Aynntı: 168 'Ağır' KliaplarlJi:isi: JJ
Kamusal İnsanın Çöküşü HkhardSe1111e11
Kit:ıbın Özgün Adı
The Fol/ı!fP11h/k A/1111
İngilizce'den Çevirenler Serpil011ral:·Alx/JI//uh Ydmt1: Yoıyıma Hazırlayanlar Tlmcay BirJ."011-Tamer To.rı111 DUzclti Soiı KcJ/ırnllık
W.W. Norton&Company/1992 boısımınd:ın çevrilmiştir,
© Richard Scnnctı
Bu kiıabm TUrkçc yayım haklan Ayrıntı Yayınlan'na aiUir. Kapak İllüsır.ısyonu Srı·inç Af/dil
Kapak Tasarım ı Orhall De!im'llıı111 Kapak Düzeni GiJ!.re Alper
Baskı ve Cilt
Mart Matbaacılık Sanatları (0 212) 321 23 00 (f'bx) Merkez Malı. Burcu Sok. 61J Ka.�ıı!ıa11e-İs1tmbııl Birinci Basım 1996
ikinci Basım :!002 Üçüncü B:ı.�ım 2010 Baskı Adedi 1000
JSBN 978-975-539-105-2 Seıifika No.: 1606 ı
AYRfNTJ YAYfNLARf 1-Jobyar Mah. Cemal NmJir Sok. No.: 3 EnıinönU - İstanbl!l Tel.: (02!'.!) 5 1 21500-01 ·05 Faks:(0212)5J215 11 WV.'\Y.ayrintiyayinlari.com.ır & info@:ıyrinıiy:ıyinlari.t·oın.tr
Richard Sçnnett
Kamusal Insanın.
Çöküşü
"AGIR" KİTAPLAR DİZİSİ KiTLE VE iKTiDAR Elim Cııni'lti
!NSANLIÔIN MAHRF..M TARiHi Tfı,.,ıdot(' ZdJin
RUJ LEKESi Yirminci Yil:.::yılıu Gizli Tıııihi Grl.'il Murcııs
HlZI
·ntc YAPAN HiKAYELER
ı\ÇIKLAMALT DÜZÜLKE Çok Boyutlu Bir Maccr.ı. Edwin A. Ah/mu
Yu.ıı:ıııiıı G. İııcctıj)Ju & Nelxıhul ıt.
Oişlllik. Gll:r.cUik,vc Şidtlcl Samıahnda K AOIN VE BCOENl Yt1st•111in G. lııre•ı1U11
& A. K11r
Kendimizi Y:ırJlmıt Oıcrinc Bir Deneme Williuın lm<'d/ Rıındt1!1
AVRUPA ı:JKRI
MARKSiZM, AHLAK VE TOPLUMSı\L ADALET
ÇiÇEKLERiN KÜLTÜRÜ
R. G.
Pcjfa
Mio·/md Hrınlr & Ammıio Negri
iMPARATORLUK DiSiPLiN
Askeri !ınııı Ürcıiminin So�yoJuji.�i ve Tarihi Ufrirlı Briid.:./inJ;
�Jf,p YUVAYA DÖNMEK Ur.mla K. l.A'Guiıı
AHLAK I PROTESTO SANA11 Tnpl uın:;.:ıl il:ııd,eılerdc KllhOr, Riyoı:r:ıfi ve Y:ırnllcılık Jımu:x M. J«.ıper
CAZ K]TABI R:ıgtiıııc'dnn Fu.�ioıı ve Sonrn_�ına Joudıim-Erıısr Bı:n:ndı
KURTLARLA KOŞAN KADINLAR Voh�i Kıı
CINSELLlGIN TARiHi Midıc!Fmır:111ılı
SEKS ISYA NL\RI Tophım:wl Cinsiycı.
B:ışl...alJın ve Rock'n'roH
Siımm Rcynnfıl.ı &. Joy Prl!:>.'
SÜRÜDEN DEVLETE Tı>plum�I B:ıı! Üıcrim.· Psikunalilik Deneme E11,ç<'11<: E11riqııc:
ÇOKLUK
!mparnıorluk ÇıığınJa Suvaş ve De molmısi Midwt'IHurıfı & ıimmıir� Nt•1:.ri
!3IR l\HUİ.K KURAM!
Genel �ik & Bir Ahf!lk Felsefesi &
Bir Kişilik Etiği A,ı:tı<"S lfı-f/el'
MUTFAK SAVAŞ! Danıak 7..c,•kinin Jeopolitiği C!tristi(lıı Bourfuıı
iKTiSADi ADAL�"T VE DEMOKRASi Rebbcuen işbi rliğine Ro/1i11Hulıııl!i
TARlll BOYUNCA KEN1.
Kükenlcri, Geçirdiği Dün(J�ümkr ve Gcb:cgi lewi.ı· Mııniforıl
Çonıuk
METiN ÇÖZÜMLEME!..ERI
Anılıvııy Prıı:d(•n JuckGrmdy
c.ı:lı. içhı
İçindekiler
Birinci Bölilm
1.
Kamusal sorun
KAMUSAL ALAN
. . . .
. . . . .
.
B. Ölü kamusal alan . . . . . . . . C. Kamusal alanda değişimler
ROLLER
A.Roller
..
. . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . .
D. Şin1dideki !{t:Çmiş il.
. . . . . . .
A. Kan1usal alan dışında aşk
R. Kamusal roller .
.
.
. . . .
. . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . .
..
. . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . .
.
.
..
. . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
15
20
27 32
43
48 54 59
C.Şehirlerde kannısal roller . 62 D. Kanıt n11, akla uygunluk nuı? ........................... 67 . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
. . . . . . . . . . .
.
. . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
· .
. . . . .
. . . . . . .
ikinci Sölllm
111.
Aııcieıı Regime'in kamusal dünyası
SEYİRCİ: BİR YABANCILAR TOPLULUÖU A. Şehre gelenler . . . . ..
. . . .
8. Yaşadık/an yerler . .
. . . .
. . . . .
. . . . . . . . . .
.. . . . C.Kent hrujuvazisindeki değişimler . . D.Saraydaki ve şehirdeki ilişkiler .
. . . .
. . .
.
.
.
.
.
.
.
.
V. KAMUSAL VE ÖZEL .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.. ..
.
.
.
.
.
. .
. ..
. . . .
.
.
.
.
.
.
. . .
. .
.
.
.
.
.
..
. .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. . . . .
.
.
.
.
. . . . . .
. . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. . . .
. . . . .
.
.
77
80
85
90
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. .
.
.
. . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. . . .
153
.158 .166
. . . .
.
148
. 151 .
19. yüzyılda kamusal yaşam kargaşası
VII. SANAYİ KAPİTALİZMİNİN KAMUSAL YAŞAM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ . . . . A. 19. yii;;yrl kent sakini yeni bir kişilik miydi? . . B. Şehirde yerleşme . . . C.Şans ve burjuva yaşamı . . D.Kamusal enıtia .. . . . .
.
.
.
.
.
. . . . .
. . . . .
.
. . . . .
.
. . . . . . . .
.
. . .
VIII. KAMUSAL ALANDA KİŞİLİK
.
. . . .
. . .
. . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. . . . . . .
. . . . . . . . . . . .
.
.
..
.
.
.
. . . . . . . . . . . . . .
. . . . .
. . . . . . . .
��
.
.
.
.
.
. .
. . . . . . . . . . . .
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. . . .
. . . .. A. Srnifa karşı bireysel kişiliğin zaferi B. Gemeinschajt . . . .. . . C. Dreyfus davası: Yrku.:ı gemeinschaft D. Gerçek radikal kimdir?
1848:
. . . .
.
.
.
. . . .
.
.
.
. . . . . . . . . . .
.
.
. . . . . . . . .
.
.
. . .
..
..
. . . . .
. . . . . . . . . . . .
.
.
..
. . . . .
.
.
.
.
. . . . .
.. . .. . .
.
.
. . .
.
.
. .
.
.
.
. . .
. . .
. . . . . . .
.
.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . .
. . . .
..
.
.
.
. . . . .
.
.
.
.
.
·
. . . . . . . . . . . . . . . . .
.
176
. 177
. . .
.
180
185
190
XI. KAMUSAL KÜLTÜRÜN SONU XII. KARİZMA MEDENİYETTEN KOPUYOR A. Karizma kuramları . . 8. Karizma ve hınç . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . .
. . 229
. . . .
. . . . . . . . . . . .
. . . . .
. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
2 68
285
291 308
311
325
. . . . .
.
.
. .
.
.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . .
. . .
. . . .
. . . .
. . .
. . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . .
. . . . . . . . .
XIII. CEMAAT MEDENİYETTEN KOPUYOR
. . . . . . .
A. Bir cen1aat çevresinde kurulan barikatlar . B.İçeriden yükseltilen harikatlar . C. Cemaatin insani hedelleri . . .
. . . . . . . . .
. . . . .
. . . .
. 333
. .
.
.
. . . .
. .
. .
.
. .
. . . .
.
.
.
. . . . . . .
. . . . . . . . . .
.
.
.
. .
.
.
. . .
.
.
. . .
. . . . . . . .
.
. . . . . . . . . . . . . . .
. . .
.
.
.
. . . . .
. . . . . . .
. . . . . . . . .
233
241
�3
.
.
3 63 3 69
377 381
. 38 6 .
. . . . . . . . . . . . . . . . .
A. Oyun, kamusal ifadeyi sağlayan enerjidir . 8. Nal'sisizm hu eneıjiyi zayiflatır . . C.Narsisiznıin seferber edilmesi ve yeni bir sınıfın doğuşu D. Narsisizm modern çağlarrn Protestan ahlô.kıdır
34 6
. 349 . 35 6
. . . . . . . . . . . . . . . . .
C. Elektronik n7edya geçmişreki sessizliği pekiştirir D. Star sisten1i . . . . .
.
39 6
401
405
414 419
42 6
-SONUÇ: MAHREMİYETİN DESPOTLUKLARI ............432 -DİPNOTLAR VE KAYNAKÇA
200
205
. 214
. . . .
255
258
Dördüncü Bölllm
Mahrem toplum
.
. . .
.
.
. . . . .
. .. .
. . . . . .
. . . A. Ba/zac'uı toplumsal bir ilke olarak kiş;/ik anlayışr . B.Kanıusal alanda kişilik: Yeni beden imgeleri .. C. Sahne, soka.�ın aruk anlatmad�ğı hir hakikati dile getirir D. Kişilik ve ö=el aile . E. Geçnıişe haşkaldırılar . . . .. .
X. KOLEKTİF KİŞİLİK .
.
.
. . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
.
. . . . . . . . .
. . . . .
XIV. SANATINDAN MAHRUM EDİLEN AKTÖR
Üçllncll Bölüm
.
. . . . . . . . . . . . . . .
.
.
.
. . .
.
.
.
. . .
.
. . . . .
. . .
.
. . . .
.
.
.
.
.. . . 126 . . 130 . . . 132 .. . . . 138 . . 139
. . . . . . . . . .
.
.
.
.
. . .
. . . . .
.
.
. . . . . . . .. A. SaXduyunun aktör�insanı . . . . . . . .. B. Diderot' nun rol yapma paradok..r;u .. . . C.Rousseau'nun tı)atro�şehre yönelttiği suçlama . . . D.Rousseau'nun kehanetleri . . . . . . .
.
. . .
. . . .
. . . .
. . . . . . . .
.
73
. .
. . .
. . . . .
. . . . . . . . . .
.
.
.
. . . . . . . . . . . .
.
.
.
. . .. . . 95 .. 97 .. .106 . . l24
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
..
.
. . . . .
. .
B. Do.�al ifade kanuısal a!an111 dışındadır C. Kamusal ve özel, toplumun bir molekülü gibidir D.Molekülün par':.·alanrşı .. ..
VI. AKTÖR OLARAK İNSAN
..... . . ... . .. . .. . ..
. . . . . . .
. . . . . . . . . .
. . . .
. . .
.
. . . . .
. . . . .
. .
. . .
. . . . . . . . . . .
..
. . . .
· A. Kamusal ifadenin sınırlan vardır .
.
. . . . . . . . . .
A.Beden !lir mankendir B. Kfnıuşn1a hir işarettfr . . . C. Kişidışı alan duygu yükliidüı: .
.
. . . . . . .
. .
IV. KAMUSAL ROLLER
. .
. .
IX. 19. YÜZYILIN KAMUSAL İNSANLARI A.Aktör . .. . B. İzleyici . .. . . . .
. . . . . . .
.
. . . . . . . . .
.
. . . . .
.
.
.
Ek
-"SUÇLUYORUM"/ Emile Zola -DİZİN . . . . . . . .
.
.
.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
437
451
4 63
Kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki insanların kaderlerine ilgisiz bir yabancı gibi davranır. O insan için tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur. Hemşerileriyle ili�kilerine gelince, aralarına katılır ama onları görmez; dokunur ama onları hissetmez; yalnız kendi başına ve kendisi için vardır. Ve bu şartlarda kafasında bir aile metlıumu kalmışsa bile artık bir toplum mefhumu yoktur. Tocqueville
TEŞEKKÜRLER Öncelikle bu kitabın amacını bclirlcmcmdeki yardımları için Clifford Curzon ve Murray Pcralıia 'ya teşekkür ederim. Yazma aşamasında, Petcr Brooks, Clifford Gccrtz. Richard Gilınan, Carolinc Rand Herron, Anne Hollandcr, Hcrbcrl Mcnzcl, Orcst Ranum, C;;ırl Schorske, Richard Tre.xler ve Lionel Tril Jing'in y:.ırdın1larını gördüın, Elyazmaları üzerinden yaptıkları yorumları için Ben Barber, Ju;:ın Corr:tdi. Marion Knox, Lco Marx ve David Riesman'a te şekkür cdcrinL Metni ayrıntılı bir biçimde okuyarak yorumlayan David Her ron 'tı özel te�ckkürlcrimi borçluyum. Bu kitabın araştırmaları Marcia Bystryn, Bernard McGranc, Mark Sa1mon ve Christina Spcllman'ın yardımlarıyla yürütüldü. Büyük bir sabır göstererek eksiksiz bir çı.ılışma yı.ıpan Marcia Bystryn'a özellikle teşekkür ediyorum. Nihayet, yazınu işindeki rehberlikleri için Robert Gottlicb ve Angus C�ı meroıı'a teşekkür ediyorum. Bobbie Bristol kitabın ortaya çıkışını sağladı, Jack Lynclı de metnin dilini arılaştırmamu yardım etti. ln.stitute for Advanccd Study, the Lincoln Center for thc Performing Arts, thc Mctropolitan Muscum of Ncw York, Harvard University, the BibliothCque Nationalc, Cambridgc University ve Ncw York Univcrsity kütüphaneleri çalı ş�tnlarına ve yöneticilerine teşekkür ediyorum. Bu kitabın ar.ıştınna ve çalış ma aşam�ısında finansal yardım thc lnstitutc for Advanccd Study, the John Si mon Guggcnhcim Foundation ve Ford Foundation'dan geldi. Elyazmaları Ccntcr JOr Policy Rescarch personeli tarafından dizildi. Hepsine kolektif ça lışmaları ve iyi niyetleri için teşekkür ediyorum.
Birinci Bölüm
Kamusal sorun
1
K amu s al alan
Modem çağlar sıkça Roma İmparatorluğu'nun çöküş yıllarıyla kar şılaştırılır: Ahlaksal çürümenin, Roma'nın Batı'ya hükmetmesine engel olduğu gibi, modem Batı'nın da dünyaya hükmetme gücünü azalttığı öne sürülür. Budalaca olmasına karşın bu yaklaşımın doğ
ru bir yanı da vardır. Roma toplumunda Augustus'un ölümünün ar
dından gelen kriz ile günümüzde yaşanan kriz arasında bir paralel
likten söz edilebilir; bu paralellik kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki dengeyle ilintilidir. Augustus çağı sona ererken, Romalılar kamusal yaşamlarını for mel bir yükümlülük meselesi olarak ele almaya başladılar. Kamu sal törenler, Roma emperyalizıninin askeri gereklilikleri ve aile çevresi dışında kalan öteki Romalılarla ritüel ilişkilerin hepsi birer
res publica'run kurallarına
dan ve çevre etkilerinden bağımsız, kendiliğinden bir gelişim gös
boyun eğerek daha çok edilgen bir ruh haliyle, ama giderek daha az
terdiğini öne sürecektir. Bununla birlikte, psişe, kendine ait bir iç
görev haline geldi. Bunlar, Romalıların
inançla katıldıkları görevlerdi. Roma'nın kamusal yaşamı cansızla
yaşamı varmış gibi ele alınır. Bu psişik yaşam öylesine değerli ve
şırken Romalı, kendi başına duygusal enerjisini boşaltacak yeni bir
hassastır ki, toplum yaşamının acımasız gerçekleri ile yüz yüze bı
odak, inançları ve bağlandığı değerler için yeni bir ilke arayışına
rakılırsa solup gidecek ve ancak korunup yalıtılırsa serpilip gelişe
res
cektir. Her bireyin benliği, bireyin temel kaygısı haline gelmiştir;
girdi. Kendi dışındaki dünyadan ve o dünyanın parçası olan
publica'ııın formalitelerinden kaçmayı amaçlayan bu kişisel arayış
kendini tanımak, dünyayı tanımak için bir araç olmayıp bir amaç
mistik nitelikteydi ve adım adım Hıristiyanlık'ın egemenliği altına
olmuştur. Tam da bu derıli kendimize dönük olduğumuz için, kendi
giren Yakındoğu 'nun dinsel topluluklarına yönelmişti; sonunda Hı
mize özel bir ilkeye ulaşabilmemiz ve kişiliklerimizin ne olduğunu
ristiy,mlık gizlice sürdürülen manevi bir bağlılık olmaktan çıkarak
kendinüze ve başkalarına net bir biçimde arılatabilmemiz son dere-
..l!!... dünyaya açıldı ve bizzat kamusal düzenin yeni ilkesi haline geldi.
Günümüzde de kamusal yaşam formel bir yükümlülüğe dönüş
ce zordur. Çünkü ,psişik yapımız özelleştikçe daha az uyarım alır ve duygularımızı hissedip ifade edebilmemiz de aynı ölçüde güçleşir.
müştür. Çoğu yurttaş, devletle ilişkilerine teslimiyetçi ve kanıksayı
Augustus sonrası Romalı, zihninde kendi özel, Oryantal taruıla
cı bir ruh haliyle bakmaktadır. Ama kamunun bu zayıflaması, poli
rıyla ilişkilerini kamusal alandan ayırıyordu. Sonunda, askeri yasa
tik faaliyetlerden çok daha geniş bir alam ilgilendiriyor. Yabancılar
ları ve sosyal gelenekleri, farklılığı apaçık, yüce bir ilkeye tabi kı
la kurulan ritüel ilişkiler ve orılara karşı takırnlan tavırlar en iyim
larak bu taruıları kanrnsal dünyaya dayattı. Özel anlamlamanın mo
ser yaklaşımla formel ve yavan, en kötümser anlamda da sahte gö
dern kodları kapsamında, kişisel olmayan yaşantı ile malıremiyet
rülmektedir. Yabancıların kendisi zaten bir tehdit unsurudur ve ya
arasındaki ilişki bu denli açık ve net değildir. Toplumu, ancak çok
bancıların o dünyasında, yani kozmopolit şehirde bulunmaktan an
büyük bir psişik sisteme dönüştürerek "anlamlı" bulabiliyoruz biz.
Res pub/ica genel olarak, araların
Bir politikacının mesleğinin yasa çıkarmak ve uygulamak olduğu
cak bir avuç insan hoşlanabilir.
da aile bağı ya da yakın bağlar olmayan insarılar arasındaki birlik
nu anlayabiliriz, fakat politik mücadelede kişiliğin rolünü algılaya
telik ve karşılıklı taahhüt bağlarıru temsil eder; arkadaşlık ya da ai
na dek bu iş bizi pek ilgilendirmez. Belli bir makama aday bir po
le bağlarından çok bir kitleye, bir "halk"a, bir politik uygulamaya
litik liderin, etkinliklerine ya da yürüttüğü programlara değil, nasıl
ilişkin bağdır. Romalılar devrinde olduğu gibi günümüzde de res pııblica ' ya katılım artık bir oluruna bırakma sorunudur ve bu kamu
biri olduğuna bakılarak "güvenilir"liğinden ya da "meşru"luğundan söz edilir. Kişisel olmayan toplumsal ilişkileri ilımal etme pahasına
sal yaşamın şehir gibi mekanları da bir bozulma sürecine girmiştir.
kişilere saplanıp kalışımız, rasyonel toplum arılayışırruzı renksiz
Roma devri ile modern çağ arasındaki fark, "özel yaşam"a ne
leştiren bir filtre gibidir. Bu, gelişmiş endüstri toplumunda sınıf ol
munun karşısına koyabilmek için bir başka ilke, dünyanın dinsel
atin karşılıklı bir kendini açma edimi olduğuna inanmamıza ve
arılam verildiğinde yatmaktadır. Romalı birey, özel yaşamında ka
gusunun bugün de süregelen önemini gölgelemekte, aynca cema
b<ıkımdan aşılmasına dayanan bir ilke arayışına girmişti. Özel yaşa
özellikle de şehirlerde görülen, yabancılarla kurulan cemaat ilişki
mımızda bizim aradığımız ise aslında bir ilke değil, psişemizin ne
lerini küçümsememize neden olmaktadır. İronik olarak, bu psikolo
olduğuna, duygularımızda neyin sahici olduğuna ilişkin bir düşü
jik yaklaşım, her benlik bir ölçüde korkularla dolu bir kutu olduğu
nümdür. Özel yaşamı; yani kendi başımıza, ailemizle ve yakın ar
için, berılikler arası uygar ilişkilerin ancak arzu, hırs ya da kıskanç
kadaşlarımızla baş başa kalmayı, kendi başına bir amaç haline ge
lık türünden sevimsiz küçük sırların saklı tutulması ölçüsünde iler
tinne çabasındayız biz. Bu özel yaşamın psikolojisine ilişkin modern görüşler karmaka rışıktır. Bugün çok az insan psişik yaşarrılarının toplumsal koşullar-
leyebileceğinin kavranmasını engellediği gibi, başkalarının özel ya'
şamına saygı duymak gibi temel kişilik öğelerinin gelişmesini de engellemektedir.
�;
Modem psikoloji ve özellikle psikanaliz, benliğin sui generis iç işleyişini kötülük ve günahla ilgili aşkın kaygılar taşımaksızın kav rayarak, insanların kendilerini bu korkulardan kurtarabilecekleri ve kendi arzularının çemberi dışında bir yaşama tam ve rasyonel katı lım sağlayabilecekleri inancı üzerine kurulmuştur. Şimdi yığınla in san, daha önce hiç görülmemiş bir ölçüde kendi yaşam öyküleri ve özel tutkularıyla ilgileniyor. Oysa bu ilginin bir özgürleşme değil, bir tuzak olduğu ortaya çıkmıştır. Yaşama ilişkin bu psikolojik· imgelemin yaygın toplumsal so nuçları olduğundan, ona ilk bakışta yersiz görünebilecek bir ad ver
_JJL mek istiyorum: Bu, mahrem bir toplum tasavvurudur. "Mahremi n yet"; sıcaklık, güven ve duyguların açıkça ifade edilmesi gibi şey
ler çağrıştırır. Fakat, kendi deneyimlerimizin ufku içinde, tam da bu
psikolojik faydalan içinde bulmayı beklediğimiz ve bir anlamı olan toplumsal yaşam bu psikolojik ödülleri sunamadığı içindir ki, dışı mızdaki, kişidışı dünya bize yararsız görünür; bayat ve bomboştur. Bir anlamda, David Riesman'ın
Yalnız Kalabalı k ta '
dile getir
miş olduğu tartışmanın etrafında dolanıyorum. Riesman, insanların kendi içlerinde hissettikleri amaçlara ve duygulara dayanan eylem lere giriştikleri ve taahhütlerde bulundukları iç-yönelinıli bir top lumla, bu duygu ve taahhütlerin öncelikle başkalarının ne hissettik lerine bağlı olduğu öteki-yönelimli bir toplumu karşılaştırmıştı. Ri esman, Amerikan toplumunda ve onu izleyen Batı Avrupa'da iç-yö nelimlilikten öteki-yönelinıliliğe doğru bir eğilim olduğuna inanı yordu. Bu sıranın tersine döndürülmesi gerekiyor. Batı toplumları, öteki-yönelimlilik gibi bir durumdan iç-yöneliınlilik benzeri bir du ruma geçmekteler. Ne var ki, insanların tamamen kendilerine gö müldükleri bir ortamda iç dünyada neler olduğunu kimse bilemiyor. Sonuçta, kamu yaşamı ile malırem yaşam arasında bir karışıklık or taya çıkıyor. İnsanlar, yalnızca kişisel olmayan anlamlama kodla rıyla üstesinden gelinebilecek kamusal sorunlara, kişisel duygulan açısından yaklaşıyorlar. Bu karışıklık salt Amerikalılara özgü bir sorun gibi görülebilir. Amerikan toplumunun !)ireysel deneyime verdiği değer nedeniyle yurttaşlarının bütün toplumsal yaşamı kişisel duyguları bakımından değerlendirdiği sanılabilir. Oysa, şimdi yaşanan şey, katı bir birey cilik değil, bireylerin dünyanın gidişatına bakarak öne çıkardıkları
bireysel duygularla ilintili bir kaygıdır. Bu kaygının kaynağı da ka pitalizmdeki ve dinsel inançlardaki büyük değişinılerdir. Bu deği şinıler artık ulusal sınırlan aşmıştır. Kişinin neler hissettiği konusundaki kaygısı Romantik "kişilik arayışı"nın yaygınlaşıp bayağılaşması şeklinde de görülebilir. Bu arayış toplumsal bir vakumda yürütülrnemişti. İnsanları, kendini gerçekleştirmek amaçlı bu Romantik arayışa iten, gündelik yaşa mın koşullarıdır. Dahası, bunun toplum için bedelinin ne olduğunun değerlendirilmesi bu arayış üzerine yapılan yazılı çalışmaların kap samını aşmaktadır ki, oldukça yüksek bir bedel söz konusudur aslında. Kamusal yaşamın aşınması konusu, alışılageldik toplumsal tarih tarzlarından farklı bir çalışma türü gerektirmektedir. Kamusal ifade hakkında konuşulunca akla doğal olarak şu soru geliyor: İns�oğlu toplumsal ilişkilerde ne tür ifadelerde bulunabilmektedir? Örneğin, tanımadığı birine bir iltifatta bulunurken bir sahne aktörü gibi mi davranır? İfadenin ne olduğuna ilişkin belli bir teori olmaksızın ka musal yaşamda bir ifade boşluğu olduğu üzerine konuşabilmek ol dukça güç. Örneğin, kamusal ilişkilere uygun ifade tarzı ile mah rem ilişkilere uygun ifade tarzı arasında bir fark var mıdır? Ben, tarih ile teori arasında etkileşim kurarak kamusal ifade üze rine bir teori oluşturmaya çalıştım. Kamusal düzeyde davranışlar, konuşma, giyim ve inançlarla ilgili somut değişimler bu kitapta toplumsal ifade olgusunu açıklayan bir teori oluşturmak için kanıt olarak kullanıldı. Tarihin, teoriye ipuçları sağlaması gibi, konuyla ilgili ulaştığım soyut görüşleri yeri geldiğinde tarihsel 'kayıtlarda cevabını arayacağım yeni soruların ipuçları olarak görmeye çalış tım.
Bir incelemenin diyalektik olması, tezin ancak kitap .sona erdi ğinde tamamlandığı anlamına gelir. "Teoriyi" bir kerede 'ifade edip onu tarihsel zemin üzerine bir harita gibi yayamazsınız. Ama en
azından net bir başlangıç için, bu bölümde modem toplumda geliş tiği biçimiyle kamusal sorunun politik ve toplumsal bo�tlannı ve
bir sonraki bölümde de kamusal düzeyde ifade teorisinin çeşitli bo yutlarını irdelemek istiyorum. Daha ileride, tarihsel ve teorik soru
lara tekrar tekrar dönülecek.
_l2_
A. KA MUSAL ALAN DIŞINDA AŞK
�
bir alanı kapsadığını düşünürüz. Oysa, bir ifade ediminden çok ifade edici bir durum olarak cinsellik, entropiktir. Ne yaşarsak yaşaya-
Çağdaş toplumun kamusal sorunu iki yönlüdür: Kişis ı olmayan davranışlar ve meseleler güçlü bir heyecan uyandırmaz!
lım, bir şekilde cinselliğimizle bağlantılı olmalıdır; ama cinsellik
; davra-
hep
nışlar ve konular ancak insanlar yanılıp da onları kişilik 'sorunlany-
mış gibi ele aldıklarında heyecan uyandırırlar, Ne ki, bu iki yönlü
şey olurdu. Ayrıca, cinselliği, kendimizi teslim etmekten çok belli
kamusal sorunun varlığı özel yaşamda sorun yaratır. Malırem duy-
bir biçime sokmaya çalıştığımız duygularla eş düzeye indirmek an-
gular dünyası sınırlarını yitirmektedir. Ma!ırem alan, insanların
lamına gelirdi bu. Cinselliği bu ikinci tarzda algılayan Vıktoryenler,
kendileri için alternatif ve·dengeleyici yatırım sahası haline getir-
erotik yaşamlarından ders almaktan söz edebiliyorlardı; baskılama
eliği kamusal dünya tarafından sınırlanıruyor artık. Bu yüzden, güç-
eleklerinden dolayı, bu dersler büyük acılara mal olsa da. Bugün
_1R_ lü bir kamu yaşamının aşınması, içtenlikle ilgi duyulan malırem
ise cinsellikten bir şey öğrenemiyoruz, çünkü öğrenınek cinselliği K
ilişkileri deforme etınektedir. Son dört kuşak boyunca, bu bozulma-
benliğin dışına yerleştirmeyi gerektirir. Bunun yerine, durmaksızın
nın en canlı örneği, kişisel ilişkiler içinde en malıremi olan fiziksel
ve düş kırıklığı içinde cinsel organlarımız aracılığıyla kendimizi
aşkta görüldü.
arıyoruz biz.
Son dört kuşak boyunca, fiziksel aşk yeniden tanımlandı ve
Örneğin, 19. yüzyıla ait "baştan çıkarma" sözcüğü ile modem
ağırlık erotizm terimlerinden cinsellik terimlerine kaydı. Cinsellik
bir terim olan "ilişki" sözcüğünün nasıl farklı anlamlan olduğunu
kişisel kimlikle ilgili olmasına rağmen Viktorya dönemindeki ero-
bir düşünün. Baştan çıkarma, bir kişi (bu kişinin erkek olması ge-
tizm toplumsal ilişkilerle ilgiliydi. Erotizm, cinsel ifadenin eylem-
rekmiyor) tarafından bir başkasında toplumsal kuralları ilılal eden
lerle -yapılan seçimle, bastırılarak, etkileşimle- dışa sızması anla-
bir duygunun uyandırılmasıydı. İhlal, ilgili kişinin tüm toplumsal
mına geliyordu. Cinsellik ise bir eylem değildir; bir varlık durumu-
ilişkilerinin geçici olarak da olsa sorgulanmasıru gerektiriyordu.
dur. Bu varlık durumunda, fiziksel aşk edimi, birbiriyle yakın iliş-
Suçluluk duygusu yoluyla sembolik olarak, ilılalin ortaya çıkması
kide olan insanların duygularının hemen hemen pasif ve doğal bir
durumunda ise fiili olarak kişinin eşi, çocukları, ana babası da işin
sonucudur.
içine dalı.il olurlardı. Modem "ilişki" terimi, bu risklerden tümden
19. yüzyıl burjuvazisi erotizm terimlerini hemen hemen her za-
arınınıştır. Çünkü fiziksel aşkın toplumsal bir eylem olduğu görü-
man korkuyla telaffuz ediyordu. Bu nedenle de ifadeler önce bir tür
şünü reddetmektedir. Fiziksel aşk artık duygusal bir yakınlık soru-
baskı süzgecinden geçiriliyordu. Tüm ciıısel faaliyet bir ilıJal duy-
nudur ve
gusunun gölgesi altındaydı; bir kadının bedeninin bir erkek tarafın-
içi olsun ya da olmasın, bu ilişkinin kendi ana babası ile bağlantılı
temelli bir ahlak kodunun homoseksüellerce ihlali... Modem toplu- :
olmasını doğal karşılamak, yani biri ile bir aşk ilişkisine girdiğinde
mun geniş kesimleri baskı ve korkuya isyan ettiler ki bu aslında iyi :
başka birinin kızı ya da oğlu olarak statüsünün değişeceğini düşün
bir şeydi. Ancak bu arada, malıremiyet ideallerinin modern imgele- ;
mek mantıksız gelecektir. Denilecektir ki bu,. bireysel bir durum, ki
me kattığı renk yüzünden, fiziksel aşkın da, insanların giriştiği tüm
şilik faktörlerine bağlı bir sorundur, toplumsal bir konu değildir.
diğer toplumsal faaliyetler gibi ona özel bir anlam yükleyen kural- :
Daha özgür düşünen kişiler arasında, evlilikle bağlantılı olarak ay
!arı, sınırları ve zorunlu kurguları olabileceği görüşüne de tepki : yer değiştiren yeni bir kölelikti.
Cinselliğin, kim olduğumuz ve ne hissettiğimizle ilintili geniş
özünde, bir insanın yaşanıındaki öteki toplumsal ilişkiler
ağının dışında yer almaktadır. Artık bir ilişki yaşayan birine, evlilik
dan ihlali, toplumsal kuralların iki iişık tarafİndan ihlali ya da daha
gösterildi. Cinsellik, benliğin ifşası haline geldi. Bu, eski kölelikle ;
vardır. Onu soyarız, keşfederiz, onunla uzlaşırız ama ona hük-
medemeyiz. Bunu yapmak güdümleyici, araçsal, duygusuzca bir
·
nı tartışma yapılacaktır. "İ lişki" sözcüğü, bu boş ve özelliksiz sözcük, toplumsal düzeyde konuşmalar yoluyla paylaşılabilen bir irnge olarak, cinselliğin bir tür değer yitimine uğradığıru göstermekte dir. Cinsel baskıya isyan ederken, cinselliğin toplumsal bir boyut
taşıdığı görüşüne de isyan etmiş olduk. Özünde bu denli iyi niyetli olan cinsel özgürlük çabalan neden benlikle ilgili çözümsüz, sihirli bilmeceler haline geliyor? Mahre
r 1
!inde yaşarlar. Her türlü taahhütten uzak durmak ve sürekli "Ben ki mim?" sorusunu yanlt!ayabilecek bir tanım aramak insaria acı verir, ama her şeyi alt-üst eden bir hastalık da değildir. Diğer bir deyişle narsisizm, kendi yıkımını kışkırtacak koşullan yaratmaz.
miyetin bütün amaçlara hizmet eden bir gerçeklik ölçütü olduğu bir toplumda deneyim iki şekilde düzenlenmektedir ki, her ikisi de bu
Cinsellik alanında narsisizm, fiziksel aşkı herhangi bir kişisel ya
amaçlanmamış yıkıcılığa yol açar: Birincisi, böyle bir toplumda,
da toplumsal taahhütten uzak tutar. Taahhüt olgusunun kendisi bile
narsisizmin temel insani enerjileri öylesine harekete geçirilir ki,
kişiye, onun kendini tanımak ve kendini tamamlayacak '.'doğru" ki-.
bunlar sistematik ve sapkın bir biçimde insan ilişkilerine girer. İkin
şiyi bulmak için "yeterince" deneyim edinme fırsatlarını kısıtlar gö rünmektedir. Narsisizmin egemenliği altındaki her cinsel ilişki, ta
cisi, böyle bir toplumda insanların birbirlerine karşı "dürüst" ve sa
hici olup olmadıklarının sınanması, mahrem ilişkilerde görülen tu-
rafların birliktelikleri ne kadar uzun sürerse o oranda daha az doyu-
R haf bir piyasa tarzı mübadele ölçütü haline gelmiştir.
rucu olmaktadır.
Klinik arılamda narsisizm, kişinin kendi güzelliğine duyduğu
Narsisizm ile cinsellik arasındaki başlıca ilişki, insanların kendi
aşk şeklindeki popüler görüşten kesin olarak ayrılır. Daha geniş an
bedenleriyle ilgili olarak yarattıkları imgelerin terimleriyle tasvir
lamda, bir karakter bozukluğu olarak, neyin benliğin tatmininin ala nına ait, neyin bu alanın dışında olduğunun algılanmasını engelle yen kendine dönüklük halidir narsisizm. "Bu kişi ya da olay benim için ne ifade eder?" şeklindeki bir takıntıdır. Diğer ins.anlann ve dış edimlerin kişisel önemleri öylesine vurgulanır ki, söz konusu kişi ler ve olaylar kendi başlarına anlamsız hale gelirler. İlginçtir ki,
1 1 f'.
"
edilebilir. Paris'te yıllar süren ilginç bir araştırma, insanların beden
lerini ne denli kendi cinselliklerinin eksiksiz bir tanımı olarak ele
alırlarsa, bedenin "simgeleşm�sinin" onlar için o denli zorlaştığını göstermiştir. Cinsellik beden biçimi içinde sabitlenmiş bir mutlak
durum haline geldikçe, bu bedenlerin kendileri olan insanların do ğadaki bazı canlılarda, örneğin bitkilerdeki fal!ik biçimleri hayal et
benliğin bu kendine gömülmesi benliğin gereksinimlerinin tatmini
meleri ve bir pistonun ya da körüğün devinimleri ile bedensel hare
ni engeller. Amacına ulaşma ya da bir başkasıyla ilişki kurma nok
ket arasında ilişki kurmaları da giderek güçleşmektedir. Bedenin
tasındaki kişinin, "Aslında istediğim bu değildi" duygusuna kapıl
mutlak bir cinsel durum olarak ulvileştirilmesi narsisçedir, çünkü
masına neden olur. Narsisizm böylelikle, hem berıliğin gereksinim
cinselliği kişinin yalnızca bir vasfı; bir etkirılik yerine bir varlık du
lerine tam arılamıyla gömülme hem de gereksinimlerin tam olarak
rumu haline getirir, böylelikle kişiyi yaşayabileceği ya da yaşaya
doyurulmasını engelleme şeklinde ikili bir özellik taşır.
mayacağı cinsel deneyimden yalıtır. Araştırmanın sonucuna göre;
Narsistik karakter bozuklukları artık terapistlerin karşılaştıkları
bu narsisizm bedenin "metaforik" tasavvurunda bir gerilemeye, ya
psişik sıkıntı türlerinin en yaygın kaynağıdır. Freud'un erotik ve
ni fıziksel bir şeyden bir sembol yaratmak şeklindeki idrak faaliye
baskıcı toplumundaki başat şikayetler olan histerik belirtiler büyük
tinin yoksullaşmasına yol açmaktadm Bu, bir toplumda erotizmin
ölçüde kaybolmuştur. Bu karakter bozukluğunun ortaya çıkmasının
yerini cinsellik aldığında, duygusal eylemlere duyulan inanç da ye
nedeni, yeni bir tür toplumun bu rahatsızlığın psişik bileşenlerinin
rini varlığın duygusal durumlarına duyulan inanca bıraktığında yı
gelişmesini teşvik etmesi; onun kendi koşullarının ve tekil berıliğin
kıcı psikolojik etkilerin neden öne çıktığını açıklamaktadır. Bu, top
sınırlan dışında, yani kamusal alanda anlamlı toplumsal ilişkilere
lumun Eros'a bile kamusal boyut vermeyi reddetmesi durumunda
girilebileceği anlayışını öldürmesidir. Bu rahatsızlığın toplumsal
zincirlerinden boşalan bir yıkıcılığın işaretidir.
bir biçim aldığı ortam hakkında yanlış bir izlenim uyandırmamak
Narsisizm kendini en yaygın şekilde bir tür ters çevirme işlemi
için, bunun ne tür bir sıkıntı olduğunu özgülleştirmeye dikkat etme
ile belli eder: "Keşke daha fazla hissedebilseydim, gerçekten hisse
liyiz. Bu karakter bozukluğu, ne kaçınılmaz olarak psikoza yol açar
debilseydim, o zaman başkaları ile ilişki kurabilir, 'gerçek' ilişkile
ne de onun egemenliği altındaki kimseler devamlı akut bir kriz ha-
re girebilirdim. Yazık ki, hiçbir karşılaşma anında yeterince bir şey-
ıL
mantıksal sonucu can sıkıntısıdır. Bu tükeniş, belli bir andaki doyu
!er hissetmiyorum." Bu ters çevirme işlemi görünürde kendini suç
mun aslında ulaşılabilecek en yüksek doyum ohnadığı ya da tersi
lamayı içermektedir, ama bunun altında, "Tüm dünya beni atlatı
ne çevirirsek, ilişkinin "gerçek" olması için kişinin aslında yeterin
yor" hissi yatmaktadır.
ce duygulanmadığı şeklindeki narsis yaklaşımla mükemmel bütün
İnsanın kendi iç malzemesinden hareketle bir kimlik buhnası
leşmektedir.
yönündeki bu nafile arayışı pekiştiren ikinci bir yıkıcı güç daha var dır. Bu· güç en iyi şekilde, insanlarla tam amaçlı konuşmalar yapa- , cak uzman görüşmecilerin eğitimiyle ilgili örneklerle açıklanabilir. Acemi görüşmeciler ilk seanslarında, üzerinde çalıştıkları kim seleri sadece birer "veri kaynağı" olarak değil, gerçek insanlar ola
1
Narsisizm ve benlik ifşaatının piyasa mübadelesi şeklindeki ya pısı, malırem ortamlarda duyguların ifade edilmesini yıkıcı hale ge tirir. Sonu gelmez bir doyum arayışı vardır, ama aynı zamanda ben
lik doyuma ulaşılmasına izin vermez. Bu benlik dilinin gücünü bu
rak gönne kaygısına. kapılırlar. Birlikte keşfe çıktıkları eşit insanlar
gün, ilişkilerin ve başka kişilerin "sahiciliği"ni ölçmek için kullanı-
langıçta tuhaf bir durumla sonuçlanır: Söz konusu kişi ne zaman
olayların veya başka kişilerin bizinıle kişisel bir "alakası" olup ol
24 olarak ilgilenmek isterler onlarla. Bu övgüye değer arzu daha baş
kendi özel yaşamıyla ilgili bir ayrıntıyı ya da duyguyu ele verse, görüşmeci de buna kendi yaşamından bir örnekle karşılık verir. Bu durumda, inceleme konusu olan kişiyi "gerçek bir insan" olarak ele
lan kod haline gelmiş sözcüklerde bir ölçüde yakalayabiliriz. Belli R madığından ve ilişkilerde kişilerin birbirlerine "açık" olup ohnadık
larından söz ederiz. Bunların ilki, diğer kişiyi kendi ilgisinin ayna-
sı olarak görüp ölçmeye yarayan, ikincisi ise toplumsal etkileşimi
almak, piyasa tarzı bir mahremiyet mübadelesine dönüşür; onlar si
piyasa tarzı mübadele yoluyla yapılan itiraflarla ölçmeye yarayan
ze bir kart gösterince siz de onlara bir kart gösterirsiniz.
bir kılıftır.
Görüşmeciler, kendilerini ortaya serdikçe görüşme konusu olan
19. yüzyılda burjuva ailesi, özel yaşam duygusu ile ev dışındaki
kişinin duygularını dışa vunna şansını yitirdiklerini anladıkları za
kamusal dünyanın son derece farklı koşulları arasındaki aynnu ko
man bu karşılıklı ifşaat pazarlamasından vazgeçmektedirler. Bu
rumaya çalıştı. İkisi arasındaki sınır belirsizleşmişti, çoğunlukla da
şansı ancak soru sorarak ya da sessizce oturup ilgili kişinin konuş
ihlal ediliyordu. Bu sınır erotik alanda korkunun yönlendirdiği bir
maya devam etmesini bekleyerek elde edebilirler. Belli bir sürenin
el tarafından çiziliyordu, Fakat hiç değilse, toplumsal gerçekliğin
sonunda, daha duyarlı görüşmeciler, bir başka insana duygusal dü
farklı alanlarının ayrılığını ve karmaşıklığını korumak için bir giri
zeyde eşit biri gibi davrarunak için onunla karşılıklı ilişki içinde ol
şimde bulunulmuştu. Geçen yüzyılın burjuva yaşamında herkesin
mak ve onun gösterdiği her şeye karşılık ona bir şey ifşa etınek ge
çabucak unuttuğu bir nitelik vardı: Özündeki
rektiği düşüncesinden rahatsız ohnaya başlarlar. İşte bu noktada pi
alanları arasında bir ayrım yapmak ve böylelikle alabildiğine dü
saygınlığı. Deneyim
yasa mübadelesi temelli bir ınalıreıniyet idealinden daha sahici bir
zensiz, acımasız bir toplumdan bir üslup söküp çıkarabilmek için
malıremiyete doğru yol alırlar. Gerçek malıremiyet ilişkisinde ben
çaba gösteriliyordu; kuşkusuz, marazi ve nafile bir çabaydı bu.
liği çevreleyen sınırlar yalıtıcı ohnayıp tersine, onu başkalarıyla ile
Marx, bu saygınlık soıununu en az Weber kadar iyi kavramıştı.
tişim kurmaya teşvik edebilir.
Thomas Marın'ın ilk romanlarında bu saygınlığın kaçınıhnaz çökü
Görüşmeciler, başlangıçta piyasa mübadelesi benzeri malıremi
şü incelenmekle birlikte ona övgüler de düzülür.
yet anlayışlarını daha genelde topluma ha.kim olan varsayımlardan
İnsanlar politika alanında ve geniş ölçekli bürokrasi içinde hiç
almışlardır. İnsanların ilişkileri birbirlerini tanıyacak düzeyde yakın
tanımadıkları kişilerle aktif yaşan1lar sürdürdüklerinde bile benlik
olursa, kişiler arasındaki bilgi akışı karşılıklı ifşaata dönüşür. Söz
sorunlarının tuzağına düşülmüşse, şu sonuca ulaşmamız akla yatkın
konusu iki kişi için ifşaat sona erdiğinde piyasa tarzı mübadelenin,
olacaktır: Sorunun boyutları burjuva yaşamında psikolojinin gide
yani ilişkinin de sonu gelir. "Artık söylenecek bir şey kahnamıştır";
rek artan öneminden bellidir. Bu psikolojik sorun, katılım ve grup
her biri diğerini "tamam" sayar. Mübadele benzeri mahremiyetin
eyleminin sosyolojik sorunlarından tamamen kopuk olarak görüle-
bilirdi. Ama aslında bir şeylerin yer değiştirmesi söz konusuydu; benlik sorunlarına duyulan ilgi arttıkça, belli toplumsal amaçlar için yabancılarla bir araya geliş azaldı; yani psikolojik sorun katılı mı yolundan saptırdı. Örneğin, cemaat gruplarında insarılar birlikte hareket edebilmek için birbirlerini kişisel olarak tanımaları gerekti ğini düşünürler ama hemen· sonra, kişisel olarak karşılıklı ifşaata dayanan eylemsizleştirici süreçlere kısılıp birlikte hareket etıne ar zularım giderek yitirirler. Toplumsal ilişkiler içinde kişiliğini ortaya serme ve toplumsal eylemin kendisini başkalarının kişiliklerini nasıl gösterdiği açısın-
k dan ölçme arzusu iki şekilde adlandırılabilir: Öncelikle bu, toplum
mesele zarınedilebilir yanlışlıkla; insanların toplumsal eylemde bu lunma "iradelerini" ya da "arzusunu" yitirdikleri söyleı;ıebilir. Saf
psikolojik durumları gösteren bu sözcükler yanıltıcı olabilir, çünkü tüm bir toplumun iradesini nasıl olup da yitirdiğini ya da arzularını
nasıl değiştirdiğini açıklamazlar. Dahası bu sözcükler, sanki insan ların toplumsal iradesini aşındırmış ve arzularını değiştirmiş olan
çevre birdenbire kollarını açarak bu değişmiş bireyleri kucaklaya cakmış gibi, bu kendine dönüklük durumundan silkinebilmeleri için insarılara terapik bir çözüm önermeleri bakımından da yanıltı cıdırlar.
sal bir fail olarak kendini kişisel niteliklerini sergileyerek sahici kıl
ma arzusudur. Bir eylemi iyi, yani sahici kılan, eylemin kendisi de ğil onu yapan kişilerin karakteridir. Bir kişi hakkında sahici biri ol duğu yargısı verildiğinde ya da bir bütün olarak toplumun insanın sahiciliğiyle ilgili sorunlar yarattığı söylendiğinde kullanılan dil, psikolojik sorunlara daha fazla ağırlık verelim derken toplumsal ey lemin değerinin nasıl düşürüldüğünü açığa çıkarmaktadır. Sağdu yumuz bize iyi insanların kötü şeyler yapabileceklerini söyler. Ne ki, bu sahicilik dili sağduyumuzu kullanmamızı güçleştirmektedir. İkinci olarak, kendini, güdülerini ve duygularım sahici kılma ar
B. ÖLÜ KAMUSAL ALAN Kamusal alan boşaltılıp terk edildiği oranda, mahrem ilişkileri te mel alan bakış açısının çekim gücü artmaktadır. Çevre, en fiziksel düzeyde, insanları kamusal alanın anlamsız olduğunu düşünmeye iter. Şehirlerde mekan diİzenlemesinde görülen bir durumdur bu. Gökdelenlerin ve diğer büyük ölçekli binaların planlarını çizen mi
marlar, kamusal yaşamla ilintili güncel fikirleri dikkate alarak çalış mak zorunda olan ve bu yüzden de bu kodları ifade edip başkaları
zusu, bir tür Püritenliktir. Cinselliğimiz ne denli özgürleşse de, Pü
nın gözleri önüne sermekle yükümlü az sayıdaki profesyonel ara
ritenin dünyasının tanımı olan kendini haklı çıkarma gerekliliğinin
sındadırlar.
yörüngesinden çıkmış değiliz. Bunun da özel bir nedeni vardır. Narsis duygular daha çok, "Yeterince iyi miyim?'', "Yeterli mi yim?" gibi saplantılı sorular üzerinde odaklanır. Bir toplum bu tür duyguları harekete geçirdiğinde, yani eylemin nesnel karakterini azımsayıp, faillerin öznel duygu durumlarının önemini abartrtğın da, eylem içinde kendini haklı çıkarmaya ilişkin bu sorular "sem bolik bir edim" yoluyla sistematik bir şekilde öne çıkacaktır. Ben liğin meşruluğuna ilişkin saplantılı bu soruların öne sürülmesiyle oluşmaya başlayan kamusal ve özel ilgi alanlan arasındaki yer de ğişimi, artık ne dine ne de maddi zenginliğin manevi sermayenin bir biçimi olduğuna inanan bir kültürde, Protestan ahlakının en aşındırıcı unsurlarını carılandırmıştır. Psişik bakımdan kendine dönüklüğün artışı ile toplumsal katılı mın azalması arasındaki yer değişiminin kendisi de psikolojik bir
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra inşa edilen, tam anlamıyla Uluslararası Okul'a ait sayılabilecek ilk gökdelenlerden biri, New York'taki Park Avenue'da bulunan Gardan Bunshaft'ın Lever Ho use'u idi. Lever House'un zemin katı, kuzey tarafında bir kulesi
olan üstü açık ve geniş bir avludur. Avlunun diğer üç tarafı zemin den bir kat yükseklikte alçak bir yapı ile çevrilmiştir. Sokaktan av
luya girebilmek için at nalı şeklindeki bu alçak yapının altından ge çilir. Burada sokak seviyesi ölü bir alandır. Giriş katı olan bu kısım hiçbir etkinlik için kullanılamaz; burası yalnızca içeriye geçiş yolu dur. Ulushırarası Okul tarzında inşa edilmiş bu gökdelenin biçimi
işlevi ile uygunsuzdur; çünkü biçim düzeyinde minyatür bir kamu sal alanın canlandırılması isteği ifade edilirken, binanın işlevi ka n1usal bir ıneydanın doğasına, yani insanları ve çeşitli etkinlikleri kaynaştırma arzusuna aykırıdır.
Iacak değil, geçip gidilecek bir alandır J?urası. Merkezi holdeki az
Bu aykınlık, daha da geniş bir çatışmanın bir parçasıdır. Ulusla
sayıda beton bank üzerinde geçici bir süre oturmak bile insana, çok
rarası Okul, büyük ve geniş binaların inşasında yeni bir düşünce
geniş ve boş bir alanda teşhir ediliyormuşsunuz gibi son derece ra
olan görünürlük düşüncesine bağlıydı. İnce çelik desteklerle çerçe
hatsız edici bir duygu verir. Centre'ın "kamusal" holü Blooms
velenmiş olan hemen hemen tamamı camdan duvarlar, binanın içiy
ru:ı çitlerl.e çevrili iki dev rampayla ayrılır. Giriş holü, sokak sevıyesınden bır buçuk metre kadar yüksektedir. Brunswick Centre'ı sokakt ka an
bury'nin bu alana sınırdaş olan ana caddelerinden etr
le dışı arasındaki farklılaşmayı en aza indirmektedir. Bu teknoloji,
S. Giedion'un görünürlüğün zirvesi, geçirgen duvar ideali adını
verdiği şeyin elde edi!ınesini sağlar. Amıi bu duvarlar aynı zaman
. zayla gelebilecek herhangi bir ani istilaya ya da, daha kotusu, ge
da hava sızdırmayan barikatlardır da. Lever House, geçirgen o!ına
zintiye çıkmış insanlara karşı korumak için akla gelen her şey ya
larına rağ'.men, bina içindeki faaliyetleri sokaktaki yaşamdan soyut
pılmış gibidir. Bu iki blokun yerleşim düzeni sanki apartman sakin
�
layan du ar!arıyla yeni bir tasanın kavrayışına öncülük etti. Bu ye-
lerini sokaktan, holden ve meydandan etkin bir biçimde yalıtmak -22_
_bl_ ni tasarım kavrayışında görünürlüğün estetiği ile toplumsa! yalıtım
için yapılmışİ:ır. Sera duvarının ayrıntılarında ortaya çıkan görsd
iç içe geçer.
anlatım bir binanın içi ile dışı arasında hiçbir fark olmadığı mesa1ı-
Görünürlüğün ortasında yalıtı!ınış!ık paradoksu New York'a öz
nı verir. Hol, kompleksin yerleşim düzeni ve rampaların verdiği
gü bir şey olmadığı gibi, New York'un suç oranı giderek artan bir
toplumsal mesaj ise Brunswick Centre'1 "dışarıdan", "içerideki"
şehir olması da bu tür tasarımlardaki ölü kamusal mekfuıın yeterli
muazzam bir engelin ayırdığıdır.
açıklaması değildir. Londra'nın Bloomsbury semtinde inşa edilen Brunswick Centre'da ve Paris'in bir kenar semtinde inşa edilen Sa vunma Bakanlığı kompleksinde aynı paradoks, yine ölü bir kamu sal alanın varlığı ile sonuçlanmıştır. Brunswick Centre'da, beton bir merkezi giriş alanının yanların
da yükselen iki dev ·apartman kompleksi vardır. Kompleks iki yana
kat kat bir merdiven biçiminde yükseldiğinden, bir tepenin yamacı
na kurulan Babil'in asma bahçelerine benzer. Brunswick Cent
re'daki sıra sıra apartman daireleri büyük ölçüde camla kaplıdır.
Apartman sakinleri böylelikle içerisiyle dışarısı arasındaki engelle ri ortadan kaldırarak içeriye bol miktarda ışık girmesini sağ!ayan bir sera duvarı görürler. İçeriyle dışarının böylesine iç içe geçişi il
f
�
1 ı 1
1
binalarla hiçbir ilişkileri olmadığı gibi onları göremezler de. Blok lardan biri Londra'nın en güzel meydanlarıİıdan birine açılabilece ği halde ona arkasını dönmüştür. Bina herhangi bir yere dikilebilir miş gibi durmaktadır; yani besbelli ki tasarımcıları, değil olağanüs tü bir şehir merkezinde olduklarının, belli bir yerde olduklarının bi le farkında değillermiş.
Brunswick Centre'dan çıkarılacak asıl ders, merkezi hol konu sundadır. Burada birkaç dükkan ve .geniş boşluklar vardır. Kullanı-
ğımlı kılma gibi çok daha sapkın bir fikri içermektedir. Savunma Bakanlığı binasında da Lever House ve Brunswick Centre'da oldu
ğu gibi kamusal alan belli bir kullanım için değil yalnızca geçip '. gitmek içindir. Savunma Bakanlığı'nda kompleksı oluşturan çok sayıda ofis binasını çevreleyen zeminde az sayıda antrepo da var
dır, ancak asıl amaç bu boş alanların otomobil ya da otobüsten ın dikten sonra ofis binalarına ulaşmayı sağlayan bir geçiş alanı ola
rak hizmet görmeleridir. Zaten, Savunına binasının planıru yapan
ların bu zemini başka bir işlev için düşündüklerine ve bloklarda bu lunan insanların bu alanı kullanmak isteyebileceklerine ilişkin hiç
bir kanıt yoktur. Zemin, planı çizenlerden birinin deyişiyle, "dikey
ginç bir biçimde soyut bir niteliktedir; hoş bir gökyüzü manzarası vardır ama binalar öyle bir açı ile yükselirler ki o çevredeki diğer
Canlı kamusal alanların yok edilınesi, mekanı hareketliliğe ba
bütünün trafik akışını temin eden bağlantıdır". Bu, kamusal meka
f
1 l
11 1
1
'
nın "hareket"in bir türevi haline ge!ınekte olduğu anlamına gelir.
Hareketin türevi olarak alan f'ıkri, özel otomobillerin ürettiği ha
reketin uzamla ilişkileri ile tam bir paralellik içindedir. Otomobil ler, şehirde tur atıp çevreyi görmek için kullanılınazlar; eğlenmek amacıyla araba kullanan gençler dışında. Tersine, otomobil hareket
özgürlüğü sağlamaktadır; bir yerden diğer bir yere giderken, metro
da olduğu gibi belirlenmiş duraklarda durma zorıınluluğu olmaksı zın ya da otobüsten metroya ya da asansörden yaya yürümeye ka-
dar değişik hareket tarzlarına geçmeksizin A noktasından B nok
tında olunca, sosyalleşme azalır ve sessizlik tek savunma tarzı ha
tasına seyahat edebilirsiniz. Demek ki kentin sokakları çok özel bir
line gelir. Bu tür ofis planlaması, tersinden de ifade edilebilen, gö
işlev kazanmaktadır: Ulaşımı olanaklı kılmak. Işıklarla ya da tek
rünürlük ve yalıtım paradoksunu en yüksek noktasına çıkarmakta
yönlü yollarla ve benzeri kurallarla hareket aşın düzeyde sınırlanın
dır. İnsanlar, biricik varlık nedeni onları bir araya getirmek olan ka
ca sürücüler gerilir ya da öfl
_lQ_ Bunun kamusal alanlar, özellikle de kent sokakları üzerindeki etki si şudur: Bu alanlar özgür hareketin hizmetine sokulmadıkça an
lamsız hatta çıldırtıcı bir hale gelirler. Modem ulaşım teknolojisi, sokakta var olmanın yerine coğrafi sınırlamaları yok etme arzusunu koyar. Savunma Bakanlığı ya da Lever House planlarının mantığı ula şım teknolojisiyle işte bu açıdan uyumludur. Her ikisinde de kamu sal alan hareketin bir işlevi haline geldikçe, kendine has bağımsız deneyim olma anlamını yitirmektedir. "Yalıtım" şu ana kadar iki anlamda kullanıldı. Birincisi, yalıtım kentin kalabalık nüfuslu yüksek binalarında oturanların ya da çalı şanların bu binaların kurulu olduğu çevreyle ilişkilerinin kesilmesi anlamına gelir. İkincisi, kişi, hareket özgürlüğü adına kendini özel otosu içinde yalıttıkça, kendi hareket amacına hizmet eden bir araç olmak dışında çevresinin bir anlamı olabileceğini düşünmeyecektir. Kamusal alanlardaki toplumsal yalıtımın biraz daha acımasız bir üçüncü anlamı daha vardır: Doğrudan doğruya kişinin başkaları karşısındaki görünürlüğünden kaynaklanan yalıtımdır bu. Geçirgen duvar fikri, pek çok mimar tarafından binaların dış yü zeyleri kadar içinde de uygulanmaktadır. Bütün bir katın tek bir ge niş ve açık alana dönüşebilmesi için, ofis duvarları yıkılarak görüş engelleri ortadan kaldırılmakta ya da ortadaki geniş açık alanı çev releyen bir dizi özel ofis düşünülmektedir. Ofis planlamacıları he men, duvarların yıkılmasının ofis verimliliğini arttırdığını öne süre ceklerdir. Çünkü onlara göre, insanlar gün boyunca birbirlerinin gö zü önünde olursa dedikodu yapma ve çene çalma ihtimali azalacak, kendilerine çekidüzen vereceklerdir. Herkes birbirinin gözetimi al-
mu alanında nasıl kendilerine has yerlere ihtiyaç duyarlarsa, aynı ·
şekilde, aralarında maddi engeller çoğaldıkça daha fazla sosyalle şirler. Başka bir deyişle, insan sosyalliğini hissedebilmek için baş kalarının yakın gözlemlerinden uzak olmaya gerek duymaktadır. Yakın temas arttığı anda sosyallikle düşüş başlar. İşte, bürokratik etkinlik mantığının bir başka biçimi...
İnsanların kendilerine yabancı bir ortamda malırum edildikleri _JJ_
şeyleri malırem ilişkiler alanında aramalarının bir nedeni, hem de en somut nedenlerinden biri, ölü kamusal alanlardır. Kamusal görü nürlük ortasında yalıtım ile psikolojik etkileşime yapılan aşırı vurgu birbirini tamamlar. Örneğin, kişi kamusal alanda başkalarının gözetimine karşı sessiz kalarak kendini koruma gereği duyduğu oranda, doğan boşluğu, ilişki kurmak istediği insanlara kendini açarak doldurur. Burada tamamlayıcılık ilişkisi vardır; çünkü toplumsal ilişkilerin tek bir, genel dönüşümünün iki farklı ifadesi söz ko
nusudur. Zaman zaman, bu tamamlayıcılık durumunu görgü kural larının ve nezaket ritüellerinin ortaya çıkardığı benlik maskeleri
açısından düşünmüşümdür. Bu maskeler kişisel olmayan ilişkilerde artık önemini yitirmiştir ya da yalııızca züppelere mahsus bir şey oldukları düşünülmektedir; yakın ilişkilerde ise başkasını tanıma
önünde engel gibi görülmektedir. Acaba sosyalliğin ritüel maskele rini böylesine küçümsemek, kültürel bakımdan bizleri gerçekten de avcılık ve toplayıcılık dönemindeki kabilelerden daha fazla ilkel leştirmiyor mu?
insanların kendi sevişmelerine bakışları ile sokakta yaşadıkları şeyler arasında bir ilişki kurmak abarıılı görünebilir. Biri çıkıp da kişisel ve kamusal yaşam tarzları arasında bu türden bağlantıların
olduğunu tartışmasız kabul etse bile, makul bir biçimde bunların ta rihsel köklerinin oldukça zayıf olduğu itirazında bulunulabilir. Kendini cinsel sınırlamalardan kurtardıkça içe dönen kuşak, Ikinci
Dünya Savaşı sonrası k-uşağıdır; ayrıca kamusal alanın en yüksek fiziksel talıribatı yine bu kuşak zamanında ortaya çıkmıştır. Bunun la beraber, kitabımızın tezi, dengesiz bir kişisel yaşamın ve içi bo-
şalmış kamusal yaşamın göze batan belirtilerinin uzun zamandan
beri oluşmakta olduğudur.
Ancien regime'in çökmesi ve yeni bir
kapitalist, seküler, kentli kültürün oluşmasıyla başlayan bir deaişio . mın s,onuçlarıdır bunlar.
yüzyıl ortalarında, tiyatro izleyicilerinin oluşturduğu topluluk anla mında kullanılmaya başlanan "kamu" sözcüğünün bu daha modem tanımını ayrıntılı olarak inceleyen bir çalışma yapmıştır. İzleyiciler-
la cour et la ville, yani "saray ve kent" deyimiyle anlatılırdı. Auerbach, bu tiyat-
den oluşan kanrn, XIV. Louis zamanında moda olan
C. KAMUSAL ALANDA DEGİŞİ MLER
ro kamusunun aslında elit bir grup olduğunu keşfetmişti; saray ya
"Kamusal" ve "kişisel" sözcüklerinin tarihi, Batı kültüründeki bu temel değişimi anlayabilmemiz için anahtar rolü oynar. "Kamu"
bariz olmasına karşın, kent yaşamı açısından bakarsak önemli bir
.R sözcüğünün İngilizcede bilinen ilk kullanımı "kamu"yu toplumun
ortak çıkarı ile bir tutmaktadır. Örneğin, 1470'te Maloıy, İmparator Lucyos'tan "Roma'nuı kamusal iyiliğini [publyke wele] sağlayan
şamı açısından bakıldığında bu durum bir keşif sayılmayacak denli keşifti. l 7. yüzyılda Paris'te
la ville çok küçük bir gruptu. Aristok-
rat değil tüccar kökenliydiler ve yalnızca utandıkları için değil, sa
rayla ilişkilerinin kolaylaşması için de tüccarlıklarını örtbas etme ıL yönünde tavırlar takınıyorlardı.
"Kamusal" olanın kimleri içerdiği ve "kamuya" çıkıldığında çı
diktatör" diye söz ediyordu. Yetmiş küsur yıl sonra, buna sözcüğün "genel gözleme, açık ve ortada olan" şeklinde yeni bir anlamı daha
kılan yerin neresi olduğu konusu, 18. yüzyıl başlarında hem Lond
kanıusal ve özel alanlarda haykırdılar" demekteydi. "Özel" sözcü ğü burada üst düzey devlet erkanından, "ayrıcalıklı" kişi anlamında
yerde vardı. Yaşadıkları şehirler toplumdaki çok çeşitli grupların
eklendi. Hail, 1542 tarihli Chronicle'da, "İçlerindeki kini tutamayıp
kullanılmıştır. 17. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, "kamu" ve "özel" karşıtlığının bugünkü kullanımlarına benzer bir biçim almakta ol
ra'da hem de Paris'te öne çıkmaya başladı. Burjuvalar artık toplum
sal kökenlerini örtbas etme kaygılarından sıyrılıyordu; onlardan her
ilişkiye geçtikleri bir dünya haline geliyordu. Bu arada "kamu" söz
cüğü modem anlamını kazanmış ve dolayısıyla artık yalnızca aile
ve yakın arkadaş kesimlerinden farklı konumu olan bir toplumsal
duğunu görüyoruz. "Kamusal" sözcüğü herkesin denetimine açık olan anlamına gelirken, "özel" sözcüğü kişinin ailesi ve arkadaşla
yaşam bölgesi değil, görece çok çeşitli insanları içine alan, tanıdık
rı ile sınırlan'ın mahfuz bir yaşam bölgesi anlamındaydı. Steele, 1709'da, Tat!er'ın bir sayısında, "insanların kamusal ve özel etkin
Mantıksal olarak, çeşitlilik taşıyan şehir ahalisini çağrıştıran bir
likleri üzerindeki ... etkiler"den söz eder. Butler da 1726'da
Ser mons adlı kitabında, "Her u;san, kamusal ve özel olmak üzere iki
tür yetisine göre değerlendirilmelidir" diye yazıyordu. "Kamuya çıkmak'" (Swift) deyimi, bu coğrafyaya göre anlaşılan topluma öz gü bir ifadedir. Eski tarz kullanınılar İngilizcede bugün tamamen terk edilmiş değildir, ancak modern referans terimlerinin temelinde bu 18. yüzyıl kullanımı vardır.
le pub/ic sözcüğünün anlanıları da hemen hemen aynıdır. Le public, Rönesans döneminde yaygın olarak ortak çıkar Fransızcada
ve politik topluluğu ifade etmiş ve giderek sosyalliğin özel bir böl
gesi haline dönüşmüştür. Erich Auerbach, ilk kez Fransa'da, 17.
* Türkçede "halkın arasına karışmak" deyimini kullanmak daha uygun olurdu' ama "kamu" vurgusunu korumak istedik. (ç.n.)
lar ve yabancıların oluşturduğu kamusal alan anlanıına da geliyordu. sözcük vardır: "kozmopolit". 1738 'deki kayıtlara göre Fransız di
linde "kozmopolit", her yere girip çıkabilen, aşina olduğu şeylerle hiçbir alakası ya da benzerliği olmayan' durumlarda da rahat hare ket edebilen kimsedir. Sözcük aynı anlamıyla İngiliz dilinde çok daha erken ortaya çıkmış olmasına karşın 18. yüzyıla kadar pek kullanılmamıştı. Toplum içine (kamuya) çıkan anlamında bu yeni "kozmopolit", mükemmel bir kamusal insandı. Sözcüğün İngilizce deki eski bir kullanımı 18. yüzyılda burjuva toplumunca benimse necek olan genel anlanıın bir işaretiydi. Howell, 1645'te yazdığı
Mektuplar' dan birinde, "Gerçek bir kozmopolit, bir asker olarak geldim bu dünyaya. Ne ev bark ne toprak ne de mevkide gözüm var" diyordu. Bir servet ya da feodal yükümlülükleri miras almayan kozmopolit, bu dünyevi çeşitlilik içinde gönlü neyi çekerse onun peşinden gidecekti.
F3
Böylece "kamu", aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen yaşam anlamına geliyordu: Bu kamu bölgesinde çok çeşitli, karmaşık top
i,
-�
uygun toplumsal bağların sancısız ve adil bir biçimde şekillenmiş
r
olduğunu düşünmek de pek doğru olmayacaktır. İnsanlar endişe içinde, bu yeni kentsel duruma bir düzen getirecek ve aylıı zaman
lumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelecekti. Bu kamusal
da bu yaşamla aile ve arkadaşlardan oluşan özel yaşam arasına bir çizgi çekecek konuşma, hatta giyim kuşam tarzları yaratmaya çalış
yaşamın odak noktası büyük şehirlerdi. Dilde görülen bu değişimler 1 8 . yüzyıl kozmopolislerindeki davranış ve düşünce tarzlarına denk düşüyordu. Şehirler büyüdük çe krallığın doğrudan denetiminden bağımsız sosyallik ağları, ya
tılar. Kamusal düzenin ilkelerini bulmaya yönelik arayışlarında sık
bancıların düzenli olarak buluşabilecekleri yerler de genişledi. Bu,
giyim ve ilişki tarzlarına başvurdular ve bu tarzları yeni ve acıma sız şartlarda anlamlı kılmaya çalıştılar. Artık yabancı bir alana nak
şehir içinde devasa parklar yapmaya, sokakları dinlenme amacıyla gezintiye çıkan yayalara uygun hale getirmeye yönelik ilk çabala-
K rın görüldüi'iü devirdi. Kahvehanelerin, ardından kafe ve hanların o B
. sosyal merkezlere dönüştüğü, tıyatro ve opera salonlarının eskiden olduğu gibi koltuklarını aristokrat hamilerin paylaştırdığı yerler ol .
lıkla, işlevsel bakımdan yok olup giden bir çağa uygun konuşma,
"' ı
ledilmiş olan geç dönem Ortaçağ toplumundaki eşitsizlikler bu süreç içinde çok clalıa acı verici ve katlanılmaz bir hal aldı. Ancien re- 2.�
ı• gime in kozmopolisindeki kamusal yaşamın değerini takdir edebil ..\
maktan çıkıp açıktan yapılan bilet satışlarıyla geniş bir kamu kesi mine açıldığı devirdi. Kentin nimetleri dar bir elit kesimden geniş
'
mek için onu romantikleştirmeye gerek yoktur. Kaotik ve kafa ka-
rıştırıcı toplumsal koşullarda toplumsal bir düzen yaratma çabası aynı anda,
ancien regime
'
in çelişkilerini bir kriz noktasına taşımış
bir toplumsal yelpazeye açıldı; öyle ki emekçi sınıflar bile, kendi bahçelerinde gezintiler yapmak ya da tiyatroda bir gece resepsiyo
ve grup yaşamı için bugün bile yeterince anlaşılamamış oliJmlu fır
nu "'vermek", eskiden sadece elit kesime ayrılmış bir alan olan
1 8. yüzyıl büyük şehirlerinin yurttaşları, tavırlarıyla olduğu ka dar inançlarıyla da kamusal yaşamın ne olup ne olmadığını tanını
satlar yaratmıştı.
parklarda gezinti yapmak gibi sosyal bazı adetleri benimsemeye
lamaya çalıştılar. Kamusal ve özel arasında çizilen çizgi, öz olarak
başladı.
Serbest zaman alanında olduğu gibi zorunluluk alanında da, ya bancılar arası alışverişe uygun toplumsal etkileşim kalıpları gelişti;
bunlar değişmez feodal ayrıcalıklara ya da krallığın izniyle kurul muş tekelci denetime bağlı değildi. 18. yüzyıl kent pazarları, Orta çağ sonlarındaki ya da Rönesans 'taki öncelierine hiç benzemiyor du; yapısal olarak rekabetçi idi. Satıcılar, sürekli değişen ve kim ol duklarını pek bilmedikleri alıcı gruplarının ilgisini çekebilmek için yarışıyordu. Nakde dayalı ekonomi yayılıp kredi, muhasebe ve ya
tırım usulleri rasyonel hale getirildikçe, yapılan işler ofislere, dük · kanlara taşındı ve giderek kişisel olmayan bir zemine oturdu. Elbet te, bu gelişen şehirlerin hem ekonomilerinin hem de sosyallikleri nin bir hamlede eski iş ve eğlence tarzlarının yerine geçtiğini söy lemek yanlış olur. Henüz yeterli oranda düzenlenmemiş, genişleyen özel girişimcilik koşullan altında, yabancılar arasında geçen bir ya şama uygun düşen çok yeni ilişki türleri ile varlığını hala sürdüren
kişisel yükümlülük tarzları bir arada bulunuyordu. Ayrıca, gelişmekte olan bir şehir ve burjuva sınıfı yaşantısına
örneğini kozmopolit, kamusal davranışta bulan medeni talepleri;
i: örneğini ailede bulan doğanın talepleri karşısında dengeleyen bir
�
çizgiydi. Onlara göre bu talepler birbiriyle çelişiyor, onlar da bütün
lüklü bir bakış açısıyla birinden yana seçim yapmayı reddedip her ikisini de dengede tutuyorlardı. Yabancılara karşı duygusal anlam
' da tatmin edici bir tutum sergilerken aradaki mesafeyi de korumak,
1
18. yüzyıl ortalarında insan denen hayvanı toplumsal bir varlığa dö
ı, nüştürmenin aracı olarak görülüyordu. Buna karşılık aile ve derin
! dostluklar kurma yetenekleri insani yaratımlar olmaktan çok doğal
potansiyeller olarak görülüyordu. İnsan kendini kamusal alanda ya
parken, özel alanda, öncelikle de aile yaşantısı içinde doğasını ger çekleştiriyordu. Kozmopolit merkezdeki kamusal ve özel yaşam ayrımında özlü ifadesini bulan medeni talepler ile doğal talepler arasındaki gerilim yalnızca çağın yüksek kültürüne nüfuz etmekle kalmnınış, sıradan yaşam alanlarına da yayılmıştı. Bu gerilimler, çocuk yetiştirmeye ilişkin kılavuzlarda, ahlaki yükümlülükler üze rine kaleme alınmış risalelerde ve kamuoyunun insanın haklarına
ne kazananların ne de kaybedenlerin anladığı bir ekonomik düzenin
ilişkin inançlarında ortaya çıktı. Kamusal ve özel, birlikte, günüturuyordu.
şoklarından kendilerini münıkün olan her biçimde koruma çabası na sürükledi. Zamanla kamu düzenini denetim altına alma ve bi-
sa! ve Özel yaşamın talepleri arasındaki gerilim, her dönemde görü-
roma kaygısına düştüler. Aile bu korunma yollarından biri haline
müzde toplumsal ilişkiler "evreni" adını verebileceğimiz şeyi oluş-
çimlendirme iradesi zayıfladı ve insanlar daha çok kendilerini ko
18. yüzyıl şehrinde kamusal düzen için verilen mücadele, kamu-
geldi. 19. yüzyıl boyıınca aile tikel, kamusal olmayan bir alanın
len istisnalar, sapmalar ve alternatif tarzlar o dönemde de olmasına
karşın, bütünlüklü bir kültürün şartlarını oluşturuyordu. Ancak, Ay- , merkezi olmaktan giderek çıkarak, kamusal alandan daha yüksek
dınlanma çağında kamusal ve özel coğrafya arasındaki mevcut den- ' ahlfild değerler taşıyan, salt kendi başına bir dünya, idealize edilmiş genin karşısında 1 8 . yüzyıl sonu patlayan büyük devrimler ile daha
f
ğişim belirir.
:1 nnın bumunu sokmadığı yaşam olarak idealize edildi. Aile, toplu-
modem zamanlardaki ulusal bir sanayi kapitalizminin yükselişinin iı
bir sığınak görüntüsü veriyordu. Burjuva ailesi, otorite ve düzenin
tehdit altında olmadığı, maddi varoluşun güvenliğinin gerçek bir _l!i._ ardından ufukta kamusal ve özel olana dair fıkirlerde temel bir de- :• evillik içi aşka eşlik ettiği ve aile üyeleri arasındaki işlere başkala- R Bu değişimde rol oynayan üç etken vardı. Birincisi, büyük şehir-,!, mun saldığı dehşetten kaçışııı bir sığınağı haline geldikçe, adım
f' adım büyük şehirlerdeki kamusal alana değer biçmek için kullanı !'lan bir ahlilki kıstas haline de geldi. İnsanlar, aile ilişkilerini bir öl ve bilinmeyeni yorumlama tarzını etkileyen yeni bir sekülerizm an- f çüt olarak kullanarak, kamusal alanı, Aydınlanma çağında olduğu layışınııı oluşturulmasıydı. Üçüncüsü ise ancien regime'de bizzat � · gibi sıııırlı bir toplumsal ilişkiler kümesi gibi görmek yerine, kamu kamusal yaşamın yapısından gelen ve sonralan bir zayıflık haline; �},�al yaşamı ahlfild bakımdan sefil bir yaşam olarak görmeye başla
deki kamusal yaşam ile 19. yüzyıl sanayi kapitalizmi arasındaki iki-
li ilişkiydi. İkincisi, 19. yüzyıldan başlayarak, insanların yabancıyı;
li clılar. Mahremiyet ve istikrar ailede bütünleşmiş görünüyordu. Bu ani;;.[!' ideal düzen karşısında kamusal düzenin meşruluğu tartışma konu-
dönüşmüş bir güçtü. Bu güç, kamusal yaşamın 18. yüzyılın sonun'?
da ortaya çıkan politik ve toplumsal kargaşanın ağırlığı altında
1
den ölmediği anlamına geliyordu. Kamusal coğrafya, görünürde sa- ::• suydu. pasağlam, aslında içten değişime uğrayarak 1 9 . yüzyıla uzandı. Bu i miras, sekülerizmin ve kapitalizmin yeni güçlerini, onların da ken·
k
Sanayi kapitalizmi de bizzat kamusal alanın maddi yaşamı üze
rinde eşit ölçüde ve doğrudan etkide bulunuyordu. Örneğin, giyim
disini etkilediği kadar etkiledi. Kamusal yaşamın dönüşümüyle : de seri üretim ve tek tek terzilerin ve dikiş atölyelerinin seri üretim özellikle güçlü atletlerin başına gelen çöküş arasında paralellik ku- ' kalıplarını kullanmaları, kozmopolit kamunun çok farklı kesimleri
rulabi!ir; öyle ki, bu atletler görünüşte güçlerinden bir şey yitirme·
nin hep birlikte benzer görünüşler aldıkları ve kamusal göstergele
den gençliklerini korurlar, ama bir zaman sonra vücudu içeriden i rin ayrıksı özelliklerini yitirdikleri anlamına geliyordu. Gelgelelim durmaksızın kemiren çöküş birdenbire ortaya çıkar. Bu kendine has
hayatta kalma biçimi yüzünden, ancien regirne kamusallığının izle,.
hiç kimse, toplumun bu suretle tek tip hale geldiğine inanmıyordu;
makineler, toplumsal farkların -ki bunlar, yabancılarııı hızla çoğal
ri modem yaşamdan ilk bakışta sanıldığı kadar silinmiş değildir.
makta olduğu bir ortamda hayatta kalmak için bilinmesi zorunlu
öncelikle kapitalizmin 19. yüzyıl burjuva toplumunda hız kazandır-
zülmesi imkansız bir gizem haline gelmesi demekti. Makine ile üre
Sanayi kapitalizminin kentli kamusal kültürle girdiği ikili ilişki
olan, önemli farklardır- gözlerden silinmesi ve yabancıların da çö
dığı özelleşme baskılarında kendini gösterir.. İkinci olarak da, kitle- , tilen çok çeşitli mallar ilk kez ticari amaçla, büyük satış yerlerinde sel üretim ve dağıtım nedeniyle, kamusal alandaki maddi yaşamın
özellikle giyim kuşam konusunda "mistifıkasyonu"nda ortaya çıkar.
19. yüzyıl kapitalizminin yol açtığı sarsıntılar inıkilnı olanları,
kamuya sunulduğunda elde edilen başarı kullanışlılık ve ucuzluk
sayesinde değil, bu gizemden faydalanma sayesinde olmuştu. Fi
' ziksel mallar giderek tek tipleştiklerinde bile, insani nitelikleri öne çıkarılarak reklam ediliyor ve anlaşılması için sahip olunması gere-
ken cezbedici bir giz havasına sokuluyorlardı. Marx buna "meta fe
19. yüzyılda gelişen sekülerlik ise tamamen zıt bir doğrultuday-
tişizmi" diyordu; seri üretim patlamasından, görünümlerin türdeş
dı. Njkınlıktan çok bir içkinlik koduna dayanıyordu. Anlık duyum, anlık olay ve anlık duyguların anlaşılabilmeleri için, bundan böyle önceden var olan bir tasarıma uydurulmaları gerekmiyordu. Içkin,
leşmesinden ve maddi nesnelere mahrem kişiliğin özellik ya da sı fatlarının yakıştınlmasından son derece etkilenen çok sayıda kişi
"ansal", "olgusal", salt kendi içinde ve kendi başına bir gerçeklikti. Olgular sistemden daha inanılır idiler; daha doğrusu, olguların mantıksal dizilişi bir sistem oluşturuyordu; 18. yüzyıldaki, fenome-
den yalnızca biriydi Marx. Böylece kapitalizm ve kamusal coğrafya arasındaki etkileşim iki yönde gelişti; biri, kamudan aileye geri çekilme, öteki ise kamu
ne bir yer veren; ancak doğanın fenomene aşkın olduğu doğa düzeni böylece tersine dönüyordu. İnancın materyalleri olarak nelerin hizmet görebileceği konusundaki bu yeni ölçü, fiziksel nesneler
sal görünüş konusunda ortaya çıkan yeni bir kafa karışıklığıydı ki, her şeye rağmen ki\ra dönüştürülebilen bir kafa karışıklığıydı bu. Buradan yola çıkılarak, sanayi kapitalizminin tek başına kamusal
-1!!_ alanın meşruluğunu ve bütünlüğünü yitirmesine yol açtığı sonucu
üzerine çalışmalar kadar psikolojiye de yön verdi. 1 870'lere gelin- -12diğinde, "duygu"nun belirdiği tüm somut koşullar ve "duygu"nun kendini açığa vurduğu somut işaretler ortaya çıkarılabildiği takdir-
na varılsa da, bu sonuç kendi mantığı içinde bile kabul edilemez.
Bu tek tip fiziksel malların psikolojik çağrışımları olması gerektiği ne insanları böylesine inanmaya iten neydi? İnsanlar neden bir şe
de, "duygu"yu kendi içinde anlamlı bir şey olarak ele almak makul görünüyordu. Bundan dolayı hiçbir koşul ya da işaret, a priori olarak, yersiz görülüp gözardı edilemezdi. İçkinliğin seküler bilginin
ye sanki o şeyin insani özellikleri varmış gibi inansın ki? Bu inan cın birkaç kişinin çıkarına olması, onu çoğunluğun neden destekle diğini açıklaınaz. Bu sorun,
ancien regime den miras kalan kamusal yaşamı dün '
yevi yaşama duyulan inanç açısından bir değişime uğratan ikinci et kenle ilgilidir. Bu inanç sekülerliktir. Seküler sözcüğü şu ya da bu
'
biçimde kutsal olana karşı olma anlamında alınırsa, sözcük tek bo- , yutlu ve donuk bir hale gelir. Sözcüğün dünyadaki şeyleri ve insan ları anlaşılabilir kılan semboller ve tasavvurlar olarak kullanılması daha uygun olur. Sanının, en iyi tanım şudur: Sekülerlik, hayatta ol duğumuz süre içinde, her şeyin neden böyle olduğu hakkındaki inancımızdır; biz öldükten sonra kendisi de sorun olmaktan çıkacak bir inançtır bu. Seküler terimler 1 8 . yüzyıldan 19. yüzyıla değin açık bir değişi me uğradı. "Şeyler ve insanlar", 1 8 . yüzyılda, kendilerine doğa dü zeni içinde bir yer verilebildiği zaman arılaşılabilir idiler. Bu doğa düzeni fiziksel, elle tutulabilir bir şey olmadığı gibi, dünyevi şey lerle sınırlı bir düzen de değildi. Bir bitki ya da duygu doğada bel li bir yer kaplıyordu, ama ne doğanın bir minyatürünü ne de bütü nünü anlatıyordu. Bu yüzden, doğa düzeni aşkın bir sekülerlik dü şüncesine dayanıyordu. Bu görüş bilim adamlarının ve entelektüel lerin çalışmalarına girmekle kalmayıp, çocuk disiplinine ve evlilik dışı ilişkilerin ahli\kiliğine ilişkin tavırlar gibi gündelik olaylara ka dar uzandı.
ilkesi olduğu bir dünyada her şey önemlidir; çünkü her şey önem . kazanabilir. Seküler bilgi kodunun bu yeniden yapılanması kamusal yaşam üzerinde köklü bir etkide bulundu. Bu, kamu içindeki görünüşlerin,
ne denli aldatıcı olurlarsa olsunlar, yine de çok ciddiye alınması ge rektiği anlamına geliyordu; çünkü görüntüler maskenin ardındaki kişiye ait ipuçları verebilirdi. Bir kişinin tüm görüntüleri bir şekil de gerçekti, öncelikle somut olduğu için. Gerçekten de bu görüntü bir giz olsaydı, bu onun daha da ciddiye alınmasını gerektirirdi; gö rüntü hangi temelde; a priori, zihinden çıkarılabilir ya da diğerlerin
den ayrılabilirdi? Bir toplum şeylerin kendi başlarına anlamlarının olduğu ilkesine bağlıysa, idrak aygıtına çok derin bir özkuşkuculuk unsuru katınış olur; çünkü bu durumda her aynın işlemi bir hata da
olabilir. Böylece, 1 9 . yüzyılın büyük ve zenginleştirici çatışkıların dan biri ortaya çıktı; insanlar, kaçarak kendilerini özel ve ahlfild üs tünlüğü olan bir alana kapatmak isteseler de, yaşamı, örneğin ka
musal ve özel boyutlarına göre, böyle keyfi bir biçimde sınıflandır manın başlarını belaya sokacak bir körlük olabileceğinden korku yorlardı. Fiziksel nesnelerin psikolojik boyutları olduğuna ilişkin fantezi bu yeni seküler düzende mantıklı hale gelmişti. İnanç, içkinlik ilke-
sinin egemenliğine girince, algılayan ve algılanan, iç ve dış, özne ve nesne arasındaki farklılıklar siliniyordu. Eğer her şey potansiyel olarak önemliyse, kişisel ihtiyaçlanmla ilgili olan şeylerle benim
mun oluştuğunu tahayyül etmelerini beklerler. Bu, insanlık tarihine
dolaysız deneyim alanımla ilgisi olmayan, kişidışı' şeyler arasında sınır çizebilmem nasıl mümkün olacak? Hepsi önemlidir ya da hiç
kent konusundaki çalışmalar kadar kötü sonuç doğurmamıştır. Bir
biri değildir, ama bunu nasıl bilebilirim ki? B u yüzden, nesne ve duyum kategorileri arasında ayrım yapmamalıyım, çünkü onları
devrimi" ve "kapitalist metropol" gibi kavramların her ikisi de şeh-
ayırırken hatalı bir sınır yaratıyor da olabilirim. Nesnelliğin ve ol gulara körü körüne bağlılığın yüzyıl önce bilim adına gördüğü iti bar gerçekte, şimdiki radikal öznellik çağı için bilinçsizce yapılmış
.!!!L bir ön hazırlıktı.
Sanayi kapitalizminin kamusal yaşama etkisi onu ahlfil<.i anlam da meşru bir alan sayan anlayışı zayıflatınak olurken, yeni seküle
rizmin etkisi bu alanı ters yönde zayıflatmak, yani insanların karşı sına duygu, şaşkınlık ya da basitçe ilgi yaratan hiçbir şeyin kişinin
özel yaşam alanından a priori dışlanamayacağı ve keşfedilmeye de ğer belli bir psikolojik niteliği hep taşıyacağı hükmünü koymak ol muştur. Gelgelelim, kapitalizm ve sekülerizm bir arada incelendik lerinde bile, değişim faktörlerinin kamusal alandaki etkisinin ne ol duğuna ilişkin eksik bir bakış açısı, daha doğrusu, çarpıtılmış bir re
pervaneböceğinin yaşam evreleri temelinde yaklaşan bir görüştür. Ne yazık ki, insanlık tarihine ait bu krizalit teorisi hiçbir konuda birine zıt siyasi görüşlerden yazarlarca kullanılan "kentsel sanayi
rin 19. yüzyıldan önce bir şey, kapitalizm ve modernizm etkisini
gösterdikten sonra ise tamamen başka bir şey olduğunu ima eder.
Buradaki yanılgı, belli bir yaşam koşulunun başka bir duruma ge çerken bulanıklaştığını görebilmekteki başarısızlığın da ötesinde,
hem kültürel ayakta kalma gerçeğini hem de tüm devralınan şeyler ..1.L gibi, bu mirasın yeni bir kuşakta yarattığı sorurıları kavrayamamak-
tan gelir.
Burjuvazi, o kamu denen şey içinde, insanların başka herhangi
bir toplumsal ortamda ya da bağlamda yaşayamayacakları duyum samalar ve insan ilişkilerini yaşadıkları inancını koruyordu. Ancien riigime' in şehir mirası, endüstri kapitalizminin özelleştirici itkile
riyle başka bir biçimde birleşmişti. Kamu, alılilk ihlallerinin ortaya çıktığı ve hoş görüldüğü yerdi; kamusal ortamda saygınlık kuralla
rı kırılabilirdi. Eğer özel alan, ailenin idealleştirilmesiyle yaratılmış
sim sunmaktadır. Zira bu iki gücün toplamı toplumsal ve bilişsel fe laketin tan1anılanması demek olurdu. Yabancılaşma, çözülme gibi bilinen bütün mahşeri klişelerin sıralanması gerekecekti o zaman.
bir sığınak, bir bütün olarak toplumun teröründen korunmaya yara
Gerçekten de kamusal boyutun çatırdayışının öyküsü bu kadarla bitseydi, burjuvazi içinde kitlesel ayaklanmalar, politik fırtınalar ve
bancı kalmaya kararlı insanlar arasında geçen bir deneyimle kaçıla
özü farklı da olsa sosyalistlerin 19. yüzyıl kent proletaryasında or taya çıkacağını umut ettiklerine eş düzeyde bir öfke patlaması yük selmiş olurdu. Yerleşik bir kent kültürünün bu yeni ekonomik ve ideolojik güç ler dünyasına yayılması onları dengeledi ve son derece çelişkili ve sancılı duygular arasında, hiç olmazsa bir süre için, düzen benzeri bir şey sağladı. Tarihçiler bu miras konusunda kör kalmayı tercih ediyorlar. Bir devrimden "dönüm noktası" olarak ya da endüstri ka pitalizminin gelişinden bir "devrim" olarak söz ederken çoğu za man, okurlarından daha önce bir toplumun olduğunu, devrim sıra sında hu toplumun durduğunu ve sonrasında da yepyeni bir toplu ..
İng. lmpersonal: Kişisel o/may�n. (ç.n.-)
yan bir sığınak ise, bu idealin bedellerinden özel türden bir dene yimle, yabancılar arasında geçen ya da daha önemlisi, birbirine ya bi!irdi.
Ahlilk dışı [immoral] bir alan olarak kamu, kadınlar ve erkekler
için çok farklı şeyler ifade ediyordu. Kadınlar için, kirlenerek ve "kargaşa dolu, almış başını giden bir girdap" (Thackeray) içine sü
rüklenerek erdemlerini yitirme tehlikesine girdikleri bir yerdi. Ka mu ile rezalet fikri yakından ilişkiliydi. Bir burjuva erkek için ka mu farklı bir ahli\ki özellik taşıyordu. Bir kişi, kamuya girerek ya da yüzyıl önce sıradan konuşmalarda sık sık kullanılan bir ifadeyle söylersek, "kendini kamuda yitirerek", evde baba ve koca olarak ki şiliğinde somutlandığı düşünülen baskıcı ve otoriter saygınlık özel
liklerinden sıyrılabilirdi. Öyle ki erkekler kamusal yaşamın alılilk
dışı oluşunu, kadınlar gibi onun sadece bir rezalet alanı olduğu şek linde değil, alttan alta bir özgürlük alanı sunduğu şeklinde yorum-
!uyarlardı. Örneğin, 1 9 . yüzyıl lokantalarında, saygın bir kadının,
D . ŞİMDİDEKİ GEÇMİŞ
aralarında kocası bulunsa bile, bir grup erkekle birlikte yemek ye mesi sansasyona yol açardı. Oysa bir burjuva erkeğin kendinden
Günlük konuşma dilinde, bir şeyi "bilinçdışı" yapmaktan ya da bir
daha düşük seviyeden bir kadınla dışarıda yemek yemesi sessizce,
başkasına yönelik gerçek duyguları ele veren "bilinçdışı" dil sürç
anrn özenle geçiştirilirdi. Aynı nedenden dolayı, Viktorya devri er
mesinden söz ediliyor bugünlerde. Psikanalitik olarak bu kullanı
keklerinin evlilik dışı ilişkileri bazen geçmiş için tahayyül edebile
mın anlamsız oluşunun hiç önemi yoktur. Açık olan, duyguların ira
çok uzak bir toplumsal alanda, "dışarıda" ve bir anlamda bir alıliik
kamusal ve özel yaşamın dengesiz hale gelmesiyle oluşmuştur. Ge
Dahası, geçen yüzyılın ortalarına gelindiğinde, yabancılarla bir-
rulması nosyonu kendini en açık şekilde, "kafanın fiziksel biçimin-
ceğimizden daha açıktan yürütülürdü, çünkü bunlar hiilii aileden
cehenneminde yaşanıyordu.
R liktelikten gelen deneyim, kişiliğin oluşumunda acil bir gereklilik
sorunu olarak görülmeye başlanmıştı. Yabancılara kendini açmayan
birinin kişilik güçleri gelişmeyebilir, yaşam karşısında aşın dene yimsiz ve naif kalabilirdi. 1870-1880' !erin çocuk yetiştinneye iliş kin el kitaplarında ve yeniyetmelere yönelik okul kitaplarında, ya
dedc�ı açığa vurulduğuna inanılmasıdır ki, bu inanç geçen yüzyılda çen yüzyılın sonlarında, karakter özelliklerinin iradedışı açığa vu den yola çıkılarak karakterin ol..-unması" demek olan frenolojiye sık � sık başvurulmasında ve psikologların kafatasının biçimi ve diğer
fiziksel özelliklere göre geleceğin suçlularını belirledikleri krimi nolojideki Bertillon ölçümlerinde göstermiştir. Her ikisinde de psi kolojik anlamda bir kişinin ne olduğu, iradesi dışında ve fiziksel
bancılarla ilişkiden kaynaklanabilecek dünyevi tehlikelerden kaçın
olarak belirlenebilirdi; kişilik, yönlendirilmeye ve kesin olarak bi
mak ve bu tehlikeleri kandırılarak kötü yola özendirilmeyecek ka
çimlendirilmeye yatkın olmayan bir durumdu. Darwin'inki gibi da-
dar iyi tanunak konusundaki çelişkili görüşlerle tekrar tekrar karşı
ha rafine yaklaşımlarda gelip geçici duygusal durumların da irade-
laşıyoruz.
Ancien regime de kanrnsal
deneyim, toplumsal düzenin
dışı açığa vurulduğu düşünülmekteydi. Gerçekten de, ilk psikanali-
oluşumuyla bağlantılıydı; son yüzyılda ise kişilik oluşumuyla bağ
tik araştırmaların çoğunluğu Darwin'den türetilen bir ilke üzerine
lantılı hale geldi. Özgelişimin bir gereği sayılan dünyevi deneyim
temellendirilmişti: Yetişkinlerde ilksel süreci incelemek olanaklı-
günlük inanç kodlarında olduğu kadar, geçen yüzyıl kültürünün bü
dır, çünkü bu süreç yetişkinlerin iradesi ve denetimi dışındadır. Ge
'
yük yapıtlarında da yansıtılmıştı; bu tema Balzac'ın Sönmüş Hayal
nelde, buna bağlı olarak, Viktorya çağında insanların giyimleri ve
ler, Tocqueville'in Amlar adlı kitaplarında ve Sosyal Darwinci!erin
konuşmalarıyla kişiliklerini açığa vurduklarına inanılırdı. İnsanlar,
eserlerinde yer alır. Bu yaygın, sancılı ve akıldışı tema, kamusal de
bu göstergeleri biçimlendirmeye güçlerinin yetıneyeceğinden, aksi-
neyimin değerine duyulan, eskiden bugüne taşınmış inançla yeni
ne bunların iradedışı dil sürçmeleri, bedensel jestler, hatta süslenme
seküler öğretinin birleşmesinden doğuyordu. Yeni ·sekü!er öğretiye
tarzları aracılığıyla kendilerini ele vereceğinden korkuyorlardı.
göre tüm deneyimler eşit değerdeydi, çünkü benliğin oluşumunda hepsinin de eşit potansiyel önemi vardı.
Sonuç olarak, özel duygularla bu duyguların kamusal teşhiri arasındaki sınır silinebilir, iradenin düzenleme gücü buna karşı
Son olarak, şimdiki zamandaki deneyimlerimiz içinde önceki
koymaktan aciz olabilirdi. Kamusal ve özel alan arasındaki sınır ar
yüzyılda gerçekleşmiş dönüşümlerin ne gibi izlerinin bulunduğunu
tık azimli insanların çizdiği bir şey olmaktan çıkmıştı; böylelikle,
sormamız gerekiyor. Özelleşme, meta fetişizmi ya da sekülerizm
kamusal alanın kendi başına gerçekliği inanılır olmaya devam ettiy
gibi görünüşte soyut etkenler yaşantımıza hangi yollarla giriyorlar?
se de, ona egemen olmak artık toplumsal bir etkinlik olarak görül
Kişilikle ilgili mevcut yaklaşımlar içinde geçmişle bağlantılı biçim
müyordu. Kamusal alanda karakterin iradedışı açığa çıkmasına iliş
lerin dördü dikkat çeker.
kin bu fikirler bugün halk dilinde yanlış bir biçimde "bilinçdışı" davranış olarak adlandırılan şeyin ilk habercileriydi.
J 9. yüzyıl bunalımının ikinci belirtisi günümüzün sıradan poli-
tik konuşmalarından izlenebilir. Çıkarları kendi inançlarına, seç menlerine ya da ideolojisine yabancı olan grupları da cezbedebilen bir lideri "güvenilir'', "karizmatik" ve "inanılır" olarak betimleme
eğilimindeyizdir. Modem bir politik liderin, "Özel yaşamımı boş verin; benimle ilgili olarak bilmeniz gereken tek şey ne kadar iyi
bir temsilci ve yönetici olduğum ve görevim esnasında neler yap mak istediğimdir" düşüncesinde ısrar etmesi intihar olurdu. Oysa, daha birkaç gün önce sanayi kesiminin ücretlerinden alınan vergi leri arttırmış olsa bile, muhafazakar bir Fransız devlet başkanının
işçi sınıfından bir aileyle yemek yemesi bizi heyecanlandırır ya da 44 kahvaltısını kendisi hazırlıyor diye bir Amerikan başkanının bir ön cekinden daha samimi ve güvenilir olduğuna inanırız. Bu politik "güvenilirlik", özel imgelemin kamusal imgelem üzerine dayatıl
masıdır ve yine, geçen yüzyılda bu iki alanın davranışsal ve ideolo jik olarak birbiriyle karıştırılması sonucunda gelişmiştir. Psikolojik imgelemin kamusal alanda satılık şeylere dayatıldığı nı görmüştük. Aynı türden bir süreç ilk kez çarpıcı bir biçimde 1848
ipde
devrimler
kendini gösteren politikacıların, sokağa dökülmüş
kalabalık karşısındaki davranışlarıyla başladı. Kamusal alanda et kinlik yürüten bir kişiye bakıldığında algılanan şey, o kişinin niyet
leri ve karakteriydi; öyle ki o kişinin söylediklerindeki doğruluk sanki nasıl bir insan olduğuna bağlıydı. Bu koşullarda kamu içinde gözlenen kişi eğer bir politikacı ise, sözü edilen dayatmanın, keli menin politik anlamıyla derin bir anti-ideolojik etkisi olurdu. Top
lumsal sorunlarla ilgili bir görüşün ya da daha iyi bir toplum anla yışının inanılırlığı o andaki izleyicilerin davanın başını çeken kişi
ye ne kadar .yakınlık duyduğuna bağlıysa, bir görüş kendi başına nasıl anlamlı olabilir ve sürekli bir eyleme nasıl ön ayak olabilir?
Bu şartlar altında kamusal ifade sistemi bir kişisel temsil sistemine dönüştü; kamusal bir şahsiyet ne hissettiğini başkalarına gösterir ve
inancı doğuran şey de bizzat bu duyguların açığa vurulmasıdır. Özel olanın kamusal olana dayatılması burjuva kitle için oldukça
çekiciydi, ama öte yandan da toplumsal hiyerarşinin daha alt sırala
nndakilerin bu koşullara inandırı!abilmeleri gerekiyordu; bu başa rılabildiği oranda hakiki bir kişilik edinmek için gereken burjuva "saygı" esaslarını dayatına yoluyla sınıf tahakkümü sağlanabilecek
ti. Kısaca, kamusal alanda "sahicilik" ile ilintili olan günümüzdeki
görüşlerin kökleri geçen yüzyılda sınıf savaşlarında kullanılmaya başlanan anti-ideolojik silahtadır. Üçüncü bağlantı, karakterin iradedışı açığa vurulduğu düşünce sine ve özel imgelemin kamusal imgeleme dayatılmasına karşı bir yüzyıl önce insanların kullandıkları savunına mekanizmalarıyla il gilidir. Bu savunma mekanizmaları tuhaf bir yol izledi ve sanat ic ra edenleri kamusal şahsiyetler olarak bugün sahip oldukları özel statüye yükseltmeye insanları özendirdi. insan hissettiklerini elinde olmaksızın belli ediyorsa, kamusal herhangi bir duygunun, cünılenin ya da tartışmanın anlamı da ko
o kişinin karakterine bağlıysa, insanlar içyüzlerinin anlaşıl- .!!Ş_ nusan . . masından hiçbir şekilde kaçınamaz. Bu durumda en emın savunına yolu hiçbir şey hissetmemek, açığa vurulacak bir duygu taşıma
maktır. Bugün Vikıorya çağının baskıcılığı, toplumsal züppeliğin ve cinsel korkunun bir karışımı olarak suçlanmaktadır. Oysa bu gü dülenimlerin arkasında, o kadar ilginç olmasa da en azından anlaşı lır bir neden yatıyordu: Heyecan ve duyguların bir kez uyandıkla rında onları gizlemek için harcanan irade gücünü aşarak açığa çık tıklarının düşünüldüğü bir ortamda duygulardan uzaklaşmak, yara lanmayı önlemenin tek yoludur. Örneğin, insanlar ilgi çekmemek için mümkün olduğunca az mücevher, takı takarak ve sıradışı bir biçimde süslenmeyerek karakterlerini öteki insanlardan gizlemeye çalışıyorlardı; bu her bir dönemde yalnızca birkaç tür kumaş kalıbı nın popüler hale gelmesinin nedenlerinden biriydi. Oysa teknik ba kımdan aynı makinelerle çok çeşitli modellerin üretilmesi müm kündü. İnsanlar aynı zamanda hem olabildiğince az dikkat çekmek isti yorlar hem de tiyatroda kostümlerin
dramatis personae'nin karak
terlerini, tarihsel ve toplumsal konumlarını tam olarak yansıtması
nı talep etmeye başlıyodardı. Yüzyılın ortasında sahneye koyulan
tarihi oyunlarda aktörlerden, Danimarkalı bir Ortaçağ prensini ya da Romalı bir imparatoru gerçekten olması gerektiği gibi temsil et meleri bekleniyordu. Melodramlarda kostüm ve jestler öylesine dü zenlenmişti ki, çabuk ama küçük adımlarla sahneye çıkan bir ada mın daha hiç ağzını açmadan oyundaki kötü kişi olduğu anlaşılırdı. Daha genelde, icra sanatlarında, yaşamın tersine, kişinin güçlü bir biçimde öne çıkması ve kişiliğin saltanat sürmesi bekleniyordu.
Aktör ve müzisyenler
ancien regime
'
de ulaşabildikleri hizmetkar
lık konumlarının çok üstünde bir sosyal statüye yükselmişlerdi. İc racıların toplumsal yükselişi, insanların duygularını bastırarak kişi na bütünüyle aykırı bir biçimde, güçlü, heyecan uyandıran, ahlfilci
erinin yıkıcılık dır. Her yadsıma gibi bu da geçmişin yıkıcı özellikl . yüzyıl devam 9 1 etti. ları oranında sağlamca yerleşmesine hizmet
bakımdan kuşkulu bir kişilik sergilemelerine dayanıyordu.
ediyor.
liklerinin anlaşılmasından kaçındıkları sıradan burjuva yaşam tarzı
Karakterlerin iradedışı ifade edildiği, özel olanın kamusal olana dayatıldığı başkalarınca kişiliğin okunmasına karşı tek savunmanın duygulardan feragat etmek olduğu ve mahremleşme yolundaki bu toplumda, kişinin kamu içindeki davranışı köklü bir biçimde değiş-
..1!2_ mişti. Kamusal alanda sessiz kalma, kişinin ezildiğini hissetmeksi
zin kamusal ya�ama, özellikle de sokaktaki yaşama katılabilmesi nin tek yoluydu. 19. yüzyıl ortalarında, Paris ve Londra'da, ardın
1
yüzyıçekilerek savunma ve sessizlik. Benlik takıntısı, geçen rreri . � ıyet, Mahrem lın bu bilmecelerini yadsıma yoluyla çözme çabasıdır. çabası kamu sorununu kamusal olanın varlığım yadsıyarak çözme
dan da diğer Batı başkentlerinde önceki yüzyılda görülenlere hiç benzemeyen ya da bugün Batı dışında dünyanın çoğu yerinde görü len bir davranış modeli gelişti. Yabancıların birbirleriyle konuşma hakkının olmadığı, herkesin arkasına gizlenebileceği bir kalkana sahip olma ve yalnız kalma hakkının kamusal bir hak olduğu nos yonu yerleşti. Kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım, bir çeşit röntgencilik sonınuydu. Balzac bunu "gözün gastronomisi" diye adlandırdı; kişi her şeye açıktı, herhangi bir olayda rol alması nın bir zorunluluk olmaması koşuluyla kendi ilgi ve etki alanında var olan hiçbir şeyi
a priori reddetmiyordu.
Bir hak olarak görün
meyen sessizlik duvarı, kamu içinde bilgi edinmenin öteki erkek ve kadınların, olayların ve yerlerin gözlenmesi sorunu olduğu anlamı na geliyordu. Bilgi bundan böyle toplumsal ilişkiler yoluyla üretil meyecekti. Modem kamusal yaşamın başına bu denli dert olan görünürlük ve yalıtım paradoksu, son yüzyılda biçimlenen kamu içinde sessiz kalma hakkından doğmuştur. Görünürlük ortasında başkalarından yalıtlanma, kaos içinde olmasına karşın yine de çok çekici olan bu alana girmeye cesaret edildiği zaman suskun kalma hakkında ısrar edilmesinin mantıklı bir sonucuydu. 1 9. yüzyıldaki kamusal yaşam krizinin mirasından söz etmek, bir yanda kapitalizm ve sekülerlik gibi yaygın etkenlerden, öte yan da da şu dört psikolojik koşuldan söz etmektir: karakterin iradedışı açığa vurulması, kamusal ve özel imgelemin üst üste oturtuln1ası,
il
Roller
odalarının almasının, benlik sorunlarına giderek daha fazla gömül memizle ilişkisi olabileceğini söylemektedir. Ama bu ilişki tam ola rak ne anlama gelmektedir ve uzantıları nelerdir? İkinci zorluk tanımlanması daha da zor türdendir. Bu temaların tüm genelliğine rağmen, bunları ele alan yazarların çoğu zaman, kamusal alandaki erozyon fikrinde yatan ama bu söylemin terimle rinde doğrudan bir belirgirılik kazanmayan başka bir konuda yaz dıkları ya da el yordamıyla başka bir konuya yaklaştı.klan görülü yor. Bu sorun, insanların kendilerini ifade ettikleri toplumsal koşul lar sorunudur. İnsanı bir duygudaşlık, bir uyan yaratabilecek şekilde duyguların�. başkalarına açıklamaya teşvik eden toplumsal koşullar nelerdir? Iıısan sıradan deneyimlerini ifade etmek için ne tür toplumsal koşullarda yaratıcı güçlerini harekete geçirir? Bu sorular, lı1sanın, bugün yalnızca sanatın özel korumaya alınmış sahasında toplanmış görünen enerjileri, eğer kullarırrsa ne zaman doğal bir bi çimde kullanacağını açığa kavuşturmaya hizmet eder. Toplumun benlik saplantısı konusundaki çağdaş yazının büyük bölümü bu saplantının insanların birbirlerine karşı açık olmalarını engellediği-
ni ve hepimizin sanatsız sanatçılar olduğumuzu ilan etmektedir. Pe-
ki ama, mahrem saplantıların aşındırdığı sanat neyin nesidir?
Yöntem sorunuyla, güdük ifade sorunu arasında ilişki vardır. Kendine dönüklük içinde israf edilen beceri oyun oynama becerisi dir ve oyunda başarılı olmanın şartı da yabancılardan oluşan bir iz leyici topluluğunun varlığıdır, fakat aynı oyun mahrem kişiler ara sında anlamsız hatta yıkıcı olmaktadır. Tavırlar, görenekler ve ritü Kamusal ve özeJ yaşam arasındaki dengenin değişmekte oluşu mo
el jestlerle oynama, kamusal ilişkileri oluşturan ve kamusal ilişkile
dern toplum üzerinde çalışan pek çok yazarın ilgisini çekmiş, ama
rin duygusal anlamlarının türetildiği kaynaktır. Toplumsal koşullar
aynı zamanda onları şaşırtmıştır. Bu şaşkınlık iki türlü olmuştur.
kamusal alanı aşındırdığı ölçüde, insanların oynama kapasitesini
Konunun genişliği şeklinin belirlenmesini güçleştirir. Söz konu
kullanımı da rutin olarak engellenir. Mahrem bir toplumun üyeleri,
su olan, şehirlerdeki kamusal mekfuıların erozyonu, siyasal söyle
sanattan mahrum sanatçılar haline gelirler. Bu oynama tarzları "rol
min psikolojik terimlere tercüme edilmesi, sahne sanatçılarının ka
ler"dir. Şu halde, modern kültürde kamusal ve özel arasındaki kay
musal kişilikler olarak özel bir statüye yükseltilmeleri, kişidışılığın
mayı anlamanın bir yöntemi, bu kamusal "roller" deki tarihsel deği
kendisinin ahlfilci bir kötülük olarak yaftalanması gibi çok çeşitli
şimleri araştırmak olacaktır. Kitabımızın yöntemi de budur.
meselelerdir. Ne gibi bir özgül deneyimin ve ne türden "veriler"in
Toplumsal analiz günümüzde bir dil kargaşası içinde yürütüldü
genel temaya ilişkin olduğunu bilmemizin zorluğu da aynı sorunun
ğünden, modern kültürde toplumsal ve psikolojik taleplerin denge
bir diğer yanıdır. Örneğin sağduyu, toplumsal merkezler olarak şe
sizliğini anlamak için bugün revaçta olan bazı fikirleri açığa kavuş turarak başlamak yararlı olabilir. Doğrudan doğruya bu sorurıla uğ-
hir sokaklarının ve meydanlarının yerlerini banliyölerdeki oturma
��
raşanlar çok farklı ilci kampa ayrılıyorlar: Kampın birinde, kendini
!ine gelir ve o insan kendini o kadar az ifade edebilir. Kendine dö
psikolojilc yaklaşıma kaptırmış bir toplumun ahlfilci durumuyla ilgi
nüklük koşullarında benliğin anlık açılımları şekilsizleşir. "Bakın
lenen yazarlar, diğerinde de bu değişimin tarihsel kaynaklarını
hissediyorum", bariz bir biçimde narsisizmdir, ancak Trilling, "Sa
Marksçı geleneğin terimlerini kullanarak açıklamaya çalışanlar yer
na yalnızca hissetme çabamı gösterebilirim" şeklindeki o kadar ba
almaktadır.
riz olmayan formülün de aynı itkiye bağlı olduğunu aynmsamışnr.
Ahliikçılar her ne kadar bu tarihsel dengesizliğin yol açtığı insa
David Riesman'ın Yalnız Kalabalık'taki argümanı karşı uca sav
ni ifade sorunları ile daha çok ilgilenmişlerse de, asıl meseleleri
rulmuş olsa da, bu tarihsel değişimle ilgili meseleleri kavrayış tarzı
herhangi bir toplumun yaratıcı potansiyelleri hakkında bir teoriden
Lionel Trilling'le neredeyse aynıdır. (Daha az tanınsa da eşdeğerde
çok, özellikle insanların ne zaman kendi duygularını ifade etme
önem taşıyan eğitim sosyolojisi üzerine olan yapıtı ile Trilling'in
derdine düşseler ifade edemedikleri şeklindeki modern paradoks ol-
tummuna yaklaşmıştır.)
/iğin Dili
Amerilcan toplumundaki iç yönelimli ve özel ihtiyaçlara dönük Pro
.J.Q_ muştur. Bu paradoks, Alman sosyolog Theodor Adorno'nun Sahici F4
Ya/mz Kalabalık ile yetişen Amerikan ku-
şağı yazarın niyetlerini yanlış yorumlamaya yatkındı. Onlar yazarın K
adlı yapıtının, hakikat-olarak-öznelliğe karşı bir dizi
Fransız psikanalistin başı çektiği saldırıların ve en son olarak da bu
testan kültürünün yerine, insanlardan başkalarının ihtiyaçları ve ar
çıkışların en güçlüsü olan Lionel Trilling'in son yazılarının konu
zularına daha fazla açıklık beklenen bir kültürü koyma eğilimini
suydu.
tenkit ettiğini sanıyorlardı. Gerçekten de tüm zorluklarına karşın
Trilling, yaşamının sonlarına doğru modern kültürde "sınırsız"
Riesman, öteki-yönelimliliğin Amerilcan yaşamı için, hatta aynı yo-
bir benliğe duyulan inanç üzerine yazmaya başlamıştı. Bu çalışma
lu izlerse Avrupa toplumu için de iyiye doğru bir değişim olacağını
ların ilki olan İçtenlik ve
Sahici!ik'te Trilling, kendini ifşa etmenin
düşünüyordu. Riesınan'ın değerlerinin yanlış anlaşılması okurları-
bir ifade etme edimi anlamına gelmediğini göstermeye çalışıyordu. Sorguladığı konu özellikle dilde bu gerçeği somutlayan bir deği-
nın içinde yaşadıkları kültürün mantıki bir sonucuydu, zira söz ko ',
nusu kuşak, bomboş bir toplumsal dünyadan kaçmak ve o dünyayı
şimdi ki, söz konusu değişim 19. yüzyıldan önce konuşulan kişisel '
kınamak için psikolojik yaşamdan yararlanma arzusu duyan bir ku
içtenlik dilinden, 19. yüzyıldan sonra konuşulan bireysel sahicilik
şaktı. Bir eylemden önce "kafa kafaya vermeye" aynı değeri biçen
diline bir kaymaydı. Trilling, içtenlilc ile kişinin özel alanda hisset
!960'lar kuşağının ne bu bomboş dünyayı kınamaları ne de ardın-
tiklerinin kamu içinde açığa vurulmasını; sahicililc ile de bir kişinin
dan o dünyaya isyan etmeleri egemen kültüre bir meydan okuma
kendi hissetme çabalarını doğrudan bir başkasına açık etmesini kas
sayılabilirdi; aksine, farkında olmadan, boş bir kamusal alan ile üs
tediyordu. Sahicilik tarzları, kamusal ile özel arasındaki farkları sil
tesinden gelemeyeceği sorumluluklarla aşırı yüklenmiş bir malırem
mektedir. İnsanlığın başka bir kişi hakkında duyulan yaralayıcı
alan arasındaki dengesizliği pekiştirmişti bu kınama ve isyanlar.
duyguları ondan gizlemek demek olabileceği ve olduğundan farklı
Riesman'ın yapıtının önemi sadece yanlış anlaşılmasından kay
görünerek duygularını bastırmanın ahlil.ki bir ifade olduğuna ilişkin
naklanmıyor kuşkusuz. Aynca, Riesman'ın tarihsel bir hareketin
fikirler, sahiciliğin koruması altında anlamlı olmaktan çıkarlar. Bu-
,
seyrini yanlış yorumlaması da söz konusu değildir, zira onun öteki
nun yerine, kendini açığa vurmak inanırlığın ve hakikatin evrensel
yönelimli toplumundan iç yönelimli bir topluma doğru bir gidiş ol
ölçütü haline gelir. Peki ama başkasına kendini ifşa ederken açığa
muştur gerçekten de. Riesman'ın başarısı, bu genel ve çok yönlü
vurulan nedir? Bu noktada Trilling, edebi metinlerin analizi ve her
sorun için sosyopsikolojik bir dil yaratmış olmasıdır. Dahası, mah
şeyden önce de Sartıe'ın eleştirisi yoluyla, bizim psilcolojik anlam
rem yaşama aşırı ağırlık verilmesinden ve bunun benlikleri konu
da "narsisizm" kavramıyla ifade ettiğimiz bir fikre ulaşır. Kişi his
sunda saplantılı insanların ifade gücünü etkilemesinden kaygı du
sedilen şeyin nesnel içeriğinden çok gerçekten hissedebilme üzerin
yanların neden toplumsal düşüncenin belirli bir geleneğine ait ol
de ne kadar yoğunlaşırsa, öznellik o kadar kendi içinde bir amaç ha-
duklarını ilk kez ortaya koyan Riesman'dı. Bu gelenek, 19. yüzyıl-
da Alexis de Tocqueville'in yapıtlarıyla kurulmuş olan gelenektir.
Dünya Savaşı'ndan sonra Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
yımlanan Amerika' da Demokrasi adlı yapıtının ikinci cildinde baş-
cesi günlerde, Enstitü üyeleri, özellikle Theodor Adomo, hem gün-
ğunluğun azınlıkları ve muhalifleri baskı altına alması tehlikesiyle.
yanlar açısından, duyguların sahiciliği kavranıına ilişkin büyük
Tocqueville bu modem eleştirel bakışı ilkinden beş yıl sonra ya-·.
(Frankfurt Okulu) üyelerinin çalışmalarında somutlanır. Savaş ön-
latır. Birinci cilt, eşitlikle özdeşleştirilen demokrasinin, yönetici ço-
lük yaşantı düzeyinde hem de Hegel'inkiler gibi daha felsefi nos-
karşı karşıya olduğunu tespit ediyordu. İkinci ciltte ise politikadan.·
çaplı analizlere girişmişti. Savaştan sonra da Jurgen Habermas ve
çok eşitliğin mevcut olduğu günlük yaşam koşullan ve muhalifle-. rin bastırılması tehlikesinin yerini alan daha karmaşık ve farklı bir .
Helmut Plessner gibi daha genç üyeler bu çalışmaları "kamu" ve
rından. değil, kendi içinden gelmektedir. Tocquevi!le kaba eşitlik] _g_ koşullarında, yaşamın mahrem alanlarının giderek artan bir öneıııt
da neler düşündüklerini ortaya çıkarabilmek için kanaat araştırma-
"özel" sözcüklerinin anlamlarındaki değişim açısından yürüttüler.
tehlike vurgulanıyordu. Tehlikeler artık yurttaş kitlesinin düşmanla, kazanacağına inanıyordu. Kamu, kişinin kendisi gibi
Habermas, insanların toplumsal yaşanıın kamusal boyutları hakkın lan yürüttü. Plessner ise kamusal ve özel arasındaki ağırlık değiş- 21-
inesini şehrin karakterindeki değişinılere bağladı. Bu genç kuşak,
olan·•
başkalarından ibaret olduğu için, kamusal sorunlar, ortak çıkarları.ı (örneğin eşitlik) gözetecek devlet görevlilerinin ve bürokratların ek
Adomo ve Max Horkheimer'ın psikolojik derinliğinden bir miktar
uzaklaşarak daha "ekonomik" bir yaklaşımı önemsediler. Kuşkusuz
!erine bırakılabilirdi. Böylece, yaşamda uğraş verilecek sorunlar' , buradaki ekonomi, yaşam araçlarının üretimi olarak geniş anlamıy
daha da psikolojik bir karaktere bürünecekti; çünkü devlete güven · ;( la anlaşılan ekonomidir. Bunu yaparken de, Marx'ın burjuva ide
il
duyan yurttaşlar malırem alan dışında olup bitenle ilgilerini kese-
ceklerdi. Peki, sonuçta ne olacaktı?
olojisindeki "özelleşme" üzerine; yani modem kapitalizmin kişisel
d•c
olmayan piyasa koşullarında çalışan insanlar için geliştirdiği, işle-
;ı
rarak telafi etıne eğilimi üzerine yazdıklarına dayandılar.
Tocqueville bunun ikili bir sıkıştırma olduğunu düşündü. İnsan-; :İ rine aktaramadıkları hislerini aile ve çocuk yetiştirme alanına akta
ların gönüllü olarak atılacakları duygusal risk .derecesi giderek aza,·
lacaktı. Hırslı olacaklar, ama asla büyük tutkular beslemeyecekler ';.
ve bu tutkuların esiri olmayacaklardı; çünkü tutku ınalıreın yaşamın istikrarını tehdit ederdi. İkincisi, benliğin tatınini son derece güçle-·
Sonuçta ortaya çıkan, "özelleşme"nin terminolojisindeki olağa
l'•. · nüstü
·�
arılaşmaydı; ama bu yazarlar, özellikle de Plessner bunun
karşılığında ağır bir bedel ödediler. Marksist ortodoksiye yaklaştık
�·
ça, betimledikleri illetler daha da tek boyutlu hale geldi: İnsan, ken
Tocqueville geleneğini izleyen günümüz yazarlarının çok azı bu ·;
leştirdiği korkunç bir sistemin pençesinde kıvranan, yabancılaşmış
var olduğu bir toplumun ürünüdür" görüşünü kabul eder. Ne Tril- '·
tıksız kurban kaderin sillelerinin pasif bir muhatabı olduğundan,
ğin "neden olduğu" söylenir. Eşitlik değilse, nedir o halde? İşte, ah-
le yanlısı okul yazarlarının fark etıniş oldukları kişinin kendi aşağı:
şecekti; nedeni de, Tocqueville'e göre,
herhangi bir duygusal ilişki,
bireyciliğin varacağı "ifadesiz yalnızlığın" değil, toplumsal ilişkiler ı; di özyıkıcılık eğilimleri ve ifade eksiklikleri yıkıcı bir sistem tara · · ·,;. fından pekiştirilen bir yaratık değil, bizzat kendi duygularına içselağının bir parçası olarak algılanırsa ancak anlamlı olabilirdi. geleneğin genetik temelini, yani "Psişik illetler eşitlik koşullarının .�- bir yaratık haline geldi. Katıksız bir kurban edilme dili oluştu. Ka ling'in ne de Riesman'ın yapıtlarında malırem bakış açısına eşitli-
la.ki içgörüsünün bütünselliğine ve mahremiyetin yarattığı ifade tı-
kanıklığı hakkında duyduğu insancıl kaygısına rağmen modem �
çağda bu okulun karşısına dikilen zorluk da buradadır.
Mahremiyet düşüncesine ilişkin ikinci modem yaklaşım gerçek-
·
;
f
gerçek kurban edilişin tüm karmaşıklığı ve özellikle de Tocquevil-
laruşına aktif katılımı ortadan silinmişti.
Bu okullardan her biri ötekinde olmayan bir güce sahiptir. İlkin-
de bir anlatım gücü ve mahrem görüş olgularını kavrama özelliği
· var; ikincisinde, bu olguların nasıl oluştuğuna ilişkin, her ne kadar ten de bu nedenleri ele alıyordu ve sonuçta ortaya çıkan alıliiki ve 'i Marksist "özelleşme" konusuna daraltılmış olsa da gelişkin bir dil
psikolojik karmaşayla pek ilgilenıniyordu. Bu yaklaşım, İkinci •; vardır. Bununla beraber birinci okul, kendine dönüklük sorununun
1
1
y
arkasında çok daha temel bir sorunun yattığına inanmaktadır. İn sanların ifade potansiyelinin bir dizi toplumsal koşul tarafından teş vik edilebileceğini, ama aynı zamanda bu koşulların kişinin kendi özyıkıcı güdülerini de destekleyebileceğini düşünüyorlar. Frankfurt Okulu'nun genç kuşağı, bu gizli soruna, modern toplumun hastalık!arının yabancılaşma, kişiliksizleşme ve bunun gibi bildik tüm fela ket klişeleriyle dile getirilmesine karşı giderek duyarsızlaştı. Bu sorunların üstesinden gelebilmek, hem konuya tarihsel yak laşabilmek hem de tarihsel sonuçların karmaşıklığına duyarlı ola bilınek, aynı anda hem bir yöntemi hem de bir teoriyi gerektirir. 2'L Toplumbilimciler sıklıkla, sanki bir yöntem kişiyi belli bir hedefe ulaştıran tarafsız bir araçmış, sanki bilimle uğraşanlar bir soruna belli bir teoriyi "uyarlarmış" gibi yazarak hem kendilerini hem de başkalarını yanıltırlar. Biz kamusal rollerin aşınmasını incelerken, aynı zamanda konumuza ilişkin bir teori de olan bir araştırma tarzı benimsiyoruz. Yani, bize göre konu gözle görülebilenden çok daha fazlasını, insanların kendilerini birbirlerine güçlü bir biçimde ifade edebildikleri koşulların ne olduğu yolundaki gizli soruyu barındırı yor.
A. ROLLER Bir "rol" genellikle bazı durumlar için uygun olurken bazıları için uygun olınayan davranış olarak tanımlanır. Ağlamak genelde "rol" olarak tanımlanamayan bir davranıştır; ancak bir cenazede ağlamak "rol" tanımına girebilir; yani söz konusu duruma has, uygun olan ve beklenen bir davranıştır. Rollere ilişkin incelemelerin birçoğu, han gi tür davranışın hangi tür duruma uygun olduğunu sıralayan bir ka talog iken, roller hakkındaki mevcut teoriler de toplumların uygun luk tanımlarını nasd oluşturdukları üzerinedir. Ancak, genellikle bu kataloglarda gözden kaçan şey rollerin yalnızca insanların mekanik bir şekilde, doğru yer ve zamanda, doğru duygusal belirtileri anın da sergiledikleri pantomirnler ya da sessiz gösteriler olınadığıdır. Roller aynı zamanda, insanların kendi davranışlarını, başkalarının davranışlarını ve içinde bulundukları durumları hangi şartlarda ve ne kadar ciddiye aldıkları gibi inanç kodlarının da parçasıdır. İnsan-
z,
!arın nasıl davrandıklarının tüm bu kataloglaştınlmasının ötesinde, "duruma uygun" davranışa ne değer biçtikleri sorusu vardır. İnanç ve davranış kodları bir araya gelerek bir rolü oluşturur ve rollerin tarihsel açıdan incelenmesini bu derece güçleştiren tam da budur iş te. Çünkü kimi zaman yeni davranış modelleri eski inanç kodları ile yorumlanmaya devam ederken, kimi zaman da aynı türden bir dav ranış, insanlar onun anlamıyla ilgili yepyeni tanımlara ulaşmış ol salar bile, varlığını normalden uzıın sürdürecektir. Roller özel türden inançlar gerektirir. Böylesi bir inancı, "ide oloji" ve "değer" gibi birbiriyle bağlantılı iki sözcükten ayırarak bunu görebiliriz. İnanç ideolojiden basit bir şekilde ayrılabilir. "İş- 25_
çiler sistem tarafından kazıklanıyor" ifadesi ideolojik bir ifadedir. Böyle ideolojik bir ifade, verili bir dizi toplumsal koşul açısından, mantıklı olsun ya da olmasın, bir idrak [cognition) işidir. İdeoloji, onu savunan kişinin davranışına bilinçli olarak katıldığı noktada inanca dönüşür. İdeoloji sıklıkla inanç ile karıştırılır, Çünkü idrak düşünce ile kanştınlınaktadır. "Seni seviyorum" dilin bir parçası olarak tutarlı bir idrak ifadesidir; inanılır olup olmadığı ise onun tam bir cümle olması, uygun bir anda birisi tarafından bir diğerine söylenmiş olması ve benzeri dışında başka faktörlere bağlıdır. İnsanların toplumsal yaşam hakkındaki kanaatlerinin çoğu hiç bir zaman davranışlarına yansımaz ya da davr�larını fazla etki lemez. Bu pasif türdeki ideoloji sıklıkla modem kamuoyu yoklama larında kendini gösterir. İnsanlar arıket yapan kişiye kent sorunları ya da siyahların aşağılık oldukları hakkındaki kanaatlerini söyler ler. Anketçi de onların ne hissettiklerine ilişkin doğruyu yakaladığı nı sanır. Çünkü bu kanaatler ile bilgi veren kişinin sosyal statüsü, eğitimi ve benzeri şeyleri arasında rasyonel bağlantı kurulabilir. Ve sonra bu kişiler arıketçiye aktardıklarının aksi davranış gösterirler. Bunun çarpıcı bir örneği, 1970'!erin başında Amerika' da görüldü: İşçi sendikası bürokratları Vietnam Savaşı 'na karşı olan protestocu ları "vatansever olmamak"la suçlarken, savaşın sona erdirilmesi için hükümete en büyük baskıyı da onlar yapıyordu. Kanaatleri de ğil de inançları konu alan bir araştırma bu nedenle, eylemlerle bağ lı olan, somut olarak o eylemleri etkileyen duyguların ve niyetlerin incelenmesidir. Rollere ilişkin inanç kodları biçimsel olarak ideolo jinin eylemli kılınması şeklinde tammlanabilir. Bu eylemli kılma
1
1
ise dilsel tutarlılık dayatmaları yoluyla değil, toplumsal koşulların etkisiyle gelişir.
ı
"Toplumsal değerler" ve "değerler sistemi" ifadeleri sosyal bi· ' !imlerin gündelik dilin başına sardığı belalardır. İtiraf etmeliyim ki, "değer"jn ne olduğunu hiçbir zaman anlayamamışımdır. Değer, biri '
"şey" değildir. Eğer insanların toplumsal . dünyalarıru rasyonalizd
nelde, dünya tiyatrosunun bir tek seyircisinin olduğu ve o seyirci nin, yani Tanrı'nın, aşağıda caka satarak kılıktan kılığa giren çocuk
larını göklerden kederle seyrettiği düşünülürdü. 18. yüzyılda, dün yadan tiyatro sahnesi olarak söz edilmeye başlandığında, insanlar
takındıkları tavırlar için yeni bir seyirci düşlemeye başladılar. Bu seyirci artık Tanrı değil birbirleriydi; o kutsal keder yerini günlük
ederken kullandıkları dilden bir parça ise, o zaman ideolojinin bir ' · yaşamda oynanan rollerden, biraz kinik bir tarzda da olsa keyif al parçası olarak ele alınmalıdır. Yok eğer "değer", "muteber bir fikir'' maya hazır bir seyirci topluluğu olduğu hissine bıraktı. Toplumla ti demeks.e o zaman da tam bir karmaşaya düşeriz. "Özgürlük"
yatronun özdeşleştirilmesi daha yakın zamanlara kadar Balzac'ın İnsanlık Komedyası adlı eseri, Baudelaire, Marın ve ilginçtir, Freud
"adalet", farklı zamanlarda farklı kişiler için farklı anlamlan olan,
J:Q... muteber f'ıkirlerdendir; bunları toplumsal değerler olarak tanımla·
� �anı �.
Bu kadar çok el değiştirdiği ve bu kadar uzun bir zamana yayıl dığı düşünülürse, bir tiyatro sahnesi olarak toplum imgesinin tek bir
maJ< kendi başına hangi nedenlerle öyle değerlendirildilderine iliş· kin hiçbir fikir vermez. Demek ki inanç, toplumsal yaşamın mantıksal idrakinin (ideolo,
jinin) eylemli kılınması olarak alınacaktır. Bu eylemli kılma, dilsel il tutarlılık kura!larırun dışında gelişir; "değer" terimi de yeterince açık olmayan bir terim olduğundan terk edilecektir. Dahası, rollere ilişkin inançlar, ne Tann' nın doğasında ne de insanın fizyolojik olu-
:i
fi
;:
şumunda odaklanır; özgül davraruş edimlerine bağlıdırlar. Bu ı, inançlar, bir kişinin kırlarda yürürken içinden gelerek dua ederken değil de kilisede dua ederken neler hissettiğiyle ilgilidir. O kişinin,
ne tür bir cerrahi müdahalenin bedenini öldürücü bir sıvıdan kurla· rabileceğine ilişkin yaklaşımı ile cerrahi üzerine genel görüşleri farklı türde inançlardır. Tann'ya duyulan genel inanç ile O'na kili·
anlamı yoktur tabii ki. Ama değişmeyen üç alılfil
miştir. Birirtcisi, toplumsal yaşamın temel sorunları arasına yanılsa ma ve aldanmayı katması; ikincisi, insan doğasuu toplumsal eylem
den ayırmasıdır. Bir aktör olarak insan inanç doğurur; icra arunın ve koşullarının 'dışında o inanç belki de doğmayacaktır. Bu nedenle
inanç ve yanılsama bu toplum imgesi içinde birbirlerine bağlıdır. Benzer şekilde, oynadığı herhangi bir role bakarak bir aktörün do ğasını çıkarabilmek olanaksızdır. Başka bir oyun ve sahnede tama
men farklı bir kılıkta ortaya çıkabilir; öyleyse, toplum tiyatrosunda insan doğasını eylemlerden çıkarsamak nasıl olanaklıdır? Üçüncüsü ve en önemlisi,
ıheatrum mundi imgeleri insanların
günlük yaşamda icra ettikleri sanata dair resimlerdir. İşte bu sanat
sede dua ederken duyulan inanç arasında hiçbir mantıksal farklılık olmayabileceğini öne sürmek akla yatkındır; doğrudur, hiçbir fark
oyunculuk sanatıdır ve onu icra eden insanlar da "rol" yapmaktadır
olmayabilir, ama olabilir de. Tek tek durumlar üzerinde durarak,
lar. Balzac gibi bir yazar için bu roller insanların farklı durumlarda
inancın eylemle ilişkisinden ne gibi inanç farklarının türediğini in·
takmak zorunda oldukları çeşitli maskelerdir. İnsanlığın sorunlarını
celemek olanaklıdır ve bu farklar "dünya görüşleri", "kültürel zih·
bir tür
niyetler'' vb. şeyleri araştıranların gözünden kaçabilir.
Balzac için de maskelerden ibaret bir yaratık olarak insan, ne insan
comedie olarak algılayan başka yazarlar için olduğu kadar
doğasının ne de tek bir ahliik tarumırun hiçbir biçimde davranıştan
Sosyologlarca pek anımsanmasa bile rollerle ilgili çalışmaların
Batı düşüncesinde çok eski bir geçmişi vardır.. Toplumla ilintili en
. çıkarılamayacağı düşüncesine mükemmelen uyar.
eski Batılı düşüncelerden biri, bizatihi toplumun bir tiyatro sahnesi
Modern sosyologlar, kaba bir biçimde "duruma özgü davranış"
olarak görülmesidir. Bir theatrunı mundi geleneği vardır. Platon'un Yasalar adlı eserinde insan yaşamı tannlar tarafından sahneye ko· i
ladıkça, klasik alıliiki kaygıların silinmiş olması ironik bir durum
ması
analistleri çoğu zaman, sanki "bilim öncesi" çağda benzer fikirler
nan bir kukla gösterisiydi; Petronius'un eseri Satyricon'un ana te· ':
'.�
e.hr tiyatro olarak toplumdu. Hıristiyanlık zamanında, ge·
.
!'
1 t
olarak tanımladıkları maskelerle giderek daha çok ilgilenmeye baş
dur. Belki de bu, bilgi alanında uğranılan basit bir yenilgiydi. Rol
K
bilinmiyormuş gibi yazarlar. Belki de toplumun "bilimcileri" insan davranışının ve insan ahlfilGnın bir şekilde farklı olduğuna ve bilimin yalnızca bunların ilkine hitap ettiğine inanma eğilimindedirler. Ancak, sanıyorum, modern sosyologların
theaırum mundi geleneği
çerçevesinde yol açtıkları bu görüş zayıflaması ve zemin daralmasında rol oynayan başka bir etken daha vardır. Bu etken de kamusal ve özel yaşamın ağırlıklarındaki kaymayla ilgilidir ve önde gelen çağdaş rol analisti Erving Goffman'ın yapıtında tüm çıplaklı ğıyla gözler önüne serilıniştir. Goffman insanlık durumlarını Shetland Adalan'ndaki çiftçiler-
.2L den ruh hastalarına, fiziksel deformasyona uğramış insanların so
runlarına kadar geniş bir yelpazede araşttrmış; şehirlerdeki trarık
düzenlemelerini, reklamları, kumarhaneleri ve ameliyathiıneleri in celemiştir. Goffman, insanlar arası etkileşimlerin oluşmasında as lında büyük payı olan küçük parçalan ve alışverişleri gözden kaçır mayan, son derece zeki ve duyarlı bir gözlemcidir. Çalışmasındaki zorluklar tüm gözlemlerini teorik bir sisteme dökme çabasına girdi ğinde ortaya çıkar. Goffman'ın ilgi alanına giren "salınelerin" her biri sabit bir du rumdur. O salıne nasıl oluşmuştur, salınede rol alanlar salıneyi ha reketleriyle nasıl değiştirirler, hatta her bir sahne toplumda var olan daha etkin tarihsel güçler nedeniyle nasıl ortaya çıkabiliyor ya da ortadan kaybolabiliyor; Goffman bu sorularla ilgilenmez. Kitapla rındaki durağan, tarihsiz salıneler toplumu, insani ilişkilerde insan ların hep bir denge durumu kurma peşinde olduklarına, hareketleri ni karşılıklı olarak dengeleyerek beklentileri bilinir kılan bir istik rar noktası yaratana kadar birbirleriyle alışverişte bulunduklarına ilişkin inancından doğmaktadır; dengeli hareketler verili bir duru ma ait "roller"dir. Bu yaklaşımda hakikat unsuru yitmiştir; çünkü Goffman bu düzenlemelere müdahale edebilen kopmalara, düzen sizliklere ve değişimlere karşı sağırdır, aslında ilgilenmez onlarla. İşte size, sahnelerden oluşan ama hiçbir olay örgüsü taşımayan bir toplum manzarası. Böyle bir sosyolojide olay örgüsü ve tarihe yer olmadığından, terimin tiyatro dilindeki anlamıyla karakterler de yoktur; çünkü eylemleri insanların yaşamlarında hiçbir değişikliğe yol açmaz, ortada olan sonu gelınez uyarlamalardan başka bir şey değildir. Goffman'ın dünyasında, insanlar bir şeyler yapar ama tec-
1 ıf:ı'i
ıı
(1 .
rübe kazanmazlar.
te almama pahasıBöylesi durumlarda kazanılan tecrübeyi dikka ası, ahli\k!a durulm de na, rollerdeki durağan davranış öğesi üzerin i varsayı ahlilk n temel bir ilgisizmiş gibi görünen bu araştırmanı de bağlılık öğesine pek yer mından kaynaklanır. Söz konusu roller al dışı karakterler hariç, çeyoktur. Sakatlar ve çılgınlar gibi norm ya çok az rastl"'1ır. Ashnda: şitli rollerden oyuncular arasında duygn Goffm� bıi rolün kişılerını belli bir rol acı çekmeyi gerektiriyorsa, aksine "durmaksızın kıvrntoplumsal koşullarına kafa tutamayan, un asli tanımına [controllıng nan, dönen ve kıvrılan birey; durum tığında bile..... bir hokkabaz .52.. definition] uygun olarak kendini bırak olan..... bireyler'.' olarak anve sentezci, bir uzlaştırıcı ve yatıştırıcı latır.
abazlık, deneY,irni karma"Asli tanımlar" sabit olduğu için hokk le Goffman okıiiu yazarları şık hale getiren şeydir. Bir başka deyiş n konusunu oluştu�an �o genel bir toplum teorisi yerine, bu kitabı sergiliyorlar; yanı, yogun dern hastalı aın temel belirtilerinden birini tasavvur etme yeteneksizli duygnlar y atacak toplumsal ilişkileri "uzlaşarak" ve "yatıştıra ği ya da insanların ancak geri çekilerek, verdikleri bir kamusal ya rak" davrandıkları ve davranışlarına yön
,;;
şam tasavvuru.
B . KAMUSAL ROLLER ler, giderek birer ifade me Nasıl oldu da rol yapmaya ilişkin terim ızlaştırılmalan ve yatıştırıl selesi olmaktan çıkarak insanların tarafs k için öncelikle theaırurn maları meselesine dönüştü? Soruyu açma u, özellikle de rol rnuııdi klasik okulu kapsamındaki ahliiki sorun rollerini hisseder�k oy yapmanın ifade edici olduğuna, insanların şeyler kazandıklarına ılışkin nadıklarında bir aktörün gücünden bir lar rollerini oynadıkları sı inancı ele almak gerek. Peki ama, insan rada, tutkularına ne oluyor? duyulan inanç ile gö Tiyatroda, aktörün canlandırdığı karaktere bir bağlantı- vardır. ıklı reneklere duyulan inanç arasında karşıl edecekse şayet, göreneklere Oyun, poz ve rol; bunlar bir şey ifade sal yaşamın en iyi ifade inanmak gerek. Görenek tek başına kamu
aracıdır. Ancak, neyin inanılır olacağını ma!ırem ilişkilerin belirle diği bir :gağda görenekler, düzenler ve kurallar yalnızca kendini
de istisnadırlar; çünkü işin erbapları belli bir dönemde gelişen yük
sek sanatın toplum içinde ancak çok seçkin bir kesimle ilişkili ol
başkasııia açmanın önünde durur; bunlar malırem ifadenin engelle
duğunu söylemektedirler.
çe insanlar kendilerini daha az ifade ederler. İnsanlar psikolojik sa
başlayanlar, doğal olarak antropologlar olınuşlardır. Ancak bu iliş-
ridir. Kamusal ve ma!ırem yaşam arasındaki dengesizlik büyüdük
Yüzyılımızda sanatı bir bütün olarak toplumla ilişkili görmeye
hiciliğe önem vererek günlük yaşamda sanatla bağlarını yitiriyorlar,
ki antropoloji dışında da popüler olunca, sanat anlayışı karşıt yön-
nük imgelerine duygu yükleyip onlarla oynamakta yetersiz kalıyor
genellikle antropologlar tarafından gerçek estetik üretim olarak cid
malıremiyetle kendine has, düşmanca bir ilişki içindedir; teatrallik
nat yapıtının toplumun bütününe hitap edebildiği "halk sanatı"na, "medya"ya gelinmiştir. Medya, kendini ifade yönünde herhangi bir J!.L
çünkü aktörün temel yaratıcı gücünü kullanmakta, benliğin dışa dö
lar: Böylelikle biz de hipotezimize ulaşmış oluyoruz: Teatrallik,
.!!!L kamusal yaşamla aynı şekilde kendine has, ama dostça bir ilişki içindedir.
Yabancılardan oluşan bir seyirci topluluğonun bir tiyatro ya da
müzikholdeki deneyimleri onların sokaktaki deneyimleri ile ne şe
kilde karşılaştırılabilir? Her iki alanda da ifade etme eylemi görece
bir yabancılar ortamında vuku bulur. Güçlü kamusal yaşam süren
bir toplumda sahne ve sokak arasınd.a benzerlikler olması gerektir;
her iki alanda da insanların kendilerini ifade etme biçimlerinde kar
şılaştırılabilecek bir şeyler olmalıdır. Kamusal yaşam zayıfladıkça
bu benzerlikler de silinecektir. Sahne ve sokak arasındaki bu· ilişki
yi incelemek için en uygun mekfuı büyük şehirdir. Yabancıların ka
labalıklar içinde yaşamasının en belirgin olduğu ve aralarındaki
ilişkilerin de özel önem kazandığı ortam şehir ortamıdır. Özetle, ka�
musal ve malırem yaşamlar arasındaki ağırlığın değişmesi konusu,
kişisel olınayan, burjuva, seküler bir topluma dayalı modem kamu- · sal yaşamın ilk kez kök saldığı mekfuıda yani kozmopoliste, sokak
taki ve sahnedeki rollerin değişiminin karşılaştırmalı ve tarihsel in celemesiyle aydınlatılmalıdır.
Sahne· sanatlarındaki inandırıcılığı sokaktaki inandırıcılıkla kar
şılaştırmak tedirginlik yaratacaktır; çünkü bu, sanatla toplumu yan
yana getirmek demektir ki 19. yüzyıldan bu yana tedirgin edici bir
eşleştirmedir bu. 19. yüzyıl sonlarında tarihçiler sanatı toplumsal yaşamı incelemede araç olarak kullandıkları zaman, genellikle sa
natçıları korumaları altına alanlar ve çağın önde gelen kişileri gibi dar bir elit kesimin yaşamlarından söz ederlerdi. Toplumu bütünüy
le anlayabilmek için. sanatı anahtar olarak gören Matthew Amold ve
Jakob B urckhardt aklımıza gelebilir, ama bunlar kendi dönemlerin-
de bir tür züppeliğe batarak bayağılaştı. El sanatlarından oluşan ve diye alınan bir halkın sanatından, sadece sınırlı sayıda bir grup sa-
bilinçli çabanın yerine daha tarafsız ve işlevsel iletişim nosyonunun geçtiği "halk sanatı"nın ürünüdür. "Araç mesajdır" deyişi ancak
ifadenin kendisi bir mesaj akışına indirgendiğinde anlamlı olur. Ge nelde, toplumla kurulan ilişki genişledikçe, bu ilişkiyi meşru kılan
sanat çoğu zaman zayıflamaktadır; ciddi sanat ve toplumsal yaşam 19. yüzyıldaki kadar birbirlerinden kopuktur, yalnızca terimler tersyüz olınuştur.
Bu yüzden, sahne sanatlarıyla toplumsal ilişkiler arasında bağ kurmaya çalışan kişi en azından, ciddi, gerçek ve hakiki sanatın toplumda yaygın bir durumu anlamakta yardımcı olabileceği görü şüne açık olınalıdır. Neden sonuç söyleminden uzak durmak da eşit
derecede önemlidir. Örneğin, 1750'deki Paris sahne kostümleri ile Paris sokaklarında giyilen elbiseler benzerlik taşıyordu. Anlamsız
bir çaba ile hangisinin diğerini belirlediğini araştırmak yerine, ev için uygun olduğu düşünülen giysilerden epeyce farklı olan sahne
kostümleri ve sokakta giyilen elbiseler arasındaki benzerliklerin ka mu alanındaki beden imgeleri hakkında bize neler anlattığını araş
tırmak daha değerlidir. 19. yüzyılda sahne kostümleri ve sokak giy . sileri ayrışmaya başladığında, ·kamuda bedene ilişkin yaklaşımda da bir değişiklik oluşuyordu ve bu değişimin boyutları, söz konusu ayrışma üzerine de çalışarak incelenebilir.
C. ŞEHİRLERDE KAMUSAL ROLLER Neden-sonuç, etki-tepki vb. kavramlar kamusal yaşam ile sahne sa natları arasındaki ilişkiyi anlatmak için yetersiz kalsala r da, sahne ve sokak arasında mantıksal bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi dört bölüm de ele alabiliriz: İlk olarak, tiyatronun genelde toplum ile değil, çok özel bir toplum türüyle, yani büyük şehirle ortak bir meselesi var dır. Seyirci meselesidir bu; özgül olarak, yabancılardan oluşan bir ortamda bir kişinin kendi görüntüsünü nasıl inandırıcı kılacağı me selesi. İkincisi, bir şehirde yabancılar karşısında görünü mleri inam..§2.. lır kılmanın kuralları ortaya çıkabilir ki, bu kurallar o dönemde sah neye verilen tepkileri düzenleyen kurallarla bir içerik sürekliliği ta şır. Böylece seyirci her iki alanda da ortak bir rol oynayabilir. Üçüncü olarak, ortak bir seyirci meselesi ortak bir inanılır lık kodu yoluyla çözülebildiği oranda, bir kamusal coğrafya yaratılır. Bu, iki kamusallık ölçütüne göre olur: Yakın çevreler ve kişisel bağlar dışındaki dünya bilinçli olarak tanımlanmış hale gelir ve bu ortak kod yardımıyla çeşitli toplumsal ortamlarda ve yabanc ı gruplar ara sında davranışlar rahatlar. Dördüncüsü, bu kamusal coğrafy a var ol duğu ölçüde, toplumsal ifade her bir benlik için mevcu t ve somut
olan duygunun öteki insanlara yeniden takdimi olarak değil, kendi içlerinde ve kendiliklerinden anlamlı olan duyguların başkalarına takdimi olarak anlaşılacaktır. Buraya kadar dört tip yapılanmadan söz edildi: seyirciler, inancın kurallarındaki sürekli lik, kamusal coğrafya ve ifadenin yapılanması. Bu soyut mantık sal ilişkiler dizi si içinde somut insani deneyimler gömülüdür. Ne kadar şehir varsa bir şehrin ne olduğunu algılamanın da o ka dar farklı yolu vardır muhtemelen. Bu yüzden basit bir tanım cazip gelebilir. En basiti şöyle olabilir: Şehir, muhte melen yabancıların bir araya geldikleri, insani bir yerleşim yeridir. Bu tanımın doğru sayılabilınesi için yerleşimin geniş, heterojen bir nüfusu olınalı, nü fus yoğun olarak bir araya toplanmış olmalı, insanla r arası piyasa mübadelesi bu yoğun, heterojen yığının birbiriyle etkileşimini sağ lamalıdır. Yaşamları birbirlerine dokunan böyles i bir yabancılar or tamında, bir aktörün tiyatroda karşılaştığına benzer bir seyirci soru nu vardır. Yabancılardan ibaret bir ortamda, bir kişinin hareke tlerine, açık-
lamalarına ve iddialarına tanık olan insanlar genellikle o kimsenin geçmişi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildirler ve benzer hareket lere, açıklamalara ve iddialara ilişkin geçmiş deneyimleri de yoktur. Şu halde, buradaki seyirci açısından, belli bir kişiyle ilgili deneyi mine ait olmayan bir ölçüye dayanarak, o kişinin verili durumda inanılır olup olmadığı konusunda bir yargıya ulaşmak son derece güçtür. İnancın dayanağı olan bilgi o anda var olan durumla sınırlı bir bilgidir. Bu nedenle, inancın oluşması, bizzat o durumun içinde kişinin nasıl davrandığı, konuşmaları, jestleri, hareketleri, giysileri ve dinleme tarzına bağlıdır. İki kişi bir akşam yemeğinde karşılaşır-
lar; biri ötekine haftalardır depresyonda olduğundan söz eder. Bu- M
rada seyirci konumunda olan dinleyicinin bu tür ifadelerin doğru luğu hakkında yalnızca yabancının depresyon duygusunu nasıl can landırdığına bakarak bir fikir edinebilmesi ölçüsünde, böylesi gö•
1
rüntüler de o kadar "kentli" bir nitelik taşırlar. Şehir, ):ıunun gibi canlandırma sorunlarının rutin olarak yaşanacağı bir yerleşim biri midir. Şehirde imkansız olan şey tiyatroda izin verilmez glan şeydir. Seyirci, oyuncunun özel yaşamı hakkında ne bilirse bilsin, bildikle ri onun sahnede yaptığına inanması için yetersiz kalacaktır. Bir ak törün yerinde barış çağrılarına imza atmış olması onu bir Coriola nus rolünde ciddiye alabilmemiz için tek başına yeterli değildir. Ya da kendi özel gönül işlerini teşhir ettiğinde, bir tek bu hareketi onu güvenilir bir Romeo yapmaz. Bir zamanlar "yıldız kişilikler" olma statülerinin rüzgfuıyla yol alan kimi aktör bozuntuları vardır ki yük selişleri pek uzun sürmemiştir. Kente özgü .durumlarda, genellikle bir yabancının davranışındaki gerçeklik payını ölçmemizi sağlaya ·cak dışsal bilgiden yoksun oluruz; tiyatroda ise aktöre tamamen ya bancısıymış gibi yaklaşırız ki, oynadığı rolde inandırıcı olsun; zira rolünü beş yıl, beş ay ya da beş gün önce nasıl oynadığı seyircinin hafızasında kalamaz. Şu halde, bir yabancıya inanmak gibi, tiyatro da oluşan inanç da, o anki karşılaşmayı bilinebilir gerçekliğin sını
rı olarak görme sorunudur. Her ikisinde de seyirciler açısından dış
sal bilgi söz konusu değildir; şehirde zorunluluktan, tiyatroda ise kural gereği. Böylece, tiyatrodaki kostümle sokak giyimi arasında ya da Co riolanus gibi trajik bir karakteri canlandırma üslubu ile politikacıla-
rın bir sokak kalabalığı önündeki davranış üslubu arasındaki ben
maya can atarken, bir taşralı yalnızca her gün görerek tanıdığı kişi
zerlikler rastlantısal bir ilişkinin ötesine geçer, çünkü her iki alanda
lerde gözlemlediği şeylere inanır. Elbette, Ortaçağ'dan itibaren Ba-
da rastlantısal seyirci ilişkisinden fazlası vardır.
tılı toplumların merkezinde insanların sahne aktörleri ile gerçek in
İnsanların aktörlere, toplumun da tiyatro sahnesine benzediği görüşü geleneksel
theaırum mundi okulunca özenle korunmuştu;
çünkü aslında bu ortak seyirci sorunu geçmişte, ortak bir inandırıcı görünüm kodu geliştirilerek birçok kez çözümlenmiştir. Elbette, Platon zamanındaki ortak kodların Marivaux zamanında tıpkıba sımlarının yapıldığını söylemek istemiyoruz, ama arada bir köprü kurulduğu ortaya çıkıyor. Bu geleneğin sorunu, ortak olanın yaradı-
.!J:L. lıştan geldiğini varsayma kolaylığına kapılmasıdır. Sahnede
inanma ile sokaktaki yabancılara inanma arasında köprü kuran ku ralların doğasında toplumdan topluma çok büyük bir çeşitlilik var
dır. Hiyerarşik statülerin çok keskin etiketlerle belirlendiği toplum larda, örneğin bir yabancı, davranışları, jestleri ve konuşmalarından edinilen ipuçlarıyla, toplum basamağında ait olduğu yere yerleştiri linceye kadar titizlikle incelenir; kendisine ilişkin bu bilgiler genel likle doğrudan kendisinden sorulınaz. Ortaçağ'da Hindistan'ın bir çok kentinde durum böyleydi. Bu kentlerdeki popüler oyunlarda aynı jestler ve konuşma titizliği görülmekteydi. Bu denli keskin hi yerarşik etiketlerin bulunmadığı ya da mevki olgusunun tek başına inandırıcı bir görünümün parametrelerini belirlemediği toplumlar da, sahne ile sokak arasındaki köprü başka yollarla kurulabilir. 18. yüzyıl ortalarındaki Paris 'te hem sokak giysileri hem de sahne kos tümleri için beden salt bir çatı; üzerine perukların, gösterişli şapka ların ve diğer süslemelerin koyulduğu cansız bir mankendi. Beden, süslenecek bir nesne olarak ilgi çekiyordu ve bedeni giydiren ka rakter de aynı ölçüde inanç artırıyordu. Özel aile ortamı içinde ise
daha özensiz, ama son derece canlı bir giyim anlayışı gelişmişti.
Seyirci·sorununa yanıt olarak sahne ile sokak arasında köprü ku rulunca, kamusal bir coğrafya ortaya çıkmış olur. Bu aşamadan sonra artık hem tanınınayan insanların hem de düşsel karakterlerin gerçekliğine sanki tek bir alan içindelermiş gibi inanmak mümkün dür. Balzac bir keresinde taşralı ile kozmopolit arasındaki farklardan bu şekilde bahsetmiştir: Bir kozmopolit yalnızca hayalini kurabildi ği yaşam tarzlarına ve henüz karşılaşmamış olduğu insanlara inan-
sanları birbirine karıştırdıklarını, buna karşın günümüzde, deyim yerindeyse, bizimkinden daha masum toplumlarda her ikisini de bir gördüklerini ileri sürmek yanlış olur. Aksine, 18. yüzyıl gibi bir dö nemde, aktör ve yabancı aynı şekilde değerlendiriliyordu ve bir kişi sanat alanındaki birisinden ne öğrenebilirse, sanat alanındaki kişi de kişisel olmayan toplumsal yaşam alanında ötekinden aynı şeyi öğrenebiliyor ya da ötekine başvurabiliyordu. Bu nedenle sanat, yaşam konusunda gerçek bir öğretmen olabiliyordu; kişinin tahayyül sınırları genişlemişti, halbuki, başkasına oyun oynama, poz ta kınma ve benzerlerinin ahlfilci bakımdan sahici görülmediği bir çağda bu sınırlar daralnuştır. Bir başka deyişle, kamusal coğrafyanın yaratılınası ile toplum sal bir fenomen olarak tal1ayyül gücünün büyük bir ilgisi vardır. Bir bebek ben olan ile ben olmayanı ayırabildiği zaman sembol yarat ma yetilerini zenginleştirecek ilk ve en önemli adımı atmış olur: Ar
tık her sembol bebeğin kendi ihtiyaçlarının dünyaya yansıtılması olınak zorunda değildir. Bir kamusal alan anlayışı yaratmak da ay
nı şekilde bebeklikteki bu psikolojik ayrıştırmanın yetişkinlerdeki toplumsal karşılığıdır ve buna koşut sonuçlar doğurur; öyle ki, top lumun sembol yaratma kapasitesi artar; çünkü gerçek, dolayısıyla da inanılır olanın talrnyyül edilmesi artık hissedilenlerin durmadan benlik tarafından doğrulanmasına bağlı değildir. Kamusal coğraf yaya sahip bir kentli toplumun belli bir tahayyül gücü de olduğun
dan, kamunun değer yitirmesi ve malıremiyetin yükselişe geçmesi o toplumdaki tahayyül kiplerini derinden etkiler.
Son olarak, yabancı ve aktörle ilintili olarak genel bir seyirci so runu ile karşılaşan, bu sorunu ortak inanç kodlarıyla çözümleyen ve böylece toplumda ciddi bir kamusal alan anlayışı yaratan bir kentli toplumda insani ifade, kim yaparsa yapsın ya da kim kullanırsa kul lansın, gerçek olan jest ve sembollere bakarak anlaşılacaktır. Bu yüzden duygular takdim edilirler. Bu sözünü ettiğimiz yapılanma lar değişim geçirdikçe, ifade tarzında da bir değişim olur. Bu du rumda, konuşanın kim olduğu, giderek daha büyük oranda söylenen şeyin ne ifade ettiğini belirler; tikel bir konuşmacı tarafından yaşan-
��
mış duyguların başkalarına, kişiliğinin bir parçası, kendinin bir ifa desi olarak temsili çabalan ağır basar. Bu dördüncü tip bir yapılan ma güçlü bir kamusal yaşam ile psikolojide ifade araçlarının nes nelliği denilen şey arasındaki ilişkiyi somutlaştırır; kamusal alan çözüldükçe, ifade araçları öznelleşir. Tiyatro ve toplum arasında ilişki kuran bu dört mantıksal yapı, İngilizcedeki kuralsız fiilleri akla getirirler; nasıl kullanılacağını bir kez kavrayan biri tarafından rahatlıkla anlaşılabilir. Bu dört yapı birlikte, 18. yüzyıl ortalarında Paris ve Londra'da görece güçlü bir varlık gösteren kamusal yaşamı oluştururlar. Seyirci sorununun şe_QQ_ birde tiyatrodakinden farklı kavranmaya başlanmasıyla, yabancıla FS nn karşısındaki inanç ve davranış kodları iki alanda birbirinden kopmaya başladı. Kamusal roller aynlınca, anlamlı bir kamusal coğrafyanın gerektirdiği her iki koşul da bir karmaşaya ve nihayet, modem çağda da, çözümsüzlüğe itildi. Kamusal alan giderek belir sizleştikçe, toplumun insan ifadesini kavrayış biçimi de takdimden temsile dönüştü. Bu kitapta, kamusal yaşamın unsurları öncelikle, l 750'lerdeki Paris ve Londra'da görüldüğü haliyle inceleniyor. Bu iki şehrin se çilmesinin nedeni büyük bir şehrin kamusal yaşamında nelerin ulu sal kültür farklılıklarını aştığını görmektir. 1750'li yılların seçilıne nedeni ise bu dönemin her iki şehrin de görece serpilmiş olduğu za manlar olması ve deneyimleri bizim başlıca ilgi alanımızı oluştura cak olan burjuvazinin bu dönemde gelişmeye başlamasıdır. Bu sı nıf, yani burjuvazi kendine, la ville'in toplumsal köklerini gizledi ği günlerde olduğundan çok daha fazla güveniyordu. Kitapta ince lenen konular; kamusal alandaki görsel ve sözel tezahürler, kamu sal ve özel arasındaki farklılıklar, bu ayrılığın henüz belirmeye baş layan yeni bir politik harekette yol açtığı belirsizlikler, aktör olarak insan, tiyatro ve kent ilişkileri üzerine çağdaş teoriler ve son olarak da ancien regime büyük kentlerinin maddi şartlarıdır. Bu dünyanın yitişini ana çizgileriyle belirlemek için 19. yüzyıla ait lO'ru· yıllık iki dönem, 1 840'lar ve 1890'lar incelendi. 1840'larda ve 1850'lerin başlarında, kamusal alanın görsel ve sözel tezahürleri üzerinde endüstriyel kapitalizmin etkisi iyice belirginleşmişti. l 890'lru·da ise 1840'1'ırdaki kamusal yaşama ait ilişkilere karşı gerek konuşmalarda gerekse giyimde kendini açıkça belli eden isyan-
; kiir tutumlar vardı. Hem 1 840'lar hem de 1890'lar için incelenen . konular, 1750'ler için olduğu gibi, bedenin imgeleri, konuşma mo delleri, aktör olarak insan, kamusal ifade teorileri ve kentin maddi koşullarıdır. Politika, gözlerimizin çok sık Paris 'e çevrilmesine ne den olacaktır, çünkü devrimin ve karşı devrimin bu şehirde yarattı ğı krizler, başka yerlerde daha az uç örnekleriyle ve daha az belir gin olarak ortaya çıkan kamusal dünyadaki çatlakları iyice öne çı karmıştır. Böylesine geniş bir alana yayılmış 10' ar yıllık ilç dönemin ince lemesine tarihçiler "postholing" diyorlar. "Posthole" yöntemleri ta rihsel güçlerin etki alanını ve aynı zamanda da belirli bir anın iğne- _E_ den ipliğe araştırilmasıyla elde edilen. kimi ayrıntı zenginliklerini betimlemeye çabalar. Bu tarih yöntemi, değişimin böyle bir zaman diliminde ortaya çıkmasının nedenleri konusunda teoriyi davet et mekle kalınaz talep de eder; çünkü, sanıyorum bu yöntem anlık olumsallıklar ya da salt rastlantılardan elde edilen somut veriler te melinde yapılan açıklamaları en aza indirmektedir. Olumsallık ya da rastlantı, kapitalizm ya da sekülerizm kadar gerçek olduğuna göre, "posthole" yöntemi, entelektüel maharet konusunda kazandığını doğrulukta [veracity] kaybetmektedir. Tarihsel bir hareketi yerli yerine oturttuktan sonra kitap, son bö lümünde, günümüz Batı toplumundaki kamusal ve mahrem arasın daki dengesizliğin ne anlama geldiğini incelemeye girişmektedir. Ancak bir budala bu kadar çok materyal üzerinde ahkfun kesebilir ki, bu da elinizdeki çalışmada neyin "kanıt" olarak kabul edilip ne yin edilemeyeceği sorusunu akla getirir. D. KANIT Mf, AKLA UYGUNLUK M U ?
Ampirik toplumsal araştırmalarda "kanıt" sözcüğüne talihsiz bir anlam yüklenmiştir: Verili bir sürecin araştırılmasının ardından or taya atılan tek bir açıklama geçerlidir, başka hiçbiri değil. Günü müzde nicel çalışmalarda geriye gidiş analizleri, "ehi" ya da "gam , ma" ölçümleri, bir dışlama hiyerarşisi düzenleyerek alternatif yo rumlar arasından bir seçim yapmak için kullanılmaktadır. Nicel ça hşmalar, argümanları çoğu zaman ve hatalı olarak aynı tarzda ka-
ı
l
i
1
nıtlamaya çalışırlar. Araştırmacı bir konu hakkında bilinen her şeyi
sında çekirdek ailenin nasıl bir sığınağa dönüştüğünü incelemekte
en ince ayrmtısına kadar elden geçirmelidir. Aksi halde kendi argü
dir.
manıyla çelişip çelişmediğini bilemeyeceği veriler olabilir. Doğru
ve zenginlik ekonomisi ile nasıl kesiştiğini; bu yüzden de insanla
Düzensizliğin Yararları
adlı kitabım kişilik yapılarının bolluk
rın gerçek anlamda her tür kamusal ilişkinin ayrılmaz bir yanını
ya dışlamalar yoluyla ulaşılması temelinde yeni kanıtlarm keşfi çe lişki yaratıyorsa, başlangıçtaki tez geçersiz olmalıdır; zira aynı ko
oluşturan acı, belirsizlik ve sınırlanma zorunluluğuna ilişkin dene
ki?
yimlerinden arınmaya çaba gösterdiklerini anlatır. Sınıfın Gizli Ya raları ise toplumsal sınıfın günümüzde nasıl bir kişilik sorunu ola
nuya ilişkin birbirine zıt iki yorum, nasıl eşit ölçüde doğru olabilir Kanıtın çürütülmesiyle dışlamaya dayanan bu ampirizm, bana
rak yorumlanmaya başlandığına ve bunun da nasıl sınıfın depoliti
göre, gerçek bir entelektüel dürüstlük nosyonuna aykırıdır. Entelek
zasyonu sonucunu doğurduğuna ilişkin bir incelemedir. Son kita
tüel dürüstlüğü, tam da çelişkinin gerçekliğini kabul ederek ve de-
bım benim açımdan tüm bu çalışmaları kapsayan genel bir çerçeve-
.M... ğişmez bir önermeye ulaşma umudundan vazgeçerek yakalarız çün
dir; tümünün tarihsel ve teorik zeminini oluşturmaktadır. Bu neden- _Q2_
kü. Kanıt çürütme pratikte garip bir kaidedir: Bizi merceği giderek
le, bu kitapta ara ara söz konusu çalışmalardaki yorum ve argüman
daha dar bir alana odaklanmaya götürür sanki; öyle ki, bir konuda
hatalarını (artık onları bir bütünün parçaları olarak gördüğümden)
ne kadar çok şey "biliyorsak" o kadar çok ayrıntı biliyoruz demek
düzelteceğ n için okurun beni bağışlayacağını umuyorum.
�
tir. Bu kanıtlama biçiminin kaçınılmaz ürünü zilınin uyuşturulması dır, çünkü tüm veriler elde olmadıkça bir yargıda bulunmaya izin vermez. Nitel araştırmada ise, bu endişe yaratan sözcüğün kullanılması ille de gerekliyse, "kanıt" mantıksal ilişkilerin ortaya serilmesidir; nitel araştırmacı akla uygun yaklaşım sergileme yükümlülüğü altı na girmiştir. Giderek, bu yükün, bir açıklama lehine bir diğerini, mantıksal tutarlılıklarını dikkate almaksızın, dışlayan bir araştırma cının duyduğu yükümlülükten daha ağır ve daha çetin olduğunu dü şünmeye başladım. Ampirik akla uygunluk, somut olarak betimle nebilen olgular arasındaki mantıksal bağlantıları gösterme mesele sidir. Bu tanım, bir filozofu mutsuz kılabilir ve belki de "bilim ada mı"nı çalışmaktan alıkoyabilir, ama öyle umuyorum ki, zeki ve in celikli düşünen genel okurun beklentilerine yanıt verecektir. Eğer o okur şu kitapta, bir modern toplum hastalığının nasıl ortaya çıktığına dair makul bir analiz bulabilirse, kitap başarılı olmuş demektir; eğer kitabı okuduktan sonra bu sıkıntıyı açıklamak için alternatif bir yaklaşım düşünebiliyorsa, bu daha da iyi olur. Son olarak, kitabını hakkında önceki çalışmalarımla bağlantılı olarak bir şeyler daha eklemem gerekiyor. Son on yıldır, çoğunluk la da farkında olmadan, toplumsal geri çekiliş sorunu üzerine yazı yorum.
Şehre Karşı Aileler, 19.
yüzyıl Chicago'sunda şehir endüst
riyel bir bölgenin merkezi haline gelirken, toplumun geneli karşı-
!
1 !''
ikinci Bölüm
Ancien Regim e ' in kamusal dünyası
il.1 'I 1
'
.1
• 1
il 1
S eyirci: B ir yabancılar topluluğu
Kamusal yaşamın çöküşünü anlamak için önce güçlü olduğu za manları ve nasıl korunduğunu anlamak gerek. Gelecek dört bölüm
18. yüzyıl ortalarında Paris ve Londra'da kamusal yaşamın oluşu etkisi, sıkıntıları ve sonuçlarım anlatmaktadır. Bu anlatımda ı
kullanılacak iki terim hakkında bir şeyler söylemek yararlı olabilir:
"ancien r
1'ırıııcı:sı,
öncesinden
1800
somasına kadar süren tarih kesiti için kullanılır.
Ben Tocqueville'in önerdiği anlanu izlemekten yanayım:
regime 18.
Ancien
yüzyılda, özellikle de uluslar içinde ticari ve idari bü-
rokrasinin ayak direyen feodal ayrıcalık sahipleriyle yan yana ge lişmekte olduğu dönemi anlatır. Bu yüzden, iki ülkede ne bürokra-
si ne de feodal ayrıcalıklar aynı olsa dahi, İngiltere de Fransa gibi bir
rı deneyimler de olmadıklarını akılda tutmak gerekir. Her şeyden önce, kamusal yaşamın 18. yüzyılda başlamadığı; o dönemde daha
ancien rr!gime dönemi yaşanuştır. Bazen "eski düzen"i düşün�
düğümüzde, çöken, içindeki çürümeyi göremeyen bir toplum aklı mıza gelir. Gerçek
çok, modem bir versiyonunun, yani yükselen bir burjuvazi ve yok olmaya yüz tutan bir aristokrasi çevresinde odaklanmış bir kamusal
ancien regime ise içerdiği çelişkilere karşı gözü
kapalı bir ilgisizlik tavrı kesinlikle takınmarmştır. Asla uzlaştırıla
yaşamın biçimlendiği unutulmamalıdır.
mayacak iki ilke, uzun bir zaman boyunca, baş edilmesi güç bir ge
Şehir, yabancıların karşılaştıktan bir ortamdır. Buna karşın ' 'ya . bancı", birbirinden çok farklı iki şahsiyet olarak görülebilir. ltal
rilim içinde bir arada savunulmuştur. "Burjuvazi" teriminin kullanımına gelince, itiraf etmeliyim ki
yanlar, çevrelerinde dolanan Çinlileri yabancı sayarlar, fakat bu da vetsiz konuklar hakkında nasıl düşüneceklerini de iyi bilirler; bir
kendimi her nedense çok rahat hissetmiyorum. İster Augustus Ro ma'sında, ister Ortaçağ Benare'sinde, isterse günümüz Yeni Gi-
İtalyan, ten rengi, göz yapısı, dili, beslenme alışkanlıklarıyla bir Çinliyi tanıyabilir ve kendisine benzemeyen biri olarak onu bir ye- IL
_H_ ne'sinde olsun, burjuvazinin yönlendirdiği şer güçleri tarafından
defteri dürülmüş faziletli proletarya hakkında çok fazla komplo hi
re koyabilir. Bu durumda yabancı, dışarlıklı ile aynı anlama gelir; sakinlerinin kimin oraya ait olup kimin olmadığına ilişkin kurallar koyabilecek denli kendi kimliklerinin farkında olduğu bir yerde bu
ldyeleri anlatılıyor. Bu mekanik sınıf analizleri öylesine aptalca ki okurda gayet haklı olarak "sınıf' ve "burjuvazi" sözcüklerini bir daha asla duymama arzusu uyanabilir. Ama ne yazık ki burjuvazi
lunmaktadır. Bu kuralların geçerli olmadığı yabancılara ilişkin bir diğer anlayış da şudur: Yabancı, başka dünyadan gelen bir yaratık
var, sınıf bir gerçek ve biz de bir şekilde, şeytan edebiyatına kalkış madan, onların gerçekliklerinden söz etmek zorundayız:
18. yüzyıl
değil, bir meçhuldür. Kendi kimliği ile ilintili kuralları olan biri bir yabancı ile böyle bir deneyim yaşayabilir; örneğin nereye "koyaca ğını" kestiremediği biri ile karşılaşan bir İtalyan gibi. Fakat kendi
şehrine ilişkin hiçbir incelemenin kent burjuvazisinin analizinden kaçınması mümkün değil; çünkü burjuvazi o kentlerin yöneticisi, yasa koyucusu, mali dayanağı ve nüfusunun dişe dokunur bir kesi
kimliklerinden emin olmayanların, kendilerine ilişkin geleneksel imgelerini yitirenlerin ya da henüz belirgin bir etiketi olmayan ye-
mini oluşturuyordu. Dahası, "burjuvazi" terimi "orta sınıf' terimin den çok daha kapsamlıdır. "Orta sınıf', toplumsal konumlar merdi
ni bir toplumsal gruba ait olanların zihinlerindeki egemen imge, bir
veninde orta sıralarda oturan birini anlatır; o kişinin oraya nasıl gel
meçhul olarak yabancı imgesidir.
diği hakkında bir fıkir vermez. "Burjuvazi" ise o kişinin, feodal ol
Birinci türde yabancıların toplandığı yer anlamında şehrin en ti pik örneği, Manhattan dışındaki modem New York ya da Cape
mayan, idari ya da ticari bir iş yaptığı için o mevkiyi işgal ettiğini anlatır; bir malikanenin kiihyası toplumun orta kesiminde yer alabilir, ama burjuvaziye ait değildir.
18.
yüzyıl şehirlerinde burjuvazi,
elbette ekonomik işlevleri, kendisine bakışı ve ahlaki değerleri .ba kımından 19. yüzyıl burjuvazisi ile aynı değildi; ancak bu tür ayrırnlar sınıf içindeki değişimlerle ilgilidir. Kolaylıkla kötüye kullanıldığı için sözcüğü elinin tersiyle silmek, bu sınıfın sanki tarihi
j
ı
>':
yokmuş gibi gösterilmesi zaafını doğuracaktır.
yani kamusal deneyimin dört farklı boyutu olınadıklan gibi ayrı ay-
toplumsal grup çevresinde şehrin yeniden düzenlenmesiyle, sayıla rı belirsiz yabancılardan oluşan ikinci türdeki şehir ortaya çıkar. 18. yüzyılda Paris v e Londra'da durum böyleydi. Yeni sınıf d a merkan tilist burjuvazinin ta kendisiydi. "Burjuvazinin yükselişi" öyle beylik bir deyimdir ki, tarihçiler orta sınıfların her zaman her yerde yükselmelerinin biricik tarihsel
Son olarak, bölümlerin düzeni hakkında bir şeyler söylememe izin verin. Üçüncü bölüm seyirci sorunu, dördüncü bölüm inanç kodları, beşinci bölüm kamusal ile özel arasındaki aynın, altıncı bölüm ise ifade üzerinedir. Bu temaların, tek türden bir deneyimin,
Town gibi ırk ve dil farklılıklarının hemen anlaşıldığı etnik şehirdir. Yeni ama henüz şekillenmemiş bir toplumsal sınıfın oluşması ve bu
,
1:
değişmez kural olduğu yorumuna sürüklenmektedir. Bu imgenin böyle bildik oluşu sınıfsal değişim konusunda önemli bir olguyu gizlemektedir: Yükselen ya da gelişen bir sınıf genellikle kendisi hakkında açık ve net bir görüşe sahip değildir. Kimi zaman hakla-
rını temel alan bir anlayış , kimlik anlayışının önüne geçer, kimi za
A. ŞEHRE GELENLER
man da ekonomik güç olgusu uygun davranışların, törelerin ve de 1750'de Batı dünyasının en büyük şehri Londra'ydı ve ardından da
ğerlerin önünde gider. Böylece, yeni bir sınıfın ortaya çıkışı, insan
Paris geliyordu. Diğer Avrupa şehirlerinin hemen hepsi bu iki şeh
ların faı·kında olmadan giderek birbirlerine benzedikleri bir yaban cılar ortaını yaratabilir. Önceki ayrımların, bir grupla öteki arasın
re göre çok gerilerdeydi. 1650 ile 1750 arasındaki yüzyılda Londra
daki eski çizgilerin artık geçerli olmadığına ilişkin bir sezgi vardır,
ve Paris 'te nüfusun arttığına ilişkin basit bir önerme ortaya atarken
ancak dolaysız ayrımların yeni kuralları pek anlaşılaınarnıştır. 1 8 . .
dikkatli olmalıyız. Bu doğruluğu su götürmez önerme çok yönlü ele
yüzyıl başkentlerinde merkantilist burjuvazinin ve ticari sınıfların
alınmalıdır. '
yaygınlaşmasına, hem maddi olarak benzer olsalar da bu benzerlik
Londra şöyle gelişti: Nüfus, 1595'te 150.000; 1632'de 3 15.000;
lerinden habersiz birçok insanın ortaya çıkması hem de geleneksel
1700'de 700.000 iken 18. yüzyıl ortalarında bu rakaın 750.000'e
.l!!_ toplumsal tabakalaşmanın gevşemesi eşlik etmişti. Toplumsal kat manlara ilişkin; "biz" ve "onlar", içerlikliler ve dışarlıklılar, "yuka rıdakiler" ve "aşağıdakiler"e ait yeni bir "dil" ise henüz yoktu.
,
. çıktı. Londra'nın son iki yüzyıl içindeki endüstriyel dönemde gös- .IL .te:rdiii!i gelişme, bu değişmelerin sönük görünmesine neden oluyor;
19. yüzyılda Londra 860 binden 5 milyona ulaşmıştı. Ancak, 1 8 .
Yabancılardan oluşan seyirci sorunu tiyatrodaki seyirci sorunu
yüzyıl insanları ileride neler olacağından habersizdiler. Yalnızca da-
ile aynıdır: Sizi tanımayanların size inarımalarını nasıl sağlayabilir
ha önce neler olduğunu görebiliyorlardı ve özellikle de 17. yüzyıl
siniz? Bu sorun, meçhul kişilerden oluşan bir yabancılar ortaınında,
ortasındaki büyük yangından sonra şehir onlara olağanüstü kalaba-
dışarlıklı olan yabancılar ortamından daha fazla ağırlığını hissetti rir. Dışarlıklı, kendisine inanılmasını sağlaınak için içerliklilerin
Paris 'in aynı dönemdeki nüfusunu izleyebilmek çok daha zor
kullandıkliırı, onlara aşina terimlerle kendini güvenilir kılarak en
> o>iacaktır, çünkü 1650-1750 arasındaki yüzyılda nüfus sayımı yap
geli aşmalıdır. Henüz bu denli şekillenmemiş bir ortaında ise ya
manın önünde politika engeli vardı. En iyi tahminler şöyledir: Car
bancıların sorunu daha kannaşıktır. Verili bir insan tipi için ne gibi
dinal Richelieu'nun sayımına göre nüfus, 1 637'de 410.000; 1684'te
uygun davranış standartları olduğu konusunda hiç kimsenin yete
425.000; 1750'de 500.000 civarındadır. B unlar, hele de Londra ile
rince emin olmadığı bir ortamda kendilerine inanılmasını sağlama
karşi.laştırı!ınca, yüzyıllık dönem için küçük değişinller olarak gö
ları gerekmektedir. Bu ikinci durumda, karşılaşıldığında herkesin
rünmektedir. Ancak
keyfi olarak "uygun" ve "inandırıcı" bulduğu türden davranışlar ya
Pierre Goubert'in altını çizdiği gibi, 1 8 . yüzyıl başlan ve ortaların
ratmak, alıp kullanmak ya da taklit etmek bir çözüm olabilir. Bu
bir bütün olarak Fransa nüfusu durgundu, reel anlaında düşüyor
bu
rakan1lar ülke bağlaınında incelenmelidir;
davranış herkesin kişisel ortamına belli bir uzaklıkta durur ve bu
du da denebilir. Fransa nüfusu genel olarak düşerken Paris 'te nüfus
nedenle de insanları birbirlerine kim olduklarını tanımlaına konu
ağır ağır büyüyordu.'
sunda zorlaınaz. Bu gerçekleşiyorsa, kaınusal bir coğrafya doğuyor demektir. Öyle ise şin1di de, meçhul kişilerin oluşturduğu bir yabancılar
· "Büyüme" Londra'da Paris'tekinden farklıydı; peki aına neydi
· bu kentsel
büyüme? Bir şehirde doğumlar ölümlerden daha fazla
ise nüfus artışı zaınan içinde şehrin kendi yapısından kaynaklanır;
topluluğu yaratmış olan 18. yüzyıl ortalarında başkentlerde var olan
'doğumlar ölümlerden azsa, şehrin nüfus artışı ancak şehrin doğum
güçleri ele alalım. 1750'lerde ve daha önceki yıllardaki nüfusun bü
.ölüm oranıyla yitirdiğini aşan sayıda yabancının şehre girmesi ha
yüklüğünü ve göç oranını, kentteki yoğunluğunu ve ekonomik ka
linde gerçekleşebilir. 1 8 . yüzyıldaki ölüm ve doğum araştırmaların
rakterini inceleyelim.
tıp ve kamu sağlığı alaıı!arındaki gelişmelerin ölüm oranını ne
ölçüde düşürüp doğum oranını da ne ölçüde arttırdığı konusunda
Talbot Griffitll ve H.J.Habakkuk arasında geçen sert bir tartışma
vardır. Bu akademik sorunun nasıl çözümlendiği bir tarafa, kesin olan şey, 1750 öncesi yüzyılda hem Londra'nın hem de Paris'in bü yümesinin büyük ölçüde dışarıdan ve küçük kasabalardan göçe da yanmasıydı. Demograf Buffon bundan kısaca söz etmektedir. 1730 için şöyle söyler: "Nüfusunu olduğu haliyle korumak için Lond
ra'nm doğan insan sayısının yandan fazlası kadar taşradan gelecek bir nüfusa ihtiyacı vardı. Oysa Paris 'te bu oran yetmiş beşte birdi. ,,.,
Dış göç, hem Paris'te hem de Londra' da nüfusun farklı biçim lerde büyümesinin kaynağıydı. E.A.Wrigley'in yapıtı sayesinde 1650-175 0 arasında Londra'ya olan göçlerin sayılan ve nitelikle ri
2!i... hakkında açık bir fikir edinebiliyoruz. Wrigley'in hesaplıirına göre,
Londra'nın sokaklarını doldurabilmesi için bu dönem boyunca her yıl kente 8.000 göçmenin gelmesi gerekirdi. Gelenler gençti -Wrig ley'e göre ortalama yirmi yaşlarında- ve genellikle bekardılar. Amerikan şehirlerine 150 yıl sonra akan büyük köylü göçünün ak
sine, ailelerin rüm üyeleriyle Londra'ya göç etmeleri nadir bir du rumdu. C. T.Smith 'in 1951 'de topladığı malzemeyi kullanarak, göç menlerin nerelerden geldiğini saptayabiliriz; çoğu Londra'ya 50 mil ve daha uzak yerlerden geliyordu ve 50 mil o gün için en az iki günlük yolculuk demekti.' Paris'e olan göçler de benzer nitelikteydi. XIV. Louis'nin ölü münden sonra soyluların Paris'e eskisinden daha çok geldikleri bi
liniyor; ama bu insanlar, zaten hiçbir zaman, hatta Güneş Kral za manında bile, Versay 'ın tumturaklı saray yaşamından kaçtıkları bir sığınak olarak gördükleri şehirden tamamen kopmamışlardı. Onla rın geri dönüşü, kendi evlatlarının ölümü ile rükenmekte olan bir Paris'i yeniden şenlendirmek için gerekli nüfusu pek sağlayamazdı.
Louis Henry'nin bazı araştırmalarına dayanarak, Londra gibi Pa ris' in de nüfusunun kente en az iki günlük uzaklıktan gelen, genç . ve bekar olan, ama Ingiltere'deki gibi kıtlık ya da savaş nedenleriy le kente sürülmeyip .kazmıçlannı arttırmak için kendi arzularıyla kasabalarını terk edenlerle beslendiğini ileri sürmek akla uygun gö
rünüyor. Genç bekarların içgöçünün nüfusunu yansı kadar artırdığı Londra, zamanının dev şehirlerinden biri görünümündeydi. Paris Bu tersinir bir tor:ııü I değildir; yani ölümler doğumlardan 75 kat fazla değildir. H . tum · Buttan, konuyla .ılgıh verili faktörler ışığında, nüfusu olduğu gibi korumak ve i arttırmak için neyin gerektiğinden bahsediyor. , · -
1
't
de, biraz daha geriden gelse de, dışındaki nüfus duraklarken ağır ağır büyüyen ve aynı tipte insanların göçleriyle nüfus artışının ve büyümesinin gerçekleştiği görece dev bir şehir görünrüsü verıyor
i: du.'
�· i;
.;
·:. •ı
{
1;:.. .,.
Böylece, her iki şehrin de nüfus oluşumunda özel bir rür yaban ılar, cı kritik rol oynamıştır. Kadın olsun erkek olsun tek başınayd en Gerçekt rdi geçmişle bağlan koparılmıştı ve uzaklardan gelmişle ; ınsan de, Londralılar ve Parisliler, 1720'lerde dışarıdan gelmış bu kulla ini ifadeler "geri" ve u" "kuşkul ", !ar için "soytarı", "kılıksız birlikte rla taşralıla getiren hale o nıyorlardı. Defoe, Londra'yı, onu . ı · · · 79 a1ın- "aşın büyümüş" bir şehir olarak görüyor ve ıdarı tedbır erın yeması gereğini vurguluyordu. "Soytarı kılıklı bir yığın"dan başka sürü ni gelenleri betimleyecek sözcük bulamıyordu. "Irlandalılar yapıla bir Belli yoktu. düzen al sü" hariç, aralarında hiçbir toplums neceklerini �mu n olmadığı için de, geldikleri gibi şehirden temizle bulacagı ve yordu: "Sonra, insanların Londra 'ya doluşmasının son . akları bır nasıl şimdi yığılıyorlarsa aynı şekilde doğal olarak dağılac zaman gelecektir."' Marivaux'nun
La Vie de Marianııe ve Le Paysan Parvenu adlı
kurulmuş yapıtları da benzer şekilde Paris'in yabancı akını üzerine etrafında dolanmaktadır. Her iki romanında aörüsü bir şehir oldu2:u e e '.ı: ,. Parıs ın da Marivaux, kökeni bilinmeyen insanların mekanı olarak "ne olduk "gelip geçici" bir yer olduğunu anlatıyordu, çünkü şehir üşrü. Eskı Pa ları bilinmeyen" bu yığınların göç etmesiyle büyüm anlamak gi risliler için "konuştukları kişilerin gerçek karakterini" ı. derek daha da zorlaşmaktayd kafala Bu imgeleri, 1900'deki New Yorklular ve Bostonlulann 'er A' tırın. : � rındaki dışarlıklı olarak yabancılar imgesiyle karşılaş ndırılmış kan kentlerinde yabancılar etnik önyargılara göre değerle için uy kurmak ilişki en yüzünd imajlar ve haklarındaki olumsuz x' da ise u Mariva da ya Defoe . gunsuz ya da tehlikeli görülmüşlerdir . Lond şehrı, ılar herhangi bir önyargı yoktu; onların bildiği yabanc ere gö ralı İrlandalılar dışında, etnik, ekonomik veya ırksal özellikl gruplarıyla re bölünemezdi. Göçmenlerin büyük bölümünün aile l yı "meçhu da daha onları ı, birlikte olmayıp tek başlarına olmalar ,...
•
CT haline getirmişti. "'ınlar" nmekLondra çok sık olarak, "bir büyük apse" şeklinde betimle
teydi. Bu sözcüğün 18. yüzyıl başlarındaki anlanu pek hoş değildi. Yumru, içinden her tür pis sıvınııı aktığı bir açık yaraydı. Ama ye
ni ayaktakımını anlatmak için kullanılan "meçhul yığınlar" gibi na zik deyimlerin ardında yatan kimi duyguların doğru bir ifadesiydi. j Bu insanlar birbirlerini nasıl anlayabileceklerdi? Bağlan kopmuş, yetişkin kişiler bunlar; ne geçmişlerine ait bir iz taşıyorlar ne de başka ülkelerden göçenlere özgü tuhaflıkları vardı. Aralarındaki
)i "
na yaklaştıkça evlerin yoğunluğunda ağır ağır bir azalma yerine,
kaynaşan caddelerin ani bir kesinti ile son bulup, hemen hemen kır
.J
başladığını görecektik.
}ı ;
lıklı bir yığın ile uğraşmayı isteyeceklerdi? 'Her iki şehir için de kullanılan "nüfus arnşı" terimi yalnızca nötr t bir sayısal sorun değildir. Belirli bir toplumsal olguyu belirtmekte-''! dir. Şehir büyüdükçe, nüfusu da sorun haline gelir.
lar vardı. Gerçekten de, Paris· duvarlarının yakınındaki yeni binala ra ya da Londra 'daki City ile Wesnninster arasındaki sahipsiz ala
'!
iletişimi neye göre değerlendirebileceklerdi? Hangi bilgiye ve geçmiş yaşamlarından gelen hangi benzerliklere dayanarak soytarı kı- '!
80
görerek şaşkına dönerdik. Evler en fazla 3-4 m. genişlikte sokakla rasıkışnrılınıştı ve aralarında hiç beklenınedik çok geniş açık alan
ii
sal malikaneler şeklinde düzenlenıniş birbirinden kopuk evlerin
1666'daki büyük yangından sonra Londra'da ve 1680'lerden
.sonra Paris 'teki yığılması yeni bir biçim almaya başladı. Yanmış ya da nad�a bırakılmış arazi basitçe doldurulmamış, yeni bir ilkeye, �� Ortaçag kasabalarının meydanlarından hem görünüş hem de işlev bakımından kökten farklı bir meydan ilkesine göre yeniden düzen
lenmişti. Londra'daki meydan tasarımı ilkeleri Paris'in alanlarına göre, Örtaçağ geçmişinden oldukça farklı bir biçimde kopmuştu.
Ancak geçmişe bu iki karşıt başkaldırı da aynı toplumsal sonuca
B. YAŞADIKLARI YERLER Bu nüfusun kısa sürede şehirdeki çeşitli bölgelere dağılacağı, her j bölgeniri' belirli ekonomik ve sosyal özelliklerinin olması dolayısıy- ıl la yaban�ıların sınıflandırılmasının da kolaylaşacağı sanılabilir. Ne :1 var ki bu ekolojik süreç, hem Paris hem de Londra'da 1670'lerden \
itibaren denetlemelere ve karışıklıklara konu olmuştur. Karışıklık!ar, iron�� bir şekilde, artan kent nüfusu ile başa çıkmaya yönelik planlı çabalardan doğuyordu.
·
!
··
)'lüfusu artan şehirler bu sorunla mantıken ya kentin alanını ge- ; nişleterek ya da aynı genişlikteki alana daha yüksek sayıda insanı .1
sıkışnrarak baş edebilir. Ancak bilinen hiçbir şehrin ya alanı geniş- : !etme ya da eski alana daha çok insan sığdırma gibi basit bir büyü me kalıbı olmamıştır. Bu yalnızca aynı anda hem toprak alanı hem de yoğunluk artışı sorunuyla karşılaşmak da değildir, çünkü nüfus
artışı küçük küçük yeniden düzenlemelerle üstesinden gelinen "ek"
bir fenomen değildir. Nüfus artışları genellikle şehir ekolojisinin . bütünüyle yeniden düzenlenınesini gerektirir. Şehirler, kristali her yeni kaıkıda yeniden biçim alan kristaller gibi düşünülmelidir. Eğer 1 640'larda Paris'te ya da 1666'daki büyük yangından ön
ceki Londra'da bir gezinti yapacak olsaydık, modern standartlara göre pek küçük bir coğrafi alanda düpedüz sıkıştırılmış insanları
yol açtı.
1680 '!erde Paris 'te başlayan meydan inşası daha önceki iki eser
le; Bemini'nin Roma'daki eseriyle ve XIV. Louis ve mimarlarının
Versay'daki eseriyle bağlannlıydı. Roma'da, Bernini'nin St. Peter önündeki Piazza Obliqua'sı bütünüyle Rönesans'taki planlı meydan
inşa enne eğilimine bir kafa tuunaydı. Bernini, meydanların Röne
sans tarzıyla çevresi kuşatılarak ve uysallaştırılarak değil, biçimsel tasarımla boş yerlerin enginliği sergilenerek kullanılmasından ya
naydı. Yoğun bir kentsel yerleşimin ortasında insan yapımı çok ge
niş boş alan düşüncesi Paris mimarlarınca 1680'lerde ortaya atılmış ve ilk ifadesini Place des Victoires'da ( 1685-86) bulmuştur.'
Bu çabalar Paris için, yığınsal nüfus ile insanlığın buluşu olan
sınırsız alan yanılsamasının artık birleştirilmesi anlamını taşıyordu.
Geniş bir kütlenin ortasında geniş alan yanılsaması, 170 l 'de inşa ·
edilen Place Vendome'ın ve 1706'da tamamlanan Place des Invali des'in ana ilkesidir ve Jacques Ange Gabriel'in 1763 'te yaptığı Pla ce de la Concorde 'la zirveye ulaşmıştır.
Bu büyük kent mekanlarının bazılarının mimarian Versay'da ça
lışmak üzere eğitilmişlerdi; örneğin Hardouin-Mansard Versay Sa
rayı'nın inşasının denetiminde bulunduktan sonra Place Vendô
me'un inşasına katılmıştır. Fakat nasıl Versay, odaları, katlan ve
itiyordu: kafe, park ve tiyatro.
bahçeleri ile sakinlerinin zihinlerine hiyerarşik bir tavrı ağır ağır yerleştiren bir düzen mekanı, dolayısıyla 1660'ların Paris'ine özgü
Londra' da da, kalabalıklar için serbest bölgeler anlamında mey
bir çare olarak tasarlanmışsa, 1 8 . yüzyıl başlarındaki Paris de Ver
dan 1666- 1740 döneminde sona erdi; ama tümüyle karşıt bir yol iz
say ölçü alınarak düzenlenmişti. Geniş kentsel
leyerek. 1 666 büyük yangınından soma Londra kentinin yeniden
mekanlar etrafı ku
şatan sokaklardaki tüm etkinlikleri bir araya toplamak için değildi; sokak, meydan yaşamına giriş yeri olmamalıydı. Versay 'daki her tür mimari yapı birer odaktı, oysa meydan bir odaktan çok, ortasında sınırlı etkinliklerin, çoğunlukla da gelip geçme ya da taşıma et
inşası için öne sürülen pek çok plandan en görkemlisi Christopher Wren'inkiydi. Bu planlar II. Charles tarafından anında reddedilmiş
. •ı
'ı
ti. Eğer gerçekleştirilebilselerdi, planlar Londra'ya, Bemini'nin Roma'da yarattığı ya da Hardouin-Mansard'ın daha ileride Paris'te
kinliklerinin cereyan ettiği kendi başına bir anıt olmalıydı. Her şey
oluşturacağı türde gösterişli odak noktaları sağlamış olacaktı. Ger
bir yana, bu meydanlar tasarlanırken akıllarda ortalıkta dolanan,
çekten de, Wren'in planının bertlmsenmemesi, kısa süre önce Lond-
JiL toplaşan bir kalabalık yoktu. Hardouin-Mansard bu yüzden tezgiih F6 ]arı, akrobasi gruplarını ve diğer türden sokak ticaretini meydanlar
ra'nın tam ortasında boy göstermiş olan, planlarını Inigo Jones 'un R çizdiği "Covent Garden" türü meydanın da reddedilmesi anlarnına
dan kovmaya çalıştı. Ayrıca meydanlardaki kafelerin bina içinde
geliyordu. "
kalmalarına, postanelerin ise tümüyle meydanlardan uzaklaştırıl
Ama meydanlar inşa edilerek nüfusun şehirde barındırılması
masına çalıştı.'' Sonuç, hem Ortaçağ hem de Rönesans Paris 'inde mevcut olan
fıkrinden vazgeçilmemişti. Covent Garden bölgesinde Bedford Dü .
kü ve Bloomsbury'de Southampton Kontu sınıra blok evler inşa et
meydan yaşamının zayıflatılması oldu. Amold Zucker'in tek bir
meye başladılar. "Meydanlar irrasyonel bir biçimde bölgeye dağı
yerde gerçekleştirilen tüm şehir etkinliklerinin "örtüsü" dediği
tılmıştı, birbirinden ayrı ama tam anlamıyla kopuk değildi." Mey
meydanlar bir zamanlar çok çeşitli işlevleri yerine getirirken, şeh
danların esas özelliği, Covent Garden 'daki gibi sokak satıcılarıyla,
rin kalabalık yaşamı artık parçalanmış ve dağıtılmıştı." Gerçekten de, bu boş alanları temizlemesi beklenen yıkma ve yeniden yapma faaliyetleri Parisli geniş kitleleri 1660'ın merkezle
akrobatlarla, çiçekçilerle ve benzerleriyle doldurulmamasıydı. Kü çük korular ve ağaçlarla donatılacaklardı."
Çoğunlukla, İngilizlerin şehri inşa ederken, kır havasını koruya
rinden çıkararak şehir dışındaki geniş alanlara sürdü. Invalides çev
bilmek amacıyla evlerini çevrilmiş bir çiçek bahçesinin etrafına
resindeki soylu aileler ve onların uzantısı olan uşak ve hizmetçi yı
dizdikleri söylenir. Bu ancak yarı yarıya doğrudur. Bloomsbury'de
ğını 18. yüzyıl başlarında Marais'e geri döndü; St.-Sulpice önünde
ki bu evler kentli özellikler taşıyordu ve gruplar halinde inşa edil
ki temizlenmiş arazi hizmetçileriyle birlikte küçük bir soylular kü
mişlerdi. Londra'da City'nin yanmamış kesiminde inşa edilen evle
mesini St.-Germain-des-Pres'deki boş alanlara çekti. Paris'in nüfu
ri andırıyorlardı. Modem bir insan, bir mısır tarlasının ortasına park
su arttıkça büyük mekanlar çevresindeki alanlarda nüfus yoğunlu
yerleri, trafik ışıkları ve gerekli yan düzenlemeleriyle bir gökdele
ğu daha da arttı, fakat bu merkezler artık kalabalığın aynı yerde çe
nin dikildiğini ve bu gökdeleni diken kişinin bunu oraya çok yakın
şitli faaliyetleri yürütmek için bir araya geldiği noktalar olarak hiz
da başka gökdelenlerin de dikileceği umuduyla yaptığını tahayyül
met vermiyordu. 1 1 Evlerin bulunduğu kontrollü bölgelerin tersine, Ortaçağ ve Rö
edebilirse, Bedford ve Southampton malikiinelerinin yapilmasında
ki zihrriyete ilişkin bir rıkir de edinebilir."
nesans meydanları serbest bölgelerdi. 18. yüzyılın başındaki anıtsal
Dağınık meydanların yaratıcıları ticareti meydana sokmamakta
meydanlar ise insanların şehirde yığınlaşmasını yeniden yapılandı
çok kararlıydılar. Bedford, işportacıları ve seyyar satıcıları alanlar
rırken kalabalığın işlevini de yeniden yapılandırmıştı, çünkü insan
dan çıkarma hakkı için hükümete başvurdu. 1690'larda bu yasağı
ların toplanma özgürlüğünü de değişime uğratmıştı. Kalabalığın
uygulamak kolay olmadı, ama yasak 1720'lerde etkili oldu. Mey
toplanması özel bir etkinliğe dönüştü; bu etkinlik üç yerde yürütü-
dan en incelikli türde evlerin ortasında bir doğa müzesine dönüş-
yüze geldiklerinde başvurabilecekleri referans standartları sağlamış olacaktı; hiyerarşi hil.la güvenilir bir inanç ölçütü olarak hizmet gö
müştü. Gerçekten de, onu oluşturanların beklentileri gerçekleşmiş ti. Meydanların yakınına evler yapıldı ve giderek bölge, eski City kadar kalabalıklaştı.
rebilirdi. Ancak, tüm bu demografik değişimlerle birlikte büyük şe
hir ekonomisi yabancılar arasındaki ilişkilerde açık bir ölçüt olan
Demek ki, Paris'te olduğu gibi Londra'da da meydanların plan lanması yoluyla nüfusun yeniden yerleştirilmesi, meydanı buluşma
hiyerarşi ölçütünü aşındırdı. Bir yabancı söz konusu olduğunda hi yerarşi belirsiz bir ölçüt haline geldiği için; "seyirci" sorunu doğ
ve gözlem yapma olmak üzere iki tür kullanunı olan merkezi bir
yer olarak geri getirdi. Acaba zamanın insanları serbest bir bölge ·
muştu.
olan alanın bu şekilde sınırlanmasına karşı ne hissetmişlerdi? De foe, !720'lerin canlı bir tablosunu çiziyor:
Her müteahhit aklına esen yere ev diktiği. insanlar da buna ses çıkarmadı� ğı için güzelim Londnı bir bina yığını haline geldi. Bütün bunlar �yl�si�e ._; . bir kargaşa içinde gerçekleşti ki şehrin çehresı yamru yumru, şekılsız hır şey olup çıktı.15
C. KENT B URJUVAZİSİNDEKİ DEGİ Ş İ MLER r
.>
Kentin büyümesi bir merkez, bir odak yitinri anlamına geliyordu.
•
Büyüme, Defoe'ya zamanın ağır ağır olgunlaşan zorunlulukları;. olarak görünmüyordu. Birdenbire oluveren bir şeydi:
s,ı ticarette önemli bir büyüme yaşadılar.. İngiltere' nin dış ticareti l.(OO'den 1780'e iki kat arttı; pazar alanı Avrupa' dan, başlıca alıcı
(olan İngiltere'nin denizaşırı kolonilerine kaydı. Fransızlar boşluğu d9ldurarak bir zamanlar İngiltere'nin yaptığı gibi ticaretlerinin bü yük bölümünü diğer Avrupa ülkeleriyle yürüttüler. "
Öncelikle. bu çağda yazanlar için, özel ve dikkate değer bir kriz olarak ilk�:' göze çarpan şey ..... Londra şehrinde ve civarındaki binalardaki olağanüs� , ıü artıştır. Artık sokaklar ve soylulard ait malik.fuleler haline gelen bu ge"'._: niş :.ırazi, cüsse ve kitle olarak sonsuz büyüklükteki bu bütün, bizim zama�;; nımız
Londra ve Paris nüfusunun yol açtığı toplumsa! sorun, bir yabancı ,
Ticaretteki bu artış her iki ülkenin başkentlerinde büyük bir etki yarattı. Londra ve Paris, hem ülke içi çeşitli bölgeler arasında hem
.de ülke içine ve dışına akan mallar için ticari dağıtım noktaları ve >denizaşırı gemicilik ticari fınansman merkezi olına!arının yanı sıra başlıca liman kentleriydiler. Ticaretteki bu güçlü atılımın hem fizik se! hem de toplumsa! sonuçları oldu. Londra'da Thames üzerinde gelişen ticaret tıpkı yeni meydanlar gibi, kentin batıya doğru uzan m�sına yol açmaktaydı. Paris'te de Seine Nehri üzerindeki ticari
ile birlikte mi yaşamak, yoksa bir yabancı mı olınak sorunu idi: ·
Kent yoğunluğuyla ilintili yeni gelişen toplumsa! sorun, çeşitli
18. yüzyılın ilk yarısında İngiliz ve Fransız ekonomileri ulus!arara
Y�j;
gelişme kenti batıya doğru genişletti, giderek daha çok sayıda nh tını ve antrepo Tui!eries boyunca ve İle de la Cite'yi kuşatarak ken
bancı imajlarının oluşturulabilınesi açısından, yabancıların rutı� . olarak nerelerde görünür olabilecekleri sorunuydu. Eski buluşma' alanı, çok-amaçlı kullanılan meydan, Paris'te kendisi anıtlaşan bir yere dönüşerek, Londra' da da bir doğa müzesi haline gelerek yok . edilmişti. Böylece demograf öyle bir ortam yaratıyordu ki, o ortam,• da yabancı bir meçhuldü.
: Toplumsal grupların hiyerarşik yapıları şehirde etkilenmeden,
kalmış olsaydı, birbirlerinin seyircisi olarak yabancılar yine de, rol-. !erini oynama yükünün büyük bölümünden, anlık bir sa!ıne çerçe-.' vesinde inandırıcı o!abilıne zorunluluğundan kaçınabilirlerdi. Zira,. bu hiyerarşi içindeki yer, görev ve nezaket imgeleri, insanlara yüz
.
tin merkezine doluştu.'"
Toplumsa! bakımdan ise ticaretin gelişmesi şehir toplumunun fi nansa!, ticari v.e bürokratik sektörlerinde iş olanakları yarattı. Her iki şehirde de "burjuvazinin gelişmesinden" söz ederken, üretimden ·
çok dağıtım faaliyetleri ile uğraşan bir sınıf kastedilir. Şehre gelen · genç insanlar tüm bu merkantil ve ticari faaliyet içinde işlerini bul dular. Aslında işgücü kıtlığı gibi bir şey vardı, çünkü okuryazar iş çi talep eden işlerin sayısı okuma yazma bilen insanların sayısından
fazlaydı. Bir şehirdeki yoğunluk dengesi gibi, var olan iş dengesi de bir kristal gibi tepki vermektedir: 18. yüzyıl başkentlerindeki yeni
ticari faaliyet orada daha önce var olanın üzerine eklenmemişti.
daki düzenin aynısı Londra' da da kurulmuş oldu. Gelgclelinı, kent
Şehrin tüm ekonomik yapısı onun etrafında yeniden kristalize ol
ticaretinin lisansları eski ilıracat ya da ithalat lisanslarına benzemi
muştu. Örneğin, küçük zanaatkarlara rıhtımlardaki atölye kiraları
yordu. East India Conıpany'nin bir dönem çay alım satımını elinde
aşırı pahalı geliyordu; ticaret erbabı içeri doluşurken onlar merke
zin, dolayısıyla başkentin dışına kaymaya başladılar.
bulundurması gibi, belli bir fırına artık bir malı alıp satma hakkını
Bu orta sınıf burjuvazinin gelişmesinde bizi ilgilendiren konu,
tek başına elinde tutamıyordu, ancak birkaç firma fuarlarda ve ge nellikle yasadışı yollarla aynı malları satabiliyordu. Böylelikle, re
açık bir sınıf kimliği sorunudur, çünkü böyle bir kimliğin yokluğu
kabetin doğası belli bir bölgede tekel olabilme mücadelesinden, ay
bir meçhul olarak yabancı kavrayışını güçlendirmiştir.
rı ayn her bölgede verilen ticari mücadelelere dönüştü. Her iki şe hir de uluslararası alım satımın düğüm noktası haline geldikçe iç
Bir yazar Paris'ten bahsederken, burjuvazisinin kendisinin yeni olduğunu bildiğini, ama ne olduğunu bilmediğini söylemektedir.
!.. 17. yüzyılın
,
la cour et la vil/e günlerindeki öncülerinin kendilerini
gizleme çabalarının tam tersine, 18. yüzyıl ortalarındaki merkantil
kesimlerin kendilerine güvendikleri söylenebilir. Yine de, bu şehir lilerin kendilerini nasıl gördüklerine ilişkin bir belirsizlik vardı: Yepyeni insanlardı, ama bu ne demekti? Diderot'nun kendi zama nındaki burjuva yaşamını ele alan Le
?ere de Famille gibi oyunla
rında karakterler toprağa dayanmayan bir hayatı, hatta refahı bile bir giz olarak görürler. "Biz kimiz?" sorusuna ilişkin herhangi bir yanıt getirilmeyişinin bir açıklaması merkantil sınıfların belki de kendine güvenden ken
pazarlan da örtüşür hale geldi." Jane Jacobs
Şehirlerin Ekonomisi adlı kitabında, bu tür kentsel JJ2.
büyümenin rekabetin baskısından kurtulmak için sürekli satacak yeni tür mallar ve hizmetlerin ve rekabetin henüz girmediği yeni
bölgelerin aranmasına yol açtığını iddia etmektedir. Söz konusu ar güman genel biçimiyle pek çok tarihçiyi öfkelendirir; ama biraz de ğiştirildiğinde, bu iki şehirde gelişen belli olgulara anlam kazandı-
rır. İş alanları parçalandığında, babaların kendi yaptıkları işi çocuk
larına devretmeleri çok zorlaştı. Nedeni basitti: Babalar işin ancak
yansını devredebiliyorlardı. Miras olarak sermaye ya da iş becerisi
bırakabilirlerdi ama bir müşterileri, arz kaynağını vb. garanti ede
dini beğenmişliğe henüz geçmemiş olmalarıdır. Bir diğeri de, bu sı
mezlerdi. Dahası, babaların iş için çetin rekabete girmek zorunda
nıfın ekonomik oluşumu göz önünde bulundurulduğunda, güvenli
kaldıkları koşullarda oğullar kaçarak kendilerine görünüşte (aslın-
öz tanımları yapmanın zorluğudur. İnsanların görmezden geldiği
da yanıltıcı bir görünümdü bu) daha bakir görünen becerilerine uy-
bir sınıftı; yepyeni ve genişleyen bir sınıf. Mirasa konmak değil, gi
gun ticaret ya da iş alanlarında yeni bir pazar oluşturmaya girişiyor
rişimcilik esastı. Eski Rönesans ya da Rönesans sonrası merkanti- ·
lardı. 18. yüzyılda Londra ve Paris'te ticaretin yaygınlaşması aile
list sınıflara oranla çizgileri son derece belirsizdi. Çünkü kentte ti
içindeki iş sürekliliğini parçaladı. Sonuçta, bir yabancının "kim" ol
caret arttıkça kent pazarının doğası da değişmişti.18. yüzyıl başla
duğunu basit olarak aile geçmişine dayanarak belirlemek güçleşti." 18. yüzyıl kent ekonomisinin kristali yeniden biçimlenirken, pi
rında bu pazar verili bir bölgede ya da malda ticaret tekeli için re kabetten, o bölge içinde ya da mal ticaretinde rekabete kaydı. Tica retin basamaklarında orta sınıf kimliğini istikrarsız kılan, işte pa zardaki bu değişimlerdi. Örneğin, hem Londra 'da hem de Paris 'te, bu yük miktarlarda malın satıldığı' açık hava pazarları bu dönemde kuruldu. Gemiler den mallar sattılar ve şehrin belli bölgelerinde faaliyet yürüttüler.
yasaların iç içe geçmesi nedeniyle eski mevkilerin altüst oluşu yu karıdan aşağıya, merkantil işgücünden el emeğine doğru W.iy-0rdu.
Bu en açık şekilde esnaf loncalarında görülmekteydi. Hem Paris hem de Londra' d.a loncalar, 17. yüzyıl sonlarında çok büyük sayıda emekçiyi kucaklıyordu; 18. yüzyıl ortalarında lonca emekçilerinin sayısı düştü. Genel açıklama, -örneğin Sombart'ınki- loncaların
tıcıya verilen devlet patentli ruhsatlarıyla, kalıcı etkinliklerdi.
endüstri toplumunun gereksindiği .hareketli emek havuzuna uyum . sağlamadığıdır. Fakat böyle bir açıklamayı benimsemek, 18. yüzyıl
1640'!arda Covent Garden'ın inşası ile kentin açık hava pazarların-
şehir tarihini henüz gerçekleşmemiş şeylere bir hazırlik şeklinde
Ortaçağ fuarlarının tersine, Saint Germain ve Halies fuarları her sa
görmek olur. Kaplow'un işaret ettiği gibi, kent emekçilerinin ya şamlarında lonca çalışmasını çok daha gelip geçici işler için terk et
··
melerine yol açan doğrudan sebepler varrlı. Lonca içinde hayat bo yu çalışarak işçilikten ustalığa geçmek teorik olarak olanaklı idiyse de, pratikte uzak bir olasılıktı. 18. yüzyıl Paris loncalarında, "ister hayat boyu düz işçi olarak çalışsınlar isterse
chdmbrelans olsunlar,
fırdı ve bu duruma lonca dışındaki kardeşlerinden daha çok hınç duyuyor olabilirdiler". 18. yüzyılda loncaların Sombart'ın öne sür
rindeki yörelerine, hatta köylerine göre ayrılmış bloklarda yaşıyor lardı. New York'ta bir zamanlar bu etnik alt grupların her biri, mey danı, Paris 'teki meydanların Ortaçağ ve Rönesans kullarumına _fü benzer tarzda kullanıyorlardı. Sokak, üzerinde merkezi bir noktada
düğü nedenlerle işlevsel olarak azalrlığı doğru olsa bile, bu loncala-
88 rın çok d'!ha bilinçli bir şekilde terk edildiği de bir gerçektir; çünkü
·
loncalardiıki gençler için, babanın üyeliği sayesinde onlara verilen
·
çalışma hakkı ileride işsiz kalmamalarıru garantilemediği gibi "gelecek" de vaat etmiyordu."
'İnşa edilmiş olan kilisesi .ile alışverişe, buluşmalara ve rastgele göz lem yapmaya elverişli idi. 18. yüzyıl ortalarının Paris ve Londra sı'nda yabancılar bu türden otomatik örgütlenme tarzlarına sahip değillerdi.
Orta sınıflar içinde mal satma rekabeti nasıl yayıldıysa, işçi sı
nıfının alt kesimleri arasında da hizmet satma rekabeti yayılrlı. 17.
yüzyıl sonunda Paris ve Londra'da uşakların toplam sayısı uşak ta lebini çok çok aşıyordu. Bu işgücü fazlası 18. yüzyılda daha da art- . tı. Uşakların arzı, talebi o kadar aştı ki, uşakla birlikte çocuklarının <
da bakımını üstlenmek patronlara çok ağır gelıneye başladı. Yaşlı uşakların tüm ailesini alıkoymaktansa, gençleri tutmakla evin bakı- . mı daha ucuza mal oluyordu. Şehir yoluyla uluslararası ticaret ya yılınca şehirdeki hizmet ekonomisi parçalara ayrıldı; zanaat içi, hizmet içi rekabet büyüdü; insanları ayıran işin yapıldığı yer kavra mı yıkıldı."
Bu iki canlı şehrin demografi ve ekonomileri, yabancının bir' ·
meçhul, en azından kısa bir süre içinde olgusal bir inceleme yoluy
la kolayca bir yere konulamayan bir meçhul olarak tanımlanmasına larında akrabalıkların, eşin dostun ve geleneklerin onlara bir yararı
·
olmadı. Nüfus, çok sayıda insanın kolayca toplanmasına ve sosyal- ,, !eşmesine elverişli olmayan meydanlar etrafında yığılınasıyla olu- , \
şru1 yeni kentsel birimlere dağıldığında yabancıları rutin gözlenıler
le tanıyabilmek daha da güçleşti. İç içe geçmiş karmaşık bir bütün ···, oluşturan pazarlar ekonomik etkinliklerin istikrarlı olduğu bölgeleri ' yıktığı zan1an, mesleki "yer" işlevini yitirdi. Kuşaklar arası statü ko- . puklukları arttı; mevkilerin miras bırakılabilmesi, hem alt hem de
olduğunuz, size sokakta rastladığımda ne yapıyor olduğunuz gibi standartlarla kolayca çizilemiyordu. Bunu yine, 20. yüzyıl başında New York'un demografisi ile karşılaştırın: New York göçmenleri konuştukları dille hemen ayırt ediliyorlardı, genellikle tüm aile bir likte göç ediyordu ya da ailelerini sonradan trenle getirtiyorlardı; şehrin etnik alt bölgelerinde kümeleniyor ve geldikleri menıleketle
bu emekçilerin yoksulluğu had saflıadaydı, hareket olanakları da sı
hizmet etmiştir. İnsanlar şehre gitmek üzere aile bağlarını kopardık
üst seviyede yeni mevkilerin yaratılınası karşısında yenik düştü. Böylece, görünüşler alaru nereden gelıniş olduğunuz, nereye ait
Gelin kesin kurallarımız olmadığı konusunu açıklığa kavuştu . ' ralım, çünkü burada çizilen portre bu haliyle ancien regime kozmo
: politlerinin, insanların yüzsüz ve boş olduğu Kafkavari soyut bir <·evrende yaşadıkları şeklinde kavranabilir. Ancak durum böyle de ğildi; 1 8 . yüzyıl başkenti insanların yabancılarla ilişkilerini renk ' lendirmek ve tanımlayabilmek için çok büyük çabalar harcadıkları rbir yerdi; önemli olan çaba göstermek zorunda olmalarıydı. Şehir yaşanımın maddi koşulları, insanların ötekileri, geldikleri yer, aile geçmişleri ya da mesleklerine göre rahatlıkla ve "doğal" olarak eti
:. ketlemek konusunda duydukları güveni zayıflattı. Kişinin ötekiler .'. le ilişkilerini renklendirme çabası, bu toplumsal alışverişlere bir bi , çim verme çabası anlamlı bir seyirci anlayışı yaratma çabasıdır. Ya ,·.
bancılardan oluşan bir ortam içinden bu anlamlı seyirci topluluğu nu yaratmak için gereken çalışmanın çapma ilişkin bir fikrinüz ol ması açısından, yeni kent toplumuna ait görgü kurallarının bir bö
lümünü eski saray toplumundaki benzer kurallarla karşılaştırabili iriz. Daha önce hiç karşılaşmamış olan iki yabancı için sosyalleşme
. 'ıiin ilk adımında bu toplumsal incelik, sorular, selamlaşmalar, tanış ,
D. SARAYD A Kİ VE ŞEHİRDEKİ İLİŞKİLER 1750'lerdeki Parislilerin ve Londralıların davranışlarını gözlemle- ' , yenler, iki şehir arasındaki farklılıklardan çok bu iki şehrin nezaket kuralları bakımından taşradan bu denli farklılaşmalarına şaşırmış
lardı. İngiltere ve Fransa' daki saray yaşamının farklılığıyla karşı laştıklarında şehirlerin ne denli benzer hale geldikleri de dikkatleri
ni çekmişti.
İngiltere'de saray yaşamı II. Charles döneminden başlayarak Fransa' da XIV. Louis döneminde gelişen saray yaşamından tama-
!L men farklı yönde yol almıştı. İngilizler, sıkı Püriten kuralların ar dından toplumlarında kendini teklifsiz keyif almaya, vurdumduy
mazlığa ve büyük ölçüde idari ve politik düzensizliğe kaptırmış bir saray yaşamının biçimlendiğini gördüler; bu 1660'tan 1688'e kadar sürdü. Louis döneminde Fransızlar ise Fronde karışıklıklarının ar dından bilinçli olarak resmi, düzenli, yüksek düzeyde disiplinli ve bu resmiliğin ve düzenliliğin giderek güçlendiği bir saray yaşamı nın biçimlendiğini gördüler. Bu durum 1 7 1 5 'e kadar sürdü. İngilte re' de, 1690'lardan başlayarak gelişen kentsel büyüme dalgasına, gerek politik yaşamın gerekse de saray yaşamının giderek artan is tikrarı eşlik etmekteydi; yani, Londra'nın gelişmesi ile istikrarlı, sı nırlı bir monarşinin gelişmesi el ele ilerliyordu. Fransa' da kralın gücü ile Paris'in gücü uzlaşmaz çelişkiler taşıyordu. Louis Versay'ı yarattı; artık Tuileries sürekli ikametgfilı değildi, çünkü böylece soyluları daha iyi denetleyebilirdi; ayrıca saray kaçacak bir boşluk,
Monsieur le Mar quis, Monsieur l' avocat ile konuşurdu. Bu şartlar altında yapılan
vanlar her iki taraf için de kesinlikle gerekliydi:
komplimanlar ötekinin bilinen özelliklerini onun yüzüne;karşı aşırı övmek şeklinde oluyordu. Saint-Sirnon'un anılarında, birbirlerini "şunları şunları yapmış olan kişiyle karşılaşmaktan mutluluk duyu yorum" gibi sözlerle onurlandıran insanlardan söz edilir. "Şunlar şunlar" dediğimiz ise genellikle karşıdaki kişinin savaştaki kahra manlıklarının, aile bağlarının listesi olurdu. Ya da daha düşük mev kiden biri söz konusu ise karakterinde ona ün kazandıran güçlü yanlar sergilenirdi. Daha ilk karşılaşmada bir kişiyi övgülere boğmak toplumsal bağ kurmanın bir yoluydu." Saray egemenliğindeki bir toplum yapısı bu tür iltifatları ve se lamlaşmaları kolaylaştırmaktadır. Versay dışında bu saraylar kü çüktü ve bir kimsenin ünü ve geçmişi küçük cemaat içinde kolay lıkla yayılabiliyordu. En kalabalık olduğu zamanlarda Versay'daki insanların sayılarına ait tahminler büyük ölçüde değişmektedir. An cak Saint-Simon ve W.H.Lewis gibi dönemin yazarlarının yazıla rından anlaşıldığı kadarıyla, sarayda karşılaşmaları mümkün insan lar içinde alt gruplara ait insanların sayısı da daha tanıştırılmadan haklarındaki bilgilerin sözlü olarak yayılabileceği kadar azdı. Ayrı ca, takdimin önemi, kişinin karşılaşabileceği yabancıların statüsüne ilişkin geniş bir soruşturma yapmasını gerektiriyordu." Böyle bir durumda doğal olarak çeşitli dedikodu biçimleri geli şiyordu. Dedikodu öteki insanlara ilişkin sınırlanmamış bilgi alış verişiydi; onların günahları, sorunları ya da kuruntuları ayrıntılarıy
bir yer bırakmayan sıkı bir hiyerarşi demekti. l 715'te XIV. Lo
la, inceden inceye tahlil ediliyordu, çünkü sarayda bu tür malırem
ris'e doğru kayma Versay'ın kurumları pahasına gerçekleşmişti.
sal mevki ile çok doğrudan bir ilişkisi vardı. Saint-Simon'un yazı
uis'nin ölümü üzerine XV. Louis'nin yönetimi altında gelişen Pa
Demek ki politik açıdan İngiltere ve Fransa'nın saray tarihinde yal nızca karşıtlar kıyaslanabilir. Toplumsal açıdan ise belirli benzerlik ler vardı.2-' 17. yüzyıl ortası saraylarında, yalnızca Fransa' da değil, Alınan ya, İtalya ve İngiltere' de de farklı mevkilerden insanlar arasındaki selamlaşmalar kişilerin birbirleri hakkında edinmiş oldukları bilgi ler temelinde övgüler düzülmesini gerektiriyordu. Tabii ki övgüle re boğulması gereken kişi, daha üst mevkide olandı. Nitelikli kim s�lerle niteliksiz kimseler arasındaki ilişkilerde mevki belirten un-
şeyler herkesin bilgisi dahilindeydi. Dahası, dedikodunun toplum larında alt düzeyde biri, daha yukarı mevkiden biririe hiçbir zaman onun hakkında bir şeyler bildiğini ya da dedikodusunu duymuş ol duğunu belli etmezken, yukarı mevkideki kişi kendinden daha aşa ğı mevkiden biri ile daha ilk karşılaşmasında, onu küçümseme ama cı taşımaksızın onun hakkında duyduğu dedikodulardan söz ederek bunların gerçekten doğru . olup olmadığına ilişkin tartış�aya gire
bilınektedir.
Yetn1iş yıl sonra Londra'da ve Paris'te görüntü değişffiişti. Da ha açık olması için, saraya yönelmeden önceki haliyle aynı toplum >
.2.L
sal sınıfı analiz edelim. 1750'de Lord Chesterfield oğlunu, tanıştı
Chesterfield oğluna yazdığı mektuplarda duygularını başkalarından
rıldığı kişinin ailesi hakkında herhangi bir imada bulunmaması ko
gızleyerek yaşamayı öğrenmenin altını çiziyordu. 1747'de, oğluna şunları öğütlemekteydi:
nusunda uyarıyordu, çünkü onun ailesi ile arasında nasıl bir duygu sal ilişki olduğunu kesin olarak bilmek olanak dışıydı; ya da Lond
S�nin yaşındakileri � �rl<.�k yanı. sizi kurnaz ve tecrübeli kişiler için kolay bır lokmaya ve gcçıcı bır hevese dönüştüren ihtiyatsız içtcnliğinizdir..... Artık yaşama atıldığına göre, sana sunulan bu tür dostluklardan sakın Bunl�rı büyük nezaketle karşıla, fakat inanma; övgülerle karşılık ver, fa� kat guvcn duyma.2'1
ra'nın bu "karışıklığı"nda bir kişinin doğru dürüst bir aile düzeni olup olmadığından bile emin olunamazdı. Yabancılarla dolup taşan nüfusu yoğun bir çevrede, kişiye ve onun bilinen niteliklerine öv
güler düzen selamlaşmalar giderek güçleşti. Genelde artık beylik
selamlaşma deyimleri vardı. Bunların kabul edilebilirlikleri kendi
;
J!L !arına bağlıydı. Bunlar ayrunsız herkese onıın itibarını hiçbir şekil
zaklarına ancak bir maske takarak karşı koyabileceğini söylediği,
de zedelemeksizin söylenebilirdi. Nitekim bir iltifatın esası, dolay
yaşam boyu sürecek oldukça uzun bir söylevin başlangıç yılıydı.
sızlığa ve kişiselliğe başvurmaksızın karşıdakini onurlandırınaktı."' Marivaux'nun La
Chesterfield'ın sözleri katıdır:
Vie de Marianne adlı yapıtındaki Mariarıne
adlı kahramanı, Paris 'teki ilk akşam yemeği davetine katıldığında
Her şeyden önce, kendini beğenmişliği sohbetlerinden uzak tut ve insan ları kendi kişis�J ��raklar�n ya da özel meselelerinle eğlendireceğini san ��· Bunlar scnın ıçı n çok ılginç olsa bile ötekilerin hepsi için can sıkıcı ve _ kustahçadır; aynca ınsan özel meselelerini ne kadar sır olarak saklasa yc ridir.:ı<ı
oradalci grubun açıklığına ve konukseverliğine, daha önce hakkın da bir şey duymamış olabileceği insarılar hakkında çok az konuş malarına·ve özel yaşamına burıınlarını sokmadan onu konuşturma ya özen göstermelerine çok şaşar. 18. yüzyıl kent toplumunda neza ket 17. yüzyıl ortalarındaki saray toplumuna ait tarzların tam tersi
Chesterfield tekrar tekrar gençlik hatalarından söz eder. Londra'nın
ne dönüşmüştü. İlk toplumsal bağlar, insarıların "meçhul yığınlar"
gerçeklerinden uzakta, yetişme çağında iken, dürüstlüğün ve içten
�
olduklarının kabul edilmesine dayanan nezaket kuralları temelinde
li in ahliiki değerler olduğunu sanırınış. Londra'da geçen olgunluk
oluşturulmuştu.�7
donemınde ıse bu erdemlerin bedeli "kendine ve başkalarına çok
Kent koşulları altında dedikodu tuhaf bir karakter kazandı. Vol
büyük zarar verilmesi" olmuş. Madam de Sevigne'kine benzer aris
taire, biriyle ilişkinizin daha başında iken dedikodusunu yaparsa nız; ona hakaret etmiş olursunuz, diye yazıyordu. Dedikodu, hemen o anda paylajılacak konulardan oluşan bir alan değil, belirli bir aşa-
tokrat bir ortamda yetiştirilmiş olan Chesterfield, toplumsal yaşamı
.
saray ve malikiineden kozmopolit şehirdeki yabancılar arasında ge çen bir yaşama kaydığı zaman, Madam de Sevigne'in "maneviya
maya ulaşan dostluğun göstergesi olmuştu. Aksi halde dinleyicini
tı"nı l 740'larda olumlu bir tehlike olarak değerlendiriyordu.
zin yakınlık duyduğu kişilerden söz etmek gibi büyük bir riske gi
18. yüzyıl ortaları sosyalleşmenin en parlak çağlarından biriydi,
rerdiniz; ya da l 730'daki popüler hikayelerden birinde olduğu gibi,
�
farkında olmaksızın bir ka ının hafifmeşrepliğiyle ilgili bir hikaye-
fakat zamanın yurttaşları bu onura nail olacak gibi görünmüyorlar •
yi o kadının ta kendisine anlatabiliı:ç!iniz. Böylece büyük şehir, ki- . ··· şiliklerden söz etme olgusunu başkalarıyla ilk kez ilişki kurmanın bir yolu. olmaktan çıkarmıştı."' Kişinin kendisi ile dünyayla kurduğu ilişkiler arasında bir mesa fe olduğu bilinci 1740'1arda, en ünlü örneğini belki de Lord Ches . terfield'ın oluşturduğu birçok yazar için başat tema haline gelmişti.
�
Birkaç gün son a C esterfield öğüdünü daha da genişletir; 1747 yı_ lı, Chesterfıeld ın ogluna, Paris ve Londra gibi büyük şehirlerin tu- -2.
başlarınahrer mecaz olarak ne kadar genel geçer ve ağdalı olduk-
dı. Maddi yaşam koşulları insanların birbirini soru işaretleri olarak görmesine neden oluyordu ve bu belirsizlik hiçbir şekilde duygusal bakımdan nötr bir konu değildi. Bilinmeyen olarak ötekiler karşı sında duyulan korku, Chesterfield'ın "insan özel meselelerini ne kadar sır olarak saklasa yeridir" türü sözler sarf etmesine yol açı yordu. Maddi değişimlerden duyulan korku, söz konusu değişimle-
rin etkisini daha da arıtın yordu,. bu da maddı. koş ullan nedeniyle bir " yere konu amayan,, yab ancılann üzerine atılan bir örtüydü. Öyley. se bu kendılerıne şans verilmeyen adaylar . guç .. l"· u b"ır sosyalleşebılme yetısı olan bır toplum u nasıl yarattılar? Birbirl eriyle ilişki kur mak ıçın kullandıkları araç lar nelerdi?
�
·
·
.
iV
Kamusal roller
•
14
Gerek tiyatroda gerekse d e günlük yaşamda geçerli inanç kodları, 1 8 . yüzyıl kent toplumunun toplumsal ilişkileri anlamlı kılma araç larından biriydi. Geriye dönüp baktığımızda, bu köprü konusunda o dönemin insanlanndan daha tedbirli olma isteği duyabiliriz. 1 8. yüzyıl ortasında hem Paris hem de Londra'da insanlar yüz yıllık
tlıeatrum mundi imgesine
özgü temel özelliklerinden sıyrılmış bir
şehirden bahsediyordu. 1749'da Fielding Londra'dan, sahne ve so kağın "kelimenin tam anlamıyla" birbirine karıştığı bir toplum ola rak söz eder ve bir tiyatro olarak dünya Restorasyon döneminde ol duğu gibi artık "yalnızca bir eğretileme" değildir der. 1757'de Ro usseau, Paris'teki yaşam koşullarının sosyal ilişkiye girmek için in sanları aktörler gibi davranmaya zorladığını göstermek üzere bir
yazı kaleme almıştı. Önümüzdeki iki bölümden sonra göreceğimiz gibi, yeni bir ıheatrum mundi anlamına gelen bu açıklamalar tam
A . BEDEN BİR MANKENDİR
olarak göründükleri gibi değillerdi: Geçmişe dönüp baktığımızda, sahnede inanılır olanla sokakta inanılır olan arasında bir köprü ku
1750'lerin Paris ya da Londra'sına ansızın geri dönen modern bir kent sakini , karşısında dış görünüşü zamanımızın kalabalıklarından
karakterini göstermeksizin insanları duygulandınyorsa, onun kul landığı ayın inanç kodları da izleyicilerinin benzer bir amacına hiz
yoksulu, orta sınıftan bir zenginden az çok ayırt edebilirdi. İki asır
ilk bakışta daha yalın ve şaşırtıcı olan bir kalabalıkla karşılaşırdı.
rulduğunu söylemek daha yerinde olacak'tır. Kurulan bağ, sokakta ki yaşama bir biçim kazandırdı. Aktör nasıl sahne dışındaki gerçek
96
Sokağa çıkan bir kişi artık görünüşüne bakarak orta sınıftan bir
önceki Paris ve Londra sokaklarında dış görünüşler sosyal konu
••..· mun kesin göstergeleri olacak şekilde güdümleniyordu. Hizmetkiir
met etmekteydi; birbirlerine kendilerini tanımlamaya kalkışmadan . karşılıklı duygu uyandırabiliyorlardı. Maddi yaşam koşulları bu kendini tanımlama çabalarını güç, hayal kıncı ve belki de beyhude
dar işçilerden kolaylıkla ayırt edilebilirdi. Yapılan işin türünün her
mesleğe ait özel giysilerden anlaşılabilmesinin yanında, giysilerde- -22
)tj düğme ve şeritler yoluyla kişinin kendi meslek alanında hangi F7 · mevkide olduğu da dışarıdan bakılarak çıkarılabilirdi. Toplumun orta . kesiminden, avukatlar, muhasebeciler ve tüccarların her biri
kılıyordu. Bu köprü, insanlara kişisel olınayan bir zeminde sosyal leşebilme araçlarını sağlıyordu. Böylece, kamusal yaşamın dört öğesinden ilki yani seyirci soru
farklı süslemeler, peruklar ve şeritler kullanıyordu. Toplumun en
nu, ikinci öğe ile yani tiyatro ve toplum arasında köprü kuran inanç kodları ile mantıksal bir ilişki içine girmiş oldu. Birincisi maddi dü
· 'üst mevkilerinde olanlar ise sokakta, onları yalnızca orta tabakadan ... ayırmayıp sokağa da egemen kılacak kostümlerle boy gösteriyor
zensizlik meselesiydi; ikincisi onun üzerinde yükselen duygusal bir
du.
düzendi. Düzen, düzensizliğe tepkiydi, fakat aynı zamanda da onun
· .Elit kesimin ve daha varlıklı burjuvazinin kostümleri modern bir izleyiciyi şaşırtabilirdi. Burunlarına, alınlarına ve çene etrafına al
aşılmasıydı.
Tiyatrodaki ve sokaktaki inanç arasındaki yapısal köprü, esas olarak iki ilkeye göre biçimlenmişti: Biri beden, diğeri söz ile ilin-
tiliydi. Beden mankendi, konuşma ise bir simgeden çok bir işaret olarak görülüyordu. Birinci ilkeye göre, bir şey ifade eden canlı bir
varlık yerine bir manken gibi hizmet eden beden ile insan, üzerin deki giysiler, zihinlerde bir tür buluş, süsleme ve uzlaşım konusu
'iı
lıklar sürüyorlardı. Peruklar fazla büyük ve özenliydi. Kadınların
saç modelleri de aynı özenle yapılırdı; üstelik bu modellerde son
· derece ayrıntılı gemi modelleri, meyve sepetleri, hatta minyatür fi . gürlerle temsil edilen tarihsel sahneler bile görülürdü. Hem kadın ların hem de erkeklerin tenleri soluk kırmızı ya da mat beyaza bo yarurdı. Maskeler takılırdı, ama sırf sık sık çıkarılarak eğlenmek
olarak canlandırılıyordu. İkinci ilke yoluyla ise konuşmaya, dışsal durumlara ya da kişi olarak konuşmacıya gönderme yapmak yeri
ne, kendi içinde ve kendi başına anlamı olan bir şey olarak kulak veriliyordu. Her iki ilke yoluyla da, başkalarına gösterilen davranış
için. Beden, oynanacak hoş bir oyuncak haline gelmişti sanki. Sokakta geçirdiği ilk anlarında modern seyircimiz, herkesin bu
· denli açık seçik etiketi olduğu bir yerde düzene ilişkin bir sorun ol
ları fiziksel ve toplumsal duruma ilişkin kişisel vasıflardan ayırabil
madığı sonucuna varacaktır. Eğer bu ·gözlemci biraz tarih bilgisine
yolunda ikinci bir adım atrnışlardı.
İnsanların yaptığı yalıuzca yasaya uymaktı. Çünkü hem Paris hem
sahipse, söz konusu düzen için çok basit bir açıklama getirecektir:
mişlerdi ve böylece de "kamu alaru"na ilişkin bir coğrafya yaratma .
de Londra' daki nizanınamelerde, toplumsal hiyerarşideki her mev
ki için, kılık kıyafet kanununa "uygun" bir takım giysi belirlenmiş ti ve bir mevkiye ait olanların başka bir mevkidekilerin kostümünü
., kullanmaları yasaklanmıştı. Kılık kıyafet kanunu özellikle Fran
sa'da karmaşıktı. Örneğin, eşleri işçi olan l 750'lerin kadınlarının
hiydi. İşte burada kamusal ve özel alanlar arasındaki kopuklukla ilintili ilk koşul ortaya çıkar: Daha doğal olan özel alanda bedenin kendi başına bir anlamı vardır. Squire, Regence dönemi için şuna
ustabaşı eşleri gibi giyinmelerine izin verilmiyordu. ''Tüccarların" eşleri de soylu hanımların kullandığı belirli süsleri kullanamazlar dı.Jı
ışaret eder:
Bununla beraber, bu nizamnamelerin varlığı, içerdikleri yasala rın gözetildiği ya da uygulandığı anlamına gelmez. 1 8 . yüzyilın ba
Paris tam anlamıyla özensiz bir dış görünüşün kabulünü yaşadı. Yatak oda sı kostümleri salona girdi. Giyimin "özel" niteliği, aslında kökenleri itiba riyle giysiyle alakası olınayan biçimlerin genel kullanımı ile öne çıkarıldı ..ı.ı
şında, kılık kıyafet kanununun çiğnenmesi nedeniyle az sayıda tu tuklama gerçekleşmişti. Teorik olarak, birisinin bedensel dış görü nümünü taklit suçundan hapse girmek mümkündü. Pratikte ise l?OO'lerden itibaren bu nedenle korkmak gereksizdi. Büyük şehir lerdeki insanlar son bölümde ele aldığımız nedenlerden dolayı, sa-
t� kaktaki bir yabancının kostümünün onun toplumsal mevkii ve say:
gınlığını gerçekten yansıtıp yansıtmadığını söyleyebilmek için çok az veriye sahipti. Kozmopolit merkezlere göçenlerin çoğu kendi
yörelerinde artık açılmayan yeni meslek alanlarının peşine düşmüş lerdi. Peki, gözlemcinin sokakta gördükleri bir yanılsama mıydı? Eşitlikçi bir toplumun mantığına göre, insanlar sosyal farklılık larını sergilemek zorunda değilse bunu yapmazlar. Eğer hem yasa hem de yabancılık sizin seçtiğiniz bir "kimliğe bürünmenize" izin veriyorsa kim olduğunuzu tanımlama çabasına da girmezsiniz. Ne var ki,
ancieıı regime şehrine uygulandığında bu eşitlikçi mantık if
las eder. Kılık kıyafet yasalarının Batı Avrupa'da seyrek olarak yü rürlükte olmasına ve büyük kentlerin sokaklarında gördüğünüz in sanların özgeçmişi hakkında bilgi edinmenin güçlüğüne karşın, toplumsal konumlara göre giyinme kodlarına uymaya yönelik bir ·istek vardı. İnsanlar bunu yaparak, sokaktaki yabancılardan oluşan karışıma bir düzen getirmeyi umuyorlardı. Kentli orta ve yukarı sınıf üyesi çoğu Fransiz ve İngiliz'in kos tümleri 17. yüzyıl sonlarından 1 8 . yüzyıl ortalarına kadar daha is tikrarlı, hele önceki seksen yıla oranla çok daha istikrarlı bir kesim ve genel biçim benzerliği göstermekteydi. Kadınlarda yayvan etek lere ve ideal erkek formu konusundaki büyük değişim -şişmanlık tan zayıf ve ince belli olmaya- dışında, l 8. yüzyılda 17. yüzyıl son larının belli başlı modellerinden vazgeçilmemişti. Gelgelelim, tüm bu kalıpların kullanım tarzı değişmekteydi."
17. yüzyıl sonlarında her zaman giyilebilen kostümler 1 8 . yüz
·.,
Sokakta ise aksine, kişinin mevkiini gösteren kostüm.Ier giyiliyor-
du. işaretlerin başarılı olması için kostümlerin bilinmesi, bedensel .22-
imgelerin bildik olması gerekiyordu. 17. yüzyıl sonlarının hantal
dış görünüşlerİHİn muhnfaza edilmesi basitçe geçmişin bir uzantısı olarak görülemez. Amaç, toplumda ait olunan yeri gösteren imgeler kullanarak sokakta bir toplumsal düzen oluşturmaktı. Kentsel yaşamdaki değişimler göz önüne alınırsa,, bu çabanın zorluklarla karşılaşacağı açıktı. Bir kere, çoğu yeni merkantil mes leğin 17. yüzyılda örneği yoktu. Örneğin bir gemicilik firmasının muhasebe-tahsilat kısmında çalışanların giyebilecekleri uygun giy sileri yoktu. İkincisi, büyük kentlerdeki esnaf loncalarının çökme siyle, lonca işaretleri taşıyan alışıldık giyim tarzlarının büyük bölü mü işe yaramaz oldu, çünkü çok az sayıda lonca üyesi kalmıştı. Bu güçlüğü aşmak için kullanılan bir yöntem de, kişinin kendi mesle ği ya da işi ile az çok yakınlığı olan herhangi bir mesleki giysiyi se çip sokakta giymesiydi. Bu insanlar kendi konumlarını aşan tarzda giyinemezlerdi. Aslında, kayıtlara göre, giyim konusunda yalnızca alt orta sınıf üyeleri yer yer kuralı çiğniyordu. Öte yandan bu eski kostümler farklı fakat eşit meslekten kişilerce giyildiğinde, giyen ler kendi özel yerlerini simgelemesi için elbiselerde değişiklik yap ma kaygısı da taşımıyorlardı. Taşısalardı zaten garip olurdu; kos tümler, arıları giyen kişiyi tanımayan sokaktaki insan için bir anlam taşımazdı, aynca alıştığı kıyafetleri neden değiştirecekti ki? İnsan ların aslında giydikleri şeye ait olup olınadıklan, sokakta belli bir yeri olan birisi olmak için tanınacak bir şeyler giymek istemeleri kadar önemli değildi." Gezintiye çıktığında bir kasap ya da şahin avcısı gibi giyinen ta
yıl ortalarında yalnızca sahne ve sokak için uygun görülüyordu. 18. yüzyılda ev içinde, bol ve sade elbiseler hemen tüm sınıfların terci-
�
Galler Prensi George'un saltanat naipliği. (ç.n.)
vukçuluk şirketindeki bir dağıtıcı hakkında konuşurken, onun bir kostüm giydiğini, bu kostüm nosyonunun tıpkı tiyatrodaki bir aktö · rün kostü.mü gibi o kişinin davranışını kavramamızda yardımcı olanı cağını söyleriz ve bu tarz bir giyime bir uzlaşım sonucu varıldığı ·
hemen aplarız.
18. yüzyıl sokak giyimini cazip kılan, geleneksel kostümlerle yeni maddi şartlar arasındaki uygunsuzluğun kimseyi başka birinin kılığına girmeye zorlamadığı, aksine kendi kimliğini oldukça ek
ay siksiz yansıtan kostümler giydiği aşırı olmayan örneklerde bile, . kişigiyim, Evdeki ı. olmasıyd nı giyim ve görenek anlayışının var ıoo nin bedenine ve ihtiyaçlarına yanıt verirken, sokakta ötekilere sizin · ta- ; kim olduğunuzu biliyormuş gibi davranma fırsatı tanıma amacı u; şıyordu. Kişi kendi yarattığı sahnede bir şahsiyet haline geliyord emin ş�i değil, olmak kostüınler kiminle aşık attığınızdan· emin . mişsiniz gibi davranabilmek için vardı. Chesterfield oğluna öteki
insanların dış görünüşlerine aldanmamasını öğütlüyordu; insanlar olabilecekleri gibi değil de oldukları gibi kabul edilirse yaşam da ha sosyal olurdu. Bu bakımdan da, kostümlerin onları giyenden ve giyenin bedeninden bağımsız bir anlamı vardı. Beden, evdekinin tersine, kumaşlarla örtülerek süslenecek bir formdu.
Bu kuralı daha iyi ifade etmek için, "insanlar" yerine "erkekler" dememiz gerekir. Çünkü kadınlar, mevkileri ile giyimlerinin uy gunluğu açısından çok daha büyük dikkatle inceleniyorlardı: Ge
nelde erkekler gibi, belli bir kesime ait birisi olarak, şu ya da bu gö rünümle sokağa çıkabilirler, ama o kesime ait sınırların dışına çı karsa düşmanlık toplarlardı. Sorun kesimler arası farkların belirsiz- . leştiği, kendileri de açık olmayan, orta düzeyle orta-üst düzeyler arasında iyice keskin bir hal alıyordu. Bunun nedeni devrin kadın nüfusu arasında modanın yayılmasına yol açan araçlarda yatmak-
. Toplumun gerek orta gerekse üst tabakalarında, Londralı kadı- ."' nın zevki için model Fransa'ydı. . Bu on yıl boyunca, orta tabakadan İngiliz kadınları genellikle üst tabakadan Fransız kadınlarının on taydı.
on beş yıl önce giydiklerini giydiler. Fransız kostümleri oyuncak bebekler yoluyla yaygınlaştırılıyordu; bebekler günün modasına en uygun şekilde giydirilir 'ICe satış elemanları bavullarına . on beş yir
mi tane \ninyatür marıken doldurarak Londra'ya ya da Viyana'ya
giderlerdi. Paris'te de sınıflar arasında İngiltere 'dekine benzer bir zaman kayması vardı, ama elbette orada oyuncak bebeklere gerek yoktu." Bebekler gerçek insan boyutlarına çıkarılsaydı, geriden izleme . sıstem � sınıfları ayıran çizgilerde içinden çıkılmaz bir bulanıklık
yaratabilirdi. Ya da şöyle diyelim; orta ve üst tabakalar arasındaki farklılıklar o hale gelirdi ki, orta tabakanın giydikleri moda tutkunu hanımefendilerin gençliklerinde giydiklerinin tam bir yankısı olur
du. Aslında, bebekler gerçek boyutlara dönüştürüldüğünde kostüm.. ler i tematik olarak sadeleştirilmişti. Bebeklere gerek duyulmayan � Pans te de aynı sade modeller gündemdeydi. Sonuçta, orta sınıf ka- JJ2 dutları aristokrat çağdaşlarının gençliklerinin zayıf ama aynı za·' manda daha yalın bir uyarlamasıydılar."
�
Bir tür sokakları düzenleme aracı olarak giyim kodları insanla
rın kim olduğunu keyfi bir biçimde de olsa açıkça belirlemede işe
yarıyordu. Geriden izleme sistemi ise bu açıklığı tehdit edebilirdi. Kendi konumunu aşan tarzda giyinen karısına orta sınıftan bir zey tinyağı tüccarının tepkisi,
Lady's Magazine adlı 1784'te yayımla
nan bir dergide aşağıdaki şekilde yer alrmştı:
Kaiım aşağıda beyazlar içinde ama iğrenç, örgülü bir elbiseyle dans eder� kcn, ne yapacağımı bilemediın. kızarak bağırdım, ..Sally, hey, sevgilim, bu yeni saçmalık da ne? Daha önce giydiğin rop lanı hiç benzemiyor." "Hayır, sevgilim," diye bağırdı, "Rop değil, chemise de la reine." Bu abuk sabuk sözlere bir..ı.z içerle_ycrck, "Sevgilin1," diye yanıtladım, "Gel şu yeni elbi sene doğru dürüst Ingilizce bir ad verelim." "Peki, madem istiyorsun, bu nun :.ıdı kraliçenin entarisi." "Aman Tanrım" diye düşündüm, "Bir zeytin ya,�ı tiiccannın karısı dükkdnda çalışmaya kendi entarisiyle de��il. kraliçe nin entarisiyle gelirse diinyunın hali nice olur."
Yağcının karısı ya da bir başkası
chemise de la reine giyiyor, taklit
ler de mükemmel yapılıyorduysa insanlar kiminle muhatap olduğu nu nasıl anlayabileceklerdi? İşte, bir kez daha, sorun bir mevkiden emin olınak değil, rolünü kendinden emin olarak oynamaktır." Bu yüzden, kendi mevkiini aşan kostümlerle dolaşan bir kadın la alay etmek, hatta diğer yabancılara onun bir sahtekar olduğunu söylemek nezaketsizlik olarak görülmüyordu. Gelgelelim bu utan dırma, kostümlerin kendisi gibi belirli bir coğrafyayla ilgiliydi: Kendi evinizdeki sosyal bir toplantıda mevkiini aşan kostümler
içinde biri olduğunda, ona sokakta layık görüldüğü şekilde davran
.hanımlann dizlerini bükmeleri gerekiyordu. Lester şöyle yazar:
mak büyük kabalık olurdu.
Poııf au sentin1ent en seçkin saray stiliydi ve saça bahçe görüntüsü veren
Aristokrat ve büyük burjuva sınıflarının giyimi daha alt sınıfla
ağ:ıç dalh1rı, kuşlar, kelebekler, oraya buraya iliştirilmiş karton küpidonlar· hatta sebzelerden çeşitli süsler bağlanıyordu.
rın giyimi ile karşılaştırılarak artık bir yere oturtulabilir. Bedenin yerleşik göreneklere göre tarunmasının bir aracı olarak bir marıken gele bir ziyaretçinin ilk anda fiilen giyilen kostümlerden yola çıka
Böylelikle başın şekli, alınla birlikte tamamen gizlenmiş oluyordu. Baş gerçek ilgi odağının; yani peruk ya da saç tuvaletinin kaidesi
rak tahmin edebileceğinden çok daha fazla birbirine yaklaştırınıştır.
idi;19
gibi giydirilmesi ilkesi, toplumdaki yukarı ve aşağı kesimleri, rast
Ya da daha açıkça, üst tabaka bu ilkeyi mantıksal sonucuna götüre rek, bedensel tasavvuru kelimenin kitabi anlamında bedensiz bırak-
<. mıştır. Bu rastgele ziyaretçi bir an için durup da üst tabakanın giyi mine ilişkin bu canlılık ve fantezinin altında neyin yattığı üzerine
düşünürse şunu fark eder: Peruk, şapka ve yelekler dikkatleri giyen kişinin üzerine çeker çekmesine; ama bunu, kendi başlarına birer nesne olarak süs nitelikleriyle yaparlar, yoksa giyen kişinin yüzü ya da siluetinin özelliklerini ortaya çıkarmakta yardımcı olmazlar. Şimdi, tepeden tırnağa inceleyerek, üst tabakaların bedenin nesne leştirilmesi noktasına nasıl vardıklarını görelim. Şapka ve saç modası erkekler için peruk ve şapkalardan, kadın lar için de aralarına yapay küçük figürler yerleştirilmiş, dalgalı ve bağlanmış saçlardan oluşuyordu. Perukların 1 8. yüzyıl ortalarında ki evrimi üzerine Huizinga şöyle yazar: ..... 1 8.
yüzyılın ortalarından itibaren. bukleli ve kulakların üzerine kadar inen. perçemi çok yukarıda ve enseye gelen yerine de bir düğüm atılan pe ruklar ortaya çıkmıştır. Doğanın taklit edilmesi yolunda her tür iddiadan vazgeçilmi.şti; peruk tamamen süs içindi. Peruklar pudralanıyor ve pomatlarla pudranın yerinde kalması sağ lanıyordu. Huizinga'nın anlattığı en popüler stildi, ama pek çok başka stil de vardı; aynca peruklar olağanüstü özenli bir bakun ge rektimıekteydi.'" Saçlarının tuvaleti konusuna kadınların yaklaşımını en iyi anla
tan, La
Belle Poule
idi. Bu isimdeki bir gemi, bir İngiliz donanma
sını yenilgiye uğratarak, saç tuvaletinde yeni bir modanın ilham
kaynağı olmuştu. Bu modelde saç denizi carılandmyordu ve La
B elle Pou/e un maketi saçın içine yerleştiriliyordu. Pouf au senti . m ent gibi saç tuvaletleri öylesine uzundu ki, kapılardan geçerken . '
Bireysel karakteri örtme çabalan hiçbir yerde yüze yapılan mü dahaleler kadar belirgin olmamıştı. Hem kadınlar hem de erkekler
yüzlerinde kırmızı ya da beyaz boya kullanıyorlardı. Bu şekilde ın3 tenlerinin doğal rengini ve kimi lekeleri gizleyebiliyorlardı. Yeniden moda olan maskeler her iki cins tarafından da takılmaktaydı."
Yüzü örtmenin en son aşaması boya ile yapılan küçük benlerdi. Bu uygulama 17. yüzyılda başlamış olmakla birlikte an'cak
1750'lerde yaygınlaşabilmişti. Londra'da bu tür benler kişinin Whig ya da Tory oluşuna göre yüzün sağ ya da sol yanına koyulur du. XV. Louis döneminde benler Parislilerin karakterini göstermesi
için 1.-ullanılırdı. Gözün köşesinde olunca tutkuyu, yanağın ortasın ka da homoseksüelliği, burunda ise cilveyi temsil ederdi. Bir kadın
tilin memelerinde benler olduğu söylenirdi. Yüz yalruzca fona dö kağıt nüşmüştü; soyut karaktere ait bu ideogramlann.. çizildiği bir tı.41
Gövdeye de aynı işlemler uygulanmaktaydı. 1 740'larda kadınlar mü göğüslerini daha da çok sergilemeye başladılar, ama yalnızca
ben cevherler takabilecekleri ya da (umuyoruz ki) seyrek olarak, kenar in yenlerin kol de lerle süslenen bir fon anlamında. Erkekler rini artı larında bağcıklar ve üstten dikilen başka süslerle zarafetle in rıyorlardı. Bedenin incelmesiyle birlikte, bedensel dış çerçeven
e olanak sadeleşmesi, süslenmede çeşitliliğe ve daha fazla esnekliğ
tanıyordu."
giz Kadınların etekleri bacaklarını ve ayaklarını büyük ölçüde Tersi rdu. lemekteydi. Erkeklerin pantolonları ayaklarını örtmüyo bölüyordu ne, bu dönemde, tozluklar bacağı görünüş olarak ikiye bütübacağın gibi olduğu sonunda ve başında ve tüm ilgi, 1700'ler
Roma mitolojisinde aşk ilahı. (ç.n.) .... Fikri ifade eden işaret. •
>
,,
nüne değil, ayakkabılara yöneliyordu. Kollar ve bacaklar yüz ve omuzlar gibi süslerin takılacağı birer fon idiler."
geliniyordu; insanlar tiyatroda da aynı şekilde onları görmemeyi is tiyorlardı. Seyrek de olsa, el emeğine dayalı kimi saygın meslekler
Gövdenin süslenecek bir nesne olması sokak ile sahneyi birbiri
de güzelleştiriliyordu; özellikle hizmetkarlar bu gruptaydı. Paris 'te modacı Martin tarafından giydirilen hizmetkarlar, "her taraflarında
ne bağladı. B u ikisi arasındaki köprü hem net ve açıktı hem de de ğildi. Açıktı, çünkü her iki alanda da kostümler taklit ediliyordu. Açık değildi, çünkü sahne tasarımcıları alegorik ve fantastik karak terleri hiilii, bedenin bir manken olması ilkesinden hareketle düşü nüp carılandırıyordu. Ayrıca daha önce tanımladığımız sokak giyi minin sahnede taklit edilmesinin yasak olduğunu belirtmek de ge ıo4
f
rekir. Onur kırıcı yoksulluk sınırının üzerindeki her kesimin sokak kostümleri hiç değiştirilmeksizin sahne kostümü olarak da kullanı
şerit ve kurdelelerle, ipekler ve satenler içindeydiler: Bu tip, döne min porselen üzerine işlenen figürleri sayesinde zamanımıza kadar korunabilıniştir." 1753 'te Madam Favart'ın bir keresinde sandalet ler, kaba saba kostümler ve çıplak bacaklarıyla taşralı hakiki bir emekçi kadın gibi sahneye çıkması seyircilere iğrenç gelmişti." Sahne kostümleri var olan sınıfsal sınırlar ve genellikle muhafa zakar giyim çizgileri dahilinde, daha çok yeni peruk modellerinin,
labiliyordu. Fakat bunların 18. yüzyıl ortalarında tiyatroda kullanı
yüz benlerinin ve yeni mücevheratın denendiği bir zemindi. Tıpkı Rönesans 'ta tasarımcıların yeni mimari biçimleri önce sahnede de
mı, en azından modem bir seyirci açısından, bazı gariplikler taşır.
kor olarak denemeleri gibi, 18. yüzyıl ortasının kadın terzileri de
Moliere'in komedileri gibi görece çağdaş dekorlu oyurılarda, 18.
yeni modelleri günlük sokak kostümüne dönüştürmeden önce ço ğunlukla sahnede denerlerdi.
yüzyıl ortası seyircileri, bir yatak odası sahnesinde bile sokak kos tümleri giymiş oyuncular görüyorlardı. Malırem sahneler için giyi
B elirli türde kostümlerden Paris'te dönemin büyük kostüm tasa
len mahrem kostümler yoktu. Tarihsel dekor içinde geçen oyurılar da, oyun Antik Yunan'da da geçse, Ortaçağ Danimarkası'nda ya da
runcıları Martin ve Boquet' in izlediği kostüm yaratma ilkelerine
Çin' de de geçse, sahne kostümü olarak sokak kostümleri kullanılı yordu. Othello, David Garrick tarafından modaya uygun ve özerıli bir peruk ile; Spranger Barry tarafından da resmi bir şapka ile can landırılmıştı. John Kemble'ın oynadığı Harrılet ise bir beyefendi gi
ile köprü kurduğu pek açık olmayan bir başka biçim daha kendini gösterdi. Martin, tiyatro kostümlerine XIV. Louis zamanında görülmemiş
bi giyinmişti ve pudralı bir peruğu vardı. Tarihsel takdim fıkri; bir
hazırladığı kostümler tuhaf bir abartı taşıyordu. 18. yüzyıl ortasın
doğru ilerledikçe, tiyatronun sokağa hükmeden dış görünüş kuralı
bir hafiflik ve zarafet kazandırmıştı. Onun Romalı karakterler için
Danimarkalı ya da bir Mağriplinin belli bir zamanda ve mekanda
daki halefi Boquet bu fantezi unsurunu devralmıştı. Alegorik figür
neye benzediği fikri, teatral tasavvurun büyük ölçüde dışındaydı.
ler acayip yaratıklar olmaktan çıkarak bedeni örten dekoratif unsur
l755 'te bir eleştirmen, "Dramatik sanatlarda tarihsel birebirlik im
lar toplamına dönüşmüştü; ama bedenin hareketleri ve biçimiyle ta
kfuısızdır ve sanatı öldürür" diye yazıyordu.44
mamen ilgisizdi. Aktris Matmazel Lacy, Amour dans l'Egle rolüne
Demek ki sahne kostümleri ile sokak giysileri arasındaki köprü,
göğüsleri açık çıkınıştı, fakat bu kasıtlı olarak yapılmamıştı. Kos
sanatın yaşamı yansıtması için duyulan genel bir arzunun parçası
tümcünün elinde göğsü süsleyecek dantelaların altına koyacak ku
olarak düşünülemez. Bedenin imgeleriyle kurulan köprü ise dekor ve zamanın aynasında çarpılıyordu. Buna ek olarak, kostümde gö rülen sahıı'e ve sokak benzerliğinin kendisi toplumsal konumla ilgi-
maşı yoktu. Gövdenin çıplak kalan üst kısmı tüm ilginin asıl odağı olan dantelalar için bir arka fon gibiydi. Aktör Paul, Zephire rolün de göğsünün olmaz bir yerine bağlanmış bir kumaşla görünüyordu;
li bir olgu'tarafından sınırlandırılmıştı. . Söz ko�usu on yılın tiyatro seyircileri, canlandırılan karakterler
ama bunun önemi yoktu, çünkü kostümcünün göğsü giydirmek gibi bir derdi yoktu, onun derdi, güzel ve zarif bir kumaşı sergilemekti."'
bir süreksizlik talep ediyorlardı; bu zavallılar şehirde görmezlikten
dış görünüş kuralı, yani gövdenin bir manken olmasıdır. Alegorik
toplumun ,alt tabakalarından olduğunda her iki alan arasında keskin
Bu tiyatro kostümcülüğünün geliştirdiği şey, günlük yaşamdaki
ır,
figürler "çağdaş giyimin'', zaten kendisi de fantez i düzeyinde öz gürlüğü ve toplumsal üstünlüğü ifade eden sokak giyiminin "fan tastik hale getirilmesiydi".
106
Laver, "kostümün temel çizgilerinin modada görülen dalgalan malarla değiştiğini" yazar. Bu, normal giysile r için de geçerlidir; herhangi bir kadının sokakta Amour dans l 'Egle kılığında gezmeyi düşünebildiği zamanlarda da salıne ve sokak arasınd aki bir köprü vardı. l 750'!erin Paris ve Londra'sında bedensel dış görünüşe iliş kin kurallar sokak ile sahne arasında neredeyse katıksız denebile cek türden bir yapısal süreklilik gösterir."
Bir an için ileriye bakarsak, 18. yüzyıl ortasındaki ev içi giyiminde olduğu üzere, sokak giysileri ve salıne kostüm leri beden ile ilişkili görülmeye başlayınca, bu giysi ve kostümlerle bunları üze rinde taşıyan kişinin karakteri de ilişkili görülecektir. İşte bu nokta da, kamusal ortamda kendini belli etme kuralı tuhaf bir şekilde de netimden çıkacaktır: Erkekler ve kadınlar yabancıların dış görünüş lerinden giderek daha çok şey "okurken", yabancıları algılama bi çimlerinde bir düzen duygusuna giderek daha az rastlan acaktır. Bu yüzden günümüzde artık hiç kimse böylesi bir toplum u yeniden canlandırmayı aklına getirmese de, 18. yüzyıl ortasın da yapaylığın
kullanılma tarzlarına saygı ile yaklaşılması gerekir .
dilerini bu denli özgürce ifade edebiliyorlar?
�·
Ancien regime şehri
nin tüm karmaşıklığı görünürdeki bu paradoksta gizlenmektedir. Onların kendiliğindenlikleri, kendinizi ifade edebilmek için tam
'r. olarak açığa vurmalısınız şeklindeki anlayışı sorgulanabilir kılmak
·
,, tadır. Doğal insanı kendini ifade eden bir yaratık olarak, toplumsal .;; insanı da düşünceleri ve duygulan kendine ait olmadıkları için za-
1'
yıf, parçalanmış ya da çelişik bir varlık olarak algılamak 'Büyük
e ra da hem entelektüel hem de popüler kültüre yayıldı. Bu yaklaşım
Pastoralizmdir. En son şeklini 1 960'1arda kenti terk eden az sayıda . . . /07 insanın (ve terk etmeyı ısteyen çok sayıda ınsanın) taşranın doga1 o
ortamında kendilerini "yeniden bulma" girişimleriyle almıştır.
1750'!erin kozmopolit tiyatro seyircisinin davranışlarına şöyle bir bakmak bile kendini yineleyen pastoral ideale ilişkin kimi tedirgin edici soruların doğmasına yol açacaktır. İlk kez olarak, burada, bir yanda mahrem ve doğal, öte yanda da kamusal ve gören.eksel
�lan
arasında katı bir ayırım yapan insanlar söz konusudur. .Bu ıkıncı '
'lj
1�
alanda, fena halde duygusal olabilirler. Bunun nedeni, insanın kişi lFii ile toplum içindeki kimliği açıkça birbirinden ayrıldığı zaman
ls
h sedebilme özgürlüğünün artması olmasın sakın? Kendiliğinden lik ile "yapmacıklık" dediğimiz tutum arasında gizli ve zorunlu bir ilişki olabilir mi? Evet olabilir ve bu ilişki, sembollerden değil, işa
B . KONUŞ MA B İ R İŞ ARETTİR Sahnedeki bir kah'ramanın ölümü nedeniyle kadın erkek ağlaşanlar; repliğini unutan bir aktörün yuhalanması; oyunun pek tutulma yan bir politik çizgiye kayması üzerine tiyatroda kargaşa çıkması; tüm bunların Rom tik çağda ya da Devrirn'i yapa yurttaşlar arasında . gerçek1eşme1erını bek1erız, ama ge1ın görün kı söz konusu davraruşlar çoğunlukla bu dönemlerde görülmeyip daha çok 18. yüzyıl ortasının peruklu, cicili bicili seyircisinde ortaya çıkmaktadır. Be aumarchais 'nin kafiyelerle anlatılan politikasına karşı protesto çığ
"'.'
lıkları atan, poııf aıı
�
sentiment'!ı bir kadındır; Lekain'in talihsizlik
lerine kendinden geçerek ağlayan da saçları pomatlanmış bir erkek. Yaşamları kişisel olmayan ve soyut göreneklerle yönetile n in sanlar nasıl oluyor da bu denli kendiliğindenlik göstereb iliyor, ken-
·
Devrim'den sonra ortak Romantik anlayış haline geldi ve daha son
:ii �.
·ı )
i �.
� :.: ,ıl �.· '.i ''.
<•
;.·.·•··''., .·,.·.
\j
retlerden oluşan konuşma ilkesinde somutlanır. J750'lerde, kendini ifade edici konuşmaya ilişkin bu kural, sah ne ve sokak arasında süreklilik gösteriyordu; ama tiyatroda durul mus özenle kodlanmıştı ve bu nedenle de geriye dönüp bakıldığın da
daha kolayca anlaşılmaktaydı.
1 8. yüzyıl ortalarındaki seyirci
topluluğunun konuşmasını anlayabilmek için önce kaba çizgilerle, bir işkolu olarak tiyatronun nasıl yürütüldüğünü bilmek gerekir.
. 1750'lerde hem Paris'te hem de Londra'da resmi kuruluşlu tı-
yatrolar, "patent" ya da "lisans" verilmiş evler yanında daha popü ler bir tabanı olup da ötekilerle eşit statü elde etme mücadelesı ıçın
de olan tiyatrolar vardı. Paris'teki iki ticari fuar (St. Laurent ve
�t.
Germain fuarları) 17. yüzyıl sonlarından itibaren akrobatları, sırk
gösterilerini ve bir tür commedia deli' arte' ı barındırıyordu. Theat � re Ita!ien bu kaynaktan doğdu. Her iki kentte de opera vardı, her ıkı şehirde de ruhsatlı tiyatroların yöneticileri en ciddi trajedilerin or-
tasında bile bale ya da fars antraktları koyuyordu. Comedie Française 1 7 8 1 'den önce eski salonlarında 1500 seyir ciye, yeni haliyle ise belki 2000 kişiye ev sahipliği yapıyordu. Ho gan'ın 18. yüzyıl oıtası Londra'sı için verdiği rakam 1500 civarın
are'in bir barbar olduğunu düşünüyorlardı- her iki kentte de seyir cilerin davranışı oldukça benzerdi. Örneğin, 1750'lerde salıneye
dadır. Elizabetlı devri tiyatroları için Harbage'ın tahminleri 1750 ve
baktığımızda, yalnızca aktörleri değil çok sayıda da seyirci görürüz.
2500 arasında değişmektedir, demek ki 18. yüzyıl binası daha kü
Bunlar salınede yer satın alabilen üst tabakadan genç insanlardı. Bu
çük boyutlardaydı. Karşılaştırılacak olursa, Metropolitan Opera
"delikanlılar" canları isterse sahnede şöyle bir dolaşır; localardaki
House 3600 kişiliktir, Covent Garden ise biraz daha az."
arkadaşlarına el sallarlardı. Aktörlerle iç içe ve salınede seyircilerin
Tiyatroya giden insanların sayısı kaçtı? Paris için veriler Lond- •
! 08
18. yüzyıl ortalarında Londra ve Paris 'te oyun repertuvarı ol dukça farklı idiyse de -örneğin, Fransızlar o dönemde Shakespe
gözleri önünde olmaktan hiç rahatsız olmazlardı, hatta bu hoşlarına
ra'ya oranla daha iyi. 18. yüzyıl ortalarında ComıSdie Française, se-
giderdi. 1 8. yüzyıl ortalarında, seyircilerin açıklığı ve kendiliğin-
yircilerden büyük ilgi görmekteydi; 1737'de yılda 100.000'in altın
. den!iği, oyuncu ile seyircinin aynı dünyaya ait olduğu, bunun ger
da olan seyirci sayısı sürekli artarak 175 1 'de 160.000'e, 1765 'te
çek yaşam olduğu, orada geçenlerin seyirciye son derece yakın bir
175.000'e çıktı. Ancak bu sayıların ilginç bir öyküsü vardı. Fransız
şeyler olduğu anlayışına dayanmaktadır. Mitlıridates salınede otu
lar artan sayılarda yeni oyunları izlemeye gitmiyordu. 1730' dan• 1760'a kadar repertuvara çok az sayıda yeni oyun eklenmişti. İngi liz sahneleri için de bu durum geçerliydi. 1750'de, düzenli olarak salınelenen oyunları, artık tamamen bildik olmalarına karşın daha çok sayıda insan izlemekteydi." Seyirciler hakkında bir ilk bilgiye daha ihtiyacımız var. Bu top lulukta kimler vardı? Gerek Londra'da gerekse Paris'te, Comedie Française'de ya da Garrick'in tiyatrolarında seyirciler arasında çok sayıda emekçinin varlığından söz edilemezdi; çünkü biletler aşın pahalıydı. Londra'nın tiyatro seyircisi Paris'in elit ağırlıklı seyirci sine göre daha orta ve üst kesimlerin bir karışımını yansıtıyordu. Ama Fransız tiyatrosunda da orta tabaka mensupları, öğrenciler ve entelektüeller için ayrılan yerler vardı. Bu yerler zemin kattaydı ve eski Comedie Française binasında bu yerlerden oyun izleyenler· ayakta dururdu. Comedie Française 1 7 8 l 'de yeni binasına taşındı ğı zaman seyirci davranışına ilişkin ilginç bir durum oluştu. Zemin katta oturma yerleri vardı, önceden yer ayırtılabiliyordu; orta taba- . ka artık daha konforlu olabilecekti. Buna karşın zamanın sahne ya zarları zemin kaun konforlu hale gelmesiyle tiyatro üzerine ölü top rağı serpildiği yorumunda bulunmuşlardı. Salonun arka tarafların dan bağrışmalar gelmiyordu ve ayakta oyunu izlerken bir şeyler yi yen insanlar yoktu artık. İzleyicinin sessizliği sanki bir oyuna git menin keyfini azaltmış gibiydi. İşte bu tepki, seyircinin kendiliğin denliğini ve katılımını anlamak için bir ipucudur."
ran kapı komşunuzun ayakları dibine düşerek ölmüş, ne gam. ' . Ölüm, seyircileri modern bir gözlemciyi rahatsız edebilecek bir duygusallık sergilemeye kışkırtıyordu:
.....kendilerine sunulan çeşitli karakterlerin derin acılarıyla içli dışlı olmuş- : Jardı. Doyas[ya gözyaşlarına boğuluyorlardı..... Bir ölüm sahnesinin ardın- : dan hem erkekler hem de kadınlar ağladı; kadınlar çığlık atıyor, zaman za-1; man da bayılıyorlardı. Oyuna öylesine kapılıp gitmişlerdi ki, yabancı bir ziyarclçi, "bir trajedide gülünç kaçabilecek bazı sözler duydukları zaman bile gülnıemclerinc'' çok şaşırmıştı. Halbuki, Almıı.n seyirciler gülerdi.51 ' Oyuncularla seyircilerin iç içe geçmeleri, etkilendikleri zaman se yircilerin aşırı duygusallık göstermeleri, yirmi yıldan sorıra Come- . die Française yeni binasına taşındığında zemin katın sessizliğinin:
tiyatro tasarımının "çarpıcı bir başarısızlığı" olarak görülüp olum suz bulunmasını açıklayabilir. Fakat duyguların sergilenmesi gibi,
1750'lerdeki oyuncu ve seyircilerin iç içe geçmeleri de aslında Di onysoscu bir kendini bırakma ya da ortak bir töreye uyarken seyir ci ve oyuncuların tek ve aynı insana dönüştükleri bir ritüel değildi. Bu seyirciler oyuna kapıldıkları kadar da denetimliydiler. Kendile
rini gözyaşına boğan oyunculara karşı objektif ve oldukça eleştirel
tavır içindeydiler. Seyirci, oyuncuya doğrudan müdahale etmekten yanaydı; bunu da bir "noktalar" [pointing] sistemi ve bir "halletme" [settling] sistemi ile yapıyorlardı. Daha önce gördüğümüz gibi gerek Londra'nın gerekse Paris'in
devlet lisanslı tiyatrolarının repertuvarlarında eski ve bilinen oyun lar vardı. Her oyunda seyircinin iyi bildiği ve dört gözle beklediği anlar vardı. Bir aktör ya da aktris böyle bir "nokta"da hemen sah nenin önüne gelir, repliğini, ortada bir yerde yüzünü kalabalığa dö nerek söylerdi. Seyirciler bu doğrudan çağrıya ya yuhlarla ve ıslık larla yanıt verirlerdi ya da oyuncu rolünü çok iyi başardıysa, yaşları, hıçkırıklar ve ayılıp bayılmakla" karşılık vererek tekrarını isterlerdi. Ao
J.lQ de. seyirciyle oyuncu arasında doğrudan birleşmenin gerçekleştiği anlardı.52
"Halletme" suflör ve aktör ilişkisiyle ilgiliydi. Bir aktör salıne de sözleri unuttuğunda doğal olarak aşağıya, suflöre doğru du. Izleyiciler onun bu durumunu fark ederse suflörün söyledikleri ni duymasını engellemek için yüksek sesle yuhalar, ıslık çalardı. Aktörü bu yolla, çoğunlukla da toptan "hallederlerdi"." Söz konusu kendiliğindenlik yalnızca ayrıcalıklı seyircilere ait bir ayrıcalık değildi. 1740'1arda bir dönem, Th6iltre Italien'in pan
tomim dışında herhangi bir şey sahnelemesi yasaklanmıştı. Tiyatro
nun bilinen seyircileri buna oyuncuların sessizce canlandırdığı söz
cükleri hep bir ağızdan okuyarak karşılık verdi. İngiliz seyirciler öyle gürültücü ve hassastı ki, tiyatroların çoğunun periyodik olarak iç donanımının değiştirilerek yeniden dekore edilmesi gerekiyordu; çünkü seyirciler sahnede olup bitenlere onaylayarak ya da öfkele nerek tepki gösterirken çok büyük zararlara yol açıyorlardı." Seyircilerdeki bu coşku ve kendiliğinden duygulanma kısmen aktörlerin toplumsal statülerinden dolayı ortaya çıktı. Aktörler bu dönemde bir tür hizmetkar olarak kabul ediliyordu; kötü, ahlaksız hizmetkfulıır idiler. Müzisyenler ve aslında tüm sahne sanatçıları bu kesime dahil ediliyordu. 1 8 . yüzyıl şehrinde, XIV. Louis dönemin de Versay'da olduğu gibi, hizmetkarlarla ve onların yanında başka larıyla son derece serbestçe konuşulurdu. Kadınlar giyinik değilken erkek hizmetkarlardan kendilerini sakınınazlardı, çünkü hizmetkar lar gerçekten önemsenmiyordu. Gelelim tiyatroya: Salınedekiler bi ze hizmet etmek için burada bulunuyorlar; şu halde neden biz de "nokta" ve "halletme" yöntemleriyle kendimizi ortaya koymaya-
e, tiyatroda Iım, doğrudan karışmamıza bir engel mi var? Bu temeld Aktör, keyif ver kendiliğindenlik bir toplumsal mevki sorunuydu. bir kilhya ya fakat ır, acındır da ya r mesi için oradaydı. Bizi güldürü da hizmetçi gibi denetimimiz altındadır." aşağı statüAncak bu denetimli kendiliğindenliğin aktörün daha yeterli değildir. Bu de görülmesi temelinde açıklanması tek başına değişimlerin, aktötek başına alındığında, oyunculuk mesleğindeki lerle bağlantısını değişim i rü izleyenlerin toplumsal karakterindek çok işaretlerle gölgeler. Yine bu, tek başına, seyircinin simgelerden ış biçimi arasındaki inandırıcı olabilen konuşma anlayışı ile davran konuşma, konuş- J.1L ilişkiyi gölgelemektedir. Bir işaret sistemi olarak ndan, akt.ör ve olduğu cı ma dili hakkındaki modem fikirlere yaban özetiyle giriş yapaseyirci açısından önemli değişimlerin kısa bir lım.
çoğu turnelere çı 17. yüzyıl ortalarında profesyonel aktörlerin i tiyatrolar da düzenl açık Halka u. kan k"llmpanyalarda yer alıyord mesleği başı uluk kuruluyordu -Paris'te üç tane vardı- ama oyunc aktörün bi�likte çalış boşluk içindeydi, o saraydan bu saraya koşan ve Londra'daki kent tığı kişiler durmadan değişiyordu; çünkü Paris hamiler bulmak, Yeni vardı. ı tiyatrolarında yalnızca sınırlı iş olanağ i." aktörün hiç yakasını bırakmayan bir gereksinimd
da p.em trajedi Sahne ekonomisi öyleydi ki, "aktör" aym zaman ydı; yani.iş bulduğu oyuncusu, komedyen hem de şarkıcı· ve dansçı önemlisi, kendine da Daha sarayda her ne olması isteniyorsa oydu. aza indiriyordu. en ım yeterli tiyatro salonlarının yokluğu, yer ayrım 'da da izlenebilir Paris'te sahneye çıkan ekip, taşrada ya da Versay di.�7
himayeye daha az Londra'da Restorasyon, krallığa ve aristokrat kısa bir sezon görece bağımlı, daha çok kendine yetebilen, her yıl de bir avuç haminin eli açık, halktan müdavimleri olan; ama yine için özellikle doğruy ne bakan bir tiyatro ortaya çıkardı. Bu, opera konserleri de Lond du. Enstrüman çalan müzisyenlerin halka açık ıştı; konserler başlam önce ra' da, Paris ya da Roma'ya oranla daha ve çalanlar da barda bir anlamda taverna yaşamının bir parçasıydı e görülüyorlardı." içki tezgiihında çalışanlara paralel bir statüd se kentsel bir faali gerek ait saraya gerek 17. yüzyıl ortalarında, Sıradan sanatçı rsızdı. istikra yet oJarak "'sahne sanatı" başıboş ve
�şağı statüde kabul ediliyor, üstün yetenekleri olan sahne yönetme
olanağı sağlamaya özen gösteriliyordu ve soylulara ait localar gide
ni ya haminin zevkine bağımlı oluyor ya da Londra'da onu tüm iş
rek seyircinin ilgi odağı olmaktan çıkıyordu. Serinletici içecekler
ğunun hizmetkfuı sayılıyordu.
arasında gezinen satıcılar tarafından ikram edilmeye başlamıştı. Fu
lerin yükünü taşıyan bir çilekeş olarak gören küçük seyirci toplulu
artık hamilerin özel bölınelerinde değil, oyun sırasında koltuklar
Tiyatro seyircileri 18. yüzyıl ortalarındaki görünümlerinden çok
aye bir giriş yeri olmaktan çıkarak perde aralarında kullarulan birı
farklı bir düzenleme içindeydi. Oyun, opera veya vokal; her tür ic
tür buluşma yeri haline geldi. Biletlerin hamiler tarafından birer ar- '
se oydu. Çevresindekiler onun neyi onaylayıp neyi onaylamadığına ,
yatro binasında satılıyordu. Bu değişiklikler hiçbir şekilde icranın
ra sırasmda seyirci davranışmm odak noktası o günün hamisi kim
bakarak davranıyorlardı. Sanatçılar seyirci topluluğunun tamamını ,,'
1 12
değil, yalnızca küçük bir kesimini hoşnut etme peşindeydi. Tiyatro :
binalarmm tasarımı da bu mevki farklarıru yansıtıyordu. Tiyatroda
en iyi localar kraliyet mensuplarına ya da senyörlere ayrılmıştı. 17.
·
yüzyıl Londra tiyatrolarında da görüşü iyi yerleri az sayıda hamiye
ayırırlardı, seyircilerin geri kalanı salıneyi değil, bu azınlığı daha · ,
mağan gibi dağıtılması bir istisna haline gelınişti; artık biletler ti
demokratikleşmesini getirmemişti. Hamiler, oyun başına düşen sa
: yıları çok fazla artsa da halii rağbetteydi ve seyirci koltuklan mev , . , kilere göre ayrılmaya devam ediyordu. Olan şuydu; tiyatronun ken
f,,c;1isi daha ulaşılabilir hale geldi; kral ya da saraydaki soylular tara ,'fından insanlara "lütfedilen" bir eğlence olmaktan çıkıp şehrin top lumsal yaşamının bir odağı oldu. Profesyonel oyunculuğun "rutin
leşmesi", kendiliğindenliğini yitirmesi onun ölümü anlamına gel
iyi görebiliyordu.
18. yüzyıl başlarında, tiyatro ve seyircileri yeni bir biçim kazan maya başladı. Paris ve Londra'nın belli başlı tiyatroları, yardım '
miyordu; mesleki istikrarın getirdiği yeni koşullar tiyatroyu, ona
alan ve çeşitli ayrıcalıklara sahip kuruluşlar haline geldiler. Duvig
eğlencenin ötesinde işlev yüklemeye başlayan seyirci açısından da , ' ha güvenilir bir araca dönüştürmüştü.
rat değilse bile, en azından belli zamanda belirli miktarda duygu
malarını kısmen desteklemeye başlayınca, seyirci tepkisini göste
geldi. Diğer devlet görevlileri gibi, Paris'te ve Londra'daki aktör de
, seyircinin duyguları yoğun olmakla birlikte prensin ya da eğlence
naud 'nun sözleriyle, "tiyatro giderek bir kurum, aktör de bir bürok
Seyirci topluluğu bir büİün olarak icra hizmeti görenlerin çalış
üreten düzenli bir işçi" haline gelmişti. B öylece başıboşluğun sonu
rirken daha duyarlı olmaya başladı. 17. yüzyılda kuşkusuz, saraylı
bu tiyatrolardan birinde, resmi aylık masraflarını karşılasın ya da
, .yi sağlayan soylu şahsiyetin bir baş işaretiyle denetlenebiliyordu;
karşılamasın, düzenli bir iş bulma peşindeydi."
upkı haminin oyuncuları denetlemesi gibi onlar da konukları olan
co:nedie Italienne ya da Comedie de la Foire gibi izinli ama li- ·.
sans sahibi olmayan tiyatrolarda, daha istikrarlı bir zeminde düzen _ li bir hanıiler grubunun desteğiyle, bazıları da el altından hükümet
yardımıyla çeşitli gruplar oluşuyordu. Londra'da ise az bir devlet desteği görmelerine karşın, hem ruhsatlı hem de geçici izinle çalı-
seyircilerin davranışlarını denetlerlerdi. 18. yüzyılda bu sınırlı hi
maye sisteminin tedricen parçalanmasıyla seyirci de üzerindeki yükten kurtuldu.
•
Seyirci sayısının artışıyla birlikte, aktör ve seyirci arasında yeni
.türde bir ilişki doğdu. Aktörün işi, satırların beceriksizce ezberden
şan tiyatrolar istikrarlı bir hale gelmişti.'•
, Sahne oyunculuğunun istikrar kazanabilınesinin nedenlerini pek .'
uzaklarda aramamak gerekir. Ancien
regirne
şehrinde halk tiyatro
yu Antik Atina'daki gibi görmeye başlamıştı: Az sayıda haminin
gözetiminde, onları hoşnut etmek için bir vesile değil, bir bütün
okunması olmaktan çıkıp çok çalışma gerektiren bir uğraş olınuştu.
,
.Aktör salt küçük bir azınlık üzerinde etki yaratmaya değil, tiyatro
,dakilerin bütününe ulaşmaya çalışıyordu. Seyirci oyunları tanıdık
ça bir özveri bekler olınuşıu; oyunun nasıl gelişeceğini bilerek, ak
törün oyunculuğunun ayrıntıları üzerinde yoğunlaşmaya başladılar.
olarak avanun bir toplantı yeriydi tiyatro. l 720'Ierden sonra inşa
' Bir eleştirmene göre, seyirciler "hikayenin akışı açısından" oyuna
yalnız sınırlı bir kesimine değil, çoğunluğuna engelsiz bir görüş
"canlandırma" işiyle daha fazla ilgileniyorlardı. Bugün Kuzey İta!-
edilen tiyatroların tasarımları bunun bir göstergesiydi; seyircilerin
daha az ilgi gösterirken, kendi başına estetik bir deneyim olarak
ya'da operaya giden biri bu durumu hala yakalayabilir: Önemli
olan hareket değil, andır.
miyordu; çünkü onu ya da herhangi bir başka aktrisi "yalnızca rol yapan" biri olarak algılamıyorlardı. Bir oyun gerçeği "simgelemi
18. yüzyıl ortası başkentinde, hareketin değil anların önem ka
yordu"; oyun gerçeği kendi görenekleri aracılığıyla yaratıyordu.
den oluşuyordu. "Simge" modem anlamıyla, belli bir şeyin ya da
kalkıp da hizmetçileri için gözyaşı dökerse işlerin sonu nereye va
zandığı gösteride, konuşulan sözcükler simgelerden değil, işaretler
şeylerin yerine geçen bir işarettir. Simgelerden söz ederken, örne
ğin, "gönderge"si olduğundan, ''öncel"inden söz ederiz. Örneğin, ,.
şöyle bir kullanımda simge kendi başına gerçekliğini kolayca yitir-
mektedir: "Şunu söylediğinde ya da şu sözcüğü kullandığında as
lında ne demek istiyorsun?" İşaretlerin şifresini çözme düşüncesi-
'.� nin toplumsal kökenlerinden birinin izi bir asır öncesinde, 19. yüz yıl şehrindeki görünüşlerin yorumunda yakalanabilir: Dış görünüş,
Madam Favart tam da bu nedenle sahneden kovulmaktaydı. Biri
rırdı? Beaumarchais aynı nedenle seyircilerine karşı mücadele üs tüne mücadele vennişti. Seyircilerin hizmetçi Figaro'nun başkarak
ter olması karşısında hayrete düşmelerinin nedeni hayali bir masal
ülkesinde olmak istemeleri değildi; Figaro, ona inanmamak ellerin den gelmediği için rahatsız ediyordu onları."
Tiyatronun tüm görevi, kendi kendine yeterli içsel bir inandın- .l.12
cılık standardı oluşturmaktır. Bu görev ifadelerin simgeler değil
gerçek bireyi içinde gizleyen bir kılıftır."
işaretler olarak görüldüğü toplumlarda daha kolay başarılmaktadır.
rili bir ifadenin ardında bir dünyanın olduğuna dair bu varsayım ar
mı yoktur ve teatral yanılsamanın yaratımı "gerçek yaşam"ın unu
kendine yeterli, duygusal bir beyanda bulunmaktı. Konuşmanın
cünü gerçekleştirmedir. Böyle bir yanılsama mılayışının bir işaret
1 8 . yüzyıl ortasında, işaretin simgeye bu şekilde dönüşümü, ve
tık yabancı olacaktı. Konuşmak, güçlü, etkili ve her şeyden önce böyle bilinçli olarak işlenmesi ya da bedensel imgelemle bilinçli
olarak oynanması hiçbir şekilde göreneklerin ürettiği şeylerden
Pouf au sentiment kılığındaki kadın ken bulmuyordu, pouf kendi içinde bir ifadeydi. Ya
sapmaya yol açmıyordu.
dini "yapmacık"
nında oturanın ayaklan dibine düşerek ölen aktör ölüydü ve şu an
da biz bu durumun ne kadar "yersiz" olduğunu düşünsek de o bu
olaya tepki veriyordu. O nihai sözel işareti düşünün; sabne ışıkları- ,
nın önündeki 'noktayı': Hareketin tamamen durdurulduğu bu mut
lak an, herkesin aktöre öfkelenmesine ya da o noktada gözyaşlarını
koyvermesine yol açıyordu, çünkü oyuncunun jesti keridi başına ta
Bu gibi toplumlarda "yanılsama"nın gerçekdışılık gibi bir yananla-
tulması, gizlenmesi ya da ondan kaçılnıası değil, belirli bir ifade gü
toplumundaki çarpıcı bir örneği, 1750'lerin sonlarında sabnedeki
oturma yerlerinin kaldırılması üzerine Parislilerin yaptığı yorumdur.
1759'da, seyircinin tamamının engellenmeden oyun izlemesi için koltukların sahneden atılmasının iki ayrı anlatımı var., Birinde,
zengin bir adamın Comectie Française'e sahnedeki yerlerih gelirine eşit bir ödeme yaptığı söylenir. Diğerinde ise değişim Voltaire'e
bağlanır ve eğer doğruysa, daha ilginç bir versiyondur. S,·emiramis ( 1748) gibi oyunlarda, kalabalık sahnelerde ve büyük gqsterilerde
Vo!taire çok sayıda oyuncu çalıştırıyordu. 1759'daki oyunun sahne lenmesi sırasında bu sayı öylesine yüksekti ki, sabnedeki oturma
yoktu.
yerlerinin kaldırılması gerekmişti. Daha sonra 1762'de Garrick de aynı şeyi yaptı. Sonuç, sahnedeki "yanılsama" duygusunun artması
Son derece dağından ve anlık yargılar veren 1 8 . yüzyıl seyircisi da
getiriyordu:
mamıyla inandırıcıydı. Jestin geçtiği sabneye ilişkiri bir gönderge İşaretlere ilişkin bu idrak sistemi aslında muhafazakar bir güçtü.
ha önce yapılmamış olanı yapmayı deneyen bir aktör ya da tiyatro
oldu. Zamanın oyun yazarlarından Colle bakın konuyu nasıl dile
landıran Madmn Favart'ı nasıl reddettiğini anımsayalım; bunu şim
Ses daha iyi duyuiabiliyor ve yanılsama daha büyük. Artık ne Sezar'ı ön sıradaki sahne kOltuklarından birinde oturan bir aptalın peruğundan çıkan Lozları fırçalarken ne de Mithridates'i tanıdık eşin dostun t
sempati duymasını sağlamaktı; ama onların ellerinden bir şey gel-
Colle ayakların sahnede görünmediği yerde "yanılsama"nın daha
yazan üzerinde çekilmez bir denetim kurabilirdi. Paris seyircisinin
bakımsız ve paspal kılıklı bir hizmetçiyi gerçekçi bir biçimde can
di anlamlandırabiliriz: Favart'ın amacı seyircinin o sefil haline
•·.
başarılı olduğundan söz ederken bir işaretin mükemmelleştirilmesi ni kastetmekteydi. Ayaklar yok olduğunda insanlar ölüme daha bü-
·
yük bir hararetle inanabilirlerdi. Bunun yalnızca "bir oyun" olduğu nu ve gerçek olmadığını anımsatacak hiçbir şeyin kalmadığını söy lemek, Colle'in altını çizdiği anlamı gözden kaçırmak olur.'"
Çünkü dile getirilen sözcük verili bir anda gerçek olduğu, "nok . ta" daha önce olanlara ya da sonra olacaklara gönderme yapmak, . . sızın inanılır olduğu için, seyircinin anlık kendiliğindenliği de orta- · ya çıkıyordu . İnsanlar her an bir davranışın ardında yatan gerçek'
anlamı kavrama derdinden kurtulınuşlardı. "Nokta"ların mantığı da., l!.!!. buydu: Kendiliğindenlik, yapmacıklığın ürünüydü. Şimdi de .bu konuşma sisteminin sahne ve sokak arasında ne tür. bir köprü kurduğunu görelim. . 1 8 . yüzyıl başlarında bu konuşma · işaretleri sisteminin hüküm sür.düğü kent kurumu kahvehane i Yüzyılın ortalarında, yabancıların toplandığı yeni kurumlar doğdu:
:
. ha parçalı türden bir konuşmanın yürütüldüğü başka kurumların da! var olduğudur. En önemlisi, tiyatro binasına yapılan dış fuayeler ve
eklentiler önemli sosyal merkezler haline geliyordu ve buralarda seyirciler arasında gerçekleşen sohbet, oyun sırasındaki seyirci-. oyuncu diyaloğundan hemen hemen farksızdı. Kahvehane, l 7. yüzyıl sonlarında ve 18. yüzyıl başlarında gerek
Lo.ndra gerekse Paris için ortak bir buluşma yeriydi. İngiltere 'nin · kahve piyasasına daha fazla hakim olınasına bağlı olarak Londra'da kahvehanelerin sayısı daha da fazlaydı. Kahvehane romantikleştiri-· len ve aşırı idealleştirilen bir kurumdur: Neşeli, nazile konuşmalar,
tatlı anlar ve yakın dostluklar; tümü bir fıncan kahve etrafında ger- . çekleşiyordu, cin içilen yerlerin alkollü sessizliği henüz bilinmiyor du. Dahası, kahvehaneler, onları geçmişe dönük olarak romantik-
:
. kahvehaneydi.'" · . . . Enfo asyon m rkezleri olarak kahvehaneler, doğallıkla sohbe� � , .tın. gel ştıgı_ yederdı. Kapıdan ilk kez giren biri önce bara gider, pa- 11 � �asını oder ve ılk defa geldiği bir yerse, kendisine genel kurallar -şu ?uvarlara tükürmek yasaktır, pencere yanında kavga edilınez vs. . .açıklanır, sonunda keyfıne bakmak üzere yerine otururdu. Aslında
·,
,:Yif d�nen
Likör servisi sunan kafe ya da publar, ilk lokantalar ve gezinti park · lan. Bu yeni kurumların bazılarında kahvehanelerdeki konuşma, sistemi aynen korunurken, ötekilerde parçalanmıştı. 18. yüzyıl or-'.'. talarını izleyerek konuşma anlayışları kahvehaneler, kafeler ve: . ' parklardakine benzemeyen yeni tür bir toplantı yeri olan erkekler k-ulübü oluşmaktaydı. Demek ki kurumlar bakınıından ilk akla ge len, bir yandan 18. yüzyıl tiyatrosu ile biraz daha erken döneme ait toplanma yeri arasında tam bir köprü olduğu, öte yandan ise 1750'lerde bu köprünün yerinde durduğu fakat onun yanı sıra dac
leştirmeyi kolaylaştıran bir işlevi daha yerine getiriyordu : O dö- ı nemde, her iki şehirde de kahvehaneler başlıca enformasyon mer kezleriydi. Gazeteler burada okunurdu. 18. yüzyıl başında Londra'daki kahvehane sahipleri gazeteleri kendileri basıp yayımlamaya başladılar ve 1729'da bu işkolu üzerinde bir tekel hakkı edinmek ' için �aşvurdular. Belli bir teşebbüs alanında başarı olasılığırun ne oldugunu bilmeye dayanan sigortacılık gibi mesleki etkinlikler kah- . . . vehanelerd e gelişti; örneğin, Lloyd's of London, başlangıçta bir
·
şey öteki insanlarla konuşma sorunuydu ve konuşma t mel bır kurala tabi idi: Enformasyonun mümkün olduğunca ek 7 siksız olması için, mevki ayırımları geçici olarak askıya alınıyordu. Ora� oturan herkesin, tanısın tanımasın, istediği ile konuşmaya,
' yetkilı olsun ya da olınasın istediği konuya katılmaya hakkı vardı. Kahvehanede konuşurken karşıdaki insanın toplumsal kökenine de
ğinmek dahi çirkindi, çünkü sohbetin özgür akışı engellenebilirdi.''' 18. yüzyıl, toplumsal mevkilerin kahvehaneler dışında son dere
ce önem taşıdığı bir çağ oldu. Konuşma yoluyla bilgi toplamak için zamanın ınsanları kendilerine bir kurgu yarattılar; toplumsal ayrım
, !arın olmadığı k-ıırgusu. Bir beyefendi kahvehanede oturmaya karar vernıışse, toplumsal merdivende kendinden aşağı olanların sınırsız ve özgür konuşmalarına ses çıkaramazdı. Bu durum kendi konuşma
kalıbım üretti.
· · ' Kahvehane ohbetlerine ilişkin Addison ve Steele'ın kaydettiği � . diyalogların çogu genelde yalnızca onların zihinlerinin bir ürünü
değildir. Bunlar, insanların ortak bir zeminde katılınalarına izin ve. ren türde bir sohbetin kayıtlarıdır. İnsanlar uzun bir masanın etra fında oturup, en ince ayrıntısına kadar anlatılan savaşların ya da önemli şahsiyetlerin öykülerini dinlerken, anlatıcıdan, yani dar zih nıyetli küçük memurdan, gereksiz hoşgörü sahibi saray mensubun dan ya da zengin bir tüccarın soysuz küçük oğlundan gelen öykü
lerı ya da tasvirleri "bir yere" k.oymak için yalınzca gözlerini ve ku-
ni bir yere koyma işi hiçbir zaman orada bulunanların birbirlerine
. lama" ve "halletme" uy.arlamalarının kafelerde tecrübe edildiğini
karşı kullandıkları sözler arasına sokulmamalıdır. Uzun aralıklarla
nııru bu tarihten kalmadır) değinmek için ansızın ayağa kalkmasını,
!aklarını kullanmak zorundadırlar. Ancak, konuşmacının karakteri
tekrarlanan cümleler sarf edilir, herkesin daha önce en az yüz kere duymuş olduğu, bilinen tasvir cümlecikleri yinelenir ve içlerinden birisi "kendisini dinleyenlerden herhangi bir kişiye" ilişkin bir ima da bulunursa, masadakilerin yüzleri asılır. Kahvehane sohbeti, mev ki, soy, beğeni gibi anlam simgelerinden tamamen ayrı, aslında on lara meydan okuyan, bir işaret sistemiyle anlatmanın uç örneğidir.
18
İnsanlar böylece söz konusu kahvehanelerde kendi duygularını, kişisel geçmişlerini ya da mevkilerini ele vermeksizin sosyallikle
rini yaşadılar. Ses tonu, diksiyon ve giysiler dikkat çekici olabilir di, ama bütün mesele bunları dikkate almamaktı. Konuşma sanatı,
her ne kadar aksine bir işleyişi olsa da, 1750'lerde mevkiye uygun giyimin taşıdığı anlamı taşıyan bir görenekti. Her ikisinde de ya bancılar kişisel durumların derinliğine inmek zorunda olmaksızın . karşılıklı ilişkiye girebiliyorlardı. 1750'lere gelindiğinde Londra ve Paris'te kahvehaneler düşüş sürecine girmişti. Nedeni kısmen ekonomikti. 1 8. yüzyıl başlarınd a, British East India Company kahve ithalatına göre çok daha fazla
kar getiren çay ithalatına girişti. Çaya bağlı olarak Çin ve Hindis tan ticareti genişledi ve çay moda oldu. Kahvehane sahipleri elle
rinde kraliyet çay lisansı olmadığından silinip gittiler."'' Kahvehaneler, 1 8 . yüzyıl başkentlerinin konaklama yerlerin de varlıklarım sürdürürken, şehre uğrayan gezginler oradakileri "soh
betin genel konusu üzerinde özgürce ve hiç çekinmeksizin" konu şurken görünce çok şaşırıyorlardı. Bu durum daha sonra Paris ve
Londra'daki alkollü içki içilebilen yeni yerlerde devam etti. Kafe ve publar yalnızca kol emeği ile geçinen müşterilerin gittiği 18. yüzyıl mekanları olarak tanımlanırsa da aslında öyle değillerd i. Ti yatroların çevresindeki publarda ve kafelerde müşteriler oldukça
karışıktı: Gerçekte içki içilen bu yerlerin çoğu tiyatro binalarıy la bağlantılı olduklarından, seyirciler için oyun öncesi ve sonrası top lanma yerleri olarak hizmet veriyordu. 1 8 . yüzyıl ortası Paris ya da Londra 'da tiyatroya gidenler bu yerlerde ya da bunların yakınların da hayli vakit geçirirdi. Buralarda enine boyuna sohbet edilirdi, ko nuşmacılar gayretliydi. Gerçekten de, döneme ilişkin anılar "nokta-
gösteriyordu; herhangi birinin bir "nokta"ya (günlük dildeki kulla
ayrıca cüırılelerin tekrarlanması isteminin de yadırganmadığını da gösteriyordu. Bir konuşmacı sıkıcı bulunduğunda dinleyiciler onu
gürültü yaparak "hallederler", yani sustururlardı.
Ne ki, tüm kafeler tiyatrolarla aynı çizgide yürümedikleri gibi,
bir işaret sistemi olarak konuşma da 1 8. yüzyıl ortalarına kadar günlük yaşam içinde bütünlüğüyle ve bozulmadan kendini koruya madı. Çok çeşitli konuşma biçimlerinin ortaya çıktığı Paris kafele. . . . 1 19 rınden en ıyı tanınanı, yıyecek şarap ve kahve suruna l"ısansı olan �
Cafö Procope idi.
17. yüzyıl sonunda kurulmuş olan bu kafe, 1 8. yüzyıl ortasında Paris'teki yaklaşık üç yüz benzer kuruluştan biriydi. Burada sohbet
ler herkese açıktı, yine de belli bazı gençlere ayrılmış masalar var dı. Bu genç adamların çoğu Comedie Française'de birer sahne kol tuğuna sahiptiler. Oyunları izledikten sonra Procope'a uğrayıp ko nnşur, içer ve kumar oynarlardı. 1759'da sahnedeki yerleri ellerin den alınınca kafede bir protesto gösterisi düzenlediler: Paris'teki di ğer kafeler eğitim düzeyi daha düşük ve renkli müşterileriyle Pro cope'tan ayrılırdı, ama çoğunda kafedeki genel sohbet konusunun dışına çıkıp özel ilgi alanlarının peşinden giden arkadaş kümeleri nin bulunması olanaklıydı."' 1 8. yüzyıl ortasında, işaretler sistemi olarak konuşma, iki taraf tan tehdit altındaydı. Biri kulüptü, diğeri yayalar için ayrılmış ge zinti yeriydi. 1730'larda ve 1740'1arda kulüpler küÇük bir kesim için popüler olmuştu. 1 8 . yüzyıl kulübü çok dar bir kesimin yaşa mına girmesine karşın, bazı ayrıntıları incelemeye değer; çünkü hem bu ortamın konuşma biçimleri gelecek yüzyılda yaygınlaşacak bir olguyu haber veriyordu hem de sosyalleşme biçimleri başlan gıçta, 1 8. yüzyıl ortasında, züppelikleriyle bu sosyal oluşumu yarat maya mecbur kalıruş kişilere tam bir tatmin sağlamıyordu.
Kulübü anlayabilmek için, varlıklı burjuvazinin ve elit kesimin
dilini anlamak gerekir. Bu kesim, giydikleri elbiselerde yaptıkları gibi mahrem dil ile kamusal konuşma arasında belirli ayrımlar ya ratmayı denemedi. Yüzyılın başlarında geliştirilen kullanımdaki dilsel kalıplar hfüil ev toplantılarının, arkadaşlar arası iltifatların,
hatta aşk ilanlarının diliydi. Sadece özel konuşma için oluşturulan
aramızda yeni sayılabilecek hiçbir şey kalmadı. Her birimiz diğeri
ilk kuruluş erkekler kulübüydü.
nin kafasında nelerin olduğunu tamamen keşfettik artık" demişti." ·
Kahvehaneler arada yiyecek de sunuyordu, ama o zaman taver
Kahvehane ve tiyatro kafelerindeki konuşma biçimine yönelik
naların alanına tecavüz etmiş oluyorlardı. Kulüp üyeleri kafelerden çok bu tavernalar ve
hanlarda
daha genel bir meydan okuma da, tuhaf bir şekilde, yabancılar ara
toplanırlardı. Başlangıçta toplanma
sında gözlem yapmanın ve izlerırnenin verdiğf keyiften kaynaklan-·
amaçları birlikte yemek yemekti. Londra'da Paris'ten daha çok ku
dı. 1 8 . yüzyıl ortasına gelindiğinde, bir sosyal etkinlik anlamında
lübün kendine ait binası vardı.'•"
dar önem kazanmıştı. Gezinti o zamanlar bir tür İtalyan zevkinin
lüp vardı. 1 8 . yüzyıl ortasında her iki şehirde de çok az sayıda ku
s.okakta gezinmek, Paris ve Londra'da daha önce hiç olmadığı ka
Kulübün sosyal yaşamının kahvehane yaşamından farklılığı,
Boswell'in
Samuel Johııson' un Yaşamı
geri gelişi olarak tanımlanıyordu; bir anlamda öyleydi de. İtal
adlı yapıtında anlatılan bir
ya'daki Barok şehir planlamacıları, özellikle de Roma'daki V. Six-
J1Q olayla çarpıcı bir biçimde gösterilmiştir. Sir Joshua Reynolds,
Turk's Head Kulübü üyelerine aktör Garrick'in o kulüpten "Orayı
seviyorum. Sarurım size katılacağım" diye söz ettiğini belirtir. ·
Johnson ise onu, "Bize katılacakmış! Buna izin vereceğimizi nere
·
18. yüzyıl ortası kulüpleri, kişisel yaşamları tatsız olanları ya da ,
yabancıları dışlayarak, dinleyiciyi seçme şansı olması halinde konusmanıh en büyük zevki vereceği görüşüne dayanmaktaydı. Bu 'ı: ·:
anlamda kulüpler özel yaşam alanıydı. üze! sohbetin yalnızca ko••
nuşulan kişi denetlendiği zaman onaylanabileceği anlamına geli-
yordu.70
Kulü
'
•
p sohbetleri, konuşmacının kişisel durumu ile belli bir me
safenin korunduğu işaret sistemi olarak konuşmaya meydan oku
yordu. Bilmek istediğiniz ilk şey ne konuşulduğu değil, kimin ko
nuştuğuydu. Bunun doğrudan sonucu da bilgi akışının parçalanma
sıydı. Arkadaşlaruıızla birlikte kulüpte olduğunuz zaman dünyada
neler olup bittiğini öğrenebilme şansıruz kahvehane günlerinde ol duğundan çok daha sınırlıydı.
Bu sınu-lılık, 18. yüzyıl ortasında tüm dışlayıcılıklarına karşın
yapabilme zevkine büyük önem vermişlerdi. Yüzyıl sonra
. Londra ve Paris 'te yaşama geçirilen anıtsal şehir anlayışı, görüntü-
??larla ilişki kurmak hiç de kolay değildi. Paris ve Londra'nın so ' kakları, hfila 17. yüzyılda Roma'da beledıye çalışmasıyla yapılan ctüzenlemelerin aksine, dar, açık ve pislik içindeki yollardan oluşu yordu. Nadir olarak kaldırım vardı ve genellikle gevşekçe bitiştiril iı�
şımı eski tarzda bir kahvehane yaklaşımıydı. Johnson ise bu düzey- .
de dışa açıklığı reddetınekteydi.'"
fos, şehir içinde bir anıttan, bir kiliseden, bir meydandan diğerine 1'
g�zi
1•
, .!eri izlemekten insanları izlemeye dönüştü. Gelgelelim sokakta in
den biliyor?" diye yanıtlar. Anlaşılıyor ki, Garrick'in kulübe yakla
1
·
miş tahta kalaslardan yapıldıkları için en fazla birkaç yıl dayanıyor-
)
. :ırdı. Gündüz bile kentin en gözde semtlerinde korkunç cinayetler
1
işleniyordu; resmi polis henüz ilkel düzeydeydi.
Şehre yeni bir düzenleme gerekliydi. Bu, yaya yürüyüşlerini ve
atlı arabaların hareketlerini kolaylaştırmak amacıyla tasarlanan ka muya açık parktı. l 730'larda büyük bir ciddiyetle, yeni parkların inşasına ve bakımsız alanların parklara ve gezinti yerlerine dönüş türülmesine başlandı. Yüzyılın ortalarındaki St. James Parkı başta olmak üzere, park
ta yürüyüş yapmak ya da arabayla gezinmek çok sayıda Londralı
için günlük bir alışkanlık olmuştu:
toplumsallaşmanın yaşandığı bu çağda, kulüplerin sınırlamaları kı
Yabancı ziyaretçiler Londra parklarınd:.ı..... İngilizlcrin "özel dchası"na ait bir şey görüyorlardı: Gariptir ama, hoşgörüyle kar�ılanan farklı sınıftan in sanların bir arada ''gezinti" tutkularını.
Kulübü üyelerine 1773'te yaptığı bir uyarı ile bunu çok iyi dile ge
Parkta kitle halinde yürüyüşler yapmak giderek daha önceleri kah
ve "Kulübü genişletmek olunılu bir çeşitlilik getirecektir, çünkü
geldi. Ancak süreç içinde konuşma biçimleri değişmişti."
kulüplerin neden zor bir dönem geçirdiğini açıklamaktadır. Yoğun sa zamanda sıkıcı olmaya başladı. Oliver Goldsmith, Turk's Head tirmişti. Kulüp üyelerinin yirmiye çıkarılması gerektiğini savurırnuş
.
vehanelerin sağladığı, sınıflar arasında sosyalleşmenin aracı haline
Leopold Mozart'ın St. James Parkı'nda ajlesiyle yaptığı bir ' zintiyi anlatan ilginç bir mektubu var:
Knıl ve Kraliçe arabı.tlarıyla geldiler ve hepimiz çok farklı giyinmiş olma�' rnıza karşın bizleri tanıdılar ve selamladılar; Kral özellikle camı açarak b��1 şını dışarı uzatıp gülümsedi. başı ve elleriyle bizi selamladı; özelJikle'dC üsladımız Wolfgang'ı.
{
Gözler önünde geçen bu karşılaşmanın özelliği, kişilerin birbiriy iletişim kurdukları sürenin yalnızca bir an olmasıydı: Kral kemı0'.
cıya ve onun dilhi oğluna jest yapmıştı. Saatlerce oturup sıcak kah�, velerini yudumlayarak çene çalmamışlardı. (Tabii ki krallar böyte
yapmayacaklardı, ama 1700'lerde dükler bile bunu yapmazdı.) Tıp�·
kı kahvehanelerdeki kenqiliğinden sohbetler gibi; St. J ames pa:ı;? kı'ndaki yürüyüşler kendiliğinden temaslardı, yalnızca artık kendi'.' Jiğindenlik anlık bir mesele haline gelmişti." .
Parisliler Tuileries' i İngilizlerin St. James Parkı 'nı kullandıkları (i!
gibi kullanıyorlardı, ama iki değişiklikle. O zamanlar gemilerin vı' '
zır vızır işlediği Seine Nehri kıyısında dizilmiş bahçelere St. Ja� mes' in kır havası verilemememişti, çünkü manzaraya sık sık yük
·
gemileri giriyordu; aynca Tuileries bir suç mekanı haline gelmişti.
,Her ikisinde de ortak olan, ilk kez kamusal ortamda sessizlik ilke sinin filizlenmesiydi. Artık saatlerce oturup konuşmak yoktu, yal
pızca bir gezintideydiniz ve her şeyi, herkesi geride bırakıp yürür- · �ünüz.74
Gerek Londra gerekse Paris'te, parkta veya sokakta karşılaşan ·
yabancılar çekinmeden birbirleriyle konuşabiliyorlardı. 1740'larda, hangi sınıftan olursa olsun erkeklerin zevkleri arasında, t.anımadık
lan bir kadına onunla konuşmak istediklerini göstermek için panto
min1deki gibi şapkalarını yana devirmek vardı. Kadın arzu ederse
vanıtlayabilirdi. Fakat bu sokak alışverişleri hiçbir şekilde erkeğin rndının ve ailesinin kapısını çalma hakkı olduğu anlamına gelmez
li; aynı şey yabancı erkekler arasındaki ilişkilerde de geçerliydi. >okakta olan, evde olandan farklı bir boyuttaydı. Madam de Sevig
ıe'in zamanında ise aksine, tek başına tanışma bile kişiye ötekini m azından bir kez ziyaret etme hakkı vermekteydi. Başka bir ko
:ulda terslense bile girişim bir iyi hal ihlali sayılmazdı. Kuşkusuz, . 8. yüzyıl konuşma kodları orta ve yukarı tabakalara aittir, ancak ev
bu konuşma kodlaişleriyle uğraşan hizmetkfirlar kesimi içinde de . . ·' ın taklit edildiğini öne sürebilecek kanıtlarımız var şimdi enliği liğind kendi ; . ıs. yüzyıl tiyatrosundaki konuşmanın n bır düzgü ve tam da .bir. anlam kazanıyor. Seyirci tiyatroda, dışarı liyor edebi a ifade ' biçimde yaşayamadığı konularda kendini açı�? . Turk.s Head Ku bırısı ngı herha lerde, . du.Tiyatronun dışında, 1750' die"deki yabancı lübü'ndeki arkadaşlarına ya da "Cafe de la Come ama St. James Par lara duygularını aynı yoğunlukta gösterebilirdi, zdı. . . . ·ki'nda yürüyüş yaparken bu kesinlikle olama .. ıtıbır şoyle a burad ı rmen eleşn yat . .. · · Belli bir okula dahil bir edebi 123 . b'ır 1 se k e goren . ı dak' 1 ar o tıyatr abilir: "Konuşmadan, bu · .razda bulun ış sesöz ediyorsunuz. İleri düzeyde bir üslup edinm . işfü'etmiş gibi bır hangı z, ama he '. yircinin kendiliğindenliğinden söz ediyorsunu . .. ıye gunluk yaşamsanatta kuralların ve 'yapıntı'nın [artifice] seyırc ilme imkanı v�rdi da öyle kolay hissedemeyeceği duygulan tadab . rsunuz, ıkı şe edıyo tasvir royu Tiyat iz? misin değil da farkın ğinin . ma, ınsanlar bırbırle hirdeki ! 750' lerin tiyatrosunu değil." Bu tartış en simgeler değil, işaretriyle göreneksel çerçevede ilişkilere girerk ler söz konusudur düşüncesine bağlanır. sini tarihsel koşulların . Bu itiraz zekice olsa da dil ve inanç ilişki lar bir işarete inan dışında ele alması açısından sorunludur. İnsan ıp çağırmamaktadır dıkları her durumda bunu göstermek için bağır nışları ile sanat ..karşı lar: Comedie Française'deki 18. yüzyıl davra cisinin davranışları seyir o sında sessiz sakin oturan modern tiyatr ılık sokaktaki konuşma ve arasında dünya kadar fark vardır. Bu farkl . Bir iş etin yaşama giyim kuşam kuralları için de söz konusudur ":': . onun ne tu den bır ışa� geçirilme tarzı (şamatalı ya da sessızce, vs.) n üzennde yogunla�.an ız ta"nı "nok bir Belli ler. belir unu olduğ ret çok bir konuşma_nın sonunda . leyici, tabii ki bir oyunun ya da daha bır ışaret dilını yaşaı:ıaktaalkışlayan seyircininkinden farklı türde dır.
., •
C. KİŞİDIŞI ALAN DUYGU YÜKLÜDÜR
Kamusal alan yalıuzca belli bir hissetme tarzı olsaydı, kamu ko
"Kamusal" davranış denince akla öncelikle, benlikten, benliğin
nusundaki her analizin burada sonlanması gerekirdi, çünkü bu gör
.
doğrudan tarihinden, şartlarından ve ihtiyaçlarından belli bir uzak- •: lıkta gerçekleştirilen eylem gelir. İkinci olarak bu eylem, farklılık ·
sel ve sözel ilkeler kamusal alan içinde hissetme araçlarıdır. Gelge lelirn, kamusal alan aynı zamanda bir coğrafyadır; başka bir alanla, yani özel alanla bağlantısı içinde var olmaktadır. Kamusallık top
tecrübesi ile ilgilidir. Bu tanımlama zaman ve mekanla bağlı değil dir, çünkü ilkesel olarak avcı-toplayıcı bir kabileye ya da bir Orta çağ Hint şehrine uyabilir. Fakat tarihsel olarak "kamusal"ın modem ..
anlamı bu iki inanç koduyla -manken olarak beden ve işaret olarak
konuşma- aynı zamanda oluşmuştur. Bu inanç kodlarının her biri
124 kamusal bir olgunun standardına uyduğu için söz konusu kaynaşma
tesadüf değildir.
Bedenin giysiler için bir manken olarak görülmesi bilinçli bir kamusal giyim tarzıydı. Bedene ve ihtiyaçlarına cevap veren, rahat lık sağlayan giysiler yalnızca ev ortamı için uygun bulunuyordu.
Manken olarak beden çeşitlilik sınavından iki anlamda geçmişti; bu
giyim ilkesi sokaktan sahneye hemen hiç değişmeksizin aktarıldı ve
sokakta sanki bir oyuncak bebekle oynarcasına elbiselerle oynama ve onları sergileme, sokağın çeşitliliğini örgütleme ve ona bir düzen getirme aracıydı. İşaret Olarak konuşma da kamusal olgu standartlarına uymuştu. Bu konuşma benlikle arasında mesafe olan bir etkinlikti; sokakta genellemeler üzerine genel bir dildi; tiyatrodaysa kişisel arzu ya da heyecana. göre değil, yalnızca yerinde ve kabul edilen zamanda duygulanılırdı. Bu anlamda konuşma, giysiler gibi çeşitlilik bakı mından iki aşamalı bir sınavdan geçmiş oldu; ilke, hem sokak ile sahne arasında hem de sokaktaki çeşitli yabancılar arasında köprü kurdu. Bu iki inandırıcılık ilkesi, aynı ereklere hizmet ettiyse de bunu birbirine zıt yollarla gerçekleştirmiştir. Görsel ilke bedenin keyfi
�
olar k mevki ve fantezi terimleriyle tanınmasını içerirken, sözel ilke yıne keyfi olarak mevkiye ilişkin belirtilerin inkarını içeriyordu. Bununla birlikte, her iki ilkenin de ortak yanı, göreneğin ardında, göreneğin gönderme yaptığı, "gerçek" anlam olan bir içsel gerçeain
;
gizlendiği görüşünün ya da simgenin reddidir. Bu nedenle, ge ek görsel gerekse sözel ilke "kamusal" ifadenin bir tanımını pekiştirir ler ki bu tanım anti-simgeseldir.
lumdaki çok geniş bir dengenin bir parçasıdır. Ayrıca politik dav
··•
ranışlar, haklar kavramı, ailenin düzenlenmesi ve devletin sınırları
:.'·gibi daha geniş bir .bütünün bir parçası olarak taşıdığı anlamlar var
•
. dır. Şimdiye dek insanların kamusal alanda hangi araçlarla hisleri
· . ..
hi ifade ettikleri üzerinde yoğunlaştığımız için bu anlamlara gire-
. \: medik. ünümüzdeki bölümde bu geniş coğrafya sorununa, etrafın.
·•
da 18. yüzyıl toplumunun örgütlendiği kamusal ve özel olanı ayıran sınıra bakacağız.
12
v
leiı.mekteydi. Toplum bir moleküldü; bir yanıyla kişisel ortamlara,
K am u s al v e özel
aile ve arkadaşlara özellikle ve bilinçli olarak mesafeli bir ifadeden, bir yanıyla da sözcüğün bugünkü anlamıyla "kişidışı" olan kendi ni-ifadeden oluşuyordu. Bu garip, benliğe ait doğal alan nosyonunu anlamamız gerekiyor, çünkü günümüzde hii.la kaynağını ondan alan insan hakları nosyonuna inanıyoruz. Modem insan hakları nosyonu, doğa ve kültür arasındaki bir karşıtlıktan türemektedir. Bir toplumun adet ve töreleri ne olursa ol sun, her insan, bu kültürel düzenlemeler içindeki yeri ne denli aşa
!!'.
ğıda ve dezavantajlı olursa olsun belli temel haklara sahiptir. Han-
<- gi haklardır bunlar? Kökleri 1 8 . yüzyıla uzanan iki beylik formülü-
müz var: Yaşam hakkı, özgürlük ve mutluluk arayışı; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. Bunlardan yaşamı, özgürlüğü ya da eşitliği ir
delemek, mutluluk arayışı ve kardeşliği irdelemekten daha kolay; çünkü ikinciler, eş düzeyde temel haklar olmaktan çok birinci grup takilerin elde edilmesine bağlı görünüyorlar. Onları diğerlerine eşit ağırlıkta görmeyişimizin nedeni, 18. yüzyılda gelişen ve onlara temel olan varsayımı yitirmiş olmamızdır. Şöyle ki, psişenin doğal bir itibarı vardı; psişik gereksinimlerin bu bütünlüğü aynı zaman da, doğa ve kültür arasında kurulan bir karşıtlıktan da geliyordu. Kişinin duyguları incitilir, aşağılanır ve utandırılırsa, bu ona ait mülkiyete elkoyulması ya da keyfi olarak hapse atılması gibi kişi nin doğal haklarının çiğnenmesi demektir. Kişi böyle bir aşağılan maya maruz kaldığında bu duruma neden olan toplumsal şartları Kamusal yaşamın maddi motivasyonları v e duygusal ifade araçları, modern gözlemci için kamusalın karşıtı olan özel olana ilişkin bel li nitelikleri akla getirir. Benliğe daha yakın olan bu aile ve arkadaş lar alanında, insanların daha çok özgün yanlarını, ayrı kişiliklerini
ve bireyselliklerini ifade etmekle ilgileneceklerini düşünm ek akla uygun düşer. Ne var ki bu akla uygun beklenti, bir çarpıtma dır; 1 8 . yüzyılı, geçen yüzyılda biçimlenen özel yaşam açısından ele al maktır bu. 1 9 . yüzyıl öncesinde, benliğe yakın olan alan biricik ya
da ayrı kişiliğin ifade edildiği bir alan olarak düşünülmüyordu. Özel olan ile bireyin evliliği henüz gerçekleşmemişti. Bireyse l du yuma has özellikler henüz toplumsal bir biçim kazanmanuştı; çün kü, benliğe yakın alan doğal, evrensel insan "sempati"siyle düzen-
değiştirerek yarasını sarma hakkına sahiptir. Bu psişik bütünlüğün bir formülü mutluluk arayışı, öteki formülü de kardeşlikti. Bu psi şik haklara sahip olan birey değil doğal insandı. Tüm insanların mutluluğu ve kardeşliği isteme hakkı vardı, çünkü doğal olan kişi dışı ve birey dışıydı. İnsanların mutlu olma hakkına sahip oldukları nosyonu. modem, Batılı bir fikirdir. Çok yoksul, katı hiyerarşiye tabi olan ya da .din sel inançların güçlü olduğu toplumlarda psişik tatmin kendi içinde bir amaç olarak çok anlamlı değildir. Kültür karşısında doğanın bu kendine hak iddiası 1 8. yüzyılda, özellikle İngiltere, Fransa, Kuzey İtalya ve Kuzeydoğu Amerika' da biçimlenmeye başlamıştır. Her karmaşık tarihsel gelişimde olduğu gibi bu iddia da gelişkin lıaliy le doğmamıştı. Atalarımız, mutluluk arayışına somut bir toplumsal
12 7
biçim vermek için, bir şekilde bu karşıtlığı ifade edebilecek imge ve
lan doğayı bir tanrı, biricik maddi ifadesi aile içindeki sevgi olan
aşkın bir fenomen olarak gönnekle birlikte, buna dayanarak doğa yı kusursuz kabul edip ilahlaştırmıyorlardı. Frank Manuel'in coş ,
deneyimleri bulma mücadelesi verdiler. Buldukları bir yol kamusal ve özel arasında ayrım yapmaktı. Büyük kentlerin coğrafyası yurt-,
kulu deyimiyle Aydınlanma, tanrılarıyla "saygıya dayalı fakat asla kölece o!ınayan" bir ilişki içindeydi. Ortaçağ boş inançlarının aksi ne doğa insanı çaresizliğinden kurtarıp kendi gücüne umutla bağ
taşlarına, doğa ve kültür üzerine düşünmenin bir yolu olarak doğal olanı özel olanla, kültürü de kamusal ile özdeşleştirerek hizmet et
ti. Bu yurttaşlar belirli psişik oluşumları göreneksel düzenlemeler- ,
lanmasını sağladı. Özel/doğa ve kamusal/kültür karşıtlığı içinde ele , alındığında bu tavır, iki alan arasındaki ilişkilerin mutlak düşman
le asla bozulamaz ve parçalanamaz, kamusal terimlerle ifade edile- , mez, aşkın ve yarı dinsel fenomenler olarak yorumlayarak, kendic , , !erine bir yol belirlediler. Elbette tek yol değildi bu, fakat doğal 1 28
hakların belli bir toplumun tanıdığı sınırlı hakları aştığı, somut bir , yoldu.
, Doğa ve kültür arasındaki bu karşıtlık özel kamusal karşıtlığı ,
lık o!ınaktan çok bir denetimler ve dengeler sorunu olduğu anlamı
na geliyordu. Özel alan kamusal alanı, göreneksel ve keyfi ifade '; kodlarının bir bütün olarak kişinin gerçeklik anlayışını ne ölçüde etkilediğinden yola çıkarak denetliyordu. Bu sınırların ötesinde, ki şinin bir yaşamı, kendini ifade etıne biçimi ve hiçbir göreneğin buy-
yoluyla somut hale geldikçe, aile de giderek doğal bir fenomen ola- , rak görülüyordu. Aile, sokak ya da tiyatro gibi bir kuruluş değil, , ,
,, ruk!a yok edemeyeceği bir dizi hakları vardı. Fakat, kamusal alan ' da özel, alan karşısında düzeltici konumundaydı; doğal insan bir , lıayvandı; bu yüzden kamusal alan, yalnız aile sevgisi kodlarına
"doğanın kucağıydı". Buradaki düşünceye göre, doğal ve özel olan. • eğer birse her insanın girdiği aile ilişkileri onun doğa ile ilişkisi ola- ' caktır. Doğanın düzeni ancak en uyumlu zihinler tarafından tanım
bağlı bir yaşamın ürettiği doğaya has bir eksikliği düze!tınekteydi:
lanabilir olsa gerekti, ama bu aşkın fenomen daha genel bir anlam
Bu eksiklik yabanı!lıktı. Kültürün kusuru adaletsizlikse, doğanın
da tartışmalıydı. Çünkü aile içindeki duygusal ilişkileri tartışmak aslında doğaya ilişkin sorunları tartışmaktı. İşte bü yüzden aile içindeki psişik etkileşimler bugün bizim ki-
kusuru da kabalıktı.
İki alandan söz edilirken, onların molekiiller olarak düşünülme
,'
şidışı ya' da soyut diyeceğimiz biçimlerde ele alınıyordu. 1 8 . yüz
yılda psikoloji, belirli organların ne miktarda bedensel sıvı ürettiği ne bağlı olarak, karakterin her dört durumdan ya da bazı yorumlar- , da yedi durumdan birinde açığa çıktığı Rönesans'taki bedensel ',
si gereğinin nedeni budur. Bu alanlar atbaşı giden farklı toplumsal
ortamların ürünü, birbirini düzeltici işlevi olan insani ifade tarzla , nydı. , İkinci uyarı dil sorunudur. Kamusal alan nasıl ki evrimleşen, za ,'
"özsu" nosyonunu yerinden ediyordu. Yeni nosyon, bedenin işlev sel süreçlerinden çok insan türünün işlevsel birliği ile belirlenen do ğal "sempatiydi". Psikoloji, fizyolojiye değil, farklı türsel davranış ların sınıflandırılması anlamına gelen doğal taksonomiye dayanı yordu. Bu sempati tüm insanlara mahsustu ve en açık şekilde doğa nın kucağında, ailede görüRi,iyordu; adı üstünde, toplumsal konum ları ne olursa olsun, insanlar doğal bir merhamet duygusunu, öteki- , !erin gereksinimlerine karşı doğal bir duyarlılığı paylaşmaktaydı. İnsanların doğal haklarının olduğu da insan doğasının bu şekilde ta nımlanmasının mantıklı bir sonucuydu.
Bu özel, doğal dünyayı inceleyebilmek için iki uyarıda bulun
mak durumundayız: İlki, bu soruna duyarlı Aydınlanma Çağı insan-
man içinde biçimlenen bir fenomen idiyse, özel alan da öyleydi. Ai
, le adım adım özel bir kurum olarak kabul edildi. Ailenin, dolayısıy •
la da sokağa alternatif olan sosyal bir ortamın keşfedilmesi, yavaş
seyreden başka bir içsel buluşa bağlıydı: Bu buluş, insan yaşamının
, ancak bir aile ortamında gelişebilen çok özel, doğal bir evresi olan
çocukluktu. Kamusal ve özel alanlardan sabit durumlar olarak söz
, etmek kolayımıza geliyor. Gerçek"te bu ikisi karmaşık evrimsel zin cirlerdi.
�J
ilgisini çekiyordu. Aynı şekilde oyuncak askerler de. Oyunların, be
A. K A MUSAL İFADENİN S!NlRLARl VARDIR
beklerin ve oyuncakların böylesine paylaşılmasının en açık nedeni
Somut düzeyde görsel ve geçiş sürecinde sözel kamusal ifadenin
yaşamda farklı yaşta insanlar arasındaki keskin ayırımcılığın henüz
nasıl sınırlandığını gördük. Ev kıyafeti bedenin ihtiyaçlarına, rahat
olmamasıydı. Philippe Aries'in deyimiyle, çocuk, çok erken yaştan
lığına ve hareketlerine yanıt veriyordu. Kamu içindeki giyim tarzı
! !•
ise bu ihtiyaçlardan bağımsız oluşturulmuştu. Evde ve kamu içinde
konuşma özünde birbirine benzerdi, ama özel alan kişinin kiminle
konuştuğunu denetleyebildiği yerdi; örneğin özel kulüplerin üyele-
ri, katıldıkları topluluklardan, "aile ortamının benzeri" diye söz et30 �
mekteydiler.
aiderek çok özel bir yeri olan varlıkları --çocukları- baAilenin D . .
itibaren "neredeyse yetişkin" olduğundan eğlenme tarzlarında da
çocuklara has bir şey olamazdı. 17. yüzyıl sonlarında ve 18. yüzyıl
başlarında çocukluk ve erişkinlik arasında daha önce görülmedik
keskin sınırlarla belli türde oyunlar çocuklara ayrılırken, belli tür dekiler de yasaklanıyordu.
:(
'
1 8. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, otoriteler şans oyunlarının
, '
ancak dünyadaki sınırsız kötülüklerin bilincinde olanlara uygun L'.L
rındıran doğal bir yapı olarak algılanması kamusal ıfadeye daha
olabileceğine inandıkları için bu oyunlar çocuklara yasaklanmıştı.
kapsamlı sınırlar getirdi. İnsanların iki yüzyıl önce çocukluğu keş fettiklerini anlamamızı Philippe Aries'in Çocukluğun Tarihi adlı
bütün Fransa'da müsabaka yapmaları yasaklarımıştı, çünkü bu
içinde değişmeden kalan biyolojik bir biçim yerine, tarihsel bir bi
bunlarla başa çıkamayacak kadar naif oldukları düşünülmekteydi."
1752'de okulların açık olduğu sürede tenis ve bilardo ustalarının
yapıtına borçluyuz. Kitap, bütünüyle yeni bir alan açıyordu: tarih
oyunlar sırasında büyük bahislere tutuşuluyordu. Çocukların bütün
çim olarak ailenin incelerunesi. Buluşları David Hunt ve John De
1 8 . yüzyıl boyunca, daha önceki iki yüzyılda da olduğu gibi, ço
mos tarafından genişletilip geliştirilen Aries, 1 8 . yüzyıl ortasında
cuklmfa yetişkinler şarkı söyleme ve müzik faaliyetlerine hep bir
yetişkinlerin kendilerini çocuklarından temelde farklı yaratıklar
likte katılıyorlardı. Ancak 1 8 . yüzyılın ilk döneminde yetişkinler
olarak görmeye başladıklarını ortaya koyuyordu. Çocuk artık kü
gruplar içinde yüksek sesle okumayı yersiz ve çocuksu bulmaya
çük bir erişkin olarak görülmüyordu. Çocukluk, özel ve nazik bir
başladılar. Bunun yerine, sessiz okunması koşuluyla, basılı haldeki
aşama olarak algılanırken yetişkinlik zıt bir anlamda tanımlanıyor
halk hikayeleri bile aruk yetişkinlerin olmuştu. Sessiz okundukları
du. Ari es' in yararlandığı kanıtlar çoğunlukla orta ve yukarı kesim
için, bu masallar küçükler için uygunsuz görülmekteydi. Yetişkin
lerden kentli insanlara ait aile kayıtlarıydı. Bunun bir nedeni vardı
için konuşma, kamu içinde, bizzat kendi sözcüklerini kullanma me
tabii; yaşam aşamalarının bu şekilde eklemlenmesi bu insanların
selesiydi.'"
kamusal yaşamın sınırlarını tanımlamasına hizmet ediyordu. Koz
Kozmopoliten davranışın yalnız yetişkinlere uygun görülmesi
mopolit merkezlerde yerleşik erişkin insanlar, karmaşıklığı, girdiği
bir yanıyla, oyun nosyonlarının bu değişimi yüzündendi. Çocuk ne
kılıkları ve hepsinden önce, yabancılarla girilen rutin ilişkileriyle
-mevkisini tam olarak gösterebilir ne de bedeninin imgeleriyle oy
kamusal yaşamı yalnızca erişkinlerin dayanabileceği ve hoşlanabi
nayabilirdi. Gerçekten de, zengin aristokrat giyimli, m�vkilerine
leceği bir yaşam olarak görmeye başladılar.
uygun giyimli çoculdarı konu alan 17. yüzyıl sonlarının'tabloları,
Kamusal yaşamın erişkinlerle sınırlanmasının ilginç bir başlan
hatta 18. yüzyıl İspanyol tabloları, 1750'lerin Londra ve Paris'inde
gıcı vardı; bu, kısmen çocuklara ve erişkinlere has oyun tarzlarının
absürd bulunuyordu. Çocuklar çocuklara yakışan ve onları yetiş
adım adım ayrılmasından doğmuştu. 17. yüzyılın son dönemlerine kadar çocukları ve yetişkinleri eğ lendiren oyunlar arasında pek fark yoktu, yani çocuklara ait, yetişkinlerin kendi ilgi alanları dışında gördükleri oyunlar çok azdı. Zengin kostümlerle giydirilmiş oyuncak bebekler her yaşta insanın
kinlerden tamamen ayrı bir kitle olarak yansıtan giysiler �iymeliydiler. ·
;
ı·
Benzer şekilde tiyatroda da, şayet büyükleriyle gelmeferine izin '
verilmişse çocuklardan beklenen, varlıklarını belli etmeyeçek kadar sessiz olmalarıydı. 17. yüzyıl sonlarının tiyatro seyircisi·çocuklar
ce aile duygusunun ne denli zayıf olduğunu ele vermektedir. Gibl ban, ilgisiz ebeveynin eline kalmış olduğundan söz eder (hakikaten
üzerine elimizde herhangi bir çalışma yoktur, ancak Congreve ve Wycherley oyunlarında çocuklar seyirci olarak bulunmuştu ve on
bir teyzesi tarafından kurtarılmıştır); Talleyrand ise anne babasıyla aynı evde hiç yatmamıştır. Toplum merdiveninden yukarı çıktıkça
lara erişkin bir seyirci gözüyle bakılıyordu; izledikleri oyunlar göz önünde tutulacak olursa, erişkinlerle eşit bir konumda olmaları da
bir çocuğa doğrudan verilen ana baba ilgisi ve şefkatinin, bayağılı ğın bir göstergesi sayıldığı görülür. Hem Paris hem de Londra'da,
ha da ilginçtir. Çocukların konaklama yerleri olarak hizmet veren publara ve
hanlara girmelerine kesin bir yasak koyulmasa da kafeler, kulüpler
orta ve yukarı orta sınıflarda çocuklar dadının elinden doğruca ko leje, yani 7-12 yaş arasındakilere bakan (bakım, sürekli fiziksel ce
ve gruplar elbette yetişkinlere aitti. Addison ve Steele' in kimi anla karıştıkl;rrında alaya alınıp azarlanırlardı. Kulüpler ise çocukların
zalandırma şeklinde yorumlanıyordu) bir kuruluşa geçerlerdi. 18. yüzyıl ortalarının önde gelen pediatristleri James Nelson ve George
kabul edilebileceği mekanlar değildi. 18. yüzyıl ortalarının Paris ta
Armstrong, okurlarım "çocuklarına karşı yadırgatıcı ilırnalleri ve il-
vernalar! çocuklar için tehlikeli yerlerdi, çünkü ellerine bir şişe iç
gisizlikleri" yüzünden azarlıyorlardı. Yani Swift'in çağcıllarının
tılarındaı;ı anladığımıza göre, çocuklar kahvehane konuşmalarına IJZ
Mütevazı Bir Öneri 'yi okurken hissettiklerinin küçük bir şoktan
ki geçebilirdi. Bu, ahlaki açıdan değil fiziksel sağlık açısından teh
daha fazlası olduğuna şüphe yok.77
likeli görülüyordu.
Bunlara karşın, çocuklara yönelik insani olmayan yaklaşımlar üzerine tartışmalar böyle yaklaşımların olup olmadığı noktasında düğümlenir. Çocukların benzer şekilde ihmali Batı Avrupa'da da
Çocukluğun özel konumuna duyulan ilginin giderek artması ka- , musal ifadeye işte bu şekilde belirli sınırlar getirmiştir. Bu sınırla
rın toplumda kamusal alanın erişkinlerin oyun alanı olduğunu ya da
erişkinlerin bu alan dışında oynayamayacaklarını gösterdikleri söy-
'
yüzyıllarca sürmüştü. 18. yüzyıl ortasında pek çok insan için ken
·
lenebilir. 1750'de bir baba oğlunun oyuncak bebeğini giydirmekten
dileriyle ilgili bir tartışmanın sürmesi sıkıntı verici olmaya başla-
utanmakla beraber, sokağa çıkmak için giyinirken kendisi de aynı
, mıştı. Çocukların insanın elini kolunu bağladığını düşünmekten
biçimde oynamaktaydı.
Çocuk kamuya ait değilse, aileye ait olmasını sağlayan koşullar ·
nelerdir? Aile, çocuk için kamusal yaşamın yapamayacağı neyi ya-
' , kaynaklanan sıkıntı da, tıpkı reforrnistlerin bu düşünceyi taşıyan in sanların davranışlarından duydukları sıkıntı gibi, bizzat çocukluk denen özel bir evre fikrinin gelişmesinden doğmuştu. Artık, bede-
·
· nin faaliyeti sonucu özel ve bağımlı bir insan türünün doğduğu gö
pabiliyordu? İşte, bu sorulara yanıt aranırken insanlar aileyi "doğa
rülüyordu. Ona karşı duyulan korku, duygudaşlık ve şaşkınlık gibi
nın kucağı" olarak görmeye ve yeni ifade ilkelerini keşfetmeye baş-. , ]adılar.
bu bağımlılık vurgusu da yeni bir şeydi. Politik felsefede "doğa durumu" düşüncesinin kökleri Ortaçağa , kadar uzanır. Çocuğun savunmasızlığının giderek daha iyi algı
B. DOÔAL İFADE KAMUSAL ALANIN DIŞINDADIR Çocukluğun birbirini izleyen aşamalarını ve aile içindeki doğal ifa- ' deye duyulan inancı anlayabilmek için, işe söz konusu döneme aiti: aykırı olguları ele alarak başlamak gerekir. Turgot'nun "İnsan ço� cuklarından utanç duyar" ya da Vandermonde'in İnsan
Türünü Mü-, kemmelfeşıirme Araçları Üzerine Deneme adlı yazısında, "Çocuk- , !arım sevdiğini düşünen birinin yüzü kızarır" sözleri, iki yüzyıl ön-.
lanması 18. yüzyıl başında doğa durumunun ne olduğuna ilişkin da
lı� somut, deneye dayalı bir arılayış doğurdu. Bu bir hipotez değil,
' • insan yaşamının gerçeğiydi.
, Çocuk bağımlılığının farkına varılması korunma hakları anlayı
jını getirdi. •
Bu hem Fransa'da hem de İngiltere'de 1750'lerde ve
J760'1arda sütarmeliği düzenleyen ve kolejlerdeki kötü muameleyi engelleyen yasalarla yaşama geçti. Çocuğun korunması gereği şöy
· : le açıklanıyordu: Doğada savunmasız her kişi, doğum, yaşam şart ;.Jarı ve ebeveyninin eğilimleri gibi rastlantısal durumlara bakılmak-
Jj
sızın bakım ve rahat etme hakkına sahiptir. Böylelikle aile ilişkile ri mercek altına yatırılıyordu. Doğal olgunlaşmanın aşamaları önemsendikçe, aile içindeki her insanın da önemi artıyordu. İşte,
"yaşam hakkı"nın iki yüzyıl önceki arılamı buydu; salt var olınanın
ötesinde, değer verilme ve sevilme hakkıydı bu. Çocuğu toplumun
diğer kişilerinden farklı kılan güçsüzlüğü ve savunmasızlığı onun ihmal edilmesi için gerekçe olamazdı. Doğal zayıflığı ona, bu za yıflığından yararlanabilecek ve çocuğu "hesaba katmayabilecek"
ana babadan başlamak üzere, toplum karşısında haklar sağlıyordu.. Aydınlanma'nın doğa düzeni ahliiki yükümlülükler getiren bir
1- düzendi. Doğa ile bakımın keşfi, bakım ihtiyacı ve bakım hakkı bir birinden ayrılmazdı. Bakım hakkı konusundaki tartışmada çocuğun
tarafında yer alanlar için sonuçta bakım tanımı iki yönlüydü: Bun
lardan birinde, çocukta iyi bir mizaç geliştirmek üzere hoşgörülü
bir disiplin savunuluyordu. Mary Wollstonecraft şöyle yazar:
Mutlu olmak için buşkalarına bağımlı olunan (ve bağımlılık düşüncesinin oluştuğu) tek dönem çocukluk yıllarıdır. Gereksiz kısıtlamalarla bu yılla rın zehir edilmesi acımasızlıktır. Şefkat kazanabilmek için şefkat gösteril melidir. .
rünüşleri inandırıcı kılan ifadeye taban tabana zıttı. Sempati teorisi halen bilimsel olarak ele alınmamıştır, çünkü psikologlar psişe üzerine "ilk" ya da "bilim öncesi" teorileri özgün olınayan, eskimiş teoriler olarak görme eğilimindedirler. Dide
rot'nun Encyclopedie için topladığı ve Beccaria'nın da Suçlar ve
Cezalar Hakkında için kaynak sağlayan çeşitli doğal karakter tas
virlerinin en azından iki ortak özelliği olduğu söylenebilir. Doğal sempatiler birtakım "istekler"i kapsamaktadır ki bu istekler bunları hisseden kişinin gerçek ihtiyaçlarından ağır basmazlar; buna karşılık insanların istekleri "ölçülü" olduğu sürece, verimli olına, bakım, ..
man'in deyimiyle, "türe özgü olup, bireyin keyfine bağlı olmayan isteklerdir. "7''
Bu satırlardan çıkan ilk şey, doğal davranış içinde olan kişinin
yalın davrandığına inanmanın mantıklı sayılmasıdır. Doğanın düze
ni karmaşıktı, hem öylesine karmaşık ki, verili herhangi bir olgu ya da toplumsal durum onu bütünüyle ifade edemezdi. Buna karşın, doğanın birey üzerindeki etkisi, onda basit, karmaşık ol.mayan de neyimlere yönelik bir beğeni uyandırmaktı. Ev içinde, doğal duy
Diğer görüşe göre ise çocuğun yetiştirilmesinde anne ve babanın
gunun ifadesi anlamına gelen rahat, sade giysilere yönelik ilginin
lerinin bakımıyla ilgilenmelerini ve babaların da otoriteyi kolejlere
tıklı geliyor ki, kültürlerin çoğunda ailenin öneminin, tam da insan
tüm çelişik duygularına karşın, l 750'lerde toplumun orta tabaka
gulandığı kolayca unutuluyor. Yalınlığa duyulan inanç görenek dü
baların önemli bir bölümünü etkilemeye başlıyordu. Tabii, gerçek
nırlandırılan türden ihtiyaçları yani doğal istekleri ile dayranışların
her ikisi de rol almalıydı. Pediatrist Nelson kadınların kendi bebek bırakmamaları gerektiğini savunmaktaydı. Aslında, ebeveynliğin
sında her iki tarz da yaygınlaşıyor ve yukarı orta sınıf üyesi ana ba
aristokrat eğitim hfila iki alternatif ilkeye göre yürüyordu; katı di siplin ve ana babanın ortalıkta görünmemesi.'"
Ailenin yerine getirebileceği özel görev, yani aciz olanların ba
kımı görevi artık ailenin doğal işlevi olarak görülmeye başlamıştı.
artışını ele alalım. Geçmişe dönüp baktığımızda bu öylesine man ların evde oldukları zaman giyinip kuşanmayı arzu etmelyriyle vur şüncesini yersiz kıldı; çünkü sempatik bir ifade, anlamı,,kişinin sı ilişkisi bakımından alırken, kamusal alanda giyim ve konuşma, an lamı jestlere ve işaretin kendisine yerleştirir. İkincisi, tüm insanlar etkinliklerini aynı isteklere bağlı olarak ölçtükleri için, doğal sempatilerin bir kişiden ötekine farklılaşmadı
Bakım işi aileyi sosyal düzenlemelerden uzaklaştırdı. Nelson işte
ğına inanmak makul bir şeydi. Pratikte bu, kişinin doğal davranma
kiyet payına hiçbir gönderme yapmaksızın, ailenin işlevleri üzerine
de göstermediği anlamına geliyordu. Doğal arzuların hem yalınlığı
bu yüzden, evlat edinme, evlilik sözleşmeleri ve dullara düşen mül bir kitap yazabilınişti. Böylece bu
doğal işlev billurlaşırken aile
içindeki doğal ifadeye ilişkin görüşler de ortaya çıkıyordu. Doğal "sempati" olarak adlandırılan bu ifade tarzı, kamusal alanda dış gö-
1 !. 5
arkadaşlık gibi aynı şeyleri arzu ederler. Olçülü istekler,. Young- -
sı durumunda göze çarpmadığı ve kendini özel, benzersiz bir şekil nı hem de sıradışı olmayışlarını anlatan çok uygun bir 1 8 . yüzyıl deyimi vardı: tevazu.
Ailenin bakıp büyütme işlevinin doğal ifade sisteminde bir yeri
vardı. Aile ilişkilerinin ya övmek ya da yermek amacıyla "yabanıl"
olduğu ileri sürüldüğünde, bunun anlamı, aile halkası içinde, özel likle de çocukların bakımı sırasındaki duygusal taleplerin, yetişkin
lerin .aile dışındaki ortamlarda birbirlerine yönelttikleri taleplerden çok daha basit olmasıydı. Anne baba olmanın zorluklarını
takıntı
haline getirmiş bizimki gibi bir dönemin, çocuk büyütmenin diğer toplumsal sorunlardan daha az karmaşık bir şey olarak görülmesini
anlaması zordur. Ancak, anne baba olmanın psişik gereksinimleri o dönemde öylesine mütevazı şeyler olarak görülüyordu ki aile, eriş
kinlerin doğal yalınlıklannın kendisini ifade edeceği en uygun yer
136 haline gelmişti.
Burada, bireyin koşulları her ne olursa olsun, psişenin ve ifade
nin bir bütünlüğü ve onuru vardı. B u doğal psişenin bütürılüğünden
zamanla bir dizi doğal hak ortaya çıktı. Hapishaneler üzerine yaz dığı kitapta Beccaria tutuklunun insanca muamele görme konusun
da doğal haklara sahip olduğunu ileri sürüyordu; çünkü toplum
onun suçunu affedilemez olarak tanımlasa da, bir kez hapishaneye
giren kişi bir çocuk kadar bağımlı oluyordu ve bu nedenle de belli
ölçüde bir şefkati hak ediyordu; tamamen zayıf bırakıldığından te
mel bakım görmesi onun doğal hakkıydı. Bu, iyi yürekli yetkilile
rin bir ihsanı değildi. Gardiyanları onun kendileriyle benzer arzula
rı paylaşan, kendilerinden hiç de farklı bir varlık olmadığının farkı
na varmalıydılar. Toplumda işlediği bireysel suç ne olursa olsun, in
san deni_len bir hayvan olarak sahip olduğu kişidışı karakteri de
mutlaka .bir dürüstlük taşıyordu. Böylece, ortak bir doğanın tanın
ması ve 'doğal bağımlılık teorisi belli politik hakların psişik temeli
ni oluşturdu.
Bakıp büyütme ve doğal arzunun yalınlığı kavramlarından çıkan
doğal haklar, en geniş anlamda acının eşitsiz dağılımı üzerindeki sı
nırlamalardan ibaretti. Bir başka kitabımda, 1 8. yüzyılda insan onu ru düşüncesinin eşitlik kavramından nasıl koparıldığını ve doğal
onurun ancak öbür uçtaki karşıtına yani eşitsizliğe, hem de eşitsiz liğin özel bir türüne sınırlamalar getirdiğini göstermeye çalışmış
tım. Erken dönem modern Avrupa toplumundaki statülere ilişkin
görenekler insanları öylesine bölmüştü ki, aynı türe ait olduklarının bilincinde bile değillerdi. Kendi mevkiindekilere karşı merhametli
bir kadın olan Madam de Sevigne, vakit geçirmek için idarrıları iz-
ler ve o zavallı kurbanların can çekişmelerini "eğlendirici" bulurdu.
Zayıflara bakma yönünde doğal bir yükümlülük ve tüm insanlık
için geçerli olan psişik arzu kavramları, birtakım insanların başka larına reva görebileceği ezaya bir doğa sınırı koydu.M0
Madenıki genelde hiyerarşinin doğal sınırlan vardı, öyleyse hi
yerarşinin ritüelleri göreneklerden, icat edilen ve heınf"ıkir olunan şeylerden ibaretti. Bu davranışlar, hiyerarşi fikrinin kendisi gibi,
şeylerin düzeni içinde sabit ve mutlak olma gücünü yitirdiler. B u
düşünceden hareketle, bir sonraki mantıksal adım, doğal ifade ilke lerinin görenek nosyonuna getirdiği sınırlamaları görmektir. B u
adım atıldığında, özel doğal dünyanın kozmopoliten kamusal yaşa- .l
mm kendine has dünyasına karşı bir engel olarak işlev görebilece-
ği ilke olarak kabul edilmiş olur.
Kamusal yaşamın göğüsleyemeyecekleri gerekçesiyle çocuklara yasaklanmasında bu sınırlamanın işaretlerini görmüştük. Erişkinler arasında psişik sıkıntılara yönelik aynı sınırlama hem görsel hem de sözel davranışta geçerliydi. Kendi mevkiini aşan bir kıyafetle dola şan birisi aile fertleri tarafından ya da kendi evinde asla ayıplaııma ma!ıydı. Doğaıun kucağı sayılan bu alanlarda, kişinin öteki kişiye çektirebileceği acının bir sınırı vardı. Ev ortamında terslenmek bir
hakaret olurken, sokakta hakaret sayılmıyordu. Bunlar, çok daha
önemli bir meseleyle ilintili basit örneklerdir: Mutluluk arayışı, psi
şik bütünlük duygusuna ve "insan" olarak kendine ve başkasına
saygıya dayandığı için, kamusal görenekler dünyası bu arayışı za yıflatmamalıdır.
Buna karşılık kamusal dünya, gerçeğin eksiksiz bir tanımı ola
rak mutluluk ilkesine sınırlama getirmektedir. Doğanın toplumsal durumlara
in
esse aşkınlığı nedeniyle görenekler alanı doğayı de
ğiştirememesine karşın, kamusal kültür doğanın etkilerini uysallaş
tırma amacına hizmet ediyordu. Voltaire Rousseau'ya ürılü yanıtın da, insaıı denilen doğal hayvanın sahip olabileceği dört ayak üze rinde yürüme zevkini çok uzun zaman önce yitirmiş olduğunu söy lüyordu. Bu yanıt ertesi yıl bir İngiliz doktor tarafından yayunlanan hayli popüler bir bilimsel yapıtta yankısını bulmuştu. İngiliz doktor yapıtında, doğal insan toplumunu bir kümes dolusu mutlu, sevimli ördeğe benzetmişti: "Bakım ve sadelik tamam, fakat ne yazık ki
· . bireysel karaktere duyulan inanca bağlanması ile ilgili olarak, 18. · yüzyılda -bu sözler çok anlamlı- ilk "bireysel özgürlük şampiyon· 1anndan" biri olduğu düşünülen bir adamın deneyimini aktarmak
toplumsal zarafet neşeli vaklamalardan ibaret; doymuşlnktan gelen bir geğirme en asil söylem sayılıyor."
:istiyorum. Bu adamın öyküsü, ancien regime toplumunu sarsan da a sonraki kopuşun göstergesiydi. Bir "bireysel özgürlük şampiyo-
C. KAMUSAL VE ÖZEL, TOPL U M UN BİR MOLEKÜLÜ GİBİDİR Kamusal ve özel ifade tarzları birbiriyle çelişen şeyler olmakt çok birbirlerinin alternatifiydiler. Kamusal alanda toplumsal düze sorunu işaretlerin yaratılmasıyla çözülürken, özel alanda bakıp bÜ · !fl. yütme sorunu aşkın ilkelere bağlanarak, çözülmese bile çözülmeye . çalışıldı. Kamusal alanı yöneten itkiler istenç ve yapıntı, özel alafu ..
art
{
·
j
yönetenler ise kısıtlamalar ve yapıntının silinip gitınesiydi. Kamu sal alan insan yaratımıydı; özel alan ise insanlık durumuydu.
Bu dengeyi kuran kişidışılık dediğimiz şeydi; "bireysel karakter farkları" ne kamusal ne de özel alanda toplumsal bir ilke değildi. Bundan da ikinci bir yapı doğar: Kamusal görenekler üzerindeki
yegane sınırlamalar doğal sempatilere göre tahayyül edebilebilecek sınırlamalardı. Bugün, doğal hakların insan haklan olduğu klişesi bize şekilsiz olduğu kadar geniş ve genel olan bir şeyi düşündürt mektedir. Fakat doğal haklar günlük yaşamda ilk kez anlam kazan'
maya başladığında çok daha az genellik taşıyordu. Doğal düzenin ilkesi ölçülülüktü: Toplumdaki görenekler ancak aşırı sıkıntı ve acı'
ya neden olduklarında denetime konu oluyorlardı.
Öyleyse, toplumda bu doğal ölçülülük ilkesinin bağlamı dışın da bir hak anlayışı destek bulursa ne olacaktı? 18. yüzyılda insan
lar özgürlük nosyonu ile oynamaya başlayınca, bu bağlamın dışın da kalan bir fikrin deneylerine başladılar. Bir ilke ve toplumsal iliş kilerle örülmüş bir yapı olarak özgürlük ne görenek fikriyle ne de
doğal sempati fikriyle kavranabilirdi. Elbette, John Locke gibi ilk dönem toplumsal sözleşme teorisyenleri doğal özgürlük fıkrini or- . · taya atmıştı, ancak bu görüşün hayata geçmesi kolay değildi. Böy
le bir fikir olağan toplumsal yaşama sokulursa, kamusal ve özel alan molekülü parçalanabilirdi. Molekül parçalanmadı, çünkü bi reysel karakter toplumsal bir ilkeyi oluşturmak üzere kullanılmı
yordu. Ama özgürlük istemi bunu değiştirdi. Bu molekülün nasıl dağıldığı, dolayısıyla özgürlük isteminin toplumsal bir ilke olarak
'ıu" olarak kariyerinin çok kısa ömürlü olması nedeniyle doğa ve ""!tür molekülünü ne tek başına ne de uzun vadeli olarak başarıyla
irbirinden koparabilmişti, fakat onun deneyimi bu kopuşun bir ' gün gerçekleşebileceğinin ve süreç içinde özgürlüğün kendisinin nasıl çürüyüp bozulacağının, buna karşın kişiliğin, yeni tahakküm , koşullarında, toplumsal örgütlenmenin bir ilkesi olarak kalacağının ili habercisiydi.
D. MOLEKÜLÜN
PARÇALANIŞI
'! Clerkenwe!l' de zengin bir içki üreticisinin oğlu olan John Wilkes
. (1727-1797) yirmili yaşlarının ilk yıllarında tipik bir Londra zam .::parasıydı. Şaşı gözleri, çıkık alnı, kalkık üst dudağıyla göze batan : : bir çirkinliği olan bu adam öylesine çekici ve nükteli bir zattı ki, kendini sefahat filemlerine kaptırdığında karşılaştığı güçlükler ya şadığı hayatın kendisinden değil; onun kendi tercihinden kaynakla nıyordu. Aşırı içiyordu ve zamanın en adı çıkmış kulüplerınden bı ri olan "Cehennem Ateşi" kulübüne üyeydi. Bir Ortaçağ düzeni pa
rodisi olan bu kulüp üyeleri Roma'ya özgü çılgın bir ziyafet olan Black Mass'la Anglikan akşam ayininin komik bir taklidini birleş tiren "törenler" düzenliyorlardı. Yirmisine geldiğinde Wrlkes ken . dinden on iki yaş büyük bir kadınla evlendi. Kadının parasından başka bir özelliği yoktu. Bu evliliği babasını memnun etmek için
yapmıştı, ama evlilik zevk ve eğlence filemlerine engel olmamıştı. ::, ' Ancak 1763'te Wilkes, kendi deyimiyle "tesadüfen" günün en kötü ünü olan politik kişisiydi. İnsanların kendilerini yönetecek temsil
cileri seçme hakkı olduğuna inanıyordu. Kadın peşinde k?şmaya . 1760'lı yıllarda kesintisiz devam eden, hatta hapı_shanede bıle ke_n disine onca pahalı ve aristokrat eğlence bulan Wılkes, Londralı ış
çilerin ve orta sınıf emekçilerin gözünde yalnızca bir özgürlük sa vunucusu değil, bu yüksek ahlaki ilkenin sembolüydü. Wilkes, çe-
lişik bir fenomendi. Kamusal politika ile bireysel karakter "farkla
: ya çıktı. Bu iftirayı kaleme alan kişinin Wilkes oldu.ğundan şüphe- ·
rı" arasındaki kopukluğu temsil ediyordu, ama aynı zamanda da bu
lenerek onu bir düelloya çağırdı. Düello anından önce, Talbot aşırı
çizgiyi ihlal ederek kamusal alanın anlamını dönüştüren ilk politik
öfkeli görünerek Wilkes'i yazıyı yazdığını itiraf etmeye zorladı.
kişiliklerden biri olmuştu."'
Wilkes düelloya hazırdı, ama yazıyı üstlenmedi. Düello yapıldı.
İngiltere ve Fransa'nın 1750'lere ait politik broşür ve konuşma
İkisi de berbat atıcılar olduklarından sekiz metreden birbirlerini ıs
metinlerini okuduğumuzda, modem okurlar olarak retoriğin yoğunC·
kaladılar. İşte o anda Wilkes yazanın kendisi olduğunu itiraf etti.
luğu karşısında hayrete düşeriz. 1758'de yazılmış bir kitapçığı ele alacak olursak, karşıt görüşlüler, "Şeytanın pezevenkleri, babalarına beş kuruşluk faydası dokunmayan serseriler" diye nitelendirili
Her ikisinin de birbirine iltifatlar ederek yakındaki hana kırmızı şa rap içmeye gitmeleri hoş bir sürpriz olmuştu."'
.
yordu. Fransa' da ise dış borçlanma konusunda bir broşürde yazarın
140 düşmanları "içinde debelendikleri gübre yığınlarının köleleri, tüy-i.
!eri dökülmüş maymunlar"dı. Yine de işin garibi, bu hırçın ve kişi- .'>
sel politika dili, kafelerdeki kişilik gözetmeyen konuşmalar gibi,
aynı kendini uzakta tutma amacına hizmet ediyordu. Wilkes bir ya nıyla buna iyi bir örnek oluşturuyordu." Wilkes politikaya politik broşürler hazırlayarak girdi. 1 762'de '
birkaç arkadaşıyla Nortlı Briton adını verdikleri bir dergi çıkarma
ya karar verdi. Bu dergi, Smollet'in editörlüğündeki Briıoıı'da ve' Arthur Murphy'nin editörlüğündeki Auditor'da savunulan hüküme tin politikalarına karşı muhalefetin sesi olacaktı. Bir kişinin ötekine ' yazılı basında açıkça saldırması yakışıksız sayıldığı için, zamanın· usulüne uygun olarak tüm yazılar isimsiz yayımlanıyordu. Wil kes 'in özellikle Samuel Johnson ve sanatçı Hogarth'a yaptığı saldı
Kamu içinde ha](aret, itibar görme, kişilerarası basit arkadaşlık
'·ya da birliktelikten kopmuş ritüeller; tüm bu jestlerin anlamını çöz
meden hem Paris hem de Londra' da 18. yüzyıl ortasında görülen H..,
•
son derece benzer politik davranışları açıklayamayız. Egemen sı-
nıflar içindeki politik retorik alanında giyim tarzları kadar yerleşik olan bir jestler kodu vardı. Öteki insanları karalarken bile inızasız
.·· yazılar yazma geleneğini mümkün kılan şey bu tutkunun kişisel ol . mamasıydı.
Bununla beraber, North Briton 'un 45. sayısı bir geleneği ihlal
ediyordu. Kral III. George'un şahsına bir saldırı vardı ortada. Geri
ye dönerek bakıldığında45. sayı, öncekilere göre, örneğin 17. sayı ya göre, hem oldukça uysal hem de daha az saldırgan sayılırdı; fa kat kraliyet çevresini öyle öfkelendirmişti ki içişleri bakanı düze
yinde yetkili olan Lord Halifax, North Briton 'un yazı, basım ve da
ğıtım kadrolarının tutuklanması için yazılı emir çıkardı. Uzun ve
rılar oldukça kişiseldi. Ama baskıya girince bilinmeyen bir elden /
karmaşık bir mücadeleye girilmişti. Wilkes'i parlamentodaki koltu
makla suçlayan kişinin kim olduğundan asla emin olunmamasıydı.
gün dönemini dönüşümlü olarak kızının yanında ve İtalya'nın en
çıkmış oluyorlardı. Bunun anlamı birisini şeytanın pezevengi ol
Britoıı ve Auditor'da olduğu gibi Norıh Briıon gazetesindeki reto riksel saldırıların ikinci bir özelliği daha vardı: Birisinin kişiliğine
yapılan saldınlar o kişinin bir siyasetle, politik hiziple arasındaki
kanmsal bağa ya da politika yapmadaki yeteneğine yönelik oluyor- · du. "Karakter ancak bakan ya da parlamento üyesinin görevlerini yaparken gösterdiği tembellik, kalın kafalılık ya da becerisizliklik ile aynı anJama geldiği oranda konu edilirdi. HJ
Politik söyleme ait bu kıstaslar kesin davranış sınırlamasını be-. raberinde getirdi. Bunların nasıl yaşama geçirildiğine ilişkin ilginç
bir örnek, 1762'de High Steward Lordu Talbot'nun North Briton 'da kendisine çok çirkin bir saldırı yapıldığı hissine kapıldığında orta-
ğunu terk etmeye, ardından da Avrupa'ya kaçmaya zorladılar. Sür ünlü fahişelerinden Madam Corradini'nin kolları arasında geçirdi.
1760'ların sonunda İngiltere'ye döndü, North Briton'un 45. sayısı
için yargılandı, bir buçuk yılını hapiste geçirdi, dört kez parlamen toya seçildiği halde her seferinde parlamento üyeleri tarafından red
dedildi.. Hapisten çıktığında, duruşmalarını İngiltere'deki özgürlük davasıyla bir gören Londralılardan oluşan kitlesel bir hareketin li deri olmuştu." Bu olayları ayrıntısıyla anlatabilmek olanaksız. Ancak bunlar 18. yüzyıl ortalarında benlik ile mesafeli bir duruşun ifadesi olan kamusal retorik jestleri kavramıyla bağlantılı anlamlar taşıyordu. Kendi kuşağından olan tüm diğerleri gibi Wılkes de aile görev-
!eri ile, özellikle bir baba olarak tek meşru çocuğu olan kızı Polly.'e . karşı sorumlulukları ile "zevk ve sefa peşindeki kutsal yolculuğu"
arasında kesin bir ayrım yapmaktaydı. Karısından boşanmasının üzerinden dört yıl geçmiş olmasına karşın kızının eğitimine derin alaka gösteriyor ve onu yakın arkadaşı Charles Churchill dışında
tüm "yoldaşlarından" uzak tutuyordu. 17. yüzyıl sonları hovardala' rından Lord Rochester' in aksine Wilkes tek meşru kızını öteki üvey c kardeşlerınden de uzak tutmak için her önlemi aldı. Ailesini kendr
142
günlük yaşamından ayrı tutma tavrıyla Wilkes tam çağının adamıy- · dı. · Aynı şekilde, cinsel kaçamaklarını da tanı anlamıyla, kamu önünde yaşıyordu. Tıpkı diğer beyefendiler için geçerli olduğu gi
bi Wilkes 'in de cinsel kaçamaklarını gizli saklı yürütmeye niyeti yoktu; yeter ki kadının kocası kendisiyle eşit mevkiden ve dolayı
sıyla hesap sorabilecek biri olmasın. Aksi halde, evli bir kadınla ilişkiye girildiğinde ilişkiyi kocasından gizleme sorumluluğu bile kadına aitti. Fallişeler!e ve sefihlerle ilişki için ise hiçbir kural söz
konusu değildi.
Evlilik dışı cinsel kaçamakların söylemi kamusal söylemin b�-. . ka bıçımlennın pek çok özelliğini taşıyordu. İltifatlar hoş karşılanı- ·
Y rdu, yeter ki iyi yapılmış ve zeka ürünü olsunlar. Söyleyen kişi ? nın bunları ıfade etmede ne kadar istekli olduğu önemsizdi; gerçek- . ten de bu cümlelerin dile getirilmesi sırasında konuşan kişinin bel- : li belirsiz alaycı ses tonu onu çok dalla baştan çıkarıcı kılıyordu. Bir
sevgilinin bir kadına duygularını anlatabilmesi için özgün bir dili "• olması, yani iki insan arasında bir aşk dilinin oluşması düşüncesi •" henüz gelişmemişti. Belli cümleler bir ilişkiden diğerine aktarılı- :
yordu; asıl sorun bunların nasıl söylendiği, bir araya getirildiği ve ne tür davranışlarla canlandırıldığıydı."''
Wilkes bu kuralları en aşırı uçlara dek zorlayarak dalla yirmili ya�larında zamparalıkta ünlendi. Ben Frank!in onu şöyle anlatıyor
du: "Kanun dışı ve sürgün, on para etmez bir karaktersiz." Burke ise onu, "Canlı ve hoş bir adam, fakat ölçüsüz ve ilkesiz" diye nite liyordu. Horace Walpole'e göre "Böyle hovarda bir azize sallip ol
duğu için Despotluk sonsuza kadar özgürlüğü kınayacaktı. ""' Kötü ünü zaman zaman politik yaşamında aleyhine kullarulmış
tı ve bu yüzden tarihçilerin çoğu onu çağdaşları tarafından politik
kteri ölçü alınan bir adam olarak faaliyetleri değerlendirilirken kara u değil. Wilk�s 'in. Pope'un görüyordu. Bu yorum tam olarak doğr _ parodısı olan, Kadın İnsan Üzerine Deneme şiirinin pornografik bır tarafından kendisine üzerine Deneme adlı çalışmasının. rakipleri dur üste uıldı ı do : mentoda koltuk verilmemesi için kull:ı . parla mülk sallıplerının ezıcı çogunlu lik de Londra seçim bölgesinde Wilkes'in ı:ıarlamento . .• ğunca seçilmesine karşın. Bununla birlikte, ıne De .. ya seçildiği dört seçinı döneminden sonuncusu Kadın Uzer . ılırsa, bırak ra m- bır kena neme• nin en çok sözünün edildiği döne ne" karar verdiği adam olan, Parlamentonun "seçilmesi gerektiği . kötüye çıkmış bır zamparaydı. Albay Luttrell, adı Wi!kes'ten dalla lerinin çoğu ona daha ön 0 zaman (176 9 ortaları) Wilkes'in rakip edenlerdi ve genelde bunlar celeri ya da 0 sıralarda filemlerde eşlik . plerinin Wilkes'ın karakterı konu tarunmış kişilerdi. Şu halde, raki Bu gözle bakmaları gerekiyordu. sunda söylenenlere yarı kör bir u bunlara as · dedikoduları çıkaranlaruı kendileri de gülüp geçiyord in kamu ilişk a ikay mindeki polit lında. Kisi olarak Wilkes ile döne ı ola ikac önem taşıyan bir polit sal göre ekler açısından yaşamsal antı taraftarları arasında kuru lrak Wilkes arasındaki somut bağl
� �
-
14 i
;
mu
�;�
e'un.yü�ttüğü dik es' in destekçileri arasında, George Rud , ağırlık ikincilerden yana ol katli bir incelemenin sonucuna göre yarı vasıflı işçilere uzanan bir yan . mak üzere zengin tüccarlardan Wilkes tarafından ve 45. sayıda dı . daslar grubu vardı. Onlara göre, sürekli reddedilişiyle . deri�leşen le etirilen aynca da parlamentoda indi. Wilkes toplumun, , endı tem sorunlar temsilin anlan1ına ilişk da daha az ayrıcalıklı o\� üy:lerı silcilerini seçme özgürlüğü olsa ldı. bu özgürlüğün anlamı ııet degı ni savunuyordu.. Ancak 1763 'te ta hay en nı he cesı � w özgürlük düşü� Destekçileri bu öncü ve farklı oz çok, n nce olarak benımseı:ıekt� geçirilmeyi bekleyen bir düşü a es'i iktidara geçırerek anl.amay Wilk gürlüğün ne demek olduğunu . mlarına uygulam;yor, po!ıtık bır çalışıyorlardı. Bir ilkeyi kendi yaşa _ en nle bu adamın v�lıgı ve parlarrı ilkeyi geliştiriyorlardı. Bu nede e ond en şeyd rlılığı onlar ıçın her . toda bir yer edinmedeki kesin kara ı ydı; sloganı kesin bir gösterge geliyordu. "Wilkes ve Özgürlük" - un . onun varlığı olmaksızın ozgurlug şi ile ilke özdeşleşmişti, çünkü bir yolu yok:tU.89 anlamını tasavvur edebilmenin .
�
f
�
Bu birleşme, kişi olarak Wilkes'in her eyleminin zorunlu olarak, simgesel ya da kamusal bir özelliği olduğu anlamına geliyordu. Cinsel uçarılıklarının ya yadsınması ve destekçileri arasından daha varlıklı kişilerin adet edindikleri gibi insan olarak çizdiği portreden silinip üstünün örtülmesi ya da kurulu düzene karşı isyanın bir sim gesine dönüştürülmesi gerekliydi. Bu ikincisi, emekçi sınıftan des tekçilerinin daha yakın olduğu bir cinsel romantizmdi. 1768'de bir arabacı onu anlatırken hayranlıkla "Sapından peruğuna kadar öz gür" diyerek betimliyordu. Kişi olarak John Wilkes'in yaşamı biz zat özgürlüğün simgesi haline geldiği için, tüm diğer davranışları 144 gibi uçkuruna düşkünlüğü de yorumlanmak zorundaydı. Politik bir ilkenin anlaminı karakterden hareketle yorumlama çabası Wilkes' e hükümet yandaşları tarafından yöneltilen suçlama lardan çok daha anlamlıydı ve daha büyük önem taşıyordu. Bir yan dan bu kişiler onu kolayca suçlayabilirken, öte yandan da onun ye rine parlamentoya gerçekten daha azgın cinsel hazlar peşinde koş m,ıkla ün salmış Luttrell gibi bir kişiyi üye olarak seçebiliyorlardı. Wilkes'i yandaşları tarafından kurulan karakter ve politika bağ lantısı, parlamenter ikiyüzlülüğü başka bir şeye dönüştürdü: Kolek tif bir harekete değil de onun savunucularından herhangi birine yö nelik bir hakaret. Wilkes'in mektuplarında ve konuşmalarında kendisinin, kişiliği ile politikası arasındaki çizgiyi silmeyi düşündüğüne ilişkin pek bir ipucu yoktur. Arkadaşlarıyla konuşurken ünü konusunda, yandaşla rı konusunda olduğu kadar ironik bir tavır takınıyordu. Gerçekten de, kamusal ve özd yaşamı arasına belli bir mesafe koymaya çalı şıyordu ve ·yandaşlarının onun kişiliğine yönelik abartılı övgüleri hem hoşuna gidiyor hem de onu rahatsız ediyordu. Çok büyük bir popülerlik döneminin ardından, yandaşlarının ona atfettiği kimlik ile kendi benliği arasındaki farklılıklar iki tara fın da acı çekmesine yol açtı. Çoğu kişi için çok iyi tanıtılmış ama aynı oranda hayata geçirilememiş tutku Wilkesçiliğe ihanetti, çün kü karşı saldırıyı getiriyordu. Yandaşlarının gözünde bir Özgürlük simgesi olınasına.karşın, kendi yaşamını düzenlemesi için ona gi derek daha az özgürlük tanıyorlardı. Gordon Ayaklanmaları zama nında (Londra' da Katoliklere yönelik kitlesel bir zulmün yaşandığı dönem) Wilkes şehirde kargaşa çıkaran kalabalıkları denetleme gi-
�
rişintinde bulunan az sayıdaki insandan biriydi. Yığınlar, onun dü zene alet olduğunu ve kendilerine yeniden, bu kez daha kötü ihanet ettiğini düşündüler. İhanetini, Londra Belediye Başkanı'nın temsil cisi olarak taşıdığı yükümlülüklere ve tabi olduğu kurumsal sınırla malara ya da özgürlüğün bir hoşgörme edimi olduğu yolundaki inancına değil, kişilik değiŞimine yordular.''" l 770'lerin başlarında itibarının çok yüksek olduğu sırada kamu sal bir kişi olarak algılanan Wilkes'in politik retoriğin dili üzerin deki. etkisi ne olmuştu? Wilkes'in faaliyetlerinin yol açtığı büyük gazete savaşlarında "Junius" imzasıyla yazan meçhul yazar başı çekiyordu. Çok sade bir düsturu vardı:
Sözümona ılımlılık şeklindeki genel ikiyüzlülüğün nedeni insanlar değil, alınan tedbirler; düzcnbazlarca uydurulup ahmaklar arasında yaygınlaştı rılan sahte bir dil. .... nazik tenkitler, toplumun şu andaki soysuzlaşmış ha . tine hiç uygun değil.
,·
Junius, Wilkes'i sa;vunurken son derece etkiliydi. En çok da Wil kes'in düşmanlarınin, özellikle Grafton Dükü'nün kişisel özellikle rine saldırırken dikkati çekiyordu. Fakat bu kişisel saldırılar bir on yıl öncesinin yazılarından, hatta Nortlı Briton'daki yazılardan fark. lı tondaydı. Politik retoriğin daha önceki biçimleri kişisel karakter özellikleriyle kamusal sorunlar ve kamusal ihtiyaçlar açısından uğ raşırken, J unius tüm bu "ölçüleri" bir kenara bırakmıştı. Karakterin kendisi politik soruna dönüşmüştü. Nasıl ki Wilkes özgürlüğün "ete kemiğe bürünmüş" hali idiyse rakipleri de tiranlığın ete kemiğe bü rünmüş halleriydi. İtibarlarının zedelenmesi adlarıyla birlikte anı lan ölçülerin meşruluğunu yitirmesine yetiyordu. Böylece kamusal bir jestin temeli çöküyordu: Gerek arkadaşlar gerekse düşmanlar hakkındaki kamusal konuşmalar kendi başlarına bir anlam ifade et miyordu, yalnızca konuşmacının karakteri hakkında ipuçları veri yordu. Kuşkusuz, Junius'un konuşmalarındaki öğeler hfila eski ka lıpları taşıyordu; yani, kamusal iletişim için uygun görülen özenli, ağdalı, herkesin aşina olduğu dili kullanıyordu. Fakat bu dil artık çok özel bir kullanıma tabi olmuştu: Acı sözler ve sövgüler yalnız şan şöhret karalamaya yö'neltiliyordu; bu karalama başlı başına po litik bir eylem, bir tür özgürlük savunusuydu." Wilkes'in düşmanı olan ve 1760'1arın sonlarında onunla retorik ··
�j
az kişi bu soruyu yanıtlayabilirdi. Yapabildikleri tek şey, özgürlük
savaşına giren Samuel Johnson ile Wilkes'i karşılaştırmak ilginç ,
neferi şahsın kişisel yaşamını özgürlüğün "simgesi" ilan etmekti.
ründe Wilkes 'ten "ölçüler" ve gerçekte yasal hakların ve ayrıcalık-, , !arın soyut ilkeleri bağlamında söz etmek için elinden geleni yapı- , , yordu. Junius'un söylediklerini Sahte Alarm'dan alınan aşağıdaki· ,
Özgürlük şiarı molekülün yapısını parçalayan araç olduysa, kamu
olur: Johnson
Sahte Alarm adlı, Wilkes hakkındaki en ünlü broşü-
sal yaşama gerçek anlamda kafa tutan şey özgürlük değil, "sembo lik" bir güç olarak bireysel kişilik olmuştur. Sonunda, toplumsal bir ilke olarak bireysel kişilik düşüncesinden, politik ölçüleri ancak on
pasajla kıyaslayın:
146 FIO
ları savunanlar "güvenilir'', 4'inanılır",
Felsefenin gelişmesi ve yayılmasıyla günümüz kuşağının elde ettiği başlı�. ,. ca avantaj gereksiz korkulardan kurtulma ve sahte alarmlardan sakınma� dır. Bir zamanlar, cehalet çağlarında dehşet saçan olağandışı görünümler' ister düzenli ister rastlantısal olsunlar, engizisyon tarzı bir güvenlik kaygısının ihyasL anlamına gelmez.�z
oranda dikkate alan modem yönelim ortaya çıktı. Wilkes sonun nasıl olacağını, izlediği politikayla göstermişti; fa . kat yaşamı da o yüzyıla ait kamusal kültürün gücünü göstermekte-
dir. Wilkes'in kendisini değerlendirme biçimiyle ve her şeyden ön- 147
ce taraftarlarının uzun erinı:li desteğini almakta gösterdiği başarısız
Bu retorik savaşının bir yorumcusu olan James Boulton'un altını ,
lıkla, bu özel ve kamusaldan oluşan yüzyıl ortası molekülün kişisel
çizdiği gibi, iki yazar arasındaki üslup farklılıkları bir yanıyla sınıf ··
temelde özgürlük taleplerine tahammül etme gücünü gösterdi.
farklılığıydı: Johnson bilinçli olarak yukarı tabakaya sesleniyordu. Ama bu farklar bir sınıf sorununun ötesindeydi; bunlar bizzat kişi lik ile o günkü ideoloji arasındaki bağ ile ilgiliydi. Kurulu düzenin . savunucuları, aynı zamanda da Wilkes'in rakipleri olan Johnson ve onunla birlikte Edmund Burke, politik yazılarında, ötekilerin tıpkı giysilerle sergiledikleri ve tiyatroda takındıkları tavırlara benzer.bir
·•
tavır sergiliyorlardı. Politika dili malırem yaşamdan uzaklaşmak taydı; Johnson'ın en küfürbaz anlarında, Wilkes'e yönelik kişisel ve en çirkin saldırılarında bile, sorun her zaman Wilkes 'in yönetim-.
de yer almaya uygun olup olmamasıydı, asla tek başına onun karak:, ;
terini hedef almıyordu. Burke ve diğer rejim yandaşları gibi John,
•
son'ın da düşünceleri gerçekten net ve açıktı; tam bir idari dil kul lanıyorlardı ve Wilkes'i konumlandırabilclikleri nesnel bir söylem alanları vardı. Bu, kurumlaşmış alanın, geçmişin, bilinenin alanıy dı. Wilkes ve taraftarları işte bu kurumlaşmış netliğe karşı ayakla nıyorlardı. Onlar özgürlüğü arayan yenilikçilerdi. Ne var ki bu ye- · ni fıkrin anlamı, zamanın ve aşinalığın imtiyaz fikrine yüklediği , açıklık ve nesnellikten yoksundu; zaten mümkün de değildi bu; Wilkesçiler bu ilkenin anlamını bir insanın davranışlarında yer et miş bir şey olarak görebiliyorlardı ancak.
İşte molekül böyle parçalandı. Özgürlük doğal sempati düzeni
nin bir parçası değildi; kamusal düzen olarak görenek düşüncesine karşı konumlandırılmıştı. Neydi o halde? Wilkes'in zamanında çok
"dürüst" kişiler oldukları
·�
bir b31vuru noktasıdır; kamusal y31amın maddi ve ideolojik koşul
VI
ları dağılıp parçalanınca ve sonunda ancien regime'in çöküşüyle ta
Aktör o l arak insan
mamen silinince, insanın kamusal alan içinde kendisini nasıl gördü ğü bu b31vuru noktasına bakılarak çıkarılabilir. Bir aktör olarak kamusal insan: İmge, çağrışınılar yapsa da ek siktir; çünkü esas olan, onun arkasında durup ona bir cisim kazan
dırmaktır. Bu, duygu takdimi olarak ifade kavramına denk düşer ve
bundan da aktörün kimliği çıkar: Kamusal aktör, duygularını tak
diııı eden insandır.
, Duyguların takdimi olarak ifade, iki bölüm önce incelediğimiz konuşma işaretleri gibi pratikleri kapsayan genel bir ilkedir. Diye- 14 !im ki birisi bir başkasına babasının hastanedeki son günlerini anla
tıyor. Tüm ayrıntıların olduğu gibi aktarılması bile bugün dinleyen:: de İnerhamet uyandırmaya yeterli olacaktır. Dakikası dakikasına . ııktarı!an izleninıler bizim için ifade olgusu demektir. Fakat çekilen acıların ayrıntılarıyla aktarılmasının hiç kimseye hiçbir şey ifade et ;meyeceği bir toplum ya da bir durum düşünün. Yaşanan arıları ak
taran kişi o arıları yalnızca canlandırmakla kalmayıp, vurgulamak
·:.üzere kimi ayrıntıları seçerek, kimilerini üstünkörü geçerek, hatta .;yanlış aktararak yeniden biçinılendirınek zorundaydı, çünkü onları · 'dinleyicinin kafasındaki ölüm anlayışına uygun bir biçime ve mo d.ele uydurmalıydı. Bu şartlarda konuşmacı ölümü dinleyicisine öyle ayrıntıları öne çıkararak sunar ki, arılatı ölümün merhamet uyan
dıracak bir olay olduğu görüşüne uyar. "Merhamet" arılatılan her ölümde farklı değildir; yaşanan her deneyime göre değişmeyen, banası �ereken son bir so- •. 18. yüzyıldaki kamusal alan üzerine soru!ı mın ınsanları bu soruya ru daha var. Bu alanın insanı nasıldı? Döne ıyd'.. P�ki kamusal ak açık bir yanıt verdiler: O bir aktör, bir icrac _ ? Bu bır mlik s°.�udur tör nedir? Mesela bir babadan farkı nedir _ imal edilınış bır s��cuJct?r· . ve "kimlik" yararlı ama oldukça suiist _ ın olmak ıstedıgı şey ile Erik Erikson'un tanımına göre kimlik insan ma noktasıdır. Ne koşuld.. uny,anın o!ınasına izin verdiği şeyin buluş dir. Bu anlamda kimlik koşuIlar Jar ne de istek tek basın ' a belirleyici · · t ttu" gu Yerda kişının � ile arzuların kesişmesiyle oluşmuş bir ortam . . sı çok ırnge ı öncek l yüzyı iki ın insan sal kamu olarak · kt'' or a d.ır. Bır . . . n edilmiş olduğu ıçın gerıbelirgin bir kimlikti; tam da açıkça beya _ a hızmet etrnektedır. Bu ye dönüp bakıldığında çok değerli bir amac
�
.. ğımsız bir duygudur. Bu ifade teorisi ifade edici
bireysel kişilik fikriyle bağdaşmaz.
Gördüklerimin, yaşadıklarımın, hissettiklerimin belirli bir standar da uydurulması amacıyla herhangi bir fıltreden geçirilmeksizin, bi çimlendirilmeksizin ya da yarılış aktarı!ınaksızın olduğu gibi öykü lendirilmesi bir şey ifade etseydi, o zaman benim yaşamımdaki merhametin, sizin farklı deneyimlerinize dayanan "merhamet" an layışınızla aynı biçimde ifade edilebilmesi çok zor olurdu. Duygu nun temsili sırasında belirli bir olayla ilgili duygularımı bana nasıl görünüyorsa öyle anlattığımda, ifade etmiyor, sadece y31ıyorum dur. Jestlerle ve düzenlemelerle sa\ıneyi şekillendirınemek onu da
ha ifade edici kılar, aksine, yaşanan genel bir deneyim kalıbına uy-
,.
al insan kimliği dem kent kültürü, ifade edici yaşantının ve kamus iyle değerlendiril nin yerine daha kişisel, daha sahici ve tüm öğeler ktadır. diğinde çok daha boş olan yeni bir yaşamı koyma
durulduğunda daha az "sahici" olur. Aynı şekilde, merhamet üzeri ne herkesin anlatacağı farklı bir öyküsü olduğundan, dolayısıyla in sanların toplumsal bir bağ anlamında paylaşabildikleri ortak bir merhamet anlayışı olmadığından, duyguların temsili ilkesi asosyal dir.
A. SAÔD UYUN UN AKTÖ R İNSAN I
Bunun tersine, duyguların takdimi olarak ifade sistemi içinde, kamusal alandaki insanın aktör -isterseniz, icracı diyelim- olarak
adamın Tom Jones'un yedinci kitabına gelindiğinde Londra genç
bir kimliği vardır. Bu kimlik onu ve ötekileri toplumsa! bir bağ ile
bu noktada Fielding, maceralarının merkezi haline gelmiştir. İşte lama" adlı küçük deromana "Dünya ve Sahne Arasında Bir Kıyas fil , nemesini ekler. Söze şöyle başlar:
kuşatır. Bir duygu takdimi olarak ifade aktörün işidir; bir an için, · sözcüğü geniş anlamıyla alırsak, aktörün kimliği ifadeılln bir tak-
ı5o dim işi kılınması üzerinde temellenir. Bir kültürde duyguların
tak'
dimine inanmaktan temsiline inanma yönünde bir kayma varsa; öy- .. . le ki olduğu haliyle aktarılan bireysel deneyimler ifade gücü taşı-
·
yor gibi görünüyorsa, o zaman kamusal insan bir işlev, yani bir kimlik yitirmiş olur. Anlamlı bir kimliği yitirdikçe, ifadeılln kendi, si giderek daha az toplumsal ılltelik kazanır. Teoriyi bu şekilde sıkıştırarak özetledi<>im için ba<>ışlayın ama o e , daha başında aktör olarak kamusal insanın fikrinin ne kadar önem •
li olduğunu bilmek yararlı olacaktır. Gerçekten, bu mantıksal bağ- •· lantılar.
ancien regime başkentlerinin kamusal dünyasında yaşamış .
olanların hangi anlamda aktör-insandan söz ettiklerim anlayabilme, ' miz açısından gereklidir. Başlıca üç yaklaşım vardı:
,. Birincisi zamarun kozmopolitlerinde en yaygın olan düşüncey' •
di: Bir
rheatrum mundi'de yaşıyorsak ve aktörlere benziyorsak; '.
yepyeni ve daha mutluluk verici bir ahHl.ka sahibiz demektir.
İkin- . .
cisi, Diderot gibi rol yapmayı kamusal yaşam ve doğa bağlamında inceleyen yazarlara ait daha sorgulayıcı bir yaklaşımdı. Üçüncüsü
-' ·
de tek başına Rousseau'nun görüşüydü. Onunki, kozmopolit yaşam ile tiyatro arasındaki bağlantıyı irdeleyen ve onu şiddetle mahkı1m eden, zamanın en büyük teorisiydi. Analizci ve eleştirmen olması nın yanı sıra kamusal düzenin sahici malırem duygular ile politik baskı birlikteliğine dayalı bir yaşama teslim olacağını kestiren bir kil.hindi. Günümüzdeki duruma da çok benzeyen bu yeni durumu onaylıyordu. Bir yanıyla da kötü bir kil.hindi; yeni düzenin şehrin çökmesi ve küçük kasabanın yeniden canlanmasıyla kurulacağına inanıyordu. Düşünceleri, modern kent kültürü içinde kamusal dün yanın nasıl yittiğini araştırma yolunda bir kilometre taşıdır. Bu mo-
•
ce bugüne ��a Dünya çoğu zaman tiyatro ile katşılaştırılmışt_ır. Bu düşün olan ve du� un � y troya � tıy sadece gıçta başlan � şarak o denli genelleşti ki, .. etılmeksızın harfi hart � ve yaya uyarlanan bazı sözcükler artık ayrı� go� . bır tık drama ca yalnız ıster ıkle böylel ne her iki tanı.fta da kullanılıyor; n sayesi dil ortak oyundan isterse genel olarak yaşamdan söz edelim_. bu r. geldıle de, -sahne ve görüntü bizim için alışıldık hale
dileyici bir tonda devam Hemen ardından Fielding sözlerine özür ın "harfi harfine" birbirine eder: Okurları tabii ki sahne ve sokağ Klişelerle konuşur ve kendi çevrilebilen alanlar olduğunu bilirler. . yalnızca tıyatro sanatının ve ıı.e mazeret arar. Sevgili okurlarına rasyon'daki giın bileşiminin gerçek olduğunu, Resto • ·günlük yasam ' 93 ' ıster. ak satrn dıgını anım bi hayali bir "eğretileme" olma k dünya" gerçekten de y� 18. yüzyıl ortalarında "bir sahne olara . ydi. Theatrum mundı ımgesının ni giysiler içindeki eski bir klişe ü eylemden ayırarak ınsan do klasik işlevlerinden birinin de, aktör . olduğunu gfü'nıüştük. S�ğduğasını toplumsal eylemden koparmak kişı olarak kotu eylemde bu yunun aktör-insanı anlayışında, artık melesi görmüy�rdun:uz; yalnız lunduğunuz için kötü bir insan mua _ kiyordu. Aktör-ınsanın Purıten ca davranışınızı değiştirmeniz gere daha hafif bir ahlaki boyunduru lerden ya da dindar Katoliklerden kötülük yaptığında günaha gığu vardır: Doğduğunda günahsızdır; v
rer.
yordu. Denemesinde "tek bir Fielding bunu çok iyi ortaya koyu edeki tek bir kötü rolden daha kötü eylemin yaşamda, insanı sahn rdu. Gerçekten de, şehır ve fazla lanetli kılmayacağını" iddia ediyo
B. DIDEROT'NUN ROL YAPMA PARADOKSU
tiyatro alanlan birbiri içine geçtikçe benzetme kitabi bir doğru olu yordu. Eylemlerin karakterleriyle aktörlerin karakterleri ayrıdır, öy
Diderot, rol yapmanın paradoksu diye adlandırdığı olguyu basitçe
le ki bir insan suçlu olan tarafa hiç öfke duymaksızın bir kusuru,
şöyle özetliyordu:
hatta bir kötülüğü kınayabilir. Dahası, büyük kentteki insanların
kim olduğunu anlatabilmenin hiçbir kesin yolu yoktur. Dolayısıyla
İnsanl;;ır toplum içinde birinin büyük bir aktör olduğundan söz etmezler �i'? B.ununla o�u � hissedebildiğini değil, hiçbir şey hissetmediği halele hıssedıyormuş gıbı yapmada üstün bir düzeye eriştiğini anlatmaya çalışır lar...
ancak neler yaptıkları vurgulanabilir. Birisi ötekilere zarar mı veri
yor? Öyleyse, Garrick gibi, sorun onun rolünü değiştirmesidir. Zo
runluluktan ya da başkalarının onun geçmişi hakkında sahip olduk
ları bilgiden dolayı büyük şehirde hiçbir görünüm ya da rol sabit ol
152
Diderot, sektiler bir eylem olarak rol yapmanm en büyük kuramcı-
madığına göre, rollerini neden değiştirmesin ki?"
'. sıydı. Rol üzerine 16. ve 17. yüzyıl Fransız kuramlarının çoğu ak- ıs.
Eğer renelde aktör-insan, doğasıru eylemlerinden ayırarak ken-
. törün rolü oynama tarzıyla oynadığı rolün içerdikleri arasında iliş-
dini doğuştan taşıdığı günahtan arındırabilirse, 1 8 . yüzyıl sağduyu
anlayışına göre, insan hayattan daha çok tat alabilirdi. Kamusal an-
·
lamda ne. doğa alanına ne de Hıristiyanlığın vicdani görevlerine
.. �i retorik başlığı altına yerleştirmek ve retorikten ahlfilc ve dinle
bağlı olmayınca, ötekilerle ilişkiden alınan keyif ve neşenin önün
::Bağlantısı açısından söz etmek olanaklıydı. Bu formüle göre rahip-
de bir engel kalmayacaktır. O dönemin yazılarında aktör-insan iru
gelerinin sıklıkla kozmopolit yaşamla ilişkili görülmesinin nedeni .
budur. Onların
lan
ve
Theatrum mundi uyarlamaları, Rönesans Platoncu-
·
Eli;?:abcth çağı drama yazarlarında görüldüğü şekliyle, insan
yaşamının anlamı hakkındaki koyu kötümserliğe ya da insanlarla
d
·
tanrılar arasındaki ilişkilere göndermelerde bulurınıuyor u. Mon- ,
tesquieu'nün kaleminden çıkmış nefis bir İran
Mektubu
var. Bura
da kalıraman, bir gece Comedie Française'e gider ve kimin sahne de kimin seyirci konumunda olduğunu ayırt edemez. Herkes göste
ri yapmakta, rol yapmakta ve hoş vakit geçirmektedir. Arkadaşlar la birlikte eğlence, gamsız bir hoşgörü ve zevk alma; tüm bunlar ak tör-insanın günlük yaşamda nasıl anlaşıldığına ilişkin duygulardı.
Fakat aktör-insan klişelerinin, tam da içerdikleri sosyallik anla
yışı açısından, daha derin ve örtük bir ifade fikrine dayandığını an
layanlar da vardı. Bunlar arasında en önde gelen Diderot'nun
Yapmamn Paradoksu
Rol
adlı yapıtı, rol yapmayı daha genel, psikolo
jik bir kurama bağlıyordu.
Id kuruyorlardı. Konuşulanların doğruluğu ile aktörün ne kadar iyi
konuşabildiği arasında bir bağ vardı. Böylece rol yapma düşüncesi-
:!er en büyük hatip sayılırlardı, çünkü anlattıkları şeyler mutlak doğ
ruydu. Tabii ki iyi bir Hıristiyan, rahip ve aktörü doğrudan doğruya
kıyaslamayı aklından bile geçirmezdi, ama asıl neden, rahibin söy-
. !evinin sahnede mümkün olan her şeyden doğal olarak kat kat üstün olmasıydı, çünkü o ilahi hakikati dile getiriyordu."
Diderot, rol yapma, retorik ve metnin içeriği arasındaki bağlan
tıyı kopardı. Paradoks'unda ritüelden ayrılmış bir drama kuramı
oluşturdu; neyin canlandırılacağından bağımsız olarak canlandır
manın kendi içinde ve kendi başına bir sanat biçimi olduğunu ilk kavrayan oydu. Diderot için canlandırmanın "işaretleri" metne iliş
kin "işaretler" değildi. Bunu Diderot kadar iyi anlatamadım. O şöy
.le yazıyor:
Aktör gerçekten aına gerçekten duygu yüklü olsaydı, aynı rolü aynı heye can ve başarı ile iki kez nasıl oynardı? İlk canlandırmada çok ateşli, üçün cüsünde i:;e bir mermer kadar soğuk ve yıpranmış olurdu.'ıı. Kendi. gözyaşlarına inanan, rolünü duygularına bağlı kalarak yapan ve yansıttığı duygularla araya mesafe koymayan aktör tutarlı rol ya
pamaz. Aktör bir metni canlandırmak için o metnin içeriğine katıl mak zorunda olmadığı gibi, sanatına da o içerik egemen değildir.
Örneğin, büyük bir aktörün kötü bir oyunda bile çok başarılı oyun
,,
çıkarabildiğini biliriz. Bunun nedeni, canlandırılan ifadenin doğa sında yatmaktadır: İletilecek duygular üzerinde cidden çalışmaksı- :,
zın, onları göstermek için muhakeme ya da muhasebe yapmaksızıiı; .;·
herhangi bir ifade bir kereden fazla canlandırılamaz."
Diderot'nun ortaya attığı teori salıne tekniğinin hilelerinden da, ha fazlasını içerir. Duyguların ifadesinde yapıntının doğaya üstün- , lüğüne işaret eder. Diderot soruyu şöyle sorar:
Gerçek yaşamın bir trajedisinin neden olduğu gözyaşlarıyla, dokunaklı bir <;. anlatımın neden olduğu gözyaşları anısındaki farkın ne olduğunu hiç dü7· şündünüz mü?
tlere ulaşma sürecinde, bir ak . nun esas karakterine ulaşılır. Bu işare duyacağı gibi duymamaktadır. .tör bu duyguları ilettiği seyircilerin Diderot çoğunlukla bu şekil Aktörün kendisi de duygusuz değildir. , aktörün jestlere ilişkin duyguları de yanlış yorumlanır; halbuki, dırdığı duygulardanJarklılaşvardır ama bu jestlerin seyircide uyan
�
;:' mıştır.100 · ,.. larının yegane yolu u turİfadelerin dayanıklı ve istikrarlı olına amacı zamanın yapacagı talı , den tamamlayıcı jestlerdir. Bir jestin , ribatı önlemektir:
z. �<:��e size �la� htnBana doğada akıp geçen bir andan söz ediyorsu�� . lılıgı olan bır sanat surek ve ş rulmu oluştu adım mış, düzenlenmi�, adım eserinden söz ediyorum.
Gerçek yaşamdaki gözyaşlarının apansız ve doğrudan geldiğini, sa nat yoluyla akıtılan gözyaşlarının ise bilinçli bir tarzda, adım adım akıtılmak durumunda olduğunu söyleyerek yanıtlar bu soruyu. Do ğal dünya bu yüzden aktörün dünyası karşısında üstün görünürken aslında rastlantılara daha açıktır ve çok daha kolayca yara alabilir. Ağlayan bir kadını düşünün, der Diderot; küçük bir yanlış hareke: tiyle dikkatinizi kederinden uzaklaştıran, dinlemeye hazır olmadı' ğınız bir anda size içini döken ya da aksanını anlamakta zorlanıp yolunuzu değiştirdiğiniz bir kadını. İnsanların birbirlerine doğnı
dan ve kendiliğinden tepki gösterdiği dünya, ifadenin çoğunlukla '
saptırıldığı, iki insan arasındaki iletişim doğallaştıkça ifade gücü
nün azaldığı bir dünyadır.')�
En iyi durumda, sempati ve doğal duyguların egemen olduğu dünyada, bir duygu tam olarak ifade edilmişse bu ancak bir kereye mahsus olabilir."' Diderot daha sonra bir ifadenin bir kereden fazla nasıl suµulabi
leceğini sorar ve yanıtlarken göreneksel bir işaret fikrini tanımlar.
Bir duygu, ancak o duygunun "pençesinden" kurtulmuş ve şimdi belli bir uzaklıktan onu irdeleyen kişi söz konusu duygunun özsel biçimini tanımlar hale geldiğinde bir kereden fazla iletilebilli. Bu öz rastlantısal olanın çıkarılmasıdır: Uzaklardaki kocası için tasala nan bir kadının salınedeki görünümünden tesadüfen sert bir duruş çıkarılmışsa, o zaman bu sert duruş hafifçe öne eğilıneyle bertaraf edilebilir. Eğer yüksek sesle ve jestlerle konuşulması sarf edilen sözlerden çok konuşmacının ses tonuna dikkatleri çekiyorsa, ses to nunun alçaltılması sağlanabilir. Bu türden çalışmalarla, bir duygu-
••
155
, Bir isaretin özü, tekrar edilebilirliğidir. "' iyi bir büyük aktö� mode iderot'ya göre İngiliz David Garrick , , un bır pa:a laşmıştı. liydi. Onunla J 764-65 kışında karşı inde bıraktıgı ızlenımı şu sozjında Diderot, Garrick'i n kendisi üzer
D
•
Para_d�ks
!erle anlatır:
ye içinde ifadesi bir�iri G:.ırrick perde arasından başını uzatır. �eş altı san� bundan durgu lu �· a, utlug � � hoşn bır ılımlı dan ardına çılgınca bir coşku edere, ezılmışsonra ya aşma � aptall n nlıkta şaşkı nlığa, şaşkı '. durgunluktan d . necektır. Ruhu bu d�)1liğe, korku ve dehşete, en sonunda da tekr�ır.başa .? de oynamış olahılu· . le hepsını hu duzey guların tümünü yaşamış ve yüzüy mi?ını
iri de onun sanatı doğanın k� Diderot'ya yöneltilen beylik bir eleşt l gibi bir aktörü� de gücünun .doga şısına koyduğu ve David Garrick . r k t bası de büyuk oldugudu�. Bu � ötesi, neredeyse canavarımsı ölçü dogal ının ugra tüm rün aktö rot � şılaştırma yeterli değildir. Dide ." . aya yoneldıgıne ınanıyordu. bulm leri biçim asli ten yöne dünyayı ı. Malzemeden ke�di . duygul,:ırını Aktör bu biçimleri süzerek alırd l duygu alanında ıç n oldugunu çekip alarak, hangi biçimin doğa doğayı temel aldıgı ıçm bu kabilme gücünü kazanmıştır. Oyuncu . iletişim kurabılır. Tekrar edılebılır otik ortamda yaşayan insanlarla i algılarına anlık bır duzen ve ifade biçimleri bularak onların kend . v ldır. Kışı, başkasının teslım ı degı rir. İletisim bu işaretin paylaşım efendisi olmalıdır. Bu nedenle, ,olacağı uyguya uzak olmalı, onun
�
d
kalıcı, tekrar edilebilir ifade nosyonu eşitsizlik fikrini barındırır.
Diderot'nun kuramında sanat ve doğa arasındaki potansiyel dostane ilişki, salıne dışı canlandırmanın analizinde önemlidir. Di- . derot Garrick gibi az sayıdaki dfilıinin etkinliklerinden çok daha . fazlasını açıklamayı amaçlıyordu. O bunların diğer ifade edici top
lumsal ilişkilerde model olarak kullarulabileceğini anlatmak iste' mişti. Doğuştan ifade edici olan toplumsal fiiller tekrar edilebilir ·
·.
Pouf au sentiment ve boyalı yüzler de öyle. Sınıf'
·
.
unun çok hoş ve inanılmaz bir örneği yaşandı. Diderot'nun gözün-
ir rolün oluştur�lmasında duyarlılık ve onun karşısında yer alan
esaplılık üzerine tartışmaya başladılar. Madam Dumesnil, "Ro
iümle dopdoluydum, hissediyordum ve kendimi vererek oynadım"
·
nır: Kasıtlı olarak incelikli olduğu, kendi içinde bir dünya olduğu · ve konuşmasıyla seyircinin koşullarından başka her şeyi gösteren ,
deı:ken Madam Clairon "Hesaplılık olmaksızın nasıl rol yapılır şa
�
�
Şıyo " şeklinde ani bir çıkış yaptı. Dugazon ad aktör hemen · iıUldı. "Amacımız dramatik sanatın var olup olmadıgıru bilmek de
bir biçim olduğu ölçüde ifade edicidir. Özetle, Diderot başarılı rol yapmaktan takdim olarak duygu teorisine geçiyordu. Bir aktörün · ·
ne ait bir anlamı oluşu gibi. Bu ifadenin oluşması için insanlar do-. ,·
ğal olmayan tarzda davranmalı ve zaman içinde tekrar edilebilmesi
�
. · il... .. fakat bu saııatta kurgunun mu yoksa gerçekliğin mi egemen
. olacağuıı belirlemektir.'' Madam Clairon "Kurgu"; Madam Dumes, 1(14
,�-<
.
, mi "Gerçeklik der. . ' c: Varılaıı sonucun sıradanlığuıa karşın, bu tartışmanın en önemlı •
•
•·. yanı her iki tarafın da paylaştığı bir varsayımdı. Remond de Sainte
olanaklı uzlaşımlar ve formüller bulmalıdırlar.
. )\!bine ve Riccoboni'nin 1750'lerde Diderot ile yazışmalarından, daha sonra 19. yüzyıla doğru Coquelin gibi aktörlerin görüşlerine
Geriye dönüp bakıldığında Diderot'nun görüşlerinin çağının ka- .
musal yaşaınuıa bir tür düşünsel destek olduğu görülür. Fakat Dide:
rot hiçbir şekilde çağcılı Parislilerin sözcüsü olarak yorumlanamaz. . !778 'de nihayet biten çalışması 1830'a kadar basılmadı. 1750'ler-.
de tiyatroda Diderot'nun görüşlerini kesin bir şekilde reddederek . ,
ten de,
Encyclopı?die'de Marmontel'in Söylev üzerine dene
e Madam Clairon dişi Garrick 'ti, Madam Dumesnil ise sıradan bır _ ,. yuncuydu; çünkü kendi duygularına bağlı kalıyordu. iki oyuncu
sinden bağımsız kendine özgü dünyası vardır. İltifat başlı başına an'
olan
. sonra bunlar
'' Madanı Dumesnil'in TMatre Boule-Rouge'daki buluşmalarında
lama çabasıydı. İltifatın belirli bir konuşmacıdan ve onun dinleyici-'
onun yerine doğal sempatilere önem veren yazarlar vardı. Gerçek-,
·
Tiyatro tarihçilerinin bir savaş olarak nitelendirdiği Duyarhlık arasındaki tartışma ilk kez 1750'lerde ortay� çıktı. li.ı j(,zarnanının en büyük iki kadın oyuncusu olan Madam Claıron ve
mantığını, böylesi bir işaretin neden her zaman zevk verdiğini açık
Tıpkı matematiksel bir formülün, kim yazmış olursa olsun, kendi-.
L' Art du Thefitre ve
,,
oluşunun•
yarattığı duyguların bir biçimi ve kendi içlerinde anlamı vardır.
onaya attığı görüşler, onun kadar inandırıcı bir biçimde savunulma
;o.ve Hesaphlık
de yer aldığı koşullara bağlı olarak konuşmasıru ve giyimini değiş
!ar arası başarılı konuşmanın kişidışılığı da aynı nedenselliğe daya:
�
ğuk b yaradılıştaysa, olaylara ilgisiz bir aktör olurdu. Diderot'nun
', mesinde bir araya getirilmişlerdi. '03
tirebilir. Diderot'nun çabası, incelikli, kişidışı iltifat olarak işaretle'
lamlı bir şeydir.
· di. Le Comedien aktörün duygu durumunun, yani ruh durumunun onun ırücünün kaynağı olduğu üzerinde duruyordu; eğer aktör so
Grimm'in tiyatro üzerine yazıları Diderot'nun öncelleriydi. Daha
/56 rünümler bir tür hesap konusudur ve bu görünümü sunan kişi, için
ayrım gözetmeksizin herkes için tekrar edilebilir
tekrar Fransızcaya çevrilmişti ki, Diderot'nun okuduğu bu çeviriy
sa bile, 1750' !erde yaygındı. Riccoboni'nin
olanlardır. Tekrar edilebilir toplumsal fiiller aktörün kendi kişiliği ile ötekilere aktardığı konuşma ya da gösterdiği giyim tarzı. arasın da mesafe bıraktığı fiillerdir. Benlikten belli bir uzaklıkta olan gö-
rin
·
,
Paradox, Remond de Sainte-Albine'e ait ünlü bir inceleme Le Comı?dieıı'e ( 1 747) bir yanıttı. Le Comı?dien kısa sürede '
John Hill tarafından İngilizceye, sonra 1769'da Sticotti tarafından · · .
.·. değin tümü, Diderot'nun temel düşüncesini kabul etmişti. B� da rol · , yapma eyleminin bağımsızlığıydı; yani metinden bağımsı.::lıgı. Du "yarlılık ve hesaplılık arasındaki savaş, aktörün sarf etmesı g�r�ken
sözc0üklerle bu duyguların uygunluğuna değil, o an ne hissettığı ko nusundadır. Piskopos Bossuet, 17. yüzyılda ünlü bir vaazında ce \naatine "Nasıl olur da benim belagatımdan etkilendiğiniz halde
,,;.ınızı
Tanrı'ya itiraf etmezsiniz?" sorusun� yöneltmişti. · Seksen yıl sonra, "Eğer büyük bir konuşmacıysa çok ınanmış olmagfuıahi
sı gerekirdi" gibi bir önenneye pek kula k asmaksızın, belki de ha/ raretli bir biçimde, cemaatini yaktığı ateş i ne kadar kontrol ettiği v�· ne kadar o ateşin etkisinde olduğu üzerinde fılcir yürüterek Bossu,. et' in büyük bir konuşmacı olarak nitelikle rini tartışmak mümkiliı olacaktı. Diderot zamanında her iki taraf da rol yapma olgusunu se' küler hale getirdi, onu dışsal hakikat göst ergelerinden kopardı. Di� derot'nun savlan seküler düşünceyi bir ifad e teorisi olarak mantık''. sal sonucuna ulaştınyordu: Rol yapma, beli rli bir metinden bağım' sız anlamı olan bir etkinlik idiyse, aynı zam anda belirli bir oyuncu dan, onun özel duygularından, gelip geçici ruh durumlarından da 158 bağımsız olması gerekirdi. Bu seküler rol fikrinin tamamlanması onu şehirle bağlantılan dıran Rousseau 'ya kalmıştır. C. ROU SSE A U ' N U N TİYATRO -ŞEH RE YÖN ELTT iGi SUÇ LAM A
Ne gariptir ki, kentteki kamusal yaşamın en sadık araştırmacısı ve ' en büyük yazarı, bu yaşamdan nefret ede n biriydi. Jean-Jacques. Rousseau kozmopolitenliğin uygarlığın ileri bir düzeyi değil, cana varca bir büyüme olduğuna inanıyordu: Rou sseau tüm çağdaşların-,• dan daha ayrıntılı bir şekilde, adeta bir kanser araştırması yaparca- · sına inceledi büyük şehri. İlgisi Paris üze rinde yoğunlaşıyordu. Pa- . ris'teki yaşamın teatral niteliklerinin Avr upa'daki tüm başkentlere · yayıldığını düşünüyordu. Rousseau yaln ızca kendi çağının bir anla tıcısı ve bir ahliik yorumcusu olarak oku nmamalıdır. Sahne ve so kak yaşamının iç içe geçmesini kınarken , bir ifade ortamı olarak modem şehrin bütünlüklü ve derinlikli ille teorisini de kaleme al mıştır. Rousseau şehri sekiiler bir toplum olarak betimleyen ille yazar dı. Bu sekülerliğin belirli bir şehir tipinden , yani kozmopolit baş kentten doğduğunu ille o gösterdi; yani "ke ntsel" yaşamdaki sürek sizlikleri görerek bir kozmopolitenlik teorisine ilk kez o ulaştı. Kozmopoliste kamusal inanç kodlarını güven ve oyun gibi temel psikolojik deneyinılerle ve kent psikolojisini bir yaratıcılık psikolo jisiyle ilk bağlantılandıran da yine oydu. Tüm bunlar, ne kadar de-
•.
rinlikli, ne kadar içgörülü olursa olsun, korkunç bir amaca hizmet ediyordu. Rousseau, büyük şehrin anatomisinden, in�an]ığ ın -:-koz . 'mopolitenliğin zıddı olan- psikolojik anlamda sahicı ılışkılerı yal nızca politik tiranlık sayesinde kurabileceğini çıkarıyordu ve bu tur : bir tiranlığı onaylıyordu. Kuramını oluşturduğu sırada içinde bulunduğu şartlar yazdıkla rına ilişkin kimi ipuçları verebilir. 1755 ile 1757 aras'.nd� !'raı:sız fi lozof d' Alembert, Cenevre kenti üzerine Encyc/opedıe d� �ır ma kale yazdı. D' Alembert kentte hiç tiyatro olmadığını be!ırtıyordu. Cenevre'nin Kalvinist geleneklerinden haberi olan d'Aleıpbert'ı bu 159 . . pushiç şaşırtmamıştı. Cenevrelilerin, "aktör gruplarının suslenıp lenme meraklarının, sefahat iilemleri ve başıboşlukların gençlere de . sirayet etmesinden korktuklarını biliyordu''. Fakat kent dı� ınd� bırisi �!arak bu katı ve zevklerden elini eteğini çekmış şehırde tıyat roya hoşgörüyle yaklaşılmaması için �ir neden göre�'.yord� � Hatta tiyatronun yurttaşlar için iyi bile olacagını sanıyordu. Incelıgın za rafetine, duyarlılığın tadına teatral etkinliklerin yardımı olmaksızın ulaşmak çok güçtür" diye yazıyordu.'" . D'Alembert'in duygulan Fielding'inkilere çok b�n;ıyord�. B u . duygular aslen Cenevreli olan ve bırkaç yılını Parıs te ge?ırmış olan Rousseau'yu kızdırdı. 1758'de D'Alemberı'e Mektup u ya . yınıladı. Bu mektup, d' Alembert'in söylemek '.stedıklerınden 50.k . daha fazlasına verilen bir yanıttı. Dramanın polıtik olarak sansuru nü haklı göstennek için, d'Alembert'in değerlerinin bir kozm�po litle aynı olduğunu göstennesi gerekmişti. Aynca'. kozmopolıt�n d "erlerin küçük bir kasabaya yayılmasıyla orada dının yıkılacagı n �e sonuçta insanların, aktörlerden "duyarlılığın tadı"nı alarak, derin ve dürüst bir iç yaşama sahip olmaktan çıkacaklarını be!ırt, • • lOt> mıştı. . Rousseau 'nun karşıtlıklarının tümü -kozmopolıt, k"uçu"k kasaba·, rol yapma, sahicilik; özgürlük, adil tiranlık- bir tür bozulma kura İnından· moeurs'ün yozlaşmasından doğar. Moeurs davranışların, değerle;in ve inançların kesişmesi olarak çevrilebili� ı s . yüzyıl y� . . terimlenn zarlan bu sözcüğü "değer yönlendirme", "rol tanımı gıbı ve diğer sosyolojik terimlerin tam kapsayamadığı bir an]amda �� . lanırlar; moeurs davranış biçiminin bütünüdür, kışının uslubud�r. 0 Rousseau 'ya göre insanlar çalışmayı, aileyi ve yurttaşlık gorev·
�
!erini aşan bir üslup edinirlerse, moeurs yozlaşır. İşlevsel yaşam bağlamının dışına çıkmak, yaşamı üretmeyen, beslemeyen zevkler peşinde kÖşmak; bu yozlaŞmaydı. Rousseau 'yu okumanın bir yolu yozlaşmayı, bizim "bolluk" diye söz .ettiğimiz olguyla özdeşleştir diğini göimektir. ıox Bir erkeğin ya da kadının yozlaşması bu kadar kolay mıdır? Mekıup'un başlangıcında Rousseau bunun zor olduğunu iddia eder: "Bir babanın, oğulun, kocanın ve yurttaşın yerine getirmesi gereken. öylesine yüce görev!eri var ki, bunlar can sıkıntısına yer bırakmaz lar." Ardından hemen düzeltir, çünkü düşman, uçan zevkler, yeni · 160 eğlenceler, kafelerin boş dedikoduları biçiminde, her yerdedir. Ça lışma alışbinlığı "kendinden hoşnutsuzlukla, aylaklıkla, basit. ve doğal olan zevklere kayıtsız kalarak" yitirilir. Bir başka deyişle, in-. . san sürekli bir yozlaşma tehlikesi içindedir.'"' Tarihçi J ohan Huizinga, oyunu, ekonomik olandan sıyrılma olarak tanımlar; bununla günlük uğraşlar, yaşamsal görevler, ödevler. dünyasını aşan bir etkinliği kasteder. Oyun bu anlamıyla Rousse au 'nun düşmanıdır. Oyun yozlaştırır."' Oyun, en azından geçici bir boş zaman koşulunda vardır. Boş zaman ile kötülük arasında Protestanların kurduğu ilişki, insanların< zorunlu görevleri olmadığı zaman kötü olan doğal tutkularına tes lim oldukları düşüncesini içerir. Oyun yoluyla kendini açığa vuran · doğal insan, tembel, obur, baştan çıkarıcı, hovardadır. Calvin böyle düşünüyordu ve Cenevre onun tarafından, insana dur durak verme- · yerek günah işlemesini önleyecek biçimde örgütlenmiştir. Calvin 'in mükemmel bir teokrasi örneği olarak küçük şehir fik ri çok açıktı. Ekonomik açıdan yaşayabilir bir çevre, savaş zaman larında korunma sağlayan fiziksel bir mekan, ama hiilil. nüfusun de vamlı gözetim altında tutulabileceği kadar küçük bir yerdi bu şehir. Dinsel bir yaklaşımla, küçük kentin avantajı insanın doğal düşkün lüğünü bastırmak için en güvenli politik araç olınasıydı. Rousseau ise insanlığın doğuştan iyi olduğu düşüncesi için mücadele verirken politik denetimi de meşru görüyordu. Bu nedenle onun moeurs ve küçük şehir ilişkisine yaklaşımı Calvin'inkinden daha karmaşıktır. · İnsanlar küçük şehir yaşamının katı kurallarından kurtulsalar ne ler olurdu? diye soruyordu Rousseau. Ya da erkekler ve kadınların gerçek anlamda boş zamanı olsaydı? Yaşamsal görevlerden kurtul·,
·
mak onlara toplumsal ilişkiler için daha çok şans tanıyacaktı. Kafe lere ziyaretler, gezinti yerlerinde yürüyüşler ve benzerleri... Sosyal lik boş zamanın meyvesidir. İnsanlar daha çok ilişkiye girdikçe bir birlerine daha bağımlı olurlar. Böylece, bizim kamusal diye adlan ' dırdığımız sosyallik biçimlerini Rousseau toplumsal karşılıklı ba . ğırn!ılık ilişkileri olarak görüyordu. Mektup'ta, insanların zorunlu :; luk bağlarını koparmış karşılıklı bağımlılık ilişkilerini ürkütücü < ·Olarak nitelendiriyordu. ,İnsanlar bir tür benlik duygusu yüzünden başkalarına bağımlı o lurlar. Dış görünümlerini başkalarının gözünde onaylanacak şekil� de sunarlar, böylece kendilerini iyi hissederler. Lionel Trilling, Rousseau'nun Mekıup'taki savını şöyle özetler:
, .....aktörün karakteristik hastalığı seyirciye de bulaşır; bu hastalık başka ' kişileri canlandırarak rol yapma sonucunda benliğin körelmesidir..... aktör · başkasını canlandırarak bir insan olarak kendi varlığını zayıflatır.111 Boş zaman ve dinlenme durumunda erkek ve kadınlar, aktörlerin 'moeurs'ünü kaparlar. Bağımsızlıklarını yitirmiş olınanın önemi maskelenmiştir, çünkü oynamaktadırlar: Kendilerini yitirmenin zevkine kapılmışlardır. Rousseau'nun sözleriyle,
.....temel amaç zevk almaktır ve insanlar eğlendiği sürece bu amaca ulaşıl mış olur.112 , Bulunduğu şehir için bir tiyatro önerildiğinde Rousseau'nun da kar şı saflara katılması rastlantı değildi. Tiyatro, hafifmeşrep kitaplar ya da resimlerden daha tehlikeli bir sanat dalıydı, çünkü yaşam müca . delesi vermek zorunda olmayan kadın ve erkeklerin kötü yanlarını .· uyandırıyordu. Benliğin yitirilmesinin aracıydı. Bu noktada büyük, kozmopolit şehir ortaya çıkar: bu şehrin ka musal kültürü, benliğin yittiği yerdir. Bütün şehirler, bir araya toplanmış çok sayıda insanın yaşadığı, merkezi bir pazarı ya da pazarları olan, işbölümünün ileri bir düze ye taşındığı yerlerdir. Bunlar şehirlerin tümünde moeurs'ü etkile yen koşullardır. Rousseau küçük şehir üzerindeki etkinin doğrudan olduğuna inanır. 1° Küçük şehir, yaşam mücadelesi veren iyi, na muslu insanların erdemlerinin meyvesini verdiği yerdir. Londra ve
�1j
���
Paris 'te ise tersine, ekonomi, aile geçmişi ve öteki maddi koşullar yaşam tarzlarını dolaylı etkiler; bunlar doğrudan şehirli insanın vo lonıe'sini, yani iradesini etkiler. Moeurs, bu iradenin arzularına bağlı olarak sonradan ortaya çıkar.' " B u aynın niye yapılmıştır? İki nedeni var. Birincisi, böyle bir ara sözcüğü kullanarak Rousseau büyük şehirden özel ahlfil
künlüğüylc. bUyük ihtiyaçlarla ahlllkı bozulmuş, hayal güçleri yalnızca ca navarlar doğuran ve yalnızca suçlan teşvik eden insanlarla dolu büyük şe hirde..... herkes kamusal alandaki gözlerden kolayca sakınıp gizlenerek yalnızca iyi yanlarını sergilediği için moeurs ve onurun bir hiç olduğu bü yük şehirdc..... 11 5 İtibar; tanınmak, kabul edilınek, seçilmek. Büyük bir şehirde ün pe şinde koşmak kendi içinde bir amaç olur; araçları da sııhtek1irlık, uzlaşılar ve kozmopolit şehirde insanların serbestçe takındıkları ta vırlardır. Yine de bu araçlar şaşmaz bir biçimde hedefe götürürler, çünkü kişi toplum içinde bir Yüce Güç'ün aracı olan devletin dayattığı sabit bir "yeri" yoksa, görünümüyle oynayarak kenq0ine bir yer 10.. edinmeye çalışır. Rol yapmak yoz bir şey olduğundan kişinin dış görünüşüyle oynayarak elde etmek istediği tek şey alkıştır. Rousse au'ya göre, kozmopolis dinin inanılırlığını da yıkar, çünkü kişi Yüce Güç 'ün ona verdiği kimliğe boyun eğmek yerine keıidi kendine ( . bir yer edinebilir ve kendi kimliğini kazanabilir. Itibar peşinde koşma erdem arayışı ile yer değiştirir. Birden çok Rousseau vardır. Yapıtlarının çoğu birbiriyle çelişir ya da farklı bakış açılan içerir. Emile' deki Rousseau rol yapma, iti bar ve din üzerine düşünceleri açısından Mekıup'taki Rciusseau ile aynı değildir. İıiraflaı"daki Rousseau Mekıup'taki kısıtlamaları kıs men aşmıştır. Mektup 'ı.�, mantıksal sonucuna götürülmüş oldukça uç bir konum söz konusudur."'' Buna karşın, Rousseau'nun yapıtlarında kozmopolit kamusal yaşam suçlaması hep görülür. Julie'den bir bölüm: Saatler nasıl yirn1i dört saat için kuruluyorsa, bu insanların da ertesi gün ne düşüneceklerini öğrenebilmek için her gece toplum içine çıkmaları ge rckiyor. 1 17 Aşağıda da aynı romandan alınmış, Emst Cassirer'in, "Uydurulmuş hiçbir şey yok, her bir sözcük Rousseau'nun kendi Paris deneyimi ne ait" dediği, bir pasaj var: İnsanlar bana son derece dostça yaklaşıyorlar; binlerce nezaket gösterisi yapıyorlar. her çeşit hizmette bulunuyorlar. Fakat ben de tam bundan şika yetçiyim. Daha önce hiç görmediğiniz birisinin nasıl olur da bir anda ar kadaşı olabilirsiniz'? Gerçek insani ilgi, dürüst bir ruhun saf ve asil coşku su; tüm bunlar büyük dünya geleneklerinin talep ettiği içtenliksiz nezaket
göstCrilcrinden (ve sahte görünüşlerinden) çok farklı bir dile sahiptir. 11�
ğe ilişkin kurgular ve üsluplar üretir. B u uzlaşımlar kendi başına var olur; kişinin karakteriyle hiçbir ilişkileri yoktur. Rousseau duygula
Büyük şehir bir tiyatrodur. İlkesel olarak senaryosu da itibar arayı
rın bu şekilde takdiminden hiç hoşlanmamaktadır; o karakterin da
şına dayarur. Şehir insanlarının hepsi belli türde bir sanatçıdır, ak
ha içe dönük bir biçimde gözlemlenmesinden yanadır. İşte Rousse
tördür. Kamusal yaşamda oynarken, doğal erdemlerle bağlarını yi
au'nun temsil ile takdim karşıtlığı üzerine görüşlerinin bir kısmı:
tirirler. Sanatçı ve büyük şehir uyum içindedir ve sonuç da ahliiki
·.
.....gerçek dil.lıi ..... ne şan şöhretin, talihin yolunu bilir ne de onu bulmayı düşler; kendini hiç kimseyle kıyaslamaz; kaynaklarının tümü kendisinde dir. 121
bir felakettir. "''
· Ancak, bu noktada bazı soruların sorulması gerekiyor. Paris bir
tiyatrodur, birbirine karşı pozlar takınan erkek ve kadınların oluş turduğu bir toplumdur. Fakat pozlar bazen doğanın biçim bozuk-
M luklarını ya da ortamın neden olduğu yaralan iyileştirir. Rousseau ... itibar peşinde koşmanın şehirlerde salgın olduğunu söylüyor. Peki
ya insanlar övgü toplamak umuduyla büyük şeyler peşinde koşma- . ya teşvik ediliyorlarsa? Emile' de, Rousseau'nun büyük şehir insan
larının mütevazı köklerini unutmalarının bir aracı olarak rol yap
Rousseau bir el çabukluğu yapmıştır: İfade kişinin ne denli dürüst
, olduğu ile belirlenir ve dürüstlük de ne denli eşsiz olduğu ile. Kal- li : ·
vinci için dürüstlük, "Bugün ne günah işledim?"in envanterini yap-
maktır; Rousseau içinse kişinin dünyaya nasıl göründüğüne ilişkin bilincini yitirmesidir. '" Böylece hoş bir paradoks ortaya çıkıyor. Aktör için sorun şöyle
maktan söz ettiği küçümseme yüklü bir pasaj vardır, fakat işlenen '
' .dir: Hakarete ve övgüye duyarlı olan aktör, iyi ve kötünün, erdem
günahın ağırlığı açısından bunu cinayet ya da tecavüzle bir tutmak' ' olanaksızdır.
, ve kötülüğün belli tanımlarının olduğu bir dünyaya girer. Benzer
/
'i:şekilde, büyük şehirdeki sorun da
aşırı miktarda cemaatin olması
Rousseau 'nun şehir eleştirisi parlak bir başlangıçtan bayağı bir
:dır. Ne türden olursa olsun cemaat değerleri çok önemlidir, çünkü
sona doğru gitmektedir; sonuçta kırsal kesimin basit ve doğrucu ·
:insanlar bu değerlere göre davranarak itibar kazanmaya çalışırlar.
köylüsü k.utsanır. Rousseau, argümaruru yavanlıktan ansızın ve dra-'.
' Küçük şehrin daha iyi değerleri, yaşamsal erdemleri vardır; fakat
matik bir şekilde terimlerini değiştirerek kurtarır.
Rousseau konuya erdem/çalışma, kötülük/boş zaman paradig-
. Mektup'un sonlarında Rousseau küçük şehre ait ikinci bir erdem '·
malarıyla girer. Büyük kent bir telaş ve acele içindedir. Cenevre'de ki uyuşuk ev-iş-kilise döngüsünde bulunmayan türde bir elektrik enerjisi vardır. Mektup'un ortalarında, yeni bir eylem ölçeği salıne ye çıkar' Çılgınca gidip gelmeler, anlamsız eylemler büyük şehri niteler, çünkü hayatta kalma baskısı olmayınca insan ancak çılgın- ' ca dönüp durur. Küçük şehirde, eylem daha ağır bir hızla yürür; bu da boş zamanların kişinin eylemlerindeki ve benliğindeki gerçek
daha ortaya atmıştır. Küçük şehir, daha çok yalıtlanmaya izin verir, 'insanların cemaatin standartlarını önemsememesine ve "yüreklerin ' de ne taşıyorlarsa onu aranıalarına'' izin verir. Rousseau küçük şeh ri şöyle özetler:
..... daha orijinal ruhlar. daha yaratıcı çalışma, gerçek anlamda daha yeni şeyler orada bulunur, çünkü insanlar daha az taklitçidir; ellerinde az sayı da model olduğu için yaptıkları her şeye kendilerinden daha çok şey katar hır.1�:ı
doğaya yansıması demektir. '"' Rousseau 'nun bu ani çıkışı, insani ifadenin genel biçimi üzerin
Bir sanatın, tiyatronun yasaklanması, düşünce reformu ne kadar
de büyük şehrin yaptığı etkiyi artık gösterebildiği için yapar. Ger
haklıysa o kadar haklıdır. Gerçekten de, eğer tiyatro gelişirse ahlak
çek yaratıcı ifade doğru bir benlik arayışındaki insanın ifadesidir;
kuralları gelişemez. Cenevre gibi bir kentte tiyatro insanları davra
bu buluş(ınu da sözcüklerle, müzik ve resimlerle ifade eder. Sanat
nışlarına model aramaya ayartabilir. Cenevre'de, politik tiranlığın
yapıtları 'psikolojik bir soruşturmanın raporları gibidir. Karşılıklı
göbeğinde insanların yaratıcı bir şekilde eşsiz hale gelmeleri gere
toplumsal bağımlılık ilişkileriyle başlayan büyük şehir sanatı benli-
kir. Büyük bir şehirde sansür yararsızdır; bir kere oyun üretildikten
sonra ne tür oyunların üretildiği o kadar önemli değildir. Sahnede ki aktör her Parislinin özel yaşamda ulaşmayı arzu ettiği model dir.
1z4
O.
ROUSSEAU"NUN
KEHANETLERİ
Bunlar kamusal yaşam hakkındaki büyük, ürkütücü bir savın ana hatlarıdır. Çelişkileri de, Rousseau'nun ardından giden herkesin ya' kasına yapışan çelişkilerdir ve o büyüklüğün bir parçasıdır.. Orada,
/66 politik tiranlık ve bireysel sahicilik arayışı el ele gider. Bu Rousse
au'nun kehanetinin özüdür ve hayata geçmiştir. Buna karşılık, in
sanların ün kazanmaya çalışıp, başkalarına yardımseverlikle yak laşmaları, hatta nazik olmaları, tüm bunlar kişinin kendine özgü bir ruh kazanamamasıyla sonuçlanır. Bu da modern inanç halini
al
maktadır. Fakat Rousseau aynı zamanda da modern çağın çok kötü bir ka hini olmuştur. Belki de en çarpıcı hata onun teorisini Wilkes'in dav ranışıyla ve Wilkesçilikle karşılaştırdığımızda görülebilir. 1 8 . yüz yıl şehrinin ilk kitle hareketi olan Wilkesçiler, aralarında varlıklı tüccarlardan parasız pulsuz kişilere kadar her mevkiden insanla,
ancien regime
metropolünün kurgularını Rousseau'nun hayal et
mediği bir şekilde altüst ettiler. Rousseau'ya göre ancak insanların yaşadığı çevre daha fazla denetlenirse görenekler yıkılabilirdi. On lar içinse yıkım ancak denetimden özgür olduklarında gelişecekti. Rousseau kamusal yaşamın sonunu ancak küçük bir kasabada dü şünebiliyordu; yani metropole bir alternatif tahayyül edebiliyordu . ama onun tarihi gelişimini düşünemiyordu. Tutarlılık, politik dene tim, doğal insanın ihtiyaçlarıyla tiranlığın tam bir uyumu; işte onun görüşü buydu. Geçmişe, mitsel bir geçmişe sığınmak, büyük şehir den çekilmekti bu. Fakat şehirdeki
ancien regime'in
görünüş ilke
lerini yerle bir eden güçler tersi hedeflere yönelmişlerdi; sınırlama lardan kurtulmaya, büyük bir şehirde özgürlüğe. İnsanlar, bu sınır sız özgürlüğü kişisel deneyimin simgeselleşmesi yoluyla anlamayı umut ediyorlardı.
ÜçüncU Bölüm
{9 .
yüzyılda kamusal y a ş a m karg aşası
Ancien
regime'de doğan ve 1 880'1i yıllara kadar yaşayan yaşlı bir
Paris 'li kadına, gençliğinin şehriyle yaşlılık dönemindeki şehir ara sındaki fark , kamusal yaşamın 19. yüzyılda dizginsiz büyümesi ola ' rak görünebilir. Şehir sokaklarındaki gösterilerin ardı arkası kesil .. miyordu: Yüz binleri Champ de Mars'a getiren Nadar'ın balonla . yükselişini; Jardin des Plantes'a gelen
bir zürafayı görmek için
:• toplanan kalabalıktan bazı insanların ezilerek öldüğünü; Jardin Turc'da sözde konuşan Munito adlı bir köpeği bir şeyler söylemesi için günlerce boşuna bekleyen kalabalıkları düşünebilirdi. Daha , ciddi bir kişiyse, devrim günlerinde de benzer nitelikte görüntüleri ' yakalamış olabilirdi. Ana temalarını bir insan sirki olan kentli kala balıkların oluşturduğu Balzac'ın romanlarını okumuş olabilirdi.
19. yüzyıl kamusal yaşamı üzerine şu sorulara açıklık getirilme lidir. İlk olarak, nüfusun ve 19. yüzyıl büyük şehir ekonomisinin
Zihninde, 19. yüzyıl Paris sakinlerinin ateşli bir şekilde heyecan pe şinde koşmalarıyla, daha çocukken ilk devrimden önceki günlerde . yabancılar arasındaki son derece özenli ilişkileri karşılaştırabilirdi.' Ona kentin artık bir kamusal kültür mekanı olmaktan çıktığı
·
,
·
1 sabildiğini hatırlayalım. 19. yüzyılda kaba bireycilik, "en uygunun
·
söylenecek olsa gülüp geçerdi. Buna karşın, büyük şehrin yeni çelıresi anılarındaki ilk izlenimlerden çok daha şaşırtıcıydı. Seyirlik şebirde yaşayanlar kamusal alan içindeki coşku anlarının gelip geçici
yani maddi koşulların kamusal alana ne gibi etkileri vardı? İkinci si, bireysel kişilik nasıl toplumsal bir kategoriye -dönüştü? Ancien
·
olduğunu biliyorlardı. Maxime du Camp bunu açık bir şekilde şöy
regime'de bile, Wılkesçi harekette olduğu gibi, bireysel kişilik so rununun kamusal alanı geçici olsa da oldukça derin bir şekilde sar-
hayatta kalınası" ve yeni ekonominin buna benzer acımasız haklı laştırıınlarından, toplumun birey için çalıştığına, var olduğuna ve
le ifade ediyordu: "..... sanki bir çılgınlık rüzgarı insanların başını :,
1 70
.•
döndürüyor. Parislilerin coşkulan ani, bazen de muhteşem fakat kı-
bireyi güçlendirdiğine ilişkin çok daha naif ve sorunlu görüşlere kadar, birey ve onun özel güçleri, arzuları, zevkleri toplumsal bir gö- JZL
�·
sa ömürlü." Seyir şartlan da tek yanlı olmaya başlıyordu. Nadar'ın
rüş olarak hep kutsanır oldu. Bireysel kişiliğe olan bu inanç, kamuşal alan içindeki davranışta kendini nasıl dışavurdu ve kamusal
balonunu izleyen yığınlar sokakta her gün yaşadıkları dışında bir eyleme tanık oluyordu; zaten onu gösteri yapan şey de buydu. Böy- .. lesi bir başarı karşısında onun hakkında nasıl hüküm vereceklerdi? :
Nasıl katılacaklardı? Flaneur gösteri yaparak geçerken insanlar onu
izlerler; yanına gidip onunla konuşmaları söz konusu değildir. Pa
.
sif seyirci, sessizdir ve hayranlık içindedir: Şehir ateşli bir coşku, içindedir, ama görünüşteki bu coşku içinde bile bir değişimin belir-
·
'
ğiz.
Alışkanlıklarında bu kadar ciddi, anlık coşku ve düşlerinde bu yül edebilmek oldukça güç. Ciddiyeti bir asır sonra kurtulabildiği-
du? Özellikle aktör-insan imgesine ne oldu? Burada yalnızca bir 1 8 . yüzyıl klişesinin kaderi ile değil, 19. yüzyılın en köklü ,değişimi olan , bir kamusal düzen ilkesi olarak sessiz gözlemle de ilgilenece-
tileri ortaya çıkmaktadır.' kadar taşkın bu çağı tüm karmaşıklığı ve ihtişamı ile bugün tahay-
alanda kişilik nasıl anlaşıldı? İkinci soru akla bunları getirir. Bir diğer soru; insarılar artık kişiliği toplumsal bir kategori ka bul ettiklerine göre, kamusal alan içindeki insanın kimliğine ne ol
·
•
miz bir kölelik, fantezileri ise yalnızca katı görgü kurallarının "ika- .,
Dördüncü ve son sorumuz şu: Bireysel kişilik, kamusal alanda ü soru ge ' modem mahremiyet kuralının tohumlarını nasıl attı? İlk . soru ise son ilgiliydi; çen yüzyılın miras aldıkları ve bozdukları ile
Ç
mesi" olan şişirilmiş duyguların ve hayali tutkuların dünyası olarak '
bu yüzyılın res publica'mn modem arılamda yok edilişine nasıl ze
görüyoruz. Balzac'ın girişimcilerini, Baudelaire'in şiirlerinde Paris
, min hazırladığına ilişkindir.
Önümüzdeki dört bölümün her biri bu sorulardan birini ele ala yoğun caktır. Kamusal yaşam ile maddi koşulların ilişkisi üzerinde
sokaklarını arşınlayan hem muhteşem hem de ölümcül hasta olan flaneur'leri algılayabilmek zordur. Onlara isyan etmemize karşın, özellik ile kamusallık arasındaki sınırın aşınmasına karşı verdikleri mücadelenin günümüzde malıremiyete karşı verilen mücadelenin tohumlarını nasıl attığını anlamak da zordur. Bir asır öncesinin bu ateşli ve ürkütücü kamusal dünyasını ken' dinden önceki dönemle ilişkilendirebilınek de aynı ölçüde zordur.
ancien regi me' de kurulmuş olan kamusal uygarlığın bir sonucuydu. Bu bir ön
Pasif seyirlik şehir yeniydi; bu şehir aynı zamanda da
ceki kültür, burjuvazisinin onu seyirlik bir hale sokması ve nihai olarak kamusal alanı bir sosyallik biçimi olarak anlamsızlaştırması için var olmak zorundaydı.
·
eko laşan yedinci bölüm, nüfus, ekoloji, 19. yüzyıl başkentlerinin İlgilidir. nomisi ve özellikle de şehirde yeni kamusal ekonomi ile ilerle ği kaydetti olarak i kategor bir al Bireysel kişiliğin toplums top nasıl kişiliği ın, Balzac' ; meyle ilgili olan 8. bölüm, bir yazarın daha , başlıyor lumsal bir kategori olarak yorumladığını göstererek a sokak sonra kamusal alanın kişilik üzerindeki etkilerini 1 840'lard anci 1795'te ve r inceliyo yoluyla eri kıyafetl ın ve sahnede insanlar
bir yüz en regime'in beden imgesine karşı başkaldınyla, bedenin tırarak karşılaş yıl sonraki Viktoryen imgelerine karşı başkaldınyı bölüm, kason buluyor. Kamusal kimlik konusunu derinleştiren 9.
musal alanın kişileştirilmesinin nasıl yeni bir konuşma ve sessizlik
belli bir olguya ait parçaların bir araya getirilmesi adım adım tüm
alanı yarattığını ve bu alanda nasıl ancak özel türde bir kişinin ka musal aktör olarak kalabildiğini göstermektedir.
olanların nedenini kapsayaıı teoriye ulaştırır. Hasta, gerçekten de
Res puhlica nın
sağaltıcı balayı sırasındaki özgün açıklamalarına benzer bir şeye
'
modern ölümüne ortam hazırlayan kamusal alanın kişileştirilmesi
ulaşabilir;. fakat aruk hepsinin farklı, deneysel bir aıı1arnı vardır.
nin yollarını açıklayan 10. bölüm, politika üzerine olup başlıca iki
Bir kültürün tarihini yazmak bir yaşanıın tablosunu çizmeye
konuya eğiliyor: Kamusal kişilik olarak tanımlanan liderlik ve ko
lektif bir kişilik oluşturmaya yönelik bir girişim olan cemaat müca,/ delesi. Ayrıca maddi koşullarla ilgili bölümde yüzyıl boyunca görü,.! len genel eğilimler betimlenirken son üç bölümde
benzer bir sorundur. Sorun kendi başına açıklık değil, mekanik '·: açıklıktır. 19. yüzyılda faal olan üç etkenin özü, her biri kamusal yaşanıın ayrı alaıılarını istila ettiğinde, bunu bir biçimde farklı yol
"posthole" yön, :•
temi izlenerek bu kamusal olguların !840'lar ve 1890'larda aldık,,
lZ1. !arı biçinller inceleniyor.
·
Kitabımızın başında 19. yüzyllda kamusal yaşamı dönüştüren üç :
{gişinıler hiçbir zamaıı tek ve saf bir kaynaktan doğmamıştır. Sebep-
Ji bir değişim, yeni bir sekülerliğin biçim verdiği kamusal inanç ko,
şullarındaki değişim ve ancien nigime kamusal ideolojisinin tek bir . yanının hayatta kalması sonucu kamusal davranışta ortaya çıkan değişim. Bu etkenlerin hepsi birlikte, maddi değişimin kamusal ya,;
.
şanan sarsıntıların, 20. yüzyılda kamusal olanın kendisinin yadsın-;;
.
bir türüne ayırıp onun davranışlar ve adetler üzerindeki etkilerinic
liğin kamusal yaşama girmesinin güçlükler yaratuğına ilişkin bu . · dan korkına, özel talıayyülü uygunsuz bir biçimde kamusal durum-
Mekanik bir şekilde, yani X varsa ya da olınuşsa sonuç Y'
lara dayatına, kamusal alan içinde gizlenmek için kişinin duygula
de tarihsel yöntemle işler ki o zaman karmaşık hale gelir. Belli bir
rını bastırma arzusu, sessizliğin özünde var olan pasifliği kaınusal düzenin bir ilkesi olarak benimseme çabası. Duyguların iradedışı
dönem boyunca değişen bir dizi somut olgu arasından, analizci par- ·.
çaları bir araya getirerek bir değişim teorisi oluşturmaya çalışır. İki
olarak açığa vurulmasından duyulan korku, sokakta erkeklerin ses sizce süzdüğü bir kadın için, dinleyicilerine yalan söylemek üzere
si arasındaki fark için iyi bir örnek, kişinin bir terapi sırasında ya
mayı aıllamsız kılar. Yaııi, sorıınlara takılıp kalınanın bir yolu, "So runumun ne olduğunu biliyorum" düşüncesidir. Terapi ilerledikçe,
Kaynaklar için doğru olan, değişimlerin değerlendirilmesinde kullanılabilecek sıkıntı göstergeleri için de doğrudur. Bireysel kişi dört sinyal şunlardır: Duyguların iradedışı olarak açığa vurulınasın
Nedenler üzerine kurulınuş bir dil, şu iki yoldan biriyle işler:
tam da müphemlikten yoksun ve durağan bir nitelikte oluşu açıkla-.
lcoyacak sorular sormaya çalıştım ve böylece bir değişim teorisi ôluşturdum.
göstermiyorsun'?
yol açaıı tüm X'lerin apaçık bir tablosunu çizer. Evet apaçık: Fakat.
dır. B�n, tarihsel değişim konusunda, değişinıin etkilerini somut bi-
. çimde göstererek bu üç etkenin karmaşıklığını aşama aşaına ortaya 0
sorular sorup durmak yerine neden basitçe her bölümü değişimin ·
şam hikayesini sunmasıdır. Terapide bir "sağaltıcı balayı" kısa sü
·':yapıdadır. O olmaksızın toplum uçsuz bucaksız bir olgular okyanu. sudur; her şey var olınaktadır, fakat hiçbir şeyin varoluş nedeni
·
rız tutarlı bir açıklamadır bu. Okur haklı olarak soracaktır: Öyle ise
rede başlar; hasta, yaşamındaki nörotik semptomlara, yani Y'lerine .
) sonuç dili, sınıf dili gibi gerçek, fakat kolayca suiistimal edilebilir
:yoktur. Bu yüzden sorun ne mekanik alınalı ne de akıldışı olınalı-
şanı ve kamusal kişilik üzerindeki etkileri, kamusal insanın nedeni
masını nasıl hazırladığı üzerine bir açıklama getirmektedir. Uma-
olarak kamusal konuşmaya duyulan inanç mirasıyla benzerlik taşı-
' yordu. Aynı şekilde, kamusal yaşama ilişkin belirli bir olgudaki de
etken kısaca ele alınınıştı: Sanayi kapitalizminin biçim verdiği iki-,·
yeni bir imgesinin doğduğu ve kamusal yaşamda 19. yüzyılda ya7
larla yapmış olmalarıdır. Kamusal alanda anlamlı görsel tezalıürler
. :fıkrinin mirası, tıpa tıp aynı olmasa bile, örneğin özel bir deneyim
•
olaıı bir politikacı için olduğundaıı daha farklı aıılam taşıyacaktır. Kaynağın karmaşıklığı gibi sıkıntının karmaşıklığı da füg· temala
rına benzer.
"Kentsel" sözcüğünün kullanımı ve Paris şehri üzerine giriş ba
bı�da son birkaç şey daha eklemek istiyorum. • Birden fazla temanın farklı sesler tarafından sırayla sunulduğu müzik bestesi. (ç.n.)
1
.
7'
'
Kent incelemelerinde "kentsel" (urban) ve "kentleşme" (urb . ze) sözcükleri, kullanımlarının zor olmasının yanı sıra kolaylık!( .. birbirlerine karıştırılırlar. "Kentsel" sözcüğü sıradan kullanımı)' harita üzerinde bir yer ve oradaki yaşamı anlatır. "Kentleşme" ile' .. bu yaşamın fiziki şehir dışındaki yerlere yayılması ifade edi ·
Charles Tilly, 19. yüzyıl toplumuna doğru gelindiğinde, sözcük! •; rin bu sıradan kullanımının yetersizliklerini çok iyi göstermiş Şehri "şehir" yapan, uluslararası ölçekte idari, mali ve yasal bir si.�, !emdi. 19. yüzyılda kentleşme kentsel adetlerin yayılmasından
daf
ha fazlasını anlatıyordu; "modem", gelenek karşıtı güçlerin d · . 174 . de yayı1ması anlamına gelıyordu: Yine de yekpar - gene1 b'ır b'ıçım
yrı',
bir şey değildi kentleşme: Şehir, özellikle de büyük şehir hfilii a
bir kültürdü. Şehrin kamusal yaşamına nüfuz edilebilirdi, fakat bu· rada yayılmanın başladığı özel bir nokta vardı.' Kentsel ortam, yabancıların günlük yaşamın akışı içinde birbir
leriyle karşılaşabilecekleri bir ortam olarak ele alınmıştır. Yabancı, lar arasındaki ilişkilerin toplumsal psikolojisine değinmiştik; 19.
yüzyılda bu sosyal psikoloji canavarlaşan bir nüfus sorununa uygu, landı. 19. yüzyılda, Güney ve Güneydoğu Avrupa'da olduğu gibi, .
Batı Avrupa'da da kırsal kesimde çarpıcı bir altüst oluş yaşandı. • Kısmen kıtlıktan, kısmen kırsal mülk sahipliğinin yeni biçiminden ve tarımın kapitalistleşmesinden dolayı yığınlarca köylü ve çiftçi yurdunu yuvasını terk ederek Avrupa' daki şehirlere, bilinmeyen yerleşim bölgelerine ya da Amerika, Arjantin ve Brezilya' ya gitti. Yerlerinden edilen bu insanlar, köklerinden kopmalarıyla yaşadık ları genel sarsıntının bir uzantısı olarak belki yabancılarla günübir lik ilişkiye gireceklerdi. Böylece, 1 9 . yüzyıl kır nüfusunun, şelrir yaşamının, şehir sınır
larının ötesinde bir anlamı olacak demekti. Bu, büyük şehirde ka musal davranıştaki her değişim anında bölgelere de yayılacak de mek değildi; aksine, topraksız kalan ve göçer olan insanlara, sürek li köksüzliiğüiı bir koşulu olarak görünen şelrir yaşamı artık tama men uzak ve yabancı gelmiyordu. Kırsal kesim de yabancılar ara sında yaşama sorunuyla yüz yüzeydi; bu anlamda da şehrin seyirci sorununa yabancı değildiler, ama bu sorunu hafızalarında kalan geçmiş geleneklerinin filtresinden geçiriyor, ya da köylüler şehre göçmek zorunda kaldıklarında, hemşerilerinden ya da anadilini ko-
oluşturarak çözüymlar lışanlardan müteşekkil küçük bir çekirdek , an bu bag yuzyılı kurul ve kasaba arasında 19. yüzyılda · . Şehir şekilde silinmesine yolu da coğrafi sınırların çok daha etkili bir erinde kamusal yaşam� çmıştır; öyle ki, günümüz büyük şelrirl inde, tüm toplumdakı sayes lojisi adsınması, yeni bir iletişim tekno
aynı yadsıma eşliğinde yürür. ek de yalnız ••. ·. Yeni odak noktamız 1 9 . yüzyıl başkentidir ve gider ' bölümden ilk ikisinde, Paris ve ca Paris olacaktır. Önümüzdeki dört sal alan içinde bireysel kişiliondra'nın maddi bakımdan ve kamu ştıkları konusuna ağırlık " e duyulan inanç bakımından neleri payla kaya ağırlık verdikçe tek ba- J;!1. verilecektir. Son iki bölümde de politi er Benjamin, Paris için " 1 9 . •işına Paris üzerinde duracağız. Walt ayan eşsiz bir yer" diye yazı :yüzyılın başkenti" ve "ele avuca sığm başkenti yapan şey po!ıhkayordu. Paris'i Benjamin 'in 19. yüzyıl alar uç noktadaydı; her yerde . nın kültürle ilişkisiydi. Burada çaı_ışm li kuşakların deneyimlerin'korku duyulan devrimci kabarışlar Paris oynamıştı . Paris, 19. yüzyıl de olsun, anılarında olsun fiili bir rol zilerinin yoğunlaştığı yerburjuvazisinin tüm korkularının ve fante imlerin merkezi olan Paris, di. Batı Avrupa'yı süpürüp geçen geril nı açığa çıkardı. Böylece kent bu gerilimlerin yapısını ve sonuçları hem büyüleyici hein de kor modem New York gibi, başkaları için r Paris'te tüm yaşamla:ını kemi . kulu bir yer oldu. Sarıki Avrupalıla yandan da gözlerini: bu hasta· ren bir hastalık görüyorlardı, ama bir _
·
•
dan alamıyorlardı.
Vll
S anayi kapitalizminin kamusal y a ş am üzerindeki etkileri
'yerleşik kalıbına göre düzenlendi; ama bu durum adım adım da ol sa değişti. Şehre akın edenlerin de geçmişe dayanan belli kökleri
vardı. Çoğu hi\la genç ve bekardı. Yüzyıl ilerledikçe ve tarımsal al :tüst oluş şehir dışında geniş alanlara yayıldıkça, grup daha köklü ve birleşik aile birimi şeklini alıyordu.
19. yüzyıl ba�kentlerinin ekonomisi
ancien regime 'de var olan
, apıları da kısmen genişletınekteydi. Ticaret, finans ve bürokrasi aşkentlerin başlıca faaliyet alanı olmaya devam ediyordu. Fabri . ;kalar toprağa aç işletmelerdir; genellikle, eğer şehir içinde yer al mışlarsa, toprağın daha ucuz olduğu kenar bölgelerdedirler. Atölye-
,Jer daha çok şehir merkezine kurulan işletınelerdir; hem daha küçük
,
m de daha az mekanizedirler. 1 9 . yüzyıl başkentlerinde bu tür
erli sanayiler çoğunlukla ticaretle, hızlı ve küçük ölçekli birimler-
', e, sömürgelerden ve öteki Avrupa ülkelerinden sağlanan hammad 'denin ileri düzeyde uzmanlaşmış yöntemlerle perakende satış mal1anna dönüştürülmesiyle bağlantılıydı. Bu başkentlerin iç ekonomileri yeni bir ekonomik uğraşın doğ
. masına yol açtı. Şehir nüfusunun böylesine artması sonucu, pera kende ticaret hiç olmadığı kadar karlı duruma geldi. Alıcı kitlesi,
k)asik açık hava pazarları ve küçük dükkanlar yerine satış mağaza
arında odaklanan yeni türde bir kamusal ticaret başlattı. Bu yeni
perakende ticarette, 19. yüzyıl kamusal yaşamının tüm karmaşası
ve sorunları ortaya çıktı. Bu ticaret, kamusal alanda oluşacak deği
şimlerin bir paradigmasıydı. Bu yeni kamusal ticareti anlayabilmek
'jçin, maddi yaşamın kendinden önce gelen şeyleri ne ölçüde büyüt "Kentsel devrim" ve "sanayi şehri" bir asır öncesinin değişimlerini:/
tüğünü görelim.
betimlemede kullanılan iki beylik ve yanıltıcı tanımdır. İlkinin yol
açtığı yanılgıya göre 19. yüzyılda şehirlerin gelişimi öylesine aşın- '
A. 1 9 . YÜZYIL KENT SAKİNİ YENİ BİR KİŞİLİK MİYDİ?
dır ki, daha önce var olan şehirlerle çok az ilişkilidirler. İkinci ya
nılgı ise, bu büyümenin, tipik olarak, kentli nüfusun dev fabrikalar- , daki imalatla aşina olduğu yerlerde ortaya çıktığı görüşüdür. Oysa
aslında, nüfusta en fazla büyüme, geniş ölçekli sanayiye pek sahip! olmayan büyük şehirlerde gerçekleşti. Kuşkusuz, nüfusun böylesi; ne arttığı hiç görülmemişti. Bu nüfusun bakımı ve ekonomik açıdan ayakta kalabilmesi için kullanılan eski yöntemler artık işlevsizle şinceye kadar abartıldılar; böylece sayısal değişimler giderek bi
çimsel değişimlere yol açtı. Yeni nüfus, başlarda şehir ekolojisinin ,
l-J
)9. yüzyıl başkentlerinde nüfus artışı öyle hızlıydı ki, sırf rakamla
) imcisi A.F. Weber'in Paris'e ilişkin rakamları şöyledir:
:' ııcelemek bile insanı hayli ilginç sonuçlara götürüyor. Nüfus bi l
1 80 1
547.756
1821
7 13.966
�ji
1841
935.261
1 801
1861
1 . 174.346
1821
1 .225.694
1881
2.269.023
1841
1 . 873.676
.2.536.834
1861
2.803.989
1881
3.834.354
1891
4.232. 1 1 8
1896
Bu sayıların ne anlama geldiğini belirleyebilmek için 1801 'deki nüfusu 100 kabul edip sonraki artışı bu temele göre gösterelim. Bu
na göre Paris dışındaki on iki büyük kentin, Fransa nüfusunun bü tününün ve Paris'in 19. yüzyıl oranlan şöyledir:
78
Her ikisi de diğer Avrupa kentlerinden çok daha büyük olmakla bir likte, 18. yüzyılda Londra Paris'ten çok daha büyüktü. Kendi ulusal kültürleriyle ilişkili olarak iki kentin büyüme oranlan birbirine
yalandı. Aşağıda Londra'nın, 100.000'in üzerindeki öteki büyük .1Z2.
12 kent
Paris
100
110
100
120
1841
130
120
154
1861
171
133
268
1881
Yıl
Ulus
140
306
354
1896
1 80 1
100
143
414
405
463"
1821
134
100
141
1841
178
158
216
Yıl
·12
864.845
Fransa
1801
100
1821
şehirlerin oranlarıyla ulusal (İngiltere ve Galler) oranlan görüyor-
sunuz: Öteki büyük kentler
Londra 100
Büyüme çok açıktır: 12 büyük kent Fransa'nın bütününden daba
1861
226
153
324
fazla gelişirken Paris tek başına bu kentlerden daba hızlı büyümüş
1881
292
136
443
tür.4
1891
326
166
489
Londra' nın bu yüzyıl sırasındaki gelişimi de Paris kadar çarpı cıydı, fakat Londra'nın nüfus tablosunu çıkarmak daha güçtür; çün
kü "Londra"nın kesin demografık, idari ve sosyal sınırları yoktu. Önce idari bir kontluk olarak Londra, sonra bunu çevreleyen, Lond-
Fransız ve İngiliz büyüme kalıplarının farklılığı taşralarındaki şe hirlerin büyüme oranlarından geliyordu; Fransa' dakiler İngilte ·
re'dekilerden daha fazla ve istikrarlı büyüyordu. Paris :ve Lond
ra'yı "Büyük Londra" yapan dış halka, hatta bu halkanın ötesine
ra'nın yüzyıl sürecindeki aşama aşama büyüme oranlan·'. birbirine
uzanan yerleşim alanları vardı. Bu iç içe geçmiş insan yığını, İngil
paraleldi.''
arasında Asa Briggs, "Büyük Londra'nın nüfusu taşradaki yerleşim
B u sayıların anlamını değerlendirebilmek için, o zamana kadar Paris ya da Londra'mn büyüklüğüne yaklaşabilen tek Şehrin, 16 yüzyıl önceki emperyal Roma olduğunu; ya da hiçbir kentsel yerle
11 artmıştır" diye yazıyordu.'
diğini anımsamak. gerekir.
tere 'nin diğer kentleriyle ve nüfusun bütünüyle tam olarak aynı Pa ris'in Lille ve Fransa ile ilişkisi gibi ilişkiler içindeydi. 1 8 7 1 - 1901 alanlarının tümünden ve bütün olarak ülke nüfusundan da daha hız.
Yalnız Londra kontluğu sınırlan içinde kalırsak, 19. yüzyıldaki büyüme şöyle hesaplanabilir:
şim alanında bu denli kısa sürede böylesi bir büyümenin görülme Bu başkentlerin neden bu denli büyüdüğü karmaşık bir konudur.
Şurası çok açık ki, Paris ve Londra'da yüzyıla ilişkin doğum ölüm oranları, yaşayanlardan yana bir seyir izledi. Tıp ve kamu sağlığı
* Bu oran, Paris'in yukarıdaki ham nüfus verilerinden çıkarılmış oranla pek dengeli değildir; çünkü Paris'e 1 B52'den 1865'e kadar belirli bölgeler katılmış ve bunlar ista1istikçilerce tek bir yöntemle incelenmiştir.
alanındaki gelismeler veba tehdidini, yani kent nüfusunun en büyük
; d
düşmanım rta an kaldırdı. Böylelikle şehirdeki ailelerde daha çok
sayıda çocuk dünyaya geldi ve ileride kendi ailelerini kurdular. Şe
nülmelidir; kutuya tıkılan cam parçaları o kadar artar ki, bu basınç
hir nüfusu bir biçimde kendi içinden artmış olsa bile, bu artışın ana
ile cam parçaları kendiliğinden kırılmaya başlarlar, fakat kutunun
da, bu akın hfüil. kente belli bir uzaklıktan gelen gençlerden ve bağ
duruma gelmiştir; kutu parçalanmamıştır; ama daha geniş,
kaynağı şehir dışınd<ın göç olmaya devam etti. Yüzyılın ilk yarısın
duvarları yerinde durur. 1 850'de şehir artık hiçbir ek kabul edemez aynı
lantısız kişilerden oluşuyordu. 1850'lere kadar kırsal kesimde bu
oranda da sık hatlar boyunca yeniden şekillerırniştir. Basınç süreci
nalım ciddi anlamda başlamamıştı. Başladığı zaman, köylü aileler
tekrar eder. Paris, Londra gibi şehir dışı yerleşim bölgelerine sahip
gönüllü göçmenleri tablonun dışına atınadı; yeni göç eden aileler
değildi; şehrin biçimi; her zaman artan nüfusla birlikte sınırların
göç halindeki bireylerin saflarına katılıyorlardı.
zorlanması yoluyla oluşuyordu.
Bu büyük rakamlara dikkatle yaklaşılınalıdır. Şehir .dışına göç
Tarihi boyunca Paris' i içinde barındıran kutu onun suruydu. Sur,
de hayli büyük bir sayıya ulaşıyordu; şehirdeki nüfus sayımında 180 belli bir yılda sayılanlar ertesi yıl kayboluyordu; özellikle de kök lerinden kopmuş köylüler için geçerli olmak üzere; sanki bir dalga
şehirde farklı zamanlarda farklı amaçlara hizmet etti. 1 8. yüzyılda
ya kapılıp kasabalara ve kırsal kesime çekiliyorlardı. Peter Knights ve Stephan Thernstrom 'un yaptıkları bir çalışmaya göre 19. yüzyıl
şehir gelişiminin asıl tablosunda, kısa sürede terk etmek ve yerleri arkalarından gelen yeni bir istikrarsız göçmen yığını tarafından
alınmak üzere büyük şehirlere sürüler halinde düzensiz bir biçimde akan insanların ortasında ya da altında kalıruş yerleşik şehir sakin
lerinin sayısındaki belirgin düzenli artış görülecektir.
surun şehre saldırılara karşı yaptığı savurırna işlevi sona erdi; ger- .1 çekten de, l 770'lerde surun amacı içerideki nüfusu denetlemekti. Surun altmış ayrı kapısından, tümü
"octroi" adı verilen bir vergiye Ferrniers
tabi olan şehrin malları ve imalat ürünleri geçiyordu. Bu
Geııeraux Sııru'ydu (yani Vergi Toplayıcıları Suru). Sur şehrin
1840'lara değin yasal sınırıydı. 1850'lerin sonunda Baron Hauss
mann şehre yasal, yönetsel ve yerleşimse! yeni bir sur inşa etıneye başladı. Bu yeni sur fiziksel bir yapısı olmayışıyla önceki surlardan ayrılıyordu. 19. yüzyılın ilk yarısında, Paris'in artan nüfusuna Ferrniers Ge
neraux Suru dahilinde yer bulunması gerekiyordu. Var olan konut
B. ŞEHİRDE YERLEŞME
alanları kısa sürede dolınuştu. Evler daha sonra kendi içlerinde ye
Şehre gelen kararlı ve kararsız göçmenler arasındaki farklar hak kında yeterince bilgiye sahip olınadığıınız için bu göçmenlerin yer leşim deneyin1lerinin farklı olup olınadığını yani temel nüfus yo ğunluğu durumunu da bilemiyoruz. Chicago üzerinde yaptığım in celemeye göre şehirde uzun vadeli ikamet eden orta sınıf insanları şehrin çevresine taşınırken daha kısa süreli ikamet eden işçiler şeh rin içinde yaşıyordu. 19. yüzyıl Paris'ine ilişkin bir araştırma aynı sonucu. verirken bir başkası vermemektedir.'
18. yüzyıldaki gibi 19. yüzyıl Paris ve Londra'sı da giderek ar
tan yoğunluk sorunlarını oldukça farklı yollarla çözmüştür;
aııcieıı
regime , deki gibi bu farklı yollar yine benzer toplumsal sonuçlar ya ratmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısında Paris'te nüfus artışının nasıl yaşandı ğını tasavvur edebilmek için cam parçalarıyla dolu bir kutu düşü-
niden bölündü, bu da yeterli olınayınca eski binaların üst katlarına yeni katlar eklendi. Bir önceki yüzyılda boş bırakılan kamusal mey danları anımsayacak olursanız, 19. yüzyılın başlarında bu
meydan
ların doldurulmadan kaldığını ve artık nüfusun üst üste yığıldığı
· bölgelerin bu meydanları sardığını tahayyül edebilirsiniz. Amerika lılar, nüfus yoğunluğu 1930'1arda Aşağı Doğu yakasındaki göçmen
· topluluklarınuıkinden fazla oları bir nüfusun Central Park büyüklü ğündeki bir kent alanına sıkıştığını düşünerek bu durumu gözleri-
nin önüne getirebilirler."
·
Kum gibi kaynayan bu sokaklarda toplumsal sınıfların ne ölçü
de birbiriyle iç içe geçtiği ve birleştiği konusunda tarihçiler arasın da pek çok tartışma vardır. 19. yüzyıl başlarındaki bir Paris evi ile ilgili klasik imgeye göre, evin birinci katında varlıklı bir aile, ikin ci katında saygın bir aile ve bu sırayla giderek, çatı katında da hiz metçiler·otui:urdu. Bu imge yanıltıcıdır, fakat bunu atlamak daha da
büyük yanılgı olur. Zira kentin .Haussmann tarafından 1850 ve 1860'1arda yeniden kuruluşu sırasında bölgeler içinde sınıfların iç içe geçmesi planlı olarak azaltılmıştı. Yüzyılın ilk yansında kişile re ait evlerin bölünerek tek tek dairelere dönüştürülmesi sırasında kendiliğinden ortaya çıktığı kadarıyla heterojenliğe, artık mahalle ve semtleri homojen ekonomik birimlere
dönüştürme
çabası ile
karşı çıkılıyordu. Yeni yapıların ya da onarılan evlerin yatırımcıla
rı bu homojenliği akılcı bulmaktaydı, çünkü sermayelerini nasıl bir
alana koyduklarından eminlerdi. Sınıfların bir ekolojisi olarak bir
quartiers
ekolojisi: Bu, Haussmann'ın hem şehirdeki yurttaşlar
'- arasına hem de şehrin çevresine diktiği yeni surdu. Paris' in yoğunluk sorunu eskisi gibi sürdü; bulduğu boşluğu hızla tıka basa dolduran yığınlara karşın sabit bir alan.
ulevards'ın
arkasında ve yeni
yerler' den uzakta,
Grands bo
ikamet amaçlı ve
çeşit sergiler, dükkanlar, hatta küçük fuarlar...
. Geçen yüzyılda Paris'in nüfus dağılımında ortaya çıkan mole külleşıne süreci ancien regime şehrinde kamusal meydan olgusuy
la birlikte başlamış olduğunu gördüğümüz bir süreci hızlandırmış tı. Şehir insanlarla doldukça, bu insanlar birbirleriyle işlevsel bağ
lantılarını yitirmeye başladılar. Daha fazla yabancı vardı ve daha yalıtılmış durumdaydılar. Meydan sorunu büyüyerek mahalle ve
quartier sorununa dönüşmüştü. Toplumsal sınıfların kentte birbirinden yalıtılması geçen yüzyıl da Londra'da da gerçekleşti, fakat bu Paris'te olduğu gibi insanla- IRJ rın içeride sıkışmasıyla değil, şehrin yayılıp genişlemesiyle olmuş tu. Şehre yeni alanlar eklendikçe inşaatçılar ekonomik bakımdan homojen grupların gereksinimlerini karşılamak için geniş yerleşim alanları kurdular. Paris'teki gibi, eğer mülk bir sınıfın birbirine ben-
ticari yığılma devam etmekteydi. Fakat quartier'lerin homojen bir
zer üyelerine ait ise yatırım daha emin ve güvenli görünüyordu.
sınıf karakteri kazandıracak biçimde düzenlenişi bizatihi yerelcilik
Burjuva konutlar söz konusu olduğunda yeni bir bölgenin inşasın-
ve kozmopolitenliğin terimlerini değiştirdi.
da tek tip konutlar yapılması yöredeki mülklerin değerlerinde bir
David Pinckney, "Bir asır önce Parisliler genelde birkaç sokağın
düşüş olmayacağı anlamına gelirdi. İşçi konutlarının yapımında ise
sınırları içinde yaşıyor, çalışıyor ve eğleniyorlardı" şeklinde bir
alıcı konumundaki bir işçi sınıfı nüfusuna uygun seçenekler dahi
gözlem yapmıştı. Haussmann'ın şehri yeniden düzenleyişi çok da
linde yapılardaki homojenlik inşaat malzemeleri ve araç gerecin
ha büyük bir sürecin ifadesi ve somutlanışıydı. Bu süreç Chicago
toptan alımıyla maliyetlerin düşük tutulabileceği anlamina geliyor-
şehir araştırmacısı Louis Wirth'ün şehrin "bölümlere ayrılması" di
du.
ye adlandırdığı, meslektaşı Robert Park'ın da 19. yüzyıl boyunca şehirde sosyal "moleküllerin" oluşması diye açıkladığı süreçti. Bu bölümler endüstriyel ekonomide giderek genişleyen işbölümünü ta mamlıyordu. Yoğunluğu durmadan artan
Paris nüfusu
bir öbek
toprak üzerinde homojenleşti ve öbekten öbeğe de farklılaştı.'
Ancien regime Paris'inde, tabii ki yoksul ve zengin bölgeler var
dı; ancak "zengin" bölge, çok sayıda zengin kişinin orada yaşadığı anlamına geliyordu. Yoksa, o bölgede yiyecek, içecek ve konut fi
yatlarının diğer bölgelere göre daha yüksek olduğu anlamına değil. Bugünün kentlisi bir yerdeki ekonominin o yer sakinlerinin "refah" düzeyi ile uyuştuğu düşüncesine öyle alışmıştır ki 19. yüzyıl önce
sindeki mahalleleri zihinlerinde gerçekte olduğu gibi canlandıra bilmeleri çok zordur: çeşitli sınıfların aynı evde olmasa da komşu
binalarda iç içe yaşamaları ve bu müşterilere hizmet verecek çeşit Fr.: Mahalle, semt. (ç.n.)
•
Londra giderek daha geniş alanlara yayıldıkça fiziksel ayrım ve uzaklık yoluyla bölgecilik ortaya çıktı; tıpkı Paris'te görece birbiri
ne yakın bölgelerde konut, yiyecek ve eğlence yeri fiyatlarının fark lılığından dolayı bölgeciliğin ortaya çıkması gibi. Nüfusbilimciler,
Londra "merkezi"nin (St. James Parkı'nın üst tarafı ve hatta May fair) ekonomik ve toplumsal anlamda bütünlüklü bir çe".re olarak kaldığına ilişkin kanıtlar ileri sürmektedirler, ama merke>:_ anlamını yitiriyordu; Londra bugünkü görüntüsünü almaya, birbipyle bağ
lantılı bir mahalleler zinciri olmaya başlıyordu. Londra'rıın yüzöl çümü bir fabrikaya her gün gidip gelen Londralı işçilerin bir kısmı
nın boş zamanlarının çoğunu yolda geçirdiklerini gösteriyordu. Bu . durum, sonuçta, çalışma dünyasından uzakta bir yer olarak oturulan bölgeye verilen önemi arttırıyordu.
Endüstriyel çağın başkentlerinin endüstrileşmemiş olduklarını
belirtmiştik. Endüstri Fransa'da İngiltere'de olduğundan farklı an-
lama geliyordu, fakat bu farklılık her başkent için yine benzer so nuçlar verdi. 19. yüzyıl Fransız ve Alman ekonomilerinin büyük ta
�·
.
ra yine akşam yemeği için dışarı çıkarken, erkek de işyerine, kulü be, belki tiyatroya ya da bir toplantıya giderdi.
rihçisi C!apham, 1848 Fransa'sının İngiltere ölçeğinde bir fabrika
Henri Lefebvre' in adlandırdığı gibi, bu "şehir hakkı"nın bir bur
lar sistemine sahip olduğundan kuşku duymaktadır; 1 8 15'e göre
juva ayrıcalığı haline geldiğini görmek önemlidir, çünkü günümüz
daha fazla mal ve hizmet üretiliyordu, ama büyük atölyelerde. 19.
de
yüzyılın ikinci yarısında gerçek fabrikalar Paris'e belli bir uzaklık ta geliştiler. Nedeni basitti: Paris'in içindeki, hatta yakınındaki ara ziler fabrika kurmak için çok pahalıydı. Yüzölçümü daha büyük olan Londra'da arazi kıt bir mal değildi, fakat belirsiz nedenlerle,
vie du quarıier oldukça övgü toplamaktadır. Bugün vie du quar ıier'yi ya da yerelciliğin erdemlerini romantik!eştirenler emekçi sı
nıfın yaşam "rengini" kafelerde ya da sokakta arayanlardır, ama bu "rengin" geçen yüzyılda kent sahasırun ekonomik olarak basitleşti rilmesinin ürünü olduğunu unuturlar. Oldukça farklı fakat aynı öl
fabrikalar "büyük Londra" halkası içinde gelişmelerine karşın
çüde ağır zincirleri olan
misi gelişmemişti. ıu
dolaşmasına engel olmadığını gördü. İyi niyetli planlamacıların bu
1 84 M anchester ya da Birmingham'daki yoğunlukta bir fabrika ekono
Chicago kentsel araştırmalar okulu yazarları mahalleden mahal
leye, semtten semte hareketliliğin "kentsel" yaşantının özü olduğu
ancien regime şehrinin emekçi sınıf üyesi,
bu zincirlerin şehir içinde eğlence, heyecan ve iş aramak amacıyla lJ
gün yerelciliği ve küçük ölçekli yerleşim birimlerini göklere çıkar maları yeni bir tahakküm biçiminin farkında olunınaksızın güçlen
na inanıyorlardı. Onlara göre bir kentli yalnızca bir tek quartier'yi,
dirilmesi ve bir önceki yüzyılda emekçilere empoze edilen, şehrin
bir tek bölgeyi değil, aynı anda bunların çoğunu tanıyan kişiydi.
gözden çıkarılmasıdır.
Gelgelelim böyle bir deneyim geçen yüzyılın tüm kentlilerine eşit dağılmarılıştı; sınıfsal bir karakteri vardı. Ekonomik düzeyde
quar tier ve mahalle yapısı homojenleştikçe, bir semtten ötekine taşın maya yatkın insanlar daha çok onları şehrin başka yerlerine götü
recek karmaşık çıkarları ve bağları olanlardı; bu tür insanlar daha zengin kesimdendi. .
Bu yüzden "kamusal alanda olma" burjuva büyük-büyükbaba larımız için burjuva olmayanlarına göre daha anlamlı bir sorundu ve çok anlamlıydı. Yaşadıkları dertlere ilişkin bir ironidir bu: Ka musal alımda rutin olarak daha geniş kesimlerden insan yer almış olsaydı bu alanda yaşanan sıkıntı daha az mı olurdu acaba?
Quartier dışında geçen günlük yaşam burjuva
kent yaşantısı oluyordu. Böylelikle, kozmopolit ohnak!a burjuva sı
nıfı üyesi olmıık birbirine yakın anlamlar kazandı. Buna karşı yerel ci!ikle alt .sınıf üyesi ohnak birleşti. Emekçi sınıftan Parislilerin tek rutin seferi şehrin çalışmayan sınıflarının bulunduğu kesimine; ya da öteki işçi sınıfı semtlerine ve belki de alışveriş için yeni mağa zalardan birine yapılıyordu. Aslında şehirdeki çeşitliliğin deneyimi olan kozmopolitenlik böylece emekçi sınıflara bir tüketim deneyi mi olarak geçmişti. Yerel işçi sınıfı ile kozmopolit orta sınıf arasındaki çelişki abar tılmamalıdır. Şehirdeki kendi güvenli yerlerini bırakıp gitmek iste- . yen saygın insan sayısı oldukça azdı; özellikle orta sınıf kadınları arasında yabancılardan sakınma arzusu oldukça güçlüydü. Fakat, varlıklıların karmaşık iş, eğlence ve sosyallik istekleri kendilerini adacıklaruun sınırları dışına çıkarmaya yetiyordu. Kadın, şapkacı sını, terzisini, kadınlar derneğini ziyaret eder, evde çaya döner, son-
C. ŞANS VE BURJ UVA YAŞAMI Feodal bağları koparan bir toplumda kritik sınıf burjuvazidir. 18. yüzyıl Paris ve Londra'sında ticari ve bürokratik işler anımsanma . yacak denli eskiye uzanan bir yükümlülüğün yerine getirilınesi de ğildi. 19. yüzyıl ilerledikçe, aynı kozmopolit burjuva uğraşları yep yeni bir içerik kazandı. Londra ve Paris 'in burjuva sınıfını, çalışına temelinde, en az bir çalışanı olan işyeri sahiplerinden başlayarak büro işçilerini, me murları, katipleri, muhasebecileri ve onların üstündeki mesleki ve idari tabakayı içine alan bir kesim olarak tanımlayabiliriz. Ailele riyle birlikte bu grup, 1 870'te Londra nüfusunun yüzde 35 ila yüz de 43'ünü, aynı yılda Paris nüfusunun da yüzde 40 ila yüzde 45'ini kapsayan şaşırtıcı derecede büyük bir gruptu. Başkentlerde, her iki
ülkenin de geri kalan kesiminde olduğundan daha fazla oranda or' ta sınıf üyesi aile vardı; 1867' de İngiltere çapında nüfusun yüzde 23'ü orta sınıftandı.11
·::rekir. Aslında kısa sürede çok büyük paralar kazanmak ya da kay
Sanayi kapitalizminin İngiltere için Fransa'da olduğundan fark- · lı anlam taşıması gibi, "saygın" bir Londralı olma bilincinin Paris
. rırn yüzünden düzeyli, saygın aileler mahvolabilirken, iyi bir yatı
li bir "burjuva" olma bilincinden farklı çağrışımları ve yananlamla' .
rı vardı. Yine de, başkentler arasındaki ayrılıklar uluslar arasındaki ' ayrılıklar kadar aşırı değildi. Ancien regime başkentinde olduğu gi�,.
bi kozmopolitenlik ulusal sınırları aşmıştı, fakat 19. yüzyılda böyc lesi yakın ilişkilerden söz etmek kentin yalnızca bir bölümündeki
R6 dünyevilikten söz etmektir. Kozmopolit burjuvazi geçen yüzyılda
uluslararası bir sınıfa ilişkin kimi özellikler edindi; sanayi ülkeleri' ' nin proletaryası ise bunu yapamadı. "Sofistike olma": 18. yüzyılda, ' hem Fransa hem de İngiltere'de bu sözcük küçültücü anlamda kul lanılırken 19. yüzyılda burjuvazi için bir övgü oldu. Sözcük artık dil, ulusal görenekler ve yaş gibi engellere karşın "iyi yetiştirilmiş",
:betmek olanaklıydı. Sermayesi olan aileler bir ya da en fazla birkaç ' 'girişime yatırım yapma eğilimindeydiler. O nedenle kötü bir yatı;.rırnla kişi bir anda kendini yepyeni bir dünyada bulabilirdi. İyi ve ;kötü bir yatırım için kurallar nelerdi? Yüzyıl öncesinin yatınmcıla-
; tı karar
çok daha az bilgi sahibiydiler. Örneğin, çok az sayıda firma yıllık
. kar zarar bilançosu yayımlardı. "Enformasyonun" büyük bölümü
· dedikodu biçimindeydi. City' .hisse senetleri piyasası, Paris'teki borsa ve onun yan kuruluşları hiçbir düzenlemeye tabi değildi; öy-
,· le ki firmaların el değiştirdiği hayali piyasalar o dönemde fiili ola-
rak işliyordu. Mal ticaretinde durum daha da kötüydü. Belli başlı ulusal yatırımlar eşit ölçüde şansa bağlıydı ve genel anlamda hiçbir . rasyonaliteyi izlemiyordu. Fransa' da tam anlamıyla dağbaşı dene bilecek yerlere demiryolları döşeniyordu, çünkü bir gün oralarda demir bulunacağı "zarınediliyordu". Panama Olayı gibi büyük
"iyi huylu" kişiler için kullanılıyordu. Bir hesaplamaya göre, 1770-1870 arasında Paris'teki çalışan burjuvazinin artış oranı fazla değildi, belki üçte bir oranındaydı;
·
alana karşı tüm tavırları şartlandıran temel bir endüstriyel yaşam
görüşünü açığa çıkarır: Bu, burjuva saygınlığının şansa dayanıyor
lerinde endüstrinin nasıl geliştiğine ilişkin hiçbir ölçü olmayan, o nedenle rasyonel bir yatırım kararının da ne olacağını bilemeyen . yatırımcı sınıf yüzündendi. İnsanların ardışık iyi ve kötü zamanlar arasındaki bağlantıyı dü şünmeye başlamaları ve iş çevrimi [business cycle] diye adlandırı. lan bir olgunun farkına varmaları ancak 1860'ların sonlarinda ger çekleşti. Peki, bu çevrime yol açan neydi? Günümüzde Marx'ın o dönemdeki yazıları sayesinde buna iyi bir açıklama getirebiliriz, fa
olduğu görüşüydü.
kat yüz yıl önce Marx'ı hiçbir borsa simsarı okumuyordu. İşadam
Geçen yüzyılın işadamları ve bürokratlarının düzenli bir sisteme
ları iş çevrimini mistik terimlerle açıklıyorlardı. Manchesterlı bir bankacı olan John Milis, iş çevriminin "aklın bilimine" dayandığı
katılma konusunda belirgin bir fıkirleri yoktu. Dahası, yeni sistemi yönlendirdikleri için en azından kendi yaptıkları işi anladıklarını
na inanıyordu; 1876'da William Purdy, genç yatırımcılarırı yaşları nın ilerlemesinden dolayı kendilerinde sermayenin hızla dolaşımını
zannederiz, ama gerçek hiç de öyle değildir. Para kazanmanın ve büyük kuruluşları yönetmenin sım çok başarılı olanlar için.bile bir
sağlayacak fiziksel gücü bulamadıkları için iş çevriminin �ar oldu ğu teorisini geliştinnişti. Fransa'da da çevrimden anlaşılan daha
gizdi. 1 860'larda ve 1870'lerde Paris ve Londra'nın büyük ölçek li işletmelerinde çalışan işçiler işlerini bir kumar, bir tür şans oyu nu olarak betirnliyorlardı ve bunun en uygun sahnesi de borsaydı. Varlıklı insanları ürküten yeni ekonomik dürtüyü anlayabilmek için, o dönemde spekülasyonun ne anlama geldiğini bilmemiz ge-
skandallar her yıl daha az çarpıcı olsa da aynı oranda sahtekarca fi
: yaskolarda yankı buluyordu. Dolandırıcılığın bunca anması, zihin
Asıl değişim, ticaretini yapıp idaresini üstlendikleri şeylerdeydi; se- . ri üretilen mallar sistemindeydi. Bu yeni sistemi yaşayanların nasıı'
anladıklarını kavramak önemlidir. Kısmen eski şehre ait pek çok tavrı yeni şehre taşıdıkları için onu çok iyi anlayamamışlardı. Sana yi düzenini nasıl yanlış anladıkları önemlidir, çünkü bu kamusal
verecekleri konular hakkında bugünkü meslektaşlarından
·
fazlası değildi. O dönemde kendilerini analiz etmedeki başarısızlık larının bu denli kritik bir duruma gelmesinin nedeni geçen yüzyıl ..
Londra'da finans merkezi olan semt. (ç.n.)
187
daki ekonomik değişimlerin günümüzdekilere kıyasla çok daha ani
şanan biçimleriyle nüfus artışları, ekolojik değişimler, yeni sanayi
ve şiddetli olmasıydı; öyle ki, birkaç ayda endüstri ülkesi Fransa,
düzenindeki dalgalanmalar son derece büyük ve etkiliydi. Şehir, o nedenle, herkesin kafasında amaçsız, köksüz, tehditkar insan yığın
büyüme sürecinde iken bunalıına savrulabilirdi ve durumu iyileşti rebilecek hiçbir şeyin işe yaramadığı bir durgunluk döneminin ar
larıyla dolu, düzeyli bir yaşam sürdürmenin irade yerine şansa bağ lı olduğu. kaçınılması gereken bir yaşam imgesi canlandırıyor ol-
dından ansızın açıklanması zor bir yükseliş başlardı." Yatırım sektörlerine egemen olan açıklanması zor istikrarsızlık
malıydı.
lar bürokrasilere de egemendi. Credit Foncier gibi dev ölçekli ope
Var olan maddi koşullar değildi böylesi bir kavrayışı yaratan.
rasyonlar büyük ve görünüşte uzun vadeli projelere girecek ve an
Büyük şehir yurttaşları arasında ve taşrada bir maddi düzensizlik
sızın çökecekti; işlerini sonradan, yeni personelle birlikte, başka bir
188
kuruluş devralacaktı. Kimi Fransız tarihçiler, Fransa'nın bürokratik; tarihini yanlı bir biçimde İngiltere'ninkiyle karşılaştırarak Fransa'da devletin sıkı ekonomik denetiminin bürokratlara daha fazla: güvence sağladığını öne sürerler. Bu argüman taşra yaşam şartların
bilinci vardı, ama aslında şehir yaşamından korksalar bile pek çok
insan başkente yerleşme özlemindeydi. Yüzyılın tamamı süresince,
··
•.
göçmenlerin çoğu, yerlerinden sökülmüş gruplar halinde değil genç
ve bekar insanlar olarak kente gönüllü gelmişlerdi. Değişik türden
'.
şehirlerin, her iki ülkedeki taşra şehirlerinin sakinleri kendilerini
da geçerli olabilir, ama Londra ve Paris açısından olamaz; çünkü . paradoksal olarak, Fransa' da devletin merkez organları Paris'te yer
cehennemin dibini boylamış gibi görme eğilimindeydiler. Bu, bir . bakıma bu taşra şehirlerinin yeni sanayi kapitalizminin temeli ol-
·
alırken, şehir ekonomisinin kendisi bölgelerden ya da taşradan çok: : daha alt c!üzeyde devlet denetinıine tabi idi. Paris'in Haussmann ta,: · rafından. büyük mali ve ekonomik kayıplara yol açan yeniden inşa
. ınasındandı. Lille, Lyons, Manchester ve Birmingham' da fabrikalar
/vardı; bunlar Manchester'ın ekonomisini ve nüfusunu, yani yeni bir Şehir yarattılar. Daha eski yerleşim alanlarında bölgesel toplumsal
·
sı taşradaki bir şehirde mümkün olamazdı; çünkü bürokrasinin
·yaşam dokusu çok nazikti ve kapitalizmin tarıına olan etkisiyle ve
ölümcül elleri sermayenin, işçilerin ve malzemenin çılgınca ve dü
fabrikalar tarafından kolayca parçalanıyordu. George Eliot'ın
zensiz birikimine engel olurdu.
Saygınlık şans üzerine kuruluyordu: Bu, yayılan ve yalıtılan bir · nüfus ile birlikte gelen 19. yüzyılın ekonomik gerçeğiydi. Burjuva
Middlemarch romanında bir kasabada "büyük bir değişimin" baş1angıcı anlatılır; Dickens'ın Little Dorriı inde de benzeri yeni mad
·
'
di olgular Londra içii:ı ve şehirde sürüp giden yaşamın akışı içinde
zinin değeri burada ortaya çıkar: Bu ekonomiye istikrarlı bir yuva
· anlatılır.
kurmak, aileyi grup halinde katı görgü kuralları içinde bir yaşama
Londra' da olanlar üzerinedir.
yönlendirmek iradeye dayanan bir eylemdi ve belli bir güç sahibi
Maddi şartların büyük bir kaos duygusuna yol açmamış olması
olmayı gerektirirdi. Bu katılık bugün boğucu görünür; belki de 19.
yüzyıl görgü kurallarıru küçümsememize izin veren şey kapitalist :
ekonominin görece daha düzenli bir hal alması ve bizi daha sıkı ku
nın, orta sınıf üyelerinin şehirde yaşamın mümkün olduğu hissine ··
'kapılmalarının, kozmopolit yaşanıın içinde barındırdığı tüm teröre
karşın anlamlı ve önemli olmasının nedeni kuşkusuz, yurttaşların
caklamasıdır. İnsanların kendi dönemlerine ilişkin bilinçleri doğrudan doğru, ya yaşadıkları maddi şartların ürünü idiyse, 19. yüzyıl başkentleri, nin buıjuva yurttaşlarının sürekli bir felaket döneminde yaşadıkla- : . rına inanmaları gerekirdi. Geçmişe baktığımızda, şehrin maddi ko-; şullarının nasıl mevcut sanayi düzeninden önce var olan maddi ya-:: pılanınanın büyütülmüş bir hali olduğunu ve temellerinin o yapıya:. dayandığını görmek mümkündür. Bununla birlikte, o dönemde ya-
Middlemarch yerel bir kasabada olanlar, Liıtle Dorrit ise
şehirde kent yaşamının ne anlama geldiği, bilinmeyenle nasıl baş ·edebileceği, yabancılar karşısında nasıl davranılacağı imgelerine · ilişkin bir kültürü icat etmek zorunda olmayışlarıydı. Miras alınan ' bir kültür vardı. Bu kültür kamusal alandı. Kamusal alan,
'·
ancien re
gime'de nasıl ki nüfustaki maddi ve sayısal değişimlere yanıt ola
:İiık geliştiyse,
büyük-büyükbabalarımız için de şehirdeki çok daha
büyük maddi değişimlerin ortasında düzeni korumaya yönelik bir
>araç olarak var olmuştu. Büyük-büyükbabalarınuzın zamanında
J.
devraldığı hazine tüm miraslar gibi boşa harcandı. Sonunda burju ·vazi, geriye hiçbir şeyin kalmadığı noktaya dek, kişisel koşulların belirsizlikleri ile araya belli bir mesafe konarak anlamlı bir yaşam
fiyatı yükseltmek ya da düşürmek amacıyla, her türlü hünerlerini gösterirler. Ortadoğu pazar yerlerinde "bu kadar güzel" bir kilimin zararına elden çıkarılması ya da satılınası karşısında yapilan elem
sürdürmeyi öngören 1 8 . yüzyıl tarzlarını bozdu. Ama bunun için gerekli araçlar parçalansa bile böyle bir yaşam sürme itkisi hep güçlü kaldı. Geçen yüzyılın sonundaki büyük paradoks budur: Maddi koşullar sonunda daha da iyi tanınıp düzene kondukça, ka
ve esef gösterileri ya da heyecanlı, öfkeli bağınşmalar satış işlemi
Öyleyse, kamusal yaşam bu yeni maddi koşulların ortasında, bu
nun aktörü olarak kamusal insanın en alışıldık anlarıdır. Bir top
musal dünya giderek daha az istikrarlı hale geldi.
koşullara tepki olarak, bu koşullar karşısında bir savunma olarak
� nasıl sürdürülmüştür?
nin asli parçasıdır. Paris'in 1 8 . yüzyıl et marketlerinde bir parça bif
teğin fiyatını birkaç kuruş daha düşürmek için saatlerce uğraşılır
dı. ı5
Pazarlık etınek ve ona ilişkin ritüeller bir kentte günlük tiyatro lumda sabit fiyatlar yoksa üretim ve dağıtım sürecinin bir ucunda,
poz vermek, hile ile pozisyon elde etmek, rakibin zırhındaki çatlak- 12.L
· lan fark edebilıne yeteneği yatar. Suni bir biçimde karşılıklı sergi
lenen oyun, alıcı ve satıcıyı sosyal olarak kaynaştırır; oyuna aktif
D. KAMUSAL EMTİA Bu kamusal yaşam için, 19. yüzyıl başkentlerinde perakende ticare tin nasıl dönüşüme uğradığının ilgi çekici hikayesinden daha iyi bir giriş olamaz. Mağazaların doğuşu her ne kadar sıradan bir olay gi bi görülse de, aslında bu, aktif bir alışveriş alanı olarak kamusal alanın yerini nasıl insan yaşamında daha yoğun fakat daha az sos yal bir kamusal deneyime bıraktığı paradigmasının özüydü. 1 852' de, Aristide Boucicault, Paris 'te Bon MarcM adında kü çük bir perakende satış mağazası açtı. Mağaza üç yeni görüş teme
linde kurulınuştu. Parça başına kar oranı düşük olurken, satış hac mi geniş tutulacaktı. Malların fiyatları sabit olacak ve açıkça belir
tilecekti. İsteyen herkes onun mağazasına girebilecek, bir şey satın alma zorunluluğunu duymaksızın etrafa bakınabilecekti."
Perakende satış mallarına sabit fiyat uygulanması fıkri ilk olarak.
Boucicault'dan çıkmamıştı. Daha önce, ! 824'te Parissot'nun Belle Jardiniere'inde manifatura malları bu ilkeyle satılıyordu. Fakat Bo ucicault bu ilkeyi tüm perakende mallarına ilk uygulayan kişiydi. Sabit fiyatlar fikrinin orijinalliğinin bir ölçüsü de şu olabilir: Anci
eıı regirne'in son yıllarına kadar, perakende satış yapanların ürünle riyle ilgili sabit fiyatları belirten el ilanları dağıtmaları yasalarla en gellenmişti. Daha insani bir başka ölçü de sabit fiyatların alışveriş deneyimi üzerindeki etkisidir.14 Perakende fiyatların dalgalandığı bir pazarda, satıcı ve alıcılar
olarak katılmamak para yitirme riskine girmektir. Boucicault'nun sabit fiyat sistemi, hiçbir rol oynamamanın ris kini oldukça azaltmıştı. Onun serbest giriş nosyonu pasifliği bir norma dönüştürdü.
Ancieıı regirne Paris'indeki ve
19. yüzyıl başlarındaki peraken
deci kuruluşlarda mağazaya girmek her ne olursa olsun bir şey sa
tın almak anlamına geliyordu. Etrafa bakınan müşteri dükkanın içi
ne değil, açık pazara aitti. Satın almaya ilişkin bu "üstü kapalı söz leşme" tam anlamını açık fiyat sisteminin gereksindiği dramatik ça
balar düşünüldüğünde kazanır. Satıcı zamanını mallan hakkında parlak, övücü konuşmalarla ve iflasın eşiğinde olduğu için bir ku ruş bile indirim yapamayacağını anlatarak geçirecekse, sizin bu za mana değeceğinizden emin olmak zorundadır. Bu oyunu sahneye koymak zaman alır, hızlı satış hacmini kötü etkiler. Düşük fiyat ve yüksek satış hacmini öngören Boucicault bu teatral davranış zorunluluğundan kurtulmuştu."'
'
Boucicault ve onun taklitçileri olan Londra'da Burt, Chicago' da
Potter Palmer neden düşük kar-yüksek satış hacmi ilkesiyle satış yapmaya başladılar? En basit yanıt, üretim sistemi ile ilgilidir. Ma
kine üretimi mallar elle üretilenlerden daha hızlı ve daha çok mık tarda yapılabiliyordu. Bu anlamda mağazalar fabrikalara;karşılık
düşüyordu. C.Wright Milis endüstriyel bürokrasi temelinde tamam layıcı bir açıklama yapmıştır. Beyaz Yakalılar' da sabit fiyaı;.sistemi
nin gerekçesini şöyle anlatır: Sürümden kazanan mağazalarda çok
sayıda eleman çalıştırılması zorunludur, o nedenle "girişimci ken
dı. Orta sınıf ve işçi sınıfının üst kesiminin tüketim düzeyi yüksel
disi satış yapmayacaksa sabit fiyat uygulamalıdır; memurların ya-.
di. Mağazaların oıtaya çıkmasıyla, sokakta giymek amacıyla birbi
Fabrikanın tamamlayıcısı ve kişidışı bürokrasinin ürünü olan
rine çok benzer ve makine yapımı olan birkaç takım elbise edinme
mağazalar yine de bir alıcı kitlesi olmaksızın başarıya ulaşamazdı.
met eden kap kacak satın almaya başladılar; çok amaçlı güveç ,ve
pacağı pazarlığa güvenemez. "17
düşüncesi buna bir örnekti. Aynca mağazalardan özel amaçlara hiz
İşte bu noktada sahneye başkente akın eden nüfus çıktı. Fakat ko
tava anlaşılan artık yetmiyordu.
nut yapımı ve pazarlamasına dayalı bir ekonomi bu potansiyel alı
Alıcının yeni ve pasif rolü ile tüketimi uyaran yeni unsur arasın da bir ilişki vardı. D'Avenel yeni satış mağazalarında satılan malla
cı kitlesini giderek daha fazla bölgeselleştiriyordu. Şehirdeki eski sokakların fiziksel karmaşıklığı da bu insan yığııunın bir araya gel
rın niteliğini kısaca şöyle betimler:
mesinde bir engeldi. 19. yüzyılın başında, Paris'in dar, kıvrımlı so-
m kakları nedeniyle günümüzde yürüyerek on beş dakika tutan bir yol
Üzerinde abartılı bir fiyat olan birinci sınıf mal ya da düşük fiyatla kalite si düşük bir mal satmak yerine satış mağazaları iyi ve kaliteli maJJarı da ha önce yalnızca kalitesiz ınallar için geçerli kfrr oranlarıyla satıyorlardı.
o zaman bir buçuk saat tutuyordu. Bir kişinin quarıier'inden ayrıl
ması zaman yitirmesi demekti, ama diğer yandan mağazaların he defledikleri satış hacmine ulaşmaları için şehrin her yerinden müş teri çekmeleri gerekiyordu.
Daha önceleri kalitesi düşük mallara uygulanan kar oranlarının or. ta kalitede mallara uygulanması ve alıcıların da eskisinden daha
1860'larda Paris'te grands boule
vards'ın yapımı bunu mümkün kıldı. Paris ve Londra'da birer ula
çok mala sahip olmak için daha çok harcaması; işte fiziksel malla rın "standartlaştırılması" denen şey budur. Boucicault ve Palmer gi bi zamanın önde gelen perakendecileri, insanların bu tasnif ve tarif
şım sisteminin kurulması bunu daha da uygulanır hale soktu. Pa ris 'te atlarla çekilen arabalar ilk kez 1838'de ulaşıma girmişti,
} edilemeyen malları almaya yönlendirilınesinde bir sorun olduğunu ··• biliyorlardı. Sorunu mağaza dışına taşan bir tür gösteri yaratarak ·çözmeye çalıştılar. Çağrışım yoluyla, mallara içkin olarak sahip ol
1850'ler en çok çoğaldıkları dönemdi. 1 855'te 36 milyon, 1 866'da 107 milyon yolcu taşıdılar. 1871 'deki büyük yangından sonra hız lı taşıma ve perakende ticaretin aynı şekilde bileşimi Clticago'nun gelişimine de damgasını vurmuştu. Bu toplu taşımacılık ne zevk
madıkları bir cazibe bahşeden bir gösteriydi bu."
için yapılıyordu ne de izlenen yol sosyal sınıfları kaynaştırıyordu;
Satıcının kullandığı ilk yöntem alıcının aklından geçmeyecek
işçileri işyerlerine ve mağazalara götürmek içindi.'"
şekilde ürünleri yan yana dizmekti. New York'taki Bloomingdale
Seri üretim malları, bunları idare eden geniş bir bürokrasi ve bir alıcı kitlesi; bunların tümü de satıcıyı, daha çok kar amacıyla eski .. perakende ticaret modellerini terk etmeye neyin teşvik etmiş olabi-· leceği ile ilgilidir. Alıcının taraf değiştirmeye gönüllü oluşunun ne- . denini açıklamaz bunlar. Hepsinin ötesinde Parisli alıcının, parası nı ödeme zamanı geldiğinde neden pasif bir kişi olarak kalmayı is tediğini de satıcının kar ediyor olması açıklayamaz. Önce alıcının perakende ticaretteki aktif rolünü neden isteyerek terk ettiğini basit ve açık bir şekilde ortaya koyalım. Genellikle fi yatlar mağazalarda, eski tip dükkfuılarda olduğundan daha ucuz de:
·
mobilya salonuna uğrayan bir ziyaretçi 19. yüzyıl mağazalarının
· neyi hedeflediğini apaçık görebilir. Döşemenin üzerinde,
yüz tane · aynı büyüklükte tencere yerine o türün yalnızca bir örneği, başka
: model bir örnekle yan yana konmuştu. Zola, "Birbirini destekleyen : ve öne çıkaran farklı türden malları yığarak mağaza gücünü on kat
.. t
du: "Birbiriyle hiç benzerliği olmayan ürünler yan yana getirildi
,ğinde sarıki birleşerek birbirlerini destekliyorlar." Bunun nedeni
··· 'neydi? Ürünün kullanım niteliği geçici olarak ikinci planda kalıyor .
:du. "Uyarıcı" idi, insanlar onu satın almak istiyorlardı; çürıkü gelip
ğildi: Bazı mallarda fiyatlar düşmüştü ama bu kazanç bir başka fak-.
:
tör yüzünden sıfırlanıyordu; çünkü en alçakgönüllü insanlar bile .
..
daha önce sahip olmayı hiç düşünınedikleri malları satın alıyorlar,
geçici, beklenmedik bir şey halini almıştı; garip bir şey olmuştu."'
Uyarım birbirine benzemeyen nesnelerin yan yana getirilmesiy
·,:1e gerçekleştirildi. Perakende satış yapanlar sıradan malların tam '
ortasına yerleştirmek üzere devamlı egzotik "nouveautes" (yenilik) arayışı içindeydiler. Bertrand Gil!e, yabancı malların, sömürgelerin ihraç mallarının yararlı olduğunu söyler; bunlar normalde ticari maJ
· değildirler. Alıcıyı mağazada ummadığını bulma düşüncesine alış'; tınrlar ve böylece o da aramadığı bir malı kendi iradesiyle
alını{
olarak mağazadan çıkar. Perakende ticarette sürüm bir tür şaşırtma ca eylemiyle başarıldı: Satın alma dürtüsü, alışılmadık olanın geçi
ci albenisi, nesnelerin maruz bırakıldığı mistifikasyon sonucunda oluşuyordu."
��j
Bu uyanın sürecinin mantıksal bir sonucu vardı. Yüksek sürüm: . nesnelerin hızlı bir şekilde mağazadaki yerlerini alıp ardından kay- · bolmalan anlamına geliyordu. Aslında, seri üretim mallan arasında kıt olan bir malın bulunabileceği yanılsamasını yaratmak; peraken decilerin yakaladığı olgu işte buydu. Varlıkları geçici görünen ve normal kullanımın dışında çağrışımlarla doğası gizlenen nesneler sunulduğunda alıcı uyarılmış oluyordu. 19. yüzyılın son yirmi otuz-yılında mağaza sahipleri işletıneleri- : nin gösteri karakteri üzerinde oldukça sistemli yollarla çalışmaya : başladılar. Zemin kata dökme camdan vitrinler yerleştirildi, burala- · ra konan mallar mağazadaki sıradan değil, en sıradışı türden parça lardı. Vitrin dekorasyonları zamanla daha da fantastik ve özenli du ruma geldi." Alıcının mallara kullanım değerlerinin üzerinde ve ötesinde ki şisel anlamlar vermesi için uyarılmasıyla, kitlesel perakende ticare
. ğazalarındaki parçaların kullanımını gizemleştirerek, bir elbiseye onu giyen
Duchesse de X resmini gösterip
"statü" kazandırarak ya
ela bir kavanozu bir Mağribi hareminin dekoruyla mağaza vitrinine :, yerleştirip "çekici" kılarak, perakendeciler alıcıları önce nesnelerin ·nasıl ya da ne ölçüde iyi yapıldığını düşünmekten, ikinc_isi de alıcı
lar olarak kendi rolleri üzerine düşünmekten alıkoyuyorlardı. Her ·
. şey orada gördükleri mallardan ibaretti. ·
Peki, meta fetişizmi neden başarılı oldu? Bu soru ka;pitalizm ve · · kamusal kültür arasındaki ilişki konusunu gündeme getiriyor. Kapi talist düzen görüntü materyallerini sürekli sorunlu, Marx'ın deyi
şiyle sürekli "gizemli" bir duruma sokabilecek güce sahipti. Farz .12J.. edelim ki Boucicault yeni tür bir kavanow satışa çıkarıyordu: Bili yordu ki, yüksek sürümlü satışlarla o malın satılmasını sağlamanın yolu, onun nerede nasıl işe yaradığını ve ev hanımlarının nasıl kul
lanmaları gerektiğini vurgulamak değil, vitrininde onu bir Mağribi haremi ile kuşatarak, bu malın raflardan kısa sürede kalkacağı ve koleksiyonlar için aranan bir parça olacağı izlenimini uyandırmaktı. Giyecek imalatında görüntünün çok daha basit bir yolla gizemli
leştirildiğine tanık olacağız: En ucuz makine yapımı giysiler az malzeme ile belli birkaç kalıptan kesilerek yapılanlardı. Böylece çok büyük sayılarda insan neredeyse tek tip giyinir hale geldi. Kim. di onlar? Artık yalnızca dış görünüşlerine bakarak onların kını ol duklarını söylemek zordur. Ne var ki yeni ekonomi, 19. yüzyıl kent kültürüyle ilgili olarak
ti karlı duruma getiren bir düşünce tarzı geliştirildi. Ticaretteki ye
büyük şehir insanlarının o anlaşılmaz, gizemli görünüme bürünme
ni düşünce kodu kamusal alan anlayışında daha geniş bir değişimin
yi nasıl ve neden ciddiye aldıklarını açıklamay caktır. M ğazada � � Duchesse de X tarafından giyilmiş on franklık bır elbıse gıydıkle
işaretiydi: Kişisel duygulara yatının ve pasif gözlem birleşiyordu; kamusal alana çıkmak hem kişisel hem de pasif bir deneyim idi. Tüketimin psikolojisi için Kari Marx'ın uygun bir terimi vardır:
rinde biraz daha "aristokrat" olduklarına neden inandıklarını ve dökme demirden bir kavanozun Mağribi fantezilere konu olduğun
"meta fetişizmi". Kapital' de modern kapitalizm koşullarında üretil
da alıcısı için neden daha özel bir anlam taşıdığını da açıklamaya-
miş her nesnenin bir "toplumsal hiyeroglif' olduğunu belirtir. Bu
caktır. Zamanın bir önemli konusu homojenliği artıran makine ya
eşitsizliğin gizlenebildiğini kasteder. Mallar bir gizeme, bir anlama
pımı nesneler idiyse, diğeri Carlyle'ın Londra'sı ve Balzac'ın P � ris'inde yaşayan insanların kişisel karakterin, özel duyguların ve bı
nunla, o nesneyi üreten işçi ile sahiplenen kişi arasındaki ilişkideki
ve kullanımlarıyla hiçbir ilgisi olmayan bir dizi çağrışıma sahip olursa, insanların ilgi ve dikkati nesnelerin üretildiği toplumsal ko şullar yerine nesnelerin bizzat kendilerine yöneltilebilirdi." Boucicault ve öteki mağaza sahipleri bunu başarıyorlardı. Ma-
reyselliğin işaretleri olarak bu dış görünüşlere atfettiği önemin art· masıydı.
. . Marx hayatta iken, malların statü nesneleri ya da alıcının kışı-
liğinin ifadesi olarak taşıdıkları değere göre tüketildiil;i tezini sa-
vunduğu için sık sık saldırıya uğruyordu. Bugün ise bu görüşler ar
celikli ve keyfi bir nesneydi ve toplum içindeki yeriniz ne denli yu
tık öylesine bildik ki insanların yalnızca gereksindiği ya da kullan
karıda olursa dış görünüşünüzle kişidışı ve incelikli kurallar teme
dığı malları alarak, ekonomik taleplerini rasyonel olarak karşıladık
linde o denli özgürce oynayabilirdiniz. 1 89 1 'de, seri üretim ürünü
larını savunan Marx'ın faydacı eleştirmenlerinin mantığını anla-
. olsun olmasın ya da hoş olsun olmasın, doğru elbiseye sahip olmak
makta zorlanıyoruz. 19. yüzyıl düşüncesinin büyük ikilemi buydu:
kendinizi iffetli ya da seksi hissetmenizi sağlayabilirdi, çünkü giy
Fayda ve somut gerçek üzerindeki soyut ısrar ve pratikte psikomor
sileriııiz sizi "ifade ediyordu." 1 860'ta, iki buçuk metre çapında
.
fik bir dünya kavrayışı. Nasıl ki Marx malların "alıcının kişiliğini
dökme denıirden kara bir tencere satın almak için uyarılırdınız çün
ifade ed�n bir görüntü nesnesi" halini aldığını bilinçli olarak kavra
kü mağaza vitrininde, "Doğu'nun gizemli, baştan çıkarıcı mutfağı"
dıysa, geçici dış görünüşler de kavrayışlarından kuşku duyulan baş
sergileniyordu. Sanayi reklamcılığı imgenin öne çıkmasına dolayı
kaları taiafından, içsel ve durağan karakterin işaretleri olarak yo-
sıyla da hem özel bir üretim tarzına hem de insan karakterinin ev
1 96 rumlanıyordu.
rensel varlığına duyulan inanca dayanan bir yön şaşrrtma eylenıiy
John Stuart Mili "etholoji" bilimini, yani anlık davranışlardan
le birlikte yürür.
kişinin karakterini okuma bilimini olumluyordu. Bu daha soma ka
Mistifikasyon etkisine ek olarak, sanayi kapitalizminin kamusal
fatasının biçiminden ya da el yazısının eğiminden yola çıkarak ka
alan üzerinde ikinci bir etkisi daha vardı. Kapitalizm özel yaşamın
rakterin okunmasına kadar gitti. Carlyle'ın yazdığı Sartor Resarıus,
doğasını değiştirdi; yani kamusal alanın karşısında duran alanı etki
kitabı, "ruhun amblemleri" olan giysiler üzerine bir teori sunuyor
ledi. Bu ikinci etkinin belirtileri şehir ticaretinde, mağazaların mey
du. Darwin psikoloji üzerine büyük bir yapıt olan İnsan
dan okuduğu küçük dükkan ve marketlerde oluşan değişimlerde de
larda Duygunun İfadesi'ni yayımladı.
ve Hayvan
Bu kitap, ağlama esnasında
ki tek tek ayrıntılara bakarak kederin ya da yüzde ortaya çıkardığı belirtilerine bakarak öfkenin arılamını tartışıyordu. Bertillon 'un "krirninal tip" kafatası ölçümleri gibi kriminolojik yöntemler bu ye
ni etholoji biliminin popüler yansımalarından biriydi sadece. Fiel
saptanabilir. 17. yüzyılın sonlarına kadar şehrin merkezi pazarı Parisliler için
tüm tarımsal ve el yapımı ürünlerin satıldığı yerdi. XIV. Louis'nin ölümünden hemen önce, Les Halles daha uzmanlaşmış bir gıda pa
zarına dönüştü. Sanayi yüzyılının gelişiyle Les Halles foire özelli
ding 'in dünyasının, maskelerin aktörlerin doğasını ifade etmediği ·
ğini yitiriyordu; ticaret geliştikçe, Ortaçağ sonlarındaki pazar etkin
bir dünyanın sonu gelmişti; maskeler artık yüzlere dönüşüyordu.
liğini kutlayan festival ve gösteriler giderek azaldı. Sanayi çağı Les
Perakende ticaret dünyasında, geçen yüzyılda kamusal alandaki değişimin ilk unsuruna ait bir işaret ve bu unsurun açıklayamayaca
Halles'ın uzmanlaşmasını tamamladı; ona yol açmadı."
1 9 . yüzyılda değişen, gıda ürünlerinin alım satımındaki sosyal
ğı bir sorun ortaya çıktı. Kapitalizmin kamusal yaşam üzerindeki
şartlardı. l 740'1arda sıkı pazar koşulları döneminde yasalar Les
başlıca iki etkisinden biri kamusal fenomenleri gizemli kılmaktı,
Halies' de satış yapanları potansiyel suçlu olarak görüyordu ve yü
fakat bunun başarı koşulu da insanların, nesnelerin de insani vasıf
rütebilecekleri etkinliklere önemli sınırlamalar getirilnıişti: reklam
ları haiz olduğuna inanmalarıydı. Yoksa satıcının karı insarıların bu
cılıkta belli biçimler yasaklanmıştı, alıcının tamir onarım için belli
na inanmaya nasıl gönüllü olduklarını açıklamıyordu. İnancı anla
başlı hakları garantilenmişti ve satıcının satabileceği ürünler yasa
yabilmek için, oluşum halindeki yeni bir karakter fıkrini bizzat an
ile belirlenmişti." Les Halles'de satıcıya yönelik bu sınırlamalar 19. yüzyılda kal
larnanuz gerekecek. Burada da, bu yeni kamusal yaşamın psişik belirtilerinden biri
dırıldı. Kari Polanyi'nin yaptıği gibi serbest piyasadan 1 9 . yüzyılın
nin ilk kez ortaya çıkması söz konusudur: Ancien regime de ayrı tu
asli gerçeği olarak söz etmek satıcının yasaların üzerinde olduğu bir
tulmuş alarılardaki imgenin öne çıkması. 1750'de bir elbisenin his
piyasadıın söz etmektir. Oysa satış işleminin kendisi aynı şekilde
settiklerinizle bir ilgisi yoktu; toplum içindeki yerinizi belirten in-
"serbestleştirilnıiş" değildi. Zira mağazalarda büyük hacimli alışve-
'
rişin ardından Les Hailes' deki perakende satışlarda sabit fiyatların esas olması 19. yüzyılda gerçekleşmişti." Serbest fiyat temelinde ticaret 19. yüzyılda Les Halles'de tama men sona ermemişti; toptan işlemlerde devam ediyordu. Ancak bu satışlar ilk defa gizli tutulması gereken ticari faaliyet sınıfına giri yordu. Perakende alışveriş yapan "kamunun" serbest fiyatlardan haberi olsaydı sabit fiyatlara itiraz ederek sürümden kazanan pera' kende piyasasında kaos yaratabilirdi. Demek ki, toplumsal anlam da toptan satışı tanımlayan onun bir anlamda "özel" oluşudur: Özel alanda insanlar, yüzyıl öncesinde kamusal ticaretin temel özellikle-
98 rinden olan tutum ve ilişkilere girmekte özgürdürler."
Burada da, 19. yüzyıl Paris'indeki ekonomi pratiği daha büyük
değişimleri anlamamız için bir ipucu vermektedir. "Kamusal" alan da kişi satın almak, düşünmek, onaylamak istedikleri bakımından gözlem yapar, kendini ifade eder, tüm bunları bir karşılıklı etkileme süreci sonucunda değil, pasif, suskun ve odaklanmış bir ilgiyle ya par. Buna karşın "özel" alan ise kişinin bir başkasının etkisine açık ken kendini doğrudan ifade edebileceği bir dünyadır; özel alan, kar şılıklı etkileşimin hüküm sürdüğü ancak gizli kalması gereken bir dünyadır. 19. yüzyıl sonlarında Engels özel aileden kapitalist bir eı hos'un ifadesi gibi söz eder; oysa daha net bir şeyler söylemeliydi. Aile, kapitalizmin kamusal dünyasıyla paralellik taşımaz; olsa olsa toptan satışa benzer. Her ikisinde de, kalıcı insan ilişkisinin bedeli gizliliktir. Burada da yine, kendini hemen ele vermeyen bulmacalar var. 19. yüzyılın gizlilik kodu son derece şaşırtıcıdır. Aile, özellikle or
ta sınıf ailesi, dış dünyanın sarsıntılarından tam anlamıyla sakın mak ve korunmak zorundaydı. Eğer ailenin, tam da insana dünya dan kaçıp sığırırna olanağı sağlaması sayesinde insanların kendi lerini ifade etmelerini sağlayan bir yer olduğu duygusu çok güçlü olsaydı, şehrin kamusal dünyasındaki görünümlerin kişisel karakter açısından ciddiye alınması mantıksız görünürdü. Mantıklı olan, gö rünümlerin psikolojik bir karakter kazanmalarının ancak ailenin sı nırlan içinde ya da özel toptan satış işinde mümkün olmasıdır. Fa kat bu mantık pratiğe geçirilmemiştir. Etkileşime dayanan ifadenin gerçekleşme yeri olarak özel alan, ama öte yandan giyim için ve gö rünüşe bakarak
bir yabancırun karakterinizi söyleyebileceği bir
öte yanda az sayıda kültür. Çılgın bir "comedie" olarak şehir; ama . kişinin aktif rol oynadığı bir gösteri. . . . gızlılıgın a larınd olduk e içind İnsanlar tam anlamıyla etkileşim sıkıntı göstergelerinden gerekli olduğu inancı toplumdaki psişik ularını iradedışı olarak baş ikincisinin anahtarını vermektedir: duyg ktan kaçınmak. Duyguları kalarına göstermemek için duygulanma gizli anlarda ve yerler zca yalnı nız ancak sır olursa güvenliktedir, . Ama ifadeden ce karşılıkh etkileşimde bulunabilirsiniz. de özcrür . ' D öteki insanların sızın ne böylesine korkuyla kaçınmanın kendisi, da. - · izi ve ne bildiğinizi anlamak için size - inizi ' ne istedigın hlssettig . 199 açacaktır. Kaçış ve zoraki ha da çok yaklaşmaya çalışmalarına yol . r: Karşıdaki kişinin etki samimiyetin tohumları birbirine karışmıştı na kadar nun savunmasını leşime girmek isteyeceği noktaya ulaşa esi nedenıyle herhangı bır yarabilmek için bu dertli çaba gerekm ır. duygunun ifadesi çok büyük önem kazan ilişkin bu işaretler, onla Kamusal ve özel alanlardaki çelişkilere tığı kadar ş şırtm.ıştı. Perak�n rı yaşayanları, en az şimdi bizi şaşırt . temel kaıdelerını, kapıtalız de ticaret dünyası bu bulmacaların en bakımından kamusal yaşam min gizemlileştirme ve özelleştirme Bu konulan daha yakın rir. üzerindeki etkileri ve sınırlarını göste toplumsal bir kategori haline dan görebilmek için kişiliğin nasıl inceleyeceğiz. San yorum. ki geldiğini ve kamusal alana girdiğini a karmaşasına ve. ıddıyetıne bu çığnndan çıkm ış dünyanın bunc . . Balzac'ın Parıs ı Marıva · karşın kalıramanca bir şeyler de vardı az çekici bile olsa daha çetınux'nunkinden daha az uygar ve daha dır, ama mücadele etınek gere di. Modem yaşamın tohumları orada dir. kir, henüz hiçbir şey güvencede değil _
�
·
�
� �
.
vııı
K amusal alanda kişilik
Yeni maddi şartların özellikle de sanayi kapitalizminin kamusal : alan üzerindeki etkilerini sorgularken, kişiliğin kamusal alana nasıl ) girdiğine ilişkin ikinci bir soru sormak zorunda kalırız. Menfaat ilişkileri kişiliğin kamusal alana bu şekilde girmesi gerçekleşmek sizin başarılı olamazdı ve menfaat ilişkileri bunun nedenlerini de açıklayamaz. Kamusal alanda kişilik kendini gösterdi, çünkü toplumun bütü nünde yeni bir sektiler dünya görüşü oluştu. Bu dünya görüşü, bir : doğal olgular düzeni kurarak Doğa Düzeni'nin yerini aldı; ikinciye ,: inanç, bir olgu ya da olay genel bir şemaya yerleştirilebildiğinde or taya çıkıyordu. Birinciye duyulan inanç ise daha erken, yani olgu . ya da olay kendi içinde ve kendisi olarak anlaşıldığında, gerçek gö-
ründüğünde başladı. İkincisi bir sektiler aşkınlık öğretisiydi, ilki bir sektiler içkinlik öğretisi. Kişilik, dünyanın içkin anlamına duyulan bu inancın bir biçimiydi. "Kapitalizm"in tarihsel bir güç olarak düşünülmesi kolaydır; çünkü akla üretimdeki somut eylemler ve değişimler, fiyatlar ya da iktidar gelir. "Sekülerliği" bu biçimde tahayyül etmek kolay değil dir; çünkü onu toplumdaki öteki etkenlerin soyut bir ürünü olarak kavrayabilmek güçtür. Sanıyorum, sekülerliği bağımsız bir etken olarak göremeyişimiz tam da günümüzde inanma edimini kendi içinde bir gerçek olarak kavrama yetersizliğimizden gelmektedir. Bu da dinin sosyolojik gerçeklerini arılamadaki özel yetersizliği- 1ı mizden doğmaktadır; din, Louis Dumont'un gözlemlediği gibi, ço ğu insan toplumunun temel varoluşundaki asal toplumsal kurum dur. Günümüzde tanrılar zihinlerimizden silindiği için kolaylıkla inanç sürecinin kendisinin artık asli bir toplumsal kategori değil, toplumsal bir ürün olduğunu düşünebiliriz. Örneğin, Levi-Stra uss 'u izleyenler onun düşüncenin genel yapılarına ilişkin nosyonla rına sarılırken, bu nosyonları doğuran bakış açısını, inanç duygusu.. nun farklı görünen toplumları birleştiren dilsel, ekonomik ve aileye ilişkin yapılan ürettiğini görmezden geliyorlardı. Kimi insanlar 1 8 . yüzyılda doğa tanrısının hali\ bir tanrı olduğu nu ve bu yüzden sektiler toplumdan söz etmenin 19. yüzyılda baş layan bir toplumdan söz etmek olduğunu iddia ediyorlardı. 1 8 . ve 19. yüzyılları sekülerleşme sürecinde iki aşama olarak görmek daha doğrudur. "Doğa ve Doğanın tanrısı" kinıliği belirsiz bir ilahtı; .. ona saygı duyulabilir, ama tapamazdınız. Doğanın aşkın olmasına •· karşın, ona duyulan inanç ölümden sonraki imarılı yaşama götür müyordu; yani inanç onları aşkın varJıklara dönüştürmüyordu. İyi bir sekülerlik tanımı bu nedenle, "hayatta olduğumuz süre içinde, her şeyin neden böyle olduğu hakkındaki inancımızdır; biz öldük ten sonra kendisi de mesele olmaktan çıkacak bir inançtır bu" şek lindedir. (Birinci bölüme bakınız.) 1 8 . ve 19. yüzyıllar arasında sekülerlikte bir değişim yaşandığı açıktır. Değişim, bilimsel pozivitizmin ötesinde, bizzat psikoloji ·· alanındaki köklü değişimlerin yanı sıra Darwin'in evrim teorisini, . sanat karşısındaki tavrı, günlük kanaatleri de kucaklar. Değişimin • ortaya çıkış nedenleri başlı başına bir kitap konusudur, fakat ben bu .·
değişimi kavramanın çerçevesi üzerinde duracağım. İnsanoğlu tanrılara olan inancını yitirse bile, inanç, temel bir toplumsal durum olarak kalır ve inanç duyma arzusu yok olmaz. Bilimsel ve rasyonalist eğilimlerimizin ağır basması açısından ben
zersiz bir çağda yaşadığımız söylenemez; yalruzca bilimin putpe restliğe karşı kullanılması açısından benzersiz bir çağdır bu çağ. Bu düşmanlık Aydınlanma ile başlayıp düzenli olarak gelişti. 19. yüz yılda inanma isteği, putsuz bir dinden daha düşünümsel [reflexive]
bir duruma geçti: İnançlar giderek insanın kendisinin dolayımsız yaşamı ve inanabileceği her şeyin bir tanımı olarak deneyimleri 2 0 üzerinde odaklandı. Dolaysızlık, duyum, somutluk; işte putperest lik yasaklandıktan sonra inanç yalnızca bu noktalarda gelişir. Daha sonra bu düşünümsel ilke 1 8 . yüzyıldaki ilk kopuşun bir adım öte sine gider. Tanrılar gizemini yitirince insan kendi durumunu gizem
lileştirir; kendi yaşamı anlam yüklüdür artık, ama ortaya çıkarılma yı bekler. Anlam onda içkindir, ama kişinin, değişmeden kaldığı için bir biçim olarak incelenebilen bir taş ya da fosil ile hiçbir ben zerliği yoktur. İşte bu noktada kişilik içkin inanç şemasına girer. Geçen yüz yılda her yaşamda somut biçim, yani tamamlanmış bir nesne olarak benlik daha henüz kristalleşmeınişken, kişilik insan yaşamındaki örtük anlam üzerine düşünme aracı haline geldi. Tıpkı, "aile"nin ta
rihteki sabit bir biyolojik biçim olduğunu düşünegeldiğimiz gibi, duygularda, algılarda ve davranışlarda her zaman farklılıklar olma sı nedeniyle, kişiliğin insan ilişkilerinin sabit unsuru olduğunu dü şünmek hfüil kolaydır. Tanrılar yok olunca, duyumların ve algıların
dolaysızlığı daha büyük önem kazandı; fenomenler, doğrudan de neyimler olarak kendi içlerinde ve kendiliklerinden gerçek görün meye ba�ladılar. Ardından insanlar, bu farkları toplumsal varoluşun
temeli olarak görebilmek için, birbirleri ile ilgili doğrudan izlenim ler üzerinde giderek daha çok durmaya başladılar. Farklı insanların ,
hisseden kişinin iç doğası aynıdır. Kişi göründüğü gibidir; o neden le farklı dış görünüşleri olan insanlar farklı kişilerdir. Kişinin ken di dış görünüşü değişince benlikte de bir değişim söz konusu olur. Oıtak bir insanlığa duyulan Aydınlanma inancı zayıfladıkça, kişisel dış görünüşlerdeki değişmeler kişiliğin kendisindeki istikrarsızlığa bağlandı. İkincisi, kişilik doğal karakterin aksine özbilincin kontrolü altın dadır. Bir bireyin doğal karakteri ile yaşadığı kontrol ilişkisi arzu larının ılırnlılaştırılmasıydı; eğer belli bir tarzda, sade ve alçakgö nüllü davranırsa kendini doğal karakteriyle aynı çizgiye taşımış 203 oluyordu. Kişilik eylem ile denetlenemez; ortam farklı görünümleri zorlayabilir ve böylece benliğin istikrarını bozabilir. Kontrolün yegane yolu kişinin ne hissettiğini devamlı formülleştirme çabası
olabilir. Benliğin bu anlamda kontrolü daha çok geçmişe .dönük bir biçimde olanaklıdır; kişi ne yaptığını ancak yapacağını yaptıktan sonra anlar. Bilinç bu şemada her zaman duyguların ifadesini izler. O nedenle kişilikler yalnızca insanlar arasındaki öfke, merhamet ya da güven duygusunun çeşitli hallerinden oluşmakla kalmaz; kişilik aynı zamanda kişinin duygularını "tamir" kapasitesidir. Özlem, piş manlık ve nostalji 19. yüzyıl psikolojisinde özel bir yer tutar. 19. yüzyıl burjuvası gençken, yani gerçekten yaşarken nasıl olduğunu hatırlar her zaman. Kişisel özbilinci öteki insanların duygularıyla kendi duygularını karşı karşıya getirme çabasından çok, bir zamanlar ne olursa olsunlar, bilinen ve tamamlanmış duygulan kendisinin kim olduğunun bir tanımı olarak alma çabasından ibarettir. Nihayet, modem kişilik belli hir andaki hissetme özgürlüğünü "normal" göreneksel hissetmenin bir ilılali gibi gören doğal karak ter fikrinden ayrılır: 18. yüzyıl ortalarında toplumsal görenekler kendiliğindenliğin karşısına çıkarılıruyordu; Madam Favart' ı "gös teren" [pointing] kabarık etek giymiş kadın kendiliğindenliğin bir biçimini, evinde doğal kadın giysisi içinde de başka bir biçimini
yarattığı bu dolaysız izlenimler onların "kişilikleri" olarak değer lendiriliyordu.
yansıtıyordu. Bununla birlikte kişiliğin kendiliğindenliği toplumsal
19. yüzyılda kişilik, doğal karaktere ilişkin Aydınlanma düşün cesinden başlıca üç yolla ayrıldı: Öncelikle, kişiliğin kişiden kişiye
görünmesine yol açar. Kendiliğindenlik ve karakterin iradedışı ola
değiştiği görülürken, doğal karakter tüm insanlığın ortak dokusunu oluşturuyordu. Kişilikler değişir, çünkü duyguların görünüşleri ve
göreneklerin karşısına yerleştirilir ve özgür ruhlu kişilerin sapkın rak açığa vurulması anlam bakımından örtüşüyor, fakat bir yolla kendiliğindenlik, ne başkalarına ne de kişinin kendisine zarar veren güvenli iradedışı hisset!"edir. 19. yüzyıl psikologlan, hastaları gi-
bi kendilerini iradedışı olarak ifade eden sıradan insanların çoğun lukla delii olduklarına inarurlardı ki bu, normal bulmadıkları kendi liğinden hislerden duyulan korkunun bir başka biçimiydi. Aynı il keyi tersine çevirmek de olanaklıdır. Farklı oluşa ilişkin özbilinç, ifadenin kendiliğindenliğini engeller. Dış görünüşlerle yaratılan kişilik en azından kişinin geçmişiyle ilişkili özbilinç tarafından kontrol edilir; kendiliğindenlik ise nor mal-dışılığın kontrolü altındadır. Kişiliğe ilişkin bu yeni niteleme lerin tümü geçen yüzyılda toplumu bir kişilikler koleksiyonu olarak anlayabilmek için kullanılmaya başlandı. Kişiliğin büyük şehrin
204 kamusal yaşamına girmesi de bu genel bağlamda gerçekleşti.
Kişiliğe ilişkin bu nitelemeler hangi ilkeden doğmuştur? Her
üçüne ait ipucu birincide saklıdır. Kişilik insandan insana değişir, aynı insanda da istikrarsızdır, çünkü dış görünüşlerle itkiler arasın da bir mesafe yoktur; itkiler "iç" benliğin dolaysız ifadeleridir. Ya
yalog vardır. Bir önceki bölümde kişiliğin kamusal alanda yol açtı ğı bazı sonuçları kar açısından ele almıştık: pasiflik, bir sır olarak insan ilişkileri ve dış görünüşün gizemlileştirilmesi. Yeni sektiler inanç, duygudaşlık doğuran kamusal alana kendine has bir mantık getirdi. Tannnak için, kişi kendi renklerini ve taalıbütlerini dayat mamalıdır; bu, kamusal alanda olup biteni anlayabilmek amacıyla sessiz kalmak anlamına gelir; bilinlsel araştırınada nesnellik ve gözleme dayalı bir gastronomi anlamına gelir. Dikizcilik, 19. yüz yıl sekülerizminin mantıksal tamamlayıcısıydı. Sekülerliğin sesini ve onun bu diyalogdaki yerini anlayabilmek için, sarurım olanaklı en somut başlangıcı dünyayı bu terinllerle yo rumlayan bir yazarla yapabiliriz. O yüzden Balzac'la başlayalım, çünl..ii modem şehrin her tür yeni maddi koşuluna duyarlı olan Bal- . zac onları yeni kişilik kodları yoluyla yorumlamaya ça!ışrmştır.
ni kişilik, doğanın kendisi gibi dünyadaki her dış görünüş karşısın da aşkın olan doğal karakterin tersine, görünüşlere içkindir.
Gözle görülebilen her şey birer amblemdir; gördükleriniıf"kendi başlarına orada duramazlar; aslında orada bile değildirler: Madde yalnızca tinsel olarak ve bir düşünceyi temsil edip ona vücut vermek için· vardır. Dolayı sıyla, üzerinde pek durmadığınıız giysilerin tarifsiz bir önemi vardır. Thomas Carlyle'ın Sartor Resartus
adlı yapıtından alınmış olan
yukarıdaki satırlar peruk ve pouf au sentiment çağında pek bir an lam taşımazdı. Zira Cariyle için giysiler "tarifsiz önem" taşıyordu; çünkü dünyadaki dış görünüşler birer peçe değil, o giysileri taşıyan kişinin sahici benliğine giden yolun rehberiydi." Bir kişiyi gerçekten tanımak, giysiler, konuşma ve davranışlar daki ayrıntılardan ibaret olan en somut düzeyde anlamakla olanak lıydı. Balzac'ın Paris'iııde giysi ve.konuşma tarzları artık benlikten uzak değildi, aksine özel duygulara ilişkin ipuçlarıydı;
başka bir
ifadeyle "benlik", dünyadaki görünüşler karşısında artık aşkın de ğildi. Kişiliğin temel koşulu işte buydu. Kişiliği toplumsal bir kategori olarak kamusal alana sokan, içsel duygularıı.1 bir rehberi olarak doğrudan görünüşlere, yani kişiliğe duyulan bu sektiler inanç ile sanayi kapitalizmi ekonomisinin kay naşınasıy�ı. Bu iki etken arasında o zamandan beri süregelen bir di-
A. BALZAC'JN TOPLUMSAL BİR İLKE OLARAK KİŞİLİK ANLAYIŞI "Paris, Balzac'ın romanlarında en canlı şekilde doğrudan anlatıl
madığı yerlerde ima edilmiştir" diye yazmıştı Henry James. Obur
luk, yalıtılmışlık ve şans; bunlar başkentlerin yeni uyarıcıları ve Balzac'ın başlıca konularıydı. Balzac için neredeyse bir saplantı olan bir merkezden, Paris 'ten çıkıp yayılıyorlardı. Paris servetlerin yapıldığı ve yok edildiği, yeteneklere açık ve aynı zamanda da ye teneklerin anlaşılmaz bir biçinlde ihmal edildiği bir yerdi. Girişim cilik insan ilişkilerinin temel tarzıydı. Sakin yargıların insanı, Sön müş Hayaller' deki David gibi Balzac'ın dünyasına girse de, olsa ol sa ancak girişinlci toplumun pasif bir kurbanı olabilirdi. Kibar Fa hişeler' den alınan aşağıdaki İnlgeler, Balzac'ın yeni bir maddi dü zenin mekanı olarak Paris üzerine tipik yaklaşımını gösteriyor:
Görüyorsunuz, Paris. farklı :anıtların bağışladığı gelirlerle yaşayan Illi noisliler ve Huroı_ılar gibi bir yığın vahşinin fink attığı Yeni Dünya'da bir ormana benziyor. Milyonların avcısısınız, milyonları ele geçirmek için tu zaklardan, hilelerden yararlanıyorsunuz. Kimileri zengin kadın avlar, ki mileriyse miras peşindedir, kimileri vicdan avındadır, kimileri de müşte rilerini çaresiz bırakarak :;atış yaparlar. 1-lcybcsini tıka basa doldurup dö nenler coşkuyh.ı sclaınlanır, ağırlanır ve İlibar görürler.
B u ortamda hayatta kalabilmek için insanın hiçbir bağlantısı, veril miş hiçbir sözü olmamalıdır:
Yaşamdr� do�ru bir çi �gi tutturduğu. için �endisiyle gurur duyan bir kişi ya� . nılmazlıga guvc�en bır budaladır. Ilke dıye bir şey yoktur: Yalnızca olay� hır vardır, yasa talan da yoktur, kişisel çıkarlar vardır. ııı Maddi şartların bu ortamdaki yaşa mın niteliği üzerine yaptığı etki yi dile getirmek için Balzac'm kulla ndığı imge talih çarkıydı. Bal zac bu imgeyi, kendi toplumlarını tasvir etmek için kullanan Röne sans yazarlarının dahi kabul etme yecekleri bir şekilde kullandı. ?06 Balzac 'ta talih artık ne tannlann insanlarla oynadığı bir oyun, ne de Makyavelli'nin dine karşı sava şan "Şans Kadını"ydı. Balzac Goriot Boba'yı Kral Lear temelinde kurm uştu, fakat konuyu mo dem bir şehre taşıyan Balzac, talih çarkı rıkrini Rönesans asaleti ve haşmetiyle oturduğu tahtından indir erek skandallar çamurunun, ka ba hesapların ve sahte umutların ortas ına savurdu. Şans tanrılar ka tından günlük yaşamın ayrıntıları na inip sekülerleşince, "talih"in kendisi de tam bir başarıyla tam bir yenilgi arasında, çarkın dura bi leceği başka hiçbir ara durum tanım ayan, bütünsel bir değişim so runu haline gelir. Işte Gorioı Baba ' dan bir pasaj:
Daha dün çarkın tepesinde bir düşes iken ..... şimdi bir tefeciden para dile� necek denli düşmüş: Paris'te bir kadın olmak budur işte. Rezillik ve sınırsızlık: Şans buydu artık."' , Balzac'ın kent yaşamının yeni şartla rını tasvir etme arzusu bazı eleştirmenlerin onu suçlamasına yol açmıştır; tek yanlı ve kötü bir anlatımcı olduğu söyleniyordu. Örne ğin Charles Lalo: İnsanlık Komedyası temel öğeyi; üretimi elinin tersiyle iterken, spekülas yonu, yani teferruatı abartmıştır. Tabii ki bu tür eleştiriler ciddiye alman 1ayacak kadar aptalcadır çünkü hiç kimsenin bir ansiklopedi gibi bilgi aktarması beklene mez; ancak yine de önemli bir nokta ya işaret ederler: Neden Balzac .19. yüzyıl ortalarının Paris'inde istikr arsızlığı, şansı ve aşın deği şimleri bu derece önemsiyordu? Bu sorunun bariz bir yanıtı Bal zac 'ın şehir düzeninin yeni uyarıcıları nı tarih sırasına koyduğudur;
ama bunun ardında bir başka yanıt gizlenmektedir." Balzac için doymak bilmez hareketlilik kültürü ile modem şehir kalıcı yükümlülüklerden, görevlerden, feodal ve geleneksel bağlardan kurtulmuş insan psişesinin bir ifadesiydi gerçekten de. Şehirde küçük rüşvetler, düşüncesiz küçük hainlikler, görünüşte önemsiz ihmaller ahlaki mutlaklar katma çıkarıldılar: Tüm bunlara karşı ko yabilmek için artık kral ya da Tann gibi aşkın ilkeler de yoktu. Şehir insan psikolojisinin tüm olabilirlikleri ile yüz yüzeydi; yani her bir sahnenin bir anlamı vardı, çünkü insan iradesi ve isteği dışında hiçbir ilke onu gerçekleştiremezdi.
İnsanlık Komedyası içinde birTaşra Yaşamı Manzaraları,
birini izleyen Özel Yaşam Manzaraları,
Paris Ya
güsündeki aşamaları betimler ve insanlığın tam olarak qlgunlaştıgı
tek yer olarak şehri anlatır. Bağımlılık ve yükümlülük t�mamen or tadan kalkarken şehirde olgunlaşan nedir? Balzac'ın tıuna yanıtı tüm yapıtlarında çizmiş olduğu Paris tablolarının belki de en ünlü südür:
(Paris'tc) gerçek duygular istisnadır, çıkar oyunlarıyla örselenmiş �u me . ma kanik dünyanın çarkları arJ.sında ezilmişlerdir. Bur.ıda erdem yerılır, sumiyet satılır. Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere, günahlar� bıra�ıJtır; _ bı fiya her şey yüceltilir, analiz edilir, alınıp satılır. Bu pazarda her şçyın : tı vardır ve hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün ışığında yapl'lır. insan lık yalnızca iki kesimden oluşur: Aldatanlar ve aldatılanlar..... Büyükbab:.� lann ölmeleri beklenmektedir; dürüstler enayidir; yüce fikirler ancak bır amaç için var olan ar�\çlardır; din yalnızca yönetmek için gerek! � �ir şey . . dir; dir.ıyct yapmacık bir şeydir; her şey sömürül � r ve satılır; gulunç �.1nıak kendini reklam etmenin ve kapıları açmanın bır yoludur: Gençler yuz yaşınd:.\dırlar ve yaşlıları hor görürler.J2 Böylece, Balzac'ta yolumuz, bir önceki bölümde ortaya atılan daha . genel bir soruna çıkıyor ki bu, maddi koşullar t�m�lmde şehrın . eleştirilmesidir. Yine de Balzac, bu koşulların bılmcmde olmanın da ötesine geçmiştir; onları yeni bir gözle okur.
Paris Yaşamından
Manzaralar'm başlangıç bölümünde Paris'i "canavarların en tatlı
sı" olarak adlandırır; ve gerçekten de, Paris'in her tür dehşetinin tadını katar. Balzac'ta, şehri bütün iğrenç ayrıntıları içinde incele meye duyulan büyük bir tutku buluruz; okura şehrin ne kadar ber bat olduğunu göstermekten aldığı keyfi, bu "tatlı" canavara, Parıs
?
-07
!umsa! ilişkilerin her yanında vardır, fakat gizemlidir. Peki nedir
yaşamına 'duyduğu samimi nefreti ortadan kaldırmayan ama onu
onu dile getirmenin çaresi? Gözlemci bunu öncelikle ancak ayrıntı
bastıran bir aşkı görürüz. Balzac'ı şehir zihniyetinin büyük bir an
ları şişirerek ve abartarak simgelere dönüştürmeye güçlü bir ilgi du
latım ustası yapan da suçlamaları değil bu ikili bakıştır. B u bakış
yarak gerçekleştirebilir. Fakat böyle tutkulu bir ilgi de yaşanıın ay
açısının temelinde Balzac'ın, kişiliğin şehirdeki başlıca toplumsal
rıntılarını psişik simgelerle abartma sürecini tek başına açıklaya
kategori dlduğuna ilişkin düşüncesi vardı. Bu düşünceyi de dış gö
maz.
rünüşlerdeki ayrıntıların analizinden !üretmekteydi. Balzac işte bu
Bu simge yapım sürecini Peter Brooks melodram olarak adlan · dırır; bunun nedeni yalııızca Balzac'ın yaşamı boyunca sahneye
düzlemde çağdaşlarıyla ve onlar adına konuşuyordu. Balzac'ın ayrıntılara gösterdiği ilgi onun "konuları" ile değil,
duyduğu ilgi ve tiyatro oyunları, senaryolar (ilki Le Negre: Melod
"üslubu" ile ilgili bir mesele gibi görülmüştür hep; şimdi ise, bu
208
rame eıı Trois Acıes idi)
yazmış olınası değil, onuu ayrıntıları sim gelere dönüştürecek ölçüde abartma yöntemi ile melodram yazarla- 11 rının karakterleri biçimlendirme yönteminin aynı olınasıydı. Bu F.
onun sanatının esası olarak görülüyor. Balzac'ın ayrıntılara bu ölçüde yönelınesi günümüzde ya "romantik gerçekçilik" ya da "me lodram" şeklinde yorumlanmaktadır. Bu iki yorum birbiriyle çelişik
yöntem davranış ya da duygudaki ayrıntının betiıninde kolaylıkla ve doğrudan başka bir ayrıntıya bağlanabilecek olanı sunınaktı; kendi başına aynntı, göndergesi olmayan işaret, bu türden betimle-
değilse de kimi önemli farklılıkları vardır. Donald Fanger'ın yo rumladığı şekliyle, Balzac'ın romantik realizmi fikrine göre yazar, kişisel günlük yaşamın ayrıntıları üzerinde yoğunlaşmaktadır; çün
. me için ölü sayılır. Okur bir olguyu ancak belli bir tipe dahil olarak, . bir davranışı da belli bir davranış tipine ait olarak kavramalıdır. Böylelikle bir melodramdaki kötü adamı, çaresiz genç kızı ve genç
kü yeniden ayrı ayrı ve değişik açılardan ele alındıklarında bunla" rın her biri yalnızca bir roman kişisinin karakterini, hatta kişiliğin sayısız farklı görünümlerini değil, toplumun bütününün tablosunu
·
kurtarıcısını çabucak tanıyabiliriz."
çizen gizi ortaya çıkaracaktır. Toplumun tamamı yaşanıın her bir
Ancak sahnede bağlantı öyledir ki, bireylerin karakterlerinin an . cak genel karakter tiplerine uygun olduklarında bir anlamı vardır. Balzac'ın romanlarında ise akış tersinedir. Ayrmtılar ağı öylesine
somut ve küçük dışavurumu içinde minyatür halde bulunur; yazar ve okurları söz konusu gizi açığa çıkarabilmek için tüm yetenekle
rini zorlamalı, ayrıntılara mantıksal açıdan hak ettiğinin ötesinde
örülmüştür ki, genel toplumsal etkenler ancak tekil örneklerde yan kı bulabildiklerinde anlam kazanabilirler. Balzac'ta yöntem, Lu
kendini vererek yaklaşmalıdırlar. Bu büyütme olmaksızın, yaşama ilişkin küçük eylemlerin, küçük şeylerin herhangi bir anlamı olma
kacs'ın da belirttiği gibi günlük yaşamın sıradan uğraşlarında so' mutlaşan "toplumsal etkenleri" görmemizi sağlar; bu uğraşlar bir
yacaktır. İnsan kişiliğindeki ve eylemlerindeki küçük ayrıntılara bu tür yaklaşımı şu sözlerle en iyi özetleyen George Lukacs 'dır: "Bal
kez yerleştiklerinde koparılmaları çok güçtür. Balzac'ın sanatı, bizi yalnızca tikel kapitalistlere inandırarak kapitalizme inanmamızın,
zac, zamanının tipik karakterlerini dev boyutlarda büyüterek betim lemiştir..... bunlar asla tek tek insanlarla değil, yalııızca toplumsal
belli yerlerde ve zamanlarda şehirde çalışan sanatçılara ilişkin her ayrıntıyı göstererek "Paris'teki sanatçıyı" analiz etmemizin yolunu
etkenlerle ilgili karakterlerdir." Ayrıntılarla ilgilenmek "gerçekçi" bir tutumdur, ona ilişkin güçlü duygular ise bir "romantiğin" duy gularıdır; her ikisi birleştiğinde sonuç, her sahnede her bir kişilik ten bir bütün olarak şehrin toplumsal düzeni üzerine bir hüküm oluşturmaktır."
Demek.ki Balzac 'ın toplumsal bir kategori olarak kişiliğe ilişkin
fonnülü şöyledir: Kişilik, içkin ve toplumsal yaşanıın her yanında olduğu kadar, bir giz, kendi kendini ele vermeyen bir sırdır da. Bal
zac 'ın formülü Marx'ın madalyonunun öbür yüzüdür: Kişilik top-
açmaktadır. Böylece, toplumsal kategoriler yalnızca onları kişilerin
: yaşamında içkin olarak gördüğümüz zaman inandırıcı sayılırlar. Herkesi bu yönteme inandırması da Balzac'ı büyük bir sanatçı yap ·
; mıştır: Toplumsal yaşamın yalnızca bu terimlerle inanılabilir olaca
.;
ğı beklentisi Balzac'ı yepyeni ve daha genel bir zihniyetin temsil
cisi kılmaktadır.
Gorioı Baba'nın başlangıcında çok ünlü bir sahne vardır. Bu,
Madam Vauquer'in pansiyonundaki yemek odasının ve Madam Va uquer'in anlatıldığı bölümdür. Balzac'ın, toplumu küçük ve önem siz ayrıntılara dayanan psikolojik simgelere dönüştürme yöntemini
Mimesis adlı kitabında mükemmel bir şekilde açıklayan Erich Au erbach'ın da bu sahne üzerine ünlü bir yorumu vardır. Tasvir sabah
ikisi arasına, ikisini birbirine bağlayan "donuk gözlü" kadın ayrın tısı sıkışmıştır. Bu küçük deyim, bu tarzda yerleştirilerek karakter lerin her biriyle ilişkilendirilmiştir; fiziksel görünüşe ilişkin bu ay rıntı, iki karakter tipinin birbirleriyle bağlantılı olduklarının tek so mut "karut"ıdır Meta Söz konusu fiziksel ayrıntıyı bu şekilde ko
saat yedide odanın ve odaya sahibinden önce giren kedinin anlatı
yarak, Balzac, benzer olmayanlar arasında bir geçiş olarak onu dil
özellik bir eğretileme ile anlatılır; daha sorua yüzün tamamı farklı
mıştır. Kendinden daha büyük bir şeyi göstermesi için şişirilmiştir.
mıyla başlar. Ardından Madam Vauquer içeri girer. Yüzündeki her eğretilemelerle yeniden betimlenir. Bunu giysilerinin her bir parça
sel bir arılam yanında eğretilemeli bir arılam da kazanmaya zorla Kendini olguları gözlemlemeye adamış olan Balzac onları olgular
sının tam bir tablosunun çizilmesi izler. Sorua daha önce belirtil-
iileminden böylesi işlemlerden geçirerek çekip çıkarır. Balzac'ın
ğiştirerek ortaya koyan altı cümle gelir. Auerbach ayrıntılara duyu
run mimetik tahayyül gücüne, benzer kişilerin ve ortamların oku-
;;� miş olan ve her biri karakteriyle ilgili bir özelliği yeniden biraz de lan bu bıkkınlık veren derin ilgiyi "şeytani" bulur; bu görme, hiç durmaksızın hissetme tutkusu, bir sabah yemek odasına girmenin o sıradan kadın için nasıl bir anlam taşıdığı, ilk göfuntüsü üzerinden tüm yaşamının özetinin çıkarılması; bu şeytanilik, Fanger'in söz et tiği romantik gerçekçiliktir. Gözlemcinin büyük bir tutkuyla en kü çük unsurlara yönelmesidir." Ancak Balzac her bir unsuru görebilınemizi tam olarak nasıl sağlamaktadır? Auerbach, Balzac'ın her bir fiziksel ayrıntının daha büyük başka bir olguyu ima etınesini sağladığına işaret ediyor; bu nu "sa personne explique la pension, cOmrf!e la pension implique sa personne" (pansiyon nasıl kişiliğini anlatıyorsa, kişiliği de pansiyo nu açıklıyordu) ifadesinde olduğu gibi doğrudan ya da Balzac'ın bu ifadeden hemen sonra pansiyonu hapishane ile karşılaştırması gibi çağrışım yoluyla yapıyor. Ya da küçük küçük olgular yan yana ko nularak
konuşturulur: "Örselenmiş, sarkık bedeni odanın
kusan duvarlarıyla uyum içindeydi." Ya da ayrıntılar genel bir tas vir içine sokularak ansızın taşımadıkları bir anlam kazanmaya itilir ler:
tüm betimlemeleri gibi bu sahne de, Auerbach'ın deyi�iyle, "oku- fil
run hıİfızasında yer etıniş hatıra resimlerine yöneltilıniştir." Bu ya takhane üzerine verdiği ayrıntılarla Balzac bizim "Paris'te bir ya takhane" ile ilgili bir şey okuduğumuzu düşünmemizi sağlar. Yine de bu yatakhane bireysel olanın ötesinde, tipik temsil edici bir ya takhane olarak çizilmemiştir. Onu "benzer kişilerle ve ortamlarla" ilişkilendiren .tüm dokular, oluştuğu sahneyi kendi iÇinde daha önemli kılıyordu. Pansiyon, Paris hapishanesinin tozlu sessizliğini; korsesiyle kötü talihinin kıskacından 1..-ırı tulamayan eviı{ hanımı da Madeleine'i çalıştıran kaşarlanmış fahişeyi çağrıştırıyordu. Top lumsal dünyada var olan her şeyle doğal bir bağ içinde görünmesi sağlanarak ayrıntı şişiriliyor, şifreyi çözmek ve gizi kaldırmak için can alıcı bir olguya gebe bırakılıyordu. Böylelikle görme biçimi do-
ğal olarak gözlemciyi tüm şehri her bir parçasından anlam fışkırı yormuş gibi tek başına bir dünya olan, her bir salınesi sıkıca kav
ranıp keşfedilıneyi bekleyen bir comedie olarak görmeye sevk edi
yordu.3r' Şişirme ve aynı anda da minyatürleştirme; toplumun bu yolla ki şileştirilmesi iki sonuç doğurur: algılananın istikrarsızlığını ve algı layanın pasifliğini.
Madam Vauquer :orluklar içinde yaşamış bütün kadınlar gibidir. Onun, fi yatı yükseltmek için bir rezalet çıkarmak üzere olan, aynı zamanda da yaz gısını iyileştirecek her şeye hazır olan bir genelev patroniçesinin masum ifadesiyle bakan donuk gözleri vardır.
kişiliğin mevcudiyetini göstermek için elverişli bir konudur. Kos
Orta yaşlı, halinden şikayetçi olan bir kadın imgesinin bir anda
kişiler olduklarına inanırlar. Tılsımlı Deri'de Rastignac yeni kos
, memnuniyetsiz bir fahişe imgesini çağrıştırmasını beklemeyiz; bu
tümleriyle bir anda "metamorphose" (başkalaşmış) görünür; Sön-
Balzac'ın yapıtlarında, kostümler tüm görünüşleriyle bireysel tümler yalnızca örttükleri kişinin karakterini göstermekle kalmaz; Balzac'ın karakterleri kostümlerdeki değişiklikler sayesinde yeni
müş Hayaller'de Paris'e henüz gelmiş olan Lucien, bir biçimde doğru elbiseleri giyebilirse patavatsız davranmayacağını, endişeye kapılmayacağını düşünür; çünkü yeni giysileri onu "güçlü kılacak tır".
Goriot Baba'da kostüm değişiklikleri bize ahliiki bir yozlaş
mayı haber veren araçlardır. Tamamında, Madam Vauquer'in yatılı pansiyonunun analizinde kullanılan kavrayış ilkeleri izlenerek kos tümlerdeki ayrıntıların analiziyle karakterlerdeki değişimler ortaya
konmuştur. 37
Kostümlerin karakterlerde oluşturduğu değişinıler Balzac'ı bel
212
li bir temaya götürmüştür: Dış görünüşler maskedir; maskeyi yüzüne geçiren kişi ayrı ve istikrarlı bir karakter yanılsaması içindedir, fakat aslında anlık görünüşlere hapsedilıniştir. Bu, onun içinde ya şadığı toplum gibi genel bir temaya ilişkin Uıcelikli formülüdür: İradedışı karakter dışavurumundan duyulan korku. İç karakter ile görüntülerin dış, anlık ayrıntıları arasında hiçbir engel göremezsi niz; bu dış görünüşler değişir, o nedenle sizdeki değişimler sizi in ceden inceye süzen herkesin gözü önündedir. Hiçbir örtünme söz
moleküle ait stratejik noktadan bütün hakkında konuşmaması bur juva kozmopolitenliğinin gerçekleşmesiydi. Onu Daumier ile karşı laştırın; Daumier 'nin dayanağı belli bir kültürdü; bir yöreye has şe hir proletaryasının kültürüydü. Kişilerinin çoğu "penceresinden gördüğü insanlardı". Sınıflara bakışı da aynı şekilde sabitti: İşçiyi güııahkil.r değil, kurban olarak görme eğilinıindeydi. Toplumsal iliş kiler zaten bilinirler, yalınzca gösterilmeleri gerekir. Balzac için ise herkes bir günahkardır. İnsanın zaaflarını tüm çeşitliliğiyle anlaya bilınek için, topluma ait bir molekülün davranış biçimini asla top
lumun geri kalanı için standart almaksızın, şehrin her yanını gez
mek gerekir. Özel bir yaşamı ancak "kendi terimleriyle" anlamak
mümkündür. Balzac'ın yaklaşımını burjuvanın şehre bakış açısı haline getiren şey, bu köksüzlük, sınırsız görelilik ve taahhüt yok sunluğudur. Burjuva yazar belli inançlara ilişkin taahhütlerini erte ler ve kendini "görme" edimine verir. Tutku ve kendine has bir pa siflik: "Gözün bu gastronomisi", ileride de göreceğin1iz gibi, pusu lası sanatsal algılamadan şehirdeki toplumsal grupların algılaması
liğin istikrarsızlığı, kişiliğin iradedışı açığa vurulınası: Döneminin
na doğru kayan bir sınıf kültürünü tanımlar.
bu üçlüsünü Balzac bir hapishane olarak gösteriyordu. Balzac'ın
yana koyun; işte karşınızda kaba hatlarıyla 19. yüzyıl ortalarının
konusu değildir; her bir maske bir yüzdür. Kişiliğin içkinliği, kişi
yapıtları üzerine o günün genel yorumlarında aslında okurların ca nını en çok sıkan şey bu örtünme sorunudur sanki. Balzac maskele rin birer yüz olduklarını söylemekle bam teline basmıştır. Görme eylemine ve bütün olarak şehre bir bağlılık olsa bile, Balzac 'ta herhangi bir belirli sahneye bağlanma yoktur. Balzac, "gözün gastronomisi"nden, şehre ait sahneleri gözlemleme aşkın dan söz eder. Şehirde molekülden moleküle atlar ama hiç kimse ta rafından bir öykücü ya da yorumcu olarak tanırnlanınaz. Şehrin bir parçasına ait olma noktasından konuşmaz. Bunu yaparken .sanatıy la toplumu psikolojik simgeler biçiminde algılamaktan doğan ikin ci bir sonucu, garip bir pasifliği açığa çıkarır. Daha önce sermayenin sınıfsal ve etnik açıdan artan parçalan masının l:iurjuvazi ve işçiler arasında kozmopolitenlik ,açısından belli bir farklılaşma yarattığını görmüştük. Bir yerden ötekü1e ha reket imkfuıı olan burjuvazi iken, daha kısıtlı ekonomik şartları ne deniyle yaşamı belli bir yerle sınırlanan da işçilerdi. Balzac'ın yazarken belli bir sahneye bağlanmaması, yazdıklarında adeta bir
Şimdi B alzac'ı şehirdeki yeni perakende ticaret biçin1i ile yan
kamusal dünyası. Balzac 'ın yazılarında toplum içindeki kişiliğin al gılanmasının belirli bir yapıya sahip olduğu gösterilir. Toplumsal ilişkiler kişisel görünüşün ayrıntılarına gömülmüştür; algılanan ki şiliğin istikrarsızlığı, algılayan kişinin köksüz pasifliğiyle ilintilidir. Perakende ticaret, toplum içinde kişiliğin algılanmasının bir kil.r aracına nasıl dönüştürüldüğünü gösterir. Balzac'ın dünyasının kök leri sektiler bir içkin anlam öğretisinde yatmaktadır; satış mağaza larının kökleriyse kitlesel üretim ve dağıtıma dayanan kapitalizm dir. Şimdi, ancak vasat sanatu1 bir çağı temsil edebileceğine inanma nın çok kolay olduğu bir zamanda, dil.hi bir yazarın temsil niteliği olup olınadığı sorusunun tuzağına düşmeden, yalnızca inanılırlık beklentisi ile de olsa, Balzac'ın çağdaşlarının hangi temelde onun dünya görüşünü paylaştığını ve hangi temellerde .onunla aynı olan algılama ve inanma arzularının burjuva izleyiciyi sanatçıdan farklı amaçlara yönlendirdiğini sormak uygun olur.
·
B. K A MUSAL ALANDA KİŞİLİK : YENİ BEDEN İ MGELE Rİ 19. yüzyıl ortasındaki yirmi otuz yıl, giyim ve kostüm tarihçilerini haklı olarak sıkar. Squire'ın bu döneme ilişkin yargısı kısaydı ve la net yağdırıyordu: "Kadın giyimi tarihlnin en yavan on yılı 1 840'ta başladı. Yavan bir sıradanlık tüm orta sınıf çağının özelliği idi." Ka dın bedeni bundan daha kaba, erkek giyimi de bundan daha kasvet li olmamıştı. Bu durum söz konusu yılların önemini azaltmıyor, ta bii. Bu yıllarda kişilik yapılaşmış bir halde kamusal alana girdi. Bu . nu, giysiler aracılığıyla, sanayi üretimi güçleriyle iç içe geçerek gerçekleştirdi. İnsanlar birbirlerinin dış görünüşünü derin bir ciddi yetle ele alıyordu; kişilerin karakterini görünüşlerinden anlaya bile ceklerine inanıyorlardı; ama gördükleri, giderek daha homoj en ve tek renk kostümlere bürünmüş kişilerdi. Dış görünüşten yola çıka rak kişiye ilişkin bilgi edinebilmek bu nedenle onun kostüm lerinin ayrıntılarında saklı ipuçlarını bulabilmeyi gerektiriyord u. Bedenin sokakta bu şekilde deşifre olması da salıne ve sokak arasınd aki köp1rüyü etkiledi. Sokak görünümüne ilişkin inanç kodlar ı salıne üze rindeki görünüşlere ilişkin inançtan temelde ayrıld ı. B u şekilde, �ozmopoliten burjuvazi Balzac'ınkiyle kıyaslanabilecek biçimde görıneye çalışıyordu, fakat onların bakış açısı sanat ve toplum ara sında bir kopuşa yol açtı ." Homojen, "tek tip" ya da "kasvetli" gibi terim leri kullanırken ikkat tmeliyiz. Yaş ve cinsiyet ayrımı olmak sızın tek tip askeri . � gıysılerıne bürünmüş günümüzün modern Pekin 'i ile karşılaştıra �ak olursanız 1840'ların giysileri kolay kolay "tek tip" ya da "kas yetli" görünmeyecektir. 1 950'1erdeki Ame rika Birleşik Devletleri �iysileri ile karşılaştırırsanız, alkışlana cak bir stil vardı ortada. Ama �endinden önceki dönemle, ancien regime ya da romantik çağ ile carşılaştırılırsa, tek tip ve kasvetli idi. Çok sayıda yazar tawından la belirtildiği gibi nötr giyimin, yan i başkalarından ayrı durmama :abasının geçerli olduğu bir giyim stilinin başlangıcıydı bu dönem. Çağın giyimi ilci soruyu gündeme getirir. İlki, giyimin nasıl ve . . ıçın nötrleştiğiydi. Ikincisi kişiliği nötr dış görünüşlere bakarak nlamada ısrar edilmesiydi. Birinci sorunun yanıtı giyinme ve ma ıne arasında yeni bir ilişkiyi kapsıyor du.
f
� '.
Dikiş makinesi 1 825'te yapıldı. Çeşitli Ameri an v.e Avrupa fir malarınca üzerinde çalışılmıştı ve sonunda 1 85 1 de Sınger tarafın dan patenti alındı. 1 840'1arda kol saatleri �ir ser üretim .malı oldu. B unu 1 820' de bir Amerikalının makinesını gelıştırınesının ardın· 1erde dan '):sapkalar izledi. 19. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, şehır . ' 3') ı. d yapımıy makine r ayakkabıla satılan hemen hemen tüm . üretimdeki bu değişimin Paris ve Londra giysileri üzerindeki et kisini, şehirde modayı yaymanın yeni aracından kopuk olar ".°la mak güçtür. Yüz yıl önce, Paris'te bir modanın yayılmasının ıki yolu vardı: Şehir içinde sokakta ya da halka açık bahçele_'.'de yüz yüze . 2 15 gelmek en etkilisiydi; falanca kontes giymekte oldugu ostiım e- ri manken bebeklere giydirmek de bır başka yoldu. 1857 ye gelın diğinde, bu tamamen değişti. "Moda sayfa arı" . yoluyla .gazetel�r modayı anında yayıyordu, hem de özgün bıçımıyk tasv� ederek. 1 840'lar, kitlesel olarak dağıtılan ilk büyük gazetelerın çagıydı; ga� zetelerin tirajı, gerçekten de, pek çok alıcının ne alacağını �ılmesı rdu. · · artık canlı bir satıcıya gereksinimi olmadığını gösterıyo ıçın . . .. . yıtırışlevını ama du, yapılıyor hfila yüzyılda 9. 1 Moda bebekleri mişti; arkaik nesneler olarak koleksiyonlara katılan ilginç parçalar olmuslardı ve artık elbise satıcıları tarafından kullanılmıyordu. Ma a olanlar böylece giyim dünyasında yankısını, bu u.ştu; ğazal satıcı ve alıcı arasındaki aktif ilişki daha pasif ve tek taraflı bır ılış-
�
�
�
�
�
�
�
'
;
kiye dönüşmüştü ." . . . . 1857'de , seri üretim ve gıysılerın yayılması alanlarındak'. b . " iklikler yüksek moda dünyasına sızmıştı. L. Worth, Parıs te ı d�� · - ·1 n moda salonunu bu yıl içinde açmıştı; makine yapımı, sen uretı _e gıyım Worth üzde Günüm ydı. giysilerden yararlanan ilk modacı 120 çarpar. göze ri ürünlerinin güzel oluşundan çok teknik kalitde ,.. m ki" "auzel Çl· e v o yıl önce de etki yaratmıştı; çünkü vvorth. un :.ev zimleri" yeni makinelerin kolayca üretebılecegı kalıplardan oluşu hayordu ve Worth bu makineleri soylu ve arıstokrat patronlarına 18. a, Sonuçt . ıyordu lo1llan a kostümler için sınırlı bir ölçüde zırladlı;:ıl . . ı atı yar · rt ı e erın gıysı , yüzyılda gerçekleştirilen sadeleştirme işlemı tı. ka n ortada cılarından orta sınıf taklitçilere geçmesiyle da mo ası l ik mekan nin ştirıne sadele Worth 'ten sonra, böyle � :lf . uşlerı arasın geçmisti. Yukarı sınıfların ve orta sınıfların dış gorun " daki f klı!ıklar yeni ve daha incelikli bir alana kaydı. "
.
".1<
�
�
1830'1arda ve 1840'larda kadın silueti sıkma bel ve kabarık
sı"dır. Kötü bir tablo ama olağanüstü bir belge. Sokakta koyu renk
gibi saran bir korse ile olanaklıydı. Burjuva harumefendiler için bu
giysiler içinde bir kalabalık var. Kim bunlar? Onların uğraşını, özel
cenderenin çekiciliği, soyluların sıkı korseler ve bol elbiseler giy
statülerini, geçmişlerini nasıl keşfedebiliriz? Bunu görünüşlere ba
dikleri geçmiş saray yıllarına ait asaletin tadını hissettirmelerinden
karak yapabilmek olanaksız. Hepsi örtünmüş, gizlenmişler.
geliyordu. 1 840'a gelindiğinde, kadın bedeninin yakadan aşağısı giysilerle kapatılıyordu ve etekler y_eniden ayak hizasına inmişti." 1830'1arda erkek kostümleri romantik giyimin sarkık ve abartılı
216
anlamıyla Danimarkalılara özgü, yetişkinlerinkiyse "Paris moda
kollarla tanımlanıyordu. Aşırı ince bel ancak vücudu deli gömleği
Kozmopolit ve taşraya özgü yaşamlar arasındaki fark bu ano ninılik zevkiyle ilgiliydi. 1840'1arda bu, orta sınıfın kozmopolit adabının göstergesi ya da taşradakilerin kentli olma arzusunun işa
çizgilerini terk etti. 1 840'ta kravatlar süslü görünümlerinden sıyrıl
retiydi. Söz konusu on yılda, Kıta Avrupasındaki büyük şehirler dı
dı ve boyuna sıkıca takıldı. Erkek çizgileri bu yirmi yıl içinde sade-
. şında yaşayan insanlar, aksine ve başka bir ruh haliyle, "yerli" giy
leşirken giysilerinin renkleri de kasvetli bir hal aldı. Dahası, siyah
silerini "Paris stili"ne karşı muhafaza etmekteydiler. Kısmen, mil
renkte kaba bir kumaş orta ve yukarı sınıf erkeklerinin sokak giyi
letlere gerekçesini ve haklarını bahşeden halk ve halkın ruhu gibi
minde ve emekçi sınıfın kilise ziyaretleri için "Pazar kıyafeti"nde
gelişen fikirlerin etkisiyle Paris ve "yerel" moda arasında bu bilinç
temel malzeme haline geldi." Artık elbiseler kalıplara göre makineler tarafından kesiliyordu.
li olarak çizilmiş sınır doğdu. Halk düşüncesi Herder'in kuşağıyla başladı ve Herder'in romantik çağdaşları salıneden çekilirken o ha
Bir beyefendinin ya da harumefendinin terziye diktirecek maddi
ıa yaşıyordu; halk hep kırsal ya da köylü olarak kalırken, kozmopo
gücü olsa bile, çok zengin ya da eksantrik bir tip olınadıkça, dik
lit şehir ise halk karşıu olarak kaldı.
tirdiği giysileri de bu makine yapırru modellere bağlı kalıyordu. Gi yimde sıradışılık bu yıllarda giderek yadırganmaya başladı. Aslında burada, François Boucher'in deyimiyle, köklü ve kar
Bu yeni yerlicilik [nativism] moda fileminde olağanüstü çelişki ler yarattı. Lyon ve Birmingham gazetelerindeki erkek modası çiz gilerine bakılacak olursa, her iki ülkede de giyim zevkine ilişkin
maşık bir inancın bir göstergesi olan "beğeni muaınması"yla karşı
taşra fikirlerinin kozmopolit fikirlerden daha renkli, daha çeşitli ve
laşıyoruz. Kamusal alan içinde insanlar ne göze çarpmayı ne de
ilginç olduğu görülür. Kozmopolit, sofistike bir giyim tarzı demek
şüphe çekıneyi istiyorlardı. Neydi bunun nedeni?
kişinin dış görünüşünü yumuşatarak göze çarpmamayı öğrenmesi
Moda tarihçileri göze çarpma korkusuna daha çok bildik neden
demekti.
ler atfetm.işlerdir. Örneğin, Beau Brummell' in etkisinden dem vu
Buradan basit bir bağlantı kurulabilir. Şehirdeki maddi yükseli
rurlar. Comte d'Orsay gibi romantikler gösterişli bir şekilde giyinir
şi veri alırsak, insanların kalabalığa karışarak kendilerini korumak
ken, Brul'.'mell kendini temiz, düzenli ve kusursuz bir biçimde de
istedikleri söylenebilir. Kitlesel olarak üretilen giysiler onlara kala
netimli olarak sunuyordu. Tıpkı burjuva hanımefendilerin bedenle rini tarih�.karışmış sarayların bon ton V ardında koşarak perişan et
balığa karışma olanağını verdi. Eğer hikaye burada bitseydi, doğal olarak makine toplumunun şehir kültürünün ifade araçlarını denet
meleri gibi, beyefendiler de, Brummell'in 1 8 12'de moda sa!ınesin
lediği sonucuna varılabilirdi. Eğer bu doğru olsaydı, o zaman tüm
den çekilişinden 30-40 yıl sonra, ağırbaşlı ve kasvetli giysileriyle
o eski dostlar-kopuş, yabancılaşma ve benzerleri- tablodaki yerle
zevk sahibi olduklarını düşünebiliyorlardı."
rini alırdı: İnsanlar kendilerini bedenlerinden kopmuş hissedecek
Fakat bir açıklama olarak bu yeterli değil. Örneğin, yüzyıl orta
lerdi, çünkü bedenleri makinelerin ifadesiydi; yabancılaşma vardı,
larında ressam A.M.Hounoeus tarafından yapılınış olan ve şehirde,
çünkü artık bireyselliklerini dış görünüşleri yoluyla ifade etmiyor
ki bir sokak kalabalığını canlandıran, Kopenhag Kraliyet Güzel Sa
lardı, vs. Bu açıklamalar öylesine bildik ki bizi rahatlatıyor; hatanın
natlar Müzesi'ndeki bir tabloyu düşünün. Çocukların giysileri tam
nerede olduğunu çok kolay açıklıyor.
* Fr. Yeni moda. {ç.n.)
Öte yandan, kopuş tam da öyle giyinen insanlar için söz konusu ·
değildi. İmgeler tekrenklileştikçe, giyinenin kişiliğinin gösterge leri olarak daha da ciddiye alındılar. Dış görünüşe ilişkin sıradan ayrın-:
tıların dahi kişiliğe has önemli ipuçları taşıdıkları beklent isi, Bal- . zac'ın yapıtlarında yakaladığı beklenti ve giderek okurlar ının ken di yaşamlarında korudukları beklentiydi. Görünüşleri daha tekdüze olan kozmopolitenler giyimi psikolojik simgeler olarak kullanmaya taşradaki muhataplarından daha yatkındılar. Kamusal alandak i ya şamlar!nın çelişkisi kendilerini bireysel ilgiden koruma k istemele riydi ve makineler onlara bu imkanı sağlıyordu; beri yandan kişisel duygu durumlarına ilişkin ipuçları bulabilmek için yine de bu şekil! 1.8 de gizlenmiş olanların dış görünüşlerini inceliyo rlardı. Kara kaba kumaştan bir takım elbise nasıl olur da Marx 'ın deyimiy le "sosyal bir hiyeroglif gibi" görünür? Bunun yanıtı, içkin kişilik fıkirleri ile kamusal alandaki dış görünüşlerin kitlesel üretiminin iç içe geçtiği
ni görebilmekte yatar.
Sınıf ve cinsiyet burjuvaların kamusal dış görünüşte kişileşti rdi ği iki olguydu. Yabancılar dış görünüşlerin ayrıntılarını okumak yo luyla herhangi bir kişinin ekonomik durumunu bir "beyefe ndi" ola rak kişisel durumuna yansıtıp yansıtmadığını belirlemek istiyordu. Yabancıların herhangi bir kadının, görünürde ne denli edepli olursa
olsun, "hafifmeşrepliğine" ilişkin ipuçları verip vermed iğini belir lemeye çalışmalarıyla da kamusal alanda cinsel statü kişileşti rili yordu. Hem "beyefendi" hem de "hafifmeşrep" kadının ardına giz lenen saygın hanımefendi görsel düzeyde ancak kamusa l fenomen ler kadar anlamlı olabilirdi. Beyefendi ve hafifmeşrep kadının ka musal yaşam dışında, evde tamamen farklı ifadeleri vardı. Bir be yefendi evinde, özellikle karısının ihtiyaçlarına ilgili bir insandı.
Dış görünüşü mesele değildi. Bir kadının ailesi içindeki hafifmeş repliği, görünüşü ya da giyimiyle değil, davranışlarıyla algılanabi lirdi. Bir yabancıyla karşılaştığınızda onun beyefendi olduğunu nasıl
burada ikinci bir adım daha vardır. İncinmiştir, çürıkü artık bu sını fa girdiği için kendisi giysilerin bir beyefendiye ait olup olmadığı
. nı söyleyebilmektedir. Ama arkadaşı bu kuralları bilmediğinden
•..
· hiçbir şey dikkatini çekmemiştir. Bu olay tersine de işler. Genç
adam bir fabrikaya gidip çeşitli işçilerin mevkilerini okuyamaz, ama arkadaşı bunu anında yapabilir. Demek ki, bu giyim tarzı sos
yal bakımdan açıklayıcıdır; ihlal edilebilen bir kodu vardır. 1 750'de renkler, amblemler, şapkalar, pantolonlar sokaktaki herkesin bilebildiği sosyal mevkilerin işaretleriydi; bu işaretlerin
şaşmaz bir endeksi olmayabilirdi, ama keyfi olsalar da açıktılar. . 219 ••--f o1anla- 1840'ların bu genç ınsanları yasaların yalnızca sırnna V
ra açık olduğu bir dünyada yaşıyorlardı. Vil.kıf olanların okuduğu ipuçları bir tür minyatürleştirme işlemi ile yaratılıyordu.
İşçiliğin ayrıntıları şimdi bir bey ya da hanımın ne kadar "efen di" olduğunu gösterir. Bir paltonun düğmelerinin kapanışı, kumaşın kalitesi, rengi ve tonu önemlidir. Bot ve çizme derileri de başka bir göstergedir. Kravatların bağlanma tarzı girift bir iş haline gelmiştir ve bağlananın ne olduğuna bakılmaksızın, nasıl bağlandığı kişinin emrinde çalışanlar olup olmadığını belli eder. Kol saatlerinin görü nüşü sadeleştirildikçe, anlan takanların toplumsal konumunu ya
pınılarında kullanılan malzeme belirtir. Tüm bu ayrıntılarda mesele
kendinizi incelikli bir biçimde tanıtmaktır; kendisinin bir beyefen di olduğunu ilan eden kişi belli ki beyefendi değildir." ,
Jokey Kulübü'ne gelen bir Rus ziyaretçi ev sahiplerinden centil
meni tanımlamalarını istedi: Bu, miras alınan bir unvan mıydı, bir kast mı, yoksa bir variyet meselesi miydi? Aldığı yanıt, bir centil
menin niteliğini, ancak kendisine söylenmeden bunu algılayacak bilgisi olan kişilere belli edeceği şeklindeydi. Densiz biri olan Rus,
hangi biçimde belli edeceğini sordu. Üyelerden birisi sanki sır ve
rir gibi, bir beyefendinin giyiminin paltosunun kolundaki düğmelerden tanınabileceğini söyledi. Bir centilmen kol düğmelerini ger
anlarsınız? 1 840'1ar Paris'inde geçen popüler bir hikaye olan La
çekte kapatırdı, ama düğmelerini titizlikle kapalı tutınanın beyefen
iyi elbiseler almaya karar verir. Üstüne başına çekidüzen verdikten
dikkat çekmesin diye düğmelerini açardı.
daşına rastlar. Arkadaşı ona bakarak onun ansızın zengin olduğunu
simlerine kadar uzanmıştı. Şeritli yakalar ! 840'larda bir centilme
Diorama'da, genç bir adam aniden büyük bir mirasa konar. Hemen sonra yolda ayrıcalıklı zenginliği hor gören cumhuriyetçi bir arka
anlayamaz, çünkü giysiler gerçekleri tam olarak göstermez. Ancak
dice davranmak olduğunu anladıktan soma ise kollan bu gerçeğe Minyatürleştirme küçük burjuvaziye ve çalışan sınıfların üst ke
nin kullanamayacağı bir sosyal konum göstergesi haline geldi. Bo-
yunbağı gibi giyime ilişkin küçücük parçaların tam anlamıyla temiz oluşu, bir dükkan sahibinin, henüz tanıştırıldığı kişinin kendilerin
den biri olup olmadığına karar vermesi için yeterli olabilirdi. Hafifmeşrep ya da saygın kadın karakterleri de aynı minyatür-·
lqtırme ve şişirme bileşimi sayesinde okunabilirdi. Steven Marcus Yiktoryen cinselliği üzerine çalışması olan, Öteki Viktoryenler'de
:
220
•
ki, kaynağı unutulur. Tüm göstergelerin kişisel anlanıları var.dır: Gözlerle yapılan küçük jestlerin kişinin iradesi dışında hafıfmeş replik duygularını açığa vurduğuna inanırsanız, bir piyanonun �çık-· ta kalınış bacaklarını kışkırtıcı bulmanız da aynı ölçüde rasyoneldir.
Körü körüne duyulan bu endişenin kökü cinsel olduğu kadar da kültüreldir; daha doğrusu, Viktorya çağı burjuvazisini 18. yüzyılda
19. yüzyıl ortası fahişelerinin tıbbi ve sosyal tablosunun sıradan saygın kadınlarla olan benzerliklerini özellikle vurguladığını gös termiştir. Işte Doktor Acton'ın fiziksel benzerlikler üzerine görüşü:
ki atalarından daha iffetli hale getiren şey kültürdeki değişimdir. Pi
Otuz beş yaşındaki bir fahişeyi, evli ve anne olan ya da moda atölyeleri nin aşırı. yo.��n işl�rinde yıllarca didinip durmuş kız kardeşi ile kıyaslar s�k, fahışclıgın dogasından gelen yıpranmanın aile yükümlülüğünden ile gelen yıpranmaları aştığını çok seyrek görürüz.
Kişinin böyle bir kültüre karşı tek savunması örtünmekti, bun-
n
Hafifmeşrep kadınlar sokaktaki davranışlarıyla da kendilerini ele vermiyorlardı. Ancak işareti okumasıru bilen bir erkeğin anlayaca ğı ısrarlı bir bakış, baygınca bir jest gibi küçük ipuçları verirlerdi.M•
Bu beiızerlik öteki tarafta da geçerliydi. Benzerlik bu denli çok iken saygın bir kadın, bırakın düşmüş bir kadını, hafrfmeşrep bir kadından kendini nasıl ayıracaktı? Güya masum ve saf saygın ka
dın kendisini yönlendirecek olan bilgiyi nasıl elde edebilecekti? Bu ikilemden, yanlış ve maksatlı anlaşılma korkusuyla, dış görünüşte
yano bacaklarını örtmeye kadar giden bu kültürel değişimin kökle ri de tüm dış görünüşlerin bir şey ifade ettiği, tüm fenomenlerde insani anlamların içkin olduğu nosyonundadır. dan da kamusal alan içinde görünmeye duyulan o soğuk kadınsı : . korku doğdu. Işıktan, sokaklardan, kol ve bacakların gösterilınesin den sakınmak bedensel görünüşün kuralıydı. Bir yazar bunu şöyl� anlatıyordu:
Gençlikleı:ini geride bırakan Viktoryenlerin pek azı aydınlıkta yakından görü!Cbilirlerdi. Geceleri gaz lambaları ışığı altında, gün boyunca da ·yarı kar.ı.nlıkta otururlardı. Karanlıkta soyunurlardı; zengin kadınlar kahvaltıla rını yatakta yapar ve ancak kocaları işe gitmek için evden ayrıldığında evin ana salonuna inerlerdi. 1840'lar, kukuletalı başlıkların saygın giyimin bir parçası olarak
kı ayrıntılara dikkat edilmesi ve kendini denetleme gereksinimi doğdu; h�frfmeşrep olduğuna dair küçük işaretler veren kadın ger
yeniden ortaya çıktığı dönemdi; daha sonra ise yüzü tamamen örten
"Hafifmeşrepliğin" anlaşılmasında minyatürleştirme bizzat be den düzeyinde işliyordu. Gövdenin başlıca organlan kapatıldığın dan ve giysiler içindeki kadın bedeni çıplak bir kadın bedeni ile
sınıf ve cinsiyet olguları endişe edilen sorunlara dönüştü. İçkin ha-
çekten de�öyleydi belki de, kim bilir?
benzerlik. taşımadığından, dudakların hafifçe aralanması, tırnakla rın biçimi gibi çok küçük şeyler cinselliğin işaretleri sayııniaktaydı.
Dahası, kişiyi çevreleyen cansız nesneler ayrıntılarıyla öyle şeyler · akla getirebilir ki onları gören ya da kullanan insan kişisel oİarak
kendinden taviz verdiği hissine kapılabilir. Bazı okurlar büyükba balarının evindeki piyano bacaklarının örtülerini ya da yemek ma salarının bacaklarındaki örtüleri hatırlayacaktır; nesnenin, her ne olursa olsun, bacaklarının görünmesi uygunsuz kabul ediliyordu.
Bu derece ahmakça bir iffet gösterisi zihni öylesine gölgeleyebilir
kalın peçeler orta sınıf giyiminin özelliği haline geldi." . İnsanların kişilikleri dış görünüşlerinde aranmaya başlayınca, . kikatler dünyası, dış görünüşler ile benlik arasındaki mesafenin ko runduğu aııcieıı regime kamusal dünyasından çok daha yoğundur, ama buna karşın çok daha büyük sorunlar yumağıdır. Bir kahvede, tiyatroda, kişinin giyiminde toplumsal mevkiye ilişkin unsurlar öy lesine belirgindi ki, sahte bile olsalar, toplumsal mevkiye
ilişkin
hiçbir soruya gerek olınuyordu. Kişi giysilerinin ilan ettiği kimse olmasa bile, ilan edilen apaçık görünüyordu. Görenek sayesinde, . kiminle konuştuğunuz konusundaki endişeniz, bir tür şifre çözme işleminin zorunlu hale geldiği Viktorya çağındakinden daha azdı. Dış görunüşün ardında gizlenmiş (ya da gizlenmemiş) olan birey ile bağ kurabilmenin aracı olarak araştırmacı bir mantık zorunludur.
,
1j
Belli dış görünüşlere egemen olan kuralları, bir kravatın bağlanış tarzının "anlamını" ya da topuzlu saça bağlanan bir eşarbın anlamı.- ." nı bilmiyorsanız, sokakta kiminle karşılaştığınız konusunda asla (
emin olamazsınız. Günümüze değin çeşitli şekillerde takıntı haline getirmiş olduğumuz olgular için duyulan endişe ve ayrıntılara yö
·
Kendini bilinçlendirerek söz konusu görünüşleri denetleme ar
Holmes 'in · Her zaman olduğu gibi, hem genç kadın hem de Watson, sonra bunu nasıl anlayabildiğine şaşırmışlardır. Kadın gittikten
zusu, kamusal görünüşlere içkin olan bir kişilik koduyla yakından bağlantılıydı. Oysa davranış ile bilinç arasında, davranışın bilinçten
f. önce gelmesi şeklinde özel bir ilişki vardır. Davranış iradedışı bel
Watson:
li edilmektedir ve önceden denetlenmesi çok güçtür, çünkü minya,
tür ayrıntıları anlayabilmenin hiçbir açık seçik kuralı yoktur; yal, , , nızca sırlarına vakıf olanlar için açıktırlar ve ne bir centilınen ola, ,' rak davranmanın ne de saygın bir kadın olarak görünmenin istikrar, ,
·
hangi biri" belli koşullar dizisini hiçe sayarsa artık onlar anlamsız laşır. O zaman bir dizi yeni ipucu, yeni kod doğar; kişiliğin gizem- ;' lileştirilmesi mağazalardaki yeni malların gizemlileştirilmesi gibi '; sürüp gider. Bu nedenle bilinç geçmişe dönük etkinlik, yaşannuş olanın denetimi, G.M.S.Young'ın deyimiyle "hazırlamak"tan çok , "çözmek" edimi haline gelir. Eğer karakter şimdiki zamanda irade- ' zanıanda görmekle olanaklıdır. Bir nostalji tarihi hala yazılmamıştır, anıa bilinçle davranış ara
,sındaki bu geçmiş zaman ilişkisi 1 8 . ve 19. yüzyıl otobiyografileri
arasındaki can alıcı bir farkı açıklamaktadır. Lord Hervey'inki gibi
1 8 . yüzyıl anılarında, geçmiş nostaljik bir şekilde masumiyet ve te�
vazu çağı olarak hatırlanır. 19. yüzyıl anı kitaplarında iki yeni öğe
eklenir. Geçmişte kişi "gerçekten yaşar" ve eğer geçmişi anlayabi
lirse şu anki yaşamındaki karmaşa azalabilir. Bu, geçmişe bakarak ulaşılan hakikattir. Modem gençlik tapınması gibi psikahalitik tera'. pi de bu Viktorya tarzı nostalji anlayışından doğar.
Daha iç açıcı bir yaklaşımla, 1 9 . yüzyılda hem Paris hem de
Londra'da polisiye ve gerilim romanları yaygın bir tür oldu. Dedek tiflik, sokakta olup bitenleri anlamak için her kadın ve her erkeğin yapması gereken şeydi. Örneğin, bizleri çocuklar gibi eğlendiren
ala zer pasajları (her ne kadar yüzyılın sonlarında olsa da) örnek Baker 'un lım. "Bir Kimlik Davası"nda genç bir kadın Holınes bakar sokağındaki dairesinden içeri girer; Holmes kadU)a şöyle bir
"Miyop gözlerinizle, bu denli daktilo kullanmayı siz de yorucu bulmuyor musunuz?" der.
duyulan bu endişeden doğmuştur.
dışı olarak açığa vuruluyorsa, bunu denetlemek ancak onu geçmiş
Sherlock Holmes hikayelerinden aşağıdakine ben
ve:
nelik kompulsif ilgi, dış görünüşlerin simgelediği anlamlara karşı
lı bir kodu vardır. Modada olduğu gibi cinsellikte de, bir kez "her-
Canan Doyle'un
"Onun hakkında benim gözüme çarpmayan bunca şeyi nasıl anladınız?" diye sorar. Holmes'un ünlü yanıtı şöyledir:
Nereye ''Gözüme çıtrpmayan değil, dikkat etmediğim demelisin, Watson. Kol ağızlarının bakacağını bilmediğin için önemli olan herbirşeyisürüatladın. ya da bir ayakka önemini, basparmak tırnaklarının ima ettiği fark §eyi hiçbir z�man etmeni konulan önemli sarkan cundan � bağının bı sağlayamun1.·..ı� onun karakterize Bu cümle kolayca Balzac'ın da düsturu olabilirdi; ların çözümlen ayrıntı etme yöntemi de dış görünüşe ilişkin tek tek e ulaşılmasına da mesine, ayrıntıdan insanın bütününe ait bir imgey n da anlaşılacağı , yanıyordu. Gerçekten de, o ünlü bastonlarında de de cjeneınişti. üzerin kendi ini gibi, mercek altına yatırma yöntem ' Örneğin Madam Hanska'ya şöyle yazıyordu:
Son bastonumun Paris'teki b:.ıŞarısını tahmin edemezsin. Avrtipa'da yeni bir moda açacak neredeyse. Napoli ve Roma'da ondan söz ediliyor. Bütün şık züppeler kıskançlıktan çatlıyor.
Buna benzer ifadelerde ne yazık ki herhangi bir ironi yoktu." Yine de, Conaıi. Doyle'un romanı ile Balzac'ın, Flaubert'in ve Thackeray 'ın eth�lojisi arasındaki fark, dış görünüşlerden yola çı karak karakterleri okuma biliminin ikinci gruptaki bu "ciddi yazar ların" hepsinde de okuma eyleminden duyulan endişenin betimlen mesiyle iç içe geçirilmesidir. İkinci gruptaki yazarlar Canan Doyle
223
gibi neşeyle yansıtmıyorlardı bu okumayı; aksine, karakterlerinin büyük gaflar yapmalarına, alçalmalarına, itibarlarının zedelenmesı ne yol açan tehlikelere, yanlışlara düşebileceklerini gösteriyorlardı. Sokakta fark edilmekten sakınarak yaşayan insanlar, Thacke ray' ın çok güzel ifade ettiği gibi, "şehirden bir Allah'ın kuluna bile nasip olmaması gereken bir bilgiyi sorgulayıcı gözlerden esirgeme
dan ileri sürüldüğü üzere giysilerin felsefesi tam bir saçmalık, koca bir abartma, soyut bir göıüş olacaktır. Ama birinci kitabın sekizin ci bölümüne gelindiğinde bu düşünce çok daha güçlü bir biçime bü rünür. Profesöre göre insanlar giysileri küçümseyerek, onlara güle rek ve dış görünüşü ciddiye almayarak,
ye çalışıyorlardı." Onlarınki kısık lambaların, kapüşonların, kapalı
en açık seçik gerçeklere gözlerini kaparlar; ahmaklık ve unutuşun hareket sizliğiyle harikaların ve terörün ortasında içleri rahat yaşarlar.
arabalar içinde seyahatin dünyasıydı. Gerçekten de, makinelerce üretilen gizemlileştirmenin ötesinde, dış görünüşün karakterin gös 224
tergesi olduğu inancı insanları münıkün olduğu ölçüde gizemli ve az kırılgan olmak için kendilerini göstermemeye iti yordu.
Eğer giysiler içsel durumların göstergeleriyse, insanlar neyi göre cektir?
ni anlayışın teorisini, geçtiğimiz yüzyılı aşıp günümüze kadar gel miş büyük ve güçlü yapıtlardan olduğu kadar, daha popüler yapıt lardan ve bugün
artık anlamsız görünen frenoloji gibi popüler pra
tiklerden de çıkarabiliriz. 19. yüzyıl ortalarında, "etholoji" sözcüğü, gelişkin bir düzeyde, J.S.Mill ve öteki yazarlar tarafından, günümüzde biyologların kul landıiiı rribi hayvan davranışından yola çıkılarak hayvan genetiği0 o _,
nin incelennıesi anlamında değil, "insani görünüşlerden yola çıkıla-
rak insan karakterini inceleme bilimi" anlamında kullanılıyordu. Bu çerçevçde giyimin anlamı Carlyle'ın, giysi "felsefesi"yle ilgili ilk kitap sayılabilecek
Sartor Resartus adlı yapıtının konusuydu.
Sartoı· Resarws karmaşık, iğneleyici bir hicivdir: Cariyle, Teufelsd röckh adında bir profesör yaratır; onun editörü gibi davrarur. Profe sör kaba idealist felsefenin her türüyle ilintili tumturaklı konuşma lar yapar. Okur bir kez ona gülıneye hazır hale gelince, Cariyle or
tak kamusal inancı oluşturan, örneğin düzen ve istikrarın erdemi,
saygı ve sevginin önemi gibi meseleleri adım adım açıklamaya gi rişir. Böylelikle okur kendine gülecektir. Aynca, Teufelsdröckh gi derek deli saçması olınayan ciddi şeyler de söylemeye başlar. Bun lar kendisinin kamusal ritüel ile lekelenmemiş bir agnostisizme duyduğu inanç gibi radikal fıkirlerdir. Okur Teufelsdröckh 'te ken _ dini görmeye başlayınca aynı zamanda da karşısında felsefi bır ra dikale dönüşen yeni bir Teufelsdröckh bulur. Bu, bedene ait giysilerin ve imgelerin merkezi bir rol oynadığı, karmaşık bir ikna oyunudur. Kitabın başında Teufelsdröckh tarafın-
225
Kendi adıma, giysiler hakkındaki bu değerlendirmelerin yüreğimizin FJS derinliklerine işleyerek, bize nasıl biçim verip nasıl demoralize ettiğini düta şündüğümde, kendim ve insanlık için belli bir korkuya kapılıyorum .
Kamusal göıünüşlerde kişiliğin bir payı olduğuna ilişkin bu ye,
Demek ki giysiler bizdeki bozu!ınayı gösterir; ama Cariyle bir adım daha atar.
Bozma gücü aslında kendilerindedir. Yalnızca "şeffaf'
kıldıkları şeyler yüzünden değil, aynı zamanda yıkıcı toplumsal ko şullarda yanlış bir dış görünüşün sizin kötü bir adam ya da kadın ol manıza yol açabilmesi yüzünden dış görünüşler çok önemlidir." ·
Sartor Resartus'un sonuna gelindiğinde, Cariyle tutarlı bir top
lumsal eleştiri oluşturmuştur: Eğer erkekler ve kadınlar yalnızca birbirlerine, gerçekten birbirlerinin dış görünüşlerine bakarlarsa, toplumsal koşulları dönüştürmeyi düşünmeye zorlanacaklardır. Gördüklerinden dehşete düşeceklerdir. Carlyle'ın kitapçığı, her bü yük ironi gibi, son bölümünde ironik o!ınaktan çıkmıştır: Erkekler ve kadınlar gönüllü olarak kör olmakla kalmayıp görüntünün ken disi de ahlaki bir suçlamada bulunabilecek güçtedir; toplumun tüm hastalıkları
görünür haldedir.
· Philip Rosenberg Sartoı· Resartus'u bir türjeu d' espriı, ama mo
rali fena halde bozuk bir insanın jeu
d' esprit'si olarak adlandınr.
Kitap, Carlyle'ın yaşamında kendinden ve her insanın taşıdığı ben lik yükünden umutsuzluğa kapıldığı bir döneminde ortaya çıkmış tı; insanın içindeki arzu ağının kin dolu karanlık bir anı şimdi sergiledikleri
artık
görünüşlerde son derece şeffaf ve içkin hale gelir.
Giysilerin, seyredilmesi katlanı!ınaz olan bir benliği açığa çıkarma sı; Cariyle işte bu uçurum hakkında ancak ironi yardımıyla yazabi lirdi."
Bununla beraber, insanın karakterini fiziksel dış görünüşten
!emek değildir. Aksine, "keder" duyulduğu zaman, organizma his
okuma şeklindeki aynı yöntem, bilimsel araştırmaya dayalı cidd'
'· settiklerini düşen gözkapaklarıyla ifade eder. Öyle ise "duygu" ne
anlatımıyla Carlyle'ın karanlık benliğindeki giz perdesini kaldırmai
''ctir ve niçin kendini bu tür fiziksel terimlerle ifade eder?"
yı amaçlayan çok daha farklı bir kitapla, Charles Darwin'in İnsan
ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi kitabıyla yeniden dile getiril;,
Bu soruyu yanıtlamak için Darwin konuya daha da fiziksel yak . Iaşır. Yüz üzerinde, kaşlar çatıldığında ağzın kenarlarını da birlikte
miş oldu. Darwin hayvanların duyguları da kapsayan bir yaşamı ole'
' çökerten bir dizi "keder kası" betimler."
duğunu, insanlarda ve hayvanlarda duyguları ifade araçlarının ben•
Bu kaslara ilişkin olarak Darwin'in iki iddiası vardır: öncelikle,
zer olduğunu ve bu benzerliğin nedenlerinin de ancak evrim ile/ açıklanabileceğini göstermek istiyordu. İnsan duygularının hayvan7 ·
·,,
!ardaki fizyolojik kökenlerini göstererek evrim analizini "değerle;
bu kaslar gözleri etkileyen bir fiziksel acıya karşı kendilerini koruınaya çalışan tüm genç canlılarda gelişmektedirler; ikincisi, büyük aktörler tarafından kullanıldıkları nadir arılar dışında bu kaslar is
��� rin ve bağlılıkların" evrimi alanına çekebilıneyi umuyordu."
temdışı devreye girerler. Darwin'in ilk iddiası evrim teorisi açısın- l.Zl
Darwin'in yapıtında kullandığı bilimsel yöntemde dış görünüşe,
.
ilişkin yeni kodlar su yüzüne çıkar. Bu bilimsel yöntem etholojinin; •
..
yani, fiziksel dış görünüşe bakılarak karakterin anlaşılmasının uy-•
dan anlamlıdır. "Yüksek" bir yaşam biçimi farklı ortamlardaki da-
'ha alt yaşam biçimlerine hizmet eden anatomik özellikleri yapısın-
da taşıyacaktır; organizma bu özellikleri kullanmaya devam ederse,
gulanmasını en ileri noktaya taşıdı. Darwin beden üzerinde yoğun: ·
onları çoğunlukla alt düzey organizmada ilk kez ortaya çıkışlarına
!aştı. Bedenin dış yüzünde duygusal bir durumla ilişkili bir görünüş
· göre anlam ifade etmeyen amaçlar için kullanacaktır. Böylece atlar doğal ayıklanma yoluyla, gözlerini aşın güneşten korumak amacıy-
oluşturan organlar, kaslar ve refleksler nelerdir? İnsanlar üzüldük' !erinde niçin ağlarlar, derin derin düşünürken kaşlar niçin çatılır,
la "keder kasları" geliştirmişlerdir; bu kaslar yüksek evrim düzey
mutlu olunca yüz kasları yayılırken, kederli olunca niçin aşağı sar- .
lerinde de varlığını sürdürmüştür, çünkü yeni çevre koşullarında da
karlar? Tüm bunlar Diderot'nun aktörünün kendine sorduğu soru"c
aynı fizyolojik yanıt geçerliydi. Darwin kederi kişinin varoluşunu
!ardır; Darwin ise bu ifadeyi yüksek sanat alanından çıkararak söz
kaplayan bir ışık seli şeklinde anlıyordu. Ona göre bu Sofokles tar-
konusu aktörün tutarlı bir biçimde yeniden _üretmeye çabalayacağı ..
zı bir eğretileme değildi; yüzeydeki görünüşlerin açıklanması yön
doğal biçimini göstermiştir.
temi, çok fazla acıya boğulma ve kahrolma duygusu için tam ve bi
Kitabın yedinci bölümünde yaptığı keder analizinde Darwin
limsel olarak ulaşılan bir başlangıç noktası sağlıyordu. ·Bir kişinin
yöntemi çarpıcı bir şekilde örneklendirir. Şu sorunu ortaya koyarak ' başlar: Acısı "bir şekilde yatışmış olsa da henüz dinmemiş" bir ki şinin kederli olduğunu nasıl anlarız? Soruyu ilk elde bu kontrollü
yüzündeki kahrolınuşluk ifadesini okuyabilınesi, eskiden gözleri '
çok fazla ışığa maruz kalmış ve buna karşı anatomik bir savunma sistemi oluşturmuş bir hayvanın yaşamış olınası sayesinde mümkün
kederi doğuran etkenleri -aile içinde bir ölüm, ya da işten çıkarıl
olur.55
sorunuyla uğraşan bir insanın toplumsal davranışını açıklamaya da
gunun anatomik mantığını tespit edersek, bu duygunun gerçekten
çalışmaz. Bu olgu, aşağıdaki gibi ele alınır:
yaşanması halinde niçin iradedışı bir görünüş ortaya çıkardığını an
nıa vb.- sınıflandırarak yanıtlamaz. Zoraki aylaklıkla ya da ölüm
.....dolaşım ağırlaşır, yüz solgunlaşır. kaslar gevşer, gözkapaklan düşer; baş sıkışan göğüse eğilir; alt çene kendi ağırlığıyla tamamen a�ağı sarkar. Böylece tüm yüz hatları uzar; ve kötü haberler alan kişinin yüzünün "çök tüğü" söylenir. Darwin'in yaptığı, kederi gözkapaklarının düşmesiyle basitçe eşit-
Bu yöntemin ilk ilkesinden ikincisi ortaya çıkar: Eğer bir duy
larız. Geçmişe bakarak, 19. yüzyılda insanların sığındıkları evler dışında birbirleriyle karşılaşmaktan duydukları derin korkuyu kav ramak kadar duyguların bu iradedışı görünüşleri de Darwin için.son derece önemliydi. Argümanı sonuçlandırırken, iradedışı ifade görü şünü en etkili tarzda açıklar:
az
İradedışı dışavuruın ilkesi doğruysa şayet, kadınların böylesine
..... bireyler tarafından ancak sayıda ifade hareketi..... öğrenilmiştir..... ifade hareketlerinin büyük çoğunluğu ve en önemlileri. gördüğümüz gibi, doğuştandır ya da mira-; alınmıştır; bireyin iradesine bağlı oldukları söyle nemez.
sarınıp sarınalandıktan soma bile kamusal alan içinde kendilerini gös.ternıekten ürkmeleri neden şaşırtıcı olsun ki? Herkes kendini ötekilerin bakışlarından koruyordu, çünkü derinlerdeki duygularla ilintili sırlarının bir bakışta anlaşılınası tehlikesi vardı.
Keder kaslarına gelince; Darwin bu kasları iradi olarak kullanabi
' Günümüzde hissetmemeye çalışan bir kişi hasta o!ınaya aday görünür. Yüz yıl önce, belki de tüm bir sınıfı oluşturan insanlar .salt
lenlerde bile, bu gücün genellikle miras alınmış olduğunu, bu tür denetim yetisinin kuşaktan kuşağa geçtiği bir aktörler ailesini ör
itkilerini ihmal etıne ya da bastırma çabası yüzünden bir psişik fe laketin kucağına düşmüştü. Ama bunu yapma nedenleri mantıklıy
nekleyerek vurgular." İnsan, ifade güçlerini alt evrimsel biçimlerden miras aldığı ölçü 228
dı. Bu onların kamusal ve özel yaşam karmaşasıyla baş edebilme tarzıydı. Bir duygu bir kez açıkça hissedilince yabancı kişilere bile: iradedışı olarak gösteriliyorsa, o halde kendini korumanın tek yolu
de duygularını göstermekten kendini alamaz. Uygun koşullarda keder kasları, gözyaşı kanalları ve parmak kasları gibi, kişinin deneti mi dışında çalışacaktır. Darwin duygunun kaynağını ortaya çıkar mayı ve başkaları tarafından keşfedilmeye son derece duyarlı bir·
·
insan imgesi yaratabilmeyi başannıştı. Kadın ya da erkek gerçekten duygulandığında, bu duygu kendini kişinin denetim gücünün öte sinde gösterecektir. Bu çok önemli anatomik psikoloji yapıtında, dış görünüşler karakter durumlarının kesin göstergeleri olmuştur. Darwin, insanın elinden, izlenimi ifadeden belli bir uzaklıkta tutma gücüne sallip olduğu duygusunu almıştır. Darw\n'in yapıtı, evrim ilkeleri aracılığıyla duygulara ilişkin yorumu· l?akımından değil, dış görünüşleri tarihin, karakterin ve all laki eğilimlerin göstergeleri olarak kullanmış olması bakımından çağının tjpik temsilcisidir. Tıp okullarında, suç eğiliminin kafatası biçimiyle saptandığı Bertillon ölçümleri gibi "bilimlerde" de bu yöntem kullanıldı. Genç ·Sigmund Freud'un alanı olan frenoloji,
mantık olarak yalnızca Bertillon ölçümlerinin kafatasının içine uy' ·: gulanrı
hissetmekten vazgeçmektir, özellikle de cinsel duygulan bastır- ' maktır. Bedenin giyim yoluyla fiziksel anlamda deformasyonu da aynı koşulların ürünüdür: Beden doğal halinden çıkarıldığında artık
konuşamaz; kişi doğanın izlerini tamamen silerse, başkalarının gö zünde incinebilir olmaktan kurtulur. Viktorya tarzı iffet belki de
"tutkunun yadsınması adını alınış irrasyonel bir tutkuydu" (Lytton _ Strachey), belki de "başkalarının bastırılınasının kendini bastırarak
tamarnlanışıydı" (Bakunin); bu ayrıca, basit bir başkalarından ko. 'ruruna çabasıydı; kamusal yaşamın yeni psikolojik anlamı ışığında gerekli olduğu düşünülen bir korunma.
· Benlikle aralarında birer mesafe olan dış görünüşlerin bu neden
le bizleri, dış görünüşleri ve faili değil, fiili övmeye ya da yermeye alıştırması gerektiğine inanan Fielding'in yaklaşımından çok fark
lıydı bu. Carlyle'ın okurları, Darwin'in evrim teorisini kabullen mek zorunda kalmayı istemedikleri gibi onun etkisiyle radikalleş meyi de istemiyorlardı, ama bu büyük yazarların kullandığı yönte
min popüler yansımaları tıp, kriminoloji ve giyimin yanı sıra cin
, sellik konusundaki dini vaazlarda görülüyordu.
terin, iradedışı olarak kendini göstereceği fikri en iyi ifadesini 19� yüzyıl ortalarının cinsel tallayyülünde bulmuştu. Yozlaşma ve za
yıflığı.il göstergesi olan erkek mastürbasyonunun, mastürbasyonda kullanılan elin avucunda istemdışı tüylenmeye; kadın mastürbasyo nunun ise aksine, pubis kıllarının dökülınesine yol açtığı düşünülü yordu.
C. SAHNE, SOKAÔIN ARTIK ANLATMAD!Ôl BİR HAKİKATİ DİLE GETİRİR Kişiliğin kamusal alana tecavüzü, sahne ve sokağın düşünce kodla
rı arasında uzanan köprüyü kökten değiştirdi. 1830'1arın sonlarında
kamusal tercih, oyuncuların sahnedeki görilnüşlerinin sokaktaki et holojik muhakemelerin hiçbirine konu olmamasından yanaydı . Ka mu, en azından sanatta, herhangi bir kişiye bakarak kolayca onun
kim olduğunu söyleyebilmeyi talep etmeye başlamıştı. Sahnede inanılırlık ve gerçek görtınüşlere ilişkin bu istek öncelikle tarihsel. kostümlerin aslına uygun oLması talebiyle yüzeye çıktı. 1830'larda sahnedeki karakterlerin tam olarak doğru kostüml er içinde ol.malan ve oyunun ait olduğu dönemi olduğu gibi yansıtm a sı için, çoğunlukla beceriksizce olsa bile tutl..-ulu bir çaba gösteril i yordu. Bu çaba genelde yeni sayılmazdı. Sahnelere aslına uygun Q_ köylü kılığında çıkan ve 1761 'de gerçekten Türkiye' den ithal edil miş kostümler içinde bir Türk prensesini canlandıran Madam Fa vart zamanından beri hem Londra hem de Paris sahnelerinde aynı
eğilim söz konusuydu. Fakat 1830'larda ve daha sonraki 20-30 yıl içinde tarihselcilik daha önce sahip olmadığı bir güce kavuşmu ştu. Kamusal al.an, tiyatronun "zorunlu yanılsama"sını -Moyr Smith'in ileride uzun uzadıya üstünde duracağımız bir deyimidir buyarat
mak için aslına tam uygunluk istiyordu ." Ünlü bir 18. yüzyıl aktörünün oğlu olan Charles Kean'in 19. yüzyıl ortalarında Shakespeare'i nasıl sahneye koyduğuna bakalım.
Macbeth ( 1 853), Vll!. Henry ( 1854), fil. Richard ( 1854) ve Kış Masalı ( 1 856) oyunlarında hem kostüm hem de sahneye konan ça
ğın dekoru bakımından tam bir yeniden kurma çabasına girilmiş ti. Her y�niden kurma için aylar süren araştırmalar yapıLmı ştı ve Ox ford Universitesi'nden bir hocanın da desteği alınmıştı. Hoca, bu "soytarı işinde" adının gizli tutuLması kaydıyla Kean'in ödediği dolgun ücrete razı olmuştu. ili. Richard oyununun afişinde Kean izleyicileri James Laver'in sözleriyle, şöyle uyarmıştı: "Oyunu o zamana değin sahnelenenlerden son derece farklı bir tarihsel çağın anlatılmasına fırsat verdiği için seçmişti. Danışman tarihçilerin ad
larını belirtiyordu .....ve..... tüm ayrıntıların şüphe götürme z sahici liğine kefildi.""
Bu tarihselciliği kendi başına bir kostüm tarihi vakası şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Alegorik ya da mitolojik oyunlar ın kos tümlerinde de aynı ısrarla inandırıcı görünüşler aranır ol.muştu . Le C,ompte'ın 18. yüzyıl kostümleri koleksiyonu, hareket siz beden üzerine asılan kumaşlarla bezenmiş Zefır ve Eros gibi mitoloji k ka-
rakterleri sergiliyordu. New York'taki Uygulamalı Sanatlar Lincoln Merkez Kütüphanesi drama koleksiyonu ise aksine, Th6atre de la Portre St. Martin'den kostümler ve onun 19. yüzyıl ortalarındaki
prodüksiyonlarından oluşan sıradışı bir koleksiyondur. 1 3 1. ve 132.
allığı 'nda karakterle
gravürler, mitolojik bir oyun olan Balıklar Kr
rin Zefır ve Eros 'tan yüz yıl sorıra nasıl giyindiklerini gösterir.'"
Bir balığı temsil eden her oyuncu genel olarak "balık" değil,
özel olarak belli türde bir balığın kafasını canlandıran bir maske ta kıyordu. Bir kadın levrek balığı, bir erkek oyuncu da kılıçbalığıydı
vb. Dahası, kostümler pullu bir deri ile kaplanmıştı, öyle ki karşı
nızdakinin balıkları canlandıran fantastik bir tip değil, gerçekten
balık olduğunu düşünüyordunuz. Gravürlerin merkezinde yer alan balıklar kralı bir taç giymişti. Tacın tepesinde bir kuyruk vardı ve bu kuyruğun şekli kafası kralın başına geçirdiği maskeye temcl
olan gerçek balığın kuyruğu ile aynıydı.'"
Aynı koleksiyonda, 1830 ve 1 840'ların Mercier'nin eserlerinden
hareketle sahneye konan popüler melodramı giyilmiş kostümlerin resimleri de vardı.
Paris' in Sırları 'nda Paris' in Sırlarz'ndaki ka
rakterler dışarıdan bakan burjuvaların kolay kolay anlayamadığı
a�ağı sınıfa ait muammalar olarak sunuluyorlardı; kostümlerde or
ta sınıf ve işçi sınıfını carılandırabilmek için özenli bir çaba görillü
yordu. 1 8 . yüzyıl ortası tiyatrosunun güzel hizmetçilerden ve "cıvıl cıvıl köy manzaralarından" çok uzaklardayız. Edith Dabney'in tari
hi kostümler koleksiyonu ve Lincoln Merkezi arşivleri, tam aksine, orta sınıf kadınlarının sahne için hazırlanmış giysilerini hiç değiş tirmeksizin ve tiyatroya uyarlanmaksızın sergiler. SaJ\nede gördü ğünüz, gerçek kişinin kopyası gibidir. Sahne jestleri de; aynı mantı-
. ğı izliyordu: Beden "gerçek yaşam"da yapıldığı gibi hareket ettiril
meliydi; melodramda bile aktöriln rolü gereği melodr\lffiatik hare ketler yapması zevksizlik olarak görülüyordu !850'lerde."
Carlos Fischer gibi eleştirmenler kostümlerde gerçeğe uygunluk
tutkusunu oyunların sahnelenmesinde özgürlüğün ve düş gücünün düşmanı görürler, ama biz şu an için estetik yargılan bir tarafa bı
rakacağız. Sahne ışıklarının bir yanında şöyle bir dışarıdan bakarak kim olduklarını "bilemeyeceğiniz" giysilere bürünmüş erkek ve ka
dınlar vardı. Ama bu insanlar, mahrem "bilginin" giysilerde saklı
olduğuna inanıyordu. Bu insanların tiyatroda bulmaya çalıştıkları
23 1
şey ise gördükleri insanların hakiki olduğundan gerçekten
kesin
emin olunabilecek bir dünya idi. Oyuncular gerçekten oynadıkları
ic
D. K İ ŞİLİK YE ÖZEL AİLE
rolü temsil ediyorlardı. Hiçbir hile söz konusu değildi, terslik çıka
Kitabın giriş bölümünde hazırlık aşamasının, önceki çalışmalarım:
racak bir indirgeme eylemi görülmüyordu. Sokağın tersine, tiyatro�
ilişkirı bazı sorunların su yüzüne çıkmasına yardımcı olduğunu be lirtmiştim. Bunlardan birini şimdi vurgulamak gerekiyor. Bu sorun
da yaşan1 gizlenmiyordu; olduğu gibiydi. Bu ilginç bir durumdu. Richard Southern gibi tiyatro tarihçileri
kamusal yaşam ve onun getirdiği hoşnutsuzluğun antitezi olaral
l 9. yüzyıl ortasından "yanılsama çağı" diye söz ederler. Fakat ya
görülen 19. yüzyıl kurumu, istikrarlı burjuva ailesindeki değişinllı
nılsama dünyasında kesinlik vardı. Kozmopolit şehir fiziksel görü
ilgili.
nüşün kesinlik taşımadığı bir dünya idi. Yani, yanılsama ortamında,
19. yüzyılda şehirde meydana gelen değişimlerin ailedeki temei
bilinçli irıcelendiğinde, kadın ve erkeklere ilişkirı hakikatlere so-
değişimlerle bağını ilk kez sosyolog P.I.Sorokirı fark etti. Kentsel
rihsel yağmanın gerekli kıldığı "zorunlu yanılsama" arayışından
mesine yol açtığına inanıyordu. Geruş ailede ikiden fazla kuşak biı
söz ederken anlatmaya çalıştığı, bir oyunun inandırıcı olabilmesi
aradadır ya da aynı kuşaktan olup birden fazla evli çift bir evi pay,
için yer ve zamana ilişkin bir gerçeği -oyuncuların ve izleyicilerin
!aşır. Sorokin kozmopolit kültürün karmaşıklığının geniş ailenin bir
232 kaktakirıden daha kolay ulaşabilirdiniz. Moyr Smith'in tüm bu ta
kendi yaşamlarında bulamadıkları bir gerçeği- kurması zorunlulu
büyümenin aile biçiminirı "geniş" aileden "çekirdek" aileye dönüş;
arada tutulmasını güçleştirdiğini, kendi deyimiyle, parçalanmış ge
niş ailelerin "serpintisi" olan basit çekirdek ailenin hayatta kaldığı
ğuydu. Aristoteles bize tiyatronun "şüpheyi gönüllü olarak ertelemeyi"
nı düşünüyordu. Sorokin'in öğrencisi Talcott Parsons onun temel
gerektirdiğini söyler. l 9 yüzyıl başkentlerinin sahne kostümleri bu
düşüncesini ele alıp tuhaf bir şekilde geliştirdi. Parsons'ın yazıla
düşünceyi aştılar. Şehirde gizemliliği sona erdirmek, bir hakikati
rında çekirdek aile geniş aileden çok daha "etkin" bir aile biçirill
dile getirmek için toplum sanata dayanmalıydı, aksi halde erkek ka
haline geldi. Çekirdek aile, geruş ailenin enkazından sağ kalan şey
dın herkes o hakikate çoğunlukla hatalı bir yolla, minyatürleştiril
olmaktan çok, büyük şehirle simgelenen, yapısını kişidışı bürokra
miş verilerden türeterek ulaşacaklardı. Yani, izleyici ile bu sanat bi
si, toplumsal hareketlilik ve büyük bir işbölümünün oluşturduğu
çimi arasındaki ilişki, bir bağımlılık ilişkisi olmaya başlıyordu. On
yeni bir topluma verilen pozitif bir yanıttı. Çekirdek ailenin bu or
ların modem başkentte kendileri için kolaylıkla yapamadıklarını ti
tamda çok daha etkin olması beklenirdi, çünkü aile içindeki birey
yatro onlar için yapıyordu. Bir yanda gizemlilik, yanılsama, aldat
leri daha az bağlanmktaydı. Örneğin, uzun yıllar birlikte çalıştığı
ma ve öbqr yanda da hakikat arasındaki çizgiler 19. yüzyıl ortasın
bir büyükbaba için iş değiştirmenin etkilerinin neler olacağını dü
da kendine özgü .bir biçim kazandı: Hiçbir şifre çözme çabası ge
şünmek yerine artık eşi ve çocuklarıyla yaşayan kişi ·yalnızca işin
rektirmeyen· sahici yaşam ancak sahne sanatının himayesi altında
kendisini ve kişisel bakımdan avantajlarıyla dezavantajlarını tart
ortaya çıkıyordu.
mak durumundadır. Böylelikle Parsons, bireycilik, çekirdek aile ve
Böylece kişiliğin yeni şartları kamusal alandaki sahne ve sokak
yeni endüstri toplumunu bir araya getirmiştir.'"
ilişkisini değiştirdi. Bu şartlar aynı şekilde kamusal ve özel alan
On beş yıl önce, modern aileye ilişkin geçerli görüş buydu; bel
ilişkisini de değiştirdi. Bunu yalnızca özel duyguların iradedışı bir
li değişikler geçirmişti, kafa tutulmuştu; fakat sosyolojik çevreler
özel
de yine de ilgi odağıydı. Asıl sorun, tarihçilerin bunun olgusal yan
biçimde kamusal alanda açığa
çıkmasını sağlayarak değil,
alanın en temel kurumu olan aileyi etkileyerek yaptı.
lışlığını bilmeleriydi. 19. yüzyıl çekirdek ailelerindeki burjuvalar aileyi hiçbir zaman önemli bir etkinlik aracı olarak görmedikleri gi bi çekirdek ailede görünmeyen bir el tarafından geniş ailedekinden daha büyük bir etkirıliğe de itilmiyorlardı. Gerçekten de, akrabala-
rın desteği olmaksızın, insanlar çoğu zaman her yöne savruluyor ve o dönemde sıkça görülen ekonomik felaketlere ansızın yenik düşe- · biliyorlardı.
•
Sorokin 'in ekonomik felaketin serpintileri fikri, tarihsel kayıt' !arla daha çok çakışmakla beraber aile içinde yaşamın nasıl yapı landığına ilişkin bir fikir vermemekteydi. Dahası, bir biçim olarak çekirdek ailenin yeni ve 19. yüzyıla özgü bir kurum olmadığı gibi büyük şehre de özgü olmadığını söyleyebilecek kadar veri vardı.
19. yüzyılda değişiyor görünen ise kentsel çekirdek ailenin işle
viydi . . Benim gibi hem tarih hem de sosyolojiye ilgi duyan yazarlar, böylece ailenin seyri ile biçimini ilişkilendirme sorunu ile karşılaş� tılar. On beş yıl önce aile konusunda tarihsel çalışmalara ciddi bi
çimde başlandığında, kısa sürede, 1 9. yüzyıl ailesi üzerindeki araş tırmalarımızı yönlendirecek formüle ulaştık: Çekirdek aile, toplu
mun ekonomik ve demograf'ık değişimlerine katılım sağlamak için . değil, karşı koyabilmek için kullanılan bir araçtı. Ailenin işlevi bir tür sığınak, barınılacak bir yer olmasıydı. Parsons 'un belirttiği gi bi bir "uyum sağlama ve bütünleşme" aracı değildi. Chicago'daki
Şehre Karşı Aile ler' de, çekirdek ailenin, şehirdeki geniş aileler içinde yaşayan in
orta sınıf üyesi aileler üzerine bir çalışmam olan
sanlara göre gerçekte üretkenlik karşıtı bir noktada, mesleki açıdan
daha az istikrarlı ve dikey hareketliliğe daha az yatkın olabileceği
ni kanıtlarla göstermiştim. Kadınların durumu ile ilgilenen öteki araştırmacıların, 19. yüzyılda çekirdek ailenin işlevi konusuna yak laşımları aynıydı; çekirdek aile kadın ve çocukların aynı anda hem bastırılarak hem de korunarak toplumun bütününden koparıldıkla rı mekandı. Juliette Mitchell ve Margaret Bensman gibi yazarların kuramsal çalışmalarıyla özelleşmeye ilişkin Marksist nosyonlar ye ni bir soluk kazandı ve çocuk bakımı, evlilik sorunları, aile tahay yülü üzerine kaleme alınmış 19. yüzyıl yazarlarının derinlemesine incelenmesi, bu yüzyılda kabuğuna çekilme ideolojisinin giderek iaha da güçlendiğini gösterdi. Tüm bu çalışmaların arkasında Ari !s 'in
ancien regime ailesi üzerine yapıtı vardı. Bu yapıt, çekirdek
tilenin yepyeni bir biçim olmasını abartmasına rağmen, 19. yüzyıl la yeni bir işlev yüklenmeye hazır olduğuna da bizleri ikna ediyor lu. 63
sı değil, analitik bakımdan Sorun, bu bakış açısının hatalı olma diği ailenin gelişim süreciyle eksikleri olmasıdır. Ortaya çıkarabil konuda 19. yüzyıl sonu Viyana ilintili durağan bir tablodur. Bu aşağıdaki pas.aj aydınlatıcı bir sı'ndaki bir burjuva ailesini anlatan örnektir:
erin üst sıralarındaydı. B_u fikirl�uzuyeri erdemler listesinin eneviyd ve nın düze Baba i..... kişinin somut olarak vücut bulduğu yermutla önemı yal k otoritesi vardı. Yuvanın ynı run güvencesiydi ve genelde, ması olma zaman: � rdu. Imi ge an sınd �� yansı nızca kişinin başarısının ı ayrıntılarının gırm _ _ dış lmey ver ızı esı � y en, � sıne �� boyle da d�t iş yaşamının can sıkıc Bu çağda yaşayanlar ıçı lıtla� � 235 n � . dünyadan uzak bir sığın.aktı. le arındırılmış bır ort���a.�ogup bu nuş. her türlü hayat gailesinden özen yümenin nasıl bir şey olduğunu tasavvur etmek kolay degıldır ..... istikrarın
ildiğinde burjuva ailenin durağan Yukarıdaki pasajda, bir araya getir getiren dört unsuru italik harflerle bir olusum tablosunu meydana z mektedir, çünkü toplum istikrarsı. yazdı : istikrarlılığa değer biçil ıs bır aıle n ı olarak hizmet göre dır; toplumdan çekilmenin bir arac nle yalıtılmıştır. Bu yalıtım nede u B . tikrarlılık timsali haline gelir olarak hayat gailelerini aile iliş da aile üyelerini bilinçli ve gönüllü ik ederek başarılı olur. Böyle bir kilerine sokmaktan kaçınmaya teşv n ır: Öncelikle, burjuva yaşamını anlatım iki açıdan gerçek dışıd eko varsayar, yeter ki insanlar bu ekonomisinin yönetilebileceğini zımni bir anlaşmayla arıışma arak nomiyi herkesin kabul edeceği nlığın şans a. bağlı oldugu bır . aile ilişkileri dışında tutsunlar. Saygı ı larında konuşulmak içı11 ne denl çağda, para konusu yemek masa zdı. a ıuıula zihinl�rde u_z _ uygunsuz olursa olsun, ekonomi dogal ka aıle, lmış çekı ış, gerı İkincisi ve daha önemlisi, "yalıtılm önün göz r kirle ı f' e edildiğine dair rakterin yalnızca aile içinde ifad ılda yüzy 19: bir anlam taşıyabilirdi. de bulundurulursa 1 8 . yüzyılda fikir ilerde içkin olduğu yönün eki ise kisiliain tüm toplumsal ilişk a bu aile ancak bir rüy olabilir ler g z nünde bulundurulduğund çmayı ıs mun g�rilirıılerinden di. Kuşkusuz, burjuva aileler toplu _ oyle alım Bak . ine inanıyorlardı terlerdi ve kuşkusuz kaçılabileceğ
U:
�
�;
mı' ?.
:
.?'
�
'._11
� � �
.
. ileri, aile içindeki ilişkilerı belır Kamusal dünyadaki insan ilişk k ordu. Bu kurallar kişili.ğe ait küçü '. leyen kurallara göre biçimleniy _ kterı kara ın kişın n irdı. Bu sımgelerı değişebilir ayrıntıları simgeleşt
hakkında her şeyi anlatabileceği sanılıyordu, ama bu simgelerin "verileri" devamlı odak dışına çıkıyor ya da kayboluyordu. İnsan
!ar. Kişilik görünümlerle oluşturulduğu için gevşemek tehlikelidir, çünkü doğada gevşemiş bir ruh haliyle sırtüstü yatmaya uygun bir
ların kişiliklerini ifade edebilecekleri yerin aile olacağı sanılıyordu,
düzen yoktur. İşte, doğal sempatiye ilişkin eski teori ile kişilik ge
fakat aile içi etkileşimin ayrıntılarını psişik simgelere dönüştürerek
lişimine ilişkin yeni teori arasındaki büyük fark! Oluşturulmuş sev
şişirmeleri halinde, insanlar arzuları ve iradeleri ters yönde hareket
gi sabit görünümler ister.
etmesine rağmen istikrarsız toplumsal ilişkileri baştan sona yeniden yaşayacaklardı. Kamusal alanda kargaşa duygusunu yaratan tek ba şına ekonomik karışıklığın acı gerçekleri değildi. Aynı zamanda da bu gerçek)eri kavramanın, toplumun kendisini dev bir insan "hiye
Kişiliğe ilişkin modem düşüncenin üzerinde geliştiği şartlar bunlardı; özel yaşamda ifade edilen, bu alana sokulan bir doğal ka rakterin şartları değildi. İşte bu nedenle aile içi düzen dünyadaki maddi düzensizliğe bir tepki olınaktan öte bir şeydir. Ailede düzen
roglifi" olarak ele almanın yeni şartlarıydı bu duyguyu yaratan. Ai-
sağlanıa mücadelesi, toplumun işleyişine kişisel terimlerle yaklaşıl
rından bir anlam çıkarılarak anlaşılabilecek olan hiyeroglifler gözü
düzen için verilen bu mücadelenin, yine de çekirdek aile biçimiyle
ile baksalardı, düşman sığınılan yere girmiş olurdu. Kişilik böyle
özel bir yakınlığı vardır.
236 le bireyleri birbirleriyle ilişkilerine, istikrarsız görüşlerln ayrıntıla ce, insanların kaçınmaya çalıştıkları çığrından çıkmışlığı yeniden üretirdi.
·
T.G.Hatchard'ın Çocuk Eğitiminin ve Bakıcılık Disiplininin İyi
leştirilmesi Hakkında Düşünceler başlıklı kitabında (16. baskısı 1853 'te yapılmıştı) aile içi düzeni kurmada geçerli kurallar, aile bi
reylerinin ·birbirleri karşısında sergiledikleri görünümleri istikrarlı kılmanın kurallarıdır. Hatchard dönemin çocukluğa özgü kuralları mn tümünü yazmıştı: "Küçük çocuklar ortalıkta görünmeli, ama sesleri duyulınamalıdır", "her şeyin bir yeri vardır ve her şey kendi yerinde olmalıdır", "metanet yetişme çağında kazandırılır." Tüm bunlar kendiliğinden davranışlar karşısında alınmış önlenılerdir. Hatchard'a göre, çocukta sırf kendisini '�doğru düzgün takdim et me" anlay;şı oluşturularak bile onun sevgiden itaatkarlığa ve baş kalarına karşı duyarlı olmaya kadar tüm duyguları geliştirilebilir. Fakat ana babalar da aynı kural ile bağlıydılar. Çocuğun onları sev mesi için, onun önündeki davranışlarını düzenlerneliydiler. Neleri bekleyebileceğini bilen çocukta güven duygusu gelişirdi."' Hatchard'da eksik olan, 1 8 . yüzyıl pediatristlerlnin farkında ol duğu, ana baba ve çocuk arasındaki doğal sempatiydi, Bunun yeri ne duygular geliştiriliyordu; bu duygwlar, kişiliğin biçimlenmesiy le ortaya çıkar; istikrarlı bir kişiliğe sahip olmak için aile süreçleri insanların kendilerini birbirlerine karşı "doğru dürüst takdim" et melerine dayanmak zorundadır. Ana-babalar çocuklarının davranı şına olduğu kadar kendi davranışlarına karşı da "tetikte" olmalıdır-
masını sağlayan aynı bilişsel kurallar tarafından yönetildi. Aile içi
Çekirdek aile, aktörlerin sayısını azaltarak aile içindeki herhan gi bir bireyin oynaması gereken rollerin sayısını azaltmak suretiyle iki düzen sorununu basitleştirir. Her yetişkinin eş ve ebeveyn olarak olına role gereksinimi vardır: Evde büyükanne ve büyükbabanın rı ması halinde, çocuk onları hiçbir zaman başka birilerlnin çocukla ye ve sevgisi yetişkin bir tek olarak görmeyecektir. Çocukta yalnız ki davra tişkin beklentisi imgesi oluşacak ve anne babalar önünde aki davranış nış tarzı ile büyükanne büyükbaba ya da amca yanınd acak tarzını birbirinden ayırarak seçim yapmak durumunda kalmay ba nılerin görünü insani düzgün tır. Bir başka deyişle, çekirdek aile verir. izin esine sitleştirilmiş bir insan ilişkileri meselesine dönüşm az sorunla uğKarmaşıklık azaldıkça istikrar artar; birey ne kadar raşmak zorunda kalırsa kişiliği de o denli gelişir. . "Moynıhan Bu tür inançlar 1960' ların siyah ailesi üzerine ünlü çarpıcı biçimde Raporu"nun habercisi olan 19. yüzyıl belgelerinde görevliler öne çıkmıştı. 1860' !arda hem Londra hem Paris't e sosyal r ve bu bozulına yoksulların ahli\ki bozulmalarından kaygı duyuyo bağlıyorlardı. ına şartlar yı yok;ulların içinde yaşadıkları aile mış yuv " "dağıl n, � !860'1arda, J960'larda olduğu gibi, suçlu görüle ı. Yı kadınd sayılan lusu sorum olağan nin idaresi ve çoğunlukla ev olarak algılanan as ne J 8 60'1arda ve J960'larda dağılmış bir yuva edilmiş kadın ger terk da lında geniş ailenin bir parçasıydı. Dul ya , tey eye eld�n çekte yalıtılmış değildi, çocukların anneden dayıya � aya gıtmek ıçın ele geçirildiği ve kocaların bir başka yerde çalışm :
ortadan kaybolup sonra da geri döndükleri bir ağın içinde yer alı yorlardı. Aile grubu, kıt aile gelirlerindeki değişimlerle baş edebil menin tek yolu olduğundan böylesine çok boyutlu bir hale gelmiş ti. Orta sınıf üyesi sosyal görevliler geniş aileyi bir tür savunma ağı şeklinde algılamaktan çok ve eğer gerçekten parçalanmış bir birim olsaydı emekçi sınıfın yaşam koşullarında olagelen feci değişimle rin bir aile için ne anlama geleceğini tasavvur etmekten çok, belir· siz sevgiden ve o nedenle ev ortamında çocukların şevkinin kırıldı ğından söz ediyorlardı. Belki de şevk kırılması hakikaten vardı; ama sorun, yorumlarında çocuğun duygusal düzeyde istikrarlı ola-
'§. bilmesinin yegane aracı olarak basit çekirdek aileyi gören bu sosyal görevlilerin ekonominin yıkıcı gücünün üstünü örtmeleriydi."'
Modem toplumda kişilik gelişiminin ancak kişisel etkileşimin istikrarlı kılınmasıyla gerçekleşeceği inancını doğuran bir dizi ta rihsel etken iş başındadır. Çekirdek aile yaşamı, söz konusu düşün cenin yaşama geçirilmesinin aracı olarak oldukça uygun görünmek tedir. Ama dış görünüş ve davranışlara ait her ayrıntı bütün bir ki şilik durumunu simgeliyorsa, davranışlardaki ayrıntılar değiştiği zaman kişiliğin kendisi çığnndan çıkabilir. Zaman.içinde tutarlı ka lan bir kişilik için derli toplu bir dış görünüş gerekir. İlksel duygu "iyi" duygu olarak görülür. Karmaşık duygu tehdit edici duygudur
ve istikrarlı kılınamaz, kim olduğunuzu gerçek anlamda bilebilmek için, parçalan ayırt edebilmeli, öze inebilmelisiniz. Çekirdek aile
nin yukarıdan aşağı doğru belirlenen ortamında çocuk kişilik özel liklerini, kendi görünüşlerinden çeşitlilik ve karmaşıklığı kaldırarak ve yalnızca ana babasının basit ve sabit imgelerini sevmeyi öğrene rek geliştirecektir. Onları tutarlı olduklarında inanılır "sayabilir." Çocuk suçlan alanında uzmanlaşmış Frederic Demety ve Johann Wichem'de, Lord Ashley'in Avam Kamarası'nda terk edilmiş ço cuklar hakkında yaptığı konuşmalarda ve Londra Hastanesi'ndeki bir grup yeni kuşak pediatristin gözlemlerinde yankısını bulan Hatchard'ın tavsiyesi şuydu: Çocuğu çapraşık ve çelişkili deneyim lerin tehditlerinden kurtaracak toplumsal ilişkilerin oluşturulması için mücadele edilmelidir. Çocukta güçlü bir kişilik yaratılmasının tek yolu buydu."' İnsanlar, karmaşıklığı zamana dayanıklı karakterin düşmanı ola ra.k gördükleri ölçüde, bir kamusal yaşamın fikrine olduğu kadar
ıld
aldılar. Karmaş ık kişilik sürdürülmesine de düşmanca bir tutum anlamınd.� artık istenmeyen için bir tehdit ise toplumsal . deneyim r; ancien regime'deki ka bir şeydir. Bunda tarihsel bir ironi vardı karşın çok daha istikrarlıydı. musal dünya, kişidışı karmaşasına uymanın kendisi, kamusal alan Yapmacıklığın pratiği, göreneklere katılık yaratırdı. da bir berraklık, hatta biçimsel bir e sağlanabildiği hakkında, 19. ölçüd ne arın Çekirdek ailede istikr listesine bakılarak bir yargıya yüzyıl aile hekimliğinin "şikayetler" i sinirsel gerilim ve paranoulaşılabilir. Şikayetler kaygı, uzun sürel meyecek fiziksel sıkıntılar, yak korkudan kaynaklanan, felaket dene kronik kabızlığın genel adıydı. 239 dı. "Yeşil hastalık" kadınlardaki Cari Ludwig, bunun kaynağının Marburg Üniversitesi'nden doktor hakim olamayarak osurma kor yemekten sonra kadınların kendine ası olduğunu öne _ sürü'.ordu. kusuyla kalçayı sürekli gergin tutm ı çıkmaktan, bahçelenne bile ın "Beyaz hastalık" . ise evden dışar . Bu kadınlar izlendikleri ya da mekten korkan kadınlarda görülürdü i korkusuna kapılıyorlardı. Ço yabancılar tarafından gözetlendikler yüzlerine bir solgunluk çökerd� . az açık havaya çıktıkları için de ıf ud öncesi) yapıtında, kompuls Breuer'in histeri hakkındaki (Fre _s nme e kişinin her zaman hoş görü gülme gibi semptomlar ev içind . e ıı ı verilen tepkiler olarak gost : ni engelleyen depresyonlara karş arasında öyle sık görülen bır ıka yordu; bu tepki "saygın kadınlar yet l ediliyordu. Kuşkusuz bu şıka yet"ti ki neredeyse normal kabu rları rapo ıs nitelikteydı; fakat teşh lerin tıbbi analizleri fizyolojik açla üyordu: Kişinin bedensel ihtiy belli bir manzara etrafında dön dışı ve gularına kadar, kendini istem rından aile çevresi içindeki duy bulu ında plar kita usu. 19. yüzyıl tıp yanlış olarak dışavurma kork . es ne anış ve ıfadeler'.n duzenlenm � nan "şikayetler" ev içinde davr _ _ un u şu şekild� e soyleme mumk Bun . tıdır kanı ların çaba elik yön da düzenlılıgın ve saflıgın _bır ben dür: Toplum, üyelerine duygular empoze ederse, hısten ısyan et lik sahibi olmanın bedeli olduğunu le ı haline gelir. Trollop�'un Böy menin mantıklı , belki de tek arac ka jlar okuyunca Korkuya Yaşıyoruz Artık adlı kitabındaki gibi pasa
�
�
�
�
n: pılmaktan kendini alamıyor insa
;
�
şt�. in en başından beri ona karşıesız�ürkı.�stonaolmu (Paul Montague) ilişkilerinönem degel Şüph ki? ilirdi olab Bir kadın için bundan daha li ne
mcmiş yüreğini açınıştı. Başka hiçbir erkek dudaklarına dokunmamış, eli ni tutnıamış ya da hiçbir erkeğin onun gözlerinin içine azarlanmadan hay ranlıkla bcıknnısına izin vermemişti..... onu kabul ederken bütün istediği kendisine karşı şimdi ve gelecekte dürüst olmasıydı. Bekaret, saflık, duygularda süreklilik, öteki erkeklere ilişkin bilgi ve deneyim yoksunluğu; tüm bunlar, yaşamın · ileri dönemindeki histerik şikayetlerin kaynağıydı." Histeri, aile içinde kişilik muhakemesinin işareti idiyse, Freud ve ötekilerin bunu davranışlarda özbilinç temelli terapi yoluyla gi 240
dem1eye çalışmaları bir rastlantı değildir. Freud 'dan önceki konuşarak yapılan terapilerin çoğunda amaç, basitçe belirtilerin gideril mesi, hasduıın "düzenli" bir yaşama döndürülmesi ve histeriler tüm ayrıntılarıyla doktora gösterilerek hastanın histerilerden sözde (ve nadir olarak) kurtarılmasıydı. Buradaki düşünce, duygularınızı bir kere dile getirdiğinizde, artık geçtiklerini ve onlarla işinizin kalma dığıydı; geçmişinize iniyorlardı. Semptomlara ilişkin özbilinç dü zenleyici bir araç olarak kabul ediliyordu; psişik derinliklere inmek Freud öncesi tıpta henüz bir hedef değildi. Amaç, "hiikinliyet"ti. Ai le içinde duyguların iradedışı açığa vurulmasından doğan gerilİl11, özbilinç yoluyla görünürdeki davranışın denetimini dayatıyordu. Freud ve öncelieri arasındaki fark Freud 'un, histerik semptomlar üzerine konuşmalarla hastalarmı dalla derinlerdeki düzensiz itkile ri ile yüzleştirmeyi istemesinden doğuyordu.
Modem kişilik kavran11Ilın özel ve kamusal yaşamlar arasındaki
dengeleri nasıl etkilediğini artık belirleyebilecek bir konumdayız.
Ancien regime toplumunda kamusal yaşam ile aile yaşamı arasında belirgin bir sınır çizilmişti. Geçen yüzyılda bunun altını çizme iste ği dalla da güçlendi, fakat sınırı çizmenin araçları da giderek kar maşıklaştı. Aydınlanma devri ailesi düzenini bir tür doğa anlayışın dan türetti; geçen yüzyılda aile düzeni insani irade temelinde kurul du. Arzularda tevazu doğanın karakter üzerindeki iziydi; arzularm saflığı ise iradenin kişilik üzerindeki iziydi. Kişilik ilkesi insanların bir tablo halinde sabitleştirmeye kararlı oldukları bir alanda yani ai lede istikrarsızlık oluşturdu.
E. GEÇMİŞE BAŞKALDIRILAR Geçen yüzyılın sonunda insanlar, bu psikolojik kültürün verdiği ki mi endişe ve bıkkınlıklardan sıyrılmaya kararlıyilllar. Giyin1de, bi lindiği kadarıyla, Viktorya tarzı terk edilmeye 1890'1arda başladı ve Büyük Savaş'tan hemen önce Paul Poiret'nin kadınlm korselerin den kurtamrnsıyla güç kazandı. Bu dalla sonra, 1920'1erde tam bir başkaldırıya dönüştü; özgürlükçü güçler sonraki otuz yıl için savaşı yitirdiler ama geçtiğimiz onyılda şeffaf bluzlar, kalçaları sıkan pantolonlarla yine zaferlerini ilan ettiler. Böylesi bir tarih tablosu il
han1 verici olmakla beraber yanıltıcıdır. Vıktoryenlerin bu kısıtlayı- l;
cı giyim tarzlarına karşı, cinsel baskılara başkaldırının bir uzantısı F olarak her zaman bir başkaldırı söz konusuyken, bu kısıtlamaların
kaynağına ve bireysel kişiliğin kamusal alana girmesine karşı hiç bir başkaldırı olmamıştır. Giysiler hiil1i karakterin bir göstergesi sa
yılmaktadır ve yabancı bir kişinin karakterini üzerindeki giysiler den çıkarabilmek hfüii ayrın\ılar estetiğine bağlıdır. Sokak dünyası ile kostünılere ait sahne dünyası arasındaki bölünme genişlemeye devam etmiştir; bu bölünme yine sahnede gördüğümüz belirli be densel imgelere göre değil, bu bedensel in1gelerin zihnimize yansı yan anlamlarına göre olmaktadır. Dalla genelleştirilirse, kamusal alanda kişiliğe değil de baskıya karşı yapılan bir başkaldırı, başkaldırı değildir. Bir "kültür devrin1i" oluşur, "karşı kültür" doğar ve yine de eski düzenin tüm kusurları, davetsiz bir biçimde, ansızın yeni düzende yeniden ortaya çıkar. Burjuva yaşamına karşı modem burjuva başkaldırılarında bu öyle yaygın bir özelliktir ki, gözlemci genelde bir kültürel başkaldırının anlamsız olduğu sonucuna varır. Bu gözlem tam da doğru sayılmaz. Mizaçlara, genel olarak kabul gören tutumlara karşı isyanlar başa rısız olurlar; çünkü kültürel yönden yeterince radikal değildirler. Kültürel başkaldırının amacı hfüa inandırıcı bir kişilik modeli yara tılmasıdır ve bu haliyle de hfüii alaşağı etmeye çabalaillğı burjuva kültürüne zincirleruniş durumdadır. Hedef kişilik tarafından biçimlendirildiği zaman görülen bu kendini yenilgiye uğratmanın iyi bir örneği, zaman dilimi olarak 19. yüzyılın ayırdığı, moda alanındaki iki başkalillıının karşılaştırıl
masıyla ortaya çıkar. İlki
ancien regime'de bedenin diline karşı bir
ı_Jc
şilik ile kendiliğindenliği birleştirebilmenin güçlüğünü ve benliğin
, kollan ve diz altı aç elbi� ğüslerinin biçimini tamamen belli eden denirdi. Madam Hamelın gıbı seler giyen kadınlara merveilleuse k, ince dokunmuş:. kumaştan cüretli kadınlar tamamen çıplak olara e yürüyüşe çıkarlarciı. Thermi bir şala sarınıp kamuya ait bahçelerd Madam Tallien, operaya yal dor Parisi'nde modanın öncüsü olan di. Louise Stuart, "bu;şeffaf giy nızca bir kaplan derisi içinde gider emin olabilirsiniz",' diye yazısilerle kombinezon giyilmediğinden
özgürleştirilmesini bir inanca dönüştürmenin anlamını kavrayabili
yordu."'
başkaldınydı; 1795 'te Paris 'te gerçekleşti. Amacı doğal l_(arakteri özgürleştirmekti; "la nature spontanee"nin kendisini kamnsal ola rak ifade edebilmesine izin vermekti. İkincisi 1 890'lann ortaların daydı. Viktoryen baskıcılığına ve iffet anlayışına karşıydı, fakat amacı insanların kendi kişiliklerini kamusal alanda ifade edebilıne lerini sağlamaktı. Bu karşılaştınnayı yaparak, modem çağlarda ki
riz. "Devrimci giyim" ne anlama gelir? Paris'te Büyük Devrim.sıra
t sında, iki zıt giyim tarzıriı belirtiyordu: Biri 1791-94 yıllarına ege men olmuştu, öteki de 1795 'te başlayan Thermidor yıllarındakiydi.
Bu tarzların ilki zamanımıza yabancı değil. Giysiler fiilen fark lı olsa bile, modem Çin' deki giyim ile Robespierre'in Paris'indeki giyim aynı ilkelere dayanıyordu. Giysiler toplumun eşitliğe yöneli mini simgeleyen üniformalar olmaktadır. Kasvetli bluzlar, basit ke simli pantolonlar, mücevherlerin, ziynet eşyalarının, tüm diğer süs lemelerin ortadan kalkması sanki Paris 'te toplumsal engellerin var olmadığını gösteriyordu. Robespierre'in Paris'i, ancien regime Pa ris 'inde görülen toplumsal mevki etiketlerine doğrudan doğruya saldırıya geçmişti; etiketler basitçe ortadan kaldırılmıştı. Beden cinsiyetinden arındırılmıştı, bedeni çekici kılabilecek fırfırlar takıl mıyordu. Bedenin nötr duruma getirilmesiyle, yurttaşlar zorla ara larına giren dışsal farklılıklar olmaksızın birbirleriyle ilişkiye gir mekte "özgür"düler. Robespierre'in düşmesinden kısa süre sonra devrimci tarzda gi yim düşüncesi, çok daha kannaşık bir duruma yol açtı. Bedenin ve ona ait özelliklerin silinmesi yerine, insanlar sokakta bedenlerini birbirlerine sergileyebilecek şekilde giyinmeye başladılar. Özgür lük artık somut bir biçimde üniformalarla ifade edilmiyordu: Gi yimde, artık bedene özgürce hareket olanağı sağlayan özgürlük dü şüncesi egemendi. İnsanlar sokakta birbirlerinin bedenlerinin doğal ve kendiliğinden hareketlerini görmek istiyordu. 1 8 . yüzyıl evinde ki pejmürde görünüş kamusal alana çıkacaktı.
Ancien regime 'de kadın bedeni, örtülmesi gereken bii mankendi. Thermidor 'un ilk yılında, kadın bedeni çıplaklığın sınırına kadar açılmış, ten ortaya çıkmıştır. Modaya uygun, ince müslinden, gö-
. en tabii ki aşırı uçlan temsıl Madam Hamelin ve Madam Talli _ ı katlarında yer alan ve daha bir ? ediyordu. Toplumsal terazinin aşağ için bu mer eil/euse'ler eı:ıen -4·' yıl önce üniforma giyen kadınlar az aşırı bıçırnlerde, muslının taklit edilen bir moda yarattılar. Daha Müslin yalnızca göğüslerin biçi altın a bir kombinezon eklenmişti. önemlisi, beden pozisyon değiş mini göstermekle kalmıyor, daha i de belli ediyordu." tirdikçe, kol ve bacakların hareketin en kadın ve erkekler ara Beden hareketlerini sergilemeyi istey tlarına yapışmasını sağlama sında müslin giysilerini ıslatarak vücu e yaz kış sokaklarda salınıyor yöntemi oldukça yaygındı. Islak hald zzam bir verem patlamasıydı. lardı. Sonuç, Parisliler arasında mua doğa adına kuru kalına çağrısı Doktorlar sağlık ve son merci olan " yaptı. Çok az kişi buna kulak asmıştı. . . . _ . . degersız suslerı, mu:ıyatur Parisliler, 1750 'lerin peruklanndakı nlıkla karşılıyorlardı. Insan gemili ve sebzeli saç tuvaletlerini hayra bir belirti olmadığı gibi, en ların kendileriyle alay ettiklerine dair yoktu. Thermidor Paris'inde cüretli elbiselerde bile bilinçli bir ironi fikri doğdu. Bunu çarpıcı oyun kendini hicvetmenin öne çıktığı bir merveil/euse'in erkek muadi bir biçimde gözler önüne serenler de
�
�
.
..
li olan incroyable'lardı. giyinmiş bir Incroyable, sivri kısmı aşağıda koni biçiminde ılan müslin kumaştan ya adamdı. Günlük kadın elbiselerinde kullan ceketler ve yü s�k, abartılı pılınış dar pantolonların üzerinde kısa . lı kölelerın stılinı andıran yakalar, parlak renkli kravatlar ve Roma bu kıyafeti tamamlıyordu." kısa kesimli ya da darmadağınık saçlar a çıkıyordu. Incroyab Bu takım bir moda parodisi olarak ortay adımlarla yürüyerek an le'lar uzun saplı gözlükler kullanıp kırıtk eri taklit ediyorlar ı 750'lerin model kostümcüleri olan macaroni'l orlardı; ken�ilerine gıpdı. Sokakta kendilerine gülünmesini bekliy
�
ta edilmesinden hoşlanıyorlardı. Bedenlerine hem kendileri hem de
Sokağın kendi başına önemi arttı; şehirdeki gece boyu açık kafele
izleyenler bir şaka olarak bakıyordu. Seyrek olarak kadın giyimi de
rin birçoğu o yıl içinde açılmıştı ve pencereleri de hep sokağa bakı
tinde kesilmek üzere hazırlananların tarzında bir saç modasıydı.
lerde kullanılan çok ağır perdelerle amaçlanan kafe sakinlerini so
acı parodilerle sunuluyordu; sıyle du pendu ya da ii lu vicıime giyo
yordu. Kışın da bu pencereler perdesizdi. Oysa daha önceki dönem
Bal des pendus ise giyotine uygun giyinmiş olan ya da boyunlarına
kaktaki insanl<ırın bakışlarından korumaktı."
kırmızı boyalı halkalar takan kadın ve erkeklerin katıldığı popüler bir eğlenceydi. 73
1750'1erde Paris sokaklarında artık kıyafetlerdeki mevki belir
ten işaretlerin karakteri ele verdiği düşünülmüyordu. Artık bedenin
Bütün 'Şehirlerin tarihinde yasaklayıcı kuralların askıya alındığı
kendisi bir işaret haline gelmişti. Sokakta, olduğu gibi görülebil
mek için açıkta ve zırhlardan
zamanlar olmuştur. Kimi zamanlar, belirli ülkelerin Mardi Gras ya
da karnaval günlerinde olduğu gibi, yasaklar bir gün gibi geçici sü-
244 relerle kaldırılır. Bazen de şehir, henüz kendi düzenleyici kodlarıru
oluşturamamış şehir merkezine yoğun göçlerin gerçekleşmesiyle,
egemen kırsal toplumun koymuş olduğu yasakların birkaç yıl için
kaldırıldığı bir yer olabilir. Yasakların geçici olarak kaldırıldığı ya
ran müslinlerden, kafelerin pencerelerindeki perdelere kadar örtüler ·
kaldırılmalıydı. Thermidoryen Paris sokakları maskelerin olmadığı 1:
yerlerdi.
Thermidoryen giyimin kimi öğeleri; müslin kombinezonlar, dö
külen dalgalı redingotlar ve pantolonlar, 19. yüzyılın ilk yirmi yılı
da var olmalarına karşın pratikte etkili olamadıkları böylesi dönem
içinde de varlığını sürdürdü. Bununla beraber bu yirmi yıl içinde
verıniştir.14
giyimler yerleştirildi. 1795 'te Eski Yunan 'ın sadeliğine ve dolaysız
nem olarak sınıflandırılabilir ve bu tür bir özgürlüğün ne gibi so
ye başladı. Giysilerin ironik amaçlarla kullanımı nasıl ortadan kalk
lere, Jean Duvignaud, "kentsel negatif özgürlük dönemleri" adıru Thermidor zamanında Paris'in toplumsal yaşamı böyle bir dö
runları olduğunu da gösterir. Kişi yasaklardan bağırnsızlaştığında
ne olmak ve ne yapmak için özgürdür? Thermidoryenler tatile gir
diklerini ve insanların rahat bir soluk alabilmeleri için kuralların bir süre için askıya alındığını fark etınemişlerdi. l 795'in insanı, yeni
bir toplumun doğuşuna taruk olduğunun Robespierre kadar farkın
daydı. Thermidoryenler doğayı kamusal alana taşıyabileceklerine
inanıyorlardı. Doğa fiziksel olanı ifade ediyordu ve doğanın kamu
sal alana taşınması da insanların toplumsal ilişkilerinde kendiliğin
den davranabilecekleri anlamına geliyordu. Bir tezgiihtar kız Tal !eyrand'a, "Yüzlerimiz, göğüslerimiz, kalçalarımız olmasa duygu
larımızı denetleyemezdik diye mi düşünüyorsunuz?" sorusunu yö
neltmişti.
Fiziksel doğanın kamusal dünyaya ithali beraberinde kamu ala
nında fiziksel etkinliklere yönelik büyük bir heyecan getirdi.
l 796'da, Paris'te altı yüzden fazla dans salonu açıldığı talırnin edi
liyor. Günün ve gecenin her saatinde insanlar genelde bezgin ve pis.
kokulu bir halde buralara uğruyordu. Böylesine özgürce, devamlı
sokakl<ırda olmak Parislilerin nadiren önüne geçtikleri bir istekti.
beden üzerine giderek daha çeşitli elbiseler, süslemeler ve kat kat
lığına özlem duyan sokaktaki Parisli, giysilere Latin adları verme
'\' tıysa, bu uygulama da giderek yaşamdan silindi."'
Thermidor giyiminin uzun zaman önemini koruması bu tarzın
ne kadar süreyle etkili olduğuyla ilintili değildi. Gerçek bir kültür devrimiydi bu; kültürün özünde bir devrimdi. İsteyen herkes bu devrimi yaşayabilirdi, sünkü devrim kişidışı temellere dayamyor
du. Kamusal alanda bedenini sergilemek, düşünsel anlamda olduğu
gibi, kişinin devrimci olup olmadığına ilişkin öncel bir kanaate bağlı değildir; bu özgül eylemi gerçekleştiren kişi devrime katılmış
olur. Bir devrim bu şekilde kişidışı terimlerle algılanınca, artık ger
çekçi bir meseleye dönüşmüş olur, çünkü pratik eylemle yaşama geçirilebilir.
Devrimin kişisel terimler içinde algılanması pratiğe geçirilmesi
ni güçleştirir. Devrimde rol alabilmek için kişinin "devrimci" olma
sı gereklidir. Devrimlerin çoğu karmaşık olaylar olduğu ve devrim
ci grupların da karmaşık kimlikleri olduğu için bu köklü kişilik mü
dahalesi, devrimi çok büyük bir olasılıkla bir somut etkinlik mese
lesinden çok simgesel jestler ve sadece fantezi düzeyinde yaşanan
bir değişim meselesi haline getirecektir. Aynı zorluk, var olanın de-
·
ğiştirilmesi yönündeki daha az aşın istekler için de söz konusudur. Thermidor'dan yüz yıl sonra olan budur. Kişilik bir kez kültürün koşullarını yönetir hale gelince, 1890'larda kişisel başkaldırı top
!er (monokl), bastonlar vb.- ve erkek halii. giysilerle sarmalanmış durumdaydı. Erkek giysilerindeki ayrıntı zenginliği, kolalı yakalar da olduğu gibi, giyimde çoğunlukla yirmi yıl öncesinden daha sıkı
lumsal normlardan sapma meselesfue dönüştü. Giysilerle Viktoryen iffete karşı ayaklanan çoğu insanın kendi eylemlerinden kafaları . ' karışmıştı ve "gerçek" isyancıların öncelikle kendilerine hiç benze'
meyen kişiler olması gerektiğine inanıyorlardı.
dir. Bu mesafe daha çok, ! 890'lar insanının, sınırlı da olsa bu yeni liklerle ifade ettiklerine inandıkları şeyde aranmalıdır.
liklerini kabartmak için kullanılan yastık yaygınlaşmıştı; bu, bir ka46 fes ve sayısız destek gerektiriyordu. Korseler de incelmiş ve daha kelimenin tam anlamında hap
sedilmişti. Başı zedeleyen torba bonelerle çirkin ayakkabılar tablo yu tamamlıyordu. Erkeklerin dış görünüşü de, sınırlanmasa bile, · aynı ölçüde zevksizdi. Geniş kareli biçimsiz pantolonlar, yerlerde
sürünen geniş paltolar ve polo yakalar erkeklere mahcup bir görü: nüm kazandırıyordu." !890'larda hem Londra'da hem de Paris'te bedeni tüm bu fiziksel çarpıtınalardan kurtarmak için çabalar görülüyordu. 1891 'de eteklerdeki yastıklar ansızın moda olmaktan çıktı ve onların yerini kalçalara sıkıca oturan etekler aldı. 1890'ların ortalarında renklilik
;,
·
"
gerek erkek gerekse de kadın giyiminde yeniden belirdi. Erkekle ; için kasvete karşı başkaldırı, bastonlar, tozluklar ve kravatlar gibi ayrıntılarda yeni bir taşkınlığı beraberinde getirmişti. Londralıl ar ve Parisliler bu giysileriyle taşradaki kasabalara ya da şehir dışına
gittiklerinde tuhaf karşılanıyor, kınanıyorlardı.'" Viktoryenlere karşı başkaldırı, yoğunluğu bakımından Bar ton 'un sert bir dille aşağıda belirttiği gibi, hiçbir zanıan Thermidor yenlerin Devrirn'e ve
laştırılamazdı:
ancien regime'e
karşı başkaldınsıyla karşı
Paris'in özgürleşen kadın yurttaşlarının korselerini ve yüksek topuklu ayakkabılarını fırlatıp atmalarının üstünden yüz yıl geçti. Onların (ve ar dından tüm Batılı kadınların) torunları ortodok.s bir yaklaşımla bellerini 60 sanlime kadar sıktılar ve kürdan parmaklı ayaklarını Marie Antoinet te'inkinden daha da yüksek topuklu rugan ayakkabılarına tıktılar.79 Erkekler için önemli olan hiila ayrıntılardı -tek göze takılan gözlük-
kıydı. Gelgele!im, Thermidor ve 1890'lar arasındaki mesafenin gerçek ölçütü, bu ikinci dönemde kadınların ne kadar açılabildikleri değil
1890'lardan önceki yıllarda, kadın bedeni üzerindeki sınırlama' !ar yeni bir düzeye ulaşmıştı. 1870'lerde ve 1880'lerde kadın etek-.
sıkılaşmıştı, öyle ki, kadın bedeni
kalçalarını kurtarmıştı, ama be ·· ,sınırlamalar getiriyordu. Kadınlar denlerinin geri kalan kısmı kurtulamamıştı; korseler eskisi gibi sı
.1890'lı yılların başında görülen geçici bir modanın ayrıntılarına 247 inmeye değer doğrusu; yani, kadınların meme uçlarının altın ya da
mücevher takılabilmesi amacıyla delinmesi. İşte, bir kadın dergisi ne böylesine eziyetli bir işe neden kalkıştığını açıklayan bir hanı mın gönderdiği mektup:
Uzunca bir süre, inandırıcı bir neden yoksa acılı bir ameliy;ata niçin razı olmam gerektiğini anlayamamıştım. Kısa bir zaman içinde, Pek çok ha�ı mefendinin ask uğruna acıyı göze aldıkları sonucuna vardım. Mernelcrıne takı takanları� takı takmayanlara göre çok daha gelişmiş ve yuvarlak hat� lı olduğunu fark ettim..... Böylece, meme uçlarımı deldirdim ve ya:atar iyileşince de takılarımı taktırdım..... Hiç rahatsızlık ya da acı vermedıkle� rini söylemeliyim. Tam tersine, sürtünen ve kayan takılar içimi gıdıklıyor, hoş duygular uyandırıyor.il(! Kadınlar meme uçlarını neden deldirdilerse aynı nedenle kendileri ni güya baştan çıkarıcı yapan, hışırtılı ipek iç etekler de giydiler.
Saçlarını ondüle yaptırarak, makyaj yaparak daha cazip hale gelme ye çabaladılar. Nasıl bir cinsel mesaj iletıneyi umuyorlardı? Meme uçlarını deldirme, hışırtılı iç çamaşırlar ve makyaj, duyumsal çeki ciliğin, .kozmetiklerde olduğu gibi yüzü örten ya da giysilerle gizle
nen hazırlıklar yoluyla kazanıldığı anlamına geliyordu. Kadını çıp lak olarak görmeden önce hiç kimsenin meme uçlarındaki takılar dan haberi olınuyordu, ipek iç etekler hışırtıları yakından duyula bilse de görünmüyorlardı. 1840'ların koruma ve kapatma amaçlı giyiminin yerini, 1890'larda bedenin üzerinde; ama dışarıdan görü
lenin altında yeni bir katınan oluşturan çekici elbiseler fikri alınıştı. Meme uçlarına takılan küpeler gibi serbestliğe ilişkin bir simge
hfilii gözle
görülemiyor.
Beş katlı iç eteğin hışırtısı, bunu duyan bir
erkeğin zihninde nasıl bir kadın bedeni imgesi
çağrıştırırdı?
işliyorlarmış gibi bakılıyordu. Aşağıda 1890'larda Gwen Rave
1890'larıri' giyim tarzındaki katılığa karşı bir başkaldırının daha sa
rat'ın kozmetiklerle ilgili bir anısı var:
de giysiler anlamına geleceğini düşünmek mantıklı olurdu; ama as
Bununla birlikte, şu çok kesindi ki. pek gözde olmayan hanımlar ölçülü bir şekilde pudra kullanırlardı; fakat genç kızlar asla. Hele hele allık ya da dudak boyası, kesinlikle. Bu yalnızca kadın oyuncular ya da "belli türde kadınlar" ya da en kahpesinden "gözde" hanımlar içindi."
lında bu ori yıl sırasında giysiler daha karmaşıklaşmış ve simgesel leşmişti. Kadınları sınırlamalardan kurtarmamıştı; giyinmek, şimdi bedene yeni, cinsel bir kat eklemekti." Kadın giyiminin özgürleştirilmesindeki bu zorluk, bedeni örten
248
bir kat giysiyle oluşturulan bu cinselliğin yüzyılın ortasında biçim
Orta sınıf kadınlarının, bedene seksi bir kat eklerken, bunu büyük
lenmiş olan giyim fikrini hfüil canlı tutınasından ileri geliyordu. Bu
oranda gözle görünmez tarzda yapmalarının nedeni suç işliyor ol ma duygusuydu. Beden konuşuyordu, ama gizlice. Kozmetikler
fikre göre giyim bireysel kişiliğin ifadesidir.
Viktoryen ildetlerine yönelik tek cesur meydan okumayclı."'
1890' !arda küpe takılıruş meme uçları, iç etekler ve kozmetikler gözlemcinin yorum yapabilmek için ihtiyaç duyduğu karakter kod
Bu dönemde, ideolojik olarak kurtuluş arayışındaki kadınlar için
larıydı. Bir örnek vermek gerekirse; 1890'.ların ortalarında, elbise
giyim başka türlü bir simgeye dönüştü. Bu kadınlar bedenlerinin er
sinin altındaki hışırtılı iç eteklerinin sayısı, bir kadının içinde bu
kekleri cezbetmek için var olduğu düşüncesinden kurtulmayı ve gi
lunduğu toplumsal duruma ne denli önem verdiğinin göstergesiydi.
yinılerinin cinsel imgelerden bağımsızlaşmasıru istiyorlardı. Ne var
ki, bu özgürlüğü ifade etınek için seçmiş oldukları giyim erkeklerin
Hışırtı belirgin şekilde duyuluyorsa, kadının olabileceğinin en iyisi
giyimiydi; bedenin hareketleri de erkekleşmişti. Onlarla karşılaşan
olmayı istediği anlaşılırdı, ama bu yolla kolayca aşırıya da kaçabi
ların gözünde, bu özgürlük gösterisi, yalnızca bir gösteriydi ve
lir ve o anki durum için fazla şuh görünerek, yanındaki kişilerin "niteliği" hakkında yarulclığıru ortaya koyardı. Bu tür incelikler ara sındaki nüansı görebilmek ve bedeni dengeleyebilmek 1840'1arda
·
·
muhtemelen de lezbiyen zevklerin ürünüydü. Kendilerini cinsel rollerinden kurtaran kadınlarla kendilerini daha seksi kılmaya çalı şan kadınların fiziksel görünümleri aynı kapıya çıkıyordu: Başkala
olduğu kadar 1890'larda da sorunlu bir etkinlikti. Meme uçlarına takılan küpeler, iç etekler ve giysilerin içine sı kılan parfümler gibi gizli araçlar yoluyla seksi olma çabalan, ya
saklanmış belli bir karakterin göstergesiydi. Cinsel açıdan özgür ol
mak, yukarı tabakadan bir fahişe olmak demekti. l 9 . yüzyıl boyun
rına göre onlar yasak işler peşindeydi."' Özetle, bu şartlardaki başkaldırı toplumda bir sapkınlık eylemi ne dönüşür. Sapma, kendi başına bir anormalliktir. Kendini özgür ce ifade etıne, sapma, anormallik: Kamusal ortamın kişiliği açığa
ca kozmetik kullanımı hep fahişeliği çağrıştırmıştı. 1890'larda
vurmanın bir alanına dönüşmesiyle bu üç terim tamamen birbiriyle
horizontale'ler'
bağlantılı hale gelir. Thermidor döneminde doğal beden, genelde
Emilie d'Alençon ve La Belle Otero gibi ünlü
kremlerin ve parfümlerin kullanımında uzmandı. Daha ileride, 1908'de Helena Rubenstein şunları söylüyordu:
insanların sokakta nasıl görünmeleri gerektiği hakkında verilen bir hükümdü. Çıplaklığın sınırlarında dolanmanın yaratabileceği şok, incroyable'ların ve merveilleuse'lerin suç işliyor oldukları şeklinde
Makyaj sadece sahnede kullanılırdı ve kadın oyuncular kadınlar arasında ki n1akyJj sanatına ilişkin bir şeyler bilen ve yüzlerine sürdükleri ince pud ra tabakasıyla k;;lmu içine çıkmaya cesaret edebilen tek kadın grubuydu.
ifade edilmiyordu. Oysa !890'larda bir kadının ya da Oscar Wilde
Bu bir abartı. 1890'larda makyaj malzemeleri seri olarak üretilip
mek meselesi haline geliyordu; insanlığın mevcut haliyle nasıl ya
gibi bir erkeğin özgür olması aykırı olmasından geçiyordu. Bir ki şilikler kültüründe özgürlük ötekiler gibi davranmamak, görünme
kadın dergilerinde akıllıca reklam ediliyordu. Ama şurası çok doğ
şayabileceğinin bir imgesi olmaktan çok, özel bir durumun ifadesi
ruydu ki, çekici olabilmek için bunları kullanan kadınlara sanki suç
oluyordu özgürlük.
• Fr.: Fahişe. (ç.n.)
:"·
Bu türden bir başkaldırıda özbilincin rolü büyük olmalıdır; hem
1
de doğrudan doğruya kendiliğindenlik pahasına. Therınidoryenle .rin anılarında sokaktaki yaşamın nasıl olduğu anlatılmaktadır. 1890'lardaki asilerin arularında ise giysilerimin bana neler hissettir diğini anlatılır. Thermidoryen erkek dış görünüşün bilincindeydi,
yalnızca eğlence için, sosyal bir amaçla ya da başkalarıyla birlikte kendisine gülmek için giyinirdi. Kişilik özbilinci ise daha kısıtlayı
kır�
yıl önce başlayan çabalan, gerçekten pişiriliyordu. Antoine'ı n . leriydi. Kurdugu tıyatro kısa sure bir gerçeklik arayışının son dem hane Mallarme etrafındakı şa sonra kendilerine simgeci diyen Sıep yakınlıkları olan bir grup ressa irleri fikirleri ile tam uyuşmasa da r, Faul Forte öncülüğünde Themın saldırısıyla karşılaştı. Simgecile
�
atre d'Art'ı kurdular."'
cıdır; fantezi oyununda giysiler üzerindeki deneyler tehlikeli olu yordu ya da denetimlere tabiydi, çünkü her deney deneyi yapan ki
'.
şi hakkında bir hükümdür. Sapmaların egemen kültürü güçlendiren tuhaf bir etkisi vardır.
Q_ Oscar Wilde 'ın homoseksüellikle yargılanmasından önce de insan
lar, fularlar ve kravatlar içindeki O. Wilde'a ilişkin yorumlarında ona birey olarak saygı duymanın yanı sıra, bu türden zevklerin bir
beyefendinin nasıl olmaması gerektiğinin açık bir tanımı olduğu hükmüne varıyorlardı. Kai Erikson' a göre, bazı kişileri sapkın ola
rak belirleyen bir toplum, neyin ya da kimin sapkın olmadığını da tanımlayabilecek araçlara artık sahiptir; sapkın kişide neyin redde dileceğini çarpıcı bir biçimde açıkça göstererek başkalarının uydu ğu normları onaylar. 1890'Jarda homojen ve tek renkli giysilere
karşı başlayan başkaldırırun ironisi, başkaldırının her aşamasının başkaldırmayan!arı "ilgilendirmesi" ve onlara eğer toplumdışı ol mak istemiyorlarsa nasıl olmamaları gerektiğine ilişkin imajlar sağlamasıydı.
somut
Bir kişilik kültüründ� kişisel başkaldırı üzerindeki kısıtlamala rın en açık göstergesi g rek sahnedeki gerekse de izleyicilerin inanç � kodları arasındakı ılışkılerde ortaya çıkar. Oyuncu kendini gerçek ten ıfade edebılen özgür bir insan olarak, seyircinin gözündeki tela fi edici rolünü oynamaya daha da fazla zorlanır. Kendiliğinden ifa
de günlük yaşamda idealleştiriliyorsa da, sanat alanında realize olur. 1890'ların tiyatro kostümleri gerçek anlamda devrimciydi, çünkü beden açısından sapma ve itaat terimlerini aşan bir ifade ola nağr yaratıyorlardı. İzleyiciler sahne kostümlerinde kendi sokak
giysilerinde bulamadıkları sınırsız bir özgürlük buluyorlardı. 1 8 87'de sahne gerçekçiliğinin ünlü ismi Antoine, Paris'te TM i\tre-Libre'i kurdu. "Gerçek yaşam"ın sahne üzerinde en doğru şe kılde canlandırılması için uğraşıyordu: Örneğin, oyunda bir karak ter ocağın üzerinde yumurta ve domuz eti pişiriyorsa, yumurta ve et
a Theatre de l'Oeuvre olarak Theatre d' Art -adlarını hemen sonr nın mümkün olduğunca birbir değiştirdiler- oyunun tüin unsurları çalışıyordu. . 'Gerçek dünyayı", . leriyle uyumlu ve özgür olmasına . dünyanın gorun l�rırıı ve yans.ıve bir referans noktası olarak bu 251 bir dramanın bıçımın� , sahne�m malarını terk ettiler. Bun a karşın benzerleriyle nasıl ılışkılendırı kostümlerle kostümlerin ışıkla ve simgesi ya da simgel�ri olduğuleceiiini ıan layan bir yapısı, bir ve nümler .ol�bildiğince d yumsal nu d şünüyorlardı. Fiziksel görü etmelıydı. dolayımsız olarak bu biçimi ifade . . ıfadeyı akıcılaştı:ran beden liler, TMatre d 'Art ile birlikte Paris pişirme gerçekçiliğinin abartılı sel görünüleri görmeye, yumurta e dılar. Bedenin plastikleşmesı:ıı v. despotluğundan kurtulmaya başla . ın bır edış redd esini, ama dünyayı bu baii!amda dünyadan özgürleşm gördüler. Tiyatroda beden, oyu ilanı !maktan öte anlam taşıdığını ığı kadar çok sayıda ifade biçimnun simgesel dünyasının çağrıştırd . lerine uyarlanabilirdi. . popuyulu tahay yem bu nin bede t faka Theatre d' Art öncüydü, tro Koleksiyonu'nda Sar ler sahneye de sıçradı. Harvard Tiya . olduğu çok çeşıtlı rollenn fotog Bernhardt'ın 1890 'larda ·oynamış oyununda bir erkek halk oz� rafları vardır. Coppee'in Le Pa�sant kalçasmı saran bir tayı, güzel b'.r nını canlandırırken bacaklarını ve 1 840'lann k�stümcülenrım dı . pelerin ve bol bir yelek giymişti. Ne ınm tarıhı modelmı ne de ozan halk bir miş giyin n türde i kebileceğ yansıtıyord�. Tar�ı, gerçek ve I 750' lerin günlük sokak giyimini özgürce bırleştırılrnış bır kar fantastik öğelerin öylesine düşsel ve anslar ve kaynaklar bakım'.ndan masıydı ki, kostümünün dışsal refer mlü �z�n elbıseler klasik, d hiçbir anlamı yoktu. Phedre rolünde bir arkeologu� betımınden çıka giyiyordu. Yine bu elbiseler de ne olabilecek cınstendı. Altın pul bilecek ne de zamanın modasına ait ordu. Bernhardt'ın her hareke lardan olusan bir kemer belini sarıy ordu. Beden bir ifadeyi sergiler: tinde elbis si yeni bir biçime giriy
�
-
.
�
:m
� .
�
.. .
ö�
�
.. �
klasik kadın kahramıının bir simgesini; kostümler de kadın kahra mamn hareket eden bedeninin bir Uzantısıdır." 1 840'İar insanların sokağa ait sorunları çözebilmek amacıyla ti yatroya y'öneldikleri bir dönem olduysa, yüzyılın sonları da insan ların kendiliğindenliğin, sokağın basitçe yadsınmasından ibaret ol mayan bir ifade özgürlüğünün imgelerini bulmak için tiyatroya yö neldikleri. bir dönemdi. Her iki durumda da biçimsel drama sanatı, izleyicinin günlük yaşam tiyatrosunda başaramadıklarını ona sunu yordu. l 840'larda bu başarı izleyicinin gerçeğin seyircisi 252
naksız bir yükseklikte zıplayarak sahneden çıkmıştı. Kostümü ha reketinin tüm çizgilerini belirginleştiriyordu. Sanki hiçbir ağırlığı yoktu, yerçekiminden etkilenmeden ve çaba sarf etmeden havada kalabiliyor gibiydi. İzleyiciler coştular; ne var ki, kürk paltosuna sarınmış Proust 'un, korselerine bağlanmış harumefendilerin ve bas tonları, kalkık yakaları, ezilmiş şapkalarıyla beyefendilerin, sokağa çıktıklarında böylesi bir ifade özgürlüğünü görebilme, dahası yaşa yabilme şansları acaba var mıydı?"'
olması
anlamına geliyordu; onlar gerçeği yaşama geçirmiyor, seyrediyor!ardı. 1900'lerde bu pasiflik daha da güçlendi. Tiyatrodaki izleyici ifade özgürlüğünü görınektedir, ama elli yıl önceki tiyatro izleyici si gibi kendi kavrayışının netleşmesine ilişkin bir şey görmez. Bu nun yerine, ona alternatif bir kavrayış tarzı sunulur. 1 900 yılında geçen bir olay bu uçuruma çarpıcı bir örnektir: Pa ris' e Rus baletlerin gelişi. Tabii geçmişe bakarak bu topluluğun ya rattığı heyecanı yeniden uyandırabilmek oldukça güç. Olağanüstü dansçılardı; hareketleri bildik anlamda "baleyle ilgili" değildi, be den sanki bütünüyle ilkel duyguların hizmetindeydi. Kamunun düş gücüne hitap eden şey Rus baletlerin oryantal ve egzotik "atmosfe ri" değil, bedenlerinin hayvani ifade yeteneğiydi. Leon Bakst'ın Rus baletler için hazırlanmış kostümleri Theil.tre d' Art'ın yaratmayı umut ettiklerinin bir özetiydi; üstelik de daha esaslı ve daha inatçı olarak. Bu kostümler bir galeride ya da sergi
F. ÖZET
,;
Geçen yüzyılda kişilik üç öğenin bileşiminden oluşuyordu: itkiler ve dış görünüş arasındaki bütünlük, duygulara yönelik özbilinç ve normal dışı sayılan kendiliğindenlik. Kişiliğin kökeninde yeni bir sektiler inanç yatıyordu: Aşkın doğa, içkin duyum ve gerçekliğin çekirdeği olan dolaysız olgu ile yer değiştirmişti. Balzac'ın yapıtlarında, kişiliğe ilişkin bu öğeler toplumun anla şılabilmesini sağlayan kodlara dönüştürülmüş ve o dönemin maddi koşullarıyla ilişkilendirilıniştir. Söz konusu yüzyılın ortalarındaki giyim tarzındaki kişilikle ilgili tüm bu öğeler kamusal alana teca vüz ederek sanayinin üretim ve dağıtım güçleriyle bağ kurdu. Dö nemin çekirdek ailesinde, kişisel ilişkileri istikrara kavuşturma ve toplumdan çekilme arzusuna karşın, kişiliğin aynı öğeleri aile sü reçlerini sekteye uğrattı. Yine yüzyılın ortalarında kamusal kültüre
de izlendikleri zaman ağır ve hantal görünürler. Fotoğraflarda ve
karşı gelişen başkaldırılarda, kamu içinde kişisel ifadeye duyulan
Bakst'ın güzel çizimlerindeki gibi insan bedenine giydirildiğinde
kompulsif ilgi gerek başkaldırının kendiliğindenliğini gerekse kap
ise gövde ve giysiler tek bir görüntüye dönüşüyordu. Bedenin yap
samını daraltmanın yanı sıra günlük yaşamla sahnedeki görünüm
tığı şey ile kumaşın bedeni örtme tarzı mükemmel bir şekilde birle
ler arasındaki uçurumu da derinleştirerek varlığını sürdürdü.
şiyordu, öyle ki dansçının her hareketinin hem kinestetik hem de "fotoğrafık" bir anlamı vardı.ıı<>
Kişiliğin topluma böylece girmesi ve kamusal alanda sanayi ka pitalizmi ile kesişmesiyle, kamusal kültürün yeni öğelerine ilişkin
Bir anlamda, Rus baletlerin gösterisi, Thermidoryen şehrin sah
psişik sıkıntıların tüm belirtileri doğdu: karakterin iradedışı açığa
nede hayat bulınasıydı; ama artık tiyatro salonu dışında yaşanması
vurulmasından duyulan korku, kamusal ve özel imgelerin ağırlıkla
olanaksız bir şeydi bu. Baş erkek dansçı Nijinsky'nin, bir faun'u" canlandırdığı sahneden olağanüstü bir çıkışı vardı ki, bale tarihinde unutulmaz bir an olınuştu. Perdenin ardında kaybolmadan önce ola-
* Yarı insan, y�n keçi bir tanrı. {ç.n.)
rını duyurmaları, savunma amacıyla duygulardan kaçınma ve gide rek artan pasiflik. Bu dönemin üzerinde asılı duran bir karanlık, ge lecekle ilgili kötü bir duygu olması hiç de şaşırtıcı bir şey değil. İn sanların inanabileceği gerçek doğrudan doğruya yaşayabilecekleri
şeye dönüşünce, içkin olan konusunda bir tür dehşet duygusuna ka pıldılar.
19.
ıx
yüz yılı n kam usal ins anl arı
Kamusal yaşamın dramı, bizi geriye, Balzac ' a götürüyor. Say gın bir kadın "görünürdeki ayrıntıların" kendi karakterine ilişkin kötü ipuçları vermesinden duyduğu endişe ile giyimine özeniıken, bankacılar beyefendiliğin gerektirdiği ipuçlarını yakalayabilmek amacıyla birbirlerini süzerler. Atalarına kıyasla daha ciddi ve daha
az ifade edici aktörler haline geldikleri için, yarattığı kişiler miras
aldıkları kamusal bir görünüm fıkrini deforme ederken Balzac tüm
54
bu öğeleri aldı ve onlardan yeni bir
theatrum mundi, bir comedie
humaine yarattı. İşte bir ironi: Balzac'ın dünyasıyla karşılaşan modem okur, ya zar tarafından kararlı ve kasıtlı olarak "İşte, Paris budur, dünyanın nasıl işlediğini gösteren bir örnek" diye düşünmeye yönlendirilir. Balzac'ın çağdaşları da aynı
kavrama araçlarını kullanmalanniı
karşın, dünyanın nasıl işlediğini anlamakta çok daha büyük güçlük lerle karşılaşmışlardır. 1750'lerdeki günlük yaşamda başarılmış ka musal ifade yaratına görevini ancak çok büyük bir sanatçı başarabi lirdi. Donald Fanger, Balzac ve Dickens gibi şehir romancılarının ba şardıkları işi çok iyi özetlemiştir. Onun deyimiyle,
aslında ikisi de okurlarını uyarıyordu: "Önceki varsayımlar. önceki kate goriler artık geçerli değil; her şeyi yeni bir gözle görmeye çalışmalıyız." Fielding'in o huzur veren kesinliği, örneğin insan doğasını konu almak ve onu basitçe göstermek..... onlar için artık geçerli değildi. Onlarınki bili nen apaçık dünya değildi; orada Apollon hüküm sürmüyordu ve güzelliğin kendisi de tahtından indirilmişti.Hl!
usal insanın kimliği ikiye K.ışı'J'ı,, ain kamusal alana girmesiyle kam . . . . .
' ı ve e aktif bır bıçımde ıfade etmey o undü. Kendilerini kamu içind b"l" . . .. " nl çok er ure d sur e' i yönlendiren aktör".'insan imgesını "en rdaim amı 0 proe · d e ıl ortalarında söz konusu ımg azdı. Bu aktif azınlık 19 yüzy ı r haline gelmışle:dı. O�ların yan fesyonelleşmişti; vasıflı oyuncula usal yordu: izleyici. Bu ızleyıcı, .kam sıra yeni bir kimlik daha oluşu tır yetış ını kend ıçın rda gözle:nek yaşama katılmaktan çok bir kena n, olsu rs olu e yan ve kimliklerı mişti. Duygularından emin olma . . bu en dışında gerçekleştıgını duşun. ifadenin tamamen kendi iradesi k z etınedi. Ev ortamı dış nd izleyici, kamusal yaşamı da terk . .. şune goru gı olaca er lı deneyıml mopolit kalabalıkta insan için önem i öncelierinin aksıne, ona gore 'dek me regi en sadık kaldı. Ama anci G
•
•
•
a.
�
�
ru.a
�
lirken halkın ilgisi politikacının yaşamı üzerinde odak:larnr. Wilkes
bu karnusal gerçekleşim toplumsal varlığıyla değil, kişiliğiyle ilin
buna daha önce işaret etınişti; yüz yıl sonra politik kişilikler, yığın
tiliydi. Kendini buna hazırlayabilseydi, her şeyden önce kendini ka
lar tarafından artık politikacının itkilerinin saflığı gibi kendine has
mu içinde sessiz kalabilmek için disipline sokabilseydi, duyguların
terimlerle tanımlanmakta ve politikacırnn inandığ1 şeyler onun ken
da bir birey olarak kendisi için sağlayamadığı şeyler gerçekleşebi
disine inm1ıp inanmar11a kararı verilirken giderek daha önemsiz ol
lecekti.
maktadır.
Kamu içinde pasif olmakla beraber kamusal yaşama inanmayı
Kamusal aktör, ondan sessiz bir izleyici yığınına hükmedebilen
sürdüren izleyici, geçen yüzyılın ortasındaki yeni seküler düzenin hfüii yaşamakta olan
kişi diye söz edecek olursak, bizi yarılışa sürükleyecek derecede ba
ancieıı regime inancıyla nasıl kesiştiğini gös
sit bir kişi olur. Kamusal kişilik, suskun izleyicilere kaba bir arılam
termektedir. İçkinliğin etkileri ve içkin kişilik üzerine tüm söyle 156
da hükmetmez; izleyiciler artık onu "noktalamaz" ya da "hallet
nenlerden kamusal insanın aktif bir ifade ileticisi olmaktansa baş-
ınez"ler. Ancak "hükmetme" teriminin bizi yarulgıya götürebilecek
kasının ifadesine tanıklık etmesi halinde, kendisini daha rahat his
iki yorumu var: Suskun izleyiciler kamusal aktörde, onlara sahip ol
sedeceği kolayca görülebiliyor; bu tavır, 1840'ların ve 1 890'ların
sun ya da olmasın belirli özellikleri görme ve gerçekte onda bulun
giyim kuşam beğenisinde de farklı biçinılerde ortaya çıkmıştı. Böy
ınayarıları hayalinde ona atfetme eğilimindedirler. Şu halde, onun
lece, kamusal yaşam inancının sürmesi bir gereklilik, izleyicinin
izleyicilerin duygularına egemen olduğunu söylemek tam olarak
gözlem yapabileceği bir alan sağlama aracı olarak görünebilirdi. Ancak kamusal coğrafyarun varlığının sürmesi, kişilik ile ittifaka : girince bambaşka şeyler yarattı.
mayacağını ortaya koyar. Ne var ki, üzerinde durulacak tek bir ki
verişte bulunduğu zaman başaramayacağını hissettiği kişisel görev leri başarmayı umuyordu. Toplumsal etkileşimlerinde duygulan karmaşıklaşmış ve istikrarsızlaşmıştı; kendini pasifleştirerek daha · fazlasını hissedebilmeyi umuyordu. Bu beklenti, sessiz kalarak bir . ; ·
di. Kmnu içinde insanlar, özellikle de erkekler, en azından aile or tamındaki katı görgü kurallarının dışında nasıl bir yaşam olduğunu görmeyi umuyorlardı. Akıp giden yaşamı sessizce izleyen insan, ni hayet özgürlüğe kavuşmuştu. Böylece, kamusal bir alanın yeni esaslar temelinde varlığıru sürdürmesi modern yaşama temel bir an titez getirdi: Aile içinde somutlaşan toplumsal etkileşim tarzları, özgür kişisel gelişim tarzları ile savaş halindeydi. Kamusal yaşamın . bu tarzda sürmesi ironik bir şekilde kişilik ile sosyalliğin karşılıklı . olarak birbirine düşman güçler haline gelmelerine inıkiin sağladı. Geçen yüzyılda, kişiliğin, aktif azınlığın kamusal kimliği üze
rindeki etkileri kayda değer bir değişime yol açtı. Politikacılar, tıp'. · kı kişilikleri konusunda salınedeki aktörlerle aynı duyguyu uyandı rıp uym1dırmadıklarına bakılmaksızın inanılır insarılar olarak görül meye başlandı. Politik inancın içeriği kamu içinde geri plana çeki-
rıklıkları onlarda bir ihtiyaç doğurur ki, kamusal aktöre yansıttıkları da işte bu ilitiyaçtır. Yine, hükmetme imgesi aktörsüz izleyici ol
Yalıtılmış bir şahsiyet olan izleyici, ötekilerle aktif olarak alış
hoşluk hissine, bir duyumsal uyarıma erişme arzusunun ötesindey-
doğru değildir, çünkü bu izleyicilerin kendi yaşamlarındaki düş ki
şilik olmasa bile, suskun izleyici kamu içindeki varlığını korur. Öy leyse aktöre yansıtılan ilitiyaçlar değişime uğratılmıştır; izleyiciler dikizciler haline gelirler. Korunmak için birbirlerinden yalıtılmış bir halde, sessizce hareket ederler ve yaşamın sokaklarda akıp gidi şine seyirci kalırken kendilerini fantezi ve düşlerine bırakirlar. De
gas 'nın kafede tek başına oturan suskun insan tablo!= bu yaş=
özelliklerini yakalar. Burada tohum halinde, kişilerarası yalıtım ile birlikte olsa da kamu içinde görünür olmanın modern salınesi var dır. Son olarak, 19. yüzyılın kamusal aktörü karmaşık bir kişiliktir; çünkü, eğer bir icracı ise eserinde kişilik faktörlerinin ortaya çıkma
sı salt kendine ilişkin anlayışı üzerindeki kültürel bir etki olmakla kalmaz. Sanatların icrasında ifade, kaçınılmaz olarak karmaşık bir kişilik sorununu gündeme getirir. Diderot bu sorunu rol konusunun · altını çizerek ve kişiliği reddederek çözmeye çalıştı. Romantik çağ da icracılar bu sorunu başka yolla çözmeye başladılar. Bu bölüme, Romantik icracırun içkin kişiliğin yeni koduyla kar şılaşmasını izleyerek başlayacağız; romantik icracı bu karşılaşmay-
J
la kendisine kamu içinde yeni bir kimlik yaratmıştır. Daha sonra onun izleyici topluluğuna bakacağız. Suskun izleyicilerden oluşan bu topluluk, ilk kuşağın Romantik coşkusu toplumda yok olmaya yüz tuttuğunda bile varlığını sürdürdü. Son olarak da, kamu içinde ki, gözleri önünde bir tek icracı bile olmayan sessiz izleyicilere, so kaklardaki dikizcilere bakacağız. Bir sonraki bölümde de artık bir sanatçıdan öte, bir politikacı olan kamusal kişiliğe geri döneceğiz. 258 Fi?
A. AKTÖR
'
.
Önceki bölümde, kişilik kültürünün cinsel korkuya "neden olmak� tan'; çok onu "teşvik ettiğinden" söz etmeyi uygun bulmuştuk. Jl korkular Batı toplumunu öylesine derinden etkiler ki, hiçbir ç . bunların varoluşunun sorumluluğunu üstlenemez, yalnızca yükünü ağırlaştırır ya da hafifletebilir. Aynı şekilde, kişilik kültürü icracı sa'., natçıyı kendisini özel bir insan türü gibi görmeye özendirdi, fakaf;. onu gerçekten özel bir insan haline getirmedi. Batı toplumunda b; racırun çalışmasını dayandırdığı bir metin vardır ve metin sorunu kendisini özgün bir karakter olarak düşünmesinin kaynağıru da ba- \ rındırır. 1 830'larda ve 1840'larda olanlara baktığımızda, kişilik kültürü, gerek kendi gözünde gerekse ötekilerin gözünde bu inancı öylesine güçlendirmiş ve bunu da öyle yapmıştır ki, profesyonel ic racı, aktif olan tek kamusal şahsiyet, başkalarının kamusal alanda güçlü duygular hissetmesini sağlayabilen tek kişi haline gelmiştir. Her aktör ya da müzisyenin sanatına temel aldığı bir metin var dır ve bu metni iki yoldan biriyle kullanır. İki yol arasındaki fark, oyuncunun kendi çalışmasının notasyonuna· ne denli inandığında dır. Müzikte bu, kağıt üzerindeki müzik simgelerinin bestecinin ka fasındaki müziği ne ölçüde temsil edebileceğini sormak anlamına gelir. Eğer notalar, yükselme ve alçalma işaretleri, tempo işaretleri gibi simgelerin yeterli bir dil olduğuna inanıyorsanız, o zaman ic racı olarak üzerinde yoğunlaştığınız parça sizin okuduğunuzu ses olarak gerçekleştirir. Eğer müziğin yeterli bir biçimde notaya dökü lemeyeceğine inanıyorsanız, o zaman yapacağınız şey, kağıt üzerin de neyin eksik olduğunu ortaya çıkarmaktır. Aktörün de benzer bir ",Simgeler ve işaretlerle düzenlenebil.eceğine. (ç.n.)
a Ibs�n'in �ih seçim hakkı vardır. Elindeki metni Shakes�eare vey . lı ol k on�.onem nindeki bir karakterle ilintili, atlayamayacagı, anca da ya ılır afab ele ak . bır çüde özgür bırakabileceği bir dizi öneri olar layan bff kutsal kıtap · kez anladığında ona nasıl rol yapacağını açık Bedenın hareketle olarak kullanabilir. Balede sorun daha ciddidir: bu kayıtlar ne den rini kağıt üzerine yazamazsınız; yazabilseniz de li kesin bir rehber olarak kullanılabilir?" ilgili bu sorun h�p var Bu nedenle, sahne sanatlarında metin ile ak ne derece yeterli oldudır: Bir notasyon dilinin bir ifade dili olaranır a day .. Notasyonun kendıne 259 , ğu. Icracının kişı'lik takdı'mi de bun . nı zorla dayatmak ıh ''has bir anlamı olduğu ölçüde oyuncu kenır,dısı bir .araçtır; sa:ıatın_ı �e iyacını hissetmeyecektir; o bir taşıyıcı� dek arılamla ızleyıcıleıYerli bir beceriyle icra ederse notasyon ıçın olanı bır aracıdır o. No· barr"lantı kurmalarına imkan sağlayacaka defterın . ;rın . den b'ır parça.yı tasyonun bu gu"cu"nu··n bir sınırı vardır· Not edeb.ılecek çok az nıua . . okumanın onu dinlemekle eş olduğunu iddi �n duş n uzu n uzu in� üzer i rler figü s dan şkin geli ' zisyen vardır; en ıse f ogra kor� bılecek . mekteyken, dans yapıyor olduklarını öne süre old ylı �telıkte �· hemen hiç yoktur. Bir parçanın notasyonu dola a �ır .e��em t;'.ru ğundan notalar, işaretler ve çizgiler yalnızc� .b�şk ı basıt bır ayna ya nün rehberleri olduğundan, icracı asla kendısın .. da tümüyle sadık bir icracı olarak düşünemez.da notasyon ve kışı lık yılın on Müzik tarihinde, 19. yüzyılın ilk iki ayn okulda kutup karşısındaki tavırlar birbiriyle savaş haHnde . md�, bestecılerın bıçı laşmıştı. Bunun nedeni kısmen ve ironik bırıyb ilintılı. olarak 18. kağıt üzerinde bir parçanın nasıl çalınacağ ırıcı. not�yona başlayüzyılda olduğundan çok daha fazla yönlend ba ve Contınuo sona...tlamalarıydı. Omeg"in Bach'ın Viyola da Gamlerd e güçlü çalınacagına nnda besteci müziğin nerelerde hafif, nere poy a ilişkin kaba ışa ilişkin hiçbir işaret koymamıştı, yalnızca tem Çello ve P!yaııo �ona retlerle yetinmişti. Beetlıoven'in opus 69,tala a sesın azlıgı ve tı'nda ise tersine, partisyonun değişik nok ��lırınd etler bulunuyor işar ya çokluğuna ve tempoya yönelik çok ayrı ik notasyonunun ıfade du. Daha da önemlisi, besteci, klasik müz a.ma:ıy.la.'�debı terırrı edemeyeceğini sandığı özellikleri açıklamakqıııl lo, gıbı ışaretler su ler kullanıyordu. "Calmato" ve "molto tranolgunluk dönemınde darekli kullanılmaya başlandı; Beetlıoven'in ·
.
.
_
·
'··
.
·
.
..
_
ha da incelikli hale geldiler ve onun ölümünden sonra besteciler
Liszt'in ünlü, "Konser, benim" sözlerinde somutlaşıyordu. Sanatçı
müzik parçasında anlatılan konu hakkında fikir vermesi için giriş
nın özgün hareketleri, notalar ya da çok güzel akan bir müzik, tüm
bölümünde bir şiirin bütününü kullanmaya başladılar. Ya da Schu
bunlar artık yüksek vasıflı bir icracıdan çok sanatçı bir kişiliğin
marın'ın Kinderszenen adlı yapıtındaki gibi müzik bölümleri için
ürünleri olarak düşünülüyordu."'
karmaşık başlıklar attılar. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde, besteci
Romantizmin esintisi altında tüm sanatlarda içkin sanat ve kişi
nin yaptığı müziğinin karakterini edebi kavramlarla notaya dökme
lik arasındaki benzer bir bağ kuruldu. Raymond Williams, Kültür
çabaları ya Debussy'de olduğu gibi barok üsluplu ya da Satie'de ol
ve Toplum adlı kitabında 1 820'lerde Romantiklerin desteğiyle yara
duğu gibi kendini hicveden tarzdaydı.'"'
tıcı etkinlik ile ilgili sözcüklerin nasıl değiştiğini göstermiştir:
İcracılar giderek artan bu notasyon karmaşasıyla nasıl başede
2 60
ceklerdi? Sorunu ele alış bakımından iki rakip okul ortaya çıktı. İl-
..... (bir sanatçının tanımlanışında) beceriye verilen önem giderek duyarlı lık üzerine kaydı; bu yer değiştirme yaratıcı . ö:gün . . dd!ti gibi sözcük- 2 )erdeki paralel değişimlerle destekleniyordu. Yeni anlayışa göre sanat- .J çı da n, sanatsal ve sanatkiirca olan sözcükleri türemişti ve 19. yüzyılın sonunda bunlar beceri ve pratikten çok yaradılışla ilgiliydi. Estetik..... yine "özel bir tür kişiyi" belirten estet'c kol kanat gcriyordu.93
kinde Schumarın ve Clara Wieck yer alıyordu. Onların ardından da
. ...
Orta Avrupa'da Brahms ve Joachim; bazen Bizet, daha sonra Fran
'
sa'dan da Saint-Saens, Faure ve Debussy geliyordu. Hepsi de işaret ve simgeler ne denli karmaşık ve müzik dışı olursa olsun, genelde metnin müziğin nasıl olması gerektiği konusıında tek rehber oldu
Bununla beraber icracı sanatçının romantik şairden, ressamdan ya
ğuna inanıyordu; müziğin dili genişletilirse, daha iyi bir dil, izlen
da deneme yazarından farklı türde bir "özel" kişi olınası gerekirdi.
mesi o kadar kolay olmasa da, daha bütünsel bir rehber ortaya çıka
İcracı sanatçı, izleyicisinden dolaysız bir tepki almak zorundaydı ki
caktı.'11
bu bir şairin durumundan farklıydı: Şair, herkesten yalıttlmış oldu
Öteki okul ISOO'lerin başlarında oluşmaya başlamıştı; icra işiy
ğundan, imgeleri ve kafiyelerini asil bir benliğin yaratılınası olarak
le kamu içindeki kişiliklerin özel nitelikleri arasında bağlantı kur
görebilir. İzleyicinin doğrudan mevcudiyetine ek olarak,
maya başlayan da bu okul oldu. Müziğin, özü gereği notasyonun
ki ilişkinin farklılığı yüzünden de bir piyanist için ressamdan daha
giderek artan karmaşıklığına da bu olgunun bir kabulü şeklinde
farklı olınak zorundaydı. Romantik piyanist, çoğunlukla kendi ese
yaklaşıyordu. İcracı bu okulda temel şahsiyetti. İcracı yaratan kişiy
ri olınayan, izleyici karşısında yeniden hayat vermeye çalıştığı yer
di; besteci ise neredeyse onun çalıştırıcısı gibiydi. Metne sadakat,
ve zamandan ayrı yer ve zamanda yazılınış bir metne, onu ne denli
okulun daha uçtaki icracıları için bir anlam taşımıyordu; çünkü
kişiselleştirse de bağlı olmak durumundadır. Şu halde Romantik ic
metnin müzik ile mutlak bir yakınlığı yoktu. Kağıt üzerindeki par
racı, müziği içkin bir deneyim haline getirirken, bir metni hem çal
çalar Mozart'ın yaptığı müziği yansıtınıyorsa neden onlar büyük bir
mak hem de onu kendi benliği için dönüştürmek zorundadır.
inançla bunları uygulasınlardı ki? O müziğe yaşam verebilmek için,
O zamanlar yazılan değerlendirme yazılarına bakacak olursak
deyim yerindeyse, icracının kendisi bir Mozart olınalıdır; icracı,
müziği içkinleştirmeye çalışan Romantik bir müzisyeni şöyle der
ışık saçan sihirli küreyi eliyle yoklayarak bir insanı yoktan var eden
celilcle, müzik, dondurulmuş metinsel anlamlar yerine dolaysız an
lamlar içeren bir .sanat dalıydı; dolayısıyla müzik içkinlik ilkesi üzerinde temellendirilmişti. İkinci olarak, icra, parçayı çalarken ic racıda gelişen çok güçlü duyguların güçlü bir şekilde açığa vurul masına bağlıydı. İcracı ile metin arasındaki yeni ilişki Franz
sanatın
beceriden benliğe Romantik dönüşümü, icracının aracıyla arasında
iletme gücünün ötesinde yer aldığını düşünen bu okul, notasyonıın
sihirbaza benzer. Bu yüzden bu okul müziği iki şekilde ele aldı: Ön
. ..
«
ken duyacaktık: Uzatınalar, ağırlaşmalar ve rubato bir sesin çıkan!
' : ·ctığı anı önemli kılar; genellikle uzun satırların bedeli ritim bozuk luğu olabilecek, disiplinli bir orkestra çalışması ve bölümler arasın daki denge ve sık bileşimlere ilgi göstermek gerekecek."tir. Her gös teride bunlar yalnızca bir metni takdim eden icracının ilgi alanına girecektir. Apansız bir hücum, duyumsal ton, sersemletici bir akort;
bu ve benzerleri müziği hemen o anda tamamen gerçek kılan tek niklerdi. Bunu yapabilen bir müzisyenin nasıl bir kişiliği olduğu düşünü lüyordu? 23 Ağustos 1 840'ta Franz Liszt, Paganini'nin ölümü üze rine bir yazı kaleme aldı. Yazı şu sözlerle başlıyordu:
Pag<ınini..... kamu içine çıktığında, dünya onu süper bir varlık gibi şaşkın lıkla izliyordu. Görülmemiş bir heyecan yaratıyordu. dinleyicilerin fante· zilcri üzerinde öylesine büyülü bir etki bırakıyordu, öylesine güçlüydü ki, doğal bir açıklama ile tatmin olamıyorlardı. 62
Bu sözler Paganini'nin kamu içinde nasıl kabul gördüğünü hiç de abartmıyordu. Macaristan'ın küçük bir kasabasında 1810'd a dün yaya gelen bu kemancı, yalnızca burjuva izleyicilerind en değil, iş çilerden de devamlı övgü topluyordu. Halk kahramanı olan ilk mü zisyendi.�4 Sıradışı bir tekniğe sahip olan Paganini müzik zevkin den yok� ' sundu. Sahnede bütün yaptığı ilgiyi kendi üzerin de toplamaktı. Ti' > pik bir Paganini konserinde izleyiciler kemanının bii, iki ve solll1f üç telinin koptuğuna ve zor bir konçertonun sonlarına doğru artık tüm notaları tek bir tel üzerinde çaldığına tanık olabil irlerdi. Onuh , mutlaka hemen oracıkta kadenzler' uydurduğunu duyarl ardı. Bun:,' !ar öylesine karmaşık olurdu ki, asıl temayla hiçbir benzerliği kal�' mazdı ; izleyiciler tam anlamıyla bir nota yağmuru altında şaşkııl. ' kalırlardı. Paganini, sahne dışında kuliste beklemektens e orkestra'" nın bir yerinde gizlenip ansızın sahneye fırlardı ve orkestrayı da ': beklenmedik şekilde durdurarak iki üç dakika sessiz ce seyirciyi sü: , . zer, ardından birdenbire çalmaya başlardı. En çok da kendisini yu: halamaya hazır olan rakip bir izleyici topluluğu önünd e konserine başlamayı severdi, çünkü sonunda nasıl olsa hepsi icrasından etki' , Ienerek onu ayakta alkışlayacaktı. Bir İngiltere turnes i dışında tüm dünyada olan da buydu. Eleştirmenler ise onda bu denli olağanüstü olan şeyi açıklayamıyordu. "Onun büyüklüğü biliniy or; ama nede- , , ni hayır" diyordu bir eleştirmen. İcrayı kendi içinde bir amaç görü yordu; gerçekte onun büyüklüğü izleyicilerine müzik metnini unut' turabi!mesindeydi "' . Paganini kendisinin kabalığından dehşete düşen insanların düş• Bir solo kısmın sonunda sesin gösterişli bir biçimde yükselmesi. (ç.n.)
gücüne hitap ediyordu. Paganini "fikrinden" hoşlan''."' Berlioz, onun müziğinden çoğu zaman dehşete kapılırdı. Söz konusu "fikir'\ Paganini'nin müzikteki hakikat anını icra anına dönüştürmesıydı. Bununla birlikte içkin müzik, gergin bir deneyimdir. Icra bir anlam da dinleyiciyi şok etme, ona daha önce hiç duymamış olduğu sesle ri dinletme ve onun müzik duyularına egemen olma meselesi hali ni aldı. Besteciler her türden betimleyici edebi terimleri de ekleye rek ka«ıt üzerine yazılmış notaları canlandırmaya çalışırken, Paga nini o ulundaki icracılar, izleyicilerine en olağan müziğin bile daha önce hiç duymadıkları boyutl'.°'nı dinlete�ek konse� v dyorlar: 263 dı. İçkinlik ve şok duygusu: En bıldık parça bıle, Paganını nın elın- de yepyeni bir yapıta dönüşüyordu."' B u ünlü kaba adam, müzisyenlere Schumarın'ın ünlü "bağlı kal mamız gereken otorite, özgün el yazmalarıdır" düsturunu reddet menin mümkün olduğunu gösterdi. Bel canto'nun teknik havaı fi şek gösterilerini bir orkestra enstrümanına, ope_ra düny�:nın dram . _ ve heyecanını konser salonuna taşıyabilmek mumkundu. . . Müziği içkinleştiren bir sanatçıda bulunması gereken temel kişı 'ıik özelli«i şok edici niteliğidir: Başkalarını şoka sokar, zaten ke� ; , disi şok dici bir insandır. Bu güce sahip olan bir insan "hakim" kı-
k
•
;
şilik sınıfına girmez mi? . Toplumda hakim kişilikten söz edildiğinde bu üç ani�� gelebı lir. hki, başkalarının kendileri için yapamadıklarını onl:ı; ıçın y�pan -_ kişi; bu, eski kralların yaşamlarını analiz eden Weber ın karızma . nosyonuydu. Kendisi için yapamadıklarını, başkalarının da kendı leri iÇin yapamadıklarını onlar için yapan kişi anlam':"a gelebılır; bu da Luther'in yaşamını analiz eden Erikson'ın karızma nosyo nuydu. Ya da son olarak, hiikim bir kişilik, �aşkal�n�, onları� ke_'.1dileri için yapmak zorunda oldukları şeylen kendısının yapabıldıg� ni gösteren kişi olabilir; bu kişi kamusal düşünen kişıd'.1".Doll:11 , ha kim kişi izleyicilerini duygu şokuna sürükler. Fakat ızleY.ıcıler bu . ya ak gu luk duygularını hiçbir şekilde tiyatrodan dışarıya ç � � . Weber ın eski şamlanna götüremezler. Hakim şahsıyetın gucu, kralları gibi öyle kurumlaşmıştır ki, izleyiciler onu "sıradanla�ıra mazlar." Ne de, Erikson'ın Luther'inin din kardeşleriyle yapugı gı bi onunla birlikte bir cemaat oluşturabilirler. Modern koşullarda, ıc racının eıkisine maruz kalanlar ı;mun kamu içinde "oluşuna" ancak
ıJaırar
seyirci kalabilirler. Olağanüstü güçleri ona kendiliğinden duygula
rıru gösterme imkanı verdiği gibi, başkalarında da anlık duygular
yaratabilecek yeteneği vardır. Tüm karizmatik kişiler gibi, onlara
hiç benzemez; fakat aynı zamanda da duygulandırdığı her kişiden her zamaıi_yalıtılmış durumdadır. Bunu Liszt'in Paganini'ye övgü sünde tüm çıplaklığıyla görmek olanaklıdır:
.....böylesine h�yecan yaratabilmesine karşın, meslektaşları ile iyi ilişkiler kuramıyordu. içinden geçenleri kimse bilemezdi; zengin ve mutlu yaşamı asla bir -başkasını da mutlu kılmamıştı..... Paganini'nin tanrısı..... kendi içindcki .kasvctli, kederli "bcn"indcn başkası değildi.'111
nüstü güç, olağanüstü bir teknik meselesiydi. Politika konusuna yaklaştıkça inandırıcı kamusal kişiliğin bizzat güç ile birlik alınası bizi giderek daha çok ilgilendireceği için, biçimsel icra sanatların . da bunun ilk ortaya çıkışına göz atmamızda yarar var. Olağanüstü bir teknik gerektiren üstün bir müzik parçasını çala bilmek için kendi kişiliğini öne çıkarma zorunluluğu, ciddi egoizm okulunda buluşan Liszt, Berlioz ve ötekileri hocaları Paganini'den uzaklaştırdı. Bu zorunlulukla çalışan Romantik icracıları gözleyen
ler arasında hiç kimse onun müziksel anlamıru Robert Schumarın
kadar iyi yakalayamamıştı, ki o da bunu kendisine çok uzak ve ola
naksız buluyordu. "Lizst'in Etudes ünü dinlemek gerek" diye yazı- 1 '
Bu yalıtı!nıış, fakat hfil
yordu;
çünkü enstrüman üzerine olağanüstü zor parçalar ellerle çalınıyordu; an cak eller onları yeniden seslendirebilirdi. Besteciyi özellikle o parçaları çalarken görmeliydiniz; çünkü virtüözlüğün yükseldiği ve güç kazandığı anlarda enstriimanryla hoğuşan, onu terbiye edip boyun eğmeye zorlayan bestecinin görüntüsü de hemen ortaya çıkıyordu..... 99
Egoizmin ciddi olan yam, aracın kendisinin inatçı oluşuydu. Müzi ğin seslerden süzülüp alınabilmesi için çok büyük çaba gerekiyor du. Yani, arzu edilen ham sesin üretilebilmesi çok zor olduğunda, o
anı ifade edici kılınak için çok büyük uğraş verilıneliydi. İfade araç
larının inatçılığına ilişkin düşünceden, doğallıkla virtüözün önemi
ortaya çıktı. Bunun nedeni virtüözün öteki sanatçılardan daha iyi bir sanatçı olması değildi; bu yaklaşıma göre, olsa olsa ancak çok
olağanüstü yetenekler sanatçı olabilirler; çünkü yalnız sıradışı yete nekler sesi müziğe dönüştürebilirler. Virtüözlük toplumsal bir sonuç olarak, hissedilenleri, acılan, ya da rüyaları asla anlamayacak olanlar üstünde hfil
ıa inandığımız doğru değil mi? Sanattan bir mücadele olarak söz et-
miyar muyuz? Dürüst, ciddi; fakat ruhsuz bir ekip tarafından çalı nan Mozart'ın Fa Majör kuvartetini bir de Budap eşte Dörtlü sü 'nden dinlediğimizde farklı bir parça dinlediğimiz duygusuna ka pılmıyor muyuz? Romantik icracılara ait olan, hünerin metni aştığı düşüncesinin hil.la etkisi altındayız, ne var ki bizde onların tutkula rı, kendilerini böylesine ciddiye almalarında rolü olan o masumiyet yok. İfade edebilmek ve olağanüstü yetenekli olmak: İşte kişiliğin kamusal alana nüfuz edebilmesinin formülü. Bu formül sadece mü- 11 zik icrasına özgü değildi. Tiyatroda da aynı şey geçerli ydi. En çar266 . . pıcı o1an, oze .. 1 guç .. 1er, kamusal ıfade edicılik ve inanılır bir kişiliğin melodramda bir araya gelmesiydi; çünkü 1 830'lar ın ve J 840'1ann melodram metinlerinin icracıları Marie Dorval ve hepsind en önce . Frederick Lema1tre gibi Parisli büyük oyunculardı. Bir önceki bölümde melodram yazmanın özünde "saf (pure] bir karakter tipi" oluşturulmasının yattığını görmüştük. Bu karakterler tekil kişilikler olmaktan çok cani, bakire, genç kahramanlar, mü sahipleri, genç sanatçılar, ölüme giden kız, zengin patronlar gibi sı nıflamalara tıpatıp uyan ve bir bakışta tanınabilece k her türden in sanı örnekliyordu. Paris melodramlarının ironisi , J830'1arda bu tür rolleri oynayan Dorval ve Lema1tre gibi oyuncuların çok önemli ki şilikler olmalarıydı. Elde hazır bekleyen bu roller in icrası sırasında aktörler metinleri, basının tekrar etmekten bıkma dığı deyimle, ken di "tarifi irnkiinsız kişiliklerini" anlatmanın aracı olarak kullanma yı beceriyordu.
ik
Dorval ve Lema1tre, 1827 Haziranı 'nda Goubaux 'un Trente Ans ad ı oyununda bir araya geldiklerinde melodram oyunc uluğunda . degışıklık yapmaya başladılar. Tutku ve kriz anlarında normalde kendilerinden beklenenin aksine, gür seslerini sonuna kadar kullan mak yerine doğal konuşmayı tercih ettiler. Salıne ve oyunculuk mesleğinin ayrıntıları üzerinde yoğunlaşmaya, rol yapmanın ince liklerini yeni anlamıyla benimsetıneye başladılar. Özellikle Frede rick Lemaıtre sadece yüz hareketlerindeki bir ayrınt ıyla izleyiciler d � nı uazzam etkiler yarntabileceğinin farkına vaı:an 19. yüzyılın ilk buyuk oyuncusuydu. Orneğin, bir caninin klasik salıneye çıkma bi çimi, izleyiciye görünmekten korkarcasına ürkek , küçük adımlarla yürümesiydi. Salınede belirdiği anda onun kim olduğunu bilirdiniz.
�
oynarken Lemaitre 1830'lann bilinen melodramlarında bir caniy� bash ve uzun sahnede teki karakterlerden herhangi biriymiş gibi bir anlam yük adımlarla, doğal bir şekilde yürüyordu. İzleyici buna oyunda ne Onun ü: düşünd nu ledi ve bunun bir grand geste olduğu rick Lema d F : yi canlandırdığını biliyorlardı elbette; fakat onun, � erek kendı degıştır larını ayrıntı tür bu n luğunu oyuncu sahne itre'in ıet n eki cani yaratı ı kişiliğini gösterdiğini düşünüyorlardı d� n .. duşunmuyor ıgını r gösterd şeyleri rolünün derinliğinde gizlenen bi
Ö
��
�
•
.
!�
lardı. ııKı
semt- sah Boulevard du Crime' da -tiyatroların yoğun olduğu 267 k için en iyi fırnelenen oyunlar Lemaitre'in oyunculuğunu görme r ancak emait sattı. J839'da iyi melodramlar ve romantik oyunla edebılırlerdı; elde re'in rol alması durumunda büyük bir başarı sanılırdı. Metonuıı oynadığı oyunların çok önemli oyunlar olduğu . nmasında Fredenck nin yükselişi, en çarpıcı biçimde sahneye ko_ , . 1830 lann en unLema1tre' inin de büyük ölçüde katkısının oldugu, , melodram, toplulü oyunu Robert Macaire'de görüldü; bu oyunda kahramanın ılk ve ma karşı Romantik başkaldırı fikri ve pikaresk . mıydı? Gautıen başarılı bileşimine ulaşılmıştı; yoksa ulaşılmamış
�
er oyunu şöyle betimliyor: Rohert Macaire,
Temmuz Devrimi sonrasında dev:imci s_:ınatı� �n .? üyük zaferiydi..... Bu oyunun bir öze�liği var ki, o da ınsanlıgın bu�u� ne �� toplum düzenine yaptığı şiddetlı, umutsuz saldırıdır. Ro�e� �aca.�ıre ��� rakterindc Frecterick Lemaitre, gerçekten Shakespearevarı bır ko.mık kışı Jik yaratmıştı; ürkütücü bir eğlen�e, uğu�s�z bi� kahkaha, �cı. bır �!ay....� ve hepsinin üstünde de kötülük arıstokrasısıne aıt şaşırtıcı bır ıncelık, uy sallık ve zarafet. unutuldu. Sahnelennıesi Bütün bunlara karşın oyun günümüzde itre yok. Gauııer gıbı bır olanaksız, çünkü aıtık bir Frederick Lema lık nedenı y rücü ay döndü eleştirmenin oyuncuya duyduğu baş · , meyız yley s nı ecegı � � le metnin kusurlarını gözden kaçırmış olabıl e ıfad bır rel sayan eleştı bu Gautier 'nin orada gördüğü sanatı hiçe . bır ün gücü ile anlamlı olurdu yalnızca: Bu olağanüstü bir aktör . metnın yaratılmasıydı. ını . . r gıbı coşk� lu alkışlar Frederick Lema1tre, Liszt gibi müzisyenle çok karışık :b izleyıc• aldı. Liszt'ten farklı olarak, oynadığı Paris . içinden bı ınsan ' topluluğu barındırdığından, ken isi de halkın
� rai1
�
.
4
:
�
rak görüldüğünden, adeta bir halle kahramanıydı. 19. yüzyıl virtü özünün icrası değerlendirilirken, onun gibi bir oyuncunun çalışma
ları mutlaka dikkate alınmalıdır; çünkü yalnızca Paganini gibi ka balığı dillere destan zevksiz sanatçıların model alınmasına karşı bir düzeltici, bir uyarı işlevini yerine getirmektedir. Paganini'nin sana
tı abartı üzerine kurulmuştu; Lemaitre'inki ise doğallık üzerine. Kağıt üzerindeki müzik notalarını başka bir forma sokabilmek için
2 68
gerekli o)an sanat ve olağanüstü beceri, aynı şekilde kamusal alan içinde doğal davranabilmek için de gerekliydi. Virtüözlüğün özü, belli bir ı.eknik numaranın uygulanmasında değil, icra anını canlı
19. yüzyıl ortalarında bir oyunda ya da konserde duygularını belli edenleri hor görmek giderek bir mecburiyet halini aldı. Tiyatroda . duygularına hfildm olmak orta suuf izleyiciler için emekçi sınıfla aralarındaki sınırı belirlemenin bir aracıydı. 1850'1erin sonunda, "saygın" izleyici, suskunluk içinde duygularım denetleyebilen top luluktu; daha önceki döneme ait kendiliğindenlik "ilkel" sayılıyor
du. Bedensel dış görünümde, Beau Brummel tarzı sınırlama ideali kamusal alan içinde yeni yeni gelişen saygın sessizlik anlayışına denk düşüyordu."" 1750'1erde oyuncu bir rolü canlandırmak için izleyicilere dön
kılabilme gücündeydi.
düğünde, bir cümle, hatta tek bir sözcük bile yuhlamalara veya al- "
O halde kamu içindeki yegane aktif kamusal kişi olma sürecin de, icracıların imgeleri şu unsurlardan oluşuyordu: İcra anını en önemli ana dönüştürmek için şok taktikleri kullanıyorlardı. Şok ya
kışlara neden olabilirdi. Benzer şekilde, 18. yüzyıl operasında, bel-
ratabilenleri izleyici güçlü buluyordu ve o nedenle 18. yüzyılın ic racıları gibi hizmetkar statüsünde değil, üstün bir statüde görülü yorlardı. İzl�yicinin üzerine çıkan icracı aynı şekilde, metnini de aşıyordu. 102
sında durdurulmuyor, alkış anına dek bekleniyordu. Arya sona erin lümleri arasında alkışlama olmuyordu. Böylelikle, Romantik sanat
Bu icracıların tanıkları onların gücünün tatminkar bir düzeye erişti ğini görüyorlardı. Ne var ki söz konusu suskun izleyicilerin tatmin oldukları söylenemezdi. Onların suskunluğu derin bir özkuşkunun göstergesiydi. Kamusal kişiliklerin ilk Romantik kuşağı silinip gi dince izleyicilerin özkuşkusu ironik bir şekilde arttı. İzleyiciyi ön ce kamusal bir kişilik üzerinde odaklanmış haliyle, daha sonra da
yalnızca kendi üzerinde odaklanıruş olarak ele alalım. M. Pierre Veron, 1870'lerde popüler bir şehir rehberi olan Paris S Aınuse da "İğrenç bir şey duymak ister misiniz?" diye soruyor du La Porte St. Martin Tiyatrosu' nda: '
19.
o partisyon birçok kereler yeniden çalırurdı. 1870 yılı sonunda al kış ve tezahürat yeni bir biçim kazandı. Aktörler bir salınenin orta ceye kadar şarkıcı alkışlanmıyor, konserlerde de senfonilerin bö
B . İZLEYİCİ
'
li bir cümlecik ya da güzel sunulan bir partisyon izleyiciyi cümle nin yinelenmesi talebiyle ayaklandırabilirdi. Metin yarıda kesilir ve
yüzyılda, hem de burada, bir hainin eline düşen kadın mut suzluğu ncdcniyle_gözyaşlarını tutamayan ilkel yaratıklar oyuncunun yaşıyor hfilfi. Bu dürüst küçük burjuv<.-ıların, dobra emekçilerin ağlamaklı hallerine tanık ol nıak istcnıiyorsanız bu tiyatroya gitmeyin ..... Bırakın yalnızlıkları ve peri şanlıklarıyla kendilerini eğlendirsinler. Onlar kendi çaresizlikleri içinde öyle mutlu ki!
çı kendi metnini aşsa bile, izleyicilerin tavrı ters yönde değişiyor du.104 Bir icracı tarafından duygulandırılan kişilerin o an için kendile rini engelleyerek duygularını ifade etmekten kaçınmaları ile tiyatro ve konserlerdeki yeni tür sessizlik arasında bir bağlantı vardı. 1850'1erde Paris ya da Londra'daki tiyatro izleyicileri oyunun orta sında, akıllarına bir şey gelse, yanlarındakilerle konuşmaktan çe kinmezlerdi. 1870'te ise izleyici kendi düzenini sağlıyordu. Konuş mak artık zevksizlik ve kabalıktı. Dikkatlerin salıne üzerinde yo ğunlaştırılması ve sessizliğin teşvik edilmesi amacıyla salonlardaki ışıklar bile karaıtılmıştı. İlk uygulamalar 1850'de Charles Kean ta rafından başlatıldı, Richard Wagner tarafından da Bayreuth'ta açık ça yasa haline getirildi; 1 890'1ara gelindiğinde, başkentlerdeki ka
rartılmış salonlar artık evrenseldi. ıos
Karanlık ve sessiz bir salonda duygulara hfildm olmak bir disip lin meselesiydi. B u disiplinin boyutlarını görebilmek oldukça önemlidir. 19. yüzyılın daha sonraki yılları içinde, izleyicinin özdi siplin olgusu popüler sokak tiyatrolarına da sıçradı, fakat yasal bur-
juva tiyatrolarında, operalarda ve konser salonla rında çok daha ö · ceden, daha etkili bir şekilde gelişmişti. Sahnede "hakar eı"e u" dıklarıru hisseden 1 9. yüzyıl tiyatro izleyicilerinin ani ve aktif dış vurumları olabiliyordu. Yüzyılın daha ileri dönem inde "hakar .. giderek istisna oldu. ıur,
Sessizlik disiplini kozmopolit bir fenomendi. Gerek re'nin gerekse Paris'in taşra salonlarında izleyiciler her iki mer 7 deki izleyicilere göre çok daha şamatacıydı. B aşkentle rden bur ra gelen sanatçılar bu durumdan hiç de hoşnut değiller di. Hem her kasabada bulunan taşra salonlarındaki emekçi sınıf ile orta s ·: 2 70 belirgin bir şekilde ayrılamıyordu; izleyiciler arasında hepsi karış .. olarak izliyordu gösteriyi. Paris ya da Londra'd a tiyatro izleyeni� .rin sahnedekilere açıkça bir karşılık vermeleri, Edmund Kean'"
İngilt' {
geve .,;.,·sessiz bir huşu" olan bir binanın lobisinde sohbet ve samımı u: yazıyord şöyle Garnier a elikler olmamalıydı. Binası hakkınd
i
Gözler usulca büyülenmeye başlar. bunu bir tür rüyaya dönüşen düş kur ma izler; bir mutluluk duygusuna kapı�ırsınız.10\I
19. yüzyıl, Paris, Londra ve Avrupa'nın öteki büyük şehirlerin de yeni tiyatroların inşa edildiği dönemdi. Bu tiyatroların oturma kapasiteleri 1 8. yüzyıldakileri geride bırakıyordu. Artık 2.500,
Bi · Böylesine uyuşturan tiyatro Richard Wagner'in Bayr�uth Opera Ancak, rdu. gösterıyo nu nosyonu :nası'nda altedilecek olan kötülük
/
. göre daha sessiz olmaları zorunluluğunu getiriyordu. Ne var ki, Garnier's Opera gibi akustiği kötü olan büyük bir salonda bile ses- · sizliğin sağlanması hiç kolay değildi. Tiyatro binasının inşasındaki • mimari yaklaşım, yeni izleyici anlayışına uydurulmuştu. Gelin, ya': pımı 1870'lerde tamamlanan iki farklı tiyatro binasını karşılaştıra- · hm: Paris 'ıe Garnier Operası ve Bayreuth 'ta Wagner Operası. Bu
man bir yapıdır. Binanın görkemliliği neredeyse maskaralık düze yindeydi. Richard Tidworth 'ün yorumuna göre, "İzleyicilerin Ope ra binasının kaldırımlarından salondaki koltuklarına geçmele ri ke yif vericiydi ve olasılıkla gecenin en keyifli olayıydı."'°"
�
.
km
besidir. Kendi süslemelerinin ağırlığı altında ezilen dev bir düğün pastası gibi, o anda baktığınız cephesine göre Yunan, Roma, Barok ya da Rokoko tarzını yansıtabilen, gösterişli dekorasyonuyla koca-
•.· an insanlardan ve etkinliklerden bağımsız olarak beğenilınek üze .:�ardı. insanların birbirlerine değil, ona ilgi duymaları. gerekir. O vasa iç mekanlar özellikle bu amaca hizmet eder. Bu kq.c�an sa da ancak bir tek yaratık, bir şahin izleyicileri tanıyabilır veya
ede olan bitenleri anlayabilirdi. İç yapı öylesine gösterişlidir ki , nede beliren herhangi bir görüntüyü ezer geçer. . 271 ı·1·ışkilerı ınsan ı .' .Paris Opera binasında, genişliğine karşın, dogal · 'için hiçbir yer aynlınamıştı. Mimarının deyimiyle, biric� ereği
deyimiyle "taşralı gafı" sayılırdı. Veron'un az önceki satırlarda y alan, kaba seyirciler imgesi, hem aşağı sınıf mensuplarına hem de Batlı, Bordeaux ya da Lille gibi yerlere ait olan "taşralıya" iliş '· di.
binalarda karşıt anlayışlarla yola çıkılıp, aynı sonuca ulaşılmı ştı.'"' Paris Garnier Operası modern standartlara göre bir hilkat gari-
�
.
·
·
3.000 hatta 4.000 kişi bir salona doldurulabiliyordu. Büyüklükleri, izleyicilerin sahnedekileri duyabilmek için küçük . salonlardakine
Bu bina, 1 7 8 1 'de inşa edilen Comedie Française'e ilişkin anla 'ışları altüst etmişti. Opera binası insanları kuşatan bir perde de.ğil i·' dısında birbirleriyle görüşebildikleri bir yapının ön cephesı ya · o ncuların ortaya çıktıkları bir yer de değildi. Bina, içinde yer
yönde gelişerek aynı şekilde, onun insa ' olduğu ortam ters bir ' etmis ·· insanların sessizliğe zorlanmasıyla sonuçlandı. Bayreuth Opera B.ıkıs nası'na 1 872'de başlanmış ve 1876'da bitirilmişti. Binanın dış sa üretılen sahnede ilginin tüm Wagner mı sade ve çıplaktı, çünkü
dı: nata odaklanmasını istiyordu. İç yapı iki yönden çok çarpıcıy miş öncelikle tüm oturma yerleri bir amfi-tiyatro tarzında düzenlen ti. İzleyicilerin her biri sahneyi engelsiz görebiliyordu; öteki izleyi cileri ise rahatça görebilmeleri gereksizdi; çünkü Wagner bu amaç la tiyatroya gelinmesini istemiyordu. Sahne, her şeydi.
Daha da radikal bir ayrımcılıkla Wagner, orkestranın yer aldıgı bölmeyi defi ve ahşap bir örtüyle izleyicilerin gözlerinden gizle _
·
mişti. Müzik duyuluyordu, ama nasıl üretildiği asla görülınüyordu. Dahası, Wagner sahnenin tepesindeki kemerin yanı sıra orkestranın ·
bulunduğu yerin üzerine, perde ile sahne arasına ikinci bir kemer daha inşa ettirdi. Bu düzenlemelerin her ikisi de kendisinin adlan dırdığı mystiche Abgrund 'ı yani "mistik körfez"i gerçekleştirmek içindi. Bu konuda şunları yazmıştı:
İzleyic�nin gerçek yakınlığıyla apaçık gördüğü halde sahneyi oldukça uzak bır yer olarak düşlemesini sağlıyor, tabii bu da sahnede izledikleri oyuncuların kocaman, insanüstü varlıklar oldukları yanılsamasına neden oluyor.11n
İnsanlara neler hissedeceklerine ilişkin yapılan ilk açıklama, . . ıçınde yazarın sanatın içini nasıl titrettiğini anlatUğı gazete makale si ya da program notları biçimindeki sanat yazılarından oluşan "fe uilleton"du . Car! Schorske bu yazılarda öznel duyguların nasıl yü
Bu tiyatroda disiplini sağlayan, sahneyi yaşamın tümü durumuna getirme çabalarıydı. Tiyatro tasarımı, Wagner'in akıp giden opera larının bir parçasıydı. Her ilcisi de dinleyenleri disipline sokmanın araçlarıydı. İzleyici müziği terk etmek konusunda özgür değildi, çünkü müzik asla sona ermezdi. Aslında Wagner'in dinleyicileri ,
onun müziğini anlayamıyordu. Ama onun kendilerinden ne istedi
� 72 ğini biliyorlardı. Bir eleştirmenin deyimiyle, "yaşamlarında opera
diye bir şey yokken sahip olamadıkları bir bakış açısını onlara ka
zandıran" kesintisiz ve sonsuz müziğe kendilerini teslim etmek zo runda kalabileceklerini anlıyorlardı. Hem Bayreuth hem de Paris izleyicileri yaşamdan "daha büyük" bir törene tanık olurlar. İzleyi ciye düşen rol karşılık vermek değil, görmektir. İzleyicinin, saatler süren operalar sırasındaki sessizliği ve sakinliği sanatla temas kur muş olduğunun göstergesidir."'
Bir kamusal icracının tam özgür ve aktif deneyimine, izleyiciler,
bir kendini basurma edimiyle hazırlanırlardı. İcracı onları uyarıp canlandırırdı, fakat bunun için önce kendilerini pasifleştirıniş olına lıydılar. Bu çok özel durumun kaynağı, izleyicilerin yakasını hiç bı rakmayan özkuşkuydu. İzleyici kamusal alanda kendini nasıl ifade edeceğini bilemiyor du; ifade; kendi iradesi dışında gerçekleşiyordu. Bu nedenle, tiyat ro ve müzikte, 19. yüzyıl ortalarında insanlar neler hissedecekleri ni ya da neler hissetmeleri gerektiğini önceden bilmek istiyorlardı. Ilk olarak Sir George Grove tarafından başarıyla uygulanan açıkla yıcı program notlarının oyunlarda ve konserlerde yaygırılaşmasının nedeni de buydu. 1830'larda müzik eleştirmeni Robert Schumann'ın yazıları, he nüz keşfetmiş olduğu ve arkadaşlarının da bilınelerini istediği bir konuyu ya da kimi ortak coşkuları bir arkadaş topluluğu içinde di le getiriyor gibiydi. İlk kez Grove ile biçimlenen ve yüzyıl sonuna dek etkili olan müzik eleştirisinin farklı bir karakteri vardı; daha doğrusu aynı sonuca götüren üç farklı biçimi vardı .
celtildiğini oldukça iyi yakalamışur:
Bi� k�l�m ustası olan fcuilleton yazarı 19. yüzyılın somut olana yönelik begenısınc uygun olarak. birbirinden kopuk ayrıntılar ve bölümler üzcrin d� ��!ışıyordu:··... �nlatıcını� ya da eleştirmenin bir sahne etkinliğine iliş ��n �zncl tepkısı, hısse�me bıçimi, söyleminin konusu üzerinde açık bir üs ·tunluk kazanıyordu. Bır duygu durumunu betimlemek bir yargıyı dile ge tirmek haline gcldi.11� 2 Grove örneğinde olduğu gibi eleştirmen, sanki kendisi ve dirıleyici ler, ellerindeki broşür olınasa anlaşılamayacak tuhaf bir gürültü karşısındalarmış gibi, müziğin nasıl aktarıldığını ve müzisyenin na sıl çaldığını betimliyordu. Ya da eleştirmen, örneğin Eduard Hans lick gibi, hocalık yapıyordu; onun için müzik, ancak genel "estetik" teorisinin yardımıyla açımlanabilecek bir "sorunsaldı". Yargılama ve "beğeni" artık bir vakıf olma sürecini gerektiriyordu. Bu üç eleş tiri biçiminin her biri bir vfilcıf oluş tarzıydı.' " Bunların tümü, yorumcuların içlerini rahatlatma tarzlarıydı. Ya pıtları yorumlayan bu aracılar müzik alanında yaygınlaştılar, çünkü kamusal alanda insanlar kendi yargılarını oluşturma kapasitelerine olan inançlarını yitiriyorlardı. Eski ve bildik müzik, Brahms, Wag ner ya da Liszt'in yeni müziği ile aynı yaklaşıma tabi idi. !850'ler den sonra tiyatroda da yayılan açıklayıcı program notları ile birlik te müzik ve drama "sorunlarını" çözümleyen eleştirmenler, sahne deki karakterlerin tarihteki asıllarına gerçekten uygun olduğundan emın olmak isteyen izleyicilerin bütünleyicisiydiler. 19. yüzyıl or tasının gerek tiyatro gerekse konser izleyicileri rahatsız edilmekten, ayıplanmaktan, "kendilerini enayi durumuna düşürmekten" kaygı duyuyorlardı. Doğallıkla, yüksek bir hizmetkarlar sınıfının çabala
rı sayesinde eğlencenin keyfini çıkaran Voltaire dönemindeki izle
yicilerin bu kaygıyı anlayabilmeleri olanaksızdır.
Yüz yıl önce
"kültürlü" olma kaygısı oldukça yaygındı, fakat kamusal icra sanat larında bu korkular daha da derinleşmişti.'"
Alfred Einstein, Romantik müzisyenin atladığı bir durumun aı-·
p
tını çizer: Bu müzisyen kamusal alandan yalıtılmış olduğunu bili-< . yordu da, bu alandakilerin de kendilerini ondan yalıtılmış hissettik-'
·
!erini gözden kaçırıyordu. Kolaylıkla "kültür düşmanı" olarak yo-
·
rumJanabilen izleyicinin yalıtımı bir anlamda rahatlatıcıydı. Rossi ni 'nin de belirttiği gibi, izleyici kendisine yöneltilen tüm sert eleş-. . tirilerin gerçek oluşundan ciddi bir kaygı duyuyordu. ' " Sokakta kimin kim olduğunu görünüşlerinden "çıkarmaya çalı şan" baylar ve bayanların tiyatro ve konser salonlarında doğru şey: . : !er hissetme kaygısı taşunaJarı son derece makuldü. Bu kaygının
�
üstesinden gelme araçları ile sokakta uygulanan korunma arasında . bir benzerlik vardı. Tepkisiz olmak, duygularını gizlemek demek,• .•.•
yaralanmaz olmak ve patavatsızlığa karşı bağışıklık kazanmak de, mektir. Karanlık görünümüyle, özkuşkunun bir göstergesi olan sus' kunluk, 1 9. yüzyıl etholojisinin karşılığıdır. Kamusal bir kişilik olarak Romantik icracı, seyirciyi "gerçekte" neye benzediği üzerine fantezi kurmaya davet ediyordu. Kendi iç. disiplinini kuran izleyici, ilk ve en renkli Romantik icracı kuşağı sahnelerden silinirken bile varlığını sürdürdü. Kamusal bir kişiliğin · fanteziye konu olması pasif izleyici ile birlikte varlığını sürdürdü. Gerçekten de, kamusal kişilikleri olan insanların fanteziye konu ol� ması kendine göre giderek daha da güçlendi ve politikleşti. Fante zinin terimleri iki yanlıydı: Özdisiplini olan izleyici kamusal kişili ğe fantezi ürünü bir otorite yükler ve o kamusal benliği saran tüm sınırları ortadan kaldırır. Bir·özellik olarak kişilik "o.toritesi"ne ilişkin sezgisel bir nosyo numuz vardır. Bu bir lider nosyonudur; başkalarının itaat etmek zo-· runda olmaktan çok itaat etmek istedikleri bir lider. Ama suskun bir izleyici, kamu içinde kendisini ifade eden kişilerde otorite görmek isteyince, otorite fantezisi belli bir yol izler. Duygularını hem gös terebilen hem de denetleyebilen kişinin zorlu bir benliğe sahip ol ması gerekir ve izleyicilerin gözünde kendini denetleyebilen bir in sandır. Kendi kendini istikrarlı kılabilmek, ilk Romantik çağda ol duğu gibi, şok etme gücünden çok daha büyük bir güç gerektirir. 19. yüzyıl müziği bize bu fantezinin, orkestra şeflerinin kamusal dşiliklerinin değişen imgelerinde giderek güçlenmekte olduğunu 5österiyor. 18. yüzyıl sonlarında birçok orkestranın şefi olmadığı ;ibi, kamuya açık konserlerin sponsorluğunu yapan müzik cemaat-
19. yüz nel "müzik direktörü" yoktu' . ]erinin çoğunun da profesyo .. lendıryon unu grub n isye müz bir k balı kala da . .•· yı.l.da' kamusal alan . . Anıvlendırılmeye başlandı' . B �rlıoz mek için özel bir kişi göre gerekse bestecinin, gerek kendısının lar'ında yüzyılın başlarında k az saygı in ve seyirci topluluğunun ç�. . orkestrasındald müzisyenler anlatır eri ile nasıl mücadele ettıgını : duyduğu çeşitli orkestra şefl şeflerı stra orke te aret hak bir k tipi n çıka '1820'1erdeki bir gazetede esı yakurulan bir saat tutucu" benzetm için "yiyecekle ve sinirlerle . . . pılmıştı. ' " , 5 stralar genışleyıpk�ordınas- 7 orke nde emi dön ileri a dah Yüzyılın n.bır ustalı- stra yönetimi de kabul göre . . .yon sorunları arttıkça orke ük o k stra ş�fı Charles · · ğa dönüştü. 19. yüzyılda Paris'teki ilk büy � � tesı olınacu olmak yerme muzık oton . tutu saat Bir du. ux'y oure . Lam orkest koyan oydu. O zamandan ben ya dayanan şeflik ilkesini ilk sayıda çok an anıl kull şefler tarafından rayı kontrol etmek için tüm du. kur sını stra . ' · en Lamoure ux'dur. !88 1 'de kendi orke . ışaretı gelı.ştır . çalerle ki öteki şefler de benzer ılke Edouard Colonne gibi Paris'te inde t 'ı Colonne' a Berlioz'un gençliğ '.': lışıyorlardı. Lamoureux ve Burada sorun ..şeflıgın rdu. lıyo ranı dav lı fark çok dığı şeflerden lesıne sı değil, 1890 'lard� sonra boy meşru bir !.."Urum olup olınama . yıl . _ yuz 1 9. en tek bir kişiye verıl�ıgıydı. büyük kişisel ôtoritenin ned tamamen izleyicinin gösterdıgı saygı sonlarında orkestra şeflerine tapın ana ram kah ise neredeyse bir farklıydı. Lamoureux olayında onun ve n urunda "mahcup" olmakta ma söz konusuydu. Onun huz an astı Seb iz" hissetmekten; Johann la karşısında kendini "yeters duygularşılaşmayacak oldugu turden Bach'ın oğullarının hiç kar . " dan söz ediliyordu . • stu başadızlar" değildi; yanı olaganu Bu adamlar Roinantik "yıl ler gı rens anan dehalar, sihir� azlar, r. rılarıyla kamunun onayını kaz oyle davra ıyorlardı ve ke�dilerı�� de bi değil, krallar gibi davran gruplarını plini kurar, çeşıtlı muzısyen nılıyordu . Orkestra şefi disi ydu' Or unlu zor ilmek için öz-deneıım . denetlerdi · onlara çaldırab yu. yıl esı, ünc davranması gerektiği düş � kestra şe ınin bir tiran gibi yem ıcBu du. ıyor şılan kar al doğ edeyse . 117 · ·ncesinin aksine' ':Ssimdi ner O uygun bır ot?rıteydı. için yici izle n uya kor ini . racı tipi sessizliğ onun ka kişiliğine atfedilmesı gıbı, Otoritenin kamusal kişinin yenler izle i lerin sınırlar da onun etkinlik musal benliğini çevreleyen -
·
..
f
•
•
..
tarafından silinmekteydi. Bu konuda, örneğin Fransız kamuoyunun
kamusal alanda "gerçek" kişiliğe sahip oldukları inancıyla yaşayan
1821-1858 yıllan arasında yaşamış olan kadın oyuncu Rachel ile,
çoğu insanı güçsüz bıraktılar ve bu insanlar "gerçek" kişiliğe sahip
onun ölümünden dört yıl sonra Paris'te oyunculuğa başlayan Saralı
bir azınlık arayışına girdiler ki; bu da ancak fantezi edinıleriyle so
Berııhardt' a yaklaşımlarının karşılaştınlması öğreticidir. Rachel,
nuçlandırılabilecek bir arayıştı. Bunun meyvelerinden birisi, top
özellikle trajedilerde başarılıydı ve genelde övgü topluyordu. Tüm
lumda "sanatçı"ya ilişkin oluşan yeni inıge idi; öteki ise politik ta
kanmoyu onun özel yaşamını (Doktor Veron 'un kapatması olduğu
hakkümün yeni bir biçimi olacaktır.
nu) biliyordu ve bunun namussuzluk olduğunu düşünüyordu; ama
İnsanlar tiyatroda uyguladıkları pasif duygulanım kurallarını ti
oyuncu oiarak yaşamını bir kadın olarak özel yaşamından ayırıyor
yatro dışında da yabancıların duygusal yaşamını anlayabilmek için
du. Bir kuşak sonra, Bernhardt ve Eleonora Duse'nin kendi kanıu
kullanıyorlardı. Pasif izleyici olarak kamusal insan kurtulmuş, öz
oylarının gözünde hiçbir özel yaşamı yoktu. İzleyiciler karşılarında
2 76 gördükleri aktör ve aktrislere ilişkin en küçük ayrıntıları bilmek .is
gür kılınmıştı. Evinde taşıdığı saygınlık yükünden kurtulmuştu,
tiyorlardı. Bu yaratıklar mıknatıs gibiydiler. Bir eleştirmen, "Sa
sessizlik, bu sessizlik güçlendirilebildiği ölçüde ve bu anlamda da
ralı 'ın gerçek başarısı Saralı Bernhardt rolüydü: Kişisel mise .en sce
bütün insanların toplumsal bağın kendisinden kopması ölçüsünde
hatta eylemin kendisinden kurtulmuştu. Kamusal alandaki pasif 1
ne·" diyordu. ı ııı
bir geri çekilme aracıdır.
Saralı Bernhardt'ın izleyicileri ona hayrandı, ama ayrım yapma
Bu nedenle, kamusal bir kişilik olarak izleyiciyi anlayabilmek
dan. Makyajı, güncel olaylara ilişkin görüşleri, kötü niyetli dediko
için, son olarak onu tiyatro dışında, sokaklardayken anlayabilmek
duları, hepsi popüler basın tarafından sürekli didikleniyordu. İzle
zorundayız. Zira burada onun sessizliği daha genel bir amaca hiz
yici kendisine ait açık hiçbir ifade edici karakteri olmadığına göre,
met ediyor; burada duygusal ifadeyi yorumlama kodlarının aynı za
nasıl eleştirel olabilir? İcracı nasıl nesnelleştirilebilir, yargılanabilir,
manda onu ötekilerden yalıtan kodlar olduğunu öğreniyor; burada,
doğru ve yanlışlarıyla görülebilir? Hizmetkarlar hakkında dedikodu
kişisel bilinç ve duyguların peşinde koşmanın toplumsal ilişkilere
yapılan çağ artık geride kalıruştı. Gerçekten kendini ifade eden bir maske takabilmek ve duygularını sergileyebilmek nasıl olurdu?
Bernhardt'ın sanatının sırlarını keşfedebilmek için, yaşanuna iliş
karşı bir savunma olduğunu, yani modern kültürün temel bir gerçe ·
ğini öğreniyor. Böylece söylemin yerini gözlem yapma ve "olayla
kin ayrıntılar bir çırpıda silip süpürülür; kamusal benliği 1..-ıışatan sı
n zihinde tartma" edinıi alıyor.
nırlar artık yoktur.
bancı üzerinde odaklanmaya geçişin nasıl gerçekleştiğini görelinı.
Şinıdi, profesyonel icracı üzerinde odaklanmaktan sokaktaki ya
Gerek otorite fantezisinde gerekse kamusal benliğin sınırlarının
Baudelaire, Constantin Guys üzerine yazdığı, "Modern Yaşamın
yok edilmesinde izleyicilerin kamusal icracıya bir kişilik atfettikle
Ressamı" adlı makalesindejliineur karakterini inceliyordu. Bulvar
rini görüyoruz. Bu da, sonunda izleyici ve icracı ilişkisinden çoğun
ların insanı olanfiôneur yaşamı salt sokaktakilerin ilgisini çekmek
luğun azınlığa bağımlılığı olarak söz etmenin pek de doğru olmadı
üzerine kuruluydu, "göze batmak" için giyinirdi. Teklifsiz bir aris
ğını gösterir. Çoğunluğun zayıflığı, onları bir zamanlar kendilerine
tokrat değil, bir boşta gezerdi. Baudelaire, fiôneur'ü ideal bir orta
hizmet eden belli sınıf insanların kişilik özelliklerini araştırmaya
sınıf Parisli olarak görür. Poe, "Kalabalıkların Adanıı"nda onu ide
sevk etti.
al orta sınıf Londralı olarak ele alır. Aynı şekilde Walter Benjanıin
Başka bir ifadeyle, icracı izleyicileri kendisine bağımlı kılmadı; bağımlılık nosyonu, modern bir sanatçı kişiliği değil, dini bir şahsi yeti betimlemeye elverişli karizmatik güce ilişkin geleneksel bir
daha sonra ilginç olmanın nasıl bir şey olacağını düşleyen 19. yüz
yıl burjuvazisinin timsali olarak. ele alır onu."'
Bulvarlarda boy gösteren bu adanı, ilgi çekmeye çalışan bu var
nosyondan gelmektedir. Kişiliği kamusal alana zorla sokan güçler,
lık nasıl. etkili olacaktır, ötekiler ona nasıl tepki gösterecektir?
• Fr.: Sahneye koymak. (ç.n.)
E.T.A. Hoffmarın'ın kaleme aldığı "Kuzenin Köşe Penceresi" adlı
.
öyküde buna ait bir ipucu bulabiliriz. Kuzen felçlidir, köşede ki pencereden o büyük kent kalabalığının gelip geçişini seyrede r. İlgisini, ' çekmeyi başaran kalabalığa kanlmak için en küçük bir isteği yok- ; tur. Bir ziyaretçiye, bacaklarını kullanabilen insanlara "görme sana tının ilkelerini" öğretmek istediğini söyler. Ziyaret çi, kendisi de felçli olmadıkça ve hiç hareket etmeden dışarıdakileri izlemed ikçe . o kalabalığı asla anlayamayacağının farkına varır. ""
78
·
Fltineur işte bu şekilde değerlendirilmelidir. O yalnızca izlenir, onunla konuşulamaz. Onu anlayabilmek için felçli bir hasta gib( '"görme sanatı"nı öğrenmeniz gereklidir.
Dönemin pozitivist bilim çalışmalarında da, olgularla etkileşi me girmek yerine olguları gözlemeye dayalı aynı kural geçerliy di. . Araştırmacı kendi değerlerini çalışmasına kattığı zaman, "verileri ne seslendiği" zaman onu çarpınyordu. Psikolojide, konuşm a tera pisine ilk katılanlar, çalışmalarını kamuya, rahiplerin sunduğu te- · selliye zıt bir şey olarak açıkladılar: Rahipler gerçekte insanı dinle,:> m zler; sık sık kendi düşüncelerini dile getirerek söze kanşnkJani � ıçın günah çıkarmaya gelenlerin sorunlarını anlayamazlar. Öğü vermeye kalkmaksızın karşısındakini pasif olarak dinleye n psiko,. log ise hastanın sorunlarını daha iyi anlar, çünkü onların sözlü ifa;;'
İşte bu sessizlik ve değerlendirme fıkri psikolojik düzeyd e ilgi mizi çekiyor. Önceki yüzyılda dış görünüşleri kişiliklerin gösterge si olarak görmek ile günlük yaşamda suskun bir izleyici olmak ara sında çok yakın bir ilişki vardı. Bu ilişki ilk elde mantık sız görüne, bilir, çünkü kişinin dış görünüşünün onun benliğine ilişkin ciddi bir işaret olarak alınması onun yaşamına doğrudan müdaha le, hatta salc dırı demektir. Bir de günlük yaşamda mağazalarda geçen' tiyatro vari alım satım ilişkilerindeki değişimleri anımsayın: Orada da bir kişinin sessiz kalması ile bir tür yoğunlaşma eyleminin bileşimi söz konusuydu; benzer şekilde, tiyatroda, sokakta ya da politik bir top lantıda yeni kişilik kodları yepyeni konuşma kodlarını gerekli kılı-
yordu. Kamusal ifade, ancak kişinin kendisine birtakım kısıtlama lar getirmesiyle anlaşılabilirdi. Bu da eylemde buluna n azınlığa bo yun eğmek anlamına geliyordu; hatta daha fazlası. Sessizl ik disip lini bir arınma eylemiydi. Kişi, kendi beğenileri, geçmiş i ya da tep-
.
�
la uya '.'rru� ın edınmen bılgı olarak l mannksa pasiflik halde ;' ·nımak istiyordu. Şu
tam > ki gösterme arzusunu işin içine kanştırınaksızın
.
gereğiydi.
. . . Sokaktaki kalabalıktan iki kişi arasında tıpkı bır tıyatro seyırcıbir ilişki sinin toplumsal sınıfı ve sessizliği arasında olduğu gibi . · tara burıuvaz leri sessizlik içindeki alan vardı. İşçilerin kamusal '. '. nihayet ışçının kentli bile r fından durumlarından hoşnut olmasala ' 19. boyun eğdiğinin bir işareti olarak görülürdü. Bu görüş, ilk kez dev ve yüzyılda burjuvazi tarafından işçilerin konuşma özgürlüğü . aktaydı dayanm yoruma bir yapılan üzerine riıiı arasındaki . ilişki . ıırse, ada1et 2 79 ven ızın 1 erme ge.lme Yorum basitti. Işçilerin bir araya r ve sizlikleri tarnşırlar, planlar yaparlar, gizlice hazırlığa girişirle devrimci komplolar çevirirlerdi. Böylece, 1838 Fransasi'ndaki ya .
.
·
·
·
-
salar yürürlüğe girdi. Bu yasalar işçiler arasındaki karı:usal tartış ve maları yasaklıyordu; ayrıca küçük işçi gruplarını� hang�. kafede . sısaıan tur bır ıçın sı edılme rapor ' :ne zaman toplantı yaptıklarının •temi kurulmuştu.
. araya g�lıyor İŞçiler, mesai sorırasında kafelerde içmek için bir . larda ışçıler . !armış gibi davranarak kendilerini gizliyorlardı. 1840 kullanılma arasında boire un litre ("bir litre şarap içmek") deyimı lan bu söz duyuru ya başladı. Yüksek sesle ilan edilerek iş:'erene de . na gelıyor ler kafede kendilerinden geçene kadar ıçeceklerı anlamı şey yoktu; iç du Bu şekilde bir araya gelmelerinde korkulacak bir
'.
'.
ki onların seslerini keserd i.'" eki kı İngiltere'de J840'1arda işçilerin toplanma hakları üzerind orta sınıfta ay sıtlamalar henüz Fransa' daki düzeyde değildi, fakat olarak topları nı korloılar egemendi ve Londra' da polis gayri resmi 'te aynı şey Paris Oysa ordu. n hakkına yönelik sınırlamaları artnny olmasa da, gerek hiç resmen yapılıyordu. Bu yüzden, yasal olarak . aynı alkolızın Paris 'te olduğu gibi Londra'da da işçi sırufı içinde övgüsü, aynı topların kamuflajı geçerliydi. e çok sayıd� 19. yüzyılda Paris, Londra ve öteki büyük kentl�r ıle sahtesı 1iklik işçinin içkiye sığındığı yadsınamaz. Gerçek � Londralıların arasındaki sınır ne olursa olsun, orta sınıf Parıslı ıle rdukları bağ toplumsal istikrar, sessizlik ve proletarya arasında ku. ır. önemlıd aj kamufl bir böyle ları göstermesi bakımından .. sal dutoplum kçe dönüştü Kafeler işçilerin söyleştikleri yerlere
'.'11<
�
zeni tehdit ediyordu; aynı kafeler alkolizmin söyleşiyi yok ettiği
Bu durum büyük Londra kulüpleriyle sınırlı değildi. Öteki ku
yerler ollınca da toplumsal düzenin muhafazasına hizmet ediyordu.
lüplerde de sessizlik bir haktı. Fakat bu son derece farklı, Lond
Alt sınıfların devam ettikleri pubların saygın kesimler tarafından
ra'ya özgü bir olguydu; taşradan gelenler Londra kulüplerinin ses
kınanmasına biraz önyargılı bakmak gerek. Bu kınamaların içten
sizliğinden ürktüklerini söylüyorlardı. Batlı, Manchester, hatta
olduğu kuşku götürmez olsa da çoğu kafe-barların kapatılma nede
Glasgow'daki cümbüşle "White'ın yerindeki ölüm sessizliği" ara
ni içmenin çığrından çıkması değil, buralardaki kalabalığın ayık,
sında sık sık karşılaştırmalar yapıyorlardı.'"
öfkeli ve konuşan kişiler olınasıydı.
Büyük şehir kulüplerindeki neden sessizdi? Basit bir açıklaması
Alkol ve kamusal pasiflik arasındaki ilişki bir adım daha ileriye
var: L
gitti. Brian Harrison'ın çalışmaları sayesinde 19. yüzyıl Londra
için kulüplerine gidiyorlardı. Bu büyük ölçüde doğru olabilir, fakat
sı'nda dışarıya içki satan dükkfuılar ve içki içilebilen barların yer-
.k.endi sorusunu doğurur: "Rahatlamak" niçin öteki insanlarla ko
280 !erini belirleyen haritalar çizilebiliyordu. İşçi sınıfının yaşadığı böl
gelerde çok sayıda pub vardı, fakat dışarıya içki satan yerler son de
rece azdı. Yukarı sınıfların yaşadıkları bölgelerde ise az sayıda pub, çok sayıda içki satış yeri vardı. Ofis çalışanlarının yayıldığı geniş
nuşmayı kesmek anlamına geliyordu? Ne de olsa baylar sokakta .i
·
rastladıkları yabancılarla pek de çene çalıyor sayılınazlardı. Ger çekten de, eğer metropol popüler mitolojinin gösterdiği gibi kişidı
şı, kör bir canavar olsaydı, sokaklardaki kişidışılıktan kaçabilmenin
alanda, kıyı boyunca yeni publar çoğalıyordu ve daha çok öğle ye
tek yolunun durup dinlenmeden konuşabileceğiniz bir yer bulmak
meklerinde iş yapıyorlardı. Pub ve içkinin öğle yemeği sırasında
olduğunu düşünürdünüz.
sayılıyordu. Oysa evden uzaklaşmak anlamında pub tersine, alçal
rini proleterlere ait yerler olmayan Paris kafeleri ile karşılaştırmak
sağladığı rahatlama saygın bir durumdu; işten bir anlık uzaklaşma tıcıydı. Harrison'ın aktardığına göre, 1830'larda,
Bu bilmecenin anlamını bulabilınek açısından, Londra kulüple ta yarar vardır. Doğallıkla, karşılaştırma tam yerinde olınayacaktır.
Londralı işadamları, artık evlerinde içiyordu; kamu.sal mckfinlarda değil de özel mckfı.nlarda içmek saygınlığın göstergesi olmuştu. ııı
Gürültülü ve cümbüşlü yerler olan pubları dışlayabilmek, yörenin saygınlığının ölçütü olmuştu. Bu dışlama üzerine 19. yüzyıl Paris'i hakkında Londra'ya göre çok daha az şey bilinmesine karşın "ta vernalar"· ya da daha kötüsü, şarap satılan yerlerin altındaki yerel "mahzenler" kentin yeniden inşasında Haussmarın'ın boy hedefle- . rinden biriydi. Onları ortadan kaldırmak değil, burjuva bölgelerinin dışına atmak istiyordu. Sükfinet düzen demekti, çünkü sükilnet top lumsal etkileşimin yokluğuydu. Sükfinet, burjuva kesim içinde de benzer bir anlam taşıyordu. Örneğin, Johnson zamanından başlayarak İngiliz kulüplerindeki değişimleri ele alalım. 19. yüzyıl ortalarında insanlar kulüplere hiç kimse tar�fından rahatsız edilmeden, sessizce otıırmak için gidiyor lardı. İsteflerse, tıklım tıklım dolu bir odada tam anlamıyla yalnız kalabilirlerdi 19. yüzyıl kulüplerinde sükfinet bir hak olınuştu.'23
Kafeler ödeme yapan herkese hizmet veriyordu; kulüpler ise seçkin bir kesimin hizmetindeydi. Yine de karşılaştırmakta yarar var, çün kü hem kafeler hem de· kulüpler benzer sessizlik kuralları çerçeve sinde işlemeye başladılar. Bu kurala göre sessizlik sosyalliğe karşı kamusal bir savunma hakkıydı. 19. yüzyıl ortalarından itibaren çeşitli bölgelerdeki kafeler so kaklara da yayılmaya başladılar. Cafe Procope, 18. yüzyılda olağa nüstü durumlar olmadıkça dışarıya masa ve sandalye koymazdı; ör neğin bu, ancak Comedie Française'deki önemli bir gecenin ardın
dan olabilirdi. 1860'larda grands boulevards'ın Baron Haussmarın
tarafından inşasının ardından kafelerin sokaklara taşan mekanların
da gözle görülür bir artış görüldü. Grands boulevards sokak kafele
rinin orta ve yukarı sınıflardan çeşitli müşterileri vardı. Vasıfsız ya
da yarı vasıflı işçiler bu kafelere uğramazdı. Grands boulevards'ın inşaatı bittikten sonraki yıllarda çok sayıda insan ilkbahar, yaz, son baharda kapı önünde, açık havada oturur, kış mevsiminde de cam bölmelerin ardında sokağı seyrederdi. , Kafe yaşamının bulvarlar dışında yoğunlaştığı iki merkez vardı.
Bunlardan birisi Garnier'nin yeni opera binas ının çevresiydi. Bura . da Grand Cafö, Care de la Paix, Cafe Angla is ve Cafe de Paris yan . yana bulunuyordu. Oteki merkez ise Latin Quarter idi. En ünlüleri Cafü Voltaire, Soleil d'Or ve François Prem ier idi. Bulvar' da, Ope ra ve Latin Quarter Cafe" yi ayakta tutan, turistler ya da kibar fahi şelere takılan zarif kişilerden çok, oranın müdavimleriydi. Bu müş teriler kafeleri hem kamu içinde bulunabilm ek, hem de istedikleri zaman yalnız kalabilmek için kullanıyorla rdı."' Degas'nın "Apsent İçen Kadın" adlı tablos unda bir Left Bank kafesinde yalnız başına oturan, gözlerini içkisine dikmiş bir kadın il. görürüz. Kadın saygın bir kişidir belki, fakat o kadardır; çevresin deki tüm insanlardan yalıtılmıştır. Leroy-Beau lieu, Question Ouvri ere au X/X Siec/e adlı yapıtında orta sınıfı kaste derek, boş vakit lerini Paris'te geçiren burjuvaları sorguluyor du: "Bulvarlanınızda ki apsent içenlerle ve aylaklarla dolup taşan dizi dizi kafeler ne işe yarıyor?" Zola'nın Nana'sında "canlı sokağ ı izleyen büyük sessiz yığınları" okuruz. Atget 'in çektiği St. Mich el Bulvan'ndaki Select Latin kafesini gösteren fotoğraflara bakar ız ve bir masaya ya da ayrı ayrı masalara tek başına oturmuş dışarı yı seyreden kişiler gö rürüz. Basit bir değişim gibi görünüyor. İlk kez çok sayıda insan ka fede bir araya gelmiş, dinleniyor, içiyor ya da bir şey okuyordu ve ne yazık ki görünmeyen duvarlarla birbir lerinden ayrılmışlardı. "'' 1 750'de, Parisliler ve Londralılar ailele rini özel yaşam alanları olarak görüyorlardı. Büyük dünyaya ait davranışlar, konuşma ve gi yım tarzı ev ortamında.ki mahremiyete uygun düşmemeye başla mıştı. 125 yıl sonra, büyük dünya ile evin bu kopuşu teoride tartış masız bir doğru halini almıştı. Fakat bu tarihsel klişe de pek doğru görünmüyor. Sessizlik yalıtılmayı doğu ruyor diye kamusal/özel ayırımı bir karşıtlar çifti şeklinde ele alınamazdı. Salt özel bir tek kişiyi gözlemeyen sessiz izleyici şimdi yalııız kalma hakkını kulla nıp gizlenerek kendi düşüncelerinin ve düşler inin içinde yitip gide bilirdi. Sosyallik bakımından kötürümleşmiş bu izleyicinin bilinci boşlukta yüzüyor, mahremiyeti yaşamak için aile ortamından kafe lere ve kulüplere kaçıyordu. Sessizlik bu nedenle kamusal ve özel imgelerin üzerinde yer aldı. Sessizlik, hem başkalarından yalıtılma yı hem de görülebilirliği olanaklı kıldı. Burad a, daha önce görmüş olduğumuz gibi, mantıksal sonucu mode rn gökdelenlere çıkan bir ·
fikir doğmaktadır.
Bu kamusal mahremiyete kaçış hakkından erkeklerle kadınlar eşit oranda yararlanmadılar. !890'lara gelindiğinde bile, bir kadın Paris 'te bir kafeye ya da Londra' da saygın bir lokantaya, yorumla
manız kalmadan tek başına gidemezdi, daha kapıdayken redde dilmesi de olasıydı. Sözüm ona korunmaya muhtaç bir kadın olma sı nedeniyle kabul görmüyordu. O yıllarda bir işçinin yolda bir be
��
yefendiye saat ya da yol sorması sorun değildi, fakat yakl�ş ı ı ki . _ si orta sınıftan bir kadınsa, davranışı bir rezalet olarak gorulurdu. ir başka deyişle "yalnız kalabalık" bir tür özelleştirilmiş özgürlük . zx.,, alanıydı ve ister tahakküm isterse daha çok ı"h tıyaç duyma1arı n:deniyle olsun, erkeklerin bu alana kaçma eğilimleri daha yüksektı.
B
•
�
ı 9. yüzyılın dış görünüşleri anlamaya ilişkin kuralları, Rousse
au'nun 'sehir analizinde kullandığı kuralları aşmıştı. Rousseau koz mopolit kamuyu gözünde ancak şehirdeki her bireyi bir aktör ola rak betimleyerek canlandırabiliyordu; onun Paris'inde herkes ün ne.<
kesin rolünü buna değecek olanların tümü için abartarak oynadığı sapkın bir opera düşlüyordu. 19. yüzyıl başkentlerinde uy·gun teat ral biçim monolog idi. Rousseau, maskelerin birer yüz h ıne gele
�
ceği, dış görünüşlerin de karakterlerin göstergesı olacagı bır top lumsal yaşam umuyordu. Bir anlamda umutlan gerçekl�ştı; 19. _ yüzyılda maskeler yüze dönüştü, fakat sonuç toplumsal etkıleşımın zayıflamasıydı.
· .
1890'larda Paris'te ve Londra'da yeni kurallara mükemmel bır somutluk kazandıran bir toplumsal eğlence biçimi gelişti. Kitlesel kamusal ziyafetler kentte yaygınlaşmaya başladı. Yüzlerce hatta .
binlerce insan bir araya toplanıyor ve çoğu da birkaç kişi dışında kimseyi tanımıyordu. Genellikle iki üç kişi konuşma yapar, kendi lerinin ya da başkalarının kitaplarından bir şeyler okur, olmazsa ka _ ı labalığı eğlendirirlerdi. Ardından tabldot yemek servısı yapılırd_ etkı karşılıklı ı başlattığ Bu ziyafetler, iki asır önce kahvehanelerin leşim yolu olan konuşmayı sona erdirdi; özgür, rahat, fakat ınceden
inceye düşünülmüş konuşmayı. Kitlesel ziyafetler kamusal alana _ kişisel deneyimin önemli bir alanı olarak sarılan bır toplumun sım gesiydi. Ancak toplumsal ilişkiler bakımından bu, toplumun anla mını yitirmesine neden oldu.
121
Tüm bu nedenlerle 19. yüzyıl sonunda, izleyiciye ilişkin temel terimler değişmişti. Sessizlik sanatta bağımlılığın, toplum içinde ise bağımsızlı)c-olarak-yalıtılmanın aracıydı. Kamusal l..iiltürün tüm
x
Ko lektif kişilik
mantığı çatırdamıştı. Salıne ve sokak ilişkisi tersyüz edilmişti. Sa natta var olan düşsellik ve yaratıcılık kaynakları artık günlük yaşa mı beslemeye elverişli değildi.
Kamusal yaşam tarihinde bu kadar yol aldıktan sonra 1 9 . yüzyılın günümüz sorunlarına nasıl temel hazırladığını sormak yararlı olabi
lir. Günümüzde kişidışı yaşantı anlamsız ve toplumsal karmaşıklık da baş edilemez bir tehdit gibi görünüyor. Benliğe ilişkin bir şeyler
anlatan, benliği tanımlamaya, geliştirmeye ya da değiştirmeye yar dımcı olan deneyim ise tersine, vazgeçilmez bir ilgi alanı haline gelmektedir. Malırem bir toplumda, yapısal olarak ne denli kişidışı olursa olsun, tüm toplumsal fenomenler bir anlam kazanabilmek için kişilik sorunlarına dönüştürülür. Politik çatışmalar politik kişi likler oyunuyla, liderlik de başarıya göre değil "inandıncılık"la yo rumlanır. Kişinin ait olduğu "sıruf', sistematik bir toplumsal belir lenimden çok, kişisel güdü ve yetenek ürünü olarak görülür. Kar-
maşa ile yüz yüze kalan insanlar karmaşanın ortasında daha içsel, / daha özlü bir ilkeye ulaşırlar; çünkü toplumsal gerçeklerin kişiliğin simgelerine dönüştürülmesi ancak karmaşık olumsallık ve zorunlu� , , luk nüanslarının sahneden silinmesi durumunda başarılı olur. 19. yüzyılda kişiliğin kamusal alana girmesi bu mahrem toplu ma zemin hazırladı. Bunu, toplumsal etkileşimin kişiliklerin açığa . vurulmasına yol açtığına insanları inandırarak gerçekleştirdi. Bunu kişiliğin algılanışını öyle bir şekilde biçimlendirerek yaptı ki, kişi liğin içeriği asla billurlaşmadı ve böylece insanları kendilerinin ve ötekilerin, "gerçekten" nasıl olduğu konusunda ipuçları elde etmek Rlı için takıntılı ve sonsuz bir arayışa itti. Yüzyıllık dönem boyunca, toplumsal bağlar ve yükümlülükler "Ben ne hissediyorum?" sorusu karşısında geriye çekilmiştir. Gerçekten de, kişiliğin geliştirilmesi görevi toplumsal eyleme yönelik görevlere aykırı hale gelmiştir. Bir önceki yüzyıl ile çağımız arasındaki fark, önceki yüzyılda . kişiliğin belirli görevlerinin, her şeyden önce kendiliğinden duygu ların -bu duygular aktif bir toplumsal katılım süreciyle oluşmanuş · da olsa- uyanmasının yalnızca kişidışı bir alanda ortaya çıktığına inanılmasıydı. Kamusal alana duyulan inancın korunması aileden ve aileye ilişkin kurallardan kaçmaya yönelik güçlü bir arzuyla ba ğıntılıydı. Kişidışılığa bu sığınmayı günümüzde kınayabiliriz; çün kü erkekler bunu yapabilmekte kadınlara göre dalıa fazla özgürdü. Fakat kamusal olanın kendisi zihinlerimizden ve davranışlarımız dan silinince aile de giderek daha çok ilgi ve çaba gerektirir oldu. Aile, duygusal anlamda "gerçek" ilişkilerin neye benzediğini ta rumlayabilmemizi sağlayan biricik modelimizdir. Aramızdan çok zengin olanları bunun dışında sayarsak, aileden başka bildiğinıiz hiçbir kozmopolit alternatif yoktur. Bu yüzden, önceki yüzyılda mümkün olan "dikizleme" şeklindeki aileden kaçış bütünüyle red dedilmemelidir; en azından bu kaçışı başaranlar oldu. Mahrem toplum iki ilke temelinde kuruluyor. İlkini narsisizm olarak tanımlamıştım. Ötekini de bu bölümde yıkıcı gemeinschafı' adı altında tanımlayacağım. Ne yazık ki, bu toplumbilirn barbarlı ğının yararlı, anrn çevrilemez bir anlamı var. Bir önceki yüzyılda ·
� .Gemeinschaft: Alm. Modern toplum karşıtı geleneksel, organik insan toplulukları ıçın kullanılır. Community'ye cemaat dediğimizden bir karışıklık yaratmaktan kaçınmak için sözcüğü olduğu gibi bırakıyoruz. (ç.n.)
kişiliğin kamusal yaşama girmesi her iki ilkenin de yolunu açtı. Anımsanacağı gibi, narsisizm. benliğin tatmini arayışıdır, fakat bu arayış aynı zamanda da bu tatminin oluşumunu engeller. Bu psi şik durum kültürel bir koşul tarafından yaratılmaz; her insanın ken di karakteriyle ilintili bir olasılıktır. Kültürel gelişmeler de narsis.iz mi körükleyebilir ve narsisizmin ifadesi her çağda değişebilir. Oy le ki, bazı ortamlarda usandırıcı, bazılarında da dokunaklı ya da hep birlikte çekilen bir ıstırap şeklinde görülıiıüştür. Narsisizm, psişenin beklentiye sokulan asli bir parçasına bağım lıdır. Bu, "aydınlanmış özçıkar" [enlightened self-interest] ya da , , teknik anlamda "ikincil ego işlevi" [secondary ego function] adıy- -87 la anılır. Kendi zihninde, neyi istediğine ya da istemediğine ve neyin kendi çıkarlarına hizmet edip etmeyeceğine ilişkin bir görüş ge liştiren kişi, gerçekliği de belli bir şekilde sınayacaktır. Yani kendi sinin gerçekliğe uygunluğundan çok gerçekliğin içinde kendisi için ne bulunduğuna bakacaktır. Ekonomi jargonundaki "aydınlanmış" sözcüğü bunu psikanalitik jargondan daha açık bir şekilde vermek tedir. Belirli bir gerçeklik, bir vadık durumunu özetleme, o durum daki kişinin bir ifadesi olarak yeterli olma yüküyle "aydınlanmıştır". Bu şekilde bir kez "aydınlanınca", kişinin kendisini somut ve ' · sınırlı ilişkiler aracılığıyla simgelemesinde olduğu gibi, .bu gerçeklik sistematik olarak eksik bulunınayacaktır. Aydınlanmış özçıkar herhangi bir duruma ışık tutabilmeyi, onu doğru ve yanlış yüzüyle görebilmeyi ve sınırları belirlendiğinde sunabileceği gerçek hazları keşfetmeyi de beraberinde getirir. Ego işlevinin en iyi tanımının bu radan türetilebileceğini düşünmüşümdür hep: Bu, arzulamasını değil elde etmesini öğrenmektir. Mülkiyetçilik ve buyurganlık gibi görünüyorsa da, nasıl elde edeceklerini öğrenmiş olanlar, odaksız arzuların narsisizmine saplanmış olanlardan daha alçakgönüllüdürler. Şu halde, narsisizmi körükleyen bir kültürün, insanları istedikle rini elde etmekten vazgeçirmesi gerekir; kendi özçıkarlarını kavra maktan insanları uzaklaştırması, yeni bir deneyimi yargılama yete neğini köreltmesi ve bu deneyimin her anının mutlak olduğu düşün cesini uyandırması gerekir. Önceki yüzyılda kişiliğin kamusal ala na girmesi yargılardaki bu sapmi'yı başlatmıştır. Bir önceki bölümde kamusal alan içinde sanatçının kişiliğinin
288
bir "metin" sorunu ile nasıl ilişkilendirildiğini görmüştük. ·Sanatçı dikkatini aktarılan metnin dışına vermişti. Şimdi de, bir politikacı nın ne zaman, nasıl kamusal bir kişilik olduğunu; dikkatleri bir "metin"den uzaklaştırdıkça nasıl kendi üstüne çektiğini göreceğiz. Metin, dinleyicilerinin ilgi ve gereksinimlerinin toplamıdır. Kamu: sal alanda bir politikacının kişi olarak güven yaratabilmesi ölçüsün de, inanan kişiler kendi anlamlarını yitireceklerdir. Bir sanat kamu su bağlamında geçerli haliyle yargıların pasiflik ve özkuşku yoluy la nasıl askıya alındığını daha önce görmüştük. Dinleyicileri sanat çıyı yargılamayı değil onunla birlikte heyecan duymayı, onu yaşamayı ister. Aynı şey politik "kişilik" için de geçerlidir. Onun dinle yicileri de kendilerini kaybederler. Onun kendileri için neler yapa bileceğinden çok kim olduğu üzerinde odaklanırlar. Bu oluşumu, grubun ego çıkarlarının askıya alınması olarak adlandıracağım. Pek zarif bir deyim olmamakla birlikte kullanışlı bir ekonomik ve psi kanalitik bileşimdir. Bu süreç, 19. yüzyıl başkentlerinin politik ya şamında belirginleşmeye başlamıştı. Günümüz mahrem toplumunun ikinci özelliği cemaate yaptığı güçlü vurgudur. Bildik tanımına göre bir cemaat bir mahalle, harita üzerinde bir yerdir. Bu tanımlama, 19. yüzyılda şehrin farklı yerle rinde bulunan insanların farklı yaşamlar sürmeleriyle, şehrin atomi ze olması yüzünden şimdi genel olarak benimsenen bir anlam içe riyor. Ancak, bu bildik tanım aşırı dar bir yaklaşımıdır da. İnsanlar bir arada yaşamalarından kaynaklanmayan türden çok çeşitli cema at yaşarriları sürebilirler. Sosyolog Ferdinand Tönnies, gemeinschaft ile gesellschaft kav- . ramlarıni karşılaştırarak cemaatin coğrafya dışı anlamını betimle meye ça"lıştı. Gemeinschaft başkalarıyla dolaysız ve açık duygusal ilişkilerin yaşandığı cemaattir. Tönnies cemaat düşüncesini ge sellsclıaft'ın (toplumun) karşısına koyarken, aynı zaman diliminde var olabilen iki farklı yaşamsal durumu betimlemeyi değil, tarihsel bir zıtlık yaratınayi hedefliyordu. Gemeinschafı, ona göre, geç dö nem Ortaçağ'da, kapitalizm ve kentleşme öncesi dünyada ya da ge len�ksel toplumlarda var olmuştu. Öteki insanlarla doğrudan ve · açık duygusal ilişkileri kapsayan gemeinschafı ancak hiyerarşik toplumlarda olanaklıdır. Gesellschafı ilişkileri ise tersine, sabit sta tülerden çok istikrarsız sınıfların ve işbölümünün olduğu modem
topluma uygundur. Burada insanlar işbölümü ilkesini duygularına uygularlar, böylelikle öteki insanlarla her karşılaşmaları kendilerini ancak kısmen verebilecekleri bir olay olur. Tönnies gemeinschafı'm ortadan kalkmasından üzüntü duymakla beraber onun yeniden do ğabileceğine de ancak "sosyal bir Romantiğin" inanabileceğini dü şünüyordu. Biz şimdi Tönnies'in bahsettiği "sosyal Romantikler" olduk. Ki şinin başkaları karşısında kendisini açığa vurmasının, bu açığa vur manın toplumsal şartları ne olursa olsun, kendi içinde ahlaki bir iyi· olduğuna inanırız. Kitabımızın başında anlatılan mülakatçıları anımsayın. Muhataplarının açığa vurduğu her yeni şey karşısında' kendileri de yeni şeyler açıklamazlarsa onlarla insani ve otantik bir ilişki kuramayacaklarına inanıyorlardı. Yoksa karşılarındaki insan-1 !ara bir "nesne" gibi davranmış olurlardı ki, nesneleştirme kötü bir1 şeydi. Buradaki cemaat düşüncesi, kişilerin kendilerini ötekilere· açığa vurdukları zaman onları birbirine bağlayan bir dokunun olu şacağı inancından kaynaklanır. Aralarında psikolojik bir açıklık ol mazsa, toplumsal bir bağ da olamaz. Cemaate ilişkin bu gözlem, gizlenme ediminin, maskelerin, insanların ortak yanını oluşturduğu 18. yüzyıldaki "sosyal" [sociable] cemaatin tam karşıtıydı. Hangi türden olursa olsun bir cemaat bir dizi töre, davranış ve öteki insanlara karşı takınılan tavırla sınırlandırılamaz. Cemaat ay nı zamanda kolektif bir kimliktir; "kim olduğumuzu" dile getirme biçimidir. Fakat sorunu bu noktada bırakırsak, mahalleden ulusa kadar belli bir grup içindeki insanlar kendilerini bir bütün olarak gördükleri sürece, her toplumsal gruplaşmanın cemaat olarak gö rülmesi gerekir. Sorun, bu kolektif kimlik görüntülerinin nasıl oluş turulduğu ve "Biz kimiz?" sorusuna bir yanıt vermek için insanla rın hangi araçları kullandığıdır. Cemaat kimliği, en basit şekilde, savaş ya da doğal felaket gibi nedenlerle bir grubun yaşamının tehdit edilmesi durumun.da oluşur. Bu tehdit karşısında insanlar kolektif eylem içine girerken kendile rini birbirlerine yakın hissettikleri gibi, onları sıkı sıkıya bağlaya cak imgeler ararlar. Kolektif özimgeyi besleyen kolektif eylem: Bu ittifak, Eski Yunan politik düşüncesindeki ideallerden 1 8. yüzyılın kahvehane ve tiyatrolarındaki konuşmalara kadar uzanır. Karşılıklı konuşmalar insanlara bir araya gelerek bir "kamu" oluşturdukları
hissini verir. Genelde güçlü bir kamusal yaşamı olan bir toplumda
Son yüzyıl içinde, kolektif kişilik cemaatleri oluştukça, ortak imgeler ortak eylem için caydırıcı güç olmaya başladı. Kişiliğin kendisi anti sosyal bir içerik kazandığında, kolektif kişilik de top
ki "cemaat duygusu" ortak eylemin yarattığı bu birlikten ve payla şılan bir kolektif benlik duygusundan doğar. Fakat kamusal yaşamın silindiği dönemlerde ortak eylem ve ko lektif kimlik arasındaki ilişki de sona erer. Sokakta birbirleriyle ko
nuşmayanlar, grup olarak kim olduklarını bilebilirler mi? O zaman kendilerini bir grup olarak görmeyeceklerini söyleyeceksiniz; oysa
�
geçen yüzyılın kamusal yaşam koşulları, en azından modem za-. manlarda bunun böyle olmadığını göstermektedir. Kafelerde tek başına oturan sessiz insanlar, bulvarlardan kurula kurula geçerken hiç kimseyle konuşmayan flaneur'ler özel bir ortamda olduklarını
ve o ortamdaki diğer insanların kendileriyle bir şeyler paylaştıkla rını düşünmeye devam ediyorlardı. Artık ne giysiler ne de konuş malar işe yaradığından, bir kolektiflik olarak kim olduklarının res
mini çizerken yararlanmak zorunda oldukları araçlar fantezi ve yansıtma [projection] idi. Toplumsal yaşamı kişilik durumları ve ki,
şisel simgelerle düşündükleri için, yapmaya başladıkları şey kamu.- .. sal alan içinde ancak fantezi edimleriyle yaratılabilecek ve yaşatı,. :·
labilecek ortak bir kişilik duygusu yaratmaktı. Kişilik sembolleri- ; nin gerçekte son derece istikrarsız olınaları ve kişiliği dış görünüş:'
ten okuma ediminin güçlükleri göz önünde tutulursa, kolektif bir grubun kişiliğini kucaklamak için kişilik terimlerinin genişletilme
sinin ancak fantezi ve yansıtma yoluyla mümkün olması anlam ka,
zanır.
İşte bizim inceleyeceğimiz cemaat budur: Kolektif bir kişiliği, ortak fanteziler tarafından üretilen kolektif bir kişiliği olan bir ce,
maat. Bu, şehirde yerel yaşam anlamına gelen günlük dildeki cema at kavramından çok uzaktır; ama öyleyse bu günlük dildeki tanım da bizzat cemaat olgusunun derinliğini ve ciddiyetini kavramaktan
·
lum içinde grup eylemine dönüşmesi güç, hatta bizzat ona düşman bir grup kimliği haline geldi. Cemaat, kolektif eyleme değil de ko lektif varlığa ilişkin bir fenomen haline geldi; bir istisna dışında.
'.
Grubun yürütebileceği tek etkinlik arınma, başkalarına ' be�z_eı:'.� yenlerin" reddedilıneleri ve cezalandınlmalarıdır. Kolektif kişılıgın lmasında kullanılabilecek simgesel malzemelerın ıstıkrar olusturu ' Bu, sız olınaları nedeniyle, cemaatçe arınma sonsuza kadar sürer. . 29 1 . evnmcı-· k" d gerçe ülkelerine sadık Amenkalılar, otantik Aryan1ar, "
.
ise !er arayışıdır, Kolektif kişiliğin mantığı tasfiyedir; düşmanları açık her tür ittifak eylemi, işbirliği ya da Birleşik Cephe'dir. Daha Hiş l duygusa açık ve dolaysız dile getirirsek, günümüzde insanlar ya ını bırbırler kiler arayışına girdiklerinde, yapabildikleri tek şey ortaralamaktır. Bu, kişiliğin toplum içinde kendini göstermesıyle ur. sonucud sal mantık ft'ın scha ya çıkan yıkıcı gemein
Gerek ego çıkarlarının askıya alınması gerekse kolektif kişilik ta fantezileri, retoriği işin içine sokmaları yüzünden politik ağırlık bu z şıdıklarından, mahrem bir toplumun tohumları diyebileceği
�
ınceleunsurların her birini belirli olaylar ve kişiler çerçevesınde . ta kişilik bir l kamusa ının çıkarlar mek istiyorum. Bir gruba ait ego Pa rafından askıya alınışı, ilk ortaya çıkan örneklerinden birinde, durum ki ris'te 1848 devriminin başlangıcında incelendi. Buradiı ılaştı ile:.karş eseri rahibin bir i devrinıc i Rönesans F!oransa'sındak Dava s Dreyfu olarak, ilkesel rıldı. Kolektif kişiliğin oluşumu, etııinde sı'nda, özellikle Zola'nın "Suçluyorum" (J'Accusef) adlı'·m ki cemaat dilinin analiziyle incelendi.
çok uzaktır. Dahası, ortak bir kişilik olarak cemaat duygusunun da ha önce tartıştığımız grup egosu çıkarlarıyla nasıl bir bağı olduğu nu görmeye çalışacağız. Yansıtılan kolektif kişilik ve grup çıkarının
yitmesi fenomenleri arasında dolaysız bir ilişki vardır: Fantezileşti rilmiş ortak bir kişilik bir grup yaşanıına ne denli egemen olursa, o
grup kendi kolektif çıkarlarını o ölçüde daha az geliştirebilir. Bu ka ba neden sonuç ilişkisi geçen yüzyılda en ciddi ve en açık şekilde sıpıf savaşı politikalarında biçimlendi.
A. 1 8 4 8 : SINIFA KARŞI BİREYS EL K İ Ş İLİÔİN ZAFERİ
�
ge Orkestra şefinin doğuşu yeni bir politika biçinıine paralel olar ek olabılın hll.kim işçilere an ayaklan a listi. Yoğun gerilim anlarınd ı kodların kişilik içinde alan i n burjuvazi kimi zamanlar kamusal ıyaratab kullandı. Bunu, yeni bir aracıyla yaptı; bu aracı heyecan
�
len, inandırıcı bir kamusal icracı ve sanat alanında burjuva izleyici
.
1830 Devrimi genellikle bir "burjuva devrimi" diye adlandırılır.
nin doğallıkla kendisi üzerinde kurduğu sessizlik disiplinini emek
Eğer kastedilen Paris sokaklarındaki yığınları burjuvazinin oluştur
çi sınıf izleyicisi üzerinde de kurabilen bir otorite olan politikacıy
duğu ya da Restorasyon hükümetine karşı anayasal mücadele yürü
dı. Sonuç, işçilerin kendi taleplerini geçici olarak fakat çoğunlukla ölümcül bir biçimde askıya almalarıydı.
ten temsilcilerin burjuvalar oldukları ise, bu ifade yanıltıcı olacak
tır. Bu, orta sınıftan gazeteciler ve politikacıların öncülük ettiği, ar
Burjuva politikacıdan işçiler üzerinde egemenlik kuran bir icra
kalarından da her biri kendi derdini taşıyarak gelen Paris sokakla
cı olarak söz etmek rahatsız edici bir sorunu gündeme getirecektir.
rındaki kol emekçilerinin devrimiydi. Kitle rengarenkti; aralarında
Politikacıların kamunun bilinçli manipülatörleri ya da kendi güçle
bulunmayanlar yalnızca aşırı zenginler ve aşırı yoksullardı. Gelge
riyle neler yapabileceklerinin farkında olan insanlar olarak görül
lelim, "burjuva devrimi" terimi, bir an için, çeşitlilik içeren bu top
meleri genellikle oldukça kolaydır. Bu şekilde görülürlerse, 19.
292 yüzyılda sınıf savaşımının tablosu burjuva zalimler ve işçi sınıfının
ayartılmış meleklerinden oluşacaktır. Fakat geçen yüzyılın o büyük
ve gerçek sınıfsal tahakküm dramı tam da burjuvazinin üzerlerinde
luluğun bir araya gelmesine irnkiln veren belli bir "halk" anlayışını
göstermekte kullanılırsa doğru olur. '"' De!acroix'nın
"Halka Öncülük Eden Özgürlük" adlı 1 8 3 1 tarih
li tablosu, "halk" denilen topluluğun en ünlü tasviridir. Barikatların
egemenlik kurarak ezdiği sınıflara bilme yöntemlerini acımasızca
ardından, cesetlerin üzerinden atlayarak gelen üç kişi görülmekte
dayatmasından ibaretti. Devrimci gerginlik dönemlerinde bu kural
dir; tam ortada bir elinde bayrak, öteki elinde de silah olan, arkasın
lar etkili bir pasiflik yaratmakla birlikte, bu kuralları dayatanlar
dan gelenlere işaret eden klasik pozda bir kadın alegorik bir "özgür
kendi zenginliklerine yolu açan sermaye dolaşımını ne denli anlı
lüğü" simgeler. ''Halk" en belirgin şekilde solda, silindir şapkalı, si
yorlar ve değerlendirebiliyorlarsa ya da aslında fiziksel dış görü
yah paltolu bir beyefendi, sağ tarafta da elinde iki silah olan, göm
nüşleriyle kendi kimliklerini ele verme korkularının bütün bir top
leği bağrına kadar açık genç bir işçi olarak durmaktadır. "Halk",
lumsal psikolojinin bir parçasını oluşturduğunu ne denli anlıyorlar
böylelikle, soyut, alegorik bir özgürlüğün yönlendirdiği iki ayn ki
sa, bu olguyu da o kadar anlayabiliyorlardı.
şilik ile temsil edilmiş oluyor. Bu, Wilkes dönemindeki sorunun;
Şubat-Haziran 1848 Devrimi bir arada ortaya çıkan iki yeni et kenin altıiıı çizer. 1848, 19. yüzyılın kültürel ve sınıfsal koşulları nın kesiştiği andı. Burjuva kamusal kodları olan etlıoloji, sessizlik ve yalıtıınlhnın, insanların devrime ilişkin deneyimlerini etkileyebi lecek düzeyde olgunlaştığı ilk andır. Yanı sıra bu ayaklanmayı ya şayanların sınıf ve sınıf çelişkileri sorunlarının bilincinde oldukları ilk devrimdi. Bir göilemci eğer isterse, herhangi bir devrim ya da toplumsal bir harekette bir rol oynayan sınıf çıkarlarını ayırt edebilir. Doğaldır ki, aktörlerin kendi sınıf çıkarlarından kendiliklerinden, açıkça söz et meleri ayn bir konudur. Sınıf bilincinin oluşmasının öyküsü, Fran
sa' da daha önceki, sınıf kavranıının farkında olmaksızın yine de sınıf
güdüsüyle eyleme geçenlerin yer aldığı 1830 Devrimi'nden 1848'e ulaşır. Kapitalist endüstriyel üretim, 1 848 'den önceki 18 yıl içinde serpilmeye başlamıştı. 1848'de savaşanlar için bariz olan belirli so runların varlığından 1 830' da savaşanların bihaber olması doğaldı.
yani özgürlüğün insani temsilinin, birleşik bir "halk" mitine göre çözümüydü. Ancak, bu, yaşamını sürdüremeyen bir "halk" mitiydi.
T. J. Clark, Mutlak Burjuva adlı mükemmel kitabında bu tablonun incelemesini aşağıdaki sözleriyle sonuçlandırır:
Burjuva devrimi miline ilişkin sorun da buydu. Mitsel terimler, yani bur juvazinin kendi kendisine anlattığı hikaye kendi çözümsüzlüğünü gösteri yordu..... Yeni devrim gerçekten destansı ve evrensel olsaydı, insanın yeni bir tanımını yapsaydı, halk ve burjuvazi gerçek müttefik olsaydı ve halk da temsil edilseydi o zaman burjuvazi kendisini onların ortasında dört kişiye karşı bir kişi, hatta yüz kişiye karşı bir kişi. kölelerle kuşatılmış bir çiftlik sahibi, bir sömürgeci olarak bulurdu.12\l 1848 yılı sonunda bu, tek vücut "halk" imgesi inandırıcı bir devrim Ci cemaat oluşturmuyordu. Görsel sanatlarda, çok seyrek de olsa, Delacroix'nın 1 8 3 1 yılı yapımı tablosunu 1848 için bir tür kutsal resim olarak kullanına çabaları görülmüştür. Az sayıda anonim res-
;ı
aiıında yapılan her konuşma kendi içinde bir dünya olur; insan olan bitene ilişkin ipuçlarıyla olayların içyüzünü görmek ister, ne var ki
sam, Delacroix'nın figürlerini yeni devrimi betimlemede kullandıy sa da bu girişimler son derece sınırlıydı, aynca da görsel felaketler
buna zaman yoktur. İlerideki sokakta çatışma başlamıştır ya da şe hirde bir konuşma yapılacaktır ya da oradan kaçılınası gereklidir.
olmaktan ileri gidemediler. 1 848'de tıpkı !830'da olduğu gibi, li derlikte etkin bir rolleri olsa da, orta sınıflar giderek devrimi anla
Bu nedenle devrimde anlık olayların nasıl yorumlanacağının ve kime inanılacağının bilinmesi büyük önem taşır. Tarih hızlandınl
tan betimlerden silinirler; Şubat !848'de düşmanlıklar ilk kez su yüzüne çıkarken, Daumier 1 8 3 1 imgeleminden ( 1848 tarihli Ayak
lanma' da
dıkça ve zaman askıya alındıkça, yabancıların dış görünüşlerini an lamlı kılan kodlar olağanüstü önem kazanmaktadır.
olduğu gibi) disiplinli kol emekçileri ya da yoksullardan
oluşan ( 1 849 tarihli Barikatlardaki A ile 'de olduğu gibi) "halk" im gelerine kaymıştır. 130
Devrimci kargaşa dönemlerinde, anlam kodlarının genellikle. etkili olmakla birlikte noirnal kanallarının dışına çıktıkları görülür. 95 Aristokratlar olayları ansızın işçilerin gözleriyle görebilir ve rahat 2
Resim alanında olanlar, işçilerin ve onların entelektüel destekçi-
'1. !erinin yazılarında da oldu. 1 830'da, journaux de travail işçilerin
çıkarlarının mülkiyet sahiplerininkinden farklı olduğundan söz edi yordu. !848'de ise onların çıkarlarının burjuva sınıfının çıkarlarıy
günlerinde gözlerine çarpmayacak şeylere dikkat etmeye başlayabi lirler. Bunun tersine, ayaklanmada yer alanlar ise, toplumsal ayak
la "uzlaşmazlığından" dem vuruyordu. "İşçi sırufı", "proletarya", "menıı peuple" ve benzerlerinin anlamları birbirleriyle tutarlı değil
di kuşkusuz; bu terimlerin Marksist tanımları henüz hilkim olınadığı gibi belli bir popülerlik de taşımıyordu. Fakat işçilerin onları des teklemek isteyen orta sınıf entelektüellerinden ilk kez kuşkulanma
ları 1848'e rastlar. Örneğin, L'Atelier'yi kuran işçi-yazarlar, beyaz yakalı sempatizanları bu popüler gazetenin yönetiminden hızla uzaklaştırdılar. 1 3 1 ·
lanma anında olaylan ansızın üstlerindeki kişilerin gözüyle görmeye başlayabilirler ve bu bakış da kendilerini anlamalarını engelle
··
yebilir. İnsan, kendi çıkarlarını -ki bu, üst grupları yok etınek de mek olabilir- anlamak için, olaylan birdenbire görünüşte kendin
den daha emin ve eğitimli olan grupların dünya görüşüne uygun olarak anlamaya çalışabilir. 1 848' de olan, idrak biçimindeki bu yer değişimiydi.
Alphonse de Lamartine bu yer değişiminde hayati bir rol oyna dı. Lamartine 1830'larda büyük bir romantik şair olarak tanınırdı. Politikaya girişi rastlantı eseri değildi. 1 830'lu yılların sonlarından
Demek ki, ayaklanmada her toplumsal katınandan insan olabili' yordu, fakat yalnızca işçi sınıfının olabileceği zarınedi !iyordu. 1848'in liberal burjuvası gerçekten de tam ortada yer alır. Ancien regime 'in kalıntılarına muhalif olabilir, anayasal hükümetten, en düstrinin büyümesinden ve reformdan yana olabilir, fakat aynı za manda da savunma durumundadır. O kfilı bir asidir kfilı isyanın he
beri ülke meseleleriyle çok yakından ilgiliydi. 1 840'!arda ondan iyi bir insan olarak söz ediliyordu; ülke yönetimine burjuva kral Louis
den yanadır.
22 ve 23 Şubat 1 848'de Louis Philippe'in yönetimine karşı yıl lardır için için biriken hoşnutsuzluk ansızın devrimin patlamasına
defi; yeni bir düzenden yanadır, fakat sırf düzen olsun diye düzen
Devrimler zamanı çarpıtırlar. Dewimleri yaşayanların zihninde bir gecede toplumsal yapıda büyük değişimlerin kotarılab ileceği
düşüncesi doğar. Yüzyıllardır varolan tutum ve alışkanlıklar bir an da terk edilir, olayların anlamı üzerinde yargıya varabilm ek ve ya şananların olağanüstü büyük değişimler mi yoksa ertesi gün bir an lam ifade etıneyecek sıradan şeyler mi olduğunu kestirm ek hemen hemen imkansızdır. Devrim anının kargaşası insanları bir olay ile somaki arasındaki bağlantıyı koparmaya iter; her çatışma olay •.
Philippe'ten daha fazla layık görülüyordu. Paris'te devrim patlak verdiği zaman yığınların gözündeki en önde gelen kişilil;ti.
yol açtı. Herkes 1830'un muhteşem günlerini, 1789'u izl?yen yılla rı anımsıyordu, ancak 1 848 Devrimi başlangıçta neredeyse kansız
bir devrimdi. Bu devrimde sanki keyifli bir şey vardı. Marx'a göre şubattan somaki dönem gerçek olmaktan çok "dramatikti":
Bu, yanılsamalan, �iiri, düşsel içeriği ve kendine özgü diliyle halk ayak lann1as1111n, Şubat Devrimi'nin ta kendisiydi... Mart, Nisan ve Mayıs'ta Paris'teki düzensizlik giderek tırmandı.
Haziran' da sokaklardaki kargaşayla birlikte Parisliler General Ca vaignac'ın başını çektiği "düzen yanlısı güçler" tarafından şiddetle bastırıldılar. Sahneye L Napolyon'un yeğeni çıktı. Aralık 1848'de ulusal başkanlık seçimlerinde ezici bir zafer kazandı ve hemen ar dıııdan Fransa diktatörlüğüne oynamaya başladı."'
196
da Lanrnrtine'in tepkisi olağanüstüydü. Kalabalıktan af dilemiyor ya da onları yumuşatınaya çalışmıyordu. Tersine onlara meydan okuyordu. Şiirler okuyor, devrim anını yaşamanın ne demek oldu ğunu kendisinin bildiğini söylüyordu. "Aptallar" diyordu onlara ve olan bitenden haberleri olmadığını apaçık yüzlerine söylüyordu.
Şubat günlerinin adamı olan Lamartine Mart ve Nisan' da üstün durumdaydı. Haziran'da yıpranmıştı, Aralık'ta başkanlık için genç Napolyon'un aldığı 5.5 milyon oy karşısında 1 7 bin oy alabildi. La
Hoşgörü göstermiyordu; onlara çok öfkelenmişti ve bunu bilsinler 6 istiyordu. 13
martine, 1847'de çıkan Histoire des
sonra Lamartine'in hayatta olmaması gerekirdi. Ama oradaki kala
Girondins adlı yapıtında anci
en regime' in çöküşünü insani bir olay olarak göstererek burjuva ka-
muoyunun geniş kesimlerinde Büyük Devrirn'in anılarını canlan dırnıış olmasıııa karşın, başlangıçta devrimci bir komplocu değildi. ı:ı.ı
Kamusal bir kişiliğin, bir insana ayaklanmış işçileri pasifize et me gücünü verme nedenini anlayabilmek için Şubat ayaklanmasın daki sözcüklerin önemini, Marx'ın sözleriyle "yarulsamalarını, şi irini ... " kavramak gerekir. Theodore Zeldin ise şöyle anlatıyor:
Ansızın.'dilediğincc konuşma özgürlüğüne. polis korkusu olmaksızın kitap yayınıl�üna, vergisiz, ihtarsız, parasız ve sansürsüz gazete çıkanna özgür lüğüne kavuşulmuştu. Gazete sayısında büyük bir patlama oldu. Yalnız Paris'te satışı çok yüksek 300 gazete vardı. Kafelerde işçileri kuşatan sessizlik örtüsü yırtılıp atılmıştı. Lamartine'in kamu önünde konuşma yeteneğine değer verilmesi sınırsız konuşmaya izin veren bir ortamda müm
kündü. 1.'4
Durumun açıklaması şuydu: Onları aşağılayan ilk cümlesinden balığı tüm gün boyunca ve akşam sakinleştiren işte tam da bu aşa
ğılama gösterisiydi. Lamartine onlarla yüıümeyi reddetmişti. La- 1 martine' in biyografi yazan Whitehouse, onun meydan okumasının
kalabalığın onurunu kırdığını belirtiyor. Kişi olarak Lamartine'e "hayranlık duydular" ve pişmanlık gösterdiler. Tanıklardan Elias Regnault, Lamartine'in "gururlu" ve "buyurganca" davrandığını, fakat tam olarak neler söylediğini anımsamadığını söylüyordu. 137 Lan1artine' in Şubat, Mart ve Nisan zaferleri, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik isteyen yığınları ayaktakımı olduklarım yüzlerine haykı rarak disipline sokan bir kişinin başarısıydı. Kendisinin onlardan daha iyi olduğunu, çünkü "zaptetınekten ve iktidardan" söz edebil diğini, onlarınsa hayvanlar gibi heyecanlandıklarını, tek yapabil diklerinin bu olduğunu söylüyordu. Onlara kendi duygularının ne denli asil ve ince olduğunu gösterince boyun eğdiler ve saygı gös terdiler. Onun huzuıunda kendi taleplerinden vazgeçtiler. Onun ka musal alan içindeki kişiliği yığınların kendi çıkarlarını dile getirme girişimini engelledi. O, yığınların şefiydi.
Larnartine'in bir gününü, 24 Şubat 1848'i gözden geçirelim. Ge
25 Şubat'ta, bir sonraki günün olaylarıyla kamusal alan içinde
çici hükümet gün boyunca Hotel de Ville'de toplantı yapıyordu. Bi
ki bu gücün unsurları iyice belirginleşti: Bir politikacının bir kala
nanın çevresi geniş bir gösteri topluluğunca sarılmıştı. B u kalaba
balığa seslenirken hemen o ana yaptığı vurgu, onun retoriğinin üs
lık, Paris 'in ayaktakımı değildi; her kesimden vasıflı ve vasıfsız iş
tün bir kişiliğin ifşası olduğu duygusu, sül-Unetin empoze edilmesi,
çilerdi, çoğu da birbirini tanıyordu. Çok öfkeliydiler; iktidarın iple
kalabalığın kendi çıkarlarından geçici olarak vazgeçmesi.
rini tutına girişiminde bulunan herkese kuşkuyla bakıyorlardı.'" Lanıartine o gün tam yedi kere kalabalığa seslendi. Akşam oldu ğunda dinleyicilerin çoğu sarhoştu; tarukların verdiği bilgiye göre eller tabancalara gitıniş, bir adam Lamartine' e balta savurmuştu. Her görünüşünde kalabalık onu yuhalıyordu. Akşam olduğunda bi
risi onun başını istediklerini haykırdı. Bütün gün olduğu gibi akşam
Tüm devrimlerde bazı önemsiz sorunların anlık simgesel değer ler kazandığı anlar olur. Eski bir liderin heykeli alaşağı edilebilir, geçmişteki bir savaşı yücelten bir amt yapı yıkılabilir. Şubat 1 848'in sonunda ise bu, bayrağın rengi sorunu olarak ortaya çıku. Devrimin simgesi bayrak, kızıl mı yoksa ulusun simgesi üç renk mi olınalıydı? Yabancı devletler harekete geçiyordu; komplolar ve kar-
şı komplolar birbirini izliyordu, ama en ateşli tartışmalar bayrağı n rengi üzerineydi. 29 Şubat'ta öfkeli bir işçi kalabalığı Hotel de Vil le 'i yeniden kuşattı. Lamartine bir kez daha kalabalığı yatıştır mak üzere hükümetin sözcüsü oldu; böylece Halk temsilcileri kırmızı
bir kumaşın metafizik anlamı üzerine tartışabileceklerdi. Fakat Lamartine onlarla doğrudan bayrak hakkında konuşmadı. Kendi duygularından söz etti; kırmızı kumaşı kanlı bir bayrak ile karşılaştırdı, sonra da gökyüzünde dalgalanan kana bulanmış bay raklarla ilgili bir şiirini okudu. Her şeyden önce, şiirine direndikle ri sürece, kendisinin onlarla nasıl ve neden apayrı ve eşitsiz olaca-
'!!. ğını anlattı. Anılarında, konuşmasını şöyle bitirdiğini yazar:
Bana gelince, çıkarmayı istediğiniz kararın altında benim imzam olmaya� caktır. Bu kanlı bayrağı bana ancak ölüm kabul gibi kesin bir şekilde onu reddetmelisiniz. ettirebilir. Sizler de benim Lamartine bu sözlerini daha önce Histoire des Girondins'te de yaz mıştı ve bu satırları anımsaması zor olmadı. Kitapta, bu cümleler 1791 'deki Jirondenlerin önde gelenlerinden birinin ağzıyla veril mişti. Lamartine'in söylevleri üzerine Bartho u'nun yaptığı araştır malar sayesinde biliyoruz ki, Lamartine çoğu konuşmasını önceden prova ederdi ve sıklıkla ayna karşısında çalışır dı. Kendiliğinden bir ılhamla konuşuyormuş gibi görünürdü. Gerçek te dış görünüsünü ' dakika dakika, tıpkı Garrick'in sesinin tonlarını ayarlaması gibi planlıyordu."" Söz konusu yığının pasifliğinin belirtileri nelerdi? Düşman bir görgü tanığı olan ve Daniel Stern adıyla yazan aristokrat bir kadın ayrıntılı bir anlatı kaleme alır. Kalabalık Lamar tine'in ne hedefledi ğini anlamak için, sözcüklerinin akışına dikkat etmek zorundaydr çünkü onun ideolojik bir sorunu yoktu, tuttuğ u taraf da önemli de · ğildi ama nasıl konuştuğu önemliydi. Dikka tlerini verdiklerinde el de ettikleri şey çok durağandı; onun duygu patlamaları. O günlerde kalabalıklar, Stem'in anlattığına göre, onun etkisi altına girerek "aklın almayacağı bir sessizliğe" gömülüyorl ardı. K�ndi acılarını, çıkarlarını unutuyorlardı. Lamartine onlara bağırmadan da hissede bildiğini, kendi kendini denetlediğini söyled iğinde, onların şamata lı ereksiz protestolarını aşağılayan bir zıtlık sergiliyordu. "Kalaba � lıgın..... coşkusuna tek başına benzersiz bir belagatle boyun eğdir-
�
di." Hiç kimse onun gerçekte ne söylediğini önemsemiyordu. önemli olan şairane ve zarif konuşmasıydı. Maskenin böyle bir ki
şinin yüzü haline geldiğini söylediğimizde, kamu içinde duyguları üretebilmenin eylemde bulunan kişinin üstün, çünkü "otantik" bir kişiliği olduğunu gösterdiğini kastediyoruz.'"
.
Bu şekilde, politikacı, kişiliği ideolojik olmayan bir güç olarak kullandı; kamu içinde ilgi, saygı ve inanç uyandırabildiği ölçüde,
izleyicilerini gerek onun gerekse kendilerinin dünyadaki durumla rıyla ilgilenmekten alıkoyabiliyordu. Lamartine'den daha muhafa
zakiir olmasına ve şubattan mayıs ortasına dek süren kamusal düze2 nin yeniden tesis edilmesi çabalarından yana olmasına karşın, Toc- 99 queville'i dehşete düşüren şey de kişiliğin bu gücüydü. Tocqueville şöyle yazıyordu:
Hiç kimsenin [Lamartine'in] doğurduğu yoğun coşkuya benzer bir coşku verebilrnisi olduğunu sanmıyorum. İnsanların taşkın bir putataparlıkla na� sıl sevcbi diklerini bilmek için korkunun uyardığı böyle bir sevgiyi gör� müş olmak gerekir.140 İşbaşındaki bir Lamartine, Beşinci Cumhuriyet'te işbaşında olan De Gaulle gibiydi ya da yozlaşmış haliyle, yolsuzluk suçlamalarına
karşı kendisini savunan Richard Nixon gibi. Eğer lider, dikkatleri kamu içinde hissedebilme kapasitesi üzerinde toplayabilirse kendi
sine baskı yapanların taleplerini meşru olmaktan çıkarabilir. Fakat bu tek bir biçimde anlaşılmamalıdır. 19. yüzyıldaki devrimci baş
kaldınlarda lider, orta sınıf örf ve iidetlerini, yani sanat karşısında sessizliği, tiyatro dışında ve hem de işçi sınıflarında heyecanın do
rukta olduğu bir anda işçi sınıfı üyesi izleyicilerine empoze etmeyi başarmıştı. Modern politikacılar da sınıfsal yapılan çeşitli olan iz
leyici üzerinde aynı baskıyı uyguladılar. Dahası, süslü retorik artık moda değildi, ama geçmişle bugünü bağlayan da bu retoriğin kul lanımı ve işleviydi. Ateşli günlerin başlangıcında Laınartine'de gördüğümüz, sınıf çıkarları üzerinde yer alan kişilik kültürünün gü
cüdür. Marx, bu ·devrimci hareketin "şairane ve zarif: sözler"ini "gerçek mücadele" ile ilgisiz görerek, hafife almakla korkunç bir hata yaptı. Çünkü sınıf mücadelesini yenilgiye uğratan o, şairane ve zarif sözlerdi.
Tocqueville de Lamartine'i yalnızca rejimin kuklası olarak gör-
mekle ona karşı çok acımasız davrandı; Lamartine ise Dışişleri Ba kanı gibi hizmet verdi ve modern bir tarihçi olan William Langer' a göre,
.....dikkaf:.ılı bir gerçekçi olduğunu gösterdi..... Palmcrston'un hemen bc niınscdiği bir barış politikası ilan etti. Gerek Britanya kamuoyu gerekse de Dışişlcri Bakanlığı Lamartine'i övgü ile karşıladı. Besbelli ki o aklı başın da biriydi. Fakat Paris'in devrimci yığınlarının gözünde onu popüler kılan bu yetenekleri değildi; izlediği dış politika aslında oldukça tepki top-
300 lamış ve zayıf bulunmuştu. Devrimin ilk aylarına ilişkin olarak dik
kat edilmesi gereken şey şuydu: Lamartine'in sık sık kamuoyunun önüne çıkµıası, onun dikkafalı dış politikasıyla yıkılan kamu deste
ğinin yeniden sağlarunasına yönelik bir önlem olarak işlev görüyor du.141
1830 ile 1 848 arasında görebildiğimiz bir fark da, 1848'le bir likte Halk artık ortak önlemler alınarak gözetilemeyecek heterojen
çıkarlara sahip bir topluluk görünümü kazanmıştı. 1848 yılında,
burjuvazi aynı anda hem devrimdeki öncü sınıf hem de kalabalığın gözünde düşmandı. Lamartine halka ilkesel olarak inanıyordu, fa kat tek tek kişiler olarak onlardan hoşnut değildi. Bir· ulusun "asa letle" yönetilmesi gerektiğine inanıyordu, fakat asil insanların en iyi şekilde bu ilkeyi hayata geçirip geçiremeyecekleri konusunda kaçamak laflar ediyordu. "Şiir"in bir ulusu yücelttiğine inanıyordu, bununla birlikte de haftarun altı günü 1 2'şer saatlik çalışma ile ya
da farelerin istila ettiği bir apartman ile şiirin ne ilgisi olduğundan emin değildi. Bu nedenlerle, Lamartine' in sınıfından olan insanla rın yönlendirdikleri olaylan anlamaları büyük bir sorundu. Onlar
sahte Cumhuriyetçiler değil, gerçekten çelişkili duygular taşıyan kişilerdi. Parisli kalabalığın karşısında konuşan Lamartine halkın, işçi sı nıfının devrim sırasındaki en aşırı duygularıyla yüz yüzeydi. Nisan 1 848 seçimlerinde Paris emekçi sınıfları orta sınıfın adaylarına oy verdi: Yalnızca 12 sosyalist delege seçilmişti ve Blanqui, Raspail
gibi önde gelen radikaller başarısız oldular. Yine de, ?ınıflar arası
uzlaşmazlık her yerde sürüyordu. En uzlaşmaz olanlar, sokaklarda sesi en çok duyulan ve en aktif olanlardı; onlar halkın desteklediği
bir rejimin bile yıkılmasına yol açabilecek şansa bağlı frrsatlan ya kalamaya hazırlardı. Lamartine'in söz konusu aşırı unsurları sustur ma yeteneği kişiliğin kamu içindeki gücüne bir kanıt olurken, aynı zamanda da bizzat o kamusal kişiliğin üzerindeki ironik sınırın l;ıir göstergesidir. Günlük düzen gerekliliği kendisini nihayet dayatınca,
mayıs ortasından itibaren, sokakları dolduran insanlar Lamarti ne' den çabucak bıktılar. İradelerini kişi olarak onun egemenliğine bırakmak istemiyorlardı artık, ona olan ilgilerini yitirmişlerdi. Ma yıs sonunda ise posasını çıkarıp atınışlardı bile."' Kişiliğin grup çıkarlarını askıya alabilme gücünün kaynağına ,
geri dönersek, bir kez daha 19. yüzyılda egemen olan içkinlik öğre- j
tisine, dolayımsızlık inancına ulaşırız. Kişiliğin gücü öyle bir güç
tür ki, verili bir anda kamusal görünüm kazandığında, tüm geçmi
şin ağırlığını, acılı deneyimlerin anılarını, yaşam boyu edinilen ka naatleri ansızın dağıtır. Bir kalabalığın bu koşullarda pasifize ola bilmesi için, güçlü bir kişinin görünüşü ve davranışı mutlak bir du rum olarak alınmalıdır. Kalabalık, kamusal şahsiyeti, eylemleri, ba
şarılan ve ideolojisiyle sınamaktan ve ölçmekten vazgeçince bellek yitimi ortaya çıkar. Tözün bu şekilde değerlendirilmesi, "metne" böylesi bir ilgi gösterilmesi bir grubun ego çıkarını biçimlendirir. İçkin anlam kodları bu ego çıkarının işlerlik kazarunasına karşıdır. Bu kodlar modern sekülarizmin şartlarını oluşturur.
Genellikle kalabalığın kaypak olduğu ve başlarına güçlü biri
geçtiğinde kolaylıkla denetim altına alınabilen bir sürü olduğu var sayılır. Oysa bu genel geçer varsayım doğru değildir. Yığınların denetim altına alınması, bir lidere boyun eğme tarz ları, bir toplumda hüküm süren temel düşünce ilkelerine bağlıdır. Modern bir kalabalıkta sınıf çıkarları üzerinde egemenlik kuran ki şiliği anlamak için, sanıyorum, sektiler ve dinsel inançlar arasında ki farklara geri dönmeliyiz. Örnek olarak, Lamartine ile Rönesans Floransa'sındaki devrimci bir rahip arasındaki farkları ele alalım. 1484'te San Giorgio manastırında genç bir papaz oturmuş arka daşını bekliyordu. Aniden kilisenin Tarırı tarafından korkunç birce zaya çarptırılacağı inancına kapılmıştı. Bu durumda birinin felake
te uğrayanlara öncülük etmesi gerekecekti ve manastır bahçesinde otururken, Savonarola, kendisinin öncü kişi olacağına ilişkin güçlü bir duyguya kapıldı. On yıl içinde, Floransa' da kamuoyunun öncü
gücü oldu. !494'te kent dış güçlerin tehdid i altındaydı. Savonarola, . Floransa'nın düşmanlarıyla uğraşırken kentin temsilcisi ve aynı za.� manda da kent duvarları içindeki ahlaki ses idi. Floransalılara o şa- ·,, tafatlı görüntülerinden kurtulmaları, iffetli olmayan resimleri, kitapları ve giysileri yakmaları çağrısında bulundu. Bu çağrıya yanıt . · verenler arasında tablolarının çoğunu alevle rin içine atan Botticelii ' de vardı. Ancak, Lamartine gibi Savonarola da bir halk lideri ola rak kariyerinin ansızın sona erdiğini, kentli yığınları disipline sokan gücünün de yitip gittiğini gördü. 143 Aralarında dört asır olan popüler liderle ri karşılaştırmak suyu 02 yağ ile karışt ırmak gibi bir şey. Fakat bu iki kişi öylesine benzer de neyimler geçirdiler ki aralarındaki belli bazı farklılıklar hemen açı ğa çıkıyor. Her ikisi de hitabet gücüyle yönettiler; hükümetin adı var kendi yok bir yetkilisi olmadılar hiç. Her ikisinin de itibarı ay nı retoriksel duruş üzerinde temelleniyo rdu: Onlar, öncülük ettikle ri insanların namus bekçileri ve akıl hocal arıydı. İkisi de onları din lemek için toplanan kalabalığın gözüne girmeye çalışmıyordu. Me sajları her zaman azarlama ve ahlaki suçlam alarla doluydu. İkisi de çok az kişinin birbirini tanıdığı geniş kalab alıklara uygun bir azar lama diline ulaşmışlar; yani, iki hatip de, şehirli bir kalabalığa işle- . yecek bir retorik dili yaratmışlardı; bu dil kilised eki kalabalığa ko nuşma yapan bir rahibin ya da bir salond a şiirini okuyan bir şairin diline hiç benzemez. Sonunda, düşüşleri de benzer şekilde oldu. Bizim üzerinde duracağırnız fark ise, birini n haJa dini kültür içinden konuşan bir rahip, ötekinin ise dine nazik bir konu olarak yaklaşan bir kültür içinden konuşan bir şair olması. Ayrılık, inanç ve inançsızlık arasında değil, kamusal bir şahsiyetin kişiliğine du yulan aşkın ve içkin inanç !ar arasındadır. Peki, bu anlam farkWığı yığınların kendi davranışında ne gibi bir farklıl ığa yol açar? Jakob Burckhardt, İtalya' da Rönesans Uygar lığı adlı kitabında, kitabın yayımlanışından itibaren yüz yıl boyunca tartışılacak olan bir tez ileri sürmüştü. Burckhardt, Rönesans şehir-devletlerini Orta çağ'ın o düşsel insan uykusundan uyand ırılmış ilk seküler şehirler olarak ele alıyordu. Burckhardt 'ın analiz i Marsilio Ficino gibi Rö nesans liderlerinin düşüncelerini temel almak taydı. Ficino şöyle ya zıyord u:
Bu, şiir, belagat, resim ve heykel gibi neredeyse yok ol�aya yüz t��muş li beral disiplinleri yeniden yaşama döndüren hır. altın çagdır..... ve tum bun lar Floransa'da olmaktadır.
r
· • Yüz yıl sonra, Burckhardt'ın çizdiği tablonun tarihsel a�ıdan eksik : · !eri oldu iiu görülüyor, çünkü tabloda bu vakur dunyevılıkle koklerı e
r,
:· "
· daha çok Ortaçağ'a uzanan karanlık duygular yan ana'.d 144 . Robert Lopez, Rönesans düşünürlerı arasında sureklı bır sıkıntı"dan ve insanlığa ilişkin bir "karamsarlık"tan söz ediyor. Bu sıkın-
tı, bunalım, yalnızca din adamları değil, Machiavelli gibi politik�
cılar ve Leonardo ve Michelangelo gibi sanatçılar arasında da go-
�
rülüyordu. Kültürlü elit kesimin "eskataloj�' bir açlığı" old ğu söylenir. Pico della Mirandola gibi rasyonalıstler bıle Kabala nın
\
mistik isaretlerini incelemek için bir hayli zaman harcıyorlardı. Şe•
{
hirli kit e arasında Kilise'ye ve Ortaçağ'ın dinsel imgelemine duyu
.. lan inanç gücünü koruyordu.'"
. . . Dinsel baö, Floransalıları bir arada tutan bırkaç egeden bırıydı. .. _
.
c:'
!400'lerin s nıarında Floransa büyük bir çeşitliliği içinde barındı : rıyordu. Toskanalı olmayan, yani vatandaş !mayan pek çok kişı ? . orada yaşıyordu; yerinden yurdundan edılmışler yanında sa aştan : kaçan mülteciler de vardı. Ayrıca, Toskana nüfusunun kendı ıçınde . . bile doğma büyüme şehirli kuşaktaki yüksek ölüm oranı, yuksek bır . doğum oranı ile değil, kırsal bölgelerden şehır merkezıne akan goç ile telafi ediliyordu. Annesi babası Floransalı olan Floransalıların sayısı azdı.14''
,,.. Savonarola, ortak bağı din olan bu yabancılar topluluguna sesle-
'_
rı.
niyordu. Kendisi de dışarıdan gelmişti. 1452'de Ferı ara da o a sı : nıf üyesi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmıştL ';'ırmı uç yıl sonra Bologna'da Dominiken manastırına gırdı. Domınikenkr ken dilerini vaaz veren papazlar diye adlandırıyorlardı ve retorık çalış masını dinsel bir aöreve dönüştürmüşlerdi. Savonarola böylece bır
l
tür inanç meseles olarak kendini hatip olarak yetiştirdi. Kariyeriy le ilgili ]480'lerdeki birkaç sınamanın ardından, 1490'da Floran
?
sa'ya yerleşti, 1491 'de San Mar�o'nun aşrahibi oldu e daha son ; raki dört yıl boyunca da şehrin ahl1iki vıcdanı olarak hızmet verdı. . Savonarola da, Lamartine gibi açık ve özgün bir düşünür değıldi. Felix Gilbert, Savonarola'nın entelektüel yaşamının pek çok ala Dünya ve hayatın sonrasına ilişkin öğ reti. (ç.n.)
*
301
kasız kaynağın karışımıyla biçimlendiğini, teolojik dogmalarının
·daha dindar olmanız gerekir."'"
da alışılmış klişeler olduğuna işaret ediyor. İnsanların onun etrafın
Lamartine'in dünyasında, hiçbir şey o anın ötesine geçmez. Dış
da toplaşma nedeni onlara özel bir dünya görüşü sunması değildi.'"
görünüşler kendine yeterlidir, kendine göre gerçektirler; sonuçta,
Onlara verdiği, yaşamlarının ne kadar utanç verici olduğu, bunu
izleyiciler bir kez disipline sokulunca, pasifleşirler. İzleyicilerin
değiştirebilmek için ne yapmaları gerektiği şeklinde çok basit bir
tüm gördüğü, konuşmacının kendilerinden üstün olduğudur. Öyle
mesajdı. Savonarola'nın konuşmaları kokuşmuş lüks yaşamın en
ise nasıl oluyor da ona uysalca boyun eğmeyi doğru buluyorlar?
küçük ayrıntılarını dramatize ediyordu. En çok kullandığı araç tak
Rahip clış görünüşler dünyasını aşan bir gücün aracısı olduğu için,
litti: "Şimdi kürkler içinde olsaydım, ne kadar da gülünç olurdum."
izleyicileri utandırıldıkları ve rahibi kendilerinden üstün gördükle
Kendisini dinleyenlere bir ayna tutarak, kişi olarak kendisi üzerin
ri o dolaysız durum içine hapsedilmiş değildirler.
de yoğunlaşmalarını sağlıyor, baktıklarında ise, onlara kendisinde
304 somutlaşan günalılarının ne kadar korkunç olduğunu göstermiş olu
yordu; bunun ardından ansızın durumu onların aleyhine çevirerek yaptıkları:iıdan dolayı onları cezalandırıyor ve yaşamlarını nasıl de
ğiştirmeleri gerektiğini en ince ayrıntılarıyla anlatıyordu.'"
Bu rahibin teşvik ettiği en ünlü eylemlerden biri, şehirdeki "şa tafatlı şeylerin" yakılmasıydı. 1496 ve 1497'de Savonarola artık yürürlükte olmayan eski bir göreneği hortlattı. Floransalı çocukla rın kapı kapı dolaşıp küfür sayılan lüks resimleri, kürkleri, giysi ve
kitapları toplamaları için bir gün düzenledi. Toplananlar şehirde
Savon;ırola 'nın konuşması başlaclığında dinleyicileri ona karşı
merkezi bir yere yığılıyor ve çoğu o an uydurulan dualarla yakılı
genellikle düşmanca, hatta bayağı saldırgan bir tutum takınıyorlar
yordu. Botticelli'nin de çocukların baskıları karşısında tablolarıyla
dı. Yalnızca kiliselerde değil, kamusal meydanlarda, önceden hazır
ateşe katkıda bulunduğu sanılıyor.'"
lık yapmaksızın, pazar yerlerinde de konuşmalar yapıyordu. La ınartine gibi tüm dikkatleri kişi olarak kendi üzerinde toplarken on ları utandırıyordu ve an be an sergilediği duygularını konuşmasının
konusuna dönüştürüyordu. Rahip, yine de şairden iki şekilde fark
Thomist düşüncede, içsel tören ile dışsal tiyatro arasında bir ay
nın yapılır. Erkek ve kadınların, mükemmel olmayan varlıklar ol
dukları için dışsal törene gereksinimleri vardır. Ortak dualar, tütsü
ler ve müzik Tanrı 'nın kutsandığı iç dünyaya giden yollarclır. Dış
lıydı.
sal tiyatro "büyüleyici erdem" yerine geçer. Savonarola'nın yaptığı
Öncelikle, rahip, dinleyicilerini susturmak ve onları zaptetınek ten daha fazlasını hedefliyordu. Davraruşlarıru değiştirmek için on
da dışsal tiyatro için sahneyi kiliseden şehre taşımaktı."'
ları eyleme teşvik ediyordu. Lamartine ise yalnızca pasifleştirmeye çalışıyordu. Rahip dinleyicilerden yanıt beklerken, şair yalnızca bo
luklarını başından savmanın bedeli insanların büyük bir politik ko nuşmacı tarafından uyuşturulmaya hazır hale gelmeleridir. O ko
yun eğdirmek peşindeydi. Bütün yer ve zaman, ortam ve niyet fark
nuşmacının icrasının kalitesi dışında başvurulacak hiçbir standart,
lılıkları göz önünde tutulduktan sonra, rahibin niçin reform terimle
hiçbir gerçek yoktur. Oysa rahip her zaman aşkın bir gücün temsil
riyle, şairin de niçin feragat etme terimleriyle konuştuğu konusun da geriye temel bir yapısal neden kalır. Bu rahip, herhangi bir rahip
fakat ona sahip olduğunu asla iddia edemez. Rahip kendisine ina
gibi, yüce bir gücün yalnızca bir aracıydı. Kamu içinde, kişiliğine iliştirilmiş anlamın tümü başka bir dünyadan geliyordu. Rahip ola
Büyüyü, aşkınlığın dogmalarını, rahipler ve onların abuk sabuk
cisi olarak rolüne bağlıdır. Tarırısal inayetin somut simgesi olabilir; nanların zihinlerini dumura uğratır, fakat onların ifade güçlerini öz gür bırakır; gerçekten de, ritüel adı altındaki tüm dramatik eylem
rak, ne denli doğrudan merak uyandırıcı olursa olsun, görünüşü
lerle onları kendisi ile Tanrı'yı paylaşmaya teşvik eder. Seküler po
kendi başına asla bir anlam taşımıyordu. Retorik gücü her zaman
litikacı, yandaşlarına somut olanın, dolaysız anın mutlak gerçekliği
kişiliğinin ötesine uzanır. Dinleyiciler ritüel eylemlerle Tarırısal
inancını verir ve bunu yaparken de onların kendi ifade güçlerini ve
olana katılarak, ona kendileri üzerinde etkili olduğunu gösterirler. Bossuet'nin sözlerini anımsayın: "Belagat sizi duygulandırıyorsa
kendi ego çıkarlarını yıkar. Dinsel ve sektiler koşullarda insanlar iki farklı uyuşturucu kullanırlar: İlki kafalarını bloke eder, ikincisi ise
�
iradelerini. Bir disiplinci, ister rahip ister sektiler bir hatip olsun, bir kalaba lığa ,.Siz rezilsiniz" ya da "Siz bana muht açsınız" dediğinde "siz" derken kimi kastetmektedir? Rahip insanı n bütününü kastetmez, çünkü insanoğlu bütünüyle bu dramatik ilişkiy e ya da herhangi bir dünyevi meseleye dahil değildir. İnsanın bir yanı, Tanrı 'nın doku nabildiği yanı, her zaman bu dünyadan ve bu dünyadaki günahla rından uzaktır. Paradoksal biçimde, Savon arola gibi bir rahibin si zin rezil olduğunuzu söyleyebilmesinin ve sizin kendinizi bağışlat manızı bekleyebilmesinin nedeni de budur . "Siz"in bir yanıruz, yani iradeniz ile günahlarınız arasında belli bir mesafe vardır. Dolayımsız mevcut olanın gerçek olduğu modem sektiler kül türde kalabalığa ikna edici bir şekilde "Siz rezilsiniz" denilince, on lar bu rezilliklerinden nasıl kurtulabileceklerd ir? Benliğin tamamı suçluluk duyar. Rezil biri olmaktan kurtul manın tek yolu kişinin kendini göstermemesi, dikkatleri üzerine çekec ek biçimde davran mamasıdır. Konuşmacı, "Bana muhtaçsınız " dediği zaman ona ina nırsanız, o an için kendinizi bütünüyle ona teslim edersiniz. İnsan� !ar grup olarak ego çıkarlarını bastırmaya karşı zayıftırlar. Duygu sal eşitsizlik sorunu hatiple dinleyicileri arasın da çok daha fazla or taya çıkar. Eşitsizlik ilişkide son derece mutla k şekilde hissedildiği için zayıf kalan taraf sessizliğe gömülür. Din adamı olmayan kesim, bilim adamları, fenomenler dünyasının filozofları; yani, ampirik ve dolayımsız olanı hakikatin ölçüsü halin e getirenlerin tümü, bu po litik aracı farkında olmadan keskinleşti rmiştir.
�
"Karizma" sözcüğü, bir kişinin "İnayet"e mazhar olduğunu gös . terir. Bir rahip için "Inay et"in anlamı, kendisi bir ritüeli ya da bir ayini yönetirken Tanrı 'nm gücünü geçic i olarak ona aşılamasıdır. Sokakların rahibi Savonarola için, bu anlamı bir parça değiştirip onun karizmasıru dinleyicilerinde yaşam larını değiştirme istemi doğuracak duygulan teşvik ederek göste rdiğini söylemeliyiz. Ra hip, kendi reform eylemlerine bir katal izör hizmeti gördüğü sürece onların gözünde Tanrı 'nın habercisidi r.
Şayet Lamartine' i karizmatik bir icrac ı olarak adlandırmamızın bir anlamı varsa, dinleyicilerinde, onlar da kesinlikle bulunmayan bir şeye kendisinin sahip olduğu duygu sunu yaratabildiğini söyle memiz gerekecektir. Ama bu "şey"in ne olduğu, ondaki "inayet"in
neyi kapsadığı onlar için bir gizdir. Ledru-Rollin, bir a;kadaşına şöyle yazıyordu "M. Lamartine herkesi duygulandırmıştı/fak t o
�
�
nuyu ya da ne söylediğini hiç hatırlamıyorum." Ledru-Rollın m, merkez solun bir lideri olarak, elinde 1 848 'de işçilere hitap eden bir metin vardı. Bu, onların çıkarlarını ve taleplerini dile gesaiYlam "
tiren bir metindi. Gelgelelirn neden söz ettiği bile hatırlanmayan Lamartine ile kıyaslandığında, smırlı bir ilgi uyandırıyordu.
ı 825-1848 arasındaki yıllarda, politikacılar kendi retorikleri ve
kendi kamusal görüntüleri üzerinde salıne sanatçıları, özellikle de aktörler ve erkek solo şarkıcılar ile ilişkili olarak düşünmeye başla,. . 7 " 30 dılar. Liszt'in arkadaşı ve hayranı olan Lamartıne, Lıszt ın kamusal ününü kıskanıyordu ve "Yarattığın coşku ile dünya yönetilebilirdi" diyerek hayranlığını belirtiyordu. Ledru-Rollin, aktör Frecterick Le
maitre'in kamu üzerindeki etkilerini inceledi ve taraftarlarına, Fransa'da solun zafer kazanmasını istiyorlarsa Frecterick'in neden
Parisli yığınlar için bir kahraman olduğunu öğrenmeleri öğüdünü verdi. Geraldine Pelles, !830'larda Batı Avrupa'da kahramanlık sembollerinin genel bir "aktanmı"ndan bahseder. Farklı bakış açı-
ları olan insanlar, bir zamanlar politika için duydukları coşkuyu sanat alanına aktarmaya başladılar. Napolyon efsanesi sönünce, Sa natçı gerçekten inanılır bir kamusal kişilik imgesiyle onun yerini aldı. Bu aktarım gerçekleştikten sonra politikacılar sanatçıların nelere katlandıkları ve nasıl davrandıklarına ilişkin kamusal inanışa göre kendi modellerini seçtiler, zira sözü edilen katlanma ve davranış biçimi kalıramanlığın yeni bir ölçüsünü oluşturuyordu.'"
Lamartine, bu karizmatik imgelem aktarımının ardından gelen politikacıları temsil eden ilk şahsiyetti. Napolyo� 'dan beri Lamar . tine'in yaşadığı toplum oldukça uzun yol katetmışt . Aus erht za . ferinden sonra, eski bir düşmanı, Napolyon'u Sezar dan oen gorul� . memiş "'cesareti ve girişkenliği'' nedeniyle övmüştü.. Rusya'dakı bozgundan sonra da, aynı kişi onu delilik sınırlanndakı nafile çaba
'.
;
z.
�
sı nedeniyle yermişti. Napolyon 'un karakteri, yaptığı işler en. çıka rılıyordu, oysa Lamartine'in kamunun gözleri önünde hıçbır şey
yapması gerekmiyordu. Formel . sanatlardaki icra kuralları metnın aşkınlığıru getirdi; politikaya uyarlarsak, bu kurallar ıcracıyı ıcra
k
atından ayırdı. Lamartine'in ln1şağı tarafından artık ey mlerden yola çıkılarak anlaşılamayan kişilik, kendine ait bağımsız bir statü
ortak kin1liğinize ilişkin bir fikir oluşturursunuz.
kazandı. Onun çağını bizim çağımızın tohumu kılan da bu kopmay dı.
.I08
Şifre çözme, ayrıntı sayılacak bir davranışı bir karakter durumu Lamartine gibi bir konuşmacının gizli gücü, mistifikasyondan
nun bütününün simgesi olarak almaktır. Tıpkı bir fular renginin, bir
yararlanmasından kaynaklanıyordu. Elinde hiçbir metin yoktu, bu
bluzdaki kapatılmamış düğmelerin sayısının bir kadının cinsel ra
sayede de herhangi bir dışsal hakikat ya da gerçeklik standardı ile
hatlığım siffigeleyebilmesi gibi dış görünüşteki ve davranışlardaki
ölçülmekten sıyrılıyordu. Niyetlerinin ve duygularının niteliğini
çok küçük ayrıntılar politik tavrı simgeleyebilir. Bu ayrıntılar, ide
değiştirerek, yönetme meşruluğunun kendi başına yeterli bir teme
olojiyi ne tür bir insanın benimsediğini gösterir gibidir. Örneğin, iş
line dönüştürebilir ve böylece, eğer bir Goebbels olsa, normal ze
çi sııufından bir konuşmacı çok şık giyinmişse onun kişisel görünü-
kalı çok sayıda insanı Yahudilerin hem komünist hem de uluslara
şündeki bu aykırılığa öylesine dikkat edersiniz ki, her söylediğinin
rası bankerler olduklarına inandırabilirdi. Bunun, bir yığın insanı
bir yanılsama olduğuna inanmaya başlarsınız. Bu durumda, ne an-
bir bakireq.in yaptığı doğuma inandırabilmekten daha mı az, yoksa
latmak istediğini nasıl göründüğüne bakarak çözmüş olursunuz.
daha mı çok mistik olduğu tartışmaya açıktır.
Benzer şifre çözümü edimleriyle politik bir topluluk anlayışı
Proleter devrimleri çağı sona erdi; Romantik icracılar çağı da.
oluşturulabilir. Bir görüşü ya da ötekini benimseyen kişiler arasın
Renk, tutku, tumturaklı sözler olmaksızın zamanımıza kalmış oları
da, anlayışınıza en çok hangisinin uygun düştüğünü belirlemek için
şey, idrak yapısıdır: İnandırıcı bir kamusal olay, inandırıcı bir ey
ayrıntıları ararsınız. Bu ayrıntılar, sizin için, çelişkinin gerçek ka
lemle değil, inandırıcı bir kamusal kişilik tarafından yaratılır. Poli'
rakterinin göstergesi olur; çelişkinin neye ilişkin olduğunu simge
tika ve sanatın buluşmasının sahiden estetik nitelikleri yitirildikten
ler. İdeolojinin, inanılır olup olmadığı bu ayrıntıya ilişkin davranış
sonra, geriye kalan yalnızca cehaletperverlik; bir "kişilik politika
lar yoluyla ölçülmeye başladıkça, politik mücadelenin kendisi de
sı"nın felç edici etkisidir.
dalıa kişisel hale gelir. Küçük anlar ya da olaylar büyük önem taşır görünürken, politik dil minyatürleşir; çünkü bu ayrıntılar sayesinde
kimin kavga verdiğini ve böylece kendinizin hangi tarafa ait oldu
B . GEMEINSCH AFT
ğunuzu öğrenirsiniz.
Bu yolla oluşan politik cemaat bir gemeinschafı'tır. Burada, in
Lamartine'in deneyimi Sol için bir ders olarak okunabilir: Kişiliğe
sarılar nereye ait olduklarını bilebilmek için kendilerini açığa vur
mak üzere başkalarını ararlar ve açığa vurma edimleri neye inanıl
duyulan inanç, işçi sınıfının kendisine ve çıkarlarına ilişkin anlayı şını yıkabilir. Çıkarılan ders, kişiliğin modem kültürde algılanış bi
ması gerektiğinden çok kimin neye inandığını simgeleyen ayrıntı
çimiyle, gerçek bir politik cemaatin düşmanı olduğudur. Ancak, bu
ları kapsar. Bir benliğin açığa çıkarılması politik yaşamın gizli gün
ders çok basit kalıyor. Lamartine tarafından kullanılan kişilik mal
demidir ve fantezide, kimin kavga verdiğini açığa çıkaran bu ayrın
zemeleri ve kendini ifade simgeleri politik bir mücadele içindeki
tılar, kolektif bir kişiyi temsil etmek üzere şişirildiğinde, politik ce
gruplar tarafından kolektif olarak kullarulabilir. Savaşan kamplar
maat ideolojik özelliğinden sıyrılıp ahlfild bir katılığa bürünür.
kendilerini savaşan kişiler olarak görebilirler: Kamplardan birinde
Üyeleri arasında alt düzeyde etkileşim olan, bireysel, istikrarsız
ki ya da ötekindeki insanlara benzerliğinizle kampların birine ya da ötekine ait olabilirsiniz; bu benzerliği onların davranışlarını göz lemleyerek ya da kendi davranışlarınızla karşılaştırarak kuramaya
kişilik fikirlerinin baskın olduğu bir toplum, fantezi aracılığıyla ' muazzam ölçülerde yıkıcı kolektif kişiliklerin doğmasına zemin ha zırlar. Kolektif kişi fantezisi şaşaalı alına eğilimindedir, çünkü çok
az sayıda simgesel ayrıntı dışında ötekilerle ilgili gerçek bilgi çok
cağınız gibi onların ihtiyaçlarının sizin ihtiyaçlarınıza benzeyip benzemediğine karar vererek de kuramazsınız. Sekizinci bölümde geçen "şifre çözme" [decoding] yoluyla ötekilere benzerliğinize ve
, sınırlıdır. Kolektif kişinin özellikleri yine aynı nedenle soyuttur. .· ·
Kolektif kişi kolaylıkla ilgi alanı dışına çıkabilmektedir. Bu bir ya-
Jo
nıyla soyutluğundan, bir yanıyla da kişiliğin algılanma tarzlarının algılanan kişiliği istikrarsızlığa itmesindendir. Ve son olarak, kolek tif kişilik bir kere oluştuğunda, artık cemaat için kolektif eylem zor dur; çünkü herkes için hiç değişmeyen bir tek kaygı söz konusudur ki, o da kimin bu istikrarsız, muhteşem kimliğe sahip olup, kimin dışlanacağıdır. Böyle bir cemaat dışarıdan gelerılere düşmandır. Kolektif kişiliğin "gerçekten" kimde somutlaştığı, kimin gerçek bir Amerikalı, safkan bir Aryan ya da gerçek bir devrimci olduğu ko nusunda bir çekişme sürüp gidecektir. ,
Geçen yüzyılda kamusal kültürde oluşan çatlaklar bu türden yı
fl. kıcı cemaat fantezilerinin oluşmasını teşvik etti. Kişiliğin kamusal
karışabilirdi. Politi tak davalar ve ortak inançlar ortak benliklerle ci niucadelele devrim da ya kadaki bu cemaatler, politik kavgaların düğü anla görül e şehird rin başka bir yerde değil, yalnızca büyük tler, şehirdeki yabancılar mında "kentsel" değildir. Bu politik cemaa lama kodunun genel arasında ortaya çıkan bir görünüşleri yorum Politika, sözcüğün er. eldirl kents politik dili etkilemesi anlamında, şehirde ortaya çı k büyü ikinci anlamıyla "kentsel"dir. Yani, ilk kez idrak tarzıdır ki, hiçbir kan, sonra da toplum geneline sıçrayan bir lar özel bir yerden gel coğrafi etken söz konusu olmaksızın, insan başlarlar. miş olanların göileriyle yaşamı görmeye
alana girmesi, bir kolektif kişinin aslında somut bir kişi gibi olma
C. DREYFUS DAVASI : YIKICI GEMEINSCHAFT
sı gerektiği anlamına geliyordu. Bunun tersine, somut bir kişinin de kendisini kolektiflik içinde görebilmesi gerekirdi ki, bu şemaya gö re, toplumsal ilişkiler kişiliğin doğasını dönüştürmez. Yüzyıl orta larında Delacroix 'nın devrimci bir cemaate öncülük eden alegorik "Ozgürlük"ünün artık inandırıcı olmamasının bir nedenidir bu. Ale gorik kişi, kişiliği dönüştürür. Onun yerine, tek bir birey olarak so mutlaştırılabilen, fantezi ürünü bir kolektif kişi geçmelidir. Kendi lerini bu bireyin kişiliğinde tanıyanlar doğrudan birbirleriyle ko nuşmasalar da olur. Gerçekten de, 19. yüzyıl onlara sessizce yalnız kalma hakları olduğunu öğretti. Yıkıcı
Gemeinschaft'ın temeli bu
şekilde atılmış oldu: Ortak eylemler yerine, öteki insanlarla bir var lık durumu olan duygusal ilişkiler paylaşılıyordu. Toplum içinde cemaat, yalnızca vites boşa alındığında çalışan bir motora benzedi. Cemaat duygusunun yıkıcı etkilerini iki alanda sorgulayacağız: . Ilki ait olmanın dili ve Ocak 1898'de Dreyfus Davası'nda olducru gibi ait olmayanlarla yaşanan çatışmanın dili. İkincisi ise, orta s
:U
radikallerinin meşru biçimde bir proleter cemaate ait olma diliyle nasıl mücadele ettikleriyle ilgilidir.
jik çatışmarun çifte dramı" Dreyfus Davası, "soruşturma ve ideolo lde bir casusluk öyküsü olarak adlandırılmıştır. Soruşturma, teme Dreyfus, Fransa'ya kar d Alfre dür: Bir subay olan Yahudi yüzbaşı yapıyordu? Eğer yap mu luk şı İtalyanlar ve Almanlar adına casus a atanlar kimlerdi ve bunu ne madıysa, onun casus olduğunu ortay asında bulgular açığa çık den yapmışlardı? Bu öykünün her aşam a da ortaya çıkıyordu. Da tıkça, kanıtın anlamıyla ilintili bir çatışm kanıtların casusluk eylemine va uzadıkça, davaya bulaşan taraflar az ilgilenirken, bu kanıtları ilişkin neler söylediğiyle giderek daha kta kullanmaya başladılar. daha çok çatışan iki cemaati tanımlama casus hikayesi cepheleşme Belirli bir anda yollar kesişir ve artık ane olmaktan başka bir şey de yoluyla cemaat oluşturmak için ceph ğildir. Bu kesişme anı Ocak 1 898'dir."' ır. Eğer tüm dikkatimizi İşin polisiye tarafı son derece karmaşıkt suçuna ilişkin sorulara yol Dreyfus 'u casusmuş gibi gösteren ve ak bu öykü şöyle gelişmiş açan olay üzerinde yoğurılaştıracak olurs ti: 154
Radikal politikada ya da çatışma durumunda, cemaat dili ku rumsal ya da ideolojik meseleleri psikolojik sorunlara dönüştür müştür. Çatışma halindeki ya da liderlik konumundaki insanların taktıkları maskeler kişiliklerinin açığa vurulması olarak görülmeye başlayınca bu meseleler çabucak kişinin dış görünümünü haklı çı karma girişimlerine dönüşebiliyordu. Kişinin bir meseleye sahip çıkması kendini haklı çıkarması sorunu haline geldi. Şu halde, or-
·
.
i ataşesine gönderilmek Eylül 1 894'te Paris 'teki Alman asker mektup bulundu. Bordereau üzere yazılmış olduğu ileri sürülen bir n askeri bilgi veriyordu ilişki adı verilen mektup Fransız ordusuna kaleme alınmıştı. El yazı ve anlaşılan bir Fransız subay tarafından fus 'un el yazısıydı. Drey sı görünüşe bakılırsa Yüzbaşı Alfred Drey ardından askeri 9osyalarda fus hemen tutuklandı. Tutuklanmasının
suçunu sabitleştiren başka belgeler de beliriverdi. Alman askeri ata şesinin, casus kişiye gönderme yaparak İtalyan meslek taşına ismi nin baş harfi "D" olan bir ajandan bahsettiği bir mektup bunlar ara sıı1daydı. Dreyfus, Aralık 1894'te gizli bir askeri mahkem e karşısı na çıkarıldı. Suçlu bulundu. 5 Ocak 1895 'te kamuya açık bir tenzi li rütbe merasimine sokuldu; madalyaları söküldü, kılıcı kırıldı. Ar
kasından ömür boyu Şeytan Adası'na sürgün edildi. Hapishanede onunla ilişkide olacak herkese onunla asla konuşmamalar ı emredil di.
Mart l 896 'da Fransız askeri istihbaratının yeni komuta nı Albay 3 12 Picquart, ·Alman ataşesinin çöp kutusundan Fransız gizli ajanı olan temizlikçi kadın tarafından çalınan bazı evrakları ele geçirdi. Bu evraklar arasında bir petit bleu' vardı. Bu pelit bleu Albay Ester hazy adında başka bir Fransız subaya yazılmıştı ve Picquar t, Ester hazy'nin ajan olabileceğinden kuşkulanmaya başladı. Esterha zy so
ruşturması sonucunda el yazısına ait örnekler bulundu . Bu yazı Picquart'a tanıdık gibi geliyordu; Dreyfus'a ait olduğu düşünülen bordereau 'daki yazıyı anımsadı. Bazı araştırmalar daha yaptıktan sonra, ağustos sonunda her iki olayda da Esterhazy'nin ajan oldu ğuna ve Dreyfus'un haksız yere hapse atıldığına karar verdi. 1897' de, haberlerin sızması ve Dreyfus ailesinin çabaları saye sinde, Senato İkinci Başkanı Scheurer-Kestner de Dreyfus 'a yar dımcı olma eğilimine girdi. 1897, kesin bilinmeyen manevraların ve soruşıum1ada çok az bir ilerlemenin olduğu yıldı. Bununla bir likte, bağlantının açıklığı ve kamuoyu baskısı Esterha zy'nin mah
kemeye çıkarılmasını zorunlu kılmıştı. Askeri mahke mede yargı lanmasına, 1 0 Ocak 1898'de başlandı. 1 1 Ocak'ta, bir gün sonra, dava sonuçlandı. Oybirliğiyle aklanmıştı. 1 2 Ocak'ta Picquar t or duya ihanetten tutuklandı, daha sonra da suçlu bulund u. 13 Ocak'ta Dreyfus ve öteki kurbanların yaşadıkları karşısında Zola, "J'Accu se"ü yayımladı. Bir bakıma, soruşturma safhası aynı yılın 1 3 Ağustosu 'nda son buldu. 13 Ağustos gecesi hükümette görevli bir kişi Dreyfu s'a kar şı kullanılan belgelerin birinde sahtekarlık yapıldı ğını fark etti. Dreyfu s'a ait bir mektubun ortasından bir bölüm bir başkasına ek lenmişti. Bunu yalnız bir kişi yapabilecek konum daydı: Albay El yazısı, özel ulakla iletilen bir tür telgraf.
..
Henry adındaki bir subay. Yüzleştirilince, Dreyfus aleyhine bu bel geyi de, öteki belgeleri de düzenlediğini itiraf etti. 3 1 Ağustos 'ta kamuoyu, Henry'nin hapishanede, yargılanmayı beklerken kendi boğazını kestiğini, Esterhazy'nin de ortaya attığı sahte kanıtlar yü zünden yeniden mahkeme karşısına çıkmaktansa çareyi İngi!tere'ye kaçmakta bulduğunu öğrendi. Ayrıca Fransız Ordusu komutanların dan General lloisdeffre istifa etmişti. Tüm bu olanlardan sonra Dreyfus'un yeniden yargılanması zorunlu olmuştu. Dava 1899 Ağustosu'nda, Rennes'de görüldü. Sonunda Dreyfus serbest bıra kıldı ve 1906 'da rütbelerine ve itibarına yeniden kavuştu.
Tek başına böyle bir casusluk öyküsünün Fransız kamuoyunu bu 1
derece etkilemiş olmasını geçmişe bakarak değerlendirmek ve an
layabilmek çok zor. François Mauriac, 1 965'te "Dreyfus Davası sı
rasında küçük bir çocuktum. Ama tüm yaşamın1ı doldurmuştu" der ken, Leon Blum da onun modem Fransa'nın tüm sorunlarının kay
nağındaki "temel sorun" olduğunu düşünüyordu. 1898'den itibaren Dava ile ilgili her yeni olay Paris 'teki ve bazı taşra şehirlerindeki sokak göstericilerini harekete geçirdi. 1 898'den 1900'e kadar kafe lerde bir Dreyfus yandaşı ya da karşıtı yan masada Dava konusun da konuşan birilerini duyunca hemen kavgaya tutuşuyordu. 14 Şu
bat 1898'de Figaro'da yayımlanan bir karikatürde Dreyfus Dava
sı'ndan söz açılınca meydan kavgasına dönüşen bir aile yemeği gö
rülüyordu. Sayısız örnek bu karikatürün olayları aslına göre pek de fazla abaıtmadığını kanıtlıyordu. 155 Tablodaki unsurlar yalnızca dedektiflik hikayesindeki ayrıntılar olduğu sürece, dava "Dava" değildi. Aynı şekilde, Dava'nın Fran sız toplumundaki farklı güçler arasındaki çatışmaya neden olan bir mesele olduğu söylendiğinde de, yarattığı heyecan anlaşılmaz ola rak kalır. İdeoloj ik çatışmanın genellikle Ordu, Kilise ve yüksek burjuvaziyi temsil eden "eski Fransa" ile çatışan üç Fransız devri minin mirasçısı olan "yeni Fransa" arasında geçtiği söyleniyordu.
Komün sonrasında ve Fransa Prusya savaşından sonra da bu iki ke simin çatıştığı pek çok durum yaşanmıştı; fakat hiçbir zaman tutku
lar, Dreyfus Davası'nda olduğu denli şiddetli bir noktaya yüksel
memişti. Bu dava, söz konusu tutkuları ateşli bir savaş meydanına taşıyan çatışma üzerinde temellenmiş kolektif bir kişiliğin oluşma sıydı.
Eski Fransa, Dreyfus'u niçin yok etmek istemişti? İdeolojik ya- . mı Fransa'n n i yenilgilerini ve Fransa-Prusya savaşını izleyen . � yıllarda geçırdıgı ozgüven sarsılmasını gösterir. Çeşitli politik gö- : _ ruşlere sahıp çok sayıda insan, Prusyalılarla 1 87 1 'de yapılan sava' : şı Fransız subaylarının yetersiz oldukları için kaybettiklerine inanıyordu. Bu savaştaki Fransız askerleri Prusyalıların bile say aısını kazanacak ölçüde gözü kara savaşıyordu. Bu durumda halk eni!- ·· . gının sorumluluğunu her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştıran komu tanlara yüklüyordu. 1880'lerin sonunda Cumhuriyet'e karşı bir coup d' etat hazırlığına giren çok ünlü bir subay olan General Boulan- • . . a 114 oer nın yandaşlarını terk ederek metresıyle birlikte Belçika sınırını geçerek k çması da bardağı taşırmıştı. Ordunun ulusun güvenine : ihanet ettıgı kuşkusu yaygınlaşmıştı. Ordu liderleri de bu kuşkula . rın acısını ıçlerınde duyuyorlar ve kendilerini bir şekilde temize çı' karmaya can atıyorlardı. 1 880'lerin sonunda, dindar köylüler ve kent küçük burjuvazisi arasında olduğu gibi eski Fransa'nın liderleri arasında da Fransa'yı Yahudilerden kurtarma kampanyası başlatıldı. Doğallıkla, Yahudi ler asık günah keçisiydi, fakat sürekli bir hedef değillerdi. 1 880 lerm sonund: Yahudilere karşı yeni bir kampanya başlatıldı, _ _ eski Fransa nın kusurları taraftarlarınca içerideki hainlerle . çunku çl_erin marifetleri olarak görülmeye başlandı. Bu kampanya dış _ nın onculerının Makyavelci olduklarını düşünmek gereksiz; onlar b kaları a olduğu kadar kendilerine' de, denetimleri dışındaki � � ugursuz guçlerın onları neden iktidarsız kıldığını açıklamak istiyor lardı. C pheleşmeyle yoğrulan bir cemaatte iki rakip taraf olması � gerekır. Sız ve kardeşlerinizin ancak ortak bir düşmanınız olursa gerçek kardeşlik ruhunu hissedebilirsiniz. Fakat, Dreyfus Dava sı 'nda rakip taraflar inişli çıkışlı bir seyir içinde gelisti. Eski Fran sa'nın güçleri uzun yıllar boyunca, dramatik bir cep eleşmede rol almalarını sağlayacak bir retorik geliştirmekteydiler. Fakat, karşı _ karşıya kalabıleceklerı somut, canlı bir düşman 1 898 'e kadar orta da görünmüyordu. Bu tarihten önceki on yılda eski Fransa tabii ki tümü de Yah dilerce çevrilen dolapların ve ihanetlerin ya diğı sis � perdesıyle ugraşmak zorunda kaldı. Ne var ki, Yahudiler do
atlar yağ rdi; yüZanüze gülümseyip iltif sakınırlar. Yahudi bir muhbi 8'den ön sırları satan kişiydi. Ocak 189 dıran, arkanızdan da ulusal heden �u e bir cemaat vardı ki, bu cep ceki on yılda, takım halind ır degılhaz a bun mel rakipleri henüz ruşmaya hazırdı, fakat muhte
k_'.' �
·
;
·
..
'
k_1
gii
h
�
:
di.
baş: cemaat dilinin nasıl gelişmeye Şimdi de anti Semitik sağda e gelen �ntı ve 189 0'lı ilk yılların önd ladığını görelim. 188 0'lerin mont ıdı. Dru d uar gazetesini kuran Edo Semili, La Libre Parole Dreyfus, e gör hefort gibi yandaşlarına Drumont' a ve Comte de Roc l bir toplamıydı: Orilintili fantezinin mükemme 3 15 . Yahudi ihanetiyle uzenbazdı. 26 - ·1 , b'ır d'' n degı ma düş bir k açı ; ıştı sızm du kademelerine Dreyfus'un re Paro/e 'de çıkan "Yüzbaşı Aralık 189 4 tarihli, La Lib suç mahal s'u yfu kalede Drumont, Dre Ruhu" başlığı taşıyan bir ma linin dışına çıkarır: ·
miş ışt r, fa�a �lk .sine �arşı �u ?. işl��� ol (Dreyfus] güveni kötüye kullanm � esı �ıçın, �onc n sını ulke bır le ehk bılm tir. Bir insanın ülkesine ihanet ede ması gerekir.
bu nedenle de, bir ülkeye ait olamaz ve Bir Yahudi, özü gereği hiç aniak "Yahua için Fransız sırlarını satm Drumont'un sözleriyle, par bir şeydir."'"' dilerin ellerinde olmayan i Semiderin bir anti Semitizm dili, ant İdeolojik düzeyde, bu tür tir. ;'ah�dıler izlem�k üzere geliştirilmiş_ geçmişteki günahlarını tem ıle bagı var: dırır. Bu dilin başka bır dıl den nefret etmek onları arın yıllarındakı 5 189 anti Semitlerin 1894 ve dır. Drumont'un ve öteki ir i��a atan udilere karşı durmaya can yazılarında hep kaypak Yah e omegın, rdu. Bu kendini reklam etm ' nın kişiliği dramatize ediliyo .şınde ol s'un Ruhu" makalesının bıtı Drumont'un "Yüzbaşı Dreyfu elerini esini Dreyfu s'a ilişkin düşünc _ _ duğu gibidir. Drumont makal rır: bıtı ilgili düşüncelerini sıralayarak özetleyerek değil, kendisiyle ··
�
dur. �n zayıf, en duygu�al insa� olm�.şu� Hep cesareti en kolay kırılabilen, an kı [ote r sızle erdiğim cesaretı bana Ülkemi uyandırmak konusunda göst k, rara çıka a açığ ini ikes tehl Yah udi ti Semitlerl verdiniz ..... Kitaplarım. ba�ım� tek ı plar kita Bu ..... iştir verm et ı. sc:vrrili Fransama büyük bir hizm enin sesine itaat ettim: "Konu�!" ded yaz:mazdım·. Yalnızca yüce bir irad Konuştum.
Drumont için anti Semitizm onun kişisel değerinin, dürüstlüğüniin alametiydi. Ondan kendini frenlemesini ya da uzlaşmasını nasıl iste yebilirlerdi? Drumont için Dreyfus Davası, onun, yani Drumont'un kendisi olmasııun simgesiydi."' Vahşi doğada şebekler, aralarındaki yabancı şebeklerin kıçlarını avuçlayarak ya da onlar için yaprak ve ot toplayarak onlara dostluk ve güven sinyalleri verirler. !890'!arın ortalarında Paris'te, muhte melen yalnızca simgesel anlamda benzer bir fenomen gelişmişti. Yahudi nefreti, Drumont' unki gibi nefret itiraflarına ve bu itiraflar da kişinin Fransa'ya ilişkin en derjıı duygularııu, entrikacılar karşı316 sındaki dürüstlük ve cesaretini ifade eden klişelere dönüştü. İtiraf lar ötekilere itirafta bulunan kişinin dost ve güvenilir olduğu sinya lini veriyordu. Bu işaretlerden bir cemaat duygusu doğdu. Döneme ilişkin anılarda, masalarda yan yana oturan insarıların imalar ve şif re sözcüklerle öteki misafirlerin duygularını sezmeye çalıştıkları akşam yemeği sohbetlerinden söz edilir. Bu yemekİerde, eğer ze min uygunsa içlerinden biri, Yahudilerden dehşete kapÜdığı itira fında bulunur, Fransa'nın içindeki düşmanlarından kurtulmasının gerekliliğim vurgulamak için yumruğunu masaya indirir. İnsanlar gözle görülür şekilde harekete geçirilmişlerdir ve bir duygu seli odayı doldurmuştur. İşte, bir bankerin sözleri: ·
Her şey Çok tuhaf' bir biçimde kişi.sellikten uzak. İnsan bu samimi it§aatla rı kabullç:nir ya da sessiz kalır, sonra masadan kalkar, sigara ve konyağa doynıu�tur, bir süredir ısrarla kendisine içini döken kişinin kim olduğuna ili�kin h(çbir fikri de yoktur. ıs�
Fakat, anfrSemitizm dili geçici bir cemaat duygusu .için malzeme sağlamasına karşın duygu henüz tam inşa edilmemişti, çünkü aslın da ortada hiçbir gerçek karşılık yoktu. Dreyfus 'un suçlu olduğuna şüpheyle bakanlar bir avuçtu ve hiçbir şekilde Dreyfus'un infazcı ları gibi tahrik olmamışlardı. Bu adamı savunanların ayıu tutkuyla yanıp tutuşmaları için Ocak 1 898 'e kadar beklemek gerekti. Anımsayacaksınız, Ocak 1898'deki casusluk hikayesi, Ester hazy'nin yargılaıunasına yol açmıştı ve onun aklanmasının ardın dan onu suçlayan Picquart tutuklanmıştı. Bundan bir yıl önce, Dreyfus 'un avukatları giderek basında yer almaya başlamışlardı ve duruşmalar Dreyfus'un durumuna çok büyük bir ilgi uyandınnıştı;
fakat onun lehine olan görüşler dağınık, yetersiz ve çelişkiliydi. 1 2 Ocak'ta Dava bir sona ulaşmış görünüyordu: Esterhazy ak lanmış, Picquart da onu suçladığı için tutuklanmıştı. E. Zola'nın L'Aurore 'de 13 Ocak'ta yayımlanan "J'Accuse" başlıklı yazısının önemi, söylemin terimlerini Dreyfusçuların cemaat oluşturabile cekleri bir biçimde belirleyerek, ölü doğmuş bir harekete hayat aşı lamasından geliyordu. Zola, "Dreyfusçular" olarak, "Biz kimiz?" sorusunu yanıtlamakta ve Dreyfus karşıtlarının imgelemine zıt olan imgeleri bulmakta başarılıydı. Bunu, kişi olarak bir Dreyfusçuyu karakterize etmek üzere melodram tekniklerini kullanarak yaptı. Böylece, artık biri diğeri olmaksızın var olamayan iki düşman ta- 1 raftan oluşan durağan· bir cepheleşme tamamlanmıştı. L' Aurore'un özel baskısı çok büyük heyecan yarattı. Birkaç sa atin içinde üç yüz' bin adet satılmıştı, insanlar bir gazete alabilmek için birbirleririi yiyordu. Zola'nın adı her yerdeydi. Makalesi, yelli enerji kazanan Dreyfusçular tarafından taşra kesimine de postalan mıştı. Yazdığı metni, adım adım, analiz ederek, Zola'nın cepheyi politik tartışmadan yeni türde bir .cemaat diline nasıl taşıdığını gö relim. (Metnin tamamı kitabımızın sonunda yer alıyor.)"" "]'Accuse'', Cumhuriyet'in Başkanı Felix Faure'e hitap eden bir mektup niteliğindedir. Neden ona yazılmıştır? En açık nedeni, onun devlet başkanı olmasıdır; fakat bu açık neden doğru değildir. "J'Ac cuse"ün hedefi 1881 tarihli karalama ve iftira yasası uyarınca yaza rının tutuklanmasını sağlamaktı. Böylece, Zola'nın yalan söylediği gerekçesiyle yargılanması, Dreyfus Davası'nın yeniden gündeme gelmesini sağlayacaktı. Faure ne böyle bir davayı açabilir ne de durdurabilirdi. Bu metnin M. Faure'e yazılmasına neden olan asıl retorik cümlesi, onun "ülkenin en yüksek yetkilisi" olduğunu (4. paragraf) belirten cümleydi. Fransa'nın halkını ve tüm yargıçlarını temsil ediyordu. (Halbuki yasal açıdan Başkan yargının başı sayıl mıyordu, örneğin Amerika başkanı gibi sonsuz af yetkisi yoktu.) Zola'nın Faure 'ye ilk dört paragraftaki hitabı açısından bu bilgi lerin önemi vardır. Bu karşılıklı bir konuşmadır. Bu ilk dört parag ratia Zola, Faure' i uyarır ve onu bağışlar. Uyarısı çok çarpıcıdır:
Bu iğrenç Drcyfus Davası olayı adınıza-yönetiminize diyecektim- sürül mek istenen ne kura bir lekedir! (2. paragraf)
Fransa yirmi beş yıl önce kralları ve imparatorları halletti; kendini zi bir hükümdar sanmayın, çünkü bu kendinizi eski Fransa'nın uzantısı olarak gördüğünüz anlamına gelir. Bu davaya kendi kişisel onurunuz açısından dürüstçe yaklaşın. Eşitliğin anlamı, benlikler arasında mesafe olmamasıdır. Davayı bu iki olumsal terimle izah ettikten sonra, Zola'nın bağışlayıcı sözleri gelir: "Sizin gibi onurlu bir insanın (gerçeği) bilmediğine inanıyorum." İki samimi arkadaş olarak konuşmuyorlarsa şayet Venedik'ten gelip Fransız tabiyetine geçen bu Emile Zola kim oluyor da Fransa Başkanı'nı bağışlı yordu? '_ 8 Zola, kendisini bu davanın neden ilgilendirdiğini de aynı terimlerle açıklar. Emile Zola ne Dreyfus 'u ne herhangi bir ordu mensu bunu tanır, ne de herhangi bir şekilde bu Dava'dan zarar görmekte dir. Öyleyse neden el atmıştır? 3 . paragrafta, Zola okura kendini şöyle kabul ettirir: Öncelikle, konuşmayı "göze alacağını", "gerçe ği anlatacak cesareti göstereceğini" söyler. Bir başka deyişle, bu da vadaki varlığının ilk göstergesi cesur bir insan olmasıdır. Dahası: "Konuşmak görevimdir; suç ortağı olmayacağım." Suç ortağı oldu ğunu düşünen kimdi ki? Bu cümleler şunu ifade eder: Dava'ya ve olaya katılan herkes gerçek bir karakter sahibi olduğunu kanıtlamış olur. Katılınamak ise kişisel cesaretten yoksunluktur. B u cesaret id diası kendine has bir vicdani itirafın yolunu hazırlar; Zola konuş mayı göze almasaydı; Gecelerim, uztıklarda bir yerde, işlemediği bir suç yüzünden en korkunç işkencelere maruz kalan suçsuz bir insanın hayaliyle karabasana dönüşür� dü. Bir gazeteci üslubuyla cesaretinden ve "karabasanlı gecelerinden" söz edişinde önemli olan onun içtenliği değildir; önemli olan, inan dığı şeyleri, ne denli derin olduğuna bakmadan, izleyicilere aktar ma tarzıdır. "J'A cc use de, vicdanın sesine, kendi kahramanlığına dikkatleri çekerek söze başlamaktadır. Bir vicdan taşıyor olmasını dramatize eder; bu, elbette başka bir insanın savunmasına çok tuhaf bir başlangıçtır, ama biçimsel açıdan Drumont'un anti Dreyfusçu diliyle özdeştir. Bu başlangıcın kendine özgü retorik atmosferini bir kez anlayın ca, Zola'nın metnine mantıksal ve hukuki bir açıdan bakan çok sa"
·
boş oluşuyla ş��kına çeviyıda modern yorumcuyu içinin tamamen eye başlayabılırız. B u arren sonraki argümanlarına bir anlam verm. . mananlayışına uygun bır gümanlar 19. yüzyıldaki kamusal kişilik
. tığa sahiptir. fus' u kını.m Drey 'nın Zola , arda grafl para ki ında 5. ve ı ı . aras t. Tüm bun .. <>u··ne ilişkin iddiası yer alır. Çok basi . ·· du0 tongaya d uşur !arı bir kişi yapmıştır; .
(4. paragraf) Yarbay Paty du Clam. Bütü n mesele odur.
ir kanıtı yoktur. 5. paragrafta 112_ Zola'nın karutı? Hukuki, somut hiçb "Her tırmayla bunun kanıtlanacağını söyı:;· . bize "samimi" bir araş pa 6. dır. a cakl lesinler, bula r. şeyi söylemek zorunda değilim, ince ce ebıle rul un t�ng�:'� duşu . ragrafta Zola, Paty du Clam'ın Dreyfus' ete çıktıgını soykmenın � _r ği ihtimali ortaya çıktığı anda sahneye kanıt peşınde degıldır, " unu" öne sürer. Zola hukuki, somut rı 0Jdug ızca kişı·ıı·k açısından yo·· kü bu davada doğru ya da yanlış yaln " çun . . � " ma inan 'ın igrenç bırı· oJdug� . rumlanacaktır. Eğer bizi Paty du Clam ı oyun oynayan kişı tabı kı dırabiliyorsa, 0 zaman, Dreyfus' a men ardı?dan Zola onu.n ka Paty 'dir. Paty du Clam'ı suçlamanın h� ır. O bır entrıkacı, bır ro rakterini süslü ifadelerle anlatmaya gırış kadınlarla geceyansı buluş mantiktir ve gizli oyunlardan, gizemli du Clam'ın komplosunu� malarından zevk alır (Paragraf 5). Paty güçlerin bir .'b�n fatemelerı başarılı olınasının nedeni kurumsal ıstemes� degıld!T. ayır, ne ya da subay sınıfının kendini aklamak . cek kışısel guce sahıp ol deni Paty du Clam'ın insanları uyutabıle 0 masıdır;
�
�
:
çünkü 0 ispiritizma ile. büyücülük ile ruhlarla ilgilenmektedir. (6. Parag� rat)
tamamlar. İşbaşında bir şeytan, Karakter halkasını misıifıkasyon ında da .. . raman ve onların aras . .. u teşhir edecek bir kah onun ıçyu. . zun . msı. z bır . ayyargıç vardır. One bir ber biha an lard Olay ama u, 1 r onu · var· ç e kapatan kurumsa1 sure rıntı olarak da bir insanı hapishaney .
.. kanıtl an ki yazısını ıum Kötü adamı parmağıyla gösteren Zola . . " in, "bordereau" vardır. ·· rneg .. . o . . uştu .. d""urur . ..rerek sur şisel ıerımlere don
dır.
Zola konuyu nasıl ele alacaktır? "Bu belgeyi reddediyorum, tüm gücümle" (10. Paragraf). Belgenin anlamını analizden kaçınır. Ya zar üstüne basa basa, "Bu belgeyi reddediyorum, tüm gücümle" di yerek belgenin doğruluk değerini yok etmiştir. Bu paragrafta birkaç satır ileride, Zola yeniden ortalığı kızıştırır. Belgenin konusunun ne olduğunu söyledikten sonra belgenin ulusal güvenlikle ilgisi olma dığını öne sürer:
Hayır, hayır bu bir yalan, hem de iğrenç ve ahlfiksızca bir yalan; çünkü utanmadan yalan söylüyorlar, öyle ki, kimse onları suçlayamıyor.
320 " O" ,
bordereau, bir anda "onlar", yani düşman olur. Bordereau'nWl
önemsiz konuları kapsadığı ve bu nedenle de "onların" muhteme
len sahtekarca kullandığ( bir kağıt parçası olduğu söylenmiş olsa bile, aıtık onların ürünü olmuştur ve onu gerçek ya da uydurma ola rak değerlendirmek olanaksızdır, çünkü "öyle bir şekilde yalan söy lüyorlar ki kimse onları suçlayamıyor." Davayı kişisel ahlaka ilişkin bir drama dönüştürerek şeytana karşı gelen kahraman Zola, tüm kanıt tartışmasını salt tarafların ki şilikleriyle bağlantılı olduğu sürece önemli olan bir şey haline geti rir. Kanıtın psikolojik siıngeselliğinden başka, hiçbir gerçekliği yoktur. 12. ve 22. paragraflar arasında, Esterhazy döneminden
"J'Accu
Böylece 18. paragrafın sonundaki sözlerin mantığına ulaşıyo ruz. Bu sözler zaınaııın bir İngiliz hukukçusu tarafından "rasyonel adalet adına irrasyonelliğin özü" diye adlandırıldı. Esterhazy ve Picquart'ın kaderlerini Zola şöyle özetliyor:
..... onurun kendisi denebilecek, tertemiz bir yaşam sürmüş bir insan yıkı mı.l uğratılırken, borç ve suç batağına batmış insanların masum olduğu ilan ediliyor. Bu noktaya gelen bir toplum çürümeye yüz tutmuştur. ( 1 8. pardg rat)
Zola kitabi aıılaında konuşuyor: Popüler basın, Esterhazy'nin her kese borcu olduğunu, Picquaıt'ın ise borçsuz olduğunu geniş ölçüde malzeme yapmıştı. Bu pasaj, karakter ile yargılaınanın ve karak ter katlinin ta kendisidir. Kamusal yaşaın ile kişisel yaşaın arasın daki çizgi bir kez silindiğinde, karakter ile yargılaına politikaııın ilerlemesi için elde kalan tek yoldur.
"J'Accuse",
Napolyon ve Laınartine'in kuşağı arasında gözle
görülür duruma gelen retorik değişiminin bir sonucunu gösterir. Bir kez karakter eylemden bağımsızlaşınca, bir kez Lamartine insanla ra hiçbir eylemde öncülük etmeksizin kendini onlara bir lider ola rak sununca, eylemin yer aldığı kaınusal dünyanın kişisel güdülen meye bağımlı kalmak dışında tüm anlaınını yitirdiği bu tersine dö nüşün yolu açılmıştı. Zola, şimdi 26. paragrafta başlayan suçlaınalar listesine, yani
ı}rılandığı güne kadar geçen olaylar aynı şekilde ele alını
parçanın en yüksek draınatik noktasına ulaşıyor. Bunların her biri
da karar vermek zorunda oldukları kritik an, "keder dolu, psikolo
yunca "ben" en önemli sözcüktür. Bir haksızlığa karşı konmaz ya
se"ün yay
yor. Ordu subaylarının Esterhazy hakkında dava açılınası konusun
jik bir an" olarak verilınektedir. Kararı oldukça geç veren subayla ra Zola, en kişisel terimlerle saldırır; "Ve bu insanlar geceleri uyu yabilmekteler, sevdikleri eşleri, çocukları var!" (14. paragraf) diye yazar. Bu olağanüstü cümlenin anlamı nedir? Zola'nın davasında dünya yoktur, hiçbir bürokrasi ağı, güç, otorite çatışmaları ve arzu lar üzerinde hiçbir denetim yoktur: Var olan yalnızca benliğe ilişkin mutlaklardır. Görüşlerime katılmıyorsanız nasıl insan olabilirsiniz? Her dünyevi görünüş, her özel eylem bu mutlakların bir göstergesi haline gelir. Bir insanın maskesi onun asıl karakterini ele veren ger çek bir rehberdir ve Drumont için olduğu gibi, Zola için de, bu dün yevi konumların değişmesi, karşılıklı etkileşim söz konusu değildir, çünkü bir insan nasıl olur da dürüstlüğünü takas edebilir?
"X suçludur" yerine "suçluyorum" sözleriyle başlar. Suçlaına bo da bu insanların karşılaştığı bir haksızlıktan söz edilmez. Zola böy le bir şeyle ilgileruneyeceğini, bunun yetkililerin işi olduğunu söy lemiştir. Önemli olan şudur: "Ben" onları suçluyorum. Neden dola yı? İşte Zola'nın isim ve suçlar listesi: Paty du Clam, "şeytani işçi" Mercier, "düşüncesizlik" Billot, "insanlığa ihanet" ve "adalete ihanet" Boisdeffre, "dinsel hırs" Gonse, "dostluğun istismarı" Pellieux, "vicdansızca soruşturma"
f;.
El yazısı uzmanları, "yalan ve düzmece raporlar" Savaş Bakanlığı, basında "iğrenç kampanya"
Savaş divanı, "yasayı çiğneme"
Bunların içinde yalnız Boisdeffre'in suçu olan dinsel hırslar
sava� divanının suçu olan yasaların çiğnenmesi kurumsal nitelikte dir. Otekilerin tümü kişisel suçlardır. Bu da "Ben suçluyorum" söi zünün önemini açıklamaktadır ya da "Ben suçluyorum" retoriği
.
kullanılınca ortaya "kişisel suçlar"ın çıkmasının nedenidir.
Zola'mn "J'Accuse"ündeki sonuç bölümü ile Drumont'uı/•'.
�� "Yüzbaşı Dreyfus'un Ruhu" adlı yazısındaki sonuç rahatsız edici!
i
bir paralellik taşır. 28. paragrafta Zola, bizi herhangi bir kazanç ya• .
da partı peşınde olmadığı konusunda temin eder; onunki temiz bir'· ·
tutkudur. 29. paragrafta Drumont gibi, okuyucuya nasıl kişisel ofal;
rak harekete geçtiğini anlatır. Duygu durumu konusunda bir metin dir elimizdeki: "Şiddetli protestom sadece ruhumun çığlığıdır." 30. paragraf, yine Drumont'un yaptığı gibi, okura en son imge olarak
Zola'yı sunar; Dreyfus'u ya da Fransa'yı değil. Zola karşı çıkar ve kav�aya tutuşur. Kahramanın gelecekteki iftiraya uğrayıp yargılan� ma ihtımalı karşısındaki sloganı "Bek!iyorum"dur. Zola 'nın bu ab
lfilci metanet bildirgesi aynı zamanda Dreyfus savunmasının sonu dur. Bu makalenin günde üç yüz bin adet satılabilmesinin nedenini:
Fransız kadın ve erkeklerinin geniş bir kesimini Dreyfus 'u savun'.
maya nasıl yönlendirdiğini; Zola'nın yargılanmayı, bir yıllık hapsi
göze alamayarak, yanında bir yığın para ve sevgilisi ile birlikte İn
giltere 'ye kaçması ve davanın öncüsü olarak kişisel bakımdan göz den düşmesinin ardından bile "J'Accuse"ün yine de bu hareketin dayandığı temel metin olarak kalabilmesinin nedenini sorarsak, Henry'nin intiharından ve sonucunda Paty du Clam'ın zorunlu ola' rak aklanmasından sonra bile geniş kesimler için zorlayıcı bir bel ge niteliğini koruyabilmesinin nedenini sorarsak, yanıt olarak, o in
sanların, Zola'nın onlara verdiği şeyi istediklerini söyleyebiliriz ki Zola'mn onlara sunduğu, Dreyfus'un özgür bırakılması aerektiifuı
� cl ai� ol
ilişkin bir dizi mantıksal neden değil, kolektif bir mücad eye
manın diliydi.
"J'Accuse"ün asıl içeriği, Yahudi Yüzbaşıyı ne tür kişilerin sa-
·
, her iki tarafta saldıracağı idi. Bu kişiler ·vunup ne tür kişilerin ona Zola'nın hızla yar resinde billurlaşmazlar. 'iıa, asla tek bir lider çev va dışı kalmasına lde de kaçması onun Da ı ·· e>· gılanıp daha hızlı bir 'seki D va' nın onem. ı . 13 Ocak 1 898'den sonra � de, n kte rçe Ge ı. açt yol edıyorlardı ki, hıç lerini öylesine hızlı terk karakterleri sahnedeki rol elinde tutamıyordu : p olayların denetimini . lcimse ya da hiçbir gru tı anda Dreyfusçular ıle "'.' tab lık, rsız kra isti bu Ancak, tepedeki mez. Aksıne, ıkt ırların kaydığını göster Dreyfu sçuları ayıran sın nry'nın sahte yasında pekişir; örneğin, He . kampın konumu halk ara ır asalet ve �en- 23 tarafından hemen yüksek � 3 : zıları anti Dreyfu sçular , eyfus eger suçlu degılse Dr ıkü çür ü; üld gör rak 'dini feda eylemi ola a s 'un akl"ı:masın urma adım adım Dreyfu değildi. Aslında, soruşt altına atılan '.rozanın " başharfi ile bordereau "doğru yol aldıkça; ("D . lmememış de olin bir biçimde tespıt edı kime ait oldu Q:u henüz kes olan kamplar arasınaklarda mücadele içinde . . sa) her yeni a ım, sok u. em için ortam yaratıyor� · da yeni bir kitlesel eyl sona erdıgınde • p arasındaki açık şıddet J902'den sonra iki kam 'da eğitimi la'.k aşma süreci yoktu. Fransa ortada yaşanan hiç ir uzl eyfus'un maJıku'." an her iki kamp da D: leştiren Ferry Yasalan'nd . nku dm du. Çu alma" olarak söz edıyor edilmesine karsı bir "öç as gibi yazarlar ve içindeydi. Charles Maurr adamları ordu i e ittifak am dılaı;; � . plar anti Dreyfusçular' dan � Camelots du Roi gibi gru zl n Nazılerle ışbırlı nsı Fra da sın ara iler ihç "'.:_J Fransa dışındaki tar yaralardan ve enlerin ordunun ald:gı '.'.skı etk ı baz n aya oyn rol de ğin . u kabul edılmek Yahudi kinınden dogdug bu davanın neden oldu
'.
d
·-·
·
b
�
;
ğin kendisidir. eylemden ogden sonra katılımcıların Cemaatin biçimlenmesin dini öldürm� kalmamıştı. Henry'nin ken renebilecekleri hiçbir şey Olay en kısa su dünya görüşünü sarsmaz. si Dreyfus düşmanlarının eylemlerinden mensubunun kahramanca rede, asil bir Katolik ordu harıyla Paty du lanır. Yine Henry'nin inti bir yenisi şeklinde yorum .. _
Clam'ın aklanması Dreyfusçuların kılına dokunmaz. Zola'nın "komplo" fikrine Dreyfusçular anında sahip çıktı: Hipnotizrna us tası Paty du Clam, Henry 'yi bir akşam kafeye götürerek uyutmuş ve ona sahte belgeler hazırlatmıştır. Dreyfus Davası, dış görünüşü benliğin işaretleri olarak ele alan kodun uç noktası, tarihsel bir mantıki aşırılık örneğidir. Maske or tak bir yüzü sergiler; zira cemaat var olacak, herkesin yüzü bu or
yıflatır. Kim olduğunuzu ilan etmek size benzemeyen ötekilerle ilişkileri düzenlemekten daha büyük önem kazanır. Dreyfus Dava sı cribi bir bunalımın ortaya çıkardığı büyük tutkuların ortasında,
::ıartine'in Parisli yığınları soktuğu ölümüne itaat ile kıyaslana
La
bilecek durağan ve ruhsuz bir dizi insan ilişkisi olmasının nedeni budur.
tak yüzde tanınacaksa, maske katı ve durağan olmalıdır. Her iki ta rafta da, cemaatin varlığı birbirlerine sergiledikleri dış görünüşle 324
ı;inden vazgeçmedikleri sürece olanaklıdır. Sahnede, Dr. Weltschmerz'in her eyleminin onun ahlfil
rı destekleyenlerin var olma hakları bile yoktur. Dış görünüşlerin
inanılırlığından kaygı duyulan bir kültürde, sahne dışındaki melod
ramlar ke:ndinize ancak düşmanlarınızı yok ederseniz inanabilece ğinizi ileri süren kaçınılmaz mantığı taşır. Eğer onlar kendilerine inanabiliyorlarsa, siz kendi dış görünüşünüze ilişkin inancınızı na sıl koruyabilirsiniz? Ya bir cemaat içindeki üyeliğinize? Her eylem kişiliğe ilişkin bir simge ise; Dreyfus taraftarı ya da karşıtı olmanın önemi burada yatıyorsa, kendi simgesini taşımayanlar sahici değil dirler, yalancı ve düzenbazclırlar ve bu nedenle de yok edilmelidir ler. Sahne melodramlarırun bir sonucu yoktur; karakterlerinde her hangi bir değişimi teşvik etmez; fakat politik melodramda bir tek sonuç vardır ki, o da kişinin kendi dış görünüşünü istikrara kavuş turmasının l5iricik yolunun düşmanlarını yok etmek olduğunu öne sürmektir. Kolektif bir kişiliğin mantığı tasfiyedir. Ortak bir kişilik ile cemaat duygusunun bu özdeşleştirilişinden yola çıkarsak, müzakere, bürokrasi ve idari ilişkilere ilişkin dili ta man1en farklı bir alan olarak görmek gayet doğaldır. Bu yüzden yüzyılımızın başında bir cemaat yaşamı ile devlet yaşamının farklı
türde olduğunu düşünmenin mantığı gelişti. Cemaat kendi başına önemsenmeye değer ise, ters işleyen bir domino kuramı ile yönetilir. Müzakere, cemaat için büyük bir teh dittir: Konumları değiştirir ve düzenler, böylece cemaat ruhunu za-
D. GERÇEK RADİKAL KİMDİR? Bu cemaat dili önceki yüzyılda, aslında yasaklanması gereken bir 1 alanda belirmeye başladı: radikal politika alanında. Bu dil burjuva radikallerinin proleter hareketlerinde yasal bir yere sahip olduklar� nı düsünmelerine hizmeretti. Şimdi, Marksist hareketlerde kolektıf kişili in özellikle neden ortaya çıkmaması gerektiği halde nasıl
i
olup da çıktığını görelim . Olayların, kaçınılmaz olarak olmasa bile mantıksal olarak top lumsal koşulları izlediği şeklindeki bir tarih görüşü 19. yüzyılın,
günümüzde hfüa yerini koruyan belki en büyük mırasıdır. Bu fikir, ulusların "kaderleri" olduğunu düşleyenleri, 19. yüzyıl anarşıstlerı nin çoğu, Saint-Simon'un kimi yandaşları, toplumsal Darwincilerin
büyük bölümü ve Marx'ı izleyenler tarafınd'.'11 paylaşüıyordu. . . Marksist tarihsel diyalektikten söz etmek, her bın bır onceki aşama lardaki çelişkiler sonucunda doğmuş olan deneyim aşamalarından
söz etmektir. Bu görüş ile o kadar içli dışlı olduk ki, soru ve cevap lardan oluşmuş bir dini risale gibi ezberden anlatılabilir: B� .tez kendi antitezine dönüşür; bu antitez içinde aynı durumlar ve kişiler
yeni bir ışık altında görülür; ve bu antitez yine ya bir devrim süre ci sonucu bir senteze ya da maddi ve entelektüel yemden oluşumun sonu gelmez devinimi içinde, yeni bir antiteze, bir anti-antiteze ula-
şarak dönüşüme uğrar. İronik bir şekilde, bu soru cevap kitabıru ezberden ogrendik en sonra ondan kuşkulanmaya yol açan olaylara da tanık olduk. Dun .
.. v
•
�
�
yanın yarısından fazlası şu ya da bu şekilde Marx'ın öğretil rine bağlı hükümetlerce yönetiliyor; gelgelelim bu hükümetlerın yonet tiği toplumlar, Fourier ve Saint-Simon'la birlikte, Marx'ın mantık, sal olarak devrime hazır buldukları toplumlarla taban tabana zıttır.
Sömürgeleştirilmişlerdir ya da henüz endüstriyel bakımdan geliş
memişlerdir, hatta bazı açılardan, Marx'ın doğrudan toplumsal ya
pılanışından tarihsel bir gelişme mantığı çıkardığı Avrupa'ya özgü durumların dışında kalırlar.
Tek başına hiçbir kuşak, kesinlikle hiçbir kitap, bu yerinden edilmiş kaderin paradoksunu açıklayamaz. Yine de, kitabımızda şu ana kadar izi sürülen kentsel kültür döngüsü bu paradoksun en azın
dan bir boyutuna ışık tutabilir: Psikolojik deformasyon kültürü,
ra
dikal, diyalektik değişimlere bağlananlar üzerinde etkilidir, öyle ki,
tarih teorinin gözleri önünde akıp giderken savunma durumuna ge-
� çerler:
Marx tüm yazılarında, insanları yeni olayların etkisi altında inançlarını yeniden belirlemeye iten diyalektik tarihsel güçlerden
bahseder. Maddi koşulların bilinci belirlediği sloganı kolayca vul garize edilmiştir ve hfila edilmektedir. Marx bununla olsa olsa, top- . lumdaki her yeni maddi durumun inançların yeniden belirlenmesi
ni getirdiğini, bunun tek nedeninin de dünyanın bu inançları değiş meye zorlaması olduğunu kastediyordu. Kişinin kendi inançlarım yeniden belirlemesinin psikolojik ba kımdan karşılığı nedir? Ya diyalektik düşünmesinin? Bir inanç onu
savunan kişi için çok derin ve yoğun biçimde kişisel ise, kişinin inandığı şey onun kimliğini belirleyecek duruma geldiyse, o zaman
inançlardaki herhangi bir değişim benliğinde çok büyük altüst oluş ları gerektirir. Öyleyse, inanç ne denli kişisel ve benlikle ilişkiliyse, değiştirilmesi de o denli güçleşir. Bu yüzden diyalektik bilinç neredeyse olanaksız bir insani güç
gerektirir. Dünyaya ve dünyadaki adaletsizliklere ilişkin tutkulu bir ilgi duyan bir ideoloji var ortada; ama bu ideoloji, tarihsel durum
değiştiği zaman tüm bu taahhütlerin doğasının askıya alınmasını,
yeniden düşünülmesini ve düzenlenmesini talep etmektedir. İnanç
hem şiddetle savunulacak hem de aynı zamanda benlikten belli bir
uzaklıkta tutulacaktır ki, kişisel bir kayıp ya da mahremiyetin teh likeye atılması duygusuna kapılınmaksızın değiştirilebilsin.
Konuyu bu şekilde koyduğumuzda Marx'ın diyalektik imgele
minin şehir yaşamı terimleri içinde incelediğimiz bir kavrama çok
yakın olduğunu görürüz: Kamusal davranış kavramı. Kişinin kav
rayışının diyalektik olabilmesi için dışarıda, kamu içinde olması ve
kişiliğini inanç ya da toplumsal eylem aracılığıyla simgelemekten uzak olması gerekir. Rousseau kamu içindeki insanın ne kadar düş manıysa, Marx da o kadar ateşli taraftandır.
Gelgelelim hepimizin çok iyi bildiği ve kendisine Marksist di yen bir yaratık var ve o, bu esneklikten nefret ediyor. Kimi zaman bir "ideolog", kimi zaman da "dogmatik" deniyor bu kişiye. Bun ·
lar, radikal bir hareketi sadece en kötü yandaşlarının karakter yapı sı ile tanımlama bakımından uygun sayılabilecek etiketlerdir. O, da
ha doğru ve dar anlamda, orta sınıftan gelen bir kişidir; insani ne denlerle ve geçmişe ya da kendi geçmişine duyduğu öfke sonucun-
2 da, bir radikal olan orta sınıf üyesidir. Toplumda adalet ve hak ara- 3 7 yışlarını işçi sınıfı ile özdeşleştirerek radikal olur. Ezilenlerin ateş-
li taraftarı oluş nedenleri örneğe göre değişse de, işçi sınıfı ile iliş kisindeki sorun hep aynı kalır: Onların hareketinin nasıl meşru bir
parçası olmaktadır? Bu kişi, kendi eğitimi, görgüsü ve mülkiyet an layışıyla ezilenler cemaati içindeki varlığını nasıl meşru kılar?
Marx ve Engels onu tanıyordu, çünkü sorunları ortaklı. Kendisi ni bir radikal olarak meşru kılma sorununu, içinden türediği burju va kültüründeki dış görünüş kodları aracılığıyla çözdü. Aldığı her konum, tartıştığı her konu, bir devrimci olarak kendi kimliğinin ağırlığı altında eziliyordu. "Doğru" strateji tartışması onun gözün
de hemen karakterle ilgili bir çatışma halini alıyordu: Kim "gerçek" devrimciydi? Hangi devrimci taktiklerin doğru olduğu . tartışması
nın ortasında asıl tartışılan, kimin meşru bir radikal olduğuydu. Yanlış strateji savunan, yanlış fraksiyona katılan ve yanlış bir çizgi izleyen rakiplerinin radikallikle ilgileri olamazdı. Ideolojik "yanlış
ları" nedeniyle radikal cemaate ait değillerdi. Radikalin meşruluğuna ilişkin sorular 1848'den so�a işçi sını fının radikal cemaatlerinden üyelerin kendileri tarafıncjan sorulu yordu. 1848 Devrimi'nde,
L'Ate/ier gibi işçi sınıfı gruplarının bu
orta sınıf devrimcilerine kendi kavgalarında bir yer verıpeyi yadsı maları sürecinin nasıl geliştiğini görmüştük. İngiltere'de 1850'ler de, adına ve çıkarına devrim yapılacak işçi sınıfının yanında yer alıp yardım etmeye gelen burjuva entelektüellerine karşı aynı düş manlık gözlemlenebiliyordu. Gerçekten de, devrimci kadrolar için deki sınıf uzlaşmazlığı, 19. yüzyıl radikal politikasının yazılmamış olan çok önemli tarihidir.
Bu sekter tutku doğrudan doğruya içkin sektiler kişilik kodları
..... bir anlamda Fransa'nın koşullarıyla ilgisi olmadığı gibi, onu değişen zaınana uyarlamak için de çok az çaba gösteriliyordu. Fransa'da ücretler epeyce arttığı sırada bile ücretlerin düşmek zorunda olduğunu söylüyorlar . dı . . ... Teoriye yaptıkları vurgu atıl dogmaların durmaksızın yinelenmesi haline dönüşüp yozlaşmıştı.
nın bir ürünüdür. İnandırıcı bir dış görünüş kişiliğin açığa vuruldu ğu bir dış görünüştür; fakat burada, zorunluluktan dolayı, yerinden edilmiş bir kişilik söz konusudur. Onun yerinden edilmişliği ve geç mişi, yoldaş olarak yanlarında yer almak istediği insanların onu an cak bir yabancı olarak algılamalarına yol açar. O zaman başvurdu ğu gruba ait olma koşulları ise inançlarının gücü sayesinde onu ye
Guesde, inançtaki diyalektik değişimler fıkrini altüst ederek kendi sini Marksçı bir devrimci olarak meşru kılan bir liderin ta kendisiyır.o
ni bir insan olarak tanımlar. Maskesi değişken değil, sabit olmalıdır
di.
türse bile, bunu "otoriter" bir kişiliği olduğu için değil; -gerçi bazı
İlki, Clemenceau'nun 1 906-1909 arasındaki yönetiminde kendini
ki, kendine inanabilsin. Radikal zekasını bağnazca hırslara dönüş
328 durumlarda bu da geçerli olabilir- yabancı bir cemaat içinde kendi
sini meşrulaştırmak istediği için yapar. Ait olabilmek için aldığı ko
Yüzyılımızın başlarında, Fransa' da solun iki tür ihaneti görülür.
gösterir; iktidardaki oportünistlere karşı olan radikal, kendisi ik- l tidar olunca radikal inançlarını ve eski yandaşlarını terk eder. Gues
numlan kendi toplamı ve özü haline getirmelidir; bu konumlar
de'nin ihaneti ise başka türlüydü. Onun örneğinde, kişinin devrim-
onun açığa vurduklandır; "devrimci" olmaktan çok �'devrimci ola
ci olmaya yönelik derin tutkusu yüzünden devrime ihanet etmesi
bilme arzusunun" ağırlığını taşırlar. Modem ideolog aldığı her tav
söz konusuydu. İnandırıcı bir devrimci olmak, bu kişisel konumu
rı müzakere kabul etmez bir şey olarak görmektedir; çünkü. hepsi de
onun gerçekten göründüğü gibi olup olmadığı, ezilen yığınlar için
de meşıu,bir yeri olup olmadığı gibi zor sorular etrafında dolanır. Bu tipjn ortaya çıkması Birinci Entemasyonal'e kadar uzarur.
meşrulaştırmak, yüzyılın sonunda diyalektik ideali terk etme mese lesi haline gelmiştir. Politik görüşlerini, toplumsal koşulları sürekli yeniden yorum lamaya yönelten bir grubun, diyelim ki, belli bir ülkedeki sendikal
İkinci' de artık en büyük güç odur. 19. yüzyıl Fransası'nda bu tipin
örgütlenme konusunda mutlak bir konum benimsemiş olmaları,
yarattığı sorun Jules Guesde'nin yaşamında tam olarak gözler önü
yine diyelim ki, bir Yeni Kudüs'e inananların dogmatikliğinden
ne serilmişti. Guesde, 1880'lerin sonunda, Fransa' da, Marksist gö
daha çok yıkıcılık içerir; çünkü doğruluğu çok daha kolayca sor
rüşleri sosyalist harekete zorla sokan kişiydi. Tam bir küçük burju
gulanabilir. Kamusal davranış ile kişisel ihtiyaç arasındaki
va taşra entelektüeliydi. Babas.ı öğretmendi. Bir genç olarak; kendi
mesafenin kapanmasının maddeci bir devrimci için taşıdığı anlam,
kendinden kuşkulanma, gönüllü yoksulluk ve tutuklanma dönemle
bir Püriten 'e göre çok daha büyüktür. Eylemin biricik nedeninin
rinin hepsi "işçilerin dürüstlüğüne gıpta etmesinin" sonucuydu.
yitirilmesi anlamına gelir bu.
Marksist kuramın bir uyarlamasını alıp, katı bir şekilde Fransız ya
Stalinizmin tehlikelerine duyarlı olan biri buna şiddetle karşı çı
şamına uygulamaya çalıştı ki, bu başlangıçta işbirliği yapmış olsa
kabilir ve kişisel ihtiyaçların kamusal sorunlar bağlamında değer
lar da Marx'ı rahatsız etmiş bir uyarlamaydı. Marksizmin bu basit,
lendirilmemesinin, sonunda "devrimin ihtiyaçlarının" toplumu in
değişmez uyarlaması ile Guesde radikal bir lider olarak konumunu
sanlıktan çıkardığı çorak bir dünyaya yol açabileceğini söyleyebi
meşrulaştırdı. Gerçek bir işçi olan Jean Dormoy'le girdiği liderlik
lir. Ama ben başka bir şeyin peşindeyim. 19. yüzyıl politikasının
mücadelesini kazandı. Jean Dormoy onun kadar radikal, ama daha
trajedisi, ki gerçekte de bir trajedi söz konusudur, şudur: Kültürel
esnek bir kafa yapısı olan bir çelik işçisiydi. Dormoy, Fransız eko
güçler başkaldırmış olanları tutsak etmiş olduğu gibi, mevcut eko
nomisinde 1880'lerde ortaya çıkan değişimlerden dolayı kafasının
nomik düzeni savunanları da tutsak etmiş, bunu da politik araçlar
karıştığını açıkladığı zaman Guesde çok sağlam duruyordu ve "da
kullanarak yürütülen vahşi bir kendini suçlama kampanyası yoluy
ha yiğit olduğundan daha sahici bir devrimci" olduğunu ileri sürü yordu. 1898'de Guesde'in çevresinde toparlamakta olan hareketin
la yapıruştır. Bu kültür, radikalleri insanlıktan çıkarabiliyordu. Da hası, politik aydınlar arasında giderek artan bir bilinç felci görülü-
Dördüncü Bölüm
yordu; bu felç, kozmopolit kültürdeki yıkıcı eğilimlerden kaynakla, . nıyordu; sanıldığı gibi devrimci dogmaların mutlakçı niteliklerin-!. den değil.
1 9 . yüzyıl başkentlerinin kültürü, değişime karşı güçlü bir silah
.
geliştirdi. Maske yüz haline gelince, dış görünüşler kişiliğin göster gelerine dönüşünce, insanın benliği ile arasındaki mesafe kapandı.
Göründükleri gibi olunca, insanların özgürlüğü olabilir mi? İnsanın "benliği" ile arasındaki mesafeye bağlı olan özeleştiri ve değişme· edimlerini nasıl gerçekleştirebilirler? İnanç aşırı bir yük altına gir miştir. Burjuva kentli yaşam kültürü çok sayıda radikalin özgürlü- ·
330 ğünü baltaladı. Bu kültür, insanları retoriksel konumlan ve kamu
içinde ifade ettikleri fikirlerinin kendilerinin psikolojik olarak açı- . ğa vurulması olduğunu düşünmeye alıştırarak, diyalektik ideoloji- ,
nin diyalektiğini çaldı. Solda yer alanlar, maddi koşulların değişti- · rilmesini savunurken kendilerini giderek kişisel "dürüstlük", "bağ-, !ılık" ve "sahiciliği" savunma konumunda buldular. Radikal bir ce maate, bir Hareket'e ait olmak adına diyalektiği gözden çıkardılar.
·
İşte yine Dreyfus Davası'nı tipik kılan aynı içe dönük dile ulaştık; kendini bir gruba bağlı hissetmek uğruna katılık ve cemaat uğruna .. tarihteki uygunsuzlukların savunulması. Kardeşlik üzerine kurulu cemaati yıkmak bir tarafa, 1 9. yüzyıl kozmopolit kültürü cemaatin olduğundan çok değerli görünmesini sağladı. Günümüz klişelerinde şehirler içi boş kişidışılığın en uç ör nekleridir. Aslında, modern şehirdeki güçlü ve kişidışı bir kültürün eksikliği, insanlar arasında fantezi yüklü malırem açılmalara yöne lik şiddetli bir arzu yarattı. Ruhsuz ve kötü kalabalık miti gibi, ce maatin yokluğu mitleri, insanları yaratılmış ortak bir benliğe göre cemaat arayışı için dürtükleme işlevi görüyor. İçi boş kişidışılık mi ti, popüler biçimleriyle, bir toplumun sağduyusu haline geldikçe, aynı olmak zorunda olmaksızın insanların birlikte hareket edebile cekleri anlamına gelen, kentselliğin özünü tahrip etmekte kendile rini ahliiki bakımdan haklı görürler.
Mahrem toplu m
XI
K a m u s al kültürün sonu
Geçmişi betimlemenin bir yolu değerli bulunan bir yaşam tarzının iniş çıkışlarına ilişkin imgeleri kullanmaktır. Bu imgeler doğallıkla bir pişmanlık yaratır, pişmanlık ise tehlikeli bir duyarlıktır. Geçmi şe yönelik bir duygudaşlığa ve belli bir kavrayışa yol açan pişman lık bugünden vazgeçmemize ve dolayısıyla günümüzün kötülükle rini de belli ölçüde kabullenmemize yol açıyor. Seküler kamusal kültüre ilişkin bu yükseliş ve çöküş tablosunu pişmanlık yaratmak için çizmedim; amacım modem yaşamın, insani görüntüsüne karşın aslında tehlikeli olan inançları, özlemleri ve mitleri üzerine bir perspektif oluşturmaktı. Günümüzde etkin olan görüş, kişiler arasındaki yakınlığın ahla ki bir değer olduğudur. Yine günümüzün en önemli özlemi başkala-
�yla yakınlaşma ve samimi deneyimlerle bireysel kişiliğin gelişti-
suskun izleyici tavrıyla yaklaşabiliriz, ama onlara meydan okuma nın, onların içinde yer alınamızın, kişiliğimizin gelişmesi pahasına
·
rılmesıdır. Günümüzün miti ise toplumdaki kötülüklerin tümünün kişidışılığa, yabancılaşmaya ve soğukluğa ilişkin kötülükler olarak
olacağı düşünülür. Kişiliğin günümüzdeki gelişimi bir mülteci kişi liğinin gelişmesinden başka bir şey değildir. Saldırgan davraruşa karsı temeldeki ikircimli tutumumuz bu mülteci zihniyetinden kay-
anlaşılabileceğini varsayar. Bu üçünün toplamı bir mahremiyet ide lojisidir: Her türden toplumsal ilişki her bir kişinin içsel psikolo
�
'
naklanır: İnsan ilişkilerinde saldırgarılık bir zorunluluk olabilir, eyiz. . ama biz onu nefret uyandıran bir kişisel özellik olarak görmekt gükişilik, bir Böyle gelişir? kişilik bir • · Ya mahrem ilişkilerle ne tür beklenti ama belki, ven, samimiyet ve rahatlık deneyimiyle değil
Jık kaygılarına ne denli yaklaşırsa o denli gerçektir, inandırıcıdır ve sahicidir. Bu ideoloji, politik kategorileri psikolojik kategorilere
dönüştürür. Mahremiyet ideolojisi tanrısız bir toplumun insancıl maneviyatını tanımlar: İçtenliktir, sıcaklıktır bizim tanrımız. Ka musal kültürün yükseliş ve çöküş tarihi bu insancıl maneviyatı en � azından sorgulamayı gerektiriyor. Ahlaki bir değer olarak kişiler arasındaki yakınlığa duyulan inanç kapitalizm ve sektiler inancın geçen yüzyılda ürettiği derin sarsıntının sonucudur. Bu sarsıntı nedeniyle insanlar kişidışı du rumlarda, nesnelerde ve toplumun kendisinin nesnel koşullarında
·
kişisel anlamlar aradılar. Dünya psikomorfıkleştikçe gizemlileş mekteydi; aradıkları anlamları bulamadılar. Bu yüzden de toplum sal yaşamdan kaçarak özel yaşam alanlarında ve özellikle de aile
içinde kişiliğin algılanışında belli bir düzen ilkesi elde etmeye ça lıştılar. Böylece geçmiş, insanlar arasındaki açık yakınlaşma arzu sunun derinlerinde gizli bir istikrar arzusu inşa etti. Vföorya döne
ola Son olarak, kamusal yaşamın tarihi, toplumsal bir kötülük i Wilkesç ha rak kişidışılık etrafında inşa edilen mitleri sorguluyor. bozulmayla reketin yol açtığı kamusal ve özel alan dengesindeki u dene kurduğ e üzerind yası proletar Paris başlayarak, Lamartine'in ölçü insanın le) deyimiy timde tam anlamıyla sergilenen (Junius 'un
minin acımasız cinsel yasaklarına isyan etmiş olmamıza karşın, başkalarıyla kurduğumuz yakın ilişkilere güvenlik, huzur ve kalıcı ı a yönelik gizli arzuların ağırlığını yüklemeye devam ediyoruz . _ Ilışkıler bu yüklere dayanamadığı zaman da açıkça dile getirilme miş beklentilerde değil, ilişkilerde bir kusur olduğu sonucunu çıka rıyoruz. Başkalarına yakınlık duyma çoğunlukla arıları sınaman uz
��
� ?
tirme lerden daha önemli olduğu mitolojisi, gerçekte politik pasifleş ilişki için bir reçete haline geliyor. Kişidışılık insani kaybın, insan
�
da s nra ge şir; iüşki böylece hem yakın hem de kapalı olur. Eğer . degışırse, degışmesı gerekli olursa, bir tür ihanete uğramışlık duy
gusu ortaya çıkar. Istikrar beklentisiyle yüklü bir yakınlık zaten çok zor olan duygusal iletişimi daha da zorlaştırır. Bu şartlarda mahre miyet gerçekten bir erdem olabilir mi? Öteki insanlarla yakın ilişkilere girerek kişinin kendi kişiliğin i . gelıştirme özleminin de benzer bir gizli gündemi vardır. Geçen yüz yılda kamusal kültürde yaşanan kriz bize toplum içinde insanlık du rumunun özündeki zorluklar, sınırlamalar ve acımasızlıkları karşı
konulmaz şeyler olarak düşünmeyi öğretti. Onlara bir tür pasif ve
bir siyle biçimlenecektir. Kişilik nasıl adaletsizlik üz�rine kurulu 3, ın karşı- ·'5 dünyada hareket edebilecek kadar güçlü olabilir? Insanlar şeyler pay sına, öteki insanlara güvenmeyi, açık olınayı, onlarla bir al durum toplums yı, laşmayı ve onları manipüle etmekten kaçınma için çıkarlar lar karşısında saldırganlıktan ya da bu şartları kişisel duygu kullanmaktan kaçınmayı öğrendikleri ölçüde "daha zengin" getir ü hükmün eği" "gelişec rinin kişilikle lar besleyebilecekleri ve k yumuşa a dünyad bir katı ne mek gerçekten insanca mıdır? Böylesi pençe insanı a benlikler oluşturmak insanca mıdır? Geçen yüzyıld , insan irade sine alan o büyük kamusal yaşam korkusunun sonucu ıdır. zayıflığ zdeki sine ilişkin kavrayışın günümü
•
ektedır. lerinin toptan yok oluşunun tanımını yapıyor gibi görünm kaybı esi, eşitlenm yle Ama tam da kişidışılığın, boşluğun kendisi içinalanı yaratan etkendir. Boşluk korkusuna yarut olarak, politik algılı de kişiliğin çok güçlü bir şekilde ilan edildiği bir alan olarak ek tüketilm yerine, işler yaptığı onlara da yor insanlar. Tabii sonra eri izleyicil pasif birinin açan üzere niyetlerini anlatan, duygularını kolektif bir durumuna geliyorlar. Ya da insanlar, politik alanı ortak, olarak gör kişiliğin paylaşılması yoluyla birbirlerine açılma fırsatı k duydükçe, toplumsal koşulların değiştirilmesi için kendi kardeşli n varlığını n Cemaati yorlar. uzaklaşı gularını kullanmaktan giderek
sürdüıiilmesi kendi içinde bir amaç oluyor. Cemaate ait olmayanla rın temizlenmesi cemaatin işidir artık. Toplumsal ilişkilerdeki kişi dışılığı silmeye yönelik insancıl arzudan, müzakereyi reddetme ve yabancıları sürekli temizleme gerekçeleri doğar. Bu kişidışılık miti aynı ölçüde de özyıkıcıdır. Ortak çıkarların gözetilmesi ortak bir kimlik arayışı içinde tahrip edilir. Kamusal bir yaşamın yokluğunda, insancıl oldukları varsayılan bu ideallerin hükmü geçerlidir. Kuşkusuz, bu hastalıklı görüşler ka musalın tükenmesiyle belirmemişti; bizzat kamusal yaşamın buna lımı geçen yüzyılda onlara hayat vermişti. 19. yüzyıl kamusal kül-
336 türünün Aydınlanma devri kamusal kültürü ile bağlı olması gibi, günümü
Z'cteki kamusallığa inançsızlık da 19. yüzyılda bu alanın içi
ne girdiği karmaşa ile bağlantılıdır. Bağlantı, iki yanlıdır.
Kamusal yaşamın sona ermesinden söz etınek, öncelikle geçen
yüzyılın kültüründeki bir çelişkiden kaynaklanan bir sonuçtan söz etmektir. Kamu içinde kişilik, terimlerdeki bir çelişkiydi; en sonun
da da kişisel, kamusal terimini yok etti. Örneğin, ister aktör ister politikacı olsun, aktif biçimde duygularını kamusal alanda sergile yebilen kişilerin özel ve üstün kişilikli olduklarını düşünmek man tıklı hale geldi. Bu kişiler karşılıklı ilişki kurmuyorlar, karşısına çıktıkları seyirciyi denetliyorlardı. Seyirci onları değerlendirme ko nusunda kendine duyduğu güveni giderek kaybetti; artık bir tanık tan çok birer izleyici.haline geldi. Böylece seyirci, kendine ilişkin olarak aktif bir güç, bir "kamu" olma anlayışını yitirdi. Keza insan ların duygularını başkalarına iradedışı açığa vurmakla korkutulma !arıyla, kamusal alandaki kişilik, kamusalı yıktı. Sonuç, ötekilerle temastan daha çok kaçınma, suskunluğa sığınma ve hatta duygula rını belli etme kaygısıyla hiçbir şey hissetınemekti. Böylece, ifade şartları bir maskenin takdiminden, kişinin dünyada taktığı maskesi altındaki kişiliğinin yani yüzünün ortaya serilmesine doğru kaydık ça, kamu içinde ifade edici olmayı isteyen insanlar kamusal alaru boşalttı. Kamusal yaşamın sonundan söz etınek, ikinci olarak, bir yadsı madan söz etmektir. Kamusal davranış ve kişilik karmaşası keskin leştikçe, Viktoryen dünyanın kendine dayattığı baskıcılığın da bir değer ya da aslında bir asalet olduğunu yadsıyoruz. Ama yine de kendimizi, kişilik koşullarını derinleştirerek, karşılıklı ilişkilerimiz-
de daha sahici, dolaysız ve açık olmaya çalışarak bu baskıdan "öz gürleşmeye" çabalıyoruz, görünüşteki bu özgürleşme Viktoryenle rin duygusal düzen yaratınaya yönelik baskıcı çabalarında hissettik lerine yakın sıkıntılar doğurduğunda da kafamız karışıyor. Yıne, in sanlar arası iletişimde herhangi bir engel olması gerektiğini yadsı yoruz. 20. yüzyıl iletişim teknolojisinin tüm mantığı bu ifade açık lığına teslim edilmiştir. İletişim kolaylığı fıkrini kutsasak bile, "medyanın" izleyiciler safında çok daha fazla pasiflik doğurması karşısında şaşırıp kalıyoruz. İzleyicinin pasif olduğu şartlar altında kişiliğin, özellikle de politik yaşam açısından, giderek havada bir konu durumuna gelmesine şaşırıyoruz. Mutlak iletişime olan inancınuzla kitle iletişim araçlarından duyduğumuz korku arasında ilgi kurmuyoruz, çünkü bir zamanlar kamusal bir kültür oluşturmuş olan temel doğruyu yadsıyoruz. Aktif ifade insani çaba gerektirir ve bu çaba ancak insanların birbirlerine ifade. ettikleri şeyleri sınırla dıkları ölçüde başarılı olabilir. Aym şekilde salt fiziksel terimlerle, şehir içindeki fiziksel harekete konan tüm sınırlamaları yadsırız; ki şinin qu mutlak hareketini kolaylaştırsın diye bir ulaşım teknolojisi icat ederiz; sonra da, şehrin bir organizma olarak yaşamının feci bir biçimde sona ermesi karşısında şaşarız. Viktoryenler, sınırsız ben
lik fikri ile mücadele ettiler; bu düşünce kamusal ve özel alan kar
maşasının yol açtığı hoşnutsuzluğun özüydü. Benlik üzerindeki sı
nırlamaları çok çeşitli yollarla hemen yadsıyoruz. Ne var ki, yadsı mak ortadan kaldırmak anlamına gelmiyor; aslında göğüslenme dikleri için sorunlar daha da içinden çıkılmaz hale geliyor. Geçmi şin kalıtı olan çelişkiler yoluyla ve geçmişi yadsıyarak 19. yüzyılın kültürel terimleri içine hapsolduk. Sonuç olarak, kamusal yaşama ilişkin inancın son bulması, 19. yüzyıl burjuva kültürü ile bir kopuş değil, aksine o kültürün şartlarının öne çıkarılmasıdır.
Mahrem bir toplum yapısı iki yanlıdır. Narsisizm toplumsal iliş
kilerde etkilidir ve kişinin duygularım öteki insanlara açığa vurma
Ş
deneyimi yıkıcı hale gelmi tir. Bu yapısal özelliklerin 19. yüzyıl ile de bağları vardır. Narsisizmin bir toplumda seferber edilebilmesi, insanların duygu ve güdülerin ele gelmeyen tonları üzerinde odak laşmaları için grup egosuna uygun bir anlayışın askıya alınması ge reklidir. B u grup egosu bir anlamda, insanların o arıki duygusal iz lenimleri ne olursa olsun, gereksindikleri, istedikleri ve talep ettik-
1);
!eri şeyleri kapsar. Bu grup egosuna ilişkin bir anlayışı silmeye yö nelik adrmlar geçen yüzyılda atılmıştı. 1848 Devrimi, bir kişilik
kültürünün, o zamanlar sınıf çıkan biçiminde ifade edilen bu grup: .·.•. egosu çıkarları üzerinde kurduğu hilk:imiyetin ilk kez ortaya çıkışıy' :· dı. Yıkıcı
gemeinschaft'ırı doğması için insanların duygularını bir birlerine belli ettikleri zaman bunu duygusal bir bağ kurmak için yaptıklarına inanmaları gerekir. Bu bağ karşılıklı ifşa yoluyla kur-.
duklan kolektif bir kişilikten ibarettir. Kolektif bir kişiliği paylaşa rak bir cemaat olma fantezisinin tohumlan da 19. yüzyıl kültürü şartlarında ekilmiştir. O halde şimdi sorumuz şudur: Temellerine
�� kafa tutmasak bile, etkilerini yadsıdığımız bir kültürün, geçmişin kölesi olmanın yaşamımız üzerindeki etkisi nedir? Bunu en açık şekilde, mahrem toplum yapılarının her birinin 19. yüzyıldaki köklerinden nasıl geliştiğini görerek yanıtlayabiliriz. Ego çıkarlarının askıya alınması, toplumsal etkileşimleri bir güdü
Jenirn takıntısı üzerine yoğunlaştırarak, narsistçe özümlemenin sis tematik bir teşvikine dönüştü. Benlik artık bir aktör ya da yapıcı in- . sana ilgi duymaz; o niyetlerden ve olabilirliklerden ibaret bir ben- .
liktir. Mahrem toplum, Fielding'in övgü ve yerginin aktörlere değil eylemlere yapılabileceği düsturunu tamamen tersine çevirdi. Artık önemli olan ne yaptığınız değil, yaptıklarınız hakkında ne hissetti
ğinizdi. Kolektif kişilik özelliklerinin ortak hale gelmesi, bu kişili ği paylaşabilen cemaat daraldıkça sistemli bir şekilde yıkıcı bir sü rece dönüştü. Dreyfus Davası'nda ulusal düzeyde bir cemaat hissi
nin oluşumunu gördük; çağdaş toplumlarda aynı cemaat oluşumu
artık yerelcilikle bağlantılıdır. Modern toplumu avucunun içine alan bu kişidışılık korkusu, insanların cemaati giderek daha küçük
bir ölçekte tahayyül etmesine neden olur. Benlik niyetlere indirgen mişse, bu benliğin ortak paylaşımı da sınıf, politika ya da tarz bakı' mından farklı olanların dışlanmasına varır. Yerelcilik ve güdülenim içinde özümleme: Bunlar, geçmişin bunalımları üzerinde inşa edil miş bir kültürün yapılandır. Bunlar, aileyi, okulu ve çevreyi düzen
ler; şehri ve devleti düzensizleştirirler. Bu iki yapının izini sürmek entelektüel açıdan anlaşılır bir tablo ortaya çıkaracak olsa bile, hüküm süren malıremiyetin modern top
lumda yarattığı sarsıntıyı aktarabilmek için sanının yetersiz kala caktır. Çoğunlukla kendi bilgimiz hilafına, toplumsal varoluşun ta-
·. lepleri ile ancak mahrem psişik deneyimlerin aykırı tarzları yoluy-
•.
la bir insan olarak geliştiğimiz inancı arasındaki savaşın.ortasında kalıyoruz. Sosyologlar bu savaş durumu için istemeyerek bir dil ya rktWar. Toplum içindeki yaşamdan bir tür araçsal görevler mesele-
.. si olarak söz ediyorlar; okula, işe gideriz, grev yaparız, toplantılara , gideriz; çünkü bunlar yapılmalıdır. Bu işlere fazla zilınimiZi yorma maya çalışırız; bunlar sıcak duygular için "uygunsuz" vasıtalardır;
, onların içindeki yaşantımızı bir "araç" durumuna getiririz; duygu-
sal bağlılık gösterdiğimiz bir gerçeklik değil, yalnızca bir araçtır ' yaşam. Bu araçsal dünyanın karşısına sosyologlar, duygusal, bütün 9 33 lükçü [ho!istic] ve tümleyici [integrative] deneyimleri koyuyorlar. Bu jargonun terimleri önemli; çünkü belli bir zihniyeti , bir inancı ediyorlar. Bu inanca göre, insanlar gerçekten hissedebildik · temsil leri (duygusal ), içinde bulundukları şimdiki ana duyarlı oldukları · (bütünlükçü), kendilerini tam olarak açığa vurdukları (tümleyici) zaman; özetle bağlanmı ş oldukları zaman, genelde dünyadaki ha
yatta kalma, mücadele etme ve yükümlülük altına girme deneyim lerine zıt olan deneyimler yaşarlar. Doğal olarak, sosyologların bahsettiği bu duygusal yaşam salıneleri mahrem sahnelerdir: Aile, yakın çevre, arkadaşlar arasında geçirilen bir yaşam. Narsisizm ve yıkıcı gemeinschaft'ın bu savaşı araçsal ve duygu sal toplumsal ilişkilere bir biçim vererek örgütlediğini görmek şart
·. tır. Fakat bu savaşın niteliğine, iki soru sorarak ve sorgulamamızı bu soruların yanıtlan etrafında düzenleyerek somutluk kazandırabi
liriz. Toplumsal gerçekliğin bütünüyle psikolojik terimlerle ölçül mesinden toplum nasıl zarar görüyor? Medeniyeti ondan çalınır. Anlamlı bir kişidışı yaşamdan uzaklaşan benlik nasıl zarar görü
yor? Tüm insanları potansiyel olarak sahip oldukları ancak gerçek leşmeleri için benlik ile belli uzaklıkta bir ortama gerek duyan bır kısım yaratıcı güçlerini, oyun güçlerini, ifade etmekten yoksun
kalır. Böylece malırem toplum, bireyi sanattan mahrum bir aktör yapar. Güdülenim üzerine narsistçe odaklanma ve cemaat, duygula rının yerelleşmesi bu sorunların her birine bir biçim verir. Modern yaşamda bir züppe ya da gerici gibi görünmeksizin me deniyetten söz etmek oldukça zordur. Bu terimin en eski anlamı "medeniyeti" yurttaşlık görevleriyle ilişkilendirir; bugüneise "me deniyet" ya da Cos-d 'Estoumel şarabının hangi yıl şişelendiğini
bilmek ya da şamatalı ve yakışıksız politik gösterilerden kaçınmak anlamına gelir. Medeniyeti bu modası geçmiş anlamından kurtar mak ve onu kanmsal yaşam çerçevesine sokabilmek için bu sözcü ğü şu şekilde tanımlayacağım: Medeniyet, insanları birbirinden ko rumakla beraber, birini diğerinin eşliğinden hoşnut bırakan etkin-. liktir. Maske takmak medeniyetin esasıdır. Maskeler, takanın gücü, hastalığı ve kişisel duygularına bağlı olınaksızın katıksız toplum sallaşabilmeye izin verirler. Medeniyetin ereği, başkalarıru kendile rinin yükü altında ezilmekten korumaktır. Dindar bir kişi eğer insa nın dürtülerine göre yaşamasının günah olduğuna inanıyorsa ya da
340 bir başkası Freud'u ciddiye alıp insanın dürtüsel yaşamasının bir iç
savaşım olduğuna inanıyorsa, o zaman benin maskelenmesi ve öte
ki insanların da bir kişinin içsel yükünü taşımaktan kurtarılınaları elbette iyi bir şeydir. Fakat doğuştan gelen insan doğasına ilişkin hiçbir varsayım ya da inanca başvurulmasa bile, bundan bir buçuk asır önce ortaya çıkan kişilik kültürü nezakete aynı önemi ve önce liği verirdi. "Şehir" ve "medeniyet" ["city" ve "civility") etimolojik olarak orı<ık bir kökene sahiptir.' Medeniyet başkalarına yabancıymış gibi davranmak ve bu toplumsal uzaklığa uyan bir toplumsal bağ doku maktır. Şehir yabancılarla karşılaşmanın kuvvetle muhtemel oldu ğu, insani yerleşim alanıdır. Bir şehrin kamusal coğrafyası kurum laştırılmış medeniyettir. İnsanların arttk medeni davranabilınek için toplumsal koşullarda muazzam bir dönüşümü ya da geçmişe tılsım lı bir geri dönüşü beklediklerini sanmıyorum. Dini ritüellerin ya da
ajkın inançların var olmadığı bir dünyada hazır maskeler yoktur.
Maskeler, onları takacak olanlar tarafından başkalarıyla yaşama zo runluluklarından değil, buna gönüllü olmaları nedeniyle deneme yanılma yöntemiyle yaratılınalıdır. Bu türden davranış biçimlendikçe şehir zilıniyeti ve sevgisi de canlanacaktır.
.
Medeniyetsizlikten söz etınek medeniyetin tersinden söz etınek tir. Kendisini başkalarına yüklemektir medeniyetsizlik; bu kişilik yükünün neden olduğu şey, toplumsallaşma yetisindeki düşüştür. Bu anlamda medeniyetten nasibini almamış bireyler gelir aklımıza: Bunlar başkalarına kendi yaşamlarının günlük sıkıntılarına göğüs
" Türkçe'ye Arapça'dan geçmiş olan "Medenin, "Medeniyetn kelimeleri de Medine'den (şehir) türetilmiştir. (ç.n.)
germek için ihtiyaç duyan ve başkalarına kendi itiraflarıru boca edecekleri birer kulak olma sıfatları ötesinde pek az ilgi duyan şu bildiğimiz "arkadaşlardır". Ya da entelektüel ve okur yazar kesimin yaşamında aynı medeniyetsizliğin örneklerini düşünebiliriz; örne ğin otobiyografi ve biyografiler: Sarıki o kişinin sırlarıru öğrenırsek yaşamını, yazılarını ya da eylemlerini daha iyi arılayacakmışız gıbı bir kanıyla, söz konusu kişinin cinsel zevkleri, paraya düşkünlükl � ri ve karakter zayıflıklarıyla ilintili tüm ayrıntıları takıntılı bır bı çimde açıklarlar. Ancak medeniyetsizlik modem toplumun kendi
bünyesi içinde de gelişmiştir. Medeniyetsizliğin iki tür yapısı bızı
ilgilendiriyor.
Bunların birisi modem politik liderlikteki, özellikle de karizma tik liderlerin yaptıkları işlerdeki medeniyetsizliktir. Modem kariz matik lider kendi duyguları ve itkileri ile izleyicilerininki arasında ki uzaklığı tamamen yok eder ve böylece, izleyicilerini kendi güdü lenimleri üzerinde odaklandırarak kendisini edimleriyle ölçmeleri ni önler. Politikacı ve taraftarları arasındaki bu ilişki, 19. yüzyıl or talarında bir sınıfın başka bir sınıfın lideri tarafından denetlenme siyle ortaya çıktı. Liderin temsil ettiği insanlar tarafından yargılan maktan korunmak zorunda olduğu şimdi ise bu ilişki yeni bir sınıf sal durumun ihİiyaçlarına denk düşüyor. Elektronik medya, liderin kişisel yaşamını aşırı derecede sergileyerek ve işi gereği yaptığı ça lışmalarını gölgede bırakarak bu sapmada can alıcı bir r l Y uyor. ? ? � . Bu modem karizmatik şahsiyetin sergilediği medenıyetsızlik ızleyı cilerinin, onun iktidara geldiği zaman neler yapabileceğini anlama sı için onu bir kişi olarak anlamaya mecbur bırakılınalarından gel mektedir; ve kişiliğin kendisi öyle bir şeydir ki izleyiciler onu an lamada asla başarılı olamazlar. Bir toplumun, yurttaşlarına bir lide rin kendi güdülenimlerini dramatize edebildiği için inanılır olduğu duygusunu aşılaması medeniyetsizliktir. Bu arılamda liderlik, bir ayartma biçimidir. İnsanlar, sarıki olayların gidişatını değiştirecek miş izlenimi veren öfkeli politikacıların seçiminde rol aldıklarında tahakküm yapılar; özellikle yerli yerinde kalır. Bu politikacılar, ki şilik simyası aracılığıyla, öfkeli itkileri eyleme dönüştürmekten kurtulurlar. Bizi ilailendiren ikinci tür medeniyetsizlik, modem cemaat ya,,
şamındaki kardeşliğin saptırılmasıdır. Kolektif kişilikle oluşturul-
'.11
muş bir ce aatin alanı daraldıkça, kardeşlik duygu su giderek yıki- .. cı hale gelır. Dışarlıklılar, tanınmayanlar ve farklı olanlar kaçınıla- · cak Y atıklar olurlar. Cemaatin paylaştığı kişilik özellikleri hiç ol adıgı kada dışlayıcı olur; paylaşma edimi gidere k kimin cemaate aıt olup kınım olamayacağına ilişkin kararlarda merkezileşir. Mo _ dern çaglar da etnik köken, quartier ya da bölge temelli yeni tür ko lektif imgeler adına sınıfsal dayanışmanın terk edilmesi, kardeslik . : b ğlarındaki daralmanın bir işaretidir. Kardeşlik, bölgesel h ka ı mde yer almayanların reddiyle seçilmiş bir grup insan için hisse,4 �ılen duygudaşlığa döniişmiiştür. Bu redded iş, dış dünyad an özerk _ 2 - !ık ıçın talepler yaratır; bu dış dünyanın değişm esini talep etmekten çok o dunya tarafından yalnız bırakılma talebid ir. Gelgelelim, ne kadar mahremleşirse, o ölçüde daha az sosyalleşebil mektedir. "Dı şarlıklıların" dışlanmasıyla siiren bu kardeşlik süreci asla sona er- . mez, çiinkü 'biz"e ilişkin kolektif imge asla sağlam laşıp pekişmez. _ Gerç ten a t olan msan birimleri giderek küçüldüğü için bu kar deşlıgm yegane mantığı parçalanma ve iç böliinmedir. Kardeşliğin, · kardeş katlıne yol açan bir uyarlamasıdır bu.
_'.11"
n_ı
:
� �
�
'.
:�
�
:
Psiş ve toplum arasındaki savaşın ikinci cephesi bireyin kendi . . ıçındedır. o!ünii oynaması için kendisine hiçbir kişidış ı alan bıra kıl yan bır toplumda, kişi rol yapma ve oyun oynama kapasit esi _ nı yıtırır .
n_ı�
R:
Klasik theatrum mundi geleneği toplumu tiyatro ile, giinlük . edımlerı d rol yapma ile eşleştiriyordu. Bu gelene k toplumsal ya ş ı estetik terımlerle ifade ederken tüm insanları oyuncu olarak . goruyo rdu, çünkii tüm insanlar rol yapabilirlerdi. Bu imgele min so runu tarıhsel olmamasıdır. 19. yüzyıl kamusal kültiir tarihi, baştan ona kendı ıfade güçlerine olan inançlarını giderek yitiren, sıradan msanların günlük yaşamda yapamadıklarını yapabi len ve kamusal alan içinde inandıncı duygularını açıkça ve özgürc e ifade eden kişi olarak oyuncuyu yücelten insanların tarihiydi.
�
�n_ı
�
Bunlru:a karşın, klasik theatrum mundi imgeleminde belirleyici olan estetik yaşam olarak toplumsal yaşam vizyonu nda doğru bir a� ardır. Toplumsal ilişkiler, ortak bir kökten geldikl eri için este tık ılışbler olabılırler. Bu ortak köken, çocukluk dönem . indeki oyun . deneyımlerınde yatmaktadır. Oyun, sanat değildir; fakat belirli bir estetik etkinlik için belirli bir hazırlıktır. Bu estetik etkinlik, belirli
� ;
bir önerme şartların varlığı halinde toplum içinde gerçekleşir. Basit düşünülebiileri sürmek için fazla çapraşık bir yöntem izlediğimiz
psikolojik in lir, ne var ki bu gereklidir; çünkü "yaratıcılığa" ilişkin yürütüldüğü rle terimle ş ştirilmi celemelerin çoğu öylesine genelle deney.im özgül deki tarihin için, özgül yaratıcı çalışmayı bir yaşam ışa ılışdavran ara lerle bağlantılandırmak çok zordur. Oyun, çocukl ek, onları rol kin görenekleri inandırıcı biçimde görmeyi öğreter ıyla arala yapmaya hazırlar. Görenekler benliğin doğrudan arzular görenekar Çocukl rıdır. kuralla rında belli bir mesafe olan davranış ini ince niteliğ klerin lere inanmayı öğrendikleri zaman, bu görene çalışma 343 tel n de leme, değiştirme ve geliştirme yoluyla ifade üzerin yapmaya hazır duruma gelirler. . r Ço au toplumda, yetişkinler bu oyun güçlermı dms.el rıtuelle ifadesi in benliğ , aracılı yla hayata geçirir ve geliştirirler. Ritüel ın ötesine geçen . değildir Ritüel, anlamı doğrudan toplumsal yaşam ifade eylemine ka ve tanrıların ezeli hakikatleriyle bağlantılı olan davranışları dinsel al kamus rinin tılmaktır. 18. yüzyıl kozmopolitle ığım göstermek olmad ritüelin insanların rol yapmaları için tek yol an sosyal ni tedir; şişinme, iğneleme, mübalağa insanların doğrud geleridir. Ancak, yetlerle birbirlerine rol yapabileceklerinin göster cık ıfadelerle yapma k koyara bunu benlik ile araya belli bir mesafe çalışır olmaya yaparlar; kendilerini ifade etmezler fakat ifade edici zü insanların lar. Kişilik sorunlarının toplumsal ilişkilere tecavü da zorlaştıran bır oyun güçlerinden yararlanmalarını giderek daha tecavüz, başkala bu gelişen da gücü harekete geçirir. Geçen yüzyıl un ağırlığını yük rına yönelik bir ifade jestine özbilinçli bir kuşkun kişidışı du ledi: Gösterdiğim gerçekten ben miyim? Benlik sanki, buluyordu. varlık e ötesind n gücünü rumlarda benliğin denetim tu. tutmuş yüz aya Benlik ile aramızdaki mesafe kapanm bir benlik Kamusal alana duyulan inanç son bulduğuna göre, nlerin oyun mesafesi duyusunun zayıflaması, dolayısıyla da yetişki ir. Fakat bu oynamalarının güçlüğü bir adım daha ileri gitınişt una ilişkin konum daki toplum yle, çevresi önemli. bir adımdır. Kişi, tahayyül ayı oynam müyle olgularla, başkalarının gözündeki görünü esas getiren na edemez, çünkü bu koşullar artık kendisini meyda sınıf tlerinde orta şeylerdir. 19. yüzyılın sonundaki işçi sınıfı hareke aktan gelen olmam sahip sine mesafe ideologlarının sorunları benlik
\
.
ğı
.
·
.
..
bir zorl�ktan doğuyordu; bu tür orta sınıf radikalleri, fikirlerinde olabilecek değişmeler yüzünden kendilerinin de değişebileceklerin den ya da meşruluklarını yitirebileceklerinden çekindikleri için ko
numları konusunda katı bir tavır benimsemeye yatkındılar. Oynaya mıyorlardı. Oyun oynama yeteneğini yitirınek, dünyevi koşulların şekil ve rilebilir şeyler olduğu anlayışını yitirmektir. Toplumsal yaşamla oy nayabilmek, mahrem arzulardan, ihtiyaçtan ve kimlikten belli bir uzaklıkta, ayrı olan toplumsal bir boyutun varlığına dayaıur. Mo dern insan için, ·sanattan mahrum bir aktör olmak, insanların evde
344 oda müziği dinlemek yerine plak dinlemeyi yeğlemeleri olgusun
dan çok daha ciddi bir sorundur. İfade yetisi temel bir düzeyde ke silmiştir; çünkü kişi, ifadenin sahiciliği sorunu ile etkili ifade soru
nunu birleştirmek üzere, dış görünüşünü kim olduğunun temsilcisi kılmaya çalışmaktadır. Bu şartlar altında her şey güdülemeye dönü
şür: Hissettiğim gerçekten bu mu? Gerçekten bunu mu kastediyo rum? Neysem o oluyor muyum? Güclülenlınlerin berıliği mahrem topluma, insanların duyguların nesnel, biçimlendirilmiş işaretler olarak takdimiyle oynamakta kendilerini özgür hissetınelerini en gellemek için müdahale eder. İfade, sahici duyguya bağımlı kılın mıştır, ne var ki burada insan daima kendi duygularında sahici ola nın ne olduğunu hiçbir zaman billurlaştıramamak gibi narsistçe bir soruna saplanmıştır. Modem insanın sanatsız bir aktör olması narsisizmi oyunun kar şısına koyar. Çalışmamızın sonuç bölümünde, bu karşıtlığı sınıfsal bakımdan ele almaya çalışacağız. Toplumsal sınıf insan nitelikleri nin ve yeteneklerinin bir ürünü olarak görüldüğü sürece, sınıf ko şullarını değiştirmımin kavranabilmesi çok zordur; bu koşullar ken diliklerinden değişeceklerdir. Bunun yerine, özellikle de proleter ya da burjuva olmayan ama ikisi arasında olanlar, içlerindeki kendile rini böyle tanınılanamaz ve kinıliği belirsiz bir konuma getiren o şeyin ne olduğunu sorma eğilimindedirler. Kendine ait kuralları, hem de değiştirilebilir olan kurallarıyla toplumsal bir durum olan sınıf kavrayışı yitirilmiştir. Kişinin "yetenekleri" onun durduğu ye ri belirler:.,Sınıfsal gerçeklerle oynamak zorlaşır; çünkü kişi, benli ğin içsel doğasına çok yakın olan gerçeklerle oynuyor görünecek tir.
Mahrem bir toplumun insanlar arasındaki medeniyetsiz davra nışları nasıl körüklediğini ve bireyde oyun hissini nasıl kırdığını in celedikten sonra, kitabımızı şu soruyla bitirmek istiyorum: Mahre miyet ıı·angi anlamda despotluktur? Faşist devlet, mahrem despot luğun bir biçimidir; geçim zorlukları, çocukların bakımı, çirrılerin sulanması da öteki biçimidir. Fakat bunların hiçbiri kamusal bir ya
şamdan yoksun bir kültürü sorgulamak için uygun değildir.
Xll
du. Rahip kutsal sözcükleri mırıldandığı zaman, "Tanrı 'nın inayeti"
Ka riz m a me den iye tte n kop uyo r
ile dolardı. Böylece kişi olarak durumu ne olursa olsun yerine ge tirdiği ritüeller anlamlı kılınırdı. Karizma öğretisi ağırlıklı olarak medenileşmişti; insana özgü zayıflıklara hoşgörü ile yaklaşırken, aynı zamanda da dinsel hakikatin üstünlüğünü ilan ediyordu. Karizma dinsel anlamını yitirirken, medeni bir güç olmaktan da çıktı. Seküler bir toplumda "karizma" güçlü bir lidere atfedilince li derin gücünün kaynağı dinsel bir toplumda olduğundan daha gi .zemli olur. Güçlü bir kişiliği güçlü kılan nedir? Geçen yüzyılın ki şilik kültürü bu soruyu kişinin ne yaptığı değil, ne hissettiği üzerin-
de odaklanarak yanıtladı. Güdüler iyi ya da kötü olabilir kuşkusuz, .ı47
fakat geçen yüzyılda insanlar artık onları bu şekilde gönfı,üyorlardı.
Kişinin içsel itkilerinin ifşası heyecan vermeye başlamıştı. Kişi, ka musal alan içinde kendini açığa vurabiliyor, ama bun\). karşın da kendini açığa vurma sürecini denetleyebiliyorsa, heyec� verici bir insan olarak görülüyordu. Onun güçlü olduğunu hissediyordunuz, fakat nedenini açıklayamıyordunuz. Bu seküler karizmadır: Psişik bir striptiz. İfşa olayının kendisiydi heyecan yaratan, yoksa ifşa edilen açık ya da somut bir şey yoktu. Güçlü bir kişiliğin tılsunı altın dakiler pasifleşirler, etkilenerek duygulandıkça kendi gereksinimlerini unuturlar. Karizmatik lider böylece izleyicilerini Kİlise'nin daha eski, incelikli tılsımı altında olduğundan daha iyi ve gizemli bir şekilde denetlemeye başladı. !930'1arda yaşamış olup, hem sol kanadı hem de faşist politika
!
M:den yet ' kişinin başkalarına yük olmamasıdır. "Karizma"nı . n Ka tolık ogretıdeki en eski kullanım larından biri, bu medeniyeti dinsel terımlerle tanımlar. Rahipler kötü ahlaklı ya da zayıf insa nlar olabi lırlerdı; gerçek dogmalardan habersiz olabilirlerdi,· kimı· zam an din · ı· yerine rretirmek se1 gorev1erın . isteyebilir, kimı zaman da k aygısız . . eı ya da kuşkucu olabılırlerdı. . Rahip olarak güçleri ne tü'r kişı1er o1. dukiarına ya da b llı. bır anda kendilerini nasıl hissettik � lerine bağlı 1.'aydı cemaatlerının Tanrı ile � düşünsel, duygusal bir bağ : : kunnak ıçın kilıseye geldıklerınde rahi bin kendini iyı· hissetmeme sı ya da . .. . o "fkerı oluşu yuz unden Tanrı ile iletişim kur amayacaklarını öğren. elerı durumunda rahipler onla rı ağır bir yük altına sokmuş olacak ardı. "Karızma" öğretisi bir anlamda bu sorun etrafında dola nıyor-
..
•
�
.
,
_
.
cıları gözlemlemiş herhangi bir kişi bu tür sektiler bir karizmatik ki şiliğin medeniyetsizliğine ilişkin sezgisel bir anlayışa sahiptir. Ama bu sezgisel anlayış yanıltıcı olabilir. Böyle bir anlayış karizmatik kişinin demagog ile aynı kişi olduğunu ima eder; demagogun kişi liği öyle güçlüdür ki izleyicilerini şiddete yönlendirebilir; kendileri şiddet uygulamasa bile lider ve yakın çevresi uyguladığında hoşgö rürler. Bu sezgisel fikirde yanıltıcı olan, ortada şiddet yanlısı bir de magog yoksa politikadaki karizma gücünün de uykuya yatacağına bizi inandırmasıdır. Aslında liderin karizmatik olması için hiçbir olağanüstü, şeytanca ya da kahramanca niteliği olması gerekmez. Sıcak, sade ve tatlı olabilir, görmüş geçirmiş ve ince düşünceli ola bilir. Fakat insanları kendi zevkleri, eşinin kamu içinde giyim tarzı, köpeklere olan sevgisi üzerinde odaklandırabilirse, onları şeytani
bir kişi kadar kendine bağlayabilir ve gözlerini kör edebilir. Sıradan
bir aile ile bir akşam yemeği yiyerek kamtıoyunda muazzam bir il gi uyandırabilecek, bir gün sonra da ülkedeki işçileri yıkıma uğra
tan bir yasayı yürürlüğe koyacaktır; akşam yemeği haberinin heye
canı içinde asıl eylemi gözden kaçırılarak geçiştirilmiş olacaktır.
Ünlü bir komedyen ile golf oynayacaktır ve milyonlarca yurttaşın
emeklilik maaşından kesinti yapmış olması da gözden kaçırılacak
teorilerini. Bu teoriler, özellikle modern bir sınıfın, küçük burjuva,
zinin geçirdiği karizmatik politika deneyimi üzerinde bir perspektif sağlar. Bu karizmanın elektronik teknolojisi ile ilişkisine bakmamız
gerekir. Son olarak, seküler karizmayı anlayabilmek için, kitabı
mızdaki tarihsel incelemelerin teması olan, sokak ve sahne arasın
daki kıyaslamaya bakmamız yararlı olacaktır. Modern karizmatik
politikacı bir rock yıldızı ya da opera primadonnası mıdır?
tır. Karizma, geçen yüzyılda başlatılan kişilik politikasından doğan,
günlük politik yaşamı istikrarlı kılmaya yönelik güçtür. Karizmatik
A. KARİZMA KURAMLARI
lider politikanın, sorunlu meselelerden, ideolojinin bölücü sorunla-
.ı4s rından kaçınarak sakin bir seyir izleyebilmesini sağlayan bir faildir.
Anlamak zorunda olduğumuz seküler karizma biçimi işte budur.
Dramatik değildir, aşırı da değildir; ama bu haliyle neredeyse müs tehcen bir şeydir.
Willy Brandt gibi başarılı bir politikacı somut ideolojik taahhüt
lerde bulunma talihsizliğine uğramışsa, kişisel görüşleri ve tavırla
rı astları tarafından öylesine biçimlendirilecektir ki, televizyonda
ve basında etkilerini ve dolayısıyla tehditkar niteliklerini yitirecek lerdir. Astları ise onun ne kadar iyi, dürüst bir insan olduğunu gös
termek peşindedirler. Kendisi eğer iyiyse, savunduğu şeyler de iyi olmalıdır. Modern politikada, "Bilmeniz gereken yalnızca inancım
ve gerçekleştireceğim programlardır, özel yaşamım sizi ilgilendir
mez" görüşünde ısrar etınek, intihardır. İntihardan kaçınmak için,
katıksız bir p�litik irade taşıdığı görüntüsü vermekteki zaafları yen
mek gerekir. Politik görüşlerden güdülenime doğru 'bu sapma nasıl
başarılmaktadır? Giscard ya da Kennedy'nin inceliği, Enoch Po
well'ın hırsı ve Brandt'ın nezaketi örneklerinde olduğu gibi, dikka
timizi liderin itkilerine verdiğimizde, politikacı bu itkilere göre
kendiliğinden davrandığı, ama kendi kontrolünü de kaybetınediği
görüntüsü veren makul bir lider olur. Bu kontrollü kendiliğindenlik
başarıldığı zaman itkiler gerçek görünür. Bu nedenle politikacı ina
nabildiğiniz bir kişi olur. Günlük yaşamda itki ve denetim çelişkili
görünür. Söz konusu çelişki, geçen yüzyıldaki duyguların iradedışı, denetlenmeyen ifadesi inancından türemiştir. Böylelikle politikacı işgal ettiği mevkide hiçbir iş yapmasa bile aktif görünebilir.
Uyuşturucu karizmayı incelemenin en iyi yolu, bu yüzyılda et
kili olan iki teoriyi de ele alarak işe başlamaktır; Weber ve Freud'un
Politikacıların kendi özel yaşamlarının çok önemsi:ı; ayrıntılarıyla yarattıkları heyecanda tehlikeli bir şeyler olduğu anlayışı formel
karizma çalışmalarının doğumuna yol açtı. Kişiliğin bu gücünden duyulan korku, "karizma" terimini soyutlayan ve toplumsal köken lerinin çözümlemesini yapan ilk sosyofog olan Max Weber'in dü şüncesini etkisi altına almıştı. Weber karizma konusuna Ekono"! i ve
'.
Toplum adlı başyapıtını yazmakta olduğu 1899- 1 9 1 9 arasında o yıl
. larda ağırlık vermişti. Kitap ilerledikçe, üçüncü bölümünün gırışın de eksiksiz bir kuram oluşturana dek Weber, karizma fikrini tekrar tekrar tanınılayarak olgunlaştırdı.
"Karizma" terimi, Freud'un 1930'larda yazmış olduğu Bir Ya
nılsamanın Geleceği adlı yapıtında yer almadığı gibi Freud, We
ber'in yapıtına gönderme de yapmaz. Freud'un karizma ile ilgilen
mediğini söylemek yine de aptalca bir ukalalık olur. Freud'un ana
konusu Weber'ioki ile aynıdır: Herhangi bir kişi, nasıl olur da ka
lıtsal bir hak ile ya da bir bürokrasi içinde yükselerek değil de, ki
şilik gücüyle muktedir olabilir ve meşru bir yönetici olarak görüne bilir?
Weber ve Freud, politik iktidar anlamında kişilik gücünün çö
zümlemesini yaparken, 19. yüzyılın ortalarında biçimlenen heyecan
yaratabilen [electrifying] kişiliğin tarih boyunca görülen karizmatik _ kişinin modeli olduğunu varsaydılar. Heyecan yaratabılen kışılik,
böyle olmayı kendi üzerine bir giz perdesi örterek başarır. Freud ve
Weber'in karizmatik kişinin ördüğünü düşündükleri bu "yanılsa
ma" ikisinin de paylaştığı derin bir kuşkudan kaynaklanır. Ne Fre
ud ne de .Weber, Tanrı'nın gerçekte inayetini dünyaya bağışladığına
inanıyorlardı. Bu nedenl e, herhangi bir kişi aşk ın bir fail olarak or . ı. ya Ç ğı zaman, onun kişisel gücü ancak dünyevi güç lerle _ çla � n evı ı tıya rla desteklenen bir yan � � ılsama olabilirdi. Yani, h,. ikısı de bır toplumdaki aşkın inançlara kafa tutu yordu; her ikisi _ b !aJ1çlan ınsanlann inanm alannı sağlayacak seküle � lI r ihtiyaçlar donuştiırmenın yolunu arıy ordu. K şk suz, dinsel bir top lumu çözümleyebilmek � için kişinin , Tanrı ya ınanması gerekm ez. Freud da, We ber de dini kendi terim- . lerıyle ele almak isteme diklednden, ikisi de ken di yarattıkları ya- ' nılsamalara kurban düş tüler. !kisinin de yanılsa . ması karı"zmatik k"l. ' 50 şının tebasının duygu ları nı güçlü bir biçimde den etlediği ve ateşli tutkularla beslenen bır _ tah akküm yetisi oldugu " na inanma!arın an gerı ordu. Dinsel inayet in hakikatle ilgili bir yan � ılsama olması ne� denı le, karizmatik kişi toplumda "irrasyonel" ola � nla temas haiin deydı. Buna dayan ak, her ikisi de vahim bir dış 3'." lama yaptı: Toplu: ' n ras nel ve rutın alanın da karizmatik bir kişi için �� �? . duyduğu bü yuk ıste gı dışarıda bıraktı. Ikisi de, düzeni sag . . "layarak ya da gu . ··cu ··nu·· yıtırerek rutınleşen kar izmanın büyük iktidarını tahayyül edebiliyorlardı; ama karizmanı n, duyguları derinleştirme kten çok sığlaştı r n ve ge elde rasyonel, tıkır tıkır işleyen bir dün �. � yanın yağı olan bir guç oldugunu düşünmem işlerdi. . Freud ve Weber'in karizm ayı sığlaştırıcı bir güç ola rak _ gör me lerı, çıkış noktaları göz önüne alındığında, belki de iıııkfuısızdı. İki sı de karızmanın düzens izlik ve stres durumları nda ortaya çıktığını . ler. An soy cak, "düzensizliğin " öze l anlamı konusunda anl asa . maz�
�� ?
:
� �1
Bir Yanılsamanın Geleceği adlı yapıtında düzensizliği insan yığın arının
cf ·
'
d · ·• •.
�
Weber 'in kafasınd i düz ensizlik, çözülemeyen gru . p çelişkisiy dı. Bu sıralarda Weber, ınsa nların bir kişinin tanrı gib i muktedir ol duğu duygusuna kapıldıklar ını düşünüyordu. Bu kişi, böylece, baş . kala ının ust sınd en gele mediği meseleleri çözmek : � üzere gerekli otorıteye sahıp oluyordu. We ber'in üstiınde durduğu nok ta, insan ların neden liderin seçilme ye aday olmasını sağlayan kişilik unsur larına değil de karizmatik bir şahsiyete inanma ihtiyac ı duydukla rıydı. Weber 'in, karizmatik şahsiyetlere karşı ihtiyat lı olmasının mantıksal kaynağı buydu; çünkü karizmatik kişilerin varlığı, top lumsa yaşamda insanların rasyonel olarak çözme um udunu yitir dıklerı çalkantıların gösterg esiydi. ' ,
sürekli yöneldikleri doğa durumu olarak görür. Freud bunu
etkili bir dille şöyfo aktarıyordu:
�
�
!
Weber düzensizlik anlarını gelip geçici görmesine karşın Freud,
',
·
. .....kitleler tembel ve hiç de Zeki değiller, içgüdüsel feragatten hiç hoşlan . mıyorlar, feragatin kaçınılmazlığına t<ırtı�ma yoluyla da ikna olmuyorl��r ve bireyler kural tanımazlıklarının etkili olması için birbirlerini desteklı yorlar.
'.Rasyonel bir insan, çatışan ihtiyaçları olan kadın ve erkekleri bir : .' arada ya�amanın tek yolunun kendini yadsıma ve feragat oldugunu 35 1 1 bilir. Kitlelerin kendi başlarına göremedikleri de budur.' . Bu nedenle kitleler bir azınlık ya da tek bir lider tarafından yö
netilmeye ihtiyaç duyar:
Kitleler ancak lider olarak kabul ettikleri ve bir örnek oluşturan bireylerin etkisiyle kültürün varlığını sağlayan çalışmaya ve feragatte bulunmaya ra zı edilebilirler. . Artık sorun, liderin onları tutkularından vazgeçmeye nasıl "ikna" •
ettiğidir. İşte bu noktada Freud işin içine karizmatik yanılsamayı sokuyor.'
·
Feragat dinin işidir. Din, toplumdaki adaletin ve yaşama ilişkin yasaların insanüstü bir kaynaktan doğduğu ve bu nedenle insan ak lını aştığı, insan tarafından sorgulanamayacağı inancını yaratır. Do ğa olaylarından gelen korkunun yerini tanrıların gazabı alır. Fakat tarırıların dünyadaki varlığı dolaysız hissedilmelidir. Onlar ancak kendilerini liderler, sıradışı kişiler yoluyla somutlaştırırlarsa inandı rıcı olabilirler. Liderin sahip olduğu "inayet" ona yığınlar üzerinde bir duygu gücü bahşeder. İnsanlardan kötü tutkularından vazgeç melerini, tek başına boyun eğmelerini değil de iyilikte bulunmala
rıru
yalnızca inayet sahibi liderler isteyebilirler.
Freud'a göre, şu halde toplumda her zaman karizmatik liderler
var olmalıdır; çünkü onlar olmazsa kitleler toplumu kaosa sürükle meye her an hazırdırlar. Weber'e göre ise bu tür liderler yalnızca is tisnai durumlarda ortaya çıkarlar, çünkü toplum yalnız belirli za manlarda çözemeyeceğini sandığı bir düzensizliğe saplanır ve Yu karı' dan yardım umar. İki teori arasındaki bu farktan derin bir ayrı-
!ık ortaya çıkıyor: Freud, karizmatik şahsiyetin düzeni oluşturan
!ar kendisinin kişiliği ile ilişkilendirilmiş olan coşkunun bir yankı
duygusal'bir lider olduğuna inanır. Weber 'e göre ise karizmatik li
sıru kazanır. İşte ancak, düşmüş insandan mevkiye geçilen bu nok
der bir kere sahneye çıkarsa, kaosu daha da derinleştirir. Weber'in
tada, karizmanın istikrar sağlayıcı bir güç olduğu düşünülebilir; in
İsa' sı anarşiktir. Örneğin, tüm grup çelişkilerini çok yüksek bir sim
sanlar, büyük bir insanın bir zamanlar o mevkiyi doldurduğunu
gesel düzeye, aydınlatılmış olan ve olmayan gruplar arasındaki bir
anırnsayacaldarı için mevki bazı duygular yaratır ve böylelikle bel
mücadeleye yükseltir. Bu sıcak ortamda, karizmatik liderin taraftar ları her an onun aleyhine dönebilirler:
Karizmatik otorite doğallıkla istikrarsızdır. Karizma sahibi karizmasını yi tirebilir. "Tanrısı tarafından terk edildiği" duygusuna kapılabilir..... Taraf tarları "güçlerinin onu bıraktığını" sanabilirler. Ardından misyonu son bu lur ve yeni bir karizmatik kişinin ortaya çıkması umut edilir.4 Karizma neden kaçınılmaz bir şekilde tökezler? Bu soruyu yanıtlar ken Weber yine yanılsama imgesine başvurur. Karizmatik liderin
li bir meşruluk kazanır. Ne var ki, bu "ölümden sonraki" karizma,
lideri daha önce sarıp sarmalayan tutkunun zayıf bir yankısıdır ve lider daha hayattayken, karizmanın gücü bozucu ve anarşiktir. Freud, toplum düzeni ile yanılsama ilişkisine Weber 'de olmayan bir tarzda bakar. Freud 'a göre:
Bir inancın güdüleniminde önde gelen faktör istek gerçekleştirimi olduğunda ve bu inançla gerçeklik arasında ilişkiler, tıpkı yanılsamanın kendi sinde olduğu gibi dikkate alınmadığında o inanca yanılsama deriz.
yetlerini refahı sağlayacak eylemlere dönüştüremez, çünkü onun
Kitleler içgüdüsel tutkul arının engellenmesini istemediklerine göre,
yarattığı hava aslında yalnızca ortak bir yanılsamadır; bu nedenle,
rek yanılsama yoluyla gerçekleştirdiği istek nedir?'
taraftarları onun kendilerine "refah getirmesini" umarlar. O ise ni
karizmatik liderin onlar adına bir düzen arzusunu harekete geçire
başarısızlığa ve bir sahtekar olarak dışlanmaya malıkı1mdur. Weber,
Freud bu soruyu sanki günümüzün tüm psikanaliz klişelerini tek
bununla ilgili bir örnek olarak, sel baskınlarında tanrılara yakaran
bir klişede toparlayarak yanıtlar. Her çocuk, gelişiminin bir nokta
Çinli imparatorun öyküsünü anlatır. Sel sona ermeyince taraftarları
sınd� sevilen ilk ebeveyn olan anne yerine babayı koyar. Çocuk, bu
onu kendilerinden farksız bir kişi olarak görürler ve iktidarı gasp et
yer değiştirme konusunda çelişik duygularla doludur; babasını ne
miş bir sahtekar olduğu için cezalandırırlar.
kadar özler ve ona hayranlık duyarsa o kadar da ondan korkar. Ba
Bu, karizmatik yanılsamanın iç çelişkisidir; fakat Weber ekono
basını hfila tehlikeli ve dışarıdan biri, çocukla anne arasına zorla gi
mik rasyonalitenin yasalarının da karizmayı çelmelediğini öne sü
ren kişi olarak düşünür. Çocuk, bir yetişkin olup aile dışındaki düŞ
rer:
man dünyaya adım attığı zaman babasında bulduğu bu özellikleri
Her karizma, ekonomik rasyonalite tanımayan çalkantıl<.1rla dolu, duygu s�ıl bir yaşamdan, maddi çıkarların ağırlığı altında boğularak ağır ağır ölü ıne doğru yol alır, var olduğu her saat onu bu sona daha da yaklaştırır. Toplum, "günlük çalışmanın rutin kanallarına geri akınca", insanlar kendi islerine ilahi bir müdahale olsun istemezler. Weber'in savun'
duğu görüş, can sıkıntısı ve tekdüzelik ruhunun karizmatik lidere olan isteği yok ettiğidir. Karizma insanları dünyevi görevlerden kurtaracak ,bir frıntezi olarak ortaya çıkmaz.'
yeniden keşfeder;
korku duyduğu, öfkesini yatıştırmaya çalıştığı; ama öte yandan da kendi sini koruma görevini ellerine verdiği tanrılar yardtır kendine. Bu yanılsama karizmatiktir: Babaya duyulan sevgi ile karışık kor
ku, liderin gerçekleştirdiği istektir. Din, babalığın toplumsal örgüt
lenişidir.7
Bu tür yineleme ve yeniden keşfetme görüşleri öylesine tanındı ki, Freud 'un yapıtının gücü çoğunlukla gölgede kaldı. Dinsel sim
Weber argümanını şöyle sürdürüyor: Karizmatik bir lider yıkıl
. gelerin çok derin bir biçimde kabul mü gördüğü, yoksa yalnızca
dığı zaman karizma fenomeninin kendisi yok olmaz, "rutinleşir",
kimsenin pek kulak asmadığı mükemmel kurgular olarak var olma
yani karizı 1atik liderin bulunduğu konum ya da mevki, bir zaman' .
larına izin mi verildiği, yoksa açıktan açığa mahkum mu edildiğine
35 F2
bakmaksızın, Freud, her toplumda tanrılara inancın olduğuna inan-:> mamızı ister. II. Philip'in İspanya'sı, Kennedy'nin Amerik a'sı;, ,
Mao'nun Çin'i, bunların tümü dini toplumlardır, hem de aynı tarz':'' da. Üçünde de çocuksu bir yer değiştirme hüküm sürer. Her üçün'
;;i {
de de karizmatik liderler vardır. Weber, karizmayı tarihsel bir ola olarak ele almamızı isterken Freud ona yapısal ve işlevsel bir değiş-!
!j-
mez olarak bakmamızı ister. Freud için karizmatik devletin başan-i ' sı, liderin refah devleti sözü değil, çocuklukta olduğu gibi yeniden' .;, psikolojik olarak bağımlı olına şansı vermesidir. Onuncu bölümde irdelenen Savonarola'nın Floransalılar La, martine'in de Parisliler üzerinde kurduğu disiplin arasındaki k ıt-· !ık, bu global yaklaşımların her birinde karanlıkta kalan unsurlan ·; akla getirir. Aşkın ya da içkin değerlere olan inanç, liderin toplum- ·
�
..
•
da yarattığı düzen açısından büyük farklara yol açar. Savonarola'yi •. . izleyenler ona "bağımlı"ydılar, bu doğru, fakat onların bağınılı lığı-\ nın sonucunda eylem vardı; eylemin teatral bir biçimi vardı. Ona,< boyun eğerken, pasifleşmediler. Aşkın anlam terimlerinin egemen: : olduğu bir kültürde "feragat", kötü ya da yıkıcı davranıştan vazgeç mekten öte, seküler dünyanın sefaletini ve pisliğini aşan değerler le
uyumlu olan yeni tarzlarla davranmak demektir. Aynca, Savonar o': la'nın manevi baba olarak rolü bir efendininki gibi değildi. O yal' nızca dünya dışında bir Güç'ün aracıydı , bu yüzden yönettiği insan-, !ar üzerindeki egemenliği de tam değildi.
Weber'i n kuramı, ne Savonarola'nın tebaasına enerji verebilme nedenini ne de Lamartine'in tebaasını pasifleştirebilme nedenini açıklayabiliyor. Rahip ve şair, her ikisi de karizmaları sayesinde yı ğın disiplinini kurabildiler, fakat bunlar zıt türde iki disiplindi. Gö
rünüşte dinden söz etmesine karşın Freud'un karizmatik lider mo deli, tam olarak Lamartine tarafından somutlaştırılan sektiler kariz
ma biçimindedir. Dışsal hakikat standartlarına bakmaksızın bağım lılık, utanç yüzünden bağımlılık, pasiflik üreten bağımlılık; dinsel baba örneğine ilişkin tüm bu göstergeler sektiler karizmatik kişili
ğin göstergeleridir. Yine de, böyle bir kişiliğe inanmanın etkisi, kö tücül ve anarşik tutkuları dizginlemek ve bir yöne akıtmak değildi. Adaletsizliğe, sınıf çıkarlarının temsil edilmesine yönelik karşı çı
kışları ele alıp ilgiyi baba-liderin itkisel yaşamına doğru saptırarak onları sıradanlaştırmaktır.
·
Her iki yazar da karizmanın Dionysosçu olduğunu düşler, oysa sektiler bir toplumda, karizma çok ' daha uysal ve daha sapkın bir ..
şeydir. Modem karizma, devletin değişi'.11e yönelik talepler doğura ,bilecek kişidışı yargı yetisine karşı iyi bır savunma sılahıdır. Bu sa vunma iktidarın liderlerin güdülenimlerini öne çıkararak gizlenme: si yolu la yapılır; böylece, devlete ait günlük işlerin sürmesi sağla.
nır.
�
Karizmanın ilkömeksel anı insanların öfkeli bir tanrı yaratma et larına neden olan bir mahşer ya da insanların bir baba-tanrı icat de tikleri bir fera"'at ritüeli değildir. Tanrılar öldüğünde, kariz�atik bir "çekici" da, asa neyimin ilk ö nek anı, politikasından hoşlanılm
5 35
;
•. politikacı için oy verme anıdır. . . . ,' Sektiler karizma, Dionysosçu deneyımden oylesıne uzaktır kı, e, tümüyle kendisine ait bir kriz durumu yaratabilir. Yakın dönemd dutelevizyondaki biçimiyle karizma, kitleleri toplumsal soruµl�a . yarlı olmaktan alıkoyar. Kişi kendini Başkanın sırad.an bır aıle ıle golf oynamasına ya da akşam yemeği yemesine öylesı�d <,aptırır b, ancak sorunlar rasyonel olarak çözümlerırne şansını yıtırıp de krız ..
--
noktasına ulaştığında onların farkına varır. İstikrar sağlayıcı birim ler olarak işgören modem toplumun kurumlarını, toplumsal sorun . lan eninde sonunda rasyonel kontrolün hudutları dışına koyan ku ' romlar olarak tahayyül etmek zordur. Ama karizma, bü�okrasi gibi, tam da böyle bir kurumdur. Dikkatleri politikadan politikacılara çe
ken sektiler karizma, insanları dünyanın bir yerinde savaş çıkması, oı ıar · petrolün tükerırnesi, şehir bütçesinin açık vermesi gibi tats:z . � için kaygılanmaktan kurtarır; tıpb bu sorunların her bın�. uz man" birimler ve bakanlıkların eline bırakılınasının, onları zıhinler
;
den uzaklaştırması gibi. Ancak savaş bir felakete dönüştüğünde, şe hir çöktüğünde, benzin alınamayacak kadar pahalılaştığ1'.'da, yani rasyonel yaklaşım için artık çok geç olduğunda akla gelebılır bu so-
runlar.
Sanıyorum bu, karizma kuramlarındaki gerçek karışıklığın'. Freka ud ve Weber' de olduğu gibi, düzensizliğe bir karşılık olarak bır hatta , düzendir karizma Modem or. rizma fikrinde yattığını gösteriy
huzurlu bir düzendir; ve bu haliyle krizler yaratır. Tüm gerçek top lumsa! kuramlar gibi, karizma üzerine yazan bu iki yazarın görüş leri de eleştiriye ve yeniden formülleştirilmeye çıkarılan ir davet tir. Karizmatik kişiliği tutku ve yanılsama ile özdeşleştırerek ve
�
bunları rasyonelliğin karşısına koyarak bizlere gösterdikleri, rasyo nelliğin kendisine ilişkin belli bir yanılsamadır. Yanılsama, rasyo nelliğin, düzensizlik üretiminin antitezi olduğunıın düşünülmesidir. Sektiler karizma rasyoneldir; dolayımsız, içkin, ampirik düşünce ile yönetilen · ve doğrudan tecrübe edilemeyen her şeyi varsayımsal, mistik ya da "modem öncesi" sayarak reddeden bir kültürde, poli tika· üzerinde düşünmenin rasyonel bir yoludur. Bir politikacının duygularını dolaysız biçimde hissedebilirsiniz; ama politik uygula malarının gelecekteki sonuçlarını dolaysız hissedemezsiniz. Bunun için, kendinizi gerçeklikle doğrudan "bağ kurmak"tan geri çekip,
356 buradan ve şimdi yaşanan andan belli uzaklıkta bir gerçeklik, ben
likten belli bir uzaklıkta bir gerçeklik düşlemeniz gerekir. Haklı bir öfke ile dolu olan bir politikacı size kamusal ödeneklerden "refah
dolandırıcılarını" çıkaracağını söylerse, refah yardımlarına muhtaç hale gelebileceğiniz bir dahaki krizde başınıza nelerin gelebileceği ni düşünıneı:ıiz gerekir. Faşist rejim sırasında on yıl hapiste kalnuş bir kişi, dışarı çıktıktan sonra iktidarı ele geçirmeye hazırsa ve pro leter diktatörlüğünde tiranlık olmayacağını, çünkü her şeyin halkın çıkarına olacağını ilan ediyorsa, onun faşistlere karşı inançları uğ runa nasıl cesurca direndiğini değil, dile getirdiği görüşlerini ger çekleştirirse neler olacağını düşünıneniz gerekir. Burnu havada ve hırslı bir sahtekarın yerine, sıcak ve dost canlısı ama aynı ölçüde de muhafazakar bir kişi geçerse, kendinizi söz konusu andan koparıp işleyişte önemli bir değişikliğin olup olmadığına bakmanız gerekir. Bu eylemlerin tümü, dolaysız gerçekliğin belli ölçüde askıya alın masını gerektirir; zilinin belli bir oyıınunu ve belli türde politik bir fanteziyi içerirler. Rasyonelliğin kendisi görebildikleriniz ve hisse debildiklerinize ilişkin ampirik doğru ile ölçüldüğünde, günlük ya şamda bunlar irrasyonelliğin birer biçimidirler.
B.
KARİZMA V E HINÇ*
Bu şartlan:la sektiler karizma, belli türde bir politikacının belli bir sınıfın üyeleriyle baş etmekte yararlandığı bir şeydir. Mütevazı bir kökeni olan bu politikacı kamuoyunu düzene, yerleşik güçlere ve •
(Fr.) Ressentiment. (ç.n.)
eski topluma karşı yaptığı saldırılarla talırik ederek kendine bir ka-' riyer yapar. Amerikan tarzı bazı tezahürlerinde popülist emareler göstermesine karşın bunu bir ideolog olarak yapmamaktadır. Onun ki, yeni bir düzen taahhüdü değil, daha çok var olan düzene karşı tam bir kırgınlık, hatta hınç'tır. Gönlünde yatan ise statü politikası, asaleti horgörme, adaleti okullardan dışlama politikasıdır. Hitap et tiği sınıf, ayrıcalıkları olanlara nefret duysa da, onun ayrıcalığın kendisini ortadan kaldırmaya ilişkin hiçbir fikri yoktur. Düzeni topa tutarak, duvarlarında herkesin tek başına sığabileceği bir yarık açmayı umarlar.
Hınç, küçük burjuvazinin toplumda tuttuğu yeri iş
gal etmesinin nedenini açıklayan bir yarı doğru, yarı yanılsama üzerinde temellenir. Çünkü içeriden küçük ve kibirli bir grup, güç ve ayrıcalıkların iplerini ellerinde tutar; onlar yani küçük burjuvalar, hiçbir yere giremezler; buna karşın her nasılsa hayattaki iyi şeyleri haksızca istif edenler, küçük esnaf, kitapçı, ayakkabıcıyla yüz yüze geldikleri zaman -eğer gelirlerse- onları utandırırlar. Duyulan bu
hınçla, eşitlik arayışına ilişkin hiçbir şey yoktur; statünün açtığı ya
ralar nedeniyle acı çeken insanları şans eseri bir kopuş ya da rast lantısal bir değişkenlik sonucunda kişisel olarak kurtulabilecekleri umuduyla yönlendirmek üzere utanç ve kıskançlık birleşmektedir. İşte politikacı, bu utanç ve kıskançlık üzerine oynar.
Hınç 'tan tuhaf bir komplo teorisi türemektedir: Toplumun en te pesi ve en alt sıralarındakiler, ortadakileri yıkmak için gizli bir an laşma içindedirler. Senatör McCarthy, komünist-anarşistlere arka çıkıyor diye Amerika'nın yerleşik kurumlarına saldırmıştı; Spiro Agnew, siyah protestonun sponsoru oldukları gerekçesiyle "içleri paralanan" zengin Amerikan banliyölerine saldırmıştı. II. Dünya
Savaşı sonrası Fransız anti Semitizmi, kuşatılmış küçük burjuvazi
yi yıkma amacıyla tepeden ve aşağıdan yürütülen komplo anlayışı
nın tam bir örneğidir. Aşırı yüksek faiz uygulayan bankacı, Ortada
. ğu emperyalisti Yahudi ile komünist-suikastçı, dışarlıklı ve iyi Ka tolik ailelerini zaafa düşürmeyi kafasına koymuş cani Yahudi imge si, hatta, Orleans 'taki son anti Semitizm dalgasıyla Hıristiyan aile
lerin çocuklarını öldürmeyi aklına koymuş cani Yahudi imgesi kay naşıyor. Tarihsel araştırmalarda,
hınç politikasını tarihteki değişmez bir
güç olarak görmek moda oldu. Eğer orta sınıflar aralıksız yükseli-
35
yor gibi görünüyorsa, ekonomik ve politik haklar için gürültü ko: ' · pardıklarında statülerin aşağılanması karşısında gerçekten kaygıya ; kapılan eski düzeni öfkelendiriyor olma lıdırlar. Hınç politikasının ·. toptan bir şekilde geriye, tarihe ihracının yarattığı sorun, becerik: ' sizce bir odak kaybından çok daha fazla sıdır; statü düşüklüğünün yarattığı kırgınlık insanlığın evrensel bir vasfı olabilir, fakat hınç yalnızca gelişmiş sanayi toplumuna has modern iki özellik taşır. Ilki, küçük burjuvazinin kişilerin oluşt urduğu bu düzeni kişidışı bir ekonomi içinde icat etmeye zorlanmas ıdır. İktidar çokuluslu şir ketlerde olduğu gibi bürokratikleşince, herhangi bir eylemden dola' · 58 yı b'ır b'ıreyın . sorumlu1ugun v u saptamak zorlaşır. Gelişmiş kapit a" lizmde güç görünmez olur; örgütler kend i yönetim yapılarının kar� maşıklığı sayesinde hesap vermekten kaçarlar. Şimdi, gelişkin bir çözümleme, aslında bu yönetim düzen inin tepesinde küçük bir grup . insanın iş görmekte olduğunu ve bu insan ların kişisel olarak muaz zam bir güç kullandığını gösterebilir. Fakat, hınçtan doğan öfkeyi büyüten şey güce ilişkin bu görüş değil dir. Kişilerin oluşturduğu düzen, daha çok soyut, gözle görünmez bir insanlar sınıfının haksız araçlarla aşağı daki dünyayı dışlama ko nusunda uzlaştıkları düşüncesidir ve "hak sız" terimi bu mitin anah tarıdır. Bir bürokraside sosyal mevki meziyetle belirlenmelidir; 18. yüzyıl sonlarında dile getirilen yeten ekle kazanılan kariyer nosyo nu, burada en önemli anlamını kazan mıştır. Fakat, tepedekiler ara sında yeteneksizler vardır; bunlar arala rında birleşirler, yetenekli insanları dışlarlar ve böylece varlıklarını sürdürürler. Demek ki, eğer aşağıdan biri iseniz, statü eksikliğini z sizin suçunuz değildir; onlar size ait olanı sizden çekip almış lardır. Mitin, kendi kendine hizmet eden bu özelliği hınç duygusunu bütünüyle tanımlamaz. Ki şiler düzeninin geliştirmiş olduğu şey, bir tür kendine güven tarzı dır; onların kendileri için üzülmeye, görün ür değerleri için kaygı lanmaya ihtiyaçları yoktur, oysa küçü k adam her zaman yolunu zorla açması gerektiği duygusunun ağırlı ğı altında ezilir. Münasip, yani meziyete dayalı hiyerarşinin bozu lmuş olduğu hissini ve fazla zorladığı korkusunu içeren statü endiş esinin, Fransız, İngiliz ve Amerikan meslek yapılanmasında aşağı beyaz yakalılar sektöründe benzer şekilde ve güçlü olarak hissedildiğ i biliniyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde fiili iktida rın giderek artan görün-
mezliğinin olupbiteni açıklayabilmek için insanları bu miti icat et
meye zorladığı söylenebilir. Ayrıca bu ülkeler imalattan kişisel me .ziyet ve hizmet ekonomisine doğru yol aldıkça, toplumsal konu ı_n� la bağlantılı olarak kişisel meziyet meselesi de güç kazanır. Her ıki
durumda da, hınç kendi zamanımıza özgüdür; insanlık tarihinin bü
.
.tününe ihraç edilemeyecek bir şeydir.
Hınç'ın ikinci bir modern özelliği kent karşıtı önyargısıdır.
1920'lerde Alman küçük burjuvalar arasında
hınç üzerine yapılan
bir araştırmada, sıradan insana karşı tepedekiler ve aşağıdakilerin bir komplo içinde olduğu hissi ile bu kötülüklerin kaynağının bü-
yük şehir olduğu hissi arasında karşılıklı bir ilişki olduğu gösteril- 359 miştir. Amerikan
·
.
hıncının kent karşıtı karakteri özellikle telaffuz
edilmektedir; sözgelirni yakın dönemin bir başkan yardımcısı,
"Eğer New York City denize açılıp gitseydi, Amerika saygı insan � . lar için daha 'sağlıklı' bir yer olacaktı" sözleriyle kendısını dınl � . yen bir grup asker emeklisinden bol alkış alınıştı. Kent karşıtlıgı mantıksal olarak komplo kuramından gelir; bir araya gelip komplo
kurmak için, düzenin, hiç kimsenin öteki hakkında fazla'bir şey bil
mediği bir yere, gizlerin ve yabancıların bulunduğu bir :rere ihtiyacı vardır. Şehir, mit için mükemmel bir yerdir. ; Gelgelelim, hınç dalgasına binen bir politikacı kaçıı ılmaz ola ; rak kendine yönelen bir tehdit ile karşı karşıya kalır. Hıncı ne den li iyi örgütlerse, o denli güçlü, zengin ve etkili olur. Peki sonra ha
rekete geçirdiği insanları nasıl muhafaza edecektir? Salt güç kazan
mış olmakla, çizgiyi aşmış ve kendisini düzene karşı kçyması için
bir mevkiye getirmiş olanlara ihanet etmiş olmuyor mu? Işte, ken disi de artık, onu destekleyenlerin
çasıdır.
hınç duydukları sistemin bir par
Politikacı, "inandırıcılığına" yönelen bu tehdit ile seküler an
lamda karizmatik bir şahsiyet haline gelerek başa çıkabilir. Bu sta
tü öfkesinin başarılı pratikçisi, aslında sürekli olarak insanların il
gisini kendi politik eylemlerinden ve tutumlarından uzaklaştırıp
kendisinin ahlfild niyetleri içinde massetmelidir. Böylece var olan isleyiş huzur içinde uyumaya devam edecektir; çünkü onun düzene
karşı öfkesi, gücüne dayanarak yaptıklarıyla değil, itkileri ve güdü
leri ile algılanır. Hınç'ın politik lideri yönetim içinde daha yüksek
lere tırmanmaya kararlıysa geçen yüzyıl ortalarında biçimlenen ki-
şarabileceği bir iştir. Nixon kamuoyunun ilgisini itkisel yaşamı üze
şiliğe ilişkin tüm yaklaşımlardan ders almalıdır. Hınç'ın gücünü kullanmaya çalışan politik bir aktör olarak Ni
360
rinde odaklandırarak uyuşturma işini yürüttü ve dikkatleri özellikle
xon incelenmeye değer bir şahsiyettir. İlk politik mücadelelerinden
de itkilerini apaçık sergileyebildiği gerçeğine çekti. Bu, onun ger
itibaren kendisini sürekli düzene karşı bir savaşçı olarak gösterdi ki,
çek adına orada olduğu anlamına geliyordu. Duygularının basma
söz konusu düzen, komünistler ve vatan hainleriyle ortaklık için
kalıp olması önemsizdi. Aslında basmakalıplık reçetenin bir bölü
deydi. Alger Hiss'e karşı giriştiği kavga, Doğu Kıyısı'nda Hiss'i
müydü; kamuoyunu politikacının eylemlerinden psikolojik motifle
güya kanatları altına alan eski tüfeklere karşıydı. Helen Gahagan
rine yöneltmek ancak kendiliğinden sıradanlık üstünde durarak ola
Douglas 'a karşı Kongre'ye seçilmek için yürüttüğü kampanya, ko
naklıydı. Checkers Söylevi Lamartine'in Parisli işçiler karşısında
münistlere "yumuşak" davranan sosyete üyesi bir züppeye yönelik
gerçekleştirdiği Şubat söylevleri kadar büyük bir politik pasifleştir
ti.
me edin1iydi. Tek farkı; romantik sanatçı "kamusal şiir" adını ver Gelgelelim Nixon işbaşına geçtikten çok kısa bir süre sonra, ba-
diği kendi hissetme kapasitesinden bir sİn1ge oluşturmasına karşı
şarılı küçük burjuva lider sorunu ortaya çıktı. Nixon'ın kendi ikti
lık, aynı retorik tavır Nixon 'da yalın bir psikolojik ifşa görünümün
darına ilişkin sorunla ilk karşılaşması 1952'deki kampanya skanda
deydi. Checkers Söylevi'nden aldığı yanıt, Nixon' a yaklaşık yirmi
�
lıyla su yüzüne çıktı. Zengin işadamları, politik amaçlar için ku la
beş yıl hizmet edecek bir ders verdi: Hınç'tan yararlanılabilir ve ka
nılmak üzere gizli bir "rüşvet fonundan" para vermişlerdi. Bu tür
·muoyu politikacının kişisel gücünü ve zenginliğini incelemekten
gizli fonlar, büyükşehir aygıtının işlerliği bakımından her Amerika
saptırılabilir; yeter ki yabancıların önünde duygularını apaçık gös
lının yakından tanıdığı bir şeydir. Gerçekten de, 1940'ların sonla
terebilsin.
rında su yüzüne çıkan şehir politikacılarıyla ilgili bu tür skandallar
Güdülere odaklanma tüm politikacılara açık bir tekııiktir ve el
ya hafife alınıyor ya da üstü kolayca örtülüyordu. Ne var ki gerçek
bette mevcut tek retorik yaklaşım da bu değildir; ama
te dolar olarak küçük bir miktar olan Nixon'ın aldığı gizli para bü
rarlanma girişiminde bulunan kişi için başarının zorunlu şarudır.
yük bir sorun oldu. Düzeni ele alan bu yasa ve düzen politikacısı
Yoksa onu o makama yerleştiren kamuoyu, düşmanlarından biri
hınçtan ya
nın tavrı, kişisel ve kindar denebilecek kadar ahlakçıydı: Her şeyi
olarak daha sonra ona karşı cephe alacaktır. Sektiler karizmanın
temizleyecek ve cinayetten paçayı sıyıranları disiplini altına alacak
ciddiyeti, politikacının söz konusu saptırma anlarına en az izleyici
tı. Ansızın bambaşka bir politikacı olınakla suçlanmıştı.
leri kadar "inanmasından" gelir.
1952'deki tehdit karşısında Nixon 'ın başarılı olan çözümü,
hın
cı. kışkırtarak güç kazanan tüm politik şahsiyetlerin başvurmaları
Talleyrand ile sözgelimi Nixon arasındaki fark, Talleyrand'ın sı rasıyla Autun Piskoposu, devrin1ci güç simsarı, Napolyoncu bakan,
gereken çözümdür. Ünlü'"Checkers Söylevi"nde Nixon kamuoyu
Napolyon karşıtı bakan, X. Charles'ın yaltakçısı, Burjuva Lo
nun ilgisini duruma ilişkin olgulardan kendi mahrem güdülerine,
uis'nin uşağı olınak gibi oynadığı rollerin her biri ile kendisi arasın
düşüncelerinin niteliğine ve iyi niyetlerine kaydırdı. Milyonlarca
da açık ve alaycı bir mesafe koymasına karşın, Nixon'ın canlandır
televizyon izleyicisinin karşısında ağladı, fakat denetimini yitirmiş
dığı role gerçekten inanmasıydı. Bu inanç, temel fıkir olan seküler
görünmemek için ağlamayı fazla uzatmadı. Gerçekten hissedebildi
likten kaynaklanır. Modern
ğini gösterecek kadar ağladı; o gerçek ve inanılabilir bir kişiydi.
saptırmak için görüntü yaratmakta uzman kişi olarak görülemez.
hınç politikacısı tek başına kamuoyunu
Karısının "devlet malı kumaştan" yapılmış mantosundan söz etti.
Onun erdem maskeleri onun için gerçektir; iyi niyet ve güçlü duy
Kamuya kendi köpeği Checkers'ı sevdiği gibi tüm köpekleri seven
gularını dile getiren açıklamaları, bu açıklamalara pratikte bağlı
bir insan olduğunu söyledi. O iyi bir insandı ve bu yüzden insanlar
kalmasa da ya da kendisini bu mevkiye getiren öfkeli esnaf ve za
artık parayı düşünmemeliydi.
naatkiirııı ihtiyaçlarını dikkate almasa da, onu aklamaktadır. Ameri
Bellek yitiminin etkin kılınması seküler karizmanın kolayca ba-
ka Birleşik Devletleri'nde Watergate skandalını bu denli ilgi çekici
��
an, B şkan 'ın kam önünde yala � n söylemesi değil, olaylarla ilin: � tılı her bır yalanın kışısel onu runa ve iyi niyetine ilişkin bey anlar!� k'UŞ�tılmış olması ve bu beyanla ra Başkan'ın kendisinin de gerç ek' . ten ınanmasıydı. Bu ıtıra flar onu yalan söylediği gerçeğiy le yüzleş . mekt alıkoydu; oyle kı yaklaşık bir yıl kadar duygusal "hasıraltı ' ,� �tme ışlemını başarıyla yerine getirdiler. Peron'un Buenos Aire . s' · lı bır ızleyici kitlesine Arjant ' in'den beş milyon dolar çıka rmakla suçlanmı olduğunu söylediğ i ünlü salıneyi ele alalım. Ans � ızın şeh' rın ışçıler e püyük sevgisinden , zaman zaman Pampalara çıkm � ak tan duydugu coşkudan ve "Arj antin ülküsü"ne olan bag "Jı!ıg "ından 52 .. - soz etmeye başlayıp ardında n da gözyaşlarına boğulur. O önemsiz · · beş ılyon olar mesele ini yen iden ortaya atmanın lüzumu 8. yoktu · artık, fakat ote yandan gozyaşları gerçekti. . Genel olarak, ir kişilik politika sı, eylem dünyası ile ilişkili ol' mayan nıyetlerın ıfşasını kap sar. Bir hınç politikacısının kari zması karmaşıklık anlamında bir adım daha ilerdedir; zorunlu olarak bir ya lsa a yaratır; yani politika cının günden güne artan gücü ?! ın itira f ettıgı gu d . lede gölgelenmektedi r, fakat bu yanılsama etkisini _ . � din leyıcılerı uzerınde olduğu kad ar kendi üzerinde de gösterm ' ekted'ır. . . Nıxon, şısel gücüne ilişk in gerçekleri gizlemek için kull .. . anılan ��ç ımgelerı aç�sı? dan Poujade'in, Peron'un ve Wallace gibi Ame _ rıkal Ia ın temsılcısıydı. Güç mücadeleleri, aşağılama � ı: _ sava şımları . na donuşur . Bır yanda düzene karşı olan . ve yaptıklarını de" gil, gu . 1 d"I u enı _n erını dramatıkleştiren birisi var; düzeni aşağılıyor, ı her zaman bır dekor v gösteriş ardı na gizlendiği için kendi duygula _ . � . rı bo boş bırı- Obur y da ıse � bu mitsel düzen küçük insana _ � karşı aşagılayıcı bı_r tavır ıçıııde, faka t bu düzen kişileri aslında bu özgü venı hak etmıyorlar; dahası, her nasılsa, tüm toplumu bölmek iste yen ayaktakımı ile birlikte bir komplo peşindeler. 19. yüzyılın işçilerle "ikna edic i şekilde konusabilen" muhafa zakar politikacısı, izleyicilerine bir an için bile Isa orta sınıf ın görgü kurallarırun ağırlığını hiss ettiren bir kişiydi; işçi 'sınıfına duy gularınızın ne kadar mukemm el olduğunu gösterin, bakın nası l say gılı lacaklar Statü peşindeki °. modern girişimcinin, izleyicile : rine gorgu dersten ver 1esin gere k yoktur; onlara girişimcinin : ? duygu larının ne kadar ıyı oldugunu gösterme tekniği unutmaların a hizmet eder. Gerek 1 9. yüzyılın muh afazakar yığınlarının denetim i gerek-
:
�
�
�
k'.
·
·
•
._
·
�
·•· se modern hınç için geçerli olan şey, eylem ile kişisel itki arasında . · ki parçalanma ve ayrıca liderin dinleyicilerinin gözündeki kişisel it kiden doğan meşruluğudur. Kültürel sürekliliği açıklayabilmek için, bir konuşmacının so
• kaktaki yabancılardan oluşan bir kalabalığa yaklaşımını belirleyen
..
19. yücyıl şartlarını elektronik medyanın nasıl ele aldığını ve bu
şartların bundan böyle kentsel kümelerle sınırlı olmayıp nasıl ulu sal ve uluslararası ilişkilerde egemen olduğunu anlamamız gereki yor.
C. ELEKTRON İ K MEDYA GEÇMİŞİN SESSİZLI G İ N İ PEKİŞTİRİR Medya sektiler kari.zmayı teşvik eder; ama daha geniş bir bağlam içinde. Medyanın bizim çalışmamızın temel konusu ile yani kamu sal yaşamın yükselişi ve çöküşü ile özel bir ilişkisi vardir. Elektro nik iletişim kamusal yaşam fıkrine son verilmesini sağlayan araç lardan biridir. Medya, toplumsal grupların birbirlerine ilişkin bilgi birikimlerini olağanüstü arttırırken, fiili bağ kurmayı gereksizleştir di. Radyo, özellikle de televizyon, mahrem araçlardrr. .Onları ço ğunlukla evde izlersiniz. Barlardaki televizyonlar kuşkusuz, fonu oluşturan dekordur ve hep birlikte izleyen insanlar izledikleri hak kında doğallıkla konuşurlar. Fakat televizyon izlemede Ve özellikle dikkatini televizyona vermede yaygın olan tarz televizyonu kendi başımıza ya da ailemizle izlememizdir. "Medya" kamusallığın iki ilkesi olan çeşitlilik deneyimine ve toplumun mahrem halkadan belli bir uzaklığı olan bir bölgesinde yaşanan deneyime aykrrıdır. Bunu söy!erken, formülün kendine yeterli oluşundan rahatsızlık du yuyorum. Çünkü kamusal yaşamdan çekilmeye ilişkin itkiler bu aletlerin ortaya çıkışından çok önce başlamıştı; teknolojinin bir ca navar olduğu şeklindeki alışılmış senaryodan yola çıkıp bunların da cehennem aygıtlitrı olduğunu söylemek doğru değildir. Bunlar, in sanların ilıtiyaçlarını karşılamak için yine insanlarca bulunmuş alet lerdir. Elektronik medyanın karşıladığı ihtiyaçlar, geçen 150 yıl bo yunca oluşmuş, kendini bir kişi olarak daha fazla bilınek ve hisse debilmek için toplumsal etkileşimlerden çekilme yönündeki kültü-
re! itkilerdir. Bu aygıtlar, toplumsal etkileşimle kişisel deneyim ara sındaki savaşımın silahlarından biridir. Öncelikle elektronik medyanın en başta ele aldığımız boş kamu sal alan paradoksunu yani yalıtım ve görülebilirlik paradoksunu ne şekilde somutlaştırdığını görelim. Kitlesel medya, toplumda olupbitenler üzerine insanların sahip olduğu bilgiyi sonsuza dek arttırır ve onların bu bilgiyi politik ey leme dönüştürmelerini de sonsuza dek engeller. Televizyonunuza yanıt verme olanağınız yoktur. Yalnızca onu kapatabilirsiniz. An
ya, geçen yüzyılda tiyatrolarda ve konser salonlarında biçimlenme ye başlayan kalabalık halinde sessiz kalma tarzlarını pekiştirir; E.T.A.Hoffınann'ın şehrin sokaklarında gözlediği, zahiri bir seyir ci, pasif bir tanık fikrini güçlendirir. Hiçbir izleyici televizyondaki politik süreci; seyreden, aracı ola rak politikacı, başka seyredenden oluşan bir üçlü olarak algılamaz. İlişki ikilidir ve politikacının dış görünüşü, yarattığı izlenim, mas kenin niteliği seyredenin ilgi odağıdır. Her ikisi de televizyonda bir politikacıyı izleyen New York'taki bir kişi, Alabama'daki başka bir
cak, huysuz ve garip biriyseniz hemen arkadaşlarınızı telefonla ara-
kişiye ilişkin nasıl daha fazla bilgi sahibi olabilir ki? Böylece poli
ve televizyonlarını kapatmaları için onları da zorlayabilirsiniz; ver
ve benzerlerinin örgütlenmesinde televizyonun zayıf bir araç oldu
364 yıp televizyonda iğrenç bir politikacının konuştuğunu söyleyebilir
diğiniz her karşılık gözle görülmez bir eylemdir. 18. yüzyıl ortasının parlamento konuşmalarında, tiyatrodaki gi
tik kampanya çalışanları, politik komitelerin, seçmen kayıtlarının 1! ğunu; etki alanı dar olsa da, kişisel örgütlenmelerden daha iyi so nuçlar alındığını anladılar.
bi, başarılı bir ifade, anlamlı bir cümle, izleyiciler tarafından "nok
Elektronik medya içinde yapılandırılan ikili ilişkiden ve pasiflik
talanırdı"; yani istek üzerine tekrar edilebilirdi. Bu nedenle, İngiliz
mantığından görünürlük ve yalıtılmışlık paradoksu doğar. B u para
parlamento konuşmaları onları kayıtlardan okuyacak olan bir mo
doksun terimleri modem yapı teknolojisiyle karşılaştınlabilir: Kişi
dern okurun tahmin edebileceğinden çok daha uzun sürerdi. Politik icranın modern koşullarında aynı etkiyi uyandırabilmek için, yerel istasyonunuza telefon edip böyle bir cümlenin yinelenmesini rica etmeniz gerekirdi. Konuşmasının sonunda bir mucize sonucu talih siz politikacınız, tüm tekrar isteklerini alacak ve onları alt alta sıra layarak bir tür anında referandum gibi, 4. paragrafın tekrarı için 30.000 telefon aldığını, konuşmanın sonlarındaki ulusal onur kısmı
daha çok şey görür ve daha az karşılıklı ilişkiye girer.
İletişimde var olan bu paradoksun ilk sonucu yayındaki politika
cının izleyicilerine karşı çok özel eşitlik şartlarıyla yaklaşması ge reğidir. 20 milyon insan bir kişiyi televizyonda konuşma yaparken izleyince, konuşmacı, onların tümüne tek bir kategoriye ait olarak, yuıttaş olarak davranmak durumundadır. Herhangi bir endüstri ül kesinde, sınıf ve etnik gruplar mozaiği öylesine zengindir ki, tele
için de 1 3:000 telefon aldığını söyleyecekti. Ama zaman sınırlama
vizyondaki politikacı bu çeşitli grupların tümüne en yalın terimler
lığına uğrattığı 1 3.000 kişiye de birkaç söz edemez miydi? Onların
rum... " gibi. Ancak, iyi bir izlenim bırakmak istiyorsa, açık ve so
sı yüzünden yalnızca ilk iki paragrafı yineleyebilecekti. Düş kırık bu meseleye ne kadar öneni verdiklerini iyi bilirdi ...
le seslenecektir. "Otuz yaşın altındakilere şuııu söylemek istiyo mut olmalıdır; izleyici topluluğuııun büyüklüğü ise tersine soyut te
Radyo ve televizyon izleyicinin müdahalesine izin vermez; ya
rimlerle konuşması gerektiği anlamını taşır. Medya uzmanları bu
yın sürerken politikacıya tepki gösterecek olursanız, onun bir son
nun sonucunda aşırı özele inme tehlikesinden söz ediyorlar. Fakat
raki cümlesini kaçırabilirsiniz. Size onun bir şeyler anlatabilmesi
aslında bunun bir tehlikesi yoktur. Bu şartlardaki eşitlik, politikacı
için sessiz olmakzorundasınız. Olası tek yanıt verme yolu, bir yo
yı programlarında somut ve özgün olmamaya teşvik eder. Bu da po
rumrnnun yinelenecek ve tartışılabilecek olanları seçmesidir. Yo
litikacının zaten hazır olduğu bir şeydir. İzleyicilerine eşit davran
rumcu, geçen yüzyılın sessiz izleyicileri için, seyirci kaldıkları et
ması, ideolojik sorunlardan kaçınma aracına dönüşür ve herkesi gi
kinlikleri yorumlayan eleştirmenin işlevini tam olarak üstlenir, fa
derek politikacının kişiliğine herkesçe değerlendirilebilen ve payla
müdahale eder. Pasiflik bu teknolojinin "mantığıdır". Kitlesel med-
larda politik kişiliklere bu ölçüde dönüklük, sanki birkaç yönetıne-
kat yorumcunun daha eksiksiz bir denetimi vardır; çünkü anında
şılabilen bir şey olarak güdülerinin kavranmasına yöneltir. Yayın
nin kaprisiymiş ve medya kendi "soru mluluğunun" farkında olan "ciddi" bir medya olsa ortadan kaldırılab ilecek bir seçenekmiş gibi;' tle�el medyaya sürekli, yayına aldıkları politikacıların kişilikleri' uzerınde çok fazla yoğunlaştıkları için saldınlmaktadır. Bu tür yo· rumlar yapısal sınırlamaları ve iletişimin bu biçimlerinin doğasında var olan güdülenim üzerinde "yoğunlaş ma" olma gereğini gözden kaçırırlar.
lci
·
TV haberciliğinin "kompulsi:f' bir biçim de kişiselliği öne çıkar dıgı, her zaman polıti_kacının özel yaşam ını ilgi odağı yaptığı ideli, 5 ası ya nızca bir komp lsiyonun gerçek doğası kabul edildiği ölçü, � 6 - de dogrudur. Kompulsıyon hır yadsımadır , ama benzer şekilde yad, sınmayan kişilere ya da kişiliklere yönelik abartılı bir ilgi üreten bir yadsıma. Izleyicinin yanıtlama olanağının elektronik medya tara fında' bütünüyle baskı altında tutulması kişili ğe duyulan ilginin : , ım oluşt anog rur. Loş bir odada , sessiz sedasız, gerçek insanları � � ızlersınız; bu sızden düş gücünüzü kullan manızı bekleyen bir ro man ya da bir eğlence değildir. Politikanın gerçekleri son derece sı kıcıd r; komiteler, bürokratlarla şiddetli tartışmalar ve benzerleri, � Bu agız dalaşlarını anlama sorunu izleyiciden aktif yorumlama ta lepleri yaratacaktır. Aradığınız gerçek yaşam dır; olayların oluşma sında rol oynayanın "nasıl bir kişi" olduğ unu bilmek istersiniz. Te levizyon, politikacının neler hissettiği üzeri nde odaklanıp sizin tep ki göstermeniz yönünde hiçbir talepte bulun mayarak bu tabloyu si ze sağlayacaktır. İcracıların kişiliklerine yönelik kompulsif ilgi, sessizliğin saygın da_vranışın kuralı haline geldiği tiyatro ve konse rlere giden yığınlar ca kentli izleyici arasında, 19. yüzyılda gelişti. Modern medya, bu ilgiyi bir sınıfın, burjuva sınıfının, alanından çıkarıp , toplumsal •
!
mevkilerinden bağımsız olarak, tüm izleyenler için bir teknolo jik sonuç durumuna getirdi. Algılayandan hiçbir talepte bulunın ayan bir ınedyada, kişiliğin algılanması eşitlik mantığı gereğid ir. Oyleyse şu çok açıktır ki, bir kez güç elde ettiğinde hınç politi kacısının dikkate alması gereken savunma zırhı için elektron ik
medya pekaJii uygundur. Karına bir okulun kapısında durarak siyah çocukların girmesini engellemeye çalışan George Wallac e'ın tele
vizyondaki o meşhur görüntüsünü düşünün. Siyahlara karşı direni şin simgesi Wallace ile, her zaman "zenci severler"e duyulan daha
zen güçlü bir nefret iç içe geçmişti; bunıaı; d:şarlıklılar, Hükümet, gin Kuzeylilerdi; bu yelpaze öyle genıştı ki, net tespıtler �apılamı 1, zam dıgı od�lan e yordu. Bu nedenle, haberler, bir kişi üzerind ı:'. açıga ı katların gızlı Hıncın u: oluyord üş düşülm e döngüy bir kısır i ve . çıkarmak için Wallace 'ın kendisinin kişisel geçnüşi, g dülenirn n, açısında dırenış fıılı , duygulan anlaşılmaya çalışılıyordu. Medya polıtı protestonun anlamsız olduğunu giderek gözde� ��?ırıyordu; _ ge esı çozulm , kişilıgı kı öyle oldu; : . kacı bir il o-i aktarımında başarılı gü a bulunm e . reken bir od haline geldi. Hem de o kişiliğin eylemd da'cüne hiç başvurmaksızın. Gerçekteı;ı de, onun niyetlerini toplum 3 7 ne 6 , medya ayan yoruml diye esi . ki gizli güçlerin ete kemiğe bürünm �nu meş� yaptığına bakmaksızın , dinlemeye değer bir insan 01":1" _ _ _ sımgesel rulaştırınayı başardı. Bu şekilde, bir hınç �ırışımcısının sonuçla zaman hiçbir ri niyetle e protestosu başkalaşorıldı; böylec zorunda ak rıyla, etkililiğiyle ve hatta ahliika uygunluğuyla sınanm
�
k
aı;:
kalmadı.
. . ilgısı Elektronik medya tarafından geliştirilen kompulsif kişilik irni irbirin� ile başarılı bir hınç politikacısının saptıı;".1a gereksi� . şoyle soyluyor. denk düşüyor. Bir medya danışmanı, polıtikacılara _ r, şu kışı "Wallace gibi tipleriniz medyanın iyi iş görmesini sağlıyo Bu sözlerden, dışı ve yapay görünümlü liberallerden çok daha iyi." şey .çıkaraca medya danışmanının söylemek istediğinden daha çok _ ol_ � tesıs loJik tekno anın � ğız, doğallıkla. Ne var ki, sektiler karizm _ acı _ polıtik de evhlık mutlu aki arasınd acısı politik hınç ile edilmesi açısından umulmadık bir yıkım ile son bulabilir. , . . , herhangı bır za Tüm referanslar güdüleninıle ilgili olduğundan yaşamını tümüy yıflık, bir suç ya da ahliiki bir kusur, polit k�cının _ e çarmıha ge le kuşkuya düşürür. Nixon belki de kendısını u şekild m ki, o Rus dıyeli ıçın ren liderlerin en iyi örneğidir. Sırf tartışmak bir lider olsaydı, o ya ile nükleer savaş ihtimalini ortadan kald�an _ yasal o mayan bır zaman, birkaç milyon dolar rüşvet yemesıne, _ _ verılmeızın esıne "asp yapmasına ve kamuya 10-12 yalan söylem kulhın hıç . ecek miydi? Ama bu, Nixon'ın kendisinin daha önce öfkesı yo uyla tum madığı gerçekçi bir ölçü olurdu. Düzene olan _ _ , kendısı yonetıcı Nıxon yaşamı boyunca meşruiyet peşinde koşan üyle farklı ve ken olduğu zaman, kamunun kendisini bir anda bütü� erden daha gerdi politik rakiplerini yargılarken kullandıkları terıml
�
'.
?
�
;
�
çekçi terimlerle yargılayacağını zannetti.
Hınç politikacısına gerekli olan ve medya tiırafından güçlendiri
Seküler karizmadan modem toplumda, toptan, bir sığlaştırıcı
len güdülenim içinde özümlenme, bu şahsiyetlerin imtiyaz alanları
güç olarak söz etınek, karizmatik lidere duyulan açlığın kendisinin
ruma düşme tehlikesi içindedirler; çünkü yaşamlarının bir alanında
modern kişilik terimleriyle inanılır bir kahraman arayışıdır, bu;
için tek gerçek tehlikeyi oluşturur; devamlı olarak gayrimeşru du
ki başarısızlıkları kişiliklerinin baştan aşağı kötü oluşunun göster gesi sayılır. Nasıl ki kişilik politikası, kamusal ilginin kişisel karak
teri etkili kamusal eylem bazında ölçmekten saptırılmasıysa, ka
rakterin tüm unsurları herhangi bir gerçek referans olmaksızın sim
368
noirs' ya da Yahudiler, varoşlardaki beyaz okullarında siyahlar.
geselleşince, her kusur ansızın özyıkımın bir aracı durumuna gelebilir.
Yine, eğer politikacıyı yalnızca suçüstü yakalanan bir numaracı
olarak algılarsak bu fenomenin etkisi yitip gider. Çünkü politikacı her görünüm anının bir gerçek olduğuna inanır; taktığı her maske gerçek karakterinin bir işareti olduğu için, önemsiz sorunlarla hızlı bir şekilde kuşatılabilir; politikacı yıpranmaya başlayana dek bunun farkında olmayan kamuoyunun gözünde bu sorunlar büyük buna lımlara dönüşebilir. 1 973'te İngiltere' de "toprak skandalları" adıy
zayıf ve önemsiz bir istek olduğu anlamına gelmez. Tersine, verili
Kahramana Tapınma Yüzyılı adlı yapıtında Eric Bentley, 19. yüzyıl ortalarında ortaya çıkan inandırıcı kalıramanlara duyulan açlığı çö
zümlemiştir ve modern toplumun göstergelerinden birirıin de bu
toplumda kalırammılar bulma uğraşının sürekli düş kırıklığına yol
açan bir uğraş olduğu sonucunu çıkarmıştır. Bu arayışın sonuç ver
memesinin bir nedeni, modern toplumdaki kişidışı kamusal yaşa-
mın çökmesidir: Kahramanın albenisinin kaynağı güdüleri olunca kalıramanlığın içeriği önemsizleşti.
Politik söylemin içeriğinin daralması kendi başına önemlidir,
ama aynı zamanda da kişiliği temelinde varlığını sürdüren bir poli tikacı ile kamusal bir kişilik olarak algılanan bir sanatçı arasındaki önemli bir ayrımı belirler.
la bilinen şey, uzaktan ve tali olarak başbakanın çalışmaları üzerin
de etkili olan olayların yol açtığı bu bütüncül tehdit duygusunun
D. STAR Sİ STEMİ
klasik bir örneğinden ibarettir.
Genel ·bir kural olarak, insanlar sorunların üstesinden gelmeleri
beklenen liderlerin kişiliklerini daha çok önemsedikçe, içkin mezi · yetleri ve .tehlikeleri yüzünden kamuoyunu giderek çok daha az so runun haı:ekete geçirdiği söylenebilir. Politik ilginin genelde daral ması mantıksal olarak, II. Dünya Savaşı'ndan sonraki
hıncın belir
gin daralmasına yol açmıştır.
1930'lardaki politik söylemin bütünüyle yaralanmış gurur diline
dönüşümünün tersine, savaş sonrası
hınç politikacıları giderek ken
di kullanımlarına uygun daha az sorun bulabiliyorlardı. Dalgalan- · makta olan devlet tahvilleri, enerji sorunları, ticaret açıkları, kamu
sağlığı ya da güvenliği krize dönüşmeden somut olarak kolayca al gılanmıyorsa, aynı zamanda bunların, toplumdaki dürüst kişilere
acı çektirmek için ayaktakımı ile ortaklığa giren adaletsiz kişilerin
bir komplosu olmadıkları da doğrudur. Artık hınç politikacıları için
kullanılabilir manevra alanı neredeyse bütünüyle dışarıdakilere kar şı içeridekilerden ibarettir: İngiltere' de Asyalılar, Fransa' da pieds
Ancien regime'de sahne üzerinde inandırıcı olanla günlük yaşamda inandırıcı olan arasında bir köprü vardı. Kamusal bir şahsiyetin ki
şilik terimleriyle algılanmasının, sahne ve sokak arasında kurulan
yeni tür bir köprü olduğu smulabilir. Gerçekten de televizyonun po
litika üzerindeki etkisi, genellikle politikacının sanki bir aktörmüş gibi davranma zorunluluğu bağlamında incelenir. B u klişe bir an lamda doğru iken bir başka açıdan da önemli yanlışlara yol açabil
mektedir.
Bir kişilik olarak politikacıda inandırıcı olan özellikler, güdüle
ri, duyguları ve "dürüstlüğüdür". Tüm bunlarla, politikacının sahip olduğu güçle neler yapacağı
ile ilgilenmeme pahasına ilgilenilir.
Politikanın içeriği böylece politikada yer alan kişiliğin algılanma
sıyla daralır. Söz konusu içerik daralması güçlü bir kişilik olarak
benimsenen bir sanatçının icrasında ortaya çıkmaz. Mick Jagger ve
Bruce Springsteen sahnede hipnotik kişilikler yansıtırlar, fakat bu • Fr.: Kara kafalılar. (ç.n.)
�
onların çok iyi rockçı oldukları gerçeğini değiştirmez. Benzer şekil de Casals'ın büyük bir insan olarak algıla nması, onun bir çello sa natçısı olmasını engellememiştir. Geçe n yüzyılda beliren icracı ve sanatçı sorununu metin bağlamında incele rken, meselenin müziğin, dramanın ya da dansın "içeriği" pahasına kişilik meselesi olmadığı nı görmüştük. Icracının, bir kişilik olara k icracının do!iru dan eseri . o yazılı metm karşısında öncelik kazan dığında farklı türden bir dans drama ya da müzik üretilmektedir. Oysa politikada kişiliğin mevcu diyeti politik içeriği "saf dışı bırakır". Kişilik politikasının gelişmesi bu yüzde n etik temellerde suçla. . 370 . . nabil ır. B u, ınsanları toplum ıçınd e ne elde edebileceklerini ya da F24 neyi değiştirebileceklerini düşünınekten uzaklaştıran medeniyetsiz b ayartmadır. S natçı kişiliğine ilişkin benzer bir etik yargı yanlış � bır yargı olurdu. Icra edilen bir sanatın içeriğ i, onu icra eden bir ki şiliğin kavranılmasına bakılarak önemsizleş tirilemez. Modem sah ne ve sokak arasındaki kesintinin kayna ğı bu süreksizliktedir. Bu her iki alanda da ifadenin özünde oluşan bir kopmadır. Bununla beraber, toplumsal yapı bakımından bugün politika ile sanat arasında bir bağ vardır; doğrudan doğruya kişilik kültürü ile yaratılan bir bağ. B ağlantı her iki aland aki star sisteminin yol açtı ğı sonuçlarda yatınaktadır.
'.
�
Her çağda ünlü, ünsüz icracılar gelip geçm iş, insanlar hep birin cileri görmek istemişlerdir. "Star sistem i" ün ile ünsüzlük arasında ki mesafeyi en üst düzeye çıkaracak karlar a dayanır; öyle ki, insan lar karşılarında meşhur bir kişi göremeyinc e canlı bir gösteriyi iz leme arzularını yitirirler. 20. yüzyıl boyun ca ciddi müzisyen ve ak törler, kamunun ünlü olmayan kişileri canlı olarak izleme ve dinle me isteğini giderek azaltan koşullara lanet okudular; protestolar ve protestoların doğurduğu alternatif medy a büyük oranda başarısız oldu. Gerçekten de 1960' larda rock müziğ in burjuva kültürünün tö relerine sözümona bir meydan okuyuş anlam ında yükselişiyle, star sistemi ücretlerin demir yasası oldu. Star sistem inin nasıl çalıştığı nı anlayabilmek için, onu en az isteye nler üzerinde yoğunlaşacağız. Rock müzisyenlerine oranla bu sistem in ayartmalarına karşı daha "özgürleşmiş" olan, ne var ki, tüm çabal arına karşın star sisteminin ekonomik ağına takılan genç konser piyan istlerini ele alacağız. Tahminlere göre, New York 'ta konser kariy eri yapmaya çalışan
800 klasik piyanist ve "sözünü etmeye değer" beş konser salonu var. Bir yıl içinde 800 piyanistten 30-35'i bu salonl rda solo yapar lar. Otuzunun içinden en az yansı öyle tanınmıştır ki, er yıl s n . n ye çıkar. Her yıl New York'ta yaklaşık 1 5 yeni pıy�ı�t salon ıç'. Carnegıe ıçın Onlar kendileri ödeme yaparak konser verirler. çok Hail' deki Resital Salonu gibi küçük bir salonu doldurmak bile tüm güçtür. Akıllı piyanistler arkadaşlarının arkadaşlarına e ildiği lere pıyanıst yem bu a Times'd akrabalarına parasız bilet dağıtırlar. yo bir paragraf ayrılır ve "umut verici" ya da "başarılı" şeklinde olur, rumlar yapılır. Ardından da yeniden adlan sanlan duyulmaz 371 karanlığa gömülürler.' . ·; Genç piyanistin böyle bir konserle kendini göstermes.ı gereh'. nının öncelikle bir gazete eleştirmeninin, sonra da dergı ekştırm Sın aJ bır önemlı inin "umut verici" ve "başarılı" değerlendirmeler e ilgisini çekmesini umut etmelidir. Çünkü ancak bir ajans sayesınd
�
�
�
�
�
�
� �
.
_'."°
ıu ele başka kentlerle bağlantı kurup organizasyonlar yapı:ıası ;e saglaya gelır bır az çok ona r re devam etmesi olanaklıdır. Turnele edebi icra caktır fakat daha önemlisi ka:rrıu içinde sanatını sürekli nser sa lece ir. Ne yazık ki çok az şansı vardır. New York'taki k � ben den 1950 tadır, ]onlarının sayısı 1920'den beri süreklı azalmak lerde ye ı gazetelerin de sayısı hiç durmadan azalmaktadır; gazete . ku sanatçıların konserlerinin yorumuna ayrılan yerler de gıderek ı ay s az da onlar ve çülmektedir. Ayrıca, artık daha az ajans vardır . . ıyı muzık da ünlü isim üzerinden para kazanırlar. Dahası, şehirde önem aslıtıda artması olarak dinlemeye gelenlerin sayısının toplam salon bu v li salon ve sanatevlerinde bilet satışlarının artmasından �
?
lı
�
:
�
es 'ndeki ların genişletilmesindendir. Yoksa Columbia Üniversi sayısı seyırcı da salonlar önemsiz MacMillan Tiyatrosu gibi daha genel olarak azalmaktadır.
·
nin Star sisteminin temel ilkesi, müzik "merkezinde" izleyici ara şöhreti enin müzisy ile isteği e dinlem herhan ai bir canlı müzik müzisyenler sında d irrudan bir bağlantı olmasıdır. Turnelere çıkan ilkenin işle bu bağla tıdan yararlanan azınlıktır. New York 'un, bu _ gerekır. lik aücü açısında n, Paris ile Londra arasında bır yer alması ının, kemanc da ya t piyanis Tü Avrupa başkentleri içinde, hevesli daha önem bedelini kendi karşılasa bile, basında tanıtılabileceği ve bulmaksalonu konser bir iyi ceği çekebile lisi, izleyicilerin ilgisini
�
;
�
�
ta en çok zorlanacağı yer Paris'tir. En az sorun Londra'da çıkar; yi
Berlin'de de izleyici karşısına çıkıyorlardı. Sonuçta kitlesel düzey
ne de bir Londra salonunda konser vermek, Hull ya da Leeds'in ön
de konser izleyicisine karşın, çalışan piyanistler giderek azaldı. Bu,
de gelen salonlarından daha masraflı olduğu için müzisyene çok
New York piyanistlerinin günümüzdeki durumlarının rüşeym hali
ağır gelecektir. Long Beach, Leeds ya da Lyons 'ta 1.500 kişilik bir
dir.
seyirci topluluğu sosyoekonomik açıdan büyük bir çeşitlilik göste
Yeni icra kodunun özü, eşitsizliği arttırmasıydı: Eğer 500 kişi
rirken, New York, Paris, Londra'daki izleyiciler sınıfsal açıdan da
nin hepsi ünlüyse, hiç kimse ünlü değildir ve bu durumda öne çı
ha homojen olup "sürekli gelenlerden" oluşmaktadır. Sistem öyle
kan, tanınan bir kişiliği bulabilmek için en azından 490'ının arka
bir işler ki taşra bayileri ve menejeder onları müzik merkezlerine
plana itilmesi gerekir. Bu iyi niyetli bir ihmal değildir. 490 kişi en
kanalize ederler. Batı Avrupa' da (Güney Almanya dışında) Ameri
az diğer 1 O kişinin ödüllendirilmesi ölçüsünde somut olarak ödül
ka' da da olduğu gibi giderek daha fazla hevesli müzisyen, kendile-
2 3 7 rini hoş karşılayan bir kamuya devamlı konser verme fırsatlarını el
süz bırakılıualıdır; az sayıda kişi, kabullenme kadar yadsıma yoluy la da tanınmış bireyler olarak öne çıkarılacaktır.
de edebildikleri küçük kasabalara yerleşmekten vazgeçmektedir.
Büyük başkentlerin kamuoyu, icra yeteneğinin üstünlüğüyle
Bunun yerine kavrayışlı bir kamu karşısında daha az konser fırsatı
kendini gösteren bir sanatçıyı gördüklerini düşünüyorlardı. Halbu
bulabilecekleri, ama uzun vadede şansları yardım ederse şöhreti ya
ki o, tepki verdikleri, para ödedikleri, hep ilgi gösterdikleri ve meş
kalayabilecekleri başkentlere yerleşirler.
hur yaptıkları insandı. Yüz yıl önce gelişmeye başlayan sorunlar,
Konser piyanistleri için metropoliten izleyiciye ulaşabilmede en
insanlarda salt zevk için müzik dinleme isteğini azalttı. İcracının
büyük zorluk, geçen yüzyılda biçimlenen bir inancın dolaysız sonu
olağanüstü kalitesi, müzik dinlemeye gitmenin önşartı oldu. Viya
cunda, yani sanatçının olağanüstü, insanları heyecana boğan bir ki
nalı, Parisli ve daha az bir düzeyde de Londralı izleyicilerin müzik
şilik olduğuna inanılmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Piyanistin
sanatına yaklaşımlarında özde bir değişim kendini gösterdi.
deneyimi; aynı şekilde öteki bireysel icracılar için de öğretici bir kı
Paganini'nin kendisinden daha iyi müzisyenler üzerindeki etki
lavuzdur. ) 8. yüzyılın sonlarında, piyanist, hamisini ya da hamile
sini incelerken onun çalmaya ilişkin fıkirlerinin bencillikle elde
rini yitirdiği zaman müzik başkentlerinde yolunu çizebilmek için
edilen ödülleri aşan bir çekiciliği olduğunun altını çizmiştik. Bu çe
bir tür girişimci olmak zorunda kalmıştı. Orkestra üyesi olmak gibi
kicilik, müziğin, büyük bir sanatçının elinde, anlık ve dolaysız bir
çok az sayıda bürokratik fırsat vardı ve oda müziği icralarında üc
hal alması, müziğin birtakım işaretlerin okunmasından çok bir de
retlerin bölünmesi, bu yolla geçinmeyi de çoğu insan için imkansız
neyime, neredeyse bir şoka dönüşmesiydi. İşte bu, içkin bir feno
kılıyordu.
men olarak müzik fikridir.
Bu durumda saray ya da şatolardaki hamilerini yitiren yığınla
Yüzyılımızda bu düşünce şöyle olgunlaştı: İcra harikulade ol
piyanist. çalışmakta giderek daha çok zorlandı. Avusturya'daki du
madıkça, bir müzik olgusundan söz edilemez. Müzik dinlemeye yö
rum istatistiksel olarak en belirginidir. 1830 ile 1 870 arasında, orta
nelik ilgilerini giderek yitiren büyük şehir izleyicilerinin arkasında
lama Viyanalı piyano resitali izleyicilerinin sayısı yüzde 35 artarak
ki icra ilkesi budur. Bu ilke, solo konser veren herkes üzerinde da
mevcut salonları dolup taşırdı, fakat piyano konserlerinin sayısında
yanılmaz baskı kurar. İcraları "olağanüstü" statüsüne erişmedikçe
hissedilir bir düşüş görüldü. Bir tahmine göre, tam gün çalarak ya
hiçbir şey ifade etmeyecektir. Genç piyanistlerin "harika çocuk"
düşüş oldu. Bu işsizliğe katkıda bulunan birden fazla etken olmak
leyici sonunda, meselenin kişisel ilerlemenin ötesinde bir şey oldu
la beraber, hepsinin üzerinde olanı, müziğe gösterilen kamusal ilgi
ğu sonucuna varmak zorundadır. Bu, ya hep ya hiç oyunu tarzında
nin Viyana çapında tanınmış sanatçılardan uluslararası şöhretler
ki başarı ekonomisine, çok özel olana dek bir hiç olduğu anlayışı
olan pi,-anistlere doğru kaymasıydı. Bu piyanistler Paris, Londra ve
eşlik eder.
şamlarını kazanan müzisyenlerin oranında bu yıllarda yan yarıya
olarak gösterilmek için kıvranmalarını gözlemleyen anlayışlı bir iz
İcranın elektronik kaydı bir anlamda star sisteminin mantığını müzik başkentlerinin ötesine taşıdı. Az sayıda solocunun repertıı, varlarını kayıt etme şansını elde etmelerini kastetmiyorum; elektro' ; nik kayıt, sorunu çok daha esastan derinleştirmiştir. .
Canlı icranın özü icracının hata yapsa da gösterisini kesmeyip devanı etmesidir. Ancak büyük bir kamusal itibar görenler bir par
çanın ortasında durup yeniden başlayabilirler. Yoksa bu bağışlan' maz bir günahtır. Gelgelelim, kayıtlar çok seyrek olarak tüm bir
.
laİ,
parçanın baştan sona okunınası tarzında yapılır. Kısa bölümler yıt edilir, kayıt tekrarlanır, sanatçının yaru sıra teknisyenler tarafın
'j_ dan yayına hazırlarur, yani her kayıt işlemi mükemmel ayrıntılar'
dan oluşturulmuş bir kolajdır. Çoğu müzisyen bu nedenle bir parça yı baştan sona çalma cesaretlerini ve yoğunlaşma yeteneklerini kaybettiğine inanmaktadır. Fakat eğer bir kayıptan söz edilebilirse,
bu kayıp özel bir durumdur; Glenn Gould gibi artık yalnız kayıt ya pan bir icracı bu yüzden suçlanamaz. Kayıtta asıl sorun, daha çok
mükemmellik istenmesidir.
Bu elektronik araçlarla dinleyiciye canlı programlarda ancak bir avuç müzisyenin başarabileceği standartları sağlamak olanaklıdır. . Kayıt endüstrisinde para kazanma ekonomisi canlı müzikte oldu ğundan çok daha çetin olduğu için yalnızca konserleriyle adını du yurma şansını elde edebilmiş sanatçılardan çok az bir kısmı sonun da kayıt yaptırabileceklerdir. Bir kayıt stüdyosunda, belki de en iyi
icar en az sayıda icracıya yatının yapılarak üretilir; bunlar "starlar"dır. Starlar ancak sanatlarını gösteren çoğunluğun elenmesi sa yesinde var olur. Politika ile bir paralellik kuracak olursak, politik sistem şu ilkelere dayanarak işleyecektir. Birincisi, politik adayların seçiminde büyük etkisi olan güç simsarları politik bir örgüt ya
da aygıt kurma üzerinde değil, az sayıda politikacının öne çıkarıl ması üzerinde yoğurılaştıkları zaman, sahne gerisi politik güç en yüksek düzeyine erişecektir. Politik sponsor (şirket, kişi ya da çıkar grupları) başarılı bir modem yönetmerıle aynı mahsulü biçer. Spon
sorların tüm çabaları, dağıtım sisteminin kendisini yani partiyi inşa etmek ve denetlemek yerine, dağıtıma elverişli ve pazarlanabilir bir 175 aday olan bir "ürün"de yoğunlaşır. Aynı şekilde, taşra salonlarını ve
' bilet satış yerlerini işletenlerin icra sanatlarından az bir kar elde et melerine de karışılmaz. Politik sistem bir star sistemi gibi işlediği zaman ikinci özellik, adayların kendilerinin en az şekilde kamu kar
şısına çıkarılarak en fazla gücün sağlanmasıdır. Yani ne kadar çok sayıda insanın karşısına ne kadar seyrek çıkarlarsa , o kadar fazla çekici olacaklardır. Van Clibum Paris'te üst üste dört gece çalsaydı, toplam karı yalnızca bir gece sahneye çıkması durumunda kazana
cağından daha az olurdu; daha seyrek ve istisnai bir olay olursa, az sayıda insan, satın alacağı yerler için yüksek bedeller ödemeye hazır olacaktır. Benzer şekilde, aday kamu ile ne kadar az bağ kurarsa görüntüsü o denli özel bir durum oluşturacak ve daha "çekici"
sinin de iyisi olan, bitmiş bir müzik parçasını sonuna kadar çalma
olacaktır. Politik strateji uzmanları bir politikacının karşılaşabilece-
şansını elde edebilir ki, konserlerinde bile buna eşit bir düzeyi çok
ği "yüzgöz olma" [overexposure] sorununu değerlendirirken böyle bir meseleye değinirler. Son olarak, sanat alanında ve politikada
seyrek tutturabilirler. Böylece kulaklar, evde, çok sıradan koşullar da, saç fırçalarken ya da bulmaca çözerken, alabildiğine kaliteli bir müzik dinlemeye alışıyor. Bu çok tuhaf bir durum: Bir Paganini'nin icra standartları, dinleyicinin olağanüstü bir müzik dinlediğini gös teren herhangi bir dikkati ya da çabası olmaksızın pekiştirilmekte dir. Modem elektroniğin kolaj gücü sayesinde, harikulade icralar,
star sistemi arasında bir paralellik, ilk iki ilkenin birleştirilmesiyle eşitsizliğin en üst düzeye çıkarılması arılamına gelmektedir. Sistem sıfır toplamlı bir intikam oyununa dönüşür. Politik bir kişinin ken-
di kişiliğine ilgi çekmeyi başararak kazandığı güç, nasıl bir güç olursa olsun, kamunun öteki politikacılara gösterdiği ilgiyi azalta
harikulade icra sistemi güçlendiriliyor; yapılan kayıtlar, konser sa
caktır, böylece onların güç kazanmalarını da engelleyecektir. Bu iki sistemin paralelliği ölçüsünde insanların dış görünüşünü
lonuna gidip dikkatini toplamaya çalışan dinleyiciyi sıradışı bir ic
belirleyen ciddiyet l 840'lardan başlayarak sapkın bir gerçekleşme
bir fon parçası olarak mahrem rutin içinde özümlenir. Bu şekilde,
ra ile şok etmesi için icracıdan yeni taleplerde bulunuyor; çünkü
noktasına erişmiştir. 19. yüzyıl kültürünün özü olan Mili' in bilimi,
dinleyici aı1ık en gelişmişin standartlarını çok iyi tanıyor.
20. yüzyıl politik yaşamının gidişatına ölü bir el uzatm
Özetle, sanat alanında star sistemi iki ilkeye dayanır. Maksimum
ııktadır. Bu
el çok güçlüdür çünkü bir politikacıyı inanılır ve heyecan verici kı-
lan kuralların çoğu onun etkisi altında kalanların bilincinden giz lenmiştir.
xııı
Cemaat m e de n i yetten k o p u y o r
Karizma bir güçten düşürme eylemidir; yani sektiler bir kültür de "inayet lütfunun" ne hale dönüşeceğini göstermektedir. Politik yaşamda, bu karizmatik kişiler ne devler ne şeytanlardır; ne We ber 'in antik kralları ne de Freud 'un çocuklarının ·zaptedilınez tutku larını yatıştıran babasıdır. Artık öteki küçük insanların kalıramanı olan küçük bir insandır o. O bir stardır; titizlikle ambalajlanmıştır, pek ortalarda görülmez ve hislerini hiç sakınmadan açığa vurur; belli bir alanda hii.kimiyeti elinde tutar ve o alanda çözümsüz bir
6 37 krize dönüşmeden hiçbir şey değişmez.
Camillo Sitte'nin yüzyıl önceki çalışmasından beri şehir planlama cıları, toplumsa! bir hedef olarak kendilerine şehir içinde cemaat sa hasının inşasını ya da korunmasını seçtiler. Sitte, Baron Hauss man'ın Paris üzerindeki çok geniş ölçekli planlamasına karşı çıkan ilk kuşak kentçilerin öncüsüydü. Sitte, şehirlerin Pre-Raphaelit sa natçısıydı ve ancak kent yaşamının ölçeği ve işlevlerinde geç dö nem Ortaçağ'ın yalınlığına geri dönüş olduğu zaman insanların, şehri değerli bir ortam durumuna getiren karşılıklı dayanışma ve dolaysız ilişkileri tadabileceklerini savunuyordu. Bugün Ortaçağ şehrinin bu şekilde idealize edilmesini kaçışcı bir romans olarak gözardı edebiliriz. Yine de, ilk dönem Pre-Raphaelit kent vizyonu na ilişkin esasların modern kentçilerin tahayyüllerinde ağır basmış
olm�sı son derece ilginçtir. Ya da küçük ölçekli cemaatler, daha ön- .··•· . ce hıç olmadığı kadar güçlü bir ideale dönüşmüştü r. Sitte ya da onun benzeri olan Ingiltere' deki "bahçeşehir" taraftarları cemaat · il ş ilerinin iy t sa lanmış bir şehir içinde kendini göst receğini � ı: . duşunurken, gunumuz planlamacıları genelde şehrin bir bütün ola rak layıkıyla planlanacağı umudunu yitirmiştir, çünkü kendi bilgi lerının sınırlarının ve politik nüfuz sahibi olmadıkların ın farkında d rfar. B na arşın, emaat düzeyinde çalışmayı kutsallaştırar ak � .'. .� surdurmuşl?rdır; şehrın bütününün biçimlenişinde baskın olan pa78 r sal v polıtık çıkarların tüm�ne k şı yürütü len bir çalışmadır bu. � � � v cemaat - Sıtte ' ın kuşagı ı şehırle bır arada algılıyordu; günümüz � . kentçılerı cemaati şehre karşı olarak algılıyor. Onuncu bölümde, toprak esasına dayanmayan cemaat fikrinin nasıl doğduğunu ve 19. yüzyıldaki kişilik kültürünün bu cemaat an layışları üzerindeki etkilerini incelemiştik. Şimdi ise kolekti f bir ki şilik olarak cemaatçi ile modem şehirde cemaatin yerleştiği toprak parçası -quartier- arasındaki ilişki üzerinde duraca<>ız.
��
�
�
�
.
Si�te'ni kuşağı ile bizim kuşağımız arasındaki ağ, şehirde � ya ��ndıgı .halıyle, toprak esasına dayalı bir cemaat içindeki yüz yüze . rın ılışkıle son derece önemli görünmesini sağlayan kişidışılık hak . kı dakı bır varsayımdan ibarettir. Bu, kişidışılığın, sanayi kapital iz � . kötülük mının tum lerinin toplamı, sonucu, somut etkisi oldu<>u var �ayımıdır. K şidışılığın kapitalizmin hastalıklarını açığa ç ardığı ınancı genellıkle kamusal alanda olduğu kadar kent planlam acılan arasında da yaygın olduğundan, bu görüşü bazı ayrıntılarıyla göz den geçırmek gerekir; zira garip bir sonuca yol açmaktadır. Hepimizin bildiği gibi, sanayi kapitalizmi çalışan insanı yaptığı . ışten ayırmaktadır, çünkü insanın emeğini kontrol etmek yerine sat ması gerekir. Bu nedenle, kapitalizmin temel sorununun, yabanc ı laşma, duygudışı etkinlik gibi çeşitli biçimlerde adlandırılan bir kopma olduğunu biliyoruz; bölünme, ayrılma, yalıtımın da bu kö tülüğü ifade eden imgeler olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, insanla rın aralarına mesafe koyan herhangi bir durum doğrudan kapitali st ayrıştı' a güçlerinden kaynaklanmıyorsa onları pekiştiriyor olma ?1 lıdır. ı ı meyen fikri apitalizmin bir problemi biçimine dönüştü � rulebılır, ınsanın yaptıgı ışten kopuk olunca çevresindeki kişilerden de kopması gibi. Bunun ilk örneği kalabalıklar olacaktır; kalabalık-
b
'.
� '.
ık
�
mantık [ar kötüdür, çünkü her insan birbiri için bilinmeyendir. Saf rme sal açıdan olmasa da duygusal terimler açısından, bu dönüştü a arasınd insanlar ınek, bir kere yapılınca artık bilinmeyeni yenebil ı ki farklılıkları silebilmek, bir yanıyla kapitalizmin temel hastalığ insani nı yenebilınek gibidir. Bu yabancılığı yok edebilmek için, ı çalışırs e ştirmey yerelle ve deneyim ölçeğini malıremleştirmeye nız. kılarsı nız; yani yerleştiğiniz bölgeyi manevi bakımdan kutsal Bu, gettonun yüceltilmesidir. Bu yüceltmede yitip giden, insanların ancak bilinmeyenle karşı er ve karşıya kalarak olgunlaşabilecekleri fikridir. Yabancı nesnel tleri al- 3 79 kişiler aşina olduğumuz fikirleri ve kabul ettiğimiz hakika bir iş tüst edebilir; aşina olunmayan alan insan yaşamında pozitif Gettoaktır. leve hizmet eder. İşlevi insanı risklere girmeye alıştırm algılarını, kişiyi sevgi n duyula na . ya, özellikle de orta sınıf gettosu isi olan değerl en inin bilgisini zenginleştirme, tüm insanlık dersler dan şansın e . yaşamının kurulu düzenini sorgulama yetisini edinm yoksun bırakır. koparır. Kapitalist sistem insanı, tabii ki çalışmasının ürününde� yöntem hangı Ne ki, tüm diğer başka sistemler gibi bu sistemin de e kalmayıp, lerle yalnızca taraftarlarının düşüncelerini denetlemekl ü biçimlengücün ül do2:ıırdu2:ıı kötülüklere isyan edenlerin tahayy sal bir sistemle dir <>in görebilmek önenılidir. Çoğunlukla, toplum ° yapılan eleştiri ilgilı olar� "apaçık yanlış" olan ortadadır; çünkü bir z:'::�r d?ğer çok yerindedir ve bir bütün olarak sisteme kayd� . lıst kentçılıgın vermez. Şu halde, teritoryal cemaatin, kişidışı kapıta tam .bır uyum kötülüklerine karşı yüceltilınesi sistemin bütünüyle Y eydan �kuyuş � içindedir; çünkü dünyanın gidişatına toptan bir � gını getırmektedır. rine, dış dünyaya karşı yerel bir savunma mantı aya" oturdu ğun Bir cemaat bu koşullarda bir şehir meclisi ile "kavg yalnız bırakılm� da, o politik sürecin kendisini değiştirmeyi değil, istemektedır. yı, politik sürecin dışında tutulup ondan korunmayı bir direniş olarak Bu da, modem kapitalizmin kötülüklerine karşı ze ol�u� :Uhaf bır başlayan cemaatin duygusal mantığ�ı� de.politi oldugu gıbı kalır, geri çekilişle son bulmasının nedenıdır; sıstem r. lmıştı bırakı ama belki kendi çöplüğümüz de bize cımasız Ama, çok fazla idealistçe düşündüğüm söylenebifü: f': erdemdır. Ozellıkle bir dünyada tek başına hayatta kalmak bile bır
ili t
/
büyük şehrin kamusal dünyası böylesine boş ve barınılınazken, in sanlar ancak kendi yerel cemaatlerini savunabiliyorlarsa, bunu ne den eleştirelim ki? İleriki sayfalarda yapmak istediğim, tek seçene ğimizin bu koca dünyayı yaşanabilir kılınanuz olduğunu göster mektir. Nedeni şu:
Modem dönemde gelişen kişilik şartlarında,
mahrem bir cemaat toprağında öteki insanların kişilikleriyle ilgili deneyimler kendi başına yıkıcı bir süreçtir. Modem cemaat, ölü, düşmanca bir dünyada kardeşlik kurmayı içerir gibi görünmektedir, ama aslında çoğunlukla bir kardeş katli deneyimidir. Dahası, bir ce maatteki yüz yüze ilişkileri yönlendiren kişilik şartlan, insanların
380 hiç tanımadıkları bir alanda ortaya çıkabilecek sarsıntıları yaşama
isteklerini muhtemelen yok edecektir. Bu sarsıntılar bir insana, her medeni insanın sahip olması gereken inançlarının tecrübe edilebi lirliği duygusunu vermesi bakımından gereklidir. Gettolardan olu şan bir şbhrin yıkılması hem politik hem de psikolojik bir zorunlu luktur. Konuyu bu denli güçlü bir biçimde vurgulamamın nedeni belki de beniıri ve Yeni Sol'daki yazarların çoğunun geçen on yılda bü
yük bir hataya düşerek, yerel cemaatin yeniden inşasının politik olarak büyük toplumu yeniden kurmakta başlangıç noktası olduğu na inanmamızdı. Bu yaptığımıza "deneysel yanılgı" denebilirdi: Eğer dolaysız deneyinıler içinde, düşünceler ve davranışlar radikal değişimlere uğruyorsa, bu yolla değişen insanlar da başkalarına ışık tutıip onları değiştirerek, zamanla bu deneyimi kolektifleştirecek lerdi. Günümüzde, kişinin içindeki değişimlerin kişiler arasında da değişime yol açacağına duyulan bu inancın tepeden bakan ve üst sınıfsal karakteri rahatsız edecek kadar açıktır. Hatta yeni mahrem yaşam biçimleri paylaşan bir cemaat inşa etmek fikrini ilk ortaya
atan ya da sürdüren ezilen kesim olsaydı bile sanırım sonuçta aynı ölü doğumları görecektik. Çünkü dünyaya karşı bir cemaat kurma nosyonunda yanlış olan, mahrem yaşam koşullarının gerçekten in sanların duyguların paylaşımına dayanan yeni bir tür sosyallik ya ratmalarına izin vereceğini varsaymasıdır.
A. BİR CEMAAT ÇEVRESİNDE KURULAN BARİKATLAR Farkında olmasalar da insanların bir parçası oldukları radikal cema at örgütçülerinden oluşan büyük toplum, ilgisini iki yolla küçük öl
çekli cemaat yaşamı üzerinde odaklandınnıştır. Bunu önce pratik olarak, sonra da ideolojik olarak yapmıştır. Baron Haussmann'ın geçen yüzyıldaki gayrimenkul üzerine gö rüşleri homojenleştirmeye dayanıyordu. Şehirde oluşturulacak yeni bölgeler tek bir sınıfa ayrılınalı ve eski şehir merkezinde de zengin lerle yoksullar birbirlerinden yalıtılınalıydı. Bu, "tek işlevli" kent , gelişiminin başlangıcıydı. Şehirdeki her bir yerin özel bir görevi vardır ve şehrin kendisi de atomlara ayrılınıştır. 1950'lerin Ameri kan orta sınıf banliyölerinde tek işlevli planlama en uç örneğine ulaştı; bloklar halinde muazzam sayıda ev inşa edildi; bu evlerde oturan ailelere hizmet amacıyla başka yerlerde bir "cemaat merke
zi", bir "eğitim parkı", bir alışveriş merkezi, bir hastane kampusu
ve benzerleri kuruldu. Dünyanın öteki bölgelerindeki geniş ölçek planlamacıları banliyölere has bu boş, zevksiz tarzı taklit ederek benzer evler yapmakta gecikmediler. Brezilya'daki yeni Brasilia şehri, Levittown, Pennsylvania ve Londra'daki Euston Center gibi yerleşim bölgelerinde tek alan, tek işlev ilkesinin geçerli olduğu planlamanın sonuçlarını bulursunuz. Brasilia'ı:la bu ayrım, binadan binaya şeklinde, Levittown'da bölgeden bölgeye, Euston Center'da ise ufuk çizgisinden ufuk çizgisine uzanır. Bilinen bir niceliğe yapılan tek ve tutarlı bir yatırım olduğu için, söz konusu planlamanın uygulanması karlı olabilse de, aslında kul lanımı hiç pratik değildir. Bir kere; yerel bir sahanın işlevsel ihti yaçları tarihsel olarak değişirse, alan bunu karşılayamaz; o alan an cak asli amacı için kullanılabilir ya da terk edilebilir ya da yıkılıp yeniden yapılabilir. Brasilia'nın bu anlamda karşılaştığı güçlükler çok iyi bilinir, ama oradaki sürecin başarısız olan tek işlevli planla rının yanı sıra çok daha geniş boyutları vardır. Örneğin, her sınıf ve ırk için yaşamak ve çalışmak üzere ayrı alanları olan bir atomlar şehrinde gerek eğitim gerekse de dinlence alanlarında ırksal ya da sınıfsal bütünleşme teşebbüslerinin ne ifade ettiğini bir düşünün: Gruplar arası muhtemel uzlaşmalarda yaşanan fiili durum yerinden
uzaklaştırma ve yerine tecavüz etme olmak durumundadır. Irkçı ve 'üst düzeyde sınıf ayrımcılığının yaşandığı toplumlarda bu kesimle-
gelmesidir. Çünkü modem kent gelişimine ilişkin koşull'\I", cemaat bağlantılarının kendisini şehrin toplumsal ölümüne bir yatutmış gi
·
rin karıştırılmasının iyi sonuç verip vermeyeceği de oldukça tartış maya açıktır; önemli olan, tek işlevli, tek alanlı bir şehir haritasının
bi göstermektedir. Kent gelişiminin bu kalıplan şehri yeni bir imaj la yeniden kurmaya yönelik bir istek uyandırmamıştır: Verilen ya
tüm bu sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getireceğidir. Şehrin atomlarına ayrılması kamusal alanın olmazsa olmaz bile
nıt, "alternatifler" yani kaçış olmuştur. Kamusal yaşamın 19. yüzyıl tarihinden biliyoruz ki, bu alanda yaşanan düşüş karşıtı olan, psikolojik alandaki çelişkili ve sancılı
şenine pratik bir son verdi: Tek bir toprak parçasına o parça üzerin' · de yaşamı karmaşıklaştıracak işlevler yüklenmesi. Amerikalı kent
gelişimle atbaşı gidiyordu. Birinin düşüşüne yol açan etkenler, öte kinin yükselişini teşvik etti. Şehirlerde cemaat oluşturma çabaları,
leşme uzmanı Howard Saalmon, Haussmann'ın başlattığı planlama girişimlerinin kentsel görüntüye son verdiğini yazmıştı: Yani çalış-
psikolojik değerleri toplumsal ilişkilere aktarma çabalarıdır. Bu nedenle kişidışı ve psikolojik yaşamın dengesizliğinin cemaat ilişki- .lR,c
� ma, çocuk bakımı, yetişkinlerin sosyal faaliyetleri ve ev içinde ve çevresinde kişidışı karşılaşmalardan oluşan zorunluluklar örgüsü ne. Saalmon 'un kafasından geçen ise, ikametgfilıların, dükkfuıların ve ofislerin aynı binada yer aldığı endüstri öncesi kentsel haneydi;
_
!erinde nelere yol açtığını ölçmek için cemaat yaşamı arayışının bir mecburiyet haline gelmesi gerçeğinin ötesine, insanların aynı top-
rak parçasını paylaştıkları kişilerle yüz yüze, açık ve yakın ilişkile-
·
ama büyük şehre ilişkin sitemleri de yerindeydi. Buradaki çok iş Ievliliğin yıkılması ve alanların kullanımının onları kullananlar de'
re nasıl özlem duyduklarına bakmalıyız. Büyük toplum bu özlemleri pratik olduğu kadar ideolojik bir yolla da biçimlendirmiştir. Bunu kalabalık imgeleri yoluyla yap
ğişse bile değişmemek üzere tasarlanması yalnızca başlangıç yatı rımı açısından rasyoneldir.
mıştır. Çünkü bu imgeler, insanların zihinlerinde cemaat imgesin den ayrılmaya başlamıştır; aslında cemaat ve kalabalık artık birbi
Kamusal alanın bu şekilde yıkıma uğratılmasında hesaplanması gereken nihai bedelin bir parçasını, yine kendisinin yarattığı cema
rine zıt görülmektedir. Kalabalığın içindeki burjuva, geçen yüzyıl da kendi çevresinde bir sessizlik zırhı geliştirdi. Bunu korktuğu için
ate yapılan paradoksal vurgu oluşturur. Zira, kentin atomlara ayrıl ması, diyelim ki, anne ve babaların çalışırlarken, oyun oynayan ço cuklarını izlemelerini de güçleştirse bile, insan ilişkileri kurma aç lığı duyulmasına yol açan da yine aynı boşluktur. Amerikan banli yölerinde bu açlık gönüllü birliktelikler oluşturularak giderilir; or tak bir görevin yerine getirilmesi ya da eşsiz bir deneyime girişmek adı altında insanlar, cemaatlerinin planlamacıları tarafından başları na sanlan coğrafyanın belalarını defetme şansına kavuşurlar. Bu
yüzden, banliyölerde araştırmacılara dinsiz olduğunu söyleyen in sanlar arasında çok sayıda kilise müdavimi bulunmaktadır. Bu yüz
den, IL Dünya Savaşı sonrasındaki bebek patlaması sona ermişken, artık yetişkin çocuklara sahip ana babaların büyük çoğunluğu okul
aile birliklerindeki üyeliklerini hfilil. sürdürmektedirler. Amerikan kentleşme uzmanları arasında, banliyölerin "gerçek" cemaatler olup olmadığına ilişkin uzun ve sonu gelmez bir tartışma yirmi yıl dır süregelmektedir. Böyle bir sorunun ortaya atılmasında asıl önemli olan nokta cemaatin insanların zihinlerinde bir sorun haline
'
yaptı. Bu korku, bir ölçüde sınıf sorunuydu, ama yalnızca o da de ğildi. Ne bekleyeceğini bilememek, kamu içinde bir saygısızlıkla . karşılaşma kaygısı, kamusal ortamda olduğu zamanlarda kendisini sessizlik aracılığıyla yalıtmaya çalışmasına yol açtı. Ancien regi me'deki, kendisi gibi kalabalık yaşam kaygısını çok iyi bilen mu adili gibi kamu içinde sosyalliğini denetlemeye ve düzenlemeye kalkmadı; tersine silmeye çalıştı, öyle ki sokaktaki burjuva, bir ka labalığın içindeydi, ama kalabalıktan biri değildi.
Günümüzde yaygın olan kalabalık imgelemi ise bir anlamda 19. yüzyıla ait yalıtım fikrinin bir uzantısıdır. Lyn Lofland ve Erving
Js.
Goffman 'ın yapıtları, örneğin, tüm ayrıntılarıyla kalabalı sokakta ki yabancıların birbirlerine güvende olduklarının küçük ipuçlarını vermek için başvurdukları ritüellerin aynı zamanda nas.ıl onların yalıtlanmalarına yol açan bir araç olduğunu incelemiştir: Bir yaban cıya güvenli olduğunuzu anlatabilmek için gözünüzü dikip bakmak yerine bakışlarınızı yere indirirsiniz; yaya olarak birbirinizin geçiş
yolunu açık bırakaıak
lojisinin", insanın tek başına bir yaratık olarak mı, yoksa toplumsal
yol verirsiniz; bir yabancıyla konuşmanız
gerekiyorsa, "affedersiniz" diye söze başlarsınız vb. Bu davranış
bir grubun bir parçası olarak mı ele alınmasına bağlı olduğu üzeri
tarzı spor olaylaıındaki gevşemiş kalabalıkta ve politik mitinglerde
neydi. Kalabalık, normalde öteki insanlara karşı sergilediği tavrın
bile gözlemlenebilir.
aksine üyelerindeki kendiliğinden şiddet ve zorbalığın dizginlerini bırakıyordu. Le Bon görüşleri için hiçbir bilimsel dayanak öne sür
Fakat, bir başka açıdan da modern kalabalığın imgeleri 19. yüz
yıldaki korkuyu öylesine genişletmiştir ki, kalabalıklara ilişkin dü
müyordu, ama hayvanlar üzerinde deney yapan benzer yaklaşımla
şünce ve yaklaşımlarda bütünüyle yeni bir ilke ortaya çıkmıştır. Bu
ra sahip başka bir grup insanın bilimsellik iddiası vardı. Farelerden
na göre kalabalık, insanın en hayasız tutkularının kendiliğinden ifa
yararlanan bu deneyciler, farelerde, laboratuvarda kalabalık halinde
de edildiği tarzdır; kalabalık iplerinden kurtulmuş bir hayvan-in
bir arada bulundukları zaman bir "davranış çöküntüsü" gözlemlen
sandır. Biı kalabalık imgesi açık sınıfsal bir karakter içerir: Kalaba384 lık içinde' aktif olarak duygularını ifade edenler genellikle lümpen
diğini söylüyorlardı. Her bir fare kendi bölgesini dışarıdan gelenle re karşı vahşice koruyordu, müthiş kötüleşiyorlardı; kalabalık, bir .
pro!eıarya, alt sınıflar ya da tehlikeli toplumsal uyumsuzlar olarak
tür psikotik çılgınlığı teşvik ediyordu. Hayvanların davranışların
görülürler. 1960'lann sonlarında Paris'teki kent ayaklanmalarında,
dan insan davranışına ilişkin bir sonuç çıkarılabilsin ya da çıkarıla
aynı yıllaıda Amerikan şehirlerindeki ayaklanmalarda olduğu gibi,
masın, bu bilimsel iddialar giderek bir saçmalığa dönüşür. Gün
muhafazakar basın ve onun izleyicileri, "kötü" öğrencileri ve "kö
içinde psikotik olmalarına karşın, bu fareler gece birbirlerine soku
tü" siyahlan kalabalıkları talırik edenler şeklinde betimliyordu ve
larak uyurlar; ötekilere sokulamayıp ortalıkta dolaşanların ise ciddi
ilk örnekte, Figaro'nun deyimiyle, bunlar, "dağılmış yuvalardan ve
uykusuzluk sorunları vardır. Öteki hayvanların çok azı kalabalığa
sefaletten" gelenlerdi, ikinci örnekte ise Başkan Yardırncısı'nın de
aynı biçimde tepki verir; kafes fareleri kalabalığa normal ortamla
yimiyle, "ayyaş serserilerden başka bir şey değillerdi". Böylece
rında olduğu gibi tepki vermezler; çünkü kalabalık onlar için aşina
aşağıdan gelen tehlike ile kalabalığın sesinden gelen tehlike birle
bir şeydir. Kalabalık hakkındaki "bilimsel" teoride önemli olan şey
şir; fakat bu birleşme kendi başına, bir kalabalığı bir canavaıa dö
kusurları değil, araştırmacıları çok özel bir durumu, kalabalıkların
nüştüren ipinden kurtulmuş kendiliğinden duygulara karşı duyulan
psikolojik kötü eğilimleri gibi genel bir metafor getirmeye iten kül
korkuyu tam anlamıyla açıklayamayacaktır. Bu korkuları dile geti
türel varsayımlardır. Üstü örtülü biçimde onaylanan, az sayıda bi
ren saygın insanlar yalnızca daha başına buyruk olan yoksul kötü
reysel ilişkiye yer veren, sınırları açıkça belirlenmiş, yalın bir me
siyahlaıdan ırkçı bir şekilde söz etmiyorlar; Amerikan ayaklanma
kanın düzeni ve disiplini sağladığıdır. Modern kalabalık imgelerinin modern cemaat fikirlerine ilişkin
larının ilk ortaya çıktığı zamanlarda, araştırmacılar, sıklıkla ayakıa kımını yeren ve yergilerini bir kalabalığın içinde herkesin kontrolü-
·
sonuçları vardır. Daha yalın bir ortamda düzen kurulabilir, çünkü
nü yitirebileceği yorumuyla bitiren insanlarla karşılaşmışlardı. Bu
bireyler öteki bireyleri ve her birey de kendi yerini bilir. Gürültü pa
durumda kalabalık, kötücül bir sınıfın kendini ifade etme aıacı ol
tırtı kopardığınızda komşularınız sizi tanır ve bilirler, ama bir kala
duğu kadaı kötücül bir kendiliğindenliğin nedenidir.
balık içinde hiç kimse sizi tanımaz. Bir başka deyişle, cemaatin bir
Sosyal bilimler alanındaki yapıtlar, kendiliğinden kalabalıkların
tür gözetim işlevi vardır. Fakat o cemaat aynı zamanda insanların
şiddetine kaışı duyulan korkunun popüler duygulardan daha derin
birbirlerine açık ve özgür oldukları bir yer nasıl olabilir? Modem
ama yine de aynı çerçevedeki örneklerini sunmaktadırlar. Sosyal
cemaat yaşamında insaıiların aynı anda hem duygusal olarak açık
psikoloji disiplini Gustave Le Bon'un yapıtlarına kadar uzanır;
oldukları hem de birbirlerini kontrol etmeye çalıştıkları özel rolleri
Gustave Le Bon yüzyılın başlarında, kalabalıkların bireylerin duy
yaratan çelişki tam olarak budur. Bu çelişkinin sonucu, yerel cema
gularında neden olduğu sıradan ve dürüst yurttaşı bir canavara çe
at yaşamının görünüşte düşmanca bir ortamda bir tür kardeşlik gi
viren dönüşümleri ele alıyordu. Başlıca örneği de bir insan "psiko-
rişimi iken, çoğunlukla kardeş katline dönüşmesidir.
Kardeş katlinin iki anlamı vardır. İlk ve dolay sız anlamı kardeş;,, • !erin birbirine düşmeleridir. Birbirine açılırl ar, bu özaçılırn temelin;;. . de karşılıklı beklentileri vardır ve ikisi de birbirini eksik bulur. Kar- ; deş katli ikinci olarak, bu zihniyetin dünya ya yönelmesidir. Biz bir cemaatiz; gerçeğiz; dış dünya bizim kim olduğumuzu bilerek bize . tepki vermiyor; bu nedenle dış dünyada yanlış gidetı bir şeyler var; bizi atlıyor; öyle ise bizim de onunla bir ilgim iz olamaz. Aslında bu süreçler aynı açılma, düş kmklığı ve kapan ma ritmiyle işler. Önceki yüzyılda bu cemaat ritmi duyulmaya başlandığı zaman larda sanki hfila çok geniş bir salondaym ış gibi y,ınkı yapıyordu. Dreyfus Davası'ndaki çatışmaları, kimin gerçekten radikal soldan olduğu kavgasını, hfüil gündemdeki büyük sorunlar yönlendiriyor du. Bir gemeinschaft cemaati mantığı onu zamanla kendi şartlan içinde daha da yerel olmaya itecektir. Son elli yılda olan budur. Ce maat hem toplumdan duygusal bir geri çekilm e hem de şehir için de toprak esaslı bir barikat oldu. Psişe ile toplum arasındaki savaş durumu, bir öncekini, kamu ile özel arasın daki davraruş dengesini yerinden ederek, gerçek bir coğrafi ağırlı k kazandı. Yeni coğrafya, kentsel olana karşı cemaatle ilgili olanı; kişidı şı boşluk alanına kar
}
şı da sıcak duygular alanını kapsar.
Forest Hills, Queens beldesi sınırları içinde, çoğunluğuYahudi lerden oluşan bir orta sınıf kesimidir. Birkaç yıl önce bir New York Belediyesi konut projesinin bu bölgede gerçekleştirilmesi planlan dı; bölge siyah ailelerin akınına uğrama. tehdidi altında kalmıştı. ·
Şansımız var ki, arabulucu Mario Cuomo 'nun tuttuğu günceler sa yesinde, söz konusu konutlandırma tartışması boyunca yurttaşların .her adımda bu olaya gösterdikleri tepkileri izleme olanağımız var.
. Forest Hills tartışmasının tarihi, civardaki bir cemaat olan Corona
cemaatinde basladı. !960'ların ortalarında, bu İtalyan işçi sınıfı kö• -
kenli semtte, belediyeye karşı sert bir mücadele verildi. ünce düşük
gelirlilere hitap eden konut projesinin gerçekleştirilmesini önlemek 38'
için, daha sonra da belediyenin yapılmasını önerdiği bir okulun bo yutlarının küçültülmesi için. Uzun vadede Corona sakinleri, avu katları Cuomo ile belediyeyi orijinal planlarından vazgeçmeye zor ladı. Forest Hills halkı bu mücadeleye pek sokulmadı. "O," yani yoksul siyah ve kültürü, kendi başlarına bela kesilecek gibi görünmü
yordu. Onlar iyi eğitim görmüş liberal seçmenler ve medeni haklar hareketinden medet uman türden yurttaşlardı. Ama bir gün "o" Fo rest Hills'in de kapısını çaldı; müstakil evlerin ve küçük apartman ların bulunduğu bölgelerinin tam orıasında, yirmi dört katlı üç kule
B . İÇERİDEN YÜKSELTİLEN BARİ KATLAR Böyle bir sürecin gerçekleşmesini başla ngıçta hiç kimsenin isteme diği bir çevrede, dış dünyadan bu geri çekili şin bir örneğine göz at mak bilgilendirici olacaktır. Aklıma New York 'taki Forest Hills tar tışması geliyor ki bunu şehir dışında bilen çok azdır, fakat içindeki ler için müthiş yıkıcı olmuştur. Forest Hills 'te bir cemaat grubu yal nız politik hedefler için birleştiler ve gider ek kendi içlerine kapan dılar. Cemaattekiler arasındaki ilişkiler şehirde olup bitenlerle uğ raşmaktan daha önemli olmaya başladı. Forest Hills davasının bir açıdan Dreyfus Davası ile doğrudan bir ilişkisi var; çünkü her iki sinde de cemaat aşama aşama, bakımı ve büyütülmesi cemaat için deki insanların başlıca uğraşı haline gelen kolektif bir kişilik çevre sinde biçimlendi. Ama bu modern cema at mücadelesi, aynı zaman d� da şehrin atomlarına ayrılışının topla m etkisini gösterir.
içine, 840 adet düşük gelirli konutu sığdınlacaktı.
. işte şimdi, orta sınıf Yahudiler de işçi sınıfı kökenli talyanların
:
karşılaştığı şeyle karşılaşıyordu. Belediye toplantıları bır komedıy di; örneğin birinde, orada bulunamayan bir kurul üyesi, oyunu kul lanmak üzere yerine bir temsilci ile okunmak üzere cemaatin orta ya getirdiği meselelere ilişkin "tepkilerini" özetleyen bir bildirisini göndermişti. Bu davranış, Corona'yı olduğu kadar, Forest Hills'i
:
de, politikacıların ve onların kurduğu komisyonların, durumdan : _ ki!enen çevre halkının ne düşündüğünü hiç mi hiç önemsemedıgı ne ikna etmişti. Forest Hills halkı için, belediyenin onların itirazlarının meşrulu ğunu kabul etmesi çok önemliydi. Bağnaz ırkçılar olmadıklarını; ama kenar mahalle insanlarının suç oranının yüksek oldu�unu, ço
/
cukları için kaygı duyduklarını ve semtlerinin fiziksel o arak yok edileceğini ısrarla anlattılar.
Forest Hills halkının olaya ilgisi arttıkça, belediyenin cemaat
danışma. mekanizması, Değerlendirme Kurulu ve benzerleri, bölge sakinlerinin şikayetlerine kulak asmaksızın, canla başla projeyi ta mamlamaya çalıştılar. Sonunda yasal formaliteler bitirildi ve inşaat başladı. Semt sakinleri geri kalan tek çareye, medyaya başvurdular. Kamusal gösteriler yaptılar; Belediye Başkanı Lindsay'ı Demokrat Parti başkan adaylığı için kampanya yürüttüğü Florida'ya kadar iz leyip konvoyunu taciz ettiler ve televizyon kameralarının çekim alanına girmeye çalıştılar. Bu kamusal kampanya Belediye Meclisi'ni ürküttü. Şehir ile semt arasındaki çelişki giderek içinden çıkılınaz hale gelince, Baş388 kan Lindsay, Mario Cuomo 'yu bilirkişi ve bağımsız yargıç olarak atadı. Cuomo, insanların neler söylediklerini, nasıl davrandıklarını mümkün.' olduğunca kesin bir şekilde belirlemeye çalıştı. Belki de en değerli olan da böylece elde edilen kayıtlardı, çünkü olup biten lere ilişkin herhangi bir teoriden bağımsız ve doğrudan bir yöntem di bu.' Cuomo'nun yaptığı bir anlamda basitti. Gözlemlerde bulundu, konuştu, tartıştı; Forest Hills'in lehine bir uzlaşma sağladı. Uzlaş ma, Başkan tarafından ve ardından da sorumlu hükümet organı olan Değerlendirme Kurulu' nca gönülsüz de olsa benimsendi. Ama bu pratik kazanımlar o zaman cemaat için önemli bir şey olmaktan çıktı. Tıpkı Dreyfus savaşçılarının olayın boyutlarını politik bir dra ma olmaktan çıkarıp cemaat uğruna kavgaya tutuşmaya çevirmele ri gibi; bu ırksal-sınıfsal anlaşmazlık içindeki insanlar da o çizgiyi aştılar ve başlayan yeni dönemde normal politik kanallardan elde edilen sonuçlar onlara anlamsız gelıneye başladı. Cemaat her üye sinin faziletinin amansız bir savunucusu oldu. Politikacılara ve bü rokrasiye aldırmadan meşruiyetlerini iddia ettiler; cemaatin yasal olarak vazgeçilmez haklan olduğunu savunmuyorlardı ama sanki acı çekmenin ne olduğunu yalnızca cemaat insanları, Forest Hills Yahudileri bilirmiş, yine yalnız onlar kamusal konutlandırmanın manevi değerini takdir edermiş gibi davranıyorlardı; cemaat insan larına direnmek ahlil.k dışı ve muhtemelen anti Semitik bir davra nıştı. Sosyal yardımlarla yaşayanlara atılan çamurun, ırksal temelleri kadar güçlü sınıfsal temelleri de vardır. Bu yüzden New York'taki Forest Hills konut projesi s'iyah cemaat içinden çok az kişiyi hare-
kete geçirdi, çünkü orta sınıftan siyahların çoğu, çevrelerinde refah devletinin eline bakan komşularının olması yönünde bir istek taşı mıyorlardı. Forest Hills grubu bunun farkındaydı ve kendi durum larının desteklenmesi için, yardımlarla yaşayanlara karşı işçi sınıfı üyesi siyalılardan yararlanmaktan geri kalmıyordu. Fakat projeyi · aktif olarak destekleyenler, özellikle de yukarı sınıftan siyahlar ve beyazlar, bunu, cemaatin her şeyi eline yüzüne bulaştıran belediye yönetimine karşı duyduğu öfkeyi pekiştirecek şekilde yaptılar. 14 Haziran 1972'de, projeden yana olan şehir gruplarının ortak sözcüsü ile yaptığı bir konuşmada, Cuomo şunu kaydetti: "Bunlar cemaat sakinlerinden olmadıkları ve doğrudan etkilenmedikleri için l ..... bu gruplar için meseleye ulvi 'ahlil.k ilke.leri' temelinde yaklaş mak çok daha kolaydır." Projeyi destekleyenlerin, aşağı sınıftan iş galcileri tanımadan olayı ahlil.k temelinde değerlendirenlerden oluş tuğu anlaşılıyordu; onlar ne derse desin, söyledikleri yalandı; çün kü buradaki görüntünün gerçeklikle ilişkisi bariz şekilde aldatıcıy dı. Böylelikle, acılar içindeki cemaat kendisini bir ahlil.k adası ola rak görmeye başladı. Cuomo'nun Forest Hills Yahudilerinde gördü ğü, 1890'1arın Paris'ini gözlemleyenlerin Drumont gibi anti Semit ler arasında gördükleri şeydi: Tüm dünya çürüyüp körleşiyor ve önemli olan yalnızca bizleriz. "' Oysa çatışmanın başlangıç safhalarında yaşanan "kimse bizi an lamıyor" gibi duygular genellikle bilinçli olarak abartılıp manipüle edilen görünüşler takuımaktan ibaretti. Başlangıçta cemaat içinde ki insanlar belli bir hedef düşünmekteydi; projeye son verebilmek. Ahlil.ki bir öfke duyma rolünü oynayarak belediyenin belirli ödün ler vermesi için uğraşıyorlardı. 12 Temmuz 1 972'de, Cuomo, Forest Hills liderlerinden Birbach ile bir toplantı yaptı; Birbach projenin kendi taleplerine uygun ola rak değiştirilmemesi durumunda kendi evini de bir siyaha satacağı nı, ardından da beyazların yığınsal olarak göç etmelerini sağlayaca ğını, "tüm cemaati altüst edeceğini" ilan etti. Cuomo korktu mu? Pek sayıln1az, çünkü öfkeyle konuşan Birbach'ın aslında söyledik lerini kastetmediğini biliyordu. "Nasıl tavır alacaklarını dikkatle planlamışlar," diye yazdı. "Birbach kavgaya sık1 başlayacaktı."" 14 Eylül'de Cuomo "kum torbalan dizme" hilesinin nasıl işledi-· ğini kaydeder. Cemaatten bir grup, öncelikle Belediye Başkanı'nın
bu işin başını çekmesi durumunda bir ödün vermeye yanaşacakla• nna dair Başkan'a söz vermişti. Hemen ardından da, gizlice, Baş' kan 'ın yer aldığı kurulda bulunan öteki üyelerin bu ödün aleyhine · oy vermeleri sağlanarak Başkan oyuna getirilmiş . olacaktı. Kimse nin desteklemediği bir şeyi destekleyecek ve dışlanmış olacaktı.
Cuomo'nun bundan çıkardığı sonuca göre, "bu klasik bir tezgfilııı, . ama o zaman aktif olarak bu politik oyuna katılan herkes, bu tü�
taktikleri kaçınılmaz değilse bile izin verilebilir görüyordu." Cuc omo bu söylediklerine şöyle bir açıklama getirir: "Böylesi bir cin fikirlilik umut kırıcı olsa da bunun başka türlü de olabileceğine
2 inanmak giderek naiflik gibi görünür.'"'
Bu oyunlar eğer salt hile ve aldatmaca meselesi olarak kalsaydı,
bir gözlemci, bilirkişinin de naifliğini yitirdiği sonucunu rahatlıkla çıkarırdı. Hile ve aidatına politik cephanenin klasik silahlandır. Gerçekten de, siyaset bilimcisi Norton Long tarafından geliştirilen
kentsel yapıya ilişkin çağdaş bir teoride, bu tür oyunlar olmaksızın kent dokusunun parçalanacağı öne sürülmektedir. Norton Long,
Oyunların Ekolojisi Olarak Şehir adlı yapıtında şöyle yazıyor: "Oyunlar ve oyunculan istedikleri sonuçlara ulaşabilmek için ke-. netlenirler; teritoryal sistem doymuş ve düzen sağlanmıştır." Long,
bu sözleriyle, Birbach gibi oyuncuların kendi hilelerinin iyi ve ya' rarlı olduğunun bilincinde olduğunu kastetmiyor; kastettiği Hob bes 'un bir zamanlar yazmış olduğu gibi, kendi çıkarını düşünme
nin, insanları kişisel arzularının ötesinde yatanlara karşı körleştirdi ğidir. Long'un oyunların ekolojisi kavramı bu gayri resmi hilelerin şehir içinde bir güç dengesi yarattığını öne sürer. Long, şehri çatış
maların ürettiği bir denge durumu olarak görür; şehir kavramı Loc ke 'un genelde topluma bakışına benzer. Long, şehir sakinlerinin sı nırlı alanlar içinde "rasyonel olduklarını ve bu alanlara ilişkin he
.
gelmeleridir. Bunun nedeni, insanların, modern toplumu yönetıne ye başlayan kişilik şartlan yoluyla dış görünüşlerin mutlak gerçek
olduğuna inanma eğilimleridir. Bir grup insan politik amaçlarla bir . araya gelince kendilerine ortak duruş noktalan tayin edıfrler ve ta
·
yin ettikleri o duruş temelinde davranmaya başlayarak giderek o güç inanırlar, onu takıntı yaparlar ve savunurlar. Bu duruş, durusa . ' oyununda elde edilen yeni bir konum değil, kim olduklı\r:ının ger-
çek bir tanımına doğru atılan bir adımdır. New York Bel�diyesi gibi güçlü bir kuruma meydan okuyan güçsüz gruplar için, başlangıç-
ta kullanabilecekleri tek maske ahlaki maskedir. Tabii ki, bu ahlaki 3 öfke çığlıklarını samimiyetsiz olarak değerlendirmek doğru olmaz; 91 önemli olan bu değil. Bu temelde kavgaya tutuşan çoğu cemaat grubu kendi hakiki ahlii.ki öfkelerini kendilerini meşru kılma yolu ola-
rak kullanırlar. Burada olan şey, modern toplumda egemen olan inanç kodlarının onları giderek bu öfkenin asla ödün verilemeye cek,
hatta gerçek eylemlerle dahi dinmeyecek kadar değerli olduğu-
na inandırmasıdır, çünkü artık kolektif bir kişi olarak onların kim �lduklarının bir tanımı haline gelmiştir. Bu noktada, psikoloji, po litikayı yerinden eder.
Bu olgu için retorik yoluyla yönetim, ideolojik bunama gibi pek çok başka isimler de var ve bu isimler daha çok grupların meşru ta
leplerini yerin dibine batırmak isteyenler tarafından kullanılan yer gilerdir. Bu süreçte kötü olan politik talepler değil, kişiliğin kültü
rel şartlarının iddialı bir grubu ele geçirip, kendisini giderek duygu sal bir kolektiflik olarak görmesine yol açmasıdır. Tam o noktada dünyaya bakan çehre sertleşir ve cemaat çok daha yıkıcı bir iç işle
yişe sürüklenir.
Forest Hills olayında değişim üç aylık bir süreyi kapsadı. Eylül ortalarında, günce yazarının sözleriyle, insanlar "daha önceleri ina
deflere ulaşmaya çalışarak toplumsal bakımdan işlevsel hedefleri başardıklarını" söylemektedir."
nıyor gibi yaptıkları şeylere gerçekten inanmaya" başlıyorlardı. Dreyfus Davası 'nın tersine, katalizör olarak hizmet eden tek bir
laşmazlık maskeleri ve benzerleri cemaatin bu dünyadaki amaçları na ulaşmada ne kadar uygun olduğunu anlamaya yararlar. Bununla birlikte, modern cemaat rollerine özgü olan şey, yalnızca güç aracı
olayının birbirleriyle bir tür birlik içinde olduklarının göstergesi olarak düşünmeye alıştırmıştı. Aynı öfkeyi paylaşmak cemaat için
Bu tür teoriler bir cemaat içindeki rol yapmayı cemaat dışında ki mevcut güçlerle ilişkisi bağlamında tanımlar. Ahlfil
olduğu sanılan maskelerin, kendi içlerinde birer amaç durumuna
olay ya da küçük küçük olaylar söz konusu değildi. Aynı öfkeyi paylaşmaları giderek daha çok insanı ister istemez, bu sergileme
de konuşmanın bir yolu haline gelmişti ve bu duyguyu paylaşmayan herkes şüpheli kişiydi.
·
Konuyla ilgili olarak iki ayrı çift, Gordonlar ve Sternler 13 Ha
özelliklerinin iyileştirilmesidir. New York'un çoğu kesimleri gibi Forest Hills de oradaki insan
ziran' da onu görmeye geldiler. Emekli bir öğretmen olan Gordon ders notları elinde, tam takım hazır gelmişti. "Başlangıçta tam pro
ların Yahudi olmaları ve bunun geçmişte de böyle olmuş olması ne,
fesyonel gibi soğukkanlılıkla konuşmaya çalışıyordu, ama çok geç
deniyle bir Yahudi bölgesidir. İbranice artık hiç duyulmuyor ve İb
meden kendi korkularına yenildi ve sonunda bana bağırıp çağırma
ranice gazeteler de giderek yok oldu. Birkaç çünkü
ya başladı." Cuomo şöyle aktarıyor: "Onun karşısında şeytanın
kosher kasabı olabilir,
kosher sığır etleri hiili\ kentte bulunabilecek en taze et olma
· özelliğini korumaktadır, ama böylesi dükki\nların sayısı çok azdır.
avukatı rolünü oynamak mümkün değildi; kendi konumuna ters dü
Elli yaşın altında çok az Yahudi kendi ana dilinde bir cümle konu
şen herhangi bir soru sormak şeytanın ta kendisi olmak demekti ..... Sözlerini sesinin en üst perdesiyle sona erdirdi: 'Karıma saldırıp ır
şabilir ya da yazabilir; ama dualar ezberden okunur. Daha yaşlı
zına geçecekler ve sen kalkmış bana makul olmamı söylüyor-
New York Yahudileri arasında birkaç yıl öncesine kadar, kalıplaş
Cuomo, Haziran'da, bu ortak hassasiyetin çerçevesini oluştura
teriliyordu; yüksek sesle konuşmamak, "klancı" görünmemek, işte
3 92 sun! "'14
mış Yahudi tiplemesinin aksine davranmak için büyük çabalar gös- l
cak etıük şartlara da bir göz attı. 1 9 Haziran' da, cemaat kadınlarını
ya da olnılda saldırganca davranmamak gibi bunların tümü de ka lıplaşmış tiplemelerin ne denli ciddiye alındığını gösterir. İbranice
temsilen bir delege Cuomo'yu ziyaret etti. Bilinen tekdüze konuy la söze başladılar: "Emek vermeyenler pahalı apartmanlarda otur mayı hak etmezler." Fakat sonraki çıkarımları daha çarpıcıydı. Cu omo 'ya onların "Yahudi karşıtı bir başkan tarafından kendilerine karşı bir fesadın içine sokulduklarını; Coronalı İtalyanlara siyahla rı defettikleri için çok kızdıklarını" söylediler. Bir kez daha, Yahu dilerin toplum kurbanı oldukları duygusuna kapılmışlardı." Yahudi paranoyası mı? Etnik yalıtım mı? Sorun, bunların ne an lama geldiğidir.
.�. �'.
lr i
5,
bir kelime olan yenta, hem saldırganca kaba hem de budala bir in
san anlamındaydı; şimdi yirmili yaşlarında olan Yahudiler arasında
ise bu sözcük "Yahudi gibi" davrananlara yakıştırılmaktadır. Etnik-. likteki bu sterilizasyon yukarı doğru bir hareketliliğe sahip olsun olmasın, Amerika'daki etnik grupların çoğunun yaşadığı bir durumdur. Dil, beslenme tarzı, aile içi saygı görenekleri; bunların tü mü, doğrudan utanç verici değilse bile, ikircikli duygular uyandırır. Göç sırasında Avrupalı ve Asyalı göçmenlerin çoğu çok dindar
İnsanların yaşamlarının etnik boyutları, bir kolektif kişilii!;in
köylüler ve çiftçiler olduğundan, yitirilen temel deneyim dinsel idi.
yansıtıldığı cemaat süreçlerine karşı özel olarak duyarlıdır. Geçmiş
Etnik bir grup şimdi kendisi hakkında yeni bir bilince ulaştığında,
te etnik kesimlerin ihtiyaçlarına gözlerini kapatan bir dünyaya çev
ii.detler yeniden canlandırılabilir; fakat ortak ruh yok olmuştur. Bu
rilen bir öfke maskesi katı bir maskeye dönüşür ve dayanışma ve
inancı saran adetlerden oluşan dış kabuk, öteki insanlarla kurulan
ihanet sorunları acı bir biçimde birbirine karıştırılır. Batı Avrupalı
çok özel ve sıcak bir ilişki ve birliktelik hissini tanımlayabilmek
ve Amerikan kentli topluluklarda etnik kökenin, grup yaşamına iliş
için yenilenmiştir. Amerika'da insanlar, Yahudiler, İtalyanlar ve Ja
.kin sınıfsal ilkelerden daha yeni ve "anlamlı" bir ilke olarak keşfe
ponlar olarak aslında geçmişin töre ve ii.detlerinin kaynaklandığı
dilmekte olduğu bir gerçektir. Burjuva kesiminin dış dünyaya karşı
"aynı iç bakışı" yani dinsel inancı paylaşmazken, "aynı dış bakışı"
etnik isyanları bu dünya ile daha kolayca bütünleşebilmektedir; ka
paylaştıkları için kendilerini birbirlerine yakın hissederler.
tılan insanlar da öfkeli, acımasız ve tutarlı olurlar; sistem önceki gi
Bu "dış bakış" ve algı ortaklığı, bu cemaat duygusu nasıl hare
bi sürer. Etnik kökenin modern cemaat rolleri için bu denli mükem
kete geçirilecektir? En basit yolu, dışarıdan gelen saldırılara diren
mel bir araç olmasının nedeni, etnik kökenin politik, dernografık ve
mektir; gerçekten de, bir gruba yapılan saldın, grubun zilıninde
hepsinden önce dinsel çözümlerin iyileştiremediği bir şey ile; yaşa
onun kültürüne yapılan bir saldırıya dönüştüğünde, insanlar yalnız
mın duygusal anlamda iyileştirilmesi ile ilgili olmasıdır. Burjuva
ca birbirlerine güvenebileceklerine inanırlar. Saldın altındaki etnik
tipi etıüklik, kültürün kendisinin değil, yitik bir kültürün kişilik
bir cemaat neleri paylaşır? Forest Hills'tekiler, Yahudi olmaktan
utanmayın, ayağa kalkın, kendinizi koruyun ve öfk eli olun d"ıyor!ardı. Fakat etnık bir kim ' liği paylaşmak bir du . pay1aşmaks · ·rı·· uyu a : bu k01ektı"f kişı . . , bu öfkeli Yahudi kimdir? : . e ı·ı oımazsa v ıah udı o1amaz mı? Bu saçma bir tekrara düşmek olur. İna ncın m rkezine . dokunmadan etnık kabuğu yeniden canlandırmak dur umunda, ın. sanlann pay1aşınak zorund a oldukları şey, öteki insa na ilişkin bir şey duyma arzularıdır. Bu şartlarda cemaat, inanmada n çok bir varlık du um dur end isin i yaln � ızca � içse l tutk ular ve dışs.al geri çe : ki 1me ı1e surdurur. , Demek Cuomo'nun, daha işin baş 94 ında, olaylara ilişkin çar - pıtmalan duzeltmeye çalıştığı zaman Forest Hil . ls kadın1annın liderı r ve erkek erı gibi, etnik bir tehdidin kokusu � nu alarak "b akın ın mayı, soyledikle rını bile dinlenmedikleri � "ni not etmi ol �ası hıç de şaşırtıcı değildir. Eğer Cuomo ile görüş alışverişine çık bır grup olsalardı, Yahudil . er olarak saldırı altında olm aları sayesınde b"ırb"ırı eru1e bağlılık, kar deş lik, birlik ve saflık duygularınd � an dogan o ana ılışkin . güçlerini kaybed erlerdi. Cuom , z ı Eylül' de katıldı ğı bir toplantıyı anlatırken, � bu katı . betımle laşmanın ıyı. bır mesini yapar:
.
· o··fk
·
�
�
ld'
'.·
� .
•
•
�
�
·
Forest Hills cemaati, son birkaç aydır olduouu ı:::ırrı"b·ı, şımdı . " . de başlıca sılah!arının sehrin ileri gel 1 . . d e c t ve ka�u�llenme beklem:�: ��i;���� =t�:�����ğ�n ;.��� �? ho�görü yapabı/n1ck için güçlerini ve:;1�dire nçlerini abartıyorlar. Vue ız��;'r:��:ta �nu men yapm.._cu..·ık olan şey. kendi kendini iletip besl s sonıın'la' ya . n l ıa�n1a .'c:err :t eııe ,.., elonu .nerek bagTırıp çag"ıraneniryu··zvek·ı" '' ..şur. " o·· un, tepı s . , • R ore st Hılls · c.ıen sadece inan1yor ,., ·sakın ı, c./aJ1a o11ce
nıynrlardı.11•
�
�
Uilf
u
oihi ,., oörun ·· d""k/ ll eı.ı· şeylere •
.l
arn · k ınaM .
Eylül sonlarında, duygud aşlık içinde daha sıkı birl ik olduk! d , Forest Hills sakinleri, For est Hills dışındaki dünyay ' a teve ıe Y�aşıyordu. "Bir mucize bekleyin" diyorlardı; geç miş eylem1er'·" temıze çıkacağı ve "hiçbir : proje"nin kabul edilmeyec eg "ı· bır " mucıze- Bu arada da, fi·ı· u ı ı·ktidar mekanizmal arının iplig " ini pazara çıka. . Bir ' sehır · de gerçek guç .. , bır .. alışverış tur . me sele si 'olduğuna gö. .. ette .. um r huk . önerile n gelen fııli �: . r cemaate kokuşmuş ve kir]"ı o. u nuy rdu çünkü bunlar yal ? nız ca : kıs mi ödünlerdi Cemaatin d � yebılecegı tek gerçek güç . , bütünüyle tatmin olmakt ı -her e Z kere edılemez bır tale ptir- ve böyle bir tatn1ine f asla ul ı maz.
��
nn
.:
�. � . �� ��
Cemaat doğallıkla iktidar araçların;ı, komisyonlara, resmi oturum lara vb karşı duruma geldi; dünyaya onlann sahteliklerini ve ahlii . ki açıdan sahici olmadıklarını göstererek bu mekanizmaliırı parça lamayı umuyordu. Onların sahteliğine inandıktan sonra, cemaatin onlarla yürütebileceği hiçbir şey olamazdı; aksi halde bu onların varlık nedenleriyle uzla�mak anlamına gelirdi Forest Hills davası . nın ironik sonucu, bürokratik yetersizliğin projeyi uzun zaman işle mez hale getirmesi ve Forest Hills halkının cemaat dışından biri olarak hiç güvenemedikleri belediyenin atadığı arabulu,cu Mario Cuomo'nun, onların çıkarlarının en etkili sözcüsü durumuna gel-
. d.ı. 17 mesıy
•
Cemaat içi dayanışmayı korumak için politikanın dolambaçlı yollarından kaçınılması halinde, dayanışma ile ihanet arasındaki çizgi kaçınılmaz olarak karışacaktır Bu tikel cemaatte, bir kişinin . herhangi bir ödün verilmesine karşı çıkması, onun Yahudi olmak- · tan utanmadığı şeklinde anlaşılıyordu. O dönemde cemaate yaptı ğım ziyaretlerde, sık sık İsrail' den yana olmakla yerel konut proje siyle ilgili hiçbir ödüne yanaşmamanın aynı şey olduğunu söyleyen insanların konuşmalanna tanık oldum. Toplantılar sırasında insan lar devamiı acımasızlık ve kararlılık sınavlarına tabi tutuluyordu ve konut inşasından yana eğilim gösterenler al1lfild bakımdan tehlikeli derecede bozulmuş bulunuyordu. Gerçekten de, Yahudi Savunma Birliği (bir militan grup) bu "ödün vericilerden" birinin işyerinin camına "Bir Daha Asla!" sözlerini karalamışlardı; bu, konut yapı mından yana tavır takınmakla, hiç direnmeksizin Nazi ölüm kamp larına gitmenin özde aynı olduğu anlamına geliyordu. Bu şirin, sessiz cemaat kendisini bir Yahudi gettosuna dönüştür dü, kendi duvarlarını ördü. Üyeleri ahlaki öfke piyasasında bir tez gah kapmış gibi davranıyorlardı Cemaat içindeki çatışmanın içeri . ği hiçbir şekilde Guesde ve onun partizanları arasında incelediği miz ideolojik çatışma konularıyla benzerlik taşımıyor. Fakat bir ta vır almanın giderek katı, simgesel bir kolektif benlik edinmeye dö nüşmesi şeklindeki süreç aynıdır. 1 960'ların, orta sınıfa meydan okuyan siyal1 cemaat hareketleri, yakın yer ve zamanlarda benzer duvarların örülmesiyle sonuçlandı, çünkü uzun erimli planlarda ya da taktiklerde anlaşmazlığa düşen fraksiyonlann her biri. kendisini "halkın" meşru sesi olarak görmeye başlamıştı Dışarlıklılar, beyaz . lar gibi öteki siyal11ar da uzak durmalıydılar.
9 3 5
C. CEMAAT İN İNSANİ BEDELLERİ Antropologlar toprak esasına dayalı, cemaat içi katılaşma için ya lancı-türkşim (pseudo-speciation) terimini kullanıyorlar. B u terim le, bir kabilenin gerçekten insani olan tek insan topluluğuymuş gi bi davranması kastediliyor. Öteki kabileler onlar kadar insan değil
dir; ya da' hiç insru1 değildir. Eğer modern cemaat süreçleri basitçe bu antropolojik çerçevede değerlendiriliyor olsaydı, sürecin esasına
ilişkin bir şeylerin yitirilmesi kaçınılmazdı. Bu hoşgörüsüzlüğün giderek büyümesi aşırı gururun, küstalllığın ve grup içi özgüven in 3 96 ürünü değildir. Bu, cemaatin ancak sürekli bir duygu körüklenme siyle var olduğu, çok dalla kırılgan ve özkuşkucu bir süreçtir. Bu histerinin nedeni ise insanın doğuştan gelen yıkıcılığının·dayanışma
eyleminde iplerinden boşalması meselesi olmayıp, kültürel şartların zorlama ve dürtme olmaksızın gerçek toplumsal bağların son dere ce yapay görünmesine yol açar hale gelmiş olması meselesidir. Atomlarına ayrılmış toplumsal alanlardan oluşmuş bir toplumda
insanlar hep birbirlerinden kopmaktan korkarlar. Bu kültürün in sanlara öteki insruılarla "bağ kurabilmeleri" için sunduğu materyal ler içgüdülere ve niyetlere ilişkin istikrarsız simgelerdir. Simgelerin karakterlerinin sorun teşkil etmesi nedeniyle, onları l..-ullananların bir yandan da devrunlı onların gücünü sınrunak zorunda kalmaları kaçınılmazdır. Nereye kadar gidebilirsiniz, ne ölçüde bir cemaat duygusu taşıyabilirsiniz? İnsanlar gerçek duyguları uçlardaki duy
gularla eşitlemek zorunda kalacaklardır. Akıl Çağı'nda, insruılar kendilerini modern bir oyun salonunda ya da barda utanç verici bu
lunabilecek duygusal gösterilere verdiler. Oysa kim olursanız olun bir tiyatroda ağlrunanın kendi içinde özel bir anlamı vardı. Modern
bir kardeşlik grubunda yaşanan duygular, esas olarak sizin ne tür bir insru1 olduğunuzun ve kardeşinizin kim olduğunun ilanıdır.
Böylece çarpıcı duygu gösterileri, öteki insanlar nezdinde, sizin "gerçek" olduğunuzun işaretleri haline gelir ve sizi de havaya so kup ateşleyerek "gerçek" olduğunuza inmdırır. Şimdi kent planlamacılarının, bir bütün olarak şehirde anlrunlı
krunusal alanlar ve krunusal yaşamı yeniden canlmdırmak yerine, şehir içinde yerel düzeyde bir cemaat duygusu oluşturnıaktan dem vururken, pervasızca oynadıkları ateşe bir bakalrm.
Cemaat içi dayanışma uğruna verilen mücadelenin toplumdaki genel politik yapılar açısından istikrar sağlayıcı bir işlev gördüğü nü kavrrunak için her an her yerde komplolar hazırlandığına inanan bir kişi olmak gerekmiyor. Tıpkı karizmatik deneyimin insanları, söz konusu politik yapılarla uğraşmaktan alıkoyması gibi, cemaat oluşturma çabaları da dikkatleri bu yapılardan başka yönlere çeki yor. Kardeş katli fırtınaları ve gerilimleri sistemin sürdürülmesine hizmet ediyor. Burada da, karizmatik deneyimde olduğu gibi, top lumdaki kişisel hırsların toplum düzenini bozmakla karıştırılması son derece kolaydır. Aslında olmlar tan1 tersidir; insruılar cemaat hırslarına kapıldıkça toplumsal düzenin temel kurumlarına dokun- ' maz olurlar. Karizmatik liderlikte olsun, cemaat duygularının teme linin oluşturulmasında olsun, politikada kişisel güdülenim mesele lerinden baştan çıkarma olarak söz etmek, bir eğretilemeden değil sistematik bir yapısal olgudan söz etmektir. Bir cemaat olmak için mücadele veren insanlar, birbirlerinin duygularıyla dalla önce hiç olmadığı kadar içli dışlı oldukça, "yerel katılım" ve "yerel müdalla le"ye ne kadar istekliyseler, iktidar kurumlarına, kafa tutmayı bıra
kın, onları anlrunaktan bile o kadar uzaklaşırlar.
Çoğu kişi tarafından ilerici görülen yerleşim yeri plmlrunaların
da özel türde bir ademi merkeziyetçilik hedeflenmiştir. Yerel birim ler, ballçeli bmliyö evleri, kasaba ya da semt meclisleri oluşturul muştur; kağıt üzerinde yerel denetim güçleri amaçlanmaktadır, fa kat aslında tüm bu yerel kuruluşlar hiçbir gerçek güce sa'!ıip değil dir. Karşılıklı bağımlılığı had safuaya erişmiş bir ekonomide yerel sorunlarda yerel kararlar bir yanılsamadır. İyi niyetli ademi merke ziyet çabaları, Forest Hills bunalımındaki kadar aşın uçlarda olma sa da yapısal açıdan bunaltıcı bir benzerlik taşıyan cemaat ritiınle ri doğurur. Cemaat içinde herhangi bir şeyi değiştirebilecek güce sallip olduklarını düşünen insmların, cemaatin gerçek sözcüsünün kim olduğu konusunda şiddetli mücadelelere girdikleri bu yerel kavgalara her kent planlrunacısı tanık olacaktır. Söz konusu müca deleler insanları cemaat içi kimlik, dayanışma, egemenlik konula rında öylesine meşgul eder ki, gerçek güç müzakerelerinin yapıla cağı an gelip çattığında ve cemaatin yüzünü, gerçek gücün sallibi olan dalla geniş şehir yapılarına ve devlete çevirmesi gerektiğinde cemaat kendi içine o denli dalmıştır ki, dışarıya karşı sağırlaşmıştır,
tükenmiştir ya da parçalanmıştır. Kişidışılıktan ürken bir toplum, doğası gereği dar görüşlü kolek
. tif yaşam fantezileri geliştirir. "Kim olduğumuz" meselesi ileri dü zeyde seçici bir tahayyül eylemi olur: Kişinin yakın çevresi, işye
rindeki çalışma arkadaşları , ailesi. Kişinin tanımadığı insanlarla, yabancı; ama onun etnik çıkarlarını, aile problemlerini ya da dinini
lu açılmıştır. insanların yeni itkileri olursa, cemaat çatırdar; artık aynı duyguları paylaşmayacaklardır; değişen kişi cemaate "ihanet
etıniş" . olur; bireysel sapmalar büt!inlüklerinin gücünü tehdit et mektedir; işte bu nedenlerle insanların izlenmeleri ve sınanmaları
gereklidir. Birbiriyle bu denli çelişik şeylermiş gibi görünen güven sizlik ve dayanışma birleşmiştir. Cemaat dışı dünyanın yokluğu, ce
paylaşabilecek insanlarla özdeşleşmesi zorlaşır. Kişidışı sınıfsal bağlar gibi, kişidışı etnik bağlar gerçek bağlar değildir; kişi onlarla ilişkisini tanımlarken "biz" diyebileceği insanları kişi olarak tanı
maati yanlış anlaması ya da onu umursamaması aynı şekilde yo rumlanır. Kardeşlik duyguları doğrudan ve çok güçlü bir. şekilde
runların sayısı da o denli artar: Bu işe karışmayacağız, bunun bize zarar vermesine izin vermeyeceğiz. Bu ilgisizlik değildir; reddet
"ki yaşamdan daha az gerçek, daha az sahici olduğudur. Bu yanıtın sonucu da dışarıya bir meydan okuma olmayıp, onu reddetınektir;
mak zorunda olduğunu hisseder. Tahayyül ne kadar yerel kalırsa, şu l türden bir psikolojik mantığın yürütüldüğü toplumsal çıkar ve so
medir, ortak benliğin izin verebileceği bir deneyim alanının iradi olarak daraltılmasıdır. Bu yerelleşmeyi dar politik terimlerle düşün
mek olgunun kimi unsurlarını görmemek olur; mesele, en başta ki şinin riske girmeye ne ölçüde gön!illü olduğudur. Başkalarıyla pay
laşabileceği bir benlik duygusu ne denli yerelse denli az göze alır.
riske girmeyi o
Dar bir çevrenin dışındaki gerçekliğe ilgi duymayı, bulaşmayı ya da o gerçeklikten yararlanmayı reddetmek bir bakıma, bilinme yene duyulan basit bir korku anlamında evrensel insani bir arzudur.
hissedildiğine göre, ötekiler bizi nasıl anlayamıyorlar ve neden bi ze karşılık vermiyorlar? Dünya güçlü arzular karşısında neden bo. . yun eğmiyor?. Bu soruların tek yanıtı cemaat dışı d.unyanın,.ıçerı"de- l99
· -
"anlayabilenlerle" sürekli birbirini sınamaya dayanan bir paylaşım ilişkisi kurmak için dışarıya sırtını dönmektir. Bu, sek!ilercbir top
luma özgü sekterliktir. Başkalarıyla bir şeyler paylaşmanın dola yımsız deneyimlerini toplumsal bir ilkeye dönüştürmenin sonucu
dur. Ne yazık ki, toplumdaki geniş ölçekli güçler psikolojik olarak belli bir mesafede tutulabilirler, fakat bu nedenle ortadan kalkmazlar.
Son olarak, modem
gemeinschaft eylemden "daha büyük" olan
bir hissetıne durumudur. Cemaatin üstlendiği tek eylem, cemaatin
İtkilerin paylaşılması ile oluşan cemaat, klostrofobiyi bir etik ilke
duygusal gözetimidir; ötekilerle aynı duyguları taşımadıkları için
ye dönüştürerek bilinmeyene duyulan korkunun körüklenmesi şek
oraya ait olmayanları çıkararak cemaati arılaştırmaktır. Cemaat içe
linde özel bir role sahiptir.
ri alıp özümleyemez, dışarıya doğru genişleyemez; çünkü o zaman
Gemeinschaft terimi, başlangıçta duyguların öteki insanlara tam
arılığını yitirir. Böylece kolektif kişilikle sosyalliğin özü, yani de
olarak açılması demekti; tarih içinde de aynı zamanda insani cema
ğiş tokuş karşı karşıya konur ve psikolojik bir cemaat toplumsalın
at anlamını edinmiştir. Bu ikisi bir arada alınınca,
karmaşıklığı ile savaşa girer.
gemeinschaft,
içinde kısmi, mekanik, duygusal düzeyde ilgisiz kişilerin var oldu
Kent planlamacılarının, muhafazakar yazarların farkına vardık
,ğu grupların tam aksine, apaçık duygusal ilişkilerin olanaklı oldu
ları ama yanlış yorumladıkları, önemli bir gerçeği öğrenmeleri ge
ğu özel bir toplumsal grup demektir. Her cemaat, belirttiğimiz gibi
rekiyor. O da şudur; insanlar ancak birbirlerine karşı korunabildik
belli ölçüde fantezi üzerine kurulur. Modem
gemeinschaft cema
leri ölçüde sosyalleşebilirler; engeller, sınırlar, kişidışılığın gereği
atinde ayırt edici olan, insanların paylaştığı fantezinin, aynı itkiler
olan karşılıklı mesafe olmaksızın insanlar yıkıcıdırlar. Bu, "insan
le yaşadıkları, aynı güdülenim yapılarına sahip oldukları fantezisi
doğası"nın kötü oluşundan ileri gelmemektedir; böyle bir iddia mu
olmasıdır. Örneğin, Forest Hills'te öfkeli davranmak, Yahudi ol
hafazakar bir yanılgıya düşmek olur. Bunun nedeni insanların mah
maktan gurur duyduğunuzu gösterirdi.
rem ilişkilerini toplumsal ilişkilerinin temeli olarak loıllanmaları
1 İtki ile kolektif yaşam artık birleştiğine göre, kardeş katlinin yo-
durumunda, modem kapitalizm .ve sekülerizmin yeşerttiği k!iltürün
xıv
etkisinin kardeş katlini mantıklı kılmasındandır.
Artık yerleşim yeri planlamasında asıl mesele ne yapılması ge
S an a tından mahrum e d i l e n aktör
rektiği değil, neden kaçınılması gerektiğidir. Sosyal psikoloji labo ratuvarlarından yükselen alarmlara karşın, insanoğlu, kalabalık ko şullarda grup yaşamı sürebilmek için potansiyel olarak gerçek bir dehaya sahiptir. Meydanları planlama sanatı bir giz değildir; yüz yıllar boyunca alaylı mimarlar tarafından başarıyla uygulanmıştır. Tarihsel açıdan, Batılı burjuva toplumunu kasıp kavuran ölü kamu sal yaşam ve sapkın komünal yaşam bir tür anomalidir. Asıl soru, bize özgü bu hastalığın belirtilerini nasıl tanıyabileceğimizdir. Bu
4oo belirtiler, insani ölçülerin ve sağlıklı bir cemaatin ne olduğuna iliş
kin günümüz nosyonlarının yanında, yanlış olarak sorgusuz sualsiz ahliiki bir kötülük olarak gördüğümüz kişidışılık kavramıdır. Kısa ca, yerleşim yeri planlamasıyla yaşam kalitesi daha fazla mahremi yet sağlanarak yükseltilmeye çalışılınca, planlamacının insanlık an
layışı, kaçınması gereken kısırlığın ta kendisini yaratacaktır.
'i;
Bu bölüme kamusal yaşam analizini sistematik bir şekilde ifade so runuyla ilişkilendirerek girmek istiyorum. "Sanat" ve "toplum" bir arada ele alındığında, tartışmalar genellikle sanatçının yapıtını etki leyen toplumsal şartlar ya da bu şartların sanatçının yapıtında nasıl üade edildiği üzerinde yoğunlaşır. Toplumun içinde bir sanatı, top lumsal süreçlerin kendilerine içkin olan estetik yapıtı tahayyül et mek oldukça güçtür. Klasik
ıheaırum mundi ideali estetik ve toplumsal gerçekliğin
bir birliğini yansıtmaya çalışıyordu. Toplum bir tiyatrodur ve tüm insanlar da aktör. Bir ideal olarak, bu bakış açısı anlamsız değildir.
Yaşamda Tiyatro (1927) adlı yapıtında, theat rum mundi şu terimlerle savunulur:
Nico!as Evreinoff'un
herhangi bir .... .insan etkinliğini inceleyin ..... Göreceksiniz ki kraliar, dev let rıdamları, politikacılar, askerler, bankacılar, işadamları, rahipler, dok torlar. hepsi de günlük hayatlarında teatralliğe ayak uydurur, saygı duyar lar ve sahnede egemen olan ilkelere uyarlar.
kiler arasındadır. Duyguyu takdim işi bir aktörün yaptığı işle ilişki
Toplumsal Gerçekliğin Draması 'nda ( 1975) Stanford Lyman ve
gu uzlaşımsal bir biçim kazanıruş olduğundan tekrar tekrar ifade
gusal ilişkiler ile böylesi bir ihtiyaç duymayacakları duygusal iliş lidir; bu, bir kez şekil verilince, bir anlam kazanacak olan bir duygu tonunun ya da durumunun öteki kişiye açıklanmasıdır. Bu duy-
Marvin Scott modem politikanın incelemesine şu sözlerle giriş ya
edilebilir; burada model, her gece aynı başarıyla oyununu sergile
parlar:
meyi öğrenen profesyonel aktördür. Ama bir kişilik tahkikatında
Tüm yaşam tiyatrodur; politik yaşam da öyle. Tiyatroyla yönetim de "ti yatrokrasi" diye adlandırılabilir.1x ; Bu idealde sorun, zamanın dışında kalmasıdır. tiyatro estetiğinin günlük
1 8 . yüzyıl ortasında,
yaşamdaki davranışlarla iç içe geçtiği
aktörün gücü öyle kolayca yakalanabilen bir şey değildir. Çünkü bu tahkikat, bir yaşamda özgül ve eşsiz olan şeye ilişkindir; bir andan ötekine anlam değişir ve kişinin enerjileri, hissettiklerini ötekilerin
gözünde açık seçik kılmak ve onlara duyurmak yerine, hissettikle- 403
rinin neler olduğunu bulmaya yönelir.
toplumsal bir yaşam gerçekten var oldu. Ne var ki, günlük yaşam
Rol yapma sanatından mahrum edilen aktör, toplumda kamusal
daki bu estetik boyut giderek silindi. Onun yerini öyle bir toplum
ifade koşullarının son derece aşınmış olması durumunda ortaya çı
aldı ki, bu toplumda günlük yaşamda başarılması güç ya da olanak
kar. Öylesine aşınmıştır ki, artık tiyatro ile toplumu, Fielding'in de
sız olan ifade görevlerini formel sanat yerine getiriyordu. Theatrum
yimiyle, "ayrılmaz bir biçinıde" iç içe geçmiş olarak düşünmek ola
mundi imgesi toplumda neyin bir ifade potansiyeli taşıdığını gös
naksızdır. Bu aktör, insan doğasının yaşanmasının yerini yaşam bo
terir; kamusal yaşamın erozyonu da, aslında modern toplumda bu
yu benlik arayışının almasıyla ortaya çıkar.
potansiyelin ne hale geldiğini gösterir: Modern toplumda insanlar
Ancak, bu tipi böylesine geniş tarihsel terimlerle tanımlamak
bir sanatı olmayan aktörler haline gelmiştir. Toplum ve toplumsal
yanılucı olur. Günlük yaşamdaki bu sanatsız kalma olgusunun çok
ilişkiler soyut olarak dramatik terimlerle tahayyül edilmeye devam
gerilerde kaldığı, bugün ise bunun sonuçlarını yaşıyor olmamıza
edebilir, fakat insanlar artık icracı değillerdir.
karşın söz konusu sürece ilişkin hiçbir şey bilmediğimizi ima etmek
Kaniusal kimlikte oluşan tüm bu değişimleri ifadenin anlamın
olur bu. Aslında, insanların günümüzdeki yaşam döngüsü içinde,
daki değişimler izledi. Kamusal dünyada ifaçle, duygularını takdinı
bu kayıp kendini minyatür de olsa gösterir. Çocuklukta gelişen rol
eden kişi kim olursa olsun, duygu durumlarının ve tonlarının içkin
yapma yeteneği yetişkinlerin kültürel koşullarında silinir. Yetiş
anlamlarıyla takdimidir; mahrem toplumda duygu durumlarının
mekte olan insan, yetişkin kültürünü oluşturan endişe ve inançların
temsil edilmesi ise bir duygunun içeriğini o duyguyu yansıtan kişi
içine sürüklendikçe çocuklukta edindiği bu gücü yitirir.
ye bağlı kılar. Duyguların takdimi kişidışıdır; tıpkı ölen kişi kim
Oyun ve yetişkinlikte oyunun ne olduğu sorunu önemlidir, çün
olursa olsun ölümün bir anlamı olmasında olduğu gibi. Kişinin ken
kü modern çağlarda kendine özgü bir kültürel evrimi vardır. Bir
disinde olanları bir başkasına aktarması özel bir durumdur; karşı
toplum için ritüel olan ya da ritüelleştirilıniş jestlere güven duyma
sındakine ailedeki bir ölüm olayını anlatırken, anlattığı hikaye din
mak ve formel davranışı sahici bulmamak seyrek rastlanır bir du
leyeni ne denli etkilerse, olay onun için de o denli tesirli olmaya
rumdur. Çocukluk dönemindeki oyun enerjileri toplumların çoğun
başlar. İnsan doğası inancından insan doğaları inancına doğru, yani
da ritüel olarak ve çoğunlukla dinin hizmetinde güçlendirilmekte ve
doğal karakter fikrinden kişilik fikrine doğru gidilmiştir.
sürdürülmektedir. Seküler, gelişmiş kapitalist toplumda bu enerjile
Duyguların takdimi ile temsili arasındaki farklılıklar, kendi baş
re ihtiyaç duyulmadığı gibi karşı süreçler işbaşındadır.
larına, ifade edilenle edilemeyen farkı değildir. Bu farklılıklar daha
"Oyunculuk" [playacting], "oynama" [playing] ve "oyun"
çok insanların özel bir sanatın gücüne ihtiyaç duyabilecekleri duy-
[play] ortak bir dilsel kökenden gelir ki, bu bir rastlantı değildir.
A. OYUN, K A M U S A L İFADEYİ SAGLAYAN ENERJİDİR
Ancak, bunları ayrı tutabilmek önemlidir; çocukluk dönemi oyun ları belli türde bir yetişkin estetik çalışmaya ön hazırlıktır, fakat yi ne de bu çalışma ile aynı şey değildir. Oyunun kültürel anlanuyla, günümüzde oyunun devrimci bir ilke olarak göklere çıkarılmasını ayırmak da eşit ölçüde önem taşıyor. Günümüzün bu yaklaşımı oyunu kendiliğindenlik ile özdeşleştirir ki, bu yanlıştır. Oyunda sü � regelen estetik eğitim unsuru, çocuğun, sonradan uydurulan kural larla biçimlendiğinde, kişidışı davranışın ifade gücüne inanmaya 4 40
alıştırılmasına bağlıdır. Çocuk için oyun, kendini olduğu gibi ifade etmenin antitezidir. Çocukluk dönemine ilişkin oyun ile günümüzde onu giderek zayıflatan yetişkin kültürü arasındaki ilişki, iki psişik ilke arasında görülen bir çatışma biçiminde anlaşılabilir. Bunlardan bir tanesi ço cukları, kurallarla belirlenen kişidışı bir durum için güçlü duygular beslemeye ve söz konusu durum içinde ifadeyi, daha çok haz ver mesi ve başkalarıyla sosyal ilişkilerini arttırması için o kuralların yeniden oluşturulması ve mükemmelleştirilmesi olarak görmeye yönlendiren ilkedir. Bu, oyundur. Yetişkinleri, kendi eylemlerine ve ilişki kurdukları kişilere ait güdüleri büyük bir tutkuyla ortaya çı karmaya yönlendiren yetişkin kültürüne hakim olan ilke ile çelişir. Bu içsel nedenlerin ve sahici dürtülerin keşfi, insanlar soyut kural larla daha az engellendikçe ya da kendilerini "klişelerle", "basma kalıp duygularla" ya da öteki göreneksel işaretlerle ifade etmeye daha az zorlandıkça, özgürleştirici bir şey olarak görülecektir. Bu soruşturmanın ciddiyetini gösteren şey bizzat böyle bir işe girişme
Oyun hakkındaki geniş literatürde başlıca iki okul vardır. Bunlar dan birisi oyunu bilme faaliyetinin bir biçimi olarak değerlendirir;
çocukların oyunlarında nasıl simgeler ürettiklerini ve yaşları büyü dükçe bu simgelerin giderek nasıl karmaşık bir hale geldiğini ince
ler. Öteki okul ise oyunu davranış olarak ele alır ve simgelerin olu şumuyla ilgilenmeyip daha çok çocukların birlikte oynadıkları oyunl:ır sırasında
işbirliğini nasıl öğrendikleri, saldırganlığı nasıl
ifade ettikleri ve yenilgi karşısında ne denli hoşgörülü olabildikle- ±
riyle ilgilenmektedir.
Bilme kampında yer alanlar yaratıcı çalışmayla oyun arasındaki
ilişki üzerinde duruyorlar, fakat bu girişimleri iki bakımdan sıkıntı
ya düşer. Birincisi, çoğu yazarın oyunu ve "yaratıcı fiil''i neredey se eşanlamlı olarak tanımlamış olmasıdır; ateşli Freud yandaşları bunu, böylesi duyguların taklidini öne çıkaran hocalarını izleyerek yapmışlardır:
Yarutıcı yazarın yaptığı, oyun oynayan çocuğunkiyle aynıdır. O, çok cidM diye aldığı bir fantezi dünyası, yani gerçeklikten çok keskin bir biçimde ayırdığı. ama büyük miktarda duygu yüklediği bir dünya yaratır..... Freud'u şu sonuca iten bir hükümdü bu:
Oyunun zıddı ciddi olan değil, gerçek olandır.19
nin güçlüğünden bellidir; meşruluğu verdiği zevkten değil acıdan
Oyun konusundaki araştırmalarıyla Freud'un bu oyun-yaratıcılık
gelir ve ortaya çıkardığı sonuç (çoğunlukla sıradan arkadaşlıkları
ile gerçekliği karşı karşıya koyuşunu sorgulama noktasına gelenler
feda etm·e pahasına) yüzeysel sosyallikten "daha derin" bir yaşama
argümanlarını genelde, zıt değilse, eş anlamlı terimlerle ifade eder
çekilmedir. Yetişkin kültürüne egemen olan bu psişik ilke narsi
ler. Oyun ve yaratıcılıktan, "gerçeklik üzerinde değil içinde iş gör
sizmdir.
me", tümdengelirn mantığının tikel süreçleriyle çıkarılamayan
Sanatsız aktörün nasıl ortaya çıktığını araştırırken böylece, artık
mantıksal bağlantıları çıkarma süreci vb. olarak söz edilir. Fakat
kültür tarafından seferber edilen ve insanın büyüyüp "gerçeklik"le
oyun ve yaratıcılığın birbiriyle yer değiştirilebilecek denli durağan
tanışmad<ın önce, oyun gücünü yenilgiye uğratan narsisizm güçleri ile oyun arasında oluşan bir çelişki imgesine ulaşıyoruz.
basan ve seslerin beş perdeli bir gam oluşturduğunu ansızın keşfe
olduğu söylenir. Bu durumda, piyanonun siyah tuşlarına rastgele den bir çocukla, bir yaz günü parmaklarıyla egzersiz yaparken, çağ cıllarının daha önce hiç farkına varmadıkları beş perdeli bir gam imkanını keşfeden Debussy arasındaki özgül nitel farkları ayırt et-
·
mek güçleşmektedir.
İki etkinliğin benzer türde olduğunu ileri sür,
.·
mek, onların "temelde" aynı oldukları tuzağına düşmeye neden ola- < bilir, bu yüzden de her iki alanda da temel bir niteliğin üstü örtül müş olur: Yargıda bulunma. Debussy "temelde" bir çocuk ile aynı tarzda oyun oynuyorsa, beş perdeli gam deneylerine ilişkin yargısı' nın niteliği yok edilmiş olur; o halde, bunu "herhangi bir çocuk da yapabilirdi". Oysa mesele, bunu hiçbir çocuğun yapamayacak ol masıdır. Oyun araştırmalarında bilme okulu bağlamında bir sorun da "yaratıcılık" terimidir. Arthur Koestler gibi, yaratıcılık olarak ad-
1. landınlabilecek genel bir biyolojik eğilim olduğunu söyleyip yine,
onun yaptığı gibi, "bilimsel buluş, sanatsal özgünlük ve komik
esinlenme"yi kaynaştıran bir birlikçi süreçten bahsedilebileceği te orik bir hat izlemek insana çekici geliyor. Sorun, sanatçıların en azından, "yaratıcı olmayışlarıdır". Sanatçılar özgül bir araçla, özgül bir çalışma yaparlar. Çoğunlukla, yaratıcılık ve oyun ilişkisini 1.-u ran teoriler, bir sanatçının yaptığında orijinal olanın ne olduğu ve bu yapıtın çocukların oyunlarında elde ettiği sonuçlarla nasıl ben zerlik gösterdiğini açıklıyor açıklamasına da, sanatçırun eserinde bu sonuca hangi adımlarla ulaşıldığını ve bu sürecin oyun oynayan çocuğun içsel aktiviteleriyle ilişkisini açıklamıyorlar.'° Oyun ve yaratıcı çalışmaya ilişkin teori geliştirmek önemlidir; fakat bu çabanın bir odağı olmalıdır. Sonuçların niteliği hakkında bir farklılık duygusunu korumak için, oyun faaliyetleri yaratıcı fa
,,;ındaki özgül eylemle ya
aliyetlere hazırlık olarak görülmelidir. o
ratıcı çalışmanın özgül biçimleri arasında bağ 1.-urulmalıdır. Bu yak laşım bir bilme faaliyeti olarak görülen oyun ile davranış olarak gö rülen oyun arasındaki mesafeyi kapatacaktır. Ernst Kris'in hoş ifa desiyle, özgül oyun edimleri ile özgül sanat eylemleri arasındaki ilişki, bir "kimlik" meselesinden çok bir "ecdat" meselesidir.
21
Çocuk oyununda arayacağımız icranın ecdadı, çocukların benlik mesafesine ilişkin öğrendikleridir; özellikle, benlik mesafesirıin ço cukların oynarken uydukları kuralların niteliği üzerinde çalışmala rına nasıl katkıda bulunduğudur. Johan Huizinga,
Homo Ludens
adlı oyun incelemesinde oyunun üç veçhesini tanımlar. Oyun, ön celikle tam bir gönüllü etkinliktir. Daha sonra, Huizinga'nın adlan dı:rmasıyla "çıkar gözetmeyen" bir etkinliktir. Son olarak da oyun
yalıtılmış ve sınırlı bir etkinliktir, yani onu öteki etkinliklerden ayı ran özel mekanları ve zaman dilimleri vardır."
Yukarıda belirtilen üç durumdan ikincisi, çıkar gözetmeyen bir etkinlik olarak oyun, benlik mesafes i ile ilintilidir. Çıkar gözetme arı mek ilgisizlik anlamına gelmez. Spor yapan çocukların sıkıldıkl en isteklerd anlık meyi gözetme çıkar hemen hiç görülmez. Huizinga uzak Bu ıştır. ya da doyumlardan uzak durmak anlamında kullanm
Çı durma sayesinde insanlar birlikte oyun oynayabilmektedirler. birbir rın çocukla nde döngüsü yaşam , karsız oyun olgusu, nitekim son leriyle formel oyunlar oynamalarından çok daha önce, ilk yılın aylarında ortaya çıkar.
i Jean Piaget'ye göre çıkar gözetmeyen ya da benlik mesafel birin yani, başlar; oyun, yaşamın üçüncü sensorimotor aşamasında
407 -
kar ci yılın sonunda. Buna çok iyi bir örnek de verir: Küçük kızının larına oyuncak sallanan n yukarda , yolasının başında onu izlerken gidi yansıyan ışık demetine elleriyle uzanışını, ışık demetinin yitip
p
ye şini ve yerine yeni bir ışık demetinin gelişini, az sonra e erini u olduğun mutlt{ da nasıl çocuğun an niden uzatışını; tüm bunlard . gözler." zevk veren Bebeklerin sadece doymak bilmez arzuları olsaydı, yapma ş�y hiçbir başka daha bir örnek yakaladığı anda bebek bir hareket ri yıp zevki sürdürmeye çalışırdı. Ya da etrafındaki nesnele ası nede ettirmeyi ·sürdürdüğünde ona zevk veren örneğin kaybolm alma keyif sürekli , ılmazsa niyle ağlardı. Böyle bir kayıpla karşılaş dan daha durumu ertelenir ve bebeğin hareketini elde ettiği doyum ı biçimde karmaşık bir şey yönetir. Oluşturulduktan sonra istikrarl işi gev sahiplen muhafaza edilen örnek durum anlamında benliğin en bir ör şer ve bebek yeni bir örnek, ona zevk veren ya da vermey arda yaka nek duruma geçme riskini üstlenir. Piaget, bu tür duruml rin ilk bebekle zaman, ı ladıkları yeni örneklerden hoşlanmadıklar denedikleri örneği yeniden oluşturmak yerine üçüncü bir alternatif a ni gözlemlemiştir. Bu çabalar da oyundur. Oyunda bebek, alıkoym benlik da, a anlamd Bu arzusuyla arasına bir mesafe koymaktadır. mesafeli faaliyette bulunmaktadır. aya başla Benlik mesafesi çocukların birbirleriyle oyun oynam e anlaşıp üzerind rın çocukla dıkları noktada yeniden gelişir. Oyun, gelerek bilinçli olarak benimsedikleri eylem ilkeleriyle bir araya
gerçekleştirdikleri bir etkinlik şeklinde tanımlanabilir. Oyunun top lumsal bir sözleşme olarak ortaya çıkması çocukların içinde yaşa dıkli:ırı farklı kültürlere de bağlı olarak, farklı yaş dönemlerine rast
lar; ama dört yaşına gelen çocuklar, tüm kültürlerde, bu tür sözleş meler yaparlar. Şimdi de dört buçuk, beş ve altı yaş çocuklarının misket oyun ları sırasında benlik mesafesinin nasıl yaşama geçirildiğini görelim.
(Bu gözlemler, yazarın birkaç yıl önce Chicago Üniversitesi Sosyal Psikoloji Laboratuvarı 'nda yapmış olduğu çalışmadan elde edil miştir.) Misket oyununda amaç öteki oyuncuların tüm misketlerini
4118 ele geçirmektir ya da başka tür kurallar geçerliyse, öteki oyuncula
B u kurallar iki nedenle benlik mesafesi edimleridir. Birincisi, başkaları karşısında üstünlük ertelenmiştir. Oyunculardan birinin hile yaptığı anlaşılınca çocukların nasıl öfkelendikleri buna çarpıcı bir örnektir. Çocuklardan biri, öteki çocuklara karşı, kurallara bağ lı kalarak sağlayabileceğinden daha fazla bir üstünlük sağladığı za man oyun her oyuncu açısından bozulmuş görünür. Böylece, her ne kadar oyunun oynanına gerekçesi üstünlük sağlamak ise de bir ço cuk oyunundaki ortak kurallar, çocuğun ötekilere üstün gelmesiyle alacağı zevki belli bir mesafede tutar. Kuralların benlik mesafesi fiillerine dönüştüğü ikinci durum,
oyuncular arasındaki beceri eşitsizliklerinin denetimiyle ilgilidir. �
rın tüm misketlerini oyun alanı dışına atmaktır. Yetişkin gözlemci nin oyunun kurallarını basitleştirme girişimi çocukların direnişiyle karşılaşır. Yapmak istedikleri, tam tersine oyunun kurallarını daha
çocuk, burada altı yaşındakine göre fiziksel dezavantaja sahiptir.
da karmaşıklaştırmaktır. Eğer oyun amaca giden yolda yalnızca bir araç olsaydı, davranışlarının bir anlamı olmazdı. Kazanmak, çocuk
yük yaştaki çocuklar küçüklerin ilk elde elenınemeleri için hemen
ların oynamasında bir nedendir, fakat oyunun kendisi için değildir; kuralların çocukların istediği biçimde karmaşıklaştırılması kazana nı belli edecek sonu mümkün olduğunca geciktirir.
Örneğin, misket çok uzak bir noktada duruyorsa, misketi düz atıp
hedefi vurabilmek için güçlü kaslara ihtiyaç vardır. Dört yaşında bir Küçük çocuklarla uzak mesafeli misket oynanması istenen daha bü kuralları değiştirmeye karar verirler. Yaşı büyük olanlar bir "handi kap" icat ederek oyuncular arasında eşitliği sağlarlar ve oyun da uzatılmış olur. İşte, bir kez daha kurallar çocukları kendilerini doğ
Çocuklar için salt oyun olsun diye oynamaktan zevk duymaları anlamında "serbest" oyunun olamayacağı da doğrudur. Çoğu Batı
rudan öne sürmekten ve ilk elde üstünlük sağlamaktan alıkoymuş
lı oyunlarında olduğu gibi mutlaka bir son, kazanmaya ilişkin bir kural ve Çin oyunlarındaki gibi oyunu bitiren bir kural olmalıdır.
Oyun oynanırken, kuralların yumuşaklığı toplumsal bir bağ
tur. Benlik mesafesi burada da oyunun yapısını belirlemektedir. oluşturur. Çocuk yuvasında altı yaşındaki çocuk dört yaşındaki baş
Huizinga'nın sınırlı ve "yalıtılmış" bir şey olarak oyun tanımı akla geliyor; özel bir zaman ya da son duyusu, bu etkinliği oyun dışı
ka bir çocuğun elindeki oyuncağı almak istediğinde onun kafasına
davranışt"'!' ayırır. Modern Amerikan ortamında çocuklar açısından misket oyiınunda oyun edimini meşru kılan şey kazanmaktır. Oysa
ket oynamak istediği zaman da ona karşı ezici bir zafer isteği taşı
oyun sırasındaki özel edimler hep kazanmayı ve oyunun sonunu ge
"uyduruyordu". Oynamak, benlikten özgürleşmeyi gerektirir;
ciktirmeye yöneliktir. Çocukların bu geciktirmeyi gerçekleştirme ve oyun durumunu muhafaza etme araçları oyunun kurallarıdır. Misket oyunu , görüldüğü gibi karmaşık bir meseledir. Ancak kurallar koyarak, çocuklar dışarıdaki oyun dışı dünyadan kurtulur lar. Kurallar ne kadar karmaşıklaşırsa, çocuklar o kadar uzun süre özgür olurlar. Fakat sonsuz bir durum olarak özgürlük çocukların hedeflediği ş,ey değildir; misket oyunu kuralları genellikle başlan gıçta karışık olur, ama gösterişli bir ara dönemden sonra daima çok
açık sonlandırıcı vuruşlar belirlenmiştir.
vuruyor ve zorbalıkla istediğini alıyordu. Onunla uzak mesafe mis masına karşın, aralarındaki güç farkını ortadan kaldıran bir durum ne
var ki bu özgürlük ancak oyuncular arasında daha başlangıçta güç eşitliği kurgusunu tesis edecek kurallarla yaratılabilir. Bebek ve çocuk oyunu, farklı araçlarla aynı sonuca ulaşır. Be bek, beşiğinin üzerinde oluşan şekillere uzanıp onları dağıtarak, ya ni süregiden bir zevk anını erteleyerek benlik mesafesine ulaşır. Al
tı yaşındaki bir çocuk ise öteki çocuklarla oynarken, ilk anda onlar
karşısındaki üstünlüğünü geciktiren ve ortak güçlerin kurgusal bir cemaatini yaratan örnek durumlar oluşturarak benlik mesafesine ulaşır.
Tamamlanmamış fiziksel ve duygusal gelişimleri nedeniyle ço-·' cukların kapıldığı hayal kırıklığı [frustration] ile çocuk oyunlati; aras' d ne gibi bir ilişki var? Bebekler için, çevre ile her karşı!zj , n. � _ m� buyuk rıskler le yüklüdür; daha önce hiç yapmamış olduğu şey: ·• len yapacaktır ve bunların kendisini yaralama ya da eğlend inne olasılıklarından habersizdir. Oyun davranışı hayal kırıklığına uğra·. ma korkusunun riske girme isteği tarafından yenilgiye uğratıl dığı noktadır. Fakat riske girme de kolayca yenilgiye uğratılabilir. Pi aget' nin çocuğu yukarıdan sallanan renkli oyuncaklarını döndür ür ken rastlantıyla güneş ışığı tam gözüne gelseydi, canı yanaca k ve ,. IO bebek o an için oyuncakların ipini elinden bırakacaktı. Konuş ulabi- . · lece düzeyde bir dile kavuşmak, önceden bilinmeyen deneyi nıle . rın rıskinı azaltmada kritik bir dönemdir; çünkü bebek artık dene me-yanılma yöntemine ya da anne babalarca getirilen açıklan ması güç yasaklamalara güvenmek yerine öteki insanlardan bu risklere ilişkin bilgiler edinebilir. Buna karşın, 4-6 yaş grubu oyunları riske girme niteliğini korumaktadır. Dört yaşındaki bir çocuk normal şartlarda altı yaşındaki çocuğun yapabileceği ve yap'mak isteyec eği şeyl:rden uzak tutulacaktır. Oysa, oyunda, onunla eşit olma ve baş ka bır koşulda tanıyamayacağı bir sosyal durumu keşfetme şansına sahiptir. Riske girme sorunu önemlicfu, çünkü çocukların oyun sırasın da öğrendikleri benlik mesafesinin yeni bir karmaşık boyutunu anla mamızı sağlayacak bir araçtır. Oyun üzerine Freudçu yapıtların bü yük bölümü oyundan alınan zevki çocukların "gerçek" dünya da ya şadıkları hayal kırıklığı duygusunun ve sınırlamaların karşıtı olarak görmektedirler. Aslında oyundaki risk endişe yaratmaktadı r ve sü rekli yenilen çocuklar için de hayal kırıklığıdır oyun. Fakat sonuç _ de, Freud'un deyimiyle ta çocuklar yıne "sanki gerçeğe geri çağn lıyorlarmış gibi" oyunu _bırakmazlar. Hayal kırıklıkları onları oyu na daha da fazla çeker. Ozellikle bu özel alanda benlikle arada bir mesafe olduğu için, hayal kırıklığı yüzünden çekilme, hayal kırık _ lıgının yarattığı tepkisizlik sendromları ortaya çıkmaz. Bir duruma ilişkin hayal kırıklığını, o durumla ilgili gelism elere sürek i ilgiyi v o d rumdan belli bir zevk almayı yalnız ca ldukça � � sofistike yetışkınlerın aynı anda yaşayabileceklerini sanırız . Çocuk lar da oyun sırasında bu karmaşıklığı yaşarlar, fakat çoğu yetişkin ·
�
�
�
sağ ilerideki yaşamında bunu yitirir; çünkü oyuna devam eıınesini var ında yaşam nin layacak bu dengeli, sofistik şartlar çok az yetişki e dır. Oyun oynama fikrinde birleştikleri zaman çocuk!� benım� ın dikleri sosyal anlaşma risk, hayal kırıklığı ve doyum saglam�ın : nı ılgilerı larını, celikli bir karışımını içerir. Çocuklar hayal kırıklık durumun kendisi üzerinde yoğunlaştırarak, oyunun kurallarını ger misket çeğin kendisi gibi görerek hafifletirler. Örneğin, bir çocuk _ oyu� bır başk oyununda devamlı kaybediyorsa, yaşadığı üzüntü ' lıoynamayı önermesiyle hafiflemez. Oysa oyunun ıı:nacı gerçek ı, - in" verdig·i hayal kırıklığı hissinden kaçmayı saglamak .olsayd 4 1 1 g erh , yerme bunu önermek yapılacak en mantıklı şey olurdu. Bunun n oyunu kesin kazanma şansının eşit olması için öteki oyuncularla Bu aktır. arayac i zemin a anlaşm de kurallarının değiştirilmesi yönün b�_ r soyut a anlaşma arayışı sırasında, her oyuncu kuralların oldukç kırıklıgı düzeyde tartışıldığı geçici _bir erteleme içine girer. Hayal "duruma hissi benlik mesafesini ve Lionel Festinger'in deyimiyle, körükler." ba<>lıl " ığı" e tetik Oyunun kurallarının niteliği üzerinde yapılan ç ışma, � nı edıcı ıfad ımın uzlaş bir n � öncesi çalışmadır. Bu çalışma, varıla sı anma ara·ın teliği üzerinde durur ve bir çocuğa uzlaşılan bu kurall e meY,e hazır nı öğretir. Onu belli türde bir estetik çalışmaya� .ı�ra e y�n�ltme ıçerıg ettıgı lar; çünh.ii çocuk kendini bir "metnin" ifade , egını _erte ıs yi öğrenir. Oyun çocuğa, hemen o an ?yuma _ulaş�� _ zaman, ıfade lediği ve bunun yerine kuralların içerıgıyle ılgılendıgı _ _ ka yetenegı n ülasyo ettiği şeyler üzerinde bir denetleme ve manip cı hesabın zanmayı öğretir. Oyun sırasındaki anlık bir zevk ya da � _ eylemler dan ne denli uzaklaşırsa, bir durumun denetırnıne ılışkin ek liştirm ge ı" kulağ cü de 0 denli gösterişli olur. Müzisyenler "üçün _ kazan yetıyı ten söz ederler. Bu bir kendini duyma yetisidir ki bu sıııız; dıihnızda pratik yaparken aynı kalıpları üst üste tekrarlamaz asıdır koyrı: esi mesaf bu kişinin kendisi ile eylemleri arasına benlik ve bşı bır ki, sanki bir başkasının icrasını duyuyormuş gibi olur çı g ı çizginin neyi yansıtmasını bekli�orsa onu yansıtana :.k � � ? u ku uçunc , oyun adım adım veniden biçimlendırır. Çocuklukta yetişkinlik lak" inancU:ın ve ilk deneyimlerinin geliştirilmesiyle, arı eylemı dönemi estetik çalışmasına bir hazırlıktır. Oyun kurall sel denitelik onu nesnelleştirmek, ona belli bir mesafe koymak ve
�
�
�
;.
�
�
�
ğişiıne uğratmak için ilk şanstır. Oyun, "üçüncü kulak" inancını geliştirmenin yanında, bir başka şekilde de icraya hazırlar. Çocukları, ifadenin yinelenebileceği fik rine alıştırır. Laboratuvar ortamında çocuklara oynadıkları oyundan
söz etmeleri istenip oyunun "başıboş ortalıkta gezinmekten" ne gi bi farkları olduğu sorulunca, alacağınız tek yanıt "bir oyunda, her şeye yeniden başlamak zorunluğu yoktur" olacaktır. Bence bu söz leriyle, oyunlarını oynarken yinelenebilir nitelikte etkinliklerin var olduğunu anlatıyorlar, oysa ortalıkta başıboş gezinirken birbirleriy
ğını öğrenirler. Örneğin, bir labirent oyununda normal olarak bir birlerine karşı saldırgan tutum içinde olan çocuklar oyunu değiştir meleri gerektiği anda birden aralarında rekabet yokmuş gibi birbir lerine .yakınlaştılar. Sosyalleşme yeteneği ve kural oluşturma ara sındaki ilişki, altı yaşındaki çocuk ile dört yaşındakinin aralarında oyun oynarken de ortaya çıkar; altı yaşındaki çocuk oyunu eşit ko şullarda oynayabilmeleri için kendine uygun bir "handikap" icat eder. Davranış bilimcilerinin iddia ettikleri gibi, oyun, çocuğun çevre
le her türlü deneme-yanılma ilişkisini yaşamaları gerekmektedir
ile baş edebilmedeki genel güçsüzlüğüne bağlı olarak, onun dünya
netimi altında olduğu çoğunlukla bir deneme-yanılma sorunudur).
çevre yaratır. Fakat bu çevre ancak kurallara uymak için kendinden
4 12 (altı yaşındakiler için hangi oyuncakların ya da eşyaların kimin de
daki hayal kırıklıklarına bir yanıttır: Çocuk oyunda denetlenen bir -'
Oyunun o an ortaya çıkan bir anlamı vardır, çünkü belli kuralları
bir özveride bulunarak yaşatılabilmektedir. Çocuklardan biri kendi
vardır. Bununla birlikte, bir iki hafta içinde kuralları değişime uğ
liğinden, diyelim ki, kolay bir hedef koyarak, kendisine doğrudan
ramış oyunlarda en son belirlenen kurallara "viikıf olan" çocuklar, aralarına yeni katılan çocuklara kuralların geçirdiği değişimlerin ta rihini aktardıktan sonra onları oyuna başlatınaktadırlar; böylece ye ni gelenler geçerli olan kuralların neyi ifade ettiğini bilirler; kural lar mutlak veriler değil sonradan üretilmiş olduklarından, çocuklar üretimin nasıl olduğunu açıklayarak birbirleriyle sosyal ilişkiler ge liştirirler. Bu bir kere olduğunda artık kural yinelenebilir.
bir doyum sağlaması için, kuralları değiştirirse oyunu bozar. Oyun da çocuk, böylelikle, genelleştirilmiş hayal kırıklığı hissinin yerine, bu hissin daha sınırlı ve belirli bir biçimini, geciktirmeyi koyar ki bu da oyunun yapısını belirler ve oyuna iç gerilimini, yani "dra ma"sını sağlar. Gerilimin kendisi oyunda çocuğun ilgisini canlı tu tar, besler.
Çocukluk dönemi oyununun içeriği ironik bir şekilde yetişkin
Diderot'nun ifade teorisinde iki iddia öne sürülür: - İlki, estetik
oyunlarından çok daha radikal bir soyutluk taşır. Çocuk oyun oy
bilmesi, dµzeltebilmesi ve geliştirebilmesi için ifadeleriyle araya
ga'nın deyimiyle, onu "yalıtır." Çocukların oyunda oyuncaklarını
ifadeler yinelenebilir ifadelerdir; ikincisi, birey, Üzerlerinde çalışa
narken oyun alanı dışındaki dünyaya kapılarını kapatır; Huizin
yeterli bir .ımesafe koyar. Bu estetik çalışmanın kökeni, çocukluk
ve diğer nesneleri olduğundan başka şeyler gibi görmelerinin nede
dönemi oyunlarında benlik mesafesinin öğrenilmesinde yatar. Ben
ni budur. Oyun oynayan bir yetişkinin ise oyunda alternatif bir dün
lik mesafesi oyunları yoluyla çocuk kuralları yineleyerek işletebile
yada gibi davranması gerekmez; oyun dışı dünyada var olan aynı
ceğini ve lturalların değiştirilemez doğrular olmayıp, kendi deneti
simgeler ve anlamlar kalabilir, yalnızca yeniden tanımlanmaya ko
mi altındaki uzlaşımlar olduğunu öğrenir. Duyguların takdiminin
nu olurlar. Örneğin, kahvehanede kullanılan özenli konuşma kalıp
kökleri aileden öğrenilenlerde değil, oynanan oyunlardadır. Anne
ları daha farklı toplumsal ortamlardaki konuşma kalıplarına alterna
babalar kurallara uymayı öğretirler; oyun ise 1.-uralların biçimlendi
tif olmaktan çok.eşit mevkilerde olmayan insanlar arasındaki söy
rilebilir olduğunu ve ifadenin kurallar koyulduğu ya da değiştirildi
lemin serbestçe akışma zemin sağlamak gibi özel bir amaca hizmet
ği zaman ortaya çıktığını öğretir. Dolaysız haz, dolaysız alıkoyma
ediyordu. Sonuç toplumsal bir kurguydu; insanlar, o an için, arala
ve doiaysız üstünlük askıya alınmıştır.
rındaki farklılıklar hiç yokmuş "gibi" davranıyorlardı.
Benlik mesafesi ifadeye ilişkin belirli bir tavır oluşturur; aynı
Beşinci bölümde görmüş olduğumuz gibi,
ancien regime'de ço
şekilde öt,eki insanlara yönelik de belirli bir tavır oluşturur. Çocuk
cuğun oyun dünyası yetişkinlerin oyun dünyasından ayrılmaya baş
lar oyunda birliktelik ilişkisinin kuralları birlikte koymaya dayandı-
lamıştı. Elinde oyuncaklarıyla çocuk, artık kendine has oyunları
olan yetişkin insandan ayrılmıştı. Rol yapmaya ve duygul arın tak dimine ilişkin ancien reginıe ilkeleri yetişkin toplum içinde giderek yok oldu; yaşam döngüsü içinde yeni bir ritm doğdu. Çocuk yetiş kin kültürünün ciddi işlerine bulaştıkça, çocukluktan yetişkinliğe
geçiş, oyun alışkanlığının yitirilmesine dönüştü. Huizin ga 'nın altı nı çizdiği gibi, yetişkin dönemimizde başkalarını oyun oynark en iz lemeyi "gevşetici" buluruz, spora tutkun da olabiliriz, fakat bu tür gevşemeleri büyük ciddiyet taşıyan "gerçekliğin" uzağın da duran bir dünyada yaşarız. Gerçeklikte oyun duygusunun yitirilm esi, bu bölümün başında Freud'u n ifadeleriyle de somutlaştınldı<> bı gibi, bir 4 kayıp ya da daha kesin olarak bastırmadır; çocukluktaki sosyalleşebilme ve aynı zamanda da ifadenin niteliğiyle ilgilene bilme güçle rinin bastırılmasıdır.
Çocuğun içine itildiği kültür bu meziyeti nasıl baskı altına al maktadır? Kişidışı bir alanın tarihsel kaybı, oyun güçleri yle baş edebilmek için ne tür psişik güçleri seferber eder?
lir. Bilinçdışı teorisinin orijinali Freud'a ait değildi; bu düşünce da
ha gerilere, Herakleitos' a kadar gider. Orijinal olan, onun, bilinçdı şı. psişik süreçler teorisini bir yanda bastırmaya öte yanda da cinsel
liğe bağlamasıydı. Freud bilinç yokluğunun iki boyutlu psişik bir fenomen olduğunu, günlük yaşamda elde edilemeyen şeyleri bir tür bastırma yöntemi olduğunu ve yaşamın, var olmak için bilinçli bir eklemlenmeye ihtiyacı olmayan bir biçimi (libidinal enerji) olduğu nu görebilen ilk kişiydi. Yüzyılımızda, psikanalizin kuruluşunda temel alınan klinik ve riler giderek azalmıştır. Histeriler ve histerik oluşumlar elbette hilla . 41' .. de gegörülmektedir, n e. var ki artık sıkıntı semptom1arı arasında on len bir sınıfı.oluşturmuyorlar. "Şikayetlerin" artık rutin şekilde gel
meyişinin basit bir yorumu geçen yüzyılın cinsel korkularının ve bilgisizliğinin artık etkisini yitirdiğidir. Bu, bir nokta dışında oldukça esinlendirici bir açıklamadır; cinsel korkular hilla ortadan kalk mamıştır, kısmen "karakter bozuklukları" olarak adlandırılan yeni biçimlere bürünmüşlerdir. Bununla anlatılmak istenen, söz konusu
B.
NARSİSİZM B U ENERJİYİ ZAYIFLATIR
Histeri, 19. yüzyılda ruh doktorlarının karşılaştıkları en yaygın so rundu. Histerinin yaygın ve hafif olan biçimi, insanla rın, özellikle . de burjuva kadınlarının bastırmayı başaramadıkları gerilim lerinin fiziksel dışavurumu ohm çeşitli "şikayetler"den oluşuyo rdu. Bu si nirsel düzensizliklerin varlık nedeni Viktoryen cinsel iffetinin de ötesinde bir şeydir; bu dönemin kültürel ortamında aile içindeki du rağan görünümlerin korunması yönünde büyük bir baskı olduğunu görmekteyiz; öyle ki, kaos içindeki toplumda ailenin kendisi başlı başına bir düzen ilkesiydi. Bu görünümler düzenlemesin in karşısın da ise duyguların iradedışı dışavurulmasına dair korku ve inanç yer
alıyordu. Özetle, histerik düzensizlikler, kamusal ve özel yaşam arasındaki farklılıklardaki ve her ikisinin istikrarındaki, bir krizin, evet abartmıyorum bir krizin, semptomlarıydı. Psikanalitik teorinin temelleri bu histerik semptomların incele
mesine dayandırılıyordu ve mantıken de öyle olmalı ydı. Gizli, ira dedışı ve denetim dışı olana uzanan bir teori, doğall ıkla bir denetim ve düzen yüzeyinin altından püsküren klinik verilerle işe başlayabi-
kişiyi acı çeken, sıkıntısını somut bir simgeye dönüştüren bir kişi olarak açıkça belli eden bir davranışla ·kendini göstermeyen psişik sıkıntıdır. Sıkıntı kelimenin tam anlamıyla biçimsizlik halidir: Bir bağlantısızlık ya da dağılma, eylemlilikten kopma duygusıı ki bu nun aşırısı şizofrenik dili doğurur; rutin tarzında ise eylemliliğin tam ortasında bir anlamsızlık hissi vardır. Boşlukta olma, hissede meme durumu mekanik bastırma nosyonlarıyla kolay kolay kavra namaz. Semptomolojideki bu değişim psikanalitik düşün�yi yeni bir tanı dili bulmaya ve psikanalizin ilk yıllarında üzerinde durul
;rueri genişletmeye zorladı; çünkü o zamanki sıkıntı ile
mayan teri
ilgili geçerli klinik deneyimler bunların eklemlenmesini talep etmi yordu. Bağlantısızlık ve boşluk hissi gibi karakter bozukluklarında bel
li bir yaklaşım sağlamak için bir grup psikanalist daha önceki teori
de ikincil önemde rolü olan narsisizm nosyonlarını genişletmeye
çalıştılar. Freud'un 19 14'te konuyu ilk kez resmi olarak ele alışı er ken dönem çalışmalarının ilginç bir bölümünü kapsamaktadır. Bu çalışma Freud'un Jung'la yürüttüğü· tartışma çerçevesinde kaleme alınmış ve Jungcu teorinin ilksel süreçteki arketipik imgelerine kar şı narsisizm teorisinin bir silah olarak kullanıldığı gizli bir gündem-
·
le sınırlı kalan Freud bu imgelerin var olamayacağını göstermek is temiştir." Narsisizme ilişkin yeni yaklaşımın ne olduğu üzerine bir fikri miz olması bakımından, daha gerilere, ona temel oluşturan eski mi te dönmemizde yarar var. Narkissos bir su birikintisi üzerine eğil diğinde suya yansıyan görüntüsünün güzelliği ile kendinden geçer. Ona dikkatli olmasını söylerler, ama o hiç kimseye ve hiçbir şeye aldırış etmez. Bir gün kendi imgesini okşamak için iyice eğilir ve düşüp boğulur. B u mit, kendini sevmenin kötülüklerinden daha baş ka bir anlam taşıyor; bu, yansıtmanın, bir gerçeklik olduğu halde
4 1 6 benlik imgeleri yoluyla kavranabilen dünyaya tepki verilmesinin
tehlikesidir. Narkissos mitinin iki yanlı bir anlamı var: Kendine dö nüklüğü kendinin ne olduğuna ve ne olmadığına ilişkin bilgi edin
mesini engellemektedir; bu kendine dönüklük kendine dönen kişiyi de yok etmektedir. Sudaki yansımasını gören Narkissos suyun öte ki olduğunu ve kendinin dışında olduğunu unutur, onun tehlikeleri ni göremez. Bir karakter bozukluğu olarak narsisizm güçlü bir benlik sevgi
ne ölçüde uygun düştüğü ile ilgilidir. Narsisizm üzerine yazılanla rın büyük bölümü sosyolojik betimlemelerdir; fakat bunların yazar ları bu olgunun ayrımında olmaksızın sanki sadece psişik yaşamın daha önce yeterince ele alınmamış olan bir boyutunu meydana çı karıp. açıklıyorlarmış gibi yazarlar. "Büyüklenmeci benliğin" dünyadaki "nesnelerle" (bununla kas tettiği hem kişiler hem de fiziksel nesnelerdir) ilişkisi üzerine yü rüttüğü tartışmada Kohut, böyle bir kişilik yapısının benliği, "yetiş kin birinin başkalarıyla ilişkisi ve başkaları üzerindeki denetimin den çok, kendi bedeni ve aklı üzerinde olmasını beklediği deneti me" göre dünyayı görmeye yönlendireceğini öne sürer. Sonuç, ben!iğe göre dünya yorumunun insanı "genellikle böylesi narsislik 'aşk'ın nesnesinin, öznenin beklentileri ve talepleri karşısında ezil diği ve köleleştiği sonucuna götürdüğüdür". Büyüklenıneci benli ğin nesnelerle olan bu aynı ilişkisinin bir başka boyutu terapide "ayna" aktarımı ve daha genel olarak da Öteki'nin, benliğin bir ay nası olduğu bir gerçeklik anlayışı halini alır."' Bu şartlarda biçimlenen benlik, bizi hep ilgilendirmiş olan kişi
sinin tam zıttıdır. Kendine kapanma doyum sağlamaz, benliğe zarar
lik ve kültür tarihine uyum göstermeye başlar; bu, öyle bir benlik
verir; benlik ile öteki arasındaki sınırın silinmesi yeni ve "başka"
tir ki, onun için anlamın sınırlan ancak aynanın yansıttıkları ölçü
olan hiçbir şeyin hiçbir zaman benliğe girememesi anlamına gelir;
sünde genişleyebilir; yansıtmada tereddüt ve duraksama olur da ki
benlik sillnip süpürülmüştür ve kişinin ötekinde kendini gördüğünü
şidışı ilişkiler başlarsa anlam da yok olur. Bu uyum ikinci bir yolla
ğ
düşündü ü an' a kadar dönüşüme uğramıştır, ardından da anlamsız
giderek güçlenir. Narsisizm üzerine klinik veri analizlerinin büyük
hale gelmiştir. Narsisizmin klinik profilinin aktif bir etkinlik olma
bölümü eylemlilik ile itki arasındaki bölünıne üzerinde odaklan
yıp pasif bir davranış şekli olmasının nedeni budur. İlişkiler kadar, sınırlar, limitler ve zaman biçimleri de silinir. Narsis kişi deneyim lere aç değildir, deneyime açtır. O deneyimde hep kendi kendisinin bir ifadesinin ya da yansımasının peşinden koşar, her bir özel iliş kiyi ya da anı değerden düşürür, çünkü kendisinin kim olduğu so rusuna asla yeterli yanıtı alamayacaktır. Narkissos miti tam olarak şunu yakalar: Kişi benliğinde boğulur; bu entropik bir durumdur. Narsisizm fikrine yeni anlamlar kazandırma çabası en fazla He inz Kohut'un yazılarında görülür. Heinz Kohut'un, narsislik karak ter bozukluğunun giderek daha fazla öne çıkması gibi bir fenomeni tanımlamak için yeni bir dil bulma uğraşının böylesine ufuk açıcı
mıştır. "Gerçek duygularım nelerdir?" sorusu, bu kişilik profilinde, kendini giderek ayırır ve "Ne yapıyorum?" sorusunu hükümsüz kı lar. Otto Kernberg tarafından derlenen tanı profili, eyleme negatif bir değer verilen ve duygu tonlarının çok önemli olduğu bir kişilik türünü betimler. Başkalarının güdülerinin sorgulanması benzer şe kilde onların eylemlerinin değerli bulunınamasını getirir; çünkü önemli olan onların ne yaptığı değil, fakat onlar şunu ya da bunu yaparken neler hissettiklerine ilişkin kişinin fantezileridir. Gerçek böylece "gayrimeşrulaştırılmaktadır" ve sonuç olarak, başkalarını fantezi güdülere göre algılarken, kişinin onlarla yaşadığı gerçek ilişkiler duygusuz ya da renksiz olur."
olması, geniş toplumsal süreçlerin işin içine ne ölçüde katıldığı ve
B u da bize hiç yabancı değildir. Bu, güdülenim olarak Ben'dir;
uzun etimli kültürel evrimin sonuçlarını açıklamada bir dil olarak
eylemleriyle değil itkileriyle ölçülen bir benlik, geçen yüzyıl orta-
7'
sında sınıf mücadelesinin bir anında politik biçimiyle belirmeye
onun terinılerini karmakarışık yapmak istiyorum, çünkü analistin
başladı ve şimdi de politik meşruluğun çok daha genel bir kaidesi
toplumsal ve tarihsel gerçeklik anlayışı yeterli değildir. Modem
lerin paylaşılması, yüzyılın sonlarında kendine özgü bir cemaat an
nabilmeleri için narsis olınalan gerekir. Çünkü gerçeklik öylesine
da yansıdığı oranda paylaşabildiğinden, artık cemaatin yerelleşme-
ların toplumsal yapıları benliğin aynaları olarak görmeleri ve bu ya
olarak hizmet ediyor. Ortak eylemliliğin ardına düşmek yerine itki
layışı geliştirmeye başladı ve şimdi de, kişi ancak benliğin aynasın
sine bağlı hale gelmiştir.
·
Bununla birlikte, psikanalilik açıklamalarda bizzat "gerçekli ğin" narsis normlara tabi olması durumunda neler olduğu sorulmu yor. Bu toplumdaki inanç kaidelerine göre, toplumsal gerçeklikleri
benliğin imgesine ayna tuttuklarında anlamlı bulmak, mantıklı bir "gerçeklik" görüşü sayılmaktadır. Narsis karakter bozukluklarında
ki klinik artış veri alınırsa, analistlerin, şimdi narsisizmi algılayabi liyor olmaları yanında, benliğin içinde hareket etmekte olduğu top lumun, bu semptomların öne çıkmasını körükleyip körüklemediği ni sormamaları şaşırtıcıdır. (Bu sözlerimi dengelemek için psikana lizin kendine özgü tanımlarına o kadar bağımlı olmayan D.W.Win
nicott gibi psikologların bu türden sorulan sormakta daha istekli ol duklarını belirtıneliyim.)'" Nasıl ki geçen yüzyılda kamusal ve özel yaşam krizine düşen bir kültür toplumsal ilişkilerde histeriyi seferber etınişse, şimdi de ka musal olana güven duymayan ve gerçekliğin anlamının bir ölçüsü olarak mahrem duygunun yön verdiği bir kültür, toplumsal ilişkiler de narsisizmi seferber etmektedir. Sınıf, etniklik ve güç kullanımı gibi sorunlar bu ölçüye uymadığı zaman, yani ayna olına işlevini yitirdikleri zaman, ilgi uyandırmazlar ya da tutku yaratınazlar. Ger çekliğin narsislik bir uyarlamasının sonucu, yetişkinlerin ifade güç lerinin azalmasıdır. Yetişkinler gerçeklikle oynayamazlar, çünkü onlar için gerçeklik ancak bir biçimde mahrem ihtiyaçların aynası olmayı vaat edebildiği sürece önemlidir. Çocukluk döneminde
toplumsal yaşamda yetişkinlerin toplum normlarına uygun davra yapılanmıştır ki, ancak onun yapılan içinde davranıp çalışan insan pıları kişiliklerden bağımsız anlamları olan biçimler şeklinde ince lemekten vazgeçmeleri ölçüsünde düzen, istikrar ve ödül ortaya çı kar. Narsislik kaygı ve sıkıntının toplumsal kurumlarca yaratılması
genel bir süreç olarak iki çizgide gelişir. Öncelikle kişinin kururiı 4 /9 içindeki eylemleriyle kurumun onun doğuştan sahip olduğu yete
nekler, karakter gücü ve benzerlerine ilişkin, değer yargılan arasın
daki sınırlar silinir. Yaptığı şeyleri ne tür insan olduğunu göstermek
için yapıyor göründüğünden, kişinin benlikten belli bir uzaklığı
olan eylemlere inanması güçleştirilınektedir. Narsisizmin seferber
edildiği ikinci durum, benliğin doğuştan niteliklerine odaklanmanın
başarılan belirli eylemlerden çok eylem potansiyellerine dönük ol
masıyla ortaya çıkıyor. Yani, değer yargıları, kişinin şu anda yap
makta olduğu ya da şu ana kadar yapmış olduğu şeylere gqre değil,
neler vaat ettiğine göre oluşturuluyor. Bu şekilde yargılanan kişi,
bunu ciddiye alınası ölçüsünde, yalnız kendisiyle ilgilenecek ve dünyayı nesneleri farklılaştırmama [non-differentation of objects]
ve gerçekleştirilmemiş eylem içinde özümleme açısından yorumla yacaktır: Bunlar analistin bireysel bir karakter bozukluğu olarak görme eğiliminde olacağı özelliklerdir. Söz konusu toplumsal nornıların bir örneği olarak, şimdi de sı nıfsal alanda, özellikle de 20. yüzyılın teknolojik bürokr��ilerinde yeni bir orta sınıfın belirmesi sürecinde narsislik kaygının 'nasıl kö rüklendiğini daha yakından görelim.
oyun deneyimiyle benlik mesafesinin ve neyin aynı anda hem ifa de hem de sosyalleşmeye elverişli olduğunun öğrenilmesi, yetişkin likte zıt bir psişik ilkenin kültürel canlandırılmasıyla aşırı düzeyde güç kazanır. Klasik analist için bu, terimlerinin karmakarışık edilınesidir
adeta; yetişkinlik ve benlik mesafeli bilgi ona çocukluğun arkaik narsistik enerjilerinin aşılması olarak görünecektir. Ben de tam
C.
NARSİSİZMİN SEFERBER EDİLMESİ VE YENİ BİR SINIFIN DOÔUŞU
20. yüzyıl, kol emeğine dayanmayan, bürokratik emek çağı olarak anılır. Endüstrileşmiş ülkelerin çoğunda kol emeğinin endüstriyel
işgücü içindeki yüzdelerinin düştüğü doğrudur. Bürokratik yapının alt kademelerinde beyaz yakalıların çalışmalarının yaygınlaştığı da doğrudur. Kol emeğinin ortadan kalkması şeklinde görülen şey,
gerçekte kol emeğinin sekreterlik, dosyalama ya da benzeri hizmet- . Jere dönüşümüdür.
Kimi yazarlar bu değişimi burjuva sınıfların orta sınıflara, clas ses moyennes'e dönüşümü şeklinde tasvir ediyorlar. Aynı sınıf için
de muhasebecide!) bankacıya kadar uzanan yelpazeden ton farklı lıkları olarak söz edilemeyeceğinin altını çizerken, bürolardaki ida
ri kadrolarla rutin işleri yürüten kadrolar arasındaki uçurumun bü420 yüdüğünü belirtiyorlar. Beyaz yakalılar dünyasını kendi iç proletar yası, zanaatkil.rı, küçük burjuvazisi ve idari sınıfı ile düşünmek ge
rektiğini söylüyorlar.'"
Beyaz yakalılar dünyasındaki bu işbölüınü ile yeni bir sınıf or taya çıktı. Bu sınıf, yarı teknik, yan gündelik işler yapanlardan olu
şuyor: bilgisayar programcıları, mali analistler, borsalarda denetçi lik, simsarlık yapan alt kademede çalışanlar ve benzerleri. Ne ken di becerilerini kendileri için kullanabilen ne de sokaktaki herkesin yapabileceği türden işleri yerine getiren özel bir kategori olan clas
ses moyennes üyelerinin hiçbir grup kimliği olınadığı gibi, kendile
rini betinlleyebilecekleri bir sınıf kültürüne de sahip değiller. Onlar, yeni gelenler [arrivals] sınıfıdır. Aynı zamanda da, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa' da işgücünün en hızlı genişleyen kesimidir.'" Bu sınıfın üyeleri, büyük ölçüde kişiliklerinin de kurumsal bir
tanımı olan, işlerinin kurumsal tanımına tabidirler. Bu kurumsal sü reç karşısında aynı ölçüde güçlü olan çok az geleneğe, ya da zana
at standardına sahiptirler; bu yeni gelenler sınıfı kendileri ile ilgili bu kurumsal tanİınları geçerli kabul ederek, sınıfsal koşullarla kişi liğin böylesi sıkı ittifak içinde olduğu bir durumda anlam ve savun
ma modellerini oluşturmaya çalışırlar. Şirketler beyaz yakalı teknik
dikleri gibi oynayamayacakları, kendilerinden bir parçadır. Narsi sizmin bir kurum tarafından seferber edilınesi ifade edici oyun, ya ni eylemleri yöneten kişidışı kuralların değiştirilınesi ve yeniden oluşturulması unsurunu güçten düşürmeyi başanruştır. Benlik ile çalışma arasındaki sınırlar her şeyden önce şirket için deki yer değiştirme kalıpları tarafından silinir. Beyaz yakalıların iş lerinin yaygınlaşması ve hızla çoğalması işlevsel zorunluluktan çok yeni terfi, tenzil kanalları yaratma ve sahneye çıkan bir organizma olarak beyaz yakalılar bürokrasisi için iş yaratmayla yakından bağ lantılıdır. Bürokratik genişlemenin kendi iç mantığının temelinde, yeni işin eskisiyle ilişkisinin olmaması ya da eskisine benzememe- ' si yatar; böylelikle, terfi etme, iyi başardığınız bir iş için maddi ola rak ödüllendirilmeniz değil, işin fiilen yerine getirilmesini bırakıp o işi yapanların başına geçmek demektir. Tenzil ise önceden yaptığı nız bir işi daha iyi bir şekilde :r:apana kadar o işte kalmanız değil, her şeye yeniden başlayacağınız yepyeni bir işte çalışmaya koyul ınanızdır. Teknolojik yeniliklerin bürokratik genişlemeyle ilginç bir ilişkisi vardır. Örneğin, bir Amerikan şehrinde hastane kayıtlarının bilgisayara geçirilmesi üzerine yürütülen bir çalışına, bilgisayarla ra geçişin hastanede kesilen ve ödenen faturalardaki verimliliği sü rekli düşürdüğünü ortaya çıkarmıştır. Bilgisayarların yerleştirilme leri ve işletilmeleri öyle pahalıya patlamıştır ki, bunların bakımı ve gözetimi için yeni kadro oluşturulınuş, dolayısıyla hastanenin bü yük bir fon arttırma kampanyasına girmesi gerekmiş, büyük mik tarlarda yeni bağışlar toplanmış ve en sonunda da hastaneye yeni bir ek bina yapılması zorunlu olmuştur. Bürokrasi için yapılan har camalar bir bütün olarak arttıkça artarken, beyaz yakalıların alanı nın genişlemesi ve yeni alt birimlere ayrılması yetkililerin bilgisa yar sayesinde hastanenin "modernize edildiğine" inanmalarını sağ lıyordu. Keynes' in yanın yüzyıl öncesinde kestirmiş olduğu gibi,
işçilerine, narsislik özümlemenin her iki normu da ortaya çıkacak
modern bürokrasinin özünde yatan şey, sermayenin, personelin ya
şekilde davranırlar; benlik ile dünya arasındaki sınırlar silinir; çün
da çıktının arttırılmasına gidilmeksizin düzenli kar getiren istikrar
kü işteki konumlan kişisel gücün bir aynasıdır; bununla beraber,
lı, dengeli bir sistemin işletmecileri için ürkütücü olabilmesi ve top
söz konusu gücün doğası eylemde değil, potansiyelde yatar. Yaşam
lum geneli tarafından da "ölü" bir faaliyet olarak görülınesidir.31
larında narsisizmin bu şekilde seferber edilmesi sonucu, teknik
İşlevsel zorunluluk söz konusu değilken salt büyüme amacıyla
emekçilerin, içinde yer aldıkları sınıfa hükmeden disiplin ve tahak
bürokratik genişlemenin bu sınıf üzerinde özel bir etkisi olınuştur.
küm kurallarına karşı koyma yetenekleri yok olınuştur. Sınıf, iste-
Yaptıkları işlerden teknik beceriler kazanmışlardır, fakat profesyo-
ne! becerileri yoktur; bu tür beceriler öyle özel ya da az bulunmak tadır ki, işletmenin iç yapısı yeni alt birimlere ayrıld ıkça ve geniş ledikçe işletme içinde yer değiştirmeye karşı direnebilirler. Buna karşın, her kalıba girebilmeye müsait bir çalışm a tarzları vardır. Her yer değiştirmelerinde yeni beceriler kazanarak işletme içinde gö revden göreve koşarlar ya da resmi olarak bir konumları vardır, fa kat bu konuma ait işin muhtevası, işletme yapıs ı ayrıntılandırıldık ça değişir. Programcı ansızın kendini, aynı maki nesinde çalışsa da, aslında bir tür defter tutma işi yapar bulabilir; ya da büroya yeni bir bilgisayar getirilebilir ve orada bulunan kişi yeni dilde programla mayı bilmediği için üstleri ona basım işini vereb ilirler ki bu iş, ma kinenin çalışmasını sağlayan işlerin aşamasıyla değil, sonuçların derlenmesi aşamasıyla ilgilidir. Ya da satış bölüm ünde teknik mal lar satışıyla görevli bir kişi, yeni türde bir mal geldiğinde daha ön ceden o malı tanımadığı için işletmenin başka bir bölümüne kaydı rılabilir." Bu işlemler sonucunda bürokrasi içindeki konu munu koruma yeteneği belli bir işi ne kadar iyi becerebildiğiyle değil, kimilerini henüz daha öğrenmemiş olduğu pek çok iş becer isine sahip oiınay Ia ilgilidir. Her işi yapma becerisine vurgu aynı zamanda bir insan olarak kişiler arası işbirliği, duygudaşlık ve alışveriş becerileri ya nında işçinin "doğuştan" gelen yeteneğine de yapılan bir vurgudur. Ironik bir şekilde, kişinin yeri uzmanlık becer isine (sözcüğü en ge nış anlamıyla kullanıyoruz) ne denli az bağlı hale gelirse yetenek ve sosyalliğine de o denli değer biçilir. İster devlet sektöründe isterse özel teşebbüste olsun, geniş bü- · rokrasilerde mevki değişimlerini reddetmek bir intihar sayılır. Bu, dşinin inisiyatifsiz olduğunu, daha da kötüsü "katılımcı" olmadı<>ıo lt gösterir. "Değerli" bir eleman nasıl ki bir dizi işin icrasında ye:eneklilik gösteren işçi demekse, ekibin bir parça sı olmak, katılım ;ı ve uysal olmak da bürokratik yapı için değe rli olan uygun kişile 'afası beceriler taşımak demektir. "Esneklik" bu değere takılan po :itif isimdir; ve işbaşındald kişinin işlevsel olarak kendi maddi ko •ulları ile arasında hiçbir mesafenin kalmamış olduğu anlamına ge . ır. Insan olarak doğası, yani "potansiyeli" göz önünde tutularak 'argılanmaktadır. pu şekilde değerlendirilen bir kişi, kişilik ve sınıfsal konum ara-
�ındaki mesafenin silinmesini nasıl algılar? 1 946'dald ünlü maka lesiyle C.Wright Milis bu soruyu yanıtlamaya soyunan ilk kişiydi. "Orta Büyüklükteki Şehirlerde Orta Sınıflar" adlı makalesinde, in sanların sınıfsal olguları kişiliklerine bağladıkça, sınıfsal adaletsiz likler karşısında politik olarak daha az harekete geçtiklerini, hatta daha az öfkelendiklerini öne sürüyordu. Analizi özellikle bürokra tik emekçiler ve öteki orta düzey çalışanlar üzerinde odaklanıyordu ve eğitim, iş, hatta gelirin kişiliğin öğeleri olarak görülmesiyle in sanların eğitinllerinde ya da işlerinde farkına vardıkları haksızlıklara isyan etmelerinin de güçleştiğini gözlemliyordu. Mills 'e göre, sınıf olgusu kişiliğin süzgecinden geçince, ortaya çıkan şey, insanlann "birbirleriyle geçinmelerine" ilişkin problemlerdi. Sınıf sorunları insanlarla ilgili bilınecelere dönüştü. Mills, özellikle insanları ör gütsel ve kişidışı hedefler gözetmekten caydıran şeyin eylemlerin tam orta yerinde, başkalarının ne hissettikleri, dürtülerinin ne olduğu konularına gömülmeleri olduğunu fark etmişti." Savaş sonrası dönemin emek örgütçüleri, bürokrasilerdeki aşağı orta mevkileri, örgütlenmesi en güç kesim; nakit para, yarar ve kar şılıklı yardımlaşma meselelerinden örgüt içindeki kişisel "staW" meselelerine en kolay sapabilen kesinl olarak betimlemişlerdir. Ilk akla o <>elen kesinl olan sekreterlerin durumunda olduğu gibi, kol . emeğine dayanan iş gruplarına kıyasla çok daha kötü koşullardald işlere katlanmaya gönüllü olanlar hep vardır; çünkü bu alt düzeyde ki beyaz yakalılara ait işler "saygın"dırlar, saygın oldukları için de "kişisel"dirler. B-ir İngiliz işçi kesimi örgütçüsünün sözleriyle, "saygın bir kişi oiınayı saygın işin ölçüsü görmek büro emekçileri nin yaşamlarını kurumsal terimlerle değerlendirmek isteıııemeleri ne yol açıyor." Bunun yerini, grup çıkarlarını gözetmekte.isteksiz lik, ancak örgütleyenin yoğun çabalarıyla kırılabilen bir kişisel ya lıtlanma anlayışı alıyor. Yeni sınıflar üzerine yazan yazarlar arasında, insanlarlJl toplum sal konumlarının benliklerinin aynası olduğuna inanmasına "yanlış bilinç" olarak yaklaşmak kanıksanır oldu. Belki de kişinin değişken ve istikrarsız işinin kişiliğinin ifadesi olduğu fikri belli bir bürokra tik işleyişin yarattığı bilinçtir; yani bu işleyişin bizzat işçinin bilin cinde yansımasıdır. İş içindeki konumun sabit olmayan hiçbir şeyi yansıtmayan bir ayna olan benliğin aynası olduğuna ilişkin bu im-
42"
_
ge sınıf sisteminden çıkan narsislik duygunun vardığı ilk sonuçtur.
Fakat, benlik ile mevki arasındaki mesafenin silinmesi, tek başı na, bu karakter bozukluğunda kendini gösteren dağılma hissinin
özel bir işareti olan duyguyu, yani kişinin eylemlerinde asla kendi ni bulamadığı duygusunu ve ilişkilerdeki pasifliği yaratamazdı. İşin
tuhafı, teknolojik classes moyennes içinde, bu pasiflik; işlerinin ba şındayken kendilerini gösteren çıplak ışık karşısında kendileri için psikolojik bir zırh yaratmaya çabaladıkları zaman ortaya çıkar. Di li manipüle ederek direnirler ki bu dil, büyük firmaların hizmet sek
töründe çalışan kol emekçilerinin yanı sıra bizzat beyaz yakalı bü-
424 rokratlar üzerinde yapılan incelemelerde görülen, işbaşındaki ben
liği betimiemede kullanılan bir modeldir. İşbaşındaki benlik "Ben" [I] ve "Bana" [me] olarak ikiye bölünür. Birinci tekil şahıs "Ben",
yani aktif benlik kurumun yargıladığı benlik değildir; "Ben'', emek çinin güdülerinin, duygularının ve itkilerinin benliğidir. Paradoksal
olarak, başarı gösteren ve ödüllendirilen benlik, başa gelen, "bana" olan olaylarla ilintili olarak, pasif dil ile betimlenir. Onlan başaran "Ben" değildir.34 Böylece,, Amerika'da bu tür emekçiler üzerine yapılan bir ince lemeye göl"e, işçiler terfi olayından "onlar"ın "bana" verdikleri bir
şey olarak,' soyut bir biçimde söz ederler; "Ben X ve Y'yi yaptım" ve bir terfiyi "hak ettim"şeklinde konuştuklan çok seyrek duyulur.
Orta düzey işlerde çalışan emekçiler işlerinden söz ederken "Ben" öznesini kullandığında öteki emekçilere ilişkin kardeşçe ilişkilere
ve duygulara açıktır. İşin muhtevası dışında, aktif bir "Ben" mev cuttur; işin muhtevası içinde ise, pasif bir "bana" benliği sarar. Pasif davranış işlevsel bir amaca hizmet eder. Kişi ve işçiyi eşit leyen maddi bir durumda biz herhangi bir şeye yol açmamışız da o başımıza gelmiş gibi davranmak korunmacılıktır. Buna karşın, ak
tif "Ben"in yargılanan, ödüllendirilen ya da eleştirilen aktörden ko parılmasındaki güçlük, işin kendisinin kişinin yeteneklerinin kulla
nılmasının bir sonucu olması durumunda, kişinin şöyle bir çelişki ye düşmesidir: Bir yanda mevki kişiliğin bir ürünü olur; öte yanda
ise kişi işyerindeki deneyinılerini sanki orada kişiliği bürokratik iş lerliğin pasif bir alıcısıymış gibi görerek kendini korur.
Benliğin "Ben" ve "bana" şeklinde bölünmesi, kökeni genel inanç kültüründe yatan şartlardan gelmektedir. Gerçek benlik güdü-
ler ve itkilerin benliğidir; aktif benliktir. Ne ki, toplum içinde aktif değildir; orada pasif "bana" vardır. Bu savunma, insanları Milis ve işçi sınıfı örgütçülerinin yukarıdaki satırlarda duygusuz olarak
�te
ledikleri şekilde davranmaya hazırlar. Bu bölünmede, endüstrıyel psikologların "kayıtsız işçi"yi tahlil ederken yaptıkları karakter bo zukluğu edebiyatında açıkladıkları gibi, uyum bozukluğu ya da nonnal olmayan bir şey yoktur. Mantığı insanların kendi kendine yetme sorunlarıyla meşgul etmek olan bir toplumda hissedebilme nin mantıklı bir yoludur; çalışma ve öteki toplumsal eşitsizlik so runları bu imge etrafında yapılanır. Sınıfsal mevkinin kişidışı ya da dayatılmış göründüğü toplum- -' !arda tanımlanamaz bir mevkide olmak kişisel bir utanç kaynağı de ğildir; kişinin bir işçi olarak işgal ettiği mevkiin iyileştirilmesi ko laylıkla, bir sınıf olarak, öteki kişilerin de konumlannı iyileştirmek le bağlantılı görülebilir. Oysa sınıf kişisel yeteneklerin yansıması olursa, özsaygının mantığı yukan doğru hareketliliktir; hareketli olamamak, kurumsal olasılıkların buna engel olduğu bilinse bile, bir şekilde o kişinin kişiliğini ve kişisel yeteneklerini geliştirmede ki başarısızlığına bağlı görünür. Böylelikle sınıfsal mevki kaygısı ve özellikle de bir sınıftan ötekine sıçrama kaygısı, gerçek ve geliş miş bir kişilik için yeterli olma konusunda duyulan kaygı ile birle şir. Böyle bir düşünceniı1 var olması durumunda benzer mevkide olan başkalarıyla özdeşleşmek güçtür; genelde soyut bir kişi ortak çıkarları kabullenebilir, fakat çıkarların karşılıklı benimsenmesiyle bu çıkarlar için harekete geçen grup arasına bir kişisel yeterlilik kı yaslaması girer. Kişi gerçekten kendi yeteneklerini kullansaydı o zaman başkalarıyla birlikte girdiği kişidışı eylenılerle "kendini kü çültmek" durumunda kalmazdı. Buna karşın, kişinin yetenekleri hiçbir zaman somutlaşmaz ve açığa vurulmaz. Teknik işçiler, benlik ile toplumsal sınıfın iç içe geçtiğine inanı lan bir kültür içinde yaşıyorlar; çünkü herhangi bir kurum içindeki yaşan1 ancak benliği yansıttığı ölçüde bir anlam taşıyor. Bilgisayar programcıları üzerine Fransa' da yapılan bir inceleme bunun için açık bir formül getirir; insanlar kurumda "yabancılaşmayı" değil kurumla "zoraki bağlanmayı" yaşarlar, öyle ki işletmeye ait en sı radan etkinlik bile onların içtenlikle paylaştıkları çıkarlar haline ge lir. Sonuç, insanların toplum içinde sahip oldukları özsaygının de-
rinden sarsılmasıdır. Açıkça dışlarunazlar, ama açıkça kabul de edil mezler; gerçekte berıliğe yönelik tutarlı hiçbir sınır getirmeyen bir gerçeklik içinde geçerlik kazanabilmek için durmaksızın kendileri ni sınarlar. Her kalıba girebilen bu benliğin inanılırlığı nedeniyle, her kalıba girebilen teknolojik emekçilerden oluşan yeni bir sınıfın yaratılması mümkün hale gelir. Fakat aynı şekilde, benliğin ve mevkinin birbirini yansıtan imgeler olduğuna inanılması, iktidar sisteminin ihtiyaçlarının mekanik bir türevi değildir. Üçüncü bö lümde analiz ettiğimiz makine üretimi ve emtiaya "fetiş" olarak . inanma isteği arasında var olan ilişkiyi, her kalıba giren işçilere olan kurumsal ihtiyaç ile emekçilerin her kalıba giren bir benliğe duydukları inanç arasında da görüyoruz. Bunlar tek bir kültürel sü recin iki boyutudur. ikisi birlikte, çalışmadaki pasifliğin belirtileri ni ortaya çıkarırlar; narsisizmin psişik enerjilerini harekete geçiren de bir inanç kültürüyle birleşmiş haldeki bu sınıf yapısıdır. Narsisizmin enerjileriyle oyun enerjilerinin çelişik olduğundan söz ettik. Oyun kavramının "zoraki bağlanma" fenomeni ile dolay sız bir ilgisi vardır. Bu pasif durumdaki insanlar işletmenin kuralla rına karşı koymayı ya da onlarla oynamayı düşünmezler; işletme, yeteneklerini kullanarak içinde yol almaları gereken mutlak ve sta tik bir gerçekliktir. Mesele, işletme yapısından hoşlanıp hoşlanma dıkları değil, onu veri olarak benimsemeleridir. Benimsedikleri öl çüde de onun kurallarını "sorunsallaştıramazlar." Halbuki oyunda başarısızlık halinde yapılan budur. Oyun, kuralların niteliği üzerinde çalışma zevki verir. Narsisizm ise aksine çileci [ascetic] bir etkinliktir. Bunun neden böyle olduğu m anlamak ve çileciliğin etkisi altındaki kişilerin ifade güçlerini 1asıl aşındırdığını görebilmek için, kavramı psikiyatristlerin elin !en çekip alarak yeniden toplumsal ve tarihsel ortam içine yerleşirmemiz gerekiyor. ·
D. NARSİSiZM MODERN ÇAGLAR!N PROTESTAN AHLAKJD!R lünyada saldırgan bir tutumla zevk peşinde koşan, sahip oldukla ından ve kendisinden hoşnut olan, istediğini nasıl elde edebilece-
�
?lmadı sisizmin klinik profili içind ğini bilen egoist bir kişinin nar teorı . Bu paradoks, yıne de analıtik " ının daha önce altını çizmiştik h/d A stan r; ı Pro Çünkü Weber'in . . benzersiz bir buluşu değildir. n ulu form ı klasik yapıtında kullandıg kı ve Kapitalizmin Ruhu adlı tır g nyevi çil�ciliği ' karş� k!lfş.ıy.� : aynısıdır; Weber, egoizm ile "dü muyle cilik analizı ile şımdikı gorunu miştir. .Weber'in dünyevi çile esıne oyl lik alel par omen arasındaki "yeni" olan bir psikiyatrik fen e ımg bır tlu ca tesadüf esen mı, mu güçlü ki, bu benzerliğin yalnız arbu , � ünmeye zorlanıyoruz. Yoks� sel rastlantı mı olduğunu düş ilde şek bır er enl etk l rüre . " ü ortaya çıkaran kül . . ? 427 SiSt kendine dönükltig ır. d mı i hal ş nın canlandırılmı yeni şartlarda Protestan ahliikı e görüşlerı arasında en tanınan � Protestan ahlakı, Weber 'in rüm gu lulu um usu yanlış anlaşılmanın sor en yanlış anlaşılandır. Söz kon ırınenın disine de aittir. Pek çok �leşt okurlarına olduğu kadar ken zaman za derece karınaşıktıı; öyle kı dikkat çektiği gibi, dili son an zaman zam n, kapitalizmin kökenı ike man Protestanlık onun için kayıtlar el ihs çek bir tarib mi, yoksa tar da değildir; çalışmasının ger utlama�ı I!lı fikirlerin entelekrüel bır soy dan alınan belli başlı genel ışmayı bır tur arsızdır. Fakat eğer bu çal olduaunu belirlemekte kar lıyız yap'.t okursak, ki kanımca ok�ma ;. ahl la ilgili hikaye olarak ber ın m'. W dıı Ne . anır kaz ünü � güc : inin . en iyi ve en ateşli bölümler ve kapıtalızmın yükselı esi rilm yiti ) klik toli (Ka in ti? Ritüel bir din ak amacıyla gider: Benliği geçerlı kılm şi genel bir sonuca doğru ut yaşantılar "dünyevi çileciliktir": Som " doyumun yadsınması. Bu gum.:' gos.te ldu ı k, insan, getçek bır kiş � . gos dan zevk almayı yadsıyara kış eneği, güçfü b �. ılıgın yet e ilm yeb ele ert yı ma riyor. Haz duy . zevklerınimlerle, bu, kendını rıtuel rresi sayılıyor. Protestan ter ter" e, �arasını baş afıf dır, kapitalist terırnlerl n arı ahl . gün , ma dır arın en d . . . b edense! lanma yoluyla kendısı. ıçın kul ede tm işle bir ait na kaları rıtu�l Y,a da har Dünyevi çilecilik böylece haz duymayı yadsımadır. ukleşmı� etmektedir. Itki daha ıçe do� cama yoluyla sosyalliği yok kıl re e �ur yasaklamak, kendine ve öte � � . tir. Kendine dünyevi zevki ber çıle� ı�ın bildirimde bulunmaktır. We biri olduğuna ilişkin bir . Çe ıldıgı ın o ethosun doğasına ulaşıy ; doğasına değil, sektiler bir p b�kalarının dini cezalandffan bır. zivada Tanrı huzurunda ken olma�ı tu ünmez; onunki, benlıgın yok gözündeki görünümünü düş n ı bu n Fr ber'in C.alvin'i ya da Be We r. kti cili çile bir den rün
!ın
'.
•
•
.
ak
�1'.lıı
�
�
�
dünyada kişi olarak bir değerleri olduğunu göstermek isteyen çile cilerdir. Çilecilik ve narsisizmin pek çok ortak yanı var: Her ikisinde de "Ne hissediyorum?" takıntısı vardır. Her ikisinde de öteki lere ken di hissettiklerine ilişkin denetimleri ve dürtülerini göstermek , ben liğin bir değeri olduğunu göstermektir. Yine, ikisi için de kişinin de netimi dışında dünyevi deneyime katılmak değil, benliğin dünyaya yansıınası söz konusudur. Weber'in neden bir Protestan ahlfilcı fikrini geliştirdiğini soracak olursak, olası yanıtlardan biri bunun Weber'in, sekülerizm ve kapi1.:/.li talizmin psişe üzerindeki bileşik sonuç larını gösterme mi ol duğudur; bu iki etkeni seçmiş olması da rastlantı değilyönte dir. Bunlar benlik dışındaki deneyimlere duyulan inancın aşınmasına n olurlar. İki,etken birleşerek, saldırgan, kendine güvenen bir güçnede ola rak benliği yok etmekle kalmamış, değerini takıntısal enin nesnesi haline getirmişlerdir. Her ikisi birlikte kamusalendiş yaşam ı aşındınnışlardır. Weber' in seçtiği çileci dürtüler, kendini haklılaştırma gayesi ta şıyan çileci davranış, narsis enerjilerin nasıl kişilerarası dene dönüştürülebileceğinin anlaşılmasında önemli verilerdir. Narsisyime itki çileci kendini haklılaştırmaya göre formüle edilerek toplumsallaşır. Kişinin işinde yeteneklerini gösterme arzusu taşıması gibi, bu ken dini haklılaştırma itkilerinin sonucu, başkalarından uzak durmak, hatta ilgiyi benlikten uzaklaştıracak bir eylem türü olduğundan kalarıyla birlikte yürütülen faaliyetlere katılmamaktır. Bu çekilbaş me nin sonucu da, bizzat eylem fikrinin, yaşanıın bir dizi uzlaşılarda n ibaret olduğu kavrayışının son bulmasıdır. y,uulma olasılığı en yüksek kılavuz olan sağduyu, bizlere ken dine dönüklükle çileciliğin birbirine karşıt olduklarını diğin den nerede iç içe geçtikleri üzerine somut örnekler vermsöyle ek yarar olabilir. Geçen yüzyılın erotik korkuları çileciliğin en yüksek noklı tası olsa gerek. Ne var ki, bir kadının iffetliliğinden dolayı gizli bir ' gurur duyduğunu, bekaretini "kendisi için reklam" şekli nde gördü ğünü düşünmek de büyük bir yanılgı olurdu. 19. yüzyıl eroti zmi bu terimlerle betimlenseydi, tehlikeli görünen tüm cinsel kork kendinden iğrenme sona ererdi. Bu terimler aynı zamanda Webeular, dünyevi çileciliğini açıklar; \ıunlar ilgiyi benlik üzerine çekmr'in eye
çalışan birer özyadsımadır. Günümüzde egemen olan cinsellik anlayışı ve görünüşte daha liberal çağımız ise aksine gerçekte ben liğin önceliğine ilişkin bir iddia olan zevklerin sürekli yadsınması na varmaktadır. Kadınların orgazm olamama korkusu ya da erkek lerin yeterince boşalma sağlayamama korkusunun, 1.960'ların son larında New York'ta yürütülen bir çalışmaya göre, kişının partnerı ni tatmin edememe endişesi ile pek fazla ilgisi yoktur. Daha fazla orgazm ve boşalım olsun diye cinsel davranış değiştirilirse, ne ka darırun yeterli olacağı hakkındaki beklenti düzeyi de buna koşut olarak yükseltilir; bu durumda kişi hfilii. cinsel davranışının gerçek ten "tatmin edici" ve "anlamlı", vs. olması için gereken "yeterlilik" � düzeyine ulaşamaz. Kohut'un narsisizmin ezici talepleri olarak be timledi�ii. Weber'in zihninde ise çilecilik olarak biçimlenen şey bu tür bir �zyadsırna idi. Kişi gerçekleşmemiş olduğundan, enerjileri kendisi üzerinde odaklanır. Modem toplumda seferber edilmiş olan narsisizmin çileci ka rakteri, klinik literatÜrde ortaya çıkan iki duygu durumuyla sonuçlanır. Biri kapanma korkusu, öteki de boşluk. . edicı . . olma Beklentilerin, mevcut davranış biçiminin asla tatının masını sağlayacak birime sürekli yükselmesi bir "kapanma" yoklu cru docrurur. Bir hedefe ulaşma duygusundan kaçınılır, çünkü o za ::ıan deneyimler nesneleşmiş olur; belli bir şekil, bir bi?im alacak ve böylece kişiden bağımsız varlık bulacaktır. Sınırsızlıgı �aşamak için, kişi çileciliğin bir biçimini yaşamalıdır ya da Weber ın, Cal vin'in dindarca ritüellere karşı duyduğu korku hakkında yazarken belirttiği gibi, somutlaştırılmış gerçeklik kuşku uyan�ırmalıdır. Benlik ancak sürekliyse gerçektir; yine ancak sürekli ozyadsıma ile sür�kli kılınır. Kapanma gerçekleştiği zaman deneyimler benlik ten kopar ve bu durumdaki kişi bir kaybolma tehdidi altında gibi dir. Narsistik bir itkinin niteliği, sürekli öznel bir durum olması ge rekliliğidir. Çileciliğin rol oynadığı narsisizmin ikinci özelliği boşluktur. "Keşke hissedebilseydim" formülasyonunda özyadsıma ve �endın.e dönüklük sapkın bir gerçekleşmeye ulaşırlar. Hıssedemedıg":" bır şey gerçek değildir; fakat hiçbir şey de hissedemiyorum. Benlik dı şı alanda gerçek olabilecek herhangi bir şeyin var�ğına k".:şı sav�n ma mükemmel hale getirilmiştir; çünkü boş olduguma gore benım
1ışımda hiçbir şey canlı değildir. Terapi sırasında hasta ilgisini top layamadığı için kendisini suçlar, fakat görünürde müthiş bir ken linden iğrenme taşıyan bu suçlama gerçekte dışarıya yöneltilmek :edir. Asıl formül, hiçbir şeyin benim hissetmemi sağlamaya yetme ıeceğidir. Boşluk peçesi altında, ben istemedikçe hiçbir şey benim ıissetmemi sağlayamaz şeklindeki daha da çocuksu bir şikayet ya ar. Aynca, her zaman çok arzuladıklarını sandıklan bir şey olan bir dşi ya da bir etkinlik karşısında boş kalmaktan gerçekten acı çe 'enlerin karakterlerinde ise, öteki insanların ya da olduğu haliyle :eylerin asla yeterince iyi olamayacaklarına ilişkin itiraf edilmeyen, �izli bir inanç yatar. Narsisizmin çileci nitelikleri bu psişik durumu belirli ifade tür erine karşıt kılmada önemli unsurlardır. Bir kişinin neler hissettiği Li başkalarına ifadesi aynı zamanda hem çok önemli hem de çok şe :ilsiz görünür; ifadeye şekil ve nesnellik kazandırmak ifade edilen luygulardan sahiciliklerinin çalınmasıymış gibi görünür.
Yani, nar
isizm duyguların şekillendirilmiş takdiminden çok, duyguların >aşkalarına temsil edilmesi olarak adlandırdığımız iletişim biçimi ;in gereken psikolojik akıl yürütmedir. Narsisizm, kişinin bir şey issetmesi durumunda o duyguların mutlak açıklanması gerektiği anılsamasını yaratır; çünkü her şey bir yana, "içerisi" mutlak bir erçekliktir. Duyma biçimi, yalnızca duyma itkisinin türevidir. İtkilerin somutlaşmasından ve işaretler üretmekten korkan kişi, aşamındaki ifadeleri öyle kurar ki kendinde var olanı başkaları arşısında temsi! etmekten acizdir ve bu başarısızlığı için de baş . alannı suçlar. Otelci insanlar onun bir şeyler hissetmekte olduğunu ılayabilirler, buna karşın, duygularını somutlaştırma korkusu tekilerin onun ne hissettiğinin farkına varamayacakları anlamını :şır. Duygusal açıklığın bir tehdit unsuru oluşturması nedeniyle ırsis durumlarda duygusal belirsizlik ortaya çıkar. Fakat somutlaş rmayı reddeden kişi için, istese de anlatamadığı bu itki hakikidir. aşkalarına kendinden söz etme itkisi gerçekse ve çok güçlü ise, ıların buna yanıt vermemeleri kendileriyle ilgili bir sorun olarak
;�
irülmelidir: Bir kişi içten davranıyor, onlarsa anlam y rlar, onun ivenini boşa çıkarıyor ve onun ihtiyaçları karşısında yetersiz ılıyorlar. Böylelikle kişinin itkilerinin güvenilir yegane gerçeklik duğu
inancı güçlendiriliyor. Kişinin ne hissettiğini ortaya
i insan haline gelir; bu arayışı ötek çıkarabilmek, kendini arayışı nemez. söyl de için özen gösterildiği ların gözünde anlamlı kılmak le an olduğu söylenirse bunu kesınlik Onlara kişinin arayış içinde lamak durumundadırlar. n temsil edilmesi inancının, geçe Üçüncü bölümde duyguların " ntılı a bag l nası dışavurulması fıkrıyle yüzyılda duyguların iradedışı Kışı ne win 'in kuralı ı anımsayın: . Dar hale geldiğini görmüştük. ın ırade i gösterir. Narsısızm, karakter yaparsa yapsın hissettiklerin rına taşımaktadır. e edilmesi fıkrini mantıki uçla dısı ' ifad un seferber edildiği ölçüde. oyun özetle, bir toplumda narsisizm 431 . il .. ' B oy1 . ır. . d te ifade ilkesı güç endır mek ifade ilkesine tamamen zıt bir si tabii göreneklerin kuşkulu görünme le bir toplumda meziyetin ve yıkımını n manttğı �!tür araçlarının ki doğaldır. Böyle bir toplumu dan kal orta n llerı nlar arasındaki enge getirecektir. Bu yıkımı insa gerçek a adın ine yakınlaşttnlmalan dırılması, insanların birbirler m yapılarının ancak toplumdaki tahakkü leştirecektir, fakat sonuçta aktır. iden inşasında başarılı olac psikolojik terimler içinde yen
�
."
·
'.
S onuç : Mahre miyeti n desp otlukla rı
suçlardan birini farkında olmadan işleyebileceğine ilişkin korkula rı kapsar.
Madam Bovar:; malırem despotluğun ilk türünün bir sim
gesidir; yanlış yolda giden ana babasını gizli polise teslim eden Sta linist küçük komünist efsanesi de ikinci tür için iyi bir simgedir. Bu imgelerin her ikisi de aslında yetersiz kalıyor. Ev içi yüküm lülükler, günümüzde çok sayıda insanı canından bezdiren klostrofo binin tanımlanmasında eksik kalıyor. Faşist gözetleme de yanlış yo rumlanmaya açıktır; faşizm yokken malırem politik denetimlerin hafifletildiğini düşünmek kolay görünür, oysa gerçekte biçim de ğiştirirler. İmgelerin her ikisinin de yetersiz kalmalarının nedeni ikisinin de zorbalığa dayanan despotluklar oluşundandır. Fakat des- ' '
potluğun kendisi, kendini belli etmeyecek incelikte olabilir.
Politik düşüncede "despotluk" sözcüğünün en eski kullanımla rından biri de egemenlikle eşanlamlıydı. Tüm meselelerde bir tek ortak ve egemen ilkeye ya da kişiye gönderme yapılıyorsa, toplum yaşamında o ilke ya da kişinin despotluğu söz konusudur. Alışkan lıkların ve eylemlerin tek bir egemen otorite kaynağından yönetimi nin mutlaka zorba bir baskı rejinıinden doğması gerekınez; bir ayartrnayla da gerçekleşebilir, böylece insanlar kendilerinin üstün de olan tek bir otorite tarafından yönetilmeyi isteyebilirler. Bu ayartmanın bir tek despot kişiyle olması da şart değildir. Herhangi bir kurum tek başına bir otorite olarak yönetebilir; bir inanç da ger çekliğin tek standardı olabilir. Malıremiyet bu sonuncu türün gündelik hayattaki despotluğu Mahrem despotluklarla ilintili olarak ilk akla gelen iki imge vardır. Çocuklar, evin banka borçları, eş ile münakaşalar, veterinere, diş
hekimine gitmeler, her sabah aynı saatte kalkıp aynı trene yetişme ler, eve dönüşler, günde iki tek martini ile sekiz sigara sınırını aş
mamakla ve faturalar için duyulan kaygılarla sırnrlı bir yaşam bun
ların ilkidir. Ev içindeki rutinlerin listesi çok geçmeden malırem despotluğun bir imgesini üretir; bu klostrofobidir. Malırem despot luk, kişinin tüm etkinliklerinin, arkadaşlarının ve düşüncelerinin
hükümet denetiminden geçirildiği bir tür politik felaket anlamına da gelir. Bu mahrem baskı, hemen hapse girmesine yol açabilecek
görüşlerine ihanet etmesine, çocuklarının okulda boşboğazlık ede bileceklerine ve devletin devamlı listesini kabarttığı devlete karşı
dur. Zorlama olmaksızın, karmaşık toplumsal gerçekliği ölçmede tek bir doğruluk standardına inanılmasıdır. Yani toplumun psikolo jik terimlerle ölçülmesidir. Bu ayartıcı despotluk ne ölçüde başarılı olursa, toplumun kendisi de o ölçüde bozulur. Bu kitapta, entelek tüel açıdan kurumları ve olayları ancak ve ancak kişiliklerin sergi lerunesiyle anlamakta olduğumuzu söylemeye çalışmadım, kaldı ki böyle olmadığı apaçıktır; aksine ancak içlerinde faaliyet yürüten ve somutlayan kişilikleri ayırt edebilirsek bu kurumların ve olayların farkına vardığımızı anlatmaya çalışum. Malıremiyet bir görüş biçimi ve insan ilişkilerinde bir beklenti
dir. İnsani deneyimin yerelleştirilınesidir; öyle ki, yaşamın dolaysız
şartlarına yakın olan, en yüce olandır. Bu yerelleşme ne denli hü
küm sürerse, insanlar da içtenliğin ve karşılıklı açıklığın karşısına
:ıkan görenek, tavır, jest engellerini yıkmak için o kadar çok çalı ır,· birbirlerine o denli çok baskı yaparlar. Beklentileri ilişkilerin ·akınlaştıkça sıcaklaşmasıdır; insanların malırem bağları n önüne ıkan engellerden kurtulma çabalarıyla bulmak istedikl eri yoğun •ir sosyalliktir. Ne var ki, bu beklenti eylem tarafından yenilgiye ığratılmalctadır. İnsanlar birbirlerine yakınlaştıkça sosyall iklerini itiriyorlar, ilişkilerinde de daha sancılı ve kardeş katline daha eği ımli oluyorlar.
Muhafazakarl ar mahremiyet deneyiminin insanların mahrem .işkiden beklentilerini boşa çıkardığını öne sürerler; çünkü "in�an oğası" kendi içinde öylesine hastalıklı ve yıkıcıdır ki, insanlar bir irlerine açıldıklarında gösterdikleri şey, deneyimlerin in daha az uygu yüklü biçimlerinde güvenle gizlenen özel küçük korkula rdır.
enim düşünceme göre, mahrem ilişkinin sosyalliğe yenik düşme
. insan doğasına ilişkin terimlerin, "kişilik" diye adlandı rdığımız o ireysel, istikrarsız ve kendine dönük fenomene dönüştüğü uzun ta hsel sürecin sonucudur. Bu tarih, toplumu ayakta tutan nazik bir dengenin seküler ve ka italist varoluşun ilk dalgalarında yitirilişinin tarihid ir. Bu denge, amusal yaşam ile özel yaşam arasındaki denge ydi; insanların tut unun bir türünü besledikleri kişidışı bir alan ile, tutkunun başka bir lrünü besledikleri kişisel bir alan arasındaki dengeydi. Bu toplum ığrafyasına doğal bir insan karakteri fıkrind e temellenen insan do ısı imgesi egemendi; bu karakter yaşam boyu edinilen deneyim rden doğmayıp, bu deneyimlerde ifade ediliy ordu. Doğaya a.itti ve sanda yansıtılıyordu. Hem sekülerlik hem de kapitalizm geçen izyıl içinde farklı biçimlere ulaşınca, bu aşkın doğa fikri giderek ilamını yitirdi. İnsanlar kendi karakterlerinin yazarları olduklan ı, yaşamlarındaki her olayın kendilerini tanımlamak bakımından r anlamı olduğuna ve fakat yaşamlarının istikrarsızlıklarının ve lişkilerinin bu anlamın ne olduğunu söylebilmele rini çok güçleş diğine inanmak durumunda kaldılar. Bunu nla birlikte, insanların ıi!ik sorunlarına duydukları ilgi h.iç olmad ığı kadar gelişti. Gi mli, tehlikeli bir güç olan benlik, adım adım toplumsal ilişkileri ıımlamaya başladı. Toplumsal bir ilke oldu. Bu noktada da, kişi ;ı anlamlan kapsayan kamusal alan ve kişidı şı eylem zayıflama başladı.
Bugün içinde yaşadığımız toplum bu tarihin sonuçlarına katlan maktadır; yani, toplumsal anlamların birey olarak insanların duygu
larıyla yaratıldığı inancıyla res publica'nın silinmesinin. Bu deği şim toplumsal yaşamın iki alanını bizim açımızdan karanlıkta bı
raktı. Bunların iiki iktidar alanı, ikincisi de içinde yaşadığımız yerleşim alanı.
. . İktidarın ulusal ve uluslararası çıkarlar, sınıf ve etnik grup oyun-
ları bölcrelerarası ya da dini çelişkiler sorunu olduğıınu aiılıyoruz.
k ; anlayışa göre hareket etmiyoruz. Bu kişilik kültüı'ii inanç-
Fa at b
ları kontrol ettiği ölçüde, inanılır, dürüst ve özdenetirnli adayları se çiyoruz. Bu kişilikler geniş bir yelpazenin çıkarlarına hitap edebi-
· lirler, bize göre. Sınıf politikası sınıfın kendisiyle birlikte zayıfla
mıştır, özellikle yüzyılımızda oluşmakta �l".11 yeni sınıflar ar�ında _ sınıf politikası daha çok doğuştan gelen kışısel yeten�kle:ın �fadesı olarak görünür olmuştur. Malıremiyet geliştikçe güç ılışkilen dene
�
yimi daha insani bir anlam kazansa da, hatt� gerçek ikti � yapıla rı daha da uluslararası bir sisteme doğru gelışse de yerelcılik ve ye rel özerki.il< yaygınlaşan bir inanç haline geliyor. Cemaat, kişidışılı
ğı artık en büyük günahı olarak görülen topluma karşı büyük bir �i lah oluyor. Fakat istikrara uluslararası ölçekli ekonomik denetım
yapıları aracılığıyla adım adım ulaşan endüstrileşmiş Batı ya da _ benzeri bir toplumda, iktidara dayalı bir cemaat yalnızca bır yanıl sama olabilir. özetle, dolaysız insan ilişkilerine malırem bir düzey
de inanınamız, iktidarın gerçeklerine ilişkin anlayışımızı kendi po litik davranısımız için bir rehbere dönüştürmemize engel oldu. So nuçta tah
akk'üm ve eşitsizlik güçleri t�hdit bile ��ilmede? duruy�r:
Gerçek insan ilişkilerinin kişiliklerın ötekı kışıliklere ıfşa edılışı olduğu inancı, ikinci olarak, şehrin amaçlarına ilişkin anlayışı�ızı çarpıttı. Şehir, kişidışı yaşamın aracıdır; içinde toplumsal deneyım
ler olarak çeşitli ve anlaşılmaz kişilerin, çıkarların ve zevklerın mevcut olduğu bir kalıptır. Kişidışılık korkusu bu kalıbı kırıyor. Güzel, bakımlı bahçelerinde oturan insanlar Londra ya da New
York'tan ürktüklerini söylüyorlar burada; Highgate ya da Scarsda le'da herkes komşusunu tanıyor; doğru, pek hareket yok fakat hiç
olmazsa güvenli, huzurlu bir yaşam var. Bu, ilkel kabile düze.nine creri dönüştür. "Kentli" ve "medeni" sözcükleri artık çok dar bır sıo
nıfın artık seyrek yaşanan deneyimlerını çagnştırıyor ve zuppece ,
•
M
'"
435·
Dipnotlar
sızlanma izleri taşıyor. Medeni varoluş nosyonunu kişidışı yaşama duyulan korku, mahrem ilişkilere biçilen büyük değer oluşturmak
ve
kaynakça
tadır; ki bu, yaşamsal çeşitlilikten dolayı insanların kendilerini ra hat hissettikleri ve gerçekten tüm ihtiyaçlarını karşılayabildikleri bir varoluştur ve yalnızca zengin ve hali vakti yerinde olanlar için var olan bir fırsattır. Bu anlamda, mahrem ilişkiler içine hapsolma medenileşmemiş bir toplumun göstergesidir. Mahr�miyetin bu iki despotluğunun, gerçekliğin ve kişidışı ya şamın değerinin bu iki yadsınma tarzının hem ortak hem aykırı bir yanı vardır. İlk olarak 19. yüzyılda tuzlanan ve günümüzde bir
436 inanca dönüşen şehrin yenilenmesi, yerellik zincirlerinin fırlatılıp
atılması aynı zamanda bir politik davranış ilkesinin de yenilenme sidir. İnsanlar toplum içinde çıkarlarının peşine saldırganca düşebil
Kaynakça i l e ilgili notlar belli konuları, özellikle d e tarihsel içerikli konuları araştıran öğren� cilcrin yararlanması için dlizenlcnmiştir. Orada adı geçen kitaplar kitapçılarda bulunabilece ği için 1 . Bölüm'de not verilmemiştir; 4. Bölümde de tartışılan konuların özel kaynaklara dayundığı yerler dışında çok az dipnot verilmiştir. Kendi başına "Darwinci teori" ya da bir "Frcudçu yaklaşım" anlamsız olduğundan, başka bir yazarın teorisindeki argümanı çözüm lerken her bir fikir için özgUl pa..'>ajlan aldım.
meyi öğrendikleri ölçüde kişidışı hareket edebilmeyi de öğrenmiş oluyorlar. Şehir, bu eylemin ve öteki kişilerle onların birer kişi ol
İKİNCİ BÖLÜM
duklarını bilme zorunluluğunu duymadan bir araya gelmenin an lamlı olduğu forumun öğretmeni olmak durumundadır. Bunun saç ma bir rüya olduğunu sanmıyorum; şehir, hemen tüm uygarlık tari hi sürecinde aktif toplumsal yaşamın, çıkar oyunları ve çelişkileri nin, insani irnkfuı deneyiminin odağı olarak hizmet etmiştir. Ne ya zık ki bu uygar irnkfuı günümüzde uykuya yatmıştır.
l. Bu iki ancieıı rJgime şehriyle ilgili iyi bir tartışma için bkz. Femand Br.ıudcl, Capi
tali.�m and Moıeria/ Life (New York: Harper & Row, 1973), s. 430. 2. A.g.y., s. 4 3 1 .
3. Louis Chevalier. Lahoring Clai!·se.� and Dangerous Classes. İng. çev. Frank Jellinek (Ncw York: Howard Fertig, 1 973), s. 176; Alfrcd Cobban, A History of Modern France (3. basım. Londr.ı: Penguin. 1963), l, 48; Picrrc Goubert. "Reccnt Theorics <ınd Research in Frcnch Popu\ation Betwcen 1500 and 1700," D.V. Gla.-ıs and D.E.C. Everslcy, (der.) Popu/a t/on in Histmy (Chicago: Aldine, 1965), s. 473. 4. Bkz. H. J, Habakkuk, "English Population in the 1 8th Century," Economı'c Hi.\'tory
Review, 2. dizi, VI ( l953), 1 1 7 ; Robcrt Mandrou, La France aııx XVI/ et XV/11 Siectes (Pa ris: Prcsses Univcrsitaires de France. 1967). :;, 130; Comte de Buffon'dan akmran, Chev:.tli
er. a.g.y. , s. 178.
5. Bkz. E.A. Wrigley. "A Simple Model of London's lmportance in Changing English
Socicty and Economy. 1650-1750," Pa,,·t and Prescııt. No. 37. s. 44; C.T. Smith, harita The
Geo,r:;raphical Journa/'da, Haziran 1 9 5 1 , s. 206. 6. Louis Henry. "Thc Population of Fr.ınce in the 18th Century," Glass <ınd Evcrslcy içinde. a.g.y.• :;, 434.
7. Danicl Dcfoc. A Tom· Througlı rhe Whole !sland of Great Britain (Londra: Penguin,
1971; ilk ba.-ıım 1724). s. 308. 8. S. Giedion, Sptu:e, Time and Archiıecture (C:.unbridgc: Harvard University Prc.-ıs, 4.
b:L'i. 1963), S. 141 42.
9. Ancak. Haussmann, sonraki yüzyıl içinde bu geniş boşlukların kural tanımaz kalaba
lıklar taı-.ıfından çabucak doldurulacağını fark etti, bu yüzden de 18. yüzyıldaki kalabalık karşıtı pl:ınlama 19. yüzyılda i:;yankfir oluşumlara zemin hazırlay<ın bir yaklaşım olar.ık gö rüldi.i, 10. Paul Zuckcr, Towrı and Sqııare: Franı ıhe Agora to Vil/age Green (Ncw York: Co-
lumbia University Preı>s, 1959).
1 1 . E.A. Gutkind. Urhan Develo11nıent in France (Ncw York: Free Press, 1 970). s. 252.
12. Giedion, a.g.y., s. 619. 1 3 . A.g.y., s. 620.
·
14. E.A. Gutkind, Urharı Deve/opment in Western Europe: The Netlıerlands and Great
a.g.y.• s. 148-49.
40. Burris-Mcyer, a.,ı:.y., s. 328. 4 1 . Maggie Angeloglou, A History of Makeup (Londra: Studio Visb., 1970), s. 73-74.
1ritµi11 (New York: Free Pres.'i, 1971), s. 259. 15. Defoe, a.,ı.:.y.. s. 287.
42. A.g.y., s. 79. 84; Lucy Barton, Historic: Cosıumefor the Stage (Boston: W.A. Baker.
16. A.g.y., s. 295; aynca Raymond Williams, The Coımtryand the City (New York: Ox 'ord University Press, 1973), özellikle pastoral k�ıtı bölümler.
1 935), s. 333; Burris-Meyer, a.g.y.. s. 328'.
!26.
sayfa.'\ı.
17. Christopher Hill, Refnrnwtion ıo lndustrial Brüain (Baltimore: Penguin, 1969), s. 18. Jeffry Kaplow, The Name.\' of Kings (Ncw York: Basic Books, 1972), s. 7.
19. Kari Polanyi, The Great TranJfornıatio11 (Boston: Beacon Press, 1964), sonuç. [Bıi-
•ı'ik Döm'işiim, çev. A.Buğnı., Alan Y., 1986]
20. Bkz. Jane Jucobs, The Econonıy ofCities (New York: Random House, 1969). 2 1 . Kaplow, u.g.y., s. 36.
43. Wilcox, The Mnde i11 Footwear (New York: Scribner's, 1948}, BI. 15 için çizelgeler ·
44. Wilcox. Tlie Mode in Hats and Headdress, s. 145; Iris Brooke, Western European
Costumes, 17tlı ıo Mid-19th Centuries, and fıs Relation to the Theaıre (Londr.ı: Gcorge Har r.ıp & Co. Ltd., 1940}, s. 76.
45. James Lavcr, Drama, fıs Costunıe and Decnr (Londra: The Studio Ltd., 1951), s.
154: Brooke, a.g.y., s. 74.
22. Williams, a.g.y., s. 147; 19. yüzyılda bu artığı meydana getiren şey hakkında drıha
46. Libr.ıry for the Perfonning Art.'i, Lincoln Center, New York. Research Division, Le� comptc Fol der in 1 8th Cenlury Costume scction, plates 77 ve l 04; plate 78.
ııry· (Cambridge: Cambridge University Press, 1962) 23. J.H.. Plumb, The Origins of Potiıical Sıability: Eng/and 1675-1725 (Boston: Hough
47. Laver, Drama, s. 155. 48. John Lough, Paris Theaıre Audiences in the 17th and /8th Cenıuries (Londra: Ox fo.rd Univcrsity Press, 1957), s. 172; Charles Beccher Hogan, The Landon Stage, 1776-1800 (Carbondale, rıı.: University of Southem Illinois Press, 1968), s. ccx: Alfred H�t.ıge, Sha kespelfre's Audience, (New York: Columbia University Press. 1941}, 81. 2.
;ene! bir teori için bkz. H.J. Hrıbakkuk, American and British Technology in ıhe /9th Cen )n Mifnin, 1 967}. çeşitli yerlerde. Özel değişiklikler için bak. Alfred Franklin, L.a Vie Pri Ee d'Autrefois (Faris: Plon. 1887), 1, 259�82.
24. Bkz. S:ıint�Simon, Memoirs (Paris: Bostan, 1899). H. Baudrillart, Histoire dıı Luxe
'ril'i et Puhlic (Paris: Hachette, 1880), C. I, s. 194-95 içinde çok ilginç sahne sözleri vardır.
•ync-.ı Pepys'in günlüklerinde ark:ıdaşl:ınn içerken şerefe kadeh kaldırma anlarını anlatan ölilmlere bkz.
25. W.H. Lewis. The Splendid Century (New York: Morrow, 1971). s. 41 -48. 26. Lord Chesterfield, Letters (Londra: Dent-Dutcon, 1969 ilk baskı 1774), s. 80; Volta
·e'in meklUplarındaki komplimanlarla ilginç par.ılellikler vardır, aynı sözcüklerle çok fark
insanlar:.ı hitap edilmiştir, bazı yanıtlar tıpa tıp aynıdır; öyle ki komplimanlann kişidışı olu�
49. Frederick C. Green, Eighteenth-cennıry France (New York: Ungar, 1�64), s. 169;
Lough. a.g.y., s. 180�84, 226; George W. Stone, Jr.• The London Stage, 1747-1 776 (Carbon dale, ili.: Univcrsity of Southem lllinois Press, 1968), a.g.y., s. cxci; Lough, a..ı:.y., s. 177.
50. Stone. a.g.y., s. cxci; Louigh, a.g.y.• s. 229�30. Aynca bkz. Mannontel, Oeuvres (Pa�
ris, 1 8 1 9-20), JV, 863.
5 1 . Phyllis Hartnoll, The Concise History o/Theatre (New York: Abrams, rurihsiz.), s.
154; Hogan'dan aktaran, a.g.y., s. cxcı.
52. Hogan. a.g.y.• s. cxiii. 53. John Bcmard, Retrospections of the Stage (Londr.ı: Colbum and Bentley. 1830), IJ,
� "nezaketlerini" hiçbir şekilde azaltmrız.
27, Marivaux, La Vie de Marian11e, in Romans, REcits, Conres et Nouvelles, texte pr6-
�nte et prCface par Marcel Arland (Tours: Bibliotheque de la PIGi:ıdc, 1949), s. 247-48. 28. Chesterfield, a.g.y., .80. 29. A.g.y.• s. 32.
30. A,g.y.. s. 34.
3 1 . Ecats�GenCr.ıux [Frans;;ı'da Devrim öncesi dönemde toplumsal zümrelerin temsilci�
s. 74-75.
54. Greenc, a.g.y., s. 173; Stone, a.g.y.. s. clxxxiv. The Splendid Centııry (New York: Anchor, 1957}; Hartnoll, a.g.y.. 55. Bak. W.H. Lewis, . s. 156. 56. Jcan Duvignaud, L'Acreur (Paris: Gallimard, 1965), s. 68-69.
ırindcn oluşM genci meclis. Meclis soyluların, ruhbanın ve bunlar dışındaki hak katmanla nın (tiers Ctrıt) temsilcilerini kapsıyordu.-ç.n.) 1789'drı toplandığında. meclis başkanı, eski
,ı.salar:.ı drıyanar.ık tiers eı:ıt üyelerinin mücevher. yüzük, kurdele veya prırlak renkli başka csesuvarlar tı.kmalarına izin verilmediğini ilan etmişti. Mirabeau buna öfkelenip parlrık ko
JŞm:ıJann
32. Mükemmel bir özet için. bkz. Jumes Laver, A Conch;e History of Cosıume and Fas� '1J11 (New York: Abr:.uns, in.. tarihsiz), 33. Geoffrcy Squire, Dress t111d Society, 1560�!970 (New York: Viking. 1974}, s. 110.
59. Duvignaud, a.g.y., s. 74. 60. A.g.y.• s. 75: ·ayrıtronun profesyonelleşmesi üzerine ayrıca bkz. Richard Southem, The Seven Ages ofTheatre (New York: Hill & Wang, 1963), Southem bunun Fr.ınsa'dan ön ce İngiltere'de olduğunu belirtir, anc-.ık Duvignaud kadar özgün değildir, 6 l . Bu simge anlayışı Cassirer ve Chomsky gibi farklı dil filozoflarını birleştirir.
62. Bu bağlamda Ma.<ısillon üzerine bir tartışma için, bkz. R. Fargher, life and letters in
34. Br.ıudel, u.g.y., s. 236.
France: The /8th Century (New York: Scribncr's, 1970), s. 19.
36. Max von Boehn, Do/Is, İng. çev. Josephine Nicoll (New York: Dover. 1972), s. 134-
a.g.y., s. 166-67'de.
37, Nor.ıh Wrıugh, The Cııt ofWomen's Clothes, 1600-1930 (New York: Theatre Art'i Bo
şehirdeki kahveh:.ınelcrin �ane bir anlatımı için, BI. 9'a bkz.
35. Fr.ınçois Boucher, 20.000 Years ofFashion (New York: Abr.ıms, tarihsiz), s. 318-19.
1.
259.
57. A.g.y., s. 69-70. 58. Henry Rrıynor, A Socı'al Hfa·ım·y of Music (New Yorlc: Schocken, 1972), s. 246, 252.
:..'i, 1968), s. l 23.
38. Johan Huizingrı'dan y:ıpılan :.ılıntılar için bkz., Homo Ludens (Bostan: Beacon Press,
155). s. 2 ı l . [Homo Lııdens, çcv. M.A. Kılıçbay, Aynntı Y.• 1995]. Elizabeth Burris-t-.1eyer,
ıi.� Is Faslıion (New York: Harper, 1943), s. 328: R. Turner Wilcox, The Mode in flats and -:addres.� (Ncw York: Scribncr's, 1 959). s. 145-46,
39, Le,'\ter and Kerr, Historic Costumı: (Peoria. 111.: Chas. A. Bennett, 1 967), s, 147�48;
63. Green. a.g.y., s. 166; H:.utnoll, a.g.y., s. 154-55; Coıte, Diaıy'den a.ktar.ın, Green, 64. Aytoun Ellis. The .Penny Universitiel' (Londr.ı: Secker and Warburg, 1956), s. 223: 65. Lewis A. Coser, Men of/deas (New York: Free Press, 1965)•. s. 19; R.J. Mitchell an
M.D.R. Leys, A Histnıy nf London Life (Londr.ı: Longmans, Green & Co., tarihsiz}. s. 176-
79.
66. Ellis, a.g.y., s. 238.
67. Je:ın Mour:.t ve Paul Louvet, "Le Cafe Procope," Rel'ue Hehdomadaire, Annee 38, Tome il, s. 3 1 6-48, bu krıfeye dair en ciddi çrılışmrıdır.
439
�
68. H nry B. Whcatley. f!ONW'lh's london (New York: Buttan and Co., 1909), s. 301:
A.S. Turberville. John.uuı'.� Erıgland (Oxford: Clarendon Press, 1933), 1. 180-81. 69. Ja�cs Boswell. li[c of Sanıuel Johtıson, aktar.ın Ellis, a.g.y.. s. 229. 70. Coser, a.g.y., s.24: Wheatley, a.g.y. . s. 272. 7 1 . Aktaran Ellis. a.g.y.. s. 230.
72. T�rbcrvillc. a"�.y., s. 1 82.
73. En:ıi!y Andel'!'on (der. ve lng. çev,), Leuers of WA. Mozarı and !Jis Family, C. I
(Londra: Macmillan and Co.. 1938).
74. Louvre'daki lnstitut de Chalcographie koleksiyonundan bir tablo Seine ve Tuileri
cs'dcki iş yoğunluğunu çok güzel anlatır. Bahçeler nehirden duğılan Lr.ıfiğin geçiş ve düzen leniş nokıalarıdır.
75. Philippe AriCs, Cenıııries of Childhood. İng. çev. Robert Baldick (New York: Vinıa
ge Books. 1 965). s. 87-88.
440
--
76. A.g.y.. s. 97-98.
77. Bkz. Bogna Lorcnce, "ParenL-; und Childrcn in J8th Century Europe," History of
Clıildhood Qııarter!y, il. No. ı ( 1 974). 1-30; 78. Aktı.tran a.g.y.• s. 23.
79. 8u yüzden Aydınlanma psikoloji teorisini en iyi anlayanlar felsefe tarihçileridir. Bu
ikili kanıkteristikler için. bkz:.. öm., Cari Becker, The Heavenly City ofthe 18th Centm)' Phi losophers (Ncw Haven: Yale University Press. 1932), s. 63-70; bkz. Arthur Wilson, Dideroı (Ncw York: Oxfor
5 ı (Lan
80. Richard Scnnett ve Jonathan Cobb. The liidden lnjuries of Class (New York: Knopf, 1972). s. 251-56. 8 1 . Buşlıca biyogralileri, Geor.;e Rudc, Wil/.:e,\' and liherty (Oxford: Oxford Univel'!'ity Press. 1962): Raymond Posıgate, "Tluıt Devi/ Wi/kes" (Londra: Con.,.table, 1 930): William
Treloar. Wilke.,· and rhe Ciry {Lon
Peter Quennell, The Profane Virrııes (New York: Viking, 1945), ı>. 173-220.
82. Bkz. Joseph Grcgo. A Hi.ı·tory of Parlkınwııtary Electiorıs and Electioneering /rom
the Sıuorts trı Qııeen Victorio (Londra: Chatto and Windus. 1892). Bl. VI, "John Wilkes as Popular Rcpresentaıive,"
83. Qucnne!I, a.g.y.. s. 1 8 1 -82.
84. Wilkes Posıgate'
85. Rude, a.g.y.• s. 17-73 en kavrnyışlı anlatımdır; Trc/oar. a.g.y.. s. SI-79, biraz naif ot
ma.�ına rağmen konuyla ilgili temel materyalleri verir.
86. Quennetl, a.g.y.. s. 177: ayrıca Steme'nin cinsel ilişki görüşü için. bak. a.g.y., s. 169-
70: Fransa için. özellikle bkz:. J.J. Servais and J.P. Laurend, Histoire et Dos·sier de la Prosti tııtion (Paris: Editions Planete. 1 965). 87. A ..�.y.. s. xiii-xiv.
88. Postgate, a.g.y., s. 150-68.
89. Rude. a.g.y.. s. 866-89; Postgate, a.g.y., s. 1 41-42; Bemard Bailyn. ldeological Ori
NİIM' of tlıe American Revolutioıı ile karşılaştırın (Cambridge: Harvard University Press, 1 967).
90. Postgatc. a.,ı:.y.. s.251-5R. iyi bir anlatımdır.
's rot (New York: Oxford Univcrsity Press. 1972). s. 414-16; Felix Vexler. St11dies iıı Diderot 1922). University, Columbia tezi, doktor.ı. E.wlıetic Natııralism (New York: 96. Diderol, Paradox. s. 14,
97. A.g.y.. s. 25.
98. Aklanın a.g.y., s. 20: a.g.y.• s. 23. 99. A.g.y. . s. 25.
100. A.g.y. . s. 15. 1 0 1 . Aktaran a..�.y.. s, 25.
102. A.g.v.. s. 32-33. italikler bize aiıtir. York: 103. T. Cole ve H. Chinoy. Ac:tors on Actiııg (gözden geçirilmiş ba,.kı; New
Crown. 1 970), s, 1 60-61. arıd Mo J 04. Diderot, a.g.v.. s. 52; K. Mantzius. A History ofTheatrical Art in Ancient denı Tinu:s (Londra: Duckwortlı & Co., 1903-21). V. 277-78. ziya 105. Tarih sır.ısı şöyledir: D'Alembert Cenevre dışındaki malik5.nesinde Voltaire'i ve Rouss�au'nun ret eder: Vo\tairc malikfmeye l755'de taşmmıştı: makale 1757'de yaz.ılır d'Alemhert, lng. çev. yanıtı 1758'dc gelir. Rousscuu. Politics aııd the Arts: The Letter to M. the Art.\' 'Mektup'un A. B\oom (fthaca: Comcıı University Prcss, 1968), s. xv. Politics and referans gösterilecek İngilizce çevirisi için benimsenen başlıktır: bundan böyle doğru başlık tir: Letter w M. d'Alcmhert. Alıntı d' A!embert'ten a.g.y., s. 4. ilk elden 106. Cencvre'nin ::ıhtaki ve dinsel ya.�amı hakkında d' Alembcrt'in anlatımınt dine ilişkin değe�Jer h:.ık� çürütürken Rousse:.ıu'nun, şehirde sürdlirülecek militun çileci bir ,.sıı r, The kında kendisiyle tartışm;ıkta olduğuna .inann1ak için nedenler çoktur. Bkz:. Emst Ca. :: . York: Columbm Unı Ques·tion ofJean .la!.'qııes Roııssl'ctll. lng. çev. ve der. Pcter Gay (New içerir. ini düşünceler dinsel un Rousscau'n 73-76, s. versity Press. 1954), 3. 1 07. Bkz. "Tr.ı.nı;lator·s Noıes," Rousseau, a.g.y., s. 149, not 108. A.g.y.• s. xxx, 16.
1 09. A.g.y.• s. 16.
1, 6, 8-9. 1 10. Joh:.ın Huizinga. Homo ludens (Bostan: Beaeon, l 955), s. Harvard University 1 1 1 . Lionel Trilling. Sincerity and Aııtlıeııticiry (Cambridge. Ma.\s.:
Press. 1972). s. 64. l 12. Rousscau. a.g.y. . s. 18. dini ele alış t 13. Bu tanı da
. . oluylar Wm n:.ı.<>ilıaıleri maksatlı olmadığı gibi, itiraflar' da kaydedılcn .. miştir. düzenlenme da "fayda temelli resmi bir merkezi plana göre 1970), s. J 17. Aktı.ır.m M. Bcmıtm. The Poliıic.� ofAuıhenticiıy (New York: Atheneum, 1 1 6.
1 1 6.
Enıi/e'deki
1 1 8. Cassirer, Qııestioıı, s. 43: Rousseau. a.g.y. ı \9. Bcnnan. a.g.y .. s. t 14-15: Bennan'ın işaret ettiği gibi yaratılmış bir anlam olar.ık
şöhret likri Monıes4uieu ile başlamıştır. Rousscau'nun yeni, duha olumsuz bir anlam imge si vardır. 120. Rousscau, a.g.y.• s. 59-61.
9 1 . J:.unes Boulton, Tlıe Umguage of Poliıic.ı· (Londra: Routledge & Kegan Pauı, 1 963),
1 2 1 . A.g.y.. s. 60.
92. Bou!ton, a.g.y.. s. 36.
124. A.g.y., s. 65-75.
s. 24.
93. Hen�y Ficlding, Tom Jorıes (Londra: Penguin, 1966: I. basım 1749), s. 299. [T
ııe.ı', çev. M. Urgan, İletişim Y.,1 990] 94. A .g.,;�. s. 302.
95. Lee Str..L-;berg. "An lntroduction to Diderot." Denis Diderot, The Paradox ofActİllf.:,
İng. çcv. W. �. PoJlack (New York: Hill & Wang, 1957) içinde s.x; Arthur M. Wilson, Dide-
122.A .g.y. 123. 11.g.y.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1 . Joanna Richardson, la Vie Pari.tien11e. 1852-1870 (New York: Viking, 1971). s. 766-
77.
2. Maximc du Carnp., a.g.y., s. 77.
3. Bkz. Churles Til!y, Atı Urbaıı Wor/d (Bostan: Little, Brown & Co., 1974).
4. Bu iki tablo Adna Ferrin Weber. The Growrh of Cities in the /9tlı Century (Ithaca.
N.Y.: Comell University Press. 1963; İlk ba.;kı 1899), /'i, 73. Alternatif veri: Louis Cheva1ier,
la Fornıation de la Population Parisienne atı XIX Siecle (Paris: lnstitut National d':Etudes Dt!mogr.ıphiques, Cahier No. 10, 1950), s. 284.
324.
?_
5. Alınular için bkz. Asa Briggs, Victoria11 Citie.r (New York: Htlrper & Row, 1 963), s.
6, A.F. Weber. a.g.y. . s. 46.
28. Tiıom:.ıs Cariyle. Sartor Resartus. English Prose of rhe Victorian Era içinde yeniden 94. basıldı. Harrold ve Templcman, der. (Oxford: Oxford University Press, 1938), s. 29. Henry Janıes'den aktaran Donald Fanger. Dosıoevs/...)' and Ronıantic Realisnı (Chi· alınb i çin �kz. ca..o: University of Chicago Press, 1967), p. 30; HonorC (de) Balzac'dan . _ s. 137. lngılızee Sp endeur.\' er Mi.�eres des Cııurrisanes (Paris: Edition de B6guin, 1947-53). Knopf, York: (New Ba/;:ac çevirisi için hem Fanger, a.g.y., s. 42, hem de V.S. Pritchett,
İ
1 973). s. l6S 'ten yararlanılmıştır. il. 8�4'ten 30. Honorı! (de) Bulzac, pt)re Goriot (Paris: :Editions du PIC\'ade, t:ıri�siz), fGoriot Baha. çev. alıntı. İngilizce tercümc.�i Petcr Brooks, •'Melodrama" (elyazması), s. 44.
N.Altınova, Remzi K.,1 986] ·. 3 1 . Aktanm. Charles Lalo, L'Art et la Vie (Puris, 1947), Ill, 86. XV, 1 10. 32. HonorC (de) Balzac, Scenes de la Vie Parisiemıe (Paris: Edition de BCguin),
University Press, 1958), s. 6-9.
ingilizce tercümesi, Fanger, a.g.y.. s. 37-38. . . 33. Yorum için bkz. F:ınger, a.g.y., s. 28-64. Lukacs'dan alıntı ıçın bkz. s. 1 7 443 34. Yorum için bkz. Brooks. Melodrama, s.. 1-64. literaıure. ing. 35. Erich Auerbach. Mimesis: The Representaıion of Rea!ity in Wesrern çev. Willard R . Tr.ı..�k (Princeton: Princeton University Press, 1968), s. 469.
Richard Sennett, s. 143-64; Park için bkz. Robert Park, "The City...." a.g.y., s. 9 1 - 1 30.
3.
7. Richtird Sennett, Funıilies A,c:ainst the City, Joint Center far Urban Studies·of Harvurd
and M.I.T. için veri kayıtlarında, "sınıf ve ikamet süresi" karşılaştınnası.
8. David H. Pinkney, Napoleon ili and the Rehuilding of Paris (Princeton: Princeton
9. Aktaran a.g.y.. s. 17; Wirth için bkz. Louis Wirth, "Urb:.ınism asa Way of Life," Cla,f sic Essays mı the Cıılıure of Ciıı'es (Ncw York: Appleton-Centuıy-Crofrn, 1969) içinde, der. 10. J.H. Clapham, Ecoııonıic Deve/opment of F..,rance and Germany, /815-1914 (4. ba
sım: Londr:.ı: Cambridge University Pre.ss, 1968), s. 70-71 .
1 1 . Bkz Richard Sennett. Families Againsı ıhe City (Cambridge, Mass.: Harvard Univer
sity Press, 1970), "orta sınır· tanımının sorunlarının tam bir ıartışma.�ı için bkz. 5 ve ı ı . bö
lümler. Roy Lewis and An�us Maude, The English Mı'ddle C/asses (Londr.ı: Phoenix House, 1949). Kısım I. Bölüm. 3. lngiltere'nin. farklı ortamlarında orta sınıfların gücü hakkında ni cel verilere dayanmasa da mükemmel bir ı.artışma içerir. 1867 verileri için, bkz. J, Burnett, P/enry and Wmıt (Londra: Pelican. l 968), s. 77.
12. S.G. Checkland, The Rı'se of lndustrial Society in England, 1815-1885 (New York: St M<.ırtin's Press. 1966). s. 425-26. 13. H. Pasdermadji:m, Tlıe Departnıent Store: /ts Origins, Evo/ttıion, and Economics
(Londr.ı: Newman, 1954), s. 3-4. 14. Bcrtr.tnd Gille, "Recherches sur l"Origines des Grands Magasins Parisien.�." Parı's et � ile de France (Paı:h>. 1955), Yii, 260-6 1 içinde; Martin Sainl-Leon, Le Petit Comnıerce Fran çai.� (Paris, 1 9 1 l ). s. 520-21 . 15. Bkz. Clifford Gecrtz, Pedd/ers and Princes (Chicago: University of Chicago Prcss, 1963), passim.
16. Pasdennadjian, a.g.y., s. 4, 12. 17. C. Wright Milis, White Col/a; (New York: Oxford Universiıy Press, 1957), s. 178. 18. Pasdcnnadji�ın. u.g.y., s. 2. not 4; Sennett, Ft1milies Against the City, BI. 2. .. 19. G. D'Avencl , Les Grand Mag.ı.�ins," Revue des Deıtx Mondes, Temmuz 15, 1894. 20. Emile Zola'dan aktaran Pasdermadjiaıı, a.g.y., s. 12.
2 ı. Gillc, a.g.y., s. 252-53. 22. Pa.-.dennadjian, a.g.y.• s. 32. 23. Kari M:ırx, Capital, İng. çev. Sanıuel Moore ve Edward Aveling (New York: Modem Libr.ııy; ilk bask.J 1906), s. 82-85 /Kapira/ 1-//-111, çev. A.Bilgi, Sol Y., 1986, 1990, 1992J 24. Charlcı; Fegdal, Chose.ı· et Ge11s de,ı· Hal/es (Paris: Athena. 1 922). s. 2 1 1 -20; M. Ba urit. les Hal/es de Paris dcl.ı' Romanl' it Nos Jmırs {Paris: M. Baurit, 1 956), s. 46-48.
25. Jean Martineau, Les Hal/es de Paris dt}.� Origine.ı· ô 1789 (Paris: Mondaresticr, tarih siz.). s. 214-15.
26. Pııul Maymırd, Les Modes de Venle des Frııiıs et li!gıınıes aux !-fal/es Cenrrales de Parİl' (Paris: Sirez, 1942), s. 35. 27. Fegdal. a.g.y.. s. 123; Martineau, a.g.y., s. 242-43.
, 36. Balzac, a.�.y.. s. 470'ten alıntı; Auerbach, s. 471 'den alıntı. (Clyazma.�ı). s. 37. Rebecea Foıkn1an Mazieres, "Le VCtement et la Mode chez Balzac"
38. Squire'den aktaran . a.g.y.. s. 159. . . . 39. Boucher. a.g.y.. s. 408; Burris-Meyer, a.g.y., s. 273; Wılcox, The Mode ın Hars and
Headdres.f, s. 213� Wilcox, The Mode Jn Footwear, s. 1 3 1 . 40. Bkz. Boehn, a.g.y., s. 1 0 v e l 1 .
4 1 . Boucher,'(ı,g.y. . s . 385-86. . . Parı: A Hısuıry 42. Burriı;-Meyer, a.g.y., s. 1 39; Faiıfax Proudfıt Walkup, Dre.uıryg rhe !\. 244. of Cosıımıe fm· the Theatre (�eW York: Appleton·Centuıy-Groft�. 1938), 43. Barton, a.!(.y.. s. 424, 445. 44. Angcloglou, a.g.y., s. 89. 45. Barton. a.g.y.. s. 425. 444, 395; Burris.-Meyer. a.g.y., s. 273. House. 1964). s. 46. Aktar.m Steven Marcm:. The Other Victorians (New York: Random 5-6
47. Angeloglou. a.g.y.. s. 96. . Doubleday. 48. A. Conan Doyle, The Complere Sherlock Holme.� (Garden Cıry. N.Y.,:
1 930), '· 96
49. Balzac'dan aktaran Pritchett, a.R·Y·· s. 166'dan alıntı. . . genışletıl· 50. Carlyle'd<.ın aktar.ın. a.g.y•• s. 89; sonraki tema 1. Kitap'ın 10. Bölümünde
miştir.
. . . Unıver!tıty Press, 5 ı . Philip Rosenberg, The Seı>enth Hero (Cambridge, Mass.: Harvard 45-55. s. . b için ı.artışma.�ı müthiş yazarın 1974). s. 46'dan alıntı. Bu . . . of Emotıo11 iti 52. Bu çözümlemede kullanılan busım, Charles Darwın, The E.xpresswn AMS 1&96: Appleton, Mmı arıd Aninıals. Cilt X, The Works (l[ Charles Darwin (New York:
�
tar.ıfından yeniden ba.�ıldı). 53. A.g.y.. s. 178. 54. A.g.y.. s. 179-83.
55. A.g.y.. s. 188-89. 56. A.g.y.. s. 353'tcn alıntı; son nokta s. l 83-84'te tartışılmaktadır.
57. Lrıver. Drama. s. 155; Smith in Souther. a.g.y., s. 257'den alıntı.
58. Lavcr. Drama, s. 209. la Porte St-Mar59. Galerie Dranıatique, klişeler New York Public Library. ThCiltre de
tin bölümü, wıa bölüm. 1 3 1 . ve 132. klişelerden alınmıştır. 60. Alan Davidson'ın Medirerranean Seafood (Londr.ı: Penguin, 1972) kiı.abının Caı.a ıogııc of Fish bölümündeki çizimlerle karşılaştırılar.ık oluşturuldu.
6 ! . Galerie Dranurtique. platcs 37, 38. 4 !; Dabney, a.g.y., s. 39; bkz. "Costume::;: Eng
lish Clippings:· Envclopc C. ıhc Library for the Pcrforming Arts. Llncoln Center'dc melod�
r-.unatik harCkctlcrlc ilgili çizimler.: Carlos Fiseher'dcn aktaran Laver. Drama, s. 155.
62. P.I. Sorokin. Cultural wıd Social Mobiliıy (Glcncoe, ili.: Frec Press, 1959). s. 270:
Talcolt Parsons ve E.F. Bales. Fanıily (Glencoe. Itl.: Frcc Prcss, 1954) ve Parson'un aile ko� nusundaki yazılarının bibliyognı.fyası için bkz. Scnnctt. Familü:s Against the City.
63. Sennett, Fami/ie.\' A,ı:ain.l't the City; Julict Mitchell, Wnman's esı(ıte (New York:
Panıheon, 1971); Aries a.,r:.y., sonuç. 64. AJJ;m Janik ve Stephen Toulmin. 'tVittgen�·teı'n's Vıenna (New York: Simon and
Schu:;ter. 1973). :;. 42-43.
65. T.G. Hatchard, !-lı'lıt.�for ıhe lmprow:n1ent ofEarly Education and Nw:�ery Discipli
ne (Londnı., 1853). çeşitli yerlerde,
66. Danicl Patriek Moynihan, Report on the American Negro Family (Washington, D.C.:
444
--
U.S. Dept. of Labor. 1965). çeşitli yerlerde.
67. Joseph Hawes, Childre11 in Urhan Society (New York: Oxford University Press,
rini eklemiştir. 9 1 . Bkz.. örneğin, Alfrcd Einstein. Music in the Romantic Era (Ncw York: Norton,
1947), s. 124'tc ki Mendel:;sohn t.artışma.�ı.
92. Liszt'ten ;,ıktar.ın Eleanor Percnyi. Lis=t: The Artist as Romantic Hero (Boston: At·
lantic Month!y Press. Little, Brown & Co.. 1974). s. 49.
93. Aktaran, Ruymond Williams. Cu/ture and Society, 1780�1950 (New York: Harper &
Row, 1966). ı;, 44.
94. Franz Liszt alıntısı için bkz. "Paganini." Gazelte Musicale. Paris. 23 Ağustos, J 830,
95. Bu antiklerin eleşlircl olm
11i11i biyogrnlisindc bulunur. ()'Jew York: McGraw-Hil!, 1954), s. 20.
96. Bkz. Waıter Beckett. Li:r:.t {New York: Farr..ır, Str..ıus. und Cudahy, 1956), s. 10.
97. Robcrt Schuın;,ınn'dnn aktar.ın Cari Dori:.ın, Tlıe Hisıory of Music in Peıformarıce
(Ncw York: Norron. 197 l ). s. 224.
98. Liszt'dcn akwnın Bcckett. a.g.y.• s. 10. . 99. Robert Schumann. Oıı Music and Mııl·ician:;, lng. çcv. Pau[ Rosenfe!d (New York, .
1971), çcşitli yerlerde.
1946), s. 150.
ilk defa 1 874-1875 yıllarında tefrika olarak ba.<>ıldı), s. 391.
lial Books. Oxford University Prcss, 1 959). özellikle s,' 52-54.
, 68. Anthony Trollope. The Way We Live Now (Londr.c Oxford Univcrsity Press, 1957;
69. Burris-Mcyer, u.g.y., s. 91: Squire, a:g.y.• s. J 35'ıen alıntı. 70. Bu yorum Squire. s. t35'teki yorumdan farklıdır.
7 1 . 1790'tla Fransa'daki en soı';\uk kışlardan biri yaşandığı için bu davranış bir hayli sırndışıdır, 72. Boucher, a.g.y., s. 343: Wi!cox, The Mode in Hats ond Headdn:ss, ::;, 1 88-89.
73. A.g ..\',. s. 1 89.
1 00. Robcrt Baldick. The Life and Times ofFrtdirick Lenıaltre (Fair Lawn, N.J.: Essen
1 0 1 . Gautier'den aktaran a.ı.:.y.• s. 1 4 1 .
102. Bkz. Emest Newm:.ın. Tlıe Man Liszt (New York: Ca,<;.sell, 1934), s . 283; Saehcve
rell Sitwcll, Li.l'zı (New York: Dover. 1967). s. 136.
1 03. Pierre VCron. Pari.ı· S'Anııı.ı·e (Paris: Lcvey FrCres, 1 874), s. 36.
104. Hogan. a,g,y.. s. xcii. Kısıtltınmış alkışa tarih koymak zordur. Bazı �ehirlerde fark�
lı mtiziğe farkl ı ;.ılkış tutulurdu. Mesela ı 870'ler Viyan:ısı'nda bir senfoninin bölümleri anı
74. Jean Duvignaud. Sm.:iolo,ıJe dıı Th
sında alkışlamak ı;örgüsüzlük iken. bir konçertonun bölümleri arasında alkış;,ı izin verilirdi.
75. Burris-Meyer, a.g.y., s. 90.
tory (New York: Praeger, 1973). s. 173.
1965). '· 238.
76. Boucher, a.g.y .. s. 343-44.
77. Barton, a.g.y.. s. 46 !; Eterrwl Masq11erade (New York Public Library Collcction, ta
!05. Grcen. a.g.y.. s. ı 68; Simon Tıdworth. Thearres: An Archiıectural and Cultural Jlfa-
1 06. Bkz. örneğin, Duvignaud. L'Acteıır. J 9 l 3 'te Le Sacr
fırtına son noktaya iyi bir örnektir. G:.ırrick'in zamanında bu özel olay, sır.ıdan bir iş gibi gö
rihsiz). s, 230: Borton, a.g.y., s. 343-44.
rülebilirdi.
109: Broby�Johanscn. a.g.y.. s. 195.
1 963), B. 7.
7R. Nevil Truman Pitman, Hisıoric Co.\'/unıing (Londra: A.I. Pitman &. Sons, 1967), s. 79. Aktar.ın Barton. a.g.y.. s. 498.
80. Aktaran Angelog!ou. a.g.y., s. 103.
8 1 . Ell'rııal Masquerade. s. 209: Wilcox. The Modf.! in Hats a11d Headdress, s. 266.
82. Hclcna Rubenı;tein'dan aktar.ın Angcloglou, a.g.y., :;. 107 Gwen Ravenıt, Period Pi�
ece (Londnı: Faber tınd Faber. 1 952). 105. Bu anı, söz konusu alanın şahane bir anlatımıdır. 83. Broby-Johansen, a"ı:.y.• s. 200.
84. Laver. Concfae Hi.wory of Fashimı. s. 216.
85. Bunlar Cornelia Otis Skinncr'in Bemhart konusundaki kit.ıhı Madame Satah
{0.ımbridgc, Ma.<>s.: Rivcrside Prcss, l 967fda kötü bir biçimde bıısılmışlardır. Orijinal klişe ler Hurvard Thc:.ıtre Collection. Harvard College Library'de.
86. Yakın dönemlerde Bakst kostümlerinin bir müzayedesi bahar 1 972 'de Londr..ı'da ya
fgilcn;işti� ama şimdi, ne yazık ki, özel koleksiyonlara da
pı idi; burada giysiler çok güzel sC
ı';\ıldı!ar. Boris Kotchno. Diaghilev and t/ıe Ballets, Rus.ws, İng. çev. Adrienne Foulke (New
York: Harper & Row. 1970): The DraYı'İnJ;S of L
1972).
87. Richard Buckle. Nijin,\·ky (New York: Siman and Schustcr, 1971).
8X. Akt:tr..ın F;ınger. a.g.y., s. 261 -62.
89. Bu kanlılar geniş olarak David B:.ımett, The Peifnrnw11ce ofMusic (New York: Uni
vcrsc, l 972)'de·tartışılmışlır.
90. Okur.ı'Baeh ve Beethoven'ın Peten; baskılan öneriliyor ki ikisi de Urrexr'e yakın
dır: lnternatiomıl ya da Schirmer gibi basımlarda modem editörler çok sayıda kendi işaretle-
107. S. Joseph, Tlıe Sıoty of tlıe Playhouse in England (Londr.ı: Barric & Rockcliff.
108. Tidworth. a.g.y.. s. 158,
109. Gan1ier'den aktaran a.g.y. . s. 1 6 1 .
1 1 0. Richard Wag:ııer'den tıkttlrtın a.g.y.. s . 172.
1 l 1 . Bkz. Jacqucs Barzun. Darwiıı. Murx, Wa,�ner (Garden City, N.Y.: Doubleday.
1 958): birkaç yerde müzikal lmtalar ı;,ışısa da Wagncr'in niyetlerini en iyi anlatan kitaptır bu.
1 12. Cari Sehoı'Skc. "Politics and Psyche in Fin-de-SiCcle Vienna." America11 Historical
Reı·iew, Temmuz 1 9 6 1 . s. 935.
1 1 3. Arthur Young. The Coııcerı Tradiıhm (New York: Ray. 1965), s. 2 1 1 , 203. 1 1 4. 18. yüzyıl progr..ım duyurusu için bkz. Hogan, a.g.y•• s. lxxv.
1 1 5. Einstein, a.g.y.. s. 37-40, , 1 1 6. Hoş bir örnek için bkz. Hecıor Berlioz. Memoirs, Ing. çev. David Caims (New
York: Knopf. 1969), s. 230�3 1 .
1 1 7. Young. a.g.y.. s. 236-48.
[ 18. Richardson. a.g.y.• s. 142. 1 1 9. Bkz. Walter Benjmnin. /llunıinations, der. Hannah Arendt (Ncw York: Schoeken
Books. 1969). "Baudclttire." 120. ı\.g.y.• s. !73.
1 2 1 . Caceres. a.g.y.. s. 173. 122. Brian Harrison'un H.J. Dyos ve Michael Wolff (der.), Tlıe Victorı'an City. C. 1 (Bas
ton: Routledgc & Keg:ın Ptıul. 1973) içindeki "Pubs" adlı yazısı pub yaşamının en iyi gün·
cel anJutımını verir. Brian H:.uTison. Drink and ıhe Victorians (Londra: Fı:tbcr and Faber.
971). s. 45.
123. John Woode, C!ııb,\' (Londru: 1900), çeşitli yerlerde. 124, A.g.y.
147. Fc:lix Gilbert, "The Vencti<ın Constitution in Florentinc Poliıical Thought," Nicolui
Rubinstein, der.. Florerıtine S//.ıdies (Londra: Faber und Faber, 1968) içinde, s. 478.
148. Pa.o;quale Villari, The Life and Tımes o/ Girolumo Savanarola, İng. çeV. L. Yillari
125. Richurdson. a.,ı:.y.• s. 128; bkz I>..ıvid H. Pinkney, Napoleon il/ t1nd ıhe Rehuilding f Paris (Princcton: Princeton Universlty Pres.-:, 1958). ::. 73'ıeki harita; Raymond Rudorff,
(Londr.t: T. Fisher Unwin, 1 888), J, 106,
49-50.
Renaissance.
'he Belle Ep(}qııe: Parı',t in t/u.' Nitıeties (New York: Saturday Rcview Prcss, 1 973), s. 32, 126. Leroy·Bcaulieu, La Q11estio11 Oııvriere au XİX SiCcfe'dcn akuıran Richardson,
149. Bkz. G. Savanurola, Prediche sopra Eıechiele, der. R. Ridolfi, C. 1 (Roma, 1 955).
1 50. Bıı gösteri düny.ı.<:ının şahane bir anlatımı için bkı.. Rnlph Roedcr. The Marı of the 1 5 1 . Savanarola. a.K.y.. s. 1 68.
ı 52. Bkz. Geraldinc Pelles. Art, Artist and Sol'iety (Englewood Cliffs. N.J.: Prentice�
.g.y.• s. 88; oturup edebiynl ndamlunnı seyreden insanların ve bundan gocunmayan edebi· tttçıların güzel bir nnlatımı için bkz. Henri d' Almer..ıs. "La LittCr.ıture au Cafö sous le Se·
)nd Empire," Les Oeııvres Lihre.ç, No. 135 (Eylül 1 932). 127. Roger Sh
128. Kalabalıktaki çeşitlilik konusunda bkz. Ernest Labroussc. Le Mouvement Ouvrier
' fes ldt!es S(Jciales an Frtttıce de 1815 d la Fin du XIX Siecle (Paris, 1 948), s. 90� David
inckney. The French Reı•nlutiorı of 1830 (Princeron: Princeton Univcn;ity Prcss. 1 972), s. 52-58.
129. T.J. Clark, The Ahsnlııte Bourgeois (Greenwich, Conn.: Ncw York Gnıphic Sociefy,
�73). s, 19. 130. A.g.y•• s. 9-30. m
Htıll. 1963).
J 53. Roderick Kedward, The Dreyfııs A/fair {Londra: Longmans, Green. 19ı;59), s. 8. the 154. Olayın bu kısmının en yalın anlatım için bkz. Douglus Johnson, Fronce and Bu Drcyftıs Af!air (New York: Walker, 1967); aynca bkz. Guy Chapmı:m, The Dre;fııs Affair. Re konuda yazılanlar, kt.işkusuz. çok fazla. Oluya bizzat karışmış olma�ın:.ı ragmenJoseph ve 447 in:.ıch'm muuzzurı1 çalışm11sı hfilii remel kaynaktır. Buradaki anlatım Johnson, Chapman . Kcdward'den alınmıştır. 155. Mauriac'den akıar.ın a..r;.y., önsöz; beJki de, olayın ha.'
1 3 1 . Priscilla Robert<:on, The Revnlıııions of 1848: A Social Histnry (Princeton: Prince
Universiry Press, !967), s. 1 9-23.
132. Aktar:.ın Georges Duvcau. 1848: The Making ofa Revnlution, İng. çev. Anne Car
156. Edou;ırd Drumont, "L. Ame de Capt Dreyfus." La Lihre Parole, 26 Ar.ılık 1894:
kısaltılmış bir çevirisi için bkz. Louis Snydcr, The Dre;fus Case (New Bnmswick. N.J.: Rut
gen; University Prcss, 1 973), s. 96. 157. A.g.y.
r (New York: Panthcon. 1967), s. xix; aynca bkz. Kari Marx, The 18th Bnımaire ofLouiJ
mwparte; çevirmeni belli değil (New York: Internation:.ıl Publishers, 1 963), s. 2 1 . [Louis rmapart'ın 18 Brumaire' l, çc:v. S. Belli, Sol Y.. 1 9901 133. Şekiller, Duveau, a.g.y., s. xxi'dc. 134. Theodorc Zeldin. France 1848-1945 (Oxford: Clarendon Press, 1973), s. 484.
135, Duvcau. a,g,y., s. 33-52.
15R. ArsCnnc de Marloque. Mtmnires (Paris: özel basım, ıarihsiz), BibliothCque Nati-
onulc, İng. çev. R.S. 159. Johnson. a.g.y.. s. 1 1 9: ti.im metin bu kitapta mevcut olduğu ve tüm alıntılar belli par.tgr.ıflar.ı gönderme yaptığı için, alıntılar tek tek verilmemiştir. 1 60. Aktarnn Zeldin. a.g.y., s. 750-5 I.
136. H.R. Whitehouse, TheLife ofLamarıine (Bostan: Houghton Mifflin, 1 9 1 8), ll, 240.
J 37. Elias Regnault, Hlstoire dır Gouvernemenı Provisoire (Paris, tarihsiz), s. 130. (Ki-
p özel olar.ık bao;ılmıştır; mevcut kopyal:tr, Pnris'rcki the BibliothCque Nationale. Paris, ve
ew York Public LibnLry'de.)
138. L:unartine. M,�molres Po/iliqııes (Patis. tarihsiz), il, 373'ten aktaran L. Barthou,
ımartine Orclleur (Paris: Hachettc. 1 926). s. 305-09.
139. Bkz. Whitehouse. a,g.y., s. 242-45; Regnault'den aktar.ı.n a.g.y.• s. 130; Whiteho·
c:, a.g.y.. s. 241; Alexis de Tocqueville, Recol/ections. ing. çev. Stuart de Maıros (Londra:
:ırvill Press. 1 948). s. 126.
1 4 1 . Willi:1m L:mger. Political tmd Sncı'al Upheaval, 1832-1852 (New York. Harper & J 969), S. 337-38. 142. A.g.y., 343-44.
)W,
143. Don:tlll Wcinsıein, Savanarnla atıd F/nrcnce (Princcton Univcrsity Press, 1 970). s. ...75,
144. Marsilio Ficino'd:m aktur.m Ferdinand Schevill, Medieval and RenaissarıCl' Floren·
ıcelli'den aktar..ın cı.,ı:.y..
145. Robcrt S. Lopez.
..
Harper Torchbook, 1936 ve 1 963). fi, 416:
H:ırd Timcs and the lnvcsrmcnt in Culture," The Re11aissa11ce, r ES.\'tl)'.�. {der.) Wallace Ferguson (Ncw York: Harper Torchbook, 1954) içinde, s. 45; Eu·
nio G:ırin. La Culıw·a Filo.wifı'ca del Rirıa.w:imenıo ltaliano (Florence, l 961 ), çeşilli yer· 'de: Richard Trexler, "FJorentine Rcligious Expericnce: The Sacrcd lmage," Stııdies in the naissauce, xıx ( 1972). 440-41.
. 146. Richard Sennctt, "Thc Demognıphie Hisıory of Rcnaiss.ınce Ftorencc . (h<ızırhk
una.-:ınd:ıki m:ık;ıle).
ı. Max Wcber, Econrmıy and Sodety. der. Guenther Roth ve Claus Wıttich (New York: Bedminster Pres::. 1968), 111. 1 1 12. 2. Sigmund Frcud. The Fııtııre ofan J!lu.�iorı (New York: Anchor, 1957), s. 7. IBir Yanılwmw11111 Geh·ce.�i, çev. M.Z. Kars, Kaynak Y.• l 985].
.•
3. A.g.y.
l 40. A.g.y., s. 124.
� ilk b:L�kı A Histm')' of Florent·c (New York:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. Webcr. a.g.y., s. 1 1 14.
5. A.,t:".y., s. l 120-2 1.
6. Freud. a.g.y., s. 54.
7. A.g.y.. s. 40.
. 8. Bu sistemin daha detaylı bir incelemesi için, bkz. Richard Scnnett, .TheArtist und the University," Deadalus (Güz 1 974). Cu· 9. Jimıny Breslin'in önsözii ve Richard Sennett'in sonuç ytıZısıyla ba.�ııffiıştır. Mario · omo. Frırcst Hi/ls Dı'ary. (Ncw York: Rnndom House, 1 974). İzleyen çözümlemeler o kitnp
taki sonuç yazısından çıkanlmıştır. 10. A.g,y.. s. 6 1 .
J 1. A.g.y• • s. l 03.
12. A ..�.,1·.. s. 1 28-29. 1 3 . Norıon Long. "The Local Community us an Ecology of Games,"' der. Edward Ban fictcl, Uthan Gnw:rrımenı (Yeni baskı: New York: Free Prcss, l 969). s. 469. 14. Cuomo, a.g.y.. s. 56.
15. A.g.y.. s. 67.
16. A .,ı.;.y. , :>. 1 34. 17. 1\.g.y.• s. 147-49. 18. Evrcinoff'dan aktaranlar Stanford Lyman ve Marvin Scott. The Drama ofSocia/ Re ality (Ncw York: Oxford Univcrsiıy Prcss, 1975). s. 1 1 2 bu iki yazardan yapılan doğrudan alıntılar s. 1 1 l 'de.
19. Siı;mund Freud. "Crcative Writers and Day-Drcaming," The Sıandard Edition ofılıe Psyl'fıofrıgiı'al Work.1' ofSigmııııd Freııd. IX (Londr.ı: Hogarth. 1959). 144. 20. Bkzi Arthur Kocst!er. Tlıe Acı ofCreatio11 {New York: Macmillan, 1 964), çeşitli yer lerde. 2 ! . Bk.ii Ernst Kris, P.\)'Ôıoaııa!yıı'c Exploratioııs in Art (Ncw York: Schocken, 1964), çocuk oyunlİnda karik:ıtürün p:;işik ecdadıyla ilgili bir taruşma için için özellikle bkz. s. 173203. 22. Huizinga, a.g.y.. s. 7-9.
23. Jc:ın Phıgct, Play. Dreanı.\". and /mitatiotı itı Childhood (Londnı: Heincmann. 195 ! ) ,
448 çeşitli yerlerde, özel likle Bl. ı.
24. P:-;ikolog, oyundaki hayal kırıklığının bu analizinin Fcstinger'in idrak uyuşmazlığın
daki durum takviyesi fikrine yakın olduğunu anlayacakllr. Bkz. Lcon Festinger, A Theol)' of
Cogııirfre Dissrmaııce (St:mford, Calif.: Stanford Univcrsity Press, 1957); also "The Psycho logical Effccts of Jnsufticient Reward:;," America11 P.ıychofogi.\'f, 1961, C. 16, No. 1 . s. 1 - 1 l . 25. Sigmund Freutl. Oıı Narci.�sisnı (Londra: Hogarth, 1957; ilk baskı 1 9 14).
26. Hcinz Kohut. Tlll' Analysfa of thf! St!lf (New York: lntemational Univcrsities Press,
1971), '· 33-34.
27. Olto Kernberg. "Structur.ıl Derivatives ofObject Relationshi ps," /nternational .lour-
11al of P.ı)'ciıoaıwly.ı·is. C. 47. 1 966, s. 236-53; Kcmberg, "Factors in thc Psychoanalytic Trc aımcnı of Narcissisıic Pcrsoımlities." Joıır11a! of the American Psychoaıurlyıic Association, 1970. C. 18. No, 1, s. 5 1 -85; Kohut. a.g.y., s. 22-23. 28. D.W. Winnicott. "Tnınsiıiontıl Objecto; and Transilional Phcnomena," lnternatimwl
Jmırııal rıf Psyc/uı(lııalysİ.I'. 1 953. C. 34, :;, 89-97. 29. B'u görü� D<.micl Bel! (The Conıiııg of Pm,:t-lndustrial Socieıy) ve A!ain Tour:.Unc (la Prodııcıioıı de la Soch'rO gibi farklı yazarlarda ya da Andre Gorz ve Scrgc Mallct gibi fark lı stratcji:-;tlcrde görUlür.
30. Amerika Bir!e�ik Dcvlctlcri 'ndc, kendilerini işçi sınıfından çıkmış, ancak bilrokralik kayıtlard<.l hillD. işçi kalan kişiler olarak gören mavi yakalı i�çi gruplarına sıklıkla rastlanır. Bu konuda özellikle Bl:ıuncr'in teknolojik işçilerle ilgili çalışmasına bkz.: Robert Blauncr, Ali eııatirm aud Frcedrını: The Fac:loı)' and lts lndusıry (Chicago: Univcrsy of Chicago Press. 1 967). 3 1 . Jane Yeline. "Buremıcratic lmpenıtivc:; for ln:;titutiontıl Growı.h: A Ca.-;e Study" {cl y;.ızması). 32. "Çok yönlü çalışma" terimi R.J. Lifton·ın "Protean Man," Partisa11 Revfow, C. 35.
No. 1 (Kış. 1 968). s. ı 3-27'den alınmıştır. Çok yönlü ç.ılışmanın en iyi anlatımı Mil!:-;,
a.g.y.'de; bu Wr çalışmanın getirdiği eğitsel/teknolojik beceri sorunu en iyi çözümlcme.�i için bkz. Chrislophcr Jcncks ve David Ricsman, Thl! Academic Revolııtion (Garden City, N. Y.: Doublcday, 1961-i).
33. C. Wrig:ht Mili:;. "The Middlc Clas:-;cs in Middle-Sizcd Citics," Aml!rican Sociologi
ca! Neview, C. il. No. 5 (Ekim 1946), s. 520-29. 34. Bkz. Scnnctt ve Cobb, a.g.y., s. 1 93�97.
Ek
" S u ç ! uyorum ! '" S ayın Cumhurbaşkanı M . Felix Faure ' a Açık Mektup
Sayın Başkan, Daha önce beni kabul etmiş olma inceliğinizden dolayı size te şekkür borçluyum. Onurunuzun ve şu ana dek hep yükselen başarı nızın bir daha hiç silinmeyecek, utanç verici bir leke karşı karşıya olduğunu söylememe izin verin.
tehdidi ile '
En alçakça iftiralardan alnınızın akıyla çıkarak gönüllerde taht kurdunuz. Rusya ile yapılan ittifakın Fransa'da yarattığı bayram havasına öncülük etmekten mutlu görünüyorsunuz ve emek, haki kat ve özgürlük yüzyılı olan büyük yüzyılımızı taçlandıracak Ev rensel Sergi'nin görkemli zaferine başkanlık etmeye hazırlanıyor-
* L'Aurore, 1 3 Ocak 1 898. Emile Zata Oavasr adlı kitaptan. (New York: Benjamin R. Tucker, 1 898), s. 3·14.
sunuz. Fakat, bu iğrenç Dreyfus olayı adınıza, -yönetiminize diye cekfün- sürülmek istenen ne kara bir lekedir! Adalete ve gerçeğe son bır darbe daha vurularak, bir savaş konseyi emirlere uyduğu ge rekçesiyle Esterhazy'i suçsuz bulma cesaretini gösterdi. Sonunda bu da yapıldı! Fransa'nın alnına bir leke sürüldü; bu toplumsal ci
nayetin sizin yönetiminiz altında işlendiği tarihe geçecektir.
Onlar her şeye cesaret edebildiklerine göre, ben de edeceğim. Mahkeme olayı tüm açıklığıyla ve eksiksiz olarak ortaya koymaz sa, daha önceden söz verdiğim gibi, gerçeği söyleyeceğim. Konuş mak görevimdir; suç ortağı olmayacağım. Yoksa, gecelerim, uzak-
452 !arda bir yerde, işlemediği bir suç yüzünden en korkunç işkencele
.
re maruz kalan suçsuz bir insanın hayaliyle karabasana dönüşecek.
Ve,. Sayın Başkanım, size bu gerçeği isyan halindeki dürüst bir insan olarak tüm gücümle haykıracağım. Sizin gibi onurlu bir insa nın bu gerçeği bilmediğine inanıyorum. Öyleyse, gerçek suçlular çetesini fükenin en yüce makamı olan size değilse, kime anlatabi lirdim? Önce,, Dreyfus'un yargılanması ve suçlu bulunmasina ilişkin gerçeği gpzden geçirelim. Her şey baştan sona, uğursuz bir adamın başının altından çık mıştır; o zamanlar binbaşı olan Yarbay Paty du Clam. Tüm Dreyfus olayına o neden olınuştur. Dürüst bir araştırma ile eylemleri ve so rumlulukları açıklanmadıkça bunun anlaşılması mümkün değildir. Anlaşılması güç, delişmen bir zihniyeti olan bu adam, okuduğu günlük gazete tefrikalarından etkilenerek çalınmış belgelerden
:
isimsiz mektuplardan, gizli buluşmalardan, geceleri çarpıcı dediko
dular yaymaya çalışan gizemli kadırılardan hoşlanır. Dreyfus 'a bor
dereau 'yu
dikte etme fıkri ona aittir.
Bordereau'yu aynalarla kap
bnmış bir odada incelemeyi hayal eden de odur. Binbaşı Forzinet . ıı onun elinde fenerle uyumakta olan sanığın yanına girmek için . . ızın venlmesini istediğinden söz etti. Aslında amacı sanığın yüzüne ansızın ışık tutarak uyku sersemliğiyle suçunu itiraf etmesini sağla . maktı. Her şeyi anlatınam gerekmez; eğer biraz araştırılırsa her şey açığa kavuşturulacaktır. Yalnızca şunu açıklamalıyım: Dreyfus ola yını malıkemeye götürmekle görevli bir askeri savcı olan Binbaşı Paty du Clam, tarih ve sorumluluk sırasına göre, işlenen korkunç adlı hatanın en önde gelen suçlusudur.
Bordereau bir süredir, genel felç nedeniyle ölen İstihbarat Daire Başkanı Albay Sandherr'in elinde bulunuyordu. Elbette, bugün ol·
Bordere· au 'nun yazan araştırılırken, a priori olarak bu kişinin ancak Genel· kurmay'dan ve bir topçu subayı olabileceği sonucuna varıldı; bor· dereau'nun ne denli yüzeysel incelendiğinin göstergesi olan ikili duğu gibi o zanrnn da belgeler kaybolınuş, "uçmuştu".
bir yanılgıydı bu; çünkü yapılacak etraflı bir inceleme ile söz konu· su kişinin Kara Kuvvetleri'nden bir subay olduğu kanıtlanır. Onlaı araştırmalarını kendi çatıları altında yaptılar; yazıları incelediler; sarıki bir tür aile içi sorunmuş gibi. Karargfilıta baskına uğratılacak tı bu hain ve oradan defedilecekti. Bir kısmı bilinen bir öyküyü yi nelemek istemiyorum. Dreyfus 'tan kuşkulanıldığı anda Binbaşı Paty du C!am sahneye çıktı. O andan itibaren Dreyfus'u keşfedeıı )3inbaşı C!am olınuştur. Dava onun davası olınuştur, haini şaşırtıp yenilgiye uğratmak ve itiraflara zorlamak için elinden geleni yap mıştır. Kuşkusuz ki, istihbaratı hiç yeterli görünmeyen General Mercier, kendini kilise işlerine kaptırmış olan Genelkurmay Başka m
General Boisdeffre ve vicdanını susturarak birçok olaya karışan Genelkurmay Başkan Yaı·dımcısı General Gonse da işin içindedir,
Ama bunların hepsiııi yöneten, suyun başını tutan ve hipnotizma ederek onları uyutan Binbaşı Paty du Clam'dır. Binbaşı ispiritiz· mayla, büyücülük ve ruhlarla ilgilenmektedir. Talihsiz Dreyfus üze rinde bu adamın ne gibi deneyler yaptığı, onu hangi tuzaklara dü şürmeye çalıştığı, hangi çılgın soruşturmalara tabi tuttuğu, baştar sona işkenceye dayanan canavarca fantezilerini ona nasıl uyguladı ğını kimse bilemez. Ah! İşin başında olup bitenleri gerçek ayrıntılarıyla bilenler ka bus geçirdiklerini sanırlar. Binbaşı Paty du C!am, Dreyfus'u tutuk layıp hücreye kapatıyor. Hiç zaman yitirmeden koşup Bayan Drey fus' a bir şey söylememesi için gözdağı veriyor; yoksa kocasının işi bitıniş olacaktır. Bu arada Dreyfus yırtınıyor, masumiyetini haykı nyor. Ardından sorgulaına, bir onbeşinci yüzyıl tarihçesi gibi, biı giz perdesi altında, ilkel yöntemlerle yapılıyor. Bunların tümü de tek bir çocuksu kaıuıa dayandınlıyor, o da yalnızca bayağı bir iha net değil, utanmasızca bir dolandırıcılık olan şu
bordereau
saçma
sı. Saçma, çünkü verildiği öne sürülen sırların hemen tümü değer siz şeylerdi. Bu konuda eğer ısrar· ediyorsaın, bunun nedeni daha
eride bu yumurtadan, Fransa'nın hasta düşmesine yol açacak olan Drkunç adaletsizlik, gerçek bir suç çıkacak olmasındandı r. Adli ya tlgının nasıl gerçekleştiğini, Binbaşı Paty du Clam 'ın tezgii.h lan111 buna nasıl yardımcı olduğunu, Genera l Mercier'nin, General oisdeffre ve General Gonse'un nasıl aldanabildiklerini, bu hatanın ırumluluğunu adım adım nasıl üstlendiklerini, sonraki aşamad a bu ınılgıyı tartışma götürmez kutsal bir gerçek olarak kabul ettirmek ffeğine nasıl inandıklarını tüm ayrıntılarıyla göstermek isterdim . mi, bilşlangıçta savsaklama ve kavrayış noksarılığında n başka bir y yoktu . En kötüsü, çevrelerinin dinsel tutkularına ve mesle ki ön trgılara yenik düşmüşlerdi. İşin yürümesi için budala lıklara ses çı trmıyorlardı. Sonunda Dreyfus savaş konseyinin huzuruna çıkarıldı. Kayıtsız rtsız gizlilik talep edildi. Bir hain, sının düşmana açarak Alman ıparatoru'nun Notre Dame' a girmesini sağlayacaktı da onlar da etkili sessizlik ve gizlilik önlemler.i alamayacaklardı. Olacak iş ğil! Fransız ulusu şaşkınlık içindeydi. Korkunç şeyler fısıldaşılı r, tarih adına iğrenç ihanetler ağızlarda dolaşıyor ve ulus çaresiz, yun eğiyor. Öyle ağır bir ceza da yok. Suçlunun rütbesi nin kamu ünde sökülüşü alkışlanacaktır, pişmanlık içinde bu lekeyi taşıya � yaşaması istenecektir. Peki. Avrupa 'yı ateşe atabilecek denli llikeli olan ve söylenemeyen, karardıkta bırakılan şeyler gerçek ydi? Hayır! Bütün kurgu yalnızca Binbaşı Paty du Clam'ı n çılgın val gücüne dayanıyordu. Her şey en gülünç türden günlük gaze tefrikalarını gizlemek içindi. Bunu anlamak için yalnızc a savaş lseyi huzurunda okunan iddianameyi incelemek yeterli dir. Ah! Böylesi bomboş bir iddianameyle bir insanın suçl �abilme 'ir adaletsizlik abidesidir. Dürüst bir insanın bu suçlam ayı, Şey Adası'nda ödenen ölçüsüz bedeli düşünerek, çileden çıkmad an isyan etmeden kabullenebilmesi olanaksızdır. Dreyfus 'un birden la dil bilmesi suçtur; evindeki aramada tehlikeli bir belgen in bu amamış olması suçtur; arada bir doğduğu ülkeye gitmes i de suç Çalışkan olması, öğrenmeye istekli olması suçtur. Kafası nın ka nası suçtur, karışmaması da suçtur. Ya iddianamedeki ayakları e basmayan biçimsel iddialar! Suçlamanın on dört ana başlıktan �tuğu söylenmişti, oysa bordereau maddesinden başka bir şey amıyoruz. Dahası, bilirkişilerin de birbirleriyle anlaşam adıkları-
nı öğreniyoruz. Aralarından biri, Bay Gobert, istenilen karara var madı crı için askeri tarzda azarlanmış. Bir de Dreyfus'a karşı tanık lığa
;elen 23 subay vardı. Onların sorgusuna iliŞkin bir bilgimiz
yok. Hiç değilse tümünün de aleyhte tanıklık etmediğinden emi�iz ve bunların Genelkurmay mensupları olduklarının altını çızmehyız.
Bu bir aile davasıdır; orada hepsi kendi evlerindedirler ve unutul mamalıdır ki, bu davayı Genelkurmay istemiştir, sanığı suçlu bul
-�1
mustur, şimdi de ikinci kez cezalandırmaktadır. vet, eldeki tek kanıt bordereau'ydu ve bilirkişiler de onunla ilgili fikir birliğine varamamışlardı. Konsey oturumunda yargıçların ister istemez beraat vereceklerinden söz edilir. Bu nedenle, umutsuz
E
·
bir inatla, hüküm giydirmeyi haklı çıkaracak gizli, karşı koyulmaz
bir belge ortaya atılıyor. Ama bu belge açıkça gösterilmi'.?r. Bu her seyi meşru kılan, önünde eğileceğimiz, görünmez ve bılınmez hır
�anrı. Bu belgeyi tüm gücümle reddediyorum. Belki de küçük ka
dınların söz konusu olduğu ve bir yerinde herhangi bir D ... .'den ya
da karısı için çok düşük bir bedel ödendiğini düşünen bir eşten söz edilen bir belge! Hani, ulusal savunma çıkarlarını zedeleyen, gele cekte bir savaşa yol açabilecek belge nerede? Hayır, hayır, bu bir yalan, hem de iğrenç ve ahlaksızca bir yalan; çünkü dokunulmazlık zırhı altında yalan söylüyorlar, öyle ki kimse onları suçlayamıyor. Fransa'yı ayaklandırıyorlar, sonra da meşru duygu selinin ardına gizleniyorlar. Yürekleri sızlatarak, kafaları karıştırarak ağızlan .ka patıyorlar! Daha büyük bir yurttaşlık suçu olabilir mi? Bunlar, Sayın Başkan, adli bir hatanın nasıl yapıldığım gösteren olgulardır. Manevi kanıtlar, zengin bir adam olarak Dreyfus 'un du rumu, bir saik yokluğu, ardı arkası kesilmeyen bir masumiyet çığ Jıo crı• onun Binbaşı Paty du Clam'ın sıradışı hayal gücünün, dini or' tamın ve çağımızın yüz karası "Yahudi avının" kurbanı oıgugu ger�
çeğini aydınlatmaktadır.
. :· . . Şimdi de sıra Esterhazy olayında. Aradan üç yıl geçtı;:.derın hır vicdan rahatsızlığı içinde çoğu kişi kaygı duyarak araştırdılar, so nunda Dreyfus 'un suçsuz olduğu kanısına vardılar. Bay Scheurer-Kestner'in önce kuşkulanıp daha sonra kesin yar : gılara ulaşmasının tarihçesini vermeyeceğim. Fakat Kestner kendı
arastırmasını sürdürürken Genelkurmay' da da bazı şeyler oluyordu. Al ay Sandherr ölmüştü, onun yerine İstihbarat Dairesi 'nin başına
�
5 4 5
Albay Picquart getirilmişti. Picquart görev başındayken eline bir
tınaya bakarak, yaptıklarının ne kadar akılsızca olduğunu söylüyor·
mektup-telgraf geçer. Bu mektup yabancı bir gücün ajanı tarafından
du. Daha sonraları Bay Scheurer-Kestner de General Billot'ya aynı
Binbaşı Esterhazy'e gönderilmiştir. Picquart soruşturma açmak zo
şeyleri söylüyor ve sorunun toplumsal bir yıkıma neden olacak dü·
rundaydı. Besbelli ki, daha önce üstlerinin emri dışında hiçbir za
zeye getirilmemesi için ona bir vatansever olarak yalvarıyordu. Ne
man bir eylemde bulunmamıştır. Bu nedenle kuşkularuu üstlerine,
var ki bir kez suç işlenmişti ve Genelkurmay suçunu itiraf edemi·
yani General Gonse'a, General Boisdeffre'e ve General Mercier'in
yordu. Böylece Albay Picquart başka bir göreve atanarak mümkün
yerine Savaş Bakan!ığı'na getirilen General Billot'ya iletir. Çok sö zü edilen ünlü Picquart belgeleri, Billot belgelerinden başkası de ğildir; demek istediğim, bir astın Bakanı için toplamış olduğu bu
olduğu kadar uzağa, Tunus'a gönderildi. Böylece, ona Mores Mar·
kisi'nin öldürüldüğü bölgede görev verilerek hir gün kendisinin de
görevi sırasında mutlaka kılıçtan geçirileceği ve yiğitliğinden dola
belgeleri ihtiva eden bu dosyanın bugün de Savaş Bakanlığı'nda
yı onurlandırılacağı bile hesaplandı. Şerefine hiçbir leke sürülme
ayına dek sürdü. General Gonse, Esterhazy'nin suçlu olduğuna
ması felaket olacak sırlar saklı tutularak tabii ki.
456 bulunması gerekir. Araştırmalar
1896 yılının Mayıs ayından Eylül
inanmıştı. General Boisdeffre ile General Billot da bordereau'daki
mişti. General Gonse onunla dostça mektuplaşıyordu. Açığa vurul Paris 'te gerçek karşı konulmaz bir güçle yol alıyordu ve bekle
el yazısının Esterhazy' nin yazısı olduğundan kuşku duymuyorlardı.
nen fırtına koptu. Bay Mathieu Dreyfus, Binbaşı Esterhazy'i borde
Albay Picquart'ın soruşturması bu gerçeğin ortaya çıkarılmasıyla
reau'nun gerçek yazarı olarak suçladı. O sırada Bay Scheurer-Kest
sonuçlanmıştır. Doğallıkla, bu durum büyük bir çalkantı yaratınış
ner davanın yeniden incelenmesi konusunda Adalet Bakanı'na di
tı, çünkü Esterhazy suçlu bulunursa Dreyfus davasının yeniden in
lekçe vermek üzereydi. İşte o günlerde Binbaşı Esterhazy ortaya
celenmesi kaçınılmaz olacaktı. Oysa Genelkurmay Başkanlığı bu
çıktı. İlk önce çılgın gibiydi. Kendini yok etıneye ya da kaçmaya
nu hiçbir" şekilde istemiyordu.
hazırdı. Ama ansızın kafa ıutınaya başlar, Paris'i şaşkına çevirir.
Daha sonra acı veren psikolojik bir dönem yaşanmış olmalı.
Demek ki yardımına koşanlar olmuştur. Ona döndürülen dolapları
Dikkatinizi çekerim ki General Billot uzlaşmada yoknı; meseleye
ve düşmanlarını bildiren imzasız bir mektup gönderilmiştir. Hatta
yeni bulaşmıştı. Gerçeği ortaya çıkarabilirdi. Ne yazık ki kamu
bir gece gizemli bir kadın kendisine Genelkurmay' dan çalınmış bi.ı
oyundan ve elbette General Boisdeffre, General Gonse gibi mesai
belge verme zahmetine katlanmıştır. Onu kurtarabilecek olan bel
arkadaşlarına, ve· tabii astlarına ihanet etınekten korktuğu için bunu
gedir bu. Ve burada yine Yarbay Paty du Clam'ın parmağını gördü
göze alamadı. Sonra, vicdanı ile ordunun çıkarı olarak gördüğü şey
ğün1ü söylemeliyim. Onun hayal gücünün ürettiği çareler hemen
arasında bir dakikalık bir çatışma oldu. İşte, bu dakika geçtiğinde,
belli oluyor. Dreyfus'un suçlanması Yarbay Clam'ın eseriydi ve
her şey bitınişti. Artık işin içine karışnuş, uzlaşmıştı. Bunu yaparak
şimdi bu eser tehlikedeyken hiçbir şey yapmadan duramazdı; do
öteki kişilerin suçunu üstüne alnuş, onlar kadar, hatta onlardan da
ğallıkla yapıtını savunmalıydı. Davanın yeniden incelenmesi de ne
ha fazla suçlu duruma düşmüştü. Çünkü adaleti gerçekleştirebilme
demekti? Şeytan Adası'nda trajik bir biçimde son bulan o olağanüs
gücüne sahip iken, bunu yapmamıştı. Her şey çok açık! General
tü tefrikanın yıkılışına izin mi verecekti? Asla! Bundan sonra Albay
Bi!lot, General Gonse ve General_ Boisdeffre Dreyfus'un suçsuz ol
Picquart ile Ym-bay Paty du Clam arasında düello başlayacaktır. Bi
duğunu bir yıldan beri biliyorlar. Buna karşın gerçeği gizliyorlar.
risi açıkça, öteki maskeli olarak meydan okuyacaktır. Çok geçme
Geceleri rahat uyuyabiliyorlar ve çok sevdikleri karıları ve çocuk
den her ikisini de sivil mahkemenin karşısında göreceğiz. Aslında,
ları var! Albay Picquart dürüst bir insan olarak görevini yerine getirmiş ti. Üstleri karşısında adalet adına direniyordu. Hatta onlara yalvarı yordu; yaklaşan ve gerçek öğrenildiği zaman kopacak korkunç fır-
tüm bu olanlar Genelkurmay'ın kendini savunmasından, işlediği suçu, her saat iğrençliği büyüyen suçu itiraf etınekten kaçınmasın dan başka bir şey değildi. Herkes Binbaşı Esterhazy'i kimin koruduğunu merak ediyordu.
ınu koruyan, en başta, her türlü numarayı çevire n, ama komik yön mleriyle her şeyi yüzüne gözüne bulaşt ıran Yarbay Paty du lam 'dı. Sonra General Boisdeffre, General Gonse ve özellikle de eneral Billot. Dreyfus 'un suçsuzluğunun kabul edilmemesi gerek ydi ki, Binbaşı aklansın. Dreyfus aklanırsa, Savaş Bakanlığı su ıyları halkın nefreti altında ezilirdi. Ve bu şaşılac ak durumun ga p sonucu, görevini yerine getirmeye çalışan tek dürüst insan olan !bay Picquart'ın kurban edilmesi, hor görülm esi, cezalandırılma ydı. Ey adalet! Yüreğimizi ne büyük bir umuts uzluk sarıyor! Es rhazy 'i mahvetmek için telgraf kağıdını onun uydurduğunu, dola sıyla bir sahtekar olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler. Fakat ınn aşkına, neden? Ne amaçla? Bir tek neden gösterin. Onu da mı ıhudiler satın almıştı? Hikayenin ilginç yanı, onun bir Yahudi ışmanı olmasıdır. Ne alçak bir görünüm! Tertem iz yaşamıyla bir ;an yıkıma uğratılırken, borçlar ve suçlara batmış insanların ma miyet ilanl(l.J"ı. Bu noktaya gelen bir toplum çürüm eye yüz tut lŞtur. İşte, Esterhazy olayı budur, Sayın Başkan; ortada aklanan bir çlu var. Neredeyse iki aydan beri bu maharetle kotarılan işi saati Hine izleyebiliyoruz. Günün birinde dehşetli anları uzun uzun ya acak olan bir öyküyü özetliyorum. General Pellieu x ve Binbaşı ıvary'nin yaptıkları acımasız soruşturmalardan alçaklar yücele ;, masumlar da lekelenmiş olarak çıktılar. Sonra da savaş konse toplantıya çağrıldı. ' Bir savaş konseyinin yaptığını öteki savaş konsey inin bozabile ıi nasıl umulmuştu? 'Yargıçların her zaman olası seçimlerinden hiç söz etmiyorum. ker!erin kanına işleyen üstün disiplin ideali onların adaleti yeri getirme gücünü yok etmeye yetmez mi? Disiplin, itaat etmektir. vaş Bakanı, büyük şef, ulusun temsilcilerinin alkışları arasında k açık verilmiş bir mahkeme kararırun mutlak otoritesini teyit �rken, bir savaş konseyinden onu resmi olarak yalanl aması bek ebilir mi? Hiyerarşik olarak bu olanaksızdır. Gener al Billot, yap : açıklama ile yargıçlara telkinde bulunmuştur. Onlar da ateşe atı asına, düşünmeden karar vermişlerdir. Şu düşün ceye dayanıyor "Bir savaş kouseyi, ihanet suçundan dolayı Dreyfu s'a hüküm diimiştir, öyleyse Dreyfus suçludur. Şimdi, bir savaş konseyi
olarak onu biz aklayamayız. Çünkü biliyoruz ki Esterhazy' i suçlu bulmak, Dreyfus'u aklamaktır." Savaş konseyi bu saplantıdan asla : kurlu lamazdı. Bu kişiler sonsuza dek savaş konseylerimizin kamburu olarak kalacak ve bundan böyle bu konseylerin kararlarını her zaman kuşku altında bırakacak haksız bir karar vermişlerdir.
İlk savaş konse-
yi kavrayış noksanlığı göstermiştir. İkincisi "zorunlu" olarak ağır suç işlemiştir. Yineliyorum: İkincisinin özrü, daha önceki ll\ahkeme kararının dokunulmazlığını açıklamasıydı ve astlar bunun tersini öne süremezlerdi. Ordunun şerefınden söz ediliyor, onu sevmemiz, , saymamız isteniyor. Ah! Evet, elbette! Bir tehlike karşısında Fran- 459
· sız toprağını savunacak olan orduyu tabii ki sevip sayıyoruz. Ordu
bütün halktır ve böyle bir ordu için saygı ve sevgiden başka bir şey gelmez elimizden. Ama sorun ordu değildir. Onun şerefini ve say gınlığını düşündüğümüz için adalet istiyoruz. Burada asıl sorun kı lıçtır, belki de yarın bir gün başımıza efendi kesilecek olan kılıç! Bu kılıcın kabzasını ikiyüzlüce öpmek mi? Asla! Şunu da kanıtladım: Dreyfus davası subayların, muvazzafların davasıdır. Genelkurmay'dan bir subay, yine Genelkurmay'daki ar kadaşları tarafından ihbar ediliyor ve Genelkurmay ileri gelenleri
nin baskısıyla cezalandırılıyor. Tekrar ediyorum, tüm personel suç lu duruma düşmeksizin Dreyfus'un suçsuz çıkması olanaksızdır. Bu yüzden, subay takımı akla gelen her türlü çareye başvurarak; ba
sın kampanyalarıyla, bildirilerle, nüfuzlarını kullanarak Esterhazy 'i Dreyfus 'u ikinci kere mahvetmek pahasına korumuşlardır. Cumhu
riyet hükümeti, General Billot'nun bile düzenbaz çetesi diye adlan dırdı
� �Ilı, vatansever bakan nerede? Ulusal savunmanın kimlerin elin
de olduğunu bildikleri için büyük kaygılar duyan nice kişi tanıyo rum. Ülkenin alınyazısı üzerine karar verilen o kutsal sığınak ne aşağılık oyunların, dedikoduların yuvası olmuştur! Dreyfus dava
�
sıyla orduya tutulan ışık altında gördüklerimiz, bu talihs , bu "Pis Yahudi" sözü ile kurban edilen insan bizi dehşete düşürüyor. O say a gınlıktan uzak ve yalancı devletin varlık nedeni bahaneşi. ardm du ısıye po sıradan karışımı, bir ın nasıl da çılgınlığın ve ahmaklığ menler, engizisyona yakışir despotça gelenekler dönüp duruyor ve
)
ct.
460
postal!ru:ı ulusun ensesinde olan bir avuç altın kordonlu subayın z�vkı ıçın gerçek ve adalet çığlıkları nasıl da gerisin geri ülkenin agzına tıkılıyor! Suçlarından biri de kirli basının desteğini kabul ederek Paris 'te k.i tüm düzenbazların kendilerini alkışlamasına izin vermeleriydi. . şımdı düzenbazların Oyle kı, hak ve dürüstlüğün ayaklar altına alın masıyla pervasız zaferine tanık oluyoruz. Bu büyük yanılgıyı sür dürmek için tüm dünya karşısında alçakça bir oyun sergilerken, Fransa'yı ferah, özgür ve adil ulusların başında görmek isteyenleri Fransa'ya mesele çıkarmakla suçlamak da suçtur. Kamuoyunu şaşırtmak, �ılgınlık noktasına sürükledikleri bu kamuoyuna bir ölüm fermanı imzalatmak ağır bir suçtur. Sıradan ve mütevazı insanları zehirlemek, gericilik ve hoşgörüsüzlüğü Yahudi düşmanlığına sığı narıık köıyklemek daha da ağır bir suçtur. Eğer bu hastalık iyileşti
rılmezse ınsan haklarının özgürlükçü büyük Fransası yıkılacaktır. Vatanseverliği kin ve düşmanlık için sömürmek bir cinayettir. Son
olarak, tüm insanlık bilimi geleceğin hakikat ve adalet tapınağını oluşturmaya çalışırken, kılıcı çağdaş Tarırı kabul etmek de büyük bir cinayettir. Derin bir tutkuyla arzuladığımız gerçeğin ve adaletin hiçe sayıl dığını, ayaklar altına alındığını ve karanlıkta bırakıldığını görmek ne büyük bir yıkımdır! Bay Scheuner-Kestner'in ruhunda bir çö küntü olabileceğinden kuşkulanıyorum. Sanıyorum ki, sonunda Bay Kestner senatodaki gensoru sırasında bir devrimci gibi davra nıp içini dökmediği, her şeyi yıkmadığı için pişman olacaktır. O bü yük ve dürüst insan, doğruluk içinde geçen yaşamının insanı olarak kalmıştır. Gerçeğin kendi kendine yeterli olduğuna, özellikle her şeyin gün gibi açık göründüğü bir sırada başka türlü düşünüleme yeceğine inanmıştır. Yakında güneş parlayacağına göre, ne diye her şeyi tersyüz etsindi? İşte bu güven dolu serinkanlılığı yüzündendir ki, Kestner korkunç biçimde cezalanmıştır. Aynı şeyi Albay Picqu art ıçın de söyleyebiliriz. O ki, ağırbaşlılığı ve yüksek onuru uğru na General Gonse'un mektuplarını yayımlamak istememiştir. üst lerinin kendisine çamur attığı, en umulmadık ve en onur kırıcı bi çimde mahkemeye verdikleri zaman bile gösterdiği titizlik ve disip lın aşkı onu daha da değerli kılmak-tadır. Şeytan boş durmayıp kö tülükler peşinde koşarken, işleri Tanrı 'ya bırakan temiz yürekli ve
cesur iki kurban işte size. Yarbay Picquart'ın davasında şu şerefsiz liği bile görüyoruz: Bir Fransız mahkemesi, bir tanığın kamu önün de savcı tarafından suçlanmasının ardından, bu tanık açıklama yap mak ve kendini savunmak isteyince duruşmayı gizli sürdürmüştür. Bu, kamu vicdanını ayaklandıracak nitelikte çok ağır bir suçtur. Ne yazık ki, askeri mahkemelerin adalet konusunda tuhaf düşünceleri vardır. İşte, yalın ve korkunç gerçek budur, Sayın Başkan. Bu başkan lığınız adına bir leke olarak kalacaktır. Bu davada hiçbir yetkinizin bulunmadığı, çevrenizin ve anayasanın tutsağı olduğunuz kanısın da değilim. Hiç değilse bir insanlık ödeviniz vardır. Bunu düşüne cek ve yerine getireceksiniz. Bu davanın zaferle sonuçlanacağından asla kuşkum yok. Şimdi daha büyük bir kesinlikle yineliyorum: Gerçek ilerliyor ve hiçbir şey onu durduramayacaktır. Herkesin du rumu bugün açıkça belli olduğuna göre dava ancak bugün başla mıştır. Bir yanda gerçeğin aydınlanmasını istemeyen suçlular, öte yanda da gerçeğin ortaya çıkması için yaşanılarını feda etmeye ha zır adaletperverler. Daha önce söyledim, şimdi de söylüyorum: Ger çeği toprağa gömerseniz, orada birikir ve öylesine güçlenir ki, pat ladığı anda kendisiyle birlikte her şeyi havaya uçurur. Yaklaşmakta olan felaketin sonuçlarına hazır olup o!ınadıklarını göreceğiz. Mektubum çok uzadı, Sayın Başkan; bir sonuca varmak gereki yor. Yarbay Paty du Clam'ı adli hatanın şeytani işçisi olarak suçluyo rum. Sonra da uğursuz eserini, üç yıldan beri en şaşırtıcı ve baştan sona suç olan dalaverelere başvurarak savunmakla suçluyorum onu. General Mercier'yi, düşüncesizliği yüzünden, çağımızın en bü yük haksızlığında suç ortağı olmakla suçluyorum. General Billot'yu, Dreyfus'un masumiyetine ilişkin elindeki ke sin kanıtları saklamakla, şerefleri tehlikeye düşen subayları siyasal bir amaçla kurtarmak için, insanlığa ve adalete karşı ihanetle suçlu yorum. General Boisdeffre'i ve General Gonse'u aynı suçun ortakları olarak suçluyorum. Birisi, hiç kuşkusuz dinsel hırsı yüzünden, öte ki ise belki, ordu personelini dokunulmaz sayacak kadar mesleğe bağlılığından, suça ortak olmuşlardır. General Pellieux ile Binbaşı Ravary'yi, vicdansızca soruşturma
yapmakla suçluyorum; yani soruşturma acımasızca taraf tutular ak yapılmıştır; ki, ikincinin raporu, naif bir küstahlığın muhteşem bir abidesi olarak elimizdedir. Üç yazı uzınaıu, Belhomme, Varinard ve Couard'ı uydurm a ve füzmece raporlar düzenlemekle suçluyorum. Yapılacak tıbbi mu wene sonunda bu kişilerin görme ve zihin özürlü oldukları saptan11azsa suçlanıadan kurtulamazlar. Savaş dairesi subaylarını, basında özel!ikle L'Eclair [Şimşe k] ve c'Echo de Paris [Paris'in Yankısı] gazetelerinde, kamuoyunu şa prtmak ve işledikleri suçu örtbas etınek için iğrenç bir kampa nya ;ürütınekle suçluyorum. Son olarak, Birinci Savaş Konseyi 'ni, gizli kalaı1 bir belgeye da ıaılarak bir sanığa hüküm giydirdiği için hukuku çiğnemekle suç uyorum. İkinci Savaş Konseyi'ni de yukarıdan gelen emre uyarak, ıir suçluyu, suçunu bile bile aklayarak ağır adli suç işleme kle, böy ece Birinci Konsey' in yasaya aykırı davranışını örtbas etınekle ıuçluyoruııı. Bu suçlamalarda bulunurken, 29 Temmuz 1 88 1 gürılü basın ya ;asının 30. ve 3 1 . maddelerine karşı gelindiğini, bu yasanı n iftira ıuçlarına ceza belirlediğini bilmiyor değilim. İsteyerek kendimi ehlikeye atıyorum. Suçladığım kişilere gelince, onları tanımıyorum ve hiç görme lim. Onlara karşı hiçbir kinim yok. Onlar benim için toplum a kö !ilük eden kişilerdir. Benim burada yaptığım, gerçeğin ortaya çık ııasını ve adaletin gerçekleşmesini hızlandırmak için devrimci bir raca başvumıaktaı1 başka bir şey değildir. Bir tek tutkum var: Bunca acılar çeken ve mutluluğu hak eden ısarılık adına duyduğum aydırılık tutk'Usu. Coşkulu protes tom yü �ğiınden kopan bir çığlıktu·. Cesaretleri varsa beni ağır ceza mah emesine çıkarsınlar ve herkesin önünde soruşturma açılsın ! Bekliyorum. Sayın Başkan, derin saygılarımı kabulünüz umuduyla.
E M İ LE Z O L A
D izi n
J750'1er 66, 67
aktörler ailesi 228
1830 Devrimi 292, 293. 294. 300
ahın fikri 29
J840'1ar ve 1890'lar 66, 67
Alcmbert, Jean d' &cyclopı!die 159
1848 Devrimi 44, 291, 292�297, 300, 307, 327.
Alençon, Emilie d' 248
33R J 960'1arkuşağı 5 1
A
ü la vicrime 244
a priori 39, 40, 46
algılayan ve algılanan 40 alışveriş merkezi 381 ulkışlama 269 alkolizm Z79. 280
Alnıany.o. 90
ıımblemler 219
Acton, Doktor 220
Amerika 174, 354. 424
açık hava p:ızarlan 86
Amerikalılıır 291
Addi�on 132
Addiı;on ve Steele 1 1 7
Amerikan uyaklanmal.o.n 384 Amerikan banliyöleri 382
ademi merkeziyetçHik 397
Amerikan kentleri 79
adil ıir.ınlık 159
Amerikan toplumu 1 8
Adomo, Tiıeodor 53, Salıiciliifin Dili 50
Amour dans l'EglC 106
Agnew, Spiro 357 ahlfik dışı [immor.ıl] 41 ah11lk ihlalleri 4 1 nhlük kunı.llan !65 :ıhl:'.ikçılar 50
:ımpirik 67, 68
ancien regime 32,35, 36, 38,41 , 42,46,66, 73, ana babalar 133. 134, 136, 236, 237, 353
74, 89. 98, 107, J J2. 139, 149, 150. 166, 169, 110. 111. 112. 111. ıso. 182. 183. 185, ıs6.
ahUiki kaygılıır 57
189, J90, 1 9 J , 196,214.221. 234. 239,240.
ahlüki kıstas 37
241. 242, 246. 255, 256, 264, 294, 296, 369.
:,ıhlliki maske 391
383, 413. 414
ııhlfiki mutlaklar 207
anonnallik 249
aile 16, 35, 37. 38, 4 1 , 53, 87. 128. 129. 132, !33,
ıınıi Semitizm 314, 315, 316, 357, 388, 389
135, 136, 159, 188, 198. 202, 232-238. 2.'i6, 282, 286. 334, 338, 339. 398. 414 aile baSl:ın 88
ıınfı-slmgesel 124 Antoine 250, 251 .o.nıropoloji 6 1
aile dUzeni 240
ar.ıç mesajdır 61
aile ı;ruplan 79
araçsal dUnya 339
aile ilişkileri 134
1.1.raştınnııcı 68
aile ortamının benzeri 130
, Ari�. Philippc 1 3 1 . 234, Çocukfıığim Tarihi 130
ııile yaşamı 240
annma291
Akıl ÇııSı 396 .
aristokraı 75, 102
aktifbenlik 425
Aristoıeles 232
:ıktör 96, ı ı ı , ıso. 153-157, 159, ı 6 t , 1 62, 165.
Arjantin 174, 362
258, 264, 267. 401, 403
nrkadaşlık 16. 339, 398
Amold, Matthcw 60
aktör ve mUzisyenler 46
Ann.�trong, Gcorge 133
aktör ve yabancı 65
artık sennaye 162
aktör-in:ı:ın 67, 150. 1 5 1 . 152, 171, 255
Aryanlar 29 l
aktörler 95. 109, 1 10, 269, 307, 402
arzu 27, 240
aktör ve seyirci ! ı I , l 13
A�hlcy. Lord 238 askeri yas:ılar 17 <ı:fırı ıniktıırda cemauı 165 aşkınlık 39 Atgeı. Eug�ne 282 utlar!ıı çekilen ımıbular 192 atomlarına ayrılmış toplumsal nl:ın 396 Auerbach. Erich 32. 33. 2 1 1 . Mime.ı·is 210 Augustus gağ.ı 15. 17, 74 uvcılık ve toplayıcılık :'i l Avenel. G . d ' 193 ııvukatlar 97 Avusturya 372 ııyukkabılur 215
464
--
Aydınlunm:ı 37, 128, 129, !34, 202, 203, 336 Aydınluıım:ı ııi!csi 240 ııydın!:mmış O;o:çıkar 287 uyluk 162 :ıyn:ı ııktıınmı 417 ayrıc;ılıklı 32
B baba-lider 354 B:ıclı, Johann St:bustiun 275, Viyola dıı Gamhrı, Crıııtiııun 259 bağımlılık ilişkileri 1 6 1 , 164 bağımlılık ııoııyonu 276 tıağlmıtısızlık 415 tıahçc�chir .178 Oakst. U!on 252 Bııkuniıı, Mikhııi! 229 lıul ,ıe.ı· f!l'!/l/11s 244
h;ıle J 08, 259 Bolık!ur Krul/ıj.iı 23 ı
Bulı.ac 46, 64, !69, !70, 1 71 , 195, 199, 204, 205, 207, 208, 2ıu, 2 1 1 , 213, 218, 223, 253, 254. Grırior Bafıu 206. 209, 212 Balzııc, ı:;rırirıt Baha, İnswıltk Komedyu,fı 57, 206, , 207, O;d Yoşunı Maıı:araları, Taşrıı Yaşamı Man:ıırıılurı, Puris Yaşammdan Man:aralar
207. Kı'/Jcır Fulıı'şe!ı-r 205. Lı! Nl!Kre: Ml!lodrame en Trois Acırs 209, Sömııiiş Hayaller 42, 212. Tılsımlı Deri 2! 1 ffiın!iyökr 382 bıırok �hir 121 Barry, Sprnnger !04 Bartlıou. L. 298 B:ırton, Lucy 246 haııkı ve korku 20 basmakalıp duygular 404 OO�kuldın 241. 249 ba.�tun çıkanıııı 2 ı Ballı. Englund 270. 28! Butr Avrupa ı s Butılı burjuvu toplumu 400 Barılı oyuııl:ır 408 Bııudelaire, 57. 170, "Modem YU1Jamm Resı;..ımı" 277 bayr.ık 297 B:ıyreutlı Oper:ı Bimısı 269, 271. 272
Bayreuth'ta Wagner Oper..ısı 270 Beııumarchais, Pierre de 106, l ı 5 bebekler 407, 409, 410 Bcccaria. Cemre 137, Suçlar ı•c Cc=alar Hukkıııda
135 bedcn 23,6J, 64. 96, 99, JOO, 103, !06. 1 14, 17 1. 226, 228, 229, 2 31, 243-245, 249, 251, 252 bedenin dili 24( bedenin imgeleri 67 bedenin ne.'>rlelcştiri!mesi 102 bedensel jc.'>tlcr 43 bedensel öz.�u 128 Bt:dford, W, Russetı 83 Beethoven, Luding van apııs 69, Çello, Piyano Sonatı 259 beğeni muamması 2 1 6 bel CU/11() 263 belugat 304 Bcllıomme 462 Belle. Jardiniere 190 ben ve bana 424 Benjamin. Walter 175. 277 benler 103 benliğin ifşası 20, 25
benlik 17. 124, 141. 1 6 1 , 164,203,204,229.285, 287, 326, 330, 338, 339, 343, 403, 416-418, 420, 421, 423-426. 428, 429, 434 benlik mıı.">kelcri 31 benlik me.wfc.'>i 407, 408, 409, 410, 4 11, 4 12 benlik s,ııplantısı 49 benlik sorunları 26 benlik takıntısı 47 Bcnsman, Margarct 234 Bentley, Eric Kulırunıa11a Tap111mu Yü=>•ılı 369 Berlmardt. Samlı 251 Bcrlin 373 Berlioz. Hector 263. 265, Amlar 275 Bcmlıardt, Sar.ıh 276 Bernini, Giovanni 8 1 , 83 Bertillon ölçUmleri 43, 228 Bcrtillon, Alphonse 196 be.�teciler 260, 263 beyıız hı:ıstı:ılık 239 beyaz yaka!ılar420. 421. 423, 424 beyefendi 218. 219 beylik 92 bilgisayar progr..ımcılı:ın 425 bilgisayarlar 42l bilim 202 bilim öncesi 57 bilinç 203 bilinçdışı 43. 415 bilinmeyen 378, 379, 398 Billot, Gcner..ıl 321, 456. 457, 458, 459, 461 bir sahne olar.ık dUnya 151 Birb:ıch, Jerry 389, 390 birey 127, 435 bireycilik 18, 1 7 1 , 233 bireysel karakter fark lan l 38 bireysel ki�ilik 147, 149, 171
bircyııel özgürlük şanıpiyonl:ın 139 bireysel sahicilik dili 50, 166 bireysellik 217 Birinci Entema."yomıl 32X
burjuva kU!tUrU 330, 337 burjuva sınıtlan 420 burjuva cipi etniklik 392
Birlı:şik Cephe 29 ı Binninghımı 184. l 89, 217 biyogmfılcr 341 biz ve onlar 76 Bizet, Georgc.'> 260 Bluck Mııss 139 Blıın4ui. Auguste 300 Bloomingdale's 193 Bloomsbury 83 Blum, U!on 3 1 3 bluzlar 241 /ıoire 1111 liıre (bir litre şar..ıp içmek) 279
burjuvıı toplumu 36 burjuva yaşam tarzı 46, 241 burjuvazi :!O, 33. 40, 41, 66, 73, 74, 75, 86, 97, !70, 175. 185, 188, 190. 212. 231. 279. 282 burjuvazinin geli�mcsi 85 burjuvazinin yUk."eli�i 75 Burke, Edmund 142, 146 Burt 191 Butler, Alban; Serman:; 32 buyurganlık 287 bürokmsi 73. 192. 422 bUrokr..ıtik emek 419 bUrokr..ıtik emekçiler 423 bürokr..ıtik genişleme 42 ı bürokratik yapı 420 bUrokr..ıtlar 188 bUtUnlilkçü [holisticJ 339 büyilcüfllk 453 bUyilk burjuva !02 bUyilk �ehir 162, !64, 166, 174-176. 189, 195. 380 bUyilk �chir ekonomisi 17 l bUyUklenmeci benlik 417 bUyüme 77
bo� ı.am:ııı ve kötülUk 160 boşluk 429. 429, 430 boşluk hissi 415 Botticelli. Sall(!ro 302, 305 Boucher. Fmnçois 216 Boucic:ıult.Aristide 190. 191, 193. 194. 195 Boulangcr, Genemi 3 1 4
Cafe Anglais 282 Cafe de !a ComCdie 123 OıfC de la Pııix 282 Oıt'C de Paris 282 OıfC Procope 119, 28 1 Cafe Volt.ıire 282
Boulcvard d u Crtmc 267 Boulton, James 146 bölgecilik 183 Bmlıms, Johanne.� 260, 273 Bnmdt, Wil!y 348 Br..ı.o.;ili.ı 381 Breucr, Dr. Joscf 239 Brezilya 174. 381 Brigg..,;.Astı 178 British Eıı..,;t lndia Company l ı R Briwıı 140 Brooks, Petcr 209 Brummell. Ikau 216. 269 Budapı:şte DörtlUsü 266 Buffon, Gı:orı;e 78 buluşma alanı 84 Bunshuft, Got'don 27 Burckhanlt. Jakob 60. 303, ;ıafyıı'da Rii11c:ı:a11s Uygarlı.if.ı 302 burjuva 34, 44, l 85, ı 8Cı, 292. 294, 344, 366, 383 burjuva aile 2.�5. 25. 37, 233 burjuva devrimi 293 burjuva cntelt:ktüellcri 327 burjuva kent ya�antısı ! 84 burjuva kozmopolitenliğ.i 213
Calvin,John 160, 165, 427, 429 Camelotıı du, Roi 323 can sıkıntısı 352 can1andmn:ı l 13, 153 canlı icr.ı 374 canlı müzik 371 CapcTown 75 Cariyle, Thomas 195, 224, 226, 229, Sartor Rt:S(lf/US 196. 204, 225 Camcgic Hall'dcki Rc.�itaı Salonu 37! Casa\s, Pablo 370
BoisddTre, Gener.ıl 3 D. 321, 322, 453, 454. 456. 458.461 bolluk ! 60 Bon Marche l 90 lmıı to11 (yeni mocl<ı) 2 16 Bordeaux 270 hrırdcreau 31 l , 3 1 2, 319, 320. 323, 452-457 bon;a 186, 187 Bo!>suet, Piskopos 157. 15X. 304 Bosıon 79 Boswe!l. J:ımc.'> Samuel Jııluısmı'ım Ytışumı 120 bo� zaman 160, 162
C-Ç
Calmato 259
Cassirer. Emst 163 Cclıt:nncm Atc�i kulübü 139 cemaat 26. 172, 288, 290, 291, 310, 323, 324. :'130, 335, 336, 338, 342, 377-380. 382, 383. 386, 388-392, 395. 397-400. 418, 435 cemaat dili 291 , 310, 315, 325 ccmaut ili�kileri 17 cemaat merkezi 381 Cenevre 159, 160. !64, l65 centilmen 219 Cenır.ıl Park 181 d111nıbrclwıs 88 Champ de Man; 169 Charles, II. 90
clıt.'nıisı: dı: la rı:iııı:
Clıecken; Söylevi 361
çocuklıır 130-133. 137, 236-238, 343, 405, 409,
101
41 1-413 çocukluk 129. 134,403.404 , 4 1 4
Chestcrfie!d 100
Che.�terfield, Lord 92, 93
Chic:ıgo 68. 180, 182, 1 9 1 , 192, 234 ehi ya da ı;amm:ı ölçümleri 67
Chicago Kentsel Atrujtmnalar Okulu 184 Clıic:ıgo Ünivcn:iıesi Sosyal Psikoloji
Labor.ıtuvarı 408 Chıırchill, Clıarle.� 142 c:in•..el baskı 2 1 , 241 cinsel ifade 20 cinsel ilişki 23 :in.�eı korkular 415. 428 :in.�el me."
Darwin 43. 201. 228, 229, 431 Darwin. İn:ı:an ı•e Hayı•anlarda Du_v.ı:unun İfadesi
196. 226
D:ırwinciler 325
Daumier 2 1 3
:::iıy ile Westminster 8 l
458. 461
Debus.�y 260, 405, 406
:ı:ırk, T.J. M111luk Bıırjm•u 293 ·ltıs.w.-s nwyenııe.v 420, 424 �lemenceau. Georı;es 329 ;ıerkenwe/I 139 ;libum, Van 375 ;oııt:, Ch:ırles 1 1 5, 1 1 6 :oıonne. Edouard 275 mııEdie 57, 199, 2 ı 1 :omt:die de la Foire l 1 2
ı 15,
dedektitlik 222
dedikodu 9 1 . 92, J 87
Defoe 79.
84
Degas 257
Degas, "Apsent lçen Kadın" 282 değer 55, 56
değer yargılan 419
1 ! 9 , 152. 271,
�omt:die Ita!ienne ı 1 2 'Jmnıt.'ditı ıft.'ll'llr/e 107 'omm Doyle. Slıerlor'k Holnws 223 ·ongrevc, W. 132
oppee, Le 1'11.rsmu 251
oriolanus 63
oramı cemuaıi 387 ouard 462 ıtıp d'eı111 3 1 4 ovenı Gıırclen 83, 86, !08 r&!iı Foncier 188 tıomo. Mario 387-390, 392, 394, 395 Jışma 159, 160 ,y l l K
kirdek ııi!e 233, 234, '237, 238. 239, 253
cuğun sııvunmasızhğı 133
davr.ınışlıır 76. 238, 309 dayanışma ve ihanet 395
De G:ıu!le 299
:ı:ıph:ım,J.H. 184
cuk oyunu 409, 410, 413
Daumier. Ayuklanmll, Barikaılarduki Aile 294
davr.ımş çöküntüsü 385
:'Jairon. M:ıdam l 57
<ıır gözeımcycn 406, 407 ıeci l:ısceıic] 426, 428 n 242, 354 n oyunlıın 408 ı!uklık 242
davmnış 64, 204. 405 dııvl"'.ınış biçiminin bütünü 159
davr.ınış ile bilinç 222
:::ıam, Paty clu 319, 321. 323. 324, 452-455. 457,
vrc 338
dadı 133
dan.� salonu 244
:ity, bkz: şehir
omEdie Jııımaiııe 254
Dııbney. Edith 231
dağılmış yuva 237
�in.�ellik 20. 2 1 , 26, 222, 229, 429
281
D
dans figürleri 259
:in.�i.Yet 242
:omt:die Fr.mçaise !08. !09.
çözillme40
değer yönlendirme l 59 değerler sistemi 56 değişim 40 dcği�im teorisi 172, 173 Del:ıcroix 294. 3 1 0 Delacroix, Halka Önt.:ıilıik Etlen Ö:giirlıik 293
demııgog 347
Demet, Frcderic 238
demogr.ıf 84
demiryoll:ın 187
demogr.ıfık 85
Demos, John 130 dengeli hareketler 58 despotluk 345, 433, 436 devlet 324, 338. 355 devletle ilişkiler 1 6 devrim 40, 295, 300 devrimci 245, 327, 328, 329 devrimci dogmalıır 330 devrimci giyim 242 devrimci milcııdeleler 3 1 ı devrimler 36, 294, 297 Dickens 254 Dickens. Liule Dorriı 189
Diderot 156. 157, 158, 226, 257, 412, Pıırudok.r 155. Encydnpedie 135. 157, Rol Yapmamıı Parlldok.wı 152 Oidcroı 86, 150, 153, 154, 155
dikiş m:ıkinesi 2 1 5
dikizciler 2.'i7, 258 dikizcilik 205 dikizleme 286 diksiyon 1 1 8 dil sürçmeleri 43 dil ve in:ınç 123 din 20 ı. 302. 303, 305, 350, 351. 353. 354, 393, 403 din :ıd:ımforı 303 dini ıoplumlar 354 dinin inanıl ırlığı 163 dinleme tıırzı 63 clin.�cl inançlar 1 9 Dionysos 109 Dionysosçu 355 disiplin 134 dış bakış 393 dış fuayeler 1 1 6 dış görünüm 98, 269. 3 1 O dış görünüş 97, ıoo. ıo5. ı 14, 163, 195, 196, 203205. 212, 214, 2lR. 221 , 222. 224. 226, 228, 229. 23R, 253. 278, 283, 290, 309. 324. 328. 330, 344, 375. 391 dışarlıklı 75, 79, 342 dışavunrnı korkusu 239 dışsal tiyatro 305 diyalektik 330 diyalektik bilinç 326 diyatro 221 dogmatik 327 doğa 20 I , 244 doğa durumu 133 doğa dtlzcni 38. 39, 134. 200 doğa ve kUltUr 127, 128 doğa ve kültür molekUIU 139 doğ:ı l :ıl:ın l27 doğal hıık l 36, ! 38 cloğ:ıl ifade 137 doğııl k:ır.ıktcr 202, 203, 204, 237, 242, 402 doğal uıçııııııük ı 38 doğal özgUrlük !38
doğul senıp:ıti 128, 138. 237 doğ:ıl senıp:ııi dUzeni 146 doğal sempatiler 156 doğııl taksonomi 128 Oominikenler 303 Donnoy, Jeıın 328 Dorv:ıl, Maric 266 Douglas 360 Doyle, A. Con:ın, Slwrlock flolmes 223 doyum 41 ı doyum ıır.ıyışı 25
drıınwıis per.wnac 45
dönllm nokıusı 40
Dreyfus Davası 291, 310, 3 l 1 , 313, 314, 316, 317, 324, 325. 330, 338. 386, 39 ı Dreyfus, Alfred 3 1 1-316, 318, 319, 322, 388, 452, 453. 454. 455, 456, 458. 459
Dreyfus. Mathicu 457
Dreyfusçular 317. 323, 324 Dnımont 316, 320, 389 Drumonı, Edouard 315. "Yüzb:ışı Drcyfus'un Dııdıcs:ı:e de X 195 Ruhu" 322
Dume.�nil, Mııdam 157 Dumonı. Louis 201
duruma özgü davı-.ınış 57 Duse, Eleonor.ı 276 Ouvignaud. Jean ı 12, 244 Duy.ırhl ık ve Hesaplılık 157 duygu 39, 65, 93, 227, 229 duygu teorisi 156 duygudışı etkinlik 378 duyguların s:ıhicili&i 53 duyguların takdimi 149, 150, 402, 412, 4 1 4 duyguların temsili 402 duyguların:ı h5.kim olmak 269 duyı;unun kayna�ı 228 duygusal 107, 1 14, 339 duygusal ilişki 52 duyguyu takdim 403 dünya ı;örilşleri 56 dilnyevi çi leci lik 427 dünyevilik 303 düşük k!ir-yüksek satış ı 9 1 dOşünUmsel 202 düzen 60, 96, 97. 99, 106, 385, 4 1 9 dUzen.�iz 96, 350. 351, 355. 356
E
Ea.�t India Company 87
ecdaı 406 efendi 2 1 9
ego çıkan 3 0 1 , 306
egoizm 427 eğitim pıırkı 381 Einstein, Alfrcd 273 ekoloji 171 ekonomi 53 ekonomik kan.şıklık 236 el emeği 87
el ııanatlan 6 1 elbiseler 2 1 6
Elioı, Georgc Middlenuırdı 189
dit kesim ı l 9 EH:z:ıbeth ç:ığı 152 emekçi sınıf 270
en uygunun h:ıyatta ka!mıı.�ı 1 7 1 endüstri ı 83, 187 endüstriyel bUrokr.ısi 1 9 ı endilsıriyel kapiıalizm 66 Engels, F. l 98 entelektüel dUrilstlük 68 entropik 2 1 erdem ve kötiJIUk 165 erdemiçalışma ı 64 Erik.�on, Erik 148. 263 Erikson, Kai 250 eri�kin!ik ı 3 l
erkek giysilı!ri 247
fi:ı.:iksel aşk 20, 2 1 . 23
erkck!er kulUbil 1 1 6, 120
fiziksel ıerimlcr!c ifode 227
Eros 2J
j1{Jne11r 170. 277. 278, 290
erotik 25, 42R
Flaubert, G. 223. Mudamc Boı•ury 433
erotik yaşam 2 1
Flor.ınsıı 301, 302, 303
erotLt.ın 20. 23
fuire 197
e,"kaıulojik 303
Forest Hillıı 386-389. 393-395. 397
eski düzen 74, bk:ı.:. ancien regimc
Forte, P..ıul 251
esnur loncal:ırı 87, 99
Forzinetti 452
E."ıerh:ızy, Biııbuşı 312, 313, 3 16, 317, 320, 321,
Fourier, C. 325
452. 455, 456. 457. 458, 459 c,-.ıctik 26 l
Fnınçois Prcmier 282
estetik etkinlik .142
Fr'Jnklin . 8 . 1 42 , 427
e;:it!ik 136
90. 127. 140, 178, 179, 183. 184, 186, 187, Fr • .msa
Fr.ınkfurt Okulu 53. 54
eşitlik koşutı:ırı 32
188, 279. 292, 313. 314, 316, 3 !8, 322, 323.
eşitlik ve k:ırck:--ılik 127
324, 328. 329
4()� etekler !03, 216, 246 ' -- ctho!oji 196, 224, 226, 230. 274, 292
Fr.ın.�a'da pieds noirs 368 Fransa-Prusya sav'JŞJ 3 1 4
('//uı,� 198
frenoloji 43, 224, 228
etnik bir kimlik 394 etnik gruplar 393
Freud, S. 22. 57, 228, 240. 340, 348, 350, 352-
etnik köken 342, 392
355, 376, 405, 410, 414, 415. 416, Bir Yunıl.wnıamn Gcleccj.fi 349, 351
ı:ınik önyargrhır 79
Frondc 90
etnik şehir 75
fuurlar 86
etniklik 4 ! 8
fuaye 1 1 3
Euston Cerııer 3 8 !
filg 173
ev
ıxı.
182. 255
ev kıyafeti 130 ev-iş-kilise 164
G
Gabrie!, Jacques Ange 8 1
evlilik 2 1
Gah'Jgun, Helen 360
evlilik dışı cinsel kaçıımak!ur 142
Galler 179
evlilik dışı ilişkiler 38, 42
Gumier, C. 271. 282
Evrcinoff, Nicolas Yaşcmıda Tiyarro 401
Gamier's OpCr.ı 270
evrim teorisi 201. 227, 229
Garrick. Duvid 104. 1 1 5, 152, 155. 156, 298
eylem 2fı. 32.9, 362, 363, 4 ! 9
gastronomi 205
eylemlilik i l e itki 417
Gautiı:r, T. 267 gazete 1 1 7,215. 296, 371
F
geçirgen duvar 30
fabrikıılar 184. 189, 1 9 1 . !92
gelişmiş kupit:ılizm 358
Faııger. Donuld 208, 254
xemein.rc/ıu/t 286, 288. 289, 308, 309, 310, 338,
fan1e:ı.:i 290
339, 386, 398. 399 gemicilik 99
Gilbcrt. Felix 303 Gi!Je. Bertnınd !94 girişimcilik 205 giyim 35. 43, 9X. 99, 135, 214. 218, 221, 229.
IO 1
241. 245, 2.47, 248, 249. 256 giyim kuşum 3(ı
giyim turzı 130, 1 4 1 . 156, 214. 219, 242, 253 giyinıdı: seri üretim 37 giyimde sırudışılık 2 1 6
ı ıs,
225, 290
gizlilik !98. 199
Goffman, Erving 58, 59, 383 Gold�mith, Oliver 120 Gonse 321 Gonse, Genemi 321, 453-458. 460. 461 Gor
ı;öçmenler 79, 1 80, 189 göğüskr 103, 243 gönüllü etkinlik 406 görenek 59.60, !24, 135. !36, 137, 146, 166.203, 239, 343, 434 ı;örı;U kur.ıllan 3 J , 89, 170, l R8, 256 gönne sanatının ilkeleri 278 görünilrliiğiln ortasındu y:ılıtıhm�lık 28 görünilrlük 365
ı 04.
görüntırlilk ve yalıtım 3 1 . 46 gövde
!05
göze buınıuk 277 gö:ı.:ı:ıim 30 gözün gıı:;tronoınisi 46, 2!2, 2 1 3
faşisı devlet 345
,t:rımd ge,tıe 267
fa�izm 433
gerçek un!um 1 16
faun 252
gerçek devrimci 29 J
Grus, Mardi 244
F:ıure. Fı!lix 260. 317, 451
Fııvuf1. Mad:ım !05, 1 1 4, ı 15. 203. 230, 264
geni� aile 233, 238
gerçek dünya 251 gerçek ili�kiler 286
fcodııl ayrıcalık 73, 74
gı..-rçek y:ış'Jm 1 15, 250
fcr.ıgat 351. 354
gerçekdışılık 1 1 5
Fcrnıh'r.ı· c,;11trmrx Suru J 8 ı r-crry Yasulurı 323
gerçeklik 157, 4 1 7 , 4 1 8 geri 79
Fesıinger, Liorıe! 4 1 1
geri çekilerek savunma 47
festivul ve gösterik:r 197
geselbdu.ıfr 288
feuilleıoıı 273
getto 379, 380
Ficino, Marsilio 302
gc:ı.:inti 1 2 1
ridding. Heııry 95, 159, 196, 229. 254. 338, 403,
gezinti park!un 1 16
7imı Jımc.� 1 5 1
Fiseher. Curlos 231
Figum 384
gezinti yerleri 1 6 1 Gibbon, E . 133 Giedion, S. 28
ıım
Gould, Glenn 374 göçler 78
hükim karuktı:r 264 hlikim kişilik 263 Halifax, Lord 141 halk 16. 293, 294 halk sanutı 6 1
halkın ar.ısın'J kanşmak 32 Hali. E. Clırımicle 32 lıalletme 109, l lO, 1 19 , 257 Hamclin, Madıım 243
humi i l i , 1 1 2, 1 1 3 hanlar 120, J 32
Goebbels 308
göç eden ailclı:r
hafifrne:ırep 218. 220, 22 ı
Hamlet 104
Glu.�ı;ow 281
genç konser piyanistleri 370. 37 ı
farklı olanlar 342 fars 108
13 ı . 197, 204. 215, 217, 224.
giysi felserc.�i 224, 225 giysiler 63,
Habukkuk, H.J. 77 Habennas, Jurgı:n 53
Giscur
giyim ko
H
Grund Cafı! 282 grand.f hrıuleı•uı"ds 182, 192, 28 J grev 339
Griffith, Tulbot 77 Grimrn, F. 157 Grovı:::. Gcorge 272, 273 grup ego5u 290, 337, 338 Gucı>
Han.�lick, Eduard 273 hapishane 136, 2 1 2 H:ırbnı;c. A . J 08 Hardouin-Mansard, J. 83 harekı:t 29, 30, 63
Harvard Tiyatro Kolek.�iyonu 25 ı Hıırrison, Brian 280
Hutch::ır
Disipli11İlıi11 İyileştirilmesi Hakk111du Dii�iinceld 236
Haussmann, Baron 1 8 1 , 182, 188, 280, 281. 377, 38!, 382 huyal kırıklığı [frustr.ıtionj 410, 4 1 ! , 4 1 3 Hegcl 53 Hı:nry, HJ. 313, 322, 323, 324 Henry, Louis 78 Herukleitos 4 1 5 Herder, J . 2 1 7 Hervey, Lord 222 heyecan y-.ır.ıtabilen [electrifyinı;] kişilik 349 Highgu!e 435 Hiıt. John 156
hınç politikacısı 368
hınç 356-363, 366, 367 hipnotizma 324
Hıristiyanlık 16.56. 152 Hiss. Alger 360 histı:ri 239, 240, 396, 414, 415. 4 1 8 hiyerarşi 85, 137, 288 hiyeroglifler 236 hizmetkfirlar 97, 105, 123. 276
E.T.A 365
Hobbe.�. T. 390 Hoffmann.
Hoffmann, E.T.A. "Kuzenin Köşe Pencerc.�i" 277 Hogan. C.B. !08 Hogarth, W. 140 homojen 214, 250 Hordouin-Mansard, 8 1 , 82 lıori:anrulc (fııhişe) 248 Horkheimer. Max 53 Hotel de Ville 296, 298 Hounoeus. A.M. 2 1 6 Howcll, Mekıupfar 33
nga. Johan 102, 160. 407. 408. 4 1 3 , 4 14.
incroyah!e 243, 249
no Llıdeııs 406 DaVid 130
lngilıere 90, 127, 140, 1 4 1 , 178. 179, 183, 184, 186, 188. 270, 279, 378
etme 257
insan onuru 136 insan yar-.ıtımı 138
dış 40
ıelim!i bir toplum 5 1 ş ki�idışıhk 330
79
inanç 202
kişilik 256 ik 39
irrnsyonel 350, 356 ispanya 354 ispiritizma 319, 453
ören 305
ıelimlilik 1 8 ;) v e süper ego 228 '!.! 327. 328
5'.4. 62. 65, 66. ı ıs. S5
136. 149, 150, 154. ı56. 1 257, 266, 272. 344. 401-404, 4\2, 414, 418 ır:ıçlarınııı nesnelliği 66 �ili 259
!tme 50, 60
l:ıreketlcri 228 lzgürtilğil 252 arzı 1 9
eorisi 1 9 , 149, 4 1 2
ı r 155
in kendiliğindenliği 204 z y-.ı lmzhk 52 12, 428
?4, 26
ıız içtenlik 93
ego işlevi 2R7 alanı 435
kurumları 397 ıı Cite R.'i ı tektıoloji:.:i 337
r 2 1 . 22. 23. 24, 25, 35. 92
ı l . 92. 142. 156 ,224 aşkınhi;ı 137
eylemle ilişkisi 56
kıır.ıllarmdaki :ıUreklilik 62
5, 38, 39. 42. 54, 56, 57, 202, 326. 330, odları 95. 96, 250
� davr.ını� ko
cı 76 44
76, 20!
06. 351
Jtfu 376
kahvehane sohbetleri 117, 1 1 8 132. 289, 4 1 3
kalabalık 3 0 1 , 378, 383, 384. 385 Kalvinist 159
kumu 32, 33, 34. 4 l , 52, 53, 256, 289, 336
kamu :ıl:ını 96
kamuoyu yoklam:ıl:ın 55
kamusal 32. 33, 124. 1 6 1 , 336
kamu!illl aktör 148, 149, 257
i:ı: dengesi 85 işareı ı 14, 1 ıs, l 16. ı 18. 123, 135. 138, 153, 155 işbaşındaki benlik 424 işböltlmU 182, 288, 289. 420 işçi sınıfı 231, 280, 294, 299, 300. 308, 3'1:7, 343, . 362 işçi sınıfı semtleri 184
kamu:;:ı.l al:m 17, 22, 27. 29. 30. 3 1 , 33. 37, 66, 125. 129, 135. !38, 170, 1 7 1 . 189. 194. 198,
204. 230. 233, 255, 264, 268. 272, 286, 287' 378, 382. 434
kamu:;:ı.I alanda olma ! 85
kamusal coğr.ıfy-.ı 62. 64, 65,
işçiler 97. 212, 279. 292, 294
kamu:;:ı.1 deneyim 42, 74 kamusal dilzen 36
lt:ıly-.ınlar 392. 393
kamusal ekonomi 171
itibar 163, 164
itki 253, 398, 399, 425
k:ımusal görünilşlcr 224
iyi ve köıü l 65
kamusal ifade 19, 254, 278
iyi yetiştirilmiş 186 izleyici 255, 256, 257, 264, 268. 269. 270,
kamusal ifade teorileri 67
kamusal icr.ıcı 272, 292
iyi huylu 186
274. 276, 277, 336. 337, 341. 373 izleyicinin yalıtımı 274
k:ımusal ifade sistemi 44 272.
J
J:ıcobs. J:ıne Şdıirleriıı Ekımonıisi 87
Jagger, Mick 369 James. Henry 205 Japonlar 393
Jardin des Pl:ıntes
Jardin Turc r 69
ı 69
jeıı d' esprit 225 Joachim, J, 260
Johnson, Samuel 140, 146, 280 Jone.'>, Jnigo 83 jouruaux de raı uil 294 Junius 335
ı •
kamusal iletişim 145
kamusal ilişkiler 19, 49 kamusal inanç 172
kamusıı\ ins:ın 148. 256, 277 kamusal ins:ınm kiınliği 255
kamusal kimlik 264, 402
jc.�t 45, 63, 64, 65, 135. 149, 155, 220, 221. 434 jestler kodu 1 4 [
Jung, C. 4 1 5
66. 76, 256, 340
kamusal davnımş 46, 124, 326, 329, 336
işgücU 420 lt:ıly-.ı 90
kamusal kişilik 172, 172, 257. 265, 307, 308, 3 1 9
kumus:ıl konu�m:ı 1 1 9, 173 kamusal killtUr 137, 253, 284, 333, 334 kamusal mahremiyet 283 kamusa! olay 308
kamusal p:ı.�itlik 280
lmmusaJ roller 49, 54, 66
kamu:;:ı.I sorunlar 1 8
kamusal şahsiyetler 45 kamusal �iir361
kamusal terimler l28
kamusal ticaret 177 kamusal ve göreneksel 107
kanaatler 55 k:ımt67, 6&
k:ıpanm:ı korkusu 429
kapitalist 32, 434
379, 427. 428
k:ıpiııılizm ve kamusal killıür 195
kapitalizm ve modemizm 4 1 kapit.ılizm ve sekillerlik 46
kar:ıkıer 26. 43, 45, 46. 58, 59, 9 1 , 103, 106, 128, Kaplow, J. 88
140. 144, 145, 165, 196, 208, 209. 2 1 1 . 214,
226, 228, 241' 245, 248, 309. 321, 324
kar.ıkter bozukluğu 416, 415, 418, 419, 424
kamus:ıl alanda sc.�siz kalma 4(ı k:ımusal bir kişilik 274, 2n
k:ımuy.ı çıkan 33
kamuya çıkmak 32
kapiıalizm 19. 36, 38, 201, 213, 288, 334, 378,
kamu, kadınlttr ve erkekler 4 1
iş çevrimi 187
kamusal/özel 282 kıİmus:ı.llığa inanç.�ızlık 336
k:ı.piıali�t toplum 403
kamu yaşamının a.şınm:ı:ıı 20
iş 339
kıımusal ziyafeıler 283
k:ıpir:ılist metropol 41
k:ımu düzeni 37
. kamu yaşamı 1 8
istekler 135 istenç ve yapıntı 138
238, 240. 255. 256, 290, 336. 363. 383, 402
kamuı:al/killtilr 129
kahve 1 1 8, 221
kahvehanel�r 34, l 16, 117. 1 1 8, 120. 1 2 1 . 1 22,
insanlık durumu 58, 138 ir.ıde 27. 162. 189 ir.ıdedışı 43, 45. 46, 173, 199, 203, 204, 212. 222. 227, 228, 240, 253, 4 1 4 irndedışı dış:ıvurum 229
liler v e dışarlık!ıl:ır 76
�i 55, 56. 309, 326, 334
280, 281. 282, 283, 290
Kafka 89
ins:ın ilişkileri 22, 41, 202, 205. 235, 271, 435
İ
131, 149. ı64, 166. 69. 1 1 1 . 113. 190. 229.
kafe1cr 83. 1 16, 1 1 9, 132. 160. 1 6 1 , 1 85, 245, 279,
İn.'>an doğ:ı.<;1 57, 399, 402, 403, 434 insan hakları 127. 138
s:matçı 261 kler 247. 248
kamusal ve özel y.ı:;:ım 229, 4 14
k:ımus:ıl yaşam 15, l6 19, 35,39, 59.·60, 130,
kadın giyimi 214, 248
in:ı:ı.n ahl5kı 58 insan davmnı�ı 58
259, 260, 268, 276, 307, 370
kamusal ve özel imgelem 46
K:ıbala 303 kadın bedeni 220. 242, 246
lngi1tere'dc;: toprak skandalları 368
63
kamusal ve özel alan 199, 232
K
ka
lngiltere'de Asy-.ılılar 368
, H. 259
ı
kamuı-ı�ı1 ve özel 36. !26. 128. 138
kar.ıkter ve politika 144
kar.ıkıeri örtme 103
karakterin okunması 196
kar.ıkter1er 104, 162, 212, 224· kıır.ıkıerleri okuma 223 k:ı.r:ı.mımrlık 303
kardeş kı;ııli 385. 386, 397, 398, 400 karartılmış s.alonlar 269
kardeşlik 342, 380, 385. 396, 399
karizm:ı 263. 306, 346-349, 353, 355, 376 karizmatik 44, 264, 276, 341. 350, 352
karizmaıik liderler 351, 354. 397 kı;ırizmatik y:ımlsama 351 ka�ı kUltUr241
kıı.sveıli 214, 216, 264 Katolik 1 5 1 . 427
kayıı endilsırisi 374
Kean, Charles 230, 269 Kean, Edmund 270
keder 226, 227
keder ka.'>lan 227. 228 kederli 264
Kemb\e, John 104
kendiliğinden kalabalıklar 384 kendiliğindenlik 107. 1 10, l l l . 113, 1 1 6 , 203, 242, 250, 252. 253. 269, 404
kendine dönüklük 26, 27 kendini ifşa 50
kendini özgUrce ifade etme 249 Kennedy, J,F. 348
kent ayaklanmaları 384 kent ekonomisi 87
40
kent kıırşıtı önyargı 359 kent k!Jltilril
kenı pazarı 34, 86
kcııı pl:mlamacıları 396. 399 keııt sokakları'30 keıııin atomlaru ayrılması 382 kentin maddi koşulları 67
kcnıleı;me 174 kentli 435
2
kentli k!J!tür 3
kcnL�d 173, 174. 3 1 1
kcntscl devrim ı 76
kentsel mckıinlar 82
kentsel negatif özgürltlk dönemleri 244
472
--
kentsel sanayi devrimi 41 Kcmberg. Olto 4 1 7
Kcyncs,J.M. 421
kılık kıyufct kanunu 97. 98 kılıksız 79
kilise 303
kimliğe bürünme 98 kimlik 75, 76. 107. 148, 258, 406 kimliklerinden emin olma 75 kısıtlam::ılar 138
kol emeği 419. 420 kol saatleri 2 1 5 , 2 1 9 kolektif benlik 290. 395 kolektif kişi 309. 324
kühür dUşnımıı 274
kolektif yaşam 398
L
komplo teorisi 357
l'Edıo dt! Pcıris fP;ıris'iıı Yankısı) 462
kolektif kişilik cem:ıaıleri 29 ı
komplo 324. 359 kompul�if 367
kompulsif ilgi 366 konser salonu 274, 371
konuşma 35,43, 63.64,96, 107. l l l . 1 1 6, 1 17, 1 1 8, 1 19, 123. 124. !30, !35, 156. 204, 283
konuşma biçimleri 1 2 1
konuşma işaretleri 149 konuşma kodları 122 konuşma modelleri 67 konuşmak 1 14
Lopez. Robcrt 303
L' Edair IŞim�ekl 462
fu coıır et tu ı·iffe 86 la Diorwııu 2 1 8 fu 11uıure spm11ı111ie 242
ki�i!iğiıı irndedışı açığa vurulması 2 ı 2 kişiliğin istikr.m;ız!ığı 2 1 2 ki�iliğiıı kamusal alana girmesi 286 kişilik 43, 107. 1 7 1 , 2()()..205, 208. 222, 236-239. 246, 253, 2..'i5, 256, 266. 276. 290, 299. 301. 307, 328. 335. 370. 391, 402. 403. 417, 422.
434
kişilik anıyışı 1 9 ki�ilik kUlt!Jrü 258. 340 Jdşilik olu�umu 42
kişilik otoritesi 274
kişilik politikası 362. 368, 370
kişiliksizle:ıme 54 kişinin üslubu 159 ki�isc! 32
ki.�iscl duygular 18 k'ı�i�e! dllıilstlük 330 kişisel içıcnlik dili 50
iUd 363
kişisel ilişkiler 20 kişisel
kişisel kar.ıkter 198 kişisel ve kamusal yaşam tanlan 3 ı klıuıcı 393
klişeler 404 klo.�ırofobi 432. 433 Kniı;lıts, Peter 180
Koesller, Arthur 406
Kohuı. Heinz4J6. 417. 429
Ludwig. Cari 239
Louis. XV. 90, 103
Lukacs, George 208, 209 Lııther 263
lu Bı:llt! Prmlc 102
IOmpen proletarya 384
Lymıın. Stanford ve Scott, Mıırvin Toplumsal Gerçek/ijfi11 Dramu.w 402
F.
fu l'ille 33, 66
Lyons.
Lalo, Chıırles 206
nıaC'1rmıi 243
Lıı Porte St. Martin Tiy-.ıtrosu 268
Lacy. Matmazel 105
Lyon 2 ! 7
M
ludy's Muga:iııe 101
189, 372
N. 206, 303
Lıımartine, A. de 295, 297-308, 32!, 325, 335,
Machiavelli,
koreogr.ıfi 2.'i9
Lamoureux. Charles 275
maddi koşullar 190, 326
korunma haklan 133
Latin Qmıncr 282
konuşmalar 290 Kopcnhag Kraliyet Gtlzel Samı.tlar M!lzesi 2 1 6 korseler 241
354, 361. Hi,wrıire dı;s Giırmdin.r 296. 298,
kosıilm 45, 106. 214. 252 264
kozmetikler 248, 249 kozmopolis 34, 35. 60 kozmopolit 33. 37, 64. 93. 98, 107. 158. 184, 185. 186, 217, 233. 270. 286
kozmopolit burjuvazi 186 kozmopolit kamu 283 kozmopolit k!Jlltir 330
kozmopolit şeJıi r 1 6 1 , 163, 217, 232 kozmopoliı yaşam 150, 152, 189
le PCre de Familfı; 86
mahrem bir toplum 345
köylUter 180
krav:ıtlar 216, 219, 222
mahrem despotluk 432. 433
Leccb.
mahrem dil 1 1 9
Ledru-Rolliıı.A. 307
mahrem ilişkiler 19, 24, 27. 60, 399, 436
E. 372
IO(ı
mahrem ili�kiler alam 3 1
Leli!bvre. Henri 185 Lekaln
muhrcm toplum 286, 338, 339
Lem:ıitre. F. 266, 267. 268, 307 Leonardo daVinci 303
Leroy-Beaulicu, Q1teJ'fia11 282
Levi-Stntuss. C. 20 l
köylO ve çiftçi J 74
mahrem alan 20, 52
le pu!Jlic 32
kozmopolitenler 2 1 2 . 2 1 8 , 343 kötülük/boş z:ıman 164
mahalle 182, !84 mııhrem 337
Le.� Halle.� 197, !98
kölelik 20, 170
mağ.azalar ! 9 1 , 192, 193, 197, 278
Le Bon. Gııstave 384, 385
kozmopo!iten 159
kozmopoliten burjuvazi 2 1 4
MacMillan Tiyatrosu 371 mııddi yaşam koşulları 96
Lıınger. Wil!iam 300
Le Conıpte 230
kişiliğin doğası 3 1 0
Louis, XIV. 8 1 . 90. 105, 1 10
l'Atelil:r 294, 327
kostUmler 98� 1 0 1 . 104, 2 1 l , 2L2. 230, 23l, 251,
ki�iliğin içkinliği 2 1 2
390
kilpeler 247
ki�idışı kat".ıkter 136
398, 400, 435
Long, Norton Oyım/(lrm Eko/ojil'i Oturak Şelıir
kolektif kişilik 3 1 O, 32.'i, 338, 34 ! , 399
Lııver, Janıes 106, 230
kişidışılık 138. 281, 330. 334. 335, 336. 338, 378,
Loııs Beuch 372
külıOr!ü o!ına kaygısı 273
ko,ı·Ju:r 393
ki�idışı şeyler 40
Londrıı. Bloom.�bury. Brunswick Cemre 28, 29
kültOrd zihniyetler 56
ki�idı.�ı !27. 128. 285, 286. 402. 404, 436 ki�idışı kamusal ya!jllm 369
z..:17, 246, 270, 279-281 , 283. 371, 372, 381, 4
kültUr devrimi 241, 245
Oıtı•rii!re au XIX Sii!cle
Lesıer !03
mahrem ve doğal 107 mahremiyet 17, 18, 22, 37. 47, 52. 282. 334, 345 433-436
mahremiyet ideolojisi 334
mııhremiye:ı mübadelesi 24
muhzenler 280
makine toplumu 2 l 7
Levinown 38 l
makineler 37
libidinu! enerji 4 1 5
Mallarm�. Stt:phane 251
Lewis. W.M. 9 l
lihre Par11fe La 3 1 5
lider 274, 299, 3 0 1 . 302. 329. 3 4 1 . 351, 353
maky-.ıj 248
Malory, T. 32
Manche.�ter 184, 189. 281
mıınken bebekler 2 1 5
kriminal tip 196
liderlik 172. 285. 328
kriminoloji 43
Lille 178, 189, 270
manken olar.ık beden 124
kukuletalı başlıkl:ır221
Lind�ııy, J,V. 388
Maııııel. Fr.ınk 129
Kris, Emst 406
kulUp!er 1 1 9, 120. 130, 132, 280, 281 kumpanyalur 1 1 1
kuml!ar 60. 408. 409, 4 1 J , 412, 4 1 3
kurban edilme dili 53 kurgu 157
liman kentleri 85
Liszt. Fr.mz 260, 262, 264, 265, 267. 273, 307, Etııdes 265
Uoyd's of London l 1 7 Locke. Jolın 138. 390
79, le PoyJ·a11 Pan•e11u 79
Mark.�ist 327, 328, 329
Mark�isı hareketler 325
lonca 88
Marksist tarihsel diyalektik 325
lokanıa J 16. 283
Kuzeydo�u Amerika 127
Londnı 77, 8 1 , 83-93, 97. 100, 103, 106, 107, 108,
ı ı ı.
ı 12, ı 16-ı ıs. 120. 122. 133. 139, ı 4 ı .
küçUk burjuvalar 219, 328, 357, 358
109.
k!Jçük şehir 160, 1 6 1 , 164, 165
IR6, 188, 189, 1 9 1 . 192, 195, 215, 222, 230.
küçOk kaı;aba 150, 159
Marcus, Sıeven Öteki Viktaryenler 220
Marivaux, P. d 64, 199, la Vie de Maricmne 92.
Lot1aııd, Lyn 38.1
kuşkulu 79
Kuzey lııılyn 127
Mımn, 11ıoma.� 25, 57
143. 144. 1 5 1 . ! 6 1 . 175. 178-181, 1 83, 1 85,
M:ırk�isr oıtodoksi 53
Marksizm 328
Mıırmonte!, J. 157 Manin ve Boquet 105 Marx ve Engels 327
'arx, K. 25, 38, 53, 187, 196, 208. 218, 295, 296, 299, 326. 327. 328, Kupiıal 194 ıı.�ke 57. 97, 103. 196. 212. 2s3, 289. 299, 3 ıo. 324. 328. 330, 336, 340, 390 :ısıürbasyon 228 auri:ıc. Fr.ınçois 3 1 3 aurr.ıs, Charle.� 323 mc:ime du Camp 170 ayfoir 183 cC:ırthy, J, 357 eçhul 75, 84, 88 eçhul kişiler76 eçhul yığınlar 79. 80. 92 ::deni 435, 436 !deniyet 339, 340, 346 :deniyetsizlik 340. 341 edine 340 !dya 6 1 , 337, 341, 363-367. 370 �krup 164 :l0
llkanr'ılist burjuV'.tZi 75, 76 'r.•eil/eıı.w� 243, 249 ��llfo 92 ��!eki yer 88 ışnı 17 1 n fetişizmi 38, 42. 194, 195 ıamorplm.ı·f! 21 J tin 259, 288. 308, 4 l 1 tnin aşkınlığı 307 ıtropol 166, 281 :tropolit:m Opcr.ı House 108 vki 90. 97, 99, 1 0 1 , ı 12, 424, 426 vkilerin mir.ıs bınıkılııbilmesi 88
ydan 8 1 , 82, 83. 84, 88, ı s ı , 183. 400 t:helangelo, B. 303 tı, John Sıunrt ı 96, 224, 375
lls. C.Wright 423, 425, Bt•ya:: Yakalılar 1 9 1 lls. John 187 narlıır 27
modern çağ ı 6 modem kalnbnhk 385 modem kapit.tlizm 399 modem karizma 355 modem kent klll\Urii 150 modem kişilik 240 mod�m psikoloji 1 8 modem toplum 19, 402 modem ulaşım teknolojisi 30 modem Yaşam 333
not.tsyon 258. 259, 260 ıırım•f!cııl!Es (yenilik) 194 nllfus 78. 1 7 1 . 174. 176, 177, 180, 183. 185, 1 88 nUfus artışı 80 nüfus olu�umu 79
0-Ö
molto tranquil/o 259
m·rroi 1 81
Moli�rc 104
monoloı; 283
Moıısicur /'avncat 9 1
Monsieur le Marqui$ 9 1
Montcsquieu, İran Mekwhu 152 · 159 Moynihan Raporu 237 Mozart 260 Mozart, Fa Majör kııl'ltrff!Iİ 266 Moz:ırt, Leopold J22 muha.">ebeci!er 97 Munito 169 Murphy, Arthur 140 muteber bir fikir 56 mutluluk 137 mülkiyeıçilik 287 mUlteci kişilik 335 mUslin giysiler 243 mllsfin kombinezonlar 245 müzakere 324 müzakereyi reddetme 336
nımteurs
müziğin dili 260 mUzik 260. 271-273, 370-374 mllzik direktöril 275 mllzik oıorite.�i 275 mllzisyenler ı 10, 285, 4 1 J nıysticlıf! Ahgrund 27 J
N
Nadar 169. 170 Nııpolyon, 1. 321 Napo!yon, 111. 307 Narkis.�os 4 1 6 narsisizm 22, 23. 25, 50, 5 1 , 286, 287, 337, 344, 404. 4 1 5-42 1 , 426-43 1 n:ırsisrik kar.ıkter bozukluklan 22 Nelson, Jnmc.� 133 ne.�neleri farldılaştırma 4 1 9 ne.�nel�tirme 289 nesnellik 205
lenı cem:ıat 34!, 380, 385, 396 lı.ını ccma:ır rolleri 390
New York 75, 79, 89, 175, 193, 231, 370-373, 386-388, 391, 393, 429, 435 New York City 359 New York, Pnrk Avenue, Lever House ı:J, 28, 29 nezaket 3 1 , 92 Nijinsky. W. 252 . Nixon, .Checker:; Söylevi" 360 Nixon, R. 299, 3(ı0, 361, 362, 367
ıoo. r o ı . 106. 2 1 5.211. 222. 241, 243,247 la siıyfaları 2 1 5 lıı ı:ırihçileri 216 lem !74 lem aile 233 lem' bUrokr.ısi 421
noktalar 109, 1 10
Norılı Briımı 140, 1 4 1 , 145
nwe11rs 160, 1 6 1 , 162, 163
ıy:ıııırleşıimıe 219, 220. 232 11ndola, Pico ddla 303 e cm schıf! 276 ket oyunu 408. 4 t 1 ıifika.�yon 197. 308, 3 1 9 chell, Juliette 234 J:ı
nokta 1 1 4. ı 16, 123
nokwlama l l 9, 257. 364
oburluk 205
ofis planlanrncılan 30. 3 1 okul 338, 339 olay örgllsü 58 oper.ı 107. 1 1 1. 1 !2, 1 14, 269-272.282,283 orke.�ır.t şelleri 274, 275 Or:;:ıy. Comıe A. ı.1 ' 2 1 6
Orta Bllyilklllkteki Şehirlerde Orta Sınıflar 423 orta sınıf ailesi 198 ortn smıllar 74, 75. 186, 231, 270, 294, 327, 357. 362, 420 Ortaçuğ. Benare'si 74 Ortaçağ şehri 377 Otero, La Belle 248 Otlıello 104 otobiyografi 341 otomobil 29, 30 otorite 275. 276, 292, 350, 433 otoriter 328 oynanın [pluyinı;l 403 oyun lplay] 403 oyun 49. ı 12. 1 1 5. ı 16, 160, 165. 342-344. 403410, 412. 41 3 oyun d:ıvr.ınışı 41 O oyun ıarzları 130 oyun ve yaratıcılığı 405 oyun. poz ve rol 59 oyuncak askerler ! 3 1 oyuncak bebekler 100, 1 0 1 , 130 oyuncu 250, 269, 342 oyuncu ile seyirci 109 oyunculuk lplayacıinı;] 1 1 1 , 403 oyunculuk s:ınatı 57
oyunlur 267 oyunun kumllurı 4 1 ı oyunun zıddı 405 ölll bmusul a!:ııılur 3 1 ölll kamusal yıı�arn 400 örıUnmck 221 öteki yönelimli toplum 5! IHeki-yönelim!ilik lR övgillcr 90, 9 1 özbiliııç 203, 204, 240, 249, 250, 253 özel 32, 53 özel ulun 41 , 138, ı 98 özel nıe�leler 9J özel y:ışanı ıs. ı6. 17, 35. 282. 334 öze! ya�aın :ıl:ıııı 40
özel/doi;'ll 129 özell�me 42, 53 özgllrlt!Şme 337 özgllrlllk 127, 138. 145, 146, 147. 159, 249 özı;Urlilk alanı 4 1 özgUrlUk ve :ıdalet 56 özgilrlilk ve mutluluk ar.ıyışı 127 özkuşku 288 özne ve nesne 40 öznellik 50
p
Pa�nini, N. 262. 263. 264, 265, 268. 373, 374 P..ılmer. Potter 1 9 1 . 193 Pıın:ım:ı Olayı 187 pmıtolonlar 103, 219, 24 1 , 245, 246 P..ıris s ı -84. 86-92, 97, 99. ıoı, ıos.109, ı ı ı, 1 l2. 1 14, 1 16, l lS-120, 122. 133. 1 4 1 , 158, 162-164. 169, 170, 173, 175, 17�. 17S..1 8 1 . 183188, 190-192. 195, 198, 199. 204-207. 2 ( 1 , 212. 215, 217, 218, 222, 230. 237. 242. 244-246,
2.'iO. 251. 254, 266, 267, 270, 272, 275, 276,
280, 281, 283, 293, 295. 296, 30Q; 316, 371. 372, 384, 389 Paris moda.� ı 2 1 7 . P.tris stili 2 1 7 . P.ıris ve Londr.ı 73. 75. 78, 80, 93, 95. 1 2 1 P..tris'e Rus baletlerin gelişi 252 P..tris'ıe Gamicr Operası 270 . P.tris.�ot J 90
Pnrk, Robert 182, 242 parklar 34, 83, l 2 1 . r.ıons, 1'.ılcott 233 P.t pasif256
pıısif davr.tnı� 424 pasif izleyiciler 335 pasif se.�sizlik 277 Pa.�ifik 364 pasiflik 212. 253. 279, 288, 298. 337 pasıor.ılizm 107 pazar l97 pazar kıyafeti 2 1 6 p:ızar yerleri 1 9 1 pnza.rlık eımck 1 9 1 peçeler22l pedi:ıtrb'tler 236, 238 pejmıirde 242 Pekin 2 1 4 Pelle.�. Ger.ıldine 307 Pellieux, Gener.tl 321, 458, 461 Pcnıısylvania 38! per.ıkende ticııret 190, 192, 194, 196, 198, 199. 213 pernkendeci!er 195 perdeler 245 Peron, J. 362 peruk 102, 103, 204, 243 peıiı Jıleıı 3 1 2 Peıronius, Stıtyricon 56 plıfdre 251
475
'
psikoz 22
Piagt!I, Jean 407. 3 1 0
Piıızıa Ohliqua:8 J
Pic,ıuurt. Albaj 312. 316. 317, 321, 456-458, 460. 461
psişik arzu J 37
psişik belirtileri 196
piyanist 37 l, 372, 373
psişik illetler 52
piya.."a nıilOO
psişik t.ıtmin 127
psiııik haklar 127
piyano bacakl:ırı 220, 22 l
Place de hı Concorde 8 1
Pluce de." invalide." 8 ı
Poc. E.A. "Kalabalıkların Adamı" 277 . Poiret, Pauf 241 Po!anyi, K:ırl 197
poli."iye ve gerilim romanları 222
politik hroşllr ve konuşma metinleri 140
politik
publar 116. 132, 280 Püriten 26, 90, ı s ı , 329
Plessner. Helmut 53
politik çaıışnıalar 285
psişik yw;am 16, 17
putperestlik 202
Plmon. 64, Yıısufar 56
ımlitik cemuut 309. 31
psişik simgeler 209
Purdy. William 187
Placc de." Victoircs 8 1 Pince Veııdome 8 ı
--
psişe ile toplum 386
pikare;k 267
Pinckney, Daviil 182
476
psişe 17, 136, 207
ı
·politik dil 30<). 3 1 1
politik ki�ilik 140. 288 politik liderlik 341
politik y�:ım 402
politika 265, 308. 3 1 1 politika dili 146
politika ile s:ınat 370
politikacı 256. 257. 288, 292, 299, 307, 356, 362. 364. 366, 369, 375. 349
r.ıdikal politika 325. 327
rudyo 363, 304, 305, 306. 354
r.ıhipler 153, 278, 346 R:ı."p:ıil. F. 300
rusyonel toplum 1 7
Raver.ıtoGwCn 249 redingotlar 245
Regnault, Elia." 297 reklamcılık 197
renkler 2 1 9
res puhliı:ıı 16, 1 7 1 , 172, 435 Restorasyon 95
retorik 153, 299, 302, 321 rezalet 4 1
Riccoboni, L'Art rlu ThCtıırc 157
Riesımm. I>.ıvid Yulm:: Kulubulık J 8, 5 1 risk 4 1 1 riske girme 410
pozitivist bilim 278 pozivitizm 20 t
Rohert Macuire 267
proleter 344
rock 370
proleter devrimleri �ğı 308
ritücl 343, 403 Robe.�pierre. M. 244
Rochefort. Comte de 3 1 5
Rochestcr, Lord 142
rol 54, 57,
ıoı
Protc.-:tan ahlı1kı 26. 427, 428
rol tanımı 159
Protestanlar 160
rol yapma s:ııuttı 403
Protc.�ıan kühUrü Prnust, M. 2,'i3
51
rol yapma 158, 159, 163, 266, 342, 414 rol yapmanın par.ıdok."u 153
psikamılitik 43. 4 1 4
roller 49, 54, 55, 56, 58, 59. 152
psikolog 278
Roma impar.ııorluğu 1 5
psik:ına!iz 1 8 . 4 1 5
psikoloji 25. 39,.) 28, 20 ı . 278 psikolojik imgelem 44
psikolojik sinıgelcr 2 1 0
romantizm 26 ı
sanıy toplumu 92
Roscııberg. Philip 225
sanıy ve kent 33
Rossini, G. 274
Rousseau.JJ. 95. 137. 150. 158. 1 59. 160. 162.
164, İıirı!flıır, Jıı/ir
166, 283, 327, D'Ah•ıııfıerl'r M(•ktııp !59, Emile 163, 165
163, Mekıııp '161. 163,
saray ynşamı
90
Sarınr Resıırııı,ı· 224 Surtre, J.P. 50 satıcı ve alıcı 2 1 5
Rude, GetJrge 143
Pouj:ıdc 362
proletarya 186. 294
sapma 249, 250
r.ıdikal özndlik çağı 40
nıdikal 327. 328, 329, 330
nhtnn ve antrepo 85
Pre-Raplı:ıelit 377
saray ı 1 1 suruy egemenliği 9 1
romantik san:ııçı 269
saygın aileler 187
p11.wlwliıı1: 67
Powdl. Enoch 348
ronıııııtik yıldızlar 275
sapkın komUnal yaş:ım 400
rııbato 261
Riche!ieu, Cardinal 77
pmif ııır .�cıııimı:ııı 102, 103. 106. J 14, 156, 204
sapkınlık 249, 250
R:ıchel 276
Pope. A, İıı.wm Ü::ı:ri11ı: Deneme 143
prı.wfwlc 172
romantik müzisyen 273
Savonarola, G . 3 0 l , 302, 303, 304, 306, 354
quarlierJ' 182
RCgence dünemi 99
politik uygulama 16
sansür 165
romantik icr.ıcılar çağı 308
Sandherr, Albay 453, 455
Rönesans �ehir-devleıleri 302
Q-R
quarıier l83, 184, 192, 342, 378
politik sponsor 375
politik tintnltk 159, 166
romantik icr.ıcı 257. 265, 266. 274
Satie, E . 260
Ravnry, Binbaşı 458, 461
politik ıahakkllm 277
s:ınayi şehri 176
Rönesans ! 28, 206. 301. 303
politik nıc!odruın 324
politik p:ısifl�tinnc 335
romantik çağ 264
romıuıtik gerçekçilik 208, 2 1 0
Roma 83. i l i , 1 2 1 , 139, 179 Romalılar 1 5 , 1 6 , 1 7 romantik 1 9 , 107
romantik başkaldm 267
Rllnc.�ans Platoncuları 152 Rönesans: Flor.ınsa 291
Rubenstein. Hdcna 248
ruhlar 453
saıış muğazalan 177. 2 1 3
savunma mekanizmalan 45
saygın SC."-�izlik 269
saygınlık 25, 188
Scursdale 435
Seheurer-Kestner, A. 455, 457, 460, 3 1 2
rutin 352
Schorske. Cari 273
S-Ş
Schumann, Robert 260, 263, 265. 272.
Saalmon, How.ırd 382
sııbit fiyatlar 190, 1 9 1 . 192. 198
Kiııdcrs:cnen 260
Seinc 85
�uç moda�ı l 02
seküler 32, 38, 42, 60. 158, 172, 200, 201, 204,
sulıicilik dili 26
seküler a�kmhk 201
suç 103. 247
saf !pure] bir kamkter tipi 266 suh\eilik 44, 159
sahne 230, 271, 272
sahne kostilmleri 104, 105 sahne oyunculuğu J 1 2
ı 10 sahne sanatlnrı 6 ı . ı l ı . 259 sahne ve gürünlil J 51 sahne sanatçılurı
205. 2CXl. 213. 253, 256, 305. 306, 328. 333,
334, 347, 350, 354. 355. 359, 376, 399, 403, 427, 434
sektiler içkinlik 201
sekülcr karizma 348, 349. 354, 355, 356, 360, 36 ı ' 363, 367. 369
sekU!er şehirler 302
sekU!crizm 36, 39, 205, 301. 399, 428 selamlaşma 90, 91. 92
."1.lhııe ve oyunculuk 266 :mhııe ve sokuk 60, 62, 64, 95, 98. 106, 1 ı 6, 1 5 1 .
SClect Lacin 282
Sıılııı: Alarm J 46
semt 182
158. 214. 229, 232. 284. 369. 370
sahneler 58
Sainıe-Albinc. RCnıond de 157, Lı: Cıınıı!diı:n 156
Saiııt-SııCnı;, C. 260
Suiııt-Simon 9 1 , 325 S:ın Giorı;io 301
San Mıırco 303 sunaı 49. 60, 61. 65, 265, 268, 284. 308. 342 sanat kamusu 288 sanat ve doi;:a
156
semboller 65
scmpaıi 134. 135, 154 semptonıoloji 4 1 5
Sennett, R., Şclırc Karşı Aileler, 68. 234.
Dii:e11.vi;;liifbr Yunırlıırı 69, Sınıfın Gi:li Yarala 69
seri üretim ma!lun 192 se.-: tonu ı 1 8 sc.-:siz 365
sessiz izleyici 258, 282
sessizlik 46, 47, 270, 282. 284, 306. 383
sanat ve toplum 40 !
se."-�izlik disiplini 278. 292
sanatçı 26 l, 277. 287. 288, 307, 406
SCviı;ne, Mudam de 93 seyirci 62, 63, 64, 65, 66, 76, 85. 89. 96, 97, 109
:mnut yapıtları l 64
sıın:ııın y;ı,�umı yansıtınası 104 sanatkürca 26 l sanııtsal 26 ı
samıttan mahrum L;ir aktör 339
ı;anayi kapitalizmi 36-38, 40, 172, 186, !89, 200, 204, 253, 378
SCviı;ne, Madam de 122, 136
ı 10
! 1 2 , ! 13. 1 15. 250. 336
seyirciyle oyuncu
.seyirlik 170
Shakespeıırc 109, 259, Macheılı,
Vfl/. Heııry, /lf,
Ridıurd, Kı�· Masalı 230, Kral Lcar206
gortııcıhk kıntı 303
ı 17
Tulleyr:md. C. cle 133.361
St.James Parkı 1 2 1 , 122, 123. 183
Demokr1Jsi 52, Anılıır 42
St, Laurent ve St. Gcmıain fuar!an 107
T:ıl!ieıı, Madam 243 ıanım:ı 76
ıoplu tıışım:ıcıhk 192
tanınm:ıyıınhır 342
ıoplum 17, 56.57,59, 173,401 toplumsal değerler 56
mge 23. 1 !4, 1 1 5
St. Michel Bulvıın 282
mgeci 25!
St.-Ginnain-de;-Pres 82
mgelcr 123. 396, 405
Sralinist kilçilk komUnist 433
inger. 1. 2 1 5
Stalinizm 329
tamfsızl:ıştırılma 59 tasfiye 291
nıf 1 7 , 74. 285, 288, 292. 344, 4 1 8 , 420, 424,
star 376
taşra 2 1 8
42.'i, 426
star sistemi 370, 374, 375
t:ışmlı64
toplantı 279 toplumbilimciler 54
toplumsal düzenin oluşumu 42 toplumsal eıkenler 209
nıf bilinci 292
statü 358
t:ışr..ıh ı;afı 270
toplums:ıl eylem 26, 27
nıfkimliği R6
Steelt:, Sir R. 32, 132
ı:ışmy:ı özgll 2 ! 7
toplumsııl forkl:ır 37
mfkilltilrü 213, 420 nıf milcadcle.�i 299. 41 R
Stem, Daoiel 298
Taılcr 32
toplumsal hiyemrşi 97
Sticoııi 156
tuvem:ılar 120. 280
toplumsal hiyeroglif 194
tavır 434
toplums:ıl ifode 62
nıf politikası 435
Strachey. Lytton 229
nıt' sava�ı 45, 290
stres 350
nıt' uzla�mazlığı 327
Stuart, Louise 243
nıfvc cinsiyet 218, 221
;:,.·ty/e dupendıı 244
nıflıı� ar.ısında sosyall�me 121
suçlular ı 62
nırsııı deği�im 75
sunör ve aktör l 1 0
nıfaııl konum 422
sui 1:eneri.I' 1 8
nıfsal mevki 42.'i
suskun izleyici 268
nır:.:ız benlik 337
suskunluk 269, 274
itte, Caıni!lo 377, 378
sus 102
ixıus, V. 1 2 1
sUsleıne 96
yah cem:ı:tı lııırı:keıleri 395
sUslenme 43, 103
mith, C.T. 7X
siltannclik 133
mith, Moyr 230. 232 >fistike olma 1 R6 ofokle; 227 >ğukluk 334 >kak 34. 82. 89, 97- 1 0 1 , 124, 12R. 185, 232. 242. 245. 274, 278. 279 >kak giyimi !04, !06. 251 >kak tiyatroları 269 >k:ık ve sahne 104, 1 7 1 . 349
� ı
1
Swift. J. 32, Mıiteı·a:ı Bir Öneri 133
şııir 26 ı. 304, 354 şair..ıne 299
şans iRS. 189, 205, 206 şans oyunları 1 3 ! şapk:ıl<1r l 02, 2 1 5 , 2 ı 9 şehir 16. 27, 34, 60. 62.63, 75, 79. 80, 158, 164, 378, 38 ı' 390, 435. 436
174, 199. 206, 207. 212, 330, 338, 340. 359,
>kaktıı gezinmek 121
şehir hakkı 185
ıl 308
şehir killtilrü 2 1 7
W. 88
ıl
olcil cror 282
şehir prolet:ıryası 2 1 3
oınbıın.
teaır.ıllik (ıO. 402
162, 236, 233. 3 ı o. 342, 399
toplumsal ilişkiler 21. 22. 26, 3 1 , 36, 46, 6 1 , 1 6 1 ,
tek i�tevli kent 38 l ıck rı:nk 2 1 8
toplumsal katılımın ıızıılması 26
ıek renkli giysiler 250
ıoplumsal koşullar49
tek tip 2 1 4
toplumsal kumll:ın ihlııl 2 1
tek tip giyim 195
toplumsal merkezler 48
tekdüzelik 352
toplumsal mevki 221
teknik işçilcr 425
toplumsa! uyumsuzlıır 384
ıekr:ır
ı ıo
toplumsal yru;am 18. 344
tcl:mr eclilı:bi!ir toplumsal fiiller 156
toplumun anlamını yiıinnesi 283
televizyon 363. 364, 36.'i', 3(ı9
topt:ın .�atış 198
temsil ite tııkdiın 165
tozluklar 103
teokrasi 160
Tönnies, Fcrdinand 288, 289
,
Trilling, Lionel 5 1 , 52, 1 6 1 , İçteıllik ve Sahicilik
tempi 172. 240
Thacker:ıy, W. 4 1 . 223. 224 tevazu 135
k
50
Trollope. A. Büylı: Yaşıyrıru:. Arfl 239
111ıımcs 85
Tuileries
90,
122
TiıClltre d'Art 25 l , 252
Turgot,A. 132
TiıCıitre de l 'Oeuvre 25 l
Turk'ı; He:ıd Kutilbll 120. 123
TiıCUtre de la Portre St. Manin 231
ıutuk!unun insanca muamele görme.�i 136
ThCüıre Jıalien 107, ı ıo
tUccıırl:ır 97 tümleyici [integrativef 339
Theütre-Libre 2.'iO
ılıı:/Jfl'lllll mımdi 56- 59, 64, 95, 96, l 50-1 52, 254, 342. 40 ı ' 402
Türkiye 230
TV haberciliği 366
Thennidor 242, 244, 246, 247, 249 111cnnidoryen P...ıris245
U-Ü
Thcnnidoryenl<.!r 250. 252
Uluslarur..ı.�ı Okul 27, 28
Tiıemstrom, Stcp!ıaıı ı 80
unvanlar 9 1 uşuklar 88
orokin, P.I. 233. 234
şehir romancıları 254
ısyal !soı:iub!el cemaat 289
şehrin atomlarına :ıynlışı 386
ı.�yal bir hiyeroglif 2 1 8
şehrin çökmesi 150
osy:ıl D:ırwinciler 42
Tiıomisı 305
ısy:ıl geleneklcr 1 7
şehrin eleştirilme.�i 207 şcyler ve insan!ıır 38
>sy:ıl ili�kilcr 412
şifre çözme {deeoding] 30R, 309
Tilly, Char!es 174
Uygulamalı Sanatlar Lincoln Merkez Kütüphanesi
tiyatro 59, 60, 63, 76, 83. 95, 104, 105. 107, 108.
uygun 76
)Syıtl psikoloji 384, 400 >syul roımıntikler 289 >.�y:ıli.�t hareket 40. 328 ısyalist!er 40
>syallc�me 3 1 , 93, 96, !62, 413, 4 1 4 >s)"..ıllik ! 6 1 , 170, 256, 3RO, 399. 404, 427. 434 >syopsikolojik bir dil 5 1 ouıhampıon 83
şehir ve kasaba 175
şişirme 220 şizofrenik dil 4 1 5 şok etme 274 şok ıııktikleri 268
T
tabldot yemek 283 tııhııkküm 435
ıyııın 79
t..ıhayytll gücü 65 takdim 236
lz96
t..ıkdimden temsile 66
)zel kumusıı! ifade l 30
ı:ıklit76
ıt:killasyon 186
1'.ılbot, Lord Wı!!iıım 140
priııg..�ıeen. Bruce 369 .ruirc, G . 9 9 , 2 1 4
'
Ta!boı, W. 141 ııı!ilı 206
uyanm 193, 194
1idwonh, Richurd 270 Timı:.ı· 371
şiir 295, 297, 298, 300
outhem, Richard 232 foımiş lla.wıller 2Q'i
�' '
�,: '
1
231
1 1 0- 1 1 3, 1 1 5, 1 1 6, 1 19. 123, 124. !2R, 13l. 150. 1 5 1 . !56, 157, 1 6 ! , 165, 230-232,2.'i l , 263,
uzl:ışmı 96
üçüncil kul:ık 4 ! 1 , 4 ı 2
266, 269. 270, 272, 273, 274, 277, 278. 279,
Un ile ünsUzlllk 370
289, 299. 342, 401. 402
Uniformalar 242
tiyatro kafc!eri 12 ı tiyatro kosıüınJ..,ri 2.'i'O tiy:ıtro sahne.�i 56, 57, 64 ıiyıııro izleyicileri 33
tiyatro seyircilt:ri
ı 12
66
tiy:ııro v e operJ salonları 34 ıiy:ırro ve toplum
Us!up 160
V-W
Vandennonde, A. İnsan Tıiriiııii
Mıikenımı:lleşıirmı: Araı;ları O:.ı:rinı: Dı:nı:me 132
Varinard 462
ıiy:ıtroı.l:ı kostüın)er45
varlıklı burjuvazi
tiyatrokmsi 402
verem 243
5
Tocı.ıueviııe;Aleıds de 3, 73. 299, Amerik1J'da
ı 19
veron. M. Pierrı: Pari.r S'Amııse 268
Vcr:;ay 8 1 , 82, 90. 9 1 . l J O
yansıtma 290
ı•ie Ju qıııırıiı:r 185
yapıntı 123. 154
Viktorya ç:ıı'):ı 20. 42. 43, 45, 221, 334 Vıktorya tarzı 222, 241 ViktoryJ t�ırzı iffet 220, 229, 414
yapmacıklık 107. 1 1 6 , 239 ymmklar 244
Viktorycn 21, 171. 242, 246, 249, 336, 337
yaşam hakkı 127, 1 34
vinüöz!ük 265, 268
ya�ama öykıııeri ı 8
Vıymı:ı ı r.o. 235. 372
vitrin 194, !95
ı•o/oıııl!
480
yar.ırrcı mı 405, 406
! 62
yııtırım 1 87 yatırımcı sınıf 187 yatışunlmıı 59
Vohairc, 92, 1 1 5, 137, 273, Sl!nıirıınıi.I' 1 1 5
yelekler 102
Waı;ner, Rit:hurd 269, 271, 272
yeni gelenler [arrivalsj :;nııfı 420
\.V:ıllace, Gcorı:;c 362, 366, 367
Yeni Gine 74
Walpolc. Hor.ıcı: !42
yeni ı:ınıtlar 423
Wcbcr, A.F. l TI
Watergate 361
Yeni Sol 380
Wı;:bcr, M;ıx. 25, 263, 348, 350. 351, 352, 353,
yem(t 393
Pmıc,1·11111 Alılıikı ııc Kııt>itali::miu Rıılıır 427
355. 376. 428,429, Ekonomi ı•e Toplum 349,
yerel katılım 397 yerel mııdahale 397 yerel özerklik 435
Wıdt:;chmcrz. Dr. 324
yerelcilik 435
Whig yada Tory 103
yerleşim alanı 435
Wlıiııdıoı.ısc, H.R. 297
yerlicilik (nativi311lj 2 1 7
Wıclıem. Johann 238
yeşil ha.�ıalık 239
Wieck. C!:ıra 2(ı0
yetişkin 130, 132. 273, 343, 403, 410, 4 1 1 , 414,
Wilde, O�cıır 249, 250 Wi!kcs ve ôzµOrlük sloganı 143 Wılkcs,J. 139. 140. 1 4 1 , 142, 144. 145, 146, 147, 166. 257, 293, Kııdııı Ü:eriıu: Dcnı•me 143
Raynıoncl Kıiltıir ı•e Toplum 261
4[8,419 yetişkin kllltıır!l 404
yıkıcı gcmdruchaft 2 9 ı yetişkin oyıınlan 4 1 3
Wilke."Çi 166. 1 7 1 , 335
Wınnicott. D.W. 4 1 8
yıldız kişilikler63
Wılliaıns,
yok.�ullann ahlilki bozu!mulan 237
Winh, Loı.ıis !82
Youngman ı 35
Wortlı
Wo!!:;ıonecruft, Mary 134
yukarıdakiler ve aşağıdakiler 76
L.2 15
Young, G.M.S.
222
yurttaşlık 159. 339
Wren. Chrisıoplıer 83
yllz 103, 2 1 2. 227.330
Wriglcy. E.A. 78
yOzgöz olma [overcxpoı;urej 375
Wycherley. W. 132
z
y
Zefir ve Ero:; 230, 231
yabancı 75, 87, 88, 89. 383, 384 y:ıb:ıııcı akını 79 y:ıb:ıncıl:ır 37, 4 1 , 42, 46, 49, 60. 62, 75, 76, 84, 94. !06. ı 16, 124. 174, 189, 218, 340. 359
IJ(ı
y:ıbancıt:ı�ma 40, 54, 217, 334, 378 yalr.ınıl 129,
Yahudi avı 455
Y:ıhudi!er 314-316, 323. 324, 357, 369, 387-389, 392-395, 398, 458.,459, 4(ı0 yakın çcvre-339, 398 yııkm ilişkileri 3 ! y:ıkmlık 334 yalancHür!c.şim (p,w:ııdo-.ı'f>cdatiorı) 396 yalınlık !35, 136 yıılıtılmı�lık 205, 256. 282, 284, 292, 365. 408 yalılıın 30. 235. 378, 383 yaruını ve görülebilirlik 3(ı4 yalnız kalabalık 283 yanılsam;ı 1 J 5, 352, 353, 356, 362 yanılsama çıığı 232 y:ınlış bilinç 423
Zc!din, Theodore 296
Zora, E. 193. 3 1 8-324, "Suçluyorum" ()'At:c:ııse{) 291, J'At.·cuse 312, 317, 318, 320-322, Nana
282 'zornki bağlanma 426 zorunlu yanılsama 230, 232 Zucker, Amold 82