B. RUSSEL
düşüncel er
b BİLGE NOBEL D İZİSİ
BİLGE NOBEL D İZ İS İ
G ENEL D İZ İ: 19
DÜŞÜNCELER B. RUSSELL / Tllrkçesl : S. Eyuboğlu - V. GUnyol / Y ayınlayan : SAY K itap P azarlam a / K a p a k : D erm an ö v e r / 4. Basım Kaaım 1982 / Dizgi - B a s k ı: Onur Basımevi Genel Dağıtım : SAY DAĞITIM Nuruosmanlye Cad. Tilrbedar Sok. No. 4/1 Cağaloglu - İstanbul T e l.: 28 17 54
BERTRAND R U SSELL
ÇAĞIMIZIN SORUNLARI ÜSTÜNE
DÜŞÜNCELER
TUrkçesl :
S. Eyuboğlu — V. Gûnyol
say
kitappazarlama Nuruosmanlye Cad. Ttlrbedar Sok. No. 4/1 - Cağaloğlu/İST. Tel. : 28 17 54
Dördüncü Basım 1982
Bu çevirinin bir bölümü DÜNYAMIZIN SORUNLARI adı İle ÇAN YAYINLARI’nda çıkmıştı.
İÇİNDEKİLER
Russeil, H ayatı ve Eserleri ölüm Bildirisi
7 1J.
BERTRAND RUSSELL DÜŞÜNC ELERİN İ DİLE ÜETİKİYOR 15 Mutluluk Nedir? *■' 19 Softalık ve Hoşgörü 27 Felsefe Nedir? *■'' 34 Din 40 Komünizm ve Kapitalizm 47 Bireyin Rolü 54 Tabu Ahlâkı u ' 61 Güçlülük 68 Savaş ve Barışçılık 75 Milliyetçilik v '' 83 İngiltere 91 Hidrojen Bombası 100 İnsanlığın Geleceği Ne Olabilir? 107 DEĞİŞİK ÇAĞDAŞ SORUNLAR Zararlı Düşünceler Felsefe ve Yasa Bilim ve Değerler Bilim ve Toplum ✓ Din ve Bilim ^ Birey ve Toplum ^ İnsan vo Erdem İnsan ve M utluluk Üç çeşit Çatışm a özgürlük Üstüne ^ özgürlüğün Türlüsü V ar v ''
113 115 124 129 134 141 166 174 179 184 187
EĞİTİM ÜSTÜNE
199
DÜNYA AYDINLARINA MEKTUP
224
195
BUSSELL, HAYATI ve ESERLERİ
1872 — Bertrand A rthur William Russell, 18 Mayıs ta doğuyor. Whig’lere (*) bağlı ünlü bir aileden gelmiştir. Atalarından Lord William Russell, kralı tahttan uzak laştırmayı amag edinen bir komploya karıştı diye suç lanarak, 1683’de idam edümiştir. Büyükbabası Lord John Russell, parlâmento reformunda rol oynamış, başbakan lık yapmış, 1861’de E arl (**) Unvanım almıştır. Bertrand Russell, üçüncü Earl Russell olacaktır. John Stuart Mili, Russell’in vaftiz babalığını yapıyor. Sonraları Russell’ı, vaftiz babası ve Voltaire üe karşılaş tiranlar çıkacaktır. 1875 — Bertrand Russell üç yaşında iken, onu bir agnostik (büinemezci) olarak yetiştirmek isteyen babası Lord Amberley ölüyor. Russell, büyükannesinin yanında büyüyor ve eğitiliyor, özel öğretmenlerden ders alıyor. Çok iyi Fransızca, Almanca öğreniyor. 1890 — On sekiz yaşmda, utangaç bir öğrenci ola rak Cambridge’de Trinity College’e giriyor. Matematik ve felsefede çok üstün yetenekli bir öğrenci olarak kendini gösterip hayranlık uyandırıyor. Okul öğretim kadrosun da kendisine yer verilmek isteniyorsa da kabul etmiyor.
(•)
M uhafazakâr Partiye (Tory) karşı olan, dem okratik hak la n savunan, son ralan Liberal P a rti haline gelen parti. ( *») Dük ve M arki’den sonra sn ytilssek soyluluk sırası.
1894 — Paris’te, İngiliz Büyükelçiliğinde, ataşe ola rak birkaç ay çalışıyor. Aynı yıl, Alys Pearsall Smith üe evleniyor. 1895 - 96 :— Almanya’da, önce Berlin’de sosyal de mokrasi üzerinde çalışıyor ve ‘Alman Sosyal Demokrasisi’ni yazıyor. Sonra, Haslemere’de felsefe çalışmaları yapıyor. 1900 — Almanya çalışmaları ilk ürününü veriyor : ‘A Critical Exposition of the Phüosophy of Leibniz’ (Leibniz Felsefesinin Eleştirel Açıklaması). 1903 — ‘Matematiğin Ükeleri’ni yayınlıyor. Sonra, arkadaşı Whitehead ile matematik mantığı üzerinde çalı şıyor. Ortak yapıtları ‘Principia Mathematica’ 1910, 1912 ve 1913’de çıkıyor. Bütün bu yıllarda Russell çok yalın bir yaşam sürüyor, durmadan çalışıyor. 1908 — ‘Royal Society’ye üye seçüiyor. 1910 — Eski koleji ona onursal öğretim üyeliği pa yesini veriyor. Aynı yıl ‘Felsefe Denemeleri’ni yayınlıyor. 1914-15 — Birinci Dünya Savaşı patlayınca, savaş düşmanlığı kampanyasında etken rol oynuyor. Bir yazı sından dolayı 100 Sterlin para cezasına çarptırılıyor. Bu, o günlerde küçük bir servet demektir. Cezayı ödeyeme yince kitaplığı haczediliyor. Bir arkadaşı kitaplığı satın alarak haraç mezat gitmesini önlüyorsa da birçok değerli kitabın bu arada kaybolduğu görülüyor. Savaş düşmanlığı yüzünden eski koleji onursal öğretmenlik payesini geri alıyor. Harvard Üniversitesi ona bir kürsü vermek isti yor amL pasaport alamıyor. Konferanslar vermek girişimi de askeri makamlarca önleniyor. 8
1918 — Konferans olarak hazırladığı ama yayınlıyamadığı yazılan Birleşik Amerika’da ‘Siyasal Ülküler’ adı altında çıkıyor. ‘Tribunal’ gazetesindeki savaşa kar şıt bir yazısı yüzünden altı ay hapse hüküm giyiyor. En iyi yapıtlarından biri sayılan ‘Matematik Felsefeye Giriş’i cezaevinde yazıyor (1919). 1920 — Sovyetler Birliği’nde kısa bir süre kaldıktan sonra ‘Bolşevizm’in Teori ve Pratiği’ni yazıyor. Sonba harda Çin’e giderek Pekin Üniversitesinde felsefe ders leri veriyor. 1921 — Bir yıl kaldıktan sonra Çin’den dönüyor. Eşinden ayrılıp Dora Black’la ikinci evlüiğini yapıyor. ‘Zihnin Analizi’ni yazıyor. Konferanslar veriyor. 1923 - 30 — ‘Atomların Alfabesi’, ‘Göreceliğin Alfa besi’, ‘Eğitim Üzerine’ (1926), ‘Felsefenin A nahatlan’ adlı yapıtları yayınlıyor. 1929’da eşiyle beraber, çocuk lar için okul açıyor. Bu okulla ügüi çalışmaları üç yıl sürüyor. Yine 1929’da ‘Evlüik ve Ahlâk’ı yazıyor. 1930 - 35 — ‘The Conquest of Happiness’ (Mutlu luğun Elegeçirilmesi), ‘The Scientific Outlook’ (Bilimsel Bakış), ‘Education and the Social Order’ (Eğitim ve Toplumsal Düzen), ‘Freedom and Organisation, 1814 1914’ (Özgürlük ve Örgüt, 1814 - 1914) adlı yapıtlarını yayınhyor. 1935’te ikinci eşinden ayrüıyor. Ertesi yıl Patricia Helen Spence üe üçüncü evlüiğini yapacak ve bu eşi Ue ‘The Amberley Papers’ı yayınlıyacaktır. 1938 — ‘Power : A New Social Analysis’ (iktidar : Yeni Bir Toplumsal Çözümleme) adlı yapıtı çıkıyor. B ir leşik Amerika’ya giderek başlıca üniversitelerde dersler veriyor. ' 9
1940 — New York College’inde felsefe dersleri ve rirken, ahlâkla ilgili görüşlerini 'beğenmeyen üniversite yönetimi işine son veriyor. Aynı yıl ‘An Inquiry into Meaning and T ruth’ (Doğrunun ve Anlamın Araştırıl ması) adlı yapıtı yayınlanıyor. Beş yıllık bir anlaşma ile Barnes Vakfına öğretim üyesi oluyorsa da üç yü sonra, görüşleri beğenümediği için görevinden uzaklaştırıhyor. 1944 — îngütere’ye dönüyor. Yaşamının öbür yıl larım burada geçirecektir. Batı Felsefesi Tarihini yazma yı sürdürüyor. Bir yü sonra tamamlıyor. 1948 — ‘Human Knowledge, Its Scope and Limits’ (insan Bügisi, Kapsamı ve Sınırlan) çıkıyor. 1950 — Nobel Edebiyat ödülünü alıyor. Aynı yü ‘Unpopular Essays’ (Tutulmayan Denemeler)'i çıkarıyor. Ertesi yü da ‘New Hopes for a Changing World’ (Değişen Bir Dünya için Yeni Umutlar) yayınlanıyor. 1952 — Boşanıyor ve dördüncü kez Edith Finch üe evleniyor. Beş öykülük bir öykü kitabı ‘Satan in the Su burbs’ (Kenar Mahallelerdeki Şeytan) yazıyor. (Basüışı 1953). 1954 — ‘Human Society in Ethics and Politics’ (Po litika ve Ahlâk Bakımından insan Topluluğu) adlı yapıtı çıkıyor. 1960 ve sonrası — Gazetelere yazüar yazıyor, kon feranslar veriyor. Yapıtlarının yeni başlıkları üe uğraşı yor. Savaş düşmanlığı, özellikle nükleer bombaların kullanümaması için etken rol oynuyor. Bu amaçla yapılan yürüyüşlere katılıyor. Vietnam Savaşına cephe alıyor. .1970 — Yirminci Yüzyıl m en büyük füozofu dünya ya gözlerini kapıyor. 10
ÖLÜM BİLDİRİSİ 1937
Sir Bari Rusıell’in (ya da, kendi kendine verdiği adla Bertrand RusselTin) 90 yaşında ölmesiyle uzun bir tarih zinciri kopmuş oluyor. Büyük babası Lord John Russell, Victoria döneminde başbakandı ve Elbe’de Napoléon’u görmeğe gitmişti. Annesinin annesi, genç veliahtın dul karısının arkadaşıydı. B. Russell. gençliğinde matematik • mantık üstüne çok çalıştı ama, Birinci Dünya Savaşmdaki acayip davranışı, düşüncesinde bir bozukluk olduğunu or taya koydu. Bu bozukluk sonraki yazılarına gittikçe daha da bulaştı. Bunun nedeni, hiç değüse nedenlerinden biri, okul eğitiminden yararlanmamış, on sekiz yaşma kadar evinde ders görmüş olmasıdır. Bu yaşında Cambridge Tri nity College’ine girmiş, 1893’de yedinci matematik ödülü nü kazanmış, 1895’de de diploma almıştır. Sonraki elli yü içinde, yazdığı şu kitaplarla bilim dünyasmda bir ün sağ lamıştır : Geometrinin Temelleri, Leibniz’in Felsefesi, Matematiğin tikeleri ve (Dr. A.N. Whitehead’le birlikte yazdığı) Principia Mathematica. Zamanında pek önemli sayılan bu son yapıt, değerim lüç kuşkusuz daha çok Dr. (sonradan profesör) Whitehcad’e borçludur. Sonraki ya 11
pıtlarından da anlaşıldığı gibi, Russell’da olmıyan bir dü şünce ve ruh derinliği vardı. Russell’ın düşüncesi ne kadar ince ve zekice de olsa, basit mantığı aşan yüksek görüş lere ulaşamıyordu. Bu ruh derinliğinden yoksunluk, "Birinci Dünya Sava şında acı bir biçimde ortaya çıktı. Russell, her 11e kadar (hakkını yemiyelim) Belçika’ya yapüan kötülüğü hiç de •küçümsememişse de, sapıkça bir direnişle savaşm kötü bir şey olduğunu, onun için de devlet adamlarımızın savaşı bir- an önce durdurmaları gerektiğini ileri sürdü. Oysa, devlet adamları bunu yapsalardı, Ingiltere tarafsız kalmış ve Almanya kazanmış olacaktı. Anlaşılan, matematik ça lışmaları, onu ilkeden uzaklaştırıp sayıların aldatıcı yolu na saptırmıştı. Bütün savaş boyunca, ne pahasına olursa olsun, savaşm kesümesini istedi durdu. Trinity College, pek yerinde olarak, hocalığına son verdi ve Russell 1918 yılında birkaç ay hapiste yattı. 1929’da, kısa bir süre Rusya’ya gitti, bu memleketin yönetimi pek hoşuna gitmedi. Çin’de daha uzun süre kaldı. Oradaki köklü uygarlığın akla uygunluğunu beğendi. Bu uygarlıkta hâlâ bir XVII. yüzyıl tadı buluyordu. Sonraki yıllarında, bütün gücünü sosyalizmi, eğitimde yenüiği ve evlenme bakımından daha gevşek bir ahlâkı savunan yazı lara harcadı. Bununla birlikte, daha geniş konulara dön mekte gecikmedi. Tarihle ilgili yazıları, üslupları ve nük teleriyle dikkatsiz okuyucunun gözünden, sonuna 'kadar savunduğu bayatlamış akılcılığın yalınkatlığını gizlemiştir. İkinci Dünya Savaşuıda hiçbir görev almadı ve sa vaşın sonuna kadar tarafsız bir memlekette kalmak üzere îngütere’den uzaklaştı, özel konuşmalarında, insan kanı na susamış delilerin birbirlerini öldürmelerinin iyi bir şey olduğunu ama, aldı başmda insanların o sırada yanlarında kalmamaları gerektiğüıi söyler dururdu. Bereket versin, Bentham’ı anımsatan bu görüşü çağımızda az raslanır ol 12
muştu. Çünkü, çağımız kahramanlığın yarar dışı bir değer olduğunu kabul eder. Bir zamanlar uygar dediğimiz dün yanın büyük bir yanı bugün yıkıntı halindedir, burası doğ ru; ama, aklı başında biç kimse, büyük savaşta hak uğ runa ölenlerin boşuna öldüklerini düşünemez. RusselTın yaşamı, bütün gelgeç hevesleriyle birlikte, XIX. yüzyıl başlarındaki aristokratların baş kaldırmala rım anımsatır. Acayip, olmıyacak ükeleri vardı ama, bun ları davranışlarına olduğu gibi uyguluyordu, özel yaşa mında, yazılarım bozan o acılığın izi yoklur. Tersine, dâhi bir konuşma ustasıydı ve insanca sıcaklığı yok değüdi. Bir çok dostu vardı. Ama, hemen hemen hepsinden daha çok yaşadı. Bununla birlikte, sağ kalan dostlan, geçkin yaşmda, onu hep keyifli bir insan olarak gördüler. Bu da, kuşkusuz, sağlığının her zaman yerinde olmasından geli yordu. Çünkü, politika bakımından, son yıllarında, Restauration’dan sonraki Milton gibi, köşede kaldı, ölm üş bir çağdan arta kalan son insandı.
Bu ölüm bildirisini B ertrand R us sell 1937'de yazm ıştı. Bildiride Rus sell 90 yaşm da öleceğini ileri sür müştü. (98 yaşm da öldü).
13
BERTRAND RUSSELL DÜŞÜNCELERİNİ DİLE GETİRİYOR
Bu bölüm, B ertrand RusselTin 1950 Nobel Edebiyat ödülünü aldıktan sonra televiz yonda yaptığı 13 konuşmadan oluşmuş tu r ve “B ertrand Russell Speaks His Mind" (B ertrand Russell Düşüncelerini Dile Getiriyor) adı altında a y n bir kitap olarak yayınlanm ıştır.
Bertrand Russel’in ünlü kişiliği bir tanıtm ayı gerek tirmez. Çünkü o, sağımızın en büyük filozofu, bilgin ve sosyal eleştirmecüerinden biridir. Bununla birlikte^ bu ki tabın içindekiler özel bir anlam taşıyor. Çünkü burada, B. Russell’m kişüiğini ve düşüncesini, hazırlıksız bir esin lenme anında yakalanmış olarak görüyoruz. W. W yatt’uı sorularına karşılık veren Lord Russell'ın bu on üç tele vizyon konuşması, tümü ile provasız olarak yapılmış ve Nobel ödülünü kazanan füozofun, çağımızın ölüm kalım sorunları üstüne çatışmalı ve kalıba sığmayan düşüncele rini sunmaktadır. Sokrates diyalogunun eski biçimini kendi özgün düşünüşü ile bağdaştırarak okuyucu, sözü nü sakınmazlığı ve nükteleri ile her zamanki gibi şaşırt maktadır. Felsefenin bu gezgin şövalyesi, daha iyi bir dünyaya gitmemizi engelleyen saplantı ve hoşgörüsüzlük leri açığa vuran B. Russell, günümüzde olan bitenlere küsüm ve umut karışımı bir görüşle bakmaktadır. Zaman zaman kötümserdir: "Eğitimin bir hayli za f a n olmuştur, İnsanların okuma yazma öğrenmelerinin daha iyi olacağını düşündüğüm anlar oluyor”. Zaman za man da iyimserdir. "Düşümde, hepsi gürbüz, hepsi akıl lı, hiçbiri ezmeyen, hiçbiri, ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm oluyor”. Kimi zaman gerçekçidir: “Komünizmin Doğu-Batı geriliminden daha büyük tehli ke olduğunu sanmıyorum. Doğu-Batı gerilimi dünyada en büyük tehlikedir”. Bütün bunlardan daha önemli ola rak da, bu kitabın sayfalarında Lord Russell, tok sözlü, taklit edilmez ve canlı kişiliği ile ta kendisidir. Ancak 17
teybe alman bu konuşmaların tazeliği; bağnazlık, doğum kontrolü, Hidrojen bombası ve insanlığın geleceği gibi konularda filozofun gerçek kişiliğini ortaya koyabilir. Hiçbir memleket onun eleştirici gözünden kaçmıyor, in san çabaları hiçbir alanda onu iyimser olmaktan alıkoya mıyor. Bu sert, etkili kitap, büyük düşüncelerle uğraşan bir büyük hümanist ve bügin kişiyi merak eden herkes için okunması gereken özlü bir yapıttır. Bertrand Russell’in sorular ve karşılıklarla kcndiğinden ortaya çıkan düşüncesi okuyucuya, çağımızın belli sonınlanm kendine dert edinen bir bügeliğin nasıl işlediğini görmek olanağı nı veriyor.
18
MUTLULUK NEDİR?
Woodrow W yatt — Lord Russell, siz pek mutlu bir insana benziyorsunuz. Her zaman böyle miydiniz? Lord Russell — Yo... Hiç de değil. Mutlu ve mutsuz olduğum zamanlar oldu. Bereket versin, yaşlandıkça mut luluk zamanlarım uzuyor gibi. W yatt — En mutsuz çağınız hangisi oldu? Russcll — Ergenliğimde mutsuz, ama çok mutsuz dum. Mutsuz ergenler çoktur sanırım. Dostum, konuşa cak insanım yoktu. Öyle gelirdi ki bana, hep canıma kıymak istiyorum da zor alıkoyuyorum kendimi bu iş ten. Oysa, hiç de gerçek değildi bu. Her halde pek m ut suz olduğumu kendim uyduruyordum. Ama, bunun pek uydurma olmadığını, gördüğüm bir düşten anladım. Çok hasta, ölmek üzere olduğumu gördüm düşümde. İşin tuhafı, başımın ucunda profesör Jowett vardı, Balliol kolleji hocası ve Platon çeviricisi, pek bilgin bir aile dos tumuz. Cırlak ve acı bü* sesi vardı. Düşümde, pek duy gulu bir sesle dedim ki ona: “Ne de olsa bir avuntusu var insanın. Yakında kurtulacağım bu işten.” “Yaşamdan mı demek istiyorsun?” diye sordu. “Evet, yaşamdan” de dim. “Biraz daha yaşlanınca böyle saçma laflar etmezsin” dedi. Uyandım ve bir daha böyle saçma bir laf etmedim. 19
W yatt — Mutlu zamanlarınızda, mutluluğa bile bile mi kavuştunuz, yoksa rastgele mi? Bussell — Yalnız çalışmalarım konusunda bile bile mutlu olmuşumdur. Yaşamımın üst yanını itüere, ra st lantılara bıraktım İşimde bilinçli bir yol tuttum ve dile diğimi de oldukça iyi başardım. W yatt — Mutluluğu itilere ve rastlantılara bırakın ca, bu iş yolunda mı gider sanıyorsunuz? Bussell — Bana kalırsa, büyük ölçüde talihe ve işle rinizin gidişine bağlıdır bu. Erginliğimden bir hayli sonra, korkunç bir mutsuzluk sürem oldu. İşimi yürütebilmek için çözülmesi gereken bir probleme saplanıp kalmıştım. İki yıl, bir adım ilerlemeden bu problemle cenkleştim. Belalı bir şeydi bu. W yatt — Mutluluğu yapan öğeler nelerdir sizce? Bussell — Dört öğeyi önemli sayarım: Bunların bi rincisi sağlıktır belki, İkincisi yoksulluğa düşmeyecek ka dar varlık, üçüncüsü yakınlarımızla iyi geçinme, dördün cüsü de işde başarı. W yatt — Sağlığı alalım. Ne diye sağlığa bu kadar önem veriyorsunuz? Bussell — Bazı hastalıklar vardır ki onlara tutuldu nuz mu, mutlu olmak gerçekten zordur, sanıyorum. Ki mi hastalıklar düşünceyi ctldler ve bütün rahatmızı ka çırır. Kimi hastalıklara yiğitçe göğüs gerilebüir, kümleri ne gerilemez. W yatt — Sizce sağlık mı mutluluğu getirir, mutlu luk mu sağlığı? Bussell — Bana kalırsa, önce sağlık mutluluk geti rir ama, öbür türlüsü de olur. Bence, mutlu kimsenin, mutsuzdan daha az hasta olması beklenir. 20
W yatt — Şimdi ikinci öğeyi alalım. O neden önemli? Russell — Alıştığınız yaşama koşullarına göre deği şir. Eğer az çok yoksul yaşamaya alışmışsanız, fazla bir gelire gereksinmeniz olmaz. Ama, pek zengin yaşamaya alışmışsanız, geliriniz çok büyük olmadıkça mutsuz olur sunuz. Yani, alışık olduğunuz yaşam a bakar bu. VVyatt — Geçim kaygısı, para kazanma tutkusuna da kayabilir değü mi? Russell — Çok kolay kayabüir, çoğu zaman da böy le olmuştur. En zengin kimselerin Yoksullar Evinde öl me korkusuyla yaşadıkları görülür. W yatt — Fazla para insanı hiç de mutlu etmeyebilir. Russcll — Tabü, etmeyebilir, Neden etsin? Bence pa ranın in&anı yalnız geçindirecek kadarı istenmeli. Para üzerinde fazla düşünmemelisiniz. Fazla düşünmek zorun da kalırsanız, rahatınız ka-ar. W yatt — Üçüncü öğe, yakınlarımızla iyi geçinme de miştiniz. önem bakımından, üçüncü mü gelir sizce bu? Russell — Hayır, hayır. Benim başıma gelenlere ba karsanız, önem halamından birincidir bu, ya da sağlık tan hemen sonra gelir. W yatt — Bununla ne demek istediğinizi biraz açık lar mısınız? Russell — Yakınlarımızla iyi geçinmekten ne anladı ğımı mı? W yatt — Evet. Russell — Ne demek istediğimin pek açık olduğunu sanıyorum: Kimine göre, dostluk, kimine göre aşk, kimi ne güre çocuklarına bağlılık. Bütün kişisel, içten yakın lıklar. Bunlarda rahatlık yoksa, yaşam da bir hayli güç leşir. 21
W yatt — İşe gelelim. Işde başarının önemi üstüne ne diyorsunuz? Russell — Ateşli insanlarda işin önemi çok büyük tür. Kimi insanlar uyuşuktur ve işlerine pek aldırmazlar. Biraz olsun ateşli bir insansanız, ateşinize bir amaç ge rek. İş, bu amaçtır işte. Tabii, iş başarısız olunca, mutlu luk getirmez. Ama başarılı olunca, bütün gününüzü dol durur ve mutluluğunuzu bir hayli a rttır ir. W yatt — H er türlü iş sağlar mı bunu? Russell — Sağlar. Kimi işlerin belâlı olması durumu değiştirmez. Demek istiyorum ki eğer siz bir Politbüro üyesi iseniz işiniz biraz tehlkeli olur ama... W yatt — Ama, bu türlü işleri seven için yine de bir coşkunluk sağlar. Russell — Evet, bu türlü işleri seviyorsanız, mesele yok. W yatt — İşin büyüklüğü küçüklüğü önemli değil mi dir? Russell — Hayır. Yaradılışınıza bağlıdır bu. Kimi in san yalnız büyük işler başarınca mutlu olabilir, kimisi de ufak tefek başarılarla muti anabilir, yaradılışına göre. Ama, iş sizin güçlerinizle dengeli olmalı ki başarı sağlayabüesiniz W yatt — Bu dediğiniz, insanı şöyle bir düşünceye götürebüir: Kimi insan tembellikle de mutlu olabüir, bi razcık işle yetinebüir. Russell — Doğru. Ama, pek o kadar rnutlu olamaz sınız. Benim deneyimlerime kalırsa, zor bir işi başarm a nın getirdiği mutluluk çok, ama çok büyüktür. Tembel insanların böyle bir keyfi tadabileceklerini sanmıyorum. 22
W yatt — Daha az akıllı daha keyifli bir yaşam sü receğinizi söyleseler, ne dersiniz? Bussell — Böyle bir keyfi istemem, derim. Biraz da ha akıllı olayım da, keyfimin daha az olmasına razıyım Ben akıldan yanayım. W yatt — Felsefe mutluluğa yardım eder mi, sizce? Bussell — Felsefe ile ügüenirseniz ve bu işi de iyi yaparsanız, eder. Başka türlü etmez. Ama duvarcı]ılı da mutluluğa, yardım eder... tabu, iyi bir duvarcı iseniz. Her hangi bir işi yapmak mutluluk getirir insana. W yatt — Mutluluğa karşı koyan etkenler nelerdir? Bussell — Söylediklerimizin dışında birçok etken da ha var. Mutluluğa karşı olan şeylerden biri kaygıdır. İş te, benim yaşlandıkça daha mutlu olmamın nedenlerin den biri de budur. Gittikçe daha az kaygılanıyorum. Kaygüanm a pek yararlı bir çare buldum: önce şöyle düşün mek: “Şimdi başıma gelecek en kötü şey nedir?..” Sonra şöyle düşünmek: “Bundan yüz yıl sonra, hiç de o kadar kötülüğü kalmayacak bu işin. Belki hiç lafı büe edilme yecek.” Gerçekten böyle düşünebüdiniz mi, pek o kadar kaygılanmazsınız artılı. Kaygı, başınıza gelebilecek ta t sız olaylara göğüs germemekten üeri gelir. W yatt — Siz kaygılarınızı dilediğiniz gibi önleyebi lir misiniz? Bussell — Büsbütün önleyemem, büyük ölçüde önleyebüirim. ' W yatt — Sizce kıskançlığın bu işde ne payı var? Bussell t— Ha, kıskançhk... evet! Bir çok kimse için korkunç bir mutsuzluk kaynağıdır bu. Ressam Haydon geliyor aklıma. Çok iyi bir ressam değüdi ama, olmak is tiyordu. Günce tutardı. Şöyle diyor bir yerinde: "Ken dimi Rafaello üe karşılaştırıp berbat bir sabah geçir dim.” 23
W yatt — Bu kıskançlık konusunu biraz açıklar mı sınız? Bussell — Bana öyle geliyor ki, mutlu olabilmek için çok şeyleri olan nice insan vardır, başkalarında biraz da ha fazla şey olduğu düşüncesiyle üzülürler: Başkasının daha iyi bir otomobil, daha hoş bir bahçesi olduğunu sa nırlar, ya da rahat bir iklimde yaşamanın ne kadar hoş bir şey olduğunu düşünürler, bilmem kimin kendilerinden daha çok tanındığına ve buna benzer şeylere üzülürler. Tadabüecekleri şeyi tadacaklarına, başkalarında benden çok şu var bu var diye keyiflerinden olurlar. Oysa, buna aldırmamaları gerekir. W yatt — Evet ama, kıskançlık şu bakımdan iyi bir şey olabüir: Sizden daha iyi iş çıkarıyor diye birini kıska nırsanız, bu sizi daha, iyi çalışmaya itebilir. Russoll — Evet, daha iyi çalışmaya itebileceği gibi, daha kötü iş çıkarmaya da götürebüir bence. Üstelik de, başka bilinin işine burnunuzu sokmaya kalkışmış olur sunuz. Başka birini aşmanın iki yolu vardır: Biri, kendi nizi derletmek, öteki de, o adamı geriletmektir. «
«
W yatt — Peki, ya can sıkıntısı?... Can sıkıntısının da bir önemi var mı sizce? Bussell — Var, hem de çok var bence. Can sıkıntısı nın sadece insanlara özgü bir şey olduğunu söylemeyece ğim. Çünkü, Hayvanat Bahçesinde maymunlara baktım. Onlar da can sıkıntısının ne olduğunu büiyor gibiydüer. Ama, bana kalırsa, öbür hayvanların cam sıkılmıyor. Bence can sıkıntısı bir zekâ belirtisidir ve önemi çok bü yüktür. Vahşilerin uygar insanlarla yan yana gelir gel mez ilk istedikleri şeyin alkol olmasından da bunu anlı yoruz. Alkolü Kutsal Kitap’t an, Incü’den, hattâ mavi in cik boncuklardan büe fazla istiyorlar. Neden istiyorlar? Can sıkıntüannı bir an olsun dağıtsın diye. 24
W yatt — Peki, iyi bir öğrenim görmüş insanlarda, örneğin, kızlarda can sıkıntısını nasıl önleyebiliriz? Kız ların, evlenince ev işlerinden başka yapacak şeyleri kal mıyor. Bussell — Toplumun düzeni kötü de ondan böyle olu yor. Bana kalırsa, bu düzeni bireysel davranışlar değiş tiremez. Ama, çağımız için, verdiğiniz örnek çok önem li. Bizim doğru dürüst bir toplum düzenimiz yok. Çün kü, olsaydı, kadın erkek herkes yararlı yetilerini orta ya koyabüirdi. Günümüzün iyi okumuş kadınlan evlen dikten sonra yetilerini geliştirmiyorlar. Ama bu, toplum sal düzenimizin bir sonucudur. W yatt — Belli işleri yaparken kendi nedenlerimizi anlamak ve böylece kendi kendimizi aldatmaktan sakın mak mutluluğumuza ne ölçüde yardım eder? Russell — Bana kalırsa çok yardım eder. Çok kimse bir tek ya da bir küme insana kin bağlar, bu kinin de yüksek bir ülkücülükten geldiğini sanır. Aslmda, hiç de öyle olmayabüir. Bunu kavrasalar, bence daha mutlu olurlar. W yatt — Bir çok insan, kendi kendüerini aldatarak mutsuz olmuyor mu, sizce? Russell — Oluyor, çok insanlar oluyor. W yatt — Başmız beladayken, örneğin hapisteyken, mutlu olmak sizce olası mı? Siz de hapse girdiniz, büirsiniz. Bussell — A... bakın ben çok iyi vakit geçirdim ha piste. Ama, tabu, birinci bölümdeydim. Oradakiler hapis yaşamının her zamanki sıkıntüannı çekmezler. Ama ge nel olarak, hapis yaşamı kafasıyla çalışmaya alışık bir adam için çok güçtür. Bir el işine alışmışsanız güçlük azalır. Çünkü, o zaman düşünce yaşamınızdan fazla bir şey eksilmez. 25
W yatt — Hapis ne zaman daha sıkıntılıdır? Sizin gi bi yüksek bir dava uğruna hapse girince mi, yoksa hak kedip de girince mi? Itussoll — Elbette ki benim gibi girince. Demek isti yorum ki, eğer çatal kaşık çaldığım için aynı cezaya çar pılmış olsaydım mutsuzluğa düşerdim adam akılh. Çün kü... şey... kepaze edilmeyi haketmiş sayardım kendimi. Ama, ben kendimi hiç de kepaze edilmiş saymadım. W yatt — Sizinki sade ilke sorunu olduğu için mi? Russell — Evet. W yatt — Uğrunda yaşıyacağımız bir dava bizi mut luluğa götürebüir mi, sizce? Russell — Az çok bir başarı sağlayabilirsek, evet. Davalarında hiç başan sağlayamayanlar mutlu olamazlar ama, az çok başan sağlayanlar, az çok mutlanabilirler. Şimdi, bir başka konuya geçmek istiyorum. O da şu: Ken di işinizin dışına çıkan ilgüer, hele insan yaşlandıkça, çok önemli bir yer alır. İlgileriniz ne kadar az kişisel olursa, kendi yaşamınızı ne kadar aşarsa, yaşamınızın yakında biteceği kaygısı o ölçüde azalır. Bence bu, yaşlılıkta çok önemli; bir mutluluk öğesidir. W yatt — Uzun yaşama ve mutlu olma üstüne insan ların salık verdikleri reçetelere ne diyorsunuz? Russell — Uzun yaşamak bir hekimlik sorunudur. Bunım üstüne bir düşünce ileri sürmek istemem. Bu re çetelerin savunucuları durmadan yazı, kitap yollarlar ba na. Onlara bakarsınız, verdikleri ilacı alır almaz saçlarım yeniden kararacak. Benim işime gelmiyor bu. Çünkü, şu nu anladım İd: Saçlarım ne kadar aklaşırsa, insanlar söy lediklerime o kadar kolay inanır olurlar.
26
SOFTALIK VE HOŞGÖRÜ
Woodrow W yatt — Softalığı nasıl anlatırsınız, Lord Russell? Lord Russell — Bir adam bir konuya başka her şeyi hiçe sayacak kadar aşın bir önem verirse, o adama sof ta demek yerinde olur sanıyorum. Bir örnek vereyim. Her aldı başında adam köpeklere eziyet edilmesinden hoşlanmaz. Ama, siz tutup köpeklere eziyet etmenin, baş ka hiçbir eziyetle ölçülemiyecek kadar korkunç olduğunu Deri sürerseniz, softa olursunuz. W yatt — İnsanlık tarihinde, büyük halk topluluklannın sık sık softalığa kapıldığı olmuş mudur? Russell — Evet, çok yerde, çok kez olmuştur. İnsan topluluklarının yakalandığı kafa hastalık!arından biri dir bu. W yatt — Bunlann en kötü örnekleri hangileridir sizce? Russell — Çok değişik örnekler verebilirim, sanıyo rum. Yahudi düşmanlığını alalım. Bu, en kötülerinden bi ridir, çünkü, çok yakın zamanlarda en kötü örneğini gör dük. Korkunçluğunu düşünmeye büe zor dayanır insan. Söylenmesi doğru değü - söylenmesi doğru sayılmaz, bi liyorum ama Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlıktan doğ muştur. Hıristiyanlıktan önce varsa büe çok azdı bu düş manlık. Roma devleti Hıristiyan olur olmaz, Yahudi düş manı da olmaya başladı. 27
W yatt — Neden acaba? Bussell — Çünkü, İsa’yı Yahudiler öldürdü dediler ve Yahudi düşmanlığını bu bakımdan haklı gösterdiler. Elbette ekonomik nedenleri vardı bu işin ama, öne sür dükleri İsa'nın öldürülmesi oldu. W yatt — Halkın sürü halinde softalığa tutulduğu olur mu dersiniz? Tutulması nedendir sizce? Bussell — Bunda beraberlik duygusunun payı olsa gerek. Softalar topluluğunda birbiriyle dost olmanın ver diği bir rahatlık duygusu vardır. Aynı şey hepsini birden coşturur. Bunu herhangi politika partisinde de görebüirsiııiz. Her partide, her zaman bir softalar grubu vardır. Bunlar birbirlerine pek bağlıdırlar ve bu bağlılık bir baş ka gruba düşmanlık eğüimi üe birleşip yayılırsa softalık kolayca gelişir. W yatt — Ama, softalık, zaman zaman iyi işler gör mekte bir çeşit güç kaynağı olabilir mi? Bussell — Softalığın güç kaynağı olduğu su götür mez ama, tarihte softalığın iyi işlere kaynak olduğu g.;. rülmemiştir. Bence, her zaman kötü işlere yol açmıştı;. Çünkü, tek yanlıdır, çünkü işe kin karıştırmaması he men hemen olanaksızdır. Softalığınızı paylaşmayan in sanlara ister istemez düşman olursunuz. Bunu önlemek çok güç W yatt — Ama softalık ekonomik amaçlar gözetin ce, örneğin, Haçlı Seferleri’nde olduğu gibi, softalık ol maktan belki zararlı olmaktan da çıkmıyor mu? Bussell — Orasını bilmem... Haçlı Seferleri’nden bir hayır geldiğini sanmıyorum. Bu seferlerde iki alcım var dı: Bir, softalık akımı, bir ds ekonomik alcım. Ekonomik alcım, gerçekten çok güçlüydü. Ama, softalık olmadan işe yaramazdı. Softalık orduları sağladı, ekonomik ne den ise kumandanları diyebiliriz kabaca. 28
W yatt — Peki, softalıkta büyücülüğün nasıl bir ye ri olmuştur, dersiniz? Russell — A... büyücülüğün korkunç, çok korkunç bir yeri oldu. En çok da... 1450 üe 1600 aralarında. Kor kunçtu o yıllarda büyücülük. Ünlü bir kilise adamı The Hammer of Female malefactors adlı, büyücü kadınlarla ügili bir kitap yazdı. Bu kitap, halkın da inandığı büyü cülerin avlanıp yakılmasına büyük ölçüde yol açtı, öyle sanıyorum ki, Jeanne d’Arc’m kendisi büe büyücü oldu ğuna inanıyordu. Herhalde, hailem büyücü diye suçlan dırdığı kimselerin çoğu büyücü olduklarına inanmışlar dı ve bu, korkunç işkencelere yol açtı. Sir Thomas Browne’ı okuduğunuz zaman onu iyi yürekli, bilgüi bir insan sanırsınız. Ama gerçekte, büyücü yargüandırmalannda suçlandıran! ardan yana oldu, önce, büyücülüğü yad şi male bir çeşit tanrısızlıktı. Çünkü, Kutsal Kitap "Bir ca dının yaşamasına göz yummayacaksın!” diyor. Büyücü lerin yıkılmasının doğru olduğuna inanmadınız mı, K ut sal Kitab’a inanmıyorsunuz demekti, öyleyse, Tanımız yoktu. W yatt — Neden, hiç değüse görünüşte, sağlam kafa lı olan birçok insan böylesiııe softa oluyor? Russell — Sağlam kafa görece bir deyıriidir. Çok çok az insan tam anlamıyla sağlam kafalıdır. Hemen her insamn deliliğe kaçan yanlan vardır. Hiç unutmam. California’da, yağmurlu bir günde, otomobille geziyorduk. Yol da, sırsıklam bir yayayı arabamıza aldık. Bu adam, her çeşit ırk düşmanlığına karşıydı. Bunun korkunç bir şey olduğunu söyledi. Ben de, kendisine hak verdim. Sonra, içimizden biri Füipinlilerden söz açar açmaz, bu adam, bütün Filipinlilerin aşağılık kişüer olduğunu söyledi. Gördünüz mü, onun kafasında da bir sakatlık varmış, demek.
W yatt — Softalık konusuna neden bu kadar önem veriyorsunuz? Russell — Çünkü, dünyanın uğradığı kötülükler, çok büyük ölçüde softalıktan gelir. W yatt — Ama, Roma Katolik kilisesi, her halde, ba zı dogma’lara inanmanın, bunlara inanmaksızm yaşa maktan önemli olduğunu düşünüyordu. Onun görüşü üe bizimki arasında bir ayrılık var mı? Russell — Var, hem de çok büyük. Roma Katolik kilisesi dünya ölçüsünde değüdir. Birçok ulusu avucuna alamıyordu. Hidrojen bombasıyla hepsini alabüir. W yatt — Bunu biraz açılılar mısınız? Russell — Evet. Elbette açıklamaya değer. Bence, hepimizin başında korkunç bir tehlike olan Doğu - Batı gerginliği, en çok ya softaca bir komünizmden, ya da softaca bir komünizm düşmanlığından doğuyor yerine göre. Her iki yan da, inançlarına aşırıca bağlanıyorlar, inançları softalık diye anlattığım şeye benziyor. Yani demek istiyorum ki, birinin öte yanda kötü gördüğü şe yin önlenmesini, insan soyunun dünyada kalmasından daha önemli saymak softalıktır. Hepimizin başındaki tehlike, bu softalıktır, her iki yanda da bulunan bu sof talık. W yatt — Peki, hoşgörü nedir sizce? Russell — Düşüncenizin yönüne göre değişir bu. Dü şünüşte hoşgörü, gerçekten hoşgöriiyse, her hangi bir suç olmadıkça, hiçbir düşüncenin cezalandırılmaması de mektir. W yatt — Tarihte hoşgörüsü olan çağlara örnek gös terebilir misiniz? 30
Russell — Evet. Otuz Yıl Savaşı’ndan sonra. İngil tere'de hemen arkasından başlamadı, çünkü, o sırada biz bir iç - savaş içindeydik : Ama, bu savaştan biraz sonra. İlk hoşgörür devlet Holanda oldu. XVII. yüzyılın bütün üeri aydınları yaşamlarının bir çok yıllarında Hollanda’ya sığınmışlardır : sığınmamış olsalar, süinip giderlerdi. İngiltere başka memleketlerden daha iyi değildi, o gün lerde. Parlamento Hobbes’un bozuk, hem de çok bozuk kafalı olduğu sonucuna varmış ve İngiltere’de kitap ya yımlamasını yasak etmişti. Bu yasak uzun, hem de çok uzun sürdü. W yatt — Eski Atina için hoşgörür bir devlet diye bilir misiniz? Russell — Az çok hoşgörürdü. XVIII. yüzyıla ka darla yeni devletlerden daha hoşgörürdü. Ama, tam bir hoşgörürlük değildi onunki de. Sokrates’in nasıl öldürül düğünü herkes bilir. Ondan sonra da baskı görenler ol du. İskender’in ölümünden sonra Anaxagoras da, Aristo teles de kaçmak zorunda kaldılar. W yatt — Peki, insan yaşadığı dönemin hoşgörür duğunu nasıl büir? Nerden anlaşılır bu? Russell — özgür kuramlardan anlarsınız. Basın gürlüğü olur, düşünce özgürlüğü olur, propaganda gürlüğü olur. Düediğinizi okumakta özgür, dilediğiniz ne girip çıkmakta özgür olursunuz.
ol öz öz di
W yatt —■Ama bugün Batı’da bütün bu özgürlükler var, yine de siz biraz önce softalığın hiçbir zaman bugün kü kadar koyu olmadığım söyler gibiydiniz. Rnssell — Batı’da bu özgürlüklerin gerçekten var olduğunu sanmıyorum. Amerika'yı aim örneğin. Ne yap tılar orda? Bütün kitaplıklara gittiler, Rusya üstüne bil gi veren ne varsa yok ettüer. Buna tam bir hoşgörü di yemezsiniz. 31
W yatt — Coşkun olmazsak iş yapamıyoruz. Fazla coşarsak softalığa düşüyoruz. Doğru yolda olduğumuzu, softalığa kaymadığımızı nasıl kestirebüiriz? Russcll — Kesin olarak büemezsiniz, ama şu yapı labilir bence : Yalnız doğru olduğuna inandığınız bir işi yapmakla kalmayıp, doğru görünenden başka bir yola girmeği üke edinirsiniz. Aldanabilip de bir yıkıma neden olacağınız işten kaçınırsınız. Bu davranışı insanları diri diri yakma işinde deneyelim, örneğin. Ortaçağın işkence ler döneminde din adamlarının büdikleri tam anlamıyla doğru olsaydı, dinsizlerin yakılması iyi bir iş olurdu. Ama bildilderinizin doğru olmadığına en küçük bir olasılık da olsa kötü bir iştir yaptığınız. Bence böyle bir ilkeye uy malısınız. W yatt — Bu ilkeyi politika partilerine ve hükümet lere de uygulayabilir misiniz? Russell — Elbette. Bir politika partisinde olan, öbür partinin doğru yolda olmadığına inanır, ama gidip o par tideki insanları öldürmeğe hakkı olduğunu söyliyemez. W yatt — Hoşgörünün sınırlan nedir? Ne zaman hoşgörü başıboşluğa ve kargaşalığa götürür? Russell — Buna verüecek orta halli bir yanıt şu ola bilir : Gerekli yasaya uygun olarak düşünceleri savunma tam bir hoşgörü ile karşılanmalı. Ama, yasa değişinceye kadar suç sayılan işlerin savunulması karşısında tam bir hoşgörü istenemez. Bir örnek alacalc olursak, ölüm ce zasının olmadığı bir yerde, bu cezanın konması düşün cesinde olabilirsiniz. Ama, sizce ölümü hakketmiş bir in sanı gidip öldürmekte serbest olamazsınız. W yatt — Softalık dünyaya dalga dalga yayılır mı, dersiniz? Bizim dünyamız böyle bir dalga içindeyse, bu dalga nasü sona erebüir? 32
Russell — Dünya düzelince dalga da durur ama, südekli bir dengeye ulaşmadıkça da bu dalga durmaz. Ka rarsız bir durum sürüp gittikçe, softalığı besliyen koşul lar var demektir. Onun için, softalığı yenmek istiyorsa nız, dünyada bir çeşit durulma sağlamak zorundasınız. YVyatt — Dünyada softalığın azalacağını umuyor musunuz? Russell — Evet, umuyorum, hem de çok. Bu iş, po litikalara bağlı bence. Dünya savaşım büyük bir tehlike olmaktan çıkaran bir politika sistemimiz olursa, Doğu da da Batıda da hoşgörünün ve anlayışın çarçabuk ge lişebileceğini sanıyorum. Ama, bu gerginlik kaldıkça bu nun gerçekleşmesi çok zordur
33
f e l s e f e n e d îr
W yatt — Lord Russell, felsefe nedir? Russell — Çok tartışma, götürür bir sorun bu. öyle sanıyorum ki, iki filozoftan büe aynı karşılığı alamazsı nız. Benim görüşüme göre, henüz kesin olarak büimniyen konular üstünde kafa yormaktır. Bu, yalnız bana göre böylcdîr, başkalarına göre değü. W yatt — Felsefeyle bilim arasındaki aynlık nedir? Russcll — Kabaca, şu. Büim bildiğimiz şeyler, felse fe de bilmediğimiz şeylerdir. Onun için de, insan bilgisi ilerledikçe, sorunlar felsefe alanından bilim alanına ge çer. W yatt — Demek, bir şey bulunup açıkça ortaya kon du mu, felsefe olmaktan çıkıp bilim olur, öyle mi? Russell — Evet. Nitekim felsefe diye ele aldığımız ııice sorun artık felsefe olmaktan çıkmıştır. W yatt — Felsefe neye yarar? Russoll — iki şeye yarar bence. Bunlardan biri, he nüz büimin çözemediği şeyler.üzerinde düşüncemizi işlet mektir. insanı ilgüendirmcsi gereken şeylerin de pek azı henüz bilimce çözümlenmiştir. Fek önemli nice şeyler var dır ki, bilim, şimdilik hiç değ. İse, bunlar üstüne pek az şey büiyor. İnsanların düşüncesi niçin bir sınırda kalsın ve yalnız bugün bilinenin içine kapansın. Bence, varsayım yoluyla dünya görüşümüzü genişletmek felsefenin sağla 31
dığı yararlardan biridir. Aynı ölçüde bir başka önemli yararı daha vardır bence. O da, bize, bildiğimizi sandığı mız şeyler bilmediğimizi göstermesidir. Bir yandan fel sefe bizi günün birinde büeceğimiz şeyler üzerinde dü şündürmek, öbür yandan da, bügiye benzeyen nice şey lerin bilgi olmadığını alçakgönülle, göstermektir. W yatt — Felsefenin üzerinde düşünüp de sonradan elle tutulur sonuçlar vermiş olan konulara bir kaç örnek gösterebilir misiniz? ltussell — Gösterebilirim. Bu örnekler en kolay da Yunan felsefesinde bulunur. Yunanlıların ileri sürdükle ri ve kendi zamanlarında denenmemiş olan bir çok varsa yımlar sonradan değer kazanmışlardır. Örneğin, atom varsayımını alalım. Demokritos maddenin küçük parça cıklarından kurulu olduğunu üeri süren atom varsayımı nı bulmuştu. 2090 yılı aşkın bir zaman sonra, bunun bi limsel bir görüş olduğu anlaşıldı. O zamana bu, sadece bir düşünceydi. Aristarkhos’u alalım. Güneşin dünyanın çevresinde değil, dünyanın güneşin çevresinde döndüğü ve gökteki değişikliklerin dünyanm dönmesinden Ueri gel diği düşüncesini ortaya atan Uk insan o olmuştur. Bu, bir yana atılıp unutulmuş olan varsayım, 2000 yıl son ra Copernicus ile yeniden ele alındı. Ama, Aristarkhos bunu düşünmemiş olsaydı, Copernicus belki de hiç üstün de durmıyacaktı. W yatt — Nasıl oluyor bu, bir çeşit sezgiyle mi? Russcll — Yo, lıayır. Bu varsayımları, ilkin düşünen ler, “doğrusu budur” diyemezler; sadece "doğru bu ola bilir" d yvbilirler. îj’i bir bilimsel düş gücünüz varsa, bir çok şeyin doğru olabileceğini düşüncbüirsiniz. îşte, bili min özü de bııdur. Öııcc, bir şeyin doğru olabileceğini dü şünür, sonra doğru olup olmadığını yoklarsınız, çoğu kez de doğru olmadığım görürsünüz.
W yatt — Platon'a göre, Pemokritos kuramı, Teokritos’un atom kuramı saçma sapan bir şeydi, değil mi? Russell — Platon’u ürkütm üştü bu düşünce. Demokritos’un bütün kitaplarının yakılmasını istemişti. Çünkü Platon bilimi sevmiyordu. Matematiği seviyordu ama, bi limsel olan başka hiçbir şey «evmiyordu. W yatt — Demek, size güre felsefe, bir anlamda, bi limin hizmetindedir. Russell — Eh, bir bakıma öyledir. Ama, tabü, bili min bir uşağı değüdir sadece. Çünkü, birçok şey vardır ki, bilim uğraşamaz onlarla, örneğin, bütün değer sorun ları. Bilim, bir araç olarak değil, amaç olarak neyin iyi, neyin kötü olduğunu söyleyemez size. W yatt — Zamanla füozoflann ve hal km felsefeye karşı davranışlarında nasıl bir değişiklik oldu dersiniz? Russell — Düşündüğünüz felsefe okuluna göre deği şir bu. Platon ve Aristoteles’de. en önemli şey dünyayı anlam aktı; bence de felsefenin yapması gereken şey budur. Onlardan sonra gelen stoacılarda, ahlâk önem ka zanıyor. Kahraman olmanız, felâketlere sabırla katlan manız gerekiyor bu felsefeye göre. Halk arasmda da “fi lozof” bu anlamı kazandı. W yatt — Sizce Marx’a bir füozof denir mi? Russell — Bir bakıma filozoftur, şüphesiz. Ama bu gün filozoflar arasmda önemli bir ayırma var. Kimi filo zoflar dünyanın düzenini sürdürmek, korumak; kimi fi lozoflar da dünyanın düzenini değiştirmek istiyorlar. Marx tabü, İkinciler arasmda. Bana kalırsa, her ikisi de, filo zofun asü yapacağı iş değüdir. Bence, füozofun işi, dün yayı değiştirmek değü, anlamaktır, oysa Marx bunuıı tam tersini söyler. W yatt — Siz kendinize nasü bir füozof dersiniz? 36
Russell — Ben şimdiye kadar kendime sadece man tıksal atomist demişimdir. Ama, bu isim takm alarına pek meraklı değilim, kaçmırım bundan. W yatt — Mantıksal atomist ne demektir? Russell — Şu demektir bence: Elle aldığınız herhangi bir konunun özüne varmak için, tutulacak yol çözümle medir. Her şeyi çözümleye çözümleye, öyle bir yere ge lirsiniz ki, orada artık çözümlenemez şeyler çıkar karşı nıza. İşte, bunlar mantıksal atomlardır. Bunlara mantık sal atomlar diyorum, çünkü, onlar artık madde değildir. Bunlara, nesneleri meydana getiren idea (kalıplar) diyebüiriz. W yatt — Felsefenin bugünkü başlıca yönü nedir? Russell — Bu konuda îngüizce konuşan memleket lerle Avrupa memleketlerini ayırmak gerekir. Yönler es kisinden çok daha ayrı birbirinden, çok daha ayrı. İngi lizce konuşulan memleketlerde ve hele İngütere’de yeni bir felsefe akımı var. Bence, bu akım, felsefeye ay n bir alan bulmak isteğinden doğmuştur. Biraz önce söylediği me göre, felsefe sadece yarım bir bilimdir. Bu görüşten yana olmayanlar var. Onlar, felsefenin kendi dünyası ol masını istiyorlar. Bu istek, düci felsefe diyebüeceğimiz bir yola götürdü. Bu yolda, füozofun önemli işi, sorulan cevaplandırmak değil, soruların anlamım iyice açmaktı:. Ben, bu görüşe katılmıyorum. Ama, size bunu bir örnek le anlatabilirim. Bir gün bisikletle Wincester’e gidiyor dum. Yolumu kaybettim. Bir köy dükkânına gittim. Ba na Wincester’e giden en kısa yolu gösterir misiniz, de dim. Bunu sorduğum adam dükkânın arkasında benim görmediğim birisine seslendi: “Bir bay Wincester’e gi den en kısa yolu soruyor” dedi. İçeriden bir ses geldi: “Wincester’e mi?” “Evet.” “Wincester’e giden yol mu?” 37
“Evet.” 'En kısa yol mu?” “Evet.” “Bilmiyorum.”’ Böylece, sorduğuma yamt alamadaaı ayrıldım ordan. İşte Oxford felsefesi bunu yapmamızı istiyor.
YVyatt — Yani, soru doğru olacak, yanıtın önemi yok, öyle mi? Bussell — Evet, yanıt vermek başkalarına düşüyor. YVyatt — Avrupa felsefesinden ne bakımdan ayrılı yor bu? Bussell — Avrupa’da felsefe, daha kanlı canlı. Ben onunla da anlaşamıyorum, ama, bir bakıma daha gürbüz bir felsefe, ilk çağ felsefelerine daha yakın. Kierkegaard’ m varoluşçuluk görüşünden gelen değişik birçok felsefe var. Bir de, gelenekçi din üzerine polemikler çıkarmakla uğraşan felsefeler. Buna benzer birçok şey. Bana sorar sanız, pek önemli bir şey yok bütün bunlarda. YVyatt — Peki ama, nasıl davranması gerektiğini öğ renmek isteyen birisine sizin felsefe yolunuz nasıl ya rarlı olabilir? Bussell — Birçoklan bana mektuplar yazıp, nasıl davranacaklarım bümediklerini, şaşkma döndüklerini, çünkü, eslu yollan bıraktıklarını, bunlann yerine ne koyacaklannı bilmediklerini söylüyorlar. Benim, inandığım felsefenin şu bakımdan bir y aran olabilir. Bu felsefe in sanlara yaptıkları işin doğruluğundan kesinlikle emin ol madıkları zaman güçlü davranmalarını sağlar. Bence, kimse hiçbir şeyden kesinlikle emin olamaz. Olursa, mu hakkak aldanır. Çünkü, hiç kendinliğe ulaşamaz. Onun için, insan bütün inançlan bir kuşku ile karşılamak ve kuşkuya karşm da, güçlü davranabilmek zorundadır. Sa vaş planını hazırlayan bir general de böyle davranır ni
hayet, düşmanın ne yapacağını pek kesin olarak bilmez ama, iyi bir komutansa yanılmaz, kötü komutansa yanı lır. Ama, gündelik yaşamda insan olasılıklara dayanarak iş görmek zorundadır. Felsefenin yapacağı şey de, onlara tam bir kesinlik içinde olmaksızın güçlü davranma cesa retini vermektir. W yatt — Pelii, insanları, güvendikleri şeyler üzerin de kuşkuya düşürmek doğru bir şey midir, sizce? Rahat larını kaçırmaz mı onlarm? Russell — Bir zaman için kaçırır, tabii. Ve bence, bi raz rahatı kaçmak kafa eğitiminin önemli bir yanıdır. Ama, bir büim yükü edinirlerse, duydukları kuşkuyla alt üst olmamalarını sağlayacak bir safra yüklenmiş olur lar. W yatt — Felsefenin geleceği için ne düşünüyorsu nuz? lîussell — Felsefenin gelecekte Yunanlüar zamanın daki ya da ortaçağdaki yerini tutacağını sanmıyorum. Bi limin yükselişi felsefenin önemini ister istemez azalta caktır. W yatt — Felsefenin bugünkü dünyada ve gelecek yıllardaki değerini özetler misiniz? Kussi'U — Bizim zamanımızda önemli bir yeri olduğu nu sanmıyorum. Önce şundan ö tü rü : Demin söylediğim gi bi, birçok önemli sorun vardır ki, bilim, hiç değüse, bugün bunlarla uğraşamaz ve bunlar büimsel bir davranışla elr. alınamaz. İkinci olarak da şundan dolayı: felsefe insanla rın düşünce bakımından biraz daha alçak gönüllü olma larma, kesin olarak bildiğimizi sandığımız şeylerin doğru çıkmadığını ve büime kestirme yoldan vanlamayacağuıı anlamasına yarıyor. Bence, her filozofun her zamanki işi dünyayı anlamaktır, bu anlama da kestirip atmaya gel meyen uzun ve zor bir iştir . ’ 3 f?
DİN
W yatt — Sizin lıiç dinsel duygularınız oldu mu. Lord Russell ? Russell — Oldu, oldu. Erginlik çağımda, eni konu din dardım. Belki matematik dışında, lıer şeyden çok dinle ilgilenmekteydim. Dinle ilgilenmem beni, ona inanmak için bir neden var mı yok mu sorununa götürdü - ki din le her ilgüenenin aynı sonuca vardığı pek söylenemez. Ben üç sorun üzerinde durdum, öyle geldi ki bana, Tan rı, ölümsüzlük ve özgür insan iradesi (cüzi irade) en önemli üç sorundu ve bunları ters yönden birer birer in celedim, özgür insan isteminden başladım, adım adım ilerleyerek, bunlardan hiçbü'ine inanmak gerekmediği so nucuna vardım. Bunun beni çok sarsacağını sanmıştım, ama, tuhaf değil mi, hiç de öyle olmadı. W yatt — Bu üç şeyden hiçbirine inanmak gerekme diği düşüncesine nasıl vardınız? Russell — Özgür insan istemi konusunda ileri sürü lenleri yeterli bulmadım ve hâlâ da bunların inandırıcı olmadığı kanısındayım. Ama düşündüm ki, maddenin bü tün devinimlerini dinamik yasalar yönettiği için, insanın konuşurken dudaklarının oynamasının önceden ayarlan ması gerekir, o kadar ki, söyleyeceği sözleri değiştirme gücü olamazdı. Bunun sağlam bir kanıt olduğunu sanmı yorum ama, o zaman bana inanılır gibi gelmişti, ölüm 40
süzlüğe gelince, ha bakın, bedenle ruh arasındaki ilişki ne olursa olsun, bu ilişki herkesin sandığından çok daha derindir. O kadar ki, beyin çürüdüğü zaman, ruhun yaşa makta devam etmesi düşünülemez. Tanrıya gelince, onun varlığına inaıı ani arm ileri sürdükleri birçok kanıt lar varsa da, ben düşündüm ve hâlâ da öyle düşünüyo rum ki, bunların hiçbiri geçerli değüdir ve Tanrmm var lığına inanmak isteği olmasa, kimse bu kanıtlan kabul edemezdi. W yatt — Fizik yasalan, “cüzi irade” diye bir şeyin olamayacağını ortaya koyar diyorsunuz. Ne demektir bu, anlamıyorum. Russell — Evet, delikanlüık çağımda böyle düşündü ğümü söylemeliyim. O zamanki düşünceme göre, fizik ya la n gereği, ük nebula halinden bu yana, maddenin bütün devinmeleri önceden belirlenmiştir. Söylenen her söz de bu yasaların içine girer. Böyle olunca, diyorum ki ilk ne bula çağında, bay filanın, her durumda söyleyeceği söz fizik yasalarınca saptanmıştır. Bu demektir ki, bay filan, söyleyeceği hiçbir sözü özgür iradesiyle söyleyemez. W yatt — Sizce Tanrı diye bir şeyin olmadığı kesin midir? Yoksa, Tanrmm varlığı ispatlanmamış mı değil dir sadece? Russell — Böyle bir şeyin olmadığı kesindir demiyo rum, hayır. Diyorum ki, Olympos tanırları ya da Norveç tanrıları için durum neyse, Tanrı için de odur. Olympos ya da Valhalla tanırları da var olabilir. Var olmadıkları nı ispatlayamam ama, bence Hıristiyan Tanrısının var ol ması öbürlerinin var olmasından daha olası değüdir. Hepsinin varlığı bir olasılıktan öteye geçmiyor bence. W yatt — Sizce din, etküeri bakımından yararlı mı, zararlı mı? 41
lîüssell — Etkilerinin çoğu, tarih boyunca zararlı clmuytur bence. Gerçi, din sayesinde eski Mısır rahipleri takvimi bulmuşlar, ay ve güneş tutulmalarını önceden kestirebüecek kadar izlemişlerdir. Bunlar bence, dinin ya rarlı etküeridir. Ama etkilerinin büyük çoğunluğu kötü olmuştur kanımca. Kötü olmuştur çünkü, dinin buyruğu ile insanlar, varlığı iyice kanıtlanmamış şeylere inanmak zorunda kalmışlar; ve bu, herkesin düşüncesini bozmuş, eğitim sistemlerini bozmuş ve bence, tam bir ahlak sap kınlığına yol açmıştır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu üzerinde dunılmaksızın bazı şeylere inanmak doğru, bazı şeylere inanmaksa yanlış sayılmıştır. Genel ola rak, dinin büyük zararları olduğu kanısındayım. Din tutuculuğu ve eski alışkanlıklara bağlılığı T ann buyruğu durumuna getirmekle büyük ölçüde zararlı olmuştur; in sanlar arasında hoşgörüsüzlüğü ve kinleri yüceltip bes lemekle daha da zararlı olmuştur, özellikle Avrupa’da, dinin doğurduğu hoşgörüsüzlük korkunç ölçülere varmış tır. W yatt — Özgür düşünceyi engelleyen bir çeşit dü şünce sansürü olduğu kanısında mısınız? Kussell — Evet, bu kanıdayım. Demek istiyorum ki, dünya yüzünde herhangi bir okulu, erkek ya da kız oku lunu alırsanız aim, göreceksiniz ki, hepsinde bir çeşit inanç aşılanmaktadır. Hıristiyan ülkelerde bir çeşit inanç, komünist ülkelerde bir çeşit inanç. Her ikisinde de bir şey öğretilmekte ve öğretilen şeyin doğruluğu tarafsız ca incelenmemekte; bir yandaki çocuklar, öbür taraf üs tüne düşüncesini kendiliğinden bulmaya alıştırılmamaktadır. W yatt — Çağlar boyunca, insanlarda bir din gerek semesini yaratan nedir?
Russell — Her şeyden önce korkudur, sanıyorum. İnsan kendini güçsüz hisseder daha çok. Onu korkutan üç. şey vardır. Biri, Doğa’nın ona yapabüeceği şey. Doğa onu yıldırımla çarpabüir ya da bir depremle yok edebilir. Öteki, başka insanların ona' yapabüecekleri şey. Bir sa vaşta onu öldürebilirler. Uçüncüsü, ki dinle pek ilgilidir, insanın kendi azılı tutkulannm ona yaptıracağı şey; dur gun bir zamanında yaptığına pişman olacağı şeyler. Bu yüzden birçok insan büyük bir korku içinde yaşar. Din de bu korkulara pek fazla kapılmasına yardım eder. W yatt — Ama din kurucularının buyurdukları bu değildir her zaman. Russell — Hayır ama, din kurucuları üe —dinlerin kurucuları demek istiyorum— artlarından gidenlerin öğ rettikleri arasında pek az ilişkiler vardır, pek az gerçek te. Bir örnek verelim. Gördüğüme göre, asker kişiler Do ğu devletleriyle olan çatışmalarda Hıristiyan inancına pek önem veriyorlar. Onlara bakılırsa, Hıristiyan değüseniz savaşta güçlü olamazsınız. Ama ben, İsa’nın Dağ daki vaazım bir daha okudum ve içinde H. bombasını öğütleyen bir sözcük, tek bir sözcük bulamadım. W'yatt — Evet ama, öyleyse siz dinin hâlâ bugün de zararlı olduğuna mı inanıyorsunuz? Demek istiyorum ki, eleştirdiğiniz şeyler geçmişle ilgili. Bugün için ne diyor sunuz? Russell — Dün neyse bugün de o. Verdiğim H. bom bası örneği eski bir hikâye değil, keşke öyle olsaydı. Ben ce bugünkü günde din, kiliselerdeki durumuyla, dürüst dü şünceyi köstekliyor aslmda ve hiç de önemli olmayan şey lere önem veriyor. Onun önem ölçüsünün tümüyle yanlış olduğu söylenebilir. W'yatt — Buna bir örnek verebilir misiniz? 4Ü
Russell — Verebilirim elbette. Roma İmparatorluğu çökerken, kilise ululan Roma İmparatorluğunun yıkılma sına hiç de aldınş etmiyorlardı. Başlıca kaygıları, bakire liği korumaktı. Onlarca önemli olan buydu. W yatt — Ne yaptılar, peki? Russell — Halka din öğütleri verdiler. Orduların sı nırlara dayanması, vergi sistemlerinde reform yapılıp yapılmaması onlan ilgilendirmedi. Din kuralları onlarca, kendi imparatorluklarının yaşamasından daha önemliydi. Onun için bugün de, insan soyunun çökebileceği bir sıra da, görüyorum ki, küise ululan suni döllenmeyi önlemeye hepimizi birden yokedebüecek olan bir dünya savaşmı ön lemekten daha önemli sayıyorlar. Bence, bu, önem ölçüsün de ne büyük bir aldanma olduğunu göstermeye yeter. W yatt — Evet ama, dinlerin eğitüni yaymakta ba zan bir hayli y a ra n olduğunu kabul etmez misiniz? Örne ğin, Birmanya gibi, başka hiçbir eğitim sisteminin ku! tanılamadığı yerlerde, budist rahipleri yoksulları eğitmek te bir hayli iş görmemişler midir? Russell — Evet, olabüir. Benediktenler de bu yolda hayli yararlı olmuşlardır, ama zararlı olduktan sonra, ö n ce bir hayli kötülük etmişler, sonra da birazcık iyilik. W yatt — Kimi insanlar inançsız, dinsiz ol sımayacaklannı, onsuz yaşamm zorluklarına karşı koyamayacakla rını sanıyorlar. Onlara ne dersiniz? Russch — Böyle düşünenler bir çeşit korkaklık gös teriyorlar, derim. Bu korkaklık başka alanlarda ayıp sa yılır. Ama din alanında oldu mu, korkaklık övülüyor. Bense, hangi alanda olursa olsun, korkaklığı övemem, W yatt — Peki ama, neden korkaklık diyorsunuz bu na? 44
Russell — Yaşamla, şunsuz ya da bunsuz savaşıra az dınız demek korkaldüctır. Herkes yaşamm kendisin" ver diği olanaklarla yaşam savaşma girmek zorundadır. Yü reklilik, bir balcıma budur. W yatt — Sizce insanların kendi sorunlarını T ann’ya, bir papaza ya da bir din kuruluşuna yüklemeleri, bu so runlarla kendi başlarına savaşmamaları korkaklıktır mı dır, demek istiyorsunuz? Russcll — Evet. Dünyanın içinde bulunduğu çok tehlikeli durumu ele alalım. Bana boyuna gelen mektup larda hep “Tanrı dünyayı korur” diye yazıyorlar. Ama T ann geçmişte hiç korumadı, yarın ne diye koruyacak mış, anlamıyorum. W yatt — Ama din zararlı ise, insanlar yine de hep bir dinleri olmasını istiyorlar. Russell — İnsanlar istemiyor ki! Kimi insanlar isti yor. Onlar da dini istemeye alışmış olanlardır, örneğin, kimi memleketlerde halk sırık üstünde yürür ve sınksız yürümekten hoşlanmaz. Din de tam böyle bir şeydir. Ki mi memleketler alışmıştır buna. Ben Çin’de bir yıl ya şadım ve gördüm ki, orta halli Çinlilerin herhangi bir di ne İnancıkları yok. öyleyken Hıristiyanlar kadar mutlu olabüiyorlar. Hatta, kötü koşullar içinde oldukları düşü nülürse, Hıristiyanlardan daha mutludurlar bence. W yatt — Ama bir Hıristiyana sorarsanız, Çinliler Hıristiyan olsalar daha mutlu yaşarlar, der. Eussell — Bence bunun doğruluğu hiç de ispatlan mış değüdir. W yatt — Ama, insan kendi dışında bir inanç nedeni aramaz mı? Kendinden büyük sandığı birine inanmak is temez mi? Bu, sadece bir korkaklık ya da başkasına gü venme sorunu değil, onun uğrunda bir şeyler yapmak is teği de ciabüir. 45
Russell — İnsanın kendinden büyük nice şeyler da ha var. Her şeyden önce ailesi, sonra ulusu var, sonra da bütün insanlık. Bütün bunlar bir tek insanın kendirden daha büyük şeylerdir. İçimizde doğabilecek iyilik duygu lanın doyurmamıza bunlar da yeter. YVyatt — Din kurumlamun insanlığı hep pençesi al tında tutacağım mı sanıyorsunuz? Russell — Bu bence, insanların kendi toplumsal so runlarını çöümzleyip çözümlememelerine bağlıdır. Büyük savaşlar ve büyük baskılar sürüp giderse, çoğu insanlar mutsuzluk içinde yaşarsa, din de sürüp gider herhalde. Çünkü, benim gördüğüm kadanyla, Tanrının iyüiğine inanç, olan bitenlere ters düşmektedir. Tanımın iyiliğini gösteren hiçbir kanıt yokken ortada, halk inanıyor buna. Ama her şey yolunda gittiği zamansa, inanması gereken, üıammyor Tanrmın iyiliğe ne. Onun için diyorum İti, halk eğer toplumsal sorunlarını çözümlerse, din ortadan kal kar. Ama çözümleyemezse, o zaman ortadan kalkacağını sanmam. Buna geçmişten örnekler bulabilirsiniz. XVIII. yüzyılda, her şey yolundayken, okumuş yazmış insanla rın çoğu dine bağlı değildiler, serbest düşünceliydiler. Ama Fransız Devrimi olunca, bazı İngiliz aristokratlan serbest düşüncenin insanı giyotine götürdüğü kanısına vardılar. Serbest düşünceyi bir yana bırakıp, hepsi koyu dinci kesildi. Böylece, Victoria dönemi başladı. Aynı şey Rus Devriminde de oldu. Rus Devlimi lıalkı ürküttü, T ann’ya inanmazlarsa, m allan mülkleri ellerinden gide cek sandılar ve Tannya inanır oldular. Bence toplumsal kanşıklıklar dinin işine yaramaktadır. W yatt — Sizin ve benim, ölünce yok olup gideceğimi ze inanıyor musunuz? % Russell — inanıyorum elbette. Başka türlü olması için bir neden yok. ölünce, beden dağılıp gidiyor, biliyo ruz bunu. Beden dağıldıktan sonra, düşüncenin yaşr.num sürdürmesi için de hiçbir neden görmüyorum.
KOMÜNİZM ve KAPİTALİZM
Woodrow W yatt — Komünizmle kapitalizm arasın daki benzerlikler nelerdir sizce. Lord Russell? Russell — Bir hayli benzerlikler var. Bunlar, modem tekniğin kasınılmaz denebilecek sonuçlandır sanırım. Modem teknik, bir merkezden yönetilen geniş örgütleri gerektirmekte ve onlan işleterek bir çeşit yürütücü in san tipi yaratm aktadır. Endüstri bakımından gelişmişler se, komünist ülkelerde de, kapitalist ülkelerde de aynı şeyi görüyoruz. W yatt — Bu geniş örgütler, diyelim, Rusya’da ve Amerika’da, benzer bir düşünme tutumu yaratıyorlar mı, sizce? Russell — Tam değilse hile, öyle oluyor sanırım. Aralarında bir derece aynm ı var, tü r aynm ı değil. Ger çekten güçlü bir Amerikan yürütücüsü üe bir Sovyet yü rütücüsü arasında çok büyük bir benzerlik görüyorum. Amerikan yürütücüsünün yapabilecekleri daha sınırlıdır ama, her ikisi de aynı şeyi yapmaktadır. W yatt — Bu, Rusya’da ve diyelim Amerika’da, in sanları otomobil, maddesel rahatlık vb.‘gibi yaşamda ay nı şeyleri özlemeye götürüyor mu, sizce? Russell — Çok büyüle ölçüde buna götürüyor sanı rım, evet. Demek istiyorum ki, Rusya'nın materyalistliği üstüne bir hayli uydurma laflar edüdi. istedikleri şeyle rin para üe alınacak şeyler olması bakımından, insanların 47
çoğu m ateryalisttir. İnsan yaradılışının normal bir yan dır bu. Propagandanın bize inandırmak istediği gibi, m a teryalizm bakımından Doğu ile Batı arasında pek öyle büyük ayrılıklar olduğunu sanmıyorum. W yatt — Birinci Dünya savaşından sonra siz Rus ya’ya gittiniz. O zaman birçok solcu, Rusya’yı göklere çı karırken, sizin sesiniz pek uymuyordu onlarınkine. O za man Rusya’da olup bitenler sizce istenmeyecek şeyle! miydi, diyorsunuz? Russell — Evet, öyle diyorum. Rusya’da ortaya çı kan rejim, benim görüşüm bakımından özellikle istenir bir şey değüdi. Çünkü, bu rejim özgrlüğe karşıydı, ser bestçe tartışm aya, kösteksiz bilgi araştırm asına izin ver miyordu, dogmatizmi destekliyordu. İnanç yayınımda zor kullanmayı destekliyor, daha birçok şey yapıyordu ki, bunlar benim gibi eski bir liberal için tatsız, bir hayli ta t sız şeylerdi. W yatt — Hâlâ aynı şeyleri yaptıklarım mı sanıyor sunuz? Russell — Evet, öyle sanıyorum. Stalin’in sağlığırdakinden daha az sertlikler yapıyorlar ama, yine de ya pıyorlar. W yatt — Rusya’da komünist rejimin düşünce özgür lüğünü kösteklediğini söylüyorsunuz. O zaman, bilim ala nında bunca parlak başarılan nasıl gerçekleştirebüiyorlar? Russcll — Doğrusu bunlan yapabilmelerine ben de şaşmıştım daha çok, ama şaşmamalıydım. O rtada Japon örneği var. Japonlar Bat'ulaşmaya başladıkları zaman, kafaca değü, sadece teknik bakımdan Batılüaştılar. Mo dem teknikte tam bir başarıya ulaştığı halde, İkinci Dün ya savaşındaki yenilgüerine kadar, eski Japon inançlanm sürdürmüşlerdi. Ruslar gerçi eski inançlarım sürdürmedüer ama zorla oluşturduktan bir inanç teknikle ça48
t ışınıyordu. Daha üstün şeyler düşünmeksizin sadece teknik sorunlar üzerinde düşündürebümenin yolunu bul dular. W yatt — Sizce komünistler Rusya’da halkı eskisin den daha mutlu kılabüdüer mi? Russell — Pek bilemiyorum, doğrusu. Şimdi daha mutlu olmaları olasıdır, sanırım. Ama Stalin’in günlerin de mutlu olmadıkları kesindir. Stalin zamanında orta bir Rus yurttaşı, Çar zamanından daha az mutluydu. Ama bugün belki mutludurlar. W yatt — Lenin’le buluştuğunuz zaman ne düşündü nüz onun için? Russell — Doğrusunu söylemek gerekirse, Lenm be ni daha çok düşkınklığına uğrattı. Bir hayli büyük de ğerleri olduğunu kabul ediyorum elbet. İnanılmaz bir ce sareti, bükülmez iradesi, büyük bir k arar verme gücü vardı. Bir inanç yaratm ak için yaşıyordu, kendisi için değü. Kendisini, sadece inancına y a ra n olduğu ölçüde düşü nüyordu. Bu bakımdan dürüst bir insandı. Ama, bence dar inançlıydı, bir bağnazdı. Marksçı yörünge dışında düşüncmiyordu. W yatt — Katı yürekli bir insan mıydı? Russcll — „Doğrusu, ben öyle gördüm. Stalin gibi ka tı yürekliydi diyemem. Ama herhalde katı yürekli bir ya nı vardı, evet. W yatt — özgür dünyanın kendini ortaya koyuş ve yönetişindeki aksaklıklar üzerinde ne düşünüyorsunuz? Russell — Birçok aksaklıklar var. Ama, bence en önemlisi özgür olmayışıdır, “özgür dünya” diye adlandı rılmaya hakkı yoktur. Elbet bilirsiniz ki, biz Ingiltere’de hepimiz McCarthy’nin Amerika’da nasıl bir dehşet hava sı estirdiğini hep görüyorduk ama, IngUtere’de aynı şey lerin olup bittiğini pek görmüyorduk. Devlet hizmetine girmek istediniz mi, bir casusluk şebekesi çıkıyor önünü 49
ze. Düşüncelerinizin ne olduğu size doğrudan doğruya so rulmuyor yalnız, üniversite profesörlerinizden ve daha başkalarından, hakkınızda birer casus gibi davranması isteniyor. W yatt — Oxford’u bitiren bir kimse, devlet kapısın da iş isteyince, eski öğretmenine “Politik bakımdan gü venilir bir insan mıdır bu?” diye soruyorlar mı demek istiyorsunuz? Bussell — Böyle sorulduğu oluyor. Birçoklan böylesi sorulara karşılık vermek istemediler. Ama, sorulu yor. Oxford’lilara soruluyor mu, bilmem, ama başkalan n a sorulduğu muhakkak W yatt — Ama hükümetin tedbirli davranmasına hak verilemez mi? Devlet, sırlarını yabancı devletlere vere cek kimselerin devlet hizmetine girmesini önlemek isti yor. Russell — Ben öyle düşünmüyorum. Bence, bu cacasusluk işleri, gizli sırlar, falan füan, fazlasıyla büyütü lüyor. Aslına bakarsanız, Ruslar kendiliklerinden her şe yi öğrenebüirler; içimizdeki casusların ve hainlerin bize pek zar an, ya da onlara pek y a ra n olduğunu pek sanmı yorum. Bence bütün bunlar, halkın düş gücünü işleten melodramhk şeylerdir. W yatt — Özgür dünyanın tutumunda başka ne gibi aksaklıklar görüyorsunuz? Russell — Bakın, özgürlüğün nasıl hiçe sayüdığına bir başka örnek vereyim. Franco ile anlaşmaya hazırlamyorlar. Oysa, bence komünist rejimin bütün aksakhkla n Franco rejiminde var. Herhangi bir ideolojik temele dayanıyorsamz, karşı olduğunuz şeylerin tıpkısını yapan birisiyle anlaşmanız olacak şey değildir. W yatt — "özgür dünya” demek istemiyorsunuz, ne diyebilirsiniz başka? 50
Russell — Kapitalist dünya, derim. W yatt — Bu dünya içinde îsveç, Norvaç ve Dani marka gibi gerçekten pek kapitalist olmayan memleket ler de varken, yine de kapitalist dünya mı diyeceksiniz? Russcll — Belki de böyle demek pek uygun düşmez. Bence, asıl önemli aynhk parlamenter demokrasidir. Batı dünyası, İspanya ve Portekiz gibi memleketler dışında, parlamenter demokrasiye inanıyor ama, genellikle ken di yurdu için inanıyor. Komünist dünya ise inanmıyor. Bana kalırsa, en önemli ayrılık budur. W yatt — Dediklerinizin dışında, komünist doktrinin sakat olan yanı nedir aslmda? Rııssell — Komünist doktrindeki en önemli aksaklık bence, iyiliksever despotluğa inanmadır. Bu, eski ve her çeşit toplumlarda yaşamış bir inançtır ama, yanlış oldu ğu her yerde ortaya çıkmıştır. Çünkü, iyiliksever bir ada mı despot yaparsanız, despotluğu kalır, iyilikseverliği çe ker gider. Bütün komünist teori şuna varıyor: Belki bir inanca bağlı kişilere çok büyük güçler veriyor ve onların bu büyük güçleri iyilikle kullanacakları sanılıyor. Oysa, bana öyle geliyor ki, çok küçük bir azınlık dışında, her kes gücü kötüye kullanır. Onun için, önemli olan, gücü elinizden geldiği kadar dağıtmak ve küçük bir kliğe çok geniş güç vermemektir. Wy n tt — Rusya’da komünistlerin hükümet örgütü nü ele geçirdikten sonra, proletaryanın diktatörlüğüne artık inanmaz oldukları kanısında mısınız? Russell — Evet, bu kanıdayım. Proletarya sözü Rus ya’da kullanıldığı anlamda, roman kahramanı Pickwick’e yaraşır bir sözdür. Ben Rusya’ya gittiğimde, Lenin bir proleter sayılıyordu ama, yeterince kam ı doymayan yok sul sokak dilencilerine burjuva uşakları deniyordu. W yatt — Anlıyorum ne demek istediğinizi. Ama, ko münizmin çok geniş ölçüde uygulandığı bir ülkeye, Çin’e 51
geçecek olursak, Rusya gibi Çin’in de, özgür dünya değü de, parlamenter diyebüeceğim dünya için büyük bir tehlike yarattığı düşüncesinde misiniz? Russcll — Evet, uzun bir süre sonra belki daha bü yük bir tehlike olacak. Çin bu işde Ruslardan daha yeni. Yaşadığı dönem erken bir dönem henüz ve bağnazlıkta Rusları geride bırakmış görünüyor. Sonra, Çin’in nüfu su Ruslannkinden çok daha fazla. Çin halkı yaradılış tan çalışkandır, her zaman çalışkan ollnuştur. Rusya’ dan daha güçlü bir devlet olabilirler. Bence, onlarınki ka dar büyük adamları da var. W yatt — Ruslar da Çin üstüne böyle mi düşünüyor lar? Russell — Pek bir şey söylenemez doğrusu. Ruslar ne düşündüklerini belli etmemeye çok dikkat ederler. Böyle bir şeyi kendilerine sorar gibi olursanız, pek ka çamaklı yanıtlar verirler size. Ama, düşündüklerini kestirebiliı ız. W yatt — Rusların Çin’e atom ve H. bombalarının önemli sularını vermemeleri anlamlı mıdır sizce? Russell — Ha, evet, öyledir elbet. W yatt — Sizce komünist olan ve olmayan dünyalar arasmdaki gerginlik, genellikle insanların özgürlüğüne çok zarar veriyor mu dersiniz? Rıısell — Evet, özgürlüğe büyük, çok büyük zarar veriyor. Böylesi bir gerginlik ister istemez zararlıdır. İn sanların açık seçik düşünmesine engel oluyor. Biliyorsu nuz, Batı’da olsun Doğu’da olsun, karşı tarafın sistemiıü incelemeye kalktınız mı, polis, o sistemi ister istemez, benimseyeceğinizi sanır. Onun için de, o sistem üstüne bir şeyler öğrenmenize izin vermez, işte bu., saçma, ger çekten saçmadır. Gerginliğin bir sonucudur bu. Bir baş kası da, bir kuşku havası yaymasıdır. Bu yüzden insan lar çok haksız olarak kuşku altında kalabilir, mahvolabi lir. Gerginliğin büyük zararı oluyor bence.
W yatt — Parlamenter dünya yapıtlarının serbestçe incelenmesine Ruslann izin vermesini nasü bekliyorsu nuz? Çünkü, özgür düşüncenin ne olduğunu görünce, onu kendi yaşadıkları sistemden daha çok sevmeleri pek ola ğan değü ipidir? IIussall — Karşüıklı bir iş olacak bu. Bakın, Ameri ka’da Ruslann yöntemler ini incelemeye kalkan birinin pek önemli engellerle karşılaşacağı su götürmez. Oysa, kar şılıklı olarak, her iki tarafın birbirini incelemesine izin verilmelidir ve öyle sanıyorum ki, Ruslann sisteminde yaşamak isteyecek ne kadar Amerikalı varsa, Amerika lıların sisteminde yaşamak isteyecek o kadar Rus var dır. W yatt — Ama, Ingiltere’de komünizmi hani hani in celeyenler var. Russell — Elbette olacak. Birçoklan, komünizmi se viyor bile. Bunlar üniversitelerde öğretim üyesi olabili yorlar. Oysa, Amerika’da böyle bir şey düşünülemez. W yatt — Komünizmle, kapitalizmin dünyada yanyana yaşamayı öğrenmeleri mümkün müdür? Russell — Evet, mümkündür elbet. Bu, birbirine alış mak sorunudur, örnek olarak Hıristiyanlarla, Müslümanlan aim. Birbirlerini alt edemeden altı yüzyıl savaştüar, sonunda dâhi bir insan çıkıp diyor ki onlara “Ne den savaşmayı bırakıp dost olmayalım birbirimizle?” öyle yaptılar ve çok iyi ettiler. Kapitalizm ile komünizm arasmda da olabilir, elverir ki, her iki ta ra f dünyayı tek başma ele geçiremeyeceğini anlasın. W yatt — Ama bu anlayışa nasıl varılır? Russcll — Deneye deneye varılır buna. Tabü altı yüzyü bekleyemeyiz bunun için. Çiinkü Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki benzer bir çatışma altı yüzyıl sürerse, hiç kimse kalmaz yeryüzünde. Ama bence, her iki tarafın hükümetlerini böyle bir anlaşmanın gereklili ğine inandırmak pekâlâ ola-’dır.
BÎREYÎN ROLÜ
Woodrow W yatt — Bireyin rolü sözünden ne anlı yorsunuz? Russell — Bir tek kişinin, bir örgütün üyesi olarak değil de, tek başına yaptıklarını anlıyorum, her şeyden önce. Pek önemli, pek yararlı, özlenmeye değer birçok çalışma var ki, bunları eskiden tek tek insanlar, bir ör gütün yardımı olmaksızın başarmışlardır. Ama, böylcsi insanlar gittikçe daha fazla örgütlere dayanmak zorun da kalmaktadırlar. Geçmişin büyük bilim adamları — Co pernicus, Galileo, Newton, Darwin gibi büyük adamlar— pek öyle masraflı araçlara bağlı değillerdi, işlerini tekbaşlarma gördüler ve görebüiyorlardı. Oysa, bugünün bir astronomunu düşünün. Ben Califomia'dayken, günümü zün pek üstün bir astronomu üe tanışmıştım. Gördüğü pek yararlı ve pek sevimli iş, tümü ile çok, çok güçlü te leskoplara bağlıydı ve onları da pek zengin bir insan bir observatuvara sağlamıştı. Bir .yemek sırasında, bana an lattı: Gördüğü işi ancak, çok, çok zengin bir inamla olan ahbaplığı sayesinde başarabiliyormuş. VV\ a tt — Nasıl bir çözüm yolu düşünüyorsunuz bu sorun için? liusscll — Bu özel sorun için düşünebildiğim tek çö züm, bilginin gelişmesi için genel bir ilgi ve istek olması dır. Gerçi fazla iyimser bir umut bıı ama, başka ne ya pabiliriz, bümem. 54
W yatt — Bu çok masraflı donatımı kullanma isteği ni ya da hakkım kim öne sürebilir? Russell — Meslek arkadaşlarının oylaması ile kulla-mlabilir ancak bu donatım- Bereket versin, bilim alanın da bir insanın yeteneğini kestirmek oldukça kolaydır. Sa n atta ise durum bambaşkadır. Bir şair, bir resam ya da mimar, çağdaşlarının hoşuna gidiyorsa, onun, pek önem li bir bulucu olması beklenemez, önemli bulucularsa, çağ daşlarının hoşuna gitmemektedirler. Bu yüzden de, sa n atta yeteneği kestirmek pek zordur. W yatt — Ama, insan kültür ve bilim özgürlüğünde biraz daha üeri gidebilir mi ve toplum için önemi nedir bunun? Russell — Son zamanlarda şöyle bir sonuca vardım. Geniş anlamıyla insan davranışlarının önemli itileri “ya ratıcı” ve “edinici” olarak ikiye ayrılabilir. Yaratıcı de diğim iti, siz yapmadıkça var olmayan ve başkasının siz den almadığı bir şeyi üretmeyi amaçlar. Edinici dediğim iti ise, ortaya çıkmış olan bir şeyi kendinize maletmeyı amaçlar, bir somun ekmeği edinmek gibi. Elbette ki her iki itinin de görevi vardır. însan yaşıyabilmek için yete rince edinici olmak zorundadır. Ama gerçekten önemli itiler, özgürlük alanından söz ettiğimiz sürece, yaratıcı olanlardır. Bir şiir yazarsanız, bir başkasının şiir yazma sını engellemiş olmazsınız. Bir resim yaparsanız, başka birisinin resim yapmasını engellemiş olm azsınız Bunlar yaratıcı şeylerdir ve bir başkasının zararına yapılmış de ğillerdir ve bence bunlara tam bir özgürlük verilmelidir. W7y a tt — Sizce kültür ve büim özgürlüğü gittikçe azalmakta mıdır? Russell — Evet, ister istemez, gittikçe azalıyor gibi dir. Belki sanat alanuıda o kadar değü ama, büim alanla rında azaldığı kesin, demin söylediğim nedenlerden ötü rü. Bilimde donatım bugün o kadar pahalı ki, bir insan 55
kendi teleskopu ile bir Galileo olamaz. Bir yeni telesko pu kendiniz yapamazsınız. W yatt — Evet ama, bugünün de büyük bir üstünlü ğü var. Eskiden büimsel buluşlar yapan insanlar, başla rının kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Oysa bu gün öyle bir tehlike yok. Bussell — Pek doğru değil saıuyorum bu. Biz, genel olarak, başlarım kesmiyoruz. Ama, politik bakımdan hu şa gitmiyorlarsa, ki pekâlâ gitmeyebilirler, gerekli l&boratuvarlann yanma yaklaşamazlar. W yatt — Ama bilim özgürlüğü, kültür özgürlüğü var oldu mu hiçbir zaman? Bussell — Hayır, sanmıyorum. Hiçbir zaman olma dı sanıyorum. Herhangi bir yönde önemli bir adım atan kimse, hemen hiç şaşmadan, halkın büyük tepkisi Ue k ar şılaşmıştır. W yatt — Buna birkaç örnek verebilir misiniz? Bussell — Copernicus ya da Galüeo. Buluşlarıyla ikisinin de başı derde girdi. Darwin de öyle. Ona da, za manında yüklenmedik kötülük kalmadı, önemli bir derle me sağlayanların hemen hepsine kötü gözüyle bakılmış tır. W yatt — Kimi insanların, önemli derlemeler, olabi lecek ya da olmayacak öneriler ortaya attıkları zaman, bir hayli tepki görmeleri iyi bir şey değd mi aslında? Böylece, önerileri deneyebüiriz ve bir hayli saçma ku ramların bizi aldatmasını önlemiş oluruz. Bussed — Hayır, bunun saçma kuramları önlediği ni sanmam. Çünkü, benim bddiğim duyduğum kadarıyla dünyanın bütün hükümetleri, saçma kuramları tu tarlar ve desteklerler. Sağlam olan kuramlar sert tepki görmek zorundadırlar. Sizin görüşünüz üstüne çok şey söylenebdir. Tepki çok sert olmazsa, insanı deri iter. Ama, çok 56
sert olursa itemez. Kafanız kesildi mi, düşünme gücünüz büyük ölçüde azalır. W yatt — Bunca buluşların halkta tepki uyandırma sı nedendir dersiniz? Bussell — Güvensizlik duygusu verirler insanlara da ondan. Her insan, her hayvan gibi, güven duyduğu bir çevre içinde yaşamak ister. Beklenmedik tehlikelerle k ar şılaşmak istemediğiniz bir çevre içinde bir adam çıkıp da size, inanageldiğiniz bir şeyin doğru olmadığını söy lerse, korkutur, sarsar sizi ve "nerede olduğumu bilmi yorum. Ayağımı yere bastığım zaman, belki de basmıyorum dur” dersiniz içinizden ve bir korkudur sarar sizi. W yatt — Bu dediğiniz pratik bilimden çok, düşün ce alanındaki buluşları ilgüendirir. Demek istiyorum ki. Ay’a gidecek bir makinenin bulunması kimseyi kaygüandırmaz. Bussell — Evet, kaygılandırmaz. Ama insausoyunu yokedecek bir makine —ki o da bilime bağlıdır— benim beklediğim kadar çok olmamakla birlikte, yine de çok kimseyi kaygılandırır. W yatt — Ama bu apayn bir şey değil mi? Demek is tiyorum ki, televizyon gibi birçok yeni buluşlar halkı hiç sarsmadı. Bussell — Evet, bu yeni bir buluş ama, yeni icatla rın dayandığı buluşlar, çoğu kez, tekniğe karşıt olan dü şünce alanını etkiler ve bunlar genellikle halkı sarsar. W yatt — Bireyin rolü sorununa siz büyük önem ve riyorsunuz. Bu kadar önem vermeniz nerden geliyor? Bussell — Çünkü, dünya tarihinin başından beri bil diğimiz önemli Derlemeleri, çoğu sert tepki De karşDaşmış olan bireylere borçluyuz. W yatt — Sizce, kamuoyundan korkmak bir çokları nı iyi ve doğru şeyler yapmaktan alıkoymuş mudur?
Russell — Evet, çok derin bir etkisi oluyor bu nur* özellikle, sürü çılgınlığına götüren büyük coşku günlerin de. Birçok insan sürü çılgınlığına karşı gitmekten korkar, bu yüzden de, kötü şeyler, kazanmamaları gereken zafe ri kazanırlar. W yatt — Bu söylediklerini^ bilim ve sanat adamlan için de doğru mudur? Russell — Evet, öyle sanıyorum. Büim adamlarının şu ayrıcalığı var ki, kimi zaman haklı olduklarını ispat layabilir, ama sanat adamları ispatlayamazlar. Bir sanatçı başkalarının kendisini haldi bulacağım umabüir sadece. Onun için, sanatçı büginden daha güç durumdadır. Ama, bilgin, bugünkü dünyada hiç kuşkusuz güçlük, çekmekte dir. Çünkü, hükümetin işine gelmeyen buluşlar yapabüir, o zaman da başı derde girer. W yatt — Sizce, bilgin Batı dünyasında başı derde girmekten kurtulamaz mı? Russcll — Kurtulabilir, ya da kurtulamaz. Bu, bir yandan onun büyüklüğüne, bir yandan elindeki kanıtla rın değerine, bir yandan da hükümetin işine gelme dere cesine bağlıdır? W yatt — Peki, sanatçı ve pratik şeyler düşünen bi lim adamı olmayıp da, az çok düşünce adamı olanlar için ne dersiniz? Russell — Evet, o da duruma göre değişir. Birçok düşünür, kendilerine söz getirecek düşünceleri uluorta di le getirmekten çekinir. W yatt — Peki, bunlann dışında olanlar için? Russell — Birinci Dünya Savaşından sonra Ameri ka da çok önemli bir dava olmuştur. Sacco ve Vanzetti adlı iki kişi, adam öldürmekle suçlandılar. Kanıtlar yeter li değildi ve adamlar hüküm giydikten sonra bir kaç in san kanıtları gözden geçirmekle görevlendi. Bunların ara
sında Harvard Üniversitesi Rektörü de vardı. O ve öte kiler, adamlar için suçluluk yargısı verdiler ve adamlar idam edüdi. Bana kalırsa, kanıtlara tamamiyle yansız bir gözle bakan herkes, bunların mahkûmiyete götürecek ni telikte olmadığını görürdü. W yatt — H arvard’m Rektörü bile bu adamların suç suz olduklarını biliyor muydu demek istiyorsunuz? Russell — Bilmesi gerekirdi sanıyorum. Bir şey diye mem, çünkü içindekini bilemem. Ama, bilmesi gerekirdi sanıyorum. Wyatt. — Yalnız kamuoyu yüzünden mi oldu bu? Russell — Evet. W yatt— Şimdi şu soruna çok yaklaşmış bulunuyo ruz. Düzenli bir toplum kurmak için bireyin vazgeçmesi gereken özgürlük payı nedir? Ne düşünüyorsunuz bu ko nuda? Russell — Doğrusu, ana sorun, toplum düzeninin ko runmasıdır. Elinizden gelirse, içinde kimsenin hırsızlık etmediği, birbirini, öldürmödiği bir dünya kurmalısınız ve bunu, yurt içinde polis aracüığı ile bir ölçüde başarabi lirsiniz. Bu çeşit özgürlük sınıflandırmaları, hele kalaba lık topluluklarda, pek gereklidir. Trafik kurallarını düşü nün. Benim gençliğimde motorlu taşıt yoktu ortada. Di lediğiniz gibi araba sürebilirdiniz her yerde, hiç tasa duy madan. Bugünse, uymak zorunda olduğunuz inceden in ceye düşünülmüş kurallar var; bunlara uymazsanız, hem kendinizin hem de halkın başına büyük dertler açarsınız. Genel olarak dünyada kalabalıkların artmasından geliyor bu. Eskiden büyük değer verdiğimiz bir takım yurttaş öz gürlükleri zararlı olmaya başlamıştır, tıpkı trafik kural ların m yokluğunda olduğu gibi. W yatt — Özgürlükte yeni sınırlamalar yapmak ge rekecek mi sizce? 59
Russell — Evet, elbette. Y urttaş özgürlüğünde sı nırlamalar gerekli oluyor. Bazı saçmalıklar da çıkıyor or taya. Sosyalistlerin doğal kaynaklan millileştirmeden ya na ileri sürdükleri kanıtJar, bugün doğal kaynaklara ulus lararası nitelik vermek yolunda kullanılıyor. Bunun -eıı açık örneği petroldür. Toprağında büyük ölçüde petrol bulunan ufak bir memleketin bu petrolü tek başına elin de tutm ası biraz saçmadır. W yatt — özgürlüklerin artm ası da gerekmiyor mu? Russell — Evet; özgürlüklerin düşünme alanında a rt ması, {-dinme dediğim alanda ise azalması gereldyor.
TABU AHLAKI
W yatt — Tabu ahlakı, sözüyle ne demek istiyorsu nuz, Lord Russell? Russell — Bununla anlatmak istediğim ahlak, en çok yapılmaması gereken şeyler üstüne bir sürü kurallar koyan ve bu kuralların nedenlerini vermeyen ahlaktır. Nedenleri kimi zaman bulunmaz, kimi zaman bulunur ama bu kurallar her zaman kesin sayılır ve yapma dedi ği şeyleri yapmamak zorundasınız. W yatt —Ne türlü şeyler bunlar? Russc’l — Uygarlığın bulunduğu düzeye bağlı şey ler. Asıl tabu ahlakı ilkel kafanın özelliğidir. İlkel toplu luklarda ondan başka türlüsü de yoktur, sanınm. Bu topulluklarda, örneğin, reisin yemek yediği kaptan yemek yiyemezsiniz. Yerseniz, ölürsünüz, derler. Bir çok kural ları vardır buna benzer. Anımsadığıma göre Dahomey kralı gözlerini belli bir yere uzun zaman dikemezmiş, di kerse, memleketinin orasuıda fırtına koparmış. Onun için, kural gereği gözlerini hiç durmadan bir bu yana bir o yana çevirmek zorundaymış. W yatt — Peki, ama bunlar yalnız ilkel topluluklar da görülebilen tabular olsa gerek, Bizimkiler ne oluyor? Russell — Bizim ahlakımız da, onun gibi tabularla doludur. En yüce şeylerde bile türlüsü var. Günah diye kesilip atılmış öyle bir günah var ki, ben öylesini hiç iş lemedim: “Komşunun öküzüne göz dikmeyeceksin” der ler. Ben hiç dikmiş değilim. 01
W yatt — Evet ama, gündelik yaşayışımızda ıaslanaıı başka kurallar yok mu? Tabu ahlakından bize vere ceğiniz örnekler yok mu? Russell — Var, tabiî. Tabu ahlakının birçok yanları akla dayanan ahlakla güzelce uzlaşıyor, örneğin, çalma yacaksın, öldürmeyeceksin, diyoruz. Bunlar, akla uygun kurallardır ama, tabu olarak ortaya konurlar. Olmama sı gereken sonuçlar doğururlar, örneğin, bir katüin acı duymadan öldürülmesi yasaktır; oysa, aldı başında bir insan bunu hoş görebilir. W yatt — Sizce Hintlilerin sığır eti yememeleri, ye dirtmemeleri tabu ahlakına girer mi? Russcll — Evet. Hint ahlakının tipik özelliğidir sığır eti yememek. Müslüman ve Yahucüler de domuz eti ye meyeceksin, derler. Ama neden yemiyeceksin, belli değil. Bu, bir tabudur sadece. W yatt — Peki, bu tabularuı yararlı iş gördükleri ol maz mı? Russeü — Kimisinin olur, kimisinin olmaz, yerine göre. Demek istiyorum ki, ahlakınız akla dayanıyorsa, ta buları gözden geçirir ve hangilerinin yararlı olduğunu araştırabilirsiniz. örneğin, ben kendi hesabıma, sığır eti yasağının bir şeye dayandığını sanmıyorum. W yatt — Siz dine inanmıyorsanız, ki inanmıyorsunuz tabu ahlakının akla sığmayan bir çok kurallarını da hi çe sayıyorsunuz. Sizin inandığınız bir ahlak sistemi yok mu? Russeü — Var. Ama, ahlakı politikadan ayırmak çok güçtür. Bana göre ahlak şu yoldan ortaya çıkıyor. Bir in san kendi için yararlı, komşuları için zararlı bir şey yap mak istiyor. Komşularının çoğu bundan zarar görecek olursa, birleşir, derler ki: “Biz bu türlü işleri sevmiyo ruz, bunlardan başkasına zarar gelmesini önleyeceğiz.” ve 62
işte, akla pek uygun olan bu davranış ceza yasalarına yol açıyor, özel ve genel çıkarları uzlaştırma yoludur bu. W yatt — Herkesin, genel bir ahlaka uyacak yerde kendi özel ahlak sistemine uyması sakıncalı bir şey sayıl maz mı? Russell — Sayılır öyle olursa ama, ahlaıc pek o ka dar özel olamaz. Çünkü, demir, de söylediğim gibi, ceza yasalarıyla karşüaşır. Ayrıca halkın tutup tutmaması da var. Elimse halkın gözünde kötü olmak istemez. Böyle olunca da, herkesin kabul ettiği ahlak çok güçlü bir şey olur. W yatt — Günah diye bir şey var mıdır ? Russell — Hayır. Günah, tanımlanması zor bir şey dir. İstenmeyen işler demek istiyorsanız, vardır böyle iş ler “İstenmeyen” iyilikten çok, kötülük getiren demek tir. Böylesi işler de vardır. Ama, günahın işe yarar bir kavram olduğunu sanmıyorum. Bir cinayeti günah say dınız mı, onu cezalandırırken sadece cinayeti önlemeyi de ğil, katüin azap çekmesi gerektiğini düşünürsünüz. W yatt — Günah düşüncesi, kimi zaman işkence yap maya hak kazandırıyor mu demek istiyorsunuz? Russell — Bence böyle oluyor geniş ölçüde. Demek istiyorum ki, cehennemi ancak katı yürekli insanlar uy durmuş olabilir. İnsanca duygulan olanlar, yaşadığı top lum ahlakının cezalandırdığı suçları işleyenlerin öldük ten sonra büe sonsuz işkenceler çekmesine razı olamaz lar. Kendini büen hiç kimse böyle bir görüşü kabul ede mez. W yatt — Demek ki, sizce günah kavramı, sadece jıısandaki saldırgan duygulan ortaya çıkanyor? Russell — Evet, öyle sanıyorum. Günah, katı yürek li diyebileceğimiz bir ahlakın özüdür. Sizi vicdan azabı çekmeden başkalanna işkence etme yoluna götürüyor. Buysa kötü bir şeydir.
W yatt — Günah diye bir şey olmadığını kabul eder sek, bazı şeyleri nasıl kötü görebiliriz? Russell — Bütün yapabileceğimiz, bence kötü gör meği ceza yasalarıyla bir arada düşünmektir. Sizde bir çeşit kamuoyu olması gerektir. Bunun ne kadar önemli olduğunu İtalyan Rönesans tarihini okurken anlarsınız. Bu tarih Machiavelli Kuramlarını doğurmuştur. O gün lerde, kamuoyu, çoğu zaman, çoğu kez kamuoyunun hoş göremiyeceği şeyleri hoş görmüştür. W yatt — özünde bozuk olan bir şeyler var mıdır sizce ? Ruscll — Bu sözcüğü pek kullanmak istemem. İyi likten çok kötülük getiren şeyler demek daha iyi. Bir şe yin iyilikten çok kötülük getireceğini gördünüz mü, onu yapmamakla daha iyi edersiniz, özü bozuk sözünü kul lanmak istiyorsanız, kullanm. Ama, ben bunun bir işe ya layacağını sanmıyorum. W yatt — Tabu ahlakında cinsel ilişküer büyük bir yer tutar. Siz, yazılarınızda da bu üişküere büyük bir yer ayırdınız. Cinsel bakımdan akılhca davranmak istiyen insanlara ne öğüt verirsiniz? llussell — önce şunu söyliyeyim ki, benim yazüanm da cinsel konular yüzde bir ölçüdedir. Ama, okurları mın çoğu öylesine bir cinsel saplantı içindedirler ki, ya zılarımın geri kalan yüzde doksan dokuzunu fark etme mişlerdir. Bence insanların bu konu ile ügisinin akla uy gun ölçüsü yüzde biri geçmez. Başka şeyler için nasıl düşünüyorsam, cinsel ahlak için de öyle düşünmem ge rekir. Bu konuda da, yaptığınız şey başkasına zarar ver mediği sürece, kötülenemez. Bir cinsel ilişkiyi sadece es ki bir tabu kötülüyor diye kötülememek. Zarar verip ver mediğine bakmalısınız. Başka her konu gibi, cinsel ahla kın da temeli budur. (il
W yatt — Demek ki, sizce kadını zorla elde etme ceza görmelidir de, uygunsuz cinsellik işi başkasına zarar ver miyor diye, görmemelidir. Bussell — Evet. Bir kadını zorla elde etme, insana karşı her hangi bir zor kullanmadan farksızdır. Uygun suz cinsel ilişkiye gelince, koşullara bakmanız, buna karşı koymakta haklı bir neden olup olmadığım araştırmanız gerekir. Bütün koşullar içinde, toptan bir kötüleme yoluna gidilmemeli. W yatt — Bir şeyin yapılıp yapılmaması üstüne ku rallar koymak doğru mudur, sizce? Bussell — Bu konuda ben biraz aşın düşünüyorum. Korkarım, böyle düşünmekte benden yana^,olacaklar pek azdır. Bence, uygunsuz yayınlan yasak eden kurallar ol mamalıdır. öyle düşünmem, biraz da şundan : Bazı dar kafalı yargıçlar, gerçekten değerli bir yapıtı, hoşuna git medi diye suçlandırabüirler. Ama bu, nedenlerden biri, sadece. Bir başka neden de şu : Bence yasaklar halkın, her şeyden olduğu gibi, açık saçıkhkla ilgisini büyük öl çüde arttınyor. îçki yasağı döneminde Amerika’ya sık sık giderdim. Bu yasak ayyaşlığı eskisinden çok, hem de çok daha fazla arttırm ıştı. Pornografi yasağı da aynı sonucu verir sanırım. Yasaklar üstüne ne düşündüğümü açıkla mak için bir örnek vereyim size. Füozof Empedokles def ne yaprağı çiğnemenin büyük, çok büyük bir ruh bozuk luğu olduğuna inanıyor, defne yaprağı çiğnediği için de kendisinin on bin yıl karanlıklarda kalacağına yakmıyor. Kimse bana defne yaprağı çiğneme demedi. Ben de çiğne miş değüim zaten. Ama, Empedokles’e çiğneme dediler, çiğnedi. Pornografi için de aynı şeyi söyleyebüiriz. W yatt — Sizce, herkesin yazdığı müstehçen her şey yayınlanırsa, halkın ilgisini hiç arttırm az mı bunlar? Busscll — Bencş azaltır. Aşağılık, açık saçık posta kartlarına izin verildiğini düşünelim. Bence, ük bir iki yıl 65
bunlar kapış kapış alınır, sonra, herkes kanıksar ve kim sc yüzlerine bakmaz olur. W yatt — Yazılar ve başka şeyler için de böyle midir? Russcll — Böyledir, sanıyorum, akün sınırlan dışına çıkmamak şartıyla. O rtaya konan güzel bir sanat yapıtıy sa, halk bunu okur yine, ama pornografik olduğu için değil. W yatt — Şimdc konuşmamızın temeline, yani, tabu ahlakının düşüncesiz kurallarına gelelim. Bunların zararla n ne oluyor sizce bugün? Russell — Türlü türlü zararları oluyor. Zararın bir çeşidi bu kuralların eski olmasından, içinde yaşadığımız dan ayrı bir toplumdan kalmış olmalarından geliyor. O topluma uyan ahlak bizim zamanımıza uymuyor çoğu kez. Yapay insan yetiştirme, bu eski kurallara uymuyor, ör neğin. Geçmişin ahlakçıları bunun üzerinde düşünmemiş ler. Bunun bir zararı oluyor. Bir başka zarar, tabu ahla kının eski işkenceleri sürdürmesidir. Buna bir çok örnek verebüirim. Tanrılara insan kurban etme işini aim. Yu nanlılar, tarihlerinin ük günlerinden beri insan kurban edilmesine karşı koydular. Bunu bir zamanlar yapmışlar dı. Ama, artık kaldırmak istiyorlardı ortadan. Gel gele lim, bir kurum vardı ki bunun ortadan kalkmasını istemi yorlardı. Ona yapışıp kalmışlardı. Bu kurum Delphoi kâ hinliğiydi. Kör inançlarla yaşıyardu bu kurum. Onun için de kör inaıiçlann azalmasını istemiyordu. Başka Yunan lılar da çok sonralara kadar* insan kurban edümesindc dayattı, önemli bir başka örnek daha vereyim. Bir cese di kesip biçmek ötedenberi çok kötü bir şey sayılmıştır ve im parator Karl V zamanında Vesalius adında pek büyük bir hekim cesetleri kesip bakmadan hekimlikte önemli olarak fazla iş görülemeyeceğini anladı ve kesip biçmeğe başladı. Karl V hastalıklı bir adamdı ve yalnız bu hekim onu iyi edebüiyordu. Onun için, korudu kendisini. Ama 66
imparator tahtından ayrıldıktan sonra Vesalius’ü koru yan kalmadı ve bir insanın bedenini iyice ölmeden kesip biçti diye suçlandırıldı. Ceza olarak Kudüs’e günahları nı temizlemeye yollandı. Yolda gemisi battı ve kendisi de türlü eziyetler içinde öldü gitti. Bütün bunlar ceset kes mek yasak (tabu) olduğu için geldi basma. Tabu ahlakın dan bugün de kötülük geliyor, örneğin, doğum kontrolü nü alalım. İnsan topluluklarının çoğunda, bu konuda, aşılman bir tabu vardır, bu yüzden de birçok kötülükler doğuyor, çok büyült kötülükler. Yoksulluk ve savaş do ğuyor bundan, birçok toplum sorunları da çözülemez olu yor. En önemlisi bu, zararların. Daha birçokları da var dır herhalde. Boşanma yasağı hiç kuşkusuz zararlı bir reydir. Bu yasak, sadece, eski geleneklere dayanır ve bu günkü koşullan hesaba katmaz.
67
GÜÇLÜLÜK
Woodrow W yatt — Lord Russell, insanı güçlü olma isteğine iten nedir sizce? Lord Itııssell — İnsanları sonradan güçlülük tutkusu na götüren ük itki, öyle sanıyorum ki, açlık tehlikesi üe karşı karşıya yaşadıkları dönemde ortaya çıkmıştır. O dönemde insan isterdi ki, yiyecek kıtlığı baş gösterince, bundan zarar görecek kimse kendisi olmasın. Bu da, güç lü olmayı gerektiriyordu. W yatt — O günden bu yana gelişen güçlülük çeşitle ri nelerdir? Russell — Güç’leri sınıflandırmanın çeşitli yolları vardır. En açık olanlarından biri, sanırım, doğrudan doğ ruya beden üzerine yönelik güçlülüktür. Bu da, ordulann ve polisin gücüdür. Sonra, ödüllendirme ve cezalandırma güçlülüğü gelir ki, ona da ekonomik güçlülük denir. Son olarak da, propaganda, inandırma güçlülüğü vardır. Sanı rım başlıca güçlülük çeşitleri bunlardır. W yatt — Lord Russell, sizce, güçlü olmak isteğinin hem iyi lıem kötü nedenleri o ;b ilir mi? Rııssell — Olabilir, derim. Diyebilirim ki, dünyada önemli etkisi olmuş olan herkes, bir çeşit güçlülük tutku su ile eyleme geçmiştir. Bu, iyilik edenler kadar, kötülük edenler için de doğrudur. Her etkin insan için de doğru dur bu, bence. GS
W yatt — iyilik etmek isteyenlerin güçlü de olrr. ak is temeleri, çoğu kez, boş gururlarından gelmiyor mu? E ısscll — Evet, çoğu kez öyle oluyor. Çünkü, sade ce güçlü olma tutkusu, çoğu kez şunu ya da bunu gerçek leştirmek isteğinden daha ağır basar, işte, onun için Lord Acton pek haklı olarak der ki, güçlülük insanın ahlakını bozar. Çünkü, gücünü kullanma zevki, kullandıkça artan bir şeydir, örnek olarak Cromwell’i aim. Hiç kuşkum yok ki, Cromwell politikaya Övülesi nedenlerle girdi. Çünkü, memlekette gerçekleşmesini istediği pek önemli şeyler olduğunu düşünüyordu. Ama, bir süre iktidarda kaldık tan sonra, sadece güçlülük ister oldu, işte, onun için ölüm döşeğinde Tanrının gözünden düşmüş olmaktan korktu ğunu söyledi. Evet, elbette öyledir. Pek etkin olmak iste yen herkes, güçlülüğü ister. Ama, ben yalnız güçlülüğün bir çeşidini isterim. Düşüncelerimde güçlü olmak isterim. W yatt — Düşüncelerinizle güçlü olmak sizin ah’akı nızı bozdu mu dersiniz? Bussell — Bozdu mu bilemem. Bunu söylemek bana düşmez. Bu konuda yargıyı verecek olan başkalarıdır. W yatt — O üç çeşit güçlülüğe dönebilir miyiz? İlk olarak fizik güçlülüğünü alalım. Devlet gücü, polis, hü kümet örgütü, bütün bunları dizginlemek gerekir mi siz ce? Bussell — Devlet gücünü ellerinde tutanlar, yanlış yola saptıkları zaman, onlan atabilmeli. Devlet görevli lerini suçlama gücü bu düşünceden doğmuştur. Kötü şey ler yapar görünen bir adamı durdurabümelisiniz. Böyle bir güç olması önemlidir, çok önemli. W yatt — Ama, durdurma gücü de pek fazla yürüyor mu dersiniz? Bugün, halk, keyfi iktidardan, polis ve ben zerinden yeteri kadar korunmuyor ki! Bussell — Orası doğru elbet ama, bu konuda ne ya pılabileceğini kestirmek kolay değil. Bugünkü dünyan ız(59
da kararların çabuk verilmesi gerekiyor. K arar alma yet kisini pek az kişinin eline vermek zorundasınız. Eu yüz den, güc’e karşı halkın korunması kolay olmuyor. Ama, bu çek önemli bir sorundur, üzerinde durulması gerekir. W yatt — Siz ne dersiniz bu konuda? Bussell — Konuyu, yaşamın hangi alanında düşün düğünüze bağh bu. örneğin, diyebiliriz ki, polis gücü bir çok modem devlette çok tehlikeli olmaya başladı. Komü nistlerin, daha önce yönetmedikleri bir devleti ele geçir mek istedikleri zaman, ilk yaptıkları şey, polis örgütüne elatmak oluyor. O zaman, ldmi hapse atacaklarına karar verebiliyor ve yaptıklarının doğruluğuna kanıtlar hazır layabiliyorlar. Bu yüzden polis gücü çok tehlikeli bir şey olabiliyor ve olmuştur da. Bana sorarsanız, her yerce ik; türlü polis gücü görmek isterim: Biri suçu ortaya koyma ya çalışmalı, öbürü de suçsuzluğu. W yatt — Bu, işleri biraz zorlaştumaz mı? Hükümet lere pel: pahalıya mal olmaz mı? Russall — Evet, elbette olur. Ama düşünün ki, adam öldürmekle haksız olarak suçlanıyorsunuz. Vergi ödeyen her yurttaş, sizin adam öldürdüğünüzü ispatlamak için gerekli m asrafları ödüyor ve siz kendi cebinizden, öldür mediğinizi ispatlamaya çalışıyorsunuz. Hoş bir şey değil bu. Bir suçsuzun cezalarmasmdansa, doksan dokuz suç lunun cezadan kurtulması daha iyidir. Bizse tam karşıt il keye göre davranıyoruz: Bir suçlunun cezadan kurtulmasmtlansa, doksan dokuz suçsuzun ceza görmesi daha iyi dir, diyoruz. Çünkü, vergi ödeyen yurttaş suçun ispatlan mam için, özel kişi ise suçsuzluğunu ispatlamak içiıı pa ra vermeli diyoruz. W yatt — Evet ama, bir kimsenin haksız yere mah kum olduğuna pek süc raslanmaz. Eir kimsenin haksız ye re suçlandığı zaman, her seferinde, suçu ispatlamak için devletin o kadar büyük m asraflara girmesine değer mi? 70
Russell — Suçsuzun hüküm giymesine pen fazla raslanmaz mı, bümiyoruz. Tartışılması gereken bir şeydir bu. Bu, polisin kolayca açıklayacağı şeylerden değildir. Bütün bildiğimiz şu ki, sık sık olabilir böylp şeyler. Ger çekten bümiyoruz ama, herhalde, yapüacak büyük mas raf, bugün suçlunun ispatı için yapüanlar kadar olmaya caktır. W yatt — Şimdi de hükümetlerin davranışları üze rinde biraz daha duralım. Sizce hükümetlerin, seçmenle re filan başvurmadan, işleri çabucak karara bağlama ko nusunda pek büyük özgürlükler olmamalı mı dersiniz? Böyle olursa, is görme bakımından etkinlikleri bir ' r/llr* » - 1 azalmaz mı? Russell — Evet, azalır. Üstelik yaşadığımız dünyada öyle yerler vardır ki, orada işleri halkın oyuna, ya da başka bir yola başvurularak yönetmek olacak şey değil dir. Barış ve savaş sorunları —ki hepsinden daha önem lidir— çabuk karara bağlanmak ister. Savaş ve barış ka rarının yavaş yavaş, üzerinde direte direte durularak ve rilmesi için, bütün dünya kurum lannda çok büyük deği şiklikler yapüması gerekir. Evet, bunu yapabilseniz çok iyi olur. W yatt — Genel olarak, hükümetlerin birazıcık daha az etkin olmasından yana rmsmız? Russell — Kötü işlerin yapıldığı yerde, bu etkinlik ne kadar az olursa o kadar iyidir. İnsanoğlunun yaradılışı öyledir ki —daha doğrusu bugüne değin öyle olmuştur ki —öyle büyük kötülükler vardır ki, halk onları işlemekte etkinliğe can atar. Bence denebilir ki, insan soyu dünya yüzünden kalkmadıysa, etkinsizlik yüzünden kalkmamış tır. Ama, bugünlerde etkinsizlik azalıyor, onun için de insan soyunun yokolması başgösteriyor. W yatt — Gevşeklik ve etkinsizlik, insan soyunun bu güne değin yaşamasına nasıl yardım etmiştir?
Bussell — Birbirini öldürme etkinliğini azaltmakla. Zeki bir katilseniz, etkinsiniz ve bir hayli insan öldürebi lirsiniz demektir. Budala bir katilseniz, yakalanırsınız, öldüremez olursunuz. Ne yazık ki, katiller gitikçe zeki, da ha zeki oluyorlar. W yatt — Bir başka güçlülük türüne — ekonomik güçlüğe— geçebüir miyiz? Marx sizce, ekonomik gücün önemini pek fazla abartmamış mıdır? Russell — Marx, ilk önce, ekonomik gücü öbür güç lülük biçimleri karşısında çok fazla abartmiştır. Sonra, 1840 Ingiltere’sindeki duruma kapılarak, güçlülüğün, dev^ ^ a jje tim in d e n değil, mal sahipliğinden geldiğini dü{r/feti Her üıi yorum onu, dünyanın bütün dertleri için bir tek deva önermeye götürdü. O devanın da baştanba şa yanıltıcı olduğu ortaya çıktı. W yatt — Siz ekonomik gücü nasıl değerlendiriyor sunuz? Bussell — Ekonomik gücün önemi çok büyüktür gerçekten. Ama, güçlülüğün bir biçimidir sadece- Onun, asker gücünden ve propaganda gücünden daha önemli ol duğunu söyleyelim. Bir örnek alalım. Kraliçe Boadicea’ nın Romalılara karşı ayaklandığını bilirsiniz. Ayaklanma sının nedeni şuydu: Seneca ona çok yüksek faizle ödünç para vermişti ve kraliçe para bulamıyordu. Demek ki, o çağda Seneca’nm ekonomik gücü vardı. Ama sonra, Boadicea’yı Boma ordusu tamamen alt edince, im parator, Seneca’yı da ölüme mahkum etti ve bu, bir ekonomik güç lülük değü, .asker güçlülüğü idi. W yatt — Ekonomik güçlülüğün dizginlenmesi geıvkir mi sizce? Bussell — Evet, her çeşit gücün dizginlenmesi ge rektiği kanısındayım. Çünkü, koca ülkeleri yoksun bırak mak güçlülüğü elbette hiç istenmeyeoek bir şeydir. Ben ce, Ortadoğu’daki bazı bölgelerde, petrolü dilediği zaman 72
vermemek gibi ekonomik güçlülük de, hiç mi hiç istene cek şeylerden değüdir. W yatt — Propaganda gücü ne dereceye kadar önem lidir? Bussell — Propaganda gücü son derece önemlidir, bu önemi her zaman kabul edilmiştir. Din kurbanlarının ka nı kilisenin tohumudur, der halk. Bu demektir ki, din kur banlarının kanı büyük bir propaganda gücü olmuştur. Yine halk der ki, doğru olan büyüktür, egemen olacaktır. Bununla da demek ister ki, bugün geçerli olan inanç ege men olacaktır. Propaganda türlü alanlarda büyük ölçüde önemlidir. Hıristiyanlığın, ekonomik ve askerî yardım ol maksızın kurulduğunda şüphe yoktur. W yatt — Sizce propaganda gücü kötü bir şey midir her zaman? Bussell — Yo, hiç değil. Değil elbet. îyi inançları kö tülerle karıştırdığı zaman kötüdür ama, her zaman için kötü olduğu düşüncesinde değilim. Her zaman için kötü olduğunu söyleyemem elbet. Böyle söylersek her eğitimin kötü olduğunu ileri sürmüş oluruz. Çünkü, her eğitim bir çeşit propaganda demektir. W yatt — Propaganda gücünü dizginlemek gerekir mi sizce? Büyük kitlelere aşılanan düşünceler, insanları kendüiklerinden açık seçik düşülm eyecek duruma getirmi yorlar mı? Bussell — Evet, propagandanın iyice dizginlenmesi gerekir. O rta bir Rus yurttaşının, Doğu ülkelerinde olup bitenler üstünle düşündüklerinin gerçekten uzak, çok uzak olduğunu ve bunun komünist ülkelerde eğitim üs tündeki propaganda denetiminden geldiğini büiyorum. Komünist olmayan ülkelerde bu denetim daha az sıkıdır ama, insanların doğru düşünmeyi değü, hükümetlerin is tediği gibi düşünmesini gözeten büyük bir kontrol var hâlâ. 73
W yatt — Batı için ne diyorsunuz? Propaganda gücü nün Batı’da da bir hayli dizginlenmesi gerekmiyor mu? Russell — Elbette gerekiyor. Doğu’daki kadar değil se de yine gerekiyor. Çünkü okul ve üniversitelerde deği şik inançlar arasında özgürce bir yarışmaya yer verildi ğini görmüyoruz. Tersine, kimi inançlar tutulup İtimi inançlar yeriliyor. W yatt — Bir insanın yaşamında güçlülüğün iyiye ve ya kötüye kullanılması sorunu ne ölçüde önemlidir? Russcll — Son derece önemlidir bence. İyi ve kötü yönetim arasındaki başlıca ayrılık budur diyebiliriz. îyi bir yönetimde güç, sınırlı olarak, denetimler ve dengeler le uygulanır; kötü yönetimdeyse, gücü engelliyen hiçbir şey yoktur. Bence çok önemlidir bu. Wyatt. — Kabaca diyebiliriz ki, Batı’nm demokratik s iste i'.ileri, hükümetin sağlam ve kararlı eylemlere giriş mek gereksinimi ile, bu eylemlerin halkın isteğine uygun olup olmadığı bakımından hesap vermek gereksinimi ara sında akıllıca bir denge kurmaktadır. Russell — Doğrusu, totaliter devletten çok daha iyi durumdayız, çok daha iyi. Çünkü bizde, güçlülüğü dizgin leyen bazı son çareler vardır. Ama bence, zaman zaman başvurulan genel seçimlerden daha tez sonuç veren diz ginleme yollan bulmalıyız. Günümüz dünyasında her şey öylesine birbiri içerisine giriyor ki, referandum yollarını cek daha geliştirmek zorundayız. W yatt — Gücü dizginlemekte referandumlar gevşek bir çare olmuyor mu? Russell — Evet, gevşek ve ağır yürüyen bir çare. Ama, hükümetin hiç kimseye sormadan memleketi her an toptan en büyük yıkımlara siirükliyebileceği sistem den daha iyi olabüir referandumlar.
SAVAŞ ve BARIŞÇILIK
Woodrow W yatt — Lord Ilussell, haklı savaşlar ol m uştur demek, sizce akla uygun olur mu? Russell — Evet olur pekâlâ; yalnız, tabii, haklı sö züyle ne demek istediğinizi, açıklamanız gerekir. Haklı nedenlere dayanan savaşlar demek istiyorsanız, evet, bir tarafın pek haklı nedenler gösterebileceği birçok savaş olmuştur. Ama zarardan çok yarar sağlamış savaşları düşünüyorsanız, onlar aynı türe girmez. Hiç mi hiç gir mez? W yatt — I^cr.iki türe örnekler verbüir misüıiz? Russell — Evet, kolaylıkla. Bence her saldın ya da işgale karşı koymakta haklıdır. îngilizler, İspanyol Arma dasına karşı koymakta pek haklıydılar. Macarlaruı da özgürlüklerine kavuşmak için ayaklanmalan pek haklıy dı bence. Birinde başan sağlandı, öbüründe sağlanamadı. Sorunu işin sonucuna göre ele alırsanız başka bir yana kayarsınız : Sonucun yararlı olup olmadığına bakarsınız. Şimdi hukuk yönünden lıiçbir dayanağı olmayan bir sa vaşı, Beyazlann Kuzey Amerikayı işgal etmelerini düşü nelim. Genel olarak bu savaş iyi sonuç verdi denebüir, r.n a hiç de haklı bir nedene dayanmıyordu. W yatt — Amerika'nın bağımsızlık savaşı için ne der siniz? Russell — Tam anlamıyla haklıydı, derim. Hukuk yö nünden dayanağı yoktu her halde ve bugün Amerika'ya
gitmek isterseniz, George Washington’u için için suçla yan bir tutum göstermek zorundasınız. Hukuka uygun olarak kurulmuş hükümetlere karşı diretilmeli, savaşılmalıdır diyeceksiniz. W yatt — Uzun bir süre içüı başarılı olmuş savaşlar var mıdır sizce? Russell — Vardır, vardır elbet. Çok eskilere gider sek, İskender’e ve Sezar’a bakın örneğin. Her ikisi de büyük bir fatihti, her ikisinin de giriştiği savaşlaruı hak lı bir dayanağı yoktu, ama başardıkları fetihler yararlı oldu. İskender’in fetihleri Yakın - Doğu’da Helenizmi yer leştirdi, Yunan dilini yaydı ve eski Yunanistan’ın kütlür mirasını korudu. Bana sorarsanız, diyebüirim ki, İsken der olmasaydı bugün hiç birimiz Yunanlıların uygarlığa 11e getirdiğini bilmiyecektik. W yatt — Sezar için ne diyorsunuz? Russell — Sezar Galya’yı fethetti ve Galya’yı uygar dünyanın bir parçası yaptı; bu arada hep hayranı oldu ğumuz fransız düinin doğmasına yol açtı. Sezar olmasa Fransızca olmayacaktı. W yatt — Savaşın başlıca nedenleri üstüne ne dersi niz? Ekonomik midir bu nedenler, yoksa yönetimlerin çıl gınlıklarına mı bağlıdırlar? Halkuı heyecan veya ruh taş kınlığı da bir neden olabilir mi? Russell — Doğrusu hepsinin de örnekleri var. Bazan biri, bazan öteki başta gelir. Büyük Friederich’in Maria Terasa’ya saldırısını alın. Bence sadece bir hükümdarın keyfi sebep oldu buna. Başka hiç bir nedeni olduğunu san mıyorum. Onsekizinci yüzyılda hükümdarların hiç bir haklı neden olmaksızın sırf şan şeref için savaş açmaları pek olağandı. Onsekizinci yüzyıldan sonra öylesine pek raslanmaz. W yatt — Yöneticüerin çılgınlığı denebilir buna her halde. 76
Russell — Evet. Sonra ekonomik nedenler geliyor. İngiltere’yle İspanya arasındaki bitmez tükenmez çatış malarda bu nedenlerin büyük payı oldu elbet. İngiltere için nedenler daha çok ekonomikti, Ispanya içinse dinsel di. İngilizler istedikleri bir şey için savaşıyorlardı. Ispanyollar istemedikleri bir şey için. Çok uzun süren bu hi kâye bizim bakımımızdan sadece, ya da hemen hemen ekonomikti. Sonra, halk çılgınlığının payı da oldu. Wal pole uzun bir süre başbakanlıkta kaldı, sonra halkın taş kınlığı ve Ispanyollarla savaş inadı yüzünden devrildi. Biz İspanyollarla savaşmaya alışmıştık: Seviyorduk bu işi, Walpole ise sevmiyordu. W yatt — Siz Birinci Dünya Savaşında barışçıydınız, tlünci Dünya Savaşmda barışçılığı bırakmanız tutarsız lık olmuyor mu biraz? Rııssell — Yoo, ben hiç de öyle düşünmüyorum. Ben bütün savaşların haklı ya da bütün savaşların haksız ol duğu görüşüne katılmadım hiçbir zaman. Kimi savaşları haldi bulmuşumdur, kimi savaşları haksız. Bence İkinci Dünya Savaşı’nın haklı nedenleri vardı, birincisinin yok tu. ' W yatt — ikinci Dünya Savaşını niçin haklı buldu nuz? Russe!] — Çünkü, Hitler’in bütün hoşgörü şuurları nı aştığı kanısındayım. Bütün Nazi dünya görüşü kesin likle korkunçtu. Diyordum ki, Naziler bütün dünyayı ele geçirirlerse, İd güçleri yetse buydu yapmak istedikleri, dünya o zaman tam anlamıyla cehennem yaşamı sürülen bir yer olur. Onun için durdurmalıyız bunu diyordum, durdurmak zorundaydık. W yatt — Birinci Dünya Savaşma girişmenin bir ha ta olduğu kanısında mısınız hâlâ? Elutüsiül — Evet. Bence Ingiltere yansız kalmalıydı. O zaman böyle söylemiştim, bu^'in de o kanıda diretiyo77
runı. Bence Birinci Dünya Savaşında yansız kalmış olsay dık, herhalde kısa bir savaş olurdu bu. Almanya, başlangıçtakinden biraz daha güçlü bir devlet olurdu sonunda; ama hiç de en güçlü devlet olamazdı. Kayser’in Almanyaei da, o zaman İngiltere'de yapılan propagandanın tersi ne, pek o kadar kötü değüdi. Gerçekten bugün dünyamız da Kayser’in yönettiği hükümet kadar iyisi pek azdır, pek az; çünkü kötü bir hükümetle savaşa giriştiniz, mi, büsbütün kötüleştirirsiniz onu. Bu düşüncem Nazilere karşı savaş için pek geçcrlidir diyemem, çünkü ondan da ha kötü hiçbir türlüsü olamaz. Ama genel olarak geçerlldir bu söylediğim ve biz eğer 1914’te yansız kalsaydık, Naziler de olmazdı dünyamızda, Komünistler de. Komü nistlerin Rus ordusunun dağılması sonucunda geldikleri apaçık bir gerçektir. Savaş kısa sürseydi, Rusya’da o ge nel kaos olmazdı. W yatt — Rusya’da ne olurdu o zaman? Russell — Rusya’da 1905 devriminin varmak istediği çizgide bir devrim olurdu. Sosyal devrimcüer şaşmaz de nebilecek bir olasılıkla devletin başına gelirlerdi ve hiç de komünistler kadar kötü olmazlardı. Pekâlâ hoşgörebiIeceğimiz bir durumu gerçekleştirebilirlerdi. W yatt — Almanya’da Naziliğe benzer hiçbir şey ol maz ve Almanya adım adım akılhca bir demokrasiye doğ ra gelişebilir miydi demek istiyorsunuz? Russell — Evet, öyle olmaya başlamıştı bile. Alman ya, buna doğru ölçülü adımlarla ilerliyordu; eskiden İn giltere’nin gidemediği kadar hızlı bile gidiyordu. Bence, Almanya zamanla oldukça iyi bir parlamenter demokra si olurdu ve bir çöküşe tepki olarak doğan Nazi düşünüşü Almanya’da gelişemezdi. W yatt — Ama diyelim ki, biz Birinci Dünya Savaşı’ na girmedik. Almanlar hiç kuşkusuz Fransa'yı yener, son 78
ra İngiltere’den yana bakıp: Elimiz değmişken, onu da temizleyelim, diyebilirdi. Russell — Ben böyle düşünmek için hiçbir neden gör müyorum. O zaman, Almanların istekleri pek sınırlıydı. İyi bir deniz gücü edinmek, sömürgelerini bizim pek ho şumuza gitmeyecek ölçüde büyütmek, Balkanlar üzerinde de bir çeşit egemenlik kurmak istiyorlardı. Daha doğru su, Avusturya'nın Balkanlar’da bir çeşit egemenliği ol masını istiyorlardı. Ama, Kayser’in amaçlan, benim gör düğüm kadanyla, hiç de sonsuz, sınırsız değüdi. Dünya egemenliği peşinde olduğunu sanmıyorum. W yatt — Ama, îngüizlerin görüşüne göre Birinci Dünya Savaşı haklı bir savaştı, değü mi? Russell — Evet, Belçika’yı savunmak için savaşa gir diğimizi üeri sürerseniz, ki bu bir hayli söz götürür, hu kuka uygundu bü savaş. Bu yüzden girdiğimize inanıyor sanız, hukuk bakımından haklıydı elbet. Ama ben, hukuk sal dayanağı olan her savaşa girilmesi gerektiği düşünce sinde değilim. W yatt — İnsanlar savaştan hoşlanıyorlar mı sizce ? Russell — Eh, bir çoklan hoşlanıyorlar. Birinci Dün ya Savaşı başladığı zaman beni şaşırtan şeylerden biri de bu oldu. O zaman birlikte çalıştığım bütün banşçı dost lanm a göre halk, hükümetlerin kurnazca dolaplariyl.ı savaşlara zorla sürükleniyordu; ama Londra sokakların da dolaşırken bir de baktım, savaş başlayınca herkes es kisinden daha mutlu görünüyordu açıkça. Bu görüşümü yazdığım zaman banşçı dostlarım çok üzüldüler; bunu söylemem hoşlarına gitmemişti. Bugün de ben o kanıda yım ki, insanların bir çoğu, yakınlarında olmayan ve ken dilerine büyük kötülüğü dokunmayan bir savaştan hoş lanıyorlar. Ama, savaş kendi yurdunuza girdi mi, pek kadar hoş olmuyor.
W yatt — Bir çok insan savaşlardan hoşlandığına gö re, onlara savaş fırsatı verilmediği zaman saldırganlık is teklerini nasıl doyurabilirler? Russell — Onların duyduğu aslında saldırganlık de ğil, serüven gereksinimidir. Bence, insanların serüven se venlerinin hepsine olabildiğince serüven fırsatı sağlamaya çalışmak önemli, çok önemlidir. Fazla para harcamadan dağlara tırmanma fırsatını bulabümelisiniz. Canı isterse Kuzey Kutbuna, Güney Kutbuna, gidebilmeli insan. Se rüven için her çeşit fırsatı bulabilmeli. W yatt — İskandinavyalIlar ya da İsveçlüer diyelim, uzun süredir savaş görm edikleri için daha mı mutludur la r dersiniz?
Russell — Evet, 1814'den beri savaş görmediler ve ta nıdığım kadarıyla, İsveç büdiğim en mutlu memleketler den biridir. Yaşamın tadını çıkarıyorlar doyasıya ve sa vaşa girmediklerinden ötürü bir tedirginlik belirtisi gör medim İsveçlilerde. W yatt — Kendi kendini öldürenler çok oluyor ara larında. Russell — Ha, evet, yapıyorlar bunu, ama kendileri ni din bağlamadığı için yapıyorlar. Pek dindar insanlar değildir isveçliler. Dindar isveçlüer hep Amerika'nın Ya kın Batısına gittiler. İsveç’te kalanlar dinsizlerdi daha çok. Wyatt. — Ama, savaş insan yaradılışının bir gereği dcğü mi? Russell — İnsan yaradılışının ne olduğunu bilmem; ama yaradüış istendiği kadar yoğurulabilir ve işte bunu anlamıyor insanlar. Evcil bir köpekle yabani bir kurdu karşılaştırırsanız eğitmeyle neler yapdabileceğini görür sünüz. Evcü köpek, tatlı, uysal bir yaratıktır; arada bir havlar, belki postacıyı ısırdığı da olur, ama genellikle za rarsızdır. Oysa kurt bambaşka bir yaratıktır. Aynı şeyi SO
insanlarla da yapabilirsiniz. Yetiştirilmelerine göre insan, hır bambaşka olabilirler, insan y a r a tılışının değiştiril mcyeceği düşüncesi saçmadır bence. W yatt — Ama nice zamandır insanları, savaşları is tememeleri gerektiğine inandırmak istiyoruz, yine de pek başarmış değiliz bu işi. Bussell — Hayır, insanları inandırmaya çalışmadık. Az kişi pek az İçişi çalıştı buna, büyük çoğunluksa çalış madı. W yatt — tsveçlüer bir savaşla sarsılıp kızışsalar bi raz daha mutlu olmazlar mı sizce? Bussell — Böyle düşünmek için en küçük bir neden yok. Hayır. Bugün ulusların çoğu bir savaş görmüş dü rümdalar, öyleyken hiç de tsveçlüer kadar mutlu olduk larını sanmıyorum. Hiç değilse gezilerimde bu kanıya vardım. W yatt — insanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan pek o kadar hoşlanmadılar diyebüir misiniz? Bussell — İkinci Dünya Savaşı birincisinden çc' farklı geçti. Birinci Dünya Savaşı’nda cepheye gidenler pek mutlu değülerdi, çünkü büyük, çok büyük bir olası lıkla öleceklerini büiyorlardı. O savaştan hoşlananlar, ev lerinde kalanlar oldu. Ama, ikinci Dünya Savaşı başka, bambaşka oldu, insanlarda bir görmüş geçirmişlik vardı: Savaş coşkusunu Birinci Dünya Savaşı’nda tatmışlardı. W yatt — Bu konuşmanın en başlan.ıda Ispanya’ya karşı bir savaştan sözettiniz. Sürü çılgınlığı, başbakan Walpole’a karşı tutm uştu o savaşı. Sürü çılgınlığı bugün insanların daha az kapılacağı bir şey midir sizce? Busscll — Hayır, o zamankinden daha az değü. Ben ce insanların okumasını sağlayan eğitim, sürü çılgınlığını basın yoluyla bir hayli artırm ıştır. Ama, buna karşı bir eğilim türem iştir bugün ve bence daha çok televizyon 81
sağlamıştır bunu. Çünkü, halk dünya haberlerini coşkui: salonlarda bağırıp çağırmaya başlayan kalabalıklar için de değil, evinde oturarak izliyor. Bence, sürü çılgınlığının başhca nedeni büyült mitinglerdeki gibi geniş topluluk lardır. Mitingler önemini yitirdikçe sürü çılgınlıkları aza lacaktır. W yatt — Savaş ilanı sıralarında halkın Trafalgar Meydanında kendiliğinden toplanmasına benzer durumler artık pek olmaz mı dersiniz? Russell — Yine olur herhalde. Trafalgar Meydanı hep canlı kalacak ama, eski önemi azalacaktır sanırım. Halk T rafalgar Meydaıuııda alkış tutm ak için toplanır. İnsanlar orda, kendüerinin öldürülmesi için hükümetin verdiği ka rarı onaylar. Ayıp bir şey bu. İnsan yaradılışı dediğiniz şeyden bekleyeceğimiz bu olmamalıdır. Bugün için durum bu. ama sürü çügınlıklan gittikçe azalacak sanırım.
82
MİLLİYETÇİLİK
W yatt — Sizce milliyetçilik iyi bir şeymi, kötü bir şey mi? Lord Russell — Milliyetçüiğin kültür ve politika yön lerini birbirinden ayırmak gerekir. Kültür bakımından bu günkü dünyanın içinde bulunduğu tekrenklilik oldukça ta t sız bir şeydir. Pahalı bir otele giderseniz, size dünyanın ne resinde olduğunuzu anlatacak hiçbir şeye raslayamazsınız, bütün dünyada pahalı oteller *'.ep birbirine benzer. Yaban cı memleketleri zengince gezmek hiç de özenilecek bir şey değil. Yabancı memleketleri gerçekten görmek istiyorsa nız, fakirce gezmelisiniz. İ.şte, bu yönden milliyetçiliğin üstüne söylenecek çok şey vr.r sanıyorum. Edebiyatta, sa natta, dilde ve her türlü kültür işlerinde değişikliği sür dürmek için müliyeteilik istenebilir. Ama, politika yönün den alırsanız, milliyetçiliğin kötü bir şey olduğu su götür mez. Milliyetçi politikayı iyi gösterecek tek şey bulunabi leceğini sanmıyorum. W yatt — Milli bir dc. ;:ı kuruluşundaki amaçlar başlıca amaçlar - nedir, sizce? Russell — Her devlet kendisi için bu amaçların sa vunma olduğunu söyler, ö b ü r devletler içinse, bu ‘‘savun ma” bir ”saldırma"dır. İki tarafın yaptığı aynı şeydir, ama, ay n ayrı adlar alır. Devlet, başlangıçta, yabancı ları öldürmek için kurulan bir düzendir, başlıca amacı budur. Devletlerin yaptığı başka isler de vardır, tabii. Bir
parça eğitim yaparlar ama, bu eğitim sırasında gençlere yabancıları öldürmenin iyi şey olduğu inancım aşılamak için de bir hayli çalışırlar. Benim gençliğimde, şimdi pek sık söylenmeyen bir millî m arş vardı. Bu m arşta şöyle bir söz yer alıyordu: “Aşağılık oyunlarını bozun, politi kacılarını tepeleyin!” Her yabancı için bunları büyült bir coşkunlukla söylerdik. W yatt — “Başa geç Britanya!” gibi, değil mi? Russell — Evet. “Britanya” için de öyle. Britanya denizlere egemen olmaktan çıkalı artık şöyle diyemiyoruz pek: “Başa geç, Amerika. Dalgalara egemen ol. Ameri ka". Çünkü şiire girmiyor bu söz. Onun için bütün marşı atıyoruz. W yatt — Sizce milliyetçilik bu bakımdan mı zararlı? Russell — Zararlı olması şundan geliyor bence. Ver diği öğüde göre kendi memleketiniz şanhdır, her zaman, her işde haklıdır, ö b ü r memleketlere gelince Dickens'de Podsnap’uı dediği gibi “Kusura bakmayın ama, yabancı mületler ne halt ederlerse etsinler”. Yabancı milletlere böyle bakmanm doğru olduğunu sanmıyorum. Bunun ga rip örneklerini görüyoruz. Ber. bir kitap yazdım, içinde milliyetçüikten söz ederken şöyle demiştim: “Dünyada bir tek millet var, bütün yüksek değerler ondadır. Başkala rının bu değere sahip çıkmaya haltları yoktur. Bu tok milletse, okuyucum hangi millettense, o millettir” Bir PolonyalIdan aldığım mektupta, şöyle diyordu: “Polonya’ mn üstünlüğünü kabul etmenize çok sevindim.” W yatt — Evet, anlıyorum. Peki, başka rie gibi du rumlarda ortaya çıkıyor bu? Daha başka örnekler verir misiniz, demek istiyorum. Russcll — Tabii. Birleşmiş Milletlerin bir toplantı sında çok hoş bir genç bayan vardı, bisiklet meraklısı bir bayan. Ekvator’dan geliyordu. Çok dik bir tepede, bisik letinin freni patlamış ve var hızıyla tepeyi inmiş, ama az 84
kalsın ölecekmiş. Dostum Gilbert M urray bu bayana: “Bi siklet son hızıyla giderken korkmadmız mı?” diye sordu. “Yo, hayır, dedi genç bayan, korkmadım, çünkü, kendi kendime Ekvadorlu olduğunu unutma diyordum.” W yatt — Ama tabii, herkes için bu böyledir: lîussell — Evet. Bu öyküyü sık sık anlatırım ve her kes güler. Benim de şunu diyesim geliyor onlara: "Gülü yorsunuz ama, büdiğiniz bir başka milletin adını söyleseydim, hiçbiriniz gülmezdiniz.” W yatt — Peki, insanlar niçin millî devletlere ayrıl mak isterler? Russell — Biraz da duygu sistemimiz gereği, hem sevme, hem de nefret yoluna gidiyoruz. Bu duygularımızı işletmek hoşumuza gidiyor. Böylece de yurttaşlarımızı sevip yabancılardan nefret ediyoruz. Ama, tabii, y u rt taşlarımızı yalnız yabancıları düşününce seviyoruz. Ya bancıları unutunca, peK o kadar sevmiyoruz onları. W yatt — Peki, ama siz-e nasü olacak? Diyorsunuz ki, müliyetçilik bir ölçüde hoş ve doğrudur. Ölçüyü kaçır mayacağımızdan nasıl emin olabiliriz? Russell — Emin olamazsınız. Bu gibi işlerde hiçbir şeyi kestirip atamazsınız. Ama, şunu söyleyebüirsiniz ve herkes de söylemelidir ki, eğer insanlığın yaşamasını isti yorsak, ordular, donanmalar, hava güçleri ulusal değil, uluslararası olmalı. Böyle olunca, başka bir memleketi kötü görmenizden fazla bir zarar gelmez, elverir ki, onla rı yokedecek bir durumda olmayasınız. W yatt — Başka bir şeye geçiyorum. Bir şeyi memle ketiniz için yapıyorsunuz duygusu varsa içinizde, örne ğin, Everest tepesine çıkarken ya da fezaya gidecek bir alet üzerinde çalışırken, işinizi daha büyük bir coşkun lukla ve etkinlikle yapabilirsiniz. Bunu belirsiz bir dünya amacına bağlarsanız, o kadar ateşli olmıyabilirsiniz.
Bussell —- Doğru, insanı diirtiikliyen şeylerin daha yakın, daha dar bir çevresi vardır. Ama, bu coşkunluğu sürdürmenin bir çok yolları vardır, sanıyorum. Everest seferini alın, örneğin. Bunu yapan yalnız bir memleket değil. Hemen her zaman bir enstitü ya da araya giren çok zengin adamlar, dernekler yapıyor bu işi. Kendi mem leketleri kadar bu toplulukların onuru için de yapıyorlar bu işi. YVyu.lt — Ama, bir yarışmada sen mi üeri gideceksin, ben mi diye bir dürtüklenme istersek, milliyet duygusu da bu işe gerçekten elverişli geliyor, değil mi? Bussell — Evet, işin içine öldürme girmedikçe, bu türlü yarışmalarda bir sa. 'nca görmüyorum. Belediye iş lerinde de yarışmayı doğru bulurum. Bir kent çok güzel bir belediye sarayı yaparsa,'öbür kentler, bizim de güzel bir belediye sarayımız olmalı derler. Buıdar iyi şeyler. Benim bildiğime göre, Manchester ve Liverpool birbirini sevmezler ama, birbirleriyle savaşma için özel orduları yoktur. W yatt — Peki, haklı olsun olması" vatanım, düs turuna inanmazsanız, tehlike, bunalım ve gerginlik anla rında bir topluma düzen vermek için başka hangi vo!a başvururdunuz ? Bussell — içinde bulunduğumuz durumda ne yapüması gerektiği düşünülürse, demin de söylediğim gibi, bir tek oıdu bulundurmalı; bu ordu ulusal değil, uluslararası olmalı. O zaman, sizin sözünüzü ettiğiniz Lehlikeli durum lar kalmaz. Çünkü, ulusal bir saldırıya olanak kalmayın ca, ulusal savunma da gerekmez. W yatt — Ama şimdi bu tehlikeler beliriyor. Bussell — Evet, şimdi beliriyor. Onun için insanların kafalarına şunu sokmalısınız ki, saldırıya îcarşı koymak doğru, ama saldırmak yanlıştır. Kimse saldırmazsa, sal 86
dırıya karşı koymaya da yer kalmaz. Ama saldırıya kar şı koymanın gerekli bir şey olduğuna inanıyorum. W yatt — Son Dünya Savaşından bu yana O rta Doğu’da neler oluyor, bir bakalım. Arap milliyetçiliği bu bölgede bir sürü yeni devletler çıkardı ortaya. Geniş Arap topluluklarına büyük ölçüde bir kendine güven duy gusu ve bir iyi yaşama isteği verdi. Bu, iyi bir şey midir, kötü bir şey mi? Russell — Doğrusu şimcülik bir şey söylemek zor. Araplarda kendi kendüerine saygı ve büyük işler başar ma duygusu uyandırması bakımından iyi bir şeydir. Ama, halkına, arap olmıyanlara karşı, örneğin, Israel halkına karşı bir kin uyandırması iyi bir şey sayılamaz. W yatt — Milliyetçi duygular bir defa iyi amaçlarla ayaklandıktan sonra, nasıl sınırlandırılabilir, bunu merak ediyorum. Bu duyguları kötü yanlara kaymaktan nasıl alıkoyabilirsiniz? Russell — Hükümetleri hürleştirerek, sadece. Örnek olarak Ingiltere üe îskoçya’yı aim. Bu iki memleket yüz yıllarca, evet yüz yıllarca birbiriyle savaştılar, iki mem leket, sınırlarının ötesindeki insanlardan nefret etmek gerektiği düşüncesini ileri sürer oldu. Derken, sadece bir kral evlenmesi rastlantısıyla hükümetler birleşli ve kin ortadan kalktı. W yatt — Yani, ikisinin bu tek kralı oldu demek is tiyorsunuz. Russell — Evet. W yatt — istemeden mi oldu bu iş? Russell — Evet. W yatt — Irk düşmanlığının milliyetçilikle ne ölçüde bir yakınlığı var, sizce? 87
Russell — iste r istemez düşmanlık karışıyor işe. iki komşu millet arasında bir ırk düşmanlığı varsa, tabü. O zaman, ırk düşmanlığı doğuyor ve iki tarafın milliyetçi liğini azdırıyor, ikisi aynı şey değü. Ama, çok kolay kay naşıyorlar birbirleriyle. W yatt — Son elli yıl içinde ırk düşmanlığı arttı mı, dersiniz? Russell — Evet, artmış olsa gerek. Ama, pek emin de değilim. Bilmem ki... nasıl söyliyeyim, Rudyard Kip ling ’ı aim, ürneğin. Bu yazar Ingiliz emperyalizmini kö rüklemede çok iş gördü. "Geri ırklar” diye tutturdu ve bütün yazüarında beyaz olmıyanlan, h a ttâ diyebüiriz ki, fng üz olmıyanlan az çok aşağı insanlar saydı. Onun için 0 l:adar yeni bir şey de değü bu. W yatt — Amerikalıların, AvrupalIların ırk düşmanlrğ rdan neler çektiğini büıyourz. Asyalüarda, Afrikalı larda bu düşmanlık daha mı az? Russell — Hiç de daha az değü. H attâ onlarda bu düşmanlık biraz yeni olduğu için, belki de bugün daha çok 1; j; iilüğünü görüyorlar. Afrika ve Asya müliyetçiliği, bu gün Avrupalüar arasındakinden daha azgın olabilir, di yebilirim. Çünkü, daha yeni uyanıyor. Bunun büyük, çok 1üyük bir tehlike olduğunu sanıyorum. Bana kalırsa, bir >oğu - Batı gerginliği vc savaş tehlikesi dışında, milliyetf ilik, bugün insanlığın karşısına çıkan en büyük bir teh likedir. W yatt — Hor görülen mületleri, olduklarından daha yaman bir miüet saymıyor mu insanlar zaman zaman? Değerlerini gerçekten daha fazla büyütmüyorlar mı? Russell — Büyütüyorlar, doğru. Bir mlüet, bir sı nıf, ya da herhangi bir topluluk haksızca ezüdi mi, in sanlık duygusu taşıyan herkes, bu insanları pek erdemli ve pek sevilmeye değer bulurlar. Bu değişmez bir kural 8&
gibidir. Ama, bu ezilen insanlar, er geç kurtuluyorlar, kurtulur kurtulmaz da kendilerim ezenlerden çektkilerini başkalarına çektirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. W yatt — önüne geçümez bir şey midir, bu? Russcll — Hayır, hayır, önüne geçümez, demiyorum. Her zaman da öyle olmuş değildir. Hindistan’ı örnek alır sanız, bunun her zaman böyle olmadığım görürsünüz. Bana öyle geliyor ki, Hindistan özgürlüğe kavuşalı beri, kurtulmuş milletlerin basma gelen o kötü huydan şaşı lacak kadar uzak kaldı. W yatt — Sizce, niçin müliyetçüik, bugün her zaman kinden daha çok azıtmış görünüyor? Russcll — Eğitim yüzünden. Eğitimin çok büyük za rarları oldu. Zaman zaman, insanların okuma yazma bil memesi daha iyi olurdu diyesim geliyor. Çünkü, büyük çoğunluk okuma0 yazma öğrenince, propagandaya açılı yor ve her memlekette propaganda devletin eline geçip devletin istediği gibi oluyor; devletin istediğiyse, sizi öl dür dediği zaman öldürecek duruma sokmaktır. W yatt —>Biraz önce, müliyetçüiğin dünyamız için en tehliketi şey olduğunu söylediniz. Sizce bu, komünizmden daha büyük bir tehlike midir? Russell — Doğu - Batı gerginliğinden daha büyük tehlike olduğunu sanmıyorum. Bence, dünyanm karşısın da bulunduğu en büyük tehlike budur. Ama, bu gergin lik ortadan kalkınca, milliyetçilik daha da tehlike olabilir. Milliyetçilik, barış yoluyla yapılacak bir kominizmden in sanlar için daha tehlikeli olabüir. W yatt — Milliyetçilik ne yoldan önlenebilir? Merihlilerin dünyayı almaya kalkmaları bu sorunu çözümlemez mi, sizce? llussell — Tabii, milliyetçilik hemen biter. O zaman bütün gezegenlere karşı kendi dünyamızın milliyetçi'
oluruz. Okullarımızda bizim gezegenimizin o aşağılık Merihlilerden ne kadar üstün olduğunu öğretiriz. Merih üs tüne hiçbir şey bilmez, bilmediğimiz için de ona türlü kö tülükler yükleriz. Böylece, çözümlenir bu iş. Ama, kor karım böyle olamıyacak. Bence, umut, insanların yapıcı amaçlara yönelmelerinde. Bu amaçlar, insanları yıkıcı savaşlara değil, kendüeriyle birlikte başka memleketleri de daha iyi yaşamaya götürecek amaçlar olmalı.
İNGİLTERE
Woodrow W yatt — Lord Russell, sizce biz İngiltere’ de kapitalizm ile sosyalizmi gereğince kaynaştırmış sayı lır mıyız? Russell — Evet, öyle sanırım. Bugün için gerekli kaynaştırmayı sağlamışızdır derim, ama bunun her za man için doğru bir kaynaştırma olduğunu söyleyemem, çünkü koşullar değişiyor sanınm. Uzun bir süreden beri benim görüşüm, her hangi türden bir özel ekonomi çabası tekel aşamasına vardı mı, onun özel girişimden çok, dev let eliyle yürütülmesinin daha iyi olduğu yolundaydı; bu gün İngiltere’deki durum da az çok‘ budur. W yatt — Bu tutum her alanda yeterince başarılı oluyor mu sizce? Russell — Evet, elimizden geldiği ölçüde oluyor. Ek siksiz bir başarı denemez buna, ama eksiksiz ne var ki! W yatt — İngiliz toplumunun başlıca erdemleri neler dir sizce? Russell — Birincisi ve en önemlisi bir çeşit yaygın nazikliktir diyebilirim. İngüiz olmayanlarla ilişküerimiz bakımından söylemiyorum bunu, orası ayn bir konudur; ama kendi aramızda, benim görebildiğim birçok milletlerinkinden daha nazik davrandığımızı sanıyorum. W yatt — Biraz açıklar mısınız bunu? Russell — Elbette, seve seve hem de... Başka ülke lerde pek yaygın olan katı dogmaların tngilizlerde de ol 91
duğunu sanmıyorum. Bence bunu biraz da 1066’danberi düşman istilâsına uğramamış olmamıza borçluyuz. Başka birçok ülkede olduğu gibi bizim tarihimizde katı yürekli, azgın olmamızı gerektirecek şeyler olmamıştır pek o ka dar. W yatt — iyi bir adalet sistemi uygulamakta îngili Ti lerin başka uluslardan daha başanlı olduğu kanısında mısınız? Bussell — Adalet sözünden tam neyi anladığınızı bil miyorum. Yasaları un, yoksa ekonomi bakımından ada leti mi düşünüyorsunuz? W yatt — î ’.Jsini de. BusscU — Sanırım tam bir ekonomik adeleti sağla mak gerçekten zordur ve pek özenilecek bir şey de değil dir. Bence bu adalete umulabileceği kadar ve herhalde komünist ülkelerden daha fazla yaklaştık. Onlarda y o k sulla zengin arasmdaki ayrılık buradakinden çok daha büyüktür. W yatt — Yasa adaleti ve alış veriş dürüstlüğü bakı mından? Busscll — Eh, kusursuz olduğumuzu düşünemem: hiçbir memleket kusursuz olamaz o bakımdan, ama kir seden daha kötü durumda değiliz. W yatt — Pek övündüğümüz o bizim uzlaşma yetene ği üstüne ne dersiniz? Bussell — Belki de en büyük erdemimiz odur derim. Her zaman olmadı bu yeteneğimiz. On yedinci yüzyılda yoktu ve büyük sarsıntılar geçirdik o yüzden. Ama de o belâları aramamaya karar verdik. Her zaman uzlaş ma yolunu tuttuk ve bu çok iyi sonuçlar verdi, örneğin, Fransız gelip çattığı zaman Fransız aristokratlarına sor dular: Ayrıcalıklarınızdan vazgeçmeyi mi istersiniz, başı nızın kesilmesini mi? Elbette başımızın kesilmesini dedi ler ve başları kesildi. Oysa 1832’de reform fermam bildi 92
risi, parlamentoda, aristokratların ayrıcalıklarının kald; rılmasını önerdi. Benim dedem, ki koyu bir aristokrat', bildiriyi tu ttu ve kazanmasını sağladı. W yatt — Lord John Russell’dı o değil mi? Russell — Evet, ve başım hâlâ omuzlarım üstünde du ruyorsa, bunu ona borçlu olduğumu söyleyebilirim. W yatt — Avrupa'nın tutumundan nasıl ayrılıyor bu? Russell — Avrupa'nın tutumu çok daha katıdır. Şun dan ya da bundan yana oluyorlar, iki yana uygun bir ayarlama aramıyorlar. Buna felsefeden bir örnek verebi lirim. Bir zamanlar Amerika’da Princetone’daydım. Eins tein da orada idi. H aftada bir evine gider, onunla ve baş ka ünlü Alman aydınlarıyla görüşürdüm. Hepsi Yahudiydi, Almanya’dan kovulmuşlardı, Nazi rejimine düşmandı lar ve alabildiğine liberaldi hepsi. Felsefenin temel sorun ları üstünde tartışırdık ve anlaşmaya can atardık; kav gacı bir tutumu yoktu hiç birimizin. Ama ne zaman te mellere insek hep bir uçurum açılıyordu aramızda. Onlar bir çeşit mistik idealizmde diretiyorlardı, bi nse sağduyu lu bir deneycüikten yanaydım; bir türlü çıkamıyorduk işin içinden. W yatt — Siz kendinizin İngiliz geleneğine uyduğunu zu r.ıu söylemek istiyorsunuz? Russell — Evet, elbette. Büiyorsunuz, İngiliz gelene ği en başta Locke’dan gelir. Loclte, üç büyük İngiliz filo zofunu az çok etküemiştir. Ben gençken İngiliz üniversi telerine alman idealizmi yayılmıştı; ama Almanlar Bel çika'yı işgal edince, alman felsefesinin köti; olması ge rektiğine karar verildi. Ben de böylece kendi yoluma gir dim; aslında alman felsefesine karşıydım zaten. W yatt — Bir İngiliz olarak mı duyuyorsunuz kendi nizi? Russell — Doğrusu öyle, hem de geleneğin tam için de olarak.
W yatt — İngiltere’nin kendini mantıklı ve oturaklı bir yolda tutm ası yeteneğinde bu geleneğin büyiik payı olduğu kanısında mısınız? Ruşsell — Evet, o kanıdayım. Bence biz, açıkça za rarlı olmadığı sürece geleneğe uymasını severiz, örnek olarak sokak adlarını alın. Benim bildiğim bütün Avrupa memleketlerinde, boyuna değiştirirler sokak adlarını, po litikaları değiştiği ve beğendikleri büyük adamları beğen mez oldukları için. Biz de onlar gibi olsaydık, York Du kası anıtını yıkar atardık. York Dukasını artık beğen mez olduğumuz için. W yatt — Gelenek der-en başka ır'e ri düşünüyorsu nuz? llussell — Varlığımızı sürdürmenin her türlü yollan ın düşünüyorum. Mahkemelerde ya da parlamentoya çağ rı yazılarında kullanılan söz kalıplarını, birazcık gelenek taşıyan herşeyi; İngiliz ulusu çok sever onlan ve silinip gittiklerini görmek istemez. W yatt — Üyesi bulunduğunuz o bize özgü kuruma. Lordlar Kamarasına ne dersiniz? Russell — Evet, Lordlar Kamarası özgül bir kurum dur. Onu savunmayı üstüme alabilir miyim bilmem; bir hayli tuhaf bir kurumdur çünkü; ama ben yine de hoş lanıyorum ondan. W yatt — Kırallık üstüne ne düşünüyorsunuz? Bü yük bir rolü var mıdır sizce? Russcll — Evet, ben Kırallıktatı yanayım, pek bağlı olarak hem de. Kırallık olmadı mı, bir Cumhurbaşkanı mız olacak, onu seçmek do belalı bir iş. Kimi seçseniz mil let her zaman sevmez onu; milletin yansı, ya da yanya yakını sevmez. Ama kıral oldu mu, hepimiz sevebiliriz oııu. Böylesi çok daha iyi. Ben çok daha iyi buluyorum bunu. W yatt — Kırallığa saygılı oldunuz mu her zaman? 91
Bussell — A, evet. Pek erken başladım hem de say gılı olmaya. İki yaşındayken Kıraliçe Victoria bizunkik'ri görmeye gelmiş ve herkes şaşmış kendisine ne kad ir saygılı davrandığıma. W yatt — Tarih üstüne ne düşünüyorsunuz? İngil tere’deki tarih bilinci az çok kırallık rejiminden mi ge liyor dersiniz? Bussell — Ne dereceye kadar ondan geliyor bil mem; çünkü kırallığa karşı olduğu zaman da, halkta bu tarih bilinci vardı hep. îngiltere’nüı iç savaşları üstiino o zamanki Cumhuriyetçilerin yazdıklarım çok okumuş tum bir tarihte. Adamlar aristokratlan Normanlar ve yabancılar gibi görüyorlardı. Devrimci oldukları halde bir hayli tarih doluydu kaîalan. W yatt — Sizce bir millette tarih bilinci olması önemli midir? Bussell — Evet, son derece önemlidir bence: Oturak lılık sağlar; insanın düşündüklerine, duydukların;, derin lik kazandırır. W yatt — Bizde bu var rm diyorsunuz? Bussell — Evet, Ingütere’de bir hayli var bu, gerdek ten. Eski yapılann, Roma kahntılannm ve daha birçok şeyin etki payı var elbet bunda. Tarih büincini besleyen çok şey var bu memlekette, olması da hoşuma gidiyor benim. W yatt — Ingütere’nin dünyanın en züppe memleket lerinden biri olduğu düşüncesinde misiniz siz de? Bussell — Evet, elbette. Ama belki de benim gör düklerim arasında en züppesi değil pek. Amerika’da öyle züppeler gördüm ki, en azından bizimkileri aşıyordu. Ama îngütere’de bir hayli züppelik olduğu su götürmez. W yatt — Bunun bir zararı oluyor mu, sizce? Bussell — Evet, zararı da oluyor, y a ra n da. Demek istiyorum ki, züppelerin beğendikleri kişiler, kendilerin 95
den daha iyi iseler, yararlı oluyor; ama, iyilikleri sadece uydurma ise, zararlı oluyor. W yatt — Züppelikten ne anladığınıza bir örnek verir misiniz? Russell — Benim zamanımda King’s College’m bir yüksek sınıf öğrencisi vardı. Oscar Browning’di adı ve bir züppe idi hiç kuşkusuz. Imparatoriçe Frederica, gü nün birinde Cambridge’e geldi. Ne yazık ki, King’s’deki başka bir öğrenciyi ona yeğledi. Oscar Browning üniver sitede bütün gün döndü durdu. Akşam geç vakit ona ra st ladım. Bitkin bir haldeydi. Bana : “Bütün gün imparatoriçenin peşinde koştum, durdum” dedi. W yatt — Hatırladığıma göre, bana bir de Cave adın da birinden söz etmiştiniz. Russell — Ha, evet, züppece yaşama örneğiydi o. Benimkiler Richmoııd’da oturuyorlardı. Ben de orada bü yüdüm. Orada Richmond’un üeri gelenlerinden Cave adın da biri vardı. Kimi Richmond’lular ona şövalyelik payesi verilmesi için imza topluyorlardı. Bir bakandan dul ka lan büyükanneme drı geldiler. Büyükannem: “Yo, olmaz bu kıralla ilgili bir iştir” dedi. Böyle bir konuda kırallığı etkilemeye kalkmayı olacak iş saymıyordu. Onun için de, düekçcye imza atmaya yanaşmadı. Gel . zaman git zaman, Cava’in oğlu içişleri bakanı oldu ve beni hapse attırdı. Ama, ben yine de onun züppeliğinden biraz ya rarlandım. Çünkü kardeşim ona benim için ba^ı dilekler de bulunmaya gidiyordu. Bana dedi ki : “Cave’in oğlu el bette dediğimi yapar, çünkü o Wincester’de benim çömezimdi.” W yatt — Ve yaptı mı dediğini? Russell — Evet, evet yaptı. W yatt — Sizce Amerika günün birinde Ingiltere gibi olabilir ım? 96
Russell — Birçok nedenden olamaz, derim. En önem lisi, İngiliz asıllı Amerikalıların durmadan azalmasıdır. Ama bundan başka nedenler de var. Biri şu : Amerika nın her hangi bir Avrupa ülkesi gibi geçmişi yok. Bir başka neden de şu : Amerika’ya göçen îngilizler, uzlaş ma eğilimine katlanmayan kimselerdi. Buna alışamayan aşırı insanlardı. Bizden başka bir dünya görüşü kurdular. Başka bir neden de şu: tik göçmenler durmadan kızılderi lilerle savaştılar, bundan ötürü de bir hayli değiştiler in san olarak. W yatt — Bizim demokrasi anlayışımız tarihe mi, ya radıksa mı, iklime mi, neye bağlanabilir? Russell — Her şeyden önce tarihe bağlanır, bence. Ve öyle sanıyorum ki, en önemli etken, bizim 1066’dan beri düşman istüasma uğramamış olmamızdır. Avrupa’ da hemen her memleket yabancı istilasına uğram ıştır ve yabancı işgalcilerin, ezdikleri halkın düşünüşü üstünde çok, çok kötü etkileri olmuştur. W yatt — Sizce 1832 aristokratlan, büyük babanızın Reform Fermanı ile onlar için ııe yapmak istediğini anla mışlar mıydı? Russell — Eh, yarısı aplamış, yansı anlamamıştı. Ama anlayanlarsa, bence, çok, çok iyi anladılar. W yatt — Ingütere’nin yüksek suııfları, ayrı çalıkları nı yitirmemek için mi uzlaşma yoluna gittiler? Ruscll — Evet, öyle sanıyorum. Devrimleri önlemek, kafalarının kesilmesini ve daha birçok şeyi önlemek iste diler. Akıllıca davranmasalar başlarına ne geleceğini gör düler. W yatt — Hâlâ aynı şeyi mi yapıyorlar? Russell — Evet, elbette. VVyatt — Artık gerçekten büyük devletler arasında olmamak İngiltere için önemli bir kayıp mıdır sîzce? 97
Bussell — Doğrusu, duygusal yanımla vahlanımyor değilim buna. Yurtseverli!: duygularımla herkes gibiyim ben de ve üzüntü duyuyorum o bakımdan. Ama duygula rımdan sıyrılarak düşünmeye çalışınca gerçekten pek önemli saymıyorum bunu. W yatt — Neden saymıyor sunuz? Bussell — Çünkü bence Ingüizlerin özel değerleri yurt dışından çok yu rt içinde çıkıyor ortaya. Yabancı uluslarla ya da uyruklarımız olan halklarla üişkilerimizde bümem biz daha mı iyi idik başkalarından. Nedenler den biri bu. Bir başka neden de şu ki, kimi devletler is ter istemez başkalarından daha güçlü oluyor. W yatt — Bizden daha güçlü duruma gelenler sizce daha iyiye mi kullanacaklar güçlerini? Bussell — Hayır, daha iyiye kullanacaklarını sanmı yorum. Amerika’nın bizim kadar iyiye kullanacağını uma rım, ama hiçbirinin daha iyiye kullanacaklarım sanmam. W yatt — İngiltere'nin geleceğini nasıl görüyor sı:.nuz? Bussell — İngiltere’nin geleceğini Hollanda’da olana benzer görüyorum. Hollanda on yedinci yüzyılda bir bü yük devletti; sonra büyük devlet olmaktan çıktı; ama bir yıkıma uğramadan çıktı; başı belaya girmedi çıkmakla. Pek uygar, pek saygıdeğer bir küçük devlet olarak yeri ne oturdu pekâlâ. Bizim umacağımız da bu olmalıdır ben ce. W yatt — Bu düzen içinde Ingütere’nin nasü bir top lum olabileceğini söyler misiniz? Bussell — Orasını büemem doğrusu, öyle sanınm ki. az çok bugünkü gibi oluruz, geleneksel yanlarımızı sos yalist yanlarımızla arada bir beklenmedik biçimlerde ka tıp karıştırarak. Her iki yönümüzün sürüp gideceği kanı sındayım. 08
W yatt — İngiltere’nin dünya üzerinde güçlü bir ma nevi etkisini sürdürecek mi, dersiniz? Russcll — öyle demek islerdim; ama bu politikacıla rımıza bağlı; ne türlü politikacılarımız olacağım da bil miyorum.
99
HİDROJEN BOMBASI
Woodrow W yatt — Lord Russell, bir hidrojen bom bası savaşı patlarsa, ne olur dersiniz? Lord Russell — Çok zor bir soru bu, ne olur diye bir deneme yapmak da istemem. Ama pek olası görünüyor lü ilk H. bombası savaşmda dünyanın kuzey yansındaki insanların tümü yok olur, güney yansındaküerin de he men hemen hepsi ölür. Sanınm öyle bir durumda kimse isteyebileceği hiçbir şeyi sağlayamaz ve değer verdiğimiz şeylerin hemen hepsi ortadan kalkar. W yatt — Böyle bir savaşta tarafların hiçbiri zafer kazanamaz mı demek istiyorsunuz? Russell — Evet. Hiçbir ta ra f için zafer olmaz, ama zafere yeni bir anlam verirseniz o başka. Demek istiyo rum ki savaşın sonunda Batı cephesinde altı, Rusya’da dört, Çin’de dört kişi kalır. O zaman bir ta ra f öbüründe iki fazla olmak ister. Tabü, buna bir zafer diyebilirsiniz isterseniz, ama hoş bir zafer olmaz herhalde. W yatt — Bir II bombası savaşı olabüir mi dersüıiz? Russell — Olmamasını -andan dilerim; ama işler bu günkü gibi giderse bir II. bombası savaşı pekâlâ kopabi lir. Başlıca şundan ötürü: Bomba saldırısına anında kar şılık verme gereği, ordu bakımından pek önemli bir zorunluktur; bu ise, düpedüz yanlış bir anlama yüzünden, belki bir doğa olayını saldırı sanarak harekete geçmeniz tehlikesini yaratır. Bir taraf öbür tarafın H. bombası sa
100
vaşına başladığı vehmine kapılır ve kimsenin öyle bir ni yeti yokken var gücünü birden salıverebilir. Hiç de olma yacak bir şey değüdir bu. W yatt — Zaman zaman söylendiğine göre, silah ya rışmasına dökülen bir durum ister istemez savaşa sürük ler dünyayı. Siz de öyle mi düşünüyorsunuz? Russell — İster istemez sürükler diyemem, “ister is temez” sözünü İliç sevmem çünkü; ama bunun genellikle savaşa götürdüğü doğrudur. Büdiğim kadarıyla tarihte ki silah yarışmalarının çoğu savaşla sonuçlanmıştır, Iluhbüimi açısmdan böyle olması da olağandır; çünkü bir ta rafın silahlanması, korku ve kin yaratarak öbür tarafın daha fazla silahlanmasına yol açar; bu da karşı tarafı yeniden daha üstün bir silahlanmaya götürür ve böylece sürer gider bu iş. Silahlar çoğaldıkça çoğalır ve insanla rın sinirleri gerildikçe gerilir; sonunda bu gerginliğe da yanamaz olur, hiçbir şeyin bundan beter olamayacağını sanırlar. Olan budur süah yarışmalarında. 1914 başların da olan da buydu. W yatt — Gerçi 1951’do Batı büyük ölçüde süahlanma yoluna girmişti; bu sizce bir savaşı durdurmuş ola maz mı? Çünkü bu, Ruslara kolay ve çabuk bir zafer ka zanamayacaklarını anlatmış, böylece de onları savaştan vazgeçirmiş olabüir. Russcll — Olabilir. O zaman Sovyet hükümetinin ne ler kurmuş olduğunu bilmek zordur. Bir saldın savaşına girişmek istemiş olabilirler mi olamazlar mı, bunu kimse kesinlikle söyleyemez. Ama, istemiş olsalar da olma salar da ben derim ki, hükümetler süahlanma yarı şından başka bir yol bulamadıkları sürece, savaşı gecik tirmekten başka bir şey yapamazlar. 1914’ten önce, bi zim brinkmanship politikasındaki bunalımlara çok ben zer bunalımlar olmuştur ve bunlar 1914’e kadar hiçbir savaşa yol açmadılar. “îki ta ra fta süahlann eşit olması 101
nı sağlayabilirsek savaş olmaz” diye düşünüyordu herkes. Ama böyle olmadı, yine olmayacağından korkarım. W yatt — H. bombası üstüne söylenecek bir şey daha yok mu dersiniz? Bu bombanın varlığı bütün devlet adam larım ve hükümetleri savaş patlar diye ürküterek savaşı engellemiş olmuyor mu? örneğin, Berlin bunalımlarında olduğu gibi, ki, eskiden böylesi anlaşmazlıklar yüzünden bir savaş patlayabüirdi. Bussell — Söyleyebilirsiniz bunu aireıiebüirsiniz de bu düşüncenizde, ama bence tarih bunda da size karşıdır. Herkes büir ki, barış ödülünün kurucusu ve pek ateşli bir barış savunucusu olan Nobel, dinamiti icat eden adamdı aynı zamanda. Ona göre dinamit, savaşı öylesine korkunç laştırıyordu ki, bir daha savaş olamazdı artık. Sonuç hiç de umduğu gibi çıkmadı: H. bombasmm aynı sonucu ver mesinden korkarım. W yatt — H. bombasmm bambaşka bir silah olduğu su götürmez. Sadece daha zorlu değü, büsbütün başka bir araç bu. Bussell — Evet, ama insanlar her şeye öyle ürkütücü bir çabuklukla alışıyorlar ki! Hiroşima’ya- ve Nagazaki’ye atom bombası atüdığı zaman dünya dehşete kapılmıştı: Ne korkunç bir şey bu, diyordu herkes. Oysa, şimdi atom bombasına taktik bir silah gözüyle bakılıyor: Kimstnin al dırdığı yok artık ona. Okla yay gibi sevimli bir eski zaman silahı oldu. W yatt — H. bombasma karşı neler yapılabilir sizce ? Bussell — Birçok şey yapılabilir. îlki ve en kolayı, denemeleri durdurmaktır. Bunun yararı hemen görülebi lir. îlk ağızda atom yağmurlarına son verilmiş olur ki bu nun, uzmanların söylediklerinden daha da kötü, belalı bir şey olduğu anlaşılıyor. Ama bundan daha önemlisi ben ce denemelerin durdurulmasıyla H. bombasının birçok devlete daha yayılması önlenmiş olacağıdır. Bugünkü du 102
ruma göre, Doğu ve Batı bloklarında bir hayli devlet H. bombası edinmek üzeredir ve sorumsuz bir hükümetin pek çügınca bir şey yapması olasılığı büyük ölçüde artmış oluyor böylece. Yapılan bombaları yoketmenin zorluğu da gittikçe artıyor aynca. Onun için ben diyorum ki, her şeyden önce denemeleri durdurmada anlaşmayı sağlamak gerekir, bu da pratik bir politikadır ve üstünde durulmak tadır. İkinci olarak da, yeni devletlerin H. bombası edin memeleri üzerinde bir anlaşmaya varılmalıdır. İngiltere’ nin H. bombasını bırakması böyle bir anlaşmanın koşulu ise, bence bu anlaşmaya girmek akıllıca bir iş olur. W yatt — Bu anlaşmayı nasıl sağlarsınız, Fransa'nın ve endüstri yeteneği olan öbür ülkelerin H. bombası yap malarına nasü engel olabüirsiniz? Bussell — Bu ancak, Amerika ile Rusya arasındaki bir anlaşma ile sağlanabilir. Bu iki devletin her biri bü tün ekonomik ve propaganda gücünü peyk devletleri ay nı politikayı izlemeye inandırmakta kullanılır. ' W yatt — H. bombası bakımından îngütere’nin tek yanlı bir silahsızlanmaya gitmesi düşüncesini mi ileri sü rüyorsunuz? Russell — Böyle bir anlaşma için şart koşulursa, evet. H. bombasınm yalnız Amerika’da ve Rusya’da bu lunması anlaşmanın şartı olarak ileri sürülürse, ben o za man îngütere’nin şöyle demesini isterim: “Peki, öyleyse biz de öbür küçük devletlerle anlaşmaya katılırız.’’ W yatt — Demek istiyorsunuz ki, îngütere biı pazar lığa girişecek: îngütere, H. bombasmı bırakırsa bütün küçük devletler H. bombası yapmaktan vazgeçecekler ve Rusya üe Amerika yapmamalarını sağlayacaklar. Russell — Evet, bence akıllıca bir yoldur bu. Bu, bir ilk adımdır sadece. İstediğimiz sonucun sağlanması ke sin değildir ama, yine de bir ük adım'olur. W yatt — H. bombasmın yalnız Amerika ve Rusya’ da kalması yine de tehlikeli olur mu sizce? 103
Russell — Elbette tehlikeli olur. Aslında, yeni poli tik önlemler alınmadıkça tehlikenin önlenebileceğini san mam. Kimsenin H. bombası olmasa bile, onu yapma bil gisi yine vardır ve savaş çıkarsa, taraflar hemen bomba yı yapıverirler. Onun içir., bence savaşı önlemenin yolunu bulmadıkça tehlikeyi ortadan kaldıramazsınız. H. bomba sı yalnız bu iki devlette kalırsa, bence savaş olasılığını bir hayli azaltır. Bir kaza yüzünden savaş çıkma tehlike sini azaltır. Delifişek herhangi bir hükümetin savaşı baş latmakla eline bir şeyler geçeceği düşüncesinden doğacak tehlikeyi de azaltır. Buna karşüık, daha sağlam bir ön lem yapılacak görüşmeleri daha bir kolaylaştırır. W yatt — Devlet adamlarını ve hükümetleri, yapma ları gerekeni yapmaya inandırmak için, pratik olarak ne yapılabileceği sorununu bırakıp, yapabüecekleri ideal şe yin ııe olduğu sorununa mı geliyoruz şimdi? Uussell — Henüz değil, sanırım. Yakında geleceğiz. Ama pek pratik ve çok önemli bir şey var sanırım. DoğuBatı gerginliğinde, her iki tarafın, anlaşmaya varmanın önemini anlamalarıdır bu. 1945’ten bugüne kadar her iki tarafın düşündüğü anlaşmalara varmak değil, karşı ta ra fın geri çevireceğini, reddettiği için de ayıplanacağı öne rileri vermekti ve bütün bunlar o kadar uzun sürdü ki, hiçbir anlaşmaya varılamadı. Hükümetlerin sadece gö rüş alışverişi değil, anlaşmalara varmanın önemli olduğu na inanmalarını sağlarsanız, büyük, çok büyük bir adım atmış olursunuz. Bu, pratik politika alanına girer pek âlâ. W yatt — Demek ki, asıl sorun şu: H. bombası ile birlikte savaşları da önlememiz gerekiyor. Çünkü, bir sa vaş oldu mu H. bombaları da kullanümaya başlayacak, ya da, eğer daha önceden bırakılmışsa, yeniden yapılmaya başlanacak. 104
Bussell — Öyle ve işte onun için, nükleer süahlar yapma konusundaki anlaşmalar, çoklarının sandığı gibi, o kadar önemli değüdir. Başlıca önemleri, gerginliği azalt mak ve sürekli bir çeşit anlaşmaya varmayı daha ola ğan kılmasıdır. Ama, dünyanın bugünkü durumuna ba kılırsa, yalnız nükler silahlar değil, H. bombası kadar za rarlı olabüecek biyolojik ve kimyasal silahlar, bütün bun lar, hesaba katılırsa, savaşların olmamasına bir çare bu lamazsak, insan soyunun günleri sayüıdır. Gerçek olan bu. W yatt — O çare ne olabüir sizce? Bussell — Benim görebildiğim bir tek yol var. O da, bütün önemli savaş süahlannı tekelinde bulunduracak bir dünya devletinin kurulmasıdır. Bu dünya devleti, çeşit li devletler arasındaki bütün anlaşmazlıkları göz önünde bülunduracak; bir çözüm yolu önerecek ve gerekirse, bu çözümü zorla uygulayacak; o devletin elinde öyle bir güç olacak ki, baş kaldıracak hiçbir devletin ona gücü yetme yecek. W yatt — Ayrı ayrı devletlere bırakacağınız ordular, deniz ve hava güçleri ne olacak? Bussell — Sadece iç düzenlerini sağlamaya yetecek kadarmı bırakırım: Polis eylemi diyebileceğimiz şeyleri başarıp hükümetine kendi memleketinde sözünü geçirt meye yetsin, ama başkalarına saldırmaya yetmesin. W yatt — Demek istiyorsunuz ki Rusya, Amerika, Ingiltere yalnız kendi memleketlerindeki baş kaldırmala rı bastırabüecekler, ama diyelim Rodezya gibi tam ken dilerinin olmayan memleketlerdeki durumlarla ilgilenme yecekler. Bussell — Evet, bunu demek istiyorum. Bir ulusun devleti değü, uluslararası devlet Rodezya’ya da onun gi bilerle uğraşacak. Bütün ulusal devletlerin kendi eğilim leri vardır. Bu eğüimler başka ulusal devletlerin eğilimle riyle çatışabilir. Bu tü r sorunları güçlü bir ulus değü ulus lararası bir otorite çözümlemeliuh’. 105
W yatt — Uluslararası otoritenin çözümlerine boyun eğmeyen herhangi bir ulusal devlete karşı atom silahları nın kullanılmasını göze alabilir misiniz? Russell — Çok zor bir sorun bu, çok zor; kesin bir karşılık vermek istemem. Kesin olarak zorunlu bir du rumda insan evet diyebüir buna, ama atom süahlan ko nusunda şu zorluk var ki, yalnız çevrildikleri uluslara za ra r vermekle kalmıyor, bütün dünya uluslarına zarar ve riyorlar. Bundan ötürü bütün eski silahlardan bambaşka bir nitelik taşıyorlar. W yatt — İnsanların ve hükümetlerin H. bombası so rununa doğru bir çözüm bulabilecekleri konusunda iyim ser misiniz? Russeli — Ha balem, bu konuda kimi zaman iyimse rim, kimi zaman değilim. Hükümetlerin ne ölçüde sağdu yulu olacaklarını kimse kestiremez. Uğraştıkları sorunla rı zamanla anlamaya başlayacaklarını umuyor insan.
106
İNSANLIĞIN GELECEĞİ NE OLABİLİR?
Woodrow W yatt — Lord Russell, bu konuşmaları mızda çok değişik konulara değindik. Bütün bunların özü olarak, insanların umutları ve korkuları üzerine ne düşü nüyorsunuz? Lord Russell — Çok zor bir soru bu. Gelecekte ola bilecek şeyleri görüyorum, kimi karanlık, kimi umut do lu şeyler. A m a,... W yatt — Peki, karanlık olanlardan başlayalım. Bu konuda ne umutlarımız olabilir? Russell — İnsan soyunun büyük bir savaşla kendini yok etmeyeceğini farzedersek ki öyle umuyoruz - be nim'gördüğüm en büyük tehlike, insanlığın bir kışla dü zenine girmesidir. Bilimsel buluşlar, yönetim olanakları ve örgütlenmelerin etkisi ile dünya öylesine sıkı bir dü zene girer ki, hiçbir yerde yaşamının tadı kalmayabilir. W yatt — Yönetici insan tipinin ağır basacağı düşün cesinde misiniz? Russell — Ağır basabilir, sanınm. Bir çeşit bilimsel etkinlikle birleşen yönetici insan tipi. Çünkü, yönetici tipi, bugün daha önce hiç yapmadığı şeyleri yapabilecek güç tedir. Bu yapabüeceği şeylerin kimisi iyi ama, bir çoğu da değildir. W yatt — Bu yönetici insan tipi, kötü olacak neleri yapabilir?
107
Bussell — En başta şunu yapabilir: Ana okulundan başlayıp daha yukarısına da el atarak insanların inanç ve düşünceleri üzerinde çok büyük bir güç kazanabüir. O ka dar ki, bir insanın düşündüğü, umduğu ve korktuğu her şey, eğitimin başlarınca belirlenmiş olur. însan aııcak, onlann dilediklerini umacak, onların dilediklerinden kor kacak. Böyle bir eğitimin temellerinden biri şu olacak ki, her zaman hiç de iyi olmayan hükümetin hep.-iyi olduğu nu düşünecek. ’ W yatt — Böyle bir eğitimi kötüleyebüecek siziıı gibi güçlü ve bağımsız düşünceli insanlar olmayacak mı her zaman? Bussell — Hayır, sanmıyorum. Benim de içinde oldu ğum tipteki insan, modası geçmiş bir dünyada yetişmiş tir, demek istiyorum. Gelecek için düşündüğüm dünyaya göre, çok daha rastlantılara bağlı b;r dünya idi bu. Dünya da, çok daha fazla kaçamaklar, ayrılıklar vardı ve in sanlar orada, gelecekte clacağmı düşündüğüm gibi, aynı kalıptan çıkma değülerdi. W yatt — Yönetici tipinin baskısı altında, insan uı ki şisel bir yaşamı olamayacağı üstünde durdunuz, buıuı bi raz daha açıklar mısmız? Bussell — Olur, peki... Bütün bu işin çok, çok önemli olan bir yanını genetik bilimini alalım. Diyelim ki, bilimci bir hükümet, bizimkinden daha iyi olmasını istedikleri bir insan soyu yetiştirmek olanaklarını iş ediniyor kendine. Salt büimsel bakımdan pek açıkça ortaya konabilir ki, yetiştirilecek yeni insan soyunun, diyelim, erkeklerin yüz de beşinden, kadınların da yüzde otuzundan üretilmesi; geri kalanların kısırlaştırılması gerekiyor. Hiç de hoş bir şey olmaz bu, tabü. Ama, ileıide bu yola gidilmesi bence hiç de olmayacak bir şey değildir. W yatt — Ama bilimin böyiesi şeyleri yaptıracak ka dar insanların kafasını sarabilmesi ciddi olarak düşünülebüir mi sizce? 108
Russell —. Evet, insanlar savaşta başan kazanmak kaygısıyla bu yola gidebilirler. Çünkü, buna elverişli bir soy yetiştirileceği açıkça bellidir. Böylesi bir soy, savaş ta, gelişi güzel yetiştirilen insanlardan çok daha etkin olabilir elbette. Halkı kolayca inandırabilirsiniz ki, bilim sel yoldan insan yetiştirme gereklidir. Çünkü, bu işi karşı taraf nasıl olsa yapacaktır, nasıl şimdi karşı ta ra f atom süahlan yapıyor diye, bizim de yapmamız gerekiyorsa. W yatt — Bütün bunlar Orwel’in 1984 ve A. Huxley'in Yeni Dünya adlı romanlarında düşünülen şeyler. Ama, sizce komünist dünya dışında geçerli mi? Örneğin, konfcrınist düşünce v.b.’nın pek •leri gitmesi demek istiyorum? Russell — Bence bu tehlike' featı’da, komünist dün yada olduğundan bir parça daha azdır. Ama orada pek korkulur ölçüde var... pek korkulur ölçüde. W yatt — Sizce, konformist inanç ve giysüer, alış kanlıklar, düşünceler filan neler olabüir? Russell — Sanatı alalım, özellikle Amerika’daki ge zilerim sırasında boyuna gördüm ki, sanata çok büyük bir saygı gösteriyorlar, Avrupalı sanatçıları yüceltiyor lar ve avuç dolusu dolar veriyorlar onlara. Ama, hiçbir Amerikalı çocuğun Sanatçı olabilmesi için gerekli özel bir çeşit kafayı edinmesine olanak bırakmıyorlar. Onun içrn, beğendikleri büyük sanatçılar Amerikalı değil, Avrupa lIdır. W yatt — Sizce, sanat Rusya’da zarar gördü mü? Russell — A, orasını bilmem. Çünkü, 1920’den bu ya na gitmedim oraya. Ama, zarar görmüştür elbet diyebi lirim. Doktor Jivago adh romana karşın, öyle sanıyorum ki, edebiyat orada bir hayli zarar görmüştür. Demek is tiyorum ki. Çarlık Rusya’sında edebiyat pek üstün bir durumdaydı. Bugün öyle olduğunu kimse söyleyemez sa nırım. W yatt — Rusya’daki bale sanatı üstüne ne dersini“? 109
Russell — Bale çarlık zamanından kalma bir sanat tır. 1920’de Rusya balesini gördüğüm zaman, bende va zoya konmuş kesik çiçekler izlenimi bıraktı. Çok güzeldi, çok hoştu. Ama, topraktan çıkma bir tazeliği ve canlılı ğı yoktu. Şimdi artık sadece müzelik bir sanat bence. W yatt — Sizce bütün bunlar hiçbir yeniliğin doğma yacağı genel bir kemikleşmeye götürür mü? Russcll — Evet, bu tehlikenin çok büyük olduğunu sanıyorum. Bir çeşit durağan bizans toplumu ki, kuşaklar boyunca hepsi ayni kalıyor, sonunda öylesine kalıplaşı yor ki, halk dayanamıyor ona ve sıkıp atıyor bir yana. W yatt — İnsanların karşılaşabüecekleri zorluklar dan biri, hiçbir şeyi ölçüyü kaçırmadan yapamamasıdır. Bir şeye çok iyi başlıyor, sonra aşınbğa götürüyorlar. İn sanlar günün birinde ılımlı olmasını öğrenebilecekler mi dersiniz? Russell — Öğrenmelerini düerim, umarım elbet. Çok zorunlu bir şey bu. Hem, hiç de olmayacak birşey değü. Gelecek üstüne giriştiğimiz karanlık kestirmeleri bir kut sal kitap gerçeği saymıyorum. Büyük umudum, bütün bunların gerçekleşmemesidir. W yatt — Şimdi daha iç açıcı şeylere dönebilir miyiz? Russell — Bence, gerekli olan ilk şey, dünyadaki kö tülüklerin, şimdiye kadar önlenememiş kötülüklerle bir likte, önlenebilmesidir. Kötülükler hâlâ yaşıyor. Çünkü insanların yüreklerinde kötülüğe giden ve başkalarım mutlu kılma isteğine yanaştırmayan tutkular var. Mo dem tekniğin güçlükleri ile birlikte yeni dünyanın bü tün derdi bence, insan tekinin psikolojisinden, insan teki nin kötü tutkularından gelmektedir. Yeni ve iyice bütün leşmiş bir dünyada mutlu olabilmek için, ne denli nefret de etseniz, komşumuzun da mutlu olmasına katlanmanız gerçekleşirse, daha da iyi gerçekleşirse... Bütün bunlar gerçekleşirse, şimdiye kadar var olmamış daha mutlu bir dünya kurulabilir. 110
W yatt — İnsanlar tutkularını sizin önerdiğiniz yola yöneltirlerse, hangi çeşit kötülüklerin ortadan kaldınlabüeceğini düşünüyorsunuz? Russell — Eh, hepsinden önce savaş, sonra yoksul luk. Eskiden yoksulluk halkın çoğunluğu için önlenemez, bir şeydi. Bugün öyle değil. Dünya isterse, kırk yıl için de yoksulluğu ortadan kaldırabüir. Hastalık bir hayli azaldı elbet. Daha da azalabilir, tnsanlarm daha sık se vinçli günleri olmaması için hiçbir neden yoktur. W yatt — Peki, şimdi, öyle sanıyorum ki, olumlu iyi liklerin yaratılması konusuna geldik. İnsan ileride daha hangi olumlu iyüikler sağlayabüir? Russell — Bence bunların birçoğu eğitime bağlıdır. İnsan soyunun ortak çıkarlı bir aile olduğunu eğitim yo luyla durmadan aşılamak gerekir. Bundan ötürü, işbirliği yapmak yarışmaktan daha önemlidir ve komşumuzu sev mek, sadece kiliselerin sözle aşıladıkları bir ahlak ödevi değü, kendi mutluluğunuz bakımından en akıllıca bir dav ranıştır. W yatt — Bilimin insanlara getirebileceği iyiliklerden biri, oldukça kısa zamanda, haftalık çalışma süresinin on saate kadar indirilmesidir. Geri kalan boş satlerinde ne yapacak insanlar? Kus seli — Mutlu olduğum zamanlarda düşlediğim dünya gerçekleşirse, insanlar eskiden varlıklı ve kültürlü insanların yaptıklarını yapacaklardır. Bir XVIII. yüzyıl aristokratım alın örneğin. Çok kez, pek kültürlü bir in sandı o. Bir hayli boş vakti vardı ve, bir çoklarının ya pılmayacak şeyleri yapmış olmalarına karşın, boş vakit lerinde, ne yapacaklarını büiyorlardı. Birçoklan hayli gü zel işler başardılar, sanatı yüreklendirerek, güzel parklar, güzel evler, özlenmeye değer şeyler yaparak. Sevinçli gün lerimde kurduğum dünyada, boş vakitlerini* değerlendir mek herkesin elinde olacak. Çünkü, herkes yeterli bir kül tü r düzeyine erişmiş olacak. 111
W yatt — Serüven isteğinin yeri ne olacak bu konuda? Russell — Serüven isteğini baştakiler bir yol a. koy malıdır. Bu demektir ki, baştaldler, fazla para ve zaman harcamalarına gitmeksizin, gürbüz gençlerin hoşlandığı gerçekten serüvenli ve gerekirse tehlikeli girişimlere ola nak hazırlamalıdırlar. Yüksek dağlara tırmanmak eliniz de olmalıdır. Uzay gezileri yapılırsa, uzay gezüerine düş kün olabümelisiniz. Böylesi şeyler sağlanmalı; böylece, bugün büyük ölçüde savaşa yönelen itiler dana iyi bir yo la konmuş olur. W yatt — Geleceğin insanlarına son olarak başka hangi öğütü vermek istersiniz? Russell — Şunu demek isterim ki, bügüeriniz insanın hiçbir zaman elde etmediği güçler veriyor size. Bu güç leri iyiye de kullanabüirsuıiz, kötüye de. İnsanlığın bir aile olduğunu, hep birlikte mutlu, ya da hep birlikte mut sun olacağını aklınıza koyarsanız, bu gücünüzü iyiye kullaııabüirsiniz. Büyük yığınların yoksulluğu üstüne kurul muş bir azınlık mutluluğu sağlayabileceğiniz günler geç miştir. O zamanlar geçmişte kaldı. İnsanlar katlanamaz artık buna ve mutlu olmak isterseniz, başkalarının da mutlu olduklarını öğrenmeğe alışmak zorundasınız. Eğer insanlar akıllıca eğitilirse, daha anlayışlı olurlarsa, kendi mutlulukları için başkalarının da mutlu olmasını kaçınıl maz bir koşul saymakta güçlük çekmezler. Zaman zaman düşümde, hepsi gürbüz, hepsi akıllı, hiçbiri ezmeyen, hiç biri ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm olu yor. Bir dünya ki, orada insanlar, ortak çıkarlarının ken di çıkar çabalarından daha az ağır bastığı bilincine var mışlardır, insan zekâsının ve düş gücünün yarattığı ger çekten parlak olanaklar gerçekleştirme çabasındadırlar, lîöyîesi bir dünya, insanlar olmasının isterlerse olabüir ve eğer olursa - gerçekten olursa - çok daha onurlu, çok daha mutlu, bundan önce görülmedik düşler ve- mutlu coşkularla dolu bir dünya olur bu. 112
DEGIŞtK ÇAĞDAŞ SORUNLAR
ZARAKLI DÜŞÜNCELER
İnsanların başına gelen belalar ikiye ayrılır. Birin ciler insana dış çevreden gelir, İkincilerse, insanların in sanlara ettikleridir. İnsanlar bilgide ve teknikte ilerle dikçe, ikinci belaların yüzdesi durmadan artm aktadır. Eski zamanlarda açlık doğal nedenlerden ileri geliyordu ve insanlar bununla ne kadar savaşırlarsa savaşsınlar, birçoklan yiyecek kıtlığından ölüyordu. Bugün dünya nın birçok yeri kıtlık tehlikesiyle karşı karşıyadır ama, bunda doğal nedenlerin payı olsa da, asıl nedenler insan lardan gelmektedir. Altı yıl dünyanın uygar mületleri bü tün güçlerini birbirlerini öldürmeğe harcadılar ve birden bire, birbirlerini sağ bırakmanın zorlaştığını gördüler. Ekinleri yok ettikten, makinelerini parçaladıktan, ge mileri yollarından ettikten sonra, gördüler İti, bir yer deki bollukla başka bir yerdeki kıtlığı gidermek hiç de kolay bir iş değü. Oysa, ekonomik düzen yolunda gitse, bu iş hiç de güç olmıyacak. Bununla görüyoruz ki, insan bugün insanın en büyük düşmanıdır. Gerçi, doğa gereği yine de ölüyoruz. Ama, hekimliğin üerlemesi sayesinde, insanın yaşıyabildiği kadar yaşaması gittikçe daha ola ğan bir duruma geliyor. Bundan öteye yaşamak, cennetin sonsuz hazlarım tatm ak istiyoruz. Nedense bu tekdüze yaşamak isteğinin hiç sonu gelmiyor. Ama, yaşını başım almış, saf bir insana sorarsanız, bu dünyadaki yaşamı tattıktan sonra, başka bir dünyada çocuk olmayı istemem 115
diyecektir, size. Onun için gelecekte insanların üstünde duracakları en önemli kötülükler ya budalalıkları, ya köLü niyetleri ya da her ikisi yükünden birbirlerine ettikleri kö tülükler ciacaktr. İnsanların birbirlerine, dolayısıyla, kendi kendüerine ettikleri kötülüklerin kaynağı, bence, düşünceler ya da inançlardan çok tutkulardır. Ama, zararlı düşünceler ve ükeler, her zaman değüse bile, genel olarak, kötü tutkuları perdelemişlerdir. Lizbon’da dinsizlerin ulu o rta yakıldığı zamanlar, bazı kurbanlar hak yoluna döndüklerini söyle mekle ateşe atılmazdan önce boğularak ölmek mutluluğu na erebiliyorlardı. Kurbanların işkenceler içinde kıvran dıklarını görmek, tatsız bir yaşam süren halkın görüp gö receği başlıca zevklerden biri oluyordu. Dinsizleri yakma nın doğru bir şey olduğuna inanmanın da elbette bu zevk te bir payı olacaktı. Aynı şeyi savaş için de söyliyebiliriz. Güçlü kuvvetli ve hoyrat insanlar savaşta bir ta t bulur lar, elverir ki savaşı kazansınlar, k a n lan kızlan kaçırıl masın, malları ellerinden gitmesin. Bu zevkin, halkı sa vaşların doğruluğuna inandırmakta büyük bir payı vardır. “Tom Browne’s Schooldays” adlı kitabın kahramanı ve halk okullarının ünlü reformcusu Dr. Arnold çocukları kırbaçlamanın yanlış olduğunu düşünen kafasız bir kaç kişiyle karşılaşır. Bu düşünceye karşı ı.asıl bir öfkeye kapıldığını okuyan herkes, onun kırbaçlamaktan zevk al dığım ve bu zevkin elinden alınmasını istemediğini gö rür. İşkenceyi haklı çıkaran düşüncelerin insanın içindeki hoyratlık güdülerinden geldiği görüşünü destekliyecek örnekler boldur. Saçmalığı meydana çıkmamış eski za man düşüncelerini gözden geçirirsek, görürüz ki. bun ların onda dokuzu acı çektirmeyi haklı gösteren düşün celerdir. örneğin, hekimlik mesleğini alalım. Acı duyma yı önliyen bayıltıcı ilaçlar bulunduğu zaman, bunu günah sayanlar, Tanrının isteğine aykırı görenler oldu. Delilik, 11#
insanın şeytanın eline düşmesi sayılıyordu ve bir deliyi düğmekle içindeki şeytanların kaçırılacağına, rahatsız edüeceğine marnlıyordu. Bu düşünce ile dehler, yıllar yı lı, sistemli ve bilinçli olarak döğülüyordu... Ahlak eğitimine de bakın, ölçü ve uyak ile nasıl haldi çıkarıldığım görürsünüz : Bir ceviz ağacım, bir kadım ve bir köpeği Nc kadar düğersen o kadar iyi. Ceviz ağacını düğmekle nasıl bir ahlak elde edildiğini büemem. Ama, hiçbir uygar insan kadınlan düğmeyi hak lı çıkaramaz. Cezanın iyileştirici bir etkisi olduğu inancı kolay kolay ortadan kalkmıyorsa, bunun başlıca nedeni bence, cezanın sadik güdülerimize hoş gelmesidir. insan yaşantımdaki kötülüklerde, inançlardan çok tutkuların payı olmakla birlikte, inançlar, özellikle, eski ve sistendi oldukları ve bir çok kurum lan içine aldıldan zaman, istenen görüş değişmelerini geciktirmese de be lirli duygulan olmıyanlarm yanlış yola sapmasında bir hayli ağır basar. Benim konum “insanlığa zararlı düşün celer” olduğuna göre, zararlı inanç sistemlerini ele ala cağım. Geçmiş zamanın tarilıi bakımından, en açık örnek, herkesin kendi açısına göre, din ya da boş inan dediğimiz inançlardır, insan kurban etmenin ekinleri geliştireceğine inandırdı; bu inanç ilkin sadece büyülere dayanıyordu, sonra, kurban kanının Tanrıların hoşuna gittiğine inanıl dı. Tanrdar da kendilerine tapanlara benzetilmişti. Zaten Kutsal K itapta fethedilen bir yerin halkını öldürmek din sel bir ödev sayılıyordu. Sığırlarını, koyunlarım öldürme mek bile günah. Mısırlılar ve Etrüskler gelecek yaşamın karanlık ve belalı korkuları içinde yaşadılar. Ama, bu korkular Hıristiyanlığın getireceği korkular yanında hiç kalır. Nice dertli ermişler beden hazlanndan kaçarak 117
çöllerde tek başlarına yaşadılar. Etten, şaraptan, kadın dan yoksun bıraktılar kendilerini, hem de buna hiç zor lanmadıkları halde. Ruhun haz]an bedenin hazlanna üs tün sayıldı. Bu hazlar arasında da paganlann ve dinsiz lerin cehennemde çekecekleri sonsuz işkenceleri düşün mek büyük bir yer tutuyordu. Keşişliğin zararlı yanlanndan biri şu ki, beden hazlarından başka hiçbir yerde kö tülük görmüyor. Oysa, hazların yalnız en iyileri değil, en kötüleri de ruhumuzdan gelir. MUton’da, şeytanın insana ettiği eziyetleri seyrederken duyduğu zevkleri büirsiniz. Mütcn şöyle dedirtiyor ona : Ruh azabın kendi yeridir ve kendiliğinden Cenneti cehennem yapabilir, cehennemi cennet. Ve şeytanın psikolojisi Tertullianus’unkinden pek ay rılmıyor, o da, cennetten lanetlilerin çekecekleri azapları seyredebilme düşüncesiyle coşup taşıyor. Beden hazlannın küçümsenmesi ne iyilik getirdi, ne hoşgörü, ne de kör inançlardan sıyrılmış bir insan yaşamının bizi götürebile ceği erdemlerden hiç birini. Tam tersine, bir insan kendi kendine işkence etti mi, başka!arma işkence etmek hak kını da bulur kendinde ve bu, o halikı destekliyecek her dogmatik sistemi kabul etmeğe götürür. Keşişçe zalimlik, ne yazık ki, yalnız Hıristiyan dog masının en azgın biçimleri içinde kalmıyor yalnız, tik az gın inançlar gevşiye dursun, dünya aynı psikolojinin yeni ve korkunç başka biçimlerini yarattı. Nazi’ler başa geç meden önce, çalışmalar, didinmeler içinde yaşadılar, güç lüğe ve Nietzsche’nin zor yaşam düsturuna olan inançla rıyla, rahatlarından, zevklerinden çoğunu hiçe saydılar. Devletin başına geldiklerinden sonra bile. “Tereyağı yeri ne süâh” sloganı, yine gelecek zaferin manevi hazlanna, beden hazlannı feda etmeyi gerektiriyordu. Müton’un şey 118
tanı da cehennem ateşlerinde yanarken aynı umutla avu tuyordu kendini. Politik bakımdan zararlı yanlış inançları doğuran bir başka tutku da gururdur - millet, ırk, cins, sınıf ve inanç gururu. Ben genken, F ransa’ya, Ingiltere’nin gelenekten düşmam gözüyle bakılırdı. Bir Ingilizin üç Fransızı tepeliyebileceği su götürmez bir gerçek sayılıyordu. Düşman Almanya olunca, bu inanç değişti ve Ingiliz • halkı artık Fransızların kurbağa yeme m eraklan ile alay etmez oldu. Ama, hükümetin bütün çabasına karşın, yine de pek az Ingüizin, Fransızlara eşit gözüyle baktıklarım sanıyorum. Amerikalılarla, tngüizler Balkanları yakından tanıyınca, Bulgarlarla Sırpların, Macarlarla RomanyalIların düşman lıkları karşısında hayretle kanşık bir nefret duymuşlar dır. Bu düşmanlıkların saçma olduğu ve bu küçük, ulusla rın her birinin kendi üstünlüklerine olan inançlarının nes nel hiçbir temeli bulunmadığı onlarca apaçıktı. Ama, Ame rikalılarla Ingilizlerin çoğu, bir türlü anlamıyorlar ki, bü yük bir devletin milli gururu, küçük bir Balkan memleketininki kadar savunulur şey değüdir. Irkıyla öğünmek, milletiyle öğünmekten çok daha za rarlıdır. Ben Çin’deyken, okumuş Çinlilerin, tanımak m ut luluğuna erdiğim birçok başka insanlardan belki çok daha uygar olduğunu hayretle görmüştüm. Oysa, nice kaba ve bügisiz beyaz insan bilirim ki, sırf derileri sa n diye, en iyi Çinlileri bile aşağı görmüşlerdr. Genel olarak, bu ba kımdan tngilizleri Amerikalılardan daha çok kınayabliriz ama, her zaman değü... Yalnız geleneksel Çin bakımından değil, bizim batı üniversitelimiz bakımından da geniş bilgüeri olan bir Çinliyle tanıştım. Benim de. bu kadar geniş kültürüm olmasını isterdim doğrusu. Birlikte bir garaja bir otomobü kiralamaya gittik. Garajın sahibi kötü tü r den bir Amerikalıydı. Çinli dostumuza çok kötü davrandı, onu Japon diye tersledi ve bilgisiz hoyratlığıyla kanımı 119
beynime çıkarttı. Politik güçlerine dayanarak Ingilizlerin Hindistan’daki davranışları da buna benzer. İngilizlerle okuryazar Hintliler arasındaki çalışmaların başlıca nedeni bu davranıştı... Erkek cinsinin üstün olduğu inancı, ki bugün batı ulusları arasında resmen ortadan kalkmıştır, garip ve bir kötü böbürlenme örneğidir. Erkeğin doğuştan üstünlüğüne inanmak için hiçbir neden yoktu bence. Bu üstünlük beden bakımından olurdu yalnız. Bir sürü cins boğaların bes lendiği bir yere gittiğimi anımsıyorum. Orada, bir boğa nın soyluluğu dişi atalarının süt verme değerlerine bağ lanıyordu. Soyağacını boğalar yapmış olsaydı, iş değişirdi. Dişi atalar m sözü bile geçmezdi, sadece uslu, namuslu ol dukları söylenirdi. Oysa, erkek atalar savaş üstünlükleriy le övülürdü. Sığır konusunda cinslerin değer bakımından göreceliğini kabul ederiz de, kendimize gelince, aynı ta ra f sızlığı göstermek gücümüze gider. Eski zamanlarda erke ğin üstünlüğüne kolay inanılırdı. Çünkü, bir kadın ağzını açar açmaz kocası onu dövebüirdi. Bu güç üstünlüğün ar dından başkaları da gelirdi. Erkekler kadınlardan akıllı dır, daha yaratıcıdır, daha az heyecana kapılırlar, falan filân... Kadınlar oy hakkı alıncaya kadar, anatomistler be yin incelemesinden, erkeğin düşünce gücünün kadınınkinden fazla olduğunu göstereck bir takım kurnazca kanıtlar koyarlardı ortaya. Bu kanıtların hepsinin aldatıcı olduğu anlaşıldı sonradan. Ama, her seferinde bunların yerini, ay nı sonuçlara varan kanıtlar aldı... Erkek egemenliğinin bir hayli zararları oldu. İnsan Uişküerinin en mahremi olan evlenmeyi bir efendi - köle ilişkisi durumuna soktu. Bir erkeğin kadın edinmesi için hoşa gitmesi gereğini ortadan kaldırdı. Kadına hoş görün me hakkının evlenme dışında kalmasına neden oldu. Dü rüst kadınların evlerinde kapalı kalarak aptal ve tatsız kimseler olmalarına yol açtı. Hoşa giden, merak uyandı 120
ran kadınlar yalnız serbest yaşıyan kadınlar aldu. Ev ha nımlarının tatsızlığı yüzünden, en uygar memleketlerin en uygar insanları cinsel sapıklıklara kaydılar. Evlenmede alışkanlıklar edindiler. Bütün bunlar, bugün uygar memle ketlerde az çok ortadan kalktı. Ama, kadınların ve erkek lerin yeni duruma alışmaları için daha çok zaman ister. Ka dının kölelikten kurtulması, ilkin her yerde kötü sonuçlar veriyor. Eski ezenleri acüığa, eski ezilenleri de üstünlük he vesine götürüyor. Ama, başka konularda olduğu gibi, bun da da zamanla bir ayarlama olabileceğini umabiliriz... Mutlu olabümek için kendimizi büyük görmeye, kendi gururumuza türlü dayanaklar aram aya kalkıyoruz. Biz in sanız diyoruz, onun için de, yaradılışın amacı insanlardır. Biz Amerikalıyız, onun için de Tanrının öz yurdu Amerikadır. Biz beyaz ırktanız, onun için de, siyah soydan olan Ham’ı ve evlatlarım Tanrı lanetJemiştir. Biz katoliksek, protestan olmak bir felakettir, ya da tersine. Biz erkeğiz, onun için de kadınların aklı yoktur. Biz dişiyiz, onun için de erkekler kabadır. Biz doğuluyuz onun için de batılı yabandır, kıllıdır. Biz batılıyız, onun için doğu, sönmüş bir yerdir. Biz kafamızla çalışıyoruz, onun için de, yalnız okur yazar sınıflar önemlidir. Biz kolumuzla çalışıyoruz, onun için de, inşam insan eden kol gücüdür. Son olarak ve hepsinden önemlisi de, her birimizde kimsede olmayan bir değer vardır : Biz KENDÎMtZÎZ. içimizi rahat ettiren hu düşüncelerle dışan çıkar, dünya üe savaşırız. Bunlar olmasa, cesaretimizi yitirebili riz. Bunlar olmasa, kendimizi küçük görürüz. Çünkü, bi e eşitlik duygusunu vermediler. Kendimizi, içten gelen bir duyguyla başkalarına eşit sayarsak, ne onlardan iyi, ne onlardan kötü bilirsek, belki o zaman yaşam, bir savaşa dalıa az benzeyecek, büyüklük efsaneleriyle daha az ze hirleneceğiz. 1‘.
İnsanların düştüğü en üginç ve en zararlı lıam hayal lerden biri de kendini Tanrı dileğinin özel aracı saymala rıdır. Biliyoruz ki, İsrail oğulları Adanmış Toprak’a gel dikleri zaman, Tanrının buyruğunu kendüeri yerine geti riyorlardı, Hitit'ler, Amorit’ler, Kenardılar, şunlar bunlar değil. Bellu bu ötekiler de uzun tarih kitapları yazmış ol salardı, bu iş biraz başka türlü olurdu. H itit’lerden kalan yazıtların hiçbirinde de, kendüerini Tanrıların hor gördü ğü berbat insanlar saymazlar herhalde. Roma Roma olduk tan sonra, Tanrıların dünyayı fethetmek üzere Romalıları seçmiş olduğu meydana kondu. Müslümanların bağnazca inandıklarına göre, gerçek iman uğrunda ölen her asker dosdoğru cennete gider. Bu cennetse, Hıristiyanlannkinden çok daha çekicidir. Çünkü, huriler, arp çalan melek lerden daha hoştur... Tanrıyı bizden yana bilmek iyi bir şey anıa, düşmanımızın da Tanrıyı kendinden yana say dığım gördük mü, iş karışıyor biraz. Birinci Dünya Savaşı sırasında ozan şöyle diyordu : Allah İngiltere’yi batırsuı, Allah İngiltere’yi korusun Allah şunu yapsm, Allah bunu yapsın! “Allah Allah” dedi Allah “Gel de çık bu işin içinden”. Bugün, dünyanın iki şeye gereksemesi var : Biri dü zen, savaşları önleyecek düzen, insanların daha verimli çalışmacım sağlayacak ekonomik düzen, özellikle, sava şın yıktığı memleketlerde, sağlam uluslararası işbirliğini sağlayacak bir eğitim düzeni. Öbürü de, bir takım ahlak değerleri; çağlar boyunca, ahlakçıların savuna geldikleri, ama, az dinletebildikleri, değerler. Bize en çok gerekli olan değerler, anlayış ve hoşgörüdür. Birçok azgın, bir sü rü “izm”lerin istediği yobazca inançlar değü. Bence, bu iki amaç, düzen ve ahlak, birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bi rine kavuşuldu mu, öbürü de ardından gelir. Ama, dünya gerçekten doğru yola girmek istiyorsa, her ikisine bir den yönelmelidir. Böylece, savaşın doğal meyvalan olan
kötü tutkular yavaş yavaş azalacak ve insanların birbiri ne yadrım etmesini sağlayacak düzenler gittikçe çoğala caktır. Bir düşünce ve ahlak gerçeği olarak hemen şunu ortaya koymalıyız ki, hepimiz bir ailedeniz ve bu ailenin bir kolunun mutluluğu başka kolunun yıkımı üstüne sağ lamca kurulamaz. Bugün, ahlak bpzukluğu açık düşünce ye engel oluyor, bulanık düşüncelerse ahlak bozukluğunu besliyor. Pek ummuyorum ama, belki hidrojen bombası insanları korkutup ahlak temizliğine götürecektir. Bu olursa, bu bombayı bulanlara ne kadar teşekkür etsek azdır.
123
FELSEFE T.'E YASA
İnsanın vicdanına uyup yasaları dinlememesi iki tü r lü oluyor. Bunlardan biri, belli bir yasanın buyurduğu ve birçoklarının yürekten kötü saydığı bir işi yapmamaktır. Çağımızda bunun en belirli örneği savaşa çağınlıp da git meyenlerin durumudur. Burada sözünü edecek olduğum bu değü. Benim üstünde durmak istediğim yasa dinlemezlik yasada ya da müli politikada bir değişiklik sağlamak amacını güdendir. Dinlcmezliğin bu çeşidi bir propagan da yolu oluyor, bu yüzden de bazılarınca kötü sayılıyor. » Birçoklarına göreyse, ki ben de onlar arasmdayım, günü müzde bu dinlemezliği zorunlu saymak gerekir. Birçoklarına göre yasaların çiğnenmesi bir demokra si içinde hiçbir zaman hoş görülemez, ama başka devlet düzenleri içinde yasaları çiğnemek bir ödevdir, tkinci Dünya Savaşından sonra muzaffer hükümetler, birçok Al mam, kendilerine iğrenç işler buyuran yasaları niçin çiğ nemediler diye sorguya çekip suçlu buldular. Bilmem han gi mantık bir demokraside hükümetin bize çirkin işler bu yurmayacağını, buyurduğu zaman da bu buyruğu dinle mememin kötü olacağım ispat edebilir? Bir demokrasinin yurttaşları en çok kendi işleriyle uğraşır ve zor sorunları bütün derinliğiyle incelemezler. İnanışları en kolay sağladıkları haber ve bilgi araçlarına dayanır ve baştakiler bu haber ve bilgilerin aldatıcı olma124
sim sağlayabilirler, çok kez de sağladıklarım görüyoruz. Baştakiler derken yalnız hükümette ya da muhalefetteki politika adamlarım değü, onların teknik danışmanlarını basım, radyoyu, televizyonu ve en sonunda polisi de dü şünüyorum. Bütün bu güçler bugün batı demokrasilerin de atom silahlan konusundaki gerçeği yurttaşlardan giz lemekte kullanılıyorlar. Bu durum karşısında iyimser davrananlara salık ve ririm; Ohio devleti Üniversitesinin, bir kaza yüzünden savaş patlama olağanlıklarını incelemek üzere seçtiği uz manların raporu, bir de Pugwarsh konferanslarında bü yük yetkili büim adamlarının sunduklan belgeler üstün de dursunlar. Savunma sorunlannda Amerikan uzmanı Oskar Morgenstem “Survival” adlı dergide şunları yazı yor : “Bir atom savaşı patlaması olağanlığı, patlamama sı olağanlığından bir hayli fazladır.” Sir Charles Snow şöyle diyor: “Bütün sorumluluğunu yüklenerek şunu söyleyebilirim ki, en çok on yıl sonra, bu bombalardan birkaçı patlacaktır: îster istemez patlayacaktır.” (Times, 26 Kasım 1960). Bir kaza, bir yanlışlık yüzünden savaşm kopması türlü türlü olabilir, bir kez de az kalsın bu yüzden kıya met kopacaktı. En az bir kez Ay, birkaç kez de yaban kazları Radar araçlarında Rus füzeleri sanıldı. Buna k ar şın İngiliz Başvekili Parlamentoda bir Papa keser atarlığıyla kaza yüzünden savaş patlamayacağını söyledi Söy lediğine inanıp inanmadığım bilmiyorum. Eğer inanıyor idiyse, bümek zorunda olduğu şeyleri bilmiyordu, inanmı yor idiyse, insanlığa büe bile boş umutlar vermek kadar korkunç bir cinayet işliyordu. Atom silahlan konusunda Ingütere’nin tek yanlı bir karar vermesi konusunu ele alalım. Böyle bir politikadan yana olmayanlar, ellerindeki haberleşme araçlarıyla olan bitenleri öylesine yanlış bildirmişlerdir ki bu dayanakları 125
halka anlatmak çok zor duruma girmiştir. Bir örnek ve reyim: Ingiltere’nin en liberal sayılan gazetesinin bir ya zan tek yanlı silahsızlanmaya karşı koyanların “aldın buyruğuna’’ uyduklannı ileri siirdü. Buna karşı yazdığım bir yazıda aklın, tam tersine, tek taraflı silahsızlanmadan yana olduğunu, karşı tarafın iti yüzlülük ettiğini yazdım, anlattım. Gazete yazımı basmadı. Tek yanlı silahsızlan mayı savunanlar buna benzer briçok engelle karşılaştılar. Amerika’nın Ingütere’deki üsleri sorunu üstünda de duralım. Kim biliyor bu üslerden herbirinde, alacakları buyruğu hemen yerine getirecek ve birkaç dakika içinde havalanmaya hazırlanmış bir uçakçı kümesi bulunduğu nu? Bu küme üs içindeki öbür askerlerden kesin olarak a y rılm ıştır: Yiyecek, yatacak, okuyacak yeri, sineması falan ayrıdır ve süahh bekçiler bütün öbür Amerikalıla rın bu kümeyle görüşmesine engel olmaktadırlar. Ayda bir, bu küme komutanıyla birlikte bütün kadrosuyla Ame rika’ya geri gider ve yerine başka bir küme gelir. Uçakçılann sivülerle ve üsteki başka askerlerle tek kelime ko nuşmaları yasaktır. Bu yasaktan amaç, besbelli, IngUizlerin hiçbir şey öğrenmemeleri ve uçakçılann alacakları buyrukları kö rü körüne yerine getirmeye alışmalıdır. Bu buyruklar üs komutanından değü, doğrudan doğruya Washington’dan gelecektir. Savaş patladığı an, gelecek buyruklar üstün de îngütere hükümetinin en küçük bir karışması olabile ceğini düşünmek saçmadır. Kuşlardan öç almaya gidebi lirler ve bir saat içinde bütün Ingiltere halkının yok edil mesine yol açabilirler. Bu uçak kümelerinin durumu, Polaris denlzaltılannkinin aynıdır. Anımsarsanız, İngiliz Başbakanı, bir Pola ris füzesinin atılabilmesi için Amerikayla Ingütere’nin an laşması gerektiğini bildirmiş vc bu bildiriyi Amerika ya 126
lanlamıştı. Biitün bunlardan büyük halk yığınlarının ha beri yoktur. Genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk bütün Ing diz ler her saniye ölüm tehlikesi içinde bulunduklarını, bu tehlikeye savunma adı altında girdiğimizi ve hükümetle rin bu tehlikeyi azaltmak istedikleri ölçüde çoğalttıkla rım herkese büdirmek için elimizden gelen her şeye baş vurmayı biz bazı îngilizler boynumuzun borcu saydık. Böylece, atom silahlarına karşı savaş pek etkili bir yola girdi. Ama basın bizim bu çabalarımızdan bıkmış ve bunların gazetecilik bakımından değeri kalmadığına ka ra r vermiş görünüyor. Onun için bazılarımız savaşınım daha ileri götürmek ve ister istemez sözü edilecek dav ranışlar göstermek zorunda kaldık. Bu büyük tehlike günlerinde sivü - diretmenin bir başka ve belki daha önemli bir nedeni daha var. Çok yaygın bir inanışa göre, insan tekinin hükümetler karşın da hiçbir gücü yoktur ve hükümetlerin politikaları ne ka d ar kötü olursa olsun, insanların tek tek yapacakları hiç bir işe yaramaz. Yanlıştır bu, çok yanlış. Hükümetin poli tikasını doğru bulmayanlar kalabalık gösterilere katıla cak olurlarsa, hükümetlerin çügınlık etmesini önleybilir, sözde devlet adamlarım insanlığın yok olmamasını sağla yacak önlemler almaya zorlayabüirler. Halk düşüncesinin haklı bir öfkesinden esinlenecek olan böyle bir davranış olgandır ve belki de olmak üzeredir. Baştakilerin, hiç değilse Amerikadakilerin gücünü ortaya koyan bir olay çok ügi çekicidir: Hiroşima’ya bom ba atan Claude Eatherly’in başma geleni söylemek istiyo rum. Onun durumu, bugünkü dünyada bir insanın çoğu kez ancak yasayı çiğneyerek korkunç cinayetleri önleyebüoceğini gösterir. Kendisine atacağı bombanın ne etküeri olabüeceğini söylememişler. Yaptığı işin sonuçlarım öğrenin ce dehşet içinde kalıyor. Bu insan, yıllarca atom silahlan127
mn korkunçluğu üstüne dikkati çekmek için yasaya aykı rı davranışlar gösteriyor ve böylece içindeki suçluluk duy gusundan kurtulmaya çalışıyor. Çalışmasa bu duygu nun ağırlığı altında ezilecek. Baştakiler, bu insanın deli sayılması gerektiğine karar veriyorlar ve ruh doktor larının kurduğu bir komite, şaşılacak bir uyarcılıkla, bu resmi görüşün sorumluluğunu yükleniyor. Yaptığına piş man olan Eatherly deli sayılıyor. Eatherly’nin neden böy le davrandığını açıklayan bildirilerini okudum. Bunlar kendisinin tam bir ruh sağlığı içinde olduğunu açıkça gös teriyor. Ama yalancı bir propagandanın gücüne bakın ki, hemen herkes, Eatherly’nin aklını kaçırdığına inanmıştı. Ben de buna inananlar arasmdaydım. Bizim allak bullak dünyamızda insanları yaşatm a ve öldürme gücünü ellerinde tutanlar, sözde basın ve propa ganda özgürlüğünün bulunduğu memleketler halkının he men hepsini, insanlığın sağ kalmasını önemli gören her adamın deli olması gerektiğine inandırabüecek durumda dırlar. Böylece, ben de ömrümün son yıllarını bir dehler evinde geçirirsem hiç şaşmam: Orada insanlık duygulan besleyebilen bütün insanlarla bir arada olmanın tadını duyarım.
128
BİLİM VE DEĞERLER
Bilim başlangıçta dünyayı seven insanların işi oldu. Bu insanlar yıldızların, denizin, rüzgârların güzelliğini ta dıyorlardı. Bütün bunları sevdikleri için düşüncelerine ko nu diye aldılar ve sadece seyirle kalmayıp onları daha ya kından anlamak isteğini duydular. Heraklitos: "Dünya alevlenip sönen ama, hep canlı kalan bir ateştir” dedi. Bi limsel bilgiye ilk hızını veren Heraklitos ve öteki tonia filozofları dünyanın güzelliği karşısında bir çeşit baş dön mesine tutuldular. Bunlar coşkun, dev zekâlı insanlardı. Bütün yeni dünya akımı onların bu gergin düşünce tu t kusundan doğdu. Ama, yavaş yavaş, büim geliştikçe, onu doğuran sevgi itişi hızını yitirdi. Güç kazanma isteği, baş langıçta, anlama isteğinin bir yol arkadaşı olduğu halde, beklenmedik başarılar elde edilince, yönetimini ele alma ya başlauı. Doğanın sevgilisi hor görülerek, doğanın zor bası baş tacı oldu. Fizik bilimi geliştikçe bize yavaş ya vaş fizik dünyanın duygularımızla kaynaşan, senli benli yanı bırakıldı. Renkler ve sesler, ışıklar ve gölgeler, bi çimler ve çizgiler, biitüıı bunlar artık tornalıların sevgili bir nişanlıya bağlanır gibi bağlandıkları dış doğadan kop tular. Bütün bunlar sevilmeden sevene aktarıldı ve sevi len soğuk vc korkunç, takur tukur bir iskelet, h a tta bel ki düpe düz bir hayalet oldu. Zavallı fizikçiler formülle rinin ortaya koyduğu boşluktan korkarak Tanrıya yardım larına çağırdılar. Ama, Tanrı yarattığı bu dünyanın kut129
şıllığını paylaşmaktan başka bir şey yapmadı ve fizikçi lerin çağrılarına aldıkları yanıt kendi ürkmüş yürekleri nin vuruşları oldu. Doğanın aşıkı olarak düş kırıklığına ı ¿rayan büim adamı onun zorbası oldu. Pratik adanı der I:i: Dünyayı dilediğim gibi evirip çevirebildikteıı sonra bu diinya gerçekten var mı, yoksa sadece bir düş mü diye düşünmek ne işe yarar? îşte, böylece bilim seven bilgi yerine, güçlü bügiyi koydu ve koydukça da bilim gitgide daha sadik, güçsüzü ezmekten hoşlanır oldu. Doğrunun aranmasıyla başlayan bilim gittikçe doğınlukla uzlaşmaz duruma geliyor. Çünkü, tam doğruculuk gittikçe bilimsel şüphecüiği güçlendirmeye doğru gidiyor. Büimi, pratik yanı ile değil, düşünce yanıyla ele abrsak, görürüz ki, inandığımız şeye biz etimiz kemiğimiz yüreği mizle inanınz. Bilime yalnız inanmayışlarımızı borçluyuz, ö te yandan bilimi, kendimizi ve çevremizi değiştirmeye yarayan bir teknik olarak ele alırsak, bize verdiği gücün metafizik değeri ile hiçbir ilintisi olmadığını görürüz. Ama, biz bu gücü ancak gerçeğin yapısı üstüne metafizik sorunlar ortaya atm aktan vazgeçerek kullanabiliriz. Oy sa, bu sorunlar dünyayı seven insanın davranışından ayrı lamaz. Böylece, biz dünyayı, teknik adamı olarak fethe debilmek içrn onun aşıklan olmaktan vazgeçmek zorun da kalıyoruz. Bu iküişme insanın en güzel yanı için bir tehlikedir. Metafizik olarak büimin işe yaramadığını gö rünce bir teknik olarak bize verdiği gücü ancak bir çeşit şeytan inancı ile, yani sevgiye sırt çevirmekle elde edebi liyoruz. işte, asıl bundan ötürü gelecek bilimsel toplum, insanı ürkütebilir. Soyut anlamıyla büimsel toplum, in sanların bugüne kadar sevip ardına düştükleri doğruluk, sevgi, sanat, içtenlik ve kendiııdenlikle bağdaşamaz. Dün yadan vazgeçen eski keşişlerin davranışı ile bağdaşabilir bollu. Yarınki tehlikenin kaynağı bilgi değildir. Bilgi bir 130
iyilik, bilgisizlik bir kötülüktür. Bu ilkeye dünyanın bütün sevenleri kayıtsız şartsız katılırlar. Tehlikeli olan, gücün bir iyilik uğrunda değil, sadece güç elde etmek için kul lanılmasıdır. Yeni dünyayı yönetenler bir “güç” sarhoş luğu içindedirler: Kendilerinden önce kimsenin yapabile ceğine inanmadıkları şeyi yapmak gücünde olmaları, onu yapmaları için yeter bir neden oluyor. Yaşamda güç, bir amaç değildir, sadece başka amaçlara ulaşmamıza yara yan bir araçtır. İnsanlarsa bilimin hangi amaçlara yönel mesi gerektiğini açıkça bilmedikleri için, bilimin gücü ya şamı iyileştirmekten yana gitmeyebilir. Ama, okuyucu so rabilir bana, yaşamın am açlan nedir diye. Bence, bu ko nuda bir insanın başkaları için bir yasa koymaya hakkı yoktur. Her insan teki için yaşamın am açlan kendinin de rinden istediği ve kavuşursa rahat edeceği şeylerdir. Ra hatlığı, banşı kavuşmayı istemek, insanlar için ulaşılması aşırı bir iyilik isteği olduğuna göre, yaşamın am açlan se vinç, keyif, kendinden geçmedir, diyelim. Güç için güç arayan insan yakalanmaz bir şeyin peşindedir isteklerin de: Durmadan daha fazla güç ister ve hiçbir zaman elin dekinin tadına varmakla yetinmez. Aşık, ozan ve mistik, gÜÇ peşinde koşanlann hiçbir zaman tadam adıklan bir keyfi tadarlar. Çünkü, onlar bütün duygu ve düşüncele rini sevgilerinin konusu üstünda toplayabilirler. Güç pe şinde koşansa, sıkıntı ve boşluk duygusundan kurtulabil mek için durmadan yeni dolaplar, yeni çarklar çevirmek zorundadır. Onun için, bence sevenin keyifleri (bu sözü en geniş anlamında kullanıyorum) zorbanın keyiflerini aşar ve yaşamanın amaçlan merdiveninde daha üstün bir yeri hakeder. öleceğim zaman, kendi kendime boşuna ya şamadım diyebüirim. Batan günün ışıklarıyla tutuşan dünyayı gördüm, sabah sabah pınldayan çiğleri, kış gü neşinde pırü pırıl karlan gördüm. Kuraklıktan sonraki yağmurun kokusunu duydum, Cornouailles kayalık! anıı131
da patlayan azgın A tlantik’i gördüm. Bilim, bu sorunlan ve çok daha başkalarım, daha çok insanlarla sağlayabi lir. Bunu yaparsa akıllıca davranmış olur ama, yaşam dan, yaşamı değerlendiren anları kaldırıp atarsa bilim, hayranlığımıza hiç de hak kazanmaz. Bilim, bilginin ardı na düşmek oldukça, değerler alanı bilimin ötesindedir. Bi lim bir “güç” aram a olarak değerler alanını çiğnememelidir ve bilimsel teknik insan yaşamını gerçekten zenginleş tirmek istiyorsa, gerçekleşmesine hizmet ettiği amaçlan unutmamalıdır. Bizim dünyamıza bir kültür ve güzellik mirası kaldı. Ama ne yazık ki, biz bu mirası her kuşağın en az etkin ve en az önemli insanlarının buyruğuna verdik. Dünyanın yönetimini (ki bununla bakanlık koltuklannı değil, dev let gücünün kilit noktalarını kastediyorum) geçmişi bümeyen, geleceğe saygısı olmayan, yıktıklarının ne olduğu nu anlamayan insanların ellerine düşürdük, öyle olması için küldü hiçbir neden de yoktur. Bunu önlemek bir eği tim işidir. Bu iş de o kadar zor değüdir. Eski zaman in sanları, çoğu kez, düşünceleri uzay içinde kapalı kimse lerdir. Bizim çağımızı yöneten insanlarsa zaman içinde kapalıdırlar. Geçmişi haketmediği ölçüde küçümsüyor ve bugüne haketmediği ölçüde bir saygı gösteriyorlar. Geç miş zamanın özdeyişleri bayatladı, bugünkü özdeyişlere gereksinimiz var. Bunların başına ben şunu koyuyorum: “Çok kötülük yapmaktansa biraz iyilik daha iyidir.” Bu özdeyişe uymak için iyinin ne olduğu üstüne bir şeyler bilmek gerekir elbet. Zamanımızda, örneğin, yolda hızlı gitmenin hiç de ahım şahım bir şey olmadığını anlatabile ceğiniz insanlar azdır. Cehennemden cennete çıkmak ne kadar yavaş ve eziyetli bir çıkış da olsa, iyidir. Cennet ten cehenneme düşmek Milton’un şcytan’ı kadar çabuk da olsa, kötüdür. Dış rahatlık araçlarının çoğalması kendüiğinden büyük bir değer taşımaz. A şın yoksulluğa en 132
gel olmak çok önemli bir iştir. Ama, zaten fazla malı olan ların zenginliğini arttırm ak değersiz bir iş ve zararlı bir güç savurganlığıdır. Cinayetlere engel olmak şarttır ama, polis suçluları bulmakta usta olduğunu göstersin diye ye ni cinayetler icat etmek hiç de öğünülecek bir şey değil dir. Bilimin insanoğluna verdiği yeni güç, tarih bügüeri ve kendi görgüleriyle, insan duygusuna saygısı olan ve er kek ve kadınların yaşamlarım renklendiren coşkulara sev gi gösterebüen insanların elinde yaşam için yararlı olabi lir. BUimsel tekniğin, günün birinde, insanların bugüne kadar yaşadıklarından, birçok bakıma, daha iyi bir bilim sel dünya kurabüeceğini inkâr etmek aklımızdan geçmez. Ben yalnız şunu demek istiyorum ki, böyle bir dünya yok1 amalar, denemelerle ve bir yönetimin sadece yönetenleri keyiflendirmek değil, yönetilenlere yaşamı çeküebilir du ruma getirmek olduğunu unutmaksızm kurulabüir. Sevinçsiz ve sevimsiz bir dünya, değersiz bir dünya dır. Büimle uğraşanın bunu hep göz önünde tuttuğu ölçü de bilimle uğraşması iyilüt getirebilir. Yeni güç insanları esküerin büdiği doğrulan unutturacak kadar sarhoş et memelidir. Her akıllüık yeni, bir delilik eski değildir, in san bugüne dek doğaya uymakla dizginlenmiştir. Doğa ya uymak istemeyen insanda efendi olmuş kölenin bazı kusurları ortaya çıkar. Bize yeni bir ahi alt gerek. Bu ah lakta doğa güçlerine uymanın yerini, insanda en iyi olan şeye saygı almalıdır. Bu saygı olmadığı zaman, büimsel teknik, tehlikelidir. Bu saygının olduğu yerdeyse, bilim in sanı doğanın kulluğundan kurtardıktan sonra, kendi do ğasının aşağılık yanlarına bağlı kalmaktan da kurtarm a ya başlar. Tehlikeler içindeyiz. Ama, bu tehlikeler kaçınıl maz değildir ve gelecek karşısında korku kadar umut da yerindedir.
133
BİLİM VL TOPLUM
Ortaçağ sonlarına doğru iki önemli buluş bilimde devrimin başlangıcı olmuştur. Bu devrim o çağdan bu güne hızını durmadan arttırm ıştır. Bu iki buluş, barut ve pusuladır. Bunlardan birincisi, kralların derebeyler ve kentler üzerindeki üstünlüğünü sağlamış ve bugün alıştı ğımız merkezci devletlerin doğmasına yol açmıştır. İkinci buluş, ülke bulmalara ve Avrupa kültürünün Amerika’ya ve Asya'nın büyük bir bölüğüne yayılmasına yol açmış tır. O zamanlardan beri, insanlar, daha geniş topluluk lar halinde birleşecek kadar uygarlaştılar. Kollektif dav ranışın temel amacı, kendi topluluklarım ayakta tutmak ve komşu milletleri ortadan kaldırmaktır. Savaşların ço ğunda bir "ideoloji” anlaşmazlığı olmuştur. İdeolojinin körüklediği bu savaşlar da, "gerçek"in ne olduğu üzerinde son sözü söylemiştir. Tek çıkar yolun savaşta olduğu düşüncesi, değiş mez bir kural değildir, elbet. Roma’nın son günlerinde, Hıristiyanlık savaş yoluyla güç kazanıp yayılmamıştır. Ama Birmanya, Güney ve Kuzey Amerika savaşla Hı ristiyan olmuştur. Amerika’da, kızılderililer altedilmişse, bilimsel üstünlükle edilmiştir. Savaş zamanında, bilim, yaşamı kurm akta olduğu kadar onu yok etmekte de önemli bir yer tutmuştur. 131
Genel olarak, bilimin kendisi, savaşın yıkıcılığım a rt tırmış değildir; çünkü, büim genel olarak, savunmayı ol duğu kadar saldırmayı da güçlendirmektir. Bugünkü dün ya durumunun tehlikelerini arttıran şey, yeni bulukların savunmadan çok saldırıya yaramasıdır; ama bu, bilim her yerde ve her zaman savaşa uygulanır demek değildir. İnsanlık tarihindeki mutlu dönemler savunmanın saldı dan güçlü olduğu dönemlerdir. Bugün, ne yazık ki, tanı tersi bir dönemde bulunuyoruz. Bugünün uygar bir toplumunda insanların çoğu bü yük birliğin parçası olarak çalışmaktadır. Bu birlikte hiç bir insanteki, yararlı hiçbir şey yapamaz. Rubiııson Orusoe her şeyi kendi eliyle yapmak zorunda kalmıştı, hem bunu yapmak yctisindeydi de. Ama, aynı koşullar içende, bugünün pek az insanı aynı yetiyi gösterebüir. Geri mem leketlerde tarım hâlâ t i r ölçüde bağımsızdır: Bir aile, sa tın aldığı, az sayıda araçları kullanabüiyor ve özellikle kendi emeğinin ürünü ile yaşıyabiliyor. Ama, ta n m ala nında büe bu durum, modem teknik yüzünden birçok memlekette ortadan kalkmış ve birçoklarında da hızla kalkmaktadır. Bugünün çiftçisi, makinalar ve kimyasal gübreler satın almak ve ekinin büyük bir parçasını sat mak zorundadır; böylece bağımsızlıktan çıkmakta ve dünya ekonomisine katılmaktadır. Yalnız yazarlar ve sanatçılar son zam ani anla zana atçıların ve köylülerin, gerçekteyse, halkın büyük bir bö lüğünün yararlandığı bağımsızlıktan bir parçasını elle rinde tutmuşlardır. Genel olarak, büim adamları, bugün hâlâ, bazı mem leketlerde sanatçılar vc yazarlara özgü bağımsızlıktan uzun zaman yararlanamadılar. Bilimin gelişmesi dolayı sıyla birçok bilim adamı - özellikle fizik bilginleri büy üt ölçüde, pahalı araçlara gereksinim duyuyor. Bunları da ancak hükümetler ya da Amerika'nın trilyonları Bağlaya bilir. 13fi
Bilim işlerinde yön verme konusunda hükümetlerin oynadıldan rol gitgide önem kazanıyor. Eskiden bir bilgi nin yaptığı herhangi bir araştırm a, yalnız kendisince önemliydi. Şimdiyse, bilimin savaş zamanında y aran hü kümetlerce anlaşılalı beri, bu eski serbestlik çarçabuk or tadan kalktı. Bazı memleketlerde bu serbestlik büsbütün yok olmuş; bazılarındaysa, yok olmak üzeredir. Hükümetlere bağlı olmalarının sonucu olarak, bilim adamları, kendi isteklerinden çok, hükümetlerin amaçları nı gerçekleştirmeye zorlanıyorlar. Hükümetlerin tasan lan nın yansı insanlığın yararına, yansı zarannadır. Onlar kendi memleketlerinin rahat ve güçlü olmasını düşman memleketlerin ya da düşman olabüecek memleketlerin yoksun ve güçsüz kalmasını isterler. Bilimin amacı olan “Büim için bilim” formülü unutul muştur. Uranium üzerinde çalışmalı isteyen bir fizik bil gini, Devlet kasasma istediği gibi el uzatıyor arza, aynı çabayı carbon üzerinde toplamak isterse, para ve araç sağlamak içüı hükümeti kandırması gerekiyor. Devlete bağlı olmak ille de kötü bir şey değüdir. Eğer devletin amacı kötüyse, o zaman devlete bağlılık iyi olmaz. Ama, dünya yüzünde birçok devlet bulundukça ve savaş tehli kesi de kalkmadıkça, devletlerin amacı bütün insanlık baukurundan düşünülürse, az çok kötü olacaktır, ister iste mez. Yalgın bir açlık ve korkunç bir yoksulluğun hüküm süreceği bilim öncesi bir topluma dönmek işten büe değü dir. Bilimi yıkıcı yollara sürüklemekten alıkoymanın tek yolu, savaşları adam akıllı önleyebüecek kadar güçlü bir dünya devleti kurmaktır. Bu sorun çözümlenirse dd bu bilüne dayanan bir top lumda olabilir- bilim tekniği insanların tamamen iyiliğine dönebilir. Bugün gereksediğimiz çalıÂmamn verimce a rt ması şimdiye kadar kuşkuyla karşılanıyordu. Çünkü bu, çalışmanın yükünü azaltmaktan çok, savaş işlerinde kul136
1anılacak insanların oranını arttırm aya bakıyordu. Ama savaş korkusu kalkarsa, insanoğlu bilimin yardımıyla çalışarak çok şey elde edebilir; dünyanın hiçbir yerindiinsanı aşağılatan yoksulluğun izi bile kalmaz. Bilim, daha şimdiden, insan ömrünü uzatmak, hasta lıklan azaltmak yoluyla büyük başarılar elde etmiştir Savaşm ortadan kalkmasıyla düzelecek olan ekonomik koşullar sayesinde, -tıpta ilerleme olmasa büe- hastalık ların azalması olasıdır. Burunla birlikte, eğer ölüm ora nının azalması nüfusun artm asına yanyorsa, doğum ora nını azaltmaya bakmalıdır. Bu orantı yalnız Batı memle ketlerinde değü, bütün öbür memleketlerde de azaltılma lıdır. Bugün, bütün hükümetler, milli nedenlere, dayanarak kendi nüfuslarım arttırm a eğilimindedirler. Oysa doğum oranının artm ası savaş nedenlerinden biridir. Ama savaş tehlikesi kalkarsa, dünyada daha az çılgın bir politikanın ağır basacağına inanıyoruz. Eğer savaş önlenir ve hasta lıktan üeri gelen ölüm oranı azalırsa, açıktır ki bütün mem leketlerin birden uygulayacakları akıllı bir doğum politika sıyla, dünya yüzünde beslenme güçlüğü diye bir şey kal mayacaktır. Bir zaman için, yeme içme sıkıntısı, büimin büyük ölçüde tarım işlerine uygulanması üe önlenebilir; ama dünyanm nüfusu boyuna artarsa, uzun bir süre içiıı de insanlar beslenemez olurlar, öyleyse, bilime dayanan bir toplumun durulması için ancak, doğum oranının nüfusu gereğinden çok artmayacak bir düzeyde kalması gerekir. Bilim üzerine kurulu bir toplum, doğum oranını azalt mak ve geniş ölçüde savaşları önlemekle durulabilir ki. bugün bu durumdan çok uzaktayız. Ama toplum durul muş olsa büe, bugünkü değer ölçülerine göre, bizi hayran bırakan şeylerden pek az ya da hiçbir şey kalmamalıdır. Barutun bulunmasından bu yana, bilim tekniği alanında ki en ufak bir üerleme bile devletin gücünü arttırm ıştır Bir noktaya kadar bu, bir kazanç sayılabüir; hükümet İST
gücü, muhakkak ki anarşiden çok iyidir. Ama, kötü hükü metlerin devrimle ortadan kaldırılması mümkün olunca ya kadar, bu, zorbalık yolunda uygulanan şeyleri sınırla mıştır. Şimdi görülüyor ki, bilim tekniğinin bir sonucu olarak, böyle bir sınırlama yoktur. Küçük de olsa, bir oli garşi yönetimi, elindeki polis ve ordu güçleriyle politik muhalifleri y,«k edebilir, eğitim ve basın tekelciliğiyle de bütün bir kuşağı, yaptığı işlerin iyi ve zorunlu olduğuna ve milletin iyiliğinden başka bir amacı olmadığına inan dırabilir. Bu arada da, bütün enerjisini kendi gücünü a rt tırm aca ve günsüzlerin zararına rahatını çoğaltmaya h ar cayabilir. Gitgide artan haksızlık ve zorbalıkla kendini hal ka beğendirmeye çalışır. Çünkü kimsenin elinde hüküme tin istediği şeylerin kötü olduğunu söyleyecek vc gerçek leri ortaya çıkaracak bir araç yoktur. Bu umut verici bir görünüm değüdir. Bu, her yerde böyle olmazsa demokrasi de kurtulmuş ve güçleşmiş olur. Hükümetin gizli tutm ak istediği şeyler, olayların ortaya konması ve halk oyunun susturulmasıdır ki, bunların açı ğa vurulması gerekir. Hükümeti değiştirecek anayasa hü kümlerinin olanakları genişletilmelidir. Baştaki hükümet yasasız olarak halkı özgürlüğünden, yeme içmesinden yoksun bırakmamalıdır. Yargıçlar uygulama gücünden bağımsız olmalıdırlar. Baştaki hükümetin politik muhale fete karşı eleştirmeleri tarafsız ve öfkesiz olmalı ve sor gu sırasında işkencelere başvuıımamalı. XVHI. yüzyılda ölmüş olan Ayduı zorbaJığı’na olan inanç, zamanımızda biraz zorba olmayı umanlar, biraz da kötülükleri ortadan kaldırmayı düşünen bilgisizlerce diritilmek istenmiştir. Sonuç olarak ortaya, bilime dayanan toplumun zorba bir toplum olması olanakları çıkmıştır. Bu çeşit bir toplumun önüne geçilmez kötülüklerini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. 138
En başta ekonomik kötülükler gelir. Halkı yöneten azınlık, halka ayırdıkları gelirin büyük bir parçasını kendüerine ayıracaklarına güvenirler. Onların eline güç ve propaganda tekelciliği verilince, çoğunluğa ölmeyecek ka dar bir şey vermemeleri için hiçbir neden yoktur. Olgiarşi yönetimi böyle bir eşitsizliği elden bırakmaz, çünkü baştakilerinin rahatı böyle bir eşitsizliğe bağlıdır. Yalnız güçlerin bölümündeki eşitlik ekonomik adaleti sağlar İkinci olarak, kültür alanındaki kötülükler gelir. ' Ellerinde güç bulunmayanların haksızlık nedir bümemeleri için, öğrenimsiz kalmaları ya da kötü öğrenim gör meleri gerekir. Bilime dayanan toplumda, son zamanlarda iri bir yol bulunmuştur. Yoksullar okula gidiyor, birçok şey okuyabüiyorlar ama, okutulan ve okumalarına izin ve rilen şeyler, hükümetin uygun gördüğü ve olaylarla ilgisi olmayan şeylerdir. Moskova’nın orta halkı, Batı Avrupa memleketlerinde yeraltı trenleri bulunduğunu söyleyen tu ristlere “Sizde de mi var?” gibilerden şaşkın şaşkm bakıyoriarmış İr insanın acıyanı geliyormuş. Bu türlü büyük hayal kırıklıklarını önlemek için, yan lış bügileriıı girmesine karşı ciddi tedbirler almak gerekir. Bu, aptalca ve basmakalıp bir bağnazlık doğurur. Bu da düşünce bakımından yenilik ve derlemelere adam akıllı engel olur. Bu türlü bir rejimde yetişen birkaç kuşakta kendiliğinden düşünme yetisi kalmaz ve insanlar ağır ba san dogma’nm koyduğu ve kitaplarda yer alan beylik söz leri yinelemekten başka bir şey yapmazlar. Oligarşik düzenin emekçileri gittikçe daha çok ezebi leceğim söyleyenler, hiç de önemsiz sayılmayacak bir g er çeğe dokunuyorlar. Kongo’daki ve Ingiliz endüstriciliğinin yakın tarihindeki baskısından pek farklı olmayan şeyler Rusya’da çalışma kamplarında yapılıyor. Bunlarsa Sov yet ekonomisinin bir parçası olmuştur, insan doğası so 139
rumsuz güce güvenemez; sorumsuz gücün bulunduğu yer deyse en korkunç işkenceler brldenebüir. Bu alanda, bilim üzerine kurulu bir toplumda güçlü bir demokrasi rejimini korumalı ve büyük ölçüde düşün ce özgürlüğünü sağlamalıdır. I'.&na öyle geliyor ki, en iyi biçimiyle bile, bu toplum, düşünce özgürlüğü ve ondan da çok, sanatla verimü olabilir. Biüm üzerine kurulu bir top lum yaşamaya hak kazanırsa, savaşa dökülecek olan o kendini beğenmişlik ancak dünyayı yöneten güçle altedüebüecektir ve insanın içgüdüsü de türlü yönlere dağılmak tan alıkonacaktır. Sonuç: Savaş önlenir de, demokrasi, düşürme ve kül tü r özgürlüğü yaşarsa, bilim bir nimet olabüir. Eğer sa vaş önlenmezse, bilim de, toplumu insanoğlunun şimdiye kadar görmediği ölçüde büyük bir yıkıma sürükleyebüir.
140
DİN VE BİLİM
Büyük fizücçüerin ve biyolojistlerin çoğu, son yıllar da bilimin yeni buluşlarıyla eski maddecüiğin güzden düş tüğünü ve din gerçeklerinin göze girmeye yüz tuttuğunu üeri sürdüler. Bilginlerin belirsiz terimlerle ve bir görüş ol ara'- ortaya attıkları bu düşünceyi, din adamları kapıştüar, yaydılar. Bu arada gzetelerde din damlarının ağzın dan öyle sarsıcı haberler verdiler İd, büyük kalabalıklar nerdeyse Kutsal Kitabın dediklerini fizik biliminin doğru ladığını sandılar. Bana kalırsa, yeni bilimlerden alınacak ders, halkın sürüklendiği bu görüşe indirgenemez. Bir ke re bilginler, söyledikleri sanılan şeylerin hepsini söylemiş değildirler. Sonra da, geleneksel din inançları yararına söylediklerini, birer bügin olarak, gerçekten büimsel bir ağızla değil, daha çok erdemi ve mülkü savunmak isteyen birer y u rttaş olarak söylediler. 1914 - 1918 savaşı ve onun ardından gelen Rus devriminden sonra bütün çekin gen insanlar eskiye bağlanır oldular; profesörlerin de, çokluk, çekingen yaradılışlı kimseler olduklarını bilirsiniz. Ama, bunları bir yana bırakalım da bilimin gerçekten ne dediğini görelim. 141
1) T aun Karşısında İnsan — Son yıllara kadar, sanlara bir “cüzi irade” 1 tanıyan katolik dinbilimi, evre nin doğal yasalarına bir yakınlık gösteriyor ve bu yakın lık mucizelere inanmalarına da engel olmuyordu. XVIII. yüzyılda Neıvton’un etkisi altında dinbüim ile doğa yasala n arasındaki bağlantı daha da arttı, öyle sanılıyordu ki, T ann dünyayı bir plana göre yartm ıştır ve doğa yasa ları da bu planın ta kendisidir. XIX. yüzyıla kadar dinbi limi düşünceye dayanıyordu, sağlam ve açık seçikti; ama, Tanrıya inanmaz olmuş aklın saldırılana karşı koyabil mek için, son yüzyıl içinde, gittikçe duygulara daha çok başvurur oldu, insanların kafa gücünü serbest bırakıp kendilerini çekmeye uğraştı. Böylece, bir deli gömleği ol m aktan çıktı, yumuşak bir hırka haline geldi. Bugün, dü şünceye dayanan eski ve ağırbaşlı geleneği sürdüren bir kaç bügin katolik ‘din adamı ils bazı toptancüardan baş kası kalmadı. Diğer bütün din adamları kafadan çok, yü (1) ötedenberi din bilginleri 'unvanın Tanrı karşısındaki du rum unu tartışm ışlardır. Bu görüşe göre, dünyada olup biten her şeyi Tanrı önceden k ararlaştırm ıştır, herkesin bütün yapacakla rım önceden alnına yazm ıştır. Bunımla çatışan bir başka görü şe göre, İnsanoğlunun, az da olsa, kaderini değiştirm e gücii var dır. İnsan, itendi çabasıyla. Tanrının kendisine çizdiği kaderi değiştirebilir. Bu son görüşe göre, Tanrı iradesi karşısında insan İradesinin, eski deyimle, külli İradenin karşısında cüzi İradenin blT yeri vardır. İslâm lıkta olsun, H ıristiyanlıkta olsun, uynı ta r tışm a yüzyıllarca süregelm iştir. Hırisciyanlar arasında bu İki gö rüşe göre, değişik mezhepler türem iş vc bu mezhepler arasında ki kavgalar XVII. yüzyıl sonlarına ¡tadar önemli çatışm alara yol açmıştır, örneğin, Jarisenistlerle Cizvitler arasındaki çatışma. Cizvitlcrin ciizl iradeyi kabul etmelerine karşılık Jansentstlcr, kötü bir insanın ancak Tanrının bağışlam asıyla kurtulabileceği ne —bununda dışında— ne yaparsa yapsın cehennemlik olacağı na İnanıyorlardı. Doğuda bu çatışm a hep kiilli iradeden' yana çö zülmüş ve bundan ötürü de Doğu, goncl olarak, çok daha kader ci (fatallst) kalm ıştır. (Çevirenlerin r.otu).
142
reğe seslenerek mantığın tırnaklanın körletmeye çalışı yor ve duygulanmışla aklımızın sürüklendiği bir sonucun yanlışlığım ortaya koyabileceğimizi üeri sürüyorlar, ^ord Tennyson’un yiğitçe söylediği bu sözde olduğu gibi: “Yü rek öfkelenmiş bir insan gibi şalılandı ve duydum diyo karşüık verdi.” Günümüzde, yüreğin atomlarla, nefes borulanyla, deniz kestaneleriyle ve araya büim karışmadığı sürece iigüenmeyeceği daha birçok konulara bağlı duygulan var dır. Günümüzün din büginlerinin ileri sürdükleri düşünce lerden biri atomların davran ışını bilmeyişimize dayana rak, insanın cüzi iradesini kurtarm aktır. Görülecek ka dar büyük olan cisimlerin devinimleri ile ilgili eslıi meka nik yasalan, bu cisimler için doğruluklannı hiç de yitir miş sayılmazlar; ama, bu yasalar, atomlara, hole p rc :i" , elektronlara, uygulanmıyorlar. Yalın atomlann devinimle rini yöneten yasalar var mı, yok mu? Bu devinimler ne öl çüde rastlantılara bağlı? Bunu kesin olarak bilemiyoruz henüz. Büyük cisimlerin devinimlerini yöneten yasaların Statistik yasalan olması, her biri bir rastlantının etkisi olan birçok devinimlerin ortalam a sonucunu vermesi ola ğan görünüyor Bu yasalardan bazıları ve özellikle termo dinamiğin ikinci yasalan Statistik yasalan sayılıyor. Bun lara eklenecek başka yasalar da olabilir. Atomun olağan bakaç hali vardır, bunlar içiçe değil, birbirinden küçük, belli aralıklarla ayrılmışlardır. Bir atom, bu hallerin bi rinden ötekine atlayabilir, atlarken de birbirinden ayrı sıçrayışlar yapabüir. Bugün için şu ya da bu koşullar al tında sıçraman m ne türlü olacağını önceden kestirmemi zi sağlayan bir yasa bilmiyoruz. Bundan da şu sonuç çı karılıyor ki, atom bu bakımdan, hiçbir yasaya uymuyor, benzetme yoluyla “iradei cüziye” diyebücceğimiz bir güç
taşıyor. “Fizik, dünyanın özü" adlı eserinde Eddington bu olanak üzerinde bir hayli duruyor (s. 311). Ona göre, in san düşüncesi beynin atomlarım, şu ya da bu hale geçire bilir ve böylece, sanki bir düğmeye basarak istemine uy gun, geniş sonuçlar elde edebilir. İstemin kendisine ge lince, onun nedeni olmadığını sanıyor. Dediği doğruysa, fizik dünya, en büyük gövdelerde bile, yasalarla önceden belirlenmiş değildir, nedensiz insan istemlerine göre de ğiştirilebilir demektir. Bu görüşün üstünde durmadan önce, “belirimsizlik (indétermination) ilkesi”nden söz etmek iseiyorum. Fi ziğe 1927’de Heisenberg’in soktuğu bu ükeyi (herhalde adı dolayısıyla) birçok din adamı iyi karşıladı. Çünkü, bu ilke onları matematik yasalarının kulluğundan kurtarabüecekti. Doğrusunu isterseniz, beni biraz şaşırtan Eddington’un bu ilkenin kullanılmasını desteklemesidir, (önceki kitap, s. 306). Bu ükeye göre, bir parçacığın du rumu ve hızı önceden belirlenemez. Bu iki belirlemenin her birinde bir yanlışlık payı olacaktır ve her iki yanlışlı ğın sonucu da değiştirilmez. Başka türlü söyleyecek olur sak, birinin belirlenmesi ne kadar doğru olursa, öbürününki de o kadar yanlıştır. Yanlışlık payı çok küçüktür elbet. Tekrar söyleyeyim ki, Eddington’un bu ilkeyi "cüri irade” sorununa bağlamasına şaşıyorum. Çünkü, bu il ke doğa olaylarının belirli olmadığı sonucuna götüremez. Bu ilke sadece şunu gösterir ki, eski “zaman - mekân” görüşü yine fiziğin gereksemelerini tam karşılayamıyor. Bu, artık her bakımdan büinen bir şey. Eski Yunanlıların bulduğu “zaman mekân” kavramları günümüze kadar büyük bir başarıyla iş gördüler. Eiıısteiıı, onların yerine “mekân zaman” dediği y a n hayvan y a n insan, bir çe şit karma anlam getirdi ve yirmi yıl kadar her şey bu görüşle yolunda gitti. Ama .modem quanta mekaniği da ha kökten bir yenilenme zorunluğu ortaya koydu. Beli144
rimsizlik ilkesi bu zorunluğun açıklanmasından başka bir şey değildir. Ama, bu hiç de fizik yasalarının doğa olay larını belirleyecek güçte olmadığını göstermez. J.E. Tum cr (N ature dergisi, 27 Kasım 1980’ diyor İd “Belirimsizlik ilkesinin yanlış anlaşılması, büyük öl çüde, belirli sözcüğünün ikiliğinden doğmuştur. Bir an lamda, bir nicelik, ölçüldüğü zaman belirlidir. Bir başka anlamda, bir olay, bir nedenin sonucu olduğu zaman be lirlidir. Belirimsizlik ilkesi ölçülere uygulanabiliyor. Ama, nedenlere uygulanamıyor. Bir parçacığın hızı ve yeri be lirimsizlik ilkesine göre tam ölçiilemiyeceği için, belirsiz dirler. Bu ölçülemeyiş hem kendi nedenine, hem de ölç me dediğimiz şeyin ölçülen üzerinde fizik bir etki yapma sına bağlı fizik bir iştir. Belirimsizlik ilkesinde, fizik bir olayın nedensiz olabileceği sonucm a götürecek hiçbir şey yoktur." Tum er’le birlikte şunu söyleyebiliriz: “Doğru lanmadığı sürece belirimsiz sayılan bir değişmenin kesin anlamda belirimsiz yani nedensiz olduğunu ileri süren her düşünce, bir yanlışa ve yanlış anlamaya dayanır.” Şunu söyleyelim ki, atoma ve onun sözde cüzi iradesine, gelince bir atomun canı istediği gibi davrandığını bilmi yoruz. Eir atomun canı istediği gibi davrandığını ileri sür mek canı istediği gibi davranamayacağını ileri sürmek ka dar yanlıştır. Bilim, son zamanlarda, atomun eski fizik yasalarına uymadığını ortaya koydu ve bazı fizikler bun dan atomun hiç yasaya uymadığı sonucunu çıkarmakta belki, çok acele ettiler. Eddington’un düşüncenin beyin üzerindeki etkileriyle ilgili görüşü aynı konu üzerinde Descartes’m görüşlerini anımsatıyor. Descartes, yaş'.ana gücünün (vis viva) saklanımını (conservation) biliyordu ama, itme gücündekini bilmiyordu. Onun için de, düşün cenin, canlı varlıkların yönünü değiştirebileceğine inanı yordu, devinimlerinin hızım değdi. Hızın saldanımı ortaya ■çıkarılınca, Descartes’m görüşünden vazgeçüdi. Edding145
ton’uıı görüşü de, onun gibi, bir yana brakılabüecektir. Çünkü, deneyci fizikçiler, bugün yarın tek tek atomların davranışını düzenleyen yasalan bulabilirler. Geçici olabi lecek bir bilgisizliğin üstüne dinsel bir yapı kurmak aşırı bir atılganlıktır. Böyle yapılar kurulabüse büe, anca!: za rarlı olabilirler. Bünkü, insanların elinden yeni buluşlar umudu alınmış olur. Ama, cüzi irade inancına salt görgül (empiric) açı dan da karşı konabilir. Hayvanların ya da insanların davranışları sıkı bir bilim gözlemi altında tutulabüdiği zaman, Pavlov’un deneylerinde olduğu gibi, bu davranış ların başka alanlardaki olaylar gibi büim yasalarıyla doğrılanabildikleri görülmüştür. Gerçi, insanların bütün ya pacaklarını önceden kestiremiyoruz. Ama, bu kestireme yiz mekanizmanın karmaşıklığı ile kolayca açıklanabili yor. Böylesi savları yakından inceledik mi, yanlış oldukla rı görülür her zaman. Dünyayı gelişi güzel bir yönetimin buyruğunda görmek isteyenler, bunun ne demeye vara cağını düşünemiyorlar. Doğanın akışı üstüne üeri sürdü ğümüz bütün düşünceler nedensel (causal) düşünceler dir ve eğer doğayı nedensel yasalar yönetmiyorsa, bizim bütün düşüncelerimiz yıkılır. O zaman, kendi görgümüz dışında hiçbir şey, nedensel yasalara bağlı olduğu için, biz, kesin anlamda, yalnız yaşadığımız anın görgüsünü bi lebiliriz. Düşünce yoluyla başka insanların varlığuıı, h at ta kendi geçmişimizi büemezsek, nasü bunca şeyin varlı ğını ileri sürebiliriz. Nedensellik Ukesi doğru ya da yan lış olabilir. Ama, onun yanlış olduğu savını tutan ve bu savı tutmakla içi rahatlayan kimse kendi düşüncesinin bu davranışla neler yitirdiğini, bindiği dalı kestiğini bilmiyor. Kendini yakından ilgilendiren bütün nedensel yasalan kabul ediyor, yediği yemeğin kendini beslediğine, para ya tırdığı bankanın kendi imzasını taşıyan re!:i ödeyeceğine inamyor ama, kendini yalcından Ugüendinr.ey. n ya da işi146
ı-e gelmeyen yasaları şu ya da bu nedenle tanımak istemi yor. Böyle bir davranışa en azından “çocuksu” denebilir. Atomlaruı davranışları hiçbir yasaya bağlı değildir demenin iler tu ta r bir yanı yoktur. Atomların tek tek davranışlarını az çok aydınlatan son zamanların deney sel yöntemleri olmuştur. Bu davranışın yasalarının he nüz bulunmamış olmasmda şaşılacak bir şey yoktur. Bir talum olayların yasalara bağlı olmadığı ispatlanamaz. Böyle bir ispatlama kökünden ve kuramsal bakımdan ola cak çey değüdir. îleri sürülebüecek tek şey, bu yasala rın henüz bulunmamış olduğudur. Diyebüirsiniz ki, bu ya salar gerçekten var olsaydı atomu inceleyen, onlan bula cak kadar yetkilidir. Ama, ben böyle bir düşüncenin, bir evren kuranıma temel olacak kadar sağlam bir öncül (preınisse) olduğunu sanmıyorum-
2) Matematikçi Tanrı — Sir A rthur Eddingto atomların matematik yasalarına uymayışından dini çıka rıyor. Sir Jam es Janes ise, dini atomların bu yasalara uy masından çıkarıyor. Bu çili armaları din adamları hep seve seve kabul ediyorlar. Çünkü, mantık isteği onlarca soğuk akim isteğidir; bununsa, bizim daha derin olan din duygu lanm ışla bir ilişkisi yoktur. Eddington’un sıçrayan atom lar görüşüne dayanan düşüncesini gözden geçirdik. Şimdi, Jeans’ın yıldızların soğuması üstüne kurduğu düşünceyi gözden geçireceğiz. Jeans’m Tannsı Platoncadır. Ona gö re, Tanrı, nc mühendis, ne biyolojisttir, sadece matematik çidir (The Mysterious Universe, s. 134). Doğrusunu ister seniz, bence bu çeşit Tanrı, büyük işlere girişen insanlara benzetilen T ann’dan daha iyi. Çünkü, ben düşünceyi, yap m aktan daha önemli buluyorum. Yapıcı bir Tanrı düşünen din adamı kas gücünün etkisi altında gibi görünüyor. Kas ları gergin bir insan, yapıcı bir Tanrıya inanır. Kasları gev şek bir adamsa bir düşünce ve derinleştirme Tanrısına 147
inanır. Sir Jam es Jeans, Tanrıcı görüşlerine güvendiği için, evrimcilerin görüşlerine pek sert davranıyor. Gizem li evren üstüne yazdığı kitap, güneşin bir yaşam tarihçe siyle başlıyor. Nerdeyse güneşin bir mezar taşı yazıt mı yazıyor. Onca, yüz binlerce yıldızın bir tekinin, yalnz bir tekinin gezegenleri vardı- . Ama, aşağı y u kan 2 milyon yıl önce, güneş nasılsa bir başka yıldızla buluşmuş, bu bu luşma da bir hayli bereketli olmuş; çünkü, var olan ge zegenler düzeni ondan doğmuş. Gezegenleri olmayan yıl dızlar yaşam yaratamazlar. Onun için de yaşam evrende binde bir rastlanan bir şeydir. “Evrenin, başlangıçta bizim kine benzer bir yaşam yaratm ak üzere kurulduğu inanıl maz bir şey gibi geliyor, diyor Sir Jam es Jeons, öyle olsay dı, bu düzenin büyüklüğü ile yarattığı şey arasında iyi bir orantı bulunurdu.” Evrenin bu az raslanır köşesinde la le, yaşama yalnız çok sıcak üe çok soğuk iklim arasında ki bir ortam da olasıdır. “İnsan soyunun tragedyası şudıır ki, evrenin özü yaşamı besleyip sürdüremeyecek kadar sıcak olduğu halde insaneğiu, ister istemez soğuktan öle ceğe benziyor.” Yaşamı, yaradılışın amacı olarak gören tannbilimcüer, astronomide de aldanıyorlar, kendilerine ve benzerlerine gereğinde çok değer veriyorlar. Jeans’m modem fizik üstüne, madde ve ışmlaşma üstüne, görep lik ve eter üstüne yazdığı güzel bölümleri özetlemeye kalkmayacağım. Bunlar yeterince İm a oldukları için hiç bir özet onlan tam anlatamaz. Bununla birlikte, okuma isteğinizi arttırm ak için, kendi verdiği özeti buraya ala cağım. "Kendimi özetleyecek oiursam diyebilirim ki: Düzen siz ve buruşuk yüzeyli bir sabun köpüğü, görece kuramın ortaya koyduğu evreni yalın vc kabaca anlatmak için ve rilebilecek en iyi örnektir bence. Evren, sabun köpüğü nün içine değü, yüzeyine benzer ve İliç unutmamalı ki, sa bun köpüğünün yalnız iki boyutu vardır, evren kabarcığıliS
ııuısa dört: Uç uzay boyutu, bir de zaman. Bu kabarcığı oluşturan öz, yani sabunun zanysa, boş zaman ile, içiçe boş uzaydan başka bir şey değildir.” Kitabın son bölümü, sabun köpüğünü matematikçi bir Tanrı gücünün, matematik özelliklerine duyduğu ügiyle şişirliğini ispatlamaya çalışıyor. Tannbilimciler bu kü çük okşayıştan kendüerine büyük pay çıkardılar. Bilgin ler kendilerine bir Tanrı versin de, bu Tanrı nasıl olursa olsun. Sir Jam es Jcans’ın Tanrısı, Platonunki gibi toplam lara meraklı bir Tanrıdır. Ama, soyut bir matematikçi ol duğu için, vardığı rakamın ne olduğu onu ügüendirmez. Sayın bilgin, yeni fizikten aldığı birçok çetin tanıtlarla bu Tanrıya, aslında almayan derinlik havası veriyor. Bu gö rüş kısaca şöyledir: Madem iki elme iki elmaya eklenince dörte elma eder, öyleyse T ann iki kere ikinin dört ettiği ni biliyordu. Buna karşı, bir kadınla bir erkeğin, kimi za man üç ettiği ve Yaradanın toplamda sanıldığı kadar güç lü olmadığı söylenebilir. Daha ciddi konuşacak olursak, diyebiliriz ki, Sir James Jeans, piskopos Berkeley’in kura mını yeniden ele alıyor. Bu kurama göre, var olan yalnız idea’lardır ve dış dünyada gördüğümüz süreklüik tam ol masa da, Tanrının uzun zaman nesneleri de düşünmesin den geliyor, örneğin, nesneler hiçbir insan onlara bakma dığı zaman var olmaktan çıkmıyorlar. Çünkü, T ann on lara her zaman bakıyor, daha doğrusu, bu nesneler onun kafasında her zaman birer düşünce olarak yaşıyor. “Ev reni en iyi anlatmanın yolu, çok eski ve uyarsız da olsa, onu bir salt düşünce olarak göstermektir. Bu düşünce, daha anlaşılır bir sözcük bulamadığımız için, matematik çi düşünür dediğimiz bir varlığın düşüncesidir.” Biraz ile ride şunu öğreniyoruz ki, Tanımın düşüncesini yöneten yasalar uyanık yaşamımızın olaylarının yöneten yasalar dır ama düşlerimizi yöneten değil. 149
Coşkularına dokunmayan başka bir konuda Sir J tmes Jeans’m bu ispatlamasında arayacağı bilimsel kesin ligi aramadığını görüyoruz. Birçok ayrıntılar bir yana, soyut matematik ile uygulanan matematik alanlarını bir birine karıştırmakla temelden bir yanılgıya düşmüş olu yor. Soyut matematik İliç gözleme bağlı değildir, onun işi simgelerledir ve değişik simgelere dayandığı içindir ki deneye başvurulmaksızın incelenebilir. Fizik ise, tersi ne, ne kadar matematiksel olursa olsun, baştan başa göz leme ve deneye, yani, önünde sonunda, duyuların algısı na bağlıdır. Matematik her çeşit matematikle uğraşır ve uğraştığı dalların sadece birkaçı fizikçinin işine yarar. Ve fizikçinin matematiği kullanırken üeri sürdüğü, soyut matematiklerin ileri sürdüğünden apayrıdır. Fizikçi kul landığı matematik simgelerinin, sadece duygu izlenimle rinin yorumlanmasına, birbirine bağlanmasına ve önce den kestirilmesine yaradığını söyler. Yaptığı iş ne kadar soyut olursa olsun, deneyle üişiğini kesmez. Matematik formüllerinin evreni yöneten bazı yasaları anlatabüeceği ortaya konmuştur diye, Jeans bu yasaların işleyişini gör me hevesiyle dünyayı bir matematikçinin yarattığı sonu cuna varıyor. Bu görüşe kesinlik kazandırmaya çalışsay dı, kuşkusuz ki, ne kadar aldatıcı olduğunu görmekte ge cikmezdi. Hem zaten, her hangi bir usta matematikçi bir dünyayı, herhangi bir dünyayı genel yasalar çerçevesi içine sokabüir. Böyle olunca, yeni fiziğin matematik nite liği dünya i’e ilgüi bir olay değil, sadece fizikçinin usta lığını gösteren bir şeydir. Sonra şu da var: Eğer Tanrı onu savunan kahramanların sandıklan kadar an, bir ma tematikçi olsaydı, düşüncelerine kaba bir dış varlık ver mek isteğine kapümazdı. Bir takım eğriler çizmek ve geo metrik yapılar kurmak hevesi okul çağındaki çocukların işidir ve bir öğretmen bunlan kendine yakıştırmaz. Bu nunla birlikte, Sir J. Jeans bu hevese kapılmış görüyor 150
yaratıcısını. Onca, dünya düşüncelerden kumludur. I' düşünceler üç türlüdür: Tanrı düşünceleri, uyanık uısai: ların düşünceleri ve uyuyan, kötü düşler gören insanin rın düşünceleri. Bu son iki çeşit düşünce Evren’in yetki: ligine ne ekliyor, oranı pek anlaşılmıyor. Tanrı düşünce lerinin en iyüeri olacağı besbelli ama, öbür baş belaları nın neye yaradığı belli değil. Bir zamanlar çok bilgüı ve çok softa bir tannbüimci tanımıştım. Bana, uzun araştır malardan sonra her şeyi anladığını, yalnız Tanrmn niçin dünyayı yarattığını anlamadığını söylemişti. Bu çetin so m u üstünde Sir J. Jeans’m durması iyi olur. Belki bunu çözümler de din bilginlerinin gönlünü hoş eder.
3) Yaratıcı T ann — Bugünkü büimin karşılaştı en ciddi zorluklardan biri Evren’in bir dağılmaya doğru gitmesinden geliyor, örneğin, dünyada radyoaktif nesne ler var. Bunlar durmadan daha basit öğelere ayrılıyorlar ve bunlan yeniden birleştirmenin yolu bulunamıyor. Ama, dünyanın dağılma halinde olduğunu gösteren yalnız bu değü. Daha önemli ve daha çetrefil gerçekler de gösteri yor bunu. Her ne kadar basit öğelerin karmaşık öğeleri nasıl yarattığını bilmiyorsak da, böyle bir şeyin nasıl olaT bileceğini düşünebüiriz ve belld de bir yerde buna ben zer oluşmalar vardır. Ama, termodinamiğin ikinci yasası na gelince, daha büyük bir zorlukla karşılaşıyoruz. Kaba olarak termodinamiğin ortaya koyduğu ikinci yasa şüdur: Nesneler kendi hallerine bırakıldıkları za man düzensiz bir duruma düşerler ve kendiliklerinden ilk düzenlerini bulamazlar. Sanıldığına göre, çok eski bir za manda Evren tam bir düzen içindeydi, her şey yerli yeriııdeydi, sonradan gittikçe düzeni bozulmaya başladı, o kadar ki, Evren’i ilk dummuna götürmek için bir zor gör mesi gerekir. Termodinamiğin ikinci yasası, ilk biçimiyle daha as bir şey atıyordu ortaya, özellikle diyordu ki, yan 151
yana gelen iki nesnenin ışılan ay n ayrıdır; bunlardan da ha sıcak olanı bu buluşmada daha soğuk, daha soğuk olansa daha sıçalı olur ve sonunda iki nesnenin ısısı eşit leşir. Bu ağıdan yasa herkesin bildiği şu olayı ortaya ko yar; Elinizde kızıl kor haline gelmiş bir nesneyi tuttuğu nuz zaman, bu nesnenin kendisi bir yandan soğurken çev resindeki hava da ısınır. Ama, çok geçmeden görülür ki. bu yasanın daha genel bir anlamı vardır. Çok sıcak nes nelerin parçacıldan çok hızlı bir devinim içinde oldukla rı halde, soğuk nesnelerin j^arçacıkları daha ağır devinir ler. Çabuk devinimli birçok parçacık ağır devinimli par çacıklarla bir arada bulundular mı, zamanla çabuklar .ağırlara çarpa çarpa iki ta ra f ortalama bir hıza varır. Bu gerçek, enerjinin bütün biçimlerine uygulanır. Bir yer de çok büyük bir enerji, onun yanı başında küçük bir ener ji varsa, her zaman büyük enerji küçük enerjiye geçerek eşit duruma girerler. Bu oluşu bir demokrasi eğüimi ola rak belirtebiliriz. Bu oluş tersinmez olduğu (yani küçük enerji büyük enerjiye geçmediği için) geçmiş zamanlarda devlet gücünün dağılışında herhalde bugünkü kadar eşitlik yoktu (yani güç, azınlıktan çoğunluğa geçemiyordu). Bu gün madde dünyası bitimli sayıldığına ve bilinmemekle bir likte belli elektron ve proton sayısı ile kurulduğuna göre, enerjinin belli bir yerde başka bir yerden daha fazla birik miş kalması kuramsal bakımdan zamanla sınırlıdır. Dünya lım gelişmesini geriye doğru izleyecek olursak, sayısız yıllar sonra (ama herhalde 4004’den fazla) dünyanın da ha öncesi olamayacak bir durumuna varırdık, eğer te r modinamiğin ikinci yasası orada yürürlükte ise, Dünya lımı bu Uk halinde, enerji olabüdiğince eşitsizlikle dağıl mış olacaktı. Bu konuda Eddington şuıılan söylüyor : “Sonsuz bir geçmiş düşüncesinin zorunluğu mey dandadır. Kendimizi sonsuz bir hazırlama çağının miras çıları sayamayız. Kendinden öncesi olmayan bir zamanı 1 52
düşünmek de olanaksız. Zamanın başlangıcı dilemma’sı bizi daha da şaşırtırdı, eğer sonsuz zamanla bizim aramı za giren daha ezici bir başka zonınluk bu dilemma’yı gizlemeseydi. Evren’in derece düşümünü inceledik. Bu konu üzerinde düşündüklerimiz doğruysa, evrendeki bü yük değişme zamanın başlangıcı ile bizim zamanımız ara sında bir yerdedir. “Geçmişe doğru yükseldikçe, gitgide düzenli bir dünya buluyoruz. Daha yukarılara gitmemize hiçbir en gel çıkmazsa, öyle bir zamana varırız ki, orada dünya nın enerjisi rastlantıya hiç yer vermeyen kusursuz bir düzen içindedir. Bugünkü doğa yasaları sistemine göre daha yukarı çıkamıyoruz. Kusursuz düzen sözünün bir kaçamak olduğunu sanmıyorum. Bizi ilgilendiren düzen tıpa tıp belirlenebilir bir düzendir ve kusursuz olduğu bir nokta vardır. Gittikçe yükselen sonsuz düzenleme halleri olamaz. Kusursuzluk noktasının da gittikçe da ha yavaş yaklaşılan bir yer olduğunu sanmıyorum. Ku sursuz ya da tam düzen, kusurlu düzenden daha az fire verme yolunda değildir. “Hiç duraksamadan kabul edebiliriz ki, üç çeyrek yüzyıldan beri kurulan fizik şeması üe Evren’in öz temel lerinin kusursuz bir düzen içinde yaratılmış olduğu bir zaman bulabiliriz. Elverir lıi, daha önce var olan öz te mellerde bu düzen bulunup da sonradan kaybedilmiş ol masın. Ayrıca, bu düzende hiçbir şey rastlantıdan doğ muş olamazdı. Çünkü o, rastlantı ile doğamayacak bir şeydir. “Uzun zaman bu durum fazla kaba maddeciliğe karşı kullanıldı. Bu, biz insanların zamanından sonsuz uzaklık ta olmayan bir zamanla Yaradan.’m işe karışmasının bi limsel bir tanıtı sayılır. Bence bu fizik şemadan sonuçlar çıkarmakta acele etmemeliyiz.
"Bilginler ve tanrıbilimciler, bugünkü termodinamik araştırm aların hepsine ustaca gizlenen Tanrıcı kuram ço cuksu kabalığını görmelidirler. Bu kurama göre, T ann bir kaç milyar yıl önce Evren’e son biçimini vermiş ve son ra onu rastantıya bırakmıştı. Bilginin yapacağı burada, termodinamik gelişme üstüne bir varsayımda kalmak ve bir inanç bildirme yoluna gitmemektir. Bir büim adamı olarak ben, dünyanm bugünkü durumunun bir sıçrama dan doğduğuna inanmıyorum. Büim dışı bir açıdan da, sözü geçen varsayımın gerektirdiği süreksiz bir Tanrılık kavra mını da kabul edemem. Bu işin içinden nasıl çıkılır büınem" ■ Bu sözlerden anlaşüdığına göre, Eddington bir yara tıcının elinden çıkmış belli bir yaradılışı tutmuyor. Tut mamasının tek nedeni de, bu düşünceden hoşlanmaması dır. Kabul etmediği sonucu destekleyen bilimsel tanıt “cüzi irade”yi destekleyen tanıttan çok daha sağlamdır. Çünkü, biri büimsizliğe, öbürüyse (bizim burada inceledi ğimiz) bilgiye dayanıyor. Bu da gösteriyor ki, bilginlerin bilimlerinden çıkardıkları Tannbilim sonuçlan sadece hoşlanna gittiği için kabul ettikleri sonuçlardır. Ne ka dar akü yoluna başvurursa vursunlar, bu sonuçların din sel inançlara aykırılığını bir türlü benimsemiyorlar. Bana kalırsa şunu kabul etmeliyiz. İd, Evren’in bizden sonsuz bir uzaklıkta olmayan bir zamanda bir başlangıcı olduğu düşüncesi, son zamanlarda bilginlerin bize kabul ettirmek istediği Tannbilim sonuçlarından çok daha savunulmaya elverişli görünüyor. Bilimsel kanıtın ispatlayıcı bir kesin liği yoktur. Termodinamiğin ikinci yasası her yerde, her zaman geçmiyebilir. Ya da Evren’in uzayda sonlu oldu ğunu düşünmekte aldanıyoruz. Ama, bu çeşit kanıtlarda 11 1
154
KddLng'lon 83 vd.
The N ature
of tlıe
l ’lıyaical World, 1928,
s.
her zaman olduğu gibi bu kanıt da iyidir ve bence yeni bir duruma kadar dünyanın, bilinmemekle birlikte, belli bir zamanda bir başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz. Bundan, dünyanın bir yaratıcısı olduğu sonucuna varabilir miyiz? Büimin sağlam kurallarına bağlı kalmak istiyorsak, elbette hayır diyeceğiz:. Dünyanın bir başlan gıcı olmadığı düşüncesine hiçbir m antık karşı koyamaz, bunu garip bulabiliriz sadece. Ama, garip görünen bir şe yin gerçekleşmeyeceğini gösteren hiçbir doğa yasası da yoktur. Bir yaratıcı öne sürmek, bir neden öne sürmektir. Nedensel sonuçlamalarsa, bilimde ancak nedensel yasala rın gözlemine dayandığı zaman kabul edilebilir. Oysa, hiç ten başlayan bir yaradılış şimdiye dek görülmüş bir şey değildir. Böylece, dünyanın nedeni bir yaratıcıdır demek, dünyanın nedeni yoktur demekten daha akla uygun de ğildir. Ayrıca, dünyayı bir yaratıcının kurduğu varsayımı, bence hiçbir fayda sağlamıyor. Bir yaratıcı olsun olma sın, dünya neyse odur. Size kötü şarap satmaya kalkarlar sa, bu şarap üzümden çıkarılacak yerde laboratuvarlarda lıazarlandı diye onu daha iyi bulmazsınız. Onun gibi, “lıiç de hoş olmayan bu Evren’in” belli bir amaçla bir laboratuvardan çıkmış olmasında ne kazancımız olacağını göremiyorum. Bazı kimseler (ki Eddiııgton onlar arasında değildir) şununla avunuyorlar ki, dünyayı Tanrı yaratm ış olursa, bozulduğu zaman onu düzeltebilir. Bense, hoşa gitmeyen bir oluşun durmadan yinelenmekle ne diye daha hoş ola bileceğini kavnyamıyorum. Belki de dinsel duygum eksik cîe ondan Bugünlerde eski biçim maddecükiten ve onu yeni fizi ğin çürüttüğünden çok söz ediliyor. Aslında, fiziğüı değişen yanı teknik yanıdır. Filozoflar ne derse desin, eskiden fi zik. teknik bakımından maddenin küçük sert parçalardan 155
oluştuğu düşüncesine dayanıyordu. Bugün öyle değü ar tık. Ama Demokritos’dan sonra, bu küçük s e rt parçalara inanmış füozoflar pek azdır. Berkeley ve Hume buna hiç inanmıyorlardı her halde. Leibniz, Kant ve Hegel de öy le. Kendisi de fizikçi olan Mach, çok başka bir öğreti üeri sürüyordu. Az çok felsefeye bulanmış bilginliği üe bu küçük sert parçaların teknik bir uydurma olduğunu ka bul etmeye hazırdı. Böyle f ulaşılınca, maddecilik ölmüş tür. Ama daha önemli bir başka açıdan maddecüik her zamankinden daha iyidir, önemli sorun, maddenin küçük parçacıklai’ ya da başka bir şeyden kurulu olup olmadı ğım bümek değil, doğadaki gelişmenin fizik yasalarına bağlı olup olmadığım bilmektir. Biyolojik, fizyolojik ve psikolojik ilerlemeleri her zamankinden daha büyük bir olağanlıkla gösterdi ki, doğa olayları fizik yasalarının buyruğu adadır. îşte, gerçekten önemli olan da budur. Bumı anlatmak için, yaşam bilimleri ile uğraşanların düşün celerinden bazıları üzerinde duracağız
4) Evrimci Tanrıbilim — Evrim önceleri dine dü man sayıldı. Köktenciler (Fondamentalist) hâlâ öyle sa yıyorlar. Ama, yeni türeyen bütün bir dinciler okulu d a , evrimde çağlar boyunca ağır ağır gerçekleşen bir Tann planı görüyor. Kimi, bu planın Tanrının düşüncesinde ol duğu, İtimi dc canlı yaratıkların belirsiz isteklerinde sak lı olduğunu ileri sürüyor. Kimine göre, bizler Tanrının isteklerim gerçekleşti riyoruz, İdmine göre de, sandığımızdan daha iyi olan ken di isteklerimizi. Tartışılan birçok sorun gibi evrim soru nu da bir hayli ıvır zıvırla doldu. Eskiden Huxley ve Gladston Nineteontlı Ccntury dergisinde hıristiyen dini nin doğruluğu üstüne tartışılırken her şey Gadarin do156
mi’zunun bir Yahudiye mi yoksa bir gentil’e 1 mi ait oldu ğu konusu etrafına dönüyordu. Çünkü, ancak ikinci hal de bu hayvanların öldürülmesi, özel bir mala ahlaksızca saldırış oluyordu. Yine bunun gibi evrimin erekliliği (fi nality) sorunu da amoplıila'nın yaşayışı, tersine çevrilen deniz kestanelerinin davranışı, axolatl’ın karada ve de nizdeki alışkanlıkları gibi ayrıntılara döküldü. Oysa, bu sorunları, ne kadar önemli de olsalar, uzmanlara bırak mak gerekir. Fizikten biyolojiye geçerken sanki cosmic’dcn kilise dünyasına geçiyoruz. Firikte ve astronomide, genel ola rak evrenle karşılaşırız, sadece evrenin birim bulunduğu muz köşesiyle ya da bizim gördüğümüz yanıyla değil, ılozmik bakımdan yaşam, az önemli bir olaydır. Çok az yıldızın peykleri vardır ve yaşama elverişli koşullar gös teren peykler de çok azdır. Dünyamızda bile yaşam, mad denin çok küçük bir parçasına, yüze en yakm yerine öz güdür. Varlığın en uzun geçmişinde dünya yuvarlağı ya şamla uzlaşamayacak kadar sıcaktır. Varlığının en uzun geleceğinde de yaşamla yaşamın uzlaşamayacak kadar soğuk olacaktır. Şu anda yaşamın yalnız birim dünyamız da olup başka hiçbir yerde olmaması hiç de olanaksız de ğildir. Ama çok cömert davranıp da uzaya serpili yüz binlerce başka yıldızlarda yaşam olduğunu kabul etsek bile, bütün yaradılışın amacı yaşamdır diyemeyiz. Çünkü, yzşıyan madde, koca evrenin öıiemsiz bir ürünüdür niha yet. Birçok yaşlı bay, sonu iyiye bağlanmalı koşuluyla bir talum sıkıcı öyküler dinlemekten hoşlanırlar. Bütüıı bu öykülerin hepsinden uzun ve vardığı sonuç hepsinde da ha kısa olan bir öykü düşünün. Böyle biyolojistlerin gö rünüşüne göre, Tanrının yaratıcı çalışmaları üzerine çok az bir fikir edinebiliriz. Üstelik de öykünün sonucu bu kailj
Yahudllere süre yabancılar, H ırlsU yanlara güre payenler.
157
dar uzun bir önsöz yanında gök küçük kalır. Tükiıün kuy ruğu üe, ardıç kuşunun ötüşü üe, yabani tekenin boynuz lan üe uğraşılmasına bir şey demem. Ama, tannbilimcilsrin böbürlene böbürlene uğraştıkları bunlar değildir. Onları ilgüendiren insanın ruhudur. Ne yazık ki, iıısan so yunun değerleri üstüne söz söyleyecek yansız bir yargıç yoktur. Bana sorarsanız insanın zehirli gazlarını, mikrop savaşı araştırmalarını, bütün işkencelerini, .baskılanın, türlü kötülüklerini düşününce, yaradılışın baş tacı sayı lan bu soyu pek o kadar parlak görmüyorum. Ama geçe lim buıın. Evrimin oluşmasında kendinden ya da aşkın bir ereklilik (finality) varsayımı gerektiren bir şey var mı? Asıl sonııı budur. Biyolojist olmayan biri için bıı konuda duraksamadan konuşmak zordur. Bununla birlikte, erekli likten yana ileri sürülen tanıtlar hiç de inandıncı gelme di bana. Canlıların ve bitkilerin davranışı, şu ya da bu özellikleri dolayısıyla, şu ya da bu sonuçlara varınca, bi yolojist bunları davranışın bir amacı diye yorumluyor. Hiç değiise bitküerde, biyolojist, genel olarak, bu erekli liğin organizmaca büinçli olarak duyulmadığını kabri c yor. Sonucu Tanrının baştan zorla koyduğunu ispatlamak iikiycrsa, işine gelir bu. Ama benim anlamadığım şu Neden akıllı bir Yaradan organik dünyada olan biten her şeyi önceden kurar da, amaçlarını bize zorla kabul ettir meye kalkar, bu am açlan kendinden bilmeye zorlar bizi? Bir de şu var: Büimsel araştırmanın gelişmesi, yaşayan maddenin fizik ve kimya yasalarından başka bir şeyle yö netildiğini gösteren hiçbir tanır getirmiş değildir. Örne ğin, sindirim oluşmasını ele aldım : Bu oluşmanın ilk adı mı dışarıdan yiyeceğin alınmasıdır. Bu abş birçok hayvan üstünde ve özellikle tavuklarda incelenmiştir. Yeni doğan civcivlerde, yutabilecekleri tane büyüklüğünde ve biçimin deki her şeyi gagalamaya iten bir tepke (reflexe) var153
ılır. Birçok denemeden sonra, bu koşulsuz tepke koşu İhı bir tepke oluyor. Tıpkı Pavlov’un incelemesinde ı gibi. Aym davranışı çocuklarda da görüyoruz. On! :r ûj. yalnız annelerinin memelerini değü, fizik bakımı-ıd-rı, emilebüccek her nesneyi emerler, omuzlarından, k ı l a rından, ellerinden yiyecek çıkarmaya çalışırlar, aylarca süren denemelerden sonradır ki, yiyecek alma çabalarını memelerde sınırlarlar. Emmek çocuklarda, başlangıçta, koşulsuz bir tepkedir, hiç de bir akıl işi değüdir. Emme nin başarılı olması ananın aklına bağlıdır. Emme ve y u t ma, deneme yoluyla koşullu olan koşulsuz tepkelerdir. Sindirim sırasında yiyeceğin geçirdiği kimyasal değişme ler bütün aşam alar içinde titizce incelenmiş ve hiçbir yer de bir yaşam ilkesinin işe karıştığı varsayımını haklı çı karacak tek şey görülmemiştir. Bir de üremeyi ele alalım. Canlılar dünyasında ev rensel olmamakla birlikte, en Uginç canlı özellikle; lr.de ı biridir. Bu oluşmanın da bugün gizemli diyebileceğiniz hiçbir yanı yoktur. Bütün inceliklerini büdiğimizi söyle mek istemiyorum. Ama, mekaniksel ilkelerin açıkladı ;i olaylar o kadar boldur ki, bunlâra dayanarak üreme işi nin tam bir açıklamasına varabüeceğimiz umulabilir. Otuz yıl önce, J. Loeb bir yumurtadan, ispermatozoitleri işe karıştırmadan civciv çıkartma yolunu buldu. Kendi denemelerinin ve başka araştırıcıların vardıkları sonuçla rı şöylece özetliyor: “Kesin olarak söyleyebüiriz ki, be 71 fizik - kimyasal etkenler spermatozoitlçrin gördüğü i.ş: i tıpkısını görebilmektedir.” 1 Üremeye sıkı sıkıya bağlı olan soyaçekim sorunuV.u da ele alalım. Bu konu üstündeki büimsel bilgüerimizin durumunu Prof. Hogben, ( ‘anlı Maddenin Yapısı adlı ki tabında ve özellikle akrabalığın atomcu kavramı bolü<1)
The Mcchanistlc Conceptlon o? Life, 1012, s. 1.
159
münde pek ustaca göstermiştir. Bu bölümü okuyunca bil gin olmayan herkes Mendel Kuramını, kromozomu, mu tan t'! arı falan gerektiği kadar anlar. Bu konular üs tüne bunca bilgilerimiz varken, soyaçekim hâlâ önünde boyun eğeceğimiz bir sır sayılmasını anlamıyorum. De neysel ambriyoloji daha yeni olmakla birlikte, övülecek sonuçlar vermiştir. Bu koldaki çalışmalar o r g a n iz m a n ın eski biyolojide sanıldığı kadar katı olmadığım göstermiş tir. “Bir kertenkele yavrusunun gözünü bir başka can lının kafasma aşılamak bugünkü biyolojinin gündelik de neyleri arasındadır. Bugün laboratuvarlarda beş pençeli, iki kafalı deniz kertenkeleleri elde ediliyor.” k Ama okuyucu diyebilir ki, bütün bunlar yalnız be deni ilgilendirir. Ruh üstüne ne diyeceğiz? Ruh bakımın dan sorun o kadar basit değü. tikin şunu söyleyeyim: Canlıların kafa oluşmaları tamamiyle varsayımlara daya nır. Canlılar üzerindeki bilimsel inceleme yalnız davranış larını ve gözleme girebilen oluşmalarım ele almalıdır. Bu nunla, canlıların ruhları olmadığım söylemek istemiyo rum. Demek istiyorum ki, bilimin sınırlan içinde kalmak istiyorsak, ruhlardan şu ya da bu biçimde sözetmekten vazgeçmeliyiz Beden davranışı nedenleri açıklamaya ye ter, yani bu açıklama ruh diye gözleme girmez bir varlı ğın işe karışmasını gerektirmez. Koşullu tepkeler (refle xe) kuramı, eskiden yalnız ilk denemelerle açıklanabüeceği sanılan bütün haller için doyurucu bir açıklama yolu getirdi, insanlarda büe bedensel davranış ruh diye bir etkene başvurmaksızın açıldanabiliyor. Ne var ki, insan ların davranışı daha karmaşık olması ve kendi düşüncele rimizle bir ruhumuz olduğu kanısına varmamız yüzünden bu kuram insan konusunda kolay kolay kabul edilmiyor. (1)
160
Hogbcn, Adı geçen eser, s. 111.
İnsanda, genel olarak, ruh’ adı verilen bir şey bulunduğu nu biliyoruz, orası su götürmez. Ama, bir şeyler bilmek le, büdiğimiz şeyin ne olduğunu tam olarak söyleyemiyoruz. Bedensel davranışımızın sadece fizik nedenlere da yanmadığını ispatlamak da ayrıca zor. Kendimizi yokla yınca, öyle geliyor ki bize, içimizde irade denen bir şey var; “irademize bağlı” dediğimiz davranışların nedeni odur. Bununla birlikte, bu davranışların bir fizik nedenle ri zincirine bağlı olmaları pek olağandır. Fiziğin konusu, artık eski anlamdaki madde olmadığı için, düşünce dedi ğimiz şeyin fiziğin eski madde kavramı yerine koyduğu bütünlüklerin bir parçası olması da pekâlâ mümkündür. Ruh - madde ikiliği tarihe karışm ıştır; madde ruha, ruh da maddeye, bilimin başlangıcında sanıldığından çok da ha benzer olmuştur. Gerçekten var olan şey eski m ater yalizmin bilardo büyaları ile eski psikolojinin ruhu ara sındaki ortalama bir şeydir, diyesimiz geliyor. Ama burada yapılacak önemli bir ayırma var. Önce ele alacağımız sorun dünyanın hangi özden yapıldığını bümektir. Nedensel yapısı sorunu sonra gelir. Bilim ta başlangıcından beri, hemen yalnız gözlemlediğimiz şeyin nedenlerini aradı. Oluşmaları kuran öğeleri .çözümleme yoluna gitmedi. Fiziğin alabüdiğine soyut şeması dünyanm nedensel yapısını verirken, onu kuran nesnelerin ren gini, çeşitliliğini, bireyselliğini hesaba katmaz görünüyor. Fiziğin ortaya koyduğu nedensel yapı, insan bedeninin davranışını yöneten bedensel yasaları bümemize yarar; bunu söylemekle fiziğin yaptığı soyutlamanın bize insan ruhunun özü'ya da madde dediğimiz şeyin gerçek kurulu şu üstüne bir şey öğretir demek istemiyorum. Eski ma teryalizmin büardo bilyalan yeııi fiziğin şemasına giremiyecek kadar somut ve duygusaldı. Ama aynı şeyi düşün celer için de söyleyebiliriz. Nedensellik oluşmalarını ince lediğimiz zaman gerçek dünyanın somut çeşitliliği bize 161
budan bir şey gibi geliyor. Bir örnek alalım. Kaldıraç il kesi, anlaşılması kolay bir şeydir. Kaldıraçm işlemesi, dayanak noktasının, küçük bir karşı komanın karşılıklı durumlarına bağlıdır, öyle bir kaldıraç düşnün ki, dâhi bir ressam bakmaya doyulmaz resimler yapmış olsun. Bu resimler bizi duygulandırma bakımından kaldıraçm mekanik özelliklerinden çok daha önemli olmakla birlik te, bu özellikler üstüne hiçbir tepki yapmazlar ve kaldıraçm gücünü açılılarken onlan hiçe sayabüiriz. Dünya da böyledir. Kavradığımız haliyle dünya zengin ve değişiktir. Kimi yanlan güzel, kimi yanları çirkindir; kimi yanlan iyi, kimi yanlan kötü. Ama, bütün bunların nesnelerin nedensel özellikleriyle hiçbir üişkisi yoktur. Büim ise, yal nız bu özelliklerle ilgilenir. Bu özellikleri bütünüyle bümekle dünyayı tam olarak bileceğimizi söyleyemem. Çünkü, dünyanın somut çeşitliliği de daha az büinmesi gereken bir şey değüdir. Benim bundan demek istediğim şu: Büim nedensel diyebüeceğimiz bir çeşit bilgidir. Bu bilgi yalnız fiziksel ve kimyasal özellikler konusunda can lı varlıklar için bile tam bir bügi olabilir pekâlâ. Bunu Bunu söylerken, bugün kesin olarak büinen gerçeklerin ötesine gidiyorum. Ama, son yıllarda fizyoloji, biyolojik kimya ve ambriyoloji alanında duyular üzerinde yapüan araştırm alarda elde edüen sonuçlar bu inancı büyük öl çüde destekliyorlar1. Lloyd Morgan’m Em ergent Evolntion (1928) ve Li fo and Spijit (1926) adlı yapıtlarında dinsel eğilimli bir biyolojistiıı görüşünü en iyi açıklanmış biçimiyle görebüiriz. Lloyd Morgan, dünyanın gelişmesinde, özellikle Emergent evolution dediği şeyde tanrısal bir erek olduğu na inanıyor, iyi anladımsa, Emergent evolution dediği şey şudur: Az ya da çok sayıda nesneler kimi zaman o (1)
162
Bak : The Basla c! Sensation, E.
D. A drian 1928.
türiü bir bütün kurarlar ki, bu bütünün bir özelliği ayrı ay n nesnelerin hiçbirinde bulunmaz, bu nesnelerin hiçbir özelliğine ], a da bunların düzenine bağlanamaz. Atom, mo lekül ve kristalin gösterdiği özellikler, aldanmıyorsam, Lloyd Morgan’a göre, bunların kurucu öğelerinin özellik lerine bağlanamaz. Daha yüksek bir ölçüde, canlı orga nizmaların ve hele ruh denen şeyi taşıyan üstün organiz maların durumu da budur. Lloyd Morgan’a göre, ruhları mız fizik organizmadan ayrılamaz ama, ruhun özellikleri uzayda atomların belli bir düzeni olarak gördüğü orga nizmanın özelliklerine bağlanamaz. “Emergnet Evo lution, diyor, evren boyunca tanrısal erek dediğim şeyin ortaya çıkması, görünür duruma gelmesidir.” (Emergent Evolution, s. 288). Yazar neye dayanarak bunları gösterdiğini söylesey di, görünüşü daha kolay inceleyebüirdik. Ama benim gör düğüm kadarıyla Prof. Lloyd Morgan, öğretisinin kendi kendine dayandığım ve ispatlanması için akıl yoluna ge reksemesi olmadığım sanıyor. Prof. Lloyd Morgan’m yan lış düşündüğünü üeri sürecek değüim. Ama, bu demek olu yor ki, sonsuz gücü olan bir varlık vardır. Bu varlık çocuk ların menenjitten, yaşlıların kanserden ölmesini hoş görü yor. Bunlar olan şeylerdir ve evrimin birer sonucudur. Ev rim tanrısal bir planı gerçekleştiriyorsa, bu söylediğim olayların da planda bulunması gerekir. İnsanın çektiği acı nın işlenmiş günahların bir cezası olduğunu söylüyorlar. Ama, dört beş yaşında bir çocuk hangi korkunç günahları işlemiş olabüir ki, bunca çocuğun çektiği acılar hakedilmiş olsun. İyimser din bilginlerimiz çocuk hastanelerimize bir gidip görsünler. Çocuğun kendisi günah işlemediyse anası nın babasının işledikleri günahın cezasını çekermiş, bunu da söylerler. Ben de şunu söylerim ki, tanrısal adalet buy sa benim adaletim bundan ayrıdır ve benimki üstündür. Yaşadığımız dünya gerçekten bir plana uygun olarak ger 163
çekleşiyorsa, bu planı yapanın yanında Neron bir evliya kaljr. Bereket versin, böyle tanrısal bir planın varlığını İs patlayan hiçbir şey yoktur. Bu plana inananların şimdiye kadar ortaya en küçük bir kanıt bile koymamış olmaları, böyle bir planın yokluğunu gösterir. Bu bölümde, büginlerin dinden yana düşüncelerinin bazıları üzerinde durduk. Eddington üe Jeans’in birbirini tu tm adığım , her ikisinin biyolojist din bUginlerindeıı ayrıl dıklarım ama, hepsinin, önünde sonunda, dinsel vicdan karşısında büimin boyun eğmesi gerektiğine inandıklarım gördük. Onlar ve hayranlan, bu davranışı akılcılaruı uz laşmaya hiç yanaşmayan davranışlarından daha iyimser sayıyorlar. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Onlann duru mu bir umutsuzluk bir inanç kaybı ortaya koyuyor. Bir za manlar din, cömert bir coşkunluk uyandınyordu. insanlar Haçh Seferlerine çıkıyor, birbirlerini odun yığınları üstün de yakıyorlardı inançları uğruna ya da inançlan yüzün den. Din savaşlarından sonra dinbilim, insanların dü şüncesi üstündeki etkisini yavaş yavaş kaybetti. Din adına yapılamayan şeyler bugün artık bilön adına yapılır oldu. Şimdi endüstriyi bilim adına azdırıyoruz, aile ahlakını bi lim adına yıkıyoruz, beyaz ırktan olmayanları büim adına köle ediyoruz, birbirimizi büim adına zehirli gazlarla öldü rüyoruz. Kimi büginler büimin bu türlü kullanüışım hoş görmüyorlar. Bilimin dizginsiz gelişmesi önünde korkulara kapüıp eski kör inançlarda sığınak arıyorlar. Prof. Hogben şöyle diyor: "Bugünkü bilimde ağır basan dinsel davranış yeni kavramların mantıklı sonucudur. Bu da\Tamş eski den, bilimle açıktan açığa çatışan geleneksel inançların di rilmesi umuduna dayamyor. Bu umut, büimsel buluşların yarattığı bir şey değlidir. Oriun kökü çağımızın toplumsal havasındadır. Birkaç zamandır mületler karşılıklı ilLşküerinde akü yoluna başvurmaz oldular artik. Yan tutmadan düşünmek yasalara aykınlık sayılır oldu. Geleneksel inan 194
cı eleştirmek ihanet adım aldı. Filozoflar ve bilim adamları tepeden inme yasalara boyun eğdiler. Eski inançla uzlaş mak bir uygarlık belirtisi sayıldı. Çağdaş felsefe, dünya savaşmın yarattığı bu düşünce umutsuzluğundan insan ları kurtarm anın yolunu bulmalıdır.” Bugünkü durumumuzun devasım geriye dönerek bu lamayız. Büimin insanlara verdiği yeni gücü iyi bir yöne çevirmenin yolu çocukça bir takım fantezüere bağlanıp kalmak değüdir. Bilimin temellerini yıkmaya çalışan filo zof küşümcülüğü de bilim tekniğinin iş alanındaki geliş mesini durduramaz, insanlara çekingen duraksar bir inanç değil, sağlam bir bügi araştırm ası gerek. Bilim, özü gereği, sistemli bir bügi araştırmasıdır. Bügiyse, ne ka dar kötüye kullanılırsa kullanılsın, özü gereği, iyi bir şey dir. Bilgiye inancımızı yitirmek, insanın en iyi yanma, en iyi güçlerimize inancımızı yitirmek demektir. Onun için hiç duraksamadan söyleyebüirim ki, sarsılmaz akılcı, ol gun bir yaşa yakışmayan, çocuksu avuntular ariyan çe kingen büginlerden daha iyi niyetlidir ve daha sağlam bir iyimserlik içindedir.
165
BİREY VE TOPLUM
XIX. yüzyılın politik düşünceleriyle ekonomik yolu arasında garip bir ayrılık oldu. Politikada bu yüzyıl, Locke’un ve Rousseau’nun küçük toprak sahiplerinin kurdu ğu bir topluma uygulanmış liberal düşüncelerine bağlıy dı. öne sürdüğü ilkeler özgürlük ve eşitlikti. Ama, bu arada, geliştirdiği teknikle özgürlüğü yıkmaya ve eşitli ğin yerine yeni oligarşi biçimleri getirmeye doğru gidi: yordu. Liberal düşüncenin güç kazanması, bir bakınia, yı kın; oldu. Çünkü, endüstriyalizmin getirdiği sorunlar, ge niş görüşlü insanların yansız düşüncelerine engel oldu. Gerçi, sosyalizm ve komünizm, aslmda, endüstriyalizmin yarattığı öğretilerdir. Ama, bunlar sınıflar arası savaş kavramına öylesine bağlıydılar ki, politik zafer dışında hiçbir şey düşünmeye vakitleri kalmıyordu. Geleneksel ahlak, yeni çağda, pek işe yaramaz oldu. Zengin bir adam, en titiz bir rahibin bile günah saymayacağı bir iş üe mil yonlarca insanı yoksulluğa sürükleyebilir. Oysa, insana daha iyi kullanacağı bir saatine mal olan cinsel aykırılık büyük bir günah sayılıyor. Benzerlerimize karşı olan ödevlerimiz üstüne yeni bir öğreti kurulması gerekir. Bu konuda çağımıza uygun yönler görtermeyen yalnız dinsel eğitim değildir. XIX. yüzyılın liberalist eğitimleri de bize bu bakımdan yol göstermemiştir, örneğin, Mill’in özgür lük adlı kitabım alalım. Mill’e göre, yapacağım işler baş kalarına zarar veriyorsa, devlet bana engel olmalıdır 166
ama, yalnız kendimi ilgilendiren işlerde beni ser be at bı rakmalıdır. Ne var ki, çağımızda, bu kişisel özgürlüğe hi;:bir yer kalmıyor. Gittikçe örgenleşen toplumda insanla rın birbirlerine etkileri öyle artıyor ve önem kazanıyor ki, Mill’in tasarladığı özgürlüğün fazla bir uygulama al ara kalmıyor. Söz ve basm özgürlüğünü alalım ele. Bu özgül lüğün bulunduğu toplumda yapamadığımız bazı şeyler: bu özgürlüğün bulunmadığı yerlerde rahatça yapabiliyo ruz. Çünkü, o zaman, ulusun güttüğü amaç basittir ve herkes durumun ne olduğunu bilir. Ama barış zamanında, ulusların güttüğü amaçların, yurdu ve Anayasayı koru mak dışkında milli bir niteliği yoktur. Sovyet Rusya gih; bir hükümet, barış zamanında, başka ulusların savaş za manındaki kadar coşkun ve belli amaçlar güdünce, söz ve basm özgürlüğünü kısmak zorunda kalıyor. Bu son yirmi yıl içinde, kişisel özgürlüğün sınırlan ması kolay kolay ortadan kalkacağa benzemiyor. Çünkü, bu sınırlamaya götüren iki neden ortada duruyor henüz Bir yandan, modem teknik toplumu gittikçe örgenleştiriyor. ö te yandan, modem toplumbilim bir insanın bir baş kasına yapabileceği yararlı ya da zararlı tekniklerin bağ lı olduğu nedensel yasalar? gittikçe daha iyi görüyor. Ge lecek toplumda kişisel özgürlüğün bir biçimi haklı görül mek istenirse, bu özgürlük bütün topluma getireceği iyi lik bakımından ele alınacaktır. Yoksa, bugüne kadar ol duğu gibi, bazı işlerin yalnız onlan yapana iyiliği dokun duğu düşüncesiyle değil. örnek olarak bugün artık uygulanamıyacak eski il keler gösterelim, ilk aklıma gelen para yatırımı işidir. Bugün, hiç değilse belli sınırlar içinde, parası olan her kes, onu dilediği yere yatırabilir. Bu özgürlük laissez faire doktrini ile bir hayli savunuldu. En çok para geti ren işin toplum bakımından da en yararlı iş olduğnı söy lendi. Bugü° az insan bu öğretiyi savunabilir. Ama, eski 167
özgürlük yine de sürüp gidiyor. Bilimsel bir toplumda para, en büyük kazanç sağlıyan işlere yatırılacaktır el bet. Kazanç dediğimiz şey, çoğu kez, raslantılara bağlı dır. Örneğin, demiryolu ile karayolu arasındaki yarışma yı ele alalım. Demiryolları altyapılarının bakımım öde mek zorundadırlar, ö b ü r taşıtlarınsa bu gideri yoktur. Onun için, demiryolları taşıtları kapitaliste, öbür taşıt lardan daha az kazançlı gelebilir. Oysa, halk için bunun tersi doğrudur. MUlbank hapishanesi Tate Galeri olmaz dan önce, bu hapishane çevresindeki arsaları satın alan ların elde ettikleri kazancı düşünün! Kapitalistlerin bu yatırımlardan sağladıkları kazanç topluluğa bağlı bir maldan geliyor. Oysa, onların bu yatırımı yaparken hal kın iyiliğini düşündüğünü ispat edemezsiniz Daha önem li bir örnek vereyim : Reklam için harcanan büyük pa raları düşünün! Bu paralardan halkın kazandığı çok azbir şey, değü mi? Bu örnekler gösteriyor ki, herkesin parasını dilediği gibi yatırm akta özgür olması ükesi, top lumsal bakımdan savunulur bir ilke değüdir. Ev sorunu da önemlidir. Ingiliz bireycüiği yüzünden birçok aile büyük bir apartm anda oturmaktansa, kendi lerinin birer küçük evleri olmasını isterler. Bunun sonu cu olarak Londra'nın kenar mahalleleri kilometrelerce topraklara serpili küçük evlerle doludur. Gelişi güzel ku rulan bu evler kasvetli bir görünüş verir bu semtlere. Her ev hanımı türlü zahmetlere katlanarak berbat bir akşam yemeği hazırlar ve bu yüzden de kocasını kızdırır. Okul dan dönen çöcuklar ya da henüz okula gitmeyenler, ha vasız odalara tıkılır, ya ana babalarına baş belâsı olur lar, ya da anababalan, onlara. Daha iyi yaşamak istiyen bir toplumda her aüe, ortasında geniş avlusu olan büyük bir yapının bir parçasında oturur, ay n ayrı m utfaklar yerine bir m utfaktan yer. Çocuklar, memeden kcsüir kcsilmez, havalı, geniş yerlerde, bügili, görgülü ve küçük 168
lere karşı anlayışlı kadınların gözü altında büyürler. Bu gün, evlerinde sabahtan akşama kadar çalışıp masraflı ve kötü iş çıkaran kadınlar, yaşamlarını diledikleri gibi ka zanmakta özgür olurlar. “Rachel Macmillan” ana oku lunda, girişlerinde kemik hastası olan çocukların yüzde doksam okulda kaldıkları ük yılın sonunda iyileşmişler dir. O rta halli bir evde çocuklara gerekli havanın, ışığın ve yiyeceğin en azı büe sağlanamaz. Oysa, birçok çocu ğun bir arada yaşadığı bir kurumda bunu az giderle sağJıyabiliriz. Çocuklarını çok sevdikleri için onlardan ayrı lamazlar diye ana babaya verilen çocuklarını çelimsiz ve kısır bir bedenle büyütme özgürlüğü, her halde toplumun yararm a bir özgürlük değüdir. Bir başka örneği çalışma sorununda bulabiliriz. Bu gün gençler zanaatlarım ya da mesleklerini kendileri se çerler, genel olarak da, bu seçmede o zanaat ya da. mesle ğin çıkarlı olup olmadığını düşünürler. Geleceği gören bir insan, o zanaat ya da mesleğin birkaç yıl sonra hiç de kazançlı olmayacağım kestirebilir. Bu seçmede, gençlere yetkili bir makamdan öğütlerle yön vermek yararlı, hem de çok yararlı olur. Teknik yöntemlere gelince, yeni ve daha hesaplı bir teknik varken, eski ve pahalı bir tekni ği serbest bırakmak her zaman halkın zarannadır. Gü nümüzde, tek başma çalışan gündelikçinin çıkan, çoğu zaman, topluluğun çıkanyla çatışma halindedir. Çünkü, yeni yöntemlerin uygulanması onu işinden edebüir. Bu çatışma, kapitalist sistemin akla aykın düzeninden, ör gütlenmiş bir1toplumda eski kapitalist ilkelerin hâlâ ya şamasından üeri gelmektedir, iyi örgütlenmiş bir toplum da verimsiz hale gelmiş teknikleri sürdürmekle çoğunlu ğun bir kazanç sağlaması olacak şey değüdir. Onun için verimli teknikleri desteklemek ve yaymak, ama bunu ynparken hiçbir gündelikçinin zarar görmemesini sağlamak gerekir. 169
Şimdi, bireyi daha yakından ilgilendiren bir soruna, ¿ocuk sorununa geliyorum. Bugüne kadar yakm akraba olmayan her kadınla erkeğin evlenmek, evlenince de ya radılışının elverdiği kadar çocuk yapmak haklan vardır. Geleceğin büimsel toplumu bu hakkı tanımayacak ve sı nırlandıracaktır herhalde. Endüstri ve tarım bakımından tekniğin durumu ne olursa olsun, halka en rahat bir yaşa ma düzeyi sağlayacak bir nüfus orta sayısı vardır. Bu sa yının azalması da çoğalması da toplumun dengesini boza bilir. Genel olarak, yeni memleketler bir yana, nüfusun yoğunluğu her zaman bu orta sayıyı aşar. Yalnız F ransa’ da, birkaç zamandan beri, bu bakımdan bir düşme görü lüyor. Çocuklarına bırakılacak mirası olmayan aileler dı şında, küçük ailelerin çocukları, büyüklerin çocukları ka dar nüfus fazlalığından zarar görürler. Bu nüfus fazlalı ğına neden olanlar yalnız kendi çocuklarına değil, toplu luğa da kötülük etmiş oluyorlar. Dinsel inançlar zayıfla yınca toplum, aüeleri bu bakımadan dizginlemek için elin den geleni yapacaktır. Aynı sorun uluslar ve ırklar arası ilişküerde daha tehlikeli bir duruma girecektir. Bir ulus, doğumlarının azalması yüzünden askerlik üstünlüğünü yi tirdiğini görürse, doğumları arttırm ak için gereken ön lemleri alabüir; böylesi görülmüştür. Ama, bu önlemler sonuç vermeyince, ki daha çok vermez, düşman ulusun doğumlarının sınırlandırılmasını ister. Uluslararası bir hükümet gerçekleşirse bunlarla uğraşacaktır. Ve bugün Amerika’ya göçlerin bir kotası olduğu gibi, gelecekte, bü tün dünya uluslarının da bir göçme kotası olacaktır. Gü nün birinde, devletin izni dışında doğacak çocukların öl dürülmesi olasıdır. Bu da, çocukları bugünkü gibi açlık ya da savaşla öldürmekten daha katı yürekli bir davranış olmayacaktır. Böyle bir şeyin yapılmasını istiyor ya da öğütlüyor değilim. Sadece, buna doğru gidildiğini söyle mek istiyorum. 170
Nüfus, gerek nicelik, gerek nitelik bakımından ku rallar altına girecektir. Daha şimdiden Kuzej^ Amerika devletlerinin, birçoğunda kafaca sakat kimselerin kısır laştınlm asm a izin verilmiştir. Ingütere’de büe, bu sorun günün sorunudur ama, bu daha ük adım. Zamanla, kafa ca sakat ve çocuk yapması istenmeyen kimselerin sayı sının bugünkinddn çok olması beklenir. Ne olursa olsun, sakat kafalı bir çocuğun doğmasını bile büe isteyen ana ba ba çocuğa da, topluma da kötülük etmektedirler, özgürlük adına ileri sürülecek hiçbir ilke bu kötülüklerin önlenme sine karşı savunulamaz. özgürlüğe konulacak sınırlardan söz ederken, iki so nul üstünde durmak gerekir. Birincisi bu sınırlandırmala rın akıllıca ve tedbirlice uygulanması halinde, toplumun yararına olup olmayacaktır, özgürlük gibi eşitliğe de, bi limsel teknikle zor ulaşılabilir. Çünkü, bu teknik geniş bir düzeni yönetip denetleyecek birçok uzman ve memurister. Politik bakımdan demokratik biçimler korunabilir ama, artık küçük toprak 'sahiplerinin kurduğu topluluk taki durumlariyle kalamazlar. Birçok yaşam a koşulu, teknik nitelikleri bakımından orta insanın bügi ve yetki sini aşacağı için, uzanan ve memurların gücü, ister iste mez, artacaktır. Bu durumu günümüzde de görüyoruz. P ara ve kredi sorununu ele alalım, örneğin William Jennigs Bryan 1896 seçim kampanyasında bu sorunu ele al mıştı. Ama, ona oy verenler, programı ne olursa olsun, ona oy verecek insanlardı. Bugün güvenilir uzmanlara gö re, para ve kredi sorununda tutulan kötü yollar sayısız yoksulluklara neden olmuştur. Ama, bu sorunu bilimsel likten çıkarıp duygulan coşturacak bir hale getirmeden seçmenlere sunmak olanaksızdır. Az çok yararlı bir sonuç elde etmenin tek yolu, merkez bankalarını denetleyen gö revlileri yola getirmeye çalışmaktır. Bu adamlar namus lu olduklan ve geleneğe uydukları sürece halk onlan de171
netleyemez. Çünkü, yanlış yolda olsalar bile, bu yanlışlığı görebilecek insanlar pek azdır... Bilimsel tutum, sosyalizm ya da komünizmde, kapi talizmde olduğu gibi oligarşik olacak, yani bir azınlıkça yönetilecektir. Çünkü, demokrasi kurum lan, o da kalır larsa, orta halli bir seçmene gerekli bilgüerlç bunlan tam zamanında kullanma olanağını sağlamaya yetmez. Yal nız modem topluluğun karmakarışık mekanizmasını bi lenler, girişim ve karar alışkanlığı olanlar, olayların akı şmı etkinlikle denetleyebilirler. Kapitalist bir devlette doğru olan sosyalist bir devlette belki daha da doğru ola cak. Çünkü, sosyalist bir devlette ekonomik güç üe poli tik güç aynı ellerde toplanacaktır. Bundan başka reklam ve propaganda organlarını başka her devletten daha sağ lamca denetleyebilecek olan sosyalist bir devlet, insanlara gerekli saydığını öğretip gerekli saymadığını öğretmeyebüir: Onun için, tıpkı özgürlük gibi, eşitliğin de XIX. yüz yılın bir düşü olmasından, korkarım. Yarınki dünyada yöneten bir sımf olacak. Bu smıf, babadan oğula geçme yecek, daha çok, katolik kilisesininkine benzer bir yöneti me uyacak. Bu yöneten sınıfın bügüeri artıkça ve bu bügüer kendisine güven kazandırdıkça, teklerin yaşamına gittikçe daha çok karışacak ve bu karışmaları hoş gör dürme tekniğini gittikçe daha iyi büecektir. Bu yönetici lerin niyetleri çok iyi, davranışları çok dürüst kalacak mı? Her şeyden haberli ve çalışkan kişiler olacakları umulabilir. Ama, şunu da bekleyemeyiz: Günün birinde, bu insanlar ellerindeki gücü bırakmak gerektiğine ina nacaklar, özel girişimin daha iyi bir şey olduğu sonucuna varacaklar ve bir azınlık düzeni, kölelerinin gerçek çıkar larını hesaba katm aktan acizdir diyecekler. Kendi güçle rine bu çeşit sınırlar koyabüen adamlar hiçbir zaman böy le salt bir güç sağlayamazlar. Bu güç, babadan oğula geç me halleri dışında, ancak enerjik ve kuşku nedir bilme 172
yen insanların ulaşabilecekleri bir şeydir. Böyle bir yöne ticiler sınıfı bize nasıl bir dünya getirecek?.. Iiussell bu yazısında, bilimsel yönetim, bilimsel öğ retini, bilimsel üretim adlı denemelerinde bilgili azınlık yönetiminin haııgi tehlikelere düşeceğini ve bu tehlikele rin nasıl önlenebileceğini araştırıyor. Gelecekteki dünya nın bu tehlikeleri üstüne Aldous Huxley’in Orlıan B un an’ca dilimize çevrilmiş olan Yeni Dünya adlı romanının özetini bu yazıda bulabilirsiniz (Çevirmenlerin notu).
İn s a n v e e r d e m
“îyi insan” sözünden herkesin anladığı şudur: “iyi insan” içki, sigara içmez, kaba kaba konuşmaktan kaçı nır, kadınların yanında ne denli nazik konuşursa, erkekle rin yanında da öyle konuşur, pazarlan kiliseye gider; her çeşit konu üstüne de "efendice” düşünceleri vardır. Yan lış ve kötü davranışlardan nefret eder, işlediğimiz günah lara karşılık - acı olmakla birlikte - ceza görmemizi doğ ru bulur. Kötü şeyler düşünmeye karşı daha da aşın bir nefret duyar; onca baştakilerin görevi, orta yaşlı ve var lılık yurttaşlann genel olarak benimsedikleri düşüncelerin doğruluğundan kuşkulananlara karşı gençleri korumak tır. D ört elle sarıldığı mesleğiyle ilgüi ödevlerin yanı ba şında, zamanının çoğunu, hayırlı işlere harcar; yerine gö re yurtseverliği, askerliği över; yerine göre işçilerle çocuklannm durmadan çalışmasını, azla yetinip erdemli ol masını - bu konuda işleyecekleri suçların ceza görmesin de direnerek - haklı .göstermeye çalışır; kimi zaman bir üniversitenin yönetimini üzerine alır, yıkıcı düşünceleri olan bir profesörün üniversiteye alınmasına, bilime saygı adına, engel olur. Tabii, “iyi insan”ın, her şeyden önce, geniş anlamıyla "ahlakının” kusursuz olması gerek. Acaba, böyle tanımlanan “iyi insan”, “kötü insan” dan, ortalama olarak, daha çok iyüik yapar mı dersiniz? “Kötü insan” denince ilk alda gelen insan, sigara içer, araşır a içki kullanır ve ay ağma bastınız mı sözünü esirge174
mez. Söylediği sözler her yerde pek tekrarlanamaz. Kilise ye gidecek yerde, kimi zaman, koskoca bir pazarı kırda ba yırda geçirdiği olur. Düşüncelerinin bazıları yıkıcıdır; örne ğin, madem ki barış istiyorsunuz, öyleyse savaşa değil, barışa hazırlarım diye düşünebüir. Kötü denen davranış lara karşı durumu bilimseldir; bozuk otomobiline karşı davranışı da öyledir. Ona göre, nutuklar çekmekle, insan ları hapsetmekle delik bir lastik nasıl onarılamazsa, kötü lüklerin önü de alınamaz. “Kötü şeyler düşünmek” konu sunda ahlakı dşha da kötüdür. Bu türlü düşünmenin de basbayağı düşünmek olduğunu, "iyi şeyler düşünmek” denen şeyin de papağan gibi bir takım sözleri gevelemek ten başka bir şey olmadığım üeri sürer. Bu yüzden de, her çeşidinden garip bir 'takım adamlara, kimselerin be ğenmediği insanlara kanı kaynar. İş saatleri dışında, iş gücü yaşamın tadını çıkarmak, ya da daha kötüsü, baş takileri azıcık olsun rahatsız etmeyen kaçınılmaz t i r ta kım kötülüklere kızdığım önüne gelene söyleyip durmak tır. H atta, “ahlak” konusunda, gerçekten erdemli bir in san gibi kusurlarım bin bir özenle saklamayabilir de. tyi görünmeye çalışmaktansa, düpedüz dürüst olmak daha iyidir gibi, ahlakça bozuk bir savunuşla kendini haklı çı karm aya büe kalkışır. Bu türlü bir ya da birkaç kusuru olan adama, sayın orta düşünüştü yurttaşlar ahlaksız gö züyle bakacaklar ve örneğin, onun yargıçlık, herhangi bir memurluk ya da öğretmenlik gibi sözü geçer bir göreve getirilmesine engel olacaklardır. Çünkü, bu gibi görevler yalnız “iyi insanlara” verilebilir. Bütün bunlar p.şağı yukarı yenidir. Bu düşünüş, Lngütere’de Cromwell zamanında, püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında vardı. Püritenler bu düşünüşü ta Amerikalılara kadar götürüp aşıladılar. Bu düşünüş, Fransız Devriminden sonra Jacobinlere (bugünkü anla mıyla bolşeviklere) karşı savaşmak için iyi bir silah ol 175
duğu anlaşılmcaya kadar Ingiltere’de kendini pek o ka dar güçle duyurmadı. Wordsworth’in yaşamı bu değişik liği çok iyi açıklayabilir: Wordsworth gençliğinde Fransız Dcvrimiııe yakınlık duydu, güzel şiirler yazdı, nikâhsız kar rısından bir kızı büe oldu. O günlerde “kötü” bir insandı. Daha sonralarıysa “iyi” insan oldu, kızım yüzüstü bırak tı, “doğru dürüst” ükeler edindi ve berbat şiirler yazdı. Coleridge de buna benzer bir değişiklik geçirdi. “Kötü” olduğu günlerde Kubilay Han’ı yazdı, “iyi” olduğu gün lerdeyse dinsel eserler verdi. “iyi” adam olduğu dönemde iyi şürler yazmış bir tek ozana rastlam ak güçtür. Dante, yıkıcı propaganda yapı yor diye, memleketinden sürüldü. Örnekleri çoğaltmanın y aran yok. Verilen örnekler, bugünün "iyi adam” ülkü sü üe iyi bir şiir yazma işinin birbiriyle uzlaşır şeyler olmadığını düşündürmeğe elverir, sanıyorum, Aym şeyi başka konulara da uygulayabüiriz. Hepi miz biliriz ki. Galieo da, Darwin de “kötü” kişüerdi; ölü münden yüz yü sonra bile Spinoza’ya çok "kötü” bir in san gözüyle bakılıyordu. Descartes canım kurtarm ak için memleketini bırakıp göçmek zorunda kaldı. Renaissance sanatçüarının hemen hepsi “kötü” adamlardı. Bu duruma göre, “iyi” adam tanımlamasını değiştirip şöyle diyebili riz: iyi adam, düşüncesiyle, davranışlarıyla baştakilerin hoşuna giden adamdır. Şaka bir yana, halk düşüncesindeki erdem ülküsil, dünyayı mutluluğa kavuşturacak yolda hesaplanmış değüdir. Bunun birçok nedeni var. Bunların belli başlısı ge lenektir, en güçlüsü de baştaki sınıfların haksız güçleri dir. ilk ahlak düşüncesi bu kavramdan gelmiş olsa gerek; yani ahlak, baştan başa kör inançlara dayanıyordu ve örneğin, şefin tabağından yemek yemek gibi tamamen za rarsız bir takım davranışları, sihir yoluyla yıkımlara ne den oluyor diye yasak ediyordu, işte, varlıklarının temeli 176
olan düşünceler unutulduktan sonra büc, halkın duyguları na egemen olagelen gelişmeler böyle doğdu. Günümüz ah lakının bir yanı halâ bu çeşittendir; kimi davranışlar sonuçlan kötü olsun olmasın - nefret uyandırırlar. Birçok durumlarda, nefret uyandıran davranış aslında zararlıdır da; yoksa, ahlak ülkülerimizi yeni baştan gözden geçirip düzenlemek gerektiğini çoktan anlamış olurduk. Örneğin, uygar bir toplumda adam öldürmeye göz yumulmayacağı açıktır. Bununla birlikte, adam öldürme yasağının kayna ğı tamamen kör inançlardadır, öyle sanılıyordu ki, öldürü len adamın kam (daha sonraları ruhu) öç ister ve yalnız suçluyu değil, suçluya karşı iyi davrananların hepsini de cezalandırabüir. Yasağın körinanç niteliği şununla göste rilebilir ki, adam öldürme suçunu temizlemek için bir ta kım törenler, ayinler, yapılırdı; bunlar başlangıçta, katili öç almak isteyen ruhun gözünden sözde - saklamaya ç'alışmaktaydı... Geleneğe dayanan ahlakı savunanlar, bu ahlakın ku sursuz olmadığmı zaman zaman kabul ederler ama, onlar ca herhangi bir eleştirme ahlakın temelinden yıkılması de mektir. Eleştiri, anlık bir isteğe değü de, olumlu ve yapıcı bir temele dayanırsa elbette ki yıkıcı olmaz. Bcntham, “ço ğun uğun en büyük mutluluğu”ndan başka bir şey olmayan bir ahlakı övüp göklere çıkardı ilk olarak. Böyle bir nok tadan yola çıkar adam, görece ilkelere boyun eğen çok da ha çetin bir hayat sürecektir: erilen insanları savunacak, bu yüzden de üzerine büyüklerin düşmanlığını çekecektir; hükümetin saklı kalmasını istediği olayları açığa vuracak, insanların birbirine olan ilgi ve kaynaşma gereksemelerini ortadan kaldırmak'amacıyla yalanlan ortaya çıkaracakta*. Böyle bir yaşama yolu gerçek halkın ortadan kalkmasına götürmez. Baştakilerin tuttuğu ahlak baştan başa baskı ve yalanlar üzerine kuruludur; yalnız yasanın yasak etmedi ği davranışların sonuçlarını iyi görür. Bütün iyi mistikler 177
ve din kurucuları böyle bir ahlaka boşuna karşı gelmişler dir ; Kendi çırakları ise onların en açık sözlerini bile unut muşlardır. öyle sanıyorum ki, büyük ölçüde tasarlanmış yenilikler, onlanh yöntemleriyle hiçbir zaman gerçekleş meyecektir. Ben şöyle düşünüyorum: Daha çok bilimin ve aklın derlemesinden umut beklemeli. İnsanlar, kurum lan kinler ve haksızlıklar üzerine kurulu bir dünyanın, hiçbir mutlu luk sağlayacak bir dünya olmadığım yavaş yavaş farkcdiyorlar. Şu son savaş kimilerine bu dersi verdi; savaşı kim se kazanmamış olsaydı, daha birçoklarına da verebüirdi. Bizi yaşam sevgisine, gelişmeye ve büyük işlere götüren bir ahlaka gereksememiz var, yoksa baskılar ve yasak lar üzerine kurulu bir ahlaka değü. Bir insan mutluysa, gelişebüiyorsa, eli, yüreği açıksa ve başkalarının mutlu luğuna seviniyorsa, ona “iyi” insan gözüyle bakmalı, onun için de, ufak tefek kusurlarına göz yummalı. Ama, bugün gördüğümüz gibi, ezmeler ve sömürmeler yoluyla servet sahibi olan bir adama “ahlaksız” gözüyle bakmak gerekir. Hatta, o adam pazarlan kiliseye gitse büe, na mussuzca kazandığı servetinin bir parçasını toplum hay rına verse büe, yine de namussuz gözüyle bakmalı ona. Bunu gerçekleştirmek için ahlak sorunlarına karşı daha hâlâ önemli ldşüerin erdem diye kabul ettikleri bu körinanç ve baskı karmasının yerine tamamen alda dayanan bir durum almak elverir. Yaşadığımız dönemde aklın gü cü az sanılıyor ama, ben akılcıyım, tövbe etmez bir akılcı kalacağım da. Akıl küçük bir güç olabüir ama, onun dav ranışı hep aynı yöndedir. Oysa, aklın düşmanı olan güçler verimsiz bir savaşta birbirlerini yokedip duruyorlar. BöyIece de yalnız akıl gücünün, insanlığın gerçek dostu oldu ğu ortaya çıkıyor
178
İNSAN VE MUTLULUK
Mutluluk, insanı mutlu eden bir takım nesnelere ka vuşmak mı demektir? İnsan şöyle düşünebilir: İki odası, iki yatağı, iki ekmeği olan bir kimse, bir tek odası, bir tek yatağı, bir tek ekmeği olandan iki kat daha mutludur. Kı saca, mutluluğun gelirle orantüı olduğu sanılır. Bazı kim seler, her zaman pek de içlerinden gelmeden, bu düşünce yi din adma, ahlak adına savunurlar, bir yandan da güzel talkınların parlaklığı sayesinde, ceplerini doldurmaktan geri kalmazlar. Ben kendim, bu görüşü din ya da ahlak adma değü, psikoloji ve dünya görüşü bakımından savu nurum. Eğer mutluluk gelirle orantılıysa, makineden ya na olan kanıtla çürütülemez; yoksa bütün sorunun yeni den incelenmesi gerekir: İnsanların hem beden gereksemeleri, hem gönül ge reksemeleri vardır. Beden gereksemeleri, doyurulmayın ca, birinci plana geçerler. Doyurulunca da, onlardan ayn olan gönül gereksemeleri önem kazanır. Modem endüst ri topluluklarında, en ilkel beden gereksemeleri büe ta mamen doyurulmayan bir sürü erkek, kadın ve çocuk vardır. Bunları göz önünde tutarsak, mutluluğun ük ko şulu zenginliğin artmasıdır, deriz. Ama bunların gerekse meleri doyurulmaz şeyler değildir. Ben bu türlü insanla rın değil gerekli olandan fazlaşma, çok fazlasına sahip olanların sözünü edeceğim. 179
Niçin hepimiz, bugiin gelirimizi arttırm ak istiyoruz? tik bakışta insana şöyle gelebilir: İstediğimiz şeyler hep elle tutulur şeylerdir. Aslına bakarsanız, biz bunlan kom şumuzu imrendirmek için isteriz. Bir adam daha geniş bir eve, daha kibar bir mahalleye taşındığı zaman karısı nın daha iyi ahbaplarla düşüp kalkacağım, eski mutsuz ahbaplarından kurtulacağım umar. Oğlunu iyi bir okula ya da paralı bir üniversiteye gönderdiği zaman, kurabile ceği iyi üişkileri düşünür ve böylece fazla harç vermenin avuntusunu bulur. Avrupa ve Amerika'nın bütün büyük kentlerinde bazı mahallelerdeki evler - sırf modadır diye başka mahallelerdeki aynı ölçüde iyi evlerden daha pa halıdır. Tutkularımızın güçlülerinden biri de hayranlık ve saygı görmek isteğidir. Bugün zengin görünen insanların dört bir yanı hayranlık ve saygı üe çevrilidir. İşte, insan ların zengin olmak istemelerinin başhca nedeni budur. Paralarıyla satın alabilecekleri şeyler ancak ikinci dere cede bir rol oynar, örneğin, bir tabloyu bir başkasından ayırt edemeyen ama, bir bilirkişi yardımıyla eski resim ustalarının tablolarıyla bir resim galerisi meydana geti ren müyoneri düşünün. Onun bu tablolardan duyduğu tek haz, başkalarının onları kaç paraya satın aldığım bilme leri düşüncesidir. P ara pula karşı duyulan istek, insan doğasından ayrılmaz bir şey değildir ve başka türlü top lum ilişkileriyle pekâlâ ortadan kalkabilir. Eğer yasa ge reği, hepimizin geliri birbirinin tıpı tıpma eşit olsaydı, komşularımıza üstün olmak için başka yollara başvurur duk, bugünkü para pul isteğimiz de büyük ölçüde ortadan kalkardı. Dahası var: Bu istek, yarışmanın özünde oldu ğu gibi, ancak yarıştığımız adamı aştığımız zaman bizi mutlu, onu da mutsuz edebilir. Genel bir servet artışı, ya rışanlara bir üstünlük vermez, bu nedenden mutluluk da sağlamaz. Elde edilen malların insana haz verdiği su gö türmez. Ama, bu bizi para pul edinmeye iten şeyin bir 180
yanıdır sade, Mutluluğumuz yarışmadan geldiğine göre, mutluluğun toptan artışı, hiç de gelirin artışından ileri gelmez, bu artış ister genel ister özel olsun. Mu İrine mutluluğu a rttırır diyen görüşü tutarsak - salt yoksullukla savaşma dışında - rahatlığın artışı bu görüşü destekleyen bir değer taşımaz. Bu durumda işe yaraması için de hiç özünlü bir neden yoktur. Nüfusu ol duğu yerde duraklayan bir memlekette yoksulluk makine, olmadan da önlenebilir. Fransa bu görüşe bir örnek olabi lir^ Çünkü, orada pek az yoksulluk vardır; Amerika’dan, Ingütere’den ve savaş ötesi Almanya’dan çok az makine vardır. Tam tersine, çok makine olan memleketlerde daha çok yoksulluk bulunabilir... Yoksulluğun ortadan kaldırılması makineye bağb değildir, bambaşka etkenle re, biraz nüfusun yoğunluğuna, biraz da politik koşulla ra bağlıdır. Yoksulluğu önlemek için, servet artışuıın de ğeri pek büyük değüdir. Bununla birlikte, makine, bizi, insan mutluluğunun önemli öğelerinden olan İlci şeyden yoksun bırakır; Bun lar başlıca, içtenlik ve çeşitlüiktir... Düşüncenin karşıtı olmak bakımından makine köleliğine karşı içtepüerimizin başkaldırması bugüne dek pek kötü bir yön almıştır, in san toplum içinde yaşamaya başladı başlayalı bir savaşa zorlanma vardır. Ama, bu, eskiden ne böyle şiddetliydi ne de bugünkü kadar kesin. XVIII. yüzyılda, Fransa ile îııgütere arasında sayısız savaşlar oldu. Bu milletler dünya ege menliği için savaşıyorlardı. Ama, bütün bu savaş yıllarında iki ulus birbirini sever, sayardı. Subaylar kendüerini yenen lerin toplantılarına katılır, sofralarında saygı değer bir ko nuk gibi yer alırlardı. 1865’de, Hollanda ile aramızda patla yan savaşın ük günlerinde, Afrika’dan gelen bir adam bu memlekette HollandalIların yaptıkları işkenceleri uzun uzun anlatmıştı. Biz Ingilizler, bu adamın anlattıklarının yalan olduğuna inanmıştık. Bu yüzden onu cezalandırdık, aynı za 181
manda Hollanda’nın yalanlamasını da yayınladık. Bu olay geçen savaşta olsaydı o adama büyük önem verir, anlattık larından kuşkuya düşenleri de hapse tıkardık. Bugünkü sa vaş barbarhğuım en büyük günahı, üç ay n yönden etki ya pan makineden gelir. Makine t i r defa, daha büyük ordula rın kurulmasına yaramıştır. Sonra, insanın en aşağılık iç güdülerine seslenen ucuz yayınlara yol açmıştır. Daha son ra da, - bizi ilgilendiren asıl bu noktadır - insan doğasının içten ve başı boş yanını hareketsiz bırakmıştır. Bilinç altın da, içten içe durmadan çalışan ve sonunda karışık bir hoş nutsuzluk yaratan bu yanımız savaş propagandasıyla ko layca avlanabilir. Savaş, bu hoşnutsuzluk durumu için bir boşalma yolu olur. Makineyi ortadan kaldırmakla bu duru ma bir deva bulamayacağımız da açıktır. Bu türlü bir ön lem yobazca bir önlem olur; hem uygulanmasına da olan alı yoktur. Makinenin yarattığı kötülükleri önlemenin tek yolu, yaşamın tekrenklüiğini zaman zaman kaldırmak ve bu arada, insanları her türlü önlemlere başvurarak, serüve ne zorlamak olmalı. Çok kimse, hayatlarını dağ sporla rında tehlikeye atmak olanağı bulunca, artık savaş iste ğinden vazgeçecektir... Makine yaşayım m değiştirmiştir, ama, içgüdülerimizi etkileyemnmiştir. Bu yüzden de or taya bir uymazlık çıkmıştır. Nefsi körlefmek ve zararlı davranışları yalnız dıştan yasak etmek, başı boş içgüdülerimizi yönetmeye yeter yollar değüdir. Bu yetersizliğin nedeni, bu içgüdülerimi zin, tıpkı ortaçağ şeytanları gibi durmadan kılık değiştir mek yetisinde oluşlarından ileri gelmektedir. Bu kılık de ğiştirmelerin bazıları, ruh uzmanlarım büe aldatm akta dır. Tek etkili çare içgüdülerimizin özünü bulup meydana çıkarmak ve onu en az zararlı yoldan doyurmaya çalış maktır. Madem, makinenin en çok ezip boğduğu şey iç tenliktir, onun yerine konabüecek tek şey, kişisel girişi min gelişebileceği fırsatlar yaratm aktadır. Bu pahalıya 182
mal olacaktır elbette, ama şurası da su götürmez ki, bu na harcanacak paralar savaşa harcananlardan kıyaslan mayacak kadar az olacaktır. İnsanların yaşamını herhan gi yoldan düzeltmek işinde, insan yaradılışının özünü an lamak temel olmalıdır. Bilim, fizik dünyanın yasalarını buyruğu altına almada mucizeler yaratm ıştır. Ama, bu güne dek, kendi yaradılışımızın yasalarını, yıldızların ve elektronların yasalarndan çok daha az anlamaktayız. Bi lim insan doğasını anlayacak kerteye vardığı zaman, ma kinenin ve fizik büimlerinin şimdiye dek yaratamadıldan bir mutluluğu insanlar .insanlara sağlamak gücüne kavu şacaklardır.
18.1
ÜÇ ÇEŞİT ÇATIŞMA
/ Bir şeylerle çatışma durumunda olmak insanın yaracünşı gereğidir. Bu çatışmada, insanların kimi yener, kijni yenilir. Genel olarak, yenilenlerin soyu azalır ya da tükenir. Bunun sonucu şudur ki, insandan insana geçen psikoloji, yenenlerin psikolojisidir. Yenme şansının yüzde elli olduğu an her yerde, insan iyimserliği bu şansı oldu ğundan fazla görür. Bunun böyle olması, yaşayanlar için mutlu bir şeydir. Yenücnin görüşü ise unutulur gider. insanların, ister istemez giriştiği çatışmalar üç çe şittir: Eunlar: 1. tnsanm doğayla, 2. İnsanın insanla, 3. tns anm kendisiyle olan çatışmalarıdır. Bu 'çatışmalar, özleri bakımından birbirinden çok ayndır ve tarih boyunca bunların görece önemi durma dan değişir. Bu üç çatışmayı yöneten yollar birbirinden apayrıdır. Doğayla olan çatışmayı, fizik bilimleri ve tek nik ustalık yürütür. İnsanla olan çatışma, politika ve sa vaşla yürür, tnsanm iç savaşım da, bugüne kadar din yö netmiştir. Bugün, bu çatışmayı psikanaliz yöntemleriyle, bilimsel olarak yürütebüeceklerini üeri sürenler vardır. Ama, bu yöntemlerin bütün gereksemeleri karşılayacağı nı sanmıyorum. 1B4
Doğayla olan çatışma, bir anlamda, en ağır basaıııdn\ Çünkü, bu çatışmada yenmek yaşıyabilmenin koşulu dur. Buzlar çağında ya da bereketli topraklar kuruyunca, ya da depremler bütün vadüeri altüst edince yok olan in sanlar, doğayla olan çatışmada yenilmişlerdir. Bütün kıt lıklarda ve hastalık salgınlarında ölenler gibi. Doğaya karşı elde edilen her utku, insan soyunun sayıca artm ası nı olası kılmış ve başlıca da bu uğurda kullanılmıştır. Ama, insan çevresini dizginledikçe, benzerleriyle olan ilişküeri önem kazanmaya başlıyor. Çünkü, doğayı dizginleme, en ilkel insan gruplarından daha tutarlı top lumsal toplulukları gerektiriyor, bir de, günlük ekmek gittikçe daha kolay kazanılınca, arta kalan insan gücü düşmanları öldürmek üzere biriktirilebiliyor. insanın ge lişmesinde, bir an gelir ki, teknik sayesinde insan düş manlarım öldürmekten çok, rakipleriyle anlaşma yoluyla zenginleşir. Bu döneme gelince, tekniğin gerekleri insa nın insanla çatışmasının durmasını, ya da, hiç olmr.-sa, gevşemesini gerektirir. Bu dönemde (ki insanlık bugün ona ulaşmıştır) çözümlenmesi en önemli sorun, insanın kendisiyle olan çatışmasıdır, ö b ü r iki çeşit çatışma çağ lar boyunca insan doğasını, eskiden benimsenmiş ama, bugün teknik bakımdan eskimiş kalıplara sokmuştur. Dış savaş çağlan, ruhundaki bir iç savaşta yansıdılar. Bu ruhtaki iç savaşta bir ta ra f öbür tarafa "günah” adını veriyor ve onu yenmeye çalışıyor. Ama, bu savaşta, utku hiçbir zaman dış çatışmadaki kadar tam olmuyor ve her bozgundan sonra, günah çirkin başmı kaldınyor. Başlan gıçta dış savaşm bir yanlusı olan bu sonsuz iç savaş, son radan, tam tersine, bir dış savaşm kaynağı oluyor. Gü nah, doğanın sadece bir yanıdır ama, düşmanlarımın bü tün doğasıdır. Eski ahlakçıların inancı buydu. Böyle olun ca, kendi ile banş halinde olmayan ruh, dış dünya ile de olamaz. Ve dış davranışlar, insanın kendi içindeki savaşı 185
gizlemek için sürüp gitmek zorundadırlar. Bunun içindir ki, insanın kendi üe savaşı, insanın gelişmesi sonunda en büyük önemi kazanmaktadır. Her çeşit savaşm bir uzlaşma ile bitmesi gerekir. Do ğayla çatışma bir uzlaşma ile bitmiştir. Çünkü, insan do ğanın gizlerini öğrendiği için onunla işbirliği yapabüecek duruma gelmiştir. İnsanın insanla çatışmasının, herkese yetecek kadar besin bulunmadıkça bir görevi vardır. Ama doğanın dizginlenmesiyle herkesi beslemek olanağı kaza nılınca ve gelişen teknik işbirliğini geniş ölçüde yararlı duruma getirince, insanın insanla çatışması bir “anachro nisme” oluyor. Bu çatışmanın, dünya devleti isteyenlerin düşündüğü gibi, politik ve ekonomik bir birleşmeyle sona ermesi gerekir. Bu yoldan insanla insan arasında bir dış uzlaşma kurulabilir. Ama, insan kendi kendisiyle uzlaşma ya varmadıkça, (kendi içinin bir yanını yenilmesi gereken bir düşman saymaktan vazgeçmedikçe) bu dış ıızlasma. temelli olmayacaktır. İşte, insanların tarihi, geçmişi ve umarım, yarım, kısaca budur.
186
ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE
Bu yazımda, politik ve ekonomik görüşlerle kişisel yaşamımızı yönetmesi gereken birey ahlakı arasındaki ilişkileri göstermek ve uğradığımız kötülüklere, geçirdi ğimiz tehlikelere karşın, pek uzak olmayan bir gelecek te, insanlık için büyük umutlar besleyebileceğimizi söy lemek istiyorum. Birey ahlakı, özellikle kültür alanında göz önüne alın malıdır. Kültürde çeşitlilik, derlemenin koşullarından bi ridir. Üniversiteler, bilim dernekleri ve daha başka ba ğımsız kurumlar, bu bakımdan büyük bir değer taşırlar. Bugün, Rusya'daki görünüm üzücüdür. Büginlerin, hiç bügileri olmayan ama, gülünç kararlarını ekonomik bas kılara, polis gücüne başvurarak zorla kabul ettiren politi ka ad am larının buyruklarıyla bilgi düşmanlığına katıl maları yürekler acısı bir şeydir. Bu actklı durumu, ancak politika adamlarının davranışlarım yetkilerine uygun san dığımız alanlarda toplamakla önleyebiliriz. Bu adamların, iyi müzik hangisidir, iyi biyoloji ya da felsefe hangisidir gibi konulara karar vermeye ne haklan olmalı, ne de iddialan. Birey özgürlüğü ve ahlakı: Ama, özgürlük, sadece bir kültür işi değildir. Hiç kimse ne tümüyle özgürdür, ne tümüyle köle. Her insan özgür olduğu ölçüde, davranışını uydurmak zorunda ol 187
duğu bir birey ahlakına da m uhtaçtır..Şazı kimseler diye ceklerdir ki, birey bağlı olduğu toplulıiğun ahlakına uyuversin. Ama, antropoloji incelemeleri yapmış olan her hangi bir kimsenin bu türlü bir yanıtla yetineceğini san mıyorum. İnsanları kurban etmeler, yamyamlık ve buna benzer birçok alışkanlık ancak, toplumun benimsediği ah laka karşı, birey ahlakının diretmesiyle ortadan kalkmış tır. Eğer içten bir istekle, günün koşullan içinde olabi len en iyi bir yaşam sürmek istiyorsak, çevremize, genel olarak, benimsenmiş töre ve inançlara eleştirici bir gözle bakmamız gerekir. Bununla birlikte, iyi insan olarak yaşamak için, ka musal görevlerini yerine getirmek yetmez; insanın ken dini aşması da gerekir. Çünkü, insan bir bakıma, top lumsal bir varlıksa da, tümüyle değüdir. Düşünceleri, duygulan ve içtepileri mantıklı ya da mantıksız, soylu ya da aşağılık olabilir; sevgiye ya da nefrete dayanabilir. İnsanın yaşamı çekilebilir olmak için bu düşüncelerin, bu duyguların, bu içtepüerin en iyilerinin dışa vurabilmeleri gerekir. Kişisel olgunluk, bir bakıma, başkalarına iyi dav ranmaksa da, bunun bir başka yönü daha vardır. Görevi nizi gereksiz eğlenceler yüzünden savsatırsanız, vicdanı nız rahatsız olur. Ama, bir an için güzel bir müziğe ya da güneşin batışına kendinizi kaptırırsanız, hiç de utanç duy mazsınız. Vaktimi boşuna harcadım, diye içinize kurt düşmez. Bütün büyük din adamları, aydın kişiler kendile rini yaratıcı içtepüere kaptırm akta bir çeşit ahlak coş kunluğu duyduklarını göstermişlerdir. Bu coşkunluk, din kitaplannın “Tanrı’ya olan ödev” dedikleri ve bana göre dinsel inançlardan ayrılabilen şeyin temelidir. Benzerime karşı olan görevim (daha doğrusu onun bana yakıştırdığı görevim) belki, görevlerimin hepsini içine almaz. Eğer, hükümet gücünün kötü saydığı şeye aykın davranmanın doğruluğuna içten inanıyorsam, inancıma uymak zorun188
dayımdır. Karşılık olarak (önemli nedenler dışında) top lum kendi inancına uymakta beni özgür bırakmalıdır. Ama, her türlü sılu toplum baskılarından kurtulma sı gereken sadece görev duygusunun esinlediği dav ranışlar değüdir. Sanatçı, ya da bilgin, toplum bakmam dan, en iyi olanı yapabüirler ama, onlar sadece görev duygusuyla davranmazlar. Resim yapmak, ya da bilim araştırmalarında bulunmak tabü bir içtepi ister. Yoksa, resimler değersiz, buluşlar da önemsiz kalırlar. Amaçlar ve araçlar : insan yaşamının renksiz ve anlamsız olmaması için, kimi şeylerin yararlarından büsbütün bağımsız bir değer leri olduğunu anlamalı gerekir. Bir şey yararlıysa, h er hangi bir başka nesneyi elde etmeye yaradığı, yani bir araç olduğu için yararlıdır. Bu başka şey de, sadece bir araç değilse kendi için değerlendirilmelidir. Yoksa, ya rarlılığı havada kalşbilir. “Benim pratik bir zekâm v ar'’ diyen insanların çoğu, sadece araçlarla uğraşırlar. Ama, onların aldı yarım akıldır. Akim öbür yansını - amaçlar la ilgili olan öbür yansını - hesaba kattığımız zaman eko nomik mekanizma ve insan yaşamının bütünü tamamen yeni bir yön alır. A rtık: Üretenler neyi ürettiler, tüke tenler neyi tükettiler diye sormayız. Üretenlerle tüketen lerin yaşamında, yaşamanın tadına varm alan bakımın dan ne gibi değişiklikler oldu diye sorarız. Bu yaradılışı on lara neler duyurdu, neler tanıttı, neler yaptırdı? tikel toplumlann oyun ve türkülerle dile getirdikleri şu yaşama se vincini duydular mı, bunu öğrenmek isteriz. Bir gün, beni Los Angeles’de MeksikalIların bulundu ğu bir mahalleye götürdüler. Dediklerine göre, bunlar, tembel, serseri insanlarmış. Ama, ben baktım ki bu insan lar, yaşamı bir baş belası diye değü bir nimet olarak ele alıp tadını çıkarıyorlar. Oysa, kaygılar içinde durmadan 18b
çalışan Amerikalılar bu keyfe daha az varıyorlar. Bu dü şüncelerimi anlatmak istediğim zaman tam bir anlayışsız lıkla karşılaştım. Kimi zaman, politikanın, ekonominin, genel olarak, toplum düzeninin birer amaç değil, birer araç olduğunu unutuyoruz. Politik düşüncelerimiz ve toplum üstüne gö rüşlerimiz, “Yöneticüerin görüş yanılgısı" diyebüeceğimiz yanılgıya düşebilir; yani, toplumu organik bir bütün diye görmeye (gözümüze hoş ve düzenli geliyorsa), iyi sayma ya alışıyoruz. Ama, toplum, dıştan seyredilmesi hoş olmak için değü, onu meydana getiren insan teklerine mutlu bir yaşam sağlamak için vardır ve bu amaç için var olmalıdır, îyi bir toplum, onu meydana getirenlere mutlu bir yaşam sağlayan bir araçtır, yoksa özünde bir çeşit a y n ve ba ğımsız bir üstün değer bulunan bir şey değildir. Bir devlet “iyi", ya da ‘.kötii” olabilir ini? Millet bir organdır denildiği zaman, bir benzetme ya pılıyor. Yalnız, bu benzetmenin sınırları bilinmezse, tehli keli olabilir. İnsanlarla gelişmiş hayvanlar, kelimenin dar anlamında, birer organdırlar: Bir insanın başına gelenler -iyilik olsun, kötülük olsun- bedeninin şu ya da bu bölümü ne değil, tek ve aynı varlık olarak, bütün bedenine gelir. Di şim ya da ayağım ağrıyor deriz ama, ağ n çeken dişim ya da ayağım beynime sinirlere bağlı olmasaydı ağ n duymaz dım. Bunun içindir ki, iyilik de kötülük de, insanın, kişinin kendisindedir, yoksa insanın ne şu ne bu kısmında, ne de insanoğullarmdan oluşan bir topluluktadır. İnsanlardan oluşan bir topluluğun, başka başka kişüerde bulunan iyi lik ya da kötülükten ay n olarak, iyilik ya da kötülük y a pabileceğine inanmak yanlıştır. Bu yanılma yaygın oldu ğu ölçüde, toplumu dosdoğru zorba yönetime götürür ve sonunda tehlikeli olur. Devletin, yurttaşların rahatını sağlamaya yarayan bir araç olarak değil, özünde iyi ya da 190
kötü olabüeceğini düşünen filozoflar ve politikacüar var dır. Ben kendim, bu türlü düşünüşe katılm akta hiçbir ne den görmüyorum. "Devlet” bir soyutlamadır, ne haz cîuyar, ne acı çeker, ne mutlanır, ne de korkar. Devletin ni yetleri sandığımız şey onu yöneten kişilerin niyetlerinden başka bir şey değüdir. O kadar ki, devletin yüceltilmesi, aslında, az sayıda yöneticilerin yüceltilmesidir sadece. Hiç bir demokrat bu kadar haksız bir kuramı hoş görmez. Bana aynı ölçüde yetersiz gelen bir ahlak görüşü de biyolojik bir görüştür. Birçok biyoloji bügininin bu görü şe katüdıklannı da pek sanmıyorum. Bu görüş evrim dü şüncesine dayanıyor ve türlerin yaşamasına son amaç gözüyle bakıyor. Olaylara bu türlü mekanik ve aritme tik bir açıdan bakmanın doğruluğu neyle ispatlanabilir, aklım ermiyor. Bir hektar toprakta, bütün dünyadaki in sanlardan çok karınca bulunduğunu ispatlamak kolaydır. Ama, bu karıncaların insanlara üstünlüğünü kabul etme miz için bir neden olamaz. Hem, gerçekten insan diyebi leceğimiz insan, pislik ve yoksulluk içinde yaşayan geniş bir insan topluluğunu, oldukça rahat ve mutlu yaşayan küçük bir insan topluluğuna üstün sayabilir. Soyun yaşa ması her şeyin koşuludur, orası doğru. Ama, değerli ola nın yaşaması için bu sadece bir koşuldur, o kadar. Sadm ce yaşamanın hiç değeri olmayabilir de. Bugünkü bilim ve teknik dünyasında soyun yaşaması, hükümetten çok şeyler istemektedir. Bu yaşamayı .değerlendirecek şey, genel olarak, hükümetin yetkisine girmeyen kaynaldardan gelecektir. Süregelen savaş : Ç ağ ım ızın tehlikelerini akıldan çıkarmamak koşuluy la, önce vardığım bir takını sonuçlan burada yinelemek ve özellikle, beslemeye hakkımız olduğunu sandığım umut la n düe getirmek istiyordum. Her şeyden önce, toplu
191
mun birliğini kendine dert edinenlerle, kişisel girişime fazla değer verenler arasında, ta eski Yunanlılara kadar uzanan eski bir anlaşmazlık vardır. Bu anlaşmazlığa, apaçık bir çözüm yolu bulunabüeceğini pek sanmıyorum. Olayları iyiye yöneltmek, türlü ayarlamalar, uzlaş malar yapmakla yetinmek gerekecektir. Bütün tarih bo yunca, aşın anarşi dönemlerinin arduıdan sıkı hükümet kontrolüne bağlı dönemler gelmiştir. Bizim içinde bulun duğumuz dönemde, dünya devletini bugüne kadar ilgücndiren konular dışmda, devlet gücüne pek fazla yer veril miş, kişisel girişimi elde tutm aya pek dikkat edümemiştir. Büyük kurum lan yönetenler, insanoğlunun gerçekte ne olduğunu unutmaya yüz tutm uşlar hep. Sistemleri in sanlara uyduracak yerde, insanlan sistemlere uydurmaya çalışmışlar. Yüksek ölçüde örgütlenmiş toplumlardaki iç tenlik ve kendindenlik yokluğu, hükümet gücünün geniş topraklar üzerinde uzaktan kurduğu kontroldan üeri gel mektedir. Merkezsiz yönetimin yararlarından biri, kişisel dav ranışlara olan umutlarımızı dile getrmek bakımından bizlere yeni yeni olanaklar sağlamasıdır. Politik düşünceleri miz, yalnız büyük sorunlar ve dünyanın karşılaştığı teh likeler üzerinde toplanırsa, kolayca umutsuzluğa düşebi liriz. Savaş korkusu, devrim korkusu, yobazlık korkusu yaradılışımıza ve bağlı olduğunuz partiye göre, sizi dur madan rahatsız edebilir. Bir avuç güçlü tekler arasında olmadıkça, bu kadar geniş sorunları hiç çözemeyecekmiş siniz gibi gelir size. Ama, daha dar sorunlar, örneğin ken tinizin ya da sendikanızın ya da partinizin belli bir böl gesindeki parçasını düzeltmeyi umabilirsiniz. Bu, bir umut havası doğurur. Umutsa, daha önemli, daha büyük sorunları çözümlemek bakımından en çok gerek duydu ğumuz bir şeydir. 192
Dünya bir takım politik inançların kurbanıdır. Bun ların en güçlüsü, çağımızda, kapitalizmle komünizmdir. Kesin ve doğmatik bir biçimde ikisinin de gerçek kötülük lere bir deva olabüeceğine inanmıyorum. Kapitalizm bazı kimselere girişim olanakları sağlıyor; komünizm de, her kese bir çeşit bölgesel güven sağlayabüirdi. Ne var ki, gerçekte bunu yapmıyor, insanlar, her şeyi basite indi ren kuramların etkisinden ve bunların doğurduğu anlaş mazlıklardan kurtulabüseler, bilim tekniğinin akıllıca kul lanılmasıyla, herkese girişim, güven ve olanaklar verile bilir. Ne yazık ki, ne bügimizi ne de yaşamımızı mutlu, h atta olağanüstü bir hale sokmaya elverişli yollardan fay dalanmasını öğrenememişiz. İnsanlığı ezen, yalnız geçir diği ya da korktuğu savaşlar değildir. Bundan başka, gün lük yaşayışımızı yöneten ve bizi köle yapan soyut güçle rin altında eziliyoruz. Bu, sahne tanrılara tapmanın so nucudur. Yalnız adalet yetmez: insanlar köleliği buldu bulalı, güçlüler, başkalarını mutsuzluğa götüren yollarla mutluluğa kavuşacaklarını sandılar. Demoltrasi yavaş yavaş ilerleyip de, son zaman da politikaya ve ekonomiye Hıristiyan ahlakı ilkelerim uygulamaya başlayınca, kök sahiplerinin ülküsünden da ha üstün bir ülkü kendini kabul ettirir oldu. Ama, ada leti karmaşık sistemler yoluyla arayınca insan, adaletin kendi kendine yetmezliğini unutabüir. Günlük sevinçler, insanın her çeşit kaygıdan uzak olduğu anlar, serüvenler, yaratıcı iş olanakları, hiç değilse, adalet kadar, insanla rın yaşam aktan haz duyabilecekleri yeni bir yaşamuı do ğuşuna yardım edebüirler. Tekrenklilik belki, sevince ke der karışan bir yaşamdan da öldürücü olabilir. Toplum ve yönetim işlerinde yenilik yapanlar, çok zaman, iyi niyetli kişilerdir. Ama, bunlar yaşlı insanlardır. Çoğu kez, yalnız 19C:
doğallık değil, her çeşit kişisel gurur peşinde olduklarını unuturlar. Büyük bir fatihin gururu, iyi düzenli bir dün yanın göz yumabileceği gururlardan değildir. Ama, sa natçının, bulucunun, çölleri bahçeye çeviren insanın gu ruruysa, iyi bir gururdur. Bizim toplum düzenimiz bu çe şit gururu çok sayıda insanlar için de olası kılmalıdır. Eskiden, barbar atalarımızı hayvan ve balık avına sürükhyen içgüdülerin boşalması gerek. Bunlar içe tepüdüer mi, kin ve kötülük haline gelirler. Ama, bu içgüdüler için kötü olmıyan bir takım boşalmalar vardır. Savaş ye rine imrenmenin yarattığı çaba, av yerine serüven buIûşlarm verdiği sevinçler konabüir. Savaşçı içtepüerimize bakıp, insan doğasının savaşlara ve başkaca yıkıcı anlaş mazlıklara gereksemesi var, diyenlerle dünyada anlaşamam. Ben şöyle düşünüyorum : Bu savaşçı içtepüerimizin önemii bir rolü vardır; zararları da son derece azaltılabi lir. İnsanlar artık yoksul düşmek korkusundan kurtul dukları zaman cimrilik azalacaktır. İnsanın güçlü olma isteği, başkalarına zarar vermiyecek yollardan, doğayı dizginlememize yarıyan buluşlar ve icatlar, yürekleri ka zanan kitaplar ve sanat yapıtları ya da inandırıcı yayım larıyla doyurabilir. Dış doğanın baskılaruıdan kurtulma yolu, bugün, in sana geçmişte eşi görülmedik bir rahatlık sağhyabilir. Bu rahatlığın gerçekleşmesi için, insan tekinin başkalarına zarar vermiyecek işler yapmakta, insanın yaşamıru zen ginleştirecek yollar aram akta özgür olması gerekir. Bi zim bugünkü eksiğimiz, dışımızdaki doğa gerçeklerini kor kunç bir ölçüde anlar ve yenebüirken, içinüzdeld güçleri anlayıp yenememizden geliyor. Ancak bu içgüçleri anla yıp dizginlemekle umutlarımızı gerçekleştirebüiriz, o umutlar ki, hiç de güçlerimizüı dışında olmadıkları halde, deldiğimiz yüzünden bugüne kadar, çoğu kez, boşuna çık mışlardır. 194
ÖZGÜRLÜĞÜN TÜRLÜSÜ VAR
Herbert Samuel Bugün karşımızdaki baş sorun şu : özgür dediğimiz dünyada savunmaya değer ne var? Buna karşılık olarak denilebilir ki, Batı uygarlığının bu çağdaki amaçlan, geç miş çağlann değer verdiği amaçlardan ayrü m ak t adır.. Bu gün kendimize amaç olarak fetihçiliği, başkalarmı boyun duruk altına almayı (bir memleketin başka memleketleri, bir ırkm başka ırklan, bir dinin başka dinleri buyruğu altına almaşım; kırallann, imparatorların şan şeref tu t kusunu) istemiyoruz. Herhangi sınıfın, toplumun geri ka lan yanı zararına elde edebileceği malı mülkü ve lüksü de amaç saymıyoruz. Ama, özetlersek, amacımız rahat yaşamak, insan tekinin rahat yaşaması diyemez miyiz? Bu sözümle sanınm ki rahat memleket demek, bir sınıfın kesesini, öbürlerinin zararına parayla dolduran memleket demektir. Ama benim için rahatlık sözünde bu sözcüğü, içine alabileceği bütün öğeler var : Düşünce, ahlak ve iç rahatlığı ve bilgi (bilim, sanat, din bilgisi) Belki hep sinin üstünde de özgürlük. Harold Nicalson — Ne dersin, Russell? özgür dün yanın değer ölçülerinin bu tanımını sen de kabul eder misin? Bertraıu! Russell — Genel olarak kabul ederim, sa nıyorum. Ama, galiba ben maddî şeyler üzerinde Samuel' den daha çok duracağım. Gerçi çok zenginliğin büyük bir 195
iyilik olmadığı doğrudur. Yalnız çok yoksulluğun da bü yük bir kötülük olduğu kanısındayım. Komünist rejime başlıca itirazlarımdan biri de budur. Daha doğrusu, ti«mokratça olmıyan her rejime karşı söyliyeceğim şu : Ke men her zaman devlet gücünü kimler elinde bulunduru yorsa zenginliği de onlara vermesi, halkı y a n aç bu du rumda tutm asıdır Onun için herkese şunu duyurmak iste rim : Açlıktan ölmek istemiyorsanız, demokrasiyi des teklemelisiniz? Haroîd Nicolson — Samuel, demin sen “özgürlük” sözünü kullandın. Bu sözle ne demk istediğini açıklar mı sın? Çünkü çoğu insanlar bu sözü, ne dediklerini pek düşünmeden kullanıyorlar. Herbcrt Samuel — Gerçekten öyle. Özgürlük üstü ne söylenenler de insanın aldmı çok karıştırıyor. Neden sonra insan farkediyor ki, özgürlük, yani özgürlük kav ramı, tek bir şey değilmiş; içine birçok şey alıyormuş. Bir memleket yabancı bir devletin yönetimindeyse, o memleket için, özgür değüdir deriz, memleket de millî kur tuluş peşinde olur. Bir milletin, bütün halkına yöneticile rini seçmek hakkını sağhyan bir anayasası yoksa, o mil let özgür değüdir deriz, mület de anayasa özgürlüğü ka zanmaya çalışır. Üçüncü olarak, birey özgürlüğü olmadı ğı zaman insanlar özgür değüdir. Gereksiz yere, durma dan yasalar ve tüzüklerle rahatsız ediliyorlarsa özgür lükleri yoktur; köle edilmiş ya da köle derkesine düşürül müş olabilirler. Dördüncü bir nokta daha var ki, bence bu noktada çağdaş özgürlük yakın zamanlardaki (hatta John Stuard Mili günündeki) özgürlük kavramından ayrı lıyor. Özgürlüğü doğuran öğelerin bu dördüncüsü de kuş ku yok ki, ekonomik özgürlüktür. Yoksulluk, bilgisizlik, saatler saati didinip çalışmalı, yerinden işinden güvenli olmamak gibi kütü koşullar içinde çalışan insana gerçek ten özgür denemez. Böyle bir insan yaşamını dilediği ve 108
layık olduğu biçimde geçiriyor olamaz.. Bu öğelerin ki misini öbürlerinin uğruna baz an feda etmek zorunda kalmabüir belki, ama özgürlük denince bu dört öğe de bu lunmalıdır; yani ulusça, hukukça, bireyce ve ekonomice özgürlük Bümem sen bunu kabul ediyor musun Russell? Bertrand Russell — Evet, kabul ediyorum. Ancak ben, yaradışım gereği, en çok insan tekinin özgürlüğüne önem veriyorum. Bence en önemli özgürlük : Bir şey yap mak istiyen, yapacağı şey belki de gerçekten değerli çı kacak olan bir insanın özgürlüğüdür. Bunu, çağdaşlan değerli saymadıkları halde de, insan inadına yapabilmeli. İnsanlık tarihinde yapılan en güzel işler böyle olmuştur : Bu işler hep zamanlarında yapılmaması daha uygun gö rülmüş şeylerdir; ama, yapanlar inadına giderek yaptılar. Şu var ki, bu noktada ekonomik özgürlükle karşılaşıyoruz. İnsana davranış serbestliği veren tek ekonomik özgür lük biçimi de babadan kalma varlıktır. Başka türlü ol muyor. Nitekim, dikkat ederseniz göreceksiniz ki Milton, Danvin gibi kimseler babadan kalma servetle yaşamış ve yapmak istediklerini o sayede yapabilmişlerdir. Bu olanak da bugün kaybolmakta bulunan şeylerden biridir. Ortaya bir sorun çıkıyor. H erbert Samucl — Ekonomik özgürlüğün zenginli ğe, para, pula dayandığı düşüncesine katılmıyacağım. Ge çen yüzyıl içinde, hele son elli yıldır, birçok memlekette halka, halkı oluşturan teklere, elden geldiğince geniş bir ekonomik özgürlük sağlamak amaç edinümiştir. Bence de bugün bu çeşit özgürlük, Batı demokrasüerinde şimdiye kadar olduğundan daha çok rahatlık, daha çok serbest vakit, daha çeşitli olanak var. Babadan kalma servet bulunmsa, ya da pek azalmış olsa büe, toplum yaşamında öyle bir düzeye ulaşılabüir ki o düzeyde insanlar için çok geniş ölçüde ekonomik özgürlük sağlanabilecektir sanı yorum. (Orhan Burlan’ın çevirisinden alınmıştır.)
197
EĞİTİM ÜSTÜNE
Eğitimde tutacağımız yolu seçmeden önce, eğitmek le nereye varmak istediğimizi bilmemiz gerek. Dr. Arnoki' un istediği “Düşüncede bir alçakgönüllülüğe varm ak”::, Aristo’nun “yüce” insanmda bulunmayan bir nitelik, Nietzsche’nin ülküsü Hıristiyanlıkla bağdaşamaz. K ant’ inici de öyle. Isa, sevgi yolunu öğütler. Kant ise, çık: 3 noktası sevgi olan hiçbir iş tam anlamıyla erdemli olamaz der. iyi karakterin öğeleri üstünde anlaşanlar büe, bu öğelerden hangisinin daha önemli olduğu uoktasmda ay rılırlar. Kimi yiğitliğe, kimi bügiye, kimi de iyüiğe ya da doğruluğa önem verir. Bir adam, büyük Brutus gibi, in sanın devlete olan ödevini aile sevgisinden üstün tutar. Bir başkası, Konfüçyüs gibi, aile sevgisini ön plana alır. Bütün bu görüş aynlıklan, eğitim konusunda da ayrılık lara yol açar. Eğitimde en iyisi diye benimsiyeceğimiz yo lu kestirmeden önce, ne çeşit bir insan yetiştirmek istedi ğimizi büelim. Bir eğitimci ahmakça bir yanlışlığa düşebüir, varmak istediği amaçlardan bambaşka sonuçlar elde edebilir. Uriah Heep, bir yetimevinde Tanrının alçakgönüllü bo kulcağızı olarak yetiştirildi, ama büsbütün başka bir adam oldu çıktı. Gene de diyebüiriz ki, eğitimcüer arasında ha tırı sayılır başarılara ulaşmış olanlar az değildir. Örnek olarak Çin okuryazarlarını, çağdaş Japonları, Cizvitleri, Dr. Amold’u ve Amerika'nın eğitimim yöneten kişüeri alalım. Bunların hepsi çeşit çeşit yollardan giderek, bü yük basanlar elde ettiler. Gerçi, güttükleri amaçlarda bir birinden çok ayrılıyorlardı, ama hepsinin bir amacı vardı. Eğitimde ne gibi amaçlar gudülmesi noktasmda bir kara ra varmadan önce, bu çeşitli sistemler üzerinde biraz dur maya değer.
Çin’in gelenksel eğitimi, bir bakıma, Atina’nın par lak günlerindeki eğitime çok benzer. Atin alı çocukların ödevi Momeros’u baştan sona kadar okumak, bellemek ti; Çinli çocuklar aynı dikkatle Konfiiçyüs’ü öğrenmek zorundaydılar. Atmalılara öğretilen tanrı saygısı, birta kım dinsel törenlerle sağlanır, ama özgür kafa çalışması na engel olmazdı. Çinliler de atalara tapmayla ügili bazı dinsel töreler öğrenirler, ama bu törelerin dayandığı inançları benimsemeye hiç de zorlanmazlardı. Okumuş, yetişkin bir adamın davranışlarında zarif bir kuşkucu luk aranırdı : Her konu tartışılabilir, ama kesin, sonuç lara varmak kabalık sayılırdı. İnançlar, insanları savaşa götürür türden değil de, sofrada keyifle tartışılır türden olmalıydı. Cariyle, Platon için “En kutsal bir ortamda büe kendini çok rahat hisseden kibar bir Atinalı centilmen” der. Kutsal ortam da rahat olma özelliği, Çinli bilginlerin hepsinde vardır da, Hıristiyan uygarlığından çıkma bil gelerde yoktur; ya da ancak Goethe gibi Helen kültürüy le yuğrulmuş olanlarda vardır. AtinalIlar da, Çinliler de dünyanın tadmı çıkarmaya bakarlardı; keyifli yaşama üs tüne görüşleri de eşsiz bir güzellik kaygısıyla incelmişti. Bu iki uygarlık arasında yine de büyük ayrılıklar var. Şu bakımdan ki, geniş anlamda, Yunalılar güçlü, canlı; Çinlilerse uyuşuktu. Yunalılar bu gücü sanata, bilime dök tüler ve birbirlerini yoketmekte kullandılar. Bunların hep sinde de eşi görülmemiş başarılar sağladılar. Politika ve yurtseverlik. Yunan gücüne birtakım çıkış noktaları sağ ladı bir politikacı sürüldü mü, sürgünleri bir araya top lar, ana yurduna saldınrd’. Bir Çinli devlet adamı göz den düştü mü, dağa çekilip, kır yaşamının güzellikleri üs tüne şiirler düzerdi, işte, bu yüzden Yunan uygarlığı kendi kendini yedi bitirdi. Yine de bu ayrılıkların nedenini yalnız eğitimde aramak doğru olmasa gerek; çünkü Konfüçyüs dini, soylu Kyoto’lar bir yana, Japonya da Çin okuryazar202
lannda görülen gevşek ve kuşkucu kültüre yol açmadı hiç bir zaman. Çin eğitimi, durgunluk ve sanat yarattı, ama ne iler leme, ne de bilim yaratabüdi. Kuşkucu bir dünya görü şünden de ancak bu beklenirdi her halde. Tutkulu inanç lar ya ilerleme, ya da çöküntü doğurur, durulmaya götür mez. Geleneksel inançlara saldırdığı zaman bile, bilimin kendine örgü inançları vardır; kuşkucu bir edebiyat ha vası içinde pek gelişemez. Yeni buluşlarla birbirine yakla şan uluslar kendilerini korumak için güçlü olmak zorun dadırlar. Bilim olmazsa, demokrasi de olamaz : Çin uygar lığı bir avuç okuryazarın dışına çıkamamış, Yunan uygar lığıysa kölelik üstüne kurulmuştu. Bu yüzden Çin’in ge leneksel eğitimi günümüze uymuyor; nitekim Çinlüer büe bırakmışlardır onu. Bazı bakımlardan Çin okuryazarlarına benziyen on sekizinci yüzyıl aydınları da aynı nedenler yü zünden artık yetişmez olmuşlardır. Çağdaş Japonya’da, eski Çin’e tam karşıt olan bir aksaklık görülür. Çin okuryazarları fazla kuşkucu ve tem bel, Japon eğitiminin yetiştirdikleri ise, aşın kuralcı, kabı na sığmaz insanlardır. Eğitimin amacı, ne kuşkuculuğa ka pılan, ne de kurallara boyun eğen insanlar yetiştirmek ol malıdır. Eğitimden beklenüen, insanda, ne kadar zor da olsa, belli bir ölçüde bilgiye varabüeceği inancım yarat maktır. Her hangi bir zamanda bilgi olarak kabul edilen şeylerin çoğunda insanların yanıldıklarım, ama bu yanlış ları dikkatle, çabayla düzeltebüeceğimizi bize öğretmesi dir. İnançlarımıza göre davranırken, çok dikkatli olmalı yız; çünkü ufak bir yanlışlık büyük bir yıkım doğurabilir. Yine de, yapacağımız tek şey, inançlarımıza göre davran maktır. Bu tutum oldukça giiçtür, yüksek bir kültür is ter, ama duygulardan da vazgeçemez. Güçtür, ama olma yacak bir şey de değüdir; bilimsel tutum budur gerçekte. Birçok iyi şey gibi bilgi de güçtür, ama elde edümez de 203
ğildir. Kuralcılık insana güçlükleri unutturur, kuşkuculuk sa çıkar yol göstermez. Her ikisinde de bir'yanılma vardır gerçekte ve bu yanüma insanlar arasmda yayıldıkça top lumu yıkıma sürükler. Cizvitler, tıpkı çağdaş Japonlar gibi, eğitimi bir ku rumun, yani Katolik kilisenin hizmetine vermek gibi yan lış bir yol tuttular. Her şeyden önce istedikleri, öğrencinin iyüiği değil, onu kiüsenin yararına çalışan bir araç yap maktı. Dinsel görüşlerini benimsiyecek olursak, ayıplıyamayız onları : ruhları cehennem ateşinden kurtarm ak, bu dünya ile ügüi her hangi bir işten daha önemlidir ve bu nu da yalnız Katolik İdlisesi başarabüir. Ama bu kuralı benimsemiyenler, Cizvit eğitimini, verdiği sonuçlara gö re yargüayacaklar. Doğrusu bu sonuçlar kimi zaman Uriah Heep kadar şaşırtıcı olmuştur : Voltaire, Cizvit eğitimiyle yetişmişti. Ama aslında istenen sonuçlar elde edilm iştir uzun bir süre : Reform düşmanlığı ve Protes tanlığın F ransa’da çöküşü geniş ölçüde Cizvitlcrin çaba sına verilmelidir. Bu isteklerine varmak için sanatı aşırı duygululuğa boğdular, düşünceyi yavanlaştırdılar, ahlakı gevşettiler, sonunda Fransız Devrimi, yaptıkları kötülüğü kökünden silip süpürmek zorunda kaldı. Eğitimde onlann işlediği suç, öğrencilerini sevdikleri için değil, başka rniyetlerle yetiştirmek olmuştur. Ingüiz halk okullarında bugüne dek tutunan Dr. Ar nold sisteminin bir başka kusuru var : o da aristokrat oluşudur. Amaç, ya yurtta, ya da imparatorluğun dört bir köşesinde yönetim mekanizmasının başma ve iktidara ge lecek adam yetiştirmekti- Bir aristokrasinin yaşaması gerekiyorsa, birtakım erdemlere gereksemesi olacaktır; bunlar da okulda aşılanır. Okulun yetiştirdiği insan ener jik, zora, acıya dayanıldı, bedence sağlam olacak, değiş mez biı takım inançlara ve dürüstlüğe eriyecek, dünyada önemli bir görevi olduğuna inanacak. Bu sonuçlar şaşır 204
tıcı ölçüde elde edilmiştir. Kafa eğitimi bu amaçlara feda edilmiştir, çünkü bu eğitim kuşkuculuğa götürebilir, in san sevgisi bir yana atılnuştır, çünkü bu sevgi “aşağı” ırk ya da sınıflara yakınlık doğurabüir. Hoyratlık uğruna ne zaket, kesinlik uğruna düş gücü feda edilmiştir. Değişmiyen bir dünyada bunun sonucu, Ispartalılann iyi ve kötü huylarını taşıyan bir soylular sınıfının sürekli olarak yaşaması olurdu. Ne var ki, aristokrasi artık gününü dol durmuş, buyruk altında bulunan uluslarsa, en erdemli yöneticüere büe boyun eğmez olmuşlardır. Yöneticiler zorbalığa yönelirler, zorbalık başkaldırmaya yol açar. Çağdaş dünyanın karmaşıklığı akıla, gün geçtikçe daha çok gerekseme gösterir : oysa Dr. Amold aklı “erdeme” feda etti. Watterloo savaşı, Eton kolejinin oyun alanla rında kazanılmış olabüir. Ama Britanya imparatorluğu da orada yitirildi. Çağdaş dünya daha başka tipte bir in sana ger kesen; e gösteriyor; daha bir düş gücüne daya nan sempati, daha oynak bir zeka, buldog köpeğinin ce saretine değü de, teknik bilgiye güvenen bir adam. Gele ceğin yöneticisi, özgür yurttaşların hizmetinde çalışan bir rnsan olacak, yoksa kendine hayran uyrukların iyilik sever efendisi değü. Yüksek öğrenimin içine işlemiş olan aristokratik gelenek Ingüter’nin baş belası olmuştur. Amerika'nın halk okulları, şimdiye kadar büyük öl çüde girişilmemiş bir işi başardı; çok çeşitli insan toplu luklarını bütün bir ulus durumuna getirdi. Bu kadar önemli bir iş, o kadar ustalıkla başarıldı İri, bunu gerçekleştirenleri ne kadar övsek azdır. Ama Amerika'nın da, J a ponya gibi, özel bir durumu vardır, özel koşulların haklı çıkardığı bir sistem her zaman örnek alınamaz. Amerika nm bazı kolaylıkları, bazı da güçlükleri olmuştur. Kolay lıklan arasında şunları sayalım : yüksek bir yaşam düze yi, savaşta yenilme tehlikesinden uzak olma, başka ülke lere kıyasla Ortaçağdan kalma köstekleyici geleneklerin 205
pek o kadar güçlü olmayışı. Amerika’ya göç edenler, orada bütün halka yaygm bir demokrasi bilinci üe ileri bir en düstri tekniği buldular. Hemen hemen bütün göçmenlerin ana yurtlarm dan çok Amerika’yı beğenmeleri, başlıca bu ilıi nedene dayanır sanıyorum. Ama yeni göçmenlerde iki yanlı bir yurtseverlik göze çarpar; Avrupa, uluslarla ara sında çatışmalarda, bağrından kopup geldikleri ulusu can la başla tutarlar. Çocuklarıysa ana babalarının geldikleri ülkeye bağlılıklarını büsbütün yitirirler ve düpedüz Ame rikalı olup çıkarlar. Ana babaların tutumu, genel olarak Amerika’nın övülmeye değer birtakım iyi yanlarına bağlanabüir; çocuklannkiyse, geniş ölçüde okul eğitiminden gelir. Bizi burada yalnız okul eğitimi ilgi’endirir. Okul, Amerika’nın öz değerlerine bel bağlıyabüdiği sürece, Amerikan yurtseverlik öğretimine birtakım yanlış değer ölçüleri aşılamaya gerekseme kalmıyor. Ama eski dünyanın yeni dünyadan üstün olduğu yönlerde, bu çeşit üstünlüklere karşı tepki yaratmalı gerekiyor. Batı Avru pa'nın düşünce, Doğu Avrupa’nın da sanat çizgisi Amerika’nmlıinden genel olarak üstündür. İspanya ve Portekiz bir yana, Batı Avrupa’da dinsel körinançlar Amerika’dan çok daha azdır. Aşağı yukarı bütün Avrupa ülkelerinde insan teki, Amerika’da olduğu kadar sürü baskısı altında değüdir : politik özgürlüğün az olduğu yerde bile, vicdan özgürlüğü çok daha büyüktür. İşte, bu bakımdan Ameri ka'nın devlet okullarının kötü etkileri oluyor. Bu kötülük, tek yönlü bir Amerikan yurtseverlik eğitiminin {.emelin dedir. Bu kötülük, Japon ve Cizvi ilerde olduğu gibi, öğ rencilere başlıbaşma birer amaç değil de, birer araç g ö züyle bakmaktan üeri gelir, öğretmen, çocukları devletin den de, kilisesinden çok sevmelidir; yoksa ideal bir öğret men olamaz. öğrencileri birer araç değü, birer amaç saymalı de diğim zam an, biri çıkar, eninde sonunda herkesin amaçtan 206
çok araç olarak önemli olduğunu söyliyebilir. Çünkü insan ölünce, amaç olmaktan çıkar, oysa araç olarak yaptığı iş sürüp gider. Bu göıüşe yanlış diyemez, ama bu görüşten çıkarılan sonuçlan kabul etmiyebüiriz. insanın araç olarak önemsenmesi, bizi iyiye de kötüye de götürebilir, insan işlerinin uzak sonuçları o kadar belirsizdir ki, akıllı bir adam onları hesaba katmamak ister. Kabataslak olarak diyebiliriz ki, iyi insanın yaptığı işlerden iyi sonuçlar, kö tü msanlarınkinden kötü sonuçlar doğar. Bu da değişmez bir doğa yasası değüdir, elbet. Kötü bir adam, işlediği suçtan ötürü kendini cezalandırmak isteyen bir zorbayı öldürebüir; yaptığı işin sonuçlan iyi olabüir, oysa kendi de, yaptığı işi de kötüdür. Bununla birlikte, genel olarak kabul edebiliriz ki, özce çok iyi olan bir erkek ve kadın topluluğunun yaptığı işlerin sonucu bügisiz ve kötü ni yetli insan topluluğunkinden çok daha iyidir. Bu düşün celer bir yana, çocuklar ve ger.çler iyiliklerini candan is teyenlerle, kendüerini birtakım tasarılar için birer ilkel madde sayanları içgüdüleriyle ayırdedebilirler. öğretm en sevgiden yoksunsa, çocukta karakter ve zeka ne iyi, ne de serbestçe gelişebüir. Bu çeşit bir sevgi, çocuğu bir amaç olarak düşünmenin ta kendisidir. Hepimiz de aynı şeyi kendimiz için duyar, düşünürüz : kendimiz için iyi şeyler isteriz, bunları elde ettikten sonra daha başka bü yük bir amacın gerçekleşip gerçekleşmiyeceğine bakma yız. Çocuğunu seven her ana baba aynı şeyi düşünür. Ana babalar çocuklarının büyümesini, gürbüz ve sağlam olmasım, iyi okumasını isterler. Bunları kendileri için is tedikleri gibi, çocukları için de isterler; bu sorun üstünde kafa yorarken, kendilerini sümeye çalışmazlar, soyut bir doğruluk ükesine de yapışıp kalmazlar. Bu ana babalık duygusunu yalnız kendi çocuklarımıza duymayız. Erkek ve kız çocukları okutacak her insanda bu duygunun bü tün öğrencilere yayılmış birimiyle bulunması gerekir. An 207
cak, böyle bir sevgi taşıyan insanlara eğitim planları çiz mek bakımıîıdan güvenilebilir. Boş amaçlar uğruna öl dürmeye ve öldürülmey gönüllü adamlar yetiştirmeyi er kek çocukların eğitiminde bir ilke sayan kimseler, bu türlü sevgiden besbelli ki yoksundurlar. Eğitimcinin gençleri sevmesi de yetmez; insanın iyi yanlan üzerinde sağlam bir anlayışı da olması gerek. Ke diler yavrularına fare yakalayıp oynamasını öğretir; savaşçılann gençlere öğrettikleri de buna benzer. Kedi, yav rularım sever, ama fareyi sevmez; savaşçı belki kendi evladını sever, ama bir düşman memleketin evlatlarını sevmez. Bütün insanlığı sevenler bile, insanca nasü ya şanabileceği bakımından yanüabilirler. Onun için, daha ileri gitmeden, erkek ve kadında en önemli saydığım de ğerleri incelemek istiyorum. Böyle bir bakış, bize ilerde, eğitimin ayrıntılarını incelediğimiz zaman yararlı olabilir, seçeceğimiz yönü gösterebilir. Önce bir. ayınm yapalım; bir yandan insanların bir bölüğü için, öte yandan bütün insanlar için özlediğimiz nitelikler vardır. Sanatçılarım:?; olsuıı isteriz, ama bilim adamlarımız da olsun isteriz. Büyük yöntemcilerimiz ol sun isteriz, ama çiftçilerimiz değirmencilerimiz, ekmek çilerimiz de olsun isteriz. Bir alanda çok üstün bir adam yaratan nitelikler, herkeste bulunması istenmeyecek tü r den olabüir. Shelley bir ozanın günlük çalışmasını şöyle anlatır Balıar dıırur sabahlardan akşamlara dek, Gölün sularında pırıl pırıl güneşe, Bal arılarına, çiçekli sarmaşıkta; Düşünmez nedir, ne değildir gördükleri. Böyle bir alışkanlık bir ozana yaraşır belki, ama ör neğin bir postacıya hiç de uygun düşmez. Onun için, her 208
çocuğa bir ozan ruhu verecek biçimde düzenliyemeyiz eği timimizi. Ama kimi özellikler herkeste aranabilir, şu an da da yalnız onlan ele alacağım. İnsanlardaki değerler bakınundan, erkek kadın ay rılığı gözetmiyeceğim. Çocuklara bakacak kadınları bu işe bir dereceye kadar hazırlamak iyi olur; ama eğitim bakıcımdan burada gözetilecek ayrılık, çiftçiyle değir menci arasındaki ayrılıktan öteye gitmez. D ört özellik alacağım; bunlar bence ideal bir insanın temelidir : canlılık, yiğitlik, duyarlık ve akıllılık. Bu liste tamamdır demiyorum, ama oldukça işimize yarıyacaktır. Ayrıca, şuna da şaşmamacasma inanıyorum ki, gençler beden, duygu ve kafa bakınundan doğru dürüst eğitilirse, bu nitelikler herkeste olabüir. Her birini sırayla inceliyeceğim. Canlılık, kafadan çok bedenle Ugüi bir özelliktir; sap* sağlam insanda hemen her zaman vardır, ama yaş ilerle dikçe azalır, yaşlandıkça d a'y av aş yavaş söner. Gürbüz çocuklarda canlılık, okul çağma gelmeden en yüksek de receye varır, /sonra da eğitimin etkisiyle durulmaya yüz tutar. Canlılık nerde varsa, orada» yaşamanın tadı vardır, insana hoş gelen özel d u n mİarın dışında büe. Canlılık, sevinçleri artırır, acıları hafifletir. İnsanın bütün olup bi tenlerle Jcolayca ilgilenmesini sağlar, Jıöylece sağlam ka fanın temel öğelerinden olan nesnelliğe yol açar. İnsanoğ lu kendi benliğiyle doludur daha çok, gördüğü, duyduğu ya da kendi dışında, kalan şeylerle ügilenmeyi pek be ceremez. Büyük bir mutsuzluktur bu, çünkü insanı can sıkıntısına, ya da daha kötüsü, melankoliye götürür; pek az durumlar dışında, yararlı olmaktan da alakoyar ergeç. Canlılık, dış dünyaya karşı ilgi uyandırır, sıkı çalışma gücü verir. Ayrıca, insanda kıskançlığı da önler, çünkü yaşamına tad verir. Kıskançlık, insanlar için büyük bir bela kaynağı olduğuna göre, canlılığın en önemli bir er 209
demidir. Kötü niteliklerin birçoğu canlılıkla bağdaşır, güçlü bir kaplanın nitelikleri gibi. En iyi niteliklerin bir çoğu da uyuşuklukla bağdaşır. Newton ve Locke, pek canlı insan değüdiler; ikisi de çabuk öfkelenen kıskanç insanlardı, oysa daha sağlam olsalardı, bu kusurlardan uzak kalırlardı. Newton, kanlı canlı bir insan olsaydı ve herkes gibi yaşamın tadım çıkarabilseydi, Leibnitz üe, Ingüiz matematiğini yüzyılı aşkın bir zaman için körleten kalem kavgasma girişmezdi. Bu nedenlerden canlılığı, her insanda bulunması gereken niteliklerden sayarım. Listemizde ikinci gelen yiğitliğin çok yönleri vardır; bunların hepsi de karmaşıktır. Korkmamak bir şeyse, korkuyu dizginleme gücü de başka bir şeydir. Ayrıca kor kusuzluk, korkunun büinçli, ya da bilinçsiz olmasına gö re değişir. Büinçsiz korkuya düşmemek iyi bir şeydir el bette; korkuyu dizginleme gücü de öyle. Ne var ki, bi linçli korku yokluğu tartışm a götürür. Ama şimdilik bu sorunu bırakalım da, yiğitliğin öbür yönleri üstünde du ralım. Yersiz korkular, çoğu insanın duygu ve içgüdülerin de şaşüacak ölçüde önemli bir rol oynar. Bu korkunun, bir insanın kendine durmadan işkence ediliyor sanması, kuruntular içinde kalması gibi, ruh bozukluğundan gelen» biçimleriyle deli doktorları uğraşır. Ama daha hafif be lirtileri, akıllı sayılan insanlarda da vardır. Herkéste genel olarak bir tehlike duygusu, daha doğru bir deyimle “ku runtular” bulunabilir; kimi insanlar da fare, örümcek, gibi tehlikeli olmayan birtakım şeylerden korkabüirler. Bifçok korku içgüdülere bağlanırdı öteden beri, oysa bu gün birçok kimse bu görüşe katılmıyor. Gürültüden ürk me gibi, içgüdülerimizden gelen korkularımız varsa da, bunların çoğu ya başımızdan geçenlere, ya da telkine da yanır. örneğin, karanlıktan korkma, baştan başa telkin den gelse gerek. Birtakım nedenlere dayanarak diyebüi210
riz ki, omurgalıların çoğunda, tabii düşmanlarından kork
ma, içgüdülerinden gelmez; onlara bu duyguyu büyük leri aşılar, insanların elinde büyütülen omurgalılarda, türler arasındaki korkular hemen hemen yok gibidir. Ama korku alabildiğine bulaşır; çocuklara korku büyüklerin den geçer, ne .kadar büyükler küçüklerin yanında renk vermemeye çalışsalar bile. Analarında, ya da dadüannda gördükleri çekingenliği çocuklar telkinle çabucak benim serler. Kadınların yersiz korkular içinde olmaları öteden beri erkeklerin hoşuna gider, çünkü hiçbir tehlikeye gir meden kadınlan koruyormuş gibi görünürler. Ne var ki, bu adamların oğullarına korkular analarından geçer, son radan cesaret kazanmaları için bir eğitimden geçmeleri gerkir. Oysa, babalan analarını hor görmeseydi, hiç de buna gerek kalmazdı. Kadının boyundunık altında tutul masının zararlan sayısızdır. Bu, korku konusunda veri lecek örneklerin sadece biri. Şimdilik korku ile kuşkunun hangi yollardan azaltı labileceği konusunu bir yana bırakıyorum; bunu sonra ele alacağım. Ama bu valiliğimiz noktada karşımıza çı kan bir sorun var; o da şu : korkuyu baskı yoluyla önle yebilir miyiz, yoksa daha kesin bir çare mi bulmalıyız? Bir gelenek olarak, soylular korkularını göstermiyecek biçimde yetiştirilmişler, oysa buyruk altındaki ulusların, sınıfların ve cinslerin korkak kalması için elden gelen yapılmıştır. Cesaret sınavi düpedüz gösterişe dayanırdı; erkek, savaştan kaçmamalı, erkek sporlarında usta olma lı, yangınlarda, depremlerde, deniz kazalarında soğuk kanlılığım yitirmemeli vb. Yalnız gerekeni yapmakla kalmıyacak, rengi atıp uçmayacak titremeyecek, nefesi ke silmeyecek, korktuğunu kolayca açığa vurmayacak. Bun lara ben de önem vermiyor değilim, cesaretin her ulusa, her sınıfa, kadın ve erkeğe aşılanmasını isterim. Ama, buna varmak için baskı yollarına gidüirse, baskıdan her 211
zaman doğan kötülükler çıkar ortaya. Utanma, gözden düşme, insanları her zaman yiğit görünmeye zorlamış tır; oysa aslında bunlar, değişik korkular çatışmasına yol açmakta ve bu çatışmada halkın gözünden düşme kor kusu ağır basmaktadır. Çocukluğumda bana şu özdeyişi belletmişlerdi : “Seni korkutan bir şey olmazsa, hep doğ ruyu söyle.” Doğruyu söyleme bakımından bir sınırlama kabul edemem. Korkuyu yalnız dıştan değü, içten de yen meli; hem bilinçli, hem bilinçsiz olarak yenmeli. Aristok ratik kuralların istediği gibi, korkuyu yalnız dıştan yen mek, korkunun temelindeki etkenleri olduğu gibi bırakır ve korku sayılmayan birtakım karışık, kötü tepküer ya ratır. Korkuyla ilgisi gözle görülen şoklar üstünde dur muyorum. Asıl üstünde durmak istediğim, baştaki sınıf ların üstünlüklerini elden kaçırmamak için, kurdukları bütün bir baskı ve zorbalık sistemidir. Şanghay’da eb si lahsız birtakım Çinli öğrencileri habersizce arkalarından vurduran lııgüiz subayı belli ki büyük bir korkuya düş müştü, tıpkı savaşta canım kurtarm ak için kaçan bir as ker gibi. Ne var ki, savaşçı aristokratlar, bu çeşit dav ranışları psikolojik kaynaklara götürecek kadar akıllı değüdirler; bu durumda azim ve irâde gösterdiklerini sanır lar. Psikolojiyle fizyoloji bakımından, korkuyla öfke bir birine yakın heyecanlardır : kendini aşın öfkeye kaptı ran insan cesaretten yoksundur. Zenci baş kaldırmaları nı, komünist ayaklanmalarını ve aristokrasiye yapılar, daha başka yıldırılan bastırmakta, her zaman gösterilen aşın sertlik, bir korkaklık belirtisidir ve korkakhğın daha açık örneklerine karşı duyulan aynı tiksintiyi hâketmektedir. Ben şuna inanıyorum : erkekler ve kadınlar kor kusuz yaşayabilecek biçimde eğitüebüirler. Bugüne ka dar, yalnız bir avuç kahramanla, bir avuç ermiş böyle bir yaşama ulaşabümişlerdir; ama onların yaptıklarını, başkaları da yapardı yolunu öğrenmiş olsalardı. 21?
Bir zorbalık olmakla kalmayan cesaret, ancak birta kım etkenlerin bir araya gelmesiyle doğar. En küçükle rinden başlayalım : Sağlıkla canlılık çok işe yararsa da, yüzde yüz gerekli değüdir. Tehlikeli durumlarda ne yapaca ğım bümek çok önemlidir; ama cesareti, şu ya da bu açı dan değü de genel anlamında alırsak, daha köklü’ bir şe ye gerekseme olduğu görülür, istenen, insanın kendine olan saygısıyla, kişisel duygulardan sıyrılmış bir dünya gö rüşünün birleşmesidir, insanın kendine olan saygısını ala lım : kimi insanlar kendi yaşamlarım yaşarlar, başkala rıysa daha çok komşularının düşündüklerini, dediklerini yansıtan birer aynadır. İkinciler gerçekten cesur olamaz hiçbir zaman ; herkesin kendilerini beğenmelerini ister ler. öteden beri gerekli gibi görünen “alçakgönüllülük” eğitimi, aynı kusurun sapık bir biçimini doğururdu. Çün kü “alçakgönüllülük” insanın kendine olan saygısını yok ederdi, ama başkasından saygı görmek isteğini kaldırma dı ortadan; kendini yalancıktan alçaltma, başkalarının güven ve saygısını kazanmanın sadece bir yoluydu. Bu da hem ikiyüzlülüğe, hem de içgüdüleri sahteliğe götü rüyordu- Düşünmeden baş eğmeyi öğrenen çocuklar bü yüyünce, başkalarından boyun eğmelerini istemek duru muna geliyorlardı; yalnız baş eğmesini öğrenmiş olanlar, kumanda etmesini de bilirlermiş sözde. Bence, kimse ne boyun eğmeyi öğrensin, ne de kumanda etmeğe kalkış sın. Ortaklaşa yapılan işlerde başlar olmasm demiyorum elbette, ama kumanda işi bir futbol takımı kaptanınki gibi olsun; yani bir amaç uğrunda seve seve katlanılan bir iş. Amaçlarımızı başkaları değü, kendimiz çizmeliyiz; ve bunları başkalarına zorla kabul ettirmemeliyiz. Kim se kumanda etmemeli, kimse de baş eğmemeli sözüyle bunu anlıyorum. Cesaretin en yükseğine ulaşmak için bir şey daha vardır, ona da demin, kişisel duygulardan sıyrılmış bir 213
dünya görüşü demiştik. Bütün umut ve korkularım kendi üstüne toplamış olan insan, ölmeyi serinkanlılıkla göze alamaz, çünkü ölüm düşüncesi onda bütün duygulan körletir. Burada da kolay bir baskı yolunu tutan gelenekle karşılaşıyoruz : ermiş adam benliğinden vazgeçmeli, be den hazlarını yoketmeli, içinden kopan sevinçleri, coşku la n bir yana atmalı. Yapılmaz bir şey değü bu, ama so nuçlan kötü olur. Kendi hesabına hazlardan vazgeçen er miş, başkalan hesabma da geçer ki, bu kolay bir şeydir. Ama içini bir kıskanmadır kemirir; acı çekmek insanı soylulaştınr, o halde insana acı çektirmelidir, der çıkar işin içinden. Sonunda değerler baştan başa altüst olur : onun gözünde iyi olan kötü, kötü olan iyidir artık. Bütün kötülük surdan geliyor : insanca yaşamak denince, doğal istekleri, içgüdüleri geliştirmek değü, "yapmayacaksın, etmeyeceksin” yollu birtakım sert kurallara boyun eğmek anlaşüıyor. insanın yaradılışında öyle şeyler var ki, bizi kolayca kendimizden çekip alabüir. Bunların en olağanı sevgidir, özellikle ana baba sevgisi; kimi insanlar bu sev giyi bütün insanlığı içine alacak ölçüde genelleştirirler. Bir başkası da bügidir. Galüeo’nun kendini olağanüstü bir insanlık sevgisine adadığım ileri süremezsek de, yaşa mım öyle bir amaca vermişti ki, ölümünden sonra büe yokedilemedi. Bir başka şey de sanattır. Ama insanın kendi dışında her hangi bir şeye ilgi duyması, yaşamını o ölçüde benliğinden sıyırır. Bundan ötürü, biraz aykırı görünse de, diyebiliriz ki, kendi dertlerinden baş'.:a bir şeyle ilgüenmeyen kuruntulu birtakım insanlara kıyasla, her şey karşısında büyük vc canlı bir ilgi duyanlar ölüm den daha az korkarlar. Cesaretin en üstünü, ilgileri yay gın olan insanda bulunur, benliğini dünyanın bir zerresi sayan insanda, kendini hor görerek değil, kendi dışındaki şeylere değer vererek. Bu, içgüdülerini kürletmeyen, ka tasım işleten insanlarda bulunabilir ancak, ikisinin bir 214
leşmesinden öyle bir anlayış ve görgü olgunluğu doğar ki, bunu ne hazlara düşkün olanlarda, ne hazdan kaçanlarda buluruz. Böyle bir olgunluğa varan insan için ölüm artık korkulacak bir şey olmaktan çıkar. Yiğitliğin böylesi olumsuz baskılardan sıyrılmıştır; içten ve olumlu bir yi ğitliktir. Kusursuz bir karakterin başlıca öğelerinden bi ri, bence, işte bu olumlu yiğitliktir Listemizde üçüncü gelen duyarlık, bir bakıma cesa reti düzelten bir niteliktir. Cesurca davranış, tehlikeler den korkmayan bir insan için kolaydır, ama böyle bir cesaret çoğu zaman bir çılgınlık olabilir. Bilgisizliğe, ya da unutkanlığa dayanan her hangi bir davranışa iyi gö züyle bakamayız. Bizim istediğimiz şey : elde edüebilen en fazla bilgi ve buna dayanan davranıştır. Duyarlık, ze kayla da ilgili olabilir bir bakıma, ama benim kullandı ğım anlamdaki duyarlık, coşkular alanına girer. Kuram sal bir tanımlamaya göre, bir insanda duyarlık, birçok iti nin etkisi altında coştuğu zaman vardır; yalnız böyle ge niş anlamda alınırsa, bu nitelik ister istemez iyi değüdir. Duyarlık iyi bir şeyse, tepkisi de ona uygun olmalıdır; istenilen, sadece aşın bir coşku' değüdir. Benim düşün düğüm nitelik, birçok etkenin, özellikle iyi etkenlerin kar şısında haz ya da acı duyabümektir. İyi etkenler neler dir? Anlatmaya çalışayım. Çocukların çoğu aşağı yukan beş aylıkken, besi ya da sıcaklık gibi duygulardan gelen birtakım hazlardan öteye gidip, çevrelerindeki ügiden haz duymaya başlarlar. Bu haz belirir belirmez, çok çabuk gelişir : her çocuk övülmekten hoşlanır, azarlanmaktan hoşlanmaz. Beğenilme isteği çoğunlukla bütün ömür bo yunca ağır basan etkenlerden biri olarak kalır. İnsanı gü zel işler yapmağa itmekte ve açgözlülükten alıkoymakta bu isteğin büyük bir rolü olduğu su götürmez, övgüleri mizde daha ölçülü olsaydık, bu istek daha da büyük iş görebüirdi. Ama en çok adam öldüren kişüeri en büyük 215
kahraman saydıkça, bu istek tek başma insanca yaşa maya götüremez bizi. Duyarlığın istenilen yolda gelişmesi bakımından bir de sempatinin, yakınlık duygusunun yeri vardır. Bir çe şit yakınlık duygusu vardır ki, sadece fizikseldir ; çocuk, kardeşinin ağladığını görünce, ağlar. Bu bence, yakınlık duygusunun daha sonraki gelişmelerinin temelini sağla maktadır. istenilen gelişme iki türlü olmalıdır; birincisi, sevdiğimiz bir insan olmasa büe acı çekene karşı yakın lık duyma; İkincisi, görüp duymadığımız, ama çeküdiğini bildiğimiz acılara karşı yakınlık duymak. Yakınlık duy gusunun bu İkincisi daha çok akla dayanır. Bu, iyi bir romanda olduğu gibi, canlı ve dokunaklı bir dille anlatı lan acıya karşı yalimlik duymaya, ya da istatistiklerden duygulanmaya, heyecanlanmaya kadar gidebilir. Hemen herkes, sevdiği bir insanın kanserden acı çekmesi karşı sında büyük bir üzüntü duyar. Çoğu kimce hastanelerde tanımadıkları hastaların acı içinde kıvrandığını görünce üzülür. Ama kanserden ölüm orantısının şu kadar oldu ğunu okuyunca, genel olarak, kendüeri ya da bir yakın ları bu hastalığa tutulur diye ancak kendi hesaplarına ge çici bir korkuya kapılırlar. Savaş için de öyledir bu : oğ lunun ya da kardeşinin sakat kalmasını korkunç görür insan, ama bir milyon kişinin sakatlanmasını bir .milyon kere daha korkunç saymaz. Tek tek insanlarla alışveri şinde ince, nazik bir adam, gelir sağlamaya gelince, in sanları savaşa kışkırtabilir, ya da "geri kalmış” ülkeler de çocuklara işkence yaptmabilir. Her zaman rastlanan bu olaylar şuçadan gelir : başkalarına karşı yakınlık duy gusu, soyut olarak lafla uyandırılamaz. Buna bir çare bu lunsa, çağdaş dünyadaki kötülükler geniş ölçüde önlen miş olur. Bilim, uzak ülkelerdeki insanların yaşamını et kileme gücümüzü çok arttırm ışsa da, onlara yakınlık duy gumuzu a rttır amamıştır. 216
Geleneksel ahlakın en büyük kusurlarından biri, ak la pek değer vermemiş olmasıdır. Yunanlılar bu bakım dan yanılmazlardı, ama Hiristiyanhk erdem dışında hiç bir şeyin önemli olmadığı düşüncesini aşıladı insanlara; bu erdem de gelişigüzel “günah” sayılan birtakım işler den sakınmak demekti. Bu görüş tutundukça, aklın yap ma ve uydurma bir “erdemden” çok daha yararlı olabile ceğini kafalara sokamazsınız. Akıl dediğim şeyde, hem gerçek bügi vardır, hem de bügiye yatkınlık. İkisi aslın da birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilgisiz yetişkin insanla rın kafasına bügi sokulamaz : örneğin, sağlık kuralları ya da perhiz konusunda büimin dediğine dünyada inan mazlar. Bir insan ne kadar çok şey öğrendiyse, daha çok şey öğrenmeyi o kadar başarır, elverir ki öğrendikleri dogmatik bir eğitime dayanmasın. BUgisiz insanlar, kafa alışkanlıklarım değiştirmeye hiç zorlanmamışlardır, bu yüzden de değişmezler, oldukları gibi kalırlar. Kuşkucu olmaları gerekirken inançh olmaları yetmiyormuş gibi, üstelik de inanmaları gereken şeyleri kuşku Ue karşılar lar. Asbnda akıl elde eaümiş bügiden çok, bügi edinme yetisidir. Ama bu yeti, birtakım alıştırmalar olmadan el de edüir demiyorum, bir piyanistin, bir cambazm yetisi gibi. Bügi vermek ve yine de kafayı işletmemek olasıdır; yalnız olası değü, aynı zamanda hem kolay, hem de sık sık yapüan bir şeydir. Ama bilgi vermeden, ya da elde edümesi gerekli bir bügiyi aşüamadan aklın eğitüebilcceğine de inanıyorum. Akü olmadı mı, çağımızın karmaşık dünyası ayakta duramaz, dursa büe, üerleyemez. Onun içindir ki, aklı geliştirmeyi eğitimin başlıca amaçlarından saymaktayım. Bu beylik bir düşünce gibi görünebilirse de, hiç de değüdir. Doğru sanüan inançları aşılama iste ği, eğitimcileri, akü eğitimine karşı çoğu zaman kayıtsız bırakmıştır. Bu dediğim açıklama için, aklı daha ya lımdan tanımlamak gerekir, ta ki gerektirdiği düşünce *217
tutumunu bulup çıkaralım. Bunun için gereken bilgi yı ğınını bir yana bırakıp, yalnız bilgi edinme gücünü ince leyeceğim. Düşünce yaşamınm içgüdüye dayanan temeli merak tır; bu, ükel biçimiyle hayvanlarda da bulunur. Akü, can lı bir merakla beslenir, ama bunun belli türden bir me rak olması gerek. Karanlıkta komşuları perde arkaların dan birbirini gözetlemeye iten merakm öyle bir değeri yoktur. O çok rastlanan dedikodu merakı, bügi edinme hevesine değil, kötü niyete dayanır. Dedikodunun konusu başkalarının bilinmeyen erdemleri değü, sadece gizli ka paklı kusurlarıdır. Bu yüzden birçok dedikodunun aslı yoktur, ama hiç kimse gerçeği arama zahmetine katlan maz. Komşularımızın günahları, tıpkı dinden gelen avun tular gibi, öyle hoş gelir ki bize, gerçek mi, değü mi diye durup düşünmeyiz üzerinde, ö te yandan asü merale dedi ğimiz, öz bir bilgi sevgisinden gelir. Bu güdünün daha ba sit bir biçimi kedide de görülebüir: daha önce görmediği bir odaya konan kedi, köşeyi bucağı, eşyaları bir bir kok lar. Bunu çocuklarda da görebüirsiniz: kapalı duran bir çekmeceyi ya da bir dolabı açtınız mı, müthiş bir Ugiyle bakarlar içindekine. Hayvanlar, yıldırımlar, her çeşit el işi, çocuklarda merak uyandırır: Onların bügiye susamış lığı en akülı yetişkinleri utandıracak türdendir. Bu güdü yaş derledikçe zayıflar; sonunda insan alışmadığı her şeyden tiksinti duyar, hiçbir şeyi yakından tanımaya ya naşmaz. Bu dönemde insanlar "memleket güme gidiyor”, "bizim zamanımızda böyle miydi!” diye söylenirler: Geç miş zamana kıyasla değişmiş olaıı, sadece böyle konuşan adamın merakıdır. Merakın sönmesiyle birlikte akü da iş lemez olur. Çocukluk çağını geçince, insanda merak şiddetini, yaygınlığını yitirse de, uzun bir süre nitelüt balonundan gelişebüir. Genel sorunlara merak, ıvır zıvır şeylere olan 2İ8
meraktan daha yüksek bir akıl seviyesi gösterir; gerffcllik derecesi ne kadar yüksek olursa, akıl payı da o kadar büyüktür. Bununla birlikte, kural pek de değişmez değil dir. Kişisel çıkarlı ilişiği olmayan merak, başka meraklar dan, örneğin yiyecek içecekle ügüi meraktan, daha yük sek bir gelişim gösterir. Yepyeni bir odanın köşesüıi bu cağını koklayan kedi, çıkarını gözetmeyen bir bilim araş tırıcısına benzemez: O, herhalde fare var mı, yok mu di ye araştırm aktadır. Belki, en üstün merak, çıkarsız me raktır, demek, büsbütün doğru olmaz; ama başka çıkar larla doğrudan doğruya ve açıkça ilişkisi olmadığı ve an cak akılla giderilebüdiği zaman merak iyidir diyeceğiz. Ama bu noktada bizim bir karara varmamız gerekmez. Merak verimli olacaksa, birtakım bügi edinme yolla rına bağlanması gerek. Bu, gözlem ahşkanlığı, bügi elde edebüme inancı, sabır ve çaba ister. İnsanda normal ola rak bulunan merak yetisi tam bir kafa, eğitiminden geçi rildi mi, bunlar kendiliğinden gelişir. Ama düşünce yanı mız, yaşamımızın yalnız bir parçası ve merak da başka tutkularla durmadan çatışma halinde olduğuna göre, ge niş görüşlülük gibi birtakım başka erdemlere gerek var dır. Yani gerçeklere karşı direnmemiz hem alışkan lıktan, hem de şurdan gelir: Yülar yılı canla başla inandı ğımız şeylere ve onur gibi köklü tutkularımızı besleyen birtakım görüşlere olan inançlarımızı yitirmek ağrımıza gider. Bunun için, geniş görüşlü insanlar yetiştirmek, eği timin başlıca amaçlarından biri olmalı. Bugünse, bu eği tim, çok dar bir alanla sınırlı kalmaktadır. Yiğitlikte, kahramanlıkta olduğu kadar, düşünce na musunda da cesaret başta gelir. Dünyamızın bilinmeyen yanlan çoktur; gözümüzü açtığımız günden başlayarak birtakım düşüncelere saplanırız ve kendi kafa alışkanlık larımızı dış dünyanın birer kuraiı sanınz. Bütün düşünce sistemleri - Hıristiyanlık, sosyalizm, yurtseverlik, vb. 219
tıpkı yetimevleri gibi, güvenlik sağlar, ama öte yandan inşam kul köle ederler. Özgür bir düşünce yaşamı, bir dinsel inanca bürünmüş yaşam kadar sıcak, rahat ve hoş olamaz; ancak bir inanca bağlı olduğumuz zamandır ki, dışarının kış kıyametine bakmaz, bir ocak başında sımsıcak duyarız kendimizi. Bu bizi oldukça güç bir soruna götürür: insanca ya şamak için sürüden ne ölçüde sıyrdâbilmeliyiz? “Sürü gü düsü’’ sözünü kullanmaktan çekiniyorum, çünkü, çok ta r tışılan bir söz bu. Bununla birlikte, terim nasıl yorumla nırsa yorumlansın, anlattığı olaylar hepimizce bilinen şey lerdir. Aüemiz, komşularımız, iş arkadaşlarımız, siyasal partimiz, ulusumuzla, yani kendileriyle işbirliği etmek is tediğiniz topluluklarla iyi geçinmek isteriz. Bu da olağan bir şeydir, çünkü ortaklaşa çalışmadan yaşamın zevkle rinden hiçbirini tadamayız. Üstelik, coşkular bulaşıcıdır, hele çok kimselerce aynı zamanda duyulursa. Kızışmış bir toplantıda serinkanlı kalabilen pek az insan vardır: Karşıt dursalar büe, karşıt olarak kızışırlar. Çoğu insan da böyle bir karşıtlık, ancak başka bir kalabalığın onla ra destek olacağı düşüncesiyle olasıdır. Onun için ermiş lere inanma, ezüen insanlara bir iç rahatlığı verir. Halk yığınıyla işbirliği isteğini destekleyecek miyiz, yoksa eği tim yoluyla bunu azaltmaya mı çalışacağız? H er İlci gö rüş için söylenecek sözler var, doğru yol da herhalde bu görüşlerin birini toptan tutm akta değil de, ikisi arasında doğru bir orantı bulmakta olsa gerek. Bence beğenilme ve başkalarıyla işbirliği etme iste ği insanda güçlü, normal olmalı, ama birtakım önemli du rumlarda başka isteklere de yer verebümeli. Kendini be ğendirme isteğini, duyarlıkla ügüi olarak incelemiştik bi raz önce. Bu istek olmasa, hepimiz kaba saba insanlar olurduk ve aüe başta olmak üzere, hiçbir toplumsal grup kurulamazdı. Ana babalarına kendilerini beğendirmek is220
temeseydüer, küçük çocukları eğitmek çok güç olurdu. Coşkuların insandan insana geçmesi de işe yaramaktadır, hele coşku uslu akıllı bir insandan daha delişmen birine geçerse. Ama büyük korku ve büyük öfke durumlarında bu durum yararlı değü, tam tersinedir. Bunun içindir ki, coşkuya kapüma işi hiç de öyle basit değüdir. Büyük bu lucular büe sürüye karşı koymak zorunda kalmışlar ve bağımsızlıklarıyla halkı kendilerine düşman etmişlerdir. Ama, sıradan insanın görüşleri daha akıllıca olurdu, ken di kendine düşünebüseydi; hiç değüse bilimin dediklerine saygı göstermesi kendi yararına olurdu. Durumu ve yetileri pek de üstün olmayan insanın y a sanımda iki ayrı alan vardır; birinde “sürü güdüsü” de diğimiz şey ağır basar; bu geniş bir alandır; İkincisi, bu güdünün hiç de girmediği küçük bir alandır. Küçüğü, yalnız kendi özgür duygularımızı içine almalıdır. Herkes beğeniyor diye bir kadım beğenen erkeği tutmayız; bir erkeğin kendisine eş seçerken çevresinin duygularına de ğü de, kendi özgür duyusuna uymasını doğru buluruz. Başkaları için düşündüklerinde komşularıyla anlaşmış, anlaşamamış olması önemli değü, ama birisine gönül ver di mi, kendi özgür duygularına uymalıdır. Başka alanlar da da doğrudur bu. Bir çiftçi bilimsel tarım yollarım iyi ce benimsemiş büe olsa, eliyle sürdüğü tarlanın verimli liği üzerinde yine de kendi kafasına uymalı. Bir iktisatçı para konulan üzerine özgür bir görüş edinmeli, oysa her hangi bir adam bu konuda bügisi olanları dinlemeli. Nerde özel bilgi ve yetki varsa,, orda bağımsızhk olmalıdır. Ama insan elalemi kendinden uzak tutm ak için kabarmış bir kirpiye de dönmemeli. Günlük işlerimizin çoğu ortak laşa olmalı, ortaklaşa çalışma da içten, içgüdülerden gel meli. Yine de hepimiz iyi büdiğimiz konular üstünde ken di kendimize düşünmeye alışmabyız ve çoğunluğun hoşu na gitmeyen görüşlerimizi, önemli sayarsak, açıkça söy 221
lemek cesaretini göstermeliyiz. Bu geniş ilkeleri, özel du rum lara uygulamak elbette güç olabilir. Ama bu, yukar da saydığımız erdemlerden pay alan insanlarla dolu bir dünyada bugün olduğu kadar güç olmasa gerek. Örneğin, ezilen ermiş tipi, böyle bir dünyada olmayacaktır. İyi in san da kirpüeşip, yalnız ben vanm demek fırsatım bula mayacaktır: Onun iyiliği kendini eğüimlerine bırakmasın dan doğacak ve içgüdüsel bir mutlulukla kaynaşacaktır. Komşuları ondan nefret etmeyecekleri gibi, ondan korku la n da olmayacaktır, öncülere karşı beslenen nefret, uyandırdıkları korkudan doğar; bu korkuysa, cesaret ka zanmış insanlarda yoktur. Yalnız korkunun etkisi altmda bulunan bir adam Ku Klux Klan, ya da Faşistlere katüabilir. Cesur "adamlar topluluğunda, bu çeşit işkence ör gütleri oluşamaz ve insanca yaşamak için içgüdülere bu günkü ölçüde karşı konmayacaktır. İyi bir dünya yalnız korkusuz insanların yarattığı ve desteklediği bir dünya olabilir, ama bunlar görevlerini başarıyla yaptıkları öl çüde, cesaretlerini de kullanmaya gerek kalmayacaktır. Eğitimin sağlayabileceği en yüksek canlılık, yiğitlik duyarlık ve akıla eren erkek ve kadın topluluğu, bugüne kadar yaşamış topluluklardan çok ayrı olacaktır. Çok az insan mutsuz olur bu toplulukta: Bugün mutsuzluğun baş lıca nedenleri hastalık, yoksulluk, bir de aksak bir cinsel yaşamdır. Bunların hepsi parmakla gösterebilecek kadar azalabilir. Herkes sağlığa kavuşabilir. İnsan ömrü de uzatılabilir. Endüstri devrimiııden sonra yoksulluk, sade ce kollektif bir aptallığın sonucudur. Duyarlık, insanlar da yoksulluğu ortadan kaldırma isteğini uyandım*, akıl onlara bu işte yol gösterir, cesaret de bu yolu benimse meye götürür. (Çekingen bir insan, olağanüstü bir şey yapmayı göze alamaz, yoksulluk içinde yaşamaya boyun eğer). Bugün çoğu insanların cinsel istekleri doyurulma mış, cinsel yaşamları aksaklıklar içindedir. Bunda bir ba 222
kıma kötü eğitimin, bir bakrnıa da yasa baskısıyla Bayan Grundy’nin parmağı vardır. Bilinçsiz korkulardan uzak yetiştirilmiş bir kadın kuşağı, çok geçmeden bir so:ı verebüir buna. Kadınlan “namuslu” kılmanın tek yolu, on lara korku aşılamak olmuştur bugüne dek; büe bile kor kak olarak yetiştirilmişlerdir, hem de kafalarıyla- Sevgi sinde kasılan bir kadın, kocasını hoyrathğa ve iki yüzlü lüğe zorlar ve çocuklann içgüdülerini gelişmekten alıkoyar. Korkusuz bir kadın kuşağı dünyayı değiştirebüir; şu bakımdan ki, korkusuz, acayip kalıplara girmemiş, dü rüst ve temiz, cömert, sevgi dolu ve özgür bir çocuk ku şağı oluşturabüir. Onlann ateşli çabası, tembel, korkak, katı yürekli ve budala olduğumuz için çektiğimiz acıyı, eziyeti süip süpürebilir. Bize bu kötü huyları veren eği timdir, karşıt erdemleri verecek olan da gene eğitimdir. Eğitim yeni dünyanın anahtarıdır. (Bu yazı A zra E rh a t İle Vedat GUnyol tarafından çevrilmiş ve daha önce T ıpta Yenllikler’de çıkm ıştır.)
223
DÜNYA AYDINLARINA MEKTUP 1984 yılında B ertrand Rnesell, birçok aydına m ektup gönde rerek, nükleer silahların yasaklanm ası İçin yapılacak bir konfe ransa katılm alarını İstemişti. S. Eyuboğlu İle V. Giinyol da bu konferansa çağ rılm ışlard ı: BERTRAND RUSSELL, PEACE FOUNDATION
8 Ekim 1964
Sayın Bay Günyol, Akdeniz bölgesinin nükler silâhlardan arınm ası için bundan kısa bir s lire önce Cezayir'de toplanan konferansa bir temsilci göndermiştim. Bundan son derece olumlu bir sonuç elde edildi. Nükleer silâhların daha d a geliştirilmesi ve yayılması tehlikesine karşı, uluslararası kam u oyunu harekete geçirebilme konusunda umutluyum. Cezayir konferansının bir devamı olarak, Bertrand Russell B an ş Kurumu, Ortadoğu bölgesinin nükleer silâhlardan arınm ası için yakın bir gelecekte bir konferans toplam aya h asır lanm aktadır. Bu konferansa delege olarak, dünyanın birçok ke siminden seçkin kişileri ve b a n ş adm a çalışanları çağıracağız. A rap dünyasından hüküm et dışı en seçkin kişilerin dc bu konfe ran sta sesini duyuracağım um ut ediyorum. Bu arad a şunu da belirteyim ki, Arap halkları ve Arap da vası ile bir anlayışa varılm ası konusundaki istekleri ve hüküm et politikasına karşı tutum larıyla bilinen Israel solcularından bazı larını da bu konferansa çağırmayı amaçlıyorum. Konferans, ya İsviçre’de y a da İsveç'te toplanacak. Bu İki ülkeden hangisinin konferans yeri olacağı konusunda size çok yakında bilgi verece ğim. Ortadoğu'nun nükleer silâhlardan arınm asına ve tasarla m ak ta olduğumuz bu konferansa büyük önem veriyorum. O rta doğu’da nükleer silah yarışının kesin olarak önlenmesi ya da nükleer silâhların gelişmesinin engellenmesi m utlaka gereklidir. Sizin de bu konferansa bir delege olarak katılm a olanağı bula cağınızı yürekten um ut ediyorum. Bu konferansa katılm anız özellikle önemlidir. Cevabınızı ilgiyle bekliyor ve konferansın planlanm asına büyük ölçüde yardımcı olacak kararınızı öğren mekte sabırsızlanıyorum. En İyi dileklerle, İçtenlikle sizin Bertrand Russell
221
BERTRAND RUSSELL (NOBEL-1950) Çağım ızın ön d e gelen filo z o fu , s o s y o lo g u ve m a te m a tik ç is i. S o ylu b ir İn giliz aile den gelen Russell 1872’de d o ğ d u . C a m b rid g e ’de oku d u . A ynı o k u la ö ğ re tim göre vlisi o ld u. Barışçı g ö rü ş le rin d e n ö tü rü 1916’da bu görevden ayrıldı. D ip lo m a tlık yaptı. S o vye tle r B ir li ğ i ’ ne, Ç in ’e ve A m e rik a ’ya g itti. Barışçı g ö rü ş le rin d e n dolayı 1918’de altı ay h a p is te yattı. “ M a te m a tik F e ls e fe sin e G i r i ş ” adlı ya p ıtın ı ha p ish a n e d e yazdı. Genel fe lse fe s i, m a ntıkçı fe lse fe d ir. L o jis t iğ in k u ru c u s u d u r. R u s s e ll’a göre gerçek: “ inanılan ne s nele rin k e n d is id ir .” Çağım ızın hu z u rs u z lu ğ u n u filo z o fç a b ir seziyle ç o k ö n ce de n gö rd ü . S ila h sız la n m a y ı sa vu n d uğ u için 1961’de b ir kez daha tu tu k la n d ı. A to m e n e rjis in in askeri am a çlarla k u lla n ılm a s ın a karşı çık tı. 1967 M a y ıs ’ında J.P. S artre’ ın b a şk a nlık e ttiğ i “ V ie tn am Savaş S u çlu la rın a Karşı Uluslararası M a h k e m e ” (R usse ll M ah k e m e si) adlı to p la n tıy a ö n c ü lü k etti. 1950 y ılın d a Nobel Edebiyat Ö d ü lü ’nü aldı. Ö n e m li y a p ıtla rın d a n bazıları: “ M a t e m a tiğ in İlk e le ri” , "F e ls e fe M e s e le le r i” , “ Dış D ünya G ö r ü ş ü m ü z ” , “ Ö z g ü r lü k Yolları", “ M a te m a tik F e ls e fe sin e G i r i ş ” , “ F e ls e fe n in A n a h ta r ı” , “ E v lilik ve A h la k ", “ E ğ it im ve S o s y a l D ü z e n ” , “ Batı F e ls e fe s i Tarihi". B. R u s s e ll,a rdınd a çağım ıza d a m g a sın ı vuran, o n u rlu b ir y a ş a m örn eği bırakarak 1970’de öldü.