisi için varolduğunu gözönünde tutarak, bütün in sanların tek tek OLUŞ’unda gerçekleşen hakikat lerin müsbetleriyle “hakikatin hakikati olarak” O’na nisbetle ve O’nda, her şeyin zıddıyla varol ması hakikatiyle menfiliklerin de O’na nisbetle varolduğunu anlanz. Eserde müessirini görmekle, sır olan müessi re nisbetle esere bakmanın, birinin hakikat ve di ğerinin “meslek-kazanç” demek oluşu ve işin mi zaç hususiyetine dayalı ifâde belirtmenin ötesin de, “bir” bulunuşu: Herşey O’ndandır, O değil... Bu yüzden de O!.. Basit bir misâlle çerçevelersek: Amerika’yı görmemiş adamın oraya doğru yolcu luğu süresi, o görmemiş olsa da var olan Amerika gerçeğini doğrulamaya gidiştir... Bu gidiş süresin de her adım, gitmekle bulmanın aynılığını belirtir ve tevatüren bilinene şahitliği kapsar. Şahitlikle kulaktan duyma arasındaki farkı gösteren bu mi sâli yukarı tatbik edersek, neticede şahidin de kendi tükenme noktasındaki “Allah’tan başka herşey bâtıl” hakikati, ancak bunu yaşayanadır. Bu bahis çerçevesinde, hakikat ile, ona şahitlik ederek kendi hakikatini bulan insan arasındaki ilgi anlaşılıyor... İşte buraya dikkat: İnsanın kendi tefekkürünü ve kendi şuuru nu, geçmiş hakkında şimdi ve yakınen taşıdığı şu urundan itibaren kurması -k i bunun misâli hâ linde TARİH MUHASEBEMİZ bahsine bakmak yeter-, “tarihî-zamanî” şuurdur; tarihin hikâye edilişi... Tarih kültürü, kazanılmış itiyad ve belli bir şekilde düşünme ve hareket etme kabiliyeti dir. Tarih terbiyesi, işte bu itiyadın teşekkülüdür. Buna göre, herşey hâldeki faaliyet ile sübjektif fa aliyet etrafında merkezîleştirilmiştir. Tarihin bu suretle telâkkisi, bizi, düşünen kimseye nisbetle
81
hükmünü hâkim kılan “transandantal-aşkın” bir gerçeğin teyidi sayılan tarih tefekküründen uzak laştırdığı gibi, kelimenin mutad mânâsıyla -v esi kalar vasıtasıyla geçmişin bilinmesi şeklinde an laşılan- tarihten de daha az uzaklaştırmamaktadır. Zamanî-tarihî şuur, insana âit zamanın, “sübjektif-enfüsî” zamanın “strüktürü-yapısı”dır. Kaygı, yâni “olacak olan”a yer verme, insan haya tına has olan birşeydir; insan daima kendinden ilerisinde ve kendini aşanda yaşar. îşte, zamanın asıl strüktürü, geçmişle dolu ve geleceğe uzanmış olan bu hâldir. İnsan, dünyaya geldiği ve yaşadığı dönemde, kendisi ve insanlığın üzerinde ne düşünürse dü şünsün, aslında herşey hâldeki faaliyet ile “ben şuuru”nun faaliyeti etrafında merkezleşmektedir. İnsanın atasını hayvana bağlamak... Şuurun doğuşunu maddeye irca etmek... İnsanlığın gelişi mini ve insan iradesinin rolünü tarihî bir zorun luluk hükmüne bağlamak ve İçtimaî değişimde ferdî iradenin rolünü inkâr etmek... Toplumun, insanın “öz keyfiyet”ini doğurduğunu söylemek ve insanı toplum tekâmülü sonucu olarak karşıla mak... Evet; daha neler ve neler, hep fert şuuru nun mevzular etrafındaki “görünüş”ünü temsil ediyor. Kronoloji esasıyla 1000 yıl evvelki tarihi ya zarken, kapısının önünde kopan kavgayı her şahi din ayrı ve aykırı anlatışı karşısında, “ben 5 daki ka öncesini tahkik edemezken bu eseri nasıl yazı yorum?” diyen Bizansh tarihçiyi düşünürsek, ha kikatleri kendi dışımızda cereyan eden bir seyir miş gibi görmek ve kavgasını yapmak yerine, doğ
82
rudan “hâlihazır”dan hareket etmek ve “hakikati bulma” ölçülerini tayin etmek en doğru usul... Bu usulle ilgili hükümden sonra, insana hükmünü hâkim kılan tarih yerine, tarihe mânâ veren ve vakıaları konuşturan hâlihazırdaki insan şuuru, yâni bedahet idrakine bağlı “tarihî-zamanî şuur” meselesine değineceğiz... Önce şu: — “Kopukluk ve kesiklik içinde yekpârelik ve bütünlük, bütünlük içinde de kopukluk ve kesik liğin şarkısını söyleyen zaman, KADANS dedikle ri âhenk helezonuna vakaların posasım değil de ruhunu yerleştirmek işinden başka sanat tanı maz; ve daima kaba müşahhasların üstündeki in ce mücerretlerin lâboratuvannda en hassas im biklerden süzülmek ister.” Hükmünü insana hâkim kılan tarih anlayışı yerine, tarihe mânâ veren hâlihazırdaki insan dü şüncesi... İnsanın “ruhî çaba” hakikatine binaen bedahetlerle iş görüyor olmasına nazaran, Büyük Doğu Miman’ndan işaretleyeceğimiz şu husus: — “İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak içimizi düzelt mek de daima iç hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun için, bir türlü göremediğimiz, bir türlü bi ze gösterilmeyen bugünkü dünyayı en mahrem fi kir ve ruh kökleriyle hecelemek zorundayız.” Bir ânın, bir önceki ânın ne aynı ve ne de gay rı olması ve ruhta birbirine katılan psikolojik va kıaların insanda uyandırdığı tekâmül imajının da ashnda bedahet idrakine bağlı bir sır belirtmesi gözönünde tutulursa, “her şey gibi tarih ölçümüz de gösteriyor ki, bir tarihin bittiği ve bir başkası nın başlamak üzere bulunduğu fasledici tarih çiz gisi üzerindeyiz” diyen Büyük Doğu Miman’nm bedahet idrakine bağlı “tarih muhasebesi”, sözkonusu tarih anlayışına “keramet çapında” muaz
83
zam bir örnektir... Tarihe mânâ veren hâlihazır daki insan düşüncesi... Bu husus anlaşıldı ise, bi zim (Büyük Doğu’nun) kronolojik tarih muhase besi: — “İslâm’ın bizde nasıl bozulduğunu tarihî bir kronolocya içinde incelemek ve anlamak, İs lâm bundan böyle ve en ileri bir dünya görüşü plâ nında ele geçecek olursa onu bir daha kaybetme mek olacaktır.” İşi Büyük Doğu İdeolocyası’na baktırmak şeklinde böylece mühürlerken, “şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş, din doğmuş” gibi uyduruk mantı kî muhakemeyi esas alıp onunla saçmasapan “dinler tarihi” diye güya İlmî açıklamalar yapan ve ille de İslâm’ı kendi salak kurgusuna oturtma ya çalışanlara İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin ağ zından deriz ki: — “Allah Resûlü’nün Hak’tan getirdiği ve bil dirdiği şeylerin hepsi, bütün hâlinde bedahet ifâ de eder ve hiçbir delile muhtaç değildir. Allah’ın vücudu, birliği ve Peygamberinin doğruluğunu id rak kuvvetinin mânevî marazlardan ve kötü illet lerden uzak olduğu nisbette bedahete yaklaşılır. Bedahete yaklaştıkça da fikir ve delil kıymetten düşer, lüzumsuzlaşır. İdrak kuvvetinde fikir, na zar, delil ve ispat, ancak illetin vücudu ve mara zın tezahürü zamanında olabilir.” İmân, bedahettir; ve bunun hakikatine yak laştıkça, şeıfi ölçüler bir bütün olarak bedahet ifâ de ederler... Bu demektir ki, “zamanüstü” ölçüler manzumesi olarak İslâm, imânın hakikatini yaşa yana, şu ân nazil olmuş kadar yenidir; ve “çağ içi, çağ dışı” tekerlemesinden başka bir şeye aklı er mez ahmakların her türlü yakıştırmasından mü nezzehtir!..
84
• Geçmişin hâlihazırdaki şuurla kurulması, sebeb yollarından netice ve netice yollarından sebe bin teşhis ettirilmesi, böylece de geçmişin hâli-hazırdaki aksiyonun malzemesi şeklinde kullanıl ması ve hâlde “zaman-ruh” ölçüsü yakalanarak bir “terkib”e varılması, insan ve toplum meselele rinin hâili plânında “sistem-dünya görüşü”nü temsil eder, işte İslâm’ı bulduğu gibi kabul etme yerine, olduğu gibi bulma yolunun açıcısı ve İBDA’nın kalbi mevkiindeki BUYUK DOĞU, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamberin sahabîler kadrosuna, bu “örnek ümmet” hakikatine, İslâm’ın ölçüleriy le şahitlik mesleğinin neticesidir. Geçmişi hâliha zırdaki aksiyonun malzemesi olarak kullanan böyle bir netice, tabiîdir ki kendi kendinde tüke niri statik bir karakter belirtmez; davranış olma sı gerekenlerini ve imkânlarını sunduğu takipçi sinden, “yürüyen şuur” hâlinde hayatiyetini ister. İBDA da budur!.. Büyük Doğu’nun aynı ve yapanı yaptırandan gebci tecrit bünyesini temsil eden İBDA, bu şuur la tarih anlayışını çerçevelediği gibi, geçen Levha’da görüldüğü üzere, tarih muhasebesini de vermiştir.
85
ŞERİAT-TASAVVUF VE DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ
BİR İKAZ Diğer eserlerimiz için sözkonusu olduğu gibi, bu eserde de, bir meselenin başkğı ve mevzuu içinde diğer meselelerle alâkasını tekrardan gös termeye kalksak, eser muhtevasının başlık adedince tekrar tekrar katlanarak çıkması icabeder ki, ne lüzum var ve ne de imkân!.. Ancak bunun böylece bildirilmesinde yarar var; çünkü çoğu zaman değil eserler arasında, ay nı eser içindeki meseleler arasında bile alâka ku rulamıyor ve keyfiyet yüküne “ıska” geçiliyor. Ay rıca, bu eserde daha ziyade, diğer eserlerimizde gerekçeleri açıklanmış “terkibi hükümler” üzerin den yürüdüğümüzü belirtmeliyiz.
MUKADDER OLUŞ Mukadder: Kader. Tâyin olunmuş. Kısmet. Miktan tâyin ve tesbit edilmiş olan. Kazâ. Kıyme ti biçilmiş. Beğenilmiş. Yazılmış olan. Yazılı olma yıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lâfzen zikredilmeyip mânen murad edildiği anlaşılan.
• Sözün gelişinden anlaşılan... Topluluktan taf sile geçiş... Nazariyattan zaruriyata geçiş.
89
• “Sözün gelişinden anlaşılan ve lâfzen zikredilmeyip mânen murad edildiği anlaşılan” bahsi ne misâl: Kur’ân’da, her sûreden evvel “Bismillâh” yazılı olması, bize her işimizde veya her oku maya başlarken “Bismillah” dememiz için emir ol duğu “mukadder”dir... Başka bir misâl: Kur’ân’da, “kul-de ki” mânâsındaki Allah’ın hitâ-bmda, Resûlullah Efendimizin kastedilmiş olması “mukad der” olarak vardır... Çünkü “kul-de ki”, emir ola rak hitabdır; hitab “muhataba”dır ve Vahiy hita bında birinci muhatab da Allah’ın Sevgilisi’dir.
• Ruh-i Muhammedi... Külli Ruh... Menşe-i Er vah; Ruhların menşeî... Demek oluyor ki, topyekûn insanlık, bilse de bilmese de, inansa da inan masa da, O’nun nurunun vârisidir ve O’nun kad rosu olması mukadderdir... Fertlerde nefsle birleşerek “kalb hakikati”ni meydana getiren ruh, sa fiyet ve nuraniyet kazanarak Arş üstü emirler âlemindeki yerini alıp -z â t s im neyse o - Külli ol duğu zaman, İnsanî hakikati yerine getirmiş ve O’nun vârisi olmuştur... Onun vârisi olabilme me muriyetinin hakikatine ermiştir... Bu soydan, “bâ tın hissesiyle zâhirde” ve “zâhir hissesiyle bâtın da” tecelli eden kahramanlardır ki, “kişi mevzuu nu bulamaz ki BEN desin” hikmeti ve hayatı dai resinde, O’nun vârisleridir... Bu mânâda anlaşıl mak üzere, “kul-de ki” hitabının muhatabı, vahiy hitabında muhatab, sözkonusu sırra erenlerindir.
• “Vahy” ve “muhatab” davası üzerinde durdu ğumuz zaman, Allah Sevgilisi’nin “sünnet” ve “hadîs”lerinin, Vahye nisbetle “sözün gelişinden belli” mânâsı, yâni “mukadder” olarak onun zorunlu ve
90
zarurî neticesi olduğu anlaşılır... Bu bir bedahet... Ve Peygamberlerin, Allah emretmedikçe konuş madıkları ve harekete geçmedikleri hususu da Enbiya Sûresi’nde bildirilen hükümle sabit: — “Sözleriyle Allah’ın önüne geçmezler. (O emretmedikçe hiçbir şey söylemezler). Sözlerinde ve fiillerinde O’nun emriyle hareket ederler.” Vahye muhatab oluşları mukadder olan O’nun vârisleri, bu hususiyetlerini her şeyden ev vel O’nun sünnet ve hadîslerini zâhir ve bâtınıyla tevârüs ettikleri nasib kadarıyla kazanmışlardır; ve yine bu yüzdendir ki, “zâhir hissesiyle bâtında” veya “bâtın hissesiyle zâhirde” tecelli eden bu kahramanların sözleri, Vahy ve Hadîse, nisbetle mukadder, yâni “sözün gelişinden belli” hükmün dedir... “Mûris: Getiren, kazandıran” ile, “vâris: tasarrufta bulunan, kazanan” farkı.
DAVET VE İRŞAD Kur'ân, hem lâfiz ve hem de MÂNÂ olarak nâzil olmuştur... Kudsî Hadîs ve Hadîs ise, MA NEN ve ÎLHÂM yoluyla... Ancak, Miraç^ gecesi arada melek olmaksızın Vahy olunan “Âyet’ülkürsî” ve bazı âyetler gözönünde tutulursa, Vahy’in geniş mânâsıyla ve kendine nisbetle derece içinde ilhâmı da kapsayışı görülür ki, VAHY ve İLHÂM arasındaki bu alâka, ilhâm verimlerinin Kur’ân’dan olduğunu gösterir; K ufân sırrından... Kur’ân sırlan da, tefsirin-tefsiri yapılana âit ol ması gibi, Kur’ân’dan sayılır; Kur’ân değil, Kur’ân’dan. Bu incelikler içinde, Allah’a Resûlü’nün yo lundan bağlı olmanın hakikatini yaşayan bâtın yolu kahramanlanmn, âitlikleri bağlı olduğu
91
mihrakın bilinmek ve bu ölçüye vurulmak üzere, bütün sözleri Kur’ân sırımdandır! Şu kadar ki, bunlara gelen ilhâm hususî bir mahiyet taşır; Enbiya’ya geldiği gibi umumi bir mahiyet taşımaz... Ölçüye riayet şuuruyla neyin ne olduğu anlaşılsın!.. “Davet” peygamberlerin, “irşad” da evliyanın dır; ama evliyanmkine de “davet” denilir... Nite kim Kur’ân’da şöyle buyrulur: — “Hem ben, hem de bana tâbi olanlar böyle: Körükörüne değil, basiret üzerine Allah’a davet ederim.” Zira burada tâbi olunan basiret ehlinden murad, ilim ve keşif ehlidir; Resûlullah Efendimiz gi bi VERÂSET yolu ile Allah’a davetçidirler... Çün kü bunlar da ehl-i ruhtur... Bahsedilen hususu be lirten bir âyet meâli: — “Emredilen RUH’u, kullarından dilediğine İLKA eder.” Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir... Ya O’nun vârislerinin? Öyle!.. Tasavvuf, ruhun yolu, Şeriat ölçüleri nin mahiyet ve üstünlüklerini akıl üstü idrakle riyle yaşayanların yolu... Kaal değil, hâl!..
ŞERİAT VE TASAVVUF (Zahir ilimlerinin özü, tefsir, hadîs, fıkıhtır. Bunların özü de tasavvuf... Tasavvufun özü ise vücut bahsidir. Derler ki, bütün tecelli mertebele rinde vücut birdir ve o vücut kendi İlmî suretleriy le zâhire çıkmıştır. Bu bahis gayet nazik ve dakik tir. Buna akıl ve hayâl ile girişmek küfürdür. Zi
92
ra bu âlemde köpek ve domuz gibi hayvanlarla türlü necaset ve sefil şeyler vardır. Vücudu bunla ra kadar şümullendirmek, kabahat ve şenaatlerin en büyüğü olur. Onlan ayırmak ve müstesna tut mak ise ölçüyü bozar. O halde?.. Hacegân tâifesinin bağlılarına düşen vazife, bütün bu akıl keş mekeşlerini bir tarafa bırakmak, bâtın tasfiye ve tezkiyesine çalışmaktır. Bâtın nuranîleşip ruh ay nası safa kazanınca hakikat ona tecelli eder. O za man vücut hakikatinin ne olduğu anlaşılır ve bu hakikat kelâm kalıplarına dökülemez.)
• Şeriat: Doğru yol. Hak din yolu. Büyük ve ge niş cadde. Nur, aydınlık, ışık... “Şifa, Şeria, Meşrea”, lûgatta, “bir ırmak veya su menbaından su içmek veya almak için girilen yol” demektir... “Istılah-kavram” anlamıyla Şerîat’ın, merkezden muhite doğru bütün mukadder oluşlarıyla “dinin heyeti mecmuası” demek olduğu açık... Bu bahsin, “dört temel kaynak: K u f ân, hadîs, icma-ı ümmet, kıyas” şeklindeki mukadder oluşlarının tafsili, ay rı bir eser mevzuu. Ağacı kesip ondan meyve ümid eden ne kadar akılsızdır... Ağaca iyi bakılırsa, meyvesi de o ka dar çok olur... Meyve maksat olmakla beraber, ağaç olmadan meydana gelmez... Anlaşılacağı üzere; ağaç “Şeriat” ve meyvesi “tasavvuf’... İs lâm, “felâh-kurtuluş” dini; ve “felâh”, “dindeki giz liliklerin açık edilmesi” demek. Ş efi, istidlâlî (muhakeme ve delil getirmeye dayanan) ve nazarî ilimlerden maksat, dindeki gizliliklerin açık edilmesi... İcmâl yollu (toplu)
93
olan marifeti tafsile getirmek ve' nazariyattan zaruriyata çıkarmak... Bâtın marifetinden maksat da o; ve o marifetin içinde, tecridi teşhis için olan ilimlere mukabil, teşhisi tecrid için olan ve sanat izâfe edilen tefekkür... Şiir idrakini temsil eden bir “doğrulayıcılık usulü” olarak tefekkür, yönel diği alâka alanına nisbetle, hususî bir keşif ve zaruriyata çıkarma yoludur.
• (Şeriat’a yapışanlar, marifet sahibidirler... Yapışmaları ne kadar çok olursa, marifetleri de o kadar çok olur; gevşeklik gösterenlerin ise, mari fetten nasibleri yoktur... Eğer, faraza, bu bozuk düşünceleri ile beraber kendilerinde birşeyler ha sıl oluyorsa, “istidrac-sahte kerametf’tirler; Brehmenler de bunda ortaktırlar... Şeriat’m reddettiği, beğenmediği bütün hakikatler, zındıklık ve sapıkbktır. O hâlde, Allah’ın zâtına, sıfatlarına ve fiille rine âit marifet ve ilimlerden bir takım sırlar ve incelikler anlayan evliyaların seçilmişlerinin, bu ince bilgilerine Şeriat’m zâhiri bir şey diyemez ve bu hususta susar. Bu büyükler hareket ederken de, dururlarken de, Allah’ın izin ve yasağını bu lurlar. Razı olan ve olmayanı bibrler. Çok olur ki, bazı vakitlerde bazı nâfile ibadetleri nzasız bulur lar ve onu terk etmeleri bildirilir. Bazen uykuda, uyanıklardan iyi bilirler. Şeriat’ın hükümleri, devre ve umumî hâle göredir. îlhâma âit hüküm ler ise, her ân bulunmaktadır ve hususidir. Bu bü yüklerin her hareketi izne bağlı olunca, ister iste mez başkalarına göre nâfile olanlar onlara farz olur. Meselâ, bir iş, bir insana göre Şeriat’ın hük mü ve emri üzere nâfile olur ve aynı iş bir başka şahsa ilhâm hükmü ile farz olur. Böylece diğerle
94
ri bazen nâfileleri yerine getirirler, bazen de mübah olan işleri yaparlar. Bu büyükler ise, her işi Allah’ın emri ve izni ile yaparlar. Böylece daima farz işlemiş olurlar. Bu büyüklerin derecelerinin büyüklüğünü buradan anlamalıdır. Zâhir âlimleri dinî meselelerde gaybî haberleri, yalnız peygam berlerin haberlerine mahsus bilir. Bu haberlere başkalarım ortak eylemiyorlar. Bu anlayış, VA RİS olmayı bozuyor. Aynı zamanda dine âit olan doğru marifetleri, sahih ilimleri de kabul etme mektedir. Evet, Şeriat’m hükümleri dört vesikaya bağhdır ve ilhâm buna dahil değildir; ama Şeri at’m hükümleri dışında dine âit işler çoktur. Bu rada beşinci asıl İLHAM’dır. Hattâ denilebilir ki, üçüncü asıl, yani üçüncü vesika “ilhâm”dır. Kitap ve sünnetten sonra kıyamete kadar bu asıl devam edecektir. O hâlde diğerlerinin bu büyüklere göre nisbetleri ne olur?.. Çoğu zaman, diğerleri bazı vakitlerde ibadet ederler ve bu ibadetler Allah’ın rızasına uygun olmaz. Bu büyükler ise, bazı hâl lerde ibadeti terkederler ve bu hareketleri rızaya uygun olur. O hâlde Allah indinde bunlann bu terki, onların yapmasından iyi oluyor. Halbuki avam bunlann aksini düşünürler; onu ibadet edi ci, bunu ise işsiz ve ibadet etmeyici bilirler ve sa yarlar... Sözkonusu ifâdeden kasdın ne olduğu üzerinde, herhangi bir yanlış anlamaya ve sapık lığa fırsat vermemek için aynca duracağız.)
• Madem ki, din, kitap ve sünnet ile kâmil olup son şeklini aldı, bu tam olgunluk ve kemâlden sonra “ilhâm”a ne lüzum vardır ve ne noksanlık kaldı ki, “ilhâm” ile tamamlansın?.. İlhâm, dindeki gizli olgunlukların bir aynası dır. Dinde bulunan bir başka kemalât ve olgunluk
95
değildir. Nasıl ki İÇTİHAD hükümlerin zâhir ol ması ise, İLHÂM da esrarın ve ince bilgilerin zâ hir olmasıdır ki, bunu birçoklan anlayamaz. Evet, İÇTİHAD ile İLHÂM arasındaki fark açık ve bellidir; o GÖRÜŞ’e dayanır, bu ise GÖ RÜŞLERİ YARATAN’a dayanır. O hâlde ilhamda, içtihatta bulunmayan bir asalet vardır. İlhâm, Peygamberlerin “mehaz-asıl alman kaynak” olan ilhâmlanna benzemektedir. Her ne kadar ilhâm zannî ve Peygamberlerin ilmi katî ise de... Bir mümin var ki, gözünde ve bakışında bir nur taşır; o nur imanıyla buluşursa, imânla alâ kalı görünmeyen şeyleri de görür... İkinci bir mü min var ki, gözünde o nur yoktur, yalnız imân nu ru vardır; kendine onunla bakar ve başkalarını da onunla görür. “Ruhtan sorarlarsa de ki; ruh, Rabbimin em rindedir” ölçüsü... Ruhların toplamı tek bir emir dir; ruh birdir... Sözkonusu “Küllî Ruh”un tecelli si hâlinde kalb hakikatini meydana getirmek üze re nefsle birleşen ve “benlik-senlik” durumunda ruhlar... Her ruhun, Küllî Ruh’ta, “zat sırrı neyse o” makamı veya yeri, derece ve basamağı vardır... Ruh safiyet kazanıp aslına döndüğü, Küllî olduğu zaman, Kâinat’m gizlilikleriyle bütün âlemde bu lunan mânâlar, kendine nakşolunmuş olarak bu lunur; ve kendi ruhanî sıfatına göre, gaibden ala cağını alır... “Müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o Allah’ın nuru ile nazar eder!” ölçüsü... Al lah’ın nuru ile nazar ettiğine göre, hiçbir şey on dan gizli değildir... Ama mümin var, mümin var... Herşey derecen kadar!..
96
• (Zaman ve hâllerin değişmesi sebebiyle, için de bulunulan zaman ve hâlin vereceği emri, ken dinden evvel ve sonraki zaman ve hâl veremez. Bundan dolayı asırların geçmesiyle Peygamberle rin âyet ve burhanları, türlü türlü değişikliklere uğramıştır. Bu sebep, Peygamberlere nisbetle ule mâsının da, devrin geçer şeyleriyle uğraşmasını zorunlu kılmıştır. Allah’ın Sevgilisi’nden sonra, Peygamberlik yok, sadece o nura verâset vardır... Allah Resûlü’nün vârisleri, bizzat Allah’ın bildirdiği üzere, tıpkı kendinden önceki Peygamberin şeriatıyla hükmeden İsrail Peygamberleri gibidirler. Allah bunları da, Sevgilisi’nin ve Cebrail Aleyhis-selâmın yardım ve desteğine kavuşturur. Netice ola rak, Ruh-i Muhammedi ile veli arasında bir irti bat ve münasebet sözkonusudur... Ve meselâ, na kil edilen hadîslerin şüpheli ve eksik olanlarının hakikatini, bu yoldan tahkik eder. Veli, bir hadîsten tereddüdü varsa, bu hadîsi yazanla manen ve ruhen buluşur, tartışır ve daha doğru bir neticeye varmak için Allah Sevgilisi’nin ruhundan bunu sorar ve öğrenir... Kezâ, hadîsi ri vayet eden kişiden de, işin aslım aynı yoldan so rup öğrenebilir... Sahih-i Müslim, kitabında şöyle anlatır: — “Veli veya mükâşif bazı kimseler, doğru zannedilen bir hadîsin, doğru olup olmadığını ve ya doğruluk derecesini muhakkak bilir. Ruhanî bir mazhariyetle, bu hadîsin doğruluğu, kendisi ne, bunu nakil eden şahsın sureti ve ismiyle bir likte bildirilir ve gösterilir. İşte bu gibiler, evliya nın enbiyasıdır. Bunların ayn ayn şeriatleri yok tur ve Şeriat’ın tervicinden ibaret hükümlerinde
97
de, bunun Allah ve Resûlü’nün olduğunu bildirir, bu Şeriat’m sahibini şahit gösterirler.” İnsanların idrak edemedikleri hususu, veli ler bir YAKAZA (Uyku ile uyanıklık arası bir hâl) ânında Peygamberlerle buluşup, idrak edebilirler. İşte bu paye ve makam, bu yolda yürüyen evliya lar için tesbit edilmiştir. Allah’tan başka hiçbir kimseden yardım görmeyen, hiçbir hocadan fay dalanmadan kendi kabiliyet ve himmetleriyle ça lışıp, doğruluk ve bilhassa ilim elde eden ve ken dilerini insanlık meziyetleri ile süslemiş olanlar, bu makama sahip olmuşlardır. Bu ilimlerden biri de, (bitki ve yeşillik) ilmi dir... Rüya: Yerden biten bitki... Nebat: Bitki... Hudaret: Yeşillik, bitki... Hudârâ: Allah için, Al lah aşkına... Hudâre: Deniz... Kamûs: Deniz. Lü gat... Allah bu ilmi, bu Şeriatta kendisine Resû lü’nün diliyle ibadet edilmesi için getirmiştir. Bunların aracıları “fakih-idrak sahipleri”, yazı ve çizgi âlimleridir. Bu ilimler Ledünnî ilimlerdir... Ledünnî; dinî olmayan... Bu ümmetin Peygam berlerinden çıkan ilimler olmadığı gibi, Peygam berlerin vârisleri olan evliyaların da ilmi değildir; ne şerü, ne tasavvufî... Bu ilim “indî”dir, insan şahsiyetiyle alâkası vardır... İndî: Şahsî, zâtî, mevzua mahsus. Bunlarla varılan netice şudur ki, bütün top luluklar Allah’a tam bir şuur ve idrak ile dua et melidir... Allah’ın, Resûlü’ne söylemesini emretti ği: — “Bana ve benim yolumda yürüyenler için basiretle Allah’a dua edin. Onlar bu makamın sa hipleridirler. Onlar bu ümmet içinde, İsrail oğul larının veya kavminin içindeki İsrail peygamber leri gibidirler.”
98
Mûsâ Peygamberin şeriatıyla amel eden Ha run Peygamber gibi... İşte, Allah Resûlü’ne vâris olanlar, hiç şüphesiz Şeriatı hakiki olarak ve ha kikatiyle muhafaza eden gerçek bilgi sahibidirler. Fakat zâhir uleması buna pek iltifat ve itibar et mez, inanmazlar. Onlar, bunların doğruluğunu aramaya lüzum görmezler; arzuladıkları tek şey, makamlarım korumak ve hakikatleri gizlemektir. Öyle ki, kendilerince doğru olarak bilinen cihetle ri dahi, yazı ve çizgi âlimlerine bildirmezler... Bu hâl tıpkı, içtihad ve hüküm sahibi bir kimsenin, çalışmadığı ve delilleriyle uğraşmadığı hâlde bir hüküm vermesine benzer... Tıpkı hâkimin, kafa dan atmasyon hüküm vermesi gibi!) Toprak, su, hava, güneş, ısı, mevsim şartları nın nisbet yekûnu içinde zahir olan tohum-yerden biten nebat misâli, dindeki gizliliklerin açık edil mesini gerektiren zamanın icabına mahsus ve çö züm için kendini empoze eden meseleler... Bu me seleler “ibadet, ukubât ve muamelât”a dair İÇTİ HAD gerektiren işler ve bunların mukadder oluş ları sınıfına girebileceği gibi, LEDÜNNÎ mahiyet te de olabilir... Ledünnî ilim, Allah’tan ilham yo luyla mânâlar kavramak işi... İbadet, ukubât ve muamelâta dair ŞER’İ meselelerde olduğu gibi, LEDÜNNÎ mahiyetteki meselelerde de, her mev zu, kendi “usul, esas ve kurallarıyla” ele alınabi lir..; Bu hakikate binaen, ŞeFi olmayan mevzula rın dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbeti, her mevzuun kendine mahsus keyfiyetine göredir... Daha kendi mevzuunun alâka durumunu bilme yen ezbere ölçü tekerlemecisi uyduruk fikıh ule masından (!), anlamadığı her mesele karşısında “kaynaktan yapmalıyız!” tekerlemesine sarılan
99
ayıya, olur olmaz “bu Asr-ı Saadette yoktu!” diyen ama Asr-ı Saadet’te olmayan her türlü âlet ve edevatı kullanan ve Asr-ı Saadet’te olmayan has talığını yine o zaman olmayan ilâçlarla tedaviye soyunan soytarıya kadar, hepsini, verdiğimiz ölçülendirmeye vurunuz... Bunlar, “ahlâk”m, eşya ve hadiseler karşısında takınılan tavır olduğunu bile bilmezler!.. Şer’i olmayan meselelerin Şerl meselelere nisbeti, sosyal hayatın bütün kurum, kuruluş, oluş ve buluşlarının kendine göre değerlendirildi ği “hukuk”a nisbeti gibidir... Sosyal hayatı düzen leyen hukuk, alâkalı olduğu ve olmadığı hususla rın tayini ile her yerdedir; hukuk her yerde ve her hukukî hâdise bir sosyal hâdisedir ama, her sos yal hâdise hukukî bir hâdise değildir... Hukukun her yerde bulunuşu, orada kendini empoze edebi lecek meseleye nisbetledir... Kendini empoze eden mesele bahsine dair bir misâl verelim: — “Su, iki hidrojen ve bir oksijenden mürek keptir!” Anlamadığı mesele karşısında “kaynaktan yapmalıyız!” tekerlemesine sanlan şapşalın hâli ni izâha hacet yok... Bir meselenin çözümünün İs lâmî olup olmadığını satır aralarına serpiştirilmiş âyet ve hadîslerden ölçmeye kalkan şapşallar, ev velâ “bedahet-apaçık bilgi” davasını öğrensin... Bunun yanında, meselâ, “organ nakli” gibi bir me sele: Bu meselenin bir yanı, mümkün olup olma ma şeklinde tıbbîdir, diğer yanı da kendini çözüm için “fikıh”a arzedendir. “Ben kulumu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için hâlife olarak yarattım” buyuran Allah...
100
“İlim, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır” buyuran Allah Sevgilisi... Topyekûn insan ve top lum meselelerinin halline dair bütün faaliyet ve bu faaliyet verimlerinin umumî heyetiyle kendine bağlanacağı ölçüler bunlar ve davet edecekleri... Biz, “İslâm kalbin yoludur” buyuran Allah’ın ölçü süne nisbet, insan ve toplum meselelerinin hal-line dair her verimi, sebepte de, neticede de, gaye de de, hedefte de, “kişinin kendi öz nefsiyle savaşı”na âit biliriz; bizim ruhçuluğumuzun niteliği budur ve maddesine tahakküm edemeyen ruhu da ruhçuluğun hakikatinden sayamayız... İs lâm’da kâinat, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerre Yaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve mekân cümbüşü, muğdil ruh ve madde mima risiyle, esrarına ve teshirine memur olduğumuz bir harikalar manzumesidir... İslâm ve herşey!..
• (İslâm’ın dışı Şeriat, içi Tasavvuf... O’nu, -Kâinat’ın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisi’n i- üzerinde bütün hilkat mimarisinin ışıldadığı bir saray farzedecek olursanız, Şeriat o sarayın dışı, Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, vanş ve erişler de içeride... İs lâm’ın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlâkı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötelerin dış ve iç nizâm sim , var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bü tün illiyetler ve gâiyetler, her şey, her şey tasav vufta... Tasavvufun, “Allah, kâinatı insan için, in sanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı” ha dîsinden mülhem düsturu, bu suretle nihaî hesabı mutantan şekilde verilen oluş sırrının, biri dış re jim, Şeriat, öbürü de iç rejim, Tasavvuf olarak her ikisi de birbirinden kopmaz, ayrılmaz ve tecezzi etmez bir bütün hâlinde en parlak ifâdesidir.)
101
(Derin ve gerçek mümin, olanca davaları ve gayeleriyle girift ve ebedî insanı, girift ve ebedî oluş muammasını yalnız tasavvufta bulur; ve onu Kâinat’m topyekûn hesabını veren biricik dünya görüşü kaynağı telâkki eder.) (Derin ve gerçek müminde Tasavvufun iki cephesi vardır... Biri, nihaî insan-memuriyet ve mârifetinin, derinliğine doğru, fert ve iç hayat plânında en mahrem rejimi; öbürü de, bu rejimin, genişliğine doğru cemiyet ve dış hayat plânında akisleri, ilhâmlan, kıymet hükümleri ve bunlar dan doğan DÜNYA GÖRÜŞÜ...)
•
.
(İnsanı bütün hilkat sırrına ulaştıran, derin liğine doğru fert ve iç hayat plânına bağlı üstün mârifet sahası, yani tasavvufun merkezi, dinin, ismine velî dediğimiz büyük oldurucu ve kurtarı cıları elinde en hususî kadrosunu belirttiği için, cemiyet sınırlan ötesinde müstakil ve münzevî bir âlemdir. Bu âlem, insan kitlelerinin ve kitle hayatının üstündedir; oraya, etrafına hiçbir iz yaymamış bir noktadan, tıpkı toprak altındaki pe riler sarayına girilir gibi münferit ve münzevî göl geler hâlinde kayılır; ve orada, tek ve muazzâm vâkıa olarak tek ve mücerred insan oluşunun sır lan ve usulleriyle yüzyüze gelinir. Bu, insanı ken di üstüne çıkaran ve ölmezliğe erdiren ulvî ve es rarlı lâboratuvar mâhiyetiyle, günlük hayat seli nin ve bu selin doğurduğu İçtimaî davalann dışın dadır. Fakat gaye, keyfiyet ölçüsüyle olduğu kadar kemmiyet ölçüsüyle de topyekûn insanı kurtar
102
mak ve onun kurduğu cemiyeti ana kurtuluş mer kezinin etrafında inşâ etmek olunca, derin ve ger çek müminde tasavvufun İçtimaî fayda zaviyesin den en amelî cephesi, genişliğine doğru inkişaf eden sahadır; yâni nakışlarında aslî marifet mer kezinin akislerini, ilhâmlannı, kıymet ölçülerini taşıyan büyük insan kitlelerine mahsus geniş ha yat plânı... Tek kelimeyle, şu kaskatı ve kaba ha yat!.. Bütün dava, şu kaskatı ve kaba hayatı, in san oluşunun gizli sarayına ve o sarayın en mah rem oluş hücresine yol veren büyük ve amelî bir avlu içinde kadrolaştırabilmekte... İcabında o av ludan kaybolup gizli fert iklimlerine dalacak isti datları, davanın bu cephesi cemiyetçi mütefekki rin işi olmayarak geniş kitle ve günlük yaşayış çerçevesi içinde en üstün dünya görüşüne kavuş turabilmekte... Böylece ferde âit büyük ve mah rem oluşun insan yığınları çerçevesinde başlangıç hayatını yaşatabilmek ve bu hayata mahsus bü tün gaye kutuplarını müstakil olarak tesislendirmek borcu, derin ve gerçek müminde, tasavvufun ikinci, fakat amelî noktadan en hassas ve mühim cephesi olarak meydana çıkıyor... Bu aziz borcun kefilleri de, şâmil ve küllî Şeriat dairesinin içinde tasavvuf ve onun içinde de tâbi ve bağlı akıldır.)
BÜYÜK DOĞU Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu imân mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak başbuğ imânın her iradesi ni yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir.
• 103
Büyük Doğu; İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece, “Sünnet ve Ce maat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pa zarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kay bedilmiş bulunan bu saffet ve asliye ti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi!..
• Kalın çizgilerle üzerinde durduğumuz mese lelerden de belli oldu ki, ne “Ehl-i Sünnet” dışın daki eblehler, ne de kendini “Ehl-i Sünnet” sanır ken İslâm’ın bâtınını reddeden ahmaklar, “İslâmî bir dünya görüşü” terkibini ifâde edemeyecekler dir... Bunca zaman edememeleri ve edememeleri nin sebebini anlayamamaları bir yana, anlatılanı da anlamadığı için reddeden bu keleşler sürüsü, zaten bu vasıflarından arındıkları gün, kendileri ni Büyük Doğu-İbda mücadelesinin insanları ola rak bulacaklardır!..
KESİNTİSİZ DEVRİM “Bir günü bir gününe eş olarak geçen aldanmıştır” buyuruyor Allah’ın Sevgilisi... Eşya ve hâ diseler zemininin sürekli yeni olması, eşya ve hâ diselerin zaptı memuriyetinin de sürekliliğini vurguluyor. Burada insanın rolünü öz olarak ifâ de edersek; insan, “hareket içinde hareket eden” bir görev yüklenmiştir... İşin ILHÂM ve LEDÜNN1 ilim bahsine dair tekrarına gerek yok.
• İslâm’ı bilmek ve tatbik edebilecek duruma gelmek, ezbere klişeleri bilme, yâni “kuru kabuk
104
bilgisi işi” değil, bilmeyi bilici duruma gelmeyi, yeni durum karşısında tavır alabilici melekeyi ka zanmayı, tahassüsü edinmeyi, tek kelimeyle kültür-irfanı gerektirir. İrfan sahibi olmak; neyi niçin bilmesi gerektiğinin şuuru ile öğrenmek ve tatbik etmek için... Tatbik etmek; hem aksiyon ifâdesiy le mevzuunu aramak, öğrenmek ve düşünmek, hem de öğrendiğini ve düşündüğünü pratiğe ge çirmek için... “Akan su pis tutmaz” hükmünün belirttiği mânâya ters düşen şabloncunun, zamam nefsinde kokutan ve davayı içeriden çökerten durumu; ve “temizlik imândandır!” hikmetince mücerrette de pisliğin hareketsizlik demek olduğu anlaşılmıyor mu?.. Ve tabiî, ideolocya manzûmesi hâlinde -ahenginde- herşeyi alâka nisbetleriyle içiçe dü şünmenin doğruluğu ve zorluğu ile, ölçüleri alt al ta sıralamayı marifet sayan şabloncunun işporta cı şivesindeki ucuzluk... Aradaki fark hecelenmi yor mu?.. Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamım sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilâldir; ve bu davranış, içi beşeriyet kadar ka labalık tek fertten, üç-beş kişilik aileye, sekiz-on ailelik kabileye ve koskoca cemiyete, hâsılı toplu luk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücer rette birdir... İnsan ve toplum için ihtilâl, “şuur”un bozuluş ve yıkılışını belirttiği gibi, bunun dış plândaki tezahürlerinin mânâsını da kuşatır. Şuurdaki bu bozuluş ve yıkılış, tohumun çatlama sı ve ağaca doğru gelişimi şeklinde bir oluşum sü reci belirtebileceği gibi, bunun tam tersi, statik leşme ve kabuklaşma süreciyle bir çürüme ifâdesi de olabilir. Birinci durumda “eşya ve hâdiseye âit
105
yeni verilerle şuurun muhtevasının zenginleşme si” neticesi bir “inkılâb-oluşum”dan bahsedilir ken, ikinci durumda, eşya ve hâdiseye âit yeni ve rilerin “şuur” terkibinde yeni terkibe ulaşamama sı ve çözülüş-veya eşya ve hâdiseler karşısındaki “sağır” şuurun, “zapt” görevini yerine getireme mesi, kabuklaşma ve çürüyüş vardır... Birinci gö rünüşüyle “müsbet”, ikinci görünüşüyle “menfili ği” gösterici iki yön... Mücerret anlamdaki “ihtilâl-inkılâp” mânâsına nazaran her ân kendini aş maya ve yeni fethe memur insanın bir ân önceki eserine ve içinde bulunduğu cemiyetin küf ve pas tutmuş köşelerine -h er zorluğa rağm en- AYKIRI oluşu nerede, AYKIRI OLMAK süksesi adına ve işi adeta amuda kalkmış vaziyette işeme hüneri seviyesinden görmek nerede?.. Güyâ arayıcı ve imânı aramanın zıddı zannedenler, her ân tekâ mül eden ve tekâmül ettiği yere nisbetle geride kalan hâli küfür bilen veli mizacından ölçü kap sınlar... Hemen belirtelim: Lûgatta “küfür”, haki kati örtmek mânâsındadır... Bahsettiğimiz küfür, Allah ve Resûlüne inanmama mânâsında değil dir!..
• Bir dünya görüşünü hayata geçirmekten bah sedildiği ân, söylenmek istenen şey, “sistem”i hâ lihazırdaki yaşanana hâkim kılmayı istemek de ğil midir?.. Böylece, İçtimaî plânda mevcut düzeni ve rejimi, “yeni için yıkma işi” olarak ihtilâlin, ga yeye nisbetle vasıta değeri anlaşılır; dünya görü şü, “ihtilâl”in “niçin”ine cevaptır... Vasıta anla mında “ihtilâl” ise, kendi başına “nasıl” mevzuu... Buradan çıkan tabiî sonuç, “nasıl” ihtilâlden önce, mutlaka “niçin” ihtilâl ve “vasıtanın müstakil de ğer belirtmeyeceği” gerçeğidir; bu mânâsıyladır ki
106
ihtilâl, “inkılâb-oluşum”un mânâsım da kuşatır... İkisi arasındaki soylu ve özlü ilişkiye gelince şu: — “Üstün mânâsıyla inkılâb vasıtası ihtilâl, vasıtahk ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye, ul vîlerin ulvîsi Allah yolu olunca da, yığınların ba zen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak yü zünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekil de bulursa onda kullanır ve inkılâb ismini alır.”
• “Şeriat ve Tasavvuf’ başlığı altında, “yeşillik ve bitki ilmi” meselesine değinmiş ve işin lûgatçesine değinmiştik... LEDÜNNI ilme ve bunun indîşahsî mahiyetine... Zaman ve hâle dair tecelli me selesine... “Nas uykudadır, öldükleri vakit uyanır lar” ölçüsü, bitkinin uyku hâlinde hareket ve can lılığı temsil etmesi ile birlikte düşünülürse, LEDÜNNI ilmin dünyanın tevil ve tabirine dair vas fının, Şeriat ölçüsü tarafından işaretlenişi anlaşı lır... Herhâlde “Ş efi ilim dışı” vasfının, Şeriat’m alâkasız olduğu mânâsına gelmediği ve hele “Şeriat’a aykırı” mânâsıyla hiçbir ilgisi olmadığı da anlaşıldı... Sözkonusu meselenin izâhı, bir yönüy le de yeni müslüman olan veya İslâm’a içi ısınır ken bir takım ürküntülerle cemaate dahil olama yanlar bakımından da mühim: Bunlar, bir kısım âyet ve hadîs esnafının abuk sabuk lâflarını per delemek üzere işi rastgele ölçü tekerlemeciliğine döküp ortada salınmalarına nazaran, “ben bunla rı bilmiyorum!” ürküntüsüyle uzak durmak yeri ne, kendi kültür tab’ı ve mizaç hususiyetlerine hitab eden yönden mücadeleye dahil olmalıdırlar... Bu çerçevede, hareket noktaları için gerekli hu sus, ipuçlarından hareket edecekleri ve verimleri ni mâlederek kendi olabilecekleri “İslâm’a muha
107
tap anlayışı gösteren dünya görüşü”dür: BUYUK DOĞU-İBDA... Bu mesele, sadece onlar için değil, uğraştığı işi kendi kendinden ibaret ve verimsiz kalan ve “terkibi bir bütün”e nisbetle birikim ifâ de etmeyen müslümanlar için de geçerli!..
•
-
Bir ilke: Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtala rına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şu uruyla el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşen mez... İkinci ilke: İslâm inkılâbında siyâset, iç’e doğru olmak ve dış’a doğru da bunu tamimleştirmek gayesine bağlıdır... Üçüncü ilke: Her iki ilke nin belirttiği mânâya sımsıkı perçinli olarak, “iş içinde eğitim” prensibi. Geliştikçe gelişecek pren siplerle gelişmek!..
KENDİNDEN ZUHUR Bütün insanlık tarihi içindeki derinliğine ve genişliğine insan oluşları, “tek fert”te tecelli eden hakikatin ve zaman gayesinin temsilcileri olarak, “tek fert”in kadrosudurlar. Bu tek fert, topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği, varlığın ymzüsuyu hürmetine yaratıldığı, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber olarak Allah’ın Sevgilisi’dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati-Ferd Hakika ti... Her Peygamberde, her birinde her birinin his sesi bulunmak üzere, bir hikmet tecelli etmiştir; Resûller Resûlü’nde ise, bütün hikmetlerin topla mı... Ferdin Hakikati... Ferdî hikmetin aslı!.. Ferd: Tek, bir, yektâ. Eşi, benzeri olmayan... Ferdâ: Tek olarak. Yann. İSTİKBÂL... Ferîd: Yek-
108
tâ, benzeri bulunmayan. Benzeri pek nâdir bulu nan. Evliya. Yalmz ve münferid. Zamanında eşine rastlanmayan. Akrân ve emsâli yok. Kendi reyi ile hareket eden. Şeriat, Tarikat, Hakikat: Zâhir, Bâtın, Hak ile halkı birlikte müşahede... Herkesin hakikati nin kendisine olması bakımından, Hak ile halkı birlikte müşahede noktası, “Cem-ül cem; hakikat lerin hakikati” dedikleri makamdır... Şeriatte “se ninki senin, benimki benim”, Tarikatte “seninki senin, benimki de senin”, Hakikatte ise “ne senin ki senin, ne benimki benim, hepsi Allah’ın” ... Hakikat-i Ferdiyye davası, “Allah nurunu tamamla yacaktır, kâfirler istemeseler de” ölçüsü ile birlik te gözönünde tutulursa, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR mânâsının kendi içinde tekrar tekrar teyidi görü lür.
• (Her nebiye bağlı hususî bir velâyet şekli var dır. Derecelerin nihayeti^ Allah’ın Sevgilisi’ne bağlı olandır. Bu derece ZATÎ TECELLİ mertebe sidir... Bu mertebede, Allah’ın isimleri, Allah’ın sı fatlan ve hâdiselere yer yoktur. Böylece en mah rem visâl ve hakiki vecd meydana gelir.)
• “Ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim” buyuran Allah Sevgilisi’nde, hem Şeriat’m ve hem de Velâyet’in kemâli... O’ndan sonra peygamberlik yok, sadece onun nuruna verâset var... VERÂSET’in ne olduğu ve vaktin ve hâlin icâbına nazaran “anlayış”ı yenilemenin iç yüz mânâsı anlaşılıyor mu?..
109
Kendinden zuhur - fütuhî hikmet... Salih Peygambere nisbet edilen Fütuhî hikmet: Salih kelimesindeki “futuhî” hikmetin aslı... Bu hikme tin ona nisbet edilmesindeki sebep, hiç beklenme dik zamanda dağın yarılarak içinden bir deve çık ması ve böylece ümmetinin ona inanmak için iste diği mucizenin gerçekleşmesi, bu suretle fethe mazhar olması... “Fütuhî hikmetin aslı”, aynı za manda “kendinden zuhur” hikmetinin mânâsını kapsar... Bu hususa geçmeden önce, 1979’da Bü yük Doğu Miman’nın tarafımıza ithafının başlan gıcına bakalım: — “Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç bekle mediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı... Daima böyledir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir.” Allah, bir şeyin olmasını dileyince ona OL der ve o da olur... Şu hâlde bir şeyin olması için “emir veren” Zât, onun iradesi ve bir de “Kün-Ol” emri lâzımdır. Eğer bu Zât ile onun bir şeyin oluvermesini dileyen, “İrade”si ve olacak şeye hitap ve te veccüh eden “Kün-Ol” emri olmasaydı, o şey de var olmazdı... Bundan sonra böylece bu şeyde üç lü bir birlik meydana geldi. Bu sebeple bu birlik tarafından onların yaratılması ve varlık ile vasıf lanması gerçekleşti... Bu gerçekleşme de, önce kendisine emrolunan şeyin, Allah bilgisindeki su retine, sonra bu suretin “Kün” emrini işitmesine ve daha sonra işittiği emre itaat etmesine bağlı dır. Şu hâle göre, “Yaratan”m üçlü birliği, “Yaratılan”m üçlü birliğiyle karşılaştı... Yaratılan şeyin yokluktan var olmasında
110
onun sabit olan zâtı, kendisini icad edenin zâtına, bu hitabı işitmesi Yaratan’m iradesine ve Yaratan’ın ona var olması için verdiği emre uyarak varlığı kabul etmesi de Hakk’m “Kün” emrine karşılık düştüğü için, o şey de var olmuştur... De mek oluyor ki, Allah yaratılış işini yaratılan şeye nisbet etti... Eğer Allah’ın “01” emrine karşı o şe yin kendi nefsinde var olmak kuvveti olmasaydı, yaratılamazdı; şu hâlde o şey önce yok iken yara tılış emrini işitince zuhura geldi... Bu izâha nisbetle Allah, ispat etti ki, kendisine düşen iş, sade ce yaratacağı şeye emir vermektir; nasıl ki Kur'ân’da “Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz va kit ona 01 deriz ve o da olur” meâlindeki âyette kendi nefsinden haber vermekle beraber, kendi emriyle olan yaratılış keyfiyetini yaratılan şeyin nefsine nisbet etti. Kün: “01” mânâsında emir... Künâ: Arâzî... Arâzî: Ekilen yerler. Yerler... Arz: Yeryüzü. Dün ya... Gabrâ: Yeryüzü. Nebat envamdan bir nevi... Gabir: İstikbâl.
• Eşyamn zuhura gelmesi, yâni emri işitince kendinden ortaya çıkması, sözkonusu üç şarta bağlı olmakla beraber, bu yaratılışı, Ehadiyet mertebesinde ve İlâhî bilgide mevcut olan bâtmî suretlerinin “Kün” emriyle zâhir kisvesine bürünüşüdür; bu mânâda anlaşılmak şartıyla, o şey “yok bir var” iken, emri işitince kendi nefsini ya rattı... Bu bahsin harikulâde misâli de şudur: — “Nasıl ki kendisinden korkulan ve isyan edilmesi mümkün olmayan bir âmir kölesine “kalk” der, köle de efendisinin emrine uyarak der
ili
hal kalkar. Bu kalkma keyfiyetinde efendisinin ona emir vermesinden başka bir şey yoktur. Kalk ma ise, efendinin fiilinden değil, ancak kulun fiilindendir. Demek oluyor ki, yaratılışın aslı “teslisüçleme” üzerinedir; irade ve emir Allah tarafın dan, oluş keyfiyeti de mahlûk tarafından olmak üzere üç esasa bağlıdır.” Kendinden zuhur!.. Allah Said’ler hakkında, “Rab’ları onlara Rahmet ve Rıdvanı ile müjde verir” buyurdu... Şa kiler hakkında da, “Ey sevgili Resûlüm, sen onla rı elemli azap ile müjdele” dedi... Bu hâle göre her zümrenin çehresinde, onların nefislerinde bu söz lerle beliren şey tesirini gösterdi; onlar üzerinde ancak bâtınlarındaki kavramlardan nefislerinde yerleşmiş olan şeyin hükmü âşikâr oldu ve netice de istidatlarının gerektirdiği hâlden başka bir şey tesir etmedi, “tekvin - var oluş” da kendinden ol du... Ve geldik, felâh ve salâh yolunda İbda mima risini inşâ ederken, İslâm tasavvufu ve Batı tefek kürü kanatlan arasında İkinciyi birincinin önün de hesaba çeken ve hakikatleri aslına irca eden anlayışımızın bahis mevzuu içindeki yerine: — “Her kim kendinden oluş hikmetini anlar ve bunu kendi nefsinde tatbik ile tekvin sım m kendinde görürse, başkalarıyla ilgilenmekten nef sinde rahat bulur ve nefse gelen hayır ve şerrin yine kendinden geldiğini bilir. Burada hayırdan maksadım kulun tabiat ve mizacına ve isteğine uygun olan şeyler, şerden kasdım da onun hoşuna gitmeyen ve mizacına aykın düşen reydir. İşte bu görüşe eren kimse bütün varlıkların mazeretleri ni takdir eder ve her ne kadar onlar tarafından
112
bir özür beyân edilmemiş olsa bile bunu kendisi anlar ve bilir ki nefsinde zuhûra gelen her şey yi ne kendisinden oldu. Nitekim bu hakikat, “ilim malûma tâbidir” düsturuyla ifâde edilmiştir.”
HİKEMİYAT (Elkasip, iki âlem arasındaki münasebet ile İlâhî münasebet ilminde ileri idi. Bu imâm, vücut bulmayan bir eseri göstermek istediği vakit, ken di nefsine tesir eden müessirleri düşünerek, ken di nefsine o ânda beliren bir tartı ile baktığında, o eser ve iz derhal ve hilesiz meydana çıkardı. Alemde birşey yoktur ki, onda insanın izi veya eseri bulunmasın... Ondan sonra onun makamına Camiulhikem (Hikmet toplayan-hikmetlerin top layıcısı) isminde biri vâris oldu. Bu zâtın Ebdal hakkında ve “hoca ile talebesi arasındaki müna sebet” ile, bitkilerdeki esrar bahsinde geniş ve de rin bilgileri vardı.) (Bu taife elini küfre değdirse Şeriat doğar; ca hil elini Şeriat’a değdirse küfür doğar.) İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü kanatlan arasında yerini tutan “Hikemiyat” binasının ku rucusu İBDA, birinciyi “insan ve toplum meselele rinin” hâiline doğru nüfuz edilmesi gereken diye alır ve İkinciyi birincinin önünde hesaba çekip kendi şekil ve süzgeç ölçüleriyle aslileştirirken, bizzat kendi “kelâm ve mânâ toplayıcılığı” vasfı nın çizgilerini göstermektedir.
• 113
(Bir kimsenin davasını onun mânâsı için, bir kimsenin mânâsını da davası için öğrenmek iste rim.)
• Şeriat, tasavvuf, ilhâm, ledünnî ilim ve ledünnî ilmin zâtî mahiyeti... İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürü kanatları arasında HİKEMİYAT... Bahsi, Allah Sevgilisi’nin sözüyle mühürlüyoruz: — “İki garib şey vardır: Biri sefih kimseden çıkan “hikmet sözü” ki, onu kabul edin. Diğeri ha kim adamın “sefih sözü” ki, onu affedin. Zira hiç bir hakim yoktur ki ayağı sürçmesin; ve hiçbir ha kim yoktur ki, tecrübe sahibi olmasın.”
İMÂN-İSTİKAMET-KURTULUŞ YOLU Hûd Sûresinde istikamet emredilmiştir. İsti kamet, doğruluk, çetinlerin çetini bir iştir. Zira is tikamet, bütün fiiller, hâller, sözler ve ahlâkta or ta yeri tutmak ve onda sabit kalmaktır. O şekilde ki, bütün fiillerde zaruret dışına taşılmasın ve if rat ve tefritten korunabilsin... Onun içindir ki, “keramet ve hârikalarda iş yoktur, iş istikamette dir” demişlerdir.
• Günümüzde müslümanların, sahilsiz bir der ya gibi içinde çırpındığı en büyük günah, fiilî ol maktan ziyâde kalbîdir; ve belki her fiilî günah tan beter olarak, İslâm ahlâkına bîgânelikte top lanmaktadır... İstikamet derdi, “doğru yol” mese lesi filân hak getire!..
114
(Şeriat iki kısma aynlır: İtikada bağlı olan lar, amele bağlı olanlar... İtikada bağlı olanlar, di nin esasmdandır. Amele bağlı olanlar ise, dinin teferruatı arasında sayılır... itikadı yitiren, “necat ehli-kurtuluş ehli” olamaz; âhiret azabından halâ sı da onun için tasavvur edilemez. Ameli yitiren ise; durumu Sûbhan Hakkın iradesine kalmıştır. Dilerse af eder, dilerse günahı kadar azab eder... Cehennemde ebedî kalmak, itikadı yitiren içindir; dinin zarurî hükümlerini inkâr edene göredir... Ameli yapmayan, her ne kadar azaba uğrayacak ise de, cehennemde ebedî kalmak onun hakkında yoktur... İtikada dair olan işler, dinin esasında ve İslâm’ın zarurî işlerinden olduğuna göre, zarurî olarak, onu beyan etmemiz gerekti... Amele dair işlerde, hem teferruat hem tafsil olduğundan, onu fıkıh kitaplarına havale ettik. Ama rağbete getir mek için, amele dair işlerden zarurî olanları bir mikdar beyân edilecektir. —MEKTUBAT, İmâm-ı Rabbânî.)
• İslâm itikad arsasının ölçü ve ölçülendirmelerinin esası üzerine kurulabilecek İslâmî bir dünya görüşü, itikadî yamukluklar gözardı edildi ği ve bellibaşh nisbet beyânları yerine getirilme diği zaman vücut bulmaz... Güya İslâm adına çır pıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cin sinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak “Ehl-i Sünnet” itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada “İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik” mevzuundaki tek “sistem” terkibidir!.. Bu levhanın başına konulması gereken
115
“imân-istikamet-kurtuluş yolu” bahsini sona ko yarak, aynı zamanda 5. Levha’mn mevzuu olan “Kurtuluş Yolu” davasına da başlangıç yapmış bu lunuyoruz!.. “Kurtuluş Yolu” terkibi hakkında, şu hususa dikkat çekelim: İşin bir yönü doğrudan doğruya imân ve amel yolunun sapık kollardan tefriki me selelerini, diğer yönü de bu “sünnet ve cemaat eh li” diye çerçevelenen yolun maksadına uygun ola rak insan ve toplum meselelerinin halline dair “dünya görüşü-sistem” anlayışımızın tatbiki ve en geniş anlamıyla mücadele ölçülendirmelerini kap sar... Eserin başından beri üzerinde durduğumuz bu hususu, böylece tekrardan hatırlatmış oluyo ruz!..
116
KURTULUŞ YOLU
PEŞİN FİKRİMİZ BÜYÜK DOĞU “Kurtuluş Yolu”nun BÜYÜK DOĞU olduğu na ve İslâmî bir dünya görüşü ölçü, ölçülendirme ve tahassüsü hâlinde bütün İnsanî verim şubele rinin, hepsinin, kendi öz hüviyetlerinin beyânı hâlinde ancak burada “topluluk hakikatine” ka vuşacağına inanıyoruz... Topluluk hakikati: “Sün net ve cemaat ehli” diye ifâdelendirilen ve bütün sapık, çarpık ve salak itikad oluşumlarını dışta bırakan yol.
• Allah Resûlü’nün devrinden sonra, yeni za man ve mekân tecellilerinin ihtiyaçları çerçeve sinde veya vazife taksimi veya “iş ve amel” veya “imân ve itikad” veya “bâtın” ve “üstün Sünnet ve Cemaat Ehli fikirciler tarafından menfiye sed” şeklinde görünen, bütün bu görünüşleri boyunca tafsiline gireceğimiz “zamanüstü topluluk hakikati”nin fert veya cemaat meselelerine nisbetle zuhurunu temsil eden... Muayyen bir tarih içinde görünürken, “topluluk hakikati”nin gereği olarak her birinde her birinin vasıflan bulunan, zamanı bütünleyen... Kısaca: Pürüzsüz olarak “İslâm’a muhatap anlayış”ı sürdüren çizgi... KURTULUŞ YOLU!.. Peki, bize “Kurtuluş Yolu”nun muhasebesini, murakabesini ve maliyet hesabını yaptıran, de
119
rinliğine ve genişliğine doğru zâhiri olduğumuz Büyük Doğu’nun hüviyeti ne?.. Daha önce de işa retlediğimiz veçhile, işte İBDA’mn bâtını: — “Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylı ğı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve aslîyetiyle İslâm’a yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybe dilmiş bulunan bu saffet ve aslîyeti bu yüzyıl için de eşya ve hadislere tatbik etmek işi... Galiba iş lerin de en değerli ve pahalısı!” İki kişinin bile bir yola giderken birinin diğe rine imâm olmasını söyleyen İslâm, işin işe ve adamın adama bağlılığı içinde cemiyet plânını şe killendirir ve ferde sonsuzluk yolunu açarken, elbetteki eşsiz ve mutlak bir NİZÂM ifâdesi; en ul vî ve esasî “bütün”den, en süfli ve “cüz’i-parça”ya kadar herşey, merkezde düğümlü bir nakış gibi içiçe, çelişkisiz ve eksiksiz... NİZÂM deyince umumiyetle eşya tertibi cin si, sıra ve hizâ anlaşılır; ve bunun da içinde bu lunduğu “nizâm”ın, FİKİR demek olduğu bilin mez... Oysa diyalektik, metod, şekil, biçim, form ve estetik gibi kavramlarla üstüste gelen “nizâm”, yerinde “fikri temin eden kalıp”, yerinde ise fikrin kendisidir. Fikir olmadan neyin olacağı veya ola mayacağı, topyekûn salak adam faaliyetlerinin yekûnunu gösterir, ayn bir bahis. Büyük bir tarih muhasebesi içinde günümü zün fotoğrafım seyredersek, güyâ fikir ve fikirciyle, onların peşine takılanıyla, ensesini kaşıyıp curcunayı seyredeniyle beraber manzara, eski İran şâhlanndan birine Batı ülkelerinden birinde
120
verilen konser hikâyesinden farklı değildir... Din letilen eserlerden hangisini beğendiği sorulunca, Şâh şu cevabı vermiş: — “Eli değnekli adam, yerine çıkmadan çalı nan parçayı...” Meğer her sazın ayn ayrı akordundan çıkan başıboş ve nizâmsız sesleri sevmiş Şâh!.. İşte güyâ fikircisi, uyduruk ulema ve parti güdücüleri, bunların peşine takılanlar ve seyirci ler, hepsi, bu başıboşluğa bayılırlar: Çünkü bura sı, rastgeleciliğin ve ahmaklığın zeminidir. Biri nin “neye göre, nasıl, niçin?” tasası ve inzibatı; öbürünün “kurtuluş yolunda mıyım?” kaygısı; so nuncusunun ise, esasen İslâm’a saygısı yoktur. Evet burası, hakikat kaygısıyla çırpınmanın de ğil, boynunu hakikate teslim edemeyen köpekçe hasedin; hakikat sevgisine dayanmayan sahte dostlukların; “o da iyi bu da iyi; oh oh! O da çalı şıyor, bu da çalışıyor, şu da!” cinsinden zift vicda nı yellemeye mahsus Şeytanî tesellilerin zemini dir. Yobaz da, sapık da, ahmak da, nemelâzımcı da, işte bu iklimi sever... Büyük veli ne güzel söy lemiş: — “Allah herkese tesellisini başka türlü ve rir!” Kâfir de kendi tesellisi içinde... Demek ki iş, tesellide, hele kabak çekirdeği keyfiyetiyle doyan tesellide hiç değil... Nerede olduğu şu ölçüde: — “Ölmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz!” Fikir pazarında “mevcut olmayan cevherini” satanı ve alanı, piyangodan bilet alır gibi rastgele şuna veya buna bağlananı ve her türlü vasıf dışı başıboş olanı bir yana, her şeyden önce “Mutlak Fikrin Gerekliliği” hakikatine çatan “ben doğru olduğumu nereden bileyim” idrakinin muhasebe ve murakabe çilesi adresinden pay almak lâzım!..
121
“Peşin fikrimiz Büyük Doğu” demiştik... Bu raya kadar gösterdiğimiz ve esasen eserler boyu açıkladığımız veçhile, “İslâm’a muhatap anlayış”, BÜYÜK DOĞU’dur; yâni “Kurtuluş Yolu” ve “top luluk hakikati” buradadır... Ve Büyük Doğu’nun “topluluk hakikati” de, onun aynı hâlinde İBDA’da... İbda, Büyük Doğu’nun derinliğine ve ge nişliğine doğru “zâhiri” olduğuna göre, onun red di, -isterse sümük mizaçlar red demek olduğunu bilmesin-, Büyük Doğu’nun reddidir; Büyük Do ğu’nun reddi de İbda’nın... Ve tabiî ki “kurtuluş yoluna bakış” çizgisini ölçülendirirken, BUYTJK DOGU’nun muhasebesi ni yapmış, muhasebeyi yapan İBDA’yı ölçülendirmiş, IBDA’ya nasıl bakılması gerektiğini de belirt miş oluyoruz. Bu bir tebliğdir!.. Bunu açıkça be lirtmemek, dinin inceliklerini bilenlerce malûm dur ki, bağlanılan nefesin kemâline tereddüdü icabettirir... Haşa!.. O hâlde, “topluluk hakikati”ni ölçülendirmeye devam edebilir, yobazı, satıhçıyı, sahtekârı, gerçeği, istismarcıyı ve samimiyi keşfetme yoluna devam edebiliriz.
ÂLEM-İNSAN VE BİLGİ Hem “Mutlak Fikir Sistemi” ve hem de ona nisbetle “tabir” ve “tevil”i gösteren, onda faniliği temsil eden “İslâma muhatap anlayış-Vasıta Sis tem” idrakini ve gerekliliğini, hadîs meâlinden süzelim: — “Nas uykudadır, öldükleri vakit uyanır lar!” Demek ki dünya hayatında görülen şeyler
122
uyuyan kimsenin rüyasında gördüğü şeyler gibi dir; yalnız hayâldir... Böyle olunca onun tevil ve tabiri lâzımdır. Tevil, “bir nesneye redd ve ircâ etmek, dön dürmek” demektir... Bazı tefsircilere göre, “rücu’ “ mânâsına olan “evl”den alınmıştır... Evl-evil: Si yaset... Bazı tefsircilere (müfessirlere) göre “te vil”, bir âyetin mânâsını bir nesneye ircâ ile be yân, bazılarınca da “evvel” lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve ircâ etmektir; bazılarınca da hükümet ve siyaset mânâsına olan “iyalet” ke limesinden alınmıştır ki, kullanılan kelimenin mânâsı zâhir ve söyleyenin muradı açık edile... Tevil ve tefsir arasındaki farka gelince: Tefsir, âyetin nüzul sebebinden bahis ve lügat yönünden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye işarettir. Tevil ise, âyetlerin sırlarını ve kelâmın mânâ per delerini inceden inceye araştırmak ve âyetin mâ nâ ihtimâllerinden birini tâyin etmekten ibaret tir... Kur’ân’m anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe tevildir. Tevil, tabir ve tefsirin, hem mücerret olarak, hem Şerı ölçüler, hem de Ledünnî mahiyetteki meselelere dair mânâsını böylece çerçeveledikten sonra, “Alem-İnsan-Bilgi” arasmdak1'bu esas üze rinde ŞerT yönden Büyük Doğu-İbda’nır ASRA HÂKİM misyonunu görebiliriz.
İMÂN VE İSLÂM Allah Resûlü’nün Hak’tan getirdiği ve bildir diği şeylerin hepsi, bütün hâlinde “bedahet-apaçıklık” ifâde eder ve hiçbir delile muhtaç değildir.
123
Allah’ın vücudu, birliği ve Peygamberinin doğru luğunu idrak kuvvetinin mânevi marazlardan ve kötü illetlerden uzak olduğu nisbette bedahete yaklaşılır. Bedahete yaklaştıkça da fikir ve delil kıymetten düşer, lüzumsuzlâşır. İdrak kuvvetinde FİKİR, NAZAR, DELİL VE İSPAT, ANCAK İLLE TİN VÜCUDU VE MARAZIN TEZAHÜRÜ ZA MANINDA OLABİLİR. Devir devir nasıl göründüğümüzü tarih mu hasebemizde belirttik. Bugün, geçmiş her devir den daha fazla “dış”a karşı bünye olarak zayıf ve “iç”te sapık kollarla bölünmüş olduğumuzu gözönünde tutarsak, küfrün kaynağını bilici bir imân hakikati ve “iç oluş” ahlâkını pırıldatan insan ve toplum ideali bakımından, neyin gerekli olduğu anlaşılır; her şeyden önce “dışa karşı” ve “içe doğ ru” aramızda isabetlinin ve hatalının kim olduğu nu bilmemiz, bunun için de her aydın geçinen müslümanın fikir, nazar, delil ve ispat yükünü tezatsız bir mimarî içinde göstermesi, buna mensup olması gerekir... Dikkat: — “İnsanların ihtilâf ettikleri mevzuda bir kimse lisânını muhafaza etse, yâni iştirak etmese bile, işittiği hususlarda kalbindeki hisleri menedemeyecektir. Zira kalb, iki şeyden birini, yahut her ikisini de kötü görecektir.” Kalbler üzerinde dondurucu kutup ve kavu rucu sahra rüzgârları gezerken, ölmeden önce nefsini hesaba çekmeye yanaşmayanların lisân ile imânının neticede nereye varacağını düşün mek gerek... Ki, lisânı ile imân eden, fakat kalbi ile imân etmeyen kimse Allah katında mü’min olamaz^ Bu gözle ve neye memur olduğumuzu, Büyük Doğu Miman’nın kaleminden, İslâm tarihinde “Cemel vakası-Deve vakası” olarak geçen hâdise
124
nin mânâsı içinde verelim: — “Bu ne hâldir?.. Peygamber soluğu kesileli tam çeyrek asır geçen hengâmede, o ebedî soluğa bir ân için de olsa, HEM DE ÜSTÜN SAHABÎLER ZAMANINDA takılan menhus tıkaç nasıl izâh edilebilir?.. îbn-i Sebe’ler, yıpratıcı zaman, şu, bu, hepsi vesile ve bahane!.. Sır noktası, insan ruhunun vecd ve aşkını zamanla yenileyemez hâ le gelince “nefs” isimli ejderha eline nasıl düştü ğünü gösterici İlâhî imtihan tuzağından ve o solu ğu TAZELEMEYE MEMUR NESİLLERE İBRET DERSİ ihtarından ibarettir.”
KURTULUŞ YOLU Allah’ın Resûlü, etraflarında sahabîleri, ince bir değnekle kum üzerine derince ve dümdüz bir çizgi çektiler ve sonra bu çizginin iki yanma kırk ayağa benzer birtakım kısa hatlar ekleyerek bu yurdular: — “Şu dosdoğru çizgi kurtuluş yoludur; on dan kopma küçük hatlarsa felâket yönleri...” Ve daha nice hadîs... Bir tanesi daha: — “Musa Peygamberin ümmeti 71 Arkaya ayrıldı. Biri nur, 70’i ateş yolunda... İsâ’nm üm meti de 72 bölüm... Biri nur, 71’i ateş istikametin de... Benim ümmetimse 73 fırka olacak; biri nura, 72’si ateşe yönelecek.” Bu hadîsler karşısında gerçek imân hassasi yetinin ne olduğunu da îmâm-ı Gazalî Hazretleri nin ağzından sunalım : — “Şüphesiz ki insanların çeşitli din ve mil letlerde bulunuşu, daha sonra ümmetin çeşitli fır kalara ayrılması keyfiyeti, içinde birçok insamn boğulduğu engin bir denizdir. Pek az insan bu de
125
nizden kendini kurtarabilmiştir. Her fırka da ken disinin doğru yolda olduğunu zanneder. Nitekim âyette, “Her zümre kendi inancından memnun dur” buyuruluyor. Evet; bu ümmet içinde de yolla rı birbirine zıt birçok fırkaların zuhur edeceğini, doğru söyleyenlerin en doğrusu Peygamberimiz buyurmuştur ve haber verdiği gibi de olmuştur... Gençliğimin başından itibaren henüz 20 yaşıma varmadan, yani bülûğ çağma yaklaşan bir zaman dan beri -k i şimdi 50 yaşımı geçmiş bulunuyo rum - daima bu derin denizin dalgalarıyla müca dele etmekte, korkmadan ve cesaretle derinlikle rine dalmaktayım. Her türlü karanlık meselelerle çok meşgul oluyorum. Her müşküle göğüs gerer ve her uçurumu atlamaya çalışırım. Her fırkanın akidesini dikkatle araştırırım. Hak ile bâtılı, sün nete uygun olanla bid’atı ayırmaya ve her taifenin mezheplerinin sırlarını keşfe çalışırım.” Bir ân için, gerçekten yırtınan, çırpman ve “ben doğru olduğumu nereden bileyim?” diye vic danları infilâk hâlinde kaynayan bir insan toplu luğu içinde olduğumuzu farzedelim; yâni imânı babadan kalma âdet gibi kabullenen değil de, imân zaruretine eren ve İslâm içindeki yollardan hangisinin doğru olduğunu arayan... Hiç kimse “ben yanlış yoldayım!” demeyeceğine, herkese kendi hakikatinden daha aziz birşey olmayacağı na göre, hakikatin hakikati nerde?.. Habercilerin En Doğrucusunun kurtuluş fır kası üzerinde işaret buyurdukları bir delil vardır: — “Kurtuluş fırkasının kadrosu içindekiler şunlardır ki, TEK YOL üzerindedirler... Ben de o yol üzerindeyim. SAHABÎLERİM DE O YOL ÜZERİNDEDİR.”
126
Ölçü bu kadar açıkken, sahabîye dil uzatan ve onun rolü ve mânâsını bilmez bir takım ayı zümrelerin kurtuluş yolu dışındaki sapıklığı tem sil etmelerini anlamamak ve hâlâ onlara karşı “hoşgörü”den dem vurmak, ayılığın tâ kendisi de ğil midir?..
• Rahman Sûresi’nde, “ALLAH KUR’ÂN’I ONA ÖĞRETTİ” âyetinden anlaşılıyor ki, Kur'ân’ın tefsirini yine Allah’tan dinlemek gerek tir; bunu Hak’tan başkasından dinleyemezsin. O yorumcuların tefsiri, onların kendi hâlidir, Kur'ân’ın tefsiri değil; yoksa dışyüzden sözlü ter cümesini beş yaşındaki çocuklar bile yapabilir ler... İş, ölçüsüz endazesiz herkesin kendi keyfine kaldı mı, herhangi bir Arap çocuğunun Kur’ân’ı kemâliyle anlamakta olduğu neticesine kadar gi der!.. Vahy’in ilk muhatabı olan Allah Sevgilisi bi le, Kur’ân’ı bizzat Allah’ın öğrettiği şekilde öğren miştir ve O’nun sünnet ve hadîsleri bu cümleden dir... Onun vârisleri mevkiindekiler de, “davet ve irşâd” bahsinde temas olunan bâtın kahramanla rı zümresindendir ki, bu zümrenin bâtın hissesiy le zâhirde tecelli eden kahramanlan da, Allah’tan dinledikleri kadanyla tefsir işi üzerindedir... Me selenin özü şu: — “Bir insan Kur’ân’ı ben aklımla tefsir ede rim dese ve bu Beyzavî Tefsirine eşit olsa, küfür dür!” İSLÂM’IN KALBİN YOLU olduğuna dair âyeti ortada dururken, kuru akılla “kaynaktan yapmalıyız” tekerlemesine sanlan ahmak, bizim ölçülerle ölçülerin mânâsına yaklaşabilme çetinli ğini yaşamakta olduğumuzu görmez de, -hissiz
127
bir ayı ya! utanmadan “aman Kûı'ân’dan uzak durun!” demekte oluşumuzu ilân eder... İşin tuhaf tarafı, “kaynaktan yapmalıyız!” tekerlemecilerinin ölçüleri dışyüzden bile tanımadıkları, dış yüz den bile mânâlarını göremedikleri işaretlediğimiz ölçüleri görememelerinden belli; öküz gibi bak makla, en iptidaî insan idrakinin bile görebileceği arasındaki fark... İşin insan hafsalasını çatlatan misâllerinden biri de şu: Adam oturmuş iki dergi sayfası kadar yazı yazıyor ve “içinde âyet bulun mayan sözler boş sözlerdir!” diyor, fakat yazısı içinde âyet yok... Bizim bir seferine mahsusunu işaretlediğimiz bu hususu, haftalar, aylar, yıllarca tekerleyenlere ne demek gerektiğini izâha, lügat te kelimeler âciz kalıyor!..
TEK YOL ÜZERİNDE OLMAK Şeriat sahibinin “kurtuluş yolu” hakkında, o yol üzerinde mukaddes varlıklarını bildirmeleri yeterken, buna bir de Sahabîlerini ilâve buyurma ları, kurtuluş yolunun KÜTLE ifâdesiyle ancak Sahabîlerin yolu olduğunu anlatmak istedikleri içindir. Allah, bizzat, “Resûle itaat, Allah’a itaat tir” buyurduğuna göre, Resûlü’nün gerçek yolun dan sapmak ve ona itaatsizlik, Allah yolundan dı şarıya çıkmak ve Allah’a itaat etmemektir. Allah’a bağlanmayı Resûller Resûlü’ne bağ lanmanın hilâfi sananlar, yine Allah tarafından küfürle vasıflandırılmıştır. Resûller Resûlü’ne bağlılık iddia edip Sahabîlere bağlanmakta tereddüt göstermekse, dava ların en bâtılıdır. Zira, BÜYÜKLER BÜYÜĞÜ NÜN YOLUNA NASIL DÜŞÜLECEĞİNİ en hâ lis mikyasta temsilden başka hiçbir rolleri olma
128
yan ve en sadık bağlılığın birer remzi bulunan Sahabîlere muhalefet, netice bakımından Resûller Resûlü’ne muhalefetten başka birşey değildir... Nitekim bir hadîste şöyle buyurulmuştur: — “Sahabîlerim gökteki yıldızlar gibidir, han gisine tutunursanız kurtulursunuz!” Demek oluyor ki, Allah Resûlü’ne nisbetle sahabînin ne olduğunu belirtmek, TEK YOL üze rinde bulunmanın TOPLULUK hakikatini en yüksek noktasından göstermek olur: — “Sahabî ne midir? Ümmetin temel yapısı; kalbini, duygu ve düşüncesini peşin olarak O’na bağlayan ve sonra bu bağlanış etrafındaki haki kat dairesi üstünde dilediği gibi akıl atını koştu ran -ağzı kantarmalı a t- ve artık hiçbir akıl sı kıntısı çekmeyen büyük insan örneği...” Herşeyden önce, “zamanüstü örnek ümmet” kadrosundaki her ferdin, Allah Resûlü’nün nuru nu kendi mizaç hususiyetinde pırıldatma hakika tini yaşayanlar olduğunu düşünelim... Önde, topyekûn zaman ve mekânın sahibi ve “Fert hakikati”ni temsil eden Allah Resûlü’nün bulunduğu bir kervanda tecelli eden “topluluk” hakikati.
“BÜYÜK DOĞU”DAN TOPLULUK HAKİKATİ A
Alemlere rahmet olarak gelen O’nun “Saadet Devri”nde her şey, feza çapında bir âvizeyi taçlandıncı, en dakik şekilde traş edilmiş billûr parçala rı... Avizenin saçağında ve kollarındaki her parça, dal dal birbirine düğümlü, kâinatı ışıldatan nur emrinde ve o nurun “bedahet” idraki içinde... Her şey vecd, aşk ve üstün sezişten ibaret ve kimsede akıl, akılla bulmak, akılla ölçmek diye bir kaygı
129
ve zor mevcut değil... Sonradan gelecek büyükle rin tabiriyle, bütün sahabîler anlamıştır ki, “Pey gamberlik tavrı aklın ötesinde”dir... Ve insanda onu sezmeye memur vasıta akıl üstü bir şeydir, kalbtir; Peygamber sohbeti ise, insanı kalbinden tutup yerden ayağını kesici ve tepe noktasına er diricidir... Sahabî diyor ki: — “O’nu dinlerken öyle olurduk ki, âdeta ba şımızın üstünde kirpiğimizi kımıldatsak uçup gi decek ışıktan bir kuş varmış gibi mıhlanır kalır dık.” Yolda birbirine rastlayan iki sahabî: — “Nereye gidiyorsun?” — “Filân yere, falan işe...” — “Gel seninle bir kenara çekilelim de beş dakika için olsun, imân getirelim!” Bakın siz, sahabî, O’nun bir ân uzağındaki nefsanî hayatını nasıl değerlendiriyor?.. Kâinatın Efendisi, İslâm’ın götürülmesi için uzaklara yolladıkları sahabîye sordular: — “Orada neyle hükmedeceksin?” — “Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetiy le...” — “Ya onlarda aradığını bulamazsan?” Sahabî tereddütsüz cevap verdi: — “İçtihad ederim!” Ve Allah’ın Resûlü, mukaddes ellerini kaldı rıp, kendisine bu anlayışta sahâbîler ihsan ettiği için Allah’a hamdettiler.
İÇTİHAD DAVASI Buraya kadar anlatılanlardan hareketle “iç tihadın mânâsını heceleyebiliriz... Tabiî, tekerle meye dönen mânâda değil!..
130
Sahabîler kadrosu, topluluğun hem kolayca anlaşılır, yâni “cemaat” ifâdesiyle, hem de kadro yu teşkil eden tek tek her ferdi ile “topluluk haki k a tin i temsil ederler ki, bunun mânâsı şudur: “Fert H akikatini temsil eden “Gaye İnsanUfuk Peygamber”in etrafında her sahabînin tek tek “topluluk hakikatini temsil etmesi, her birin de tecelli eden merkezdeki nurun, her birinin mi zaç hususiyeti içinde görünmesi; ve her birinin, her birindekinden pay sahibi olarak, şahsında “topluluk hakikatini yaşatması ve birbirine nisbetle derecelenmesidir. Fertlerin toplamında, yâni “cemaat” hâlinde görünen “topluluk hakikati” ile, tek tek fertlerde görünen “topluluk hakikatinin kucaklaştığı bir nur yumağı!.. Her şeyden önce şunu anladık: Her sahabî, Allah Resûlü’nün bütün vasıflarıyla vasıflanmış ve hem O’na, hem de şahsında tecelli eden haki kate delâlet eder... Bu mânâya nisbetle de, her bi rinde Allah Resûlü’nün -buraya dikkat edilsinvasfı değişir: O değildir, O’ndandırL Hem her sahabînin Allah Resûlü’nün vasıfla rına şahitlik etmesi ve O’na delil olması, hem de bütün sahabîlerin Allah Resûlü’nün vasıflarına şahitlik etmesi ve delil olmaları bakımından, her birinde hepsinin vasfı vardır. Bundan dolayı da hangisine tutunulsa, bizzat Allah Resûlü’ne tutu nulmuş olur ve kurtulunur!..
• Topyekûn zaman ve mekâna şamil Şeriat’m sahibi olan Allah Sevgilisi’nin vasıflan sayısız dır... Her ne kadar bu sayısızlık sahabîler kadro
131
sunun “topluluk hakikati”nde toplu ise de, bunlar ancak zaman ve mekân boyunca tecelli eden me selelerle bilinirler; tecelliler ise sonsuzdur. Burada, sahabîlerin hem fert ve hem de kad ro olarak temsil ettikleri “topluluk hakikati”ne âit bir incelik yakahyoruz: Sahabî, Allah Resûlü yönünden, O’nun vasıf larım gösteren; temsil ettiği mânâdaki hususiyeti bakımından da, vasıf gösterenden başka ve “mu ayyen zaman” mânâsına sirayet eder... Bu “muay yen zaman”, hem kronolojik tarih devrini, hem de “topluluk hakikati”nin “zamanüstü” karakterini belirtir. Demek oluyor ki, “topluluk hakikati”, topyekûn zaman ve mekân boyunca tecelli eden in san ve toplum meselelerindeki vasıflandinşın sa yılı bir asılda temsilidir. İşte bu sayılı asıldaki her ferdin, yâni hakikati bizzat Allah Resûlü tarafın dan bildirilen sahabînin yaptığı içtihad, doğrudan doğruya “topluluk hakikati”nin gerçekleşmesi ve “toplulaştırma” işidir. Burada “içtihad”ın “zama nüstü” mânâsı da görülüyor. Sahabîlerin birbirine nisbetle derece belirt mesi, Allah Resûlü’nün temsil ettiği hakikatin farklı derecelerde tecelli ve zuhurunun onların da “topluluk hakikati”nin şartıdır. Yâni, “topluluk hakikati”, bir takım beliriş dereceleri ve iniş mer tebeleri neticesidir... İniş mertebeleri de, Allah Resûlü’nün vasıflarında kuvvet olarak mevcut is tidatların derece derece görünüşünden başka birşey değildir. Burada Allah Resûlü’nün, “Ümmetimin ihti lâfından rahmet doğar!” hadîsindeki hikmetin sır rı da seziliyor. Hangi ümmet liyâkati ve ümmetlik fertlerin ihtilâfından?.. Yoksa bir ahmakla bir ir
132
fan sahibi arasındaki ihtilâftan sadece toz duman doğar!.. “Rahmet”in zıtlar arasında tecelli eden umu miyet ifâdesi yamnda, Alemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü’ne bağlanmanın, O’nu zıtlar arasında birleştirmekle ve O’nun hakkında yine O’nunla hükmetmekle mümkün oluşu da an laşılıyor. Buna nisbetle de, her sahabî, tıpkı Allah Resûlü’nün hem en “yumuşak huylu” ve hem de en “şecaatti” olması gibi, yerine ve derecesine gö re, hem zıt kutuplar ve hem de “muvazene’’nin unsurudur. Ortaya şu netice çıkıyor: Ayn ayrı işlerde ve daha sonra ihtiyaca nisbetle sımflanabilen, üzeri ne “topluluk hakikati” mührü vurulmuş içtihadlar var... Sahabîlerin üzerinde ittifak ettikleri noktalar “icma-ı ümmet” ve böylece “icma-ı üm met” de, “zamanüstü” hakikatinden. Geldik bahsin en ince ve en girift sırrına: Al lah Resûlü’ne, “topyekûn zaman ve mekânın Pey gamberi” olarak inanıyoruz... Gaye İnsan-Ufuk Peygamber: Zamanüstünün mutlak hakikati O’nda. Böyle olunca O, başlangıçtır, sondur, aşikâr dır, gizlidir. Şu hâlde O, fert ve kadro olarak sahabînin “topluluk hakikatinde zâhir olan “açık ve bâtın”da “ifâde edilen”dir. “İfâde”ye nisbetle “ifâ de edilen”in, “zâhir”e nisbetle “bâtın” demek olu şunu gözönünde tutarsanız, sahabînin “topluluk hakikatindeki “açık ve bâtm”a nisbetle Allah Re sûlü’nün “Fert Hakikati” hem “açık” ve hem de “bâtın” yönüyle bâtındır!.. Demek oluyor ki, her sahabî derecesi ve nasibi nisbetinde, zâhiriyle O’nun bâtımndan pay sahibidir ve “bâtm”ı da,
133
O’nun bâtınının zâhiridir. Din edeb demektir... Burada, inceler incesi edeb bahsine ait bir ölçü yakalıyoruz: Allah Resûlü’ne ümmet olma liyâkatinin zamanüstü mutlak hakikatini temsil makamında olanlar bile, O’nun en basit bir dışyüz hareketine bakar veya tatbik ederken, derecesi ve nasibi nisbetinde pay sahibi dir. Hâdisenin, kendisine bakan anlayışa nisbetle hakikatini vermesi meselesi... Biz, sahabînin Al lah Resûlü’ne bakışını hayâl edemesek de, hayâl bile edemeyeceğimizi hayâl edebiliriz; ve bu edeb idraki, üstün irfanın kendi olur!.. Çeyrek aklı ve kıytırık mantığıyla, Allah Resûlü ve sahabîlerinin davranışlarına vasıtasız el atan, onların mânâsını kendi kaba saba anlayışı içinde mütalâa eden ahmak soyunun, îslâm adına işlediği cinayet anlaşıldı mı?.. “Içtihad” yapan sahabînin ne olduğu ve onun yaptığı “içtihad”m ne demek olduğu?..
• Apaçık bir şekilde göründü ki, Şeriat, zâhiri ve bâtını ile bir bütündür... “Tasavvuf kelimeleri ni ve bahsini niçin az tutuyorsunuz?” diye soran lara karşı, bir İslâm büyüğü şöyle buyuruyor: — “Farzediniz ki, bir zamanlar birbirimizi al datmışız. Tasavvuf HÂL’dir, “kaal-söz” değil... Onu kelimelere dökmek oyundur, aldatmacadır. Meğer ki, iki gönül ehli, birbirinin yolunu anla mak için söyleşsinler...” Başka bir İslâm büyüğü de şöyle buyuruyor: — “Tasavvuf, hakikat olduğu zaman bir isim değildir.” Ve, sahabîlerden sonra ümmetin en büyük föfdi olan İmâm-ı Rabbâni Hazretleri buyuruyor: — “Şeriat’m bir “sureti-dışyüzü”, bir de “ha
134
kikati-batmı” var... Şeriat, suretiyle “Mümkünler âlemini” son mertebesine kadar kuşatır ve ondan sonra “vücup âlemi-zorunlu varlık âlemi” başlar. Eğer bu âlemde de seyr vâki olursa, Şeriat’ın ha kikatiyle temasa gelinir. Hem Şeriat, hem Tari kat, hem de Hakikatin bütün basamaklarında Al lah’a itaat, Resûlü’ne itaatle ve içiçe...” Kabuk ve öz ilgisini muhteşem bir misâlle çerçeveliyor: — “Yalanı ağıza almamak Şeriattır. Kalbe gi ren yalanı nefyetmekse Tarikat... Kalbe giren ya lanı cehd sarfederek nefyetmek Tarikat iken, cehdsiz ve emeksiz atmak da hakikattir.” Cemaat hâlinde ve her biri ayrı ayrı derece lerde tek tek “topluluk hakikati”ni temsil eden şa habı, anlaşılıyor ki, bâtın yönünün de örnek haki katini temsil ediyor... Ölçü de şu: — “En büyük veli, en küçük sahabînin atının burnundaki toz bile olamaz!” Kısaca; Şeriat’m bâtını, zamanüstü “topluluk hakikati”ni temsil eden sahabînin hususiyeti... Ve tabiî ki Allah Resûlü’ndenL Şeriat’m “zâhiri” ve “bâtm”ı... Herşeyden ön ce bilmek lâzımdır ki, Şeriat “zâhir”e göre hükme der. İşin içyüzü ise, Allah’ın nazar yeri olan kalp te; ve zâtüıün kıymeti, kalp hakikatine nisbetle... Kimsenin kalbini açıp bakabilici olmadığımıza gö re, zâhire nazaran hükmederiz ki, zaten Şeriat, zâhirin umumiyetini kuşatıcıdır; Allah Resûlü’nün getirdiği Şeriat’ın gerçekleşmesi sahabîlerin “topluluk hakikati”nde derken, bu, “topluluk hakikati”nin herşeyden önce “cemaat” ifâdesidir. Herkesin ölçebileceği “afakî-objektif’ ölçüler için de, herkesin birbirine ve alta nisbetle gizli kaldığı
135
iç dizisi... Bu bakış çerçevesinde “zâhire göre hükmetmek”ten bahsederken, zâhirin ne olduğunu anlıyoruz: Söz ve fiil hâlinde “ifâde edilmiş” olan. İÇTİHAD, bir ihtiyaca nisbetle gerçekleşmiş “ifâde” değil mi?.. İşte biz, baştan beri sahabînin yaptığı “içtihad”tan bahsederken, -yâni, falan veya filân be lirli bir içtihad değil, mücerret mânâda içtihattan bahsederken-, herşeyden önce “içtihad” yapabil menin “nasıl” ve “niçin”i üzerinde hüküm veriyo ruz ki, bu, onun “zâhirine göre” hüküm vermedir. Bunun mânâsı ise şudur: Bir mesele hakkında hüküm verirken, hüküm verme ölçülendirmelerin ne?.. Burada umumiyetle, “tatbik edilen” ile “tatbikçinin ölçüsü” birbirine karıştırılır ve bu karı şıklık zeminine de, ahmak âlim ile esnaf fikirci post serer. Oysa, tatbikçinin kendini ölçülendiremediği yerde, bizzat “tatbik edilen” yoktur. Kısaca: “İfâde” ölçülendirilebilir ve ölçülendirme de, ölçülendirilebilir bir “ifâde” olur. Demek oluyor ki sahabî, üzerinde durduğumuz vasıflar dan da anlaşılacağı üzere, Allah Resûlü’nü ölçülendirebilen, O’na nisbetle hâdiseyi ölçülendirebilen; ve “ölçülendirme ölçüleri”ne sahib olandır. Yâni, İSLAM’A MUHATAP ANLAYIŞ’ın zamanüstü hakikatini temsil eden, bu vasfıyla da O’nun “iç” ve “dış” hakikatine şahitlik eden!.. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç... Ağaç, çe kirdekte kuvvet olarak mevcut istidadın, zâhireifâdeye çıkmasıdır. Ve bir ağaçta, kök, gövde, dal, yaprak ve yemiş, farklılıkları içinde ağaç bütü nünde ayniyeti temsil ederler. Bu misâlden de an laşılacağı üzere, yeni ihtiyaçlar karşısında İÇTİ HAD yapma durumunda olan her sahabî, aynlık-
136
lan içinde bile bir bütüne nisbet belirten, TOPLU LUK HAKIKATİ’ni koruyan; tevil, tabir ve ircâında, meseleyi “topluluk hakikati”nde eriterek “top luluk hakikati”nden yapan, “dış”a doğru açıhşm mânâsı “iç”e doğru “toplulaştırma” olandır. Kelime ve kavram olarak “içtihad” ne mi?.. Pek basit: Anlayış ve kanaat... Şeriat’ın şube ve kol, dal ve budak, yâni “fer’i” meselelerine âit hü kümleri, “usûl”üne uygun olarak KuPün ve hadîs lerden çıkarmak. En pılı pırtı anlayışın kavraya cağı bu basite mukabil, sadece üstün idrake hitap edici girifti de yukanda; baştan beri anlattığı mız... Hangi meselede, nasıl anlayış, kanaat belir tenin vasıflan ne, usûlüne uygun “toplulaştırma” işinin ölçüleri nedir ve niçin?..
TOPLULUK VE VAZİFE TAKSİMİ Nebilerin en büyüğü olan Kâinatın Efendi sinden sonra Peygamberlik yoktur, yalnız o nura verâset vardır... VERÂSET davasim anlayabil mek için, Allah Resûlü’nün nübüvvet ve risâletleri üzerinde durmak gerekir ki, bunlar üç nevidir. Birincisi: İlâhi hükümleri olduğu gibi bildir mek... Bu vazifeyi, zamanlarında 124.000 sahabîye yüzyüze tebliğ buyurmuşlardır ki, bunların hepsi SELİM AKIL sahibi —ki bunun ne olduğu da bugün pek bilinmez-, ilimli, anlayışlı, faziletli, şecaatli, doğru ve fedakâr insanlardı... Bunlara, Al lah’ın Sevgilisi buyurdu: — “Benden sonra, benden işittiklerinizi, siz den sonra gelenlere bildirin!” Gerçekten her sahabî, aldığı emri yerine ge
137
tirdi. Tâbiler, tâbilerin tâbileri ve üçüncü Asırda ki büyük müçtehidler bu suretle meydana geldi. Bu insanlar da, TOPLULUK HAKİKATİ’ni her kesin -ahmaklar hariç- anlayabileceği şekilde eserler yazdılar ve İslâmiyeti sımsıkı çerçeveledi ler. Peygamberimizin ikinci risâlet vazifeleri: İlâ hi hükümleri insanlara tath dil ve ince hikmetler le kabul ettirmektir. Üçüncü nübüvvet vazifesi: Aynı İlâhî ölçüleri anlayışsızlara ve nasipsize doğrudan doğruya tat bik etmek... Allah Resûlü’nün vefatlarından sonra, bu üç türlü vazifeyi bir arada yerine getirebilecek in sanlar ancak 30-40 sene yaşayabildiler. Ondan sonra İslâmiyet ve İslâm diyarı o kadar genişledi ki, merkezî nizâm bozuldu, fesat ve fitneler çoğal dı ve bu vazifeler taksim edildi. İslâmiyetin bütün dünyayı kaplar gibi olduğu hengâmede, bu üç vazife, birincisi “ilim adamlan ”na, İkincisi “evliya”ya, üçüncüsü de “hâkimler”e intikal etmek suretiyle bölüşüldü. Herşeye sahtesi musallat ya... “Vazife taksimi”ni bugünün umumî anlayışına tercüme ettirir sek, ortaya akortsuz sesler toplamından başka bir mânâ çıkmaz. Oysa bir besteyi seslendiren orkest rada her çalgı âletinden çıkan ses, üzerinde “bütün”ün tecelli ettiği “parça”dır ki, bu parça “bütün”dür... Hazret-i Ali buyuruyor: — “Parça, bütünün habercisidir!” Buradaki “parça”, “bütün”dür... “Nasıl” ve “niçin”ini, “içtihad” davasında anlattık. Burada vazifenin birbirine nisbetle ve kendi içinde dere celenmesi, bu görünüş çerçevesinde de, hem hep
138
sinin toplamı ve hem de her birinin hakikati hâ linde, “topluluk hakikati” zâhire çıkmaktadır. Ve tabiî ki “kurtuluş yolu”nda olmak, işin hakkı ve rildiği nisbette.
İMÂN VE AMELDE MEZHEP Mezhep, zan ve tahminden geliyor... Bu keli me, bellibaşlı bir noktaya giden yolun nerelerden ve nasıl geçtiği ve ne gibi kısımlar ve şekiller çiz diği üzerinde bilgiler ve ölçüler manzumesi de mek. Peygamber, “doğru yol”un doğrudan doğru ya açıcısıdır. O’nun zan ve tahmin yâni mezhep kuruculuğu ile alâkası olamaz. Peygamberde herşey berrak ve mutlak; ne “acaba”sı var, ne “belki”si... İhtilâf... Çok defa aziz ve erdirici, çok defa da sefil ve kaybettirici bu fakültenin, kurtarıcılıktan öldürücülüğe sürüklenmesine mani “ferdî ve İçti maî nizâm” iklimini kurmak... İşte bütün mese le!.. “İhtilâf “m “ayrılık” ifâdesi, bir yönüyle “halef olma”, diğer yönüyle de “aykın olma” mânâsınadır... Birinci yön aziz ve erdirici, ikinci yön sefil ve kaybettirici... İşin tuhaf tarafı, mezhepleri parça lanma sanan başıbozuk alayı, mânânın ikinci yö nünde bulunmakta olduğunu bilmiyor!.. Hayatın ARAZ’lardan yürüdüğü hikmetini anlayanların bayılacağı bir ölçü olarak “Ümmeti min ihtilâfı rahmettir!” buyuran Kâinatın Efendi si, ruhî kıvam ve İçtimaî nizâmın en üstün âhengi içinde, müsbet cephesiyle ihtilâfi ne güzel âbideleştirmişlerdi!..
139
“Topluluk hakikati”nin dağıldığı ve sapık kol ların yelpazevârî açıldığı, modalaştığı ve bir cüm büş havası içinde tepindiği İkinci ve Üçüncü asır lar, “Sünnet ve Cemaat Ehli” caddesinde yolun bütün ölçülerini âbideleştiren iki zafer tâkına şa hit oldu. Biri, İslâmî itikat esaslarıyla beraber iş ve âmel kanunlarını istikametlendiren “dört ge çitli”, diğeri, doğrudan doğruya imân ve itikat yönlerini perçinleyen “iki geçitli”, biri “iş ve amel de”, öbürü “imân ve itikatta” iki tâk... İş ve amelde: Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri... İmân ve itikatta: Maturidî ve Eş’arî yollan... Bunlar “Doğru yol”un hudut bekçisi karakollannı temsil ve “sünnet ve cemaat ehli” zabıtasını teşkil ederler; bütün yönlerin mizâna vurulacağı dayanak noktalan... Meydana gelişleri Hicri 2. ve 3. Asırlar içinde başlar ve bütün sapıklıkların cümbüşleştiği devreye rastlar: “İş ve amel”e bağlı mezheplerin ilk iki kahramanı Birinci Asır sonlannda doğmuş ve eserlerini 2. Asırda* vermiştir. Son ikisi de 2. Asır... İmâm Ahmed Bin Hanbel, eserini 3. Asır başlanna taşınyor... “İmân ve iti kat” mezheplerinin sahipleri, bunlardan sonra ge liyor ve 3. A sn dolduruyor. “Metodoloji-usuliyet”, en eskileri ve temel müçtehid İmâm-ı Azam’dan gelen ve hepsine bir den hâkim olan: Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyas... Kitap: Kur’ân... Sünnet: Allah Resûlü’nün her sözü, her emri, her hareketi... İcmâ-ı ümmet: Ümmet’in, yâni ÜMMETLİK VASFINA EN LÂ YIK VE EN ÜSTÜN DERECEDEKİ SAHABÎLER’in, üzerinde birleştikleri toplu hükümler...
140
Kıyas: Bellibaşlı üstün vasıflardan din âlimleri nin NİSBET YOLU ile buluşları... Dereceler yu karıya doğru birbirinde erir ve nihâyet tek MUTLAK’ta toplanır: Allah’ın Kitabı ve yanıbaşmda Peygamberin Sünneti. İşte SÜNNET VE CEMAAT EHLİ YOLU, bu kahramanların binbir fesat çizgisi arasında düpe düz meydana çıkardığı caddedir; ve bu caddede “iş ve amel”i itikat üzerinde yükseltenler, kendilerin den sonra “imân ve itikat’i iş ve amel üzerinde yükseltecek MİMARLARIN DA ÇEKİRDEĞİNİ GETİRMİŞ olarak, dış cephenin en büyük mü hendisleridir. Dış cephe; yâni, Allah Resûlü’nün zâhiri, ŞE RİAT... Allah Resûlü’nün bâtını ise; Hicri 2. ve 3. Asırda müesseseleşecek ve resmi ifâdeye kavuşa cak olan, TASAVVUF... Ve bu iki cephe, Gaye Insan-Ufuk Peygamberin içi ve dışı ,gibi birbirine tam mutabık... Bildirdiğimiz kahramanlar da, feyzlerini iç cepheden de almış olarak dışta sımsı kı bağlı, iç cephe perdesindeki tecelliler... Biri bâ tın hissesiyle zâhirde, öbürüyse zâhir intibakıyla bâtında... İşi ve ölçüyü böyle bildikten sonra, zâhirden yana görünüp bâtını ve bâtından yana görünüp zâhiri inkâr edenlerin felâketi kendi kendisine meydana çıkar; ve işte bütün sapık kollar, yâıii “topluluk hakikati” çilesi çekmeyenler, “ana cadde-kurtulûş yolu”nun bu âhenkli kıvrım sırrından mahrum olanlardır. “İş ve amel”de Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî, “imân ve itikat”ta da Maturidî ve Eş’arî mez hepleri arasında en küçük mikyasta bile esasa bağh bir fark yoktur; ve bütün fark, iki tarafa da
141
çekilmesi mümkün, fakat hangisinin doğru oldu ğu meçhul “fer’i-teferruat” üzerindedir... Ümmete rahmet olan ihtilâf!.. Orta yere bir çiçek vazosu koysalar, etrafın daki herkes onu başka başka noktalardan görece ğine ve hiç kimsenin gözbebeği içinden bakama yacağına göre, ihtilâf, insan yapısının zarurî bir neticesi... Elverir ki, bellibaşlı bir sının çatlattığı hissini vermesin ve ayn uzuvlardan fili muayene eden körlerin hikâyesindeki gibi, TOPLAYICI HAKİKATİ kaybetmesin.
MÜÇTEHİDLER-BÜYÜK MÜTEFEKKİRLER Büyük Doğu Mimarı’nm, kaleminin bütün to puz gücüyle indiği SAPIK KOLLAR ve MODERN MÜÇTEHİD TASLAKLARI ile, belirttiğimiz kahramanlann vasıflan arasındaki farklara dikkat edenler, içtihad şartlannın ne demek olduğunu kestirmekte zahmet çekmezler. Ve esasen içtihad bahsinde pahalı bir maliyet hesabı yapmak selâhiyetine ermek bir yana, en basit bir murakabe ve muhasebe yapabilme hassasiyetinin bile kalmadı ğı açık; içtihad müessesesinin ucuzcular ve ah mak garibanlar elinde günümüzün manzarasın daki sefaleti ortada... Bir konferansında Büyük Doğu Miman’na sordular: — “Devrimizde içtihad kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?” Ve şu cevabı aldılar ki, ÎBDA mihrakının fikir hüviyetini de çerçeveler: — “Devrimizde ve her devirde içtihad kapısı ardına kadar açıktir. Nebî ve Resûl gelmeyeceği mutlak... Fakat müçtehid gelmeyeceğine âit hiç bir hüküm mevcut değil. Şu kadar ki, imkân âle
142
minde serbest bırakılan bu nokta, O âlemin iste diği şartlar bakımından imkânsıza döndürülmüş tür. Nebî ve Resûl gelmesi muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir imkânsızlık ki, mücerrette mümkün fakat mü şahhasta kabil değil... Cins atların atladığı, mese lâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O at lar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine ath kannca derecesinde küçüldü. Atlamak ser best, ama kim atlayabilecek?.. Hoş atlasa da, ÖBÜRLERİNDEN FARKLI NE GÖRECEK VE NE GETİREBİLECEK?.. Demek ki, hem gerektir diği şartlar ve hem de esasen getirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin ta mamlanmış olması bakımından, apaçık içtihad kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devir de ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân te cellilerine (ihtiyaçlara) karşı ancak ŞERİAT BÜ TÜNÜNDEN ZERRE FEDA ETMEYEN BÜYÜK MÜTEFEKKİRLER GELEBİLİR VE BUNLAR ASIR YENİLEYİCİLERİ OLMAK gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat aslâ müçtehid olamazlar. Düşünün ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, derecede belki bütün hak mezhep müçtehidlerinden üstün olduğu hâl de Hanefî mezhebindendi ve bu mezhep üzerine kurduğu bin yıllık yenileyiciliğini gösteren bina ile mezhebi arasında en küçük bir aykırılık pürü zü yoktu.” Yani?.. Bundan böyle içtihad, ancak bunların kurdu ğu binaya yeni katlar çıkarak olabilir ki, o da içti had değil, ŞeFi tatbik ve yenileme mânâsına alı nabilir.
143
DİYALEKTİK ÖLÇÜLERİMİZ
PEŞİN FİKİR HİKMETİ Bu mevzuu diğer eserlerimizde lif lif açtık... Burada, TOPLULUK HAKİKATİ’ne nisbetle ken dimizi ölçülendirmek, ayrı ve aykırı inanç ve züm releri kendilerini nasıl ölçülendirebileceklerine davet, dışlarını nasıl muhasebe ve murakabe ede ceklerine riayet bakımından üstünde duruyoruz. Yâni, terkibi ve dinamik bir şema. İDEOLOCYA PLÂNINDA... Hükmü peşin vermekte, peşin hükümcülük değil, fikir namuskârlığı vardır. Zira, beyninin her atomunu akre bin kıskacı içine koyup düşünen, inceleyen, ara yan, bulan, toplayan; sonra tekrar dağıtan, yine düşünen, hep inceleyen, daima arayan, artık bu lan ve toplayan çilekeş fikir adamı, dilinin altında sakladığı hükmü, hileli hesap tavırları alarak so na getireceği yerde, başta haber vermek ve sonra onun hesabını takdim etmeye çalışmakla, ancak dürüst ve samimi olur... Biz en açık, kesin, tartış masız ve cesur biçimde Büyük Doğucu olduğumu zu ve ondaki mevcut kuvvet ve istidadın “derinli ğine ve genişliğine” zâhiri olduğumuzu, bu işi ger çekleştirdiğimizi bildirdik. BAĞLILIK PLÂNINDA... Kendisinden hare
147
ket edilen noktaya nisbetle “iç”e ve “dış”a doğru açılışlarda, bütün hayat boyunca yapılan müşahe de, tatbikat, tahlil ve terkiple, hep bağlılığını ye nilemek. Eğer, bu başlangıç noktasına nisbetle ya pılan toplama, çıkarma ve düzenlemeler, onun tekzibi mahiyetinde ise, bu takdirde çıkış noktası yanlıştır. İslâm’ın önce bulmanın ve sonra aramanın rejimi oluşunu düşünelim... Aslında bu, düşünme faaliyetinin çıkış ve varış noktası olarak, “bulu nan ve bilinen aranır” hakikatinin, “bulunması gereken İslâm, aramak da onun için” şeklindeki mutlak hakikatinin belirtilişidir; bulunması gere ken İslâm, aranması gereken de... O hâlde, Al lah’a inanmayan da aslında tersine “imân” sahibi dir: Önce hükmü koyuyor, sonra bu doğrultuda sürekli düzenlemeler ve maliyet hesabı. Ve her düşünce için gerekli tesbit: Faaliyetlerin, çıkış noktasını destekleyip desteklememesi de, devam veya değişim sebebi. Şuna buna bağlanmadan önce mücerret mâ nâda, yâni alâkalardan kesilmiş olarak “inanma”nın hakikati ne?.. Her şeyden önce inanılan “nefs” ve “madde” kutbuna da bağlansa,-tek başı na inanma ruha bağhdır... İnsanın düşünce faali yeti ile devşirdiği “bilgi” faaliyetine, faaliyet ise son tecritte ruhî “çaba”ya dayanır; ve bu, ruhçuluğun en büyük hücceti olarak, yalnız ve özellikle ruhçu bir anlayışa sahip olanlar için değil, mad deciler için de geçerlidir. Maddeciler de maddeci görüşlerini “ruhî çaba” ile kuruyorlar, çünkü ruh olmadı mı hiçbir şey yok. Kısacası şu: Birşeyi bil miyorum derken, hiç olmazsa onu bilmediğime dair bir ilk bilgiye sahibim ve bu da gösteriyor ki, insan herşeyden evvel “tenkid şuuru”na sahiptir...
148
Şuurun bu kategorisine ve neticede şuura. O hâl de, bir fikir kutbuna bağlanmak “peşin fikir”e da yansa da, bu, piyangodan bilet almak gibi ahmak bir kontrolsüzlük olamaz... İçinde ruhî ve fikrî bir “nefs muhasebesi” haysiyeti vardır, olmalıdır.
•
.
“İmân tam olduğu zaman, ispat yoktur” bu yuruyor İmâm Şafiî Hazretleri... Niçin?.. İmân tam olduğu zaman herşey “bedahet” hâlinde bü tün aydınlığı ile görüneceği için... Allah Resûlü’nün Hak’tan getirdiği ve bildirdiği şeylerin hepsi, bütün hâlinde “bedahet-apaçıklık” ifâde eder ve hiçbir delile muhtaç değildir... Bu nedir?.. Ölçünün, ölçünün gösterdiği şekilde görülmesi de mektir... Ya o nedir?.. TOPLULUK HAKİKATİ’nin hakikatidir, KURTULÜŞ YOLU’nun ideal tepesidir... Her devir neye memurdu?.. “Topluluk hakikati”ni gerçekleştirmeye... Her devirde “kur tuluş yolu” kahramanlan ne yaptı?. Marazın teza hürüne göre, fikir, nazar, delil ve ispatını serdi; “bilinen ve bulunan arandı” ve bulduğu gibi al mak yerine, olduğu gibi bütün asliyetiyle buldu!.. Anlayalım: Gizli fert iklimlerine dalmış ve dalabilecek olanlar bir yana, İçtimaî plânda ger çekleştirilmesi gereken budur. Kannca ayaklanyla Kâbe’ye varamasak da, Kâbe’nin yönünü tesbit etmek ve o yolda yürümek mecburiyetindeyiz. Abuk sabuk fikirler ve saçmasapan işlerin üzeri ne “İslâm” yaftası asmak, onu “İslâmî” yapmaz. İslâm, her şeyden önce bir “nizâm”; ve başıboşlu ğu kabul etmez!.. Yukarıda temas edilen meselelerden, üzerin de durulması gereken başhca üç husus şudur: a - Bedahet davası...
149
b - Ruhçuluğun hakikatini göstermesi bakı mından, İslâm’ın “kalbin yolu” olması... c - Topluluk hakikati yolunda “tecrit ölçüle ri”... Bunların üzerinde durduktan sonra, bunla rın davet ettiği meselelere geçeceğiz.
BEDAHET DAVASI Suda yayılan mazotun bir renk cümbüşü için de görünüşü gibi, doğrudan ve dolaylı olarak “be dahet idraki”ne yapışık duygular ve meseleler, ru hun kategorisi olarak ele alınabilen her vakıa, ba şında ve sonunda insan “malûm-ben”inin o mevzuya hasredilmesinden başka birşey değildir.
• İnsan, bilse de bilmese de “meçhuller” cadde sinde yürüyor ve bilse de bilmese de Allah’ı arı yor... Allah, mutlak meçhul!.. Ve, mevcutlar ve mahlûklar arasında ufuk, insandır; onun aynca ufku yok... Sonsuz, “malûm-ben”de bir sır... De mek oluyor ki, Allah’ın kendi nefsinden üflediğini bildirdiği “maİûm-ruh”, hem meçhul ve hem de in sanın kaderidir. “Bedahet” nedir?.. “İç” ve “dış”ta hazır olan açık hakikat ki, üzerine gittikçe gizlenir... İşte her şeyden önce “bedahet”in hakikat oluşu!.. “Bilgi” bilinmezden devşirildiğine göre, “meç hul” de bir bedahet!.. Bütün zıtların meçhulde kenetlenmesi?.. Bu da bedahet!.. “Kader”in meçhul oluşu ise zaten malûm; bi linmezin olmadığı yerde bilgiden, insanın varol duğundan bahsedilebilir mi?.. Bu da bir bedahet!..
150
Böyle bir çerçeveden bakınca, her nefs “Küllî Ruh-BİR”in temsilcisi olarak, kendi mizaç hususi yetinde “oluşmak”mı tamamlar... Bu tamamlık, “Küllî Ruh-Malûm’’a nisbetle, “Malûm”un o nefse hasrolunmuşluğu ve “istikraı’’dır. O hâlde, burada da, gittikçe bulunan BİLGİ, “Malûm’’a nisbetle, “Malûm”un ona hasredilişi ve “istikraı”dır. Bu iki güzel kavrama, yâni “hasr” ve “istikra”ya dikkat ediniz!.. Hasr: Belli etme, bir şeye kullanma, beliren, belirtiş... Beliren, belirtenin kendi değil; ondan. İstikra: Bir şeyin “fert-tek”lere uygun oluşun dan, o fertlerin üzerinde olan çeşidine uygun olu şuna veya çeşitlere uygun olmasından, bunların üzerinde olan cinse uygun bulunduğuna akıl yü rütmektir. Bu kavramları, kullandığımız yere nisbetle “O değil, O’ndan; bu yüzdendir ki O” mânâsıyla alırsak, varacağımız netice şudur ki, akla, ruha, hasseye, sezgiye âit bütün bilgiler, bütün tasnif ler, bütün elde olunuş yollan, neticede “kendini empoze eden”dirler ama, ne yol ve ne bilgi olarak “Küllî Ruh-Malûm”un belirişini tahdit edemezler. “Küllî Ruh-Ruhu Muhammedî”, topyekûn zaman ve mekân kendisine âit olandır... Kul plânında “mutlak hür”, Allah’ın Sevgilisi’dir... Allah?.. O da Resûlü’ne göre tahdit olunamaz, her türlü kayıt ve şarttan uzak, sonsuz kere sonsuzlann, sonsuz ötesinde. Neticede, herkes, bilerek veya bilmeyerek ve ya bildiğini sanarak, Allah’ın kulu, Resûlü’nün ümmeti ve kadrosu olarak, “bedahet”lerle iş yapı yor ve nasibini tamamhyor... Burada, bir İslâm büyüğünden bir inceliği işaretleyelim: — “Biz küfre, Allah’ın kazası olarak razıyız, rızası olarak değil!”
151
Allah, rızasının nerede olduğunu Resûlü ile bildirmiştir. însan ne yaparsa yapar, yaptığı ka der olur: Yâni kader, bir âmel değil, itikat mesele sidir... Ve her insanın, ezeldeki istidadı neyse, ya ratılış emrini duyunca vücuda gelir!..
• İmân, bir bedahet davası... Peki küfür?.. O da öyle... “Zıtlann Birliği” başlığı altında çerçevele yeceğimiz hususiyetler bir yana, ideal ve gerçek, teori ve pratik, süreklilik ve süreksizlik, varlık ve oluş arasındaki zıtlık bir bedahet... Maddecinin de maddeciliğini ruhî çabaya dayanarak kuruyor olması gözönünde tutulursa, yukarıda belirttiği miz gibi, insanın bedahetlerle iş yapıyor olması da bir bedahet... Ruhun buluşunu, muhakeme usûlü zarflıyor. Terkibî hükümler hâlinde batırlatahm: Eğer Peygamberler bildirmeseydi, âlemde zâ tıyla iyi ve kötü yoktur... Herşey zıddıyla kaimdir ve kâfir de zıddından gerçekleştirici olarak me mur olduğu iş üstündedir... O hâlde?.. Anlaşılıyor ki, ilhâm ve bedahet davası karışık bir iştir ve ta biî ki akıl da. Ancak, bizim tezimizin en kuvvetli tarafinı teşkil eden bu meseleyi “karışık” diye nitelerken, bu bir zaaf meselesi değil, tam tersi, kâfirin de be dahetlerle iş yapıyor oluşunu kapsama ve tezimi zi “mutlak” olarak doğrulamaktır. Herkesin haki katinin kendisine âit olması ölçüsüyle hareket edersek tabiî olarak sorulacak sual, “bedahetlerin hakikati ne?” sualidir ki, bunun cevabı, yine tabiî olarak, “Mutlak Fikrin Gerekliliği”dir... Hatırlıyahm :
— “Allah Resûlü’nün Hak’tan getirdiği ve bil dirdiği şeylerin hepsi, bütün hâlinde bedahet ifâ
152
de eder ve hiçbir delile muhtaç değildir!” Demek oluyor ki, TOPLULUK HAKİKATİ’nin zamanüstü kemâl keyfiyetinde yaşayanlar, “bedahet”in hakikatini yaşıyordu ve o hakikate yükseldikçe, delil kıymetten düşer... Dikkat: O ha kikate yükselmek, “idrak” davasıdır, yoksa delil siz kütlerin yeri değil... İki ölçü: — “Mümin odur ki, yüzüne bakınca Allah’ı hatırlatır.” — “Müminin ferasetinden korkunuz; o, Al lah’ın nuruyla nazar eder!” Anlayana bu kadar yeter... “İmân tam olduğu zaman ispat yoktur” ama, imân tamlığının ne ol duğunu bilmeden kendini bu keyfiyette sanmak felâket... Hele “Kurtuluş Yolu” üzerinde olup ol mama tasasım taşımayan yandı... Bu husus, ya “metbu-tâbî olunan” veya tâbî olma zaruretinin ihtarıdır... İslâm olma, başıboş eşekler gibi çayıra yayılıp herkesin rastgele nükteler savurması ve herkesin bu başıboşluk zemininde aslında kendi ne meşruiyet bakımından karşı tarafa “hoşgörü” numarasına yatılmasına aykmdır!..
İSLÂM KALBİN YOLU İnsan, .varlığın ufku ve onun “oluş” yolu ufuk suz; sonsuz, “malûm-ruh”da bir sır... “Mutlak Fik rin Gerekliliği”nden bahsettiğimize göre, Şeriat’m teklifleri de sonsuz olmak gerekir... İşte mutlak “üst dil-üst mânâ” olarak Kur’ân: — “Kur’ân’da, BUNDA KALP SAHİBİ OLAN KİMSE İÇİN MUHAKKAK ÖĞÜT VARDIR buyurulması, kalbin türlü sûret ve sıfatlan kabul ederek bir hâlden bir hâle geçmesi dolayısıyladır. Allah, “akıl sahibi için” demedi, çünkü akıl bağ
153
dır; işi tahdit ile tek bir esasa bağlar. Halbuki ha kikat kendi nefsinde böyle bir tahdit ve inhisarı kabul etmez; şu hâlde Kur’ân, akıl çerçevesinde sınırlı bir öğüt kitabı değildir, kalp sahipleri için indirilmiştir.”
• Tasavvuf ehlinin yüksek ölçülerinden biri olarak, âlimler, İslâm akidelerinin en basit bir meselesi üstünde bile akıl cephesine karşı tered düt ve şüpheden, şek ve reybden büsbütün kurtu lamazlar. Zira o meseleler nebîlik feyz ve nurun dan alınmıştır. Peygamberlik tavrı ise aklın öte sindedir. Zâhirî beş hassenin akıl işinde tesiri ol madığı, yâni aklın gördükleri zâhirî idrak âletle riyle anlaşılamadığı gibi, Şeriat ölçülerinin mahi yetleri ve üstünlükleri de akılla kavranamaz. İlim akla bağlıdır. Bu yüzden ilim kâfi gelmiyor.
• Kalb... Kalbin haritası... Neye nasıl bakılaca ğının ölçülerini verdiğimize göre, “kalbin hakikati”ni bâtın yolu kahramanlarından işaretleyebili riz: — “Kalbin, bir zâhiri, bir de bâtını vardır. Zâhiri de iki kısımdır: Zâhirin zâhiri ve bâtını... Bâ tın da Öyle: Onun da bir zâhiri, bir de bâtını var... Bâtının zâhiri ve bâtının bâtını hâlinde... Bâtının bâtınından sonra “ebtân-bâtmdan daha bâtın” ge lir. Onun da bir zâhiri ve bir bâtını mevcut... On dan sonra “fuad” denilen mahrem kalp noktası ge lir ki, Allah’ın nazarına hedeftir.”
• “Peşin fikrimiz Büyük Doğu” bahsinde Kur’ân’m sözlü tercümesini 5 yaşında bir çocuğun da yapabileceğini belirttik... Ya anlamak?..
154
Bir hadîste, Allah’a itaat kendisine itaatle mümkün olan Allah’ın Sevgilisi, Kur’ân’ın 7’ye ka dar, zâhirî, bâtınî ve bâtının bâtını mânâlarının bulunduğunu bildirmiştir... Bu cümleden olarak: — “Bu mânâdan zâhirî mânâyı âlimler, bâtınî mânâyı veliler, bâtınî mânâ içinde gizli olan mânâsını da Peygamberler bilirler. Ama o üçüncü derecedeki mânâyı Allah’tan başkası bilmez. Ha dîslerdeki sırlar da, KuPân’da olduğu gibi çoktur.” Dikkat edilsin: “Küllî Ruh-Küllî Malûm”un hakikatini temsil eden Allah Resûlü’nün hakika tinde, “gören Allah, göreni gördüren Allah, görü nen Allah” sim tecelli ediyor... Herşey O değil, O’ndandır; bu yüzden de O... Ve, düzünden veya tersinden, bütün insanhk bu sırra nisbet içinde... Ve, “kurtuluş yolu”nun “topluluk hakikati”, bu sırra “muhatap olma”nın hakikati... Ve, herşeyin zıddıyla kaim olması ölçüsüyle, kâfir bu hakikate “tersinden” muhatap anlayışıyla, tersinden ger çekleştirici... Ve, “topluluk hakikati”, yâni “kurtu luş yolu” yolcuları yürüyüşlerinde BİR’e ve “toplu luğa” giderken, diğeri meçhuller caddesinde ölçü süz dolaşan!.. Evet; kökü “Küllî Malûm”a kadar giden bir “şuuraltı” mânâlandırması yaparsanız, insanoğ lunun “müsbet” veya “menfi”, “fert” veya “toplum” adına ileri sürdüğü bütün cennet hayâllerinde, bir tek şey var: Allah’ı istiyoruz... Bilsek de, bil mesek de!.. İnceliklere geçiyoruz: İmân tam olduğu za man ispat yoktur... İmân nedir?.. Zevken idrak... Ya akıl?.. Ruha bağlı bir keyfiyet hâlinde onun mukabil kutbu ve ölçüp biçmeye ve zarflamaya memur bir bağ... İşi tahdit ile tek bir esasa bağlar, oysa hakikat kendi nefsinde böyle bir tahdit kabul
155
etmez... Ki, bu genel bir bilgi olmuş tesbittir: Çin ve Hind düşüncesinde, Heraklit felsefesinde, Hegel ve Marks’ın düşünce sistemlerinde özellikle ağırlıklı bir yeri vardır... Evet, nereye vardık?.. Zâhiri beş hassenin akıl işinde tesiri olmadığı, yâ ni aklın gördükleri zâhirî idrak âletleriyle anlaşılamadığı gibi, Şeriat ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlükleri de.akılla kavranamaz... Aynı zaman da birşey kavradık ki, Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir!.. İmân, zevken idrak... Bu ne?.. Bedahet’in ha kikati... Ya bu nerde?.. “Topluluk hakikati”nin as lında... İmânın hakikatini yaşayanlarda bu asıl: — “Kendinde olmak küfür, kendinden geç mek imân!” Bu çerçevede inceliklere geçiyoruz: İnsan, kalp hakikatinde toplu “ruh” ve “nefs” kutupların dan birinden birini geçekleştirmek üzere yaratıl dı... Mukaddes ölçüde bildirildiği üzere, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya memur... Yine mukaddes ölçüyle bildirildiğine göre, Allah her ân bir “şe’nhâl”dedir, işdedir... Ve kalp, türlü sıfatlan ve va sıflan kabul edicidir... Anlaşılıyor ki, insan kendi varlığını mütemadiyen kendi oluşturan bir varlık tır... Bunun ölçüsü ne?.. Şeriat... Nereye vanyoruz?.. İmân, olmuş bitmiş birşey değil, Sürekli yenileniştir... Bu yenileniş ne?.. Memur olunan za man döneminde, zamanı “topluluk hakikati”ne nisbetle bütünlemek... İmânın “oluş”u ve akışı?.. Küfür, hakikati örtmek demektir... insanın ilerle yişine nisbetle geride kalan hâl, hakikate nisbetle onu örten, pörsüyen, eskiyen... Ve, “topluluk hakikati”ni yaşayanda “imân”, kendinde olmayı “kü für” sayıyor!.. “01uş”un, “olunması gereken”in ha kikatinin bilinmediği yerde, İslâmî bir “oluş”tan
156
bahsedilemez!.. Ve bütün sapık kollar karargâhı, -Şeriat’m zâhirini veya bâtımnı reddederek, güya reddetmezken ölçülendiremeyip ters düşerek- bu ralardır!.. KALP YOLU’nun “olunması gereken” zamanüstü ufkunu işaretlediğimize göre, netice: Her zaman varmak mümkün olmasa da, gaye yerinde dursun!.. İmân, zevken idraktir, yâni “hâl”dir; akılla anlamak değil!.. Ve akıl bunu bilmeye me mur!.. Ve bunu bilmeyince, anlamayınca, öbürünü bilmesi ve zevken anlaması muhâl!.. İşte “topluluk hakikati”nin asıl sahibi olan lardan, derecede ikinci olan büyük sahabî Hazret-i Ömer’in buyurduğu: — “Eğer ben görmediğimi aklımla bilemez sem, gördüğümü de bilemem!” Allah Resûlü karşısında “kâfir”in, İslâm veli si karşısında “ahmak”m durumu, evvelâ “anlama dığını anlamamaktan” değil mi?.. Biz, her ne kadar imânın gerçek hâlini yaşa mıyorsak da gerçek imâmn o olduğuna imânımız var!.. Öyle bir imân ki, aklı olan ve akıllı geçinen buyursun; bizimle birlik olmaya veya bizimle akıl ca çekişmeye... Akıllıca!.. İnsanlık, bilerek veya bilmeyerek Allah’ı arı yor... Varlığı Allah’ta tükenmiş -A llah’a erm işimân sahibi de, “kendinde olmak küfür” diyor. Ve, kendinde olmamanın da -hapçı hesabı!sahtesi var!.. Ve, İslâm’daki “kendinden geçme-irâdesi Al lah’ın irâdesi olma” ile diğerleri arasında dipsiz uçurum... Biri “hep”in hâli, öbürü “hiç”in... Mese lâ, dış yüzden namaz kıldığım sandığımız adam,
157
aslında rubaî okuyarak cimnastik yapıyor gibi!.. Özellikle, Budizm benzeri Hind ve Çin men şeli putperest dinlerin murakabesi ile İslâm ta savvufu arasındaki fark, mevzular boyu anlattık larımızın içindedir. Biz burada asıl, bilmeyerek Allah’ı istemeye, istemeyerek istemeye, istediğini bilmemeye âit insan tezahürleri üzerinde duracağız: Kumarbaz, küçüğünden büyüğüne doğru, ga ibe imân edendir. Alkol ve uyuşturucu maddeler, azı ve çoğu ile, aklın iptali ve bunun verdiği rehavetle “kendin den geçme”dir. Batakhâne iptilâsı ve bohem yaşayışındaki “mistik” zevk, nefsin tahribi ve hürriyet isteğidir. Oysa bütün bunlar tersine imândır: Hürriye tin hakikati, Allah’ta fani olan imânda... Gaibe imânın hakikati, İslâm’da... Ve kendinden geçme nin hakikati, Allah’ta. Bu çerçeve içinde baktığımız zaman, “hiç”e giden yollarda, bir Budist’in kendinden geçişinin esrar çekenden bir farkı yok!.. Yine bu çerçeve içinde görünüyor ki, nefsini ruhun emrine vermedikçe, nefs kendini tahrip yollan arıyor ve altından yine nefs çıkıyor... Ve Büyük Doğu Miman’mn şiirindeki gibi: — “Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana!” Biri “zamanüstü”, diğeri “zaman dışı”; biri Al lah’ın sırnna doğru, öbürü Şeytan’ın sım na doğ ru. Ve, İslâm’ın kalbin yolu oluşuna ve bunun ha kikatini belirtişine dair, İslâm büyüklerinden mu azzam bir hikmet: — “Şeriat’m hak oluşu şuradan bellidir ki, nefs onun tekliflerinden hiç hoşlanmaz!”
158
Çünkü o, nefs karşısında ruhun, akıl karşı sında imânın, yokluk karşısında varlığın, madde karşısında ruhun, çok’un karşısında BIR’in, dağı lışın karşısında topluluğun hakikatini ve hâkimi yetini gerçekleştirmek içindir.
TECRİT ÖLÇÜLERİ Kendisinden kıl kadar ayrı düşülünce ortada hiç kalmayan bir şey varsa, o da Şeriat’tır... Çün kü Şeriat, eksiği ve fazlası bulunmayandır. Eksiği ve lüzumsuzu bulunmayan “Mutlak Nizâm”... Bu yüzdendir ki, ona ekleme ve çıkarma ifâde eden her itikat, yaftası İslâm olsa da aslında İslâm di şiliktir ve hüsran yoludur. Bu yollarda olanlar, her şeyden önce “topluluk hakikati”ni temsil eden ve “topluluk hakikati”nden olan tatbik şekilleri nin mahcubu; “topluluk hakikati”ni temsil eden dallara ve kollara bakabilmenin “ölçülendirme ge reğinden habersizdirler. Şeriat’e açıkça yapılan ve görünen ekleme ve çıkarma bir yana, bir de ek leme ve çıkarma yapılmasını lâfta tasvip etme yen, fakat ahmakça yapılan ve ahmaklarca görül meyen cinsi var ki, bütün bunlar “topluluk haki k a tin i perdeleyenlerdir. Uzun söze ne hacet, Al lah’ın âyetlerini bile kendi sefil anlayışına indi ren, indirdiğini anlamayan ve onları seyredenlere bakmak yeter. Oysa anlaşılmaz ki, çilesiz anlata nı ve terlemez dinleyeniyle bunlara yakıştırılan “iyi niyet”, onlarınki ile beraber “kötü niyet”in tâ kendisidir... Bir işte “liyâkat” ve “ehliyet” ölçüleri ne riayetsizlik ve buna bakmamak, bakmayı öğ renmemek, umursamazlıktan başka nedir ki?.. Öyleyse içiçe açılan daireler gibi İBDA diya
159
lektiğini ortaya koyar ve esasında “tecrit ölçüleri miz”! belirtirken, Şeriat’e ekleme ve çıkarma ya pılmadan “topluluk hakikati”nin bü yüzyılda tat bikini ölçülendirmekteyiz: İnsan ve cemiyet mese lelerinin hâllinde, “topluluk hakikati”nin tatbiki ni ölçülendirme... Demek oluyor ki, “Tecrit Ölçüle ri” başlığı altında bu bahsi mevzu etmekteyiz.
• Şeriat, birtakım kuru ölçüler tablosu değil, bu ölçülerin kasasında yatan bütün bir sır hâzine sinin anahtarıdır; bunu biliyoruz... Tecrit ise, de rinliğine hakikati, alâkalardan sile sile -durmak sızın- arama cehdi. Bu işi biz, İslâm’a nisbetle yapmak durumundayız... Bunun hakikati de, Bü yük Doğu metodu ile yapmak; Yapmayı gösteren de fikir... Ve bu fikir, “Büyük Doğu metodu ile yapma”nın metodunu da gösterici... Kısaca, biri “nasıl”ın diğeri “niçin”in aslım gösteren bir ayniyet: Büyük Doğu ve İBDA. Bu İSLÂM TEFEKKÜRÜ karşısında ise, Din ile aynı sahaya yerleşmek için savaşan “felsefe” var... Bunun üzerinde duralım: Felsefe, geniş mânâsıyla, bir bakış açısı, bir düşünce, bir anlayıştır; ve herkesin kendine gö re... Dar mânâsıyla ise, insan düşünce ve bilgisi nin teknik bir inceleme yolu; bu yolla incelenme si... Neticede, beş yaşında bir çocuk da düşünür, filozof da; felsefeyle, felsefe arasındaki fark... “Saf fikir” mânâsına felsefe, görüş, anlayış ve kavrayış hâlinde, düşünce tekniği; ve teknik düşünce.... Ve, ilgilendiği alanlar: Sanat, dil, politika, tarih, hu1 kuk, matematik, bütün ilimler ve herşey... Din ile aynı sahaya yerleşmek isteyişine ba karsanız, birisi “Mutlak Varlık”ın “Mutlak Hü
160
kümleri”, diğeri ise insanın düşünce faaliyetinin ürünü ve mutlak değil; yani “din” ile “felsefe” ay nı şey değil... “Tahrif olmuş” semavî dinler de bu nitelikleriyle, İslâm’a aykırılık esası içinde, ya kınlıklar ve uzaklıklar belirten felsefelerin derecelenişi içinde... Hikmetleri bazen dinî hükümler den pay mânâsına gelseler de, felsefe esasta tam zıt ve başıboş hakikat arayıcılığı olarak, “İslâm tefekkürü”nün aksidir; bağlandıktan sonra ara manın Şeriat’ten pay mânâsı HİKMET’tir... Ve te fekkürün, zikrin ayniyetine kadar yükselen ne-vileri vardır ki, bir saati 70 senelik ibadete, ölçüyle denk görülmüştür; ama her düşünce ve hele saçmasapanı değil!.. Felsefe plânında büyük sentez için Hegel gibi muhteşem bir kafa şöyle der: — “Zamanın akışı içinde son felsefe, bütün önceki felsefelerin bir sonucu olup, hepsinin ilke lerini kendinde taşımak zorundadır!” Bütün önceki düşüncelerin hepsinin ilkeleri ni kendi hakikatinde değerlendirecek düşünceler ise, ayrı ayrı uygunluk noktalan belirtirler, çünkü herkesin hakikati kendine... Yâni, hiçbiri “topyekûn zaman ve mekân”a şamil bir bütünlüğe nisbetle zamanını bütünleyen değil, sanki “topyekûn zaman ve mekân”a şamil bir bütünlük koymakta ve güya buna nisbetle öncekilerin hakikatini kap samaktadır ki, kapsayamaz; çünkü “mutlak” değil ve mutlak olmayınca da, herkesin bütünlük haki kati kendine... Diğer yandan; her sistemin, içinde bulunduğu çağın ihtiyaçlarına cevap zaruretin den doğuşu ve geçmişin hâlihazırda potansiyel olarak bulunuşu gözönünde tutulursa, böyle bir
161
muhasebe ve murakabeye girememek, mensup olunan fikir adına peşin peşin keleşlik!” Öyleyse, “olması gereken” olarak MUTLAK FİKİR, “yapılması gereken” olarak da, TATBİK SİSTEMİ hâlinde “topluluk hakikati”nin gerçek leştirilmesi gereklidir. Her cins zekânın çilesi olan mücerretleri kur calama mizacıyla kendi “malûm-sır”nnda yürü yen ve kelimelerin kıtlığında boğulan bir Fransız yazarı, TECRİt HAYSİYETİNDEN bir mânâyı dile getirir: — “Şayet bütün bir kitabı bir sahifeye, bir sahifeyi bir cümleye, bu cümleyi de bir kelimeye sığ dırmak gibi meİ’un bir ihtiras içinde kıvranan bir adam varsa, o benim!” Topyekûn kâinat, bütün unsurlarıyla bir ki tabın - Kur’ân’m gerçekleşmesi olduğuna; İslâmî tefekkür, ruhun insan ve toplum meseleleri üze rinde pıhtılaştınlması şeklinde, dünya çapında bir hesaplaşma sürecinde oluşacağına; buna nisbetle de, bu yüzyılın ifâdesi İslâmcı bir tefekkür sentezi, çiti içinde derinleşeceği alanda, dışındaki bütün düşüncelerin ilkelerini hakikatiyle göster mek zorunda bulunduğuna göre, her şeyden önce “tevil, tefsir, tabir ve tatbik” usulünün ruhu hâlin de TECRİT ölçüsünü verelim... Böylece, aranıp da bulunamayan ne varsa, hakikatinin İslâm’da bu lunuşuna misâl de olsun!.. Topyekûn varlığı, sonsuz tecrit ufkunda Kelime-i Tevhid’e tercüme ettiren idrak, hakikatini Peygamber kelâmında bulur: — “Allah’tan başka herşey bâtıl!” Ya bu hakikati görmeye gidiş ve görüşün “tenzih ve tecrit” idraki?.. İmam-ı Rabbânî Haz
162
retleri buyuruyor: — “Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin de öte sinde, ötelerin de ötesinde... Ne ki O sanılır, O’na perdedir!” Yâni?.. Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin sözün den zerre kapalım ve gerçek “tenzih ve tecrit” ölçülendirmesinin zevkine varalım: — “Mutlak Tevhid mümkün değildir!” Burada İslâm’ı, İslâm dışı din ve anlayış mih raklarıyla karıştırmamanın ölçüsünü de, “imânzevken idrak”in hakikati hâlinde görüyoruz: Ke lâm plânında dış yüzden İslâm’ın derinlik buuduyla mutabıkmış gibi görünen yerde bile Pante izm, Budizm, Yeni Plâtonculuk, Hristiyan misti sizmi vesaire, “hâl” ile “kaal” farkı kadar birbirin den ayrıdır. Bu hususun üzerinde “Süzgeç Ölçüle rimiz” bahsinde duracağız. Anlamak lâzımdır ki, İslâm, “zıt kutuplar arası muvazenenin mutlak nizâmı”dır. Ve yine an lamak lâzımdır ki, işi tahdit ile tek bir esasa bağ layan akıl karşısında hakikatin böyle bir tahdit ve inhisarı kabul etmeyeceğini farketmek başka, bu nu “hakikatin hakikati” olarak temsil etmek baş ka şeydir... “Mutlak Fikrin Gerekliliği” davası!.. Yine anlamak lâzımdır ki, “zıtlar arası muvazene”nin temsili bir ölçülendirme anlayışı olma dan, “topluluk hakikati”nin tatbiki ve tabiî ki kendi olan bir tabir, tevil ve ircâ sözkonusu ola maz. Büyük tecrit ölçülendirmesi: “Zıtlar arası muvazene” sırrına riâyeti gösteren ölçülendirme beyânı olmadan, İslâm adına rastgele hikmet sa vurmak ve fikir yürütmek, yanlıştır, ayıptır, gü nahtır!..
163
DİYALEKTİK VE FİKİR Ruhun eşya ve hâdiseler karşısındaki “nasıl” tavrına mukabil, akıl “niçin’leri arar ve fikir mey dana gelir. Fikrin içine işlemiş işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Bu çerçeve içinde diyalektiğin ne olduğunu, Büyük Doğu Mim an’ndan gösterelim: — “Diyalektik, fikrin kendisi değil, düzenidir, nizâmıdır. Bir meseleyi anlatırken herkesin bir diyalektiği vardır. Anne gizini paylarken bile bir diyalektik sahibidir. Hangi sözü öne alır, hangisi ni sona bırakır ve ne taraftan ikna eder, nasıl inandırır?.. Onun için diyalektik, İlmî bir tâbirle, sözde, kelâmın içinde, fikrin tahkiyesi, sıralanışı ve düzenidir...” Her inanılan şey zıddıyla ilişkili olduğuna gö re, fikir KENDİ ZIDDINI DIŞARDA BIRAKMA hâdisesidir ki, mevzuundaki “esas”a giden yolun düzeni olarak diyalektik dışarıda bırakmanın da düzeni olur. Bu “düzen”, yerine ve mevzuuna gö re, “metod, usul, çizgi, biçim, şekil ve nizâm” ifâdesindedir. Burada şu kadarını söyleyelim ki, “di yalektik”, fikir balının döküldüğü petektir.
• “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin üs tün nizâmı” diyoruz ya; hem birbirine zıt hüküm ve hakikatleri, hem muvazenenin hüküm ve haki katlerini, hem de nizâmın hüküm ve hakikatleri ni, bütünlük içinde belirtmiş oluyoruz... Mutlak bütünlük içinde: Birbirine zıt hüküm ve hakikatler, hem “mu v a z e n e lin hüküm ye hakikatleridir, hem “nizâm”ın hüküm ve hakikatleri... Muvazenenin hü
164
küm ve hakikatleri, hem “birbirine zıt hüküm ve hakikatlerin, hem de “nizâm in hüküm ve haki katleri... Nizâmın hüküm ve hakikatleri ise, hem “birbirine zıt hüküm ve hakikatleri” hem de “muvazene”nin hüküm ve hakikatlerini kuşatır.
• Yukarıda açıkça görünmesine rağmen, hatır latma şeklinde tekrardan belirtelim: Alemde herşeyin herşeyle alâkası içinde, birşey söylemek için herşeyi söyleme, herşey söylenemeyeceği için de “Mutlak Fikir”e uygun söyleme şartı malûm... Bu ise, ondan pay mânâsına gelir; yâni, İslâmî tefek kür ve şubeleri. Demek oluyor ki, MUTLAK FİKİR, hem “di yalektik” ve hem de “fikir” olarak bir bütün; şekil ve muhteva birliğidir. Aslında, düzeninden bahse dilen yerde fikir, tabiî olarak diyalektik kasdına da girer. Ancak şuna dikkat edilmelidir: Muhteva, ifâdeye geçmekle şekilleşir. Ve “şekil”, “ifâde” olunmuş bir “muhteva”dır. Alındığı yere göre de, alta nisbetle “muhteva”, üste nisbetle “şekil” ma hiyetinde... Buna göre, İslâm’ı “tatbik” ve ona “muhatab anlayış”ı temsil eden her görünüş, her şeyden önce “topluluk hakikati”ni kavrayıcı ve bizzat ondan olarak, dış’ı muhasebe ve murakabe edici “diyalektik”ini göstermelidir. Zaten bunu id rak etmek, keyfiyetinin ifşâıdır. Dikkat: Keyfiyetin görünebilmek ve tecelli için kemmiyete ihtiyacı gözönünde tutulursa, di yalektik, muhtevayı belirttiği ve “muhtevanın ha kikati ne?” sorusu içinde arandıği gibi, “muhteva ya uygun şekil ne?” davasına da mevzu olur. Meselâ sanat plânından bir misâl verelim: Süreklilikle süreksizliği müşahhas bir insan hey kelinde “ifâde”, İslâm’a göre şekil yönünden yan
165
lıştır. Mânâlar, ses, söz, şekil, renk vesaire gibi şe kil mevkiindeki şirretler olmadan görünüşe çık madığına göre, “ifâde”nin aynıdır. Verdiğimiz hey kel misâlinde ise, şeklin yanlış olduğunu belirttik. Öyleyse?.. Demek oluyor ki, oradaki süreklilik ve süreksizlik, bizim süreklilik ve süreksizlik anlayı şımızla, nitelendirme bakımından aynı değildir. Uzun lâfın kısası: “Topluluk hakikati”ne ba kışını ölçülendiremeyen, diyalektiğini belirtemeyen her anlayış, yanlıştır... Fikirleri İslâm’dan pay alma mânâsına gelmez ve “Kurtuluş Yo lu n u n dışındadır!..
• “İslâm’a muhatap anlayış”, zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizâmı... “İslâm’a muhatap anlayış”ın, “nasıl” ve “niçin” buudu hâlinde BÜ YÜK DOGU ve İBDA... Bu bakış içinde de, İBDA idrakiyle Büyük Doğu’ya ve dışarıya yönelecek ki şi için, İBDA hükümleri “kablî-peşin fikir” ve “bedihî hakikatler”i temsil eder. “Diyalektik, kendi zıddını dışarıda bırakma nın düzenidir” dedik... Düşünün ki, kemmiyet he sabıyla birkaç kiloluk eser(!) sahibi bir doçent, hem de İslâmî ilimleri tedris eden bir adam, “müslümanm kendi dışındaki fikirleri öğrenmesi ne lüzûm yoktur!” diye ahkâm kesebiliyor; utan madan, sıkılmadan, terlemeden... Hani derler ya; “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz!” diye... Ayı!.. Bu husustaki Peygamber buyrukları bir ya na, suyun su olduğunu tanımak gibi bir basit id rak bile, bu soydan soysuz mezhepsizlerin gülünç lüğünü anlamaya yeter... “Müslümanm kendi dı şındaki fikirleri öğrenmesine lüzûm yoktur”; oy/
166
sa, her şeyin zıddıyla kaim olması ölçüsüyle, imân, kendi zıddını dışarıda bırakma hâdisesi dir... Neyi dışarıda bıraktığını bilmeyen adam, ne yin maliki olduğunu bilebilir mi ki, üstelik alenî plânda ahkâm kesebilsin?.. Hem de Muhiddin-i Arabî Hazretleri gibi bir büyüğün ölçülendirmesi ortada iken: — “Küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imân da olamaz!” “İslâm’a muhatap anlayış” bahsinin, suratla rına sigara dumanı üflemiş gibi tesir yaptığı adam soyuna, ölçü meâli: — “Dini yanlış anlamaktan Allah’a sığını rım!”
MANTIK VE METOD İnsan, konuşabilme özelliği ile “rasyonel-akıllı” bir varlıktır; akıl, “Malûm-şuur”umuzun ken disi değil, ona bağlı bir keyfiyet, onun bir yönü dür. Bunun yanında ahlâkî (ruhî-moral) bir var lıktır ki, bu belirtilmeden rasyonel bir varlık oldu ğu belirtilemez; bununla ilgili bir estetik yönü, bir sosyal yönü olan varlık... Sistem, felsefe, ilim vesair her düşüncenin muhtevası kendini temin eden “metod”a dayandı ğına göre, metodlann genel İlmî prensipleri, man tık ilmi içinde yer alır. Burada, mantıkta metod bahsi üzerinde durmuyoruz; sadece mantığın bize göre ne olduğu... Mantık, düşünüş şekilleri, düşünüş muhte valarının iç kuruluşları ve bunların zaruri müna
167
sebetleriyle meşgul bir disiplin olarak, akıl yürüt me âleti, aracı... Şu gözden kaçırılmamalıdır: Mantık, kendisine vücut veren düşünme şekli, bu nun ilkeleri ve normlarıdır... Kullanana göre hiz met eden bir âlet ve bu yüzden de hizmet ettiği gaye tarafından belirlenen. Mantık, doğruyu (hakikati) aradığına göre, -aslında, “zarfladığına göre” demek daha doğru-, hakikati arayış yolundaki görüşlerin metod ayrı lıkları, mantıktaki “diyalektik mantık” ve “formel mantık” ayırımıyla ilgiden uzak değildir.
• Îslâmî tefekkür bakımından mantığın yerini, İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinden gösterelim: — “Felsefe-tefekkür ilminden sayılan mantı ğın, ne müsbet ve ne de menfi cihetten din ile bir ilgisi yoktur; o, delillerin ve kıyasların sunuluş şartlarını, bunların terkip keyfiyetini, DOĞRU DEĞER denilen tariflerin şartlarını ve onun nasıl tertip edileceğini, ilmin ya tasdik veya tasavvur dan mümkün olduğunu; tasdiki bilmenin çaresi nin ise kıyas ve delil olduğunu inceler. Bunda in kâr edilmesi gereken bir yön yoktur.”
• Mantığın, LEDÜNNÎ mahiyeti görüldü... Mantık mânâsıyla “diyalektik” veya “diyalektikfikrin düzeni” mânâsıyla mantık, “iki yüzlü man tık âleti” hükmü içinde, zorunlu bir sonuca vardı racak bazı akıl yürütme biçimleri benimseterek, insan aklını yönetir; buna bel bağlayan insan ak lı, bir “kaziye-önerme”nin kendine apaçık ve dik katli bir gözle bakmadan, -m eselâ “topluluk haki k a t in e - bazen biçimin kusursuzluğu sayesinde kuru akılla kesin bir sonuca varabiliyor; buradaki sonuç, doğru ve yanlışıyla bir çeşit “rastgeleliği”
gösterir.
• Ruhun, kendini dünyada yeniden bulma mec buriyeti vardır; dünya ruhla uyum içine girmek zorunda... Hazret-i Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan ve O’nun bizzat nefsine meylini temsil eden Havva gibi, Ademoğlunun dünyada aramak zorunda olduğu akıl, kendi aklıdır, aklının haki katidir... Ve herkesin aklı kendine!.. Buraya dikkat: Yukarıda aklı, ruh ile üstüste gelecek biçimde kullandık... İnsan “malûm-sır”n , “ifâde” ile açığa çıktığına ve^ o ifâde “malûm”un “hasn”nı belirttiğine göre, İFÂDE, “malûm”un ay nıdır... Bu mânâ çerçevesinde “akıl”, “ruh”un ay nıdır... Nasıl ki, “malûm”un “ifâde”si hâlinde kul landığımız “nefs-şahsiyet”e RUH kasdı veriyorsak ve bu “malûm-ruh”a nisbetle bir “ruhilik” belirti yorsa, “malûm-sır”ra bağlı bütün görünüşler, ona bağlı keyfiyeti temsil ederler. Bu yüzden de, “malum”u, görünüşleri boyunca isimlendirebiliriz. Topyekûn insanlık Allah Resûlü’nün kadrosu olduğuna göre, her insanın “malûm-sır”n ; “Külli Malûm”un “hasn” içindedir ve O’ndandır. Öyleyse “Külli Malûm-Küllî Ruh”un isimlerinden birkaçı nı vererek, bunların “malûm-sır”n n “topluluk ha kikatini belirtişini gösterelim: Akl-ı Kül, Akl-ı Evvel, Cevher-i Evvel, Kalem-i Âlâ, Kelme-i Ehemm (öne alınmış söz, sözün öne alınmışı), Melek-i Mukarreb (Allah’a yakın olarak üstün bulu nan), Ruh-i Ekmel (eksiği olmayan, kâmil), Ruh-i A rif (bilen, bilici), Ruh-i Natık (konuşan, konuşu cu), Adem-i Mânâ, Ruh-i Kuds, Ruh-i Mu-hammedî, Şems-i Bâtın, Şems-i Hakikat, Nokta-i Vahdet, Nokta-i Küll, Sırr-ı Azam, Lâtife-i Rabbaniye, Sırr-ı İlâhî, Sultan-ı Hakikat.
169
KÜLLÎ MALÛM’un zâtına nisbetle görünü şünü temsil eden bu “topluluk isimleri”nden her birinde her birinin vasıflan vardır. Yâni her isim, “Küllî Malûm”un bütün vasıflanyla vasıflanmış ve hem O’na, hem de ismin kendinde tecelli eden hakikate delâlet eder... Bu mânâya nisbetle de, her birinde “Küllî Malûm”un vasfi değişir: O de ğil, O’ndandırL Hem her ismin “Küllî Malûm”un vasıflarına delil olması, hem de hepsinin “Küllî Malûm”a de lil olmalan bakımından, her birinde hepsinin vas fi vardır ve hepsi birbirinden farklıdırlar. Başa dönersek: Ademoğlunun dünyada ARA MAK ZORUNDA olduğu akıl, kendi aklıdır, aklı nın hakikatidir... Herkesin aklı kendine olduğuna göre, HAKİKATİN HAKİKATİ hâlinde aklın ha kikati ne ki, herkes kendi aklının hakikatini ona nisbetle anlasın?.. Herşey gibi aklın hakikati de, hakikatin hakikati olarak tek ferdin hakikatinde, tek fert hakikatini temsil eden Allah’ın Sevgilisi’nde tecelli ediyor... Yâni aklın hakikati de İs lâm’da ve buna “selim akıl” derler!.. Öte yandan: Aklın, işi tahdit ile tek bir esasa bağladığını, hakikatin ise kendi nefsinde böyle bir tahdit ve inhisarı kabul etmediğini; Allah’ın Kur’ân’da “Bunda kalb sahibi olanlar için öğüt vardır” buyurduğunu; akhn gördükleri beş hasse ye âit idrak âletleriyle anlaşılamadığı gibi, Şeriat ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlüklerinin de akılla anlaşılamayacağını... Bunları biliyoruz. Bütün bunları anlatırken ne yapmış oluyoruz?.. İslâm’a nisbetle akhn rolü, yeri ve değerini belir tip, “Küllî Akıl”ın nefsimizde gerçekleşmesi hâlin de “selim akıl”ı, yâni İslâm aklını belirtmiş oluyo ruz... İslâm aklını kazanmak mecburiyetinin ne olduğunu, hadîs meâlinden gösterelim:
170
— “Onlar ki, akılla nimetlendirildiler, kurtul dular!” Nereye vardık? Akıl, İslâm’a uymaya mec bur... Nasıl? İslâm’ın istediği biçimde... O ne? Kendi zamanında zamanı bütünleyerek, “toplu luk hakikati”ne bakışının ne olduğunu ortaya ko yarak ki, yeni zaman ve mekân tecellilerinde biz zat O’nun “hasrı” olsun!.. Yâni?.. Aklın, İslâm’a nisbetle yeri, değeri ve rolünün ne olduğunu aklı almazken, “İslâm akla uygundur!” diye yarım akılla yorum yapmak İs lâm’a aykırıdır... Hem de bir nevi “aklın fazileti”ni ön plâna çıkarıp İslâmî methettiğini zanneder ken, akıl plâmnda anlatılanı anlamaz, “akılsız akılcılık” tezadı içinde!.. Sonra?.. “İslâma uygun akıl”dan, akıl plânın da idrak edilmesi gereken meselelere sırt dönme zanneden ve akıl nimetinin temin ettiği hakikat lerden mahrum olan, -k i hakikatler Allah’ın te cellisidir-, bu hâliyle de “İslâmî keskinlik” yaptı ğını sanan ahmaklar... Misâl bu ya, deseler ki, “Ben aklımla değil, Kur'ân ve hadîsin gösterdiği ölçülerle yapanm!”... Bu nedir? Akıldır!.. A adam lar, dava şurada: Kur’ân ve hadîse uygun yapmak için, sistem çapında “topluluk hakikati”ne bakışı ortaya koyan adamla sen, ortaya iki akıl seriyor sunuz ki, bünlardan hangisinin doğru olduğundadır mesele!.. Kısacası, bunlardan biri “akıllı geçinen akıl sız”, diğeri ise “aklını teslim ettiğini sanan ah mak!”... Ki, bu İkincisi, “selim akıl” dairesinden dışarıda kalışıyla, İslâm’ın “doğru yolu”nun dışın dadır ve böylece “ahmak akıl”la, akılda kalmış tır... Netice: Her ikisi de bir bütün!.. Demek oluyor ki, insanın ARAMAK ZORUN DA olduğu akıl, hakikatini “İslâm aklı”nda bu-
171
lur... Ve, ve, ve; aklın “ruh”a bağlı bir keyfiyet, onun “hasn” içinde olması bakımından, her adım da “ruh” hakikatine, yâni “ruh hakikatinin haki katine” bağlı bir seyir belirtmesi gerekir... Anlaşı lıyor ki, büyüdükçe ruhun önünde dize gelen “se lim akıl” başka, akılsız akıl başka!.. Burada bir şeyi daha anlıyoruz: “Bedahet” davası gibi, “akıl” davası da “karışık” bir iştir... Niçin? Tecrit ufkunda herşey, “malûm-sır”rm zâhiri ve görünüşüdür, aslı “sır”dır... “Sır” diyoruz , ya: Meçhul, belirsiz, müphem ve “malûm”da BİR. Aklın hakikatini böylece belirttikten sonra, mantık âletinin bütün çeşitleriyle kullanılış ölçü sünü de belirtmiş oluyoruz; mantıkla temin olunan hakikatlerin, temin olunuş süreciyle beraber, neye göre “tevil-ircâ” ve tâbir olunacağının ölçüsü...
• Mantık veya metod olarak; yâni, “formel ve diyalektik” mantıktan hangisinin, meselelerin çö zümünde “diyalektik” ve “diyalog” metodlanndan hangisinin kullanılacağını, “bağlı akılla faaliyet te” bulunma esası içinde, mevzuların mahiyeti ta yin eder. Biz, Mutlak Fikir’in “Mutlak Diyalek tiğ in e, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün ni zâm ına bağlı; ideal ile gerçek, teori ile pratik, de ğişme ve değişmezlik arasındaki zıtlığı kaldırıcı, böylece de değişmez temele dayanan değişme ta vırlarının “nasıl” ve “niçin” sorulan çerçevesinde “pay alma” mânâsına anlaşılacağı “topluluk haki k a tin i gösteren bir görüşe mensubuz. Bizzat ha kikati Allah ve Resûlü’nün terazisinde tartmak ve böylece, hem başlangıç ve hem de netice olarak, hakikat kabul edilenlerin hakikat olup olmadıklannı anlamak... Mantık ve metodumuz, bunun mantık ve metodu; baştanberi anlattıklanmız da,
172
meseleleri Allah ve Resûlü’nün terazisinde tarta rak, bunu yapabilmenin “nasıl” ve “niçin”ini gös terici!..
• Doğru: Allah ile Resûlü’nün bildirdiği... Güzel: Allah ile Resûlü’nün gösterdiği... İyi: Allah ile Resûlü’nün öğrettiği... Böylece, mantığa uygun olup da hakikate uy gun olmayan ve “mânâ dili-bedahet duygusu” ile anladığımız basitlere mukabil, yine mantığa uy gun olup da hakikate uygun olmayan, ancak bunu anlayamadığımız giriftler, “üst dil-mânâ dili”nin gerekliliği gözönünde tutulursa, Mutlak FikirMutlak Mânâ’mn şart oluşu hükmüne varır ki, bu husus, her türlü diyalektiğin çelmesini aşıncı “mantık üstü mantık” olarak bizim mantık meto dumuzu gösterir. O hâlde, İslâm, sadece varlığın değil, düşü nüş ve bilginin de “Mutlak Kanun”landır.
DİYALOG VE DİYALEKTİK “Diyalog” ve “diyalektik”in kelime mânâsı ile, mantıktaki “metod” ve “sistemlerin dayandığı metod”; bu metoda göre de, sosyal meseleleri çözme nin bakış açısı mânâsını birbirine karıştırmamak lâzımdır. Çünkü bu, “veli” kelimesinin “sahip” mânâsıyla “ermiş”lik mânâsını birbirine karıştır maya benzer!.. Önce “diyalog”... Diyalog, fikirlerin karşı kar şıya gelmesi ve teması mânâsına, konuşmadır. Bu mânâ çerçevesinde, hem diyalog, hem de diyalek tik metodu uygulayan tarafın karşılaşması da,
173
bizzat diyalog. Metod olarak diyalog, uyuşmacı yaklaşımı gösterir. “Diyalektik”e gelince... Yine, fikirlerin karşı karşıya gelişi içinde, her birinin kabul ettirilecek olan “fikrin düzeni”dir ki, muhtevayı temin eden “form-kalıp” mânâsına, her fikrin “tertip-düzen”i, onun diyalektiğidir. Anlaşılacağı üzere, bu mânâ çerçevesinde de, diyalog metodu uygulayanın da tertibi, diyalektiktir!..
DİYALEKTİK VE CEDEL Her inanılan şey zıddıyla ilişkili olduğuna gö re, fikir kendi zıddını dışarıda bırakma hâdisesi dir ki, bu mânâsıyla diyalektik, diyalogla birlikte, yerine göre, hem dışarıda bırakmanın düzeni, hem de “tartışma-cedel” mânâsına gelir. İlm-i hilâf-ü cedel (mantık yoluyla tartışma ve çekişme ilmi) ve fenn-i münâzara (aklî ve İlmî kurallara uygun karşılıklı tartışma) olarak kay naklarımıza geçtiği bildirilen DİYALEKTİK’in lü gat mânâsı: — “Mantık PRENSİPLERİNE göre tartış mak üzere fikirleri sıralamayı öğreten tartışma sanatı... Bir fikirden diğer fikre geçmek ve fikirler arasındaki birlik ve irtibatı muhafaza etme mele kesi...” Dikkat: Hemen anlaşılacağı üzere, “cedel-tartışma” ve “tekellüm-söyleme”, DİYALEKTİK’in “görüş, anlayış ve sistem”i kapsayan mânâsına nisbetle onun şubesi niteliğindedir. Bu mesele bilinmediği için de, çoğu zaman, muhatabının söylediğinin hep tersine durmakla
174
“konuşuyorum” sanılır!.. Meselâ, “topluluk haki katinin şartlarının ne olduğu hususunda bir fik ri olmayan adam, Kur’ân ve hadîs ölçülerinin bir birine zıt kutuplar belirtmesinden dolayı, her şartta muhatabının zıddında kalarak, hem de kendini KuPân’ın ve hadîsin delillendirdiğini sa narak, “fikirli” olduğunu zannedebilir. Ve anla maz ki, meselâ bir milyon hadîsin birbirine nisbeti içinde, bir milyon muvazenede tecelli eden “Bir” muvazene vardır... Ve, “muvazene ne, nasıl, ni çin?” derdinin olmadığı yerde, “topluluk hakika tin in tecellisi sözkonusu olmaz ki, o zaman da muvazenesizlik yolu, hem de hadîsleri âlet ederek bir milyona kadar çıkar... Neye benziyor? Narkoz verecek yerde neşter atan, dikiş atacak yerde nar koz veren ahmakın operatörlük iddiası gibi... Oy sa, pense, neşter ve narkoz yerine ölçüleri koyar sanız, onların uygun yerde kullanılması meselesi, yâni operatörlük, “İslâma muhatap anlayış”tır. Bir ameliyathânede hademe de âletleri tanır, ama ameliyat YAPAMAZ!.. Netice: Bir teze dayalı olmayan ve daima “bir deli bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz” cinsinden cehdini “ele gelmemeye” ve iknâ olmamaya ver miş ve kendi hâl izâhmı bile karşıya yıkmış sefil cedel, hakikatlerin karşılaştırılması ve bir yere varmayı gaye edinen tartışmadan ayndır. Temas ettiğimiz meselelerden anlaşılacağı üzere, teze dayalı olmayan cedel, çoğu zaman ke limelerin geliş ve gidişinden sahte mânâlar türe tir ki, bu “demagoji”dir. Mevcut bir teze taraftar olunur, ancak söyle dikleri taraftar olduğu teze terstir; bu da tezadı içinde cedel.
175
Burada inceler incesi İslâm’ın üstün idrakini Hazret-i Ali’den görelim: — “Hakikati, söyleyene bakıp da öğrenme; önce hakikati öğren, sonra söyleyeni de öğrenir sin!” Bu hikmetin sonsuz pırıltılarından biri şu dur: Hakikatleri, ona mensup olanların şahsında mahkûm etmemek ve öğrendikten sonra bizzat ona mensup olanı kendi içinde muhasebe edebil mek lâzımdır. Fikri, şahısların hâline bakıp da mahkûm etmemek... Tabiî ki bu ölçü içinde, yo baz, ahmak, kâba ve estetik zevk yoksunu tiplerin yaptığını “müslümanlık” diye bilmek ve takdim etmek, en alçak idrak ölçüsüdür: Çünkü, bu tiple re her şeyden önce, İslâm karşıdır. İslâm’ın haki kati öğrenilince, O’ndan olduğunu söyleyenin O’na nisbetinin ne olduğu da öğrenilir... İslâm’ın hakikati de, “Kurtuluş Yolu”nun “topluluk haki katinde!... Bütün bunların anlaşılmadığı yerde, şu hik metin imdadı: — “Ahmaktan kaçınız!” Çünkü o, akla ve kalbe dağınıklık verir. Öğ rendiği ise, kendisine yaramaz eşek yükü: — “İlim, insanın cehlini alır, ahmaklığını al maz!”
DİYALEKTİK-EDEB-TEVİL Diyalektiği, edeb ve tevil... Edebi, tevil ve di yalektik... Tevili ise, edeb ve diyalektik prensiple riyle billurlaştırmak, tabirin hakikati hâlinde İs lâm tefekkürünü verir!..
176
Din, edeb demektir... Edeb, hadlere riayet de mektir... Ne kadar tekrarlansa azdır ki, bu riayet, MUVAZENE demektir!.. Tevil; bir nesneye döndürmek ve ircâ etmek... Evveline ircâ etmek veya dış’a döndürmek... “Tü mevarım” ve “tümdengelim” metodlanna mevzu olarak kapsayıcı bir mânâ... “Tefsir-yorum”dan farkı şu ki, fikirden ziyade “fikir tertibi-diyalektiği” ile ilgilidir. Bu yüzden de, “diyalektik ve cedel” bahsinde üzerinde durduğumuz gibi, müstakil olarak ele alınıp ölçülendirilmediği takdirde, keli melerin geliş ve gidişinden doğacak mihraksız ve sahte mânâlandırmalann, yâni ham yobazın, ku ru akılcının, ölçülere dışın dış yüzünden bakanın demagojisinin yambaşmda... (Islâm dışı mihrak larda da, bunun ters yöndeki simetriği)... Halk ağ zında “kitabına uydurmak” ve “nalıncı keseri gibi kendine yontmak” ifâdelerinin çerçevelediği sah telik... Ve her mevzuda olduğu gibi, bu mevzuda da “Mutlak Fikir”i temsil eden “topluluk hakika ti” olmadan, —Mutlak Fikir olmadan- TEVİL bah sini de “hakikatin hakikati” olarak ölçülendirebilmek mümkün değil. Buna misâl diye, dışımızda, her şeyden önce her mevzuun kendi esas, usul ve kuralları içinde alınabileceği hakikatine mahkûm “diyalektik materyalizm”in lâfazanlıkları göste rilse yeridir... Bir şeyin varlığını onun hakkında verdiğimiz her türlü hükümden önce kavrıyor ol mamız hakikatinin marksist metoda ters oluşu bir yana, âlet mevkiindeki metod da sahte!.. Şekil ve muhtevanın “Mutlak üst dil-üst mânâ”da BİR LİĞİNDEN, İslâma muhatap anlayışın buna nisbetle “tevil”in hakikatini temsil edişinden bahis, sahteliği “bunun dışı” diye açıklar!..
177
İslâm’a muhatap anlayış olarak BUYUK DO ĞU, aynı zamanda “tevil”in göstericisi... İBDA ise, mazisi, hâli ve istikbaliyle, Büyük Doğu hükümle rini “peşin fikir” kabul etmiş İLK, TEK, SOM ve SON intikal mihrakı olarak, “tevil”in, aşk buudundan heykeli!..
• Vereceğimiz iki misâl, “topluluk hakikati”ne bağh diyalektik, tevil, tabir ve edeb bahsini bütün ruhuyla, yâni kaynak, esas, usul ve gaye yönün den çepeçevre kuşatır... Bu vesile ile Şer’i ilimle rin LEDUNNÎ ilme nisbeti ve insan ve toplum meselelerine tatbiki hususu da görülecektir: Birincisi... Kur’ân, mânâ ve kelimeleriyle, sünnet ise sadece mânâ olarak vahyolunmuştur. Allah katından oluşu itibariyle Kur’ân’a uymak nasıl farz ise, Allah Sevgilisi’nin sözleri de böyledir; çünkü sünnetin mânâsı da Allah katındandır... Sözden maksat ise, mânâsıdır... Bu hususu belirttikten sonra şu hadîs: — “Hurmaları aşılayınız... Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz!” Sebep ise, Allah Sevgilisi’nin Medine’de bir kısım insanların hurma ağaçlarına erkek hurma tohumlan getirip döllediklerini görmesi, öyle yapmamalannı buyurmalan, neticede de aşılanma yan ağaçlarda hurma olmamasıdır. “Islâma muhatap anlayış” diye bir idrak san cınız yoksa, doğrunun yanlışta kullanılması şek linde, bu hadîsi delil göstererek ne cinayetler işle nebilir... Ve iş, “din ve dünya işleri ayndır!” teker lemesine kadar gider. Oysa, Allah Resûlü’nün her hareketi, göz kırpması bile sünnettir... Sünnet; yâni, “zamanüs-
178
tü” mânâsından... Zamanüstü; yâni, topyekûn za man ve mekân tecellileri için geçerli... Kısaca; Al lah Resûlü’ne eksiklik izafe edilemeyeceğine ve kuru akılla bakılınca da bu eksikhği bizzat kendi sinin bebrtmesine nazaran, bu apaçık bir tutarsızbk değil mi? Haşa!.. Dünyanın tecrübî işlerinde bâtından haber vermenin olmayışı ve ümmetinin dünya işlerinde kendilerinden daha bilgili olduklarını buyurmala rı, aslında o işlerin verim şeklini kendine bağla yan muazzam bir KANUN ki, zamanüstü kökten dünyabk verimi devşirmenin ana yolunu gösteri ci!.. Her şeyden önce bilinmesi gereken şudur ki, sebep, illiyete bağlıdır; ama ilbyet sebebe değil... Ve Allah, illiyetlerle bağlı değil... Anlaşılıyor ki, Allah Sevgilisi’ne eksiklik izafesi muhal; ve Allah, Sevgihsi’nin sözünü hakh çıkarır!.. Pazarlıksız ve tam bir teslimiyetin, Doğu’nun Batı’ya mahkûm oluş sebebini de bulduran idra kiyle, bu hadîsin sonsuz mânâsından birkaç çizgi yi işaretleyebiüriz: — “Tecrübe, fayda ile birbkte ayrı bir ilim dir!” Hazret-i Ab böyle buyuruyor... Ve hadîs olan ca ruhuyla bu idrakte tecelli ediyor!.. Görülmüyor mu ki, Batı’da “pragmatizm-faydacılık” felsefesi nin hakikati İslâm’dadır!.. Kalbi kör ve aklı topal sınıfı, yine aynı hadî si, bir İslâm vebsinin sözünde seyretsin: — “Her ilim bir marifettir, her marifet bir ilim!” İşte, ham yobaz - kaba softa, kuru akılcı, ah mak ve daha bilmem kim, bu sırrın gafibdir. Al lah, marifetsiz ibm ve ibmsiz marifetten koru sun!..
179
Hadîs’teki hikmet pmltılannı işaretlemeye devam ediyoruz: Teşri, yâni “yapma mükellefiye ti” getirmeyen bu hadîs, “doğru-yanlış” değerlen dirmesi yapan şuur sahibi insana âit “ahlâkî” ka nunlara nisbetle, tabiî ve fizikî çevreye âit bakışı ve bu kanunların “zorunluluk” vasfinı da işaretli yor; belirli sebeplerden belirli neticelere varılma sı... Bir âyette, “ben, kulumu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendime hâlife olarak yarattım” buyurulması gözönünde tutulursa, üzerinde dur duğumuz hadîsten, İslâm’ı eşya ve hâdiselere tat bik edebilme mânâsını ve bunun da mükellefiyet dairesine girişini izâha ne hacet!.. Dikkat: Dünya ahiretin tarlası ve asıl hayata sıçrama taşı... Sefilliği nisbetinde zorunlu ve zo runluluğu nisbetinde de, her ne kadar çöle atılmış bir buğday tanesi kadar kıymeti yoksa da, mü him!.. Kendisiyle değil de vasıta olduğuna nisbet le kıymetlenen dünyayı, hakiki saadete talip olan ların yetişeceği ve yaşayacağı, ciğerlerine yalnız bu havayı çekeceği gayesine göre nakışlandırma şuuruyla bakarsanız, Allah Resûlü’nün sözünde, ulvîye nisbetle süflî ve süflinin âlet olduğuna nis betle ulvîye yükselen mânâsını görürsünüz. Bu temel tesbitten sonra... Tecrübe, hem malûm hâle gelmiş iş ve hâl ifâdesi ve hem de deneme yoluyla bilgi edinme metodu olarak müşahade ve muka yese bahislerinde görünmesiyle, açıktır ki, tabiî, fizikî, sosyal, aklî ve ruhî, bütün ilimlerin kendi görünüşlerini temin eden tatbik mevzuudur. Ve, aklın fetih haklarını yerine getirmiş ve eşyayı us talıkla teshir etmeyi bilmiş bir müsbet bilgiler ha rikasından başka birşey olmayan Batı’ya karşı mahkûmluk da buradan başlamıştır. Netice ola rak, İslâm’ın tekerlemeciliğinde kalan kafa kütlü ğünden!..
180
Yine aynı hadîste, “topluluk hakikati”ne ba kışa âit bir mânâ: İslâmî hükümlerin doğru ola rak “uygulanma şekiller”i, kendisinin devamı olan “kurtuluş yolcusu” için, “tecrübî hüküm”dür; ve zincir, her biri kendi zamanını bütünleyerek gi der... Ve, ve, ve; tümevarım veya tümdengelim yo luyla “hükmün doğru tatbiki”nden bahis, onun malûm oluşudur. Bu malûm oluşta, bazen hüküm görünür, bazen de hükmün mânâsı. Meselâ hâki min, “şu kanuna göre şu kadar hapis” sözünde, uyguladığı hüküm görünür. Ama ticaret yapan adama, “senin ticaret yapmaya ne hakkın var?” denemediğine göre, onun yaptığı işde kanunların müsaadesi mânâ olarak görünür; aykırılık iddia sında ispat yükü karşıya düşer... Zaten böyle ol masa, herkes her ân ve her hareketinde, hangi kanuna nisbetle suçsuz veya hakh olduğunu izâh durumunda kalır ki, hayat durur!.. Cebimizde ta şıdığımız parayı, pantolonumuzu, gömleğimizi, iç tiğimiz sigarayı her ân çalmadığımızı ispat vazi yetinde olduğumuzu düşünelim!.. Evet; “tecrübeuygulama”mn, hükme nisbetle “açık olma” mânâ sında, bizzat hükmün “açık-malûm” oluşu vardır; ve malûmu ilâma hacet yoktur!.. Buna nisbetle de, “topluluk hakikati”nden olan her “tecrübî hü küm”, uygulandığı ânda, bu tatbik Islâmîdir, KURTULUŞ YOLU’dur. Bütün dava, her biri ken di zamanını bütünleye bütünleye gelen ve bütün leşen çizgiye nisbetle, zamanımızı bütünleyerek “topluluk hakikati” ile bütünleşmek; bunun için de, zamanımızda “topluluk hakikati”ne bakışı ölçülendirmek... Sadece, üzerinde durduğumuz ha dîs ve buna yanaşan anlayışa bakmak bile neler söylemez ki!.. Aynı hadîsin sonsuz hikmetlerinden biri da ha: Tecrübenin, sırasında yalnız kişiye özel oldu
181
ğunu farkeden Batı felsefesinin düzünden gösteri lişi... Ve anlamadığım reddeden, kendini ölçü sa narak İslâm’ın derinlik buudunu dışlayan adamı, bizzat ölçünün dışlayışı; o hâl sende yoksa, haki kati yok demek değil... Tıpkı körün, görmediğini reddetse de, görenlerin tesbit ettiği hakikatler gi bi!.. Yaptığımız izâhlar bile, diyalektik, edeb, tevil ve tabir ölçülerini billûrlaştırma davası olmadan, kuru akılla bu hadîse bakanın ondan birşey anla yamayacağını “tecrübî” bir katiyetle göstermiyor mu?.. Tevil bahsinde ikinci misâlimiz... Allah Resûlü, “kâhinler yalancıdır!” buyuruyor. Bir kâhin, ertesi gün yağmur yağacağını söylüyor ve hakika ten yağıyor. Allah Resûlü, bir yandan şiddetli yağ murun içeriye doldurduğu suyu dökerken, bir yandan da tekrarlıyor: — “Bütün kâhinler yalancıdır!” Bu muazzam hadîs, küfürde de bir hiç olan ve yorumu Allah Resûlü için “yalancı çıkmış” diye sı rıtmaktan ibaret kalacak bizdeki mankafalara ne der?.. Oysa bugün, müsbet ilme de, sosyal ilimle re de, siyasete de, sanata da, daha neye ve neye ışık tutucu muazzam kanun. Almanlar iktisatta bu hâdiseyi ve hadîsi, “ihtimâl hesabı”na örnek diye gösterirler; “istisnalar kaideyi bozmaz” de mek, kaidelerin istisnaları da var demektir. Yâni, istisnalar bizzat kaideden ve asla nisbetle onun görünüş arazı. Yakından bakarsak: Varlığın, hem keyfiyet ve hem de “araz-tavır” olarak her yeni tecellide bir “süreli” ve bir de “süresiz” yönde gerçekleşmesi, iki ayrı ahenk demektir. Böylece, varlıkların ger çekleşme (oluş) sürecinde de, daha önceki hâli dış ta bırakma şeklinde “başkası olmayan yön”, diğer
182
taraftan da başkasıyla kaim olma şeklinde “birbi rine bağlı” yön sözkonusu. Meselâ ben, çocuklu ğumdaki ben değilim ama, beni ben yapan yö nümle düne bağlıyım. Diğer taraftan: Herşey hem başkasıyla kaim, hem de başkasından ayn ve başkası olmayan şey dir. Diğer bir ifâdeyle; herşey hem “başkası için”, hem de “kendi için”dir. Varlık; madde, bitki, hay van ve insana doğru yükseldikçe, insanda da me muriyet ve mesuliyetinin yerine getiriliş derecele rine göre, başkası olmadan “başkası için” olma özellikleri çoğalır. Kul plânında, başkası olmadan başkası için olmanın zirve noktası, Allah’ın Sevgi lisi - O’nun ahlâkıdır. “Varlık” ve “oluş” için geçerli bu iki ilkeyi top luca ifâde edersek; bütün vakalar (oluş-hâdise) ve şeyler (olanlar) arasında, bir vakanın veya bir şe yin aynı ânda başka birşey veya vaka olmama hâ li sözkonusudur ki bu, “birbirini dışta bırakma” il kesidir. Bir “şey” veya “vaka”nm başka bir şey ve ya vaka olmadan varolamaması da “birbirine bağ lılık” ilkesi. Anlaşılıyor ki, kaideye nisbetle istisna, AS LIN GÖRÜNÜŞÜ İÇİN ZARURÎ ARAZ hükmün dedir; asıl olan kaide, istisnalar kaideden. Bütün kaideler ve kanunlar, daha önce üze rinde durduğumuz gibi “BİR-SIR”dan; varlık ka nunundan... Bunu, Muhiddin-i Arabî Hazretleri nin işaretlediği, “keyfiyetleri Allah’a havale edi niz!” hikmeti çerçevesinde, mevzulardaki görünü şünden takip edelim: Atom fiziği varmıştır ki, her şeyde parçaların toplamından fazla bir şey vardır. Her hesabı yaparsın, ya tutar ya tutmaz; “akustik-ses düzeni” için böyle diyor Batılı bir mi mar... Sanatın hakikati de tuttuğu yerde!..
183
İhtimal hesabı; müsbet ilim ve teknikte. Öz ilminin müntehasındaki marifet; sosyal ilimler ve felsefede. İhtimâller âleminin mihrak noktasını yaka lama; hesap üstü bir şey ki, kader. “Her biri kendi tümevarımının bitimine ulaş maya çabalayan zıt eğilim çiftlerinin tekâmülün de, sonucun önceden kestirilemeyen yeniliklerle ortaya çıkması”; siyasette. “Bir vergi fikrini gerçekleştirmek sanatı” diye tarif edileni vergi tekniği; mâliyede. Kısaca; “istisnalar kaideyi bozmaz” hükmü, ancak sır idrakiyle, belirli bir diyalektik, edeb, te vil ve tâbir sahibine, bunun hakikatinin belirttiği miz hadîste bulunduğunu gösterir. Yobazın anlamadığı, tabiî ki bu sınıfta mütalâa edilecek olan ahmak, akılsız akılcı gibi nasipsizlerin de dışında kaldığı muazzam hikmet: — “Parça, bütünün habercisidir!” Buradaki parça, bütündür... “Nasıl” ve “niçin”ini muhtelif vesilelerle belirttik... Tekrardan söz etmemizin sebebi ise şu: Asla nisbetle teferruat cinsinden meseleler, yâni “feri” meseleler, aslın görünebilmesi için ge rekli şarttır; bu yüzden de asildir. Meselâ, Hazreti Ali’ye âit “parça, bütünün habercisidir!” hikme ti, “asıl” olan Kurbân ve Sünnet’e nisbetle “par ça d ır; bu yüzden de “asildir... Ama bu “asıl”, Kurbân ve Sünnet asılı ile karışmasın diye, ona Kur’ân ve Sünnet denmez. Ve bu hikmet karşısın da şu mânâlandırmalan yapan ben, eğer doğru isem, fikirlerim ona nisbetle “parçadır; bu yüz den de bütündür!.. Şöyle de olabilirdi: Meselâ ben, “namazı, ze
184
kâtı, orucu, haccı kabul etmiyorum” der ve sadece “Kelime-i şehâdet” getirmeyi müslüman için ye terli bulur, bunun müdafaasını yapardım... Düpe düz küfür!.. Benim küfürde olduğum söylenince de, o muazzam sahabînin hikmetine sarılır, “par ça, bütünün habercisidir!” diye, hâlimin müdafaa sını delil (!) ile yapardım... Cinayet!.. Hem de kaç türlü!.. Muhatabım ne dese, doğrunun yanlışta kullanılmasına misâl hâlinde ona söyleyeceğim şu: — “Sen Islâm’ı Hazret-i Ali’den daha mı iyi bileceksin?” Güneşi titretici cinayete bakın ki, muhata bım ne söylese, üstelik onu Hazret-i Ali’ye karşı geliyormuş gibi bir hâle düşürüyorum!.. — “Be adam!.. O hikmet karşısında ikimiz de MUHATAP ANLAYIŞ’ı temsil ediyoruz... Dava, ona nisbetle hangimizin doğru olduğunda; benim mi yoksa Hazret-i Ali’nin hikmetinin mi doğru ol duğunda değil!” Ve ben, bütün bu konuşmalar boyunca, adeta “nüfus cüzdanını ver!” diyen muhatabıma, baba mınkini gösteriyorum; ve kendi ahmaklığıma bakmadan, onun zıvanadan çıkışını da, kendi şahsiyetimin kuvveti ve fikrimin çürütülemez (!) doğruluğu diye keyifle seyrediyorum... Muhatabı mın tepinmesi mi?.. Cevabım hâzır: NefsîL Aynı hikmet için yaptığım bu iki mânâlandırmanın dersi şudur: Birincisi, “topluluk hakikati”nin bizzat üzerinde durduğumuz mevzuda te cellisidir... İkincisi ise, değerlendirebilici şartların ne olduğu hususunda bir tasası olmayan adamın yüzsüzlüğünü göstermesi. Şimdi doğrudan doğruya hikmete bakarak, diyalektik, tevil, edeb ve tâbir ölçülendirmelerimizi verelim:
185
Kur’ân ve Sünnet hükümleri mükellefiyet ba kımından beş sınıfta mütalâa edilir... “Yapılması şart olan, yapılmaması şart olan, yapılması iyi olan, yapılmaması iyi olan, yapılıp yapılmaması inisiyatife bırakılan”... Bu hükümler çerçevesinde sahabîlerin “topluluk hakikati” tecelli ediyor: Ya pılması şart olan ve yapılmaması şart olanın ke sinliğinde, her birinin mizaç hususiyetine göre, “yapılması iyi olan, yapılmaması iyi olan, yapılıp yapılmaması inisiyatife bırakılan işler”... Ve on lar, “zıtlar arasında muvazene”nin “fert” ve “üm met” hâlinde göstericisi olarak, ne yaptılarsa, “topluluk hakikatinin zamanüstü görünüşüdür... Ve ihtilâfları rahmet... İhtilâfları niçin?.. Yapılma sı şart olan veya yapılmaması şart olan meseleler de değil, zamanın tecellileri içinde çıkan yeni me selelerde, “yapılması iyi olan, yapılmaması iyi olan, yapılıp yapılmaması inisiyatife bırakılan iş ler” ölçülerinin, uygulama alanındaki farklı yoru mundan... Bu nedir?.. Asla nisbetle fert, bütüne nisbetle parça meselenin hâili... Bizim için ne de mektir?.. Evvelâ bütünün parçada ve parçanın bütünde olduğunu anlayalım... “Topluluk hakika t in e nisbetle yeni zaman ve mekân şartlarında çıkan meselelerin “parça” olduğunu ve bunun mutlaka hâili gerektiğini, bizzat “topluluk haki k a tin in kahramanlarına bakarak anlayalım... Yeni zaman ve mekân şartlarında ortaya çıkan meselelerden bahsedilen yerde, bunun “gerektiği yerde gerekenin yapılması” demek olduğunu bile lim; şu anlattıklarımız bile bunun için değil mi?.. Yine, yeni zaman ve mekân şartlarında ortaya çı kan meselelerden bahsedilen yerde, şablonculuğun olmadığını kavrayalım; “yeni” diyoruz ya!.. Yine, “gerektiği yerde gerekeni yapmak”tan bah sedilen yerde, bunun “atmasyoncu onbaşı” tavrı
186
değil, birbirine nisbetle “bütün” ve “parça” olarak eklenen ve kendi zamanının meselelerini bütünleyerek “Kurtuluş Yolu” ile bütünleşen çizginin, za manlarındaki farklı görünüşlerinin BİR, yâni “topluluk hakikati”nin gerçekleşmesi demek oldu ğunu bilelim... Yine, “gereken yerde gerekeni yap m aksan bahsedebilmek için, gerekenin mahiyeti ni bilmek gerekir; illetin tedavisi için, önce mara zın tesbiti şart... Ve gerekeni yapmak; gerekenin mahiyetini ve “yapmak”ı bilmek ve yapmak... Me selâ, İslâm’ı tıbba benzetirsek, bugün görünen kanser hastalığım iyileştirecek doktor, onun ma hiyetini bulup tedavi ediyorsa, bu tatbiktir: Ama ona çiçek aşısı tatbik ederse, ahmak!.. Uzun sözün kısası: İslâm, topyekûn kâinat ve insan meselelerinin mutlak olarak hâilini kapsa yan bir sistemdir... Ve, daha insan ve toplum me selelerinin ne olduğunu başhk olarak bile bilme den, onun kemmiyet ve keyfiyet mânâsıyla “toplu luk hakikati” sağlanamaz. Bu mânânın olmadığı yerde de, insanların bir araya gelip “İslâm toplu mu” yaftası takmmâlan, İslâm’ı temsil etmez... Bütün bir kâinat ve tarih muhasebesi içinde gös terdiğimiz, buraya kadar değindiğimiz meseleler de de çeşitli yönlerden işaretlediğimiz gibi, maraz, “İslâma muhatap anlayış”ın uçmasıdır... Gerekli olan ve temin edilmesi gereken husus bu!.. Evet; “topluluk hakikati”ne bakışı getirerek bizzat onu temsil etmek ve “Kurtuluş Yolu” yolcu larına eklenen halka olmak!..
MUHAKEME USÛLÜ PRENSİPLERİ Prensipler, faaliyetleri yönlendiren ve “esas”a giden yol üzerindeki hareket noktalan ve “kaziye-
187
önerme”lerdir ki, “esas” onunla elde edilir... Bizim “topluluk hakikati”nin, “fert” ve “toplum” arası meseleleri “muvazeneleştirmiş” dünya görüşü müz, her işin kendi esas, usûl ve kurallarıyla ele alınabilir olma özelliği içinde, hiçbir iş ve mesele yi diğerinin aleyhine inkişaf ettirmeden, hepsini kuşatıcı bir biçimde bunu çerçevelemiştir: — “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizâmcılık, Müdahale cilik.” Allah Sevgilisi birisine hitab edecekleri za man bütünüyle ona dönerlerdi... Bütün azalarla kasd ve teveccühü gösteren İlâhî bir levha... Bu levhanın pırıltılarını zerreler hâlinde kendi mizaç hususiyetinde aksettiren kahramanlar buyur muşlardır ki: — “Dava, bütün işleri bir gayeye bağlayıp her şeyde hâs ve hususî bir anlayış sahibi olmaktır!” Sağdan soldan ürkmeden yürüyebilmesi için gözlerinin yanına perdeleme yapılan beygir misâ li, anlamadığı meseleye sırtını dönerek keskinleş tiğini sanan ve utanmadan da “İslâm nizâ m ından bahseden ahmak ile, ağzından çıkan sö zün nereden geldiği ve nereye gideceğinden ha bersiz ve kendi hâlinin izâhını bile karşıya yıkan ebleh işte bu her ân ve her mesele karşısında ken dini yeniden didikleyen “nefs muhasebe ve mura kabesi” prensibinden anlamaz. Espri kılıklı, başıboş, esnerken ağızdan çıkan kontrolsuz ses gibi ve “lâfa lâ f’ güdüklüğüne düş meden, çeşitli yönlerden bakışa cevap, bir hakikat hâlinde fikir:
188
— “Söz, yüce bir şeydir ve zamanında ve ye rinde olmalıdır!” İslâm büyükleri bu bahiste derin tahkiklerde bulunmuşlardır. Bütün İslâm büyüklerinin de mukaddes ölçü lerle birlikte âlet edildiği cinayet, “muhakeme usulü” diye bir kaygı olmayışında: — “Cahil elini Şeriat’a değdirse küfür doğar!” Ya meseleleri Şeriat’ın “hasr”ı hâlinde halle den?.-. — “Elini küfre değdirse Şeriat doğar!”
• Biz gayede de, hedefte de, sebepte de, netice de de, herşeyi kişinin kendi öz nefsiyle savaşında görürüz: — “İdraki idrak bir ilimdir!” Hazret-i Ebubekir böyle buyuruyor... Demek ki herşey, idraki idrakten olduğunu gösterecek... Nasıl?.. — “Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi!” Peki bu ne? — “Nefsini bilmek için âlemi bilmelidir!” Nasıl ve niçin?.. Mânâlar, “söz, ses, suret, şekil” vesaire olma dan, ebediyen bilinmez. Mânânın görünüşü, onun zâhire çıkması; ifâdesidir... İFADE’dir... Bu yüz dendir ki, kişi kendi “malûm-sır”nm n hasrı hâlin de, üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir; kendi “malûm-kader”inin tecellisi!.. Bu çerçevede de, âleme “bakış-anlayış”, dışın içte ve için dışta bulunuşudur!.. Aynı kelime klişelerine ayrı mânâ lar tutunabiliyor olması hikmeti dairesinde, âlemde herkes kendi mânâsını buluyor!.. Bizzat şu ifâdeler, karşımzda “neyse o” dururken, herkes
189
nasibince bakıyor!.. Öyleyse, muhakeme usulünde, İslâmî bir ruh ve zaman ölçüsü olmadan, bizzat bunu gösterici bir kâinat ve tarih anlayışı olmadan, bizzat bunu gösterici bir “ruh-anlayış ve sistem” olmadan, İçti maî meselelerin bütününe bakıcı ve insan ve top lum meselelerini hâlledici bir “İslâm nizâmı” iddi ası, doğrudan doğruya atmasyonculuk!.. Muhakeme usûlümüz, “nasıl” ve “niçin”i ile Büyük Döğu’nun derinliğine ve genişliğine doğru hasn içinde, onun zâhiri: İdraki idrak ediyoruz ve bütün işleri bu gayeye bağlıyoruz!.. Zaten İslâm’da ümmet de, kütler topluluğu değil, birbirinin şahsiyet aynasında kendi hakika tini bulanlar topluluğudur... İşte ölçü: — “Mümin odur ki, yüzüne bakınca Allah’ı hatırlatır!” — “Mümin, Allah’ın nuruyla nazar eder!” Yâni, ayna mevkiinde paslı teneke ve göz ye rinde de karga gözü olanlar topluluğu değil!..
• Zâhirî ve bâtınî “kurtuluş yolu” meslekleri nin, insan ve toplum meselelerine hasn hâlinde Büyük Doğu... Nasıl ve niçin?.. Anlattık... Peşin fikrimiz Büyük Doğu... Nasıl ve niçin?.. Anlattık.
• Bedahet davası... Ruhî ve mücerret mesele lerden bahsedince hemen kuru mantık alanına kaçan akılsız akılcı ve ahmak, her şeyden önce bu meseleyi bilmez. Bu mesele bilinmeyince de, biz zat imânın izâh edilemeyeceğini anlamaz. Bunu anlamayınca da, imân davasında bulunurken, kendi kendine tezada düştüğünü farketmez. Bedahet ne, hakikatin hakikati olarak nere de, nasıl ve niçin?.. Anlattık. Yeni zaman ve me
190
kân tecellileri boyunca “topluluk hakikati”nin bü tün görünüşünün mânâsı ve onun hasn hâlinde tatbikinin kökü nedir?.. — “İlim dilden dile gelir, ilhâm ise gaibden kalbe!” Yâni bedahet davası... Bunun kontrol edile bilmesi... Ahmak, çoğu zaman, kontrol edilecek olanı bilmediği için, kontrol ölçüsünü gösterir ve “kontrolü gereken mesele” ile “kontrol ölçüsü”nü birbirine karıştırdığını anlamaz. Meselâ, “Onlar ki akılla nimetlendirildiler ve kurtuldular” ölçü sünü bilir de, meselelerin mahiyetlerine göre bu nun “imânın emrinde akıl”m ne demek olduğunu gösterici tezahürlerini dışlar; bu işin o ölçünün müşahhaslaşması demek olduğunu bilmez ve bu görünüşle o ölçü arasındaki irtibatı kuramaz!.. Yâni?.. Bildiğini niçin bildiğini bilmemek fe lâketi; faydasız bilgi!.. Faydasızlık ölçüde değil, onun ölçüyü bilişin de!.. Bu yüzden de, K ufân ve Sünnet’ten başlaya rak “topluluk hakikati” ölçülerinin birbirine nisbetle ve senin ona nisbetle mânânı anlamaz; ve yeni zaman ve mekân tecellilerinin mahiyetleri üzerinde İslâmî anlayışın pıhtılaşmasını, tabiî akış içinde “tümevarım” ve “tümdengelim” metodlanm n tonlarında billurlaşmasını görmez; akıl yürütmenin ne olduğunu bilmiyor ki!.. Ne oluyor?.. Benim hastaya tatbik ettiğim te daviye karşı olan adam, ne hastalığı biliyor, ne de tedaviyi... Kendini bilmiyor!..
• İslâm kalbin yolu... Bu yüzden de, bedahet davasında belirttiğimiz gibi, “bedahetin hakikati” İslâm’da; “ilim malûma tâbidir!” hakikatinin ha
191
kikati de İslâm’da... O hâlde, ilmin hakikati, haki ki ilim de, “malûm-ben” bilgisi... Bunun hakikati de İslâm’ın bâtınında!.. İslâm, topyekûn zaman ve mekâna şâmil, te celli etmiş ve edecek bütün insan ve toplum mese lelerini kuşatıcı değil mi?.. O hâlde, ulvîden süfli ye doğru bütün bilgileri kuşatıcı bir bütün... De mek oluyor ki, her mevzuun kendi esas, usûl ve kuralları ile ele alınabilmesi özelliği içinde, hiçbir mevzu bu bütüne aykın olamaz!.. Demek oluyor ki, her mevzu, bu bütünlüğe aykırı olmayacak şe kilde, kendi mevzuunda İslâmî anlayışı göstere cek!.. Demek oluyor ki, bütün yönleriyle İslâm’ı tatbikten bahsedebilmek için, her mevzuda ve mevzuun mahiyetine göre tecelli edecek “bütün lük şuur”u gerek!.. Bu da, İslâm’ı insan ve toplum meselelerine tatbik edebilmenin, “ruh, anlayış ve sistem”i demek!.. Bu da imânın ameli demek!.. Tecrit ölçüleri... Niçin ve nasıl?.. Anlattık... Bunun idrakinin olmadığı yerde, İslâm’ın yeni za man ve mekân tecellilerinde zâhir oluşundan bah sedilemez!.. Üstelik İslâm’ın hakikatinin zâhiri hâlinde görünen verimlerle, İslâm dışı görünüşler birbirine kanştınhr ve bunlardan hangisinin ne olduğu ölçülendirilemez. Diyalektik ve fikir... Nasıl, niçin ve ne?.. An lattık... Kendi diyalektik ve fikir ölçüsü olmayan adam, esen rüzgârların getirdiği ile ve çoğu za man böyle olduğunu da anlamadan ahkâm keser: — “İslâm ilim ve akla uygundur!” — “İslâm sınıfsız toplumdur!” Ve anlamaz ki, “zıt kutuplar arası muvazene” idrakinin olmadığı yerde, kâfir bile küfrünü İslâmî ölçülerle delillendirebilir!..
192
Mantık ve metod... Nasıl ve niçin.. Anlattık... Bizim aklımız iskeletini bağlılıkta bulur ve bu yüzden mantığın çelmesini yine mantıkla aşar; ve üstün mantığın, Islâm önünde dize gelişini, onu ruhun hizmetçisi kılarak gösterir... Bu anlaşılma dığı zaman da şu vahşet: — “İslâm’da düşünce olmaz, çünkü düşünce kula mahsustur; bu bakımdan İslâm düşüncesi demek yanlıştır!” KuVân ve hadîsten başka ölçü kabul etmedi ğini söyleyen keskin (!), İslâmî tefekkür müessesesini reddetmek için böyle der, bu dediğinin biz zat fikir demek olduğunu anlamaz, (İslâm’ın dü şünce olmadığını buluşu da caba), mantık yürü tür; mantıksız mantık!.. Ne idrak, ne irfan, ne izân Yarabbi!.. İBDA tefekkürünün bütün hakikatiyle mey dan yerine diktiği “hürriyet” davasını, bir müslüman olarak iftiharla karşılayacağı yerde, karala maya yeltenir: — “Esir kavramlardan biri de hürriyettir!” Sanki kavram zâtını idrak edermiş gibi, şu zekâya, şu mantığa bakın!.. Ne rezil, ne sefil, ne dipsiz bir düşüş Yarabbi!.. Diyalog ve diyalektik... Nedir?.. Anlattık... Daha bunun bilinmediği yerde, meseleleri kuşatı cı muhakeme usulü yoktur. Niye karşı çıktığının ve niye kabul ettiğinin muhakemesi de!..
• Diyalektik ve cedel... Anlattık. Bunun anlayı şının olmadığı yerde, ya tezada düşmemek için anlamadığına sırt dönülür veya hep muhatabın söylediğinin tersini söylerken, bir bütünlük ve tu
193
tarlılık belirtmediği anlaşılmaz. Bütünlük için en başta “dünya görüşü” gerekli!.. Diyalektik-tevil-edeb... Anlattık. Bunun an laşılmadığı yerde, “insan memuriyeti” diye bir da va yoktur... Bütünlük yoktur, İslâm yoktur!..
• • Uzun, uzun, çok uzun sözün hikmet yüklü kı sası: — “GÖRMEK için evvelâ GÖRÜLECEK ŞEY, sonra GÖRECEK GÖZ, sonra da IŞIK lâzımdır!” Bu üçü arasında muhakeme usulü ve petek lerinde bal!..
• Bahsin en nazik yerindeyiz... Her şey, tecrit ufkunda belirsizleşir, müphemleşir, sırlaşır. Çün kü hayatın aslî karakteri sırdır... Kudsî Hadîs’te şöyle buyuruluyor: — “İnsan benim en büyük sırrım ve ben insa nın en büyük sırrıyım!” En başta Kur’ân ve Hadîs sır... İslâm’ın apa çık hakikat oluşu da burada!.. İslâm, sırrın haki kati!.. Şuradan belli ki, topyekûn zaman ve me kân boyunca “iç”e ve “dış”a doğru bütün zâhir oluşlar, onun hasrı ve ifâdesi!.. Ve sır, “zıt kutup lar arası muvazene”de bir nizâm belirtiyor!.. Son cümleye dikkat: Zıt kutuplar arası muva zene hikmeti çerçevesinde örgüleşen bir İslâm di yalektiği, bu vasfı içinde görülmezse, iki türlü sahteliğe düşülür... Birincisi: Kendi kendinde tü keniri olmayan ve yeni ilhâm ve meselelerin has rına gebe nizâm sırrıyla, ne dediği belirsiz ve abuk sabuk arasındaki fark... “Hürriyet, esir bir kavramdır!” lâfi gibi!.. İkincisi: Meselelerle biline
194
mezin bilgisine kadar merdiven kurmuş ve sim bu vasfıyla anlatılamazlığı içinde anlatmış ada mın hâlini, bu üstün izâhı, kuru aklın iki sebep ten bir netice çıkaran açıklığında görmez ve tez gâhını buraya kurar... Meselelerin tecrit ufkuna doğru kesişmesinden doğan sır hâlesi, doğrudan doğruya İslâm idrakini pırıldatırken, yâni gerçek izâhın tâ kendisi iken, kuru akılcı bunu izâhm bo calayışı zanneder... Bu ise şuna benzer: — “Bildiğim birşey varsa, hiçbir şey bilmediğimdir!” Sokrat gibi muhteşem bir kafa yanında, bom boş bir kafanın da ifâdesi budur. Tıpkı bir dairede başlangıç noktasıyla devri tamamlayan son nok tanın üstüste gelmesi ve bunların birbirine karış tırılması gibi. Kısaca netice şudur: “Kurtuluş Yolu”nun “topluluk hakikati”ni kendi zamanlarının şartla rında bütünleyen ve ihtiyaçlar ve mevzular çerçe vesinde görünen hiçbir halkaya ters düşmeksizin, kendi zamanımızı bütünlemek... Kurtuluş yolu nun sürecini veren izâhımıza da “sır idraki” ile bakmak gerekir.
SÜZGEÇ ÖLÇÜLERİMİZ Bütün sistemler, kendi haklarını, hakikatle rini, varamadıkları hakikati, ancak İslâm’da bu labilirler; ama kendi isimleri, istiklâlleri ve mahi yetleriyle bulamazlar. Öyleyse onları İslâm’ın ha mamında yıkamak gerek!.. İBDA’yı bir daire farzedersiniz, onun MERKEZ’i, kendisini ölçülendirirken, kendisine nis-
195
betle mevzuya sarkacak olan için bir “tatbik edil mesi gereken”dir... Bu hususu belirttikten sonra, “tasarruf hakkı” ve “yüzyıl diyalektiği” bahislerin de üzerinde duracağımız iki ölçülendirme: — “Büyük Doğu’nun zâhiri hâlinde, ona aykı rılık belirtmeden ve rahmete vesile bir farkta, AĞAÇ İÇİNDE AĞAÇ YETİŞTİREN TOMUR CUK hüviyetinin gereği... BÜYÜK DOĞU ÇER ÇEVESİNE GİREN HER ŞEY BÜYÜK DOGU’NUNDUR!” Ağaç ve tomurcuk farkını belirttiğimize göre, tomurcuk, yâni İBDA, yaptığı işin sırrını BUYUK DOĞU diye gösterir: — “Bu taife elini küfre değdirse Şeriat do ğar!”
• Tedaî... Yâni domino taşlan gibi, bir iştirak noktası üzerinden bir fikrin başka fikirlere yol aç ması... Frenkçe’de buna “fikirler şirketi” ismi ve rilir ve ruhiyat ilminde nazarî ve tatbikî bahisler tahsis edilir. Meselâ bir zamanlar büyük bir yan gından paçasını güç kurtarmış bir adam, karşısın da biri kibrit çaksa hemen alevleri tedaî edebilir ve hassasiyet derecesine göre türlü rahatsızlıkla ra düşebilir. İşte biz, Büyük Doğu Mimarı’nın ifâdesinde olduğu gibi, meselelerle Büyük Doğu arasında sü rekli mekik dokuyanız. Nasıl dokuduğumuzu da, bir yanda fikir, diğer yanda ise kendi tefekkürü müz üzerine kanunlan billurlaştırarak gösteriyo ruz. Büyük Doğu Miman’nın verdiği reçeteden bildirelim ki, İBDA’nm memuriyeti, fikir plânın da, “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” hikme tinde belirmiştir.
196
Bir dünya görüşü gerçek bir organizma bü tünlüğü içinde yaşanınca, “nasıl” ve “niçin” buudlan çerçevesindeki ilişkilerin mahiyeti, sebep-netice alanını aşar ve hayatiyet merkezi “bilinmezsır”da birleşir... Mâlediş, yalnız kendimiz olan bir iç âlem istidadına âit bir iş iken, bunun mihrakın da “konuşanı konuşturucu” bir liyakat seviyesi, bunun da mihrakında “has idrak” birliği var... Bü yük Doğu Mimarı ve İBDA merkezi bu!.. Bir dairede başlangıç ve neticenin üst üste geldiği nokta, fikirde çoğu zaman en alt keyfiyet le en üst keyfiyetin birbirine karıştırıldığı yerdir ki, bunu, aynı kelime klişeleriyle aynı şeyden bah setmeme davasıyla misâllendirebiliriz... Büyük Doğu çerçevesine İbda mihrakının usul, üslûp ve tarzıyla giren her şey, tıpkı savaşta kâfirin ölünce murdar, müslümanınsa şehit olması gibi, hizmet ettiğine nazaran rütbe kazanır... Meselâ: — “Ben Hakkım!” Firavun söylüyor ve doğrudan doğruya kü für!.. — “Ben Hakkım!” İslâm büyüğüne âit ve kendi benliği tüken dikte, Allah’ta fâni olmanın sekr hâlinde söyleni şi!.. Yâni, birinde Allah’ın lâneti, öbüründe rah meti var!.. Bu misâl, İBDA’mn eserler boyu bugüne ka dar tatbik ettiği diyalektiğin en çarpıcı yönlerin den biridir ve “elini küfre değdirse Şeriat doğur mak” ölçüsünü, kelimelerin klişesine ve cümle ya pısına bile ellememecesine tatbik etmenin mihra kını temsil edişine tam uygundur. Bizzat şu misâ li tedarik eden “malûm-kendinde obje”yi kıymet lendirmek yeter!..
197
İlhama açık ve anladığını kendi terkibinin unsuru yapan bir fikir görüntüsüyle, mânâsız lâfizcı ve anlamadan kullanan arasındaki soyluluk farkını idrak etmek fazla zor olmasa gerek!.. İBDA diyalektiğinin, “dil” ve “mânâ dili” bah siyle içiçe, “malûm-kendinde obje” kumaşından, yâni “idraki idrak” yolunu açıyor oluşundan gelen bir ilke... Bu husus, “ilhâm” ve “mâletme” mesele sinin en önemli eşiklerinden biri: Hakikatler Allah’ın tecellisidir ve bu tecellile re ayna olan idrak, bunun ifâdecisi olurken, bu hikmetlerin hangi idrak aynalarında ve ne gibi hikmet tecellilerine yataklık rolü oynayacağının bilicisi değildir. O hikmet, hangi hikmetlere ay na?.. Batı tefekkürü karşısında İBDA mihrakı, kendinin hasrı içinde olanı gösterendir!.. Haki katleri, hakikatin hakikatine nisbetle değerlendi ren!.. Meseleyi ortaya koymak, ortaya koyulması gereken malzemeyi bulmak, düşünme ve tartışma alanına “kafalara yeni imkân sunma” biçiminde aktarmak, işlemek, ihtiyaç duyulan gizliyle, ihti yaç plânına çıkmamış “mümkün”ün alacakaranlı ğında doğacak olanı işaretlemek... Süzgeç ölçülerimiz geniş mânâsıyla “Kültür Davamız” isimli eserimizde verilmiştir... Hadîs meâli: — “İlim müminin yitik malıdır, nerede bu lursa alır!” Almanın nasılını ölçülendirmek, yitik malı tanımak; bunun için de, Büyük Doğu Miman’nın muradının hangi noktalar üzerinde toplandığını biliyor olmak gerekir.
198
İBDA mihrakı, meselelerin BUYUK DOĞU gözüyle görülmesi, gösterilmesi ve ölçülendirilmesi işini yaparken, izâhmı yaptığımız “mânâ” ve “klişe” ilgisi içinde Büyük Doğu verimini doğru dan kullanmakta; 40 senelik Büyük Doğu müca delesinin temin ettiği tebliğ ve telkin zemini üze rinde, tedailer ve işaretlemeler yoluyla, hem NISBETi muhafaza ederek, hem de nisbeti muhafaza ettiğini -tefekkürü üzerine kanunları koyup- gös tererek, okuyucunun göz ve zihin alışkanlığından istifade etmektedir. Büyük Doğu hatırlanıyor ve meselelerin içinde derinliğine ve genişliğine doğ ru yeni çehresiyle tazeleniyor mu?.. Zaten yap mak istediğimiz ve yapılması gereken iş de bu; yürüyen ve meselelerde zâhir olar Büyük Doğu ki, İBDA!.. Bu nisbet içinde “dış”m süzülmesine gelin ce... Antitezleri bile şifaya tahvil edici bir metodla; ve bir İslâmcı tefekkür sentezinin, çiti içinde derinleşeceği ve yayılacağı alanda antitezlerinin hakikatlerini gösterme mecburiyetiyle hareket... İslâmcı bir tefekkür sentezi, dünya çapında bir hesaplaşma sürecinde doğmaktadır!.. O hâlde, İs lâm dışı olanların kendilerine âit kalıplar -d ü şünce form ları- içinde konuşurlarken, adeta mev zuun kendisi de onlara âitmiş zannı içinde bulun maları gözönünde tutulursa, onların alışkın ol dukları kalıplardan kendi mânâmızı fışkırtmak marifeti, düşünülsün ki ne muazzam bir iş!.. Ve bu işin temeli, İBDA’nın “kendinden zuhur” mâ nâsında!.. Hem dış’m tecrübesinden istifade, hem onla ra hitabederken göz tecrübelerinden istifade, hem hakikati söyleyene bakarak öğrenmeme, hem de bunu böylece karşı tarafa gösterme işi bir arada!..
199
SÜZGEÇ VE ŞEKİL Olukta olgunlaşan damla, kopacak hâle gel meden tam bir şekil ve kalıp doldururken; an, o harikulâde verimini mumdan altı köşeli duvarlar içinde istif ederken; örümcek zikzaklı şarkısını lif lif örgüleştirirken; yemişin her nevi, lezzetine gö re bir renk ve çizgi plânını işaret ederken, şekil ve kalıptaki derin s im hissedememek, sadece ah maklıktır. Kâinat manzumesinde ruh ve madde arasındaki sıkı ve mahrem münasebette, şekil ve kalıp, mânânın iskeletidir. Şekil mi muhtevayı doğurur, yoksa muhteva mı şekli?.. Her şeyden önce bilmek lâzımdır ki, “o mu ondan, o mu ondan?” zıtlıkları, hayatın aslî ka rakteri olan “sır”da birleşirler. Büyük İslâm veli sinin Batı’yı hayran eden ve her ilmin müntehasında tecelli eden bu hikmeti belirtişi: — “Zıtlar birleşselerdi, bir daha ayrılmazlar dı!” Ibpyekûn kâinatın bütün unsurlarıyla insan da toplu oluşuna bakarsak, demek oluyor ki, “muhteva” ve “şekil”, “mâlûm-sır”n n hasrı içinde iki beliriştir. Ve “şekil” belirirken “muhteva”, “muhteva” belirirken de “şekil”, birbirine nisbetle ihtiyaç belirten ve birinde diğeri bulunan bir fark lılaşmadır ki, “malûm-sır”n n vasiflanışma nisbet le birdir.
• Başın başında “şekil” şudur: Hissin hayâle üstünlüğü yoktur... His hayâle şekil ve suret ve rir; ve hayâl, şekil ve suret ile etkilenir. Hissin “ifâde”si mevkiindeki şekil, ebediyyen, duyulan ve
200
hissedilenin gayn değildir... Hakikat bu olmakla beraber, hakikate şahitlik eden insan onun ifâdecisi olurken, malûm-sımn meçhul olmasına nisbetle, onun aynı da değildir: — “Bir melodi ele alalım... Bu melodi, sadalardan meydana gelmiştir; fakat, bütünü bakı mından bir ferdîliğe ve vahdete maliktir. Nitekim aynı melodiyi başka bir tona nakledersek, bu nak letme değişmeyen tek bir sada kalmadığı hâlde, melodiyi mükemmelen tanınz. Demek ki şekil, unsurların verimi olmak şöyle dursun, bilâkis bu unsurlardan bağımsızdır.” Şayet insan idraki “nesne-obje”lerle bağlı ol saydı, korkunç bir kanşıkhk meydana gelir ve meselâ yanımızdan uzaklaştıkça küçülen bir ada mı küçüklük idrakiyle bir çocuk olarak algılama mız icâbederdi. Şeklin hakikatini bu türlü mütalâadan doğan tabiî netice şudur: Meselâ, eşya ve hadise insanlar karşısında “neyse o” dururken, her insamn onda gördüğü, kendinin aynıdır. Verdiğimiz misâllerden de anla şılacağı üzere, şayet idrakin “şekil”den farklı yö nü gözönünde tutulursa, o zaman da eşya ve hâ disenin “neyse o” dururken her insana verdiği ay nıdır!.. Öyleyse, hâdiseye yanaşan şuurlardan hangisi doğru?.. Hakikatin hakikati ne?.. TENKİT ŞUURU bahsinde ele alacağımız mesele ile, “süzgeç ve şekil” bahsine kadar ele al dıklarımızı, -aslında eserler ve mevzular boyu ele aldıklarımızı-, SÜZGEÇ ölçülendirişi olarak ha tırlatırsak ve “şekil” bahsinde söylediklerimizi gö zönünde tutarsak, “iç” ve “dış”a doğru İslâm’ı tat bikten bahsin, “şekli muhtevalaştırmak” ve “muh
201
tevayı şekilleştirmek” demek oluşunu anlanz!.. Dava, neyin neye göre “şekil” ve “muhteva” olduğunu bilmekte: Meselâ İBDA, Büyük Doğu muhtevasına nisbetle şekildir... Niçin?.. Çünkü İBDA muhtevası, Büyük Doğu’nun şeklindendir!.. O şekle muhatap anlayışların hakikatlerinin ha kikatini temsil eder!.. ŞEKİL’in bakana nisbetle muhteva ve bakandaki muhtevanın İFADE’ye geçmekle şekillenişi anlaşıldı. Diğer bir dava: Her mevzuun kendi usul, esas ve kurallarıyla ele alınabilir oluşu hikmeti de içinde, şekilden şekile geçiş, aradaki muhteva gözönünde tutulmazsa, aşırmacılıktan ucuzculuğa kadar her türlü sahteliğe yol verir... Yâni, “şuur süzgeci” ölçülendirişi, bunun karakteri ve muhte vası olmadığı zaman... Çünkü bu takdirde “şekil”, herkesin keyfine ve seviyesine terkedilmiştir. Bu mevzuda İBDA mihrakının ölçülendiriş çizgileri, ‘Tasarruf Hakkı” ve “Bu Yüzyıl Diyalektiği” ba hislerinde görülecektir.
TENKİT ŞUURU Tenkit şuuru, her şeyden önce “malûm-kendinde obje” mihrakından bir şubeyi, onun yönünü temsil eder; bir beliriştir... Bu vasfiyladır ki, eşya, hâdise^ eser ve yazan hakkında hüküm verici, bağlı olduğunun uygulayıcısı ve onun adına inzi battır... İBDA mihrakının BUYUK DOĞU adına rolü gibi!.. “Değerlendirici” faaliyetten sonra, bizzat onun da temel mantığını bulacağı, “düşünceye tenkidi şuurla yaklaşma” bahsine geçelim... Bu mesele, aynı zamanda fikirde bir metod ve bizim açımızdan bütün İnsanî verim şubelerini dinî hik
202
metlere aplike etme ve asıllanna bağlama işi ile ilgili... O hâlde bizzat “düşünce”nin ele alınışıyla da ilgili.
• Bugünkü Batı tefekkürü de varmıştır ki, ben liğin içine çekileceği mücerret bir âlem telâkkisi ne bağlı iç hâllerin tahlili artık kalmamıştır. Bu, benliğin mevcut farzedilmemesi demek değildir; bilâkis benlik mevcuttur, hattâ her zamankinden ziyâde mevcuttur. Bu benlik, ancak kendisini aşan bir realite ile münasebeti içinde mevcuttur; zira her şuur, maksatlıdır, yâni “nesne-obje”yi he defler, bu nesne ise, bir iç hâli değil, mevcut bir varlıktır... İşte “fenomenolojik-tasvirî” tahlil, bu hedeflemelerin tahlilinden ibarettir. Dış’ta, “içi dışta takip” şuuruyla bulunmak; İslâm büyükleri nin ifâde ettiği, “kişi, üzerinde bulunduğu işin za manı içindedir” hikmeti. Bu, problemleri doğrudan doğruya kucakla yış, bizi realitenin ortasına ve adeta macerası içi ne atıverme, düşünce ile ilmin kâinata dair sözde kesin olan herhangi bir nazariye ile durdurulma ya elbirliğiyle rıza göstermeksizin birbirine ayak uydurarak yürüyüş tavrı; ve nihayet, karmaşık hâdiseleri basit hâdiselerle izâh eden umumî nazariyelere karşı oluş... Bütün bu doğrular, adeta âletleri hazır bir doktorun, doğrudan ameliyata yönelik ve âlet teminini mevzu dışı yapmış çaba sını gösterici... “Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız” hikmetindeki iki yönden, “bu iş ne akılla olur...” yönüne ağırlık vermek gibi... Napolyon’un, “önce sağlam bir kavgaya gir, sonra düşünürsün ne ya pacağını” sözündeki doğruluğun da, kavgaya gi rince ne yapacağını bilen bir potansiyel için geçer li oluşu gibi.
203
O hâlde, hâdiseye yanaşan şuurun değerlen dirici malzemesi olmaksızın olmaz!.. Bunun mev cut farzolunmasmdan sonradır ki, bizzat bunu te min edenin de “malûm”u ile ilgisi ve “ilim malûma tâbidir” ölçüsüyle, ister “tümevarım” ve isterse “tümdengelim”e mevzu meselelerde, şuurumuz pıhtılaşır. Dikkat ediliyorsa, bu görüş çerçevesinde “âlem” ve “ben”in birlikte bulunuşu, nesneyi he defleyen şuurun “realite ile münasebetinde” mev cut oluşu, problemleri doğrudan kucaklayış ve kendi kendinde tükenen sistem anlayışından ka çış hâlinde; kısaca, iç’in dış’ta “bulunuş”u idrakiy le dış’a bakmak şeklinde bir usule varıyoruz.
• Karşımda rüzgârın tesiriyle bir ağacın yap raklarının kımıldadığını görüyorum... Hiç değilse bu intibaımı bu suretle naklediyorum. Fakat kul landığım tabirde ağacı ve onu sallayan rüzgârı zikrediyor, hadisenin fizikî bir izâhma da girişmiş oluyorum. Hattâ bu izâhı daha da ileri götürerek, aynı maksatla yapraklan kımıldatan muvazene nin kanunlannı, ışığın yayılma kanunlannı, ışık intıbâma ve sinir uyanbşımn nakline âit kanun lara vesaire gibi, daha birçok şeyleri sayıp dökebi lirim. Halbuki bir yandan geçmiş tecrübem, bir yandan da öğrenebildiğim kadar fizik ilmi saye sinde, derme çatma meydana getirdiğim bu fizik realiteleri, fazla'olarak da “kavrayışım” dışındaki varlıklarını iddia ettiğim birtakım nesnelerin karşılıklı tesirlerine dayanan bütün bu izâhı ben, şimdi bir yana bırakmak istiyorum; yalnız ve an cak görünenle, fenomenle, bu saf ve yaşanmış intibâ, yâni akışla yetinmeyi arzu ediyorum. Fakat bu tasviri yaparken ben, yalnız dış dünyayı düşü
204
nen fizikçinin aksine olarak, intibâımı, ne onu du yan şuurumdan, ne de vücudumdan ayıramam; intibâımı, kendimle eşyanın birlikte ve aynı za manda verilmiş bir varlığı, bir “birlikte hazır bulunuş’i ı gibi yaşarım. Bu münasebet, sebep-netice arasındaki “determinist-müayyeniyetçi” bir bakı şa mevzu münasebetten apayrı olan nevi şahsına münhasır bir münasebet nevidir; çünkü, yaşan mış tecrübelerden meydana gelme bütün bu sayı sız akışlara âlem ve dünya adını verirsek, bu âlem bensiz olamayacağı gibi, ben de onsuz olamam; âlem benim varoluşumla var... Fizikçinin görüşü nü benimseyerek, benliğimizi vücudumuzdaki cisimlenişinden, vücudumuzu dünya içindeki varlı ğından ve dünyadaki nesneleri de, birbirinden tecrit edişimiz, sırf ayırma yoluyladır. Öyleyse bu görüş, fizikçinin âlemini ortadan kaldırmak değil de, bu âlemi muvakkaten sadet dışı yapmak, “cemiyet-deveran” dışı bırakmak, yani nazarımızı bu sırf yaşananın tahfifine hasretmek için hür kıl maktır. Bu usulle düşünce, yâni fenomenoloji, sırf tasvirî -şahitlik edici- bir ilim oluyor.
• Dışta, “iç’i dış’ta takip” şuuruyla bulunmak; İslâm büyüklerinin ifâde ettiği, “kişi üzerinde bu lunduğu işin zamanı içindedir” hikmeti... Dış’ta, “dış’a bakan iç” şuuruyla bulunmak; bu birlikte hazır bulunuşu, içte ve o ânda teşekkül eden “yaşanan-ölçülendirme”den takip etmek... Daire sırrı gibi, çevrede “merkez-ben”i gör mek; ve merkezi çevreye nisbetle tayin etmek şek lindeki bu iki hakikat, “Kişi kendi nefsini bildi ğince Rabbini bildi!” ölçüsünün içindedir; Allah’ın nefsini bilmek isteyenkimse âlemi bilmelidir, çün kü nefsini bilen, nefsinde beliren Rabbini de bi
205
lir... Kısaca, her iki bakış da müntehasmda-nihâyetinde üstüste gelen bir BİRLİK’tedir. Dikkat edileceği üzere, Büyük Doğu ile mese leler arasındaki İBDA süzgeci de, “tenkit şuuru” ile birlikte bu deveranın hüviyeti içindedir.
TASARRUF HAKKI Tasarruf hakkı... İdare, sarf, muhafaza, sa hiplik, kullanma, arttırma, karışıp müdahale hakkı. Bu hak, her şeyden önce ve âşıkm mâşuka nisbeti hâlinde, hâkim ve sahip olunmak, yaka lanmak ve zaptolunmak, kısaca, müessirin tecelli edeceği eser şartlarına malik bulunmak hakika tinden sonra, tıpkı bir çocuğun büyük ve küçüğü teshir edici hüviyeti gibi, hâkim ve sahip olmak, yakalamak ve zaptetmek, müessirin göstericisi ve delili olmak, tek kelimeyle onun sırrı olmak şart larını ihtiva eder. Topyekûn kâinatı, bütün oluşla rı, görünüşleri ve varlık sırlarıyla tek cümleye in hisar ettirir gibi, ÎBDA’mn “iç” ve “dış”a doğru ta sarruf hakkını, nasıl ve niçini ile, yol, usul, esas ve gayesi ile, Büyük Doğu Miman’nın İBDA mih rakına dair şu tesbitinde ifâdelendirebiliriz: — “Kuru sıkı pohpohçular... Pohpoha bak mam, kıymeti yok!.. Benim hayatımı yazabilecek tek insansın... Tek kelimemin bile israf olmadığı na inandığım tek sen varsın: Sokrat ve Eflâtun gi bi... Eflâtun, eserlerinde hep Sokrat’m fikirlerine yer verdi; ondan öğreniyoruz!” Sokrat ve Eflâtun... Biri metodu, diğeri idea lizmi getiren!.. Küllî Ruh-Küllî Malûm’u temsil eden Allah
206
Resûlü’nün hakikatinde, “gören Allah, göreni gör düren Allah, görünen Allah” sırn tecelli ediyor; bunu “İslâm kalbin yolu” bahsinde belirttik... Ve, Allah Sevgilisi’ne riayet nisbetinde, bu sırdan pay sözkonusu ki, hakiki ilim, hakiki “malûm”dan mahçup olmamak, bunun için de nefsini bilmek tir... işte ölçü: — “Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi!” Dikkat edilsin: Yapanı yaptırandan gelici tec rit bünyesinin hakikatini ve Büyük Doğu Miman ’mn “tek kelimesinin bile boşa gitmeyişi”nin mâ nâsını çerçeveliyorum!.. Büyük Doğu Miman’mn söyledikleri, “muarrif-tarif eden”imizdir. Bize düşen de, onun hük münün ispatçısı olmak, söylediklerinin “muarriftarif eden”i olmaktır... Bahsin ince sırlarından bi ri buradadır: — “İç âlemine AYNİYET tecelli eden, ilim ve tevhid ehlidir. Bu makamda âlim veya cahil oldu ğunu bilmen gerekirse, söylediklerine veya hayâl ettiklerine itibar etme. Yâni, sözlerindeki güzel liklere ve hayâlinde güzel ve çirkin gördüğün şey lere nazar etme. İçindeki tecelli GAYRIYET ile midir, AYNİYET ile midir, ona dikkat et. GAYRİYET ile ise, bütün kitapları ezberleyip yutmuş ol san, hakikatte âlim değilsin. Eğer AYNİYET ile ise, ümmî de olsan hakikatte âlimsin; Rabbânî âlim... Sen, RABBİM İLMİMİ ARTTIR, duasım dilinden hiç düşürme!” Aslında herkesin bedahetle iş yapıyor olması nın üzerinde durduk... Yukarıda da, hakikâtin ha kikati hâlinde bedahetin ne olduğunu görüyoruz. Mânâların surete bürünmeden ebediyen biline meyeceği gözönünde tutulursa, Büyük Doğu Mi-
207
m an’mn “tek kelimesinin bile boşa gitmeyişi”nin ispatçısı olmak, ispat edilenin hakikatinin görü nebilmesi gereğidir, bu da malûm. Demek oluyor ki, Büyük Doğu’nun zâhiri olan İBDA, Büyük Doğu Miman ile zâhirde nisbetini, yâni fikir nisbetini korur ve bu çerçevede “ya panı yaptırandan gelici bir tecrit derinliği” hikme ti içinde onun adına konuşurken, yine zâhirde ha kikatinin neye nisbetle denetlendiğini de göster mektedir: Büyük D o ğ u ’ya !.. Yapanı yaptırandan gelici bir tecrit derinli ğinden Büyük Doğu adına konuşuyoruz ve onun derinliğine ve genişliğine doğru ispatçısı oluyo ruz... Öte yanda, Şah-ı Nakşibend Hazretlerine âit ölçü: — “Mutlak tevhid mümkün değildir!” İBDA, Büyük Doğu değil, Büyük Doğu’dandır... Bu yüzden de Büyük Doğu!.. Büyük Doğu Miman’mn “tek kelimesinin bi le boşa gitmeyişi” meselesini gözönünde tutarsak, İBDA’nm “feb’i-teferruat” cinsi meselelerde doğ rudan doğruya Büyük Doğu üzerinde bile tashih hakkının olduğu açıktır!.. Yakından bakarsak: Misâl bu ya... Ciğerinin beş kuruş etmediği ortaya çıkmış bir küt profesöre, resmini çekmesi dolayısıyla “ruhumun fotoğrafım çeken sevgili” demiş. İslâm’ı lâikliğe monte eden bu budala, her ne kadar Üstad’m onun hakkındaki kanaatini biz biliyorsak da, bilmeyenlere kendini onun yakını gibi göstermeye yelteniyor. Kaç türlü cinayet?.. Her ne kadar Ustad’ın uşağının da onun yakını ol duğunu, ama bu yakınlığın bir fikir ve ruh kıyme ti yakınlığı olmadığını söylüyorsak da, o budalaya fotoğraf vesilesiyle elde edilmiş o nezaket ifâdesi
208
nin bile “tek kelimenin boşa gitmeyişi” meselesine nisbeti?.. Onu nakzetmiyor mu?.. Etmiyor!.. Çünkü, askn görünebilmesi için gerekli araz hükmündeki bir fark ve “rahmete vesile bir ihti lâ f’ sırrı içinde İBDA, budala profesörü o hitaba lâyık görmüyor!.. Ve İBDA’mn bu hükmü, “toplu luk hakikati”nin tecellisi olarak Büyük Doğu’nun oluyor!.. Ve boşa gitmiyor!.. Ve boşa gitmeyişinin delili de İBDA!.. Ve hükmü veren İBDA, delilini de bizzat kendisinin delili olduğu Büyük Doğu’dan gösteriyor!.. İbda Mihrakı ne mi?.. 40 senelik bir arayışla bulunan: — “Benim yanıma bugüne kadar hep budala hayranlık tavrı gösterenlerden başka kimse gel medi... İş yok!.. Benim için bana karşı gelecek, ar kamdan kavgamı yapacak, fikrini ileriye süre cek... Başımı dizlerine koyup yatarken, sırtımdan emin olabileceğim bir dost... Çok şükür buldum!”
• Tasarruf hakkımızı en başından işaretledik ten sonra hemen belirtelim ki, Büyük Doğu şuu ruyla üzerine yürüdüğümüz meselelerde, “toplu luk hakikati” yolunun işaretleri terazimiz ve inzi batimizdir. Süzgeçten geçirdiğimiz veya hesaba çektiğimiz İslâm dışı çevrelerin fikirleri ise, bizzat tâbi oldukları işlemden de anlaşılacağı üzere, bi zim için netice fikir değil, değer ölçüsüne vurula rak neticelendirilecek fikirdir. Tabiî ki bu İslâmî hüviyeti içinde de, “hepçilik” yolunun “hiç”e aykı rılığı gibi bir hakikat belirtirler. “Nasıl” ve “niçin”ini “Süzgeç Ölçülerimiz”de anlattık.
• “İç”e doğru fâni olma ve “dış”a doğru müdîr-
209
hâkim tavrı temsil edebilmenin ön şartı, bir bün yede kana dönüşen gıda maddeleri gibi, “mâlediş çetinliği”ni yaşamaktır... Bunun cezbesi... Bu ya şanmadan, kendi oıjinine ve kendi dünya görüşü nün orjinine nisbetle “tahvil edici” bir mâlediş tarzı bahis mevzuu olamaz. İşte bundan sonradır ki, İBDA diyalektiği ve verdiği tasarruf hakkıyla sarkılan her mevzu, İBDA merceğinden Büyük Doğu’ya nisbetin bütünü hâlinde bir gelişmenin parçasıdır; bu gelişme içinde de her unsur, bir di ğerinin inkişâfına yardım eder. Ruhun aynada ak si hâlinde, yansıyanı tekrar terkibe katmak; bir birini sonsuz sayıda tekrar gösteren karşılıklı ay nalar gibi, oluşumlar içinde hep yeni kalmak ma rifeti... İBDA merkezinin bizzat Büyük Doğu üzerin de bile bulunan ve yaptığı doğrudan doğruya Bü yük Doğu’nun olan tashih hakkı, her türlü faali yetin İBDA inzibatlığında gerçekleştirileceğini gösterir. Bu, Büyük Doğu’ya vücut veren nefese nisbet gereği olan mesuliyetin belirtilmesinden sonra bilinmesi lâzım incelikler, “âlem ve dil” bah sinde.
YÜZYIL DİYALEKTİĞİ Bu yüzyılın İslâm diyalektiğini, -İbda diya lektiğini-, doğrudan doğruya “Yüzyıİ Diyalektiği” başlığı altında gösteriyoruz; mevzuları bu başlık tan topluca seyrettirerek aşılama ve uyarma...
• Zaman, KADANS dedikleri ahenk helezonu na vakaların posasını değil de keyfiyetini yerleş tirme işinden başka gaye tanımaz. Bu “tarihî-
210
zamanî” şuur önünde, kronolojik tarih ve tarihî “konjonktür-devre”lerin her dilimi, zamanın maksathlığı açısından bütün dilimleri içinde barındı rır... Bütünün parçaya tecellisi hikmeti!..
• Parça, bütünün habercisi, sırrı, delili ve sira yet edilenidir. Bir şeyin başka bir şeye sirayet ve nüfuzu, sirayet ve nüfuz eden şeyin, kendisine si rayet ve nüfuz edilen şeyle perdelenmesidir. O hâlde, zamanın gaye noktasına nisbetle tarihî “konjonktür-dalga” dihmleri zâhir hükmünde; ve gaye noktası da, ayn ayrı hakikatleri belirten bu dilimlerin gıdası, “bâtın”ı hükmündedir.
• İçinde bulunduğumuz yüzyılı İslâm’ın fetih ve oluş-oluş ve fetih dönemi olarak ilân etmek, ZAMAN HÜKMÜ bakımından İBDA memuriyeti nin zâhir ve bâtın ölçüsüyle ifşâıdır da. Bu mânâ nın şahidi, kaynağı, sirayet ve nüfuz edeni ise, feyz aldığı mihraka nisbetle “alıcı-verici” rolünde billurlaşan bir hüviyetin mimarisi olarak, BÜ YÜK DOĞU’dur.
• Büyük Doğu Miman’ndan bize tevdi olunan mânânın özü şudur ki, Büyük Doğu’nun muradı ve maksadı, onun ancak İBDA buudunun görünü şünden tahkik edilebilir. İBDA, “iç”e doğru olmak ve “dış”a doğru oldurmak borcu altında, fikirde, ilimde, sanat ve aksiyonda, Büyük Doğu’nun fetih ve oluş buududur; “nakşî-nakkaşlık” mânâsı, madde plânında da, genişliğine insan oluşunun en büyüğünü, devleti gözleyici. Her şeyden önce bilinmelidir ki, İBDA, yakış
211
tırma bir isim değil, zamanın mânâsıyla mutaba katı olan ve bu yüzyıl İslâmcı diyalektiğini temsil eden bir “netice-oluş” hakikatinin belirtilişidir. Emri duyuş ve ona itaat hüviyeti ki, vasıflandınlış hikmetini “kendinden zuhur” ifâdesinde bulur.
• İBDA’mn, derinliğine ve genişliğine doğru buluş, oluş ve fetih diyalektiği, “kendinden zuhurkendinden fiil”inin sırrına, “ilim malûma tâbidir” düsturunun çerçevelediği ve temas ettiği herşeyi “kendinde mevcut” görüşün hikmetine dayalıdır. Malûmun ilmi!..
• İBDA’yı, fikirde, ilimde, sanatta ve aksiyon da, zamanın mânâsıyla mutabakatı olan bir key fiyet olarak tebliğ etmek, onun memuriyet alanı nı olduğu kadar, beslediği ve besleyeceği kadro nun kanma karışacak erzak ve malzeme dağıtıcı lığı rolünü de gösterir.
• Yiyenin vücuduna dahil olunca hiçbir parçası baki kalmamak üzere bedene yayılan ve bedenin her zerresine sirayet eden gıda misâline eş, lâfta veya temenni olarak değil, memuriyet ve keyfiyet hakikatiyle İBDA, bütün İBDA alanlarındaki karşılıklı anlayışsızlıkları ve aykırılıkları kaldırı cı gizliliğin belirmesi, bunun görünmesi zamanınındır.
• İlâhî ilimlerden her birinin hepsini kapsadı ğını ve bir tek hadîsin hikmetine erenlerin, -tabiî ki zamanüstü mânâsıyla-, bütün hadîsleri bilmiş olacağını, bununla birlikte her birinin ayrı haki kati bulunduğunu kavrayanlar, kıyas zevkiyle takdir ederler ki, Büyük Doğu’ya nisbet içindeki
212
İBDA’da mevcut olması gereken, nüfuz ve sirayet bahsinde “yapanla görünüşe çıkacak gizlilik” sıfa tının şartı olarak, İFRAT HÂLDE TECRİTTİR. Bu bahiste İBDA mihrakının delili ve şahidi, onun hakkındaki Büyük Doğu Miman’mn hük müdür: — “İfrat hâlde tecrit!”
ÂLEM VE DİL (Allah, sayıya sığmayan güzel isimlerinin âyan-ı sabite âlemindeki suretlerini -mahlûkla rın, kendi ezelî bilgisindeki suretlerini-, görmek diledi. İstersen, “Allah, Vücut ile vasıflanmasın dan dolayı emri hasreden toplu varlık âleminde kendi aynını görmeyi ve bu görüşle kendi sırrını kendine açıklamayı murad etti” diyebilirsin... Bir şeyin kendi benliğini kendi nefsiyle görmesi, o şe yin meselâ ayna gibi başka bir şeyde kendi nefsi ni seyretmesine benzemez. Çünkü kendisine bakı lan mahallin verdiği surette, bakanın kendi nefsi görünür. Böyle bir mahal olmasaydı ve Allah’ın ona tecellisi bulunmasaydı, kendisine bir suret görünmezdi. Halbuki Allah, bütün âlemi ruhsuz bir ceset olarak yaratmıştı. Bu itibarla âlem, he nüz tesviye edilmemiş donuk ve cilâsız bir ayna gibi idi. Allah’ın hikmetinin şanı ise, herhangi bir mahalli ancak rahmani nefes denilen İlâhî ruhu kabul edebilecek bir istidatta tesviye etmektir. Bu da bitmez-tükenmez daimî tecelli feyzinin kabülü tesviye olunan bu surette istidat hasıl olmasıdır. Şimdi bir “kabil-şekil ve suret kabul eden varlık” kaldı ki, o da ancak “Feyz-i akdes: Zât âlemi”nden gelmektedir. Böyle olunca her emrin başlangıcı da sonu da O’ndandır. Bütün varlık O’ndan başladığı
213
gibi, yine O’na döner. Emir, âlem denilen aynanın cilâlanmasını gerekli kıldı. Bundan dolayı Adem, bu aynanın cilâsı ve suretin ruhu oldu... Bilindiği üzere ruh, Allah’ın emrinden, Emr âlemindendir.)
• (Varlıkların hepsi, sonu olmayan Allah’ın ke limeleridir; çünkü onlar “Kün-Ol” emrinde mey dana gelmişlerdir. KÜN ise, Allah’ın kelimesidir. Şu hâle göre kendisinde mevcut bulunması bakı mından kelime Allah’a nisbet olunur mu?.. Nisbet olunsa bile onun içyüzü bilinmez. Yahut Hakkın mâhiyeti KÜN diye bir surete mi indi?.. İş böyle olunca da o surete inerek onda belirmesi dolayı sıyla o suret için KÜN sözü gerçekleşir... Bu hu susta âriflerin bir kısmı bir taraf, diğer bir kısmı da başka tarafa gider. Bazıları da hayrete düşer ve bilmez. İşte bu, ancak zevk yoluyla anlaşılabi len bir meseledir.) (Mücerret bir ilim ve o ilme sahip bir âlim ta sarlayalım... İşte bu ilim ve âlimin kemâllerini zu hur arsasına çıkarmak için icat edilen harfler ve sesler, o mücerret hakikatlerin aynaları mevkiin de kalır, bizzat asıllan ve kendileri olmaz. Harfler ve sesler mânânın bizzat kendisi, ihâta edicisi, ya kın ve maiyeti olmadığı gibi, aslî mânâyı ihâtada ne dereceye kadar ileriye giderse gitsin, nihayet mânânın onlardan da mücerret bir seviyede kaldı ğı, her selim akla malûmdur. Aradaki bütün alâ ka, zâhiriyet ve mazhariyet münasebetinden iba rettir.)
• “Suret olmadan mânâlar ebediyyen tecelli et mez” ve “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden baş-
214
kadir” hikmeti, yukarıdaki izâhlann “O değil, O’ndan; bu yüzdendir ki O” nüanslarında murad birliğini toplar. Kelâm sıfatı Allah’ın, mahlukta da yalnız in sanın... Kelâm, “taayyün-belirmek” mânâsına ge len bir tâbirdir. Taayyün, Arapça “ayan olmakmeydana çıkmak” demektir. (Âlem, Allah’ın İlâhî isimleriyle boşalttığı bir soluktan zâhir olmuş ve bu kudsî nefesin zâhir ol mamasından dolayı mevcut olmayan şeyi, onun zuhuruyla meydana çıkmıştır... Şu hâlde nefesin ilk eseri yine Allah’ta belirdi ve ondan sonra da iş, son varlığa dayanıncaya kadar, hep isimlerdeki zuhur sıkıntısını gidermek için nâzil olarak zâil olmadı... Kısaca âlem, Hakk’m verililerinden bir vecih, lisânlarından bir lisândır. Ve Allah’ı bil mek, O’nu zıtlar arasında birleştirmekle ve O’nun üzerine yine O’nunla hükmetmekle mümkündür. Böyle olunca Hak, başlangıçtır, sondur, aşikârdır, gizlidir. Demek ki O, kendi nefsine zâhir ve nef sinden bâtındır.)
• Kâinat, bütün varlıklarıyla bir dildir... “Hal kın dili Hakk’ın dilidir”... Ve gelelim, malûm mâ nâsıyla dile âit bir hususiyete: İnsan, âlem ve Al lah hakkmdaki bilgisi ve inancını, bir cemaatin bilgi ve inancı hâline getirebilmek için her şeyden önce, “başkası” hakkında bilgi ve inanca sahip ol malıdır. Dil ve işaretler anlaşmaya yetmez; bu sembollerin insanlar arasında ortak bir “mânâ” dünyası meydana getirmesi lâzımdır. Eğer düşün düklerimizi ve inandıklarımızı başkalarına bildi
215
recek böyle ortak bir dünyaya sahip değilsek, yâ ni başka insanların şuuru ile doğrudan doğruya temasa gelemiyorsak, ortak bir düşünce ve inanç kurmamız imkânsız olur. Öyle ise, Allah hakkmdaki inancımız ve bilgimizi bildirebilmenin şartı, “başkası” hakkında inanç ve bilgiye sahip olmak tır. insanı ve İnsanîyi kavrama gücünde değilsek, İlâhî olana inansak ve onu düşünsek bile, başka sına bildiremeyiz. Bu da gösterir ki, İnsanî olana açık ve aşkın bir varlık olmak üzere “başkası” ile bağ kurmadan ibaret ahlâk, dinî inancın ve dü şüncenin şartıdır. İnsan insana açık değilse ve ki şiler arası bir bağ yoksa, dinî inanç ve düşünce, ferdî şuurlara hapsedilmiş kalıt ve bildirilemez; tebliğ edilemez... Yalnız bu “tebliğ ediliş” bile, “başkası”nm “ben”e aşkın varlık olarak açık oldu ğunu gösterir. Kültürün yapısında dilin etkileri, aynı dili konuşan insanların bütün faaliyetlerinde o dilin DÜNYA TABLOSU’nun etki yapmasına dayana rak açıklanabilir... Dil, hayatın bütün alanların da, günlük hayatın en basit hâdiselerinde, ilmin ana formlarında, görenekler ve törelerde, inanç larda ortaya çıkar; dil, her türlü maddi hayatın, tekniğin, ekonominin de şartıdır... Dinde, hukuk ta, felsefe ve sanatta mevzuu vardır. Dilin etkide bulunan gücü, dilde izini bırakan DÜNYA TAB LOSU ile, hayatın bütün alanlarına yayılır. Buna karşılık dil de, her bir alanın özel ihtiyaçları ve şartlan ile kendi çevresini ve yönünü belirler, ona göre gelişir.
• Her dünya görüşü ayrı bir dil ve bu dünya gö rüşüyle sarkılan her mevzu, varlığın muhtevasın
216
dan şuurun çıkardığı ayn bir dil kurma... Bir ağaçta kök, gövde, dal, yaprak ve meyve, nasıl bir birlerinden farklı kemmiyet ve keyfiyet içinde bir ağaç bütününü teşkil ediyorlarsa, İslâm’a muha tap anlayışın dünya görüşü ve onunla sarkılan meseleler de, mevzuun getirdiği kemmiyet ve key fiyet farklılığı içinde, İslâm’a muhatap anlayışın bütününü teşkil eder. Bu anlayış bütünü de, herşeyin Allah’ın emirleri içinde fanî ve gaip olması ölçüsüyle, isimlendirme dışında müstakil bir hü viyet belirtmez. İslâm’ın eşya ve hâdiselere tatbikine dair bu muhatap anlayış, dünyada hiçbir örneği olmayan Büyük Doğu-İbda sisteminin mahiyetini belirtir ken, İbda’nın Büyük Doğu’ya nisbetini ve giderek bu bütünden hareketle CEPHE olarak vasıflandı rılan ve bulunduğu yerde sistemin bizzat kendini temsil eden VERİM SAHİBİ’nin nisbetini de va sıflandırır... Bu ölçülendirmeleri yerli yerine otur tan hikmet şudur: — “Bir şeyin diğerine sirayet ve nüfuzundan bahis, sirayet ve nüfuz eden şeyin, sirayet ve nü fuz edilen şeyle perdelenmesidir!” Birbirine nisbet belirtici tatbik verimini gös teren, perdenin bu yanında kalan muhtevadır... Neyse o!.. Böyle bir muhteva istidadına sahip olan, tarzını da bulur, has mevzuunu da çerçeve ler, anlatma usûlünü de billûrlaştırır!
ZITLARIN BİRLİĞİ Mutlak tevhid mümkün değildir... Bu haki kat çerçevesindeki sayısız hikmetlerden birincisi şudur: Bir şeyin diğerine sirayet ve nüfuzu, sira yet ve nüfuz eden şeyin, sirayet ve nüfuz edilen
217
şeyle perdelenmesidir... İkincisi: “Allah’ın her ân bir şe’nde olması”na nazaran, varoluşun nihayetsizliği... Üçüncüsü: “Zıtlar birleşebilseydiler, ebe d id e n ayrılmazlardı” hikmeti çerçevesinde, mut lak küfrün mümkün olmaması!.. Mutlak küfrün mümkün olmaması... “Herşey zıddıyla kaimdir” hakikatine nazaran, “tez” olan “imân”a nisbetle küfrün “antitez” belirtmesi... Bu nun yanında hatırlanması gereken: Kâfir her yap tığı ve söylediği yanlış olduğu için kâfir değil, Al lah’a inansa bile onun Resûlü’ne itaat etmediği için kâfirdir... “Allah indinde din İslâm’dır” Ayeti ni hatırlarsak; Allah’ın bâtınındaki dinin Allah Sevgilisi’nin dilinden tebliği, Allah’ın rızasının zâhirde de nerede olduğunu gösterir ki, Şeriat’ten kıl kadar taviz verildiği zaman niçin küfre düşü leceğinin hikmeti de buradadır... “Az” veya “çok” gibi kilo hesabına ve kemmiyet hesaplarına gel meyen ve her şeyin bedahet idrakine ısmarlandı ğı bir idrak buudunda, küfür de, imân gibi bir bü tündür... İmân, O’na ve getirdiğine olduğuna göre, kıl kadar bir red tavrında bu bütünlük bozulur; ve teşekkül eden, imânın mukabil kutbu, yâni küfür dür... Kâfirin her söylediğinin ve yaptığının yanlış olmamasındaki hikmet, onun yeryüzünde imân kutbuna mukabil inkâr kutbu olarak, var olabil me şartıdır... Buraya kadar üzerinde kısaca dur duğumuz meselelerden çıkan birinci netice şudur: “Gözde yuvalanan O’nun nuru” hikmeti -m utlak küfür mümkün değil ya!-, kâfir de, kabul etse de etmese de, bilse de bilmese de, O’nun kadrosu dur... İkinci netice: Şayet O’nun nuru sözkonusu olmasa, kâfir, insan olmazdı... Kâfir, insan olma sına insandır, ancak, Allah’ın Kur’ân’ında “Bel-
218
hüm adal-hayvandan aşağı” diye bildirdiği bir de recededir; bu derece, insandaki “ruh ve nefs” şek linde “tez” ve “antitez”in meydana getirdiği kalb hakikatine mukabil, kutuplardan birinden birini gerçekleştirmek diye bir memuriyeti bulunmayan ve zât s im neyse o bir “nefs” hakikati içinde ade me mahkûm bir tâbi rolü bulunan hayvana naza ran, teklife tâbi olmamanın derecesidir... Ruh’un mukabil kutbu olan “nefs”ten ibaret “hayvani” ha kikatin, adem sureti nev’inden olması ve teklife muhatap olmaksızın tâbiliği, teklife muhatap şu urlu varlığın istese de istemese de Allah’ın kulu ve Allah Sevgilisi’nin kadrosu olma durumunu izâh eder... Müminde “küfür” gizli ve “imân” açık; kâfirde ise “küfür” açık ve “imân” gizli... Hep O ve O’nun nuruna nisbetle: Hayvandaki adem sureti nev’inden olan nefste tecelli eden “can-dirilik”, yi ne adem (yokluk) sureti nevinden olan bitkide de, onun “zât s im ne ise o” hakikatine vücut vermiş tir... En nihâyet, her şeyin zıddıyla varolması ha kikatine binaen, mânânın mukabil kutbu olarak adem sureti nevinden ve “zat s im neyse o” haki katinde bir tâbiliği temsil eden madde... Netice olarak herşey, O ve O’nun nuru hikmetine nisbet le ve derecelenişi de buna bağlı!.. Hakikate mutlak aykırı söz söylemek müm kün değildir... Herşey zıddıyla kaimdir... Mutlak tevhid mümkün değildir... Zıtlar birleşebilseydi ler, ebediyyen ayrılmazlardı... Sözkonusu hikmet lerin toplamı, şu hadîste: — “Söz odur ki, Lebid’in söylediği: Allah’tan başka herşey bâtıl!” Hak tecelli edince, hakikat bile nihân... Mut lak Varlık karşısında topyekûn varlık, bir yokluk nisbetinden ibaret!..
219
VARLIĞIN BİRLİĞİ-VARLIĞA ŞAHİTLİK Bu mevzuda her şeyden önce bilinmesi gere ken şudur ki, birinde “varlığın hakikati” belirtil miş, diğerinde ise buna musallat ve küfre kadar yol verici sahteleri bu vasıflarıyla dışlayıcı “yaşa nan” billurlaştınlmıştır... Tıpkı, Allah’ta tükenen ve “ben” demenin mevzuunu bulamayan idrakin “Ben Hakkım!” deyişinin, firavun mizacının İlâhlık taslayan ve nefs azgınlığını gösteren “Ben Hakkım!” deyişiyle karıştırılması, bu karışmayı önlemek için de “hakikate sahiplik” yolunun gös terilmesi zarureti... Biri eserde derinleşme ve di ğeri müessire yönelme şeklindeki bir mizaç husu siyetinde farklılaşan bu birlik, “varlığa şahitlikvarlığı bilme” yolundan “varlığın birliğini” anla mak diye alınır ve bilenle bilinen arasındaki ince sırra riayet edilirse, hem topyekûn insan ve top lum meselelerini “bütün muvazenelerde tecelli eden bir muvazene” hikmeti içinde ele alabilici İs lâm’a muhatap anlayış görünür, hem de güyâ bi rinden birine bağlılık adına diğerini inkâr ve böylece bizzat bağlandığı tarafından red durumuna düşülmez. Toprak seviyeh meselelerimizin çözü münde kendilerinden akis ve ilhâm alacağımız bâtın kahramanlarına bakış ölçümüz, haddimizi bilmek ve hadlere riayet olarak budur.
• Daha önce belirttiğimiz gibi, kelâm, “taayyün-belirmek” mânâsına gelen bir tâbirdir... Ta ayyün ise, Arapça “ayan olmak-meydana çıkmak” demektir... Ve “kelâm”, Allah’ın bir sıfatıdır;1mahlûkta da yalnız insanın... Alem, Allah’ın lisânla rından bir lisân; ve varlıkların hepsi, Allah’ın ya rattığı mahlûk olarak O’nun kelimeleridir... “Süz '
220
As
geç ve Şekil” bahsinde üzerinde durduğumuz gibi, kelimeler hakikatlerin “ifâde” olunduğu aynalar mevkiindedir ve mânâ onlardan da mücerret bir seviyede kahr. Evet, her şey, O değil, O’ndandır; bu yüzden dir ki D... Bunun üzerinde duralım: “O değil, O’ndandır”... Burada Allah ile mah lûk arasındaki fark açıkça bellidir ve hadlere ria yet tamamdır. Ancak bu mânâ ifâde ediliş mura dına yöneltilmez ve “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak!” memuriyetinin “zamanüstü” tırmanış gaye sine bağlanmazsa, burada ikilik görünür ki, Al lah’tan başka İlâh olmaması ve Allah’tan başka mevcut bulunmaması inancına ters düşülür. Bu mesele Şeriat’ın kabuğunda kalınca kuru akılla nereye varılacağına da bir misâl... Küfre kadar yol bulan, hadde riayetin ihlâli!.. “O’ndandır, bu yüzdendir ki O”... Burada da, Allah ile mahlûk arasında âdeta iktidar sahası ifâde edermiş ikilik kalkmış ve Allah’tan başka mevcut olmaması hakikati belirtilmiştir. Ancak bu ifâde de muradına yöneltilmez ve “Allah’ın ah lâkıyla ahlâklanmak!” memuriyetinin “zamanüs tü” tırmanış gayesinde bir tecelli, Allah’ın muradı muradı olmuş bir “hâl” beyanı diye bilinmezse, imânın “zevken idrak” mânâsına ters düşülür. Bu mesele de, Şeriat’m kabuğunda kalınınca kuru akılla nereye varılacağına bir misâl... Küfre kadar yol bulan, hadde riayetin ihlâli!.. Hep “kuru akılla nereye varılacağına misâl!” diyoruz ya, ensesini kaşıyıp bir yere kıpırdamayanı büsbütün sefil!.. Her ân tecrit ve tecritte tenzihi koruma şuu ruyla dava şu: — “Allah’ı bilmek, ancak O’nu zıtlar arasında
221
birleştirmekle ve O’nun üzerine yine O’nunla hükmetmekle mümkündür!”
MEMURİYETİMİZ MECBURİYETİMİZ
FİKİR ÇAĞI - İBDA ÇAĞI Motor gürültüleri, savaşlar, esrar ve eroin dalgalan, sapıklık ve fuhuş, iyi ve kötü değer yargılanmn ismiyle bile unutulmaya başlandığı bir zamanda, fikrin “beş para etmez” bir değer hük müne indirildiği dünya çapı mekânda, yeni bir Fİ KİR ÇAĞI doğuyor!.. İmkânlar âlemine bakıldığı zaman, doğum değil de ölüm haberini veren bir hâl içinde yeni bir fikir çağının doğuyor olması iddiası, kutupta güneşin 24 saatte bir görüneceğini söylemek ka dar imkân dışıdır; bu kaskatı bir vakıa... Eğer in sanoğlunun henüz doğmamış soyu tükenmediyse, mevcut insan keyfiyetinin arkadan gelecek zincir halkasına geçit veremeyeceği, mevcudun tabiî gö rünüşünden bir teşhis!.. Öldürücü bir hastalığın bütün tezahürleri görülmüş, görülmekte ve ölüm beklenmektedir; manzara budur... Bu yüzdendir ki, İlâhî sırlar hâzinesinden bir lütuf rüzgârı es mezse, insan soyunun sonu gelmiştir. Oysa biliyo ruz ki gelmemiştir!.. Gelmediğine göre de, sebepli veya sebepsiz bahşedilecek imkân, fikri sultan tahtına oturtacaktır!..
İşaretlenen ümitsizlik içindeki ümit, bu, işin çilesini çekenlerin biricik mânevi gıdası ve şevki, su kabağı cinsinden bön, çilesiz, tekerlemeci ve hissiz kereste yığınlarını, büyük ümit içinde en büyük ümitsizlik sebebi diye gösterse yeridir. Ama bunlara, fikir ve fikircilik haysiyetini işlerin en ucuzu hâline getiren içten çökerticilere rağmen de FİKİR ÇAĞI doğacak!.. MADEM Kİ BEN VARIM, ÖYLEYSE BU DA VA VAR dercesine yakın bir temas içinde duyuyo ruz ki, FİKİR ÇAĞI doğacak!.. Çocuk için doğduğu ândan itibaren ana sütü kadar mânevi havaya da muhtaç olduğu idrak edilecek ve FİKİR ÇAĞI doğacak!.. .
•
Parça, bütünün habercisi olduğuna ve parça mevkiindeki İBDA göründüğüne göre, FİKİR ÇA ĞI doğacak!..
İBDA’NIN TANITICI VASIFLARI Tarihi lif lif ayıklamış ve sahte kahramanlan gerçeklerinden ayırmış olarak... İBDA “malûmsır’Yında mevcut kuvvetin tesbiti ki, Büyük Doğu Miman’nın “Geliyorlar!” diye ilânındandır!..
• Allah için buğz ve Allah için aşk ölçüsüne uy gun şekilde, baş nefret kutbu ile baş muhabbet kutbunu tayin etmiş olarak... İBDA “malûmsır”nnda mevcut kuvvetin tesbiti ki, Büyük Doğu Miman’nın “Geliyorlar!” diye ilânındandır!..
226
Batı dünyasını bütün oluş sırlan ve olamayış hikmetleriyle süzgeçten geçirmiş olarak... İBDA “malûm-sır”nnda mevcut kuvvetin tesbiti ki, Bü yük Doğu Miman’nm “Geliyorlar!” diye ilânındandır!..
• Bâtıl olanı güzelleştirmeyi bilen Batı’ya kar şılık, Hakkı çirkinleştirmeyi beceren kaba softa ve ham yobaz tipini, kökünden kazıyıcı idrake ulaşmış olarak... İBDA “malûm-sır”nnda mevcut kuvvetin tesbiti ki, Büyük Doğu Miman’nm “Ge liyorlar!” diye ilânındandırL
• En çarpıcı ve cezbedici estetik ölçüleriyle pınldamak zevk ve gayesine ermiş olarak... İBDA “malûm-sır”nnda mevcut kuvvetin tesbiti ki, Bü yük Doğu Miman’nın “Geliyorlar!” diye ilânındandır!..
• “İslâm’da merhamet eksiktir!” diye düşünüp en kalpazan ve sun’i merhamet numaralan karşı sında övünen Batı’ya mukabil, som altun merha metin nidüğünü anlamış ve İslâm’da kılıcın bile usta cerrah elinde bir rahmet neşteri olduğunu kavramış olarak... İBDA “malûm-sır”nnda mev cut kuvvetin tesbiti ki, Büyük Doğu Miman’nın “Geliyorlar!” diye ilânındandırL Batı’mn baş çilesi, insanoğlunu Homongolos’a çevirici makine bilmecesini en derinden çöz müş olarak... İBDA “malûm-sır”rında mevcut kuvvetin tesbiti ki, Büyük Doğu Mimarı’mn “Ge liyorlar!” diye ilânındandırL
227
MEMURİYETİMİZ - MECBURİYETİMİZ Anadolu insanının iptal edilmiş hislerini iade etmek... Buna memuruz, buna mecburuz!.. Anadolu insanının mefluç ruhuna ve mad.desine hayat nefhası üflemek... Buna memuruz, bu na mecburuz!.. Tepetaklak devlet ehramını yerine oturt mak... Buna memuruz, buna mecburuz!..
• Anadolu insanının muhtaç olduğu ahlâkı bir şahmerdan baskısıyla dışardan içeriye doğru mü hürlemek... Buna memuruz, buna mecburuz!..
• Devlet ve mahkemede insanı bileklerden ke lepçelerken, mektep ve ailede vicdanından kelepçeleyici adalet sistemini mahyalaştırmak... Buna memuruz, buna mecburuz!..
• Bütün insanlığın farkında olmadan beklediği devlet ve cemiyet nizâmını, münadilerle meydan meydan haykırmak... Buna memuruz, buna mec buruz!.. Gerçek milliyetçiliği, milletin fikirde zaafinı görmekle başlayacağı bir dava olarak ele almak ve milliyetçilik adına kabuk ve posa enaniyetinden vaz geçmek ve kavim sevgisini “İslâm olduk tan sonra” şartıyla düsturlaştırmak... Buna me muruz, buna mecburuz!..
228
İlimde, fende, fikirde, sanatta, her şeyde Pey gamber ne dediyse gerçeğin ve toplamın onda ol duğunu ve sayılan o yekûne uydurmak gerektiği ni öğretmek... Buna memuruz, buna mecburuz!..
BÜYÜK İSLÂM STRATEJİSİ Nice kendi kendinden ibaret dar çerçeveli marifet mevzuu vardır ki, şemsiyesi altında görü necek bir keyfiyet cevherinin yokluğundan dolayı İçtimaî plânda bir mânâ ve faydaya dönüşemeyen kendi başınalığı temsil ederler; fikir, sanat, ilim veya hareket... Yine, kendi kendinden ibaret ve küçük çaplı fedakârlıklarla gerçekleşen nice işler de vardır ki, bir keyfiyet şemsiyesi altında kurtancı çapta büyük fayda mevzuuna dönüşürler ve şemsiye keyfiyeti temin edici olurlar. Bu keyfiyeti temin cehdini pratikte ve BUYUK DOĞU diye se neler öncesi göstermiş olan çizgi, yepyeni bir oluş’un başı olarak son ve som ifâdesini İBDA’da bulurken, her şeyden önce bunun çilesinin yaşan masını, bu gerçekleştiği nisbette de bugünkü nice kendi başmalığın yine kendiliğinden faydaya dö nüşeceği hakikatini, büyük Islâm stratejisinin ana ilkesi kabul eder... CEPHE davası!..
• İç ve dış’a doğru telif ve tasarruf hakkının, şimdiye kadar hiçbir şahıs ve zümreye emanet edilmemiş olmasının paha biçilmez haysiyetiyle kullanılması... Dış, Büyük Doğu’nun terkibine mevzu, Büyük Doğu ise, bizzat onun namına ve özünden konuşmaya... Bunun İçtimaî ve stratejik mânâsı şudur: — “Gerek fikir ve gerekse fikir gayesine bağ
229
lı dış aksiyon mevzuu bakımından şartlar içinde en elverişli noktaya oturulmuş, herşey bu ana stratejiye bağlı taktik tertiplere kalmıştır. Yol bu yoldur ve mânâda atla, arabayla, yaya, trenle ve ya uçakla, vasıta ve imkân keyfiyetinin tâyin edi ci rolü içinde yürünecektir. Kendini insan olma memuriyetinin formu içinde hissettirme ve sahici insan olmanın yolunu açıyoruz; müslüman olmak davası!”
• Siyasî bir hareket, edebî bir faaliyet, fikrî ve İlmî bir araştırmada herhangi bir mevzuu Büyük Doğu-İbda ideolojik “vahid-birinT’ler manzumesi ne irca ve ithal edebilmek, o vahidin bütün vasıf larına iştirak ettirmek suretiyle bizzat takip edi len mevzuu zenginleştirmektir. Teorik dil alanı nın genişlemesi ve topluma maledilmesi...
• Şuur seviyesinin her değişmesinde gerçeklik seviyesinin de değişeceğini gözönünde tutarak, şuur seviyelerinin “kurtuluş yolu” üzerinde dere celenmesi ve gelişmenin ve değişmenin “topluluk hakikati”nin hakikati içinde olabilmesi... İBDA diyalektiği bunun için. Bu anlaşıldıktan sonra, “dil-mânâ” alanı, ger çek bir aydınlar arası imece mahiyetine bürünür.
TEMEL ÖLÇÜ - SIR İDRAKİ Bir şeyi görmek için, bir gören, bir görünen şey, bir de ışık lâzım... Bunun gibi, “bilgi”nin mey dana gelmesi için, bir BİLEN, bir BİLİNEN ve ışık unsuru olarak DOĞRU DÜŞÜNCE lâzım...
230
Bilindiği üzere, “doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz”... Düşünceden bahsede bilmek için de dil lâzım... İlk dil, ilk insanla vardı; ve ilk insan, ilk Peygamberdi!.. Bilen, bilinen ve ışık unsuru münasebetinde görünen “bilgi”, bilen’in “malûm-sır”nnın zâhir oluşudur. Buna nisbetle de, “bilinen”, “ışık unsu ru” ve “bilgi”, “malûm-sır”nnın hasn içindedir ve her birinde her biri mevcut olarak vasıflan farklı laşmıştır. “Bilgi”, kendisini temin eden unsurlann münasebetinde göründüğüne nazaran da, bir “hü küm” ifâde eder. Demek oluyor ki, “hüküm” ifâde eden her bilgi, hangi mevzuda olursa olsun, un surlann toplamından fazla bir şeydir; yâni bir yö nüyle bâtın, “malûm-sır”ndır. Öyleyse, daha önce de belirttiğimiz gibi, her kes bedahetlerle iş yapıyor!.. Bedahet davasını anlamayan ahmak da, maddeci de!.. Bu yüzden de, vahşinin böbreğinin olduğunu bilmemesi --böbrek diye bir şeyden haberi olmaması- gibi, anlamadığına karşı çıkmak psikolojisiyle işi kuru akıl sahasına sürerler ve “sır idraki” davası da gü rültüye gider. Ve anlamazlar ki, aklın hakikati de buradadır. Ve meselâ, bizzat tâbi aklımızın anlattıklannı aklı almadığı için, cüce akılla yine aklı nın yettiğinde kalabilecektir!.. Kur’ân, melâike ve enbiya hakkında her ilmi ve her dini içinde toplamış olması bakımından ve kendisi de ışık olması itibariyle, bunu bütün dal larıyla Kur’ân ehline açıklamış olur. Zâhir ve bâ tınıyla!.. Kur’ân, ışık olmakla zâtiyeti bakımından nurdur, çünkü kendi izzet ve kuvvetini bilmez, id
231
rak etmez. Allah Kur’ân’ı kime verdiyse, ona kâ mil ve tam ilmi de vermiş olur. Resûller Resûlü’nün mukaddes zâtında sakin ve durgun bir nur vardı. Bu nur O’ndan hiçbir za man ayrılmazdı. Zira Allah, Sevgilisi’ni zâti nu ruyla halkalamıştı. Güneşin nuru güneşten ayrıl madığı gibi, İlâhî nur da mübarek zâtına perçinlenmişti. Bu hususiyeti O’nda tabiî bir hâldi. Ba zen bundan üstün bir hâl Resûlü kuşatırdı. Bu kuşatıştan hususî bir müşahede doğar ve bu mü şahede her zamanki görüşlerini aşardı. Bu nur ile kaplı olduğu zaman Hakk’m kelâmını işitir, yahut Vahy meleği inerek O’na Hakk’m kelâmını getirir di. İşte O’nun bu hâlinde nazil olan ve dilinden dökülen kelimeler Kur’ân’dır. Aynı hâlde Hak’tan işittikleri ve melek nazil olmaksızın söyledikleri de Kudsî hadîs... Eğer her zamanki tabiî hâlleriy le konuşuyorlarsa, sözleri sadece hadîs... Hasılı, daimî olarak kuşatılmış bulundukları nur ile çevrili şekilde kendi öz hâlleriyle söz söy lüyorlarsa, buyurdukları, İlâhî murada uygun, hadîs... Eğer bunun üstünde hususi bir nur ile hâleli olarak söz söylüyorlarsa, Allah tarafından söylüyorlar demektir ve bunlar Kudsî hadîstir. Ve eğer bu nurun halkasında doğrudan doğruya İlâ hî kelâmı işitiyor veya melekten Vahy alıyorlarsa, bu da Kuran. Kur’ân, hem lâfiz ve hem de mânâ olarak na zil olmuştur. Kudsî hadîs ve hadîs ise mânen ve ilhâm yoluyla... Ancak, miraç gecesi arada melek olmaksızın Vahy olunan “Ayet’ül-kürsî” ve bazı âyetler gözönünde tutulursa, Vahy’in geniş mânâ
232
sıyla ve kendine nisbetle derece içinde ilhâmı da kapsayışı görülür ki, Vahy ve ilhâm arasındaki bu alâka, ilhâm verimlerinin Kur’ân’dan olduğunu gösterir; Kurbân sırrından... Kurbân sırlan da, tef sirin tefsiri yapılana âit olması gibi, Kur’ân’dan sayılır; Kur’ân değil, Kur’ân’dan... Bu incelikler içinde, Allah’a Resûlü’nün yo lundan bağlı olmanın hakikatini yaşayan bâtın yolu kahramanlannın, âitlikleri bağlı olduklan mihrakın olmak ve bu ölçüye vurulmak üzere, bü tün sözleri, Kur’ân sırnndandırL Şu kadar ki, bunlara gelen ilhâm hususî bir mahiyet taşır; En biyaya geldiği gibi umumî bir mahiyet taşımaz. Davet peygamberlerin, irşad da evliyanındır; ama evliyanınkine de davet denir... Nitekim Kuı'ân’ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: — “Hem ben, hem de bana tâbi olanlar böyle: Körükörüne değil, basiret üzerine Allah’a davet ederim...” Zirâ burada tâbi olan basiret ehlinden murad, ilim ve keşif ehlidir. Bunlar dahi Resûlullah Efendimiz gibi VERASET yolu ile Allah’a davetçidir. Çünkü bunlar da ehl-i ruhtur. Bunu anlatan bir âyet şöyledir: — “Emrinden RUH’u kullarından dilediğine İLKA eder...” İmân; bedahet... Vahy ve ilhâm da... İslâm kalbin yoludur ve zıt kutuplar arası muvazene sırrının hakikati. Ruh ve sezgi kendinden katkı yapmadan ak la birşey yollamaz ve “sır idraki”nin olmadığı yer de “hüküm”, bunun yanhş temsilcisidir; ve Islâm, “sır idraki”nin hakikati olduğuna göre, bunun di
233
yalektiğine malik olunmayan yerde İslâm yoktur. Kuru akılda zıt kutuplar arası muvazene olmaz!.. Bu yüzden de kaba saba anlayışlar, ya imânın tam da zevkine erileceği yerde bir nevi imânları nın zedelenişi gibi bir ürküntüye kapılarak bir kı sım hadîs ve âyetleri sadet dışı tutmuşlardır; ya hut da vahşet derecede bir ahmaklıkla, güyâ akıl yürütürken küfür ifâdecisi olmuşlardır. Biri mevzudan kaçarak aklın altında ezilir, öbürü akıl gös terisinde ahmaklığını sergiler. Ve bu zeminde bü tün tonlarıyla sapık kollar tezahür eder. Ve anla mazlar ki, “sır idraki”nin olmadığı yerde, Allah Sevgilisi’nin namazıyla herhangi bir insanın na mazı arasında fark yoktur!.. Allah Resûlü buyuruyorlar: — “Ben, Allah’ı daima kırmızı elbise içinde gördüm!” Kuru akılla bu hadîse bakınca, Allah’a imân düpedüz -h a ş a - ahmaklık!.. Görmezden gelmek de!.. Teşbih, mecaz vesaire gibi kelimelerle bir ne vi tevil ve tâbir edasına yeltenirken, “bunun haki kati ne?” davasına yanaşmamak da, -k i, İslâm’a muhatap anlayış’ın ne olduğu davasıdır-, keyfilik belirtir; bu da ahmaklık!.. “Sır idraki”nin hakikatinden seyredin: Allah Sevgilisi’nin gördüğü, nefsinin aynı idi... Büyük bir Islâm velisi, bu hadîsle birlikte “Ben Allah’ı daima kırmızı hülle içerisinde gördüm!” şeklinde başka bir rivayet daha buyuruyor ve açıklıyor: — “Kırmızı hüllenin kılları içinde gözden ve ruhtan daha yüksek olan bir nur vardır. Kendini ona ulaştırmak istersen kalk nefs perdesini yırt. O ruh, kaşı, gözü ve esmer rengi ile lâtif bir suret oldu. Her türlü KEYFİYETTEN MÜNEZZEH OLAN ALLAH, Peygamber Mustafa’nın suretinde göründü. O’nun o sureti, SURETİN YOK OLMA-
234
SİDİR!” İslâmcı tefekkür için bu ne demek derseniz, “sır idraki”nin “zamanüstü” hakikatinden olan bu hikmette toplu kuvvet ve istidadın açılışlarında, insan beynini kanatan bütün büyük mücerretle rin hakikatini seyredersiniz!.. Allah-insan, kâinat-insan, kâinat-Allah, varlık ve oluş, hürriyet ve zaman, nizâm ve ruh, süreklilik ve süreksizlik, mânâ ve ifâde... Bunlar bilinmeden, bu münase bet ve hakikatler üzerinde düşünülmeden, bunla rın O’ndan olmaya dair bir imân zarureti bahisler olduğu anlaşılmadan, İslâm’ı bir hayat nizâmı olarak tatbik; siyasî, İktisadî, sosyal, eğitim, kısa ca topyekûn insan ve toplum meselelerine yay mak mümkün mü?..
TEMEL ÖLÇÜ - DIŞA BAKIŞ Dışa bakışta temel ölçü, “İslâm’a muhatap anlayış” hakikatine mensup olmaya delil de teşkil edecek bir inceliktedir... Mevlâna Hazretleri birgün bir papazla selâmlaşır ve bu bahiste kendine sorulan suâle şöyle cevap verir: — “Birbirimizin bâtınını selâmladık; bizim imânımız açık, küfrümüz bastırılmış, onun ise küfrü açık, imânı gizli!” İslâm’a muhatap anlayışa mâlik olan için, kâfir bile tersinden İslâm’a hizmet etmiştir; ve dava, bunun düzünü göstermektedir... Mücadele de budur!.. Hikemiyat ve Batı Tefekkürü bahislerine de âit, İBDA dilinin “dış’a bakış” hususundaki rolü ve mânâsı:
235
— “Bir toplumdaki fertlerin ortaya koyduğu fikirler, o toplumun mensup olduğu medeniyet ve kültür vasatında yoğrulduğundan ve bu vasat da muhtelif toplumlarda farklı bulunduğundan dola yı, TOPLUMDAN TOPLUMA NAKLEDİLEN Fİ KİRLERDEN FAZLA İSTİFADE EDİLEMEZ. Bilhassa yabancı fikirlerin ithal edildiği toplu mun fertleri MUAYYEN BİR İLİM KAPASİTE SİNDEN MAHRUM iseler, alınan fikirler o toplu mun mahvına sebebiyet verir. Bu husus biyolojide de aynıdır: Gıda olarak aldığımız, faraza sığır pro teinini organizmamız aynen kullanamaz. Onu ev velâ insan proteinine çevirir ve sonra kullanır. Bu itibarla, şayet MÜFEKKİREMİZİN METABO LİZMASI DÜŞÜK İSE, okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan elde ettiğimiz fikirlerin kendi sine pek faydası olmaz.” İBDA, topyekûn insan ve toplum meseleleri nin hâiline dair yabancı verimin aslileştirilmesi hususunda, kuşanılması gereken bir irfan dili dir!..
TEMEL ÖLÇÜ - MURADI KESTİREBİLMEK Muradın ne olduğu, İslâm’a muhatap anlayı şın kendi, bunun “iç”e bakış ve “dış”ı muhasebede yürümesidir... Murad, esas ve gayenin farkında olma davası. Muradın ne olduğu anlaşılamadığı zaman, kuru mantıkla hüküm ve birbirine zıt neticeler doğar. Memuriyetimiz, incelikleri kavrayacak bir kafa yapısında “çevre” teşekkülü sağlamak oldu ğuna göre, bunun misâlini Muhiddin-i Arabî Haz retlerinden gösterelim:
236
— “Eğer bir Peygamber, benim âyet ve muci zem şu duvarın konuşmasıdır dese, duvar da dile gelip, “hayır, sen Allah’ın Resûlü değilsin, yalan cısın!” cevabını verse, elbette Peygamberin sözü doğru saydır, bu delil ve mucize ile onun Allah’ın PeygambePi olduğu sabit olurdu; duvarın söyledi ği sözlerin mahiyetine itibar edilmezdi.” Yâni murad, duvann konuşmasıdır, ne söyle diği değil... Ve bir başka hikmet: — “Bir kâğıt düşün ki, bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kâğıdın sana dönük yüzü nü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgili taralı na dönük olan yönünü okumak gerek.” Bu çerçeve içinde, tıpkı İBDA mihrakında Büyük Doğu Miman’nın tek kelimesinin bile boşa gitmeyişi gibi, aydınlar arası imecenin sağlanaca ğı diyalektikle, yanlışların bile doğruya vesile ola cağım da görüyoruz... Çünkü “topluluk hakikati” diyalektiğinin olduğu yerde, başıbozukluk ve rastgeleliğe âit yanlışlar olmaz, hatalar da “rah mete vesile ihtilâf’ sim içinde, “bâtm”ı selâmla narak ve bunun tâbir ve tevil ölçüleriyle, düzelti lir; düzdür!..
TEMEL ÖLÇÜ - ŞEHİTLİK ŞUURU İmânın hakikatinin, imân tazelemenin, ke siksiz ve duraksız oluş sırrının ve bütün İbda cep helerinde çırpınmanın kıvılcım kapılacak ölçüsü nü, bâtın yolu hakikatinde ifâde eden bir İslâm büyüğünden öğrenelim: — “Bu yolda göze alınacak en adi tehlike, ölü mü göze almaktır!” Nasıl, muazzam mı?.. Adiden tüymek için
237
tertipten kaçmaya-ve ulvîyi kendi adiliğine indir meye yol var mı?.. İmân, işlerin en ucuzu mu?.. Ve bu olmadan şehitliğin hakikati görünür mü?.. Bü tün sahtelikleri sözkonusu hikmette görünüz.
• İmân, Allah’a, Resûlü’nün gösterdiği yoldan bağlanmak... Bunun hakikati, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”... Bunun hakikati, Allah’ta fâni ol mak, ölmeden ölme sırrına ermek, yâni velâyet, yâni can vermek!.. Zâhir gözüyle “ruh kabzı” ve “can verme”nin aynı mânâda kullanılıyor olması na nazaran bildirelim ki, “can verme” ve “ruh kab zı”, birbirinden ayrıdır; nefsin tezkiyesi ile ruhun safiyet kazanarak arş üstü emirler âlemindeki ye rini alması ve KÜLLİ olması mânâsına “can ver me”, bu terki dünya işinin terkibî ifâdesi, “ölme den ölme sırrı”dır... İmânın hakikati budur!.. İmânın hakikatinin “Allah’ın rızası için can verme”den ibaret olması, “müslümanım!” diyen bir insanın kazanması ve benimsemesi gerekenin ne olduğunu da açıklar; imânın derecesi, bu sırra riayet kadardır... Ve hangi iş üzerinde olursan ol, davanın “öleceksin!” dediği yerde bunu göze ala bilme istidadın, imân keyfiyetine alâmettir!.. İş “Allah’ın nzası için can verme” olunca, bu nun diğer yolu da, Allah ye Resûlü’nün emirleri dairesinde bulunan cihad bahsidir ki, “şehitlik şuuru”dur; Allah ve Resûlü davasında ölenler, biz zat ölçüyle bildirildiği üzere “ölüp de ölmeyenler”dir ve başka bir hayatla diri olan şehitlerdir... Kalanlar, “şehitlik şuuru” tescilli gâziler!.. Şehitliğin dereceleri, şu, bu, bahsimizin dı şında... Bizim uyarmak istediğimiz nokta, zâhir ve bâtını ile “can verme”den ibaret imânın bu ha
238
kikatini gözardı eden bir takım budalaların, hâlâ İmân ve İslâm’dan bahsedebilmelerindeki yüz süzlüktür!.. “Terk-i dünya; can verme” rejiminden ibaret bâtın yolu, sözkonusu sahtekârlar için tam tersi, cihat farzından kurtulmak için “canını kurtarma” yolu zannedilmektedir; “dünyaya kazık kakma” muradındaki sürüyle sahtekâr, bu niyetle hemen “intisap edilecek şeyh” arar ve işin aslında “bu yolda göze alınacak en adi tehlike, ölümü göze al maktır” hakikati bulunduğundan gafil, canım tehlikeye atmamanın keyfinde nefslerini yeller ler!.. İmânın hakikatinin can verme ve davanın “öleceksin!” dediği yerde bunu göze alma şuurun dan ibaret olduğunu söylemiştik... Zannedilenin aksine bu işin “halim, selim” mizaçlı olmayla da bir ilgisi yoktur... Bunun en güzel misâllerinden biri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın nasihat etmek üzere Kazıklı Voyvoda’ya yolladığı ulemâ heyeti nin takındığı tavır ve neticede kahramanca şehit olmaları hâdisesidir: Kazıklı Voyvoda’nm kafala rından sanğı çıkarmaları ihtarına karşı “red” ce vabı veren bu heyet üyeleri, sarıkları kafalarına çivilenerek şehit edilmişlerdir... Bu müslümanlar, muharip sınıfından değildi; ama ilim haysiyeti adına, -bugünkü haysiyetsiz, şerefsiz, mamacı tiplerin aksine-, gerektiği yerde gereken tavn ta kınmayı can pahası bilmişlerdir!.. “Savaşacak gücün yoksa, savaşana dua et!” şuurundan bile yoksun ve eşi, işi, dişi arasında -mideyle tenasül âletini işletmekten ibaret- sefil hayat meftununun, öbür dünyadaki hâlinin ne olacağını, yolumuzun büyüğü Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin ifâdelerinden gösterelim:
239
— “Dinî işlerde bid’atlerin (uydurma yenilik lerin) türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de CİHAD VE GAZADA GEVŞEKLİK VE TEMBELLİK’tir. Bu rada bir nükte vardır ki, MÜNAFIKLIĞIN ALÂ METİ olmaya kadar gider. O da ŞEHİTLİK Nİ METİNDEN KAÇINMAK... Şehitlik, İslâm’ın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mü min fert bu yüksek makamı kalb ve zevk yoluyla benimsemeye, istemeye memurdur. Bu sır icabı olarak Resûl ve Nebilerin birçoğu, sahabîlerin ek serisi ve Peygamber evlâdının hepsi, şehâdet ar zularına ulaşmış ve bu yolda ruhlarını teslim et mişlerdir... Bir kişinin bile sebep olduğu fitne do layısıyla bütün mahlûkların zarar görmesi karşı sında kalblere bir vehim düşebilir. Bu hususta Al lah, İlâhî ukubetinin pek şiddetli olduğunu bildi riyor. Çünkü İlâhî rızasına aykırı bir şeyin zuhu runda cezanın nasıl geleceğini takdir, ancak ken di zâtına âittir. İlâhî âdet gereğindendir ki, ceza umumî olarak gelir. Sebep olanlara, başlangıcı dünyada olarak ceza, sebep olmayarak mazur gö rülecek olanlara da, fitnenin doğuş ve yayılışına mâni olamayarak yalnız kalble karşı durdukları için şehitlik nasip eder.” Anlayan anladı!.. Allah’ın lâneti, İslâm’ın cihat emrini redde denlerin, cihâdı baltalamaya çalışanların, İslâm’ı küfür düzeninin çeşnisi bir acube hâline sokmaya çalışanların ve bütün bunları İslâm’ın hoşgörüsü olarak sunmaya yeltenenlerin üstüne olsun!.. Bu duaya “amin!” demeyeceklerin toplamı, sözkonusu sınıftan olarak İBDA bağlılarının imhâ hedefidir!..
240
TEMEL ÖLÇÜ - İŞİ EHLİNE VERMEK Sürek avına çıkar gibi bütün madde ve ruh kıymetlerimizi çepeçevre sardığımız, bunların tahlilini, terkibini, nisbetini, mukayesesini yaptı ğımız ve herşeyi bir kıymet hükmüne bağladığı mız gündür ki, kurtuluş şartlarımızı tamamlamış olacağız!.. Bunun için: Evvelâ Doğu’yu ve Batı’yı keşfet mek... Kendi kendimizi keşfetmek... Ruhumuzu ve maddemizi keşfetmek... Maden damarlarımız dan önce, duygu ve düşünce damarlarımızı keşfet mek... Dinimizi, dilimizi, tarihimizi, siyasetimizi keşfetmek... “Neyle, nasıl ve niçin”ini sadece bu eserde de ğil, eserler boyu anlattık: Bunun için Büyük Doğu-İbda külliyatına şöyle bir göz atıvermek ye ter!..
• Biz, fikir ve aksiyon adamlarıyız... Söyledik lerimizin ne züht satmayla alâkası var, ne de tak va imâsıyla... Ne ahmak avlamak, ne gözü kapah safların çenesini düşürmek derdindeyiz: Büyük Doğu’nun tecellisi ve aynı hâlinde, onun misyonu nu kendi hususiyetimizle sürdürüyoruz... İşte bu raya bakılsın, bu işin mihrakı İBDA’dır!.. Bir misâlimiz var: Biri, müslüman olan ve mesleği cerrahlık olmayan adam... Öbürü ise, müslüman değil, fakat mesleği cerrahlık... Bir tek müslüman gösterilebilir mi ki, ameliyat olmak için, müslüman fakat cerrah olmayan adamın neşteri altına yatsın?.. Oysa sözkonusu olan ken di ve tek candır!.. Ama imanî ve İçtimaî plânda milyonlarca canın gerçek kurtuluşu sözkonusu iken, hainliğe varan ahmaklıklar olur da, ne ya
241
panın yaptığından haberi olur, ne de gürültüye gi denin bizzat kendisi olduğunu anlamaz seyircinin umurundadır. Bunların zemininin, curcuna ve öl çüsüzlük olduğunu söyledik. “İşi ehline vermek” ve “emanetin sahibine verilmeyişinin kıyamet habercisi” oluşuna dair ölçü ler malûm... “Topluluk hakikati”ni billûrlaştırdı ğımıza göre, Hanbelî mezhebinin kurucusu büyük Imâm’dan ikazımızı pekiştirelim ve değerlendir me ölçüsünü verelim... İmâm Ahmed Bin Hanbel’e sorulmuş: — “Şu iki adamdan hangisi savaşta kuman dan olmalı: Onlardan biri, kuvvetli ve cesur, fakat günahkârdır... Diğeri ise, kâmil mümin, fakat zaif ve acizdir. Hangisi kumandan yapılır ve hangi siyle savaşa çıkılır?” İmâm Ahmed Bin Hanbel Hazretlerinin ceva bı: — “Birincinin, kuvveti müslümanlara, güna hı ise kendinedir. İkincinin ise kâmil müminliği kendine, acizlik ve zayıflığı müslümanlaradır. Bence, müslüman fakat günahkâr kuvvetli, harp lerde kumandan tayin edilir ve onunla savaşa çı kılır.” Her faydanın bir ilim olması bakımından, “İç timaî fayda”mn da bir ilim olması burada... “Fert” ve “toplum” muvazenesi burada... “Fert hakikati” ile “toplum hakkı” burada... “İşin işe ve adamın adama bağhlığı”m ince idrakle yerine oturtma, burada... Samimi ile sahtekârı birbirinden ayırma ve ölçüleri yerli yerinde kullanma sanatı, bura da... Bu cevapta, “topluluk hakikati”nin renk renk daha ne pırıltılarını bulabiliriz. Bizim yaptığımız ne?.. “Birleşelim!” tekerlemesi veya mevcutta me sut kıvrılanlar yerine, “topluluk hakikati”nde bir
242
leşmenin diyalektiğini ortaya koyuyoruz. Fert ve toplum hâlinde, üzerinde yürüyeceğimiz “toplu luk hakikati”nin izlerini olanca sâfiyet ve asliyetiyle keşfetmek... Ki Allah buyuruyor: — “Allah’ın eli topluluk üzerindedir!”
TEBLİĞ Bu mevzuda söyleyeceğimiz söz çok kısa ve basit: — “Bizden olmayanlar bize zıttır ve toplan mayanlar dağıtır!” Gerisi, “ıstırabımızı görmeyen gözün suratı na tüküreyim!” demekten ibaret!..
243
İÇİNDEKİLER Takdim .....................................................................7 1. LEVHA İSİM VE NİSBET............................... 9 İsmimiz Çevresinde..............................................11 Büyük Doğu ve İbda.............................................16 İbda Nisbeti ......................................................... 19 İbda B ünyesi........................................................ 23 İbda M ih rak ı........................................................ 28 2. LEVHA TARİH MUHASEBEMİZ
.........31
İlâhî Berat Zamanı...............................................33 Çıkış ve İniş ......................................................... 34 Olanlar Bizde Oldu .............................................36 Kapatılan A sır................ 38 Bugün (1979)........................................................ 40 Terkibî Dava Şeması .......................................... 42 Büyük Doğu-İbda Tarihi .................................... 49 3. LEVHA TARİH GÖRÜŞÜMÜZ ................... 63 İslâm İslâm İslâm İslâm İslâm
ve ve ve ve ve
Kâinat ......................... 65 Zam an.................................................... 69 İnsan ......................... 71 Tarih Ölçüsü..........................................76 Tarih Şuuru ......................................... 79
245
4. LEVHA ŞERİAT-TASAVVUF VE DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ..............,.....
87
Bir İkaz ............................ ....89 Mukadder Oluş .................................................... 89 Davet ve İrşa d ...................................................... 91 Şeriat ve Tasavvuf - ............................. 92 Büyük Doğu ......... 103 Kesintisiz D ev rim ..............................................104 Kendinden Zuhur .................................... 108 Hikemiyat ...........................................................113 İmân-İstikamet-Kurtuluş Yolu ........................ 114 5. LEVHA KURTULUŞ Y O L U ......................117 119 Peşin Fikrimiz Büyük Doğu.................. Alem-İnsan ve Bilgi............................................122 İmân ve İslâm ..................................................... 123 Kurtuluş Yolu...................................................... 125 Tek Yol Üzerinde Olm ak .............. 128 “Büyük Doğu”dan Topluluk Hakikati ............ 129 İçtihad Davası................................. 130 Topluluk ve Vazife Taksim i.............................. 137 İmân ve Amelde Mezhep................................... 139 Müçtehidler-Büyük Mütefekkirler .............. 142 6. LEVHA DİYALEKTİK ÖLÇÜLERİMİZ ...145 Peşin Fikir Hikmeti............................................147 Bedahet D avası........................... 150 İslâm Kalbin Yolu ...................................... 153 Tecrit Ölçüleri ................................. 159 Diyalektik ve F ik ir............... 164 Mantık ve M etod...................... 167
246
Diyalog ve Diyalektik........................................ 173 Diyalektik ve Cedel............................................174 Diyalektik-Edeb-Tevil ...................................... 176 Muhakeme Usûlü Prensipleri...........................187 Süzgeç Ölçülerimiz.............................................195 Süzgeç ve Şekil...................................................200 Tenkit Şuuru....................................................... 202 Tasarruf H akkı.......................... 206 Yüzyıl Diyalektiği...............................................210 Âlem ve Dil ........................................................ 213 Zıtlann Birliği ...................................................217 Varlığın Birliği-Varlığa Şahitlik.......................220 7. LEVH A MEMURİYETİMİZ MECBURİYETİMİZ..........................................223 Fikir Çağı-İbda Ç a ğ ı......................................... 225 İbda’nın Tanıtıcı Vasıflan................................. 226 Memuriyetimiz-Mecburiyetimiz ..................... 228 Büyük İslâm Stratejisi................;.....................229 Temel Ölçü-Sır İdraki ............................. 230 Temel Ölçü-Dışa Bakış...................................... 235 Temel Ölçü-Muradı Kestirebilmek ........... 236 Temel Ölçü-Şehitlik Şuuru............................... 237 Temel Ölçü-İşi Ehline Vermek..........................241 T eb liğ ................ 243
247