YUSUF SÛRESİ YORUMU Sûre‐i Yusuf Hakkında Genel Bilgi Kurʹanʹda üç büyük sûre; insan, Allah ve Peygamberimizin sırrını açıklar. Bunlardan Sûre‐i Rahmân ilâhî sırları, Sûre‐i Yûsuf insanın esrarını, Yâsin Sûresi de Efendimizin hikmetlerini dile getirir. Yine Kurʹanʹın en kısa üç sûresi de bu önemli üç konuyu özet hâlinde vermektedir. Asr Sûresi insanı, Kevser Sûresi Peygamberimizi, bilindiği gibi İhlâs Sûresi de Cenab‐ı Hakkʹı anlatmaktadır. Sûre‐i Yûsuf’ta insan gerçeğinin anlatımı kat kat ve derinliğine; fakat enfüs mânânın sırrı içinde gizlenmiştir. Sûre‐i Yûsuf’un insanı tanımladığını tasavvuf konusunda yazılmış eserler dile getirir. Hatta mânâ ilminde şöyle bir kural vardır: «Bir konuyu anlayıp çözemiyorsanız, Sûre‐i Yûsuf’a başvurunuz». Sûre‐i Yûsuf’un bu özelliği Sûre içindeki dört önemli işaretten anlaşılmaktadır: 1) Sûre‐i Yûsuf, 111 âyetten kuruludur. Ve baştan sona kadar Hazreti Yûsuf’un hayat hikâyesini dile getirmektedir. Hâlbuki Kurʹanʹda kısa sûreler dışındaki bütün sûreler tek bir konuyu değil, muhtelif mevzuları isler. 2) Sûre‐i Yûsuf’u, Cenab‐ı Hak takdim ederken ahsenüʹl‐kasas (ibret alınacak güzeller güzeli bir kıssa) olarak tanımlamıştır. «Ahsen» kelimesi, Sûre‐i Tinʹde insanın yaratılışındaki güzellik olarak geçmektedir. Bu âyet açıklanırken daha ayrıntılı bilgi verilecektir. 3) Sûrenin birinci âyetinde, Kurʹan âyetlerinin Levh‐i mahfûzʹdaki gerçekleri dile getiren birer şifre oldukları bildirilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Sûre‐i Yûsuf’u bir peygamber kıssasının çok ötesinde görmek gerekir. 4) Sûre‐i Yûsuf’ta 19 önemli şahıs sahnededir. İnsanın da 19 önemli özelliği vardır. Bu yüzden besmele, 19 harflidir. Ve Kurʹanʹda 19ʹun katları sistematiği kurulmuştur. Kurʹanʹdaki 19ʹlar hikmetini «Kurʹan Mûcizeleri» kitabımda etraflıca açıklamıştım. Sûre‐i Yûsuf’taki 19 önemli şahsa gelince; bunlar ve insanda delâlet ettiği özellikler şöyle tanımlanabilir. 1) Hz. Yaʹkub: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Ruh 2) Hz. Yûsuf: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Kalp (Gönül) 3) Züleyha: 1
İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Nefs 4) Kıftir (Züleyhaʹnın eşi): İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Dünya 5) Mısır sultanı: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Akıl 6) Bünyamin: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: İman 7) Şarapçı: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: İlim 8) Kervancı: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Menfaat 9) Hapishane arkadaşı: İnsanda tekabül ettiği hususiyet: Mantık 10–19) Yûsuf’un diğer Kardeşleri: Gurur, kin, hisset, meskenet, reyb (şüphe), cebânet, ihtiras, şehvet, seyyâliyet, zulüm. İşte, Hz. Yûsuf’un kıssası, insanın bu on dokuz özelliğinin yapısal ve fonksiyonel tüm gerçeklerini açıklamaktadır. Biz âyetleri tek tek açıklarken önce dış mânâların bize verdiği emirleri tanımlamaya çalışacak; sonra da insan özelliklerine ışık tutan her bir ilâhî emiri çözmeye gayret edeceğiz. Sûre‐i Yûsuf 111 âyet, 1706 kelime, 7166 harften kurulmuştur. İlk üç âyetin dışında tümüyle Mekkeʹde nâzil olmuş, 1.2.3. âyetler Medineʹde nâzil olmuştur. Âyetleri mümkün olduğu kadar ufak gruplar hâlinde yorumlamaya gayret edeceğiz. Çünkü bir mesajdan diğer bir mesaja geçerken bu gruplar önemli çıkış noktalarıdır. Âyet 1‐3 Âyet 1: Elif, lâm, râ. Bunlar gerçeği açıklayan kitabın âyetleridir (mübîn). Âyet 2: Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kurʹa olarak indirdik. 2
Âyet 3: Biz sana Kurʹanʹı vahyederek en güzel kıssaları misal getiriyoruz. (Oysa) sen, bunlardan önceleri habersizdin. Bu üç âyetin yorumları birbirine bağlıdır. Bilindiği gibi «Elif, lâm, râ» harf‐i mukattaadır; yani rumuz, bugünün âdet olan kavramıyla birer şifredir. Birinci âyette geçen «Kitab‐ı mübîn» her şeyin apaçık tespit edildiği bilgi hazinesi anlamına gelmektedir. Bu kavram birçok âyetlerde geçtiği gibi, ayrıca Kitab‐ı mübînin Levh‐i mahfûz olduğu da yine Kurʹan emirlerindendir. Şu hâlde birinci âyet, Levh‐i mahfûzdaki şifre kayıtlarının Kurʹanʹa yansıtıldığını işaret etmektedir. Levh‐i mahfûz, daha ileride ayrıntılarını anlatacağım gibi Allahʹın tüm bilgîleri yüklediği sonsuz bir kompüter merkezidir. İşte bu bilgi hazinesinden örnek verilen harf şifreleriyle başlayıp Arapça açıklamalar getirişi: Kurʹanʹın hikmeti bu üç âyet içerisinde pek veciz bir şekilde özetlenmiştir. Üç âyetin toplu mânasına dikkat ederseniz, bundan çıkacak değişmez kural şudur: Kurʹan, Levh‐i mahfûzun; yâni sonsuz bilgi kompüterinin bilgilerini anlayabilmemiz için Arapça indirilmiş bir kitaptır. Ve bizce anlaşılmaz gibi görünen «Elif, lâm, râ» harfleri bile apaçık ilâhî hikmetlerdir. Acaba bu temel gerçekler, Sûre‐i Yûsuf’un başında niçin vurgulanmıştır? Çünkü bu sûre, Levh‐i mahfûzda gizli, şifreli insan sırrının Hz. Yûsuf kıssasının zerâfeti içerisinde açıklanmasını getirir. Giriş kısmında değindiğim gibi; bir ve ikinci âyette bu gerçeğin vurgulanması, kesinlikle sûrenin insandaki bilinmezleri dile getireceğini beyan hikmeti taşımaktadır. Üçüncü âyet ise, ahsenüʹl‐ kasas tabiriyle, sûrenin şifrelerinin insan sırrına yönelmiş olduğuna işarettir. Daha önemlisi üçüncü âyetin son cümlesidir. «Oysa sen bunlardan daha önce habersizdin» emri, Efendimize hitap etmektedir. Yüce peygamberimizin daha önceleri habersiz olacağı sır, o ana kadar hiçbir kitapta, hiçbir yerde açıklanmamış olan bir sır olması gerekir. Bu sır ise, ancak gönül sırrıdır. Ve Sûre‐i Yûsuf kıssasının zerâfeti içerisinde Efendimize açıklanan en büyük hikmetlerden biridir. Sûre‐i Yûsuf’ta verilen sırların hiçbir bilgi hazinesinde mevcut olmadığı gerçeği böyle vurgulandıktan sonra, insan güzelliklerini ve de insanın çirkinleştirdiği yanlarının bütün gizliliklerini, minik minik kıssalar içerisinde dile getirmektedir. Bu üç âyette geçen kelimelerden iki tanesini anlam ve kavramlar: bakımından çok iyi bilmek lâzımdır. Bunlardan birincisi Kurʹanʹda sık sık geçen «mübîn» kelimesidir Açık, çok kesin ilmî gerçek anlamına gelen bu kelime, âyetlerin bir vasfıdır. Bir âyet‐i kerîmede «mübîn» kelimesi geçiyorsa, özellikle o âyeti teʹvi1e kalkmak Kurʹanʹa ters düşer. Çünkü Allahʹın apaçık beyanını benzetmelerle yeniden karanlıklaştırmak kimsenin haddine değildir. Birinci âyetteki «mübîn» kelimesi, «Elif, lâm, râ»ʹnın ayrı ayrı âyet olduğunu bildirmektedir. Üçüncü âyette geçen «ahsenüʹl‐kasas» kelimesi de lûgat açısından iki kavram getirir:
3
a) İbret alınacak en güzel kıssa. b) Hakikate iz sürülecek en güzel yol. Âyet 4‐7 Âyet 4: Bir zamanlar Yûsuf babasına: «Babacığım, ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm, onlar bana secde ediyorlardı» dedi. Âyet 5: Babası: « Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar, zîra şeytan insana çok aşikâr bir düşmandır» dedi. Âyet 6: Ve işte öyle Rabbin seni seçecek ve sana ehadisin teʹvilinden ilimler öğretecek. Hem sana, hem âli Yaʹkubʹa nîmetini, daha önceleri, ataların İbrahim ve İshakʹa tamamladığı gibi, tamamlayacak. Şüphesiz, Rabbin alîmdir, hakîmdir. Âyet 7: Şanım hakkı için, Yûsuf ve kardeşlerinden soranlara (merak edenlere) ibret olacak âyetler oldu (Yûsuf ve kardeşleri kıssasında merak eden, öğrenmek isteyenler için âyetler vardır). Bu dört âyet, Hz. Yûsuf’un temel gerçeğini; dolayısıyla kalbin hikmetlerini açıklıyor. Burada tesbit ettiğimiz önemli noktalar şunlardır: a) Hz. Yaʹkub rüyanın gizliliğini istemektedir. Yâni kalbe gelen ilâhî mesajların saklanması gerekmektedir. Çünkü şeytan bu duyguların düşmanıdır ve onları insandaki on kötü haslet aracılığı ile gönlün imhâsına sevkeder. b) Yûsuf’un rüyasındaki yıldızlar, ay ve güneşin secde etmesi olayı; râm olma, onun emrine girme anlamını taşımaktadır. c) Hz. Yaʹkub ruhu temsil eder; kalbe gelen mesajları yorumlamaktadır. Ancak, burada önemli bir incelik vardır: Ruh, ilâhî ceryanın temsilcisi olarak gönül mesajlarını yorumlar; fakat bu mesajları ruh değil, kalp almaktadır. Şimdi âyetleri teker teker inceleyeceğiz: Âyet 4: Burada şüphesiz ki en önemli olay, Hz. Yûsuf’un rüyasıdır. Çünkü yıldızlar, güneş ve ayın simgelediği rüyayı, Hz. Yaʹkub mâna ilimlerinin Yûsuf’a verileceği şeklinde yorumlamıştır. Acaba on bir yıldız, güneş ve ay neye delâlet etmektedir? a) On bir yıldız, insanın kalbinin emrinde olan bir yüce güzelliği temsil eder. Yûsuf’un kardeşleri olan on kötü huy, gönüldeki bu yüceliklerin insanın kendi tarafından saptırılmış hâlidir. Ancak on birinci kardeş, yani Bünyamin Yûsuf’un öz kardeşidir; mânevi açıdan îmanı temsil etmektedir. 4
Îmanın saptırılmış hâli olamaz. Burada on bir yıldızın temsil ettiği güzellikler sırasıyla şunlardır: Sehâ, vefâ, gayret, sıdk, cesaret, verâ, haya, merhamet, teslimiyet, ihlâs, îman. Bunları, Yûsuf’un kardeşlerine kıyaslayarak karşıt kavramlarıyla birlikte şöyle tanımlayabiliriz: Hisset yerine sehâ Kin yerine vefâ Meskenet yerine gayret Reyb yerine sıdk Cebânet (siliklik, korkaklık) yerine cesâret İhtiras yerine verâ Şehvet yerine hayâ Zulüm yerine merhamet Seyyâliyet yerine teslimiyet Gurur yerine ihlâs Ve îman yerine daima îman. b) Güneş, sevginin gücünü temsil etmektedir. c) Ay da güzelliği, yani cemâli temsil etmektedir. Tüm bu güzellikler gönüle secde etmiş, yani ona râm olmuştur. Sûre‐i Yûsuf’un bütünü içinde on bir yıldızı, güneşi ve ayı temsil eden bu güzelliklerin tek tek uygulamasını göreceğiz; sırası geldiğinde bu hasletlerin, bu tarz açıklamasını hatırlatacağını. Âyet 5: Burada açıkca görüldüğü gibi, Hz. Yaʹkub gönüldeki bu güzelliklerin saklanmasını istiyor. Şeytanın bu güzelliklere tahammül edemeyerek insandaki sapmış karakter çizgilerini tahrik edeceğini ve kalbi tuzağa düşüreceğini vurguluyor. Burada çok önemli bir incelik vardır. İlerdeki âyetlerde göreceğimiz gibi, Hz. Yûsuf rüyasını kardeşlerine açıklamamış olmasına rağmen kardeşleri Hz. Yûsuf’ta bir şeyler sezdiler ve Oʹnu ölüme götürmeye karar verdiler. Burada önemli olan cihet, gönüldeki sırrın insan bütünü tarafından sezilebileceği; en azından değişikliklerin hissedileceği gerçeğidir.
5
Rüyanın gizlenmesindeki amaç, şeytandan saklamaktır. Şeytan, gönüle giremeyeceği için kalbin sırını hiçbir şekilde bilemez. Biz gönlümüzdeki sırları şeytandan saklamakla yükümlüyüz. Ancak, nefs ağırlıklı bütünümüz yine de bizdeki değişikliği sezer. Âyet 6: Bu âyet, rüyanın Hz. Yaʹkub tarafından yorumunu dile getirmektedir. Âyet‐i kerîmede hâkim olan tanım, bu rüyanın görülmesinden sonra «Hz. Yûsuf’a ehadîsin teʹvilinden ilim öğretilecektir» cümlesiyle özetlenmektedir. Ehadîsin teʹvili, meydana gelen olayın gerçeğinin bilinebilmesi demektir. Meydana gelmiş bir olay nasıl anlaşılır? Ve onun gerçeği nasıl bilinir? Allah insanı yeryüzüne gönderirken iki önemli cihazla donatmıştır. Bunlardan birisi akıldır. Beynin kompüter sisteminden bilgi alarak değerlendirme yapar. Dolayısıyla kesbîdir. Yani çalışma ve zaman gibi gelişmeler sayesinde kazanılır. İkinci organımız ise kalp ve ona bağlı gönül hazînemizdir. O fıtrîdir. Yâni bütün bilgileri ve onların yorumlarını doğuştan getirmektedir. İşte ehadîsin teʹvili, yani hâdiselerin ardındaki gerçeğin bilinebilmesi, bu iki ilâhî nîmet sayesinde mümkündür. Aklın yapacağı yorumlar kendi hazinesinde mevcut bilgilerden beslenir. Bu yüzden bir kimsenin ne kadar çok bilgi sermayesi varsa, bir olayın yorumunu o kadar doğru yapar. Hâlbuki kalp, gayb âleminden gelebilecek tüm bilgileri kaydedip bize sunmak yeteneğine sahiptir. Bundan dolayı herhangi bir olay yorumlanırken, yâni ehadîs teʹvil edilirken, bilgileriniz yetmeyebilir. Ama kalbin duygu hazinesi bu açığı kapatarak gerçek yorumu getirir. Burada akla gelebilecek soru şudur: Mademki bir olayı gerçeğe uygun şekilde yorumlamak kalbe ait bir özelliktir; o zaman hangi şartlarda bu kalp makinemiz çalışacak, gerçek yorum kabiliyeti kazanacaktır? İşte bu sorunun cevabı Yûsuf’un gördüğü rüyada gizlidir. Eğer gönül, yukarıda karşılıklarını saydığımız yıldızlar, güneş ve ay hikmetlerini taşıyorsa, o zaman hâdisatı teʹvil edebilir. Hâdisatın teʹvilinin yalnız Hz. Yûsuf’a has olmadığını belirtmek için Cenâb‐ı Hak, Hz. İshak ve Hz. İbrahimʹi misâl vermektedir. Yâni onlarda bu meziyetlere sahip olduğu için, hâdisatın teʹvilini gerçeğe uygun biçimde yapmışlardır. Âyet 7: Başlangıçtan beri söylediğimiz gibi, Hz. Yûsuf kıssasının ve özellikle kardeşleriyle olan ilginin bir hikâyeden ibaret olmadığını bu âyet de bir kez daha vurguluyor: «Yûsuf ve kardeşler kıssasında öğrenmek isteyenler için, âyetler vardır» hükmünü getiriyor. Bilindiği gibi âyet, ilmî gerçek anlamındadır. Elbette kalp, onun güzellikleri ve insan bünyesindeki hırçınlıklar arasındaki denge, ilm‐i hakîkinin en önemli bahislerinden biridir. Âyet 8‐14 Âyet 8: Dediler ki (Yûsuf’un on kardeşi): «Yûsuf ve biraderi babamıza daha sevgili, biz ise birbirine sargın bir kuvvetiz. Doğrusu (belli ki) babamız açık bir yanılgıdadır». Âyet 9: «Yûsuf’u öldürün yahut bir yere atın ki babanızın teveccühü size kalsın ve ondan sonra salâhlı bir kavim olasınız». 6
Âyet 10: İçlerinden bir sözcü dedi ki: «Yûsuf’u öldürmeyin; bir kuyu dibine bırakın, kafilenin biri onu lekit olarak alsın. Evet, böyle yapın». Âyet, 11: «Ey babamız! Yûsuf’un iyiliğini, istediğimiz hâlde, onu niçin bize emniyet etmiyorsun?» Âyet 12: «Yarın bizimle gönder. Bizimle gezsin oynasın, biz onu gözetiriz». Âyet 13: (Babaları) « Onu götürmeniz beni mahzun eder» dedi. «Korkarım ki onu kurt yer de haberiniz olmaz». Âyet 14: «Vallahi, biz sargın bir kuvvet iken, onu kurt yerse biz çok hüsran çekeriz» dediler. Bu yedi âyetin topluca beyan ettiği hikmetleri şöyle özetleyebiliriz: 1) Yûsuf’un kardeşleri çıkar birliğini ve kaba kuvveti başarı unsuru sanıyorlar. İç dünyanın mânevi değerlerini ve onlar arasındaki sevgi ilgisini bir yanılgı sanarak yıkmak istiyorlar. 2) İhtirasların, ruhu yanılmışlıkla ithamı, ruhun kalbe yakınlığını kıskanmaları tabiidir. 3) Gönlün içe dönük hayatını beğenmezlikten gelerek; o, kendilerine uyduğu takdirde daha sağlıklı olacak kanısındadır. Bu yüzden babalarına, gönle sahip olduklarında daha sağlıklı kılacaklarını söylüyorlar. Aslında bu düşünce bir tuzak ve hiledir. 4) Zâhirdeki bütün kuvvet gösterilerine rağmen gönlü öldürmeye yine de cesaret edemiyorlar. Kardeşlerden biri (Yehuda), kuyu işini teklif ediyor. Şimdi âyetlerin enfüsî mânâlarını tek tek inceleyelim: Âyet 8: Sûrenin giriş bölümünde değindiğim gibi, insanda saptırılarak meydana gelen on kötü haslet: Gurur, kin, hisset, meskenet, reyb, cebânet, ihtiras, şehvet, seyyâliyet ve zulüm gönlü ruhtan kıskanarak yok etmek istemektedir. İnsan sanır ki, ruh mânevî bir takım etkilere kapılıp gönüle râm olursa bedenî gücünü kaybeder. Ve yine sanır ki, gönülle ruh arasında etkileşim kalkarsa bütün kudret kendisine geçer ve yenilmez olur. Aslında, bütün kıssada da belli olacağı gibi, ruh gönlü kaybetse bile için için onun hasretiyle yanar. Âyet 9: On kardeşi rahatsız eden olay Yûsuf’tur. Dolayısıyla ruhun gönle olan sevgisidir. Dikkat ederseniz Yûsuf’un yine öz kardeşi olan Bünyamin, bu çılgın kardeşler için hedef değildir. Çünkü îmanı temsil eden Bünyamin, Yûsuf’un olmaması hâlinde zaten anlamsız hâle gelmektedir. İnsanın çirkin yanı ve şeytan, îmandan önce gönlün düşmanıdır. Çünkü, gönül yok olunca, îman zaten yerleşecek mekân bulamaz. Bu âyete dikkat ederseniz, Yûsuf’u öldürme teklifi kardeşlerin herhangi birinden gelmemektedir. Bu teklifi yapanın kim olduğunu daha ilerdeki âyetlerden anılıyoruz ki, şeytandır.
7
Bu âyet‐i kerîme bize gösteriyor ki; pek çok insan, kalbinin sesini ihtiras, kin, hisset ve gururla bastırarak rahata kavuşmak ister. Hâlbuki kıssanın tümünden anlaşılacağı veçhile, bu yanlış bir yargıdır; çıkmaz bir sokaktır. Âyet 10: Kendini güçlü sanan kardeşlerin biri (Yehuda), cebâneti; yani korkaklığı temsil ettiğinden öldürmekten çekinirler. İnsanoğlundaki bu cebânet, her teşebbüste, yılgın ve silik bir korkaklığı temsil etmektedir. En cesur görünen kimselerde bile bu cebin duygu yaşar durur, onu bir kurt gibi kemirir. Yûsuf’u kuyuya atmakdan murat; onu öldürebilme cesareti gösteremeyerek saf dışı etme metodudur. Onu kuyu dibinden birinin sevinme vesilesi olarak (lekit) alması temennisi ise; onu, yani gönlü karanlığa ittikten sonra, birine sevinme fırsatı sağlamak anlamına gelmektedir. Gönle inanmayanlar bile, onun her pazarda satılabilecek kıymetli bir mal olduğunu bilmektedir. Âyette geçen «lekit» kelimesi; bulduğumuz zaman sevinç veren bir kavramı temsil etmektedir. Gönlün her yerde, her şartta insanlara yaşama zevki vereceğini, bizzat kötülüğü temsil eden kardeşler ağzından ifade etmektedir. Nitekim olay, Cenâb‐ı Hakk’ın özel himayesi ile cereyan etmeseydi nefsin (Züleyha) elinde gönlü esir etmek plânını hazırlıyordu; yani gönüller, dünya pazarında nefse esir diye satılırlar. Unutmamak gerekir ki, sıradan bir insan kendi can Yûsuf’unu zulmet kuyusuna sallamış ise; o lekit olmaya, pazarların beleş malı olmaya mahkûmdur. Her zaman bir kervancı rastlayarak gönül Yusuf’unu zulmetten çıkarmaz. Âyet 11: Bu âyet insanoğlunun kendi kendine, yani ruhuna söylediği büyük yalanı dile getiriyor. İnsan ruhuna diyor ki: «Bizim gönle girmemize niçin razı değilsin? Biz onu daha şenlendiririz; daha mutlu kılarız». Yine âyetten anlıyoruz ki; ruh (Yaʹkub), gönlü; yâni Yûsuf’u bu on kötü hasletten uzak tutuyor. Âyetin tatbikatı odur ki, gönlümüze bu on hasleti yaklaştırırsak; yâni kin, gurur, hisset, meskenet, reyb, cebânet, ihtiras, şehvet, seyyâliyet ve zulmü kalbimize sokarsak o mutlaka sonunda zulmete; yani kuyuya mahkûm olur. Âyet 12: Gerçi insanoğlu bu duyguları kalbe aktarırken kendine bir teselli vermektedir. Şöyle ki: Biz gönle girersek onu neşelendirebiliriz. İşte bu âyetten çıkan en önemli hikmet bu sırdır. Yâni insanın kalbini karartmak için kurduğu en büyük tuzak, onu neşʹelendirme hiledir. Sûre‐i Yûsuf’un bu âyetini okuyan her insan, kalbine sokulan bu duyguların getirdiği neşe hilesini hiç unutmamalıdır. Âyet 13: Ruh; yâni Yaʹkub, şer kuvvetlerin hilesini sezdi: «Onu götürürseniz mahzun olurum» dedi. Gerçekten de gönle bu hasletler sinmeye başlayınca ruhta bir hüzün doğar. Bu, insanın kendi kendini kontrol için ciddi bir ipucudur. İçimize hüzün geldiği zaman kalbimize düşen davetsiz misafiri tesbit ederek kovalamalıyız. Hz. Yaʹkub, devamla: «Onu kurda yedirirsiniz de haberiniz olmaz» diyor. Burada kurt kavramı şeytanı temsil etmektedir. Zaten gönle bu kötü ihtiraslar düştüğü zaman sonuç ya kuyu (zulmet), 8
ya şeytanın mekân tutmasıdır(kurt). Hz. Ya’kub’un endişelerini biz de ihtiraslarımıza karşı kesiksiz taşımalıyız. Ve on üçüncü âyetin hikmetini ancak bu şekilde kavrayabiliriz. Âyet 14: Ruhun bu endişelerine karşı şer kuvvetler kendi sargın güçlerini ileri sürerek: «Ona bir şey olursa biz perişan oluruz» dediler. Burada da insanın kendi kendisini aldatması dile getiriliyor. İnsan psikolojisinde bu aldatıcı kuvvet pek yaygındır. «Benim kalbim temiz, ben şer karşısında boyun eğmem» gibi sloganlar herkesin sık sık tekrarladığı yalancı aldatmacalardır. Zaten bu on dördüncü âyet‐i kerîme ilginç şekilde günlük hayatımızdan bir sayfa sergiliyor. Pek çok insan, ihtirasların pençesinde şeytana yaklaşırken hiçbir şeyin farkında değildir «Şeytan kimmiş? Ben güçIüyüm» der. Hâlbuki sonuçta daima perişan olur. Bu âyette önemli bir nokta da, şer güçlerin birlikte hareket edişidir. Kardeşlerin sargınlığı bunu ifade eder. Yâni kalbe sinen hisset, yanında gurur ve zulmü, korkuyu birlikte getirir. Âyet 15‐20 Âyet 15: Ve onu (Yûsufu) kuyunun derinliklerine koymayı kararlaştırdılar. Biz de ona: «Kasem olsun ki, sen onlara hiç farkında değillerken bu işlerini haber vereceksin» diye vahyettik. Âyet 16: Bıraktılar ve yatsıleyin ağlayarak babalarına geldiler. Âyet 17: «Ey babamız! Biz gittiğimiz yerde yarış ediyorduk, Yûsufu eşyamızın yanında bırakmıştık. Bir de baktık ki onu kurt yemiş. Şimdi biz doğru söylüyorsak ta sen bize inanmazsın» dediler. Âyet 18: Bir de gömleğinin üzerinde yalan bir kan getirdiler. Babaları: «Nefsleriniz sizi aldatıcı bir işe sevketmiş. Artık bana düşen bir sabr‐ı cemîldir. Bir Allahʹtır ancak yardımına sığınılacak, söylediklerinize karşı». Âyet 19: Öteden bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. O kovasını saldı: «Âa, müjde! Bir erkek çocuğu» dedi. Onu ticarî bir mal olarak sakladılar. Oysa Allah ne yapacaklarını bilicidir. Âyet 20: Ona rağbetsizdiler, değersiz bir paha ile (birkaç dirheme) sattılar. Bu altı âyet, Yûsuf’un kuyuya atılışından köle olarak satılışına kadar olan safhayı açıklamaktadır. Çeşitli tefsir kaynaklarına göre bu kuyu çok derindir. Hz. Cebrail onu kuyunun rahat bir yerine yerleştirmiştir. İkinci önemli nokta, Yûsuf’a ilk vahyin kuyuda gelmesidir. Allah, kuyudaki Yûsuf’a ilerde kardeşlerine bu suçlarını hiç beklemedikleri bir anda yüzlerine açıklayacağını bildiriyor. Böylece Hz. Yûsuf’un peygamberliği başlıyor. Üçüncü nokta, Hz. Yaʹkubʹun olaya tam mânasıyla inanmamasına rağmen, bir kader tecellisi olduğunu sezip Allahʹtan güzel bir sabır niyâz edişi hikmetidir. Zor ve acı bir olay karşısında nasıl davranılması gerektiğini bu on sekizinci 9
âyetin târiflerinden anlıyoruz. Beklenmedik âni bir zor tecelli karşısında her müʹmin, Hz. Yaʹkub gibi davranmak zorundadır. Âniden ortaya çıkan bir olay karşısında, hemen Allahʹtan sabr‐ı cemil (güzel bir sabır) niyâz edilecek, sonra da Allahʹın yardımına sığınılarak Cenâb‐ı Hakkʹın yardımına devamlı dua edilecektir. Bu âyet gurubunda önemli bir nokta da, Yûsuf’un kanlı gömleğinin parçalanmamış olmasıdır. Yûsuf’un kardeşlerinin iddia ettiği gibi; Yûsufu kurt parçalasa idi gömleğinin yalnız kanlı olması yetmeyecek, aynı zamanda parçalanmış olması gerekecekti. Yine tefsir bilgilerine göre bu nokta Hz. Yaʹkubʹun dikkatini çekmiş; ancak ilâhî bir vahiy gelmediği için, Hz. Yaʹkub bu konuda yorum yapamamıştır. Bu âyet gurubunda son âyet Yûsuf’un çok ucuza satıldığını bildirmektedir. Şüphesiz ki, bir malın değerini sıradan bir kervancı bilemez. Pek çok müfessir, hayatta kıymeti bilinmemiş cevherlerin hikmetini de bu âyetle bağdaştırırlar. Şimdi bu âyetlerin enfüsî mânâlarına geçiyoruz: Âyet 15: Kötü hasletlerin gönle sızması, onu derin bir zulmete götürür. Ancak, insanın eceli gelince, gönül bu ihaneti tek tek insanın yüzüne vuracaktır. Nazargâh‐ı ilâhi olan kalbin gerçekte mahzun olması söz konusu değildir. Âyetin ikinci bir mânâsı da şöyledir: Gönlünü zulmete mahkûm edenler, beklemedikleri bir zamanda yüreklerinde gerçeğin sesini işitecekler; tek tek cürümlerini farkedeceklerdir. Âyet 16: Gönlünü zulme terkedenler büyük bir korku ve yılgınlığın içine düşerler. Aydınlıkta kendi subanalizlerini; yani özeleştirilerini yapamazlar. Yine karışık, karanlık anları seçmek isterler. Çünkü bu âyette «yatsıleyin babalarına gelme» hikmetinin vurgulanması; şuur altımızdaki bu özelliği göstermektedir. Âyet 17: Kendi gönlünü zulmete terkeden insanoğlu bunu ikrar edemez. Onu bir başka yalana bürür. Nitekim «onu kurt yedi» diye babalarına anlatmaları, enfüsî mânâda; gönül şeytanın tuzağına düştü demektir. Yine âyette ifade edildiği gibi, bu yalanı bilerek söylerler. Kimsenin inanmayacağını bildikleri hâlde yalanlarında ısrar ederler. Ancak burada kötülükler, birlikte farkına varmadan bir doğruyu tarif etmektedirler: «Biz yarışırken onu kurt yedi». Âyetin bu bölümünün enfüsî mânâsı: Biz dünya ihtirası için yarışırken gönlümüzü şeytan aldı, demektir. Günün en yaygın gerçeklerinden biri âyetin bu kısmıdır. Çünkü insanlar maddî çıkarlar uğrunda ihtiras yarışına bir düştüler mi âkıbet mutlaka gönlünü şeytana kaptırmaktır. Âyet 18: Bu âyette üç önemli mânevî mesaj vardır: a) Yûsuf’un kanlı gömleği: Gönlün gömleği hayâdır. O ancak bir şeytanın parçalaması hâlinde yırtılır. Hz. Yûsufu kurt yemediği için gömlek parçalanmamış; yani hayâ yırtılmamış, ancak ona yalancı bir leke sürülmüştür. Bir gönle şeytanın tecavüz ettiğini bilmenin işareti, hayâ gömleğinin 10
yırtılmasıdır. Mânevî âlemde zâlimlerin vicdan lekeleri yanında mutlaka hayâlarının parçalanmış olduğunu müşahede ederiz. Bir insan hayâsını muhafaza ettikçe onda görülen hatalar, bu geçici lekeler gibidir. b) Hz. Yaʹkubʹa olayın iç yüzünün açıklanmayışı, bütün insanlara ve tasavvufa çok önemli bir yasa getirmektedir. İnsan ne kadar yücelmiş olsa da gaybı bilemez. Yine mânâ ilimleri arasından, gönlün sırrını; ruh, Allah müsaade etmedikçe sezemez. Burada bizim dikkat edeceğimiz husus, hayâ gömleğimizi kaptırmamak ve de ruhun, gönle ait sırrı sezemeyeceği için, uçuruma giderken bizi îkaz fırsatı bulamayacağını hatırlamaktır. c) Gönle bir gölge düşünce, ya da gönlün başına bir dert gelince, onu çözmeye çalışmamalı, Hz. Yaʹkubʹun dediği gibi: Önce Allahʹtan güzel bir sabır istemeli, sonra Allahʹa yalvarmaya ve duaya devam etmeliyiz. Gerçekte Yûsufu kuyudan çıkaran hikmet, Yaʹkubʹun bu tarz davranışıdır. Ve bu nedenle Yûsuf çok kısa sürede kuyudan çıkmıştır. İşte gönül dertlerini aynı noktadan çözmeye gayret etmeliyiz. Bir kez daha vurgulamak istiyorum: Bu on sekizinci âyet Sûre‐i Yûsuf’un en önemli âyetlerinden biridir; herkesin ömür boyu bu taktiğe ihtiyacı vardır. Âyet 19–20: Bu âyetlerde, bizim yorumumuza mesnet olan şahıslardan on dördüncüsü sahneye çıkmaktadır: Kervancı; yâni enfüsî mânâda menfaat. İnsandaki menfaat hissi, gönlün para edeceğini bilerek, onu zulmetten çıkarmak ister. Ancak, değerini bilemez; çok ucuza satar. Âyetlerin getirdiği bu kural, yalnız gönlün kıymetini bilmezlikte değil, tüm dünya ilişkileri için geçerlidir. İnsan şahsiyetini, vicdanını, hatta şerefini satarken de aynı şaşkınlıktadır. Yâni daima ucuza satar. Dünya ilgisinde çok önemli yer tutan menfaat duygusu, gerçekte insanı harekete geçiren, ona aktivite veren müspet bir duygudur. Nitekim âyette de görüldüğü gibi bu duygu gönlü zulmetten bile çıkarır. Ancak, müstakil olarak yaşadığı sürece; yâni insanlığın diğer faziletleriyle birleşmediği takdirde daima her şeyi ucuza satar. Kendi menfaatlerinde çok becerikliyim sananlar bile hep bu kuralın içindedir. Âyet‐i kerîme burada bize menfaat duygusuyla ele geçirdiğimiz gönül cevherinin kıymetini bilmemizi emrediyor. Nitekim kervancı, gönlü, dünyayı temsil eden Kıftirʹe; dolayısıyla onun eşi olan nefsi temsil eden Züleyhaʹya ucuz bir fiyata satıyor. Burada önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Yûsuf Sûresi’nin bu ilk bölümünde, insanın saptırılarak kötüleşmiş on karakter çizgisini Yûsuf’un on kardeşine benzeterek tanımladık. Genelde bu huylar nefsin malı olarak bilinmektedir. Aslında bunların hepsi de, nefis tarafından saptırılmış olsa da, ayrı bir karakter özelliğidir. Mânâ ilimleri açısından bu ayırım fevkalâde önemlidir. Zira nefs, bu yönüyle tanınır. Yani karakter çizgisindeki saptırılarak kötüleşmiş bu huylar nefsin kendisi sayılırsa, nefs katʹiyen anlaşılmaz. Çünkü nefs, insan bedeninde çok özel bir hususiyettir. Ve gerçekte Allahʹın, kendini seyrettiği fevkalâde kıymetli bir vakʹadır. Nefs, insan bütününde Allahʹın verdiği güzellikleri saptırarak şeklini bozan değişik bir manyetik ortam gibidir. Yukarıda saydığımız özellikler; yâni Yûsuf’un kardeşleri, bu sapmadan meydana gelen yanlışları dile getirmektedir. 11
Nefsi, şehvet veya ihtiras sanmak, onda bir takım kudretler vehim etmeyi gerektirir. Hâlbuki bu iki duygu, insan güzelliklerinin nefs tarafından saptırılmış yanlış görüntüleridir. Bedene verilen cinsel duygu, nefsin hayâ perdesi yırtılarak seyredilmesi hâlinde çirkinleşmektedir. Yoksa o, hayâ zemini üzerinde bir başka insanın meydana gelmesine vesile teşkil edecek mâsum bir yanımızdır. Sûre‐i Yûsuf, bu büyük inceliği ilk yirmi âyetinde iyice anlattıktan sonra şimdi Züleyhaʹnın şahsında nefsi tanıtacaktır. Başlangıçtaki fırtınalı maceralara rağmen, Züleyha sonunda arınarak Hz. Yûsuf’la evlenmiştir; yani nefs gönle râm olmuştur. Bu olayın meydana gelebilmesi de, Hz. Yûsuf’un rüyasında gördüğü güneş ve ayın secdesinde gizlidir. Güneş aşkı, ay güzelliği temsil etmektedir. Sûrenin Hz. Züleyhaʹya ait başlangıçtaki nefsi eleştiren bölümü, arınmamış bir nefsi temsil etmektedir. Çünkü Züleyha; yani nefs, Kıftirʹle; yani dünya ile evlidir. İktidarsız dünya, güçlü Züleyhaʹyı tatmin etmemiş, onun gönle sevdasına sebep olmuştur. Ancak, nefs dünyaya bağlı iken gönle sevdası gayri meşrudur ve çıkmazdadır. Âyet 21‐23 Âyet 21: Onu Mısırʹda satın alan kimse karısına: «Ona güzel bak, belki bize faydası olur yahut da evlât ediniriz» dedi. Biz işte böylece Yûsufu oraya yerleştirdik; ona, rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik. Allah işinde hâkimdir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Âyet 22: Erginlik çağına girince (rüşte erince) ona hikmet ve bilgi verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. Âyet 23: Evdeki kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkıca kapadı ve: «Gelsene» dedi. Yûsuf: « Günah işlemekten Allahʹa sığınırım, doğrusu kocan benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar (zâlimler) felâh bulmaz» dedi. Bu üç âyet de Yûsuf’un Mısır’daki ilk devrini dile getirmektedir. Yûsuf’un dayanılmaz güzelliği Züleyhaʹnın hasret kaldığı duyguları kamçılamış. Onu saldırmaya kadar götürmüştür. Birçok din tarihi âlimi, Kıftir’ʹin iktidarsız olduğundan, Züleyhaʹnın bu devirde bâkire olduğu görüşündedir. Ayet 21: Bu âyette iki mesaj vardır. Dünya menfaatlerini temsil eden Kıftir, nefse; yâni Züleyhaʹya gönle iyi bakmasını telkin eder. Çünkü gönlün yüceliği, sonsuz kabiliyeti bizzat nefse ve dünya menfaatlerine güç katacaktır. İkinci mesaj ise, Allahʹın Yûsuf’a rüya tâbirlerini öğretmesidir. Rüya tâbiri, bilinmezin yorumudur. Bu yüzden bu hikmet ancak kalple sezilir ki, ilâhî mesajla rüya yorumu ancak kalbe Cenab‐ı Hakkʹın verdiği mânevî bir kabiliyetle yürütülebilir. Rüya tâbiri ne demek?... Bir insanda rüyayı gören madde ötesi yanı, ruhudur. Ruh, zaman ve mekân kaydı olmaksızın özellikle gelecekteki olayları ilâhî kader ekranında okur. Ancak bu bilgilerin insan vücuduna aktarılması hâfıza ile mümkündür. Hâfızaya yansıması ise, o şahsın bilgi kayıt arşivine bağlıdır. 12
Yâni ruh rüyayı görür, onu unutmamız için hâfıza bandına kayıt eder. Ancak bu kayıt hâfıza arşivinin dilindendir. Bu nedenle rüyaları kolayca mânâlandırmak mümkün olmaz. Hatta gündüz ki hadiselerin tekrarı olan rüyalar bile bu hâfıza arşivine kaydolmuş rüyaları, gerçeğine uyan bir tercüme kabiliyetine sahiptir. Âyet‐i kerîmede geçen «Ona rüyaların, tâbirini öğrettik» mesajı, bu önemli insan sırrını bildirmektedir. Bir insanın gönül gözünün isabetle görüp görmediğinin en iyi mihengi, rüya yorumu kabiliyetinden anlaşılır. Kalp gözü kör olmayanlar rüyaları isabetle yorumlayabilirler. Unutmayınız ki, rüya yorumu rüyayı görene bağlıdır ve aslında kalıp şeklinde değildir. Meselâ bir kimsenin rüyasında at görmesi, bir başka kimsenin at görmesi ayrı ayrı mânâlar ifade eder. Gerçi rüyada görülen bazı şeyler için genelleme vardır. Fakat bunlar çok sınırlıdır. Âyetin son bölümündeki emir ise, Allahʹın hikmet dolu kudreti ile bu sırrı, îman dolu kalplere verdiğini beyandır. Âyet «gönülde apaçık olan bu hikmet‐i ilâhiyi insanlar anlayamaz» buyuruyor. Yûsuf kıssasının buraya kadar olan kısmında Hz. Yûsuf’a secde eden on bir yıldızdan, yâni gönle râm olan güzelliklerden beş tanesini müşâhede ediyoruz: 1) Kuyuya atıldığı zaman teslimiyet. 2) Köle olarak satılırken ihlâs. 3) Evde mânevi eğitim görürken sıdk. 22 ve 23. âyetlerde de bunlara ilâveten: 4) Züleyhaʹnın teklifine hayır diyerek hayâ. 5) Efendisine sâdık kalarak vefa. Âyet 22: Hz. Yûsuf’un sıdk ve ihlâsına karşılık, Cenab‐ı Hak ona hikmet ve ilim veriyor. Yeni kuşaklar «ilim» kelimesini tanırlar, fakat «hikmet» kavramını pek tanımazlar. İlim ile hikmeti şöyle tanımlayabiliriz: İlim: Gerçeği tanıtan bilgidir. Hikmet: O bilginin gerçeği anlayabilecek şekilde yorum sanʹatıdır ve ancak bir nîmet‐i ilâhîdir. Gönüle Allahʹın verdiği bir lütuftur. Burada ilmin Yûsuf’a; yâni gönüle verilmesinde bir sır vardır. Gerçek ilim, aklın kaba bulguları değil; gönlün hünerli kavrayış tarzıdır, gerçeği vurgulanıyor. Yoksa insan mantık kıyaslarında asılı kalırsa kendini maymun sanır. 13
Âyet 23: Züleyhaʹnın cinsel ilgi teklifine karşılık Yûsuf’un vefa ve hayâ ile cevabını içeren bu âyet şu gerçekleri dile getiriyor: a) Nefs, daima gönlü zulme ve ihanete çağırır. Bu davette bedeni bahane eder. b) Gönül dünya ilgisine bile vefakârdır (Yûsuf’un Kıftirʹe vefası). c) Yûsuf böyle bir emrivaki karşısında kendine güvenmemiş, hemen Allahʹa sığınmıştır. Herhangi bir ilgi gönülden geliyorsa, daima bu maddelerin hükmünü taşımalıdır: Önce Allahʹa sığınıp, sonra hayâ ve vefa üzere hareket etmelidir. d) İhanet ve meşruiyeti aşma, âyet‐i kerîmede açıkça zulüm olarak tanımlanmaktadır. Âyet 24‐29 Âyet 24: And olsun ki, kadın Yûsuf’a arzulu idi. Rabbinden bir işaret olmasa Yusuf’ta onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve aşırılığı engelledik. O bizim çok içten kullarımızdandır. Âyet 25: İkisi de kapıya koştu, kadın arkadan Yûsuf’un gömleğini yırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadın kocasına: «Ailene fenâlık yapmak isteyen kimsenin cezâsı, ya hapis ya da can yakıcı bir azâb olmalıdır» dedi. Âyet 26: (Yûsuf) « O kendisi benim nefsimden kâm almak istedi» dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahadet etti: «Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir O ise yalancılardandır». Âyet 27: «Eğer onun gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir O(Yûsuf) doğru söyleyenlerdendir». Âyet 28: Gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, (kadına): «Siz kadınların keydinizden, herhâlde sizin keydiniz (hile‐tuzak) çok büyük» dedi. Âyet 29: «Ey Yûsuf Sen bundan uzak dur». «Ey kadın! Sen de günahının affını dile, cidden sen günahkârlardan oldun». Sûrenin bu bölümünde, Yûsuf ile Züleyhaʹnın ilgilerindeki tezat dile getirilmektedir. Bu âyetler yeryüzünde eşine rastlanmadık bir edebî şahaseri temsil eder. Şöyle ki: Bu âyetlerde kadın‐erkek veya Yûsuf‐Züleyha kelimeleri hiç geçmez. Yalnız Arap gramerindeki erkek ve dişiye has kaideler içerisinde ifadeler o kadar zarif tertîb edilmiştir ki, kıssanın bu bölümü net olarak anlaşılabilmektedir. Bu zarif inceliğin hiçbir kitapta ve beyanda eşine rastlamak mümkün değildir. Âyet 24: Bu âyette üç önemli mesaj vardır: 14
Birincisi âyetin zâhiri mânâsında, Züleyhaʹnın Yûsuf’a duyduğu bir arzunun beşerî nedenlerle Yûsuf’ta da bulunuşu. Ancak Allah, Yûsuf ihlâs sahibi olduğu için, onun yanılmasını bir işaretle engellemiştir. Demek ki, her insan kötülüklere ve aşırılıklara eğilimlidir. Bu onun kulluk yapısının bir parçasıdır. Bu tehlikeden korunmanın tek sigortası, ihlâs sahibi olmaktır; yâni îmanda içtenliktir. Âyetin ikinci mesajı, gönülle nefs arasındaki ilgidir. Yâni gönül nefsi, nefs gönlü arzulamaktadır. Bunun nedeni: Nefs arındıktan sonra gönle muhatap olacaktır. Gönül, Allahʹtan bir işaret olmasa nefsin arınıp arınmadığını bilemez. Bu yüzden de nefisteki aşırılık ve kötülüklerle yüz yüze gelir. Âyetin üçüncü mesajı, gönlün temel karakterlerinden önemli bir noktaya işarettir. Kalp daima ihlâs sırrı ile doludur. Yâni îmandaki içtenlik onun gönle indiğini bildirmektedir. Eğer bir îmanda ihlâs yok ise, o îman henüz kalbe inmemiştir. Tabii aynı özellik, sevgi için de söz konusudur. Âyet‐i kerîmede Yûsuf’un, «muhlisîn» kelimesi ile zikredilmesi, bu önemli sırra işarettir. Herhangi bir olayda gönlün katkısı da bu noktadan çözülebilir. Bir olay karşısında ne kadar içten, yâni ihlâs sahibi isek, o olaya karşı yaklaşımımız o kadar kalptendir. Âyet 25: Bu âyet‐i kerîme nefsin yalancı ve düzenbaz yapısını vurgular. Dünyaya karşı nefs daima gönlü suçlayarak bahane eder. Günlük hayatımızda, farkına varmadan bu âyet‐i kerimeyi uygular dururuz. Meselâ: «Ne yapayım dayanamadım. Gönlüm o kadar istedi ki, elimde değildi» gibi mazeretler, hep nefsin yapmak istediği aşırılıkların vebâlini gönüle yükleme çabasını temsil eder. Özellikle dünyaya (Züleyhaʹnın kocasına) karşı hesap verirken hep gönlümüzü bahane eder ve sonra da: «Ben artık gönlümü hapsedeceğim» diye, ya da «ona azâb vereceğim» diye yalanlar uydururuz. Âyet‐i kerîme bir duygunun gönülden mi, nefisten mi olduğunu nasıl ayıracağımızı önce tanımlamaktadır. «Gömleğin arkadan yırtılması». Bilindiği gibi Yûsuf’un gömleği âyet‐i kerîmede ikinci kez geçmektedir. Daha önce bildirdiğim gibi, Yûsuf’un gömleği hayâ sırrını temsil etmektedir. Şu hâlde herhangi bir duygunun gönülden gelmesi hâlinde hayânın yırtılmaması lâzım gelir. Eğer bir duygu hayâdan mahrumsa, o duygu gönülden değil nefisten gelir. Âyet 26: Bu âyet gönlün mertçe kendini savunmasını simgeliyor. O, kendinden olmayan isteklerin iftirasına uğradığı zaman, Yûsuf gibi daima gerçeği haykırıp kendini savunmalıdır. Burada kadının akrabasından murad, insaf gerçeğidir. Biz, bunu görmezlikten gelsek bile, her yerde insafın ortaya çıkacağını unutmamamız gerekir. Âyet 27: Burada gömleğin ön veya arkadan yırtılma mecazı dile getirilmektedir. On veya arkadan murad, bir olaydaki niyettir. Eğer bir olaya niyet ettiğimiz zaman işin içinde gönül varsa, dolayısıyla kalbini karartmış bir kimsenin kaybolmuş hayâsı söz konusu ise, o zaman gönlü sorumlu tutabiliriz. Ancak çoğu zaman insan böyle bir niyetle başlamaz, aksine iyi niyetle işe başlar ve sonradan onu bozar. İşte gömleğin arkadan yırtılması, niyetin başlangıçta temizken
15
sonradan kötülük ve aşırılığa sapmasını temsil eder. Biz de olayları teşhis ederken bu inceliğe dikkat etmeliyiz. Âyet 28: Gömleğin arkadan yırtılması, yâni bir olaya iyi niyetle de başlansa sonradan onun saptırılması, dünya (Kıftir) tarafından pek iyi teşhis edilir. Burada dünyanın; yâni Kıftirʹin, eşinin bu tarz hilelerinden bezdiği anlaşılıyor. Zira Kıftir «Siz kadınların fendi büyüktür» demektedir. Burada amaç, kadın cinsinden ziyade nefsin devamlı hilesini dile getirmektir. Dünya nizamı da nefsin hilelerinden, sonu gelmez oyunlarından şikâyetçidir. Âyet 29: Bu âyet‐i kerîme, nefsin gönülle yaptığı ilk mücadeleyi kaybetmesi hâlinde sonuçları değerlendiriyor. Gönül, nefsin tuzağına düştüğü zaman bu tuzak kolayca fark edilecek, ancak gönül bunun üzerinde durmayarak unutmaya çalışacaktır. Aksi takdirde bu duygular yaygınlaşır ve gönlü rahatsız eder. Nefs ise, bu aşırılık ve yalanın ardından günahkâr olduğunu anlayarak hemen Allahʹa tövbe edecek; mağfiret dileyecektir. İnsanın, nefsin etkisinde kalmaması, yanlış davranışlarını devam ettirmemesi için bu iki kurala uyması şarttır. Tasavvufta bu yola girenlere devamlı tövbe ve istiğfar tavsiyesi, âyet‐i kerîmenin gösterdiği bu çözümden gelmektedir. Nefs, sık sık gönlü bu yolda hırpalayacağı için, gönlün buna rağmen müstağnî olması gereği ve nefsin tövbesi yegâne çıkar yoldur. 29ʹuncu âyet‐i kerîme ile birlikte Hz. Yûsuf’un hayatındaki bir sayfa daha tamamlanıyor. Bundan sonra Züleyha etkinliğini kaybedecek, Yûsuf’un hapse girmesi başka sebeplerle tahakkuk edecektir. Züleyhaʹnın âyet‐i kerîmede emredilen tövbeyi yaptığı, fakat ilerde bildirileceği üzere Yûsuf’un câzibesinden kurtulamadığı muhakkaktır. Bu durumda Züleyhaʹnın uzun bir süre arınması gerekmektedir. Hz. Yûsuf’un hapiste olduğu süre içinde; muhtemelen on iki yıl bu arınmayı yapmış ve dünya zevki anlamına gelen Kıftir ölmüştür. Ondan sonra da Züleyha, ilerde anlatacağımız şartlar içinde Yûsuf’a kavuşmuştur. Meşruiyetin, dolayısıyla ilâhî nizamın kaçınılmaz bir müeyyide olduğunu da vurgulayan bu âyetler topluluğundan sonra, şimdi kıssanın yeni bir bölümüne geçiyoruz. Âyet 30‐35 Âyet 30: Şehirde bir takım kadınlar: « Vezirin karısı kölesinin olmak istiyormuş, sevgisi bağrını yakmış; doğrusu o açıkça sapıtmış görülüyor» dediler.
16
Âyet 31: Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti. Koltuklar hazırlattı, her birine bıçak verdi. Yûsuf’a da: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yûsufu görünce şaşırıp ellerini kestiler. Ve «Allahʹı tenzih ederiz, bu insan değil, ancak çok güzel bir melektir» dediler. Ayet 32: Vezirin karısı: «İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur: And olsun ki onun olmak istedim, fakat o iffetinden dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, and olsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayanlardan olacak» dedi. Âyet 33: Yûsuf, «Rabbim! Hapis benim, için bunların yapmak istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder, bilmeyenlerden olurum» dedi. Âyet 34: Rabbi onun duasını kabul etti, kadınların tuzağına engel oldu. Zira O, işitir ve bilir. Âyet 35: Sonra kadının ailesi delilleri Yûsuf un lehinde gördüğü halde, onu bir süre hapsetmeyi uygun buldu. Sûrenin bu bölümünde Yûsuf’un hapse mahkûm ediliş hikâyesi dile getiriliyor. Nefsin gönle karsı arzusunu aslında yermemek lâzımdır. Çünkü gönülde ilâhî bir güzellik vardır. Bu güzellik bütün maddî câzibelerden ve tesirlerden şiddetlidir. Nitekim Yûsufu gören kadınlar parmaklarını kesmiştir. Bu âyetler grubunda ilginç bir gerçek daha meydana çıkıyor: Yûsuf’a sahip olmak isteyen yalnız Züleyha değil, tüm kadınlardır. Yâni gönle müptelâ olan, nefisle birlikte tüm duygulardır. Şimdi âyetleri sırasıyla yorumlayalım: Âyet 30: Burada şehirden kasıt vücut iklimidir. Diğer kadınlardan murad da insandaki özellikle çeşitli duygulardır. Bunların çoğu bedene, hormonal yapıya, bitkisel sinir sistemine bağlı karmaşık beşerî hislerdir. Bu hisler, gönlü görmeden nefsi eleştirmekte, onun kendileriyle birlikte kısır ilgilere kapılmasını, gönül gibi derin bir konuya ilgi duymamasını istemektedirler. Bu yüzden de gönül macerasını bir türlü hazmedememektedirler. Ayet 31: Bu âyet sûresinin en önemli âyetlerinden biridir. Yûsuf’un, dolayısıyla gönlün dayanılmaz güzelliklerini dile getirmektedir. Gönül öylesine güzeldir ki, Allah güzelliğinin öylesine temsilcisidir ki, hiçbir duygu onun karşısında hayranlığını gizleyemez. Tüm maddî kaygılardan sıyrılarak onu seyre dalar. Buradaki bıçaklar fiziksel etkileri temsil etmektedir. Demek ki, mutlak güzellik doğduğu zaman, ya da gönül penceresi açıldığı zaman bütün duygular, kendi fiziğinden çıkarak o güzelliği seyre dalar. Kadınların ellerini kesmeleri bu gerçeği temsil etmektedir. Âyette bu güzellik karşısında kadınların «Bu beşer olamaz, ancak Allah güzelliğini temsil eden melek olur» şeklinde yorum yapmalarına gelince; Cemâl tecellisinin ve gönül sırrının açılması hâlinde, insanoğlu Cenab‐ı Hakkʹın gerçeğine yaklaştığından, seyrettiği bu güzelliğin kula ait olmadığını 17
ikrar zorunda kalır. Zaten gönüldeki sonsuz hikmetlerin sırrı da budur.. İnsan her yanıyla beşerdir, kuldur. Fakat gönüldeki sonsuz güzellik, ilâhî güzelliğin hikmetini taşıyacağı için, onu beşer olarak yorumlamak mümkün değildir. Sûrenin ta başında Hz. Yûsuf’a secde eden on bir yıldız, güneş ve ayı hatırlarsınız. Bunların her birisinin işaret ettiği mânalar içerisinde Yûsuf’a râm olan gerçekleri dile getirmiş, bu arada ayın Hz. Yûsuf’a râm olmasını güzelliğin ifadesi saymıştır. Buraya kadar bölümlerde beş yıldızın Hz. Yûsuf’ta nasıl tezahür ettiğini 21. âyetin yorumunda anlatmıştım. İşte bu âyette de ayın secde ettiğinin hikmetini görüyoruz. Yâni sonsuz güzellik gönlün emrine girmiştir, bu yüzden o dayanılmazdır. Âyet 32: Bu âyette Cemâlʹe karşı nefsin câzibesi, daha doğrusu aşkı dile getiriliyor. Hz. Yûsuf’un emrine giren güneş, aşkı temsil etmektedir. Yûsuf’u her görenin ona âşık olması, rüyadaki bu hikmeti dile getirmektedir. Ancak nefis, bu aşkta samimi olmasına rağmen zâlimdir, yâni gönlün hayâsını fark etmekte, onun sonsuz güzelliğine hayran kalıp sevdalanmakta; fakat ona zulmetmekten vazgeçmemektedir. Âyette belirtildiği şekilde Züleyha tüm güzelliklere sahip olmak ister. Züleyhaʹnın Yûsufu hapsettirme arzusu, kendine râm olmayan gönle nefsin zulmünü temsil etmektedir. Âyet 33: Gönül ise, her hangi bir duygunun emrine girmeyi şiddetle reddetmekte, hapsi tercih etmektedir. Burada Yûsufu arzu eden yalnız nefis değil, tüm beşerî duygulardır. Nitekim Yûsuf dua ederken, çoğul olarak bunların tuzağından kurtulmak istemektedir. Yine buradaki bir incelik, gönüldeki şiddetli çekiciliğin diğer arzulara kapılmaması için Allahʹın müdahalesinin şart olduğu gerçeğidir. Nitekim Yûsuf, «onların tuzağından beni ancak sen uzaklaştırırsın» anlamında dua etmektedir. Ayet 34: Bu âyetin taşıdığı mâna da çok önemlidir. Bu mânaları şöyle özetleyebiliriz: a) Allah, sonsuz ilmi ve işitenliği ile gönlün her niyâzını bilir ve ânında kabul eder. b) Cenâb‐ı Hak yine bu duanın sırrı içinde kadınların, bir anlamda tüm duyguların gönle hazırladıkları tuzakları engeller. c) Gönül gibi, ilâhî güzelliği temsil eden on bir yıldız, güneş ve ay ile simgelenmiş önemli incelikleri taşıyan gönlün, tüm varlıklar açısından korunması gerekmektedir. Bu ise, insanın kendi kontrolü ile mümkün değildir. Her duygu gönle sinmek istemektedir. Bunu önceden sezip bilmek ise, sonsuz bir ilme ihtiyaç gösterir. Ayrıca duyguların sezilmesi yalnız ilimle değil; vaktinden önce fark etmek, haber almakla mümkündür. İşte bu yüzden gönlün korunması ancak Allahʹın «Semiʹül‐Alîm» sırrı ile mümkündür. Cenâb‐ı Hak burada tüm insanlara önemli bir gerçeği hatırlatarak, çok nazlı olan gönlümüzün her türlü yanlış duygudan korunması için Allahʹa müracaatımızı bildirmektedir. Ayet 35: Ailenin gerçeği bildiği hâlde Yûsufu hapsettirmekten yana oluşları, insanların tarih boyunca gerçekler karşısında nasıl paniğe kapılıp zulme döndüklerini ifade etmektedir. Daha 18
önemlisi doyulmaz bir güzelliği, aşkı bile insanın unutabileceği yanılgısındadırlar. Nitekim bu tedbire rağmen Züleyha ömrü boyu Yûsuf’un sevdasından kurtulamamıştır. Günlük hayatımızda gerçeklerden, sevgiden kaçmanın ne denli bir yanılgı olduğu bu âyette bildirilmiştir. İleride görüleceği veçhile Hz. Yûsuf hapisten çıkmayı ancak bu yanlışın düzeltilmesi şartıyla kabul etmiştir. Âyet 36‐40 Âyet 36: Hapse onunla beraber iki genç daha girdi. Biri: «Rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm» dedi. Diğeri: «Başımın üzerinde kuşların yediği bir ekmeği taşıdığımı gördüm» dedi. «Bize bunu yorumla, senin iyi bir kimse olduğunu görüyoruz». Ayet 37: Yûsuf, «Rabbimin bana öğrettiği bilgi ile daha yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu yorumlarım. Doğrusu ben Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir milletin dinini bırakmışımdır.» Ayet 38: «Atalarım İbrahim, İshak ve Yaʹkubʹun dinine uydum. Allahʹa herhangi bir ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, Allahʹın bize ve insanlara olan lütfudur; fakat insanların çoğu şükretmez» dedi. Âyet 39: «Ey mahpus arkadaşlarım, ayrı ayrı bir sürü uydurma rabler mi daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı?» Âyet 40: «Allahʹı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığa putlardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hüküm vermek ancak Allahʹa aittir; kendisinden başkasına değil, Oʹna tapmanıza emretmiştir. Bu dosdoğru dindir Fakat insanların çoğu bilmezler.» Bu beş âyetin toplu yorumu, Yûsuf’un hapisteki ilk ilgilerini nakletmektedir. Hapisteki iki kişi; şarapçı ilmi, diğeri mantığı temsil etmektedir. Aslında her ikisi de aklın hizmetindedir; yâni Mısır sultanının emrindedir. Ancak ilim, yâni şarapçının saray ilgisi belirtilmemektedir. Bu âyet gurubunda dikkat edeceğimiz en önemli husus; Yûsuf’un, nakledilen rüyaları yorumlamadan önce her iki şahsa da güzel bir dîni telkin yapmasıdır. Elbette genel mânâ içerisinde gönül, akıl ve mantığa geleceklerini haber vermeden önce gerçekleri anlatır. Özellikle bilim, aklın vazgeçilmez unsuru olduğu için, inanç kavramlarına çok yakından muhtaçtır. Âyet 36: Yûsuf’la beraber hapse iki kişinin daha girmesi, insanın gönülle beraber mantığı da daima hapse mahkûm ettiğini, kendinden uzaklaştırdığını dile getiriyor. Şu hâlde gönlünü mahkûm eden insan, ilim ve mantığı da mahkûm eder ve kendi karanlık dünyasına çekilir. Şarapçının, rüyasıyla beraber vasfını da tanımış oluyoruz. Rüyasında şarap sıkması, ilmin gerçeğini mânâda görmesini simgeler. Mantık ise, başının üstündeki bir nîmeti kuşların didiklediğinden bahseden bir rüya tanımlamaktadır. Böyle bin bir şüphenin didiklendiği hâl ise mantığı temsil etmektedir. Bu şüphelerin başta temsil edilmesi, mantığın akılla olan ilgisini göstermektedir. 19
Âyet 37: Bu âyette Yûsuf, rüya yorumunu; yâni daha doğrusu hadisatın teʹvilini çok kısa bir zamanda yapabileceğini ifade edebilmektedir. Bu gücü ifade ederken, putperest bir kavmin dinini terk ederek Allahʹa yönelmekte bulduğunu vurgulamaktadır. Demek ki, hadisata yorumlar getirebilmek için yanlışların mutlaka terk edilmesi gerekir. Âyet 38: Bu âyette Yûsuf yine gerçekleri görebilmek için Allahʹa ortak koşmaktan kaçınmak gerektiğini, bunun da ancak lütf‐u ilâhî olduğunu açıklamaktadır. «İbrahim, İshak ve Yaʹkubʹun dinine uydum» sözünden murat ise, Hak dînini Hz. İbrahimʹden alarak kendine yansıyan ölçüler içinde tanıtmaktadır. Hz. İbrahimʹin iki çocuğu olmuştur. Bunlardan birisi İshak, birisi İsmailʹdir. İsmail annesi Hacerʹle birlikte Arabistanʹa yerleşmiş ve Efendimize ced olmak şerefine ulaşmıştır. İshak ise, bugünkü İsrailʹde yerleşmiş, sonra Yaʹkub ve Yûsuf gibi peygamberler, onun neslinden gelerek Mısırʹa intikal etmiştir. Böylece Yahudilerin Mısır ve Kudüs arasındaki mâceraları devam etmiş durmuştur. Âyet 39: Bu âyet putperestliği ve Allahʹa şirk koşmak hatasını tekrar dile getirmektedir. Âyette geçen «uydurma rabler» tanımı; insanların, kendi nefsi dâhil, bir sürü yânlış kuvvet hayal etmelerini temsil eder. Tabiata, çeşitli enerjilere ya da evrenin meçhul kuvvetlerine inanmak çağımızın pek moda olan putperestliğidir. Allah gücünün dışında hiçbir güç var sayılmamalıdır. Görünüşte düş gibi görünen bir takım kuvvetler aslında ilâhî kudretin dolaylı yansımalarıdır. Âyet 40: Bu âyet, 39ʹncu âyete değişik bir açıklık getirmektedir. İnsanların putlaştırdığı bir takım kavramların tamamıyla uydurma olduğu, onların hiçbir şekilde ilâhî bir işaret taşımadıkları bu âyetle açıkca bildirilmektedir. Allah hiçbir kudreti kendisine vekil tayin etmemiştir. Ve hiçbir kudret müstakil olarak bir kişiliğe sahip değildir; aksine evrendeki ilâhî nizamın doğrultusunda şekilden şekile değişerek ve de yasaların disiplininde görev yapan bir vazifeli gibidir. Bir görünümde en kuvvetli güç gibi farz edilen nükleer enerji, manyetik bir değişikle bütün niteliklerini kaybeder. Bu gerçek, kara deliklerde, uzayın sînesinde sık sık sergilenen bir oyundur. Âyet 41‐51 Âyet 41: «Ey mahpus arkadaşlarım! Biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri asılacak ve kuşlar başından yiyecektir Sorduğunuz iş işte böyle kesinleşmiştir». Âyet 42: İkisinden, kurtulacağını sandığı kimseye Yûsuf.• «Efendinin yanında beni an» dedi. Fakat şeytan efendisine onu hatırlatmayı unutturdu ve Yûsuf bu yüzden daha birkaç yıl hapiste kaldı. Âyet 43: Hükümdar: «Ben yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini (rüyamda, gördüm; yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yormasını biliyorsanız rüyamı söyleyin» dedi. 20
Âyet 44: Etrafındakiler: «Bu bir takım karışık rüyalar; biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz» dediler Âyet 45: Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yûsufu hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi. Âyet 46: Hapishaneye varıp: «Ey doğru sözlü Yûsuf Rüyada görülen yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi; yedi yeşil başak ve bir o kadar kuru başak nedir? Bir yorumla, ben de insanlara ulaştırayım da bilsinler» dedi. Ayet 47: Yûsuf: «Devamlı yedi sene ekin ekip, biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını, başağında bırakın.» Âyet 48: «Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir, bütün biriktirdiğinizi yer, yalnız az bir miktar saklarsınız (tohumluk).» Âyet 49: «Sonra halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi. Âyet 50: Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yûsuf’a elçi gelince: «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi? Doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi. Âyet 51: Hükümdar kadınlara: «Yûsuf’un olmak istediğiniz zaman durumunuz neydi?» dedi. Kadınlar: «Hâşâ, onun bir fenalığını görmedik» dediler. Vezirin karısı: «Şimdi gerçek ortaya çıktı; onun olmak isteyen bendim; doğrusu Yûsuf doğrulardandır» dedi. Sûrenin bu bölümlerinde ağırlık rüya yorumları üzerindedir. Gerek hapisteki kimselerin rüyalarını yormakta, gerekse hükümdarın rüyasını yormakta Yûsuf, büyük bir ustalık göstermektedir. Daha önceki bölümlerde izah ettiğimiz gibi, Yûsuf’a hadisatın teʹvili öğretilmiştir. Bu bölümlerin dile getirmek istediği mânâ şudur: Yorum sanatı öğretilen bir kimse, her tarz yorumu yapar. Rüya tabiri de bir yorumdur. İnsanların beyin forumlarında kayıtla bilgi depolarıyla, ruhun mesajlarının ortak yapımı olan rüyayı yorumlayabilmek için; hem ruh mesajlarının ilmini, hem de insan davranışları şeklinde tanımlanabilecek beyinsel fonksiyonları iyi bilmek gerekmektedir. Hükümdarın etrafındaki bilginler, aslında insan davranışlarına ait bazı bilgilere sahiptir. Ancak, ruh bilimlerinden hiç haberleri olmadığı için, hükümdarın rüyasını çözememişlerdir. Bu bölümde yine önemli bir kısım da Yûsuf’un zellesidir. Zelle, peygamberler hakkında kullanılan hata anlamına gelen bir kelimedir. Hz. Yûsuf 42. âyette şarapçıya: «Beni efendinin yanında an» demekle ilâhî takdire karşı büyük bir hata ve yanlışlık yapmıştır. Nitekim bu yüzden de hapis cezası uzatılmıştır. Aynı hatayı yapmamak için, hükümdar haber gönderip gelmesini istediğinde: «Temize çıkmadan gelmem» demiştir. Bu âyetlerde geçen kavramların, insana; ruh, nefs ve gönül açısından getirdiği mesajları, âyetleri tek incelerken göreceğiz. Âyet 41: Önce de değindiğim gibi; iki mahpustan şarapçı ilmi, diğeri mantığı temsil etmektedir. İlmin kurtulup mantığın öleceğini ifade eden âyet‐i kerîme, gerçeklere ciddi bir yaklaşım tarzını hatırlatmaktadır. İlim, sonsuz sermayesi içinde daima kendini yenileyen ve yaşayan bir 21
varlıktır. Ve tümüyle ilâhî bir kuvvetin yansımasıdır. Mantık ise, zamanın belli bir diliminde gelişmiş, ilim seviyesine dayanarak dar pencerelerden yargı çıkarma tarzıdır. Bu bakımdan ilim yenilendikçe, o çağın mantığı otomatikman ölür. Âyette geçen «kuşlar başından yiyecektir» tanımı, değişen bilgilerin mantığı nasıl perişan ettiğini dile getirir. Yaklaşık bin yıl önce yaşayan Şebusterî, «Gülşen‐i Raz» isimli kitabında bu gerçeği savunarak, mantığın içine düştüğü bunalımı şu şekilde anlatır: «Mantık, belli bir noktaya devamlı bakan gözlerin yorgunluğunu ve şaşılığını ifade eder. İlim ise, daim tazelenen, yenilenen, tekliği seyreden bir güzelliğin ifadesidir.» Âyet 42: Yûsuf’un zellesini temsil eden bu âyetlerde, gönlün heyecanlı yapısından doğan hata yapma ihtimali anlatılmaktadır. Demek ki gönül, bütün güzelliğine rağmen heyecana kapılarak takdire teslimiyette şaşırabilmektedir. Bu yüzden de özellikle âşıkların çilesi sürer gider. Âyet 43: Hükümdarın rüyası aklın gerçeklere yaklaşımını ifade etmektedir. Zayıf ve güçlü inekler, yeşil ve kuru başaklar hâdiselerin alternatif koşuşunu simgeler. Yâni hadiseler bazen çok süratli yürür, bazen de yavaş tempoda bunaltıcı çizgileri temsil eder. İnsanın iç dünyasındaki sıkıntı ve genişlemelerin birbirini izlemesi de bu kurala uymaktadır. Ancak hadiselerdeki bu ilâhî değişkenlik, kaba bilimle sezilip fark edilemez. Bu yüzden hükümdarın rüyası önce kaba bilim sahiplerine anlatıldığı zaman yorum imkânını bulamamıştır. Âyet 44: Saraydakiler, hükümdarın rüyası için «ezğâsü ahlam» dediler. Bu tabir, gerek rüya tabirleri için, gerekse hadiselerin yorumu için bilgisizlerin kullandığı bir tanımdır. Türkçemize «ham hayal» olarak çevrilebilen bu tabir, az bilgili kimseler tarafından bilimsel ışıkları ilk kez görüp sezebilenlere sık sık kullanılmıştır. Ayrıca rüya mânâlandırılırken de, bazı bilim adamlarının rüyayı gündüzki hadiselerin karışık bir tekrarı saymaları aynı kelimeyle ifade edilebilir. Demek ki, yeni gerçekler karşısında yarı âlimler, «ben bunu bilemedim» diyeceği yerde; kolay yoldan, «ham hayal» deyip geçerler. Saraydaki bilim adamlarının yanılması, akla sahip çıkmaya çalışan materyalist bilginleri ne güzel târif etmektedir. İlerde göreceğimiz şekilde, onların «ham hayal» dediği rüya; Mısırʹın, hatta Orta Doğuʹnun kaderini etkileyecek büyük olayları haber vermektedir. Âyet 45: Bu âyet, ilmin nice zaman sonra gönlü hatırlayabildiğini dile getiriyor. 42. âyette bildirildiği şekilde; ilmin, aklın yanında gönlü hatırlamasına şeytan engel olmuştur. Ta ki sultanın; yâni aklın rüya nedeniyle sıkışması, ilmi gönle müracaata zorlamıştır. Âyet 46: Aklın gönle zulmette gönderdiği elçi olan ilmin Yûsuf’a müracaatı anlatılıyor. Âyet 47–49: Hz. Yûsuf, olayları yorum sanatıyla, bolluk yılının ardından gelecek kıtlığı haber vermiştir. Burada bolluk ve kıtlık kavramları, mânevî âlemdeki feyizlerin ve duraklamaların ifadesidir. Yine burada çok önemli bir mesaj, tohumluk saklanması hikmetidir. Mânevî âlemdeki geniş rahmet tecelli ettiği zaman îman tohumu taşımaz isek yine yokluğa mahkûm oluruz. Buradaki büyük bir incelik de, rüyada tohum saklanmasına ait bir işaret olmadığı hâlde, Hz. Yûsuf’un bu noktaya işaretidir. «Dış mânâ açısından rüyaların yorumunda, görülmüş olanın 22
ötesindeki hikmetler de ehlince bilinir» prensibini getiren bu mesaj, enfüsî mânâda, aklın yetmediği yerde gönlün çok derindeki bir gerçeği bulup çıkarma gücüne işaret eder. Âyet 50–51: Önce de işaret ettiğim gibi, Yûsuf, hükümdarın davetine hemen icabet etmemiş; önce arınıp temize çıkmasını istemiştir. Ancak bu arınıp temize çıkmada Züleyhaʹnın dinlenmesini talep etmemiştir; yalnız ellerini kesen kadınları hükümdarın huzuruna çağırmıştır. Züleyha kendi isteğiyle hükümdara gerçekleri anlatmıştır. Bu iki âyetin enfüsî mânâsına gelince: Gönül aklın davetine ancak nazla icabet etmektedir; önce kendisine yapılan tüm isnatlardan dolayı bir anlamda af dilenmesini istemektedir. Bu af dileme yarışında bir incelik göstererek nefsi hırpalamamaktadır. Ancak nefs, çektiği sevda çilesinden dolayı gerçeklere yaklaşmış, cesaretle suçunu itiraf ederek özür dilemiştir. 51. âyette nefsin kendi isteği ile tövbesini dile getiren bu mesaj, tasavvufta çok önemli bir kuraldır.
23