TURAN DURSUN Kutsal Kitapların Kaynakları 1
lAiısva e
Bu kitabın yayın hakları A naliz B asım Y ayın Tasarım U ygulam a Ltd. Şti.nindir. B irinci Basım : K asım 1995 İkinci Basım : Şubat 1996 Ü çüncü Basım : Eylül 1996 Dizgi: K aynak D izgi Servisi Baskı: K uşak O fset Kapak: R ubens'ten detay (1613-1614) ISBN: 975-343-103-1 (Tk. N o.) 975-343-104-X (1. Cilt)
K A Y N A K Y A Y IN LA R I: 172
A N A L İZ B A SIM Y A Y IN T A SA R IM U Y G U L A M A LTD . ŞTİ. İstiklal Cad. 184/4 80070 Beyoğlu/İstanbul T el/Faks: (0212) 252 21 56 - 252 21 99
TURAN DURSUN Kutsal Kitapların Kaynakları 1
İÇ İN D E K İLE R Ö N SÖ Z
7
"K U T SA L K O R U "D A K İ ORTAM : G Ü Ç SÜ Z L Ü K -B İL G İSİZ L İK
15
KORKU
16
Ö L Ü M K O R K U SU 1. Ö lüm K orkulası B ir Şey m i? 2. "Ö lüm A cısı" 3. "Ö lüm ü A nm ak" 4. "Ö lüm ve G ünah" 5. Ö lüm ve İnsan
18 18 20 22 24 27
A C I Ç E K M E K O R K U SU "C eza O larak" V erilen A cılar "Bu D ünya"ya Y önelik "Tanrı Tehditleri" "D enem e" (Sınav) İçin Ç ektirilen A cılar
31 32 42 46
"U M U T" K orku-U m ut K aynağı T anrı "B aba T anrı" "B aba Tanrı N erelidir?"
60 61 65 69
EFE N D İ B A B A T A N R I V E G Ü NEŞ, A Y K Ü LT L E R İ "G üneş K ültü" "Ay K ültü"
77 85
E FE N D İ B A B A T A N R I D İN LER İ V E S A B İÎL İK Sabiîlikte T anrı İnancı Sabiîlikte "G ezegenler"= T anrı A racı "R uhani V arlık"larm G örevleri ve "M elekler" Sabiîlikte "N am az"
87 88 90 92
S abiîlikte Y asa="N am us" ve A hlak ilkeleri S abitlikteki Ö teki K urallar EFENDİ BA BA TANRININ KRALLIĞI, SA R A Y E R K Â N I V E ÇEV RESİ K ral T an n 'n ın "T aht"ı-"Saray"ı, Hem "M elek"lerle Çevrili H em de "M elek"lerin "Sırtında "T anrının T ahtının Bize U zaklığı" "K ral T an n , B irinci K at G öğe İniyor" "Gök", "G ök K atlan" ve Eski İnançlar K RA L T A N R I N IN Y Ö NETİM İ "T ektanrıcılık"taki "Ç oktanrıcılık" "En Y üce K urul" ya da "En Y üceler K urulu" ("El M eleu'l-A 'lâ") "K ral T an n 'n ın O rduları Savaşta" K ral T an n 'n ın O rdularıyla K ral Ş eytan'ın O rduları S avaşıyor K RA L TA N R I, K RA L ŞEY TA N İBLİS V E SAV A ŞA N ORD U LARIN IN ÇO K Ö N EM Lİ KAYNAĞI: Z E R D Ü ŞT Ç Ü LÜ K "T anrı-Şeytan K rallıklarında İyilerin ve K ötülerin R uhları N erelere G iderler?" T A N R I ŞEY TA N K RA LLIK LA RI İÇİN A N LA T ILA N LA R , A D LA R IN V E SÖ Z C Ü K L E R İN D İL İ K ur'an'daki A d ve Sözcüklerden B ir Dizi K RA L T A N R I N IN K O RU SU "T ann'nın K orusundaki Ahlak" "H ıristiyanlık A hlakı" G elelim "N ietzche'ninkine" ÖZET
Ö N SÖ Z
Turan Dursun'un başyapıtı Kutsal Kitapların Kaynaklan sonunda gün ışığına çıktı: K aynak Yayınları, Türkiye A ydınlanm asının bu büyük eserini üç kitap olarak okura sunuyor.
T uran D ursun Ü niversitesi'nden M ezun O lm ak Turan Dursun, ölümünden beş yıl sonra Türkiye toplumunu dönüş türmeye, aydınlatmaya devam ediyor. Fikirleri toplumun hücrelerine kadar işliyor. Kolay bir uğraş değildir bu. Turan Dursun, sıradan insanı dönüş türmeyi başarıyor. Kafası, çoğu aydına basit gelen hurafelerle dolu olan sıradan insanı... Nelerle uğraşmaktadır Turan D ursun? Cinler, periler, melekler, şey tanlar, peygamberler, kitaplar, ayetler, hadisler... Bilum um hurafe, binler ce yıl öncesinde kalmış dogmalar... Basit şeyler!.. Fazla uzağa gitm eye gerek yok. Eğer kapılarım ızı açar, odam ızdan dışarı çıkar, m ahallem iz deki, okulumuzdaki, işyerimizdeki arkadaşım ızın, hatta anne babam ızın kafasını meşgul eden sorunlarla haşır neşir olursak, onlann bu "basit şeylerle" uğraştığını göreceğiz. Toplum u dönüştürm ek mi istiyoruz? O halde insanları meşgul eden bu "basit şeyler" konusunda cihazlanm ak zorundayız. Cinlerle, perilerle, şeytanla, ahretle, dünyayı boynuzunda tu tan öküzle boğuşmalıyız. Kur'an ı okumak, Kur'an da yazılanları ger çeğin mihengine vurmak ve sonuçlannı toplum a yaymak, dem okratik bir kültür yaratmanın en önemli görevlerindendir. İşte Turan Dursun, binlerce yıllık kökleri olan metafiziği mihenk taşı na vurmamız için zengin bir malzeme veriyor bizlere. Turan Dursun'un Türkiye devrimine ve Anadolu aydınlanmasına katkıları olağanüstüdür. Sayın D oğu Perinçek'in B ilim ve Ütopya dergisinin Eylül 1995 tarihli
7
15. sayısındaki söyleşide ifade ettiği gibi, "Turan D ursun, bir üniver sitedir." T ürkiye halkını aydınlatm ak, T ürkiye em ekçisini dönüştür mek isteyen, o üniversitenin sıralarında em ek verecek, okuyacak, araş tıracak ve inceleyecektir.
Türkiye A ydınlan m asının K end in e Ö zgü R engi Batı A ydınlanması kendine özgü bir çizgi izler. İdeolojik düzlemde Batı Aydınlanması olarak ifade ettiğim iz hareketin ekonom ik temeline inersek, kapitalist üretim ilişkilerini görürüz. Avrupa'da kapitalizmin gelişimi, toplumsal düzlem de feodalizm e karşı burjuva devrim ine, po litik düzlemde burjuva demokrasisine ve ideolojik düzlem de Aydınlanma denen bilim sel-düşünsel dönüşüm e yol açtı. Batılı buıjuva ideologlar tarafından, bu gelişim çizgisinin evrensel olduğu, insanlığın genel ilerleyişini temsil ettiği söylenegelir: Geri kalmış toplumlann izleyebilecekleri tek yol, lokomotifini Avrupa'nın oluşturduğu bu uygarlık trenine bir şekilde atlam aya çalışmaktır. Bu Avrupa-merkezli ideolojinin, ırkçılığa ve faşizme/Nazizme varan aşırı sağ görünümleri olduğu gibi, "üretici güçler teorisi" adı altında sosyalist düşünceye sızmış sol markalısı da bulunur. Bu teoriye göre, kapitalizm sonuna kadar yaşan malıdır ki, sosyalizme sıra gelebilsin. O halde bizim gibi geri ülkeler, sos yalizme ulaşabilmek için kapitalizmi geliştirmek zorundadırlar. Böylece "geri" denilen halklara devrim ve sosyalizm kapısı kapanmak istenir. Da hası, Ezilen Dünya'nın gelişmiş kapitalizme evrilme yolu da, daha 19. yüzyılın sonlarından beri emperyalist haramilerce kesilmiştir. Baü uygarlık çizgisinin elbette evrensel bir yönü vardır. Elbette, 500 yıldır dünyaya hâkim olabilmiş bu uygarlığın bilim, kültür, düşün ve sanat alanında insanlık hâzinesine yaptığı katkıları özüm sem ek gerekir. Turan Dursun'u basit bulan, bu tür bir din eleştirisini zaten aştığını söyleyen aydınımız, büyük olasılıkla Rousseau'dan, Kant'tan, Hegel'den ve Marx'tan haberlidir. Shakespeare'i, Goethe'yi, Balzac'ı, Hugo'yu sık sık anar. Galileo'nun, Kepler'in, Kopemik'in, Nevvton'un bilimde devrim yaratan görüşleriyle tem asa gelmiştir. Bu topraklarda geliştirilecek bir aydınlanma hareketi için bunlar gereklidir, am a yeterli midir?
8
Bizler M akyavel'in P ren sini yere göğe koymayız, ancak Nizamülm ülk'ün ondan 300 yıl önce yazdığı Siyasetname’sinin adını bile duym am ışızdır. İbni H aldun'un M ukaddim e'sini inceliyor ve tartışıyor m u yuz? İbni Sina'nın, Farabi'nin, Takiyûddin'in, Razi'nin, belki adlarını duy duk ama, fikirlerini ve verdikleri mücadeleyi biliyor muyuz? O rta A sya efsanelerinin sınıfsal analizi kaçımızın ilgisini çekti? Bırakalım eskileri, M ustafa Kemal'in ve genç Cum huriyet aydınlarının fikirlerini, yaşadıkla rı dönem in koşullarını ciddi olarak inceledik mi? Türkiye'nin ilerici aydınlan ne yazık ki, bu isimleri ve konulan yıllar dır Türkçü-tslam cı ideologlann tekeline bırakmışlar. O ysa tarihimizin ileri kültür birikiminin mirasçısı, Türkçü-İslamcı akım değildir. Dahası onlar, o kültür mirasını inceleyip değerlendirecek bilimsel birikimden ve araçlardan da yoksundur. Ezilen Dünya'nın aydınlanm ası (Türkiye aydınlanm ası da), evrensel mirası özüm sem ekle birlikte, kendi ülkesinin tarihsel gelişmesine otur m ak zorundadır. Hem kendi toprağının tarihinden güç almak ve köklen mek, hem de kendine has gerilikleriyle hesaplaşm ak ve onları aşm ak du rumundadır. Türkiye insanına mal olacak bir A ydınlanm a hareketi geliş tirm ek istiyorsak, kendi toplum umuzun tarihindeki aydınlanmacı kökleri bulmak, tahlil etmek ve tarihi bir miras olarak dağarcığım ıza katm ak zo rundayız. Anadolu tarihi, gericilere, zorbalara, padişahlara karşı halk is yanları bakımından son derece zengin bir miras sunmaktadır. Bu zen ginlik, tarih içinde süzülerek gelmiş ve Anadolu emekçisinin deyim ye rindeyse genlerine işlemiştir. A ydınlanm a hareketi, bu birikimi deşmek, onu açığa çıkarmak durumundadır. Evrensel miras ile yerli mirasın di yalektik bir sentezini oluşturm ak zorundayız. Tarih; milletler ve devletler arasındaki mücadelenin değil, sınıf m üca delesinin tarihidir. Sınıflar ve sınıf mücadelesi evrenseldir. Bu anlamda; Osmanlı padişahlarıyla A vrupa kralları, feodal üretim ilişkilerinin hâkim sınıflan olarak aynı kültürel kumaştan dokunm uşlardır. Aynen, bu fe odallerin zulmüne karşı ayaklanm ış A vrupa ve Anadolu köylülerininem ekçilerinin aynı kumaştan dokunm uş olduklan gibi. Kültürün m al zemesi aynıdır, am a rengi farklılıklar gösterir. Bir toplum un aydınlanmacıları, o toplumun kendine özgü rengini de bilm ek ve hesaba katmak zorundadır.
9
İşte Turan Dursun, Anadolu toprağının bağrından fışkırmış bir Ay dınlanma kahramanıdır. İnsanının ve toprağının rengini bilir ve ona uygun bir mücadele verir. Bu anlamda bize izlenecek bir çizgi bırakmıştır. Jean Meslier gibi o da dinsel kurumlarda yetişmiş; dini, önce dinin içinden öğ renmiş ve o kabuğa sığamamıştır. Jean Meslier, Fransa'nın Turan Dursun'udur. Turan Dursun da Anadolu'nun Jean Meslier'si.
"G eri"nin "İleri"yi A şm ası İnsanlığın ilerleyişi, uzun bir merdivenin basamaklarını teker teker çıkmak biçiminde olmuyor. Tarih; asıl dinamiğini devrimci atılanlardan alıyor, am a zaman zaman yorgunluk belirtileri gösteriyor, durgunluk dönemlerinden, hatta geri savrulmalardan geçiyor. D aha önemlisi, tek bir dünya uygarlığından söz etmek de mümkün değil, insan türü henüz o aşamaya gelemedi. Yüzyıllar öncesinin, birbirinden habersiz yaşayan top lumlardan oluşan dünyası çok değişti, iletişim ve ulaşım düzeyi binlerce kilometrenin saniyeler içinde aşılabilmesi olanağını yarattı, ama tüm top lumsal yapılar bir toplumsal sistemde küreselleştirilemedi. Bunu şimdi son bir hamleyle emperyalist-kapitalist sistem deniyor am a başarması mümkün değil. İnsanlığın dünyalılaşmasının önündeki engel, sınıflı top lum, sömürü ve zorbalık. Bu duvar yerle bir edilmediği sürece, tek bir dünya uygarlığından söz etmek, dünya ülkelerini bu uygarlığın öncüleri ve artçıları olarak nitelemek, olsa olsa hâkim ideolojik hegemonyanın bir al datmacası olarak değerlendirilebilir. Tarihte her zaman sınırlı coğrafyalarda yaşayan bazı insan toplu lukları, o an için diğer topluluklardan daha ileri konumlara geçmişler, iler lemenin öncülüğü misyonunu yüklenmişler, büyük uygarlıklar yarat mışlar. A ncak o misyon, o coğrafya için hiçbir zaman kalıcı olmamış. Bir dönemin en ilerisi, zamanla çöküntünün de başını çekmiş, kendi ardındakilerin ileri atılından sonucu çok gerilere de düşmüş, hatta yok olmuş. Eşitsiz gelişim, en evrensel kural: İleri çöküntüyü, geri ise atılımı içinde banndınr ve her birikim gibi bu da eninde sonunda harekete geçer. ilerlem en in başını yeni bir üretim ilişkisi çeker. A ncak o yeni üretim ilişkisini, eskinin zincirinden kurtaracak olan da, devrim dir.
10
Sıçramalarla ilerleme, insanın da bir parçası olduğu doğanın yasasıdır. İnsan türü de, sıçramanın ürünüdür. İnsan türü, iki ayak üzerine dikilmekle, ellerin üretim yapmasıyla, yani maymundan insana geçişle yaşanan büyük bir devrimle ortaya çıkıyor. Daha ileri avcılık teknikleri geliştirenler, hay vanlan evcilleştirenler, tanm devrimini yaratanlar şeklinde devam ediyor. Eskisinden daha büyük bir toplumsal birikim yaratabilen bir üretim tarzına geçen toplumlar ileri atılıyorlar, eski üretim tarzında kalanlar ise geri nok talara düşüyorlar. İleri olan, zamanla kendi iç çelişmeleri sonucu ve kendi sınırlılığı içinde çözemeyeceği sorunlarla karşılaştıkça duralamaya, çürü meye, yozlaşmaya başlıyor ve çöküyor. D aha geride olanlar içinden ise zamanla ileri olanın karşılaştığı sorunları da çözebilecek daha ileri bir üretim tarzı ve bu tarza uygun yeni değerler ve sistemler bütünü yeşeriyor. Bu kez eskinin gerisi ileri oluyor, eskinin ilerisi gerilere düşüyor. Yeni ilerinin, m evcut ilerinin bağrından çıktığı hiç görülm üyor. T arihin en büyük feodal im paratorlukları, en büyük köleci devletlerin bağrından doğm adı. En ileri kapitalist uygarlıklar da en büyük feodal im paratorlukların bağrında yeşerm edi. İlk sosyalizm pratikleri de (M arx'ın düşündüğünün de tersine) en ileri kapitalist ülkelerde değil, R usya ve Çin gibi çevre ülkelerde görüldü. Bir sistemi tam anlamıyla uygulamak, artık uygulanamaz olduğu nok taya kadar götürmek demektir. Uygulanamazlık noktası, ilerlemeye öncü lüğün çıkmaza girdiği yerdir. Öncü, bu kez başka bir toplumsal sürecin içinde doğmuştur. En genelde ilerleme mevcuttur, fakat bu ilerlemenin ön cülük merkezi oynaktır. Toplumlar tarihinin böylesi bir dinamizmi var. Bunun nedeni, ilerlemenin itici gücünün geriliği alt etmek olmasıdır. A m a ileriye yetişmeye çalışma anlamında değil; ilerinin sonu uçurum olan kul varından çıkarak, başka bir kulvardan gidip, sonuçta ileriyi aşma anlamında. Demek ki, tarihin dinamizmi, aynı kulvarda birbirine yetişme ye ve geçmeye çalışan atletlerin yarışması gibi tekdüze değil. Ö zetlersek; a) daha ileri, var olan ilerinin bağrından değil, gerinin bağrından çıkıyor; b) en ileri geriye düşm eye m ahkum dur; c) geri ile riye değil, daha ileriye ulaşır (veya atlar). Ç ok yönlü bir bilim adam ı ve aynı zam anda B atı uygarlığının da hayranı olan Jakop Bronovvski, İnsanlığın Y ükselişi adlı eserinin son sayfasında, ilerlem enin bu karm aşık diyalektiğini, biraz da üzüntüyle, ne güzel dile getirm iş: 11
"İnsanlığın yükselişi sürecektir. Ama, bunu sürdürecek olanın, bil diğim iz Batı uygarlığı olacağını sanmayın, Şu anda kararsızlık içindeyiz. Eğer vazgeçersek, diğer adım yine atılacaktır, am a bizim tarafımızdan değil. Asur'a, M ısır'a, Rom a'ya verilmemiş olan güvence bize verilmiş değildir. Biz de birilerinin geçmişi olmayı bekliyoruz, zorunlu olarak kendi geleceğim iz olmayı değil.”
T uran D ursun 'u n G eldiği E şik Ezilen dünya aydınlanmacılığı, kendi tarihindeki Jean Meslier'leri, Galileo'lan, Bruno'lan bulacaktır, bunlardan güç alacaktır. A m a bu noktada kalamaz. Kendi ortaçağına karşı mücadele verirken, Batı uygarlığının yaşadığımız son yüzyılda kendini iyice hissettiren tıkanma noktalarını, sınırlılıklarını da tahlil etmek zorundadır. Biri başarılmadan diğeri de başarılamayacak ikili bir görevle karşı karşıyayız. Kendi geriliklerimizle mücadele ederken, örnek alacağımız "ileri" Batı uygarlığı olamaz. Çünkü, Batı artık "ileri" değildir; geriliğin ekseni haline gelmiştir. Durgunlaş maya, tıkanmaya, çürümeye, hatta kendi geçmişindeki devrimci atılımlan da inkâr etm eye başlamıştır. O halde, Ezilen D ünya'da devrimci bir atılım gerçekleştirmeye çalışanlar, Batı uygarlığını da aşan yepyeni bir dünya uygarlığı yaratmak zorundadır. Aydınlanmamızın, Batı Aydınlanma çizgisinden temel farklılığı buradadır. Batı uygarlığı, aydınlanmasını ka pitalizm ile gerçekleştirdi. İnsanlık hâzinesine yapabileceği katkıları yaptı, büyük bir aydınlanma mirası bıraktı. Fakat kapitalizm devrimci barutunu 19. yüzyılda tüketti ve kendi devrimci geçmişine de yabancılaşü. Ezilen Dünya'nın ve ezilenlerin ön cephesindeki Türkiye emekçisinin aydınlan ması, ancak sosyalizmle gerçekleşebilir. Aydınlanma seferberliği, bir ma nivelaya, dayanacağı bir toplumsal güce, kısacası devrimci bir sınıfa ih tiyaç duyar. Baü aydınlanmasının devrimci sınıfı, feodallerin zulmü altın da inleyen köylü kitlelerini önderliği altında toplayan buıjuvaziydi. Çürü müş olana karşı, yeniyi ve atılımı buıjuvazi temsil etmekteydi. Ezilen Dünya aydınlanm asının önderi ise işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, burjuvaziden farklı olarak, ancak dünya üzerinden bütün sınıf farkları ve eşitsizlikler si lindiği zaman kurtulabilir. Bu nedenle tarihte ilk kez bir dünya uygarlığı kurma potansiyeline de sahiptir. 12
Turan D ursun'un katledilm eden önce geldiği eşik buydu. A ydınlanm acılıkta kararlı tavır, T uran D ursun'u B ilim sel Sosyalizm in eşi ğ ine getirm işti.
T uran D ursun'un S ınırları "Eşik" sözcüğünü bilinçli olarak kullanıyoruz. B ir büyük insandan söz ederken, onun katkıları kadar sınırlarını da belirlem ek doğru olur. D oğu Perinçek, B ilim ve Ü topya dergisindeki söyleşide, T uran D u r sun'u iki noktada eleştirir: B irincisi, D ursun'un, dinlerin dayandığı sınıflı toplum olgusundan çok, bu sınıflı toplum un üstyapısı olan dinlerin rolü üzerinde durm ası ve bu rolü abartm asıdır. S ınıflı toplum m u dinleri yaratm ıştır, yoksa d inler mi sınıflı toplum u? T uran D ursun sanki İkincisine daha fazla ağırlık verir gibidir. En azından bu konuda net değildir. Turan Dursun'un şimdiye kadar yayımlanmış makaleleri ve eserleri göz önüne alındığında Perinçek'in eleştirisi haklılık kazanıyor. Ancak yeni gün ışığına çıkan Kutsal Kitapların Kaynaklan adlı eserinin bazı bölüm lerinde, Turan Dursun, kutsal kitapların Tann'sının köleci toplum yapısın da yaratıldığına vurgu yapar. "Tann'nın efendi (Rab) niteliğini alması bun dandır" diye yazar. Uzun uzun, kutsal kitaplann Tannsının, tahtı, saray erkânı, ordusu ve yüce kurullanyla bir kral olduğundan söz eder. Üç ciltlik kitabın tamamında bu bölümler ikinci planda kalır ve zaman zaman bu lanır ama, Turan Dursun'un sınıflılık vurgusunun düşündüğümüzden fazla olduğunu da gösterir bu saptamalar. Kaldı ki, Turan Dursun'un yoğunlaş tığı alan, dinlerin toplumsal temelinden çok, ideolojik kaynaklan ve süreç leridir. A m a her ideoloji, en sonunda toplumla açıklanır. Doğu Perinçek'in ikinci eleştirisi ise; Turan Dursun'un dinlerin, ilk çıkışlannda, özel mülkiyetin, m eta üretiminin, ticaretin, dolayısıyla uy garlığın gelişmesine katkısını pek görem ediği üzerinedir. Turan Dursun'a göre dinler, tarihin her dönem inde bir ayakbağıdır. Oysa dinler, in sanlığın büyük bir sıçram asının, yağm adan söm ürüye (uygarlığa) geçiş aşam asının ideolojisidir. Bu nedenle dinler ve İslam iyet geçmişe göre daha ileri bir aşamayı ifade etmektedir.
13
Kutsal K itaplann K aynaklan adlı eserin Kur'an'ı, Muhammed'i, İslamiyet'i ele aldığı bölümlerini okuduğumuzda, Perinçek'in eleştirisinin haklı olduğunu görüyoruz. Turan Dursun, saçmaya, hurafeye ve Kur'an ile hadislerin içerdiği çelişkilere son derece keskin bir eleştiri getiriyor ve elimize, gericiliğe karşı bulunm az bir ideolojik mücadele malzemesi ve riyor. A ncak bu zengin m alzemenin sosyolojik bir bakışla tamamlanması gerekiyor. ***
Kutsal K itaplann K aynaklan, üç ciltten oluşmakta. Turan Dursun, bi rinci ciltte "Korku"yu ve "Tann'nın Yönetimi"ni inceliyor. İkinci cildin konusu, "Peygamberlik". Üçüncü ciltte ise "M ucize" inceleniyor. Kutsal Kitaplann Kaynakları'nın elimizdeki kopyasında dipnotlar bu lunmuyor. Üç ciltteki dipnotlann toplamı 1500'den fazla. Bu kadar dip notun eksikliğini, "Yazar sonradan yazacaktı" şeklinde açıklamak akla uy gun değil; en azından kısa notlan olmalı. Bu dipnot açıklamalannm da, eserin orijinaliyle ve Turan Dursun'un "kayıp" olan öteki çalışmalanyla birlikte; öldürüldükten sonra güvenlik güçlerince evinden alınan ve "po şetlere doldurulup" götürülen belgeler arasında olduğu kesindir. Turan Dursun, kitabı yazarken, dipnot numarası koyduğu yerler dı şında, bazı yerlere de numarasını sonra koym ak üzere dipnot yeri açmış ve buraları parantez içinde boşluk olarak işaretlemiş. Bunları' 0 şe k linde göreceksiniz. K itaba hiçbir bilimsel katkısı olmayan, hukuki bakım dan tartışmalı ya da m üstehcen bazı sözcükler çıkarılmıştır. [...] işaretiyle gösterilen yerlerde bir sözcük çıkarılmıştır. Birden fazla sözcüğün çıkarıldığı yer lere ise not düşülm üştür. K A YNAK YAYINLARI
14
"K U TSA L K O R U "D A K İ O RTA M : G Ü Ç SÜ Z L Ü K -B İL G İS İZ L İK
G ezegenim izdeki yaşam koşullarını bilm eyenim iz var m ı? İnsanoğlu, kolay bir yaşam ortamı bulam am ıştır dünyam ızda. H ep sertlikler ve tersliklerle karşılaşm ıştır. A ç kalm ış; acı çekm iştir. Y a ralanmış; acı çekmiştir. D ayanılm az hastalıklara yakalanm ış; acı çek miştir. H aksızlığa uğram ış, hırpalanm ış, ezilm iş; acı çekm iştir. "Hep boyun eğip kalmış" da değil elbette. Savaşm ış da. Doğanın acım asız koşullarıyla savaşm ış, düşm anlarıyla savaşm ış, türlü ca navarlarla savaşmış, tepesindeki güçlülerle, "efendi"lerle, "ezen'ierle sa vaşmış. N e var ki, her zam an başaram am ış. "Güçsüz" kaldığı zam anlar da olmuş. "Çaresiz" bile kalm ış kimi kez. Ö ylesine ki, çırpınm ış am a "çözüm" bulamam ış. N e gücü yetmiş çözmeye; ne de bilgisi... İşte bu da "inanç"lar doğurm uş. "Tann", "aracı" yaratmış. "Tanrı"lara ve "aracı"lara, d o kunulm az ve " g iz 'le ri bilinm ez "kutsal kor a ’la r; bu korularda yeşeren "ahlak"\ax oluşturup geliştirmiş. B irbirin den kopya "din"ler üretmiş; birbirinin benzeri "aracı"lar, "Peygamber"ler, "Tanrı gölgeleri" türetmiş. Y aşam böyle sürüp gelm iş. Ö zeti şu: "Din"ler, her türüyle; sonradan yaratılmışlardır. "İnsan"lar, am a "güçlü"ler eliyle. "Güçsüzlük"ten, "bilgisizlikken ortam bularak... İncelemeleriyle ilgi çeken bir yazanmız: "Arkeolojik araştırmalar, din sel tasanm lann, ancak elli bin yıldan beri var olduklannı tanıtlamıştır. D em ek ki, insan, yirmi milyon yıl, din düşüncesinden uzak yaşam ıştır"1 dedikten sonra, şöyle sürdürür: "İlk tasanmlar, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük duygusundan doğmuştur. Dinler, bu tem el nedeni her zaman taşımışlar, zam anla daha da derinleşmesini gerçekleştirmişlerdir." "G üçsüzlük"te neler var? "D in"lerin "yaratılm ası"nda ve "yaşatılm ası"nda tem el olan "kor k u " var, "umut" var: 15
KORKU
"D inler tarihi"nde hep işlenen bir durum , bir yazarın kalem iyle de şöyle dile gelir: "Evvel zaman içinde, ortalıkta, yalnız korku hüküm sürüyordu. Korku ve yalnız korku, insan kalbinde yer etmişti. A dım başında rasüanan bir hadise, insanın korkularını m ahmuzluyor ve ona, bir an, am an vermiyordu. Rüzgârın sert sert esmesi, insanların kor kularını dalga dalga kabartır, göklerin gürlemesi, yahut vahşi hay vanın kükremesi, onun korkularını coştururdu. Onun her günü, bu korku yüzünden kapkaranlıktı."2 Ünlü İngiliz filozofu Bertrand Russell (1872-1970); "İnsanoğlunun yüzyıllar boyu, dine duyduğu gereksinme (ihtiyaç) nereden geliyor?" biçi minde yöneltilen bir soruya şu karşılığı verir: "Öyle gibime geliyor ki, her şeyden önce korkudan... İnsanoğlu kendini, özellikle güçsüz hissediyor. Onu korkutan üç şey var: Birincisi, doğanın kendisine yapabileceği şeyler. Onu yıldırımlarla çarpabilir. Y a da bir depremle yıkıp yok edebilir. İkin cisi, başka insanların kendisine yapabilecekleri şeylerdir: Onu savaşta öl dürmek örneğin. Üçüncüsünde dine değiniyoruz.. ,"3 Filozof, üçüncü olarak da, "pişm anlık sonucu üzüntüye düşülebile ceği kaygısı" diye özetlenebilecek ve "dinin yardımıyla", insanların belki "daha az etkilenebilecekleri" varsayılan korkudan söz eder. R ussell, bir başka yerde, g ö rüşünü şöyle belirtir: "D inin, her şey den önce ve genellikle korku üstüne kurulm uş olduğunu sanıyorum . Bu, kısm en, bilinm eyenin korkusudur. B aşınıza gelebilecek güçlük lerde ve itişm elerinizde, yanı başınızda duracak (yardım cı) b ir ağa beyin olm asını size isteten korkudur. Bütün dinin kökü korkudur: B ilinm eyenin, ölüm ün saldığı k o rk u ..." 4 "D in", "korku"dan mı doğm uştur?
16
"Evet!" diyenler var bu soruya.5 Uzun boylu tartışm alara burada gerek yok. Bu kitapta işlenenler, bölüm bölüm, durum u aydınlatacaktır. Toplumbilimciler, insanbilimciler, din etnologları; "dinin neden doğduğu"nu çeşitli biçimlerde tartışırlar. O nlar tartışadursunlar; burada şu, ra hatlıkla söylenebilir: "Din duygusu"nda, dinlerde ve dinlerin birer "mik rop taşıyıcı" gibi, en ilkel dönem lerden sürükleyip getirdiklerinde; "korku"nun payı çok büyüktür. "Korku"; tüm dinlerin, inançların ve bunlara dayalı kurumların, hiç mi hiç vazgeçemeyecekleri "Aesin"leridir. K orku, dinlerle el ele vererek "m utsuz" etm ekte insanlığı. Eski Y unan düşünürlerinden E pikür (İÖ 342-271), "T ann"yı tü m den yadsım ayan bir düşünür sayılabilse bile; şu görüşte olduğunu b e lirtm e gereğini duyduğunu görürüz: "İnsanın bu âlem deki m utluluğunu azaltan ve bozan üç korku vardır: "Ö lüm korkusu, "C ehennem korkusu, "T a nrı k o rk u su ..."6 D üşünürün burada sözünü ettiği üç korkudan ikisinin, "dinin tem el ilkeleri arasında" yer alışı ne denli ilginç ve düşündürücü değil m i? Ö bür korku, yani "ölüm korkusu" da, dinlerin en başta söm üregeldikleri bir korkudur.
17
Ö L Ü M K O RK U SU
1. Ö lüm K orku lası Bir Şey m i? Ölüm korkusu, en berbat korkulardan. Epikür de bu görüşte. A m a şu görüş de onun: "Kimileri, eski mitolojilerde olduğu gibi, sonsuza dek ta lihsiz ve felaketli geçecek bir gelecekten korkarlar. Y a da hiç olmazsa, ölümün m eydana getirdiği her çeşit duygudan yoksunluğu, insan için büyük bir acı gibi alırlar. V e ruhun, bu hissizlik içinde bile acı du yacağını sanırlar. O ysa bizim yaşadığımız, bulunduğum uz yerde ölüm yoktur. Ölümün bulunduğu yerde de biz yokuz."7 Bunu böylece ve her kesin anlaması gereken biçimde bitirdikten sonra, ölümden korkulması gerektiğini düşünenlere, korkanlara; çağından seslenip soruyor gibi: Öyleyse: insan ölümden niye korkmalı?" Ünlü düşünür, "felsefenin başlıca işinin, insana m utluluk vermek olduğunu" belirtirken şunu da ekler: "Felsefe de bu işi, her şeyden önce insanı, tanrılar ile ölüm karşısında duyulan korkudan ve nesnelerin yapısı üzerindeki yanlış düşüncelere bağlı budalaca ürküntülerden kurtarm akla yapabilir."8 Bunun nasıl başarılabileceğini de şöyle açıklar: "Bunu d a başarabilmek için, doğaya dayanan, doğal olan bir dünya görüşü gereklidir. Böyle bir dünya görüşü; masalı, efsaneyi, m ucizeyi, özellikle de tanrıların bu dünyanın gidişine karıştıkları anlayışını ve bir de ölüm süzlük düşüncesini or tadan kaldıracak." Evet, E pikür'ün dediği gibi, "niye korkm alı insan ölüm den?" A m a korkuluyor işte. İnsanlar, ölüm den korkagelm işler. "Din "ler, inançlar da bunu körüklem işler ve her "fırsatta" söm ürm üşler: K u r'a n 'dan bir bölüm: K ıyam e Suresi, ayet 26-30:
18
"Dikkat: 'Can boğaza gelip köprücük kem iklerine dayandığı' zam an; kurtaracak bir üfürükçü-'efsuncu' yok mu (yok mu bir çare bulan)? denir. O ysa o kişi artık anlam ıştır ki, zam an; ay rı lık zam anı. B acağı bacağına dolaşır o sırada. O gün gidiş, artık T anrı'ya doğru." "C anın boğaza gelip köprücük kem iklerine dayanm ası" diye bir şey d ü şü n ü le b ilir m i? Akıl ve bilim ölçüleri içinde düşünülemez elbette. Ancak ilkel m an tığa göre düşünülür. İlkel düşünceye göre "can", ölecek kimsenin göv desinin her yanından toplanıp, "boğazına dek" gelir; sonra "ağız"dan bir "soluk" gibi, ya da kalıbını "terk eden" bir cisimli varlık benzeri uçup gider. İşte "ilkel düşünce"lerle dolu olan "Kur'an'ımız"da da "ölüm" olayı bu düşünceye uygun biçim de anlatılır. B ir başka bölüm : V âkıa Suresi, ayet 83-87: '"Can gelip boğaza dayanınca' ve siz o sırada bakıp dururken, -k i; o (canı çıkacak olan) kişiye sizden daha yakınız, am a siz gör m ezsiniz- din, kural dışındaysanız, haydi o (boğaza dayanm ış olan) canı geri döndürün de görelim! Eğer haklıysanız..!" A ynı ilkel düşünce. T anrı (!) nasıl m eydan okuyor görüyorsunuz. B u ilkel düşüncede "can çekişm e" de var: İlkel inançlardan halk kesimine yansıyan ve çağım ıza dek gelen "can çekişm e"den söz eden bir Sağlık Ansiklopedisi'nde şunları okuyoruz: "Halk dilinde, insanların ya da başka canlıların ölümden önce gösterdikleri belirtilere verilen ad. Bu can çekişm e deyimi, bir taraftan canlıların canını almak isteyen bir gücün varlığını, bir taraftan da, o canı vermemek isteyen can sahibinin direndiğini belirten bir deyim dir.. ,"9 İslam inancına göre "can çekişme" adam ına göre değişir. Eğer kişi günahkâr ve tövbesiz yakalanmışsa, İslam'ın büyük şarlatanı İmam Gazali'nin (1058-1111) M ücâhid'den aktardığı bir "ayet yorumu"ndaki an latımla: "Sorma o zamanki ölüm acısını!"10 Yer verilen yorumun tümü şöyle: "O (günahkâr ve tövbesiz yakalanm ış olan) kişi, can çekişirken melekleri gördüğünde, 'şu anda tövbe ettim!' der. Ne var ki, o sırada, m e leklerin arasında ölüm meleğinin yüzü tüm korkunçluğuyla karşısında belirir. İşte sorma, o zamanki ölüm acısını ve can çekişm e sırasındaki sıkıntılı durumu!" 19
"Can", ölm ekte olan kişiyle "melekler" arasında "çekişilir". Özellikle de "ölüm m elekleri kurulu"nun başı olan "Azrail" işe karışır. "Can"ı, bir yandan "ölüm meleği" çeker, alm ak için. Bir yandan da vermemek için "can sahibi" çeker. Ve bir "çekişme"dir gider. Tabii "can sahibi" yenilir sonunda! K ur'an'dan: En'âm Suresi, ayet 93: A yet'te önce "peygam berlik" savında olanlara, yani M uham m ed'in "rakip"lerine çatılır: "T an n 'y a karşı bile bile yalan uydurandan, y a da kendisine , (T an n 'd an ) hiçbir şey 'vahyedilm em işken'; 'bana vahyedildi!' diyenden ve 'T ann'nın indirdiği gibi ben de (ayet) indirebilirim ! İndireceğim !' diyenden daha zalim kim olabilir?" D aha sonra aynı ayette M uham m ed'in "rakip"leri "korkutuluyorlarm ış gibi" seslenilerek şöyle denir: "Zalimleri can çekişirlerken ölüm korkunçluklan içinde bir görsen! M elekler onlara elleri uzatm ışlardır o sırada. 'Haydi çıkarın, verin canlarınızı! T an n ’ya karşı haksız konuşm alarınızdan ve O'nun uyanlarına inanmayıp büyüklük gösterisinde oluşunuzdan dolayı bugün alçaltıcı bir cezayla cezalandırılacaksınız!' derler." "İnanmayan"lan, "günahkâr"lan ne tür bir ölüm beklediği anlatılmak isteniyor burada. Yoksa M uhammed'in karşısında kendisi gibi "peygam berlik" savında olanlann bu tür korkutmalardan etkileneceklerinin umul duğu düşünülemez. Onlar, M uhammed'in de kendileri gibi boş inançlarla insanlan korkutup aldattığını çok iyi bilirler.
2. "Ö lüm A cısı" "Ö lüm acısı" üstüne çok "dehşetli" sözler yer alır din kitaplarında. M uham m ed'den de birçok "hadis" aktarılır. B üyük şarlatan İm am G a zali de bunlardan birçoğunu kitabına almış: "Ö lüm acısı, üç yüz kılıç darbesinin verdiği acı k ad ard ır."11
20
P eygam ber böyle dem iş. İki acıyı tamı tam ına ölçm üş gibi. N e var ki, G azali'nin kitabında aynı sayfada, bu hadisin yanında "H azreti A li"den aktardığı bir açıklam a daha değişik: "A li, herkesi savaşa kışkırtırdı. V e derdi ki: 'Savaştan kaçıp ölm eseniz evinizde öleceksiniz nasıl olsa. Y aşam ım elinde olan T a n n ’ya ant içerek söylerim ki; bin kılıç darbesinin verdiği acı, kişinin yatağında ölm esinden daha hafiftir.'" "Ö lüm acısı" kaç "kılıç darbesinin verdiği acı" kadar? Sayı üç yüz m ü, bin m i olm alı? P eygam ber m i doğru söylem iş, A li m i? H angisi doğru ölçm üş?!! Belki de ne Peygamber onu söylemiş, ne de Ali berikini... Önemli olan, onlann sözleri olarak "hadis" kitaplarına, "ahlak" kitaplanna geçi rilmiş olmasıdır. Ve İmam Gazali gibi büyük bir İslam savunucusunun kitabında böylece yer verme gereğim duymuş olduğunu görmem izdir.12 "Ö lüm acısı"nın "k o rk u n çlu ğ u 'n a ilişkin P eygam ber'in sözü diye "hadis" ve "ahlak" kitaplarında yer alan, bu arada "B üyük İm am " G a zali'nin de kitabında yer alan başka hadisler de var. O nları buraya ak tarm aya gerek yok. A yrıca konuya ilişkin P eygam ber'in dışındaki ulu kişilerin sözlerine de tanık oluyoruz. Peygam ber ya da onun dışındaki "ulu kişiler", "ölüm acısı"na ilişkin "korku"yu yüreklere salmak için bunca yalanı niye uydurmuşlar? "İb r e n e düşünm ek gerek. Bir amacı olmalı elbet! "Amaç" belli. Anlatm aya gerek var mı? Söz konusu "acı" neden korkunçm uş? İm am G azali, "derin bilgi "ye sahip bir kişi havasıyla anlatm aya koyuluyor. G azali'ye göre, insanın (ya da başka canlının) bir yerine bir şey battığında, bir yeri yandığında, yaralandığında, gövdesinden bir yerin kılı, siniri çekildiğinde; acı duyduğuna tanık oluruz. O ysa bu tür durum larda "acı", "ruh"a yayılırsa da "ruh"un "tüm "ünü kaplam az. Y alnızca, "ruh"u, yara bere alan ya da herhangi bir biçim de acıtılan vücut bölüm ündeki parçası etkilenm iş olur. "Ö lüm " olayındaysa d u rum böyle değil. "Ruh" bütünüyle etkilenir. H er bir "parça"sından ayrı ayrı ve üst üste eklenm iş olarak alır acıları. Ç ünkü "ölüm "de, "ruh"un
21
"çekilm esi" ("nez"') vardır. "Ç ekilen bir sinir olduğunda, ne denli bü yük acı duyulduğu ortada. B ir de; çekilenin, ruhun kendisi olduğunu düşünün. O zam an nasıl bir acı olacağını hesap edin. A cı alan, ruhun kendisidir artık. Y alnızca bir sinirden değil; tüm sinirlerden gelmiştir. Ö lm ekte olan kişinin her organı, sırayla ölür. Ö nce ayaklar soğum aya başlar. Sonra bacağın topuktan diz kapağına dek olan bölümü. Sonra oradan kalçaya dek olan bö lü m ü ... H er bir organın bir ölüm acısı söz konusudur. A cı üstüne acı, sıkıntı üstüne sıkıntı eklenerek can gelir; boğaza dayanır."13 V e korkunç acılar içinde ölüp gider kişi. İslam dünyasında büyük etkinliği süregelen "din ulusu" G azali'ye göre "ölüm acısı"nı böyle düşünm ek gerekir işte. "Ö lüm acısı" acı acı anlatılag elm iştir hep. B ununla birlikte "T ann'nın sevgili kulları"nın "can"larının "m üj deci m elek"ler eliyle "m üjdeler" verilerek ve coşkular, sevinçler için de alındığı da açıklanır: Kur'an'da, V âkıa Suresi'nin 88 ve 89. ayetlerinde bakın ne deniyor: "Ama, ölmekte olan kişi, T ann'nın gözdelerindense ona rahatlık serbestlik, güzel 'rızık' ve m utluluk kaynağı cennet var demekür." D em ek ki, "ölünT'ün "korkunç" acısını tatmamak, "mutluluk içinde ölmek" için Ulu Tann'nın "gözdelerinden" olmak gerekiyor! Peki nasıl "gözde" olunur? D inin tüm kurallarına göre yaşam akla!
3. "Ö lüm ü Anm ak" Ölümü çok, pek çok anmak, "dinsel bir görev" olarak yüklenmiştir. Bu öğüde, "yükümlülüğe" uyan da yoksul kitleler. "Ölmeden önce ölün!" denm iş bu kitlelere.14 Ölümü çokça anarlarsa bunun daha iyi başanlacağı anlatılmış. Zaten pek yaşıyor oldukları söylenem eyecek durum da olan bu kitleler, bir de bu tür öğütlerle uyuşturulmak istenmiştir. Kur'an ayetlerinde, örneğin N ahl S uresi'nin 61. ayetinde şöyle d e nerek uyarıda bulunulur:
22
"...Ö lü m le ri için belirlenm iş süreleri dolunca ("ecel"leri ge lince); bir saat bile geciktirem ezler. Ö ne de alam azlar." M ü'm inûn S uresi’nin 99 ve 100. ayetlerinde uyarı da şöyle: "Onlardan birine ölüm gelince: 'Tanrım! (Yaşam ım a) geri döndür beni. O zaman eksik bıraktıklarımı bitirm ek için iyi işler (daha iyi kulluk) yapabilirim!' der. Değil öyle! Bu, sadece onun söylediği bir laftır. Arkalarında da, dirilecekleri güne dek sürecek bir geçit var." Ü nlü hadisçi B uharî'nin (Ö.870) en sağlam hadis kitabı sayılan E'sSahih’inde de yer alan bir "hadis"e göre M uham m ed şöyle der: "Dünyada bir yabancı ya da hemen gelip geçen bir yolcu gibi ol!"15 En sağlam sayılan "altı hadis kitabı"ndan birinin sahibi T irm izî'nin (Ö.892) kitabında da yer alan bir başka hadise göre P eygam ber şu buyruğu vermekte: "A ğız tatlarını bozan olayı, yani ölüm ü çok çok anın!"16 G azali'nin de yazdıklarına bakılırsa "İslam inanırları", ölüm ü an m ak, hiç unutm am ak için ilginç çabalara ve durum lara girm işler: "Rebi' bin H aysem , evinde kendisi için bir m ezar yapm ıştı. Bu m ezarda günde birkaç kez uyurdu. B öylece ölüm ü anm ayı ak satm adan sürdürürdü. V e derdi ki: 'B ir saat bile ölüm ü anm asam , kalbim bozuluyor!"'17 "H asan'a: 'Ey Ebu Saîd giysini yıkam az m ısın?' dediler. O: 'İş (ölüm e hazırlanm a işi), göm leği yıkam aktan daha ivedi' diye karşılık v erd i."18 "B ;ri şöyle dem işti: 'Ben o kişiye benzerim ki, kendisine vu rulm ak üzere tepesine bir kılıç uzanm ış. K işiyse kılıcın ne za man tepesine ineceğini bekler durum da."19 "Ka'ka' bin Hakim: 'Otuz yıldan bu yana ölüme hazırlanıyorum' d em işti... İmam Sevri, ’Kûfe'nin m escidinde bir yaşlı kişi gördüm, otuz yıldan beri burada ölümü beklemekte olduğunu söylüyordu' diye anlattı."20 23
Ö rnekler böyle sürüp gidiyor G azali'nin kitabında.21 Bu örnekler uydurm a bile olsa ilgi çekicidir. N e am açla uydurulm uş oldukları yö nünden ilgi çekicidirler. G örüldüğü gibi, "ölüm ü anm a" konusu öylesine bir önem de ele alın ıp işlen m e y e çalışılm ış ki, inan ırların "yaşam d a m a rla n " n ı k e secek noktaya getirilm iş. G azali'nin kitabında bir de şu hadis ilginç: "A işe, P eygam ber'e: 'Şehidlerle birlikte dirilecek olan var mı?' d iy e so rm u ş ve şu k a rşılığ ı alm ıştı: "Evet var: G ünde yirm i kez ölüm ü anan kim se."22 G azali şunu d a yazıyor: "B ir gün P eygam ber M escid'e gitm işti. O rada birtakım kişiler konuşuyor ve gülüşüyorlardı. P eygam ber bunun üzerine uyardı onları: 'Ö lüm ü anın! Y aşam ım elinde olan T a n n ’ya ant içerek söylerim ki, benim bildiğim i siz de bilm iş olaydınız az güler, am a çok çok ağlardınız!'"23 G erek G azali'nin, gerekse başkalarının "ahlak" ve "hadis" kitap larında daha neler neler var. B unca öğütleri veren ve "ölüm ü anm a"yı "ağız tadını bozucu" diye nitelerken M üslüm an'a vazgeçilm em esi gereken bir görev olarak yükleyen Peygam ber'in kendisi de "çok çok anar m ıydı ölüm ü"? Sorunun karşılığını b u lm ak için onun yaşam ına şö y le ço k az bir göz atm ak bile yeter: 52-53 yaşındayken küçük bir çocukla, 9 yaşındaki A işe'y le "ger değe girm işti".24 H em en ardından da bir sürü kadınla evlenm işti. Y a şam ının sonuna dek birçok kadın, kim ileri çocuk yaşta, seçm e güzel d işi to p la m ış tı.25 Y aşının ilerlem işliğine bakm adan bunlarla "gecegündüz" (kim i hadislere göre 9-11 kadından her biriyle sabah-akşam ikişer kez)26 cinsel birleşim de bulunduğunu, "30-40 erkek gücünde" m ucizevi bir erkeklik gücüne sahip olduğunu kanıtlam a çabasını g ö s term ekteydi.27 "Ö lüm döşeği"ndeyken bile: "Ey Peygam ber! G üzellik te ve soylulukta E sm a'dan geri kalm ayan bir kadın var, kız kardeşim Kuteyle. istersen onu sana getireyim !" diyen Eş'as'a: "Tamam, onunla
24
da evlendim öyleyse. Git getir!" demişti, am a "Kuteyle" gelinceye dek ö lm ü ştü2* "Açgözlülük"le topladığı kadınlan, bir de bencilliği uğruna "hiçbir erkekle evlenm em eye mahkûm" etmişti acımasızca. O ysa o dişilerin kimileri daha çocuk yaşta bulunuyorlardı. Bunlan, "Birinci Bölüm "de Ç Kur'an in T anrısı ve M uham m ed'in Özel Yaşamı" başlığı altında) daha genişçe okuyacak ve şaşacaksınız.* Bu "Ulu Peygamber", peygamberlik dönem inde ve peygamberliğini "şehvet"ine araç yaparak "aşk" dalgaları arasında öm ür geçirirken "ölü mü anıyor olabilir miydi?" "Ölümü anın, çok çok anın. A ğızlann tadını bozucudur o" diyerek, ille de herkesin "ağzının tadım bozma" yoluna gi derken, herkesin neredeyse "yaşam dam arlarTnı keserken, "kendi ağzı nın tadı"nı niye "bozmuyordu"? Dinlerin can dam an "ölüm acısı" ve "ölümü anma" üstüne oluştu rulan öğütlerin "şiirler" yoluyla da kitlelere aşılandığını görüyoruz. İşte bir örnek: ^G ünahını anm ayı sakın aksatm a. V e ağla! Sağanak ve iri taneli yağm uru andırır biçim deki gözyaşlarıyla ağla. Ö lüm ü, o k o r kunç olayı, onunla nasıl karşılaşacağını ve onun acısını g ö zle rin önüne iyice getirip anarak korku içinde ağla!"29 Bu sözler, A rapça bir şiirin T ürkçesidir; "H arîrî" diye ünlü E bu A bdillahi'l-K âsım (1054-1121) adında, M akam at adlı yapıtın y azarı olan bir ozanın... İslam öncesi Arap ozanlarının şiirlerinde de "ölüm" ve "ölümü anma" konulan üzerinde durulduğu görülür. Özellikle eski kutsal kitap inanırlarının şiirlerinde. Örneğin ünlü Hıristiyan şair Adiyy' İbn Zeyd El İbâdî (ö.587’ye doğru), şiirlerinde "ölüm" üstüne geliştirilmiş öğütlere önemli ölçüde yer vermekte. Kur'an in üslubunun, bu ozanın şiirlerindeki üsluba son derece benzediği göze çarpar. Aynı konular, kimi zaman aynı sözlerle ve aynı havada işlenm ekte.30 Bu nedenle de şiirlerinin Kur'an'ın kaynaklarından birini oluşturduğu söylenebilir. M uhammed'in, ken disinden çok şey öğrendiği belli olan ünlü Arap ozanı ve söylevcisi Ü m eyye'tü'b-nü Ebî Salt (Ö.630 civarında) da "ölüm"ü çok işler ve "ölümün bir an bile gözden uzak tutulmaması gerektiğini" anlatır.31 Yine M uhammed'in kendisinden çok, pek çok şey öğrendiğine kuşku ol* E lim iz d e k i fo to k o p id e b ö y le b ir b ö lü m e ra stla n m am ıştır. (Y .N .)
25
mayan, bir söylevi İslam yazarlarının kitaplarında da yer alan ozan Kuss İbn Sâide (Ö.600 çevresinde), ölümü de genişçe işlediği öğütleri ve özde yişleriyle ünlüdür.32 İmriü'l-Kays (Ö.540?), Tarafa (Ö.564?), Nâbiğatü'zZübyanî (Ö.604?) gibi ünlü "askı"lann ("muallaka") sahiplerini de burada anabiliriz.33 İkinci ciltte ("Kur'an'ın Kaynakları" adıyla) yayımlanacak belgeler-bilgiler arasında. Kur'an'a önemli ölçüde kaynaklık eden "İslam öncesi Arap şiirleri"ne ilişkin bolca örnekler yer alacak. Bu, ilgiyle oku yacağınıza kuşkum olmayan örneklerden kimileri de "ölüm" üstünedir.* "Ölüm", Tevrat ve Incillerde de önem li bir "öğüt kaynağı"dır. Bu "kutsal kitaplar"da "ölüm", A dem ve Havva'nın işledikleri anlatılan "ilk günah"a bağlanır en başta.
4. "Ö lüm ve G ünah" 7 e v ra fin ilk bölüm ü olan T ekvin'in 2. babının 16 ve 17. ayet lerinde şöyle denir: "Ve Rab Allah, adama (Adem'e) emredip dedi: Bahçenin her ağacın dan istediğin gibi ye. Fakat, iyilik ve kötülüğü bilme ağacından ye meyeceksin. Çünkü, ondan yediğin günde mutlaka ölürsün." Tevrat'ın Tesniye bölümünün 30. babının 15. ayetinde, Yahudi Tan rısı (daha sonra da Kur'an'm Tanrısı), Y ahudi toplum una şöyle seslenir: "B ak bugün senin önüne, h ay a tla iyiliğ i ve ö lü m le k ö tülüğü koydum ." Bunu izleyen ayetlerde de, "Tann'yı sevip O'nun yolundan yürümenin ve O'nun koyduğu kurallara uymanın, olabildiğince yaşamaya, tersine davranmanınsa ölüme" yol açacağı anlatılır. D em ek ki, "günah", Adem'den sonra da, "Kutsal Kitap"a göre "ölüm nedeni". Bu, Tevrat'ın başka bölüm lerinden de anlaşılıyor. Örneğin Hezekiel (Hazkiyal) bölümünün 18. babının 30, 31 ve 32. ayetlerinde şöyle dendiği görülür: "Bundan dolayı ey İsrail Evi, size, herkese kendi yollarına göre hükm edeceğim . R ab Y ehova'nın sözü. D önün ve kendinizi bütün günahlardan döndürün de kötülük size 'helak' (ölüm ) ge* E lim iz d ek i fo to k o p ilerd e b ö y le b ir b ö lü m e ra stla n m am ıştır. (Y .N .)
26
tirm esin. İşlem iş olduğunuz günahların hepsini üzerinizden atın. Ve kendinize yeni yürek, yeni ruh sağlayın. N için ölesiniz ey İsrail E vi? Ç ünkü ölenin ölüm ünden ben hoşnutluk d u y m uyorum . Ö yleyse (günahtan) dönün de yaşayın." B u babın 23. ayetinde de; "R ab Y ehova'nın sözü: Ben kötü kişinin (kötülüğü nedeniyle) ölüm ünden zevk mi alıyorum ? H oşnutluğum , onun kötü yolundan dönüp yaşam asında değil m idir?" denm ekte. Bu bölüm ün, 33. babının 11. ayetinde de bir kez daha anlatılır bu. Yani, "Tann" (Yehova), insanlann, özellikle de İsrailoğullannın ölm e lerine "razı" değil. A m a ne yapsın ki, insanlar, "günah" işleyerek, kendi ölümlerini kendileri hazırlıyorlar! Kur'an'da da bu böyle işlenir: "...B im â kesebet eydîhim ..." sözcükleriyle. Anlamı: "...E lleriyle kazandıklan gü nahlar yüzünden..." M ülk Suresi'nin 2. ayetinde de "O Tann ki, hanginizin daha iyi işler yaptığını denem ek için ölümü ve yaşamı yarattı" biçiminde bir açıklama var. Tann'ya bakın siz: Hem "güçlü", hem de "aciz". V e de "deneyim" yapıyor! B ir de İn cillere göz atalım : "Yeni A hit''te {Incil'de), P avlus’un R om alılara M ektu b u n u n 5. b a b ın ın 12. ayetinde şu açıklam a yapılır: "Bunun için günah, bir adam (A dem ) aracılığıyla ve ölüm de günah aracılığıyla nasıl dünyaya girdiyse; böylece ölüm d e b ü tün insanlara geçti. Ç ünkü hepsi, günah işlediler." A ynı bölüm ün 6. babının 23. ayetinde de açıkça şu bildirilir: "Ç ünkü günahın karşılığındaki 'ücret', 'ölüm 'dür." İşte "günah"la "ölüm" arasındaki bağ ve bağlantı böyle işlenir İn cillerde d e ...34 "Yuhanna'nın Vahyi''nde de bir gün "ölümün yok edi leceği" anlatılır.35 5. Ö lüm -İnsan Prof. Dr. Fehmi Yavuz, "ölüm duyurulan"ndan ve "ölüm sömürüleri"nden söz ederken, "insanoğlunun ölüme bir türlü aklını yatıramam ası" üstüne şunları yazar: 27
"İnsanoğlu, ölüm le her şeyin biteceğine bir türlü aklını yatıra m am ıştır. D aha doğrusu bir hayvan, bir bitki gibi yok olup git m ek, ona çok ağır gelm iştir. Belki bunun bir nedeni, yavrusu nun, m em eli hayvanlar arasında en zavallı, en beceriksiz olarak dünyaya gelm esi ve uzun yıllar ana babanın, toplum un desteği ne, bakım ına gereksinm e duym asıdır."36 "Ö lüm "ün doğallığı insanlarca hiç kabul edilm em iş değil. N e var ki, insanlar onun doğallığını düşünm e eğilim i gösterirken "din"ler ve "din adına ortaya atılanlar", kısacası insanlığın aldatıcıları kim i duy gulardan ve bilgisizliklerden de yararlanarak düşünceleri saptırm aya yönelm işlerdir. B aşarm ışlardır da çok büyük ö lç ü d e ... Kur'an'da ilginç "ipuçları" buluyoruz: C âsiye Suresi, ayet 24-29: '"Y alnızca bu dünya yaşam ı var. (Y aşam ım ız bitince) ölürüz, (bitene dek) yaşarız. Z am andan (zam an içinde yıpranm adan) başka da bizi tüketip öldüren yok' dediler. O nların bu konuya ilişkin bir bilgileri olduğundan değil. Y alnızca öyle olduğunu sanıyorlar. A yetlerim iz açık açık onlara okunduğunda tersine bir kanıtları olm uyor. Y alnızca: 'gerçeği söylüyorsanız haydi b a balarım ızı (m ezardan diriltip) getirin de görelim !' derler. Belki, sizi Tanrı yaşatır, sonra öldürür. D aha sonra d a kuşkusuz kıya m ette hepinizi toplar. N e var ki, insanların çoğu bunu bilm ezler. G öklerin ve yerin m ülkü (hüküm ranlığı) T anrı'nındır. K ıyam et koptuğunda, o gün, şim di bizim söylediklerim izi boş inanç sa yanlar zararlı çıkacaklardır. O gün, her topluluğu diz çökm üş olarak görürsün. H er topluluk, (kendisi için daha önceden meleklerce) tutulm uş olan notlarına ('ila kitabiha') çağrılacaktır. 'B ugün size, yaptıklarınızın karşılıkları eksiksiz olarak verile cektir' denecek. 'Bu notlarım ız, gerçeği dile getirm iş olarak si zin aleyhinize şeyler söylüyor. (Siz dünyada yaşarken) biz, yaptıklarınızı bir bir yazıyorduk!' denecek." Görüyorsunuz: Burada insan aklına karşı, duygulara sesleniş var. B u rada düşünce saptırma yöntemi var. Burada "ya doğruysa" biçimindeki kuşkulan kötüye kullanma, "zarar-çıkar hesaplan"ndan yararlanm a var.
28
Tabii bütün bunlar, "din" için, daha doğrusu çıkarlarını "din"e dayamış olanlar için. Bu amaçla, insanlar "ölüm ve yaşam" konusunda "gerçekler" üstüne kafa yormaktan uzaklaştırılıyorlar; korkulara, boş inançlara sürükleniyorlar. Ölünce yaşamın artık sona ermeyeceği, "kabir"de (mezara göm ül dükten sonra) ya da "öbür dünya"da "yeniden dirilme" olacağı gibi savlar karşısında: "Gerçeği söylüyorsanız haydi babalarım ızı diriltip getirin de görelim!" diyenler bulunduğu Duhân Suresi'nin 36. ayetinde de açıklanır. Bunlar haklı değiller mi? En azından bunlar kınanabilirler mi? Ö lüm e böyle doğal ve akıl-m antık doğrultusunda bakanlar karşı sında İslam 'ın "kutsal kitabı"nm bakışı nedir? B akın ne denli ilkel: Z üm er Suresi, ayet 42: "Tanrı canlan alır. Ölüm anında alır. Ölmemişlerinkini de uykuları sırasında kalır. Ölümlerine hükmettiklerininkini tutar, (yeniden di rilişe dek bir daha bırakmaz), öbürlerinkini (canlan uykulannda alınıp ölümlerine hükmedilmeyenlerinkini) bir süreye dek salıverir. Kuşkusuz, bunda, düşünenler için alınacak dersler vardır." Bu denli ilkel görüş sunulurken "düşünenlerin düşüncesine" ses leniş görüntüsü verilir. G erçekten bir "düşünce" var ama, ilkel çağ la ra, ilkellere özgü bir düşünce. Bu düşünce bir de şu ayette "Tanrı katından" sunulur: En'âm Suresi, ayet 60: "O Tanrı ki, sizi geceleri (uyutarak) öldürür. G ündüzleri de yaptıklarınızı bilir. (G ece öldürm elerinden) sonra gündüzleri di riltir sizi. Belirli bir süre dolana dek. S onra O 'na dönüşünüz gerçekleşir. S onra O haber verir size yaptıklarınızı." K ısacası: Bu ilkel düşünceye göre, "Tanrı", "can"ları önce "geçi ci" olarak alır insanlardan. "Uyku" sırasında olur bu. Sonra d a tüm d e n ... Uyku sırasında aldığı "can"ları "geri gönderdiği" halde, "tüm den ölüm e hükm edildiği" zam an aldığı canları bir daha salıverm ez. T a "yeniden dirilene d e k ...!"
29
H em en sonraki ayet de şöyle: "Kulları üzerinde ezici olan O'dur. Üzerinize koruyucular gönderir. Herhangi birinize ölüm geldiğinde elçilerimiz (melekler), onun işini bitirir. O nlar can alırken eksik bir şey yapm azlar." Bütün bu anlatılanlar için, "ölüm olayı"na doğal ve sağlıklı bakan ların söyledikleri şu sözler de çok ilginç: "Bunlar, eskilerin masallarını oluşturan boş inançlardır!" Onların böyle söylediklerini de yine Kur'an haber veriyor! Örneğin En'âm Suresi'nin 25. ayetinden 33. ayetine kadar olan bölümünde, "bu dünyadakinden başka bir yaşam olmadığını" söyle yenlerin, Kur'an'm anlattıklarına "Bunlar, eskilerin uydurdukları m a sallardan başka bir şey değil" dedikleri açıklanıyor; bu arada "öyle di yenlerin ileride zararlı çıkacakları" bildiriliyor. Yani böyle diyenler "kor ku" ve korkuya dayalı hesap alanına çekiliyorlar. Furkan Suresi'nin 5. ayetinde anlatılan ve gerçeği görüp sağlıklı düşünenlerin dile getirdikleri de düşündürücü. A yet aynen şöyledir: "Ve dediler ki: 'Bunlar, eskilerin m asallarıdır. B unları M uham m ed başkalarına yazdırıyor. Ve bunlar, sabah akşam kendisine okunuyor."’ M uham m ed’in, "Tanrı kalındandır" deyip sunduklarının gerçekte eski çağlardaki uydurm alardan, m asallardan aktarılagelen şeyler o ldu ğunu, bu gerçeği biliyordu sağlıklı düşünenler. G özlem lerini ve dü şündüklerini de açıkça söylüyorlardı. Tabii susturulm adan ö n ce ... O nların görüp dile getirdikleri gerçek ve daha nice gerçekler, bu cildin de içinde yer alacağı dizide bejgelerle gözler önüne serilecektir.
30
A C I Ç EK M E K O RK U SU
E pikür'ün dediği gibi yaşayan insan, "ölüm le buluşam az". A m a acılarla iç içedir. Türlü acılar olduğunu çok iyi bilir insanlar. Baş, diş ağrıları gibi ağrılar, acılar. Yara, çıban, kırık, çıkık, çatlak gibi durumlardan, çeşitli hastalıklardan duyulan ağrılar, acılar. Hele bunların dayanılm az olanları. Yoksulların her zaman yaşadıkları türden, açlıktan, çıplaklıktan, çaresiz likten, arkasızlıktan kaynaklanan acılar. Sevilen şeylerin yitirilmesinden; dayanakların, desteklerin elden gitmesinden; insanların, özellikle de ya kınların ölümünden kaynaklanan acılar. D aha başka türlü "maddimanevi" acılar. V e işkence acıları. "İnsan hakları" bildirileri yasaklar işkenceyi. A m a yine de yapılır. Bu bildirilerin altına imza koyanların ülkelerinde bile. Bu "en korkunç insanlık suçu"nu, insanlığın düşm anı durumundaki düzen lerin bekçileri, koruyucuları çok iyi bilirler. Her türlüsünü bilirler işken celerin. Bilinenler yetmiyorsa daha korkunçlarını, en korkunçlarını ya ratmada, uygulamada ustadırlar. Düzenlerini bu yolla ayakta tutarlar. Bu acıların bir kendileri vardır; bir de korkulan vardır. Korkulan da kendileri gibi berbattır. Örneğin yoksulluğa düşm e korkusu, işkence kor kusu. .. Bu korkular, insana onurunu bile yitirtebilir. Yitirttiğine tanık da olunur zaman zaman. İnsanı olmadık şeylere sürükleyebilir. Yapmadıklan, en ağır suçlar türünden bile olsa "Yaptım!" diye konuşturabilir, insa nı, ömrü boyunca kul-köle yapabilir. İşte bütün bunlardan; dinler, özellikle de "S am î dinler" (Y ahudi lik, H ıristiyanlık, M üslüm anlık), kutsal kitaplarındaki bildirileriyle, din aracılarıyla; bu acıları iki türlü sunm uşlardır:
31
"Ceza Olarak" V erilen A cılar Kur'an'da sıkça geçen bir deyim var: "A zabun elîm ". "Acıtıcı, dayanılm az acı verici ceza" anlam ında. Bu "acı verici ceza", "Tanrı bu y ru k ların a, din kurallarına karşı ge lenlere verilir. Ve bir "bu dünyada", bir de "öbür dünyada" verildiği bil dirilir. Dahası, "aynı" günahtan ya da günahlardan dolayı hem "bu dün yada", hem de "öbür dünyada" verilebilir. "Küçük, çok küçük günah"ın karşılığında bile "ceza"nın verilebildiği, özellikle İslam "akaid" kitap larında açıklanır.37 "Her Şey Tanrı'rıın E linde" İslam inanırlarından kendilerine "sünnet ehli" ("ehlü's-sünne"=Peygamber ve arkadaşlarının yolunu izleyenler) adını verenlere göre "iyiliği de kötülüğü de yaratan, Tann'dır".38 Dahası, "Tann, kötülüğü diler" d e .. ,39 Ancak, kimi insanlann "kâfirlik"lerini de "dilediği halde, bunlann "kâfir olmalan"ndan "hoşnut olmaz".40 Şaşılası bir şey ama, Kur'an ayetlerinden çıkan da b u 41 İslam'a göre olduğu gibi, Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa göre de her şeyi "yaratan" T ann'dır.42 Ancak, İslam'da olduğu gibi bu dinlerde de ki milerinin "elverişli yorum"larla durumu kurtarma çabalanna rastlanır. Örneğin Yahudi "ulu"lanndan M usa İbn M eym un (1135-1204), "Tann, kötülüğün de yaratıcısıdır!" denebileceğini, ancak "Tanrı, kötülüğün fa ilidir" denemeyeceğini _,azar. Buna da Tevrat'm İşaya bölüm ünün 45. babının 7. ayetini kanıt gösterir.43 Bu ayet şöyledir: "Işığı, karanlığı yaratan, banşı yayan, kötülüğü de yaratan benim." Ne var ki, elim izdeki Tevrat nüshalarına göre, ayet, bu kadarla bit miyor. Şöyle bitiyor: "B unların tüm ünü yapan Rabb benim ."44 Tevrat'ın Çıkış bölümünün 20. babının 5. ayetine, 34. babının 7. aye tine göre ve daha birçok Tevrat ayetlerine bakılırsa.45 "babaların, dedelerin günahlarını" bile Tann, "daha sonraki kuşaklara" yükleyebilmekte. İncillerd en R esullerin İşleri'nin 17. babının 28. ayeti şöyledir: "Çünkü biz O 'nunla yaşarız, O 'nunla (O 'nun gücüyle) hareket ederiz. V e O 'nunla varız."
32
Öteki İncillerd e de bu böyle anlatılır.46 Kur'an ayetlerine gelince: Kur'an'a göre de, her şey T ann'nın elinde. Ayetlerde "insanlan hidayete erdiren"in de, "saptıran"ın da "Tanrı oldu ğu" bildirilir. Örneğin En'âm Suresi'nin 39. ayetinde, "Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar" denir. Zümer Sure si'nin 37. ayetinde, "Allah'ın doğru yola eriştirdiğini, saptırabilecek kimse y o ktur..." açıklaması yer alır. Bu açıklama başka surelerde de görülür. Aynı surenin 36. ayetinde de; "Allah'ın saptırdığını doğru yola koyacak kimse yoktur" açıklamasını okuyoruz. Bu açıklama, aynı surenin 23. ve M ü'min Suresi'nin 33. ayetlerinde, "kelimesi kelimesine" aynen görül mekte. Ayrıca başka surelerde de bu böyle anlatılır. Kısacası, üç dinin kutsal kitaplanna göre de "ipler", tümüyle "Tann'nın elinde". "Cüz'î irade" yok mu insanlarda? "Kutsal kitaplar"ın anlatımlan ortada ve açık. İnsanı "doğru yola koyan da, saptıran da O" olduktan sonra, "insan"da "var" gösterilen "cüz'î irade", işin kandırmacası. "O 'nun doğru yola koyduğunu kim se saptırm az, saptırdığını da kim se doğru yola koyam az." A nlatılan bu. Ö yleyken, üç dinin kutsal kitaplarının "Tanrı"sı da insanlara ağır ve acıtıcı "ceza"lar vereceğini bildirir. Yani "ceza"nın karşılığı olarak gösterilen "günah"ı, "kötü lük" denen şeyi işleten de kendisi olduğu halde. D ahası "T anrı", öf kelendiklerine "ceza" verm ek için "hile" ve "tuzak" yollarına bile başvurabilm ekte: N isâ Suresi'nin 76. ayetinde ve başka surelerde "şeytanın hilesinin çok zay ıf olduğu" açıklanır. B una karşılık birçok ayette, "T anrı h i lesinin" çok güçlü ve en güçlü olduğu bildirilir. Ö rneğin, A 'râf Su resi'nin 183. ve Nun Suresi'nin 45. ayetleri, aynı sözcükler ve aynı söz dizim iyle, T anrı’nın şöyle dediğini bildirir: "O nlara öyle süre-m eydan veriyorum. A m a kuşku duyulm asın ki benim h ilem -tu za ğ ım çok sağlam dır." işte bu yam an tuzakçı-hileci "Tanrı", son derece "kinci ve "öç alıcıdır" da: 7evrar'ın M ezm urlar bölüm ünde, 94. M ezm ur'un 1. ayetinde şöyle denir: "Ey öç alıcı R ab A llah! Ey öç alıcı Allah! K endini göster!"
33
N ahum bölüm ünün 1. babının 2. ayeti şöyledir: "Rab, kıskanç ve öç alıcı bir A llah'tır. Rab öç alır ve öfkelidir. Rab, düşm anlarından öç alır ve düşm anlarına kin tutar." "T anrı"nm bu kinciliği, "öç alıcılığı", "Yeni A hit"te, yani Incil fer de açıklanır. Ö rneğin, Pavlus'un R om alılara M ektubu'nun 12. babının 19., tbraniler'e M ektubu'nun 10. babının 30. ayetlerinde var T an n 'n ın bu niteliği. K ur'an'a da aktarılm ış: Ö rneğin Ali İm rân Suresi'nin 4. ayeti şöyle biter: " ...A lla h , güçlü öç alıcıdır!" Z üm er Suresi'nin 37. ayeti de şöyle sona erer: "...A lla h , güçlü öç alıcı değil m idir?" "Hileci, tuzakçı", "kinci" ve "öç alıcı" Tanrı, düşünülem eyecek ölçü de "tehditçi" ve acımasızdır da. "Öbür D ünya"ya Yönelik Tanrı Tehditleri Tevrat'tan: Ç ıkış bölüm ü (Şom ron T ora'sı),47 bab 15, ayet 18: "B ir gün yeniden dirilm e olacaktır. O gün, dindar kişi ayrılacak, sahte peygam berlerle onların ardından gitm iş olanların hepsi, ateşe a tılarak yakılacaklardır." D anyal bölüm ü, bap 12, ayet 2: "Ve yerin toprağından uyananlardan birçoğu (belirince) kimi sonsuz yaşam a, kimi de sonsuz 'rezalet'e uyanm ış olacaklardır." T esniye bölüm ü, bap 32, ayet 32-35: "Çünkü onların asm ası Sodom asm asındandır. Ve G om orra tar lasından. O nların üzüm ü, öd üzüm leridir. (Zehirli.) Salkım ları acıdır. O nların şarabı, yılanların zehiri ve engereklerin öldürü cü ağısıdır. O nların ayağı kaydığı zam an, öç ve cezalandırm a benimdir. Ç ünkü onların 'helak günü' yakındır. V e b aşların a g e lecek şeyler, ivedileşm ekte." 34
/n d /le rd e n : M atta, bap 25, ayet 46: "B unlar, sonsuza dek azaba, iyilerse sonsuza dek yaşam a g i deceklerdir." M atta, bap 13, ayet 49-50: "D ünyanın sonu böyle olacaktır; m elekler gelip kötüleri iyilerin arasından ayıracaklar ve kötüleri, f ı r ı n a te şin e atacaklardır. O rada ağlayış ve diş gıcırtısı olacaktır." (A ynı anlatım için bkz. M atta, 13:42, 8:12.) K ur'an'dan: M ülk Suresi, ayet 6-8: "R ablerini yok sayanlar için cehennem azabı hazırlanm ıştır. O rası ne kötü bir varış yeridir. N e zam an ki, oraya atılırlar; ce hennem kaynarken oradan bir uğultudur duyarlar, (bir çığlıktır işitilir). Cehennem , öfkesinden neredeyse paralanır. O raya her bir topluluğun atılışında, cehennem bekçileri sorarlar: 'Size bir uyarıcı gelm edi m i?1" İbrahim Suresi, ayet 16-17: "Ardından cehennem vardır. Orada kendisine irinli bir su içirilecektir. O bunu yutm aya çalışacak, am a bir türlü yutamayacaktır. H er yandan ölüm gelecektir ona. A m a o ölmeyecek. V e daha da ötesinde çetin bir azap var." H acc Suresi, ayet 19-22: "İşte birbirleriyle Rableri konusunda tartışan karşıt iki yan: R ab lerini yok sayanlara, ateşten giysiler kesilm iştir. B aşlarına da ka yn ar su dökülecek. V e bunlarla karındakiler (iç organlar) ve de riler eritilecek. Onlar için hazırlanmış bir de 'demir topuzlar' var dır. Yoğun sıkıntı, azap ortam ından çıkıp kurtulm ak istedikçe (d e m ir topuzlarla), oraya yeniden döndürülecekler. Ve: 'tadın yakıcı azabı!' denecek kendilerine."
N isâ Suresi, ayet 56: "A yetlerim izi yok sayanları, ateşe atacağız. D erileri yandıkça, o yananları başka d erilerle değiştireceğiz. A zabı daha çok tatsınlar diye..." B öylesine korkunç işkenceleri kim düşünebilir? H angi "sadist"? B öylesine korkunç işkenceleri insanoğluna kim uygun görebilir? En "sadist" kim senin elinde bunları uygulam a gücü olsa, uygulayabile ceği düşünülebilir mi? "Sadist" sözcüğünü burada belki gerçek anlam ında kullanmıyorum. Çünkü sözcüğün anlamında aranan "işkence sırasındaki cinsel zevk" bu rada söz konusu değil. Am a ben bu sözcüğü kullanırken "en zalim, en acımasız canavar" kişiyi anlatm ak istiyorum burada. V e dem ek istiyorum ki; yukarıdaki "ayet'ierde anlatılan "Tanrı"nın "acımasızlığı"nı, düşünü lebilecek en zalim, en acımasız kimse bile ne düşünebilir, ne uygula yabilir, ne de bir "canlı"ya, hele "insan"a uygun görebilir. D em ek ki, K ur'an'm da bir kopyacı olarak içinde olduğu "kutsal kitaplar"da tanıtılan "Tanrı", en zalim den de zalim . V e dem ek ki, bu "T ann"yı yaratanların, böylesine korkunçtan da korkunç işkenceleri insanlığa düşünüp uygun gömebilmiş olanların am açları ne olursa olsun; en "sadist" kişiden de sadist, en korkunç canavarlardan da ca navar kim selerdir bunlar. Ü nlü Fransız düşünür ve yazarı V oltaire’in (1694-1778) Felsefe S ö zlü ğ ü n d e şöyle denir: "İşte ilk zorbalar da, bütün dalkavukların söylediklerine göre; Tanrı'nın birer gölgesi olduklarından, (işkence konusunda) el lerinden geldiğince O'nu ta k lit ettiler."** Torture" (işkence) m addesi işlenirken yazılır bu. "PersĞcution" (zulüm ) m addesinde de şunların yazılı olduğu görülür: "B askıya, işkenceye kim başladı? Y argıçların önyargılarıyla, nazırların politikasını silahlandıran kıskanç papazlar."49
36
Zulüm ve işkence, gezegenim izin her yanında, tarih boyunca y a şandı. O rtaçağda da yeni boyutlarla, yeni dinsel kılıklar alarak sürdü. A nm aya bile bugün yüreklerim iz elverm em ekte. B unların o luşm a sında ve gelişm esinde, "din"in ve "din aracılan "n ın etkisi birincildir gerçekten. K uşkusuz, ekonom ik çıkarlara bağlı olarak... Ç ağlarının "aydın"larını da oluşturan "dinci" ve "din aracıları", zalim egem en lerin hem ortakları, hem de uşakları olm uşlardır. "D ünyada Başa G e le n le rd e T a n n 'd a n " V oltaire’in Felsefe Sözlüğü nden şu küçük parçayı da aktarm ak y e rinde olacak: "Tanrı da kimi zam an taş, kum parçası, iskorpüt (C vitam ini ek sikliğinin yol açtığı bir hastalık), cüzzam , frengi, çiçek h asta lıkları, bağırsak delinm esi, sinir kaşınm ası ve daha b aşka tan rısal öç alm a araçlarıyla bize işkence eder."50 D insel inançlardan çıkan bu. "K utsal K itaplar"ın inanırlarına göre de, "dünyada başa gelen ne varsa", hepsi "Tanrı'dan"dır. Kur'an'da, N isâ Suresi'nin 78. ayetinde de bu açıkça bildirilir. Y ahudi ve H ıristiyanlarca da bu böyle: Yahudiliğin başkuramcılarından sayılan, Batı'da M aim onide (M oise ben M emun) diye tanınan M usa İbn M eymun (1135-1204), Delâletü'lHâirîn adlı ünlü kitabında şunları yazar (A rapça aslından aynen çeviriyorum): "Efendimiz (Peygamber) Musa'nın Şeriatı'nın temel kurallarından biri de şudur: "Hiçbir yönden; 'T ann'nın zulm ü-haksızlığı' var denem ez. Kişi ya da toplum olarak, insanların başına gelen belaların, eriştikleri varlık ve mutlulukların hepsi, hak ettikleri içindir. ('İstihkak'). H içbir haksızlığın söz konusu olm adığı bir adalete dayalı yargı sonucudur. Bir kimsenin eline diken batsa da, o kimse bu dikeni hemen çıkarm ak durum unda kalsa; bu, o kim seye bir cezadır. O kişi bir 'niınet'e erişse; bu da ona verilm iş (hakkı olan) bir 'karşılık'tır. Ve bunların hepsi, 'm üstahak olm a', 'hak kazanm a' ('istihkak') sonucudur."51 37
Ü nlü Y ahudi, T evrat'ın T esniye bölüm ündeki şu ayeti de kanıt gösterm ekte (Bap 32, ayet 4): "Tann’nın bütün yollan, hikmettir, adalettir. Doğrulukçudur Tanrı. Haksızlık etmekten tümüyle uzaktır." İbn M eym un, sonra şöyle der: "Ne var ki, hak edilen 'nim et' ya da ’ceza’nın neler yüzünden hak edilm iş olduklarını b ilem iyor olabiliyoruz."52 A ynı kitabının bir başka yerin d e de şunları okum aktayız: "Çoğu kimselerin aklına, genellikle şu gelir: 'Bu âlemde kötü, zararlı şeyler; iyi ve yararlı şeylerden çoktur.' Dahası; tüm toplumlann söylev ve şiirlerinde var bu düşünce. Ve: 'Şaşılası olan, herhangi bir çağda, dönemde, haynn (iyinin, iyiliğin) görülebilir olmasıdır. Ça ğın, dönemin kötülerine, kötülüklerine gelince: Bu, hem çok; hem de süreklidir!' derler. Bu yanlış düşünce, yalnızca kamu ('cumhur') ka tında değil. Bir şey bilir sanılan kimileri katında da geçerli. Râzînin (lahiyyat adını verdiği ve saçmalarını, kocaman kocaman bilgisizlik lerini içeren ünlü bir kitabı var. İşte benimseyip yazdıklarından bir parça: 'Var olanlar içinde kötü-zararlı (şerr); iyi ve yararlı olandan (hayırdan) çoktur. İnsanın yaşamını kuşatan süre içindeki mutlu luğunu, tat aldığı şeyleri; başına gelen acılarla, ağır hastalıklarla, afetlerle, kötürümlüklerle, darlıklarla, üzüntü ve sıkıntılarla karşılaş tırdığın zaman; onun varlığının (kendisi için) bir bela, bir büyük şerr (kötülük) olduğunu görürsün.' Bu görüş seçilmiş ve söz konusu be lalar sayıp dökülerek ('istikra' ile), doğrulanmak istenmiş. Doğru yol da olanların ('hak ehli'nin) ileri sürdüklerine baskın çıkılsın d iy e... Doğru yolda olanlarca ileri sürülen; T anrı'nın nim etlerini bolca akıtm ış olduğudur, O 'nun açık olan cöm ertliğidir. Ve şudur ki, Tanrı, katıksız 'hayır'dır (iyidir, iyiliktir). T an n 'd an ne çıkm ak ta, ne akm aktaysa, tüm üyle, katıksız olarak ve kuşku götürm ez biçim de 'hayır'dır."53 M usa İbn M eym un’un b u rada adını ve görüşünü anıp saldırdığı R âzî (Ö.925) çağının ünlü ve önem li bir doktorudur. (Ebu Bekr Mu-
38
ham m ed İbn Z ekeriyya E'r-R âzî.)54 Aynı zam anda kendinden söz et tiren bir düşünürdür de. "D in"lerin ve "din aracıları"nın kötülüklerini, insanlığa zararlarını görebilm iş, bunu yüreklice ortay a koyabilm iş bir düşünür. Ü nlü Y ahudi kuram cı İbn M eym un'un saldırm ası d a b u n dan. Ç ünkü bu Y ahudi'nin bir ayağı "felsefe"de, A risto'da, am a öbür ayağı "din şarlatanlığım da. "İm am G azali" (1058-1111), İslam d ü n yasında neyse, M usa İbn M eym un da Y ahudilik dünyasında - ş a r la ta n lık ta - hem en hem en odur. B ununla birlikte İbn M eym un'un Y a hudilikteki ağırlığının, Y ahudiliğe katkısı yönünden daha bir özellik taşıdığını söylem ek gerekir. A kla ve "felsefe"ye yaklaşım ı da fark lı d ır G azali’ninkinden. A m a ne çıkar; aklı ve felsefeyi, "din"in y ararı na, insanlığın zararına kullandıktan sonra?! Tıpkı G azali gibi..! "D in"le aklı ve bilim i uzlaştırm a saçm alığına göm ülü büyük ad lardan ve H ıristiyanlık dünyasının en ulu kişilerinden Saint A ugustin (354-430) de, "başa gelenleri günaha b a ğ la y a n la rd a n . "Eşitlikçi" o la rak bilinir. Ancak; ona göre: "D evlet, yeryüzündeki eşitsizlikler, kötü şeyler, günah eseri şeylerdi. A m a, A dem 'le H avva'nın ilk günahının eseri olan bu dünyada devlet, mülkiyet, efendi-köle, zengin-yoksul, k ral-tebaa dengesizlikleri, işlenen bu ilk günahın sonuçları olarak, çekilm esi gereken cezalardı."55 Bu çok önem li H ıristiyan azizinin de bir ayağı "felsefe"de. Bu ne denle "felsefe" yapıtlarında da sözü geçer. B ertrand R ussell da B atı F elsefesi Tarihi'nde sözünü eder ve yapıtlarından aktardıklarına d a yanarak yorum unu yapar. N e denli ilginç de olsa bu yorum u buraya alm ak olası değil. A m a orada aktarılanlardan birazı alınabilir: Bakın ne diyor ünlü ve önem li H ıristiyan büyüğü: "A dem 'in günahı dolayısıyla, bütün insanlığın cezalandırılm ası, y erindedir."56 "Y eryüzündeki uyuşm azlıklarım ızda, ya acı üstün gelir, bö y le ce ölüm ona son verir; ya da beden üstün gelir, acıyı kovar. F a kat öte yandan; acı ebedi olarak hükm ünü sürdürecek ve beden ebedi olarak eziyet çekecektir. H er ikisi de, verilen cezanın sürüp gitm esine katlanacaklardır."57
39
"A dem ile H avva elm ayı yiyince, her ikisi de fesada bulanm ış ve hiçbirinin kendi isteğiyle günahtan kaçınam ayacağı çocuklar yetiştirm ek üzere, yeryüzüne inm işti. Sadece T anrı'nın lütfü, onların erdem li olm alarına yol açabilir. H epim iz, A dem 'in güna hını m iras aldığım ızdan, ebedi laneti hak etm ekteyiz."58 B ir başka çok önem li H ıristiyan azizi olan, Batı kilisesinin en bü yük tanrıbilim cisi sayılan Saint Thom as (1225-1274), biraz değişik düşünüyor gibi görünüyor. A m a H ıristiyanlık dünyasının bu iki bü yüğünün düşünceleri arasında ne tür fark bulunursa bulunsun; konu m uza ilişkin görüşleri arasında pek fark olm adığı söylenebilir: Bir ağırbaşlı incelem e yap ıtın d a şunları okuyoruz: "...(S a in t Thom as), köleliğin tabii bir m üessese olduğunu ileri sürm üştür. Bundan başka, kendinden önce gelen ilahiyatçı Augustinus'un görüşünü de paylaşarak, köleliğin ilk günah (peche originel) m ahsulü olduğu iddiasını da b en im se m iştir..."59 D ahası var: Bu azize göre, insanları, bu dünyada, tutum ve davra nışlarına, yani günahlarına göre T an n 'n ın cezalandırm ası yetm ez. "Tanrı adına" da ceza verilebilir kişilere. V erilm elidir de. H ele inancı bozanlara... Bunlara "ölüm cezası" verilmeli. Sahte para yapanlara, kalpazanlara verildiği g ib i... Şu alıntıyı birlikte okuyup üzerinde düşünelim : "Engizisyon, sanıkların itira f etm elerini sağlam ak için, işkence tezgâhlarına, darağaçlarına, alevli m eşalelere başvurur; ana ba balarına karşı tanıklık etsin ler diye, çocukları m ahkem e önüne çıkarır. "Bu baskı ve zor yöntemleri, dinbilim tarafından haklılaştırılmaktadır. Saint Thomas şöyle der: 'Kalpazanlar, yeryüzü prensleri tarafından ölüme mahkûm ediliyorlar. Ruhun hayatı demek olan inancı bozmanın, sahte para sürmekten çok daha ağır bir suç olması gerekmez mi? Öyleyse hatasında ayak direyen sapkını, tutup dün yevi kuvvetin kollarına teslim etmelidir."60 Demek ki, insanlar, korkunç bir çemberin içine itilegelmişler. Bu çem ber, bir yandan, "Tanrı'nın başa getirebileceği belalar" korkusundan, bir 40
yandan da, "Tann" ya da "Tannlar" "adına" ortaya atılanların acımasızlık larından, bunların yüreklere saldıklan "dehşet"ten oluşturulmuştur. Kor ku, "dehşet", nedensiz de değil: "Dehşet verici" durum lardan... Nicelerine tanık olmuştur insanlık. İlk çağlardan başlayarak... Örneğin "Grek dün y asın d a: "Güneşin akkor halinde bir taş, ayın da basit bir toprak parçası olduğunu belirten Anaksagoras (İÖ 500-428) koğuşturulur. Protagoras (İÖ 482-411), Tannların var olup olmamalannın o kadar önemli olmadığını açıkladığı için Atina yargıçlarınca sürgüne gönderilir. Din gizlerini alaya aldığı için Melos'lu Diagoras'ın (ölümü İÖ 416-412) başını getirene ödül konur. Gençliği kötü yola yöneltmekle suçlanan Sokrates (İÖ 469-399), baldıran suyu (zehir) içmeye mahkûm edilir. Dinsizlikle suçlanan Aris toteles (İÖ 384-322), kendisiyle düşmanlarının arasına, Euripides'i koyma ihtiyatlılığını gösterir.. ."61 O rtaçağ H ıristiyanlığındaki "engizisyon korkunçluklarım sa, nice örnekleriyle, din kaynaklı korkutuculuğa tek başına yeterli. İslam dünyasındaki tüyler ürpertici örnekler de Hıristiyanlığın zalim dönem lerinkinden aşağı değil. M uhammed'in kendi dönem inde62 ve on dan sonraki dönemlerde. Örneğin Ebubekir'in döneminde: İslam'ın Muhammed'den sonra en ulu kişisi sayılan Ebubekir'in ha lifeliği döneminde, "ridde" (İslam'dan dönme) adı verilen olaylar sırasında, Müslümanların eliyle, insanlar ateşe atılmışlardır. "İslam'a inanmıyorlar" d iy e... İslam yazarlarının belirttiklerine göre, buna "fetva" ya da "emir" ve ren de "ulu kişi" Ebubekir'in kendisiydi.63 Kadınlar da vardı "ateşte yakı lanlar" arasında. Bu kadınlardan biri de Esed Kabilesinden Tulayha'nın anasıydı. "İslam" önce bu kadına da önerilmişti. Am a kadın kabul etm e mişti. Çaresiz ateşe atılmayı kabul etmişti. Bir şiir söyledi ve kendini kal dırıp attı ateşe. Şiirinde şöyle diyordu: "Hoş geldin ey ölüm! Kurtuluş çarem yok başka türlü. Kendimi sunuyorum. Ö lüm e..."M Şiir kulaklarda yankılanırken alevler arasında yanıyordu kadın. Cayır cayır!!! Bundan da açıkça anlaşılır ki. İslam'ın "ulu"larma göre de, Hıristiyan lığın ulu kişisi Saint Thomas'm düşündüğü gibi; inanmayanlara "T ann” adına, "din-iman" adına ceza verilmelidir. İnanmayanlar, "kâfir günah k â rla r "ölüm"e gönderilmelidirler. Hele "inancı bozanlar"!.. Öteki dinlerde olduğu gibi, İslam dünyasında da "tam iktidar" ele ge çirildiğinde "din" ve "Tanrı" adına verilen yargılarla "dehşet verici" du-
41
nım lara her zaman tanık olunabilir. Sayısız örnekler bunu kanıtlamakta. İşte Humeyni'nin İran'ı... Gerçekten "zalim" olan "Şah" gitti. Y a Humeyni?! "Zalim"likte geri kalıyor mu? "Din adına" verdiği ve verdirttiği "hüküm"lerle insanlann hemen ölüme nasıl gönderildiklerini bir düşünün!
"Bu D ün ya"ya Y önelik "Tanrı T ehditleri" T an n 'n ın "öbür d ü n y a 'y a yönelik tehditleri olduğu gibi, "bu dünya"ya yönelik tehditleri de var. Ç ok çeşitli ve geniş çapta. Tevrat'ta, /n d /le r d e ve K ur'an'da. Tevrat'ı alalım ele: Tevrat'ın T anrısı neler yapabilirm iş, görelim : İşte bir ayet: Y erem ya, B ap 6, ayet 8. "Ey Yeruşalim, edepli ol! Yoksa canım senden yüz çevirir. Yoksa, oturanlan (insanlan) olmayan bir yıkıntı durum una döndürürüm seni!" A çıkçası: "D ediklerim i (Ş eriatı'm ı) yerine getirm ezseniz, ülkenizi başınıza yıkarım !" dem ek istiyor. Tevrat'ın birçok bölüm ünde b il diriyor bunu.65 Tevrat'ın Tannsı, öğütlerinin yerine gelmediğini gördüğü zaman, öfke den çılgına dönüyor. Tesniye bölümünde, 32. babın 22. ayetinde; "Çünkü öfkemden bir ateş alevlendi ve 'haviye'ye (ateş çukuruna) değin yanmakta. Yeryüzünü ve yerin tüm ürünlerini yiyip bitirecek ve dağların temellerini tutuşturacak!" diyerek başlıyor; sonra ne tür korkunç belalar gönderece ğini bir bir duyuruyor. Açlık, ateşli ı salgın) hastalıklar, "toprakta sürünen zehirli yılanlar ve canavarlar" da bu gönderilecek belalar arasında. Bu du yuruya göre, belalara uğratılacaklar arasına, "genç erkek" yamnda, "genç (bakire) kız"lar, "günahsız çocuk"lar ve "ak saçlı" yaşlılar da katılacak!66 Zaman oluyor ki, öfkeli Tanrı, "Ben söyledim, karar verdim, pişman olmayacağım ve bundan (kararımdan) dönmeyeceğim !" biçiminde67 ke sin konuşuyor. Zaman da oluyor ki, "peygamber"ini arada engel göste riyor; "beni bırak da onları yok edeyim ve göklerin altından adlarını si leyim!" biçiminde68 sesleniyor. Tesniye bölümündeki şu ayete bakın:
42
"(M usa anlatıyor): Çünkü sizi 'helak' edecek diye Rabbin size karşı olan öfkesi önünde korktum. Ama Rab, bu kez de beni dinledi (de sizi yok etmekten vazgeçti)."69 İ n c ille n alalım : M atta İncili'nde, 10. bap ve 34-39. ayetlerinde şöyle denir: "Y eryüzünde esenlik getirm eye geldiğim i sanm ayın. Ben esen lik değil; kılıç getirm eye geldim . Ç ünkü ben, adam ı babasından, kızı anasından, gelini kaynanasından ayırm aya geldim . A dam ın düşm anları kendi ev halkı içindedir. B abasını ve anasını ben den çok seven bana layık değildir. O ğlunu ya da kızını benden çok seven bana layık değildir. H açını alıp ardım ca gelm eyen bana layık değildir. H ayatı bulan, onu zayedecek. Benim uğ rum da hayatını zayeden onu bulacaktır." B urada anlatılanlar, Luka İncili, bap 12, ayet 49-53'te de anlatılır. Luka İncili nin 13. babının, 3. ayetinde de şöyle dendiği görülür: "Sandığınız gibi değil: Size bildiririm ki, tövbe etm ezseniz, h e piniz öyle 'helak' olacaksınız!" G elelim K ur'an'a: N ur Suresi, ayet 63: "...O n u n (M uham m ed’in) buyruğuna karşı gelenler, başlarına bir bela, ya da can yakıcı bir 'azap' (ceza) gelmesinden korksunlar." K ur'an 'ın T anrısı da buyruklarını dinlem eyenlere karşı, daha önce de belirtildiği gibi, son derece öfke doludur. E n "şiddetli ceza"lar v er m ekten bile çekinm ez. Bu öfkeli Tanrı, "Sizden önce de buyruklarım a karşı gelenler o l m uştu. İnanm ayanlar olm uştu. O nların tüm ünü yok ettim . O ysa onlar sizden çok daha güçlüydüler. Siz de inanm azsanız, ya da buyrukla rım a karşı gelirseniz, sizi de yok ederim !" diyor. Bunu çok surede anlatıyor. Ö rneğin, R ûm Suresi'nin 9. ayetinde, F âtır Suresi'nin 44. ayetinde, M ü'min (ö afir) Suresi'nin 21 ve 82. ayetlerinde, Tevbe Sure si'nin 69. ayetinde, M uham m ed Suresi'nin 10 ve 13. ayetlerinde... Eski Hıristiyan propagandacıları da bu yöntemle korkutmaya, öğüt lerinde çok yer verirlerdi. Örneğin İslam öncesinin Arap ve Hıristiyan 43
şairi Adiyy İbn Zeyd El İbâdî. Bu şairin şiirleriyle, Kur'an'm konuya ilişkin ayetleri arasında şaşılası bir benzerlik göze çarpar. G erek anla tılanlar yönünden, gerekse anlatış biçimi yönünden.. .70 K ur'an'm T an n 'sı, gerekirse, "baskın" da yapabileceğini söylüyor. "Siz uyurken, ya da çılgınca eğlenirken baskın düzenler, işinizi bitiri rim !" diyor. Bunu çeşitli surelerde, örneğin A 'râf Suresi'nin 97 ve 98. ayetlerinde duyuruyor. 99. ayetindeyse şöyle dem ekte: "O nlar (yok edilenler), T a n n ’nın hilesine karşı kendilerini gü vencede mi görm üşlerdi yoksa? O ysa yalnızca sonunda zararlı çıkacak olanlar T ann'nın hilesine karşı kendilerini güvencede görebilirler." D em ek ki, K u r’a n 'a göre, T anrı, isterse, öfkelendiklerini suçüstü yakalam ak için "hile"-tuzak yoluna da başvurabilir. D ah a önce de an latılm ıştı bu. A 'râf Suresi'nin 163. ayetinde böyle yapabileceğine bir de örnek veriliyor. Şöyle: Yahudi kasabalanndan "deniz kıyısındaki bir kasaba" halkına, "cu martesi" balık tutm am alan buyurulmuştu. Böylece, Yahudiler için önem li olan "cumartesi yasağı"na uymuş olacakları bildirilmişti. Oysa, bu kıyı kasabasının geçimi, balık avlamayla sağlanabiliyordu. Y ine de bu yasağa uyacaklardı. N e var ki, Tann bir hile yapmıştı: Balıklar "cumartesi sürüleriyle geldiği halde, başka günlerde hiç mi hiç gelmiyorlardı." K a saba halkı da ne yapsın, ister istemez "cumartesi yasağı"na uymayıp av landılar. İşte o zaman, ne olduysa oldu. Yerle bir edildi kasaba! Böylece, T ann onlan suçüstü yakalamış ve "yasağa uymamak"tan "cezalandır mış" oldu. N e "adaletli" Tanrı değil mi?! K ur'an 'ın T ann'sı, "istersem sizi yerin dibine batırabilirim !" diyor. "D ilersem , başınıza taş da yağdırabilirim !" diye ekliyor. Bunu birçok surede, örneğin İsrâ Suresi'nin 68. ve M ülk Suresi'nin 16 ve 17. ayet lerinde açıkça duyuruyor. İsrâ S uresi’ndeki anlatım şöyle: "K araya çıktığınızda da O 'nun sizi yerin dibine batırm asına ya da başın ıza taş y ağdırm asına karşı kendinizi güv en ced e g ö re bilir m isiniz? O lan olduktan sonra size arka çıkacak bir ko ruyucu da bulam azsınız!"
44
M ülk Suresi'ndeki anlatım ı da sunayım : '"Gökte olan ın (T an n 'n ın ), sizi yerin dibine b atırm asına karşı, kendinizi güvencede görebilir m isiniz? O durum a karşı ki, yer birden sarsılıverir. "Y a da (yine) 'gökte olan ın üzerinize taş yağ d ırm asın a karşı kendinizi güvencede görebilir m isiniz? B enim uyarım ne d e m ektir, yakında anlayacaksınız." Burada, "Tanrı" için kullanılan bir deyim ; "G ökte olan" ("m en fı'sSem â") deyim i çok ilgi çekicidir. K ur'an'm T anrı'sın ın "gökte" d ü şü nüldüğünün açık anlatım larından biridir bu. K ur'an'm Tanrı'sı, "dilersem , göğün b ir parçasın ı da üzerinize in direbilirim !" diyor. Ö rneğin Sebe' Suresi'nin 9. ayetinde şöyle dediği görülüyor: "Ö nlerinde ve arkalarında olan göğü ve yeri görm ezler m i? Biz dilersek onları yerin dibine geçirir, ya d a göğiin bir pa rça sın ı başlarına indirebiliriz. B unlarda T an rı'y a yönelm iş her kul için bir uyarı vardır." Dahası, dilerse "göğün tümünü" de çökertebileceğim de duyurmakta. Hacc Suresi’nin 65. ayetinde şöyle dendiğini görm ekteyiz: "Görmez misin ki, Tann yerde olanlan size boyun eğdirmiştir. Ve gemiyi de sizin buyruğunuza vermiştir. O'nun buyruğuyla denizde yürür o. Ve Tann, yer üzerine çökmesin diye göğü tutmakta. Gök, yalnızca O'nun izniyle (buyruğuyla) yer üzerine çökebilir. A m a Tann insanlara şefkatli ve merhametlidir (onun için göğün çökmesine izin vermemekte)!" (Aynca bkz. Enbiyâ Suresi, ayet 32.) Çünkü ilkel düşünceye göre, "gök" bir "çadır" gibidir dünya ü ze rinde. Tevrat'ın İşaya bölüm ünde, 40. babının 22. ayetinde şöyle d en diği görülür: "...G ö k leri perde gibi geren ve altında oturm ak için ça d ır gibi kuran O 'dur." İşte K ur'an'a göre de, "çökm esin" diye bu ça dırı "tutan", T ann'dır. A m a bir kızarsa "tutm ak"tan vazgeçip "çö kerteceğini" bildirir.
45
Ne var ki, bu "tehdit"i yutm ayanlar da çıkıyor. Kur'an'ın bize bil dirdiğine göre; gerek "göğün tüm ünün çökertilmesi" gerekse "gökten bir parçanın düşürülüp onunla insanların ezilmesi", M uham m ed dönem in deki "inanmazlar"a da pek olabilecek bir şey gibi görünmemiş. Bu "inan mazlar", böyle bir şeyin olabileceğine inanmadıkları için bir çeşit m ey dan okum uşlar M uhammed'e; "Haydi olsun da görelim!" türünden. İsrâ Suresi'nin 92. ayeti bakın ne denli ilginç: "Ya da ileri sürdüğün gibi yapabileceksen haydi indir göğü. Parça parça indir. İnanm am ız için bunu yapm alısın... da dediler." Şuarâ S uresi'nin 187. ayetinde de bu şöyle anlatılır: "Eğer ileri sürdüğünde gerçeği söyleyenlerdensen, haydi gökten bir parça üzerim ize düşür de görelim ! de dediler." B undan yakınılıyor. Kim i y akınm a da şöyle bir " i tir a f la karışık: "...B iz onları korkutuyoruz. A m a bu, onlara büyük taşkınlık verm ekten başka bir şeye yaram ıyor." İsrâ S uresi'nin 60. ayetinde böyle yakınılıyor. K ur'an'in Tanrısı, "rızkınızı (yiyeceklerinizi, her türlü nimetinizi) ke serim. Suyunuzu batırırım!" tehdidini de yöneltir öfkelendiklerine. M ülk Suresi'nin 21. ve 30. ayetlerinde insanlar şöyle korkutulmak istenir: "Y a da kim dir o ki, Tanrı size verdiği rızkı kestiğinde size rızık verm iş olsun? H ayır onlar, b ir azgınlık ve tik sin tiy le kaçış için de direnip durm aktalar." "De ki: 'Söyler misiniz, suyunuz yere batıp yiterse, size bir akar su kim getirir?"
"Denem e" (Sınav) İçin Ç ektirilen A cılar "Kutsal kitaplar"ın "T ann"sı, insanlara çektirdiği acıları, kim i za man "günah" karşılığı "ceza" olarak verdiğini bildirirken; kimi zam an da. "Sınıyorum , deniyorum !" der.
46
"D enem ek için" acı çektiriyorm uş! "D eniyorum , sınıyorum !" d i yerek bir canlıya, hem de "insanoğlu"na türlü "acılar çektirm e"nin il kelliğini ve tüyler ürperticiliğini düşünün. Belirli bir "amaç" için "deney" ya da "sınav" yapılır. Deney yapılır ki, bilinmeyen bir sonuca ulaşılsın, ya da bilinendeki kuşkulu ve karanlık yan giderilsin, düşünülen şey doğrulansın ya da gerçek ortaya konsun. Böylece bilme, öğrenme, belirleme, kanıtlama amacı olur deneyin. D e ney, bilime gönül verenlerce, bilimsel am açlarla yapılır. Başka am açlara yönelm iş olanlarca da başka am açlara ulaşm ak için yapılır. Sınav da yapılır ki, yine sınavı yapanca belirlenmesi istenen bir şey belirlensin, kanıtlansın. Peki "Tann" niçin ”deney"e, ya da "sınav"a başvurur? "Ulu Tann"nın "amacı" ne olabilir? Bilmediği bir şey mi var da öğrensin? Y a da bir şeyi "kanıtlamak" am acında m ı? Niçin, kime, kim lere karşı? D enir ki; "İyilerle kötüler seçilsinler diye Tanrı sınav yapar. İyiler ödüllerini, kötüler cezalarını bulsunlar d iy e ..." İyi am a, "her şeye kadir Ulu Tanrı", buna neden gerek duym akta? H er şey elinde değil m i? "Kötü" diye nitelenenleri de tam dilediği gibi "iyi" yapam az m ıydı ve yapam az m ı? Bu sorulara din şarlatanlarınca verilm iş "cevap”ları incelerseniz ve üzerinde iyi durursanız görürsünüz ki, hiçbir "cevap", sağlıklı, d o yurucu değildir. İşin gerçeği şu: İnanm aya elverişli insanlar, özellikle de "darlık"ta olanlar, varlık sahiplerinin yararına yatıştırılmak, uyutulm ak istenmekteler. "Yoksul kitleler, her şeyin Tanrı'dan olduğuna inansınlar. Tann'nın kendilerini sınadığını sansınlar. Ve içinde bulunduklan durum lara kat lansınlar". Böyle özetlenebilir işin içyüzü. Gerçeğin bu olduğuna, din lerin "kutsal kitap"lanndaki anlatımlar da yeterince "ipuçlan” vermekte; K ur'an'ûan, B akara S uresi’nin 155. ayetini okuyalım : "Kuşkusuz; korku, açlık gibi, mal, can, ürün eksiltilmesi gibi şey lerle sizi deneriz (sınanz). Katlananlan ('sabredenler'i') müjdele!" Bu ayeti izleyen (156, 157) ayetler de şöyle:
47
"Onlar ki, başlarına bir m usibet (bela) geldiğinde: 'Biz, Tann'nınız ve kuşkusuz O 'na varacağız!' derler. "R ablerinin bağışlam ası ve acım ası, işte onlara yöneliktir. D oğ ru yolda olanlar da onlardır." Tevrat'ın Çıkış ve Tesniye bölümlerinde ayrıntıyla,71 başka bölüm lerinde de değinilerek72 anlatıldığına göre: Tann, Yahudileri Mısır'dan çıkanp Firavun'dan kurtardıktan sonra "aç" bırakarak "denemiş" bir süre. Ne var ki, onlar bu duruma boyun eğip katlanacaklan yerde; "söylenmişler". "Söylenmeleri", Tanrı "işitmiş" ve M usa'ya seslenmiş: "İşte ben size gökten ekm ek ('m an' ya da 'm en') yağdıracağım . T oplum dakiler, her gün çıkıp, o gün için gerekli olanı toplaya caklar. Ş eriatım a uyup uym adıklarını d eneyeceğ im ... "...O n la ra söyle: 'A kşam leyin et yiyeceksiniz. Sabahleyinse ek m ekle doyacaksınız!' V e bileceksiniz ki A llahınız Rab benim. "Ve akşam leyin bıldırcınlar çıkıp ordugâhı kapladılar. Sabahleyin de ordugâhın çevresinde çiğ düşmüştü. V e düşm üş olan çiğ kal kınca işte çölün üzerinde, toprağın yüzünde kırağı gibi küçük, ince ve pul gibi bir şey vardı. V e İsrailoğullan bunu görünce birbir lerine, 'Bu nedir?' dediler. Çünkü nedir bilem ediler... Ve Musa, on lara: 'Bu, Rabbin yiyesiniz diye size verdiği ekmektir. Rabbin bu yurduğu şey işte b u d u r...' dedi..."73 "Aç" insanlara "gökten gönderildiği" bildirilen bu yiyecekten, /nci/'lerde ve K u r'a n 'da da söz edilir.74 İleride, "M usa'nın m ucizelerin den örnekler"in yer aldığı kesim de daha ayrıntılı bulacaksınız.* "Kutsal kitap"Iarın bunu inanırlarına anlatm aktaki am açları nedir? En saçma şeylere bile inanmaya hazır olduklarını nice örnekleriyle or taya koymuş olan kitleler, bu masalla şuna inandırılmak istenmişlerdir: T ann her zaman sizleri denemekte. Zaman zaman da aç bırakmakta. Size düşen katlanm aktır. K atlanırsanız, Tanrı karşılığını verir. Bu
* K u tsa l K ita p la rın K a yn a k la rı-3 (Y .N .)
48
dünyada verir, öbür dünyada verir. Elverir ki, katlanmayı bilin. Tanrı, "aç kullarTna, "gökten" bile "nzık" indirmiştir. O'nun her şeye gücü yeter. Tanrı, kimini "bolluk" vererek sınar, kimini de "darlığa düşürerek" sınar. "Kul"un görevi, "0"nun hikmetine karışmadan, "kulluğu"nun gereğini yerine getirmektir. D em ek istenen bu işte. D em ek istenenin bu olduğunu K ur'an'm şu ayetleri de açıkça gösterm ez m i? "Deneyelim (sınayalım) diye kendilerine dünya yaşamının süsügüzelliği olarak bolca varlık-geçimlik verdiğimiz kimi çiftlere, ai lelere sakın göz dikme! (Onların varlıklarında gözün olmasın!) Rabbinin (verdiği) nzık, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. "Sen ailene, nam az kılm alarını buyur. V e bunun üzerinde dur. Senden biz n z ık istem iyoruz. Sana rızkı verecek olan biziz. Sonları iyi olan, T anrı'ya karşı gelm ekten sakınanlardır." (T âhâ Suresi, ayet 131-132.) İşte yoksul kitleler böyle avutulm aktalar. K im lerin yararına? E l bette ki varlıklıların!.. "Tann'nın sınamalan"na ilişkin Kur'an'dan birkaç örnek daha sunayım: Âli İm rân Suresi, ayet 186: "A nt (yem in) olsun ki, siz m allarınız ve canlarınız konularında sın a n ırsın ız ..." M uham m ed Suresi, ayet 31: "A nt olsun ki, biz sizi sınarız. İçinizdeki 'm ücahitleri ve ’sabredenler'i biz bilip anlayana dek. V e hakkınızdaki ’haberler'i biz denetim den geçirene dek. Âli İm rân Suresi, ayet 142: "Allah, içinizdeki ’mücahitler'i ve 'sabredenleri bilip öğrenmeden cennete girebileceğinizi mi sandınız?"
49
E nbiyâ Suresi, ayet 35: "H erkes ölüm ü tadıcı. B iz sizi, ’şer’le ve 'hayır'la deneriz. Bir sınav o la ra k ... V e bize döneceksiniz sonunda." M ülk Suresi, ayet 2: "Tanrı O 'dur ki, hanginizin iş-davranışça d ah a iyi olduğunu sınasın diye ölüm ü ve yaşam ı y a ra ttı..." İnsan Suresi, ayet 2-3: "Kuşkusuz biz insanı, karışık bir döl suyundan ('nutfe'den) yarattık. Sınayalım diye onu. Bunun için işiten ve gören kıldık. Ve ona yolu gösterdik. Artık, ya ’şükredici', ya da nankör ('kefûr') olur." Nem i Suresi, ayet 40: " ...T a n n 'd a n bana verilen bir üstünlüktür bu. Şükrediyor muyum, yoksa nankör mü oluyorum; (anlamak için) sınasın d iy e ...' dedi." M âide Suresi, ayet 48: " ... Tanrı dileseydi, tüm ünüzü bir topluluk yapardı. Ne var ki, size verdiklerinde sizi sınasın diye yapm adı öyle. En'âm Suresi, ayet 165: "Tanrı O 'dur ki, sizi 'yeryüzünün halifeleri' yaptı. Ve kiminizi, ki m iniz üzerine, derecelerle yükseltti. Size verdiklerinde sizi sınasın d iy e ..." Z uhruf Suresi, ayet 32: "R abbinin rahm etini on lar mı paylaştırıyorlar yoksa?! D ünya yaşam ındaki geçim liklerini, onlar arasında biz p a yla ştırd ık. K i milerini, kim ilerine derecelerle üstün kıldık. K im ileri kim ilerini tutup (işçi olarak) ça lıştırsın la r d iy e ... R abbinin rahm eti, onla rın biriktirdiklerinden daha iyidir."
50
F ecr Suresi, ayet 15-16: "İnsana gelince: Onu Rabbi deneyip kendisine 'kerem' (onur, üstünlük) ve 'nimet' verdiğinde; 'beni Rabbim onurlu-üstün kıldı' der o. "Ama Rabbi onu (yine) sınayıp 'nzk'ını üzerine darlaştırdığında (onu yoksul kılınca), bu kez de; 'Rabbim beni küçük düşürdü!' der." Kur'an'm bu anlattıklarına bakılırsa, varlığı da, darlığı da veren, Tann. Ve varlığı da, darlığı da "kullarını sınamak için" vermekte! Kullannın ki mini kimine üstün kılmasındaki bu "hikmet"i unutmamak gerek. Üstelik bunda bir başka "Tannsal hikmet" daha var: İnsanlardan "kimilerinin işçi olarak çalıştınlabilmeleri"! "Tann", insanlann "dünya yaşamındaki geçimlikler"ini "paylaştınrken"; "kim ileri'ne daha çok vermeseydi ve "kimileri"niyse yoksul kılmasaydı "çalışan-çalıştıran" olur muydu?! "Sınav" için "yoksul bırakılanlar", bu dunımlanndan yakınırlar. O ysa hiç de yakınmamalıdırlar. Çünkü bu durum lanna katlanıp "sabrederlerse", sınavı kazanmış olacaklanndan "Tann'nın rahmeti"ni elde ederler. "Tann’nın rahmeti"yse, zenginlerin "biriktirdiklerinden daha iyidir"! Bu arada "din"lerin, özellikle de "kitaplı" dinlerin ve avukatlannın sö zünü ettikleri bir konu var: Tann'nın "inayet"i. Çok durulur bunun üze rinde. Önemle durulur. Din kitaplan yanında, "felsefe" yapıtlannda da bu konuya önemle yer verildiği görülür. N edir "inayet"? T anrı'nın bir am aca ("hikm et"e) yönelik olarak, yarattıkları içinde bir kesim e, bir bireye, ya da bir toplum a "özel ilgi" gösterm esi, kimi olayları bu doğrultuda düzenleyip etkilem esi biçim inde anlatılabilir. K ısacası, savunucularının anlattıklarından çıkan anlam a göre, "Tanrı'nın kayırm ası "dır, "inayet". Bu sözcüğe, T ürk Dil K urum u'nun ver diği karşılıksa; Kayra. Y ahudiliği yeni baştan kuran kişi olarak nitelenen, yukarıda da sözü geçen M usa İbn M eym un (M aim onide) (1135-1204) da "inayet"e ço k geniş yer verir.75 Ü nlü Y ahudi, D elaletü'l-H âirîn adlı kitabında, "inâyet" konu sundaki görüşleri, "beş görüş"te toplar: (A rapça aslından çevirerek aktarıyorum ):
51
"İnayet konusunda insanların görüşleri beş görüştür. Bunların tüm ü de çok eskidir. Y ani, ’hak k ’ olan ve şu karanlıkların tüm ü nü aydınlatan Şeriatın ortaya konduğu peygam berler zam anın dan bu yana işitilegelen görüşlerdir bunlar: "Birinci görüş: 'Bu varlığın (evrenin) hiçbir kesim inde, hiçbir şeye yönelik hiçbir inayet yoktur. G öklerden, onun dışındaki her şeye dek, tüm olup bitenler, rastlantıyla olm aktadır. Nasıl rastlıy o rsa ö yle oluşm akta her şey. B u oluşm a ve g elişm ede ne bir düzenleyici ('nâzım '), ne bir 'tedbir eden' (m üdebbir) ve ne de bir 'inayet eden' var. H erhangi bir 'şey' k o n u su n d a ...' savında olanın görüşüdür. E pikuros'un (E pikür’ün) görüşüdür bu. "Epikuros, bu görüşünü, bütün için olduğu gibi parçalar (’ezcâ') için de ileri sürer. 'Bireyler-parçalar da nasıl rastlarsa öyle bir karışım içine girm ekte ve rastgele oluşm akta-gelişm ekte' diye düşünür. "İsrailoğullarından 'kâfir' olanların görüşü de budur: (K utsal ki tapta) onlar hakkında söz edilirken şöyle denir: 'Rabbi inkâr et tiler, O (T an n ) değildir... dediler.' "A risto, bu görüşün doğru olam ayacağını, ’eşya'nın tüm ünün rastlantıyla m eydana gelm esinin m üm kün olm adığını kesin ka nıtla o rtay a k o y m u ştu r... "İkinci görüş: 'Eşyanın kim ine yönelik inayet vardır. Kimi eşya, bir tedbir edenin tedbiri, bir düzenleyicinin düzenlemesiyle mey dana gelir. Kimileriyse rastlantıya bırakılmıştır' diyenin görüşü. Bu görüş de Aristo'nun görüşüdür. "Aristo'nun 'inayet'e ilişkin görüşünü ben özetleyeyim sana: Ona göre; T ann'nın 'inayet'i, 'gök'lere ('eflâk’e) ve oradakilere yöneliktir. Bunlar, varlıklannı, olduğu gibi, inayet'le sürdürürler. İskender (Afrodîsî=A lexander A phrodisoevs) (İS yaklaşık 200), şunu açık lar: Aristo'ya göre, T ann’nın 'inayet'i, 'Ay göğüne dek sürer, orada sona e re r..."76
52
İbn M eym un kalan üç görüşü de anlatır: Ü çüncü görüş, İslam "K elârri’cılarından "Eş'arîler"in. Bu görüşe göre evrende hiçbir şey, "rastlantı" sonucu değildir. H er şey, "düşen bir yaprak" bile, Tann'nın "tedbir"i, şaşmayan düzenlem esi sonucudur. İnsana gelince: Tann'nın çizdiği yazgı ("kader") çerçevesindedir. O ’nun çizdiğinin dışında, insanın ne "yapma", ne de "yapmama" yönünden bir gücü var. Dördüncü görüş, yine İslam "kelâm m ezhepleri”nden "Mutezile"nin. Bu görüşe göre de her şey, T ann'nın "inayet"iyle olup oluşmakta. O'nun "hikmet"i şaşmaz. "M utezile", "E'şarîler"den farklı olarak şunu da ileri sürer: Tann'nın kendisi de kendi "hikmet"ine uymak, her şeyin en iyisini, "en elverişlisini" yapm ak "zorunda". İnsanın da güç ve iradesinin et kinliği var. Am a bağımlı, sınırlı olarak. Beşinci görüşse, İbn M eymun’un da içinde bulunduğu Yahudilerin. Bu son görüşe göre, Tann'nın "inayet"i, "Ay göğü"nün altında da uzanır. A n cak, bu kesimde, yalnızca "insan türü"ne yönelik kain'. Bir başka deyişle, Tann, "insan türü"nden başkasıyla ilgilenmez bu kesimde. "Ay göğü"nün altında, "insan türü"nün dışında kalan her şey ve bu arada her canlı "rast la n tılarla oluşup gelişmektedir. İnsanın güç ve iradesinin de "mutlak" et kinliği var. Ama insanla ilgili her şey, insanoğlunun önüne çıkan, başına gelen ne varsa hepsi, "istihkak"ına (hak etmişliğine) bağlıdır. Yani iyi dav ranışı iyi sonuç getirir, kötü davranışı kötü sonuç getirir. Bunları anlatır ünlü Y ahudi.77 "Dinci" görüşler, birbirlerinden "farklı"ymış gibi gösterilirler. A m a hepsi de aynı temele dayanır: Gerçekte "tüm ipler, Ulu Tann'nın elinde". Peki "Tanrı"nın "insan türü"ne olan "in ay ef'i neden eşit değil? İbn M eymun'a göre, insanlann "madde"leri, yapıları ve Tann'dan "feyiz" alm a yetenekleri değişiktir. İşte T ann'nın "inayef'i buna bağlı olarak değişik yansımakta. Kimler, Tannsallıktan çok daha verim alırsa, "inayeften onlar çok daha yararlanırlar. "Peygamberlik derecesi"ne dek yükselebilirler. Peygamberlerin "inayeften yararlanma dereceleri de bir değildir. Kimi kiminden daha yüksek "mertebe"dedir.78 İbn M eym un, insanları aldatıcılıktaki ustalığını bu konuda d a ser gileyerek, "manevi derece"lere önem verir görünür. "M addi faık"lara gelince: Buna pek önem verdiğini gösterm ez. Falanca çok zengin, çok
53
parlak bir yaşam içinde, filanca da çok yoksul m u? B unun hiç önem i yok M usa İbn M eym un'a göre. Ç ünkü en yoksul olanların bile, "zo runlu yaşam g erek leri” sağlanm ıştır "inayet"le. Ö nem li olan da bu. Ç ok zenginle çok yoksul arasındaki "fark"a gelince: Bu, yalnızca "görünüşte"dir. "K utsal kitap" (T evrat) da bunu söyler. G örünüşteki "ya şam fark ve fazlalıkları"nınsa hiç önem i yok.79 N için böyle diyor bu önem li Y ahudi? Ç ünkü kendisi de servet elde etm iş varlıklı sınıftan. K aldı ki, o da bir "din büyüğü". V e her "din büyüğü" gibi o da varlıklıların, ege m enlerin hizm etinde. M usa İbn M eym un'a göre de "T ann'nın sınavı" var, "inayeti"nin yanında. Sınar "Ulu Tanrı" insanları. Zenginini bir türlü, yoksulunu bir başka türlü. K im senin yakınm aya hakkı yok. H erkes sınavda kazanm aya bak malı. A radaki zenginliği, yoksulluğu da önem sem em eli. "T ann'nın hikm eti"ne boyun eğm eli. A slında "nzık"ta fark da yok. H erkes "eşit"tir "rızık"ta. Bu aldatm aca, "Kutsal kitabımız" Kur'an'da da böylece yer almam ış m ı? Sunulan örneklerin dışında işte üç Kur'an "ayet"i daha: Z üm er Suresi, ayet 49: "İnsanın başına bir zarar gelince yalvarır. S onra ka tım ızd a n ona b ir nim et verdiğim izde, 'bu, bana işim deki bilgim den, becerim den dolayı verilm iştir' der. O ysa, o bir sınavdır. N e var ki, ço k ları bilm ezler." Furkan Suresi, ayet 20: "...S a b red e r m isiniz diye kim inizi kim inize (üstün kılarak) sınav konusu yaptık. Senin R abbin, her şeyi görendir." N ahl Suresi, ayet 71: "Allah, kim inizi kiminize 'rızık'ta üstün kılmıştır. Öyleyken üstün kılınanlar, sağ ellerinin (bilek güçlerinin) kendilerine m ülk olarak kazandırdığı kölelerinin 'rızık'lannı verecek durum da değiller. 'Rızık'ta hepsi eşittir. Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?"
54
G örüyorsunuz aldatm acayı. İşte Y ahudi büyüğü İbn M eym un'un "inayet" üstüne anlattıkları d a bu doğrultuda. "T anrı'nın sınam ası" üstüne yazdıkları d a ... A ynı avutm a ve aynı u y u tm a ... Voltaire’nin Felsefe Sözlüğünde de "inayet" işlenirken şöyle denir: "...K u rd u n biri, yolunun üstünde akşam yem eği için bir kuzu bulsa, bir başka kurt d a acından ölse, şim di biz, T anrı'nın b irin ci kurda, özel bir inayette bulunduğuna mı hükm edeceğiz? "...H e r şeyin salt hâkim i (olan T anrı), neden b ir tek insanın iç yönetim iyle, bütün doğanın geri kalan bölüm ünün yönetim inden d ah a çok uğraşsın..?"80 Felsefe Sözlüğü nün aynı m addesinde, T an rı’yı, kim i insanlara bir türlü, kim ilerine başka türlü "inayet"te bulunuyor gösteren H ıristiyan m ezhepleri ve ileri gelenleri alaylı biçim de eleştiriliyor.81 "Ulu Tann", evren içinde "insanoğlu"na "özel inayet"te bulunuyor. İn sanlar içinde kimilerine olan ilgi ve "inayet"iyse daha da "özel"! Bu çok "özel" ve "tannsal inayet"e erenler, her çağda azınlıktalar. A m a mutlular. Gezegenimizin "nimet"leri onlann elinde. Çoğunluktaki yoksunlaraysa yalnızca bir şey düşm ekte ve önerilmekte: "Sabır '] Çile ve sabır. "Sabır" ne dem ektir? İlerici (!) Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü ndeki tanımı okuyalım: "A cı, yoksulluk, haksızlık gibi üzücü haller karşısında, ses ç ı karm adan onların g eç m esin i beklem e erdem i. " B urada sözü edilen "üzücü haller" karşısında, "ses çıkarm adan bekleme"yi erdem " sayan "erdemsizler"in bulunduğuna, açık bir kanıt değil mi bu? ■ "Sabır" önerilir çileli kitlelere. H em de "Eyyub'un sabrı"! Bilindiği gibi, "dinler", özellikle de "kitaplı"ları, kitleleri uyutan, avutan m asallara çok önem verirler. K endilerinde olm ayanları d a çev relerinden aşırıp biraz kılığını da değiştirerek piyasay a sürerler. Kend ilerininm iş g ib i... "E yyub Peygam ber" m asalı da bunlardan. Bu m asalın T evrat’ta çok geniş yer aldığı görülür. Ayrı bir b ö lümü var. K ur'an'da da değinilir kimi kesim lerine. ‘ 55
V oltaire'nin F elsefe S ö zlü ğ ü 'nde bakın neler yazılı: "G ünaydın, dostum Eyub (Eyyub)! Sen, kitapların sözünü ettiğigarip insanların en eskilerinden birisin. Y ahudi de değildin. A dı nı taşıyan kitabın, beş ’sifr'den daha eski olduğu biliniyor. O nu Arapça'dan çeviren tbraniler (Yahudiler), Yehova kelimesini Tann anlam ında kullanmışlarsa, bunu, gerçek bilginlerin hiç kuşku et medikleri gibi, Fenikelilerle M ısırlılardan almışlardır. Satan (Şey tan) sözcüğü de İbranice değildi, Kaide dilinden alınmıştı. Bu da yeteri kadar biliniyor.. ."82 M usa İbn M eym un da, "Eyyub"un gerçekten yaşamış bir kişi oldu ğuna pek inanmadığını belli ediyor. N e zaman ve nerede yaşadığına ilişkin çeşitli görüşleri aktardıktan sonra şöyle diyor: "B ütün bunlar; 'E yyub, hiçb ir zam an var o lm am ıştır, yaşam ış bir kişi değildir' diyenlerin görüşünün daha doğru olduğunu g ö s te rir."" A ncak, ünlü Y ahudi büyüğü, bu m asalla iyi am aç güdüldüğü savında.84 Kimi "Batılı araştırıcılar" da, Tevrat'taki "Eyyub bölümü"nün, "felsefe ve edebiyat" yönünden "çok değerli"; dahası, kitlelere "çok yararlı" olduğu görüşündeler.85 Bence bunun iki nedeni olabilir: Bu görüşte olanların ki mileri, kitlelerin avutulup uyutulmalarında çıkarları olanlardır. Kimileriyse, bağnazlığa varacak ölçüde "Yahudilere karşı olmak"tan ötürü bu görüşü savunma gereğini duyarlar. Yahudilerin "kutsal" kitaplarında yer alan "Ey yub" masalının, başka toplumların malı olduğunu, onun için de "Tevrat'ın tüm bölümlerinden daha büyük değer taşıdığı"nı ileri sürerler.86 Masal, bence de, başka toplumlardan alınıp Tevrat'a eklenmiştir. A m a bu, söz ko nusu masalı "değerli", hele "yararlı" kılmaya yetmez. Tevrat'ta yer alan E yyub m asalının özeti: "Us (Uts) ülkesinde bir adam vardı. A dı, Eyyub'du. Kâm il ve doğ ru bir adam dı. A llah'tan korkar ve kötülükten ç e k in ird i..." diye başlar masal. M asalım ızda Eyyub, "TamT'ya göre böyle bir kişiydi. Ama, "Tanrı"nın E y yubia ilgili bu görüşüne katılm ayan biri vardı: "Şeytan"!
56
Eyyub, "öyledir, değildir, derken; "TanrTyla "Şeytan", "bahse tutu şurlar". Bir "sınav" düzenlerler Eyyub için. Eyyub "sınav"ı kazanırsa, "Tanrı" da "bahsi kazanm ış olacak" dolayısıyla. "Tann", elindeki "tüm ipleri" Şeytan'a verir. Tüm yetkiler Şeytan'da! Eyyub'a dilediğini yapabilir. Görecektir ki, Eyyub "yazgısına boyun eğip" katlanacak. Ve de "Tann" için hiçbir "uygunsuz söz" söylemeyecek! A rtık Şeytan yapacağını yapar ve zavallı E yyub'un başına g el m edik bela kalmaz: Önce mallarına zarar verilir: "Yedi bin koyunu, üç bin devesi, beş yüz çift öküzü, beş yüz dişi eşeği"yle "pek çok sayıdaki" "kölesi", elinden alınır. Gelen bir felaketle yok olur bunlar. Sonra, "yedi oğlu"yla "üç kızı" yok edilir. D aha sonra da sağlığından olur Eyyub'cağız: "Kötü çıban"lara yakalanır. Hem de ne yakalanma: Baştan sona! Tüm gövde! O sırada eli ne geçirdiği bir "kiremit parçası"yla kazırcasına kaşınm aya başlar. K a şındıkça daha çok yaralar, bereler içinde kalır zavallı. N e var ki, bütün bunlar karşısında "yazgı"sına katlanır. T ann'ya karşı "uygunsuz bir şey" söylemez. Dolayısıyla da "sınav"ı kazanır. "Tanrı" da "Şeytan"la tutuş tuğu bahsi kazanm ış olur!87 İşte tüm çileli insanlardan bu "erdem "i, bu tür "yazgıya katlanm a erdem i"ni gösterm eleri istenir. "Sınav, böyle kazanılır!" denir. Eyyub "sınav"ı kazanınca, her şeyi yeniden kendisine verilmiş. Am a "sağlığına nasıl kavuşturulduğu", Tevrat'ta açıklanmıyor. Bunu açıklam a " ş e r e f i Kur'an’ım ıza "nasip” olmuştur: Sâd Suresi, ayet 41-43: "K ulum uz Eyyub'u da an! Hani, R abbine yakarm ıştı o: 'Şeytan bana dokundu. Y ordu beni, bana acı verdi!' dem işti. "Bunun üzerine, 'A yağını yere vur! İşte yıkanılacak ve içilecek soğuk, güzel biı su!' dedi. "Ve katımızdan bir rahmet' (acıma) ile, 'akıl sahiplerine bir öğüt' olsun diye; ona (malını) ve ailesini, bir kat fazlasıyla verdik." "Akıl sahipleri"ne bir öğüt olsun diye bunu sağlam ış, "Ulu T an rı"! G örüyorsunuz, "din-bilim " şarlatanlarının sık sık sözünü ettikleri "K u r'a n’ın akla seslenişi", nasıl bir sesleniş gerçekte! "Eyyub M a salı" ve "akıl"! N e de güzel bağdaşırlar değil mi?! 57
M asala K ur'an'ın yaptığı eklem eye göre, Eyyub’a T ann, "Ayağını yere vur!" demiş. O da söyleneni yapınca bir "su" çıkm ış yerden. Bu sudan içince ve ayrıca suyun içine girip yıkanınca tüm hastalıklarından kurtulm uş! Tevrat'ta olm ayan bu ayrıntıyı M uham m ed nereden bulup eklem iş olabilir? K im bilir! A m a tahm in yürüten var: D oğubilim ci H irschfeld, görüşünü şöyle açıklar: "M ukaddes kitapta ve haham ların kitaplarında buna benzer bir şey yok. A m a sanırım ki, M uham m ed, tutulduğu kötü hastalı ğından, Ü rdün ırm ağında yıkanm akla iyi olduğu anlatılan Num an'ın öyküsünü aklında tu tm u ştu r..." 88 D oğru olabilir. Kimi zam an böyle yapar M uham m ed. B irazını o ra dan, birazını buradan alarak "karm a" oluşturur. S alata g ib i... A yağını yere vurarak çıkardığı "ırm ak gibi" suda yıkanınca Eyyub, sağlığına kavuşur. E skisinden kat kat fazla zenginliğe de kavuş turulur bir anda! B uharî'nin de yer verdiği b ir "hadis"e göre "Peygam ber", şunları anlatıyor: "Eyyub çıplak yıkanıyordu. Birden altından çekirgeler üşüştü ü ze rine. V e Eyyub başladı, bunlardan avuç avuç alıp (kıyıdaki) giysisi nin içine toplamaya. O sırada Tann'sı Eyyub'a seslendi: 'Ey Eyyub! Ben seni şu gördüğün altından çekirgelere ihtiyaç duymayacak ka dar zengin kılmadım mı?' 'Evet Tannm !' diye karşılık verdi Eyyub: 'Gücün için ant içerim ki, beni çok zengin kıldın. Ancak senin 'bereket'ine gereksinim duymayacak ölçüde zengin olamam!"'89 "A ltından çekirgeler" üşüşm üş E yyub'un üzerine! "A ltından çe k irg e le r...!" B öyle bir şey düşü n ü leb ilir m i? Bu tür yalanlara "din"de "m ucize" denir. D aha ne "m ucize"ler var. Ç eşitli örneklerini, ilgili bölüm de* okuyacaksınız. * Kutsal Kitapların Kaynakları-3 (Y.N.)
58
D üşünün ki, bu yalanı "Peygamber" söylüyor! Y a da bu masal yalanı "Peygamber"e söylettiriliyor. H er iki olasılık da ne denli düşündürücü değil mi? Eyyub masalının Kur'an'da olmayan ayrıntıları, "hadis"lerde görülür.90 Bu m asal ve içerdiği "altın çekirgeler" türünden yalanlarla anla tılm ak istenen, kısaca şu: Siz de ey çile çekenler, acı çekenler, "Eyyub'un sabrTnı gösterirseniz, siz de sonunda onun gibi kazançlı çıkarsınız. "Sınav"ınızı kazanm aya çalışın! V erilm ek istenen um ut, bu!
59
"UM UT”
"Korku" ve "umut". Dinlerin sömürdükleri son derece verimli iki alan. İkisi de bu denli verim li olduğu için, inanırlardan şu istenir: "K or ku ile um ut arasında olm ak". "İnanır, korkuyla umut arasında olm alıdır"91 öğüdü, kimi zaman bir "hadis" olarak ileri sürülür,92 kimi zaman da, bir ilke olarak "ayet ve hadisler"e dayandırılır. Ünlü "hadis"çi M uhyiddin E'n-N evevî (1233-1277), ikinci yolu seçmiş, "korkuyla um ut arasında olmak" gerektiğini kanıt lamak için ayet ve hadisler derleyip koym uştur kitabına.93 T üm den "um ut kesilm esi", dinlerin işine gelm ez. İnsanlar, kitleler, bir yandan korkm alılar, öbür yandan da um m alılar. O nun için ala bildiğine korkutulurken yine alabildiğine um utlandırılm alılar d a ... Y ani her durum da kapı açık bulundurulm alı: K orkutulurken "um ut kapısı", u m utlandırırken "korku-dehşet k a p ısı"... "Ö nce korkut, sonra um ut ver." Dinlerde en geçerli ilkelerdendir bu. İnsanlığı aldatm ak için elbirliği edenler, bu ilkeyi önerirler ve bu ilkeye kendileri de titizce uyarlar.
K orku -U m ut K aynağı Tanrı Y ahudilerin T an n 'sı böyledir. H ıristiyanlarınki de böyle. Biraz "farklı" gibi görünür olsa d a ... T abii M üslüm anlarınki d e ... A vusturyalI ünlü psikanalist Sigm und Freud (1856-1939), "83 yaşında yazdığı son kitabında" şöy le dem ekte: "Y ahudi halkına, kader birçok sert darbe ve eziyetli tecrübe ver miş, böylece de onların T an rı'lan m erham etsiz, sert ve hüzün b u lu tu y la k u şatılm ış olarak gözü k m ü ştü r."94
60
B unun hem en ardından da şunların yazıldığı görülm ekte: "Kendisi, bütün âlemlere ve halklara şamil ve Tanrı vasfını m u hafaza ederek, eskiden Mısırlıları olduğu gibi, şimdi de Yahudileri kendi seçm e halkı olarak alm ış ve sonuçta, vecibelerini yerine ge tirdikleri takdirde onları m uhafazaya layık görm üştür..."95 K ur'an'ca da benim senen aynı Tanrı. B akara Suresi'nde bakın neler diyor: "Ey Israiloğulları (Y ahudiler)! Size verdiğim nim eti ve sizi dünyalara üstün kılm ış olm am ı anın!" 47. ve 122. ayet olarak (aynen yinelenerek) yer alır bu sesleniş! Bir (40.) ayet de şöyle: "Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nim etim i anın. B ana verdiğiniz sözü ("ahd") yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözüm ü y e rine getireyim . V e yalnızca benden korkun!" A 'râf Suresi'nin 137. ayetinde de şöyle söylendiği görülür: "H or görülen Y ahudileri, yeryüzünün bereketlendirdiğim iz doğu ve batı kesim lerine m irasçı olarak yerleştirdik. T an n 'n ın , İsrailoğullarına olan güzel sözü yerine geldi (tam am landı). O nlar sıkıntılara katlandıkları için oldu b u ..." En acım asızdan daha korkunç işler yapabileceği bildirilen Tanrı, bir de bakarsınız "acıyan, koruyan" nitelikleriyle sunuluyor. A cılar, sıkıntılar içinde çile çeken kitlelere um ut verm ek için. Z üm er S uresi'nin 53. ayeti şöyledir: "De ki, ey kendi zararlarına (günah işleyerek) çok ileri gitm iş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden sakın umut kesmeyin. Çünkü Allah, tüm günahları bağışlar. O, bağışlayan ve acıyandır." B akara Suresi'nin 186. ayetindeki sesleniş de şöyle: "(M uham m ed!) K ullarım sana beni sorarlarsa bildir ki, ben on lara yakınım . B ana d u a edenin, bir istek yöneltm iş olduğunda duasını kabul ederim . Ö yleyse onlar da benim çağrım a uysunlar, bana inansınlar ki, doğru yolda olsunlar." 61
Y usuf S uresi'nin 87. ayetinde şöyle denir: "...V e Tanrı'nın rahm etinden um udunuzu kesm eyin. Ç ünkü kâ firlerden başkası, T anrı'nın rahm etinden um udunu kesm ez." B uharî'nin E's-Sahih'm&e. de yer alan bir "hadis"te ilginç bir öykü anlatılır. B u n a göre: "Peygam ber (M uham m ed) anlatıyor: İsrailoğullarında (Y ahudilerde) bir adam vardı. D oksan dokuz insan öldürm üştü. Evinden çıkıp sorm aya başladı: 'B enim için tövbe (günahtan arınm a) yolu var m ıdır?' B ir ’rahip'e sordu önce. R ahip, 'hayır!' karşılı ğını verdi. A dam , bunun üzerine rahibi de öldürdü. (Böylece, ö l dürdüklerinin sayısı yüz oldu.) B ir başkasına gidip sordu, 'T öv be edersem bu işlediğim günahlardan kurtulm uş olabilir m i yim ?' Bu kez sorduğu kişi 'hayır!' dem eyip 'falanca köye git, o yörede günahlarından arınabilirsin!' dedi. "A dam o köye gitm eye koyuldu. N e var ki, yolda ölüm erişti kendisine. "Şim di bu adam ın ruhunu 'rahm et m elekleri' mi alm alı, yoksa 'azap m elekleri' mi? "M elekler tartıştılar: "R ahm et m elekleri: 'Bu adam tövbe ederek ve kalbiyle T a n n ’ya yönelerek 'rahm et'e doğru ilerlerken ölüyor. B öyle olunca da bunun canını bizim alm am ız gerekir.' "Azap melekleri: 'Hayır! Bu kişi güzel olan hiçbir iş işlememiştir. G ünahlanndan arınm ış olam az. Onun için canını alm aya biz yet kili olmalıyız.' "Böyle tartışılırken bir başka m elek belirdi. İnsan kılığında. Rah met ve azap melekleri bu m eleği 'hakem' yaptılar tartıştıkları ko nuda. H akem melek onlara ne yapm alan gerektiğini bildirdi: "'Şim di siz, buradan başlayıp, geldiği köyle gideceği köy ara sındaki uzaklığı ölçeceksiniz. A dam ın ölm ekte olduğu şu yer, hangi köye daha yakın? O na göre durum belirlenecek.' 62
"H akem in bu kararına uyulup uzaklık ölçüleceği sırad a T anrı, durum u kişinin lehine çözüm ledi: A dam ın gitm ek için yöneldiği köye, 'yaklaş (yani adam ın öldüğü yere yaklaş)!', geldiği köye de, 'uzaklaş!' buyruğunu verdi. Sonra: '"H aydi şim di ölçün aradaki uzaklığı!' buyuruldu. "Ö lçünce, adam a ölüm ün eriştiği yerin, gitm ek istediği köye 'bir karış' daha yakın olduğunu gördüler. "Bunun üzerine rahm et m elekleri adam ın canını aldılar ve böy lece adam günahlarından arınm ış, T an n 'n ın rah m etin e k av u ş m uş o ldu."96 D em ek istenen şu: "Tanrı, işte böyle rahm et sahibidir, O. kulla rını işte böyle korur!" Ö ykünün içeriğindeki ilkellik ne olursa olsun, inançlı, y a da in an m aya hazır kitlelere böyle yutturuluyor. "Tanrı korkusu" yanında b ö y le um ut aşılanıyor işte. U yuşturm ak ve uyutm ak iç in ... "G ünah"lar ne denli kabarık olursa olsun "Ulu Tanrı bağışlar. K ullarını kayırır O." Bir, verilen bu um udu düşünün; bir de kim ilerinin "cehennem ateşi"nde nasıl "yakıIacaklarT 'na ilişkin ayetleri. V erilen um utla verilen korku ve "dehşet" arasındaki uçurum u düşünün. "Sonsuz rahm eti (acım ası) olan U lu T anrı", dünyada da "kulları"nı birbirlerine kırdırm ıyor m u? "V urun, öldürün!" dem iyor m u? K u r'a n 'daki şu "buyruk"lara bakın: N isâ Suresi, ayet 84: "(Ey M uham m ed!) Tanrı yolunda öldürüşm eye giriş! Sen y al nızca kendinden sorum lusun. A m a, bu konuda inanırları da k ış kırt. K âfirlerin baskınını Tanrı önleyebilir. T a n rın ın baskını da, cezalandırm ası d a daha yam andır." T evbe Suresi, ayet 5: "Ö ldürüşm enin yasak olduğu aylar çıkınca, putataparları nerede bulursanız öldürün! Y akalayın onları! K uşatın! H er gözetlem e yerinde bulunup bekleyin! (...)" 63
B akara Suresi, ayet 191: "N erede yakalarsanız öldürün onları..." M âide Suresi, ayet 33: "Tann ve Peygam beri'yle savaşanların cezası: Öldürülmeleri, ya da asılm alan, ya da el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi, ya da bulunduklan yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir re zilliktir. A hiretteyse daha büyük acı veren ceza hazırlanmıştır." Y ahudi T anrısı'nın kopyası olan Kur'an T anrısı böyle "buyuru yor" işte! Buharı ve M üslim 'in £'s-Sa/n7Tlerinin de içinde bulunduğu "hadis" k itaplarında yer verilen hadislere göre, yukarıdaki ayetlerden sonun cusu, bir olayla ilgili. O lay, bakın nasıl tüyler ürpertici: "Enes İbn M âlik anlatıyor: Ukl ya da Ureyne oym aklanndan bir takım insanlar, M edine'ye geldiler. Havasından hastalanmaları ne deniyle burada kalamayacaklarını Peygam ber'e anlattılar. Peygam ber de: 'İsterseniz, Beytülmal develerinin bulunduğu kesime gidin. D e velerin sidiklerinden ve sütlerinden için!' dedi. Öyle yaptılar ve sağ lıklarına kavuştular. İşte bu sırada adamlar, o develerin çobanını öldürdüler. Develeri de önlerine katıp götürdüler. Bu arada İslam'dan da döndüler. Haber, günün ilk saatlerinde iletildi Peygamber'e. Pey gam ber onları izlettirdi. V e güneş yükselmişti ki, yakalayıp getir diler. Peygamber, (Kur'an in buyruğuna uygun biçimde) suçluların ellerinin ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesini buyurdu. Buyruk yerine getirildi. Kesilen organlardan kanın akmaması için uygulanan yöntem uygulanmadı. P eygam berin buyruğuyla aynca gözleri oyul du. Suçlular, daha sonra, kara taşlı ve son derece sıcak bir yer olan H arre’ye götürülüp konuldular. G üneş sıcağına bırakıldılar. İçmek için su istiyorlardı. Su verilmedi kendilerine. V e ölünceye dek öylece bırakıldılar."97 "Çok acıyan" ve "kullarını çok çok kayıran" "Ulu Tanrı" adına yapıl m ıştır bu tüyler ürpertici işkenceler. "Çok merhametli Peygam ber"in buyruğuyla... Bu öyle bir peygam berdir ki, kimi zaman "kadın ve ço
64
cukların öldürülmelerini" bile buyurmuştur.98 Dahası; kimi "kâfir"ler için "yakaladığınız zaman yakın!" buyruğunu vermiştir.99 "Umut kaynağı T ann" adına!.. T ürlü canavarlıklar yanında insanları "diri diri ateşte yakm ak , Y ahudi ve H ıristiyan T an rıla rın ın da (K utsal K itaptaki) hüküm leri ara sın d ad ır.100 O nun için Y ahudi ve H ıristiyan dünyalarında d a bolca rastlanm ıştır bu tür canavarlıklara. Y ine "U m ut kaynağı U lu T anrı" adına!.. İlke aynı ilke: "U m ut ve dehşet" hiç eksik olm am alı. B ir y an dan biri, öbür yandan öbürü olabildiğince verilm eli! B aşka türlü nasıl ayakta durabilirdi bu dinler?
"B aba Tanrı" T evra t'ta "Tanrı oğulları"ndan söz ed ilir.101 Ç ıkış b ö lü m ü n ü n 5. babının 22. ayetinde de Y ahudi T anrı'sı şöyle der: "V e gidip F iravun'a şöyle diyeceksin: R ab şöyle diyor: 'İsrail (Y ahudi toplum u) benim oğlum dur, ilkim dir. " "İsrail'in Tanrı’nın oğlu olduğu", yani Yahudilerin, Tanrı'nın çocuk ları oldukları Tevrat'ın başka kesimlerinde de anlatılır. Örneğin: Y erem ya, 31:9: "(Yahudiler) ağlayarak gelecekler; yalvardıkça onlara yol göstere ceğim. Onları, sulu vadiler yanında, doğru yolda yürüteceğim. O n lar orada sürçmeyecekler. Çünkü ben, İsrail'in babasıyım. Efraim de ilk oğlumdur." H oşea, 11:1-4: "İsrail çocukken onu sevdim. Ve oğlum u M ısır'dan çağırdım. A m a onlar bana çağırıldıkça, (benim adıma) çağıranlardan uzaklaştılar. Baal'lere kurban kestiler ve putlara buhur yaktılar. Efraim'e yü rümeyi ben öğrettim. Onları kucağım a aldım. A m a kendilerine bunu yaptığımı, şifa verdiğimi bilmediler. Onları insan ipleriyle, sevgi bağlarıyla çekerdim. Ve onlara, boyunlarından boyunduruğu kaldıran oldum. Ve onlan özenle besledim!"
65
İsa da (eğer gerçekten var o lup yaşam ışsa) bir "Y ahudi"ydi. Onun için "Y ahudilerin T an n 'n ın oğulları (çocukları)" oldukları, İn cillerd e de anlatılır. Ö rneğin; R om alılara, 9:4-5: "O nlar İsraillilerdir. O ğulluk, üstünlük ('celâl', 'izzet'), ’ahid’ler, 'Şeriat' verilm işlik, 'ibadet' ve ’va'd'ler onlarm dır (onlara ö zgü dür). 'B aha'lar da onlarm dır. V e gövde yönünden 'M esih' (İsa) da o n la rd a n d ır..." II. K orintoslulara, 6:18: "Ve her şeye güç yetiren Rab (Tann) şöyle diyor: 'Ben sizi kabul edip size baba olacağım. Siz de bana oğullar ve kızlar olacaksınız!'" Bu "baba" nereden geliyor? Yahudi T annsı "erkek"tir. H ıristiyanlar ve M üslüm anlarca inanılan Tanrı da öyle. K ur'an'ın T an n 'sı da "erkek" olduğu için, Kur'an'da., erkeğe özgü sözcüklerle anlatılm ıştır T an n . Ö rnek olarak "İhlâs" S uresi'ni alalım : T an n için kullanılan tüm sözcükler "eril" ("m üzekker") ("m asculin"): "Huve" (O ), "A llah", "A hed" (bir, tek), "e's-Sam ed" (başvurulan), "lem yelid" (doğurm adı), "lem yûled" (doğurulm adı, yani doğm adı), "lehâ" (O 'na). Tanrı "dişi" olsaydı, bu sözcüklerin "dişil"leri k ullanı lırdı ve sözcükler şöyle olurdu: "H iye", "İlahe" (ya d a El Lât), "e'sSam edetu" (y a d a e 's-S a m d e tu ), "lem telid", "lem tûled", "lehâ". İslam öncesi A raplar "dişi tanrılar"a da inanırlardı. Bu tanrılar için doğal olarak "dişil" sözcükler kullanırlardı. A dlan d a dişildi bunlann, "El Lât" gibi. Bu, "Allah"ın dişilidir. "El Uzzâ" gibi. Bu da "El Aazz" (en Azîz)'in dişili. Ve "El M enât" g ib i... Bu üç dişi T ann, asıl Tann'nın, yani erkek "Allah"ın "kızları" sayılırlardı. Kimi "hadis" ve "tefsir"e göre, M uham m ed de bunlan benimseyecekti neredeyse: A rap dünyasının ünlü soybilim , tarih ve hadis uzm anı ve kendisi gibi ünlü K itabu'l-A snâm (P u tlar K itabı) adlı kitabın yazarı H işam İbn El K elbî (ö. Hicri 204/ M iladi 819 ya da Hicri 2 06/ M iladi 821), şöyle yazar:
66
"K ureyş (kabilesi), K âbe'yi tav af ederken (şiir biçim inde) şöyle derlerdi: '"Lât'a, U zzâ'ya ve üçüncüsü olan öbürüne, M enât'a ant olsun. K uşkusuz bunlar yüce kuğulardır (ya da yüce turnalar). V e kuş kusuz um ulan da bunların 'şefaatleri'dir.' "K ureyş'ten o lanlar derlerdi ki, 'B unlar, T an n 'n ın k ızlarıdırlar ve bunlar, O 'na ulaşm ak için 'şefaatçi' (yardım cı) o lu rlar!’"102 B ir ayet: Z üm er Suresi, ayet 3: "B ilesiniz ki, 'din', bütünüyle T anrı'ya özgüdür. O 'nun d ışın d a kileri (başka tan rıları) dost edinenler, 'bizi, T an rı'y a y ak laştır sınlar diye onlara tapınıyoruz!' d e rle r..." İşte burada ilginç bir öykü: T aberî (Ö.923) ve E 'z-Z em ahşeri (1074-1143) gibi çok ünlü "tefsir”cilerin de yer verdiklerine göre: M uhammed, yukandaki şiirde övülen "El L â f a , "El Uzzâ"ya ve "El M e n â fa M ekkelilerin ne denli önem verdiklerini çok iyi biliyordu. Bunları sevindirmek istiyordu. Böylece belki kendisine çekebilirdi. "Şefaafleri "umulan" üç dişi Tanrının adının da K ur'an'da yer almasını, övülmelerini "dilemişti Tann'sından". Bunun üzerine "Necm Suresi" "indi". Bu surenin 18. ayetinden hemen sonra yukandaki şiir aynen yer alıyordu. Zaten su renin üslubu da buna uygundu. Bunu işiten Mekkeliler, Muhammed'le bir likte "secde"ye kapanmışlardı. Olay yayıldı. Habeşistan'a göçm üş olan M üslümanlar da bunu duydular ve "Mekkeliler hep M üslüman oldu" di yerek M ekke'ye dönmeye başladılar. N e var ki, sonradan "Cebrail" geldi. "Ne yapıyorsun sen? Benim getirmediğimi 'ayet' diye okuyorsun!" diyerek "Peygamber"i uyardı. "Üzülmüştü" M uhammed! Neyse durum düzeltildi. Ü ç dişi tannnın "ad"ları değilse bile, övgüleri kaldınldı. Ayrıca, bir başka surede olay üstüne bir "açıklama" da geldi "Tann"dan: Hacc Suresi, ayet 52: "(M uhammed!) Senden önce hiçbir 'resul' (kitaplı peygamber) ve 'nebi' (kitapsız peygam ber) gönderm edik ki, bir şey umup istediği 67
zam an, 'şeytan' onun isteğine uygun şeyler katm am ış olsun. A m a Tanrı, ’şeytan'ın kattıklarını kaldırıp giderir. Sonra kendi ayetlerini yerleştirir T ann. V e T ann, bilendir, hikmetlidir." Y ani üç T a n n ç a 'n ın övgüsüne ilişkin sö zler (şiir), "şeytan"ın şeytanlığıyla "peygam ber"in d iline getirilm işti. A m a "hikm etli" olan T an n , "şeytanınkini" kaldırıp "kendininkini" y erleştird i!103 B u o lay a "garanik olayı" (dişi kuğular ya d a dişi tu rn alar olayı) adı verilir. O layı örtbas etm ek için "İslam avukatları"ndan epeyce çaba har cayanlar o lm u ştu r.104 S öz k onusu şiir, K ur'an'dan tü m ü y le çıkarılm am ıştır. A nlam ı d e ğiştiren d eğ işik lik ve eklem e yap ılm ıştır yalnızca. Y ani şiirin sö z lerinden büyük bir bölüm ü "ayet"ler arasında duruyor! D eğişiklikten sonraki "ayet"ler çok ilginç anlatım içerdiği için bu rada sunm adan geçm eyeceğim : N ecm Suresi, ayet 19-22: "Lât’ı, Uzzâ'yı ve üçüncü olan öbürünü, M enât'ı gördünüz mü? D em ek erkekler (erkek çocuklar) sizinken, dişiler (kız çocuklar) Tanrı'nın öyle mi? Eğer böyleyse 'haksız' bir paylaştırm adır bu!" A n laşılan "erkek" T anrı, bu "paylaştırm a"dan ho şn u t değil. H er kesin "erkek çocukları" olurken, O'na, "uygun görülen"; neden "kız çocukları" olsun?! K ızlar, erkek çocuklar kadar değerli görülm ediği halde, "T an n 'n ın k ız lan var!" dem ek ve " L â f ı, "U zzâ"yı ve " M e n â fi "T anrı’nın kızları" diye gösterm ek "haksızlıktır"! İşi böyle yorum layan "U lu T anrı", erkek ve kız çocuklara, kendisi de a y n d eğ erler biçm iş o lm uyor m u? "Erkek" T anrı'nın bu ayrım ı yaptığı, başka surelerde, örneğin T ür Suresi'nin 39., Sâffât Suresi'nin 149-153., Z üm er S uresi'nin 4. ayet lerinde de göze çarpar. "K ızlan var" gösterilm esine ço k öfkelenm iş görünüyor bu ayetlerde. Sâffât S uresi'nin 153. ayetinde şöyle soruyor: "Tanrı, (o ğ u lla n bırakıp da kızlar edinerek) kızları o ğ u llara yeğ mi tuttu?" Z üm er Suresi'nin 4. ayetindeyse "Eğer kendisine çocuk edin m iş olsaydı, (kızları değil) dilediği cinsten çocuklar (oğullar) seçerdi" anlam ını veren açıklam ada bulunuyor. 68
T ann, Kur'an'da. "kadın-erkek" aynm ı da yapar ve "erkek"leri "ka dın "lara üstün tuttuğunu belli etmekten çekinmez. Bakara Suresi'nin 228. ayetinde, "Kadınlara karşı erkeklerin üstün dereceleri v ard ır..." der. N isâ Suresi'nin 34. ayetinde erkeklere seslenerek, "...K arşı gelmelerinden (ya da uygunsuzluklanndan) kaygılandığınız kanlannıza öğüt verin, ya taklarında onlan yalnız bırakın. V e dövün onlan..!" buyruğunu verir. A y n ca K ur'an’m "hükm ü"ne göre, "miras"tan kadın, erkeğin ancak y a rıs ı kadar pay alır. Tanıklıkta, "iki kadın ", bir erkek yerine geçer. Erkeğin ka dına üstün tutulduğunu anlatan daha nice "hüküm"ler var ayetlerde. "Ahiret" yönünden erkeğe verilen üstünlük, daha çarpıcı: "Cennet"te erkeklere "huriler" ve "birer inci gibi erkek hizmetçiler (.oğlanlar) verileceği bildiri lirken; kadınlara bir şey y o k ! Bütün bunlar da, "Ulu Tanrı"nın erkek olduğunu gösterm iyor m u? Bu "erkek Tanrı", birçok kez belirtildiği gibi, Yahudilerden gelmiştir Kur'an'a. Yahudilerse, kuşkusuz çevrelerinden almışlardır. "Erkek" oluşu da, "ata-erkek" erkinin ailede temel olduğu dönemin ürünü olmasından. Y ahudiler, bu "erkek T anrı"yı hangi toplum ya da toplum lardan alm ış olab ilirler? B iraz üzerinde durm akta yarar var:
"B aba T anrı N erelidir?" "Eski M ısır" anlatılırken, "dinde yenilik getirdiği belirtilen b ir Firavun'dan söz edilir: IV. A m dnophis* (A m enhotep)* (A khnaton)** (1 0 14. yüzyıl). K onunun uzm an araştırm acı ve incelem ecilerinin anlattık ların a göre, bu Firavun, M ısır'da inanılan tüm T anrıları bıraktırıp "bir tek T anrı"ya, "A ton"a inanıp bağlanm ayı buyurm uş. W eigall çevirisinin bir Arapça çevirisinden, bu Firavun’un. "Aton"u nasıl anlattığını, O 'na nasıl seslendiğini; Türkçeye aynen çevirm eye çalışarak sunayım:
* Ö n c e k u lla n ıp so n ra d an k u lla n m a d ığ ı ad. " (T an rı) A m o n h o şn ut" a n la m ın d a. ** S ö z konusu Firavun'un d aha sonra kullandığı ad. 'A to n 'un g ö rkem i" anlam ında. Y ani F i ravun, kendisini, "A ton"un görkem i olarak tanıtıyor.
69
"Ne güzeldir tanyerinin ağarm ası gök çizgisinde belirirken! Ey yaşayan! E y yaşam ın b aşlan g ıcı olan A ton! D oğunun çizgisinde doğup belirirken, yeryüzünün h er kesim ini güzelliğinle doldurur, donatırsın! Güzelsin sen, büyüksün! Yeryüzünün yükseklerinden ışınlarım gönderirken; tüm yöreleri ve yarattığın her kesimi kaplarsın onlarla. R a tgüneş tanrısı) da sensin! T üm ünü, sana tutsak yaratıklara döndürürsün sen! T üm ünü bağlarsın kendine sevginle! Ç ok uzaklardasın evet! A m a işte ışınların yeryüzünde! Ç ok yükseklerdesin evet! A m a işte gündüzler, seni anlatan izler! * ** Sen yitip gittiğinde göğün batı çizgisinde; A rtık yeryüzü bir ölüdür karanlıklar içinde! H erkes uyum akta odalarında. (...)
A ydınlık o lur dünya; Sen doğduğunda 'ufuk'ta. G ündüzle parladığında; K ovarsın karanlığı. S a ld ığ ın d a ışın ların ı, Sevinç günüdür artık M ısır'ın iki yakasında d a ... (...)
H ayvanlarını otlaklarında o tlar bulursun, A ğaçlar, bitkiler gelişm ekteler, K uşları görürsün sazlıklarında, K anat açıp seni yüceltm ekteler. (...) * * *
B ir aşağı bir yukarı yürür gem iler, Sen ki doğdun artık yollar açıktır, B alıklar ırm aklarında danseder önünde, Işınların, büyük, yeşil denizin göbeğinde parlar. 70
Ey kadında yaşam suyu yaratan! E rkeğinkine yavru tohum u katan! V e yaşatan yavruyu ana kam ında, D ölliikte bile ağlar diye avutan B akanına soluk veren, güç veren, G övdesinden ayrıldığı gün! V e sensin ağzını açıp söze başlatan, Şensin gereklerini gören, gözeten!
Y um urta kabuğunda bir ses mi var? B elli ki soluk verdin ona yaşasın diye G ücü de verdin, kendini toparlar, K abuğunu kırar ve çıkar. T üm gücüyle bağırır artık A yakları üstünde gezen bir yaratık, B ir durur V e kabuğundan çıktığı yerden başlayıp yürür! * ** (Ey A ton!) N ice nice yaratıkların var, K im ini hiç görem eyiz, perdeliler onlar. E y tek olan Tanrı! Ey başkasında olm ayan gücü bulunan! D ünyayı gönlünce yarattın, Teksin de ondan! İnsanları, hayvanları da yarattın büyük-küçük, T üm yeryüzündekileri: A yakları üstünde yürür dururlar Y a da yükseklerde uçup kanat çırparlar. Y abancı yöreleri de: Suriye'yi Q uş'u (K ush'u). V e M ısır to p rak ların ı... H er toplum u sen yerleştirdin yerli yerince, Sen karşılarsın gerekleri olunca. H erkesin gerekli yeteneği var, H erkes belirli güne dek yaşar.
71
İnsanların konuşm a dilleri ayrı. Y apıları, yapı özellikleri ayrı Ö yle yarattın sen toplum ları: A yrı ayrı. * ** (...)
Tüm ülkelerin T anrı'sısın sen, kendileri için doğan, Sen gündüz güneşi, sen büyük, korku salan En uzak ülkelerde bile... (...)
(Ey A ton!) G önlüm desin sen! B aşkası değil; y alnızca ben seni tanırım gerçekten! O ğlun A khnaton’dur bilen-tanıyan. Şensin onu hikm etli (bilgili) kılan. O, senin gücünle, senin yolunda. (Ey A ton!) Tüm dünya senin elinde! (...)
D ünyayı sensin yaratan, O ğlun için ayakta tutan. O ki senin gövdendendir. Y ukarı ve A şağı M ısır'ın k ralıd ır o. H akkı ayakta tutan, iki yakanın da efendisi. ( . . . r 105 J.H . B reasted, bu şiirler üzerine şunları açıklar: "G üneş T anrısını (A ton'u) ululam ak için A khnaton'un, bizzat ken disinin yazdığı bu şiirler, onun inancının enginliğini ve güzelliğini, bu genç kralın T ek T an n 'y a olan inancını dile getirir. Bu T ek Tanrı, d ünyadakileri yaratm akla kalm am ış; çeşitli türleriyle, M ısırlısı ve y abancısıyla tüm insanları da yaratm ıştır. A ton; çok acıyan, kayıran, koruyan, tüm yaratıklarına kol kanat geren ve gereklerini gören bir 'baba'diT. Y aratıkları da bunun bilincindedir. K uşlar bile, sazlıkta
72
uçarlarken, kollarını y ukarıya kaldırıp ellerini açarak şükrünü b e lirtm eye çalışan dindar insan gibi, onun için kanatlarını açarlar. B u ben zetm e şiirde de var. "İnsanlığın binlerce yıllık geçm işindeki evrelerini tarıyoruz; am a A khnaton’dan önce, tüm evreni kavrayacak biçimde acıması ve ko ruyuculuğu olan bir Tek T anriya ilişkin inancı doğru olarak kav rayıp benim sem iş bir başka insanı bulam ıyoruz."106 İşte kimi araştırm acı ve yazarlar, Y ahudiliğin, H ıristiyanlığın ve İslam 'ın "kutsal k ita p la rın d a k i "Tek T anrı"nın, "B aba T anrı"nın kaynağını burada bulurlar: K ahire Ü niversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. A hm et Çelebi, "G arplı tarihçiler, M usa'nın 'vahdaniyet' (tek tanrı) fikrini, IV. A m enofis (A khnaton)'dan aldığını kabul ed erler” diy o r.107 E ski M ısır T a rih ve M edeniyetinin yazarı Prof. Dr. A fet İnan da, A rthur W eigall'e d ayandırarak şunları yazar: "M usa P eygam ber'in tarihi bir şahsiyet olduğunu, M ısır'da bu din reform u zam anında yaşam ış ve bu fik ir lerden m ülhem olm uş olduğunu kabul ed erler."108 M usa'nın tarihte yaşam ış bir kişi o lam ayacağını ileri sürenler de yok değil. V oltaire de, F elsefe Sözlüğü'nde, kendine özgü üslupla bu g ö rü şte olduğunu belli e d e r.1"9 M usa gerçekten yaşamış bir kişiyse ve bir "M ısır Firavunu" olarak "Tektann inancı"nı başlatıp yerleştirme çabasını gösterm iş olan, yukarı daki ateşli seslenişlerin sahibi A khnaton zam anında yaşamışsa, ondan et kilenmemiş olması kolay kolay düşünülemez. Musa'nın yaşadığı ileri sürülen tarih, olaylarla karşılaştırılıp incelendiğinde bu Tektanrıcılığın ku rucusu sayılan Firavunun dönemine rastlıyor bulunur. Böyle olunca da, "Musa, Tektanncılık düşüncesini Akhnaton'dan almıştır!" yargısı doğal. Sigmund Freud (1856-1939) da bir psikoloji bilgini olarak konuyla il gilenm iş ve yaşı "80"i aştığı bir sırada Musa ve Tektanncılık adlı kitabını yazmış. Bu kitapta, Firavun Akhnaton'un A ton Dini için şöyle der: "Bu, in sanlık tarihinde Tek Tann dininin ilki ve belki de en saf olanıdır."110 Freud da, "kutsal kitap'lardaki "Tanrı"nın kaynağını burada bulur. Ayrıca, M usa'nın söz konusu Firavun zam anında yaşamış bir M ısırlı, "Aton"u benimsemiş bir prens olabileceğini düşünür. Şöyle der:
73
"Akhnaton'un yakınları arasında belki de Tutm ose adıyla anılan ve bu devirde çok yaygın bir ad sayılan biri mevcuttu. İsmin pek fazla önemi yok. A m a ikinci kısm ın sonunun M ose ile bitmesi dikkate şayan. Kendisi yüksek rütbeli m em ur olup Aton dinine sıkı sıkıya bağlıydı... (Akhnaton'un ölüm ünden sonra) M ısır'da dam galı veya şüpheli bir adam olarak kalabilirdi. Kendisi bir hudut eyaletinin va lisiyse, oraya birçok nesil önce yerleşm iş olan (Yahudilerin içinden çıktıkları) Sami asıllı bazı kabilelerle temas halinde olması m üm kündü. B üyük hayal sukutu ve yalnızlığı içinde bu yabancılara döner ve kaybettiği şeyleri onlar aracılığıyla telafi etm eye çalışır. Onları kendi halkı olarak se çe r.. ,"UI Buna göre, "kutsal kitap"lann bir "peygamber" diye insanlığa yuttur dukları Musa, "Mısır"lı bir prensten başkası değildi. Yahudi toplumundan olmadığı halde, gönül verdiği am aca ulaşmak için bu toplumu seçmişti. "Kutsal kitap"lann "Tann"sıysa, "Mısırlı M usa"nın bu toplumdan bir ka bileye benimseterek yola çıküğı "Aton"un ta kendisiydi. A ncak Firavun Akhnaton'un "Tek Tann" durumuna getirdiği bu G üneş Tannsı, Yahudilere geçtikten ve Tevrat'ın "Yehova"sı olduktan sonra nitelik değiştirmişü: "Banşsever"ken; "savaşçı" olmuştu. Freud’un deyimiyle; "fetihçı'. Yahudilere uygun olan da buydu.112 Kimi araştırıcılara göre, "Yehova" sözcü ğü de "güçlü, savaşçı" anlamına gelir.113 Y ahudi T anrı'sının başka toplum ların "T an rı"lan n d an d a nitelik aldığı görülür: Ö rneğin K en'anlıların (Fenikelilerin) T anrı'sı; "göklerin efendisi, yağm urların göndericisi ve fırtınalara egem en olan" U lu "Ba'l" ile ay nı n itelikleri p ay laşır olm uştu. 1929 yılında Fenikelilerin lim an kentlerinden U garit'in bulunduğu yerde (Suriye'nin kuzey kesim inde, Ras Şam ra höyüğünde), eski din ve m itoloji yönünden çok önem li bilgileri içeren yazıtlar ortaya çıkarıldı. Bu yazıtlar, "U garit m etinleri" diye de anılır kitaplarda. Ve bunların, İÖ 1400'lere ait olduğu belirlenm iştir. işte bu m etinlerdeki Tanrı B a'l ile, Tevrat'ın T an rı'sın a aynı ni teliklerin verildiği görülm ekte:
74
U garit m etinlerinde "B a'l", "bulutlara binen" diye nitelenir. Tev rat'ın M ezm urlar bölüm ünün 68:4 ayetinde de şöyle denir: "T a n rıy a ilahi okuyun, adına terennüm de bulunun. O, buluta binip çöllerden g eçene yol hazırlayın!" U garit yazıtlarına göre, "gök gürültüsü", T anrı "B aT 'in sesidir. Tevrat'la., Eyub, 37:2-5 ve M ezm urlar, 29:3-5'te anlatıldığına göre ise, "gök gürültüsü", Y ahudi T anrı'sının "ses"idir. Kur'an'da, "Ra'd" (gök gürültüsü) Suresi'nin 13. ayetinde de, "gök gürültüsü"nün, "Tanrı U y arısı"nı yansıttığı bildirilir. L übnan doğum lu P rofesör Philip H itti, 7evraf'taki 29. M ezm ur’un tüm üyle, "K enan" (Fenike) kökenli olduğunu y azar.114 U garit m etinlerinde, "levyatan" (leviathan) diye bir "yılan"dan söz ed ilir ve bu 'canavarı" T anrı Ba'l'in öldürdüğü anlatılır. Tevrat'la da (İşaya, 2 7 :l'd e ) aynı adlı bir yılandan söz edilir ve onu, "R abb"in (ya ni Y ahudi T anrı'sının) öldürdüğü anlatılır. "B a'l", sözlük anlam ıyla "efendi" dem ektir. Ç ok ilginçtir, bu sözcük, Kur'an'da da aynı anlam da kullanılır: Sâffât Suresi'nin 125. ayetinde T ann Ba'l için kullanılırken, birçok ayette de "kannın kocası" anlamını içerir."5 Yani Kur'an'da da "erkek" olan T ann, "Baba T ann"; "koca"lan, "karı"lan için hem "efendi "yapmakta, hem de yine "kan"lan için bir çeşit "Tann" niteliğinde göstermekte. Yahudi toplum u "Filistin"e döndüğünde, (İÖ 13. yüzyılda), komşu olduklan Ken'anlılar (Fenikeliler), çok ilerlemişlerdi. Bu tarihten 16001700 yıl önce bile, onlar önem li kentler, limanlar, ticaret merkezleri kur muşlardı. "Efendi" anlamlı T ann'ları "Ba'l" de, onlann üretim ilişkile rine uygun nitelikteydi, "bolluk, verimlilik Tannsı"ydı. Buna uygun ola rak uydurulan bir de "efsane"si vardı. Uzun ve acıklıydı efsane. İnanırlan; yaz sıcaklannın bitkileri kavurup kurutmasını, "Ba'l'in ölümü"yle, bitkilerin yağm ur m evsiminde yeniden yeşermesiniyse, onun "dirilmesi"yle açıklarlardı. Töreleri, törenleri de vardı bununla ilgili.116 Y erleşik aşam aya geçen Yahudiler de "BaT'e ilgi duydular.’17 Onlar da "Tann "lan n ı zam anla "efendileştirip", "BaT'le özdeş durum a getirdiler. Yani Yahudi Tann'sı da, "bolluk, verimlilik Tannsı" oluverdi. Oysa, A rap mi■tolojisi yazarlarından Dr. M uham m ed Abdulm uid Han'ın anlatımıyla "yoksulluğun Tannsı"ydı yalnızca.118 K en'anlılann "efendi" Tanrı'larını
75
Yunanlılar da almışlar, ona "Adonis" (adon=efendi) adını vermişler d i.119 "Adonis" de "bitkilerin, verim liliğin Tannsı"ydı ve aynı "efsane", onun için de geçerliydi.120 Süm er Tanrılarından Dumuzi de "Sami"lerde "Tammuz" (Tem m uz) diye adlandırılm ıştır ki, bu sözcük de "efendi" anlam ına gelir.121 Geçerli olan efsane, aynı efsane... Yahudi toplum unun "Tann"sm ı kendisiyle özdeş durum a getirdiği "Ba'l", aslında bir "güneş tanrısı"ydı. Ken'anlılar, "M ezopotamya"dan al mışlardı onu. O rada "Bel" diyenler de vardı.122 Eski Babil'in en büyük üç Tanrısından biri olan ünlü "M arduk" da "güneş tanrısı"ydı. V e o, "B aT’den başkası değildi.123 Eski B abil’deki "Şamaş" ('şem s'=güneş) (Sumerlerde Utu) da, "güneş tanrısı "dır.İ2A D em ek ki, eski çağlardaki toplum lar, üretimlerine, yaşam larına göre yaratm ışlar tanrılarını. G erek gördüklerinde de birbirlerinden "kopya" gibi alm ışlar. Ve demek ki, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın "kutsal kitap"lanrıdaki "Tann", "erkek" Tann, "baba" Tann, "efendi" Tann da; eski çağlann değişik ülkelerinde yaratılma ve değişik toplumlardan gelme dir. Eski Mısır'dan, Ken'anlılardan, M ezotopamya toplum lanndan... Za man zam an değişmelere de uğratılarak sokulmuştur "kutsal kitap"lara... Ve "Tann"nın niteliğindeki "değişmeler", bu kitaplarda da sürmüştür. Çıkan önem li bir sonuç da şu: Söz konusu "TanıT'nın kaynaklandığı T ann; eski M ısır'da da, "Ken’an" (Fenike) illerinde de (Akdenizin doğu kıyılarında), M ezopotam ya’da da, "güneş ta n r ıs ı" ydı. Sözü edilen "Tanrı"nın, döne dolaşa "güneş kü ltü "n e (güneş d in i ne) dayandığı g örülüyor açıkça. Dinler, tarihleriyle, elde edilen belgeleriyle "karşılaştırmalı" olarak ve "çıkar hesaplan"ndan, bağnazlıklardan uzak kalınarak incelendiğinde ger çek hemen görülür: "Kitaplı dinler"in, "Tann"lanna da, "Şeriaf'lanna da, "güneş" ve "ay" kültleri kaynak olmuştur. Dahası, bu dinlerdeki birçok "ibadet" biçimleri, dinsel töreler, gelenekler; "güneş" ve "ay" kültlerinden, hemen hem en aynen alınmışlardır.
76
EFE N D İ B A B A T A N R I V E G Ü N E Ş, A Y K Ü LT L E R İ
" G ü n eş K ültü" E lim de, bir raporun fotokopisi var. B irinci sayfanın en başında, ortada, büyük harflerle "M eksika'da"', bunun altında, k en arlan güneşi anlatan biçim de çizilm iş bir yuvarlak içinde "G üneş K ültü"; solunda, en başta "TC. M eksiko Elçiliği"; bunun altında "14. R apor"; sağ köşede, üstte "M eksiko, 12. K. E vvel 1937" yazılı. R apor, 40 sayfa. S ayfalar arasında, anlatılanlarla ilgili fotoğraflar, resim ler yer alıyor. K ırkıncı sayfasından açıkça anlaşıld ığ ın a göre, M eksiko M aslahatgüzarı tarafından A tatürk'e yazılm ış. V e A ta tü rk'e seslenen satırlarla şöyle sona eriyor: "...işb u 14. raporum la M eksiko'da üç seneye yakın bir zam andan beri devam eden tedkîkatımın (incelem e ve araştırmalarımın) ni hayete ermiş olduğunu arz eyler ve bundan böyle, burada fazla kal maktan hiçbir fayda hasıl olmayacağı cihetle, M eksika'da dil ve ta rihim hakkında elde ettiğim, mühim ve esaslı neticeyi, Cenubî (Güney) A m erika'da bulacağıma em in olduğum lengüistik (dil bilim) ve istorik (historique=tarihsel) m alum atla itham ve ikmal et mekliğim zım nında elyevm açık bulunan Rio de Janeiro M as lahatgüzarlığına tayin ve izamıma, lütuf ve inayet buyurmalarını derin tazim adanm la mübarek ellerini öperek, Velinimetim yüksek önderim iz Ulu Atam ız'dan istirham eylerim." M eksiko-12 Birinci K ânun 1937 M eksiko M aslahatgüzarı T ahsin M ayatepek (im za)
77
Bu rapor, şim diye dek hiçbir yerde yayımlanmam ıştır.* Cum hurbaş kanlığı Arşivi’nde: "A:IV-17-d, D: 71, F: 31-40" numarayla kayıtlı. "Din", "Tann", "ibadet" ve konumuz yönünden de son derece ilginç. R aporun birinci sayfasında şu özet sunuluyor: "O rta A sya'daki ecdadım ız gibi G üneş K ültüne sâlik olan M ek sika yerlilerinin güneşe tazim ayinlerini, ne suretle yapm akta ol dukları ve ezan, abdest ve secde gibi; M üslüm anlığa ait o lduk ları zannolunan hususatın, M üslüm anlığa G üneş D ininden g ir diği ve İslam dininde vazıh bir m anası olm ayan secdenin, G ü neş K ültünde çok derin bir m anası olduğuna ve saireye dair m ühim m alum at ve izahatı havi rapor." Bu özetin altınd a şu not yer alıyor: "Bu raporda, kırm ızı renkli num aralarla yanların a işaret edilen 15 adet fotoğrafinin agrandism anları, ayrıca sunulm uştur." Maslahatgüzar Tahsin Mayatepek, "...G üneş Kültünün; Şimâlî (Ku zey), Orta ve Cenubî Amerika kıtalarında, İspanyol ve Anglo-Saksonlann dini ve harsi nüfuz ve tesiratmdan uzakta yaşayan yerliler arasında ve bil hassa M eksika'da hemen hemen aslî sâfiyetinde olarak mevcut ve ber devam olduğunu" öğrendiğini ve yerlilerin "Güneş ayinleri"ni "çok gör mek istediğini", bu fırsatı da 1935 yılında yakalamayı başardığını anlata rak125 giriyor rapora. Tanık olduklarını ve birbirinden ilginç, "kitaplı dinler"in "T ann'ları ve dinsel kuralları konusunda son derece düşündürücü konulan sıralıyor: Ö nce şaşkınlıkla tanık olduğu durum ; "güneş ay in leri"y le "M ev levi ayinleri" arasındaki benzerlik. D ahası; "tıpkılık": M evlevilerin "külah"ı mı var? Benzeri, "güneş ayini"ne katılanların başlannda d a var. Anlatıyor: "B urada yapılan güneş ayininde, güneş tim sallerinin tahtadan yapılm ış 'm ahrut-u nâkıs' (kesik koni) şek lin d ek i m esnetler üzerine bindirilm iş olduklarını görünce; O rta A sy a’daki ayin lerde de güneş tim salinin, kalın keçeden yap ılm ış m esnetler, yani külahlar üzerine bindirilm iş olm asını göz ö nüne getirerek, * R ap o ru n tam am ı. T u ran D u rsu n 'u n D in B u -2 a d lı k ita b ın d a y a y ım la n m ış tır. (Y .N .)
78
M evlana'nın bunları, İslam dininin icabatına tevfikan, m esnettik vazifesinden iskat edip, M evlevi tarikatının zahiri bir alam eti o larak kabul etm iş oldu ğ u n a şüphem k alm ad ı."126 Mevlevilerin "ayin"lerinde "kudüm"leri, "ney"leri ve "kendilerinden geçerek dönmeleri" mi var? "G üneş ayini"nde de tanık oluyor buna: "...Fotoğrafide görülen toparlak şekiller, güneşin timsalleri olup, Tlaşkaltek'ler, bu tim salleri güneşe tazim en (güneşe saygı için) başlarında taşım akta oldukları halde, çiçeklerle m üzeyyen sallar içinde, Amerikalılarla Heyet-i Süferâ'nm bulundukları tribün önüne geldiler ve kollarını; tıpkı M evleviler gibi vecd ü istiğrak halinde (kendilerinden geçerek) yukarıya uzatıp iki nısfıyye (iki yarım ney) ve iki kudüm refakatinde (eşliğinde), on dakika vakurâne bir surette devaranlar yaptılar (döndüler)." d iy o r.127 V e ekliyor: "B unların aynen M evleviler gibi, birbirlerine dokunm am aya iti na ederek dönm eleri ve nısfiyyelerin hüseyni ve hicazkâr-ı kürdi (kürdili hicazkâr= rast perdesinde karar kılan bir m akam ) çeşn i sinde nağm eler çalm aları ve kudüm lerin de M evlevi tem posunda çalınm ası, pek ziyade hayretim i m ücib olm akla, M evlevi a yin i nin, bütün teferruatına kadar G üneş K ültünden a lın m ış o ld u ğuna şüphem k a lm a d ı."128 M aslahatgüzar T ahsin M ayatepek bununla da kalm ıyor; konuya ilişkin başka karşılaştırm a ve in celem elerde de bulunuyor: "M evlevi ayinleri", yalnızca T laşkaltek adlı yerli kabilenin "güneş ay inleri"ne değil; eski O rta A m erika'nın yüksek kültürünü oluşturan A zteklerin "güneş ayinleri"ne de tıpatıp benzem ekte. B unu da ortaya k o y uyor M ayatepek.129 Mevleviliğin kurucusu Celaleddin Rûmî'nin (ö. 1273) "pir"i olan "Şems"in de sözlük anlamıyla "güneş" demek olması, ilgi çekici değil mi? B ir grubun başlarındaki "burm a sarık" da ilgisini çekiyor M as lahatgüzarın:
79
"Teotihuakan'daki güneş ayini sırasında kös ve çirem iya çalarak ayine uzaktan refakat eden Aztekler'den bir grubun, bu fotoda gö rüldüğü üzere başlarında ikişer tane beyaz burm a sarık taşımakta olduklarını ( ...) bu sarıkların gayet ince kaytanlardan müteşekkil olduklarını gördükten sonra, bunları ayin esnasında ne maksatla başlarında taşıdıklarını ve ince beyaz kaytanların bir m ana ifade edip etmediğini sordum. Bunlar cevaben, üstteki sarığı güneşe, alttakini de aya tazim en başlarında taşıdıklarını ve sarıkları teşkil eden ince kaytanların da, güneş ve ayın şualarını (ışınlarını) tem sil ettiklerini izah etmeleri üzerine; M üslümanlarca hiçbir vâzıf m a nası olmayan fakat, Güneş Kültünde derin bir m ana ifade etmekte olan sarığın, yalnız M üslüm anlara değil; hatta, M üslüman olmayan birtakım Hintli kavimlere ve Siyam, Kamboç, Tonkin, Tibet ve da ha sair kıtalardaki insanlara G üneş Kültünden intikal etmiş oldu ğuna şüphem kalmadı." dedikten so n ra130 araya koyduğu iki fotoğrafı açıklıyor: "Nitekim, aşağıdaki iki fotoğrafide görülen Suriye'li iki Arap ile (bir sonraki sayfadaki) Sudanlı bir Arap dervişinin, Güneş Kültüne ait olduğundan haberleri olm aksızın, ay ve güneşin şualarını tem sil eden ince siyah kaytanlardan yapılm ış burm a sarıklar taşım a ları da, bu baptaki kanaatimi teyid ve takviye etmektedir." R aporda daha başka kanıtlar d a sıralanıy o r.131 T ahsin M ayatepek, "güneş ayinleri"nin yapıldığı kutlu alan Teotihuakan ve bu alandaki güneş ve ay piram itleri üzerinde de önem le duruyor, bu alan ve alandakilerle "K âbe"yi karşılaştırıyor: "Bütün dünyada dindar Müslümanlar, Kâbe binasıyla, bu binanın bu lunduğu sahaya ne derece ehemmiyet ve kudsiyet (kutsallık) atfe diyorlarsa; bütün Meksika yerlileri de ecdadlanndan tevarüs ettikleri an'aneye göre, Teotihuakan piramitlerine ve bunların bulundukları sa haya, aynı veçhile ehemmiyet kudsiyet atfetmektedirler. Hıristiyan lığı dört asır evvel cebren kabul etmiş olan birçok yerli kavimler bu mukaddes piramitlere ve Teotihuakan namındaki mübarek sahaya, içlerinden hürmet ve tazim göstermekte berdevamdırlar."132
80
Bu satırlardan sonra şu ilginç k arşılaştırm aya yer veriyor: "A ztek diline ait olan Teotihuakan sözünün m anası: A ztekçe'de ’Teoti': Tanrı A ztekçe'de 'Hua': V ar, mevcut. A ztekçe'de 'Kan': M ekân, mahal, mevki dem ektir. "Bu suretle ’T eoti-H ua-K an' üç kelim eden m ürekkep olup 'Tanrı'nın bulunduğu m ahal' veyahut 'T anrı'ya ibadet edilen m evki' anlam ında olduğu, M eksika kıtasına ait 'Terry's G uide To M exico' adındaki İngilizce rehberin 425. sayfasında izah edilm ek tedir. Bu veçhile; Teotihuakan sözü, m ana itibariyle A rapça'daki Kâbe'nin diğer adı olan ’B eytullah' (Allah'ın evi) sözüne tekabül etmektedir. ”133 "Teotihuakan", güneş ve ay piram itleriyle ilgili bölüm ; sayfalar dolusu açıklam alar ve karşılaştırm alar içeriy o r.134 Bu arada, alanın ve piram itlerin çeşitli fotoğrafları yer alıyor. İncelem e ve karşılaştırm alarda; söz konusu alanın, piram itlerin gördüğü saygı, Teotihuakan'ın biçimi ve "tavaf-ziyaret tarzları" ile "K âbe"nin yapısının, buraya gösterilen saygının ve ziyaret biçim leri nin şaşılası biçim de benzeştikleri ortaya konuyor. M ayatepek, "Kâbe"nin de "vaktiyle G üneş Kültii için inşa edildiği"ni ve Kâbe'deki "haceru'l-esved" (kara taş) denen "volkanik" taşın, " ta v a f’ adı verilen hareketler"in de, "G üneş K ültüne ait olduğu"nu anlatıyor sonuç o la rak .135 Bu arada, M uham m ed'in dedeleri arasında, "A bdu'ş-Şem s" a d ı nın bulunm asına da dikkati çekiyor. K âbe'deki "başput", en büyük tanrı sim gesi "H ubel"e ilişkin kay nakların verdiği bilgiler de; M aslahatgüzar Tahsin M ayatepek'in an lattıklarını ayrıca kanıtlar nitelikte: İbn Hişam'ın (Ö.834) verdiği bilgi: Buna göre, "Hubel", Akdeniz'in doğusundaki yöreden alınmadır. Bugün Ürdün sınırları içinde olan, Lut Gölü'nün doğusundaki eskiden M oab adı verilen yöreden. Yani M ek ke'nin kuzeyindeki oldukça uzak ülkeden getirip Kâbe'ye konulmuş. G e tiren de A m r İbn Luhayy adında bir yönetici. Amr, birtakım işleri için "Suriye"ye uğrar. "Amalikalılann oturduğu Belka ülkesindeki M oab"a varır. Onların "putatapar" olduklarını görür. Nedenini sorar. Onlar da 81
"putların yağm ur yağdırdıklarını" ve kendilerine birçok konuda "yardım" ettiklerini anlatırlar. Bunun üzerine, Amr, "Arap ülkesine götürmek üze re", bütün bu yararlan sağlayacak bir put ister onlardan. "Hubel" adlı putu verirler. O da bu putu M ekke'ye getirir; yerleştirir ve "halka, ona tapma larını, onu ululam alarını" buyurur.136 İbn K elbînin (Ö.819 ya da 821) Kitabu'l-Asnâm (Putlar Kitabı) adı kitabında verdiği bilgi de, İbn Hişam'ın bu anlattıklannı bir ölçüde doğrulamakta. Çünkü İbn K elbînin anlattıklanna göre de, "Arapların tapındıklan putlar, Kâbe'ye M ekke'nin dışın dan sokulm adır."137 Belki de "Kâbe" denen yer, "H ubel" adlı tanrı sim gesi p ut getirilip "dikildikten" sonra önem ve biçim kazanm ıştır. Ö tekiler de zam an zam an g etirilip yerleştirilm işlerdir. Burada, konum uzu daha çok ilgilendiren, "Hubel". A çıkça anlaşılıyor ki; "H ubel", "Ba'l" adlı T an rı'y a inanılan yöre lerden M ekke'ye getirilm edir. V e "H ubel", "B aT 'in b ir b aşka (İbrani dilindeki) söylenişidir. Y ani "H ubel" adlı putun sim gesi olduğu "Tanr î'y la , "B a'l", aynı tanrıdır. Bunun böyle olduğunu, hemen tüm ünlü Doğu ve Arap uzm anlan ka bul ederler.138 Araplığını, M üslüm anlığına feda edecek kadar "koyu M üs lüman" görünen, E l Esatîru'l-Arabiyyeti Kable'l-lslam (İslam Öncesi Arap Mitolojisi) adlı kitabın yazan Dr. M uham m ed Abdulm uid Han da, bunun böyle olduğuna kuşku duym adığını yazıyor.139 Ö yleyse K âbe’deki "başput", T anrı "B aT 'in sim gesi olan puttu. "Ba'l" ise, daha önce belirtildiği gibi, "güneş tan rısı"yd ı. A rapların "R abbu'l-Erbab" (R ablerin R abbi= T anrılar Tanrısı" d e dikleri Tanrı, M üslüm an A bdulm uid H an'ın da kesinlikle kabul edip yazdığı gibi, bu tanrıydı,140 yani "H ubel"di, bir başka adıyla "B aT'di. A slında "M ezopotam ya"lı "güneş tanrısı" olan "B a'l"... Yönetici A m r İbn Luhayy, "Rabbiniz, Tâif soğuğunu gidermek için L âf eliyle yazı, Tihâme sıcağını giderm ek için de ’U zzâ' eliyle kışı gönderir" derken, "Hubel"i gösteriyordu.141 Kur'an'ın anlatımıyla; putataparların, "bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye bunlara tapınıyoruz!" der ken142 kendisine "yaklaşmak" istediklerini belirttikleri asıl "Tanrı" da onun kendisiydi. İslam öncesi Arap şiirlerinde de görülen "Kâbe'nin Rabbi" dedikleri de,143 kuşkusuz oydu.
82
D ahası: Kur'an'dan anlıyoruz ki, M uhammed'in alıp bir başka hava vererek "Tek Tann" diye sunduğu "Kur'an'm Tanrı'sı" da ondan başkası değildir. K ureyş Suresi, bunun kanıtlanndan biridir. İşte Kureyş Suresi: "K ureyş'in uzlaşm ası (barış içinde yaşam ası) için. K ış v e yaz yolculuğundaki uzlaşm ası için. A rtık; bu evin (K abe'nin) R abbi'n e kulluk etsinler. O ki, onları doyurarak açlıktan, güvenliğe çıkararak da korkudan kurtardı." "H ubel"in ülke dışından M ekke'ye neden getirildiğine ilişkin v e rilen bilgiyi anım sayın. Ona, "B aT ’e inanılan yörelerde olduğu gibi, "bolluğun, verim liliğin Tanrısı" olarak inanıldığını anım sayın. S u re de sözü edilen işleri görsün diye K âbe'ye konulm am ış m ıydı o? Y ö neticinin "Rabbiniz" diye gösterdiği, "T anrılar T anrısı" ("R abbu’l-Erbab) ve "K âbe'nin Rabbi" o değil m iydi? D aha önceleri, "Y ahudi T anrı"sının da, "B aT 'le özdeş durum a g e tirildiği anlatılm ıştı. O da anım sanırsa, durum şu oluyor: Yahudi T anrısı= B a'l= H ubel= K ur'an'ın Tanrısı. Bu erkek T an n 'd a, başlangıçta "güneş tanrısı" olm a niteliğini de ayrıca unutm am ak gerekir. M aslahatgüzarın raporuna dönelim yine: Maslahatgüzar, "İslam"ın kendisininmiş gibi gösterilen birçok "iba det" biçimlerinin kaynaklarını da "Güneş Kültü"nde buluyor: N am azlardaki "rükû"' (eğilme): B u eğilm eyle, "güneş a y in le rin d e k i eğilm e arasında ilginç ben zeşm e var. R aporda k arşılaştırm a y a p ılıy o r.144 N am azlardaki "secde": Şöyle deniyor raporda: "M üslüm anlıkta vâzıh bir m anası olm ayıp G üneş K ü ltü n d e d e rin bir m anası olan secde' jestinin, aslındaki derin m anadan tecerrüd ederek M üslüm anlığa girm iş olduğuna d air izâhât: "M üslümanlar, günde beş vakit kıldıkları nam azlarda yere kapa narak yaptıkları secde jestinin manasından haberdar değillerdir. Müslümanların, secdeyi tazim maksadıyla, Allah'ın ayaklarına ka
83
panm ak suretiyle yaptıklarını (böyle bir amaç güttüklerini), tasav vura bile imkân yoktur. Çünkü M üslümanların tanıdıkları Allah, el, ayak ve vücuddan münezzehtir."145 B öyle dendikten sonra konuyu açıklam ak ve kanıtlam ak için bir İngilizce metin, çevirisiyle birlikte veriliyor. B ir bölüm ü şöyle: "Hükümdar, Prensler ve ahâliden müteşekkil büyük bir heyet, ayak lan, çıplak olarak, fecir zamanından önce (tanyeri ağarmadan), Kuzko meydanlarından birinde toplanırlar ve dağların üzerinde, güneşin ilk şualannı görünce; bu cemaat, yere çöküp, bu şuaları öperlerdi. Bu esnada İnka, elindeki altın kabı, yukanya kaldırarak, babası olan güneşe içki takdim ederdi."146 Ve şu açıklam a y er alıyor: "İşbu tercüm enin, son fıkrasından anlaşıldığı veçhile; İspanyollar gelm eden önce, Güneş Kültü ile âmil olan Peru yerlilerinin, başla rında hükümdarları ve prensleri olduğu halde, güneş doğm adan ön ce, K uzko şehrindeki meydanlardan birinde toplanarak, güneşin ilk şuaları yere düşer düşmez, yere kapanıp bir şuaları öpmeleri; Müslümanlarca manası bilinmeyen secdenin, çok derin manası olduğunu göstermekte, secdenin de, manasını ve hikmetini zayetnıiş olarak; Müslümanlığa, Güneş Kültü'nden girm iş olduğuna şüphe bırak mam aktadır."147 Bunun ardından, "İslam'da beş vakit namaz"ın, "hep güneşe göre dü zenlenm iş olm ası"nın da, insanı düşündürm esi gerektiği belirtiliyor ve bunun da; kaynağın, "Güneş Kültü" olduğunu kanıtladığı yazılıyor. Bana bir ayet anım sattı hem en: İsrâ Suresi, ayet 78: "G üneşin d önüşü için kıl nam azı. G ece karanlığına d e k ... Ve (özellikle) tan vakti o k u n u şu n d a... Çünkü tan vakti okunuşu, Çkur'ane'l-fecr') hazır bulunm aya değer oldu." Namaz kılm ak için "güneşin dönüşü"ne, özellikle de "tan vakti"nde (fecrde) "hazır" bulunmaya neden çok önem veriliyor? Güneşin doğuşuna tanık olup "ilk ışınlarını, yere düşer düşm ez öpme" çabasında olan "Güneş Kültü" inanırları, hemen gözlerinizin önünde canlanmıştır. 84
Raporda; "ezan"ın,148 "abdest"in,149 "oruç"un,15(1"ölüyü yıkadıktan son ra gömme"nin,151 "yağmur duası"nm152 ve "sünnet" olma geleneğinin153 de, "Güneş Kültü"nde var olduğu belirtiliyor. M eksiko M aslahatgüzarı Tahsin M ayatepek’in bu raporunda "Ay K ültü"ne inananlara ilişkin değinm eler de var.
"A y Kültü" "Kutsal kitap"ların "Tanrı" ve "Şeriat" kaynaklarını, yalnızca "Güneş K ültü'nde değil; onunla birlikte "Ay Kültü"nde de aramak gerekir. Kimi uzman araştırıcısı, bu arada, Prof. Dr. Philip Hitti, "Aya tap m a d ın , "çobanlıkla geçinen bir toplumu, güneşe tapmanınsa daha sonraki dönem i, tarımsal aşamayı düşündürdüğünü" yazar.154 "Ay Kültü", daha çok ve en başta, "Kildaniler"de (Kaidelilerde) gö rülür. Eski "yıldızbilim"in ve göksel varlıklara olan dinsel nitelikteki inan cın da, ilkin onlarda olduğu ve onlar yoluyla başka toplumlara yayıldığı, genellikle kabul edilir.155 "Yıldızlar"a, gezegenlere; en başta da, "Güneş"e, "Ay"a tapınma, ilkçağ toplum lannda çok yaygındı. Ünlü İslam tarihçilerinden M esudî (ö. Hicri 346/ Miladi 957), ilginç bir aktarmada bulunur: Buna göre, "çok bü yük" diye nitelenen "yedi tapınak" var ki, yedisi de, "Güneş, Ay ile beş gezegen" adına kurulmuştur ve bu tapmaklarda, onlar için ibadet edilirdi. Bunlardan biri "M ekke'd e (Kâbe), üçü İran'da İsfahan'la Horasan'da, biri Yemen'de "San'a" kentinde, biri "Hint"te, biri de "Çin" dolaylarında. H o rasan'da iki tane: Biri Fergana kentinde. Bu, "Güneş tapınağı"dır. Ö bü rüyse Belh kentinde. Bu da; "Ay tapınağı"...156 Kimi incelem eci yazara göre, ilkçağdan başlayarak, "Ay K ültü"ne "M erkez" olan b ir yer vardı: Harran. Burada, A surların "Sin" ded ik leri ve inanırlarınca "büyük" diye nitelenen "Ay Tanrısı" bulunurdu. En başta bu T anrı'ya ta p ılırd ı.157 Tevrat'a göre; H arran, "Peygam ber" İbrahim 'in, ailesiyle birlikte gelip bir süre yerleştiği bir kenttir. İbrahim ve ailesi, "K ildani kent lerinden" ünlü "Ur" kentinden gelm işler buraya.158
85
Harran, şimdi Türkiye sınırlan içindedir. Yıkıntı yığını durum unda bir köy. "İlker'lere özgü, mağaramsı evler bulunur bu köyde. "İlkel olmayan" insanlar yaşatılır. Yüz binlerce dönüm toprağı olan ağalann bir çeşit "kö leleri" olarak... Ve kendilerine "Ne mutlu Türk'üm diyene!" dedirtilerek! İbrahim ve ailesinin geldikleri "Ur" kenti için, T evra t'ta "KildaniIerin kenti" denm esi, konum uz yönünden önem li. Bu, İbrahim 'in kim liğini de açıklar niteliktedir: Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi; en başta "Ay Kültü" olm ak üzere, "yıldızlar"a, gezegenlere tapınma; "Kildaniler" (Kaideliler) denen top lumda geçerli ve egemendi. "Kildaniler"in kapsamı içinde "Doğu Aramiler" de var.159 "Aramiler"deyse, yine en başta "Ay Kültü" olm ak üzere, "yıldızlar"a, gezegenlere tapınmayı da içine alan Sabitlik dini vardı.160 Böyle olunca da, söz konusu tapınmanın, Sabitliğin; Harran'a, İbrahim ve ailesi aracılığıyla sokulm uş olduğu düşünülebilir. Y a da "İbrahim ve ai lesinden önce, aynı yörelerden ve aynı inançları taşıyan başkaları gelip Harran'a yerleşmişlerdir. İbrahim ve ailesi de, "dindaşları bulunduğunu bildikleri için gelm işlerdir buraya" denebilir. Ve çok rahat düşünülebilir ki, İbrahim'in kendisi de aynı dinsel inançtaydı. Yani "yıldıza tapar"dı. Kur'an'da onun "hanif' diye nitelenmesi de bunu anlatır. Çünkü "hanif" sözcüğü, "Arami-Süryani" dilindeki "hanefo" ya da "hanifu" biçimindeki sözcüğün "A rapçalaşm ış"ıdır ve "putatapar", "Sabiî=yıldızlara tapar" an lamlarına gelir.161 İleride de yer yer bunun üzerinde durulacak. D em ek ki, Y ahudiliğin de, İslam 'ın da sahip çıktığı İbrahim , bir "Sabit P e y g a m b e riy d i! Sabitlik olmasaydı; ne Yahudilik, ne Hıristiyanlık, ne de Müslümanlık böyle olacaktı. Belki de bunlar hiç olmayacaklar, ya da yaşamayacaklardı. Bu din, başkaynak olmuştur hepsine. Hele M üslüm anlığa...
86
E FE N D İ B A B A T A N R I D İN L ER İ V E SA B İÎLİK
Kur'an'da "Sabitler", üç yerde ve "kitaplılar" arasında geçer.162 Böyle yer verilmesi, yani Sabitliğin "kitaplı dinler" arasında sayılması, "kay nak" oluşundan. "Sabiîler"in anıldığı ayetlerden biri, B akara Suresi'nin 62. ayetidir. A n lam ı şöyle: "Kuşkusuz; inananlar (Müslümanlar), Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabitlerden, kim A llah'a ve ahiret gününe inanır, iyi davranışta bu lunursa; (bilsin ki) böyleleri için T ann'lan katında ücretleri hazır dır. Korku (korkulacak bir durum) da yoktur onlara yönelik. Ve onlar, üzülmeyeceklerdir." B urada sayılan dinlerin inanırlarına önemli bir söz veriliyor. Bunun için de üç koşul konuyor: "Tanrı'ya inanma", "Ahiret gününe inanma", "iyi davranışta bulunma". Sayılan öteki üç dinin inanırları gibi Sabitler de; dinlerinin gereği o larak "T anrı"ya inanırlar, herkesin iyilik ve kötülüğünün k arşılığ ı nı, öldükten sonra, bir başka "âlem "de göreceğine de inanırlar ve ken dilerini "iyi davranışta" bulunm aya zorunlu görürler. D em ek ki, bir "Sabit" de, yukardaki K ur'an ayetinde ileri sürülen koşulları, kendi dini içinde yerine getirebilir. Böyle olunca da, ayette, İslam dininin kaynaklarından Yahudilik ve Hıristiyanlıkla birlikte, Sabitliği de "hoşgörür" bir anlatım var demektir. Tabii bu, yalnızca bir "gösteri", bir "iyi niyet gösterisi"dir. Bir süre iz lenen bir politika gereğidir. Am a burada bizi ilgilendiren nokta, "Sabitliğe" böyle bir yerin verilmesi. Şim di Sabitliğin, İslam 'a kaynaklık eden "esaslar"ını som ut olarak görelim:
87
Sabitlikte T anrı İnancı İslam tarihçilerinden Z eynüddin Ö m er İbnü'l-V erdî'nin "Sabiîler"e ait olduğunu söylediği ve "gördüm " dediği bir "sahîfe", "T anrı'ya ses leniş"! içeriyor. B undan bir parçayı, A rapçasından çeviriyorum : "Sen öyle ’öncesiz' (ezeli) bir varlıksın ki, tüm başlar-başkanlıklar sana bağlıdır. Düşünülen ve duygular alanına giren tüm varlıkların T annsısın sen. Dünyaların Başkanı, 'âlem lerin çobanısın. M elek lerin ve bunların büyüklerinin de Rabbisin. ’Akıl'lar senden gelip 'yeryüzü yöneticisi'ne ulaşmakta. Çünkü sen, ilk nedensin. Gücün, var olanların tümünü kaplamıştır. Sen, sının olmayan bir birliksin. K avranam ayacak olan teksin. G ök egemenlerinin ve ışıkları sürekli olan ışık kaynaklarının yönetenisin sen. Sen, iyiliklerin tümünü bu yuran, her şeyi vahiy ve işaretle önceden gösteren hükümdarlar hüküm darısın. Y aratıklann oluşup gelişmesi şendendir. Tüm ev renin düzeni, senin işaretinle yoluna girer. Işıklar yalnızca senden kaynaklanır. Sen, her şeyden önce var olan en eski nedensin. Sen den, nefislerimizi (ruhlarımızı) arıtmanı diliyoruz. Nimetlerini ka zanma başarısını diliyoruz. Şimdi ve her zaman. Taa, sonsuza d e k ... Ey her türlü kirden uzaklaşmış olarak görülebilen Tanrı! Akılları mızı sağlıklı kıl ve hastalığın her türlüsünden uzak bir sağlık ver bize. Üzüntülerimizi, mutluluklara çevir. Yalnızca sana sığınıyoruz ve yalnızca senden korkuyoruz. Senin ancak işaretle anlatılabilen büyüklüğünü dile getirmeyi başarmamızı diliyoruz senden. Bu bü yüklük, sözle anlatılamaz. H er şey ve herkes şendendir, her şey ve her başarı seninle elde edilir. Dünyaların dileği-umudusun sen. Ve sen tüm insanların yardım cısısın."163 Ö teki üç dinin inanırları da böyle seslenm ezler mi "T a n rıla rın a ? B uradaki seslenişte, eski Y unan düşüncesinden yansım alar o ldu ğu da göze çarpm ıyor değil. Bu, doğal. Ç ünkü "Sabiîler"in de içinde bulunduğu "S üryani" toplum u, eski Y unan'la tanışm ıştı. Hem de d a ha ilk ç ağ d a y k en ...164 A bbasi halifeliği dönem inde, bir süre kurulan "D oğu-B atı" arasındaki "köprü" de bunlar eliyle oluşturulm uştu. İs lam 'ın am an verm eyen bağnazlığıyla her türlü düşünce ve bilim i boğ
88
m a çabası gösterilirken; dönem in " H a life le rin i yum uşatan bunlar o l m uştu. O "H alife"leri bunlar düşünce dünyasına çekm işler ve B ağ dat'taki ünlü '"B eytü'l-H ikm e" (Felsefe Evi), bunların sağladıkları o r tam da kurulm uştu. O düşünce yuvasında "hocalık" eden, eski Y unan'dan çeviriler yapan; bunlar ve bunların öğrencileriydi.165 Eski "R uha"lı (U rfalı), "A m id“li (D iyarbakırlı) ve daha başka yöreden "S üryani" düşünür ve bilim adam larıydı.166 D üşünce ve bilim d ü n y a sının çok şey borçlu olduğu "H arranlı S abiîler"i ve bunlar içinde Sâbit İbn K urra'yı (8347-901), dedelerini, oğlu ve torunlarını da ö zel likle anm ak gerekir.167 "Sabiîler"de, birden çok tanrıya inanıldığı görülür. İbn Nedim (90979877), "Harran"lı Sabitlerin, "kurban"ları, dinsel tören ve tapınmaları için Pazar gününü "Güneş” Tanrısına; Pazartesiyi "Ay" Tanrısına; Salı'yı Mirrih" (Merih=Mars) Tanrısına; Çarşamba'yı "Utarit" (Merkür) Tan rısına; Perşembe'yi "Müşteri" (Jüpiter) Tanrısına; Cuma'yı "Zühre" (Ve nüs) Tanrıçasına ve Cum artesiyi de "Zühal" (Satürn) Tanrısına ayır dıklarını yazar.168 Aynı yazar, aynı Sabitlerin, "Tek T anri'ya inandıklarını belirten anlatımlara da yer verir ve örneğin şunları yazar: "A ktarılan o ki, S abitler şu inançta birleşirler: Evrenin sonu o l m ayan bir nedeni ('illet'i) var. T ektir O. Çoğalm az. N eden o ldu ğu (yarattığı) nesnelerden hiçbirinin niteliğini alm az. Y arattık larından iyiyi kötüden ayırt edecek durum a gelen herkesi (her akıl sahibini), Tanrı'lığını kabul etm eye yüküm lü kılmıştır. Herkese doğru yolu göstermiş ve doğru yolu göstersinler diye peygamberler göndermiştir. Peygamberler, Tann'nın kanıtını ortaya koyma dunımundadırlar. Tanrı onlara, herkesi, hoşnut olacağı yola çağırmalannı buyurmuş; 'gazab'mdan korunmak gerektiğini, kendisine bo yun eğenlerin sonsuz bir nimete (cennete) ereceklerini, boyun eğme yenlerinse, hak ettikleri oranda cezaya çarptınlacaklarını duyur malarını bildirm iştir... "169 Güney Irak'ta görülen, "Harran Sabiîleri"nden çok "ayrı" oldukları170 ileri sürülen ve "gerçek Sabitler bunlardır" diye sözleri edilen171 "Mandeîler" (Mandeenler) de böyle bir "Tek Tann"ya inanırlar.172
89
Ö yleyse bir "çelişki" var gibi görülebilir. Yani bir yandan "Güneş"e, "A y"a ve öteki beş gezegenin her birine "tanrı" niteliğinde yer verip tapınm ak, öbür yandan "Tek Tanrı" inancını belirtm ek, "bağ daşm az şeyler" gibi gelebilir insana. A m a sözü edilen gökcisimlerinin, Sabitlik dininde, öteki "üç kitaplı din"deki "melekler" ya da "melek konutları" ya da "meleklerin, ruhani varlıklann bedenleri" niteliğinde olduklan düşünülürse "çelişki" diye bir şey kalmaz. E'ş-Şehrestânî (1071-1153) ve öteki M üslüm an yazarlann aktardıklan da, ne denli saptırmalarla dolu olursa olsun; durumun böyle olduğunu gösterm ekte. A ktanlan bilgi, özet olarak şöyle:
Sabitlikte "G ezegen ler"= T an rı A racı "R uhani V arlık" ların G övdeleri ve "M elekler" "Tann"ya ulaşm ak için "aracı" gerek. Bu, "şart". İbrahim Peygam ber zamanındaki iki büyük inanç kolundan "Hunefa" (Hanifler) inancına göre de, Sabitliğe göre de, bu böyle. Ancak; "aracı"nın "ruhani varlıklar" mı, yoksa bildiğim iz türden "cisimli varlıklar" mı olması gerekir? Tartışmalı. Hunefa inancına göre "cisimli" ve de "beşer" (insan) olmalı. Sabit inan cına göreyse; "beşer", "Peygamber" olabilir. Örneğin "Hermes" (İdris ya da "Şis"=Şit Peygamber). A m a ondan da önce "ruhani varlıklar" gerekli. Kaçınılm az koşuldur bu. Çünkü insarioğlunda "öfke" olur, "şehvet" olur ve daha nice neler olur. "Ruhani varlıklardaysa bunlar olmaz. "Ruhani varlıklar", bildiğimiz türden "cisimli varlık özellikleri"nden uzaktırlar. A m a onların da "hareket"leri var. Bununla birlikte, "hareket"leri "mekân içinde" (bir yere bağlı) değil. Onlar, "değişmez"ler. "Yaratıcı" ve "değiştirici"dirler. Tanrısal gücü ve etkiyi, aşağı (süfli) kesimdeki cisimli var lıklara aktarırlar. "Gezegenler"in yöneticileri de onlardır. "Gezegenler", onlar için birer "tapmak" gibidir. Ya da "ruh" için "beden" (gövde) na sılsa, "ruhani varlıklar" için "gezegenler" de öyle. O varlıkların işi, bu "küre"leri "hareket ettirmek" ve bu yolla, "madde âlemi"ne "etki"de bu lunmak. "Ruh"lann da, "cisim"lerde olduğu gibi, "küllî" (tümel) olanlar var, "cüzî" (tikel) olanları var. "Cisimli" varlıklardan "küllî" olanlar, on ların "küllf'lerinden, "cüz’î" olanlar da, onların "cüzT'lerinden etki alarak
90
meydana gelir. Örneğin, "yağmur"un bir görevli "ruh"u, bir görevli "me leği" vardır. H er yağm ur damlasının da yine bir görevli meleği var. Dünya, doğa olayları, "rüzgâr"lar, "firtına"lar, "depremler" için de hep böyle düşünülmeli. Tümünü, o varlıklar yönetirler. Görülebilir, duyula bilir varlıkların tümüne, onlar "güç" ve "yasa" dağıtırlar.. . 173 "Sabiîler" için, "bunlar putatapardırlar!" da denir. Bu yargı şu an lam da doğru olabilir: "Sabiîler" çok büyük önem verip saygı gösterdikleri "Güneş"i, "Ay"ı ve bunların dışındaki "beş gezegen"in her birini "tann" gibi görürler. Bun lara tapınırlar. Kimi zaman da, bunlan "temsil eden" "putlar "yaparlar, on lara tapınırlar.174 Bununla birlikte, bunlarla ulaşmak istedikleri "asıl" ve "tek" olan "Tann”ya ilişkin inançlannı korurlar. Hani, bir; en başta kral olur, bir de basamak basamak kralın "erkân"ı, yardım cılan olur ya, ilkçağlann kafalan, "Tann" ve "yardımcılan"nı da öyle düşünmüş. Kralın yardımcılanna, kralı "temsil" edenlere olan "saygı" da, aslında, kralın kendisinedir. Öteki "üç kitaplı din"in, "Tann" ve "melekler"e ilişkin inançlan da "Sabiîler"inkinden farklı değil. Bu dinlerde, "Tann"ya, "saray", "taht" ("arş", "kürs") bile uygun görülmüş olması da bunu göstermez mi? D aha önce de adı geçen Yahudi ululanndan M usa İbn M eymun (1135-1204), elinde, Sabiîlere ait kitaplar bulunduğunu anlatarak girer ko nuya: "Bilindiği gibi, atamız İbrahim (Peygamber), Sabiî toplumunda doğmuştu. Sabiîlere göre Tanrı olarak, yalnızca 'yıldızlar' (Güneş, A y ve beş gezegen) var. O nlann elimizde olan ve A rapçaya çevrilmiş bulunan kitaplarından ve eski tarihlerinden sana aktardığım zaman anlayacaksın ki, onlar, açıkça şuna inandıklarını belirtirler: 'Yıldızlar, birer tanrıdır. En büyük tanrı, Güneştir. Yedi yıldızdan her biri tanrı olmakla birlikte, iki çok ışıklı (Güneş ve Ay), en büyükleridir... der.175 Sonra, İbrahim'in Sabiîliğe nasıl karşı çıktığını anlatan (sonradan uydurulduğu belli) öyküye yer verir.176 Bu arada, Sabiîlerin 'Adem in de öteki insanlar gibi, erkek ve dişiden meydana geldiğine ve 'Ay peyg a m b eri olduğuna" inandıklarını da yazar.177 Tevrat'ın ve Kur'an'm yer verdiği "yaratılış" öyküsünde geçen anlatımlara, "meyvesi yasak ağaç"a, "yılan"a, "Adem'in çıplaklığı"na ve "giysi sorunu"na... Sabiîlerin kitaplarında da yer ve rildiğini anlatır.178
91
Ü nlü Y ahudi, S abiîlikte; "yıldızlardan başka tanrı tanınm adığını" söylerken, işin saptırm acasındadır. K endilerinden önce "Tek Tanrı İnancı"nın, "Sabiîlik"te var olduğunu saklam a çabasında. Y ine de ger çeği saklayam ıyor: B ir zam anlar kendi "Tek T a n rıla rın ın benzetil m eye çalışıldığı ve bu "T ek T an rı"n ın Tevrat'ta son biçim ini alm ası nı sağlayan Tanrı "B aT 'in S abitlikteki yerini, önem ini belirtm ek zo runda kalıyor: 'B a 'l p eyg a m b erleri"nden söz ediyor ve Sabitlerin: "Ey Ba'l! S eslenişlerim izi dinle, kabul et!" diye yakarışta bulunduk larını aktarıyor k itaplarında.179 D em ek ki, birer simge durum undaki "yıldızlar"m, "tapmaklar"ın ve "putlar"ın ötesinde, Sabitler, bir "Tann" düşünüyorlardı ve aracılar yo luyla bu asıl "Tann"ya ulaşm aya çabalıyorlardı. Bu "TamT'yı, belki de yalnızca bir kesim yörede "Ba'l" simgeliyordu. Üç "kitaplı din"in "Tek Tann"sının oluşm asında çok büyük rol oynayan "B a'l"... (Daha önce üzerinde durulmuştu). Sabitlerin inandıkları asıl (tek) Tanrı da, kendisine tam boyun eğ m eyenlere karşı, çok "acım asız". İbn N edim 'in de yer verdiği bir alın tı, çok ilginç: "Sabitliğe göre (asıl) Tanrı, kendisine karşı gelenlere, dokuz bin dönem , işkenceyle ceza (azap) çektirecek."180
Sabiîlikte "Nam az" Ü zerinde birleşilen gerçek: Sabitlik dininde de, "namaz" vardı. Hem de "kopyacı dinler"den İslam 'da olduğu gibi, "rekât"lı, "rükû"lu, "secde’ii! 181 M üslüm an yazarlar da bunu kabul etmekteler. K aynaklarda anlatılanların özeti: Sabitliğe göre, "farz" namaz, "üç vakit"te kılınır: Güneş doğmadan ön ce (bu saatte başlanır), öğleyin ve Güneş batarken. "Üç vakit" de, "vâcip" namaz var: "Gündüzün ikinci saati", "gündüzün dokuzuncu saati" ve "ge cenin üçüncü saati".182 Kimi Müslüman yazarlar da bu "yedi vakit namazı" şöyle anlatırlar: "Yedi vakitten beşi, bizim namaz vakitlerimizin aynı. Altıncı vakit, kuşluk vakti; yedincisiyse gecenin altıncı saati biterken."183 Sabiîlikte nam aza "niyet"\e girilir.
92
B ird e , "cenaze nam azı" vardır ki, "rükû "'su zve "secde"siz.m Yani tıpkı İslam 'daki gibi. Bu dinde de "nam az"dan önce "abdest" alm ak gerekir. 185 Bu dinde de "nam az"a çağrı yapılır, yani "ezan" vardır}*6 Bu dinde de "kıble" vardır. Örneğin H arran Sabitleri, K uzey kut bu n a;187 G üney Irak Sabiîleri de, oğlak burcuna188 dönerek "namaz" k ı larlardı. B ugün yaşayanların da yine "kıble"leri vardır.189
Sabitlikte "Oruç" Y ine üzerinde birleşilen gerçek: Bu dinde de "oruç" var. Y ine İslam 'da olduğu gibi "30 gün". A m a "Ay"a bağlı. İslam 'daki gibi. A y "29" çekerse, "oruç" günlerinin sayısı da "29" o lu r}90 İslam da böyle d em iyor m u? "Ay'ı g ö r oruç tut, A y'ı g ö r bayram et!" kuralı, bu dinde de aynen geçerli.191
Sabitlikte "Tapınaklar" "İbadet" ve dinsel anlam lı törenler için bu dinde de "tapınak"lar var. İslam dünyasının ünlü tarihçilerinden M esudî (Ö.957), "H arran Sabitlerinin tapınakları 'akıl cevherleri' ve 'yıldızlar' adınadır. B unlar arasında, 'ilk neden tapınağı' (birinci akıl, ilk neden sayılır), 'akıl tapınağı' gibi adlar var" diyor ve "yıldızlar" adına olan tapm aklar ko nusunda da bilgiler aktarıyor:192 B urada yer alan bilgilere göre, Güneş, Ay ve beş gezegen adına yapılmış tapınakların ad ve biçimleri şöyle: "Güneş Tapınağı": Dörtgen. "Ay Tapınağı": Sekizgen. "Zühal (Satürn) Tapınağı": Altıgen. "Müşteri (Jüpiter) Tapınağı": Üçgen. "Merih (Mars) Tapınağı": Dikdörtgen. "Zühre (Venüs) Tapmağı”: Bir dörtgen içinde üçgen. "Utarit (Merkür) Tapınağı": Bir dikdörtgen içinde üçgen. "D in"lerin, özellikle "kitaplı d in le r'in ve hele İslam 'ın am an ver m eyen "bağnazlığı" olm asaydı, şim di bu tapınakların tüm üne yakın bölüm ünün "yerinde yeller eser" olm ayacaktı. K oyu bağnazlık, yerle
93
bir etm iştir bunları. İçlerindeki sanatsal yapıtlarıyla birlikte... B unun la birlikte, onarım lara uğram ış biçim iyle kalabilm iş olan da var. Üç "kitaplı din"in, özellikle İslam 'ın saygısını da üzerinde topladığı iç in ... Ö rnek: "Kâbe". "K âbe"nin de "yıldızlar adına" yapıldığı anlatılır. D aha önce de değinildiği gibi, bunu, M esudî de aktarır.193 Buradaki bilgiyi değerlendirirsek, "Kâbe, 'Güneş Tapmağı' olarak Sabiîler tarafından yapılmıştır" dem ek gerekir. "Güneş Tapınağı" olanlar, "dörtgeri'di. Kâbe de öyle. "Dörtgen" anlamı, "Kâbe"nin sözlük anlamında da var. Kimi kitaplarda, bu arada ünlü Kamus tercümesinde, "Kâbe" adının verilişi, "dörtgen" oluşuna bağlanır.194 Arapça sözlüklerin kiminde şu da denir: "Kâbe, dörtgen evdir".195 D aha önce raporundan söz ettiğim ve parçalar sunduğum Meksiko eski Maslahatgüzarı Tahsin Mayatepek'in ko nuya ilişkin anlattıklarını da burada anımsamakta yarar var. Oradakilerle buradaki bilgiler birleştirilirse konu daha aydınlık kazanır. D em ek ki, İslam da özel saygı gösterm eseydi, Sabiîliğin bu "G ü neş Tapınağı" da, niceleri gibi yok edilecekti. Şim di İslam 'ın "kutsal yer"i durum unda. V e A rap, petrolü yanında, burasını da lıüyük "gelir" ve söm ürü kaynağı yapm akta. B ilindiği gibi İslam , K âbe'nin İbrahim P eygam ber tarafından "in şa" edildiğini ileri sürer. E ğer bu doğruysa, İbrahim 'in kim olduğu üzerinde durm ak gerekir: Tevrat'a dayanarak İbrahim 'in, "yıldızlara tapınm a"nın kaynaklandığı "K ildaniler" (K aideliler) ülkesinden, Urlu olduğunu düşünün. A ilesiy le birlikte, sonra Sabiîlerin "m erkez" edindikleri H arran'a geldiğini, burada nice zam an kaldıktan sonra, "K en'an" illerine, Filistin dolay larına vardığını düşünün. K ur'an'ın ve "hadis"lerin ileri sürdüklerine "olabilir!" diyerek de, oradan, herhangi bir tarihte, ta M ekke'ye gitm iş olabileceğini varsayın. V e varsayın ki, İbrahim , o sırada K âbe'yi "in şa" etm iştir. O zam an, onun bu tapınağı; içinde doğup büyüdüğü Sa biîler için, bir "Sabiî peygam beri" olarak ve "G üneş T apınağı" diye yapm ış, ya d a yaptırm ış olabileceğini neden düşü n m ey elim ? N ite kim Sabiîler, İbrahim 'i de peygam ber tanım aktalar.196 Kur'an, Âli İmrân Suresi'nin 67. ayetinde, İbrahim ’in "Y ahudi" de, H ıristiyan da
«M
olmadığını, "H anif' "Müslim" olduğunu söylüyor. "H a n if'197 sözcüğü nün de, "M üslim" sözcüğünün de anlamları tartışmalıdır. A m a temel kaynaklarda yer alan kimi bilgi var ki, İbrahim'e Kur'an'da sık sık "H a n if' denm esini,198 konumuz açısından son derece ilginç kılmaktadır: Ö r neğin İbn Nedim, bir kitaptan söz ederken şunları yazıyor: "M üm inlerin Em iri H arun E'r-R eşid'in azatlısı A hm ed İbn A b dullah İbn Selam diyor ki, bu kitabı, H a n ifle rin kitabı'ndan (A rapçaya) tercüm e ettim . 'H a n iflerse; 'İbrahim i' olan, İb ra h im P eygam ber'e in a n a n Sabiîlerdir. Bunlar, 'su h u fu (tanrısal b il dirilerin bulunduğuna inanılan sahifeleri), İbrahim P eygam b e r d e n aldıklarını söylerler ;v' D em ek ki, İbrahim ’in "H anifliği", "S abiîliği"yle eşanlam lı. B una göre, bir "Sabiî", bir "Sabiî peygam beri" olarak K âbe’yi, bu "dörtgen G üneş T apınağı"nı "inşa" etm esi doğal. İslam'ın bağnazlığıyla, kimilerine "Hanifler" de dendiği görülen200 Sabiîlerin kitapları yok edilmemiş olsaydı bunu daha açık görebilecektik.
Sabiîlikte "Hac" Bu dinde de "hac" var. M üslüm an yazarlar, örneğin Ebül Fidâ (1273-1331), Sabiîlerin M ekke'deki "Tanrı E vi"ne (K âbe'ye) ve H ar ran'daki tapm ağa çok saygı gösterdiklerini, buralara "hac" için g it tiklerini yazar.201 Kimi doğubilimciler, İslam ’ın kabul ettiği hac gelenekleri arasında, G üneş Kültü ayinlerinden kalma gelenekler bulunduğunu belirtirler. İs lam Ansiklopedisi'nin Hac maddesini yazan A.J. W ensınck, bu görüşteki doğubilimcilerden birkaçına yer verir. Bunlarca ileri sürüldüğüne göre, örneğin, İslam'ın da benimsediği ilkellik olan "şeytan taşlama", "Güneş"e "musallat" olduğuna inanılan "ifrit"i (cini, şeytanı) "kovma" am a cına yöneliktir! "Hac"da "şeytan taşlayan" M üslüm an hacılar, bunun kimlerden kalm a olduğunu bilmeden atarlar "taş"larını!
95
"H acc"ın, İslam 'dan çok önce var olan bir gelenek olduğu tartış m asız. İşte bu geleneğin birçok biçim inin oluşm asında, "yıldızlar"a inanan, onlara "tapm aklar" yapan, tapm an ve bu yolla "asıl T anrı"ya u laşacaklarını um an "Sabiîler"in en başta rol oynadıkları bir gerçek o larak k arşım ıza çıkıyor.
Sabiîlikte "K urban" K aynaklarda, örneğin İbn N edim 'in E l Fihrist'inde, Sabitlerin ki taplarından ilgi çekici bilgiler aktarılır bu konuda da: "Sabitlerin yıllarının ilk ayı, N isan'dır. N isan'ın 1., 2. ve 3. gün leri, bunlar T anrıçaları 'B elsâ'ya yakınlaşm aya yönelirler, say gıyla eğilirler. T anrıça ’Z ühre'dir bu. (V enüs). Tören günü T an rıçanın evine (tapınağına) girerler. A yrı ayrı topluluklar ola ra k ... V e kurbanlarını keserler, hayvanlar yakarlar diri diri. Nisan'ın altıncı günüyse, T anrıları A y'a öküz keserler. A kşam olunca da kurbanın etini y e rle r.. ,"202 Aktarılanlar böyle başlıyor ve sürüp gidiyor. Sabitlerin hangi Tan rıya, hangi ay, hangi gün, hangi dinsel törenlerle, hangi bayramlarla ne leri, nasıl kurban ettikleri, ay ay ve uzun uzun anlatılıyor.203 Bu Sabitler, Harran'dakiler ya da buraya bağlı olanlar. Y ukarıda da anlatılmıştı ki, burada Ay kültü egem en. Onun için, aktarılan bilgilere bakıldığında, Ay tanrısı Sin'e verilen özel önem göze çarpıyor. Gerek kurbanların niteliğinde, gerek törenlerde... Özellikle bu Tanrı için "Rab" sözcüğü kullanılıyor. Belli ki "asıl (tek) TanrTyı simgeleyen, bu Tann. Tabii "Güneş" Tanrısı da çok önem li. Ay ölçüsünde olm asa d a Güneşin de önemli bir simge sayıldığı görülüyor. Son derece ilgi çekici bir nokta: Ay Tannsının, yani asıl Tann'yı daha çok simgeleyen "Rabb"ın "doğum giinü ", Sabitlerde Ocak ayında "kutlanıyor".201 Hıristiyanlıktaki Noel gününü anımsayın. Hıristiyanlıkta Aralık ayının 25. gününün kut landığına bakmayın. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlandığını düşünüp ona göre değerlendirin. Bu kopyacı "kitaplı din"in, söz konusu geleneği ne reden aldığı belli olmuyor mu böylece? 96
Sabiîlikte, Ay Tanrısı "R abb"in "doğum günü" törenlerinde daha bir ağırlık var. H em törenlerin niteliği, hem de sunulan "kurban"lar ona g ö re ...205 B ir ilginç nokta da, tem m uz ayındaki anm a ve kurban törenlerinin özelliği: Bu adı taşıyan T an n 'n ın ölüm ünden duyulan üzüntü dile getirilir bu ayda. Y ahudi İbn M eym un'un aktardığına göre, buradaki "Tem m uz", P eygam ber. V e efsane şöyle: "Temmuz, krallardan birini, 'yedi yıldız'a (Güneşe, A ya ve beş ge zegene) kulluk etmeye çağırır. Kral da tutup onu 'feci biçimde' öldürür. Bunun üzerine, olayın olduğu gece; yeryüzünün her bir yanından putlar (tanrılar) gelip Babil’de, büyük ve altından putun, Güneş putunun çevresinde toplanırlar. Büyük altın put, tapınağın tam ortasına gelecek biçimde, gökle yer arasında asılı durur (gibi) bulunmakta. Çevresinde de putlar. Bunlar, Tem muz’u anarlar ve başlarlar ağıta. Bütün gece ağlarlar, sızlanırlar. Sabah olunca da uçup giderler geldikleri tapınaklardaki yerlerine. İşte her yıl, tem m uz ayının ilk günü yapılan törenin anlamı bu. Kadınlar bunu anar, ağlar ve yas tutarlar.. ."206 İbn N edim 'in aktardığına göreyse; bu anm a töreni, tem m uzun ilk günü değil; "ortasında" yapılırdı. Y alnızca ağıtlarla, yaslarla da kal m az; günün anlam ına uygun "k u rb an 'la r d a sunulurdu.207 Sabiîlerin bu anm a töreninin, ekonom ik durum a göre zam anla geliştiği ve çeşitli toplum lara yayıldığı görülür. "Ö lüp yeniden d i rilm e" niteliği, aşk, canlılık, verim anlam ları da katılarak ... Sum erler'in "D um uzi"sini, K en'anlıların ve çeşitli toplum ların benim sediği Tanrı "B aT 'i, eski Y unan'daki A donis'i anım sayın. Ve bunların aynı anlam ı (efendi) taşır olm alarını, aynı "efsane"ye bağlandıklarını anım sayın. D aha önce söz edilm işti bunlardan. D em ek ki, Sabiîlik eski çağlarda çok yaygındı. B ugün uy garlıklarından önem le söz edilen toplum ların hem en tüm ünü içine alan bir yaygınlıktaydı. T oplum ların üretim ilişkilerine, kültür ve uy garlık durum larına göre geliştikçe de yeni biçim ler alm ış ve nice kol lar doğurm uştu. 97
Sabiîlikten aktarılanlara göre, sunulan "kurban"lar d a çeşitli bu dinde. Sığır, kuzu, horoz, k u ş ...208 E konom ik durum a, kurban sunulan "Tanrı" sim gesinin önem ine ve günün anlam ına göre değişiyor. B unlar arasında bir "kurban" var ki, çok düşündürücü: İlk doğan çocuk. A ğustos ayında. En önem li Tanrı sim gesi için kesilir bu çocuk. T öreniyse tüyler ürpertici.209 A nım sayın ki, Tevrat'ta ve Kur'an'da. anlatılanlara göre, İbrahim Pey gam ber de çocuğunu "kurban" olarak "kesmeye" yönelmişti. "Çünkü adamıştı". "Tanrı buyruğu"ydu. İşte Tevrat'ın Tekvin bölüm ünde anlatılanlar: "Ve bu şeylerden sonra vaki oldu ki, A llah İbrahim 'i deneyip ona dedi: Ey İbrahim ! O karşılık verdi: İşte ben! (Buyur!) A l lah buyurdu: Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshak'ı al ve M oriya diyarına git. O rada, sana söyleyeceğim dağlardan biri üzerinde, onu yakılan kurban olarak* sun!" (22:1-2) "Ve İb rahim sabahleyin erken k alk tı... O ğlu İshak'ı a ld ı... Ve kalkıp A llah'ın kendisine söylem iş olduğu yere gitti." (22:3) "Ve İb rahim yakılan kurban odunlarını alıp oğlu lsh ak 'a yükledi. Ateşi ve bıçağıysa kendi elinde taşıdı. V e birlikte gittiler!" (22:6) "Ve A llah'ın kendisine dem iş olduğu yere vardılar. İbrahim orada bir m ezbah yaptı, odunları dizdi ve oğlu İshak'ı bağlayıp, mezbah üzerine, odunların üstüne koydu. Ve İbrahim elini uzattı, oğlunu boğazlam ak için bıçağı aldı..." (22:9-10) Tam bu sırada "Allah" araya girer, "m elek" aracılığıyla yeni buy ruğunu bildirir: İbrahim "denem e 'yi kazanm ıştır, artık "çocuğunu ke sip yakm asına" gerek yok. "B oynuzlu bir koç gönderilir" İbrahim 'e. "K urban" olarak da bu koç kesilir. (22:11-13) K ur'an'da, Tevrat'taki kim i ayrıntılar yoksa d a anlatılan başka türlü değil. Zaten ondaki öykü de Tevrat ve "şe rifle rin d e n alınm a. K ur'an'dakine göre de İbrahim , oğlunu "kurban" etm ekle "em rolunur". B uyruğu yerine getireceği sırada da "Allah" araya girer! İşte Sâffât Suresi'nin "a y e fle ri: * Bu, S a b itlik g e le n eğ in e d e uyg u n , S a b itlik te de "kurban" ed ile n ç ocuk önce kesilir, so n ra y a k ılırd ı. B azen , ç o c u k y a d a d e lik a n lın ın "et"i a lın ır, h a m u rla ra k atılarak p işirilir, g eri k alan b ö lü m ü , k ılla rı, k e m ik le ri, sin irle ri y a k ılırd ı y alnızca. B kz. İbn N ed im , E l F ihrist, B eyrut, t.y , s.449.
98
I
"Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca: 'Ey küçücük oğlum! Kesin olarak rüyamda gördüm ki seni kesiyordum. Bak bu işe, ne dersin?!' Ç ocuk karşılık verdi: 'Baba! Sana buyurulanı ye rine getir! T ann dilerse, beni, buna katlananlardan bulacaksın!' İkisi de buyruğa boyun eğince ve İbrahim oğlunu, (kesmek üzere) alnı üzerine yatınnca, biz bağırdık ona: 'Ey İbrahim! Rüyan gerçek leşmiş sayılır. Biz senin gibi iyilikçileri böyle ödüllendireceğiz!' dedik. Doğrusu, bu apaçık bir denemeydi. Ve İbrahim'e büyük bir (koç) kurbanlık verdik." (Ayet 102-107.) Ö ykünün, "kutsal kitap" yazarları eliyle uydurulan yanını, "gökten kurbanlık koç" gönderildiği yolundaki ilkel yalanı bir yana bırakır da, "İbrahim gerçekten çocuğunu kurban olarak kesm eye ya d a kestir m eye yönelm işti!" biçim inde düşünebilirsek, bir "Sabiî" olarak bu g eleneğe uym uştur o. U ym ak zorunda kalmıştır. B ir "Sabiî P eygam beri" olarak... İlkel gelenekteki zorlayıcı koşullar böyle yapm ayı g e rektirdiği iç in ... Şim di bizim "M üslüm an" kişilerim iz, İslam kitleleri bu geleneği sürdürm ekteler. "K urban" bayram ıyla, "hac" sırasındaki kim i kurban törenleriyle... G eleneğin aslından başka biçim iyle de o l s a ... "Hazreti İbrahim 'in yolu-sünneti "diyerek... Ve geleneğin nere den gelm e olduğunu bilm eden... Kimi "sosyal içerikli" cahil aydın larım ız da, özellikle "kurban bayram ı"nın "sosyal yararları"ndan, "erdem "lerinden söz ederler. "Sürü"lerine uyarak... K urban geleneği, "Sabiîlik"ten de eskidir elbette. Tarih öncesi ça ğın en eski toplum larına, "ilkeller"e dek gider. "Ç ağdaş ilkeller"de de var bu gelenek. Prof. Dr. Sedat V eyis Ö rnek şöyle anlatır: "İlkellerde ibadetin ana unsurlarından biri olan kurban, o la ğanüstü kudretlerin gönlünü hoş tutm ak, onlarla barışık olm ak, onlara teşekkür etm ek ve onlardan isteklerde bulunm ak için su nulan şe y le rd ir..."210 Yani kitleleri "kurban"a sürükleyen bir etken var: K orku ve u m ut. "G iriş" bölüm üm üzde, işleyegeldiğim iz de bu değil m i?
99
"K orku" ve "um ut"Ia sağlanansa, kuşkusuz; "çıkar". İşin içinde ve en başta; "aracı"ların, "güçlü" egem enlerin çıkarları var. O rhan H ançerlioğlu şunları yazar: "İlkellerde elde edilen ilk ürün, ilk av, doğaüstü gücün hakkıdır. Bu ilk ürün ve ilk avları, doğaüstü güçten sonra, toplum un şef ve ra hipleri yerler; kalanı, toplum un halkına paylaştırılır. Van Baaren'in yazdığına göre, Anga ilkellerinde, yeni tahıldan yoğrulan ilk ha muru, herkesten önce din adamı tadar. Çoban ilkellerde de yeni doğan ilk yavru hayvanlar, tanrılara ve şeflere su n u lu r.. ."2" "K orku" ve "um ut"un kıskacındaki insanlar d a aslında birer "kur banlık" olagelm iş değiller m i?
Sabiîlikte Y asa="N am us" ve A hlak İlkeleri Önemli bir sözcük: "Namus". Kökü Yunancadır. "Nomos". "Yasa" ya da "din yasası" demek.212 Yanı "yasa"ya ya da "din kurallan"na uyanlar, "namuslu" sayılmışlar! Gerçekte "namussuz" olsalar d a ... Kimi doğubilimcilere göre "namus", Arapça sözcük olarak da çok eski. Ve çok çeşitli anlamlan içermekte:213 Bunlann içinde "para" ("dinar") da var. Demek ki, dünyamızın "paralı" egemenleri de, eskiden beri "namuslu" sayılmışlar. Bizim bildiğimiz anlamıyla ne denli "namussuz" olurlarsa ol sunlar. "Ruhu'l-kudüs" (kutsal ruh), bir başka adıyla "Cebrail" anlamı da verilmiş sözcüğe. Hani zaman zaman peygamberlerin "[...]" işlerine "na muslu" görüntüsü veren "vahiy meleği" var ya; işte o. Bu meleğin en "onurlu" işi, şunun bunun, [...]* "Tann'dan ayet" getirerek, [...] "ahlak giysisi kazandırmak". "Namus simgesi" sayılması bundan olsa gerek. Bu meleğe İslam'da "en büyük namus" (nâmûsu'l-ekber) denir.214 Oysa tam karşılamasa da "en büyük peygamber [...]" ya da "[...] ahlak gösterme memuru" demek daha uygun düşmez miydi? "Namus" sözcüğünün Yunanca aslındaki "yasa", "ilke", "din, ahlak kuralları" anlamı, oldukça yaygın. "Masonluğun öncüsü", ya da bu örgütün oluşm asında katkısı olduğu ileri sürülen "ihvan-ı safâ"nın215 "risaleleri"nde de, yer yer bu anlam da kullanıldığı görülür.216 * B eş s ö z c ü k ç ık a rılm ış tır. (Y .N .)
100
Şim di gelelim Sabitlikteki "namus"a: Biraz sonra aktaracaklarım üzerinde düşünürseniz, üç "kitaplı din"in ve bu arada, "Masonluk" gibi örgütlerin, "namuslarını", nereden aldıklarına ilişkin ipuçlarını bulacaksınız. Bu din ve örgütlerin, "namusluca" olmasa da, "aşırdıkları namusları" kendilerine "mal ettikleri"ni göreceksiniz. Zeynüddin İbnü'l-Verdinin, Tetümmetü'l-Muhtasar Fî Ahbati'l-Beşer adlı kitabında, Sabitlerin olduğunu söylediği ve "görüp okuduğunu" be lirttiği "Namus" sayfası, ne yazık ki, elimizde bulunmamakta. Onun kita bında yer verdiği kadarını, Arapçasından aynen çeviriyorum: "Sakın hiçbiriniz, benzerinin kendisine yapılmasını uygun görmediği bir işi-işlemi, herhangi bir 'kardeşine' yapmasın. Sakın övünmeyin, varlığınızı, erdemlerinizi sayıp dökerek böbürlenme yoluna git meyin. Sakın birer yalancı olarak 'Tanrı'ya ant içmeyin, inandırmak için hemen ant içmeye koyulmayın. Dürüstlüğe yaslanın. Öyle ki, sözlerinizde 'evet'iniz gerçekten 'evet', 'hayır'ınız da, gerçekten 'hayır' olsun. Yalancılara Yüce Tann adına ant içirmekten de sakının. O nlann 'günah'lanna siz de katılmış olursunuz. Hele, onlann antlannı bozacaklannı biliyorsanız... Içinizdekileri ve herkesi; tüm giz lilikleri bilen Tann'ya dayayın (havale edin). Adaletli yargıç olarak da, çözüm getiren savunmacınız olarak da, O, size yeter. Boş, yanlış ve kötü söz söylemekten kaçının. Sapık ve yanlış yolda olanlarla işbirliği etmeyin. Çok şaka yapmayın, çok gülmeyin. Şunu, bunu çekiştirmeyin, kınamayın. Öfkelendiğinizde ağzınızdan kötü söz çıkmasın. Çünkü bu sizi, kınanası ve küçük duruma düşürür; size, utanç ve yeğnilik getirir; üzerinize günahı, sıkıntıları çeker. Öfkesini yenen, sözünü bilen, düşüncesini an kılan ve içini temiz tutan kimse, her tür kötüyü-kötülüğü yener. 'Hikmet'in bilincine vann. Dindarlığa yönelin. Ağırbaşlı ve olgun olmayı kendinize gelenek yapın. Güzel, yaraşır edeplerle süslenmeye çalışın. İşlerinizde dengeli olun. A ce leci olmayın. Özellikle suçluyu cezalandırm akta... Biriniz bir yola sapsa da, kötü, yadırganası bir şey yapsa; hemen koparsın kendini ondan. Onunla ilişkisini sürdürürken kurtulacağını sanmasın. Di yelim ki, dünyada örtbas etmeyi, saklamayı başardı; kuşku duy masın ki, 'din günü'nde (öbür dünyada) herkesin önünde açığa çıkacaktır suçu."217
101
B unlar güzel öğütlerdir değil m i? B unlardan kim i, kopyacı "ki taplı" dinlerin "öğüt"leri arasında yer alm ıştır. "T anrı"nın ya da "Peygam ber"in öğütleri o larak ... İslam hokkabazları da, bunlardan kim ini, "M uham m ed'in sözleri" arasında gösterm işlerdir.218 Bu "öğütler", bütün "din'ierde var hemen hemen.219 Buna bakıp da, "din"!erin, "iyi, güzel şeyler öğütlüyor" olduklarını mı düşünmek gerekir? Hayır. Çünkü: Önce, "din öğütleri" çelişkilerle doludur. V e "ikiyüzlü"dür. Bir "yüzü"yle, çok "güzel", "insancıl" görünür. Öbür "yüzü"yse; insanlıkdışı çirkinliklerle kaplıdır. İnsanları, acım asızca "ölüm"e, "öldüriişm e"ye sürükler. H içbir şey yapm adığı zaman da, "zalimler"in ya rarına uyuşturur, "kaderci" kılar. Asıl işlerliği olan da bu yüzüdür. Ayrıca, ne denli "iyi, güzel, yararlı" görünürse görünsün, "korku"ya, ya lanlarla şişirilen "umut balonlarına" dayalı olduğu için köklü kalmaz, ya lanlarla birlikte uçar gider. Oluşturduğu hastalıklar kalır yalnızca. Din lerde kimi zaman "en güzel öğütler" yer almış görünürken; "en çirkin tutum ve davran ışların , bu dinlerin inanırlarında gözlenir olması da işte bundan... Yani "ikiyüzlü"lüğünden, "ikiyüzlü ahlak" aşılar olm asından... Ve köksüzlüğü yanında, iliklere değin sindirdiği "h a stalık lard an ... Sonra, "öğüt"ten önem li olan; insanın kendi "özgür iradesi"yle ak lını kullanarak sonuçlara varm ası değil m idir? "Din"; sahteci hokka bazları ne derse desin; hiçbir din, "akıl"la bağdaşm az. "Din"in ege m en olduğu yerde, "akıl", şu ya da bu biçim de "hapiste"dir. Ö nem li olan, insan kafasını bu "bağ"lardan koparıp arındırm aktır. "D in"den uzaklaşm adıkça ne arılığa, aydınlığa erm ek, ne d e "insanlaşm ak" olası. E lbette ki, "her dinsiz, insanlaşm ış" sayılam az. N e var ki, "in sanlaşm ış olm ak için", din bağlarından uzaklaşm ak, en vazgeçilm ez ve başta gelen koşuldur. Sabiîliğin yukarıdaki ilkelerinden ikisini, ö rnek olarak ele alıp d üşünelim kısaca: "A nt içm ek, kim seye ant içirm ek olm am alı." B irinde özet olarak bu dem ek isteniyor. Şim di bir bu ilkeyi, bir de, Sabiîliğin yukarıdaki güzel ilkelerini aşırıp benim sem iş görünen kopyacı kitaplı dinlerde, "ant"a nasıl yer verildiğini düşünelim :
102
T evra t’ın bir adının da "Eski Ant" ("A hd-i A tîk") olduğunu bi lirsiniz. "T ann"yla Y ahudiler, karşılıklı "ant içerek" birbirlerine "söz" verm işler! "Eski A nt" adı bun d an ... V e bilirsiniz ki, Incil'lere de "Y e ni A nt" ("A hd-i C edîd") denir. Buradaki "antlaşm a" da, "T anrı"yla In cil in anırları arasında. T evra t’a, göre Y ahudiler, "ant"larının gereğine uym ayan tutum ve d av ra n ışla rd a b u lunm uşlardır sık sık.220 K u r ’a n ’a göreyse; "kitap eh lin d e n ikisi de "ant"larını "bozmuş"lardır.221 "Tann", özellikle bu "kitap ehli" topluluklara seslenir: "Siz andınıza uyun ki, ben de andıma uyayım!" Asıl "Kur’a n ’m Tann'sı" çok sever "ant içme"yi. Arap toplumu gibi.222 Örneğin "Şems" (Güneş) Suresi'nin l'den 8'e dek olan ayetleri şöyle: "Güneşe ve onun kuşluğuna ant olsun. Güneşi izlediği sıra A ya ant olsun. Parlatan parlatırken gündüze ant olsun. Karanlık kapladığı zaman geceye andolsun. Göğe ve yapanına ant olsun. Yere ve (bir yaygı gibi) yayanına ant olsun. Kişiye ve düzgünleştirenine, sonra da kötülüğünü ve iyiliğini bildirenine ant olsun k i..." Burada, "Güneş"e, "Ay"a, "gündüz"e, "gece"ye, "gök"e, "yer"e ant içilmesi; Sabitliğin, "Güneş Kültü"nün, "Ay Kültü"nün İslam'daki ağır lığını yansıtır. Bu tür "ant"lar, başka surelerde de çok var.223 "Kur’a n in Tann'sı", çok sık ve çok çeşitli şeylere "ant içerek" bildirir buyruklan n ı.224 Olur olmaz şeylere bile "ant içmek"ten çekinmez. "Tîn" (İncir) Suresi'ndeki ayetlere bakın: "İncire, zeytine ant olsun. Sina dağına ant olsun. V e bu güvenli ülkeye ant olsun k i..." (1 -3.) H iç yayım lanm am ış bir kitap. TC C um hurbaşkanlığı A tatürk'e A it E lyazm aları A rşivinde. Sayfalarında yer yer, A tatürk'ün kendi el yazısıyla "âferîn", "alkışlar" diyerek beğendiğini bildiren sözcükleri, ayrıca notları da görülür. B u kitaptan, burada bizi ilgilendiren satırları b irlikte okuyalım : (K im i yeri sadeleştirilm iştir.) "Y alan, efsane üzerine kurulm uş olan dinler, kim bilir kaç bin yıldan bu yana, insanları yalan söylem eye ve yalana inanm aya alıştırm ışlardır. D inler, verdikleri eğitim le insanda, ’yalan'ı te m el; 'dürüst olm a'yıysa a y rın tı diye alıp benim setm işlerdir.
103
"A nt içm ek, dinlerin tem el öğesi gibidir. M uham m ed, kendi Kıır'an'm da, birçok konuda, kendi A llah'ına bile ant içirm iştir. B u yolla, kendi A llah'ım , ağır biçim de suçlam ış sayılır. Çünkü a nt içenin, yalan söylem esi de doğaldır. Esasen yalan söyle m eyen, ant içm e gereğini duym az. V e ant içm eyi kendisine ha karet bilir. En çok, din m askarası doğu toplum ları (Atatürk'ün notu: T üıkler, bunun dışında), çok eski zam anlardan beri, sü rekli yalan söylem eyi ve sözlerini birtakım andlarla güçlen dirm eye çabalam ayı bir gelenek edinm işlerdir. A ğızlarından çı kan her söze, akla hayale gelm edik antlarla güç kazandırm a yo luna g id e rler..."225 Satırlar uzayıp gider. İkinci ilke: "Suçluyu cezalandırm ada ivedi davranm am alı." Ne denli insancıl değil m i? Üç kitaplı din", özellikle İslam , biraz değişik de olsa, Sabiîliğin bu ilkesine, dogm aları arasında yer verm iş görünür. Ö rneğin, M âide Suresi'nin 8. ayetinde, "...S a k ın bir topluluğa olan düşm anlığınız, adaletsizliğe yöneltip size suç işletm esin..." denir. Gelin görün ki, bu, yalnızca bir yüzü. Öbür yüzüyse tam tersi. "Kitaplı dinler"in üçünde de, "suçlu”, "günahkâr" görülenlerin "hemen" cezalan dırılmalarına yönelten bir sürü "nass" (dogma) var. Özellik de İslam'da. Örneğin Kur'an'da "kâfir ve münafık” sayılanlarla "kutsal savaş"a giri şilmesi ve bunlara "çok sert" davranılması buyurulur.226 "T ann'ya şirk koşmuş" (müşrik) sayılanlar ve İslam 'la savaş durum unda olanlar için ne yapılması gerektiği anlatılırken de; "...N erede bulursanız hemen öldürün! (...)" denir.227 Şu koşulla, "Namaz kılmazlar, oruç tutmazlarsa... Tövbeyle birlikte..." Bir başka "ayet"te de, " ... Nerede yakalarsanız hemen öldü rün!" buyruğu228 verilir. "N erede bulursanız" ya da "nerede yakalarsanız h em e n öldürün!" buyruğuyla, "suçluyu cezalandırm akta ivedi davranm ayın!" ilkesi b ağ daşabilir m i? Tarih, üç "kitaplı din"in egem enliğinde, türlü canavarlıkların, şa şılacak bir hızla tezgâhlanıp g erçekleştirildiğin e tan ık olm am ış m ı 104
dır her zam an? Bunu ortaya koyan örnekler sayısız. Y ahudilik m i? Z alim liklerindeki am ansızlıklarını, ilkçağdan alınabilecek, hem de rastgele alınabilecek bir-iki örnek bile ortaya koyabilir. H ıristiyanlık m ı? O rtaçağ "E ngizisyon"undaki "yargılam alar", insanlıkdışı d u rum ların, nasıl bir ivedilikle gündem e getirilip bitirildiğini görm ek is teyenlere, "sinirleriniz dayanabilirse buyurun, işte örnekler, tom ar to m a r..." diyor sanki. M üslüm anlıktakini mi görm ek istiyorsunuz? Bırakın "geçm iş"tekileri, bugünün, daha önce de değinilen H um eyni yönetim inde olanlara bakın yeter. "N erede bulursanız, nerede y ak a larsanız hem en öldürün!" buyruğunun nasıl "titizlik"le yerine g eti rildiğini rahat rahat görebilirsiniz.
Sabiîlikteki Ö teki K urallar Ü ç 'kitaplı din'dekilerle karşılaştırarak izleyelim : "Gusül'' (boy abdesti): "Cinsel birleşm e"lerde, birleşenlerin ik i sine de gerekli olur. A yrıca, erkeğin; "âdet gören" kadına, "lohusa"ya dokunm ası da bunu gerektirir.229 Cinsel birleşm elerdeki "cünüplük" ve "gusül" İslam 'da da var. Bunu hem en her "M üslüm an" bilir. "G usül", aslında bir "suya daldırm a" geleneğidir. Sabiîlikte bu, doğum sonrası çocuklara da uygulanır. Yani yeni doğan çocuk, suya d a ld ırılır.2351 Bu, bir "vaftiz"dir ve bilindiği gibi, H ıristiyanlıkta da var. "N am az için abdestli olm a koşulu": N am az kılan kim se, "cünüplük"ten tem izlenm ek zorunda. Yani boy abdesti gerekli olan du rum larda bu abdesti alacak. A bdestini bozan şeyler olursa, yine abdest (nam az abdesti) alm ak şart. İslam 'da da böyle. "Abdesti bozan nedenler": "Gusül" (boy abdesti) almayı gerektiren nedenler, ayrıca, sıçmak, sidiklemek, osurmak, burun kanaması vb.231 Bunlar, İslam ’da da "abdesti bozm a nedenleri"dir.
105
"Evlilik": Yalnızca bir kadınla evlenilebilir.232 "Harran"daki ve bu "merkez"e uyan Sabitlerde böyle. A m a buranın dışındaki kimi Sabit lerde, "eşit tutulursa birden çok kadınla da evlenmek m ümkün".233 Hıris tiyanlıkta birincisi, yani "tekeşli evlilik" (monogami), Yahudilik (eskisi) ve M üslümanlıktaysa İkincisi, yani "çokeşli evlilik" (poligami), bunun da "çokkanlılık" (poligyni) türü geçerli. Hıristiyanlığın "tekeşli evlilik"ten ve "kadın-erkek eşitliği"nden yana görünür olması, daha çok, "ilk Hı ristiyanlık hareketi"nin niteliğinden, tik Hıristiyanlara "yoksullar" (ebionim) adı verilmişti. İlk Hıristiyanlık, daha çok bir "yoksullar hare ketiydi. İlk kilise de bir yoksullar birliği ve birleşen kardeşlerin meydana getirdiği bir aileydi."234 "M ülkiyeün tarihi"ni yazan Felicien Challaye, bu nu uzun uzun işler. "Evlilik" de ona göre olacaktı elbet. Biraz "eşitlikçi" görünme zorunluğu vardı. Cinsel Adetler Tarihini yazan Richard Levvinshon, Hıristiyanlığın, "ta baştan, dikkatini özel olarak kadınlara çe virdiğini" anlatan görüşe yer veriyor.235 A m a yine aynı yazarın da be lirttiği gibi gerçekte, "kadın-erkek eşitliği" yoktu Hıristiyanlıkta da. Yazar şöyle der: "Y eni dinin kadınlara sağladığı durum , R om a'da erişm iş o l dukları durum dan, aslında bir adım daha geriydi. H ıristiyan top luluğun kendi içinde bile eşitlik yoktu. ( ...) K adın, özel hayatta da, erkeğin eşiti olm aktan uzaktı. E vlilikte kadınlara, kocala rının buyruğu altında oldukları sö y le n iy o rd u ..."236 Böyle olm akla birlikte, "Harran Sabiîleri"nde olduğu gibi "tekkanlılık" benimsenmişti ilke olarak. Yahudilikte ve M üslüm anlıkta "çokkanlılık" benimsendiği zaman "mülkiyet" durumu başkaydı ve "köleci top lum yapısı" vardı. Bu yapı çok gelişmişti. Tevrat’ta, "Süleym an..., çok yabancı kadın sevdi. ( ...) Süleyman onlara sevgiyle yapıştı. Ve onun yedi yüz karısı kral kızıydı. Ü ç yüz de odalığı (cariyesi) v ard ı..."237 den mesi Yahudilikteki yapıyı çok güzel anlatır. M uhammed'in de "yığın" de nebilecek çoklukta "karı" alması, ayrıca Kur'an'ın çok açık anlatımıyla238 "cariye"lerinin bulunması; bir yandan "Yahudi kral-peygamber"lere özen diğini, öte yandan içinde bulunduğu toplum yapısını yansıtır. Sabiî, ancak Sabiîyle evlenebilir. Y abancılarla evlenenler, dinle rinden çıkm ış sayılırlar.239
106
Y ahudilikte de buna benzer bir durum göze çarpar.240 Kral, P ey gam ber Süleym an, "yabancı kadın"larla evlendiği için "suçlanır".241 E vlilik bağı, yalnızca, "tanıklar"ın önünde gerçekleştirilebilir. Sabitlikteki bu ilke, üç dinde de, özellikle H ıristiyanlık ve M üs lüm anlıkta benim senm iş görünür.242 "Boşanma": Harran'daki ve buraya bağlı Sabitlerde, "zina" olmadan ve bu, açıkça "kanıtlanm adan "boşama" gerçekleştirilemez.243 H ıristiyanlıkta d a böyle olduğu söylenebilir.244 "M ülkiyet"in daha geliştiği anlaşılan başka kesim S abitlerdeyse, "zina"nın dışında şu üç nedenin her biriyle de, kadın "boşanabilir": "Hırsızlık", "adetliyken yıkanm am ası" ve "namaz kılm am ası".245 Şu sonuncu neden, İslam 'ı hem en anım satıyor değil mi? K uşkusuz, "kadını boşam ak", Y ahudilikte de zor sayılm az. A m a İslam 'da, erkeğin "iki dudağı" arasında. H ele "üç talakla boş olsun!" dedi mi; tamam ! İslam i "nass"lar (dogm alar), bunun böyle olduğunu kesin olarak belirtm iştir. M üslüm anlıkta "kadın boşam a" o denli k o lay olduğu içindir ki, İm am G azali'nin de ünlü İhyâu Ulûm iddin adlı kitabında belirttiğine göre; Ali'nin oğlu ve M uham m ed'in torunu H a şan "bir vakitte dört karı birden boşam ış; başka d ö rt ka rıyla birden evlenm işti" ve "böylece iki yüzden çok kadınla nikâhlanm ayı gerçekleştirm işti. "246 "Zina": B aşta gelen "yasak"lardan.247 Z ina için, Y ahudilik'te de, İslam 'da da "hüküm "ler çok ağır. Çok korkunç ölüm nedeni olm aya dek vardırılm akta.248 "Sünnet": Bence, Sabitliğin ana kollarından biri olduğu kuşku duy madan söylenebilecek olan "Hanifılik"te, sünnet; önem li din ve toplum gereklerindendir. Y ukarıda da değinildiği gibi, Sabiîlerin bu koluna "İbrahimi Sabitler" denmekte. Yani bunlar; Yahudilerin de, M üslüm an ların da, "atamız" dedikleri "İbrahim Peygam ber"e bağlı sayılmaktalar.249 Sabiîlerin öbür ana kolundaysa "sünnet", temel "yasak"lar arasında.250 Sünnet, bilindiği gibi Y ahudilikte de var251 ve İslam 'a da büyük bir olasılıkla Y ahudilik yoluyla geçm iştir.252
107
Sünnet, Y ahudilikten çok daha önce eski M ısır'da (birçok yerde olduğu gibi M ısırlı Sabiîlerde de) vardı. Bu nedenle, Y ahudiliğe, ora dan geçtiği belirtilir: Sigm und Freud şöyle der: "M usa, Y ahudilere sadece yeni bir din verm ekle kalm am ış, sün net kurum unu da o rtaya çıkarm ıştır."253 "M u sa..., sadece yeni bir din değil de, sünnet âdetini de ver m işse, O, bir Y ahudi değildir, bir M ıs ırlıd ır..."254 Ne var ki F reud’un da kabul ettiği gibi, T evra t'ta anlatılanlar, "sün net" in, "M usa"dan da önceki zam anlarda, İbrahim dönem inde var ol duğu d oğrultusunda... Freud'a göre, Y ahudilere "onur" kazandırm ak (onların m orallerini yükseltm ek) için "sünnet"in önderleri tarafından kabul ettirilm iş ola bileceği düşünülebilir.255 B una karşılık bir yazar şunları yazm akta: "Sünnet, Kitab-ı M ukaddes zamanında, ayırt edici bir belirti ola maz. Çünkü, Yahudilerin temas ettikleri kimselerin kendileri de sünnetliydi. M ısır'dayken Yahudiler, sünnetsiz oluşlarını bir sakın ca gibi gördüler. Sünnet, bir M ısır buluşu da değildi. Kuzey oy maklarından tutun da, Ottantolara kadar... bütün Afrika'da uygu lanan bir şeydi. M ısırlı rahip doktorlar, onuru olan hiçbir kimsenin kaçamayacağı bir temizlik vasıtası haline getirmişlerdi sünneti. Üst derisini kestirmeyene, barbar diye bakıyorlardı.. . 1,256 Ö zeti şu: "Sünnet", bir A frika, özellikle de M ısır geleneği. B u gelenek nasıl oluşm uş? V oltaire'in Felsefe S ö zlü ğ ü 'nde şunları okuyoruz: "Döl aracına derin bir saygı gösteren, dinsel tören alaylarında şatafatla onun (erkeklik organının) resm ini taşıyan M ısırlıların, yeryüzünde her şeyin kendilerinden doğduğu (erkek Tann:) İsis ile, (Tanrıça) Osiris'e, bu Tanrıların, insan soyunu sürdürmesini bu yurdukları organın küçük bir parçasını verm ek istemiş olmaları pek olasıd ır..."257
108
Bu konuda pek çok görüş ileri sürülür.258 A m a bu görüş d ah a akla yatkın. Ö nem li bir araştırm acı-yazar Prof. Dr. P hilip Hitti de, Tarihu Suriye ve Lübnan ve F ilistin adlı A rapça yapıtın d a bu görüşte o ld u ğunu, yani "sünnet"in gelenekleşm esinde, "cinsel orgaıun b ir p a rç a sını T anrıya sunm a" am acının güdüldüğü görü şü n ü paylaştığını b e lirtiyor. H itti'nin anlattığına göre, Tanrı "Tem m uz" için, Sabiîlerde de yapılan "verim lilik-üretkenlik törenler i "nde, kadınlar kendi cinsel o r ganlarını, erkekler de erkekliklerini arm ağan ederlerdi. Y ani Tanrı için bolca cinsel birleşm e olurdu. İşte sünnet de bu törenler sırasında oluşm uştur. Ü retim i sağlayan önem li organ olan "erkeklik organı"nın b ir parçasını tanrı "T em m uz"a su n m alarla.. ,259 D em ek ki, "sünnet"i kabul eden bizler de, bu gelenekle, organ larım ızı "Ulu T anrı"ya sunuyoruz arm ağan olarak! N e var ki, bunu saygıyla sunduğum uz "Tanrı" erkek! Sünnet g e leneği oluşurken de "erkek"ti. Eski A nadolu tapınm alarında görülen A na T anrıça K ibele'ye, organın bir parçası değil, bütünü kesilip sunuluyordu. Bu tür "sünnet", K ibele kültündeki rahiplerde görülürdü. "K ökünden kesilip sunulan erkeklik organı"ndan akıtılan kanla da, "toprak sulanır" ve bununla, toprağın "bereketlendiği"ne, bitkilerin daha çok "fışkıracağı"na in a n ılırd ı.260 "Sünnet" geleneğinin, "İbrahimi" olan Sabitlerin dışındaki Sabiîlerde "yasak”lar arasında bulunması ilginç. "Saygısızlık" sayılmasından olsa gerek! "Sünnet törenleri", M üslüm anlarda nasılsa, Y ahudi dünyasında da ay rın tılarıyla aynıdır.261 "Y enm esi yasak olan hayvanlar: H er tür leş, her tür kesilm eden ölm üş hayvan, her tür iki gelişm iş köpek dişli etçiller, özellikle de d o m u z ve köpek. Bu arada yırtıcı kuşlar. B ir de eşek." Sabiîlikte, bunlar, önem li "yasak"lardır.262 B unlar, İslam 'da da "haram "dırlar. A ynen!.. M âide Suresi'nin 3. ayetinde şöyle denir:
109
"Leş, kan, d o m u z eti, A llah'tan başkası adına kesilenler, kesem ediklerinizden; boğulm uş, bir yerine vurularak öldürülm üş, düşüp yuvarlanarak ölm üş, başka bir hayvan tarafından süsü lerek öldürülm üş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanm ış olanlar, dikili taşlara (putlara) kesilenler size haram k ılın d ı..." Sabiîlikte yenmeleri yasak olan kimi hayvanlar, Yahudilikte de önemli yasaklar arasında görülür.263 Örneğin: D omuz. Tevrat'ın Levililer ile (11:7). Tesniye (14:81 bölümlerinde şöyle denmekte: "Ve domuzu. Çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır fakat, geviş getirmez. O size murdardır. H erodot'un anlattığına göre; dom uz, M ısır'da T anrı O siris’in düş m anı olan bir başka T an n 'n ın hayvanıydı. O T a n n 'y a d a "dom uz" de nirdi. G ecenin ve kötülüklerin T annsıydı o. M ehtaplı gecelerde, ona dom uz kurban edilirdi, bu törenlerde eti de yenirdi.264 İbn N edim 'in anlattığına göre de; Sabiîlerin de "yılda bir günleri vardı ki, o gün kurban olarak T anrılarına dom uzları sunarlardı. Y al nızca o gün için, dom uzların etinden yerlerdi."265 "D om uz etini yem e yasaklığı"nm çok eski çağ lara dayandığı bir gerçek. A m a bu "yasaklık" neden? D om uz etinde "trişin" kurtçuğu bulunm adan önce, "bir hikm et var elbet!” denirdi. Bu kurtçuk bulunduktan sonraysa, "İşte hikm et bu!" denir olm uştur. Din savunucuları hem en sarılm ışlardır buna. B irta kım bilim şarlatanlarını da yanların a alarak. Y ay g ın laştırılan yargı: "D om uz etinden trişinin tem izlenm esi m üm kün değil." T ürkiye R adyo ve T elevizyonunda, "yüksek uzm anlığı "ndan dola yı kendisine sıkça yer verilen bir sayın doktorum uz, Dr. H aluk Nurbaki, bakın ne dem iş: "D om uz etinin haram kılınm a nedeni, bu ette bulunan trişin kur dunun insanlarda yaptığı hastalığa dayanır. D om uz etinin trişin den tem izlenm esiyse m üm kün değildir. Bu hususu, Prof. Hirsch, H ijyen kitabında açıkça bildirm ektedir."266 Ne var ki, bu "sayın" doktorum uz, sözünü ettiği P ro f a yollam a ya parken yalan söylüyor. Y alanını da bir m eslektaşı o rtay a çıkarıyor. O doktor, İhsan Ekin.
110
Dr. Ihsan Ekin, şunları yazıyor: "Bu görüş karşısında şaşkına dönm em ek imkânsız. Prof. Hirsch'in böyle bir mütalaada bulunması ise; bugünkü tıp bilimlerine aykırı. Bugünkü bilim gücünü hiçe sayarcasına küçük görmek ve basit bir solucan kurdu sürfesi olan trişin kurduna da, bu bilim gücünü ye necek nitelikte, olağanüstü bir dayanıklılık yüklemek ve yakıştır m aktan başka biı şey değildir. Çok merak ettim. Ve adı geçen Hij yen kitabını da buldum ve inceledim. Dr. İhsan Ekin, sözü edilen kitapta ne görm üş biliyor m usunuz? D oktor H aluk N urbaki'nin ileri sürdüğünün tam tersini. Y ani "ya la n ın ı. Yani Prof. H irsch, "trişinden hiç bırakm am acasına dom uz eti nin tem izlenebileceğim " belirtm iş! Dr. Ekin, "domuz etini yemenin, çağım ızda haram olamayacağını" kanıtlam aya çalıştığı bir kitabında anlatıyor bunları.267 Dünyadaki açlıktan söz ediyor. Ü lkem izdeki açlıktan söz ediyor, bu gerçekler var ken "dom uz etini haram sayma"nın saçmalığını yansıtm aya çabalıyor. D om uzun ekonom ik yönden ne denli yararlı olduğunu, nasıl çabuk ürediğini, akıllıca üretildiği zaman neler elde edilebileceğini sayıp döküyor. Bu arada, bence çok yanlış bir yola saparak, "Kur'an'da dom uz etini yasaklayan ayetleri", nicelerinin yaptıkları gibi "te’vil" ediyor. D ok toru anlıyorum, am a çıkm az bir yoldur bu. Hem din dogmacılarını do yurm az, hem de varılmak istenen amaç toplum ve insanlığın yararıysa, ona uygun düşmez. D oktora söylenmesi gereken şu bence: "Amacın toplum sal yararsa bu, yol değil. Dinin namusunu kurtarm ak istiyorsan; boşuna bir çaba!" Y alnızca bu doktora değil, aynı yoldaki benzerlerine söylenmeli böyle. D om uz etinin trişin kurtçuğundan tem izlenebilir olduğu anlaşılınca, din savunucuları ağız değiştirm eye başladılar: "Yasakta, başka hik m etler de vardır, am a ilim daha bulam am ıştır..." türünden268 Ve İslam dalkavuklan "âlimane" yorum lara girişirler: "Bundan 1400 yıl önce Kur'an dom uz eti yem eyi haram kıldığı zaman; nedeni, hikmeti bi linmiyordu. Trişin bulununca anlaşıldı. K imbilir daha nice hikmetler v ar..."269 TC Diyanet işleri Başkanı da olmuş, üniversite m ollala rımızdan Ateşli Süleyman (Süleyman Ateş), dom uz etinin "gayreti (yani
111
dişiyi kıskanm ayı) ortadan kaldırması"nın da bir başka "hikmet" ola bileceğini yazar; bu ve benzeri şeylerin, "Kur'an'ın ilmi mucizesi" sayılması gerektiğini bildirir ve bu tür "ilmi mucize"lerin, "Kur’a n'ın insan sözü olmayıp, Allah kelamı olduğunu" gösterdiğini açıklar!270 Oysa yukarıda da belirtildiği gibi; domuz eti yem edeki yasaklık, "1400 yıl önce"ye değil; çok çok öncelere dayanır. Yani bu yasak, "Kur'an yasağı" değildir. Kur'an 'dan çok önce "Tevrat yasağı" (Yahudi yasağı), ondan da önce "Sabiîlik yasağı" ve çok daha önce de bir "to temcilik yasağı"dır. M uham m ed ise, "kopyacısı"dır yalnızca. Açıktır ki, ne önceki yasak koyucularının, ne de Kur'an'a olduğu gibi geçiren Muham med'in, trişin mirişin düşündüğü ileri sürülebilir. B ir başka "hikmet" olarak, dom uz etinin, "dişiyi kıskanma"yı "ortadan kaldırabileceği"nden söz etmekse "ayıp"tan da "ayıp"tır. "Cahil" kitlelerin ne tür gülünç şey lerle kandırıldığının açık bir kanıtıdır ayrıca. G erçek şu: Bilindiği gibi; ilkel toplum yapısındaki "din"ler arasında "Totemcilik" (Totemizm) de bulunur. İlkel topluluk (klan) üyeleri, bir "hayvan"la da aralarında "yakınlık" bağı kurmuşlardır. Bu topluluk in sanlarına göre: Söz konusu hayvan, insanüstü güç yüklüdür ve "topluluktakileri korur". İşte "bu hayvan öldürülemez ve bu hayvanın eti y en m ez."271 D om uz da, bu tür hayvanlardan biridir işte.272 Tevrat'ta da, K ur'an'da da, yenm esi yasak olanlar sayılırken, "do m uz eti"yle birlikte "kan" da yer alır. "Kan" ise, ilkellerdeki bir "canlıcılık (animizm) yasağı"dır. Böyle ol duğuna Tevrat'ın anlatımında da ipucu var: Örneğin Levililer bölümünde, Yahudi Tanrısı şöyle der: "İsrailoğullarına dedim ki, hiçbir çeşit etin kanını yem eyeceksiniz. Çünkü her çeşit etin canı, onun kanıdır, onu yi yen, (toplulukdışına) atılacaktır..." (17:14) "Faiz": Sabiîlikte, "faiz", "faiz kazancı" kesinlikle yasak. (Haram.) Tevrat'ta da öyle.273 A m a Yahudiler, "faizcilik"leriyle, "tefecilik"leriyle ünlü değiller mi? K ur’a n'âa da "haram"dır faiz ("riba").274 Yani Sabit likteki yasağın Tevrat'a, sonra da Kur'an'a geçtiği anlaşılıyor. Sabiîlikte olup da, sonraları öteki üç "kitaplı din"in "kutsal ki ta p la r ın a geçtiği görülen daha birçok kural var.275 Bu da, Sabiîlik dininin, Y ahudiliğe, H ıristiyanlığa ve İslam 'a, ne denli önem li bir kaynak olduğunu gösterir.
Sabiîlik, kurallarını bu dinlerden alm ış olam az m ı? D inlerarası "etkileşim " elbette var. A m a Sabitliğin "eskiliği"ni unutm am ak gerek. Bunu, "M üslüm an" yazarlar d a "itiraf' etm ekten kendilerini alam am aktalar: İbni Hazm (994?), "Sabiîlerin bağlı bulundukları din, çağlar içinde en eski, dünya dilleri içinde de en yaygın bir dildir..." diyor.276 Kimi kaynak kitapların da bu görüşe yer verdiği, benim sediği gö rülür.2 Ve kim i kaynaklarda şunlar yazılı: "Süryan toplumu, toplumların en eskisidir. Adem'in ve oğullarının dili, Süryancaydı. Bu toplumun diniyse, Sabiîlerin diniydi.. .”278 Bu sav, Tevrat yorum larından kaynaklanm akta. Ö zellikle de Süryanilerce yapılan yorum lardan: Bir Süryani patriğinin, Süryani tarih ve edebiyatına ilişkin kita bın d a şöyle denir: "A ram i-Süryani dili, Sam i dillerinden biridir. Tanrısal kitabın bir bölüm ü, bu dille bildirilm iştir. 7evraf'ın D anyal bölüm ü ve M atta İncili g ib i... Bu dil, kim ilerince dünya dillerinin en es kisidir. Ilım lı yazarlara göreyse, en eskilerinden b ir i...”279 Bir başka Süryani din adam ı ve tarihçi de, Tiirk Süryaniler Tarihi adlı kitabında: "Biraz daha açılacak olursak, H azreti A dem 'in dilinin, A ram i-Süryani olduğunu ö ğ ren iriz..." der.280 Y azar, ileri sürdüğü sa vı, T evrat’ın Tekvin bölüm ündeki ayetlere (10:31, 11:1) dayandır m aya çalışır. Z orlam alı b iç im d e ...281 Süryanilerin "toplum ların en eskisi", dillerinin "dillerin en eskisi" olduğu, Tevrat yorum larına dayandırılabilirse de, bilim sel ölçüler içinde kabul edilem ez. Süryanilerin benim sedikleri Sabitliğin, "din lerin en eskisi" olduğu da doğru olam az. Olamaz çünkü, bir dinin "en eski", yani ilk din olabilmesinin ko şulları var: Birincisi, o dinin, "en ilkel toplulukta olması". İkincisiyse, o dinin, "kendinden önce bir dinden öğe almamış olması". Uzmanların haklı olarak ileri sürdükleri koşullardır bunlar.282 Sabitlikteyse bu iki koşulun ikisi de yok.
113
Birinci koşul yok. Çünkü, Sabiîliğin bulunduğu toplum , ya da top lum lar, "en ilkel" değil; özel ve bilim sel anlam ıyla "ilkel" bile değil lerdi. Sabitler, "köleci toplum " aşam asm daydılar. V e yalnızca "tarım cı" olanları ya da "kent uygarlığı"nı kurm uş olanları değil; göçebeleri bile "ilkellik" aşam asını çok tan geride bırakm ışlardı. Bu toplum ya da toplum larda yazı biliniyordu ve nice uygarlık yapıtları kalm ıştır bunlardan. İkinci koşul da yok. Ç ünkü, Sabitlikten önce, çok önce, "ilkel din ler" vardı. "C anlıcılık" vardı, "totem cilik" vardı. V e Sabitlik, bu din lerden birçok kalıntı alm ıştır.283 Bunları biliyoruz. Ancak, gerek İbn Hazm, gerek başkaları, "Sabiî liğin en eski din" olduğunu söylerler ve yazarlarken, bu dinin, "gelişmiş" sayılan, özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve M üslümanlık gibi dinler içinde "en eski" olduğunu anlatm ak istiyor olabilirler. İşte o zaman bu sav doğru olur. Ç ünkü Sabiîliğin, P eygam ber İbrahim dönem inde de bulunduğu belirtilir. B elirten de, söz konusu dinlerin inanırlarının kendileri. Yani Yahudiler, H ıristiyanlar, M üslüm anlar. Ö yleyse; Sabitlik, Y ahudilikten bile öncedir. B öyle olunca ve S abitlikteki tem el yapıyı, Y ahudilikte, H ıristi yanlıkta ve M üslüm anlıkta bulunca, kuşkuya yer kalm ayacak bi-çim de, gerçek ortaya çıkıyor: Ü ç "kitaplı" din de, şu ya da bu yolla, o dinden alm ışlardır hem en her şeylerini: D üşünün: B unlardaki "T anrı", Sabitlikteki Tanrı. Aynı. Sabiîliğin asıl, hatta "tek" T ann'sı: "Erkek" Tanrı. "Baba" Tanrı. H er yere ve her şeye yetişen. B ir niteliğiyle "um ut", öbür niteliğiyle "kaygı-korku" kaynağı olan Tanrı. A slı "en ilkel" toplum larda yaratılm a. "llkeller"in "Y üce V arlık" dedikleri,284 kim ilerindeyse "M ana" diye bilinen.285 E s ki uygarlıklarda, K aidelilerde, Sum erlerde, eski M ısır'da, eski FilistinFenike dillerinde ve daha nice yerlerde-yörelerde geliştirilerek ku ru m laştırılan T anrı. Sabitlikte, "kurban"lar gerçekte bu "tek" T ann'ya sunulurdu. Dinsel törenler bu T ann için yapılırdı. Bu T ann'ya tapılırdı simgelerin ötesinde. V e yalnızca bu T ann'ya yaklaşm a amacı güdülürdü. Kuşkusuz, "putlar"
114
da vardı. Ama, birer simgeydi. Bunlar "yıldızlar"ın, onlarsa içlerinde var diye inanılan "nıhlar"ın simgeleriydi. V e tümü, asıl T ann'ya yaklaşm a nın yolu, aracı sayılıyordu. Hiçbiri, O 'na "Tannlık"ta "ortak" görülm ü yordu. Yani Sabiîlikte "putataparlık", "yıldızlarataparlık" vardı, am a ne "p u fla r, ne de "yıldız"lar asıl T ann sayılıyorlardı. Asıl ve "tek" Tanrı katında "aracılar"; inanırlara "şefaatçilerdi yalnızca. Yahudilik'te, Hıris tiyanlıkta, M üslümanlıkta olan "şefaatçiler" g ib i... Y ani gerçekte, üç "kitaplı" dininkinden "farklı” bir durum yoktu. "Farklı" gösterm eler, yutturm acadır. Tanrı, aynı Tanrı. A ynı Tanrı gelm iş, söz konusu dinlere "bağdaş kurup" yerleşm iş. "Saray"ıyla, "saray erkânı"yla birlikte. D ahası: Din, "ahlak" kurallarıyla b irlik te... Söz konusu üç "kitaplı" dinde, "putlar", "yıldızlar" (tapınılan gökci simleri, gezegenler) yoksa da, başka tür aracılar var. "Tanrı Krallığı", "saray", "saraydakiler", gözde ve türlü türlü "melekler" var. "Melekler" de Sabiîlikten "aşınlma"! Sabiîlikteki gibi "ruhlar" da var aynca. Çeşit çe şit. .. Hepsi kopya, hepsi "aşırılm a"... Bu "aşırma"lar, "kopya"lar, biraz da "akrabalann dininden alıp çalma" niteliğinde: Y ahudilikte, "atam ız" diye nitelenen "Peygam ber" İbrahim 'in yolu benim senm iş görünür. H ıristiyanlıkta da karşı çıkm a yok; tersine, b e nim sem e var. K ur'an'da da İbrahim , M üslüm anlara: "A tanız!" diye tan ıtılıy o r.286 V e onun yolundan gidilm esi buyuruluyor. "İbrahim 'in dini", benim senm esi gereken tek dindir İslam 'da.287 "İbrahim'in dini"yse S a b iîlik te n başka sı değildir. D aha önce de değinildiği gibi, K ur'an'da, İbrahim 'e sık sık "H a n if' denm esinin sağlıklı açıklam ası budur. Y ine daha önce geçtiği gibi; "H a n if' sözcüğü. Sabitlik dininde olan toplum lardan kalm a bir sözcük. A ram i-Süryani kökenli. V e geldiği dilde, ya da dillerde, "Putatapar", "Sabiî" anlam ında.288 En azından bu anlam ı içerm ekte.289 O nedenle "H anif' sözcüğünün bu anlam lara geldiğini kimi "M üslüm an" incelem eciler de kabul etm ek zorunda kalıyorlar.290 Süryaniler-Aramiler, yani Sabitlik dininde olan bu toplum ve top luluklar da, İbrahim'i "ata"lan bilmişlerdir. Yahudiler, M üslümanlar g ib i... D ahası: T evrat'ta da, İbrahim 'in "A ram i” olduğu açıklanır. Tesniye bölüm ünün 26. bap, 5. ayetinde şu bilginin verildiği görülüyor: 115
"Ve Allah'ın Rabbin önünde cevap verip diyeceksin: Babam göçebe b irA ra m i idi. V e sayıca az olarak M ısır'a inip orada konuk oldu. V e orada büyük, güçlü ve sayıca çok bir m illet oldu." E ski İbraniler (Y ahudiler) "A ram i" dilini de konuşurlardı.291 V e yine Tevrat'ın anlattığına göre; Y ahudiler, A ram ilere "ana" yönünden "akraba"dırlar.292 O nun için; Sabiîlikteki asıl ve tek T ann'nın , hem en tüm ana kural ları ve "erkân"ıyla birlikte gelip, önce Y ahudilikte, sonra da türevleri olan H ıristiyanlıkta ve M üslüm anlıkta, "taht kurm ası", hiç de anlaşıl m ayacak şey değil! H em en her şeyiyle birlikte "T an n "m n alınıp "aşırılm ası", bir çeşit "hırsızlık"sa da, "akrabalar arasında"!.. Sonraki iki din, Sabitlikten aldıklarını, y a Y ahudilik aracılığıyla, ya başka yollarla, ya da doğrudan alm ışlardı. "Sabitlik", bir "putataparlık"sa, yani "yıldızlar"a ve simgelerine, asıl "T ann"ya "yaklaştırırlar" um uduyla saygı gösterildiği, tapınıldığı için böyle denebilirse; Yahudilik, Hıristiyanlık ve M üslüm anlık da bu kay naktan geliyor işte! Ve bu dinlerdekiler, ne denli böbürlenseler de, gerçekte, "putataparlık" dedikleri o kaynaktan, kendi dinleri de pek "farklı" değil! Y inelem eyi göze alarak altını çizm ekte yarar var: Üç kitaplı dinin "Tanrı"ları da, kuralları da, "putataparlar", "yıldızlarataparlar" eliy le oluşturulup geliştirilm iştir. Ve bu dinlerin, b ugünkü durum ları da, "putataparlık"tan "farklı" gösterilse de tem el b ir fa r k yo ktu r gerçekte. Kimi anlatm a biçimleri, kimi uyutm a yöntemleri değişiktir, o kadar. Bu da, değişen yaşam koşullarından, ekonom ik gelişm elere "ayak uydurm a zorunluğu"ndan doğmuştur. Yani çağına göre uyutma; çağma, toplumuna göre "sömürme" var yalnızca. Ü ç "kitaplı" dinde egem enliğini sürdüren "T anrı"nın "K rallığ ı'n ı görelim :
1 lö
EFENDİ BA BA TANRI'NIN KRALLIĞI, SA R A Y E R K Â N I VE Ç E V R ESİ
K u r'a n'a göre, T ann'n ın "K rallık" biçim inde "egem enliği" var ve bu egem enliği, "göklerle yeri içine alır".293 Tevrat'a., "incirlere, göre de öyle.294 K u r'a n 'da T âhâ Suresi'nin 114. ayetinde, "G erçek Kral olan A llah Y ücedir!" denir. B urada "Tanrı" için "M elik" sözcüğü kullanılm ıştır. A raplar, bu sözcüğü, çevrelerinde, ya da başka yerlerde sözünü etm ek istedikleri, krallık, şahlık biçim indeki yönetim lerin başındaki devlet başkanı için kullanırlardı.295 "Ulu T anrı"m ız 'K ral" olunca; en başta ’’sa ra y", "taht" da gerekli elbet! "K utsal" kitaplara göre bu da var! "A rş"ı var "Ulu T ann"nın! "K ürsî"si var! "A rş", "kürsî" sözcükleri K u r'a n 'da da geçer: "Arş"\ "Kral"a ve "Kraliçe"ye özgüdür. Taht" anlamında. Örneğin Nemi Suresi'nin 23, 38, 41 ve 42. ayetlerinde bu anlamdadır: "Sebe' Kraliçesi’nin tahtı" anlamında. A m a sözcük, "Sebe' Kraliçesi'nin Sarayı" an lamı da verilebilecek biçimde yer almış bulunuyor. Kur'an ayetlerindeki "Tann'nın Arşı" da genellikle öyle. Yani "Tann'nın Tahtı" anlam ına ge lir ama, "Tann'nın Sarayı" anlamını da içerir. " K ü rst'ye gelince: K u r’a n ’da iki yerde geçer: B akara Suresi'nin 255. ayetinde "Tanrı'nın K ürsîsi", Sâd Suresi'nin 34. ayetinde de "Süleym an'ın kürsîsi" o la ra k ... iki yerde de "taht" anlam ında. "T ann'nın tahtı" ve "S üley m an’ın tahtı" dem ek. "Ulu T anrı" da "K ral"; "U lu Süleym an" da!.. O nedenle ikisinin de "kürsîsi" (tahtı) var!
117
"Arş"da, "kürsî" de A rapça değil. Yabancı sözcükler.296 Hele "kürsî" sözcüğü; Kur'an'dakı "Tann tahtı", "Tann sarayı" düşüncesinin ne relerden geldiği konusunda, bize, ipuçlan verebilecek niteliktedir: "K ürsî”nin A ra m i dilindeki biçim i "kursiya", İbrani dilindeki biçim i de "kisse"dir.297 Y a da "K issa".298 Prof. Dr. Philip Hitti'nin in celem esine göre: B u sözcük, Süm er kökenli. V e A kadca yoluyla eski S uriye’ye geçm iştir.299 V e dolaşa dolaşa gelm iş; bizim "kutsal k ita bım ız" Kur'aria)... Bu dillerin hepsindeki anlam ı da aynı: "Taht". K ral'a ve K raliçe'ye ö z g ü ... B u durum da, "arş" sözcüğüyle "kürsî" sözcüğü, eşanlam lı oluyor. T a n n ’nın "A rş"ıyla "K ürsî"sinin aynı anlam a geldiğini söyleyen yo rum cular da var zaten.300 A m a yine de İslam dünyasında, bu sözcüklere farklı anlamlar verenler çoğunlukta gibi. Eski İslam "filozofları ve "kelamcı"lan, bu sözcükleri, eski Yunan düşünce dünyasında belirli yerlere oturtm aya çabalayarak an lamlandırırlar. Ve daha çok Batlamyus (Claudis Ptolmy, İS 85-165) gökbilimi ve coğrafyasındaki belirli yerlerde değerlendirerek...301 "Kürsî"yi "yedi kat gök"ün üstünde gösterirler. "Arş"ı da onun üstünde. A rş'a "Atlas G öğü" diye de ad verirler. Bu gök, "dokuzuncu ka tgök"tür.302 B ir "hadis"te M uham m ed'in şöyle dediği bildirilir: "Ey E bu Zör! Y edi kat gökle yedi kat yerin, K ü r sî yanındaki büyüklükleri, bir çölün ortasına atılm ış bir kapı, ya d a bir yüzük halkası gibidir. A rşın da K ürsîye göre olan büyüklüğü, o çölün, halkaya göre olan büyüklüğü gibidir."303 Dem ek ki, önce; apartman katlan gibi "kat kat" gökler var. "Yedi kat". Sonra Kürsî, en üstte de A r;. İşte Kral, yani "Ulu Tanrı", bu sonuncuda! Kral T ann, "buyruk"lanm buradan gönderiyor. "Sevgilisi" M uhamm ed'i de, "M irac-Isrâ gecesi" buraya çağırmış, burada kabul etm iş ve burada "sarm aş dolaş olm uş"! M uham m ed, buraya ulaşıncaya dek birkaç "araç" değiştirm iş. Ö nce " e ş e k le "katır" arası bir hayvan ("burak"), sonra "yer"den "birinci kat" göğe dayanan bir "merdiven" ("m i raç"), "hadis"teki anlatım ıyla "tak tak" kapıları çalınarak "kat kat" çı kılan "yedi kat gök"ten nice sonra da "re fre f. "Yeşil bir perde", ya da 118
"döşek" anlam ında. Ü zerine binilince alıp uçururm uş! M asallardaki "uçan halı" gibi bir şey. M uham m ed, "yedi kat gök"ten nice sonra "sı nır ağacı" ("sidretü'l-m ünteha") bölgesine gelince; T anrı, " s a r a y ın dan özel olarak gönderm iş bu aracı. M uham m ed "binince" de; "ha d is t e k i anlatım la; "Kâh alçaktan, kâh y ü k se k te n u çu ra ra k" alıp g ö tü rm ü ş! "U lu T an n 'n ın sarayı"ndaki "en gizli ve girilem eyecek yer"e u la ş tırm ış ! V e "iki sevgili", "Tanrı" ile "M uham m ed" anlatılam aya cak biçim de "sarm aş dolaş" olm uşlar burada. O sırad a da, "Peyg am ber"e "nam az" buyruğu bildirilm iş!304 İleride "M irac-İsrâ m ucizesi" anlatılırken* bu "öykü"yü ayrıntıla rıy la b u lacaksınız. D aha ne şaşılası şeyler var orada! "Bu öykü baştan sona yalan!" diyeceksiniz. [...]* * am a "sevgili Peygam berim iz" anlatıyor. Bu tür m asalları [ ...] usta olan "Peygam b erim iz"... Ö yküdekileri M uham m ed'in kendisinin anlattığı, en "sa h ih " (sağlam ) sayılan "hadis" kitaplarında bile ayrıntıyla yer alıyor. Ö rneğin "B uharî"nin, "M üslim "in E 's-Sahih'\erinde ve "sağlam lığı" tartışm asız kabul edilen ö te k ile rd e ...305 Yeri gelince, bu "miraç" uydurmasının kaynaklandığı başka uydur maları d a bulacaksınız, karşılaştırabileceksiniz. V e bu arada, "sevgili Peygam berim iz"in [...] "ustalığı"na bir kez daha şaşacaksınız. Yani kimi "peygamber"lerin "gökler"e, "Tann katı"na doğru çağınldıklan Tev rat'ta, In c illerde de anlatılır.306 A m a M uham m ed'inki bambaşka. M u ham m ed, kaynaklardan almış ama, kendinden de çok şey katmış. V e "ilkellik"lerle kaplı kafalan büyülem ek için elinden geleni ustalıkla yapmış. A labildiğine "korku"lar, "um uf'lar aşılayarak...
K ral T a n n 'n ın "T aht"ı-"Saray"ı H em "M elek"lerle Ç evrili, H em de "M elek"lerin "Sırtında" M ü'm in ("Gafır") Suresi'nin 7. ayetinde şöyle dendiği görülür: "O nlar ki A r ş 'ı yüklenm ekteler ve onun çevresindeler; Rabblerinin (efendilerinin) övgüsüyle teşbih ederler. O 'na inanırlar. İnananların bağışlanm aları için de O na y a k a rırla r..." * K ıtisa l K ita p la rın K a yn a k la rı-3 (Y .N .) ** Ü ç s ö z c ü k ç ık a rılm ıştır. (Y .N .)
119
Z üm er Suresi'nin 75. ayetinde de şöyle anlatılır: "M elekleri, A r/'ın çevresini çevirm işler görürsün. Rabblerinin (efendilerinin) övgüsüyle teşbih ederler. D em ek, kimi ”m elek"ler, "Tanrı tahtı"nın çevresindeler. Bunların işleri, ya da en başta gelen işleri, "Tanrı ö vgüsü"nü dillerinden d ü şürm em ek. B aşka bir deyişle " [...]" etm ek! Bu arad a da, "inanırlar" için dualar sunm ak, aracılıkta bulunm ak. K im ileriyse sırtlarına al m ışlar; "taşıyorlar" o "ulu taht"ı! "Tanrı tahtı"nı ya da o "benzersiz büyük saray"ı, sırt lannda taşıyan m eleklerin "sayılan" üzerinde de durulur: İleri sürüldüğüne göre, "kı yam et günü"ne dek "dört büyük melek" taşıyacak.3®7 A m a "kıyamet" olunca, bunlara "dört melek" daha eklenecek ve sayı "sekiz" olacak. H âkka Suresi'nin 17. ayetinde şu bilgi (!) veriliyor: "Ve m elekler onun bir yanında (dizili). V e R abbinin (efendinin) A r^ in ı, m eleklerin üstünde, o gün 'sekiz i taşıyacak." Bu ayete ilişkin y orum larda da şöyle diy o r K ur'an yorum cuları: "Kıyamet günü, gökler yıkılınca, meleklerin bannabilecekleri bir yer kalmayacak. Bu yüzden bir yana sığınıp dizilecekler. Tann'nın A r/iy s a bunlann üstünde olacak. V e bu büyük A rş i, o gün, Tann'nın sekiz olumlu niteliği sayısınca sekiz melek taşıyacak."308 D üşleyebiliyor m usunuz?! "Tanrı sarayı" çevresinde "en yüce kurul" ("el m eleu'l-a'lâ") adı verilen ve ileri gelen m eleklerden oluşan bir "kurul" da bulunur! K u rul üyeleri, "saray erkânı"nın en ileri gelenleridir. V e bu kurulda, çok "önem li kararlar” alınır. N e var ki, burada alınan kararları, "cin"lerin casusları "çalarlar" ve "kendilerinden" de "katarak", kim i çevrelere aktarırlar. H er zam an değilse b ile ... "O lm az böyle saçm a şey!" diyeceksiniz. Ö yle am a, Kur'an böyle diyor, "hadis"ler böyle diyor: S âffât Suresi'nin 7-10. ayetlerinde anlatılanları birlikte okuyalım : "Biz dünya göğünü, bir süsle, yıldızlarla süsledik. Onu, inatçı her tür şeytandan koruduk. Onlar, en yüce ileri gelenler kurulunu din
120
leyemezler. H er yönden kovularak atılırlar. Sürekli bir ceza da var onlara. Ancak, oradan (bilgi) kapıp kaçıranlar da olur ki, onların ardına da delip geçen o ışık saçan düşüp izler." Bu ayetlerdekiler, hemen hemen aynı anlatımlarla, H icr Suresi'nin 1618. ayetlerinde de anlatılır. Yalnız burada, "kapıp kaçanlar" yerine, "kulak hırsızlığı yapanlar" deyimi kullanılır. Yani "şeytan"lann, "en yüceler kurulu"ndan bilgi "çaldıkları" açıkça bildirilir! "Cin" Suresi'ndeyse "şeytan" yerine "cin" sözcüğü kullanıldığı görülür. "C in"lerin şöyle dedikleri açıklanır: "Biz göğü yokladık. Onu, sert bekçiler ve delip geçen ışık saçanlarla doldurulmuş bulduk. Göğün, (en yüceler kurulunun) din lenebileceği yerlerine otururduk. (Dinlerdik). A m a şimdi, kim din leyecek olsa, kendisini gözetleyen bir ışık saçan bulur." (8-9.) D em ek ki, "Ulu Tanrı", en önemli kararların alındığı ve "ulu sa ra y ın d a bulunan "en yüceler kurulu"nun "dinlenmemesi" için gerekli önlem leri almış! "Göktaşı" denen ve hava küresi içine girince havaya sürtünmekten akkor durum una gelip parlak ışıklar saçarak geçip giden, ya da "kuyrukluyıldız" dediğimiz, ardında kuyruk gibi bir oluşum taşıyan türden "gökcisimleri" olur ya, işte, "şeytan" ya d a cin casuslarına karşı, bunları kullandığını bildiriyor Tanrı. "Şeytan"ları, "cin d en bun larla "taşlatıyor"m uş! M uham m ed'in şu anlattıklarını da okuyalım birlikte: "Bu atılan ışıklı nesne sandığınız gibi değil. Çünkü o, ne bir insanın ölüm ü için, ne de yaşamı için atılır. A m a işin gerçeği şu: Adı yüce Rabbim iz bir iş kararlaştırıp hükmettiği zaman, A rş'ı taşıyan melekler 'subhanallah!' diyerek seslenirler ('teşbih' ederler). Sonra, 'gök halkı’ndan, bunların yanı başında olanlar da böyle ses lenirler. Öyle öyle derken bu seslenişler (’tesbih’ler), şu dünya göğüne dek gelir. Bir de, A rş'ı taşıyanların yanı başındakiler, bu taşıyıcılara sorarlar: 'Rabbiniz (efendiniz) ne söyledi?' A r ş ’ı ta şı yanlar, söyleneni anlatırlar onlara. Alınan bilgiyi, 'gök halkı'ndan kimi kimine iletir. Derken, bilgi, şu dünya göğüne dek gelir. İşte o sırada 'dinleyen' cinler, hemen kapıp kaçırırlar o bilgiyi. Ve dost-
121
lanna ulaştırırlar. Birbirlerine iletilir. Bunların olduğu gibi getir dikleri bilgi gerçektir. N e var ki, olduğu gibi getirmeyip içine ya lanlar da katarlar, abartırlar!"309 M uham m ed anlatırken kimi "hadis"lerinde daha da "ayrıntılı bilgiler" verir bu konuda: Örneğin, T ann'nın herhangi bir konudaki "karar"ını ve "hükm "ünü işiten meleklerin, "Subhanallah!" derken "kanatlannı da çırptıklannı" ve "çok büyük korkuya kapıldıklannı", bu korku geçtikten sonra ancak "konuşabildiklerini" de anlatır. Cinlerin-şeytanlann, Tann'nm "gizli tuttuğu" karanna ilişkin "bilgi hırsızlığı"nı nasıl başardık larını da anlatır: O namussuz cinler-şeytanlar, "birinci kat göğe doğru" bilgi çalm ak üzere işe girişirken "birbirlerinin üstüne çıkarlar" m ış. "Zin cirlemesine dizilirler" m\%. Bu arada, "ateş parçalan" (göktaşları) yağdınlırmış bunlann üzerlerine. Kurtulamayanlar, "yanıp giderler"miş. A m a "kurtulabileri'ler çaldıklan bilgiyi birbirlerine, yani oluşturduklan "zincir"in "halka"lanna aktanrlarmış. V e "yüz tane" de "yalan" katarak, yeryüzündeki "büyücü", "kâhin" (gelecekten bilgi veren) türünden kimselerin "ağzına düşürürler"m iş.310 Anlaşılan şu ki; "Ulu T ann", ne denli "önlem" alsa da, o nam ussuz "cin" ve "şeytan"larla başa çıkamıyor! Bunlar çok iyi, çok ustalıklı çalışıyorlarm ış doğrusu! Ü stelik "ölümü göze alarak"!.. Buna "kah ramanca!" da denebilir!!! Ç ocuklann bile kolay kolay inanm ayacaklan bir "masal", değil mi? N e var ki, bu saçma, bu gülünç "masal"ı "sevgili Peygamberimiz", inanırlanna "gerçek" diye anlatıyor. Onun bunları böyle anlattığını, "sağlamlığı" tartışmasız "kabul edilen" hadis kitaplan da yazıyor. Ne denli düşündürücü ki, çağım ızda da bunlara inanan, m ilyonlarca insan var. Bunlar, ilgili kurum larınca anlatılagelmiştir ve anlatılm akta... D ev letlerin de desteğiyle!..
" T a n n 'n ın T ah tının Bize U zaklığı" M eâric Suresi'nin 4. ayetinde şöyle "buyuruluyor": "M elekler ve ruh, O'na (Tanrı'ya) b ir g ü n d e çıkarlar. O bir g ü n ü n süresi, elli bin yıldır." 122
Y ani "m elekler" ve "nıh", yalnızca "bir gün"de "T anrı"ya u laşır larm ış. N e var ki, o "bir gün", bizim bildiğim iz " y ırla rd a n tam "elli bin yıl" kadarm ış. O kadar uzunm uş. A m a o "bir gün"ün uzunluğunda biraz abartılm a bulunduğu için olm alı ki, başka surede, söz konusu günün uzunluğunun, "ellide bir"e indirildiği görülüyor: Secde Suresi'nin 5. ayetinde şu açıklam a var: "(O A r ş ’a y aslan m ış olan T anrı), işleri, g ö kten yere doğru yö netir. Sonra O ’na, işler (rapor niteliğinde) çıkar. B ir günde. O b ir gün, sizin saydıklarınızdan bin y ıl k a d a rd ır." Görüldüğü gibi, Meâric Suresi'ndeki "ayet"te"elli bin yd " kadar olduğu bildirilen söz konusu "gün", burada, "bin yıl kadar" diye açıklanıyor. "Ç elişki" var. A m a yalnızca bu "ayet"ler arasında değil ki, ü ze rin d e duralım . Kur'an in her kesim inde var. B o lca ... A yetlerle verilen ”b ilgi"ye göre, "Tanrı S arayı"na "işler"i bir ra por biçim inde sunm akla görevli "m elek"ler ve "ruh", yalnızca "bir gün"de varabiliyorlar O ’nun katına. A m a o "bir gün", bizim bildiğim iz türden değil. O denli uzun ki, T anrı da şaşırıp "elli bin yıl kadar" d e m iş. A m a sonradan düzeltm iş; "bin yıl kadar" diye açıklam ış! Y ine de "çok fazla" değil m i? Y alnız K adir S uresi'ndeki "açıklam a", y ine bir karışıklık getiri yor. Ç ünkü orada "ruh"un da içinde bulunduğu "m elek"lerin, her yıl "K adir gecesi"nde, "yeryüzüne indikleri" bildiriliyor (ayet 4.) D iyelim ki, "o gece inen m elekler", başka m elekler. A m a "ruh", M eâric Suresi'nde, T a n n ’ya, bizim yıllarım ızla "elli bin yıl"da çıktığı bildirilen "ruh"un aynıysa, "her yıl K adir gecesi", nasıl gelm iş olabilir y ery ü züne?! T ann'nın "düzeltm esi"ni dikkate alıp "bin yıl" desek, yine durum çözüm süz! "Bizim yıllarım ız"la "bin yıl"da ancak Tanrı katına u laşabilen b ir "ruh", yine "bizim yıllarım ız"la h e r y ıl ("K adir g ec e si") dünyam ıza nasıl gelebilir? T ann'nın bir "düzeltm e", bir "açık lam a" daha yapm ası gerekirdi ya, neyse!.. B elki de, M eâric S uresi'ndeki "ruh", şu ünlü "C ebrail"dir. K adir S uresi'ndeki "ruh"sa, T an n 'n ın kendisidir. Bu anlatılm ak istenm iş olabilir! Y ani "Ulu T anrı", o görkem li "taht"ından inip dünyam ıza
123
d ek gelm iş ve burayı onurlandırm ış olabilir "K adir gecesi"! O 'nun ve K u r'a n 'ın savunucuları böyle bir çözüm yolunu getirselerdi, T ann'nın burada da "nam us"unu "kurtarm ış" olurlardı! G erek "Peygam ber", gerek öteki savunucu ve aracılar, Tanrı'yı "birinci kat göğe kadar" in dirirler de; şu yeryüzüne indirm ezler.
"K ral T anrı, Birinci K at G öğe İniyor" B uharî ve M üslim 'in E 's-Sahih'\ennde de yer alan bir "hadis": "Her gece, gecenin üçte ikisi geçip de üçte biri kaldığında; Tann, dünya göğüne (birinci kat göğe) iner. Şöyle der: Bana dua eden yok mu, kabul edeyim! Benden isteyen yok mu, istediğim vereyim! Ben den bağışlanmasını dileyen yok mu, bağışlayayım !"311 P eygam berin bunu anlattığını, pek çok sayıda "hadisçi" aktarm ış ve yazm ış bulunm akta. D em ek ki, M uham m ed, böyle anlatm ış g er çekten. Y ani "T ann"nın "her gece" ta "dünya göğü"ne dek "indiği"ni ve öyle seslendiğini anlatm ış. Ç ok önem lidir bu. Tanrı "birinci kat göğe" nasıl inm iş olabilir? T artışm alı. Bu tartışm aya girm eye gerek yok. A n latıld ığ ın a göre, bu soru, "m inber"de "hutbe" okum akta olan bir ünlü "İm am "a sorul m uş. İm am , m inberden bir "basam ak" aşağı inm iş. V e "İşte böyle iner A llah. Birinci kat göğe böyle iner!" dem iş.312 "T anrı"nın "nasıl" indiği tartışm alı, am a "indiği" tartışm alı değil İslam "ulem a"sı arasında. "H adis"i kabul edenler, "m adem ki P eygam berim iz anlatıyor; öyleyse doğrudur. Tanrı, her gece birinci kat göğe iniyordur!" dem ekteler. "Hadis"teki "umut" da çok önemli. Sınırsız: "Gecenin üçte biri kaldığı" zaman T ann’ya dua eden kişi ne istese "kabul" edilecek! "Günah"lanndan bağışlanmasını dilediğinde de bağışlanacak! "Din"in verdiği "korku" da, "umut" da en "uç nokta"dadır böyle. "Din"de dikkat edilen ve önem ve rilen; bu iki öğenin, hiç kesintiye uğramadan sürmesidir. Alabildiğine ve rilen bir umudun ardından, bir de bakarsınız; dayanılm az bir korku
124
aşılanıyor. Bu iki etki arasında kalan inanırın ne durum a düştüğünü kav ramak zor değil. Bu noktaya zaman zaman değinmemi hoş görün. Çünkü kitabımızın işlemeyi amaçladığı en önemli noktalardan biridir bu. ”H adis"te anlatılanlara, nereden bakarsanız; düşüncedeki "il kelliğin" sırıttığını görürsünüz: "U lu Tanrı", kullarının "dua"larım , "istek"lerini kabul etm ek için, "her gece" kalkıyor sarayından; "birinci kat g öğe in iy o r"! "Y edi kat göğün çok ötelerinden" seslenem ez mi kullarına? "Z ah m et edip" de, "birinci kat göğe dek" inm esine ne gerek var?! H em de "her gece"! İlle de "inm ek" mi gerekiyor?! "H er gece" değil de; belirli, "şe refli" gecelerde inm esi de elverir! H atta yılda bir gece de yeter! "B e rat" ya da "K adir” gecesi filan. B öyle olm az mı?! T anrı'yı her gece sa rayından ayrılıp inm e zahm etinden kurtaran bir yöntem dir bu! Bu, akla daha yatkın gelm iş olm alı ki; kim i "hadis’ lerden, daha sonra bu yolun seçildiğini anlıyoruz: İbn M âce (824-896) gibi önem li hadisçilerin önem verilen ki tap ların da da yer alan bir "hadis"in anlam ı şöyle: "Aişe (Peygamber'in karısı) anlatıyor: Bir gece Peygamber'i bu lamadım. Çıkıp aradım. ’Baki'de (M edine mezarlığında) buldum. Başını göğe kaldırmıştı. Beni görünce şöyle konuştu: 'Aişe! Bu gece sıra şeninken ve seninle yatmam gerekirken; ayrılmış olm am a bakıp da; Tann'nın ve Peygamberi’nin sana haksızlık etmiş olm a sından mı kaygılandın?' 'Başka kanlannın yatağına gittiğini san mıştım!' diye karşılık verdim. O zaman şunlan söyledi: 'Sandığın gibi değil. Tann, Şaban’m on beşinci gecesi dünya göğüne iner ve Kelb kabilesinin koyunlanndaki kıllar sayısınca, daha da çok günah bağışlar. (Bu denli çok kimsenin çok sayıda günahını bağışlar.)'"313 Peygam ber'in dam adı A li'nin anlattığı bir "hadis"e göre de P ey gam ber, Şaban'ın on beşinci gecesinde "dünya göğü"ne inen Tanrı'nın, k ullarına şöyle seslendiğini bildiriyor "üm m et"ine: "G ünahlarının bağışlanm asını dileyen y ok mu, bağışlayayım ! Y ok m u rızkının (yiyeceğinin) çok olm asını isteyen; rızık v e reyim . Y ok mu derdi, hastalığı olan iyileştireyim !"314 125
A ynı "hadis"te anlatıldığına göre, T an n 'n ın duyurduğu bu "nim et"lere erebilm enin koşu llan da var: în an ır kalkacak; "ibadet"te bu lunacak o gece. B ütün gece! "G ündüzün" de "oruç tutacak". "Tüm günahları" bağışlatabildikten sonra bu koşullar sorun m u? N e var ki, kimi "hadis"lerden anlaşıldığına göre; birtakım "günah"lan da işlememiş olmak gerek: "T ann'ya ortak koşmak", "bir dindaşa kin beslemek", "akrabalığın gereğine uymamak", "yerden sarkacak biçimde uzun elbise giymek", "anneye babaya karşı gelmek" ve "içki düşkünü olmak". Bu günahlan işleyenler, o özel "gece"de bile bağışlanmazlar.315 Şu şaşılası durum a bakın ki, bir yandan "T ann"nın "yok mu gü nahının bağışlanm asını dileyen, bağışlayayım !" diye bağırdığı ve "o gece", "Kelb kabilesinin koyunlanndaki kıllarının sayısından çok kişi ve günahların bağışlanacağı" bildirilirken; bir yandan da, "falanca filanca günahlar bağışlanmaz" deniyor. V e bu "günahlar" arasında "falanca tür elbise giyme" günahı da yer alıyor! B ilm eyenlerin aklına şöyle bir soru gelebilir: "Peki Şaban ayının on beşinde ne var? Bu on beşinci gece neden önem li?!" Önemli, çünkü: Bu gecenin "Berat gecesi" olduğu ileri sürülür. Duhân Suresi'nin şu ayetlerinin de, bu geceyle ilgili olduğu anlatılır.316 "Kuşkusuz biz o kitabı (K ur’a n i), mübarek bir gecede indirdik. K uşkusuz biz, korkutucularız! ('Münzirîn'). Katımızdan verdiğimiz bir buyrukla, her hikmetli işi, o gecede çözüm e bağlarız. Rabbinden bir iyilik ('rahmet') olsun diye, biz, elçiler göndericileriyiz. CMürsilîn'). Çünkü O (Tann), işiten ve bilendir." (Çeviri, aslına tam a m ıyla uygundur. A nlatım daki acayiplikse, ayetlerde-T.D .) D em ek Kur'an, "o gece"de indirildiği için çok önem li o gece. İyi am a, Kur'an y alnızca bir gecede mi indirildi? "Y ıllarca süren bir zam an bölüm ü içinde, p arça parça indirildiği" anlatılm az mı her zam an? Ş im diyse "o m übarek gecede indirildi" deniyor. Bu bir çelişki değil m i? "D inler" ve "dinler içinde İslam ", hiçbir k onuda "çelişki"den kork m az! H er zam an bir "yolu" bulunur ve "zırva tevil götürm ez" diye bi linse de; ortam ına göre "tevil" edilir.
126
Bu konuda da öyle olm uştur ve "te’vilen" şöyle dendiği görülür: "K ur'an, L evhu'l-M ahfûz'dan, ye d in c i k a t gökten d ü n ya g ö ğ ü n e toplu olarak indirildi. Bu olay, ayette sözü edilen 'm übarek gece'de oldu. Sonra Cebrail, Kur'an ayetlerini, ya zıcı m eleklere yazdırdı. Bu da, 'K adir gecesi'nde oldu. D aha sonraysa Peygam ber'e ayet ayet inm eye başladı K u r 'a n ...'* 11 İn anırlara böyle yutturulur işte. A yetlerin bildirdiğine göre, Kral Tanrı, "dünya göğü"ne her zam an "rahm et" (iyilik) için inmec. Kimi zam an da, "günah"lıları cezalandır m ak ("azap") için iner: B akara Suresi’nin 210. ayeti de bunu anlatır: "Onlar, A llah'ın, bulutla rd a n gölgeler içinde gelmesini, m e lekleriyle birlikte varm asını mı bekliyorlar?! O, öyle bir gelirse, onların işleri bitirilm iş dem ektir. (Y ok olup giderler.) İşler, A llah'a varır." "T anrı"ya söyletilm ek istenen şu: "Gelirim haa!!! Öldürücü meleklerimle bir gelirsem işiniz bitik. Ölüm lerden ölüm beğenirsiniz. İyisi mi, ben gelmeden siz im an'a gelin! V e gös terdiğim yoldan ayrılmayın!" Başka bir söyleyişle: "Ayağınızı denk alın, yoksa gelirsem canınıza okurum!" dedirtiliyor Kral Tann'ya. A ynı surenin 19. ayetinde, insanların "karanlık bulutlar"la gelen "şim şek" ve "gök gürültüsü"nden "yıldırım çarpıp öldürecek bizi!" diye büyük korkuya kapıldıkları, 55. ayetinde de, "A llah’ı açıkça g ö r m edikçe O 'na inanm ayacaklarını M usa’ya söyleyenler"i nasıl "yıl dırım çarptığı" anlatılır. B aşka surelerde, b aşka toplum ların da, "günah"ları ve "im ansızlık"ları nedeniyle "yıldırım a çarptırılarak" ö ld ü rüldükleri bildirilir.318 F ussilet Suresi'nin 31. ayetinde de T an n 'n ın M uham m ed'e şöyle dediği açıklanır: "Eğer (gösterdiğin yoldan) yüz çevirirlerse; de ki: 'Sizi yıld ı rım la uyarırım . Â d ve S em ûd toplum larının başlarına gelen y ıl dırım ın benzeri, sizin de başınıza gelebilir!"
"Karabulutlar" görüldü mü "korkmak" gerek! Tann "öfkelenmiş", gel miş olabilir! "Gök gürültüsü", Tann'nın "uyansı"nı yansıtır. Duyulan ses, öfkelenen Tann'dan korkuya, dehşete kapılan "gök halkı"nın, meleklerin sesidir! Ya da Tann'nın. Bu "ses"in ardından "ölüm" gönderebilir Tann: "Ra'd" (gök gürültüsü) Suresi'nin 13. ayetini okuyalım : "Gök gürültüsü ve melekler, O'nu (Tann'yı), korkularından överek teşbih ederler (subhanallah! diye bağm rlar). O (Tanrı), yıldırım gönderir ve dilediklerini çarptırır ona. O ysa onlar, T ann ko nusunda tartışırlar. O ysa O, cezalandırması çok katı olandır." En'âm Suresi'nin 158. ayetindeki korkutm a da şöyle: "Onlar kendilerine meleklerin, ya da (doğrudan doğruya) senin Rabbinin, ya da Rabbinin kimi olağanüstülüklerinin gelmesini mi bekliyorlar? Senin Rabbinin kimi olağanüstülüklerinin geldiği gün, daha önce inanmamış ya da inancıyla iyilik (ibadet sevabı) kazan m am ış olan hiç kimseye İman'ı bir yarar sağlamaz. De ki: 'Bek leyin bakalım! Biz de bekliyoruz! (Acıklı sonunuzu)."' Bu anlam da daha birçok ayet, korkutm a var.319 "T ann"nın "bulutlar içinde geldiği" ve her an "gelebileceği" dü şüncesi, ilkçağın "ilkelleri"nde oluşm aya başlam ış ve zam anla çok yaygın bir durum a gelm iştir. D aha önce de belirtildiği gibi, Tanrı "BaT'e inanan toplum larda da vardı bu düşünce. Eski Yahudilere de yansım ıştı. Tevrat'ın T ann'sı da "binerdi bulutlar"a. (Mezmurlar, 68:4; 18:10; 104:3; İşaya, 19:1.) K ısacası: "A yet"lere, açıklam alara göre, Kral T anrı, zam an zam an sarayından inip gelir! Kim i zam an "iyilik’Te. Kimi zam an da "öfke"yle, "ölüm "le!..
"G ök", "G ök K atlan " ve E ski İnançlar V oltaire, "eskilerin göğü"nü anlatırken şunları yazar: "D enizlerim izden, karalarım ızdan yükselip bulutları, m eteorları, yıldırım ları m eydana getiren buharlar, önceleri T a n rıla rın o tu r d u ğ u y e rle r sanıldı. H om eros'ta Tanrılar, her zam an altın bu128
lu tla r içinde yere inerler. Onun için ressam lar, bugün lıâlfl onları, b u lu tla rın ü stü n d e hayal ediyorlar. A m a 'Tanrılar Taıı rısı'nın ötekilerden daha rahat etm esi doğru olacağından, k e n disini taşısın d iye O 'n a b ir ka rta l verdiler. Ç ünkü kartal, öteki kuşlardan daha yükseklerde uçar. "Eski Y unanlılar, ken tlere h ü km e d en le rin bir dağın tepesinde, kalelerde oturduklarını görerek, tanrıların da b ir ka lele ri o la bileceğine ka ra r verm işler ve bu kaleyi, Thessalia'da, tepesi kim i zam an bulutlarla örtülü O lym pos dağına yerleştirm işler. Ö yle ki, sarayları, gökleriyle eşdüzeydeydi. "(Eski Yunan'da) atmosferimizin mavi kubbesine bağlı gibi görü nen yıldızlarla gezegenler, sonradan Tanrıların evi oldu. İçlerinde yedisinin kendine özgü bir gezegeni vardı. Ötekiler de, nerede yer bulabilirlerse orada oturdular. Tanrıların g enel meclisi, sanıanyolıından giden büyük bir salonda toplanıyordu. Öyle ya, insanoğullannın yeryüzünde belediye konakları olduktan sonra, elbette T an rıların da havada bir salonları olmalıydı! " ...N e y s e ... E skiler acaba: 'Gök!' deyince ne anlıyorlardı? H içbir şey. H er zam an: 'yerle gök' diyerek bağırıp duruyorlardı. Bununsa, so n su zlu kla bir atom diye bağırm aktan farkı yoktu. D oğrusunu söylem ek gerekirse, g ö k' diye bir şey yoktur. Y al nız, boşlukta yuvarlanan bir sürü yuvarlaklar var. B izim ki de ötekiler gibi yuvarlanıp duruyor. "Eskiler, "gök"lere gitm eyi "yükselm ek" sanıyorlardı. A m a bir yuvarlaktan öbürüne hiç yükselinir m i?"( ^ T ürk M itolojisini yazanlardan M urat U raz, şunları sıralar: "Tanrısal ikam etgâhlar, katlara ayrılm ış göklerdedir. B aşk a bir deyişle: G ökler', büyük T anrılarla iyi ruhların, perilerin ve m e leklerin evren çapında bir apartm a n ı halindedir. "Cennetler, ünlü 'süt gölü’ ve Kara Han'ın yarattığı Sürve Dağı da, (Tann) Ülgen'in katındaki cennetlerin birinde bulunmaktadır. 129
"Güneş, Ay, yıldızlar gibi natürist Tanrılar ise, yerlerini almış, gökler âlem ine ve dünyaya ışık dağıtırlar. Taoistlerin dört yönü yöneten tann ayarındaki dört temsilcisi ile, G öktürklerin boşluğun dört yönünde bulunan, Türk bölgelerini koruyan, renk ve Hanlık'la nitelenen T annlan da boşluk âleminin birer kutsal kahramanıdırlar. "Tann sayılan Bozkurt, Etilerin, Elam lılann kutsal boğaları, Güneş Tanrısı Şam aş'ın güçlü kartalı, fırtına tanrısı Teşup'un korkunç boğalan ile Tannnın 'beyaz deve'si... gök sakinlerinin kutsal kad rosunda bulunurlar. " ...G ö k T anrısı Anu, S um erlerin A nosm as dedikleri göklerin yüksek yerindeki sarayındadır. "A ltaylılann büyük T annsı Kara Han ile oğlu Ü lgen de Şamanlarca on yedi kat kabul edilen göklerin üst katlarında oturur. "...Y ak u tların K ayadani dokuzuncu, A ltay lılan n G ünana'sı y e dinci katta, A yata'sı altıncı katta, Y akutluların O rangay'ı dör düncü, K uday ile T anrıça A yzıt üçüncü katta otururlar. "S um erler’in kim i tanrıları da yıldızlarda oturm ayı uygun bulm uşlardır. "T unguzlar'a göre de, yedinci kat gökte G üneş, altıncı katta Ay b u lu n m a k ta d ır.. . "(" > "Şam anizm "i yazanlardan A bdulkadir İnan, "eski Türkler, şüphesiz dir ki Şamanisttiler"' ■) dedikten sonra: "Çin kaynaklannm verdikleri bil gilerden anlaşıldığına göre, eski O rta A sya Şam anizm inin esasları, GökTanrı, Güneş, Ay, yer, su, ata, ateş kültleriydi’’^ 1 diyor. A y n ca şunu belirtiyor: "...K ita p lı dinlerin Şam anizm 'le beslendikleri ve bu bes le n m e n in g ü c ü o ranında K uzeye nüfuzlarını sağlayabildikleri şü p h e s iz d ir ."( ] "Efsaneler", dinlerin "kutsal k ita p la rın ın önemli kaynaklarından. Onun için de, birinin anlattığı öbüründe de görülür.
130
B irunî (973-1051?), eski H int inançlarından, bu arada Brahm anlardan söz ederken, B rahm anizm dinine bağlı olanların, kutsal ki tap ların a göre nasıl bir evren görüşünde olduklarını da anlatıyor. A k tarılan bilgi şöyle: " Yedi ka t gök ve yedi ka t yer, sudaki Brahm anda'dan m eydana geldi. Y erin en aşağı tabakasının altında, bin başlı yılan bulunduğu gibi, yerin tam tepesinde, K uzey K utup Y ıldızının altında, 'M eru D ağı’ bulu n u r."(- ) "Y erin üzerinde y ed i k a t g ö k vard ır ki, G üneş, A y, yıldızlar ve gezegenler, bunun içindedir.^ } "En kutsal ırm ak, G anj ırm ağıdır, cennetten gelir."u -) "G üneş, A y ve yıldızların "R abb"leri (efendileri) vardır." B rahm anizm 'in "kutsal k ita p la rın d a n ve İÖ 600-300'lerde düzen lendiği belirtilen' ) U p anişadlar (G izli B ildiriler) adlı kitapta şunlar anlatılm akta: "Yaratılışından önce, yalnızca Atman (Ben, Brahm an) vardı. Başka hiçbir şey yoktu. Atman (Brahman) 'dünyalar yaratayım!' diye dü şündü. En yüksek dünyayı, gökyüzünü; ölüm ler dünyası olan yeryü zünü ve yeraltı dünyasını yarattı."'" ) E skilerin "evren" görüşünü; "gök" ve "gök katları"na, "Y er"e ve "Y er k atları"n a ilişkin inançlarını da bize taşıyıp getiren, "Tanrı" adına sunan "kutsal kitap"lar.
131
K RA L T A N R I N IN Y Ö N ETİM İ
Y önetim in en üstünde, en başta, kral sarayında "Tanrı" var gös terilir kuşkusuz. "G örünm eyen", am a "gözde"lerine göründüğüne ina nılan bir "Tanrı". S onra da K ral T anrı'ya ve "saray"ına yakın lık ların a göre "derece derece m elekler" ve "kurulları" gelir. Tevrat'a, Incil'e, K ur'an’a. ve bunların yorum larına göre, "T ann'nın "m elekût"u, yani "krallığı"; 'm e le k "lerle yürütülüp yönetilir. K ur'an'da N âziât S uresi'nin 5. ayetinde şöyle dendiği görülm ekte: "İşle riy ö n e te n m eleklere a n t olsun." N isâ Suresi'nin 172. ve M utaffifîn Suresi'nin 21. ayetlerinde de kim i "m elek"lerden "m ukarrabun", yani "T anrı'ya yakın olanlar" d iy e söz edilir. N âziât S uresi'nde anlatılanlar için "dişil", buradakiler, yani "Tanrı'ya en yakın olanlar" içinse "eril" sözcük kullanılıyor. İslam "kelam ”ı, meleklerin "erkeklik"lerinin, "dişilik"lerinin olm a dığını söylerse de320 "m elek gruplan" için kullanılan sözcükler, "dişil" ve "eril" olm ak yönünden değişik. Y ani sözcüklerden, kimilerinin "dişi", kim ilerininse "erkek" oldukları anlaşılıyor. Kaldı ki, Bakara Suresi'nin 102. ayetinde, adlarından ve "büyü öğretmenliklerinden" söz edilen Harut ve M a m t adlı "m eleklerin, "had islerd e, "Zühre" adlı bir kadına â ş ık ol dukları anlatıldığınaJ“ göre, kimi "m elek lere "erkek" dem ek gerekir! Sözcüklere bakacak olurak, K ral Tanrı, kendisine "en yakın m e lekler"!, ya da "en yakınlar içindeki özel danışm an ve yardım cılar"ı; kendisi gibi "e rk e k le rd e n seçm iştir! "Erkeklik" üstüne kurulu bir yönetim de doğal olan da bu değil mi?!
132
"En yakın" ve birer "Bakan" durum undaki m eleklerin, şu "dört büyük m elek olduğu anlatılır: C ebrail Kur'an'da "Cibril" diye geçer.322 İslam 'da "vahiy m eleği" olarak b i linir. A yetlerdeki "R uhu'l-K udüs" (kutsal ruh) deyim iyle de onun anlatılm ak istendiği ileri sürülür.323 Kim i ayetlerde geçen "Ruh", "R esulün K erîm " (onurlu elçi) sözcükleriyle de onun anlatıldığı sa vunulur.324 "Peygam ber", bu m eleği, iki kez "kendi biçim iyle" görm üş! K endi biçim iyle göründüğünde " a ltıy ü z ka n a d ı"\a .T m ış\ B uharî ve M üslim 'in "E's-Sahihayn" (iki sağlam hadis kitabı) diye bilinen kitaplarının da içinde bulunduğu "sağlam " hadis kitapları aktarır M uham m ed'in bu açıklam asını!325 Yine Buharî ve Müslim'in kitaplarının da içinde bulunduğu "sağlam" hadis kitaplarına göre, bu meleğin, yani Cebrail'in de "taht'\ var. Muhammed, "ilk vahiy" şuasında da onu "tahtında görmüş"!326 O da bir "Kral"gibi anlaşılan! V e ona da birçok "m elek" bağlı.327 M ikail Kur'an'da. "M îkâl" diye geçer.328 İslam ’da, "yağm ur", "rüzgâr" gön dererek "nzık" (yiyecek) sağlayan m elek olarak bilinir.329 B ir b aşk a d eyişle: "R ızık B akanı"! B ir "hadis"e göre, "C ehennem yaratıldıktan bu yana hiç yüzü gülm ez"m iş! Ö nem li hadisçi A hm ed İbn H anbel bile "ciddi" bulup kitabında yer verm iş bu "hadis"e.330 Bu "Bakan" da kanatlı. V e bu "Bakarî'a bağlı da çok sayıda melek var. İsrafil İslam’da boru" ("sûr") meleği olarak bilinir. T irm izinin Sürtenindeki bir "hadis"te, M uhammed, onun "her an, boruyu öttürebileceğini" söyleyerek arkadaşlarını "çok telaşlandırmış"! "İsrafil, elindeki boruyu öttürm ek için Tann'dan izin bekliyor. Ben nasıl bir şeyden zevk ala bilirim!" anlamına gelen açıklamasını yapınca "eshâb" (Peygamberin ar kadaşları) çok korkm uş.331 133
Ç ünkü o "boruyu öttürünce" çok, pek çok "korkunç şey" olacağı bildirilir: İsrafil "boruya birinci üfürdüğü" zam an; "tüm yer, gök sarsılacak"! "İkinci kez" üfürdüğündeyse "T an n 'n ın dilediklerinin dışında her canlı düşüp ölecek"! İsrafil'in bir de "üçüncü kez üfürm esi" olacak boruya! O zam an da "herkes dirilip kalkacak", önce "birbirlerine ba kacaklar", sonra da "toplantı y erine (m ahşere) k oşuşup gidecekler"! İş te Kur'an ayetleri: Z üm er Suresi, ayet 68: "B oruya üfürülünce, göklerde ve yerde ne varsa, A llah'ın di lediklerinin dışında hepsi, y ığılıp düşecek (ölecek). Sonra, bo ruya bir kez daha üfürülünce ayağa kalkm ış ve birbirlerine b ak ışır olacaklar." Y âsîn Suresi, ayet 51: "B oruya üfürülünce m ezarlarından kalkıp R abblerine doğru koşacaklar." B u "olacaklar"ı daha birçok "ayet" açıklar!332 Şim di siz "m ümin" olun da, "İsrafil'in borusu"ndan korkm ayın bakalım , elinizde mi?! Bu "B oru B akanı"da "kanatlı". V e birçok m eleğin "am ir"i. A zrail Bu "Ölüm Meleği"nin, daha doğrusu "Ölüm Bakanı"nın adını duy mayan var m ı? Bu "B akan"ın da "çok kanatlı" ve birçok m eleğin başı olduğu bil dirilir.333 "K anat", m elek için "çok önem li" olm alı ki, K ur'an'da da yer alır: F âtır S uresi'nin 1. ayetinde şöyle denir: "Ö vgü O T anrı'yadır ki, göklerin ve yerin y aratıcısı, m elekleri de b irer elçi ve ikişer, üçer, d ö rd er ka n a tlı yapandır. (Kanat sayısını) yaratırken d ilediğince artırır d a ... Ç ünkü O, her şeye gücü yetendir."
134
Kral Tann, "güç yetirebildiği" ve "iyi usta olduğu" için, "melek"leri önem lerine göre çok kanatlı yapmıştır. "Dört büyük melek" de "çok önem li" olduklanndan, bunlann "ikişer", "üçer", "dörder" kanatla bıra kılm adıkları ve "pek çok sayıda kanat"la donatıldıkları anlaşılıyor! B un lar hep anlatılmakta "hadis"lerde.334 Sözün özü: "T anrı"nm "K rallığı"; bu "çok önem li dört büyük m elek"in "kanat"ları üzerinde gibi! K rallığın tüm yönetim i, bu "dört bakan"ın elinde. "T aht"lan d a olan bu "m elek"ler, birer "tanrı" g ib i dirler. "Tann'nın buyruğunda" gösterilseler de, önem yönünden, "Çoktann "y a inananlann T annlanndan "farklı" değildirler.
" T ek ta n n cılık " ta k i "Ç oktanrıcılık" Bu nokta son derece önem lidir: B enim taram am a göre, Tevrat'ta dört yerde geçen bir deyim var: "T anrılar T anrısı".335 T anrı için kullanılır. Y ani Tevrat'ın T an rı'sı, d o layısıyla İncil'in ve K ur'an'm Tanrı'sı böyle nitelenir. Y ahudi M usa İbn M eym un (1135-1205), bu deyim e, "m elekler T anrısı" anlam ını verir.336 "Tanrılar TanrısT'm n anlam ı, "m elekler T anrısı" olunca; Tevrat'a g ö re "m elek"ler de birer "tanrT'dır. A çıkça bu dem ek oluyor. N e var ki, İbn M eym un, "m elek" için "tanrı" sözcüğünün "m ecaz" o larak kullanıldığını söyleyerek "tevil"e kaçıyor. O zaman aynı "tevil"in "Çoktann"ya inananlar için de geçerli olması gerekmez mi? O nlar da, bu sözcüğü, "asıl T ann"lan için "gerçek" an lamda, O'nun dışındaki "Tannlar" içinse, "mecaz" anlamda kullandık larını ileri sürebilirler. Bu yol, onlar için neden geçerli sayılmryor? Y ine benim taram am a göre, Tevrat'ta iki, İncil'de üç yerde geçen bir başka deyim var: "R abler Rabbi" ("R abbu'l-E rbab"=E fendiler E fendisi).337 B u deyim le de "T anrı" nitelenir. İbn M eymun, bu deyim e de "Feleklerin (göklerin), Yıldızların E fen disi" anlamını vermekte.338 V e buradaki "Rab" (efendi) sözcüğünün de, "Tanrı 'nın dışındakiler için "mecaz" olarak kullanıldığını ileri sürmekte.
135
Ö yleyse, "asıl Tanrı"ya ya k la ştırırla r um uduyla "yıldız"lara, g e zegenlere "İlah, R ab" diyen "Sabitler" neden suçlanıyorlar? N için "putataparlar" denerek başka gösteriliyorlar. A radaki "fark" nedir? M usa tbn M eym un, "yıldız"ları ve "gök küreleri"ni de birer "m e lek" sayar. B una göre, "Tanrı" için "R abler Rabbi" denirken de, "m e lekler R abbi" denm iş oluyor. Y ani "m elek" için "ilah" sözcüğü gibi, "rab" sözcüğü de kullanılm ış oluyor. Â li İm rân S uresi'nin 79 ve 80. ayetlerinden açık ça anlaşıldığına göre, K ur'an da, söz konusu deyim lere aynı anlam ı veriyor. A ncak, aynı ayetlerde hiçbir "P eygam ber"in böyle b ir şey söylem iş o la m ayacağı da ileri sürülüyor. "Peygam ber"lerin, kendilerini de, "me lek" leri de, "ilah", "rab" diye niteleyem eyecekleri anlatılıyor. Kur'an1d a, "melek"ler, açıkça "ilah" (tann) ya da "rab" (efendi) diye nitenlepmezler. N e var ki, kapalı olarak "Tanrılar" sırasına konulurlar. Dahası: "Melekler", "Tanrı"nın "ortak'ları gibi yer alırlar Kur'an'da. N ereden m i çıka rıyo ru m ? En başta şu durum dan: Kur'an'da, sık sık "Tann'nın kendisi" konuşturulur. "Birinci şahıs" ("mütekellim") olarak. Böyle yerlerde "Tann", işini, eylem ini anlattığı zaman, yaptık-ettik, yapacağız, edeceğiz, yapıcılarız, edicileriz...”, ya da "biz yaptık, biz ettik..." der hep. "Yaptım-ettim, yapacağım, edeceğim ..." demez. Böyle dediğine, kolayca rastlanamaz. Pek "ender" rastlanır. Bu, neden böyle? K im i "İslam ulem ası"nın ileri sürdüğü gibi, "T an n 'n ın büyüklüğü"nden olam az bu. Bundan olamaz, çünkü: Kur'an'ü a T ann, "birinci şahıs" olarak, işinieylemini değil de, kendini anlattığı zaman: "Ben şuyum, ben buyum, ben şöyleyim, ben böyleyim..!" diye anlatır. Yani "birinci tekil şahıs" sözcükleriyle... Tann'dan "üçüncü şahıs" ("gâib") olarak söz edildiğinde de "Tanrı" için tekil sözcük kullanılır her zaman: "O şöyledir O böyledir... Yaptı, etti, yapacak, edecek, yapıcıdır, edicidir..." gibi. Eğer "Tann'nın büyüklüğü", O'nu, ya da O'nun eylemini anlatan sözcüklerin "çoğul" olmasını gerektirseydi, buralarda da çoğul sözcükler kullanılırdı. Yani, T ann'dan ve eyleminden (üçüncü şahıs olarak) söz edilirken: "On
136
lar şudurlar, onlar budurlar, onlar şöyledirler, onlar böyledirler... Onlar yaptılar, onlar ettiler, onlar yapıcıdırlar, onlar edicidirler. ." denir ve "on lar" sözcüğüyle "Tanrı" anlatılırdı. Ö yleyse; T an n 'n ın , işini-eylem ini kendi, "birinci şahıs" olarak an lattığında, "birinci tekil şahıs" sözcükler yerine, "birinci çoğul şahıs" sözcükler kullanm asını, yani "yaptık-ettik..." dem esini, O 'nun "bü yüklüğü" gerektirm iyor. B unun bir başka nedeni olm alı. İşte bu neden, "Tanrı'nın işinde-eylem inde" m eleklerin ortak kılın m a la rıd ır. Örneğin, Sâffât Suresi'nin 11. ayetinde, "Tanrı"ya şöyle dedirtiliyor: ".. .Biz onları, yapışkan bir çam urdan yarattık!" K ur'an'm pek çok yerinde böyle "yarattık, biz yarattık!" bildirileri var.339 V âk ıa Suresi'nin 57 ve 59. ayetlerinde de şöyle der "Tanrı": "Sizi yaratan biziz. O naylam az m ısınız daha? Söyler m isiniz ak ıttığınız m eni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa ya ra tıcıla r biz m iyiz?" Kimi yerlerde de "Tanrf'nın, "yaratıcıların en hayırlısı olduğu" bil dirilir.3'10 Sonra pek çok yerde, Tanrı: "Kur'an'ı biz indirdik" der.341 Yine pek çok yerde, "Seni biz gönderdik!" diye "buyurur".342 Yine pek çok yerde "biz hazırladık..." diye konuşur.343 Yine pek çok yerde "biz k ıld ık ..." diye açıklar. "Biz verdik..." der.344 "Biz kurtardık..." der;345 "biz süsledik..." der.346 V e böyle gider. "Yapacağız, edeceğiz..." de dikleri çok, pek çok.347 Kimi yerlerde de "biz yapıcılarız/",348 "biz yazıcılarız!" ,M9 "biz koruyucularız!",350 "biz güç yetiricileriz!",351 "biz korkutucularız!",352 "biz göndericileriz!",353 "biz indiricileriz!"... der. Yani, "işi-eylemi anlatırken" böyle "konuşur". T anrı zam an zam an aynı anlatım biçim ini Tevrat'ta d a kullanır. Ö rneğin T ekvin bölüm ünün 1. babının 26. ayetinde: "B enzeyişim ize, biçim im ize göre insan y a ra ta lım !" dendiği ve öyle yaratıldığı bil dirilir. B u tür örnek, Tevrat'ta da pek çok.354 D em ek ki Kral, "tek başına" iş görm üyor. "T ek başına" y arat m ıyor. "B in leriy le birlikte" yapıyor, yaratıyor. B irileriyle "iş ve ey lem o rta klığ ı" var O 'nun. A nlatılan bu.
137
Yahudi M usa İbn M eym un, T an n 'n ın T evra t'ta neden böyle bir dil kullandığını "açıklam a"ya g irişirken şöyle diyor: "Çünkü Ş eria tım ız, T a n n 'n ın , evreni ve olup bitenleri, m e le kler aracılığıyla y ö n e ttiğ in i inkâr etm iyor."355 G örülüyor ki, İbn M eym un da, Tevrat'ın bunu belirttiğini yazmakta. Tevrat’ın m etinlerinden, öteki yorum cuların da böyle anladıkları anlaşılm akta. Y ani T evrat yorum cularına göre de, Tevrat, "T a n n 'n ın m eleklerle birlikte iş yaptığını" anlatm akta. M usa İbn M eym un, yukarıda da değinildiği gibi, "m elek" kap sam ına, "felek" (gök, gök küresi) sözcüğüyle anlatılanı d a katar. V e böylece şu sonuç çıkar ortaya: Kral T anrı, "krallığı"nı "ortak"larıyla ayakta tutm akta. O nlarla b ir likte yaratm akta, onlarla birlikte yönetm ekte. Hiç vazgeçilem eyecek olan bu "ortak"lar da şunlar: "M elekler" ve "felekler". Ö yleyse bunlar, daha önce üzerinde genişçe durulan Sabiîlikte olduğu gibi, Y ahudilikte, H ıristiyanlıkta ve M üslüm anlıkta d a "birer T anrı durum unda"lar. Y ani söz konusu "güçler", üç dinin "kutsal k i taplarında" da bu niteliktedirler. Ü ç dinin kendisinin bu "güçler"e açıktan "Tanrı" dem ekten kaçınır görünm esiyse; bu durum u hiç değişterm em ekte. K aldı ki, Y ahudi ve H ıristiyanlar, "T anrı" için "T an rılar Tanrısı" anlam ına gelen deyim ler kullanırlarken ve bu d ey im lerle "m elekler-felekler Tanrısı" dem ek isterlerken, söz konusu "güçler"e açıkça da "birer tanrı" dem iş oluyorlar zaten. V e öyleyse; "T ektanrıcılık" savıyla o rtay a çıkm ış olan dinlerin bu savları havada kalm akta. G erçek durum u yansıtm am akta. Çünkü gö rüldüğü gibi; "T anrı"lan, "kutsal" kitaplarında " te k " d eğ il! M elekler ve felekler de var "tanrılık"ta. Y ineleyelim : "O rtak"lar bunlar. "Tanrı K rallığı"nda, "yaratm a"da ve "yönetim "de... Üç dinin, "putatapar"lan, "yıldızlara tapan"lan kınar olm asım da an lam ak gerek. Kurallarını ve kurum lannı aşırdıkları "din"leri, "inanç"ları kınamaları hem "psikolojik" bir sorundur. Hem de kendilerinin yaşa maları bu kınam aya bağlıdır. Ç ünkü kendilerini "daha farklı" gös term ekle "varlık nedeni" elde etm iş olmaktalar.
138
G erçek ortada: "P utatapar"ların, "yıldızlara tapan"ların, "Ulu Tann "n ın d ışında inanıp "tapındıkları"nın hepsi b irer "sim ge". D aha ö n ce de değinilm işti buna. Ü ç dinin "kutsal" kitaplarında yer alan "m e le k le r s e , "T anrı"ya o rta k lık la rın d a çok daha etkinler, çok daha v az geçilm ez dürüm dalar. O "sim ge"ler birer "aracı"-"şefaatçi" görülürler. M eleklerin, üç dinin kutsal kitaplarındaki " ş e fa a tç iliğ iy se "şefaat ç ilik k e n de öte. "G eniş y e tk ile r le donatıldıkları görülm ekte. Bununla birlikte Kur'an sık sık; "Tann'ya ortak koşmak"tan sakın m aya çağırır. Ö yle görünür. V e "Tann'nın dışındakiler"e tapınanlan da durmadan suçlar: "Tann'ya ortaklar öne sürüyorsunuz!" diyerek... Oysa bunun çok daha köklüsünü, Tevrat ve /ncıHe birlikte kendisi yapmakta. "M elekken işleyiş biçimleriyle. M eleklere "Tann K ra llığ in d a çok önemli "işlev"ler verm ekle... V e onlar için "Tann'nın ortaklan" deyimini kullanm adan... "Günah" m ı? Üç "kutsal kitap" yazarlannın da böyle bir "k a y g ila n olamaz kendileri için. Çünkü nasıl olsa, "Tann" diye ortaya atılan uydurma varlığın da nasıl uydurma olduğunu bilmekteler. Neden ki, kendilerinin de bu uydurmada paylan var. Kur'an, " p u f la rın ve "T a n n 'n ın dışındaki" b aşka şeylerin, in san lara "şefaat" yetkileri olm adığını bildirir! Ö rneğin, Z u h ru f Suresi'nin 86. ayetinde bunu duyurur. Bunu duyururken kimlerin "şefaat yetkileri olduğunu" da açıklamayı unutmaz! M eryem Suresi'nin 87. ayetindeki açıklam a şöyle: "Rahman'ın (Tanrının) katında bir a h d (ant=antlaşm a, sözleşm e) edinm iş kim selerden başkasının şefaat yetkisi olm ayacaktır!" E nbiyâ Suresi'nin 28. ayetinde de, m eleklerde bu yetkinin bu lunduğu bildirilir. Dem ek ki, "melek"ler, "Rahman katında 'a hd' edinm işler arasında" bulunuyorlar. D em ek ki, bu ortakların, "Tanrı"yla özel ’ antlaşma"ları ve "sözleşme"leri var. Bir de "Peygamber" ve benzeri "aracı"ların... Yani "önem lileri"nin...356 Ancak aynı ayette, kimlere "şefaat" edilecekse, onlardan "Rahman"ın da "hoşnut olması" koşulu yer alır. "Rahman"ın, böyle bir "ağırlığı" da olmalı değil mi?! "Şefaat edilecekler"i daha çok O belirlemeli! Şöyle "güçlü" kesimden! Kendisini yaratm ış olan sınıftan!..
139
Yine aynı ayette, "melek"lerin, "Rahman"dan "çok korktukları" da anlatılır. Buysa, "korku" öğesini işlemeyi "ihmal etmem e" gereğinden doğuyor. "O denli güçlü ve yetkili melekler Tann'dan korktuktan sonra, siz nasıl korkm alısınız düşünün!" dem ek isteniyor. T ann'dan çok kork mak gerektiği, bir önceki ayette de şöyle duyuruluyor dolaylı olarak: "Melekler, Ondan önce söz söylemezler (çekinirler). Onlar, O'nun buyruğuyla iş yaparlar." B urada "m eleklere tapınanlar"dan "farklı görünm e" am acı da gü dülm ekte. A ynı am açla, K ur'an'm başka yerlerinde de "m elek"lerin "T anrı"nın buyruğu dışın a çıkm adıkları" ve "O 'na hiç karşı g elm e dikleri "tekrar" edilir. G elin görün ki, bir de B akara Suresi'nin 30. ayeti var. Bakın ne açıklam a yapılm akta: "R abbin m eleklere: 'Y eryüzünde bir ‘H alife’ yapm ak dilerim !' dediğinde; m elekler: 'Y eryüzünde bozgunculuk edecek, kan dö kecek birini (birilerini) mi yaratm ak dilersin? O ysa biz seni överek yüceltiyor ve seni kutsallaştırıyoruz!' dediler. Rabbinse: 'Ben, sizin bilm ediğinizi bilirim !’ dedi." Bu ayette, açıkça, "m elekler"in, "T ann'nın kararı"nı uygun bulm a dıkları, ona "itiraz" ettikleri belirtiliyor.
"En Y üce K urul" ya da "En Y üceler K urulu" ("E l M eleu'l-A 'lâ") Kur'an ve "hadis"lerden anlaşılan odur ki, bu "kurul"un üyeleri, "gök halkı"ndan oluşuyor. En başta "m elekler"den. A m a "yıldızlar" da var. Ç ünkü en "sağlam " hadis kitaplarının da y er verdikleri bir "hadis"te; "yıldızlar"ın, "g öklerin g ü v e n ilirle r i" ( "em enetü's-sem â") o l dukları bildirilir.357 Y ani söz konusu "kurul"da d a "T anrı"nın aynı "or taklar"] var: "M elekler" ve "felekler". Yine Kur'an ve "hadis"lerden anlaşıldığına göre; söz konusu "kurul", son derece "önemli": "Tann'nın kararları" bu kurulda değerlendirilir. Bu
140
kurulda "kader"ler (yazgılar) yazılıp çizilir. Burada "yazı yazan" m e leklerin "kalem"lerinden çıkan "cızırtılar "ı M uham m ed de işitmiş] Bu "cızırtılar"ı, ünlü "M iraç gecesi", "Tann katına çıkarken" işittiğini söyler! Onun bu açıklamasını ise, en "sağlam" ("sahih") hadis kitaplan da içine alır.338 Ve bu kurulda "vahiyler" görü şü lü r, "tartışılır": Sâd S uresi'nin 67 ve 70. ayetleriyle "T ann", M uham m ed'e şöyle buyuruyor: "De ki, 'Bu Kur'an, büyük bir haberdir. Öyleyken ondan yüz çe viriyorsunuz. En Yüce Kurul'da, (kurul üyeleri) tartışırlarken; be nim hiçbir bilgim yoktu. Benim açık bir ko rku tu cu (uyarıcı) ol duğum vahyediliyor (bildiriliyor) yalnızca.'" Ibn H aldun (1332-1406) da, "Peygam berlik", "kâhinlik", "falcı lık", "büyücülük" edenlerin de bu "En Y üce K urul"la bağlantı k u r dukları savında olanlar içinden çıktıklarını y ansıtır.339 Ibn H aldun'un bu kurula önem verm esi, aynı kurula, K ur'an'm ve "hadis"lerin önem verm esinden ileri gelir. G erçekten "ayet" ve "hadis"lere bakılacak olursa, bu kurul, "vahiy" ve "bilgi" kaynağıdır. G izli bilgi ve "hikmet" mi elde etm ek istiyorsunuz? Y a bu kurulla ilişki kuracaksınız, ya da ilişki kurabilm iş o la n la rla ... "Giz" dolu b il giler ancak öyle sağlanabilir! Bu da "gök halkı"nm ve "kururlarının "Tann Krallığı"nda ne denli önemli olduğunu gösterm iyor mu? "M elekler"in ve "felekler"in bu "Krallık"taki ağırlıklarını yansıtm ıyor m u? Ö zellikle "melekler"in?! D ahası var: Üç dinin "kutsal kitapları"ndan çok açık ve seçik olarak ö ğre niyoruz ki, "K ral Tanrı", m eleklerden oluşan "ordular" d a m eydana g etirm iş K rallığında! Savaşm aktalar:
"K ral T a n n 'n ın O rdu ları Savaşta" "Krallık" olunca, "ordu"lan da olacak elbet! B unu doğal karşılamak gerekir. Onun için, üç dinin "kutsal kitap"lan da, "Tann'nın orduları"nı doğal biçimde ve alışılagelen türden anlatırlar. 141
Şu deyim, Tevrat'ta çok geçen deyimlerden: "Orduların Tann'sı."360 "O rduların T an n 'sı", yani K ral T anrı, savaşta; "B aşkom utan" ni teliğindedir! "Y eryüzü"nde "gösterdiği yol"dan gidenler için "savaşır". Ö rneğin "Peygam ber"lerini ve onlara uyanları "yardım "larıyla destekler. Bir savaşa mı girdiler? "D arda" mı kaldılar? K ral T anrı hem en yardım cı "asker m elekler" gönderir! G önderir ve "düşm anları"nı bozguna uğ rattırır; dahası, yok ettirir. K im i zam an "güçlü bir asker m elek" bile yeter, bu işi başarm ak için: İş te T evra t'ta yinelenerek anlatılan bir "olay": II. K rallar, bap 19, ayet 35; İşaya, bap 37, ayet 36: "Ve o gece vaki oldu ki, R abbin m eleği çıktı; A sur ordugâhında yü z seken beş bin kişiy i vurdu. V e sabahleyin adam lar erken k alktıklarında; işte, onların hepsi ölm üş birer leşti." 7evraf'ta, K ral Tanrı hep "güvence" verm ekte. O kuyalım : M ezm urlar, 34: 7: "R abbin m eleği, O ’ndan korkanların çevresinde ordu kurar ve onları kurtarır." A nlaşılan; bu "ordu kurm ak"la yetkili "m elek", "yüksek rütbeli" bir "asker"! Bu yüksek rütbeli m elek, Y ahudi "Peygam ber"lerinden Y eşu’ya da görünm üştü. Şöyle anlatılır: Y eşu, bap 5, ayet 13-14: "Ve vaki oldu ki, Yeşu, Eriha yanındayken gözlerini kaldırıp baktı: İşte karşısında elinde yalın kılıç bir adam duruyordu. Yeşu yanına gidip ona sordu: Sen bizden misin, yoksa düşm anlarım ızdan m ı sın? A dam karşılık verdi: 'Ben, Rabbin ordusunun komutanı olarak şimdi geldim! V e Y eşu, (m elek olduğunu anlayınca) yüzüstü yere düştü. Ve onun için yere kapanıp konuştu: 'Efendim in kuluna söy leyeceği nedir?"' Kimi zam an da, "asker m elekler"den birkaçı birden çıkar "Peygamber"lerin önüne. "Yakub" (İsrail) Peygam berin önüne çıktığı gibi:
142
Tekvin, bap 32, ayet 1-2: "Ve Y akub yoluna gitti ve A llah'ın m elekleri o na rastladılar. Y akub onları görünce: 'Bu, A llah'ın ordusudur!' dedi. V e o yerin adını 'M ahanaim ' (iki ordu ya da bölükler) koydu." K im i savaşlarda da "asker m elekler", çokça ve ateş saçan "savaş arabaları"yla gelip görünürler. Tevrat, Y ahudilerin, Suriyelilerle olan savaşlarında, bu savaş ara b alarıy la gelen "m eleklerin yardım ıyla" savaşı kazandıklarını b ild i rir! II. K rallar, bap 6 ve ayet 8'de; "Ve Suriye K ralı, İsrail'e karşı cenk e d iy o rd u ..." diye başlanır, uzun uzun anlatılır bu "olay"! B u türden yardım cı "asker m elekler"in, başka savaşlarda da "Y ahudiler"e yar d ım ettikleri açıklanır!361 Tevrat'ta, "T ann'nın savaş arabaları"nın ne denli çok olduğu da anlatılır: M ezm urlar, 68:17: ''Tann'nın savaş arabalan, iki kez on bin (yirm i bin), binlerce bindir." İncilde, de benzer anlatım lar buluyoruz: Örneğin: Luka, bap 2, ayet 13: "V e birdenbire m elekle birlikte, gök ordusundan bir kalabalık şöyle dediler (...)" . V ahiy, bap 5, ayet 11: "V e gördüm . T aht (arş) ile, canlı yaratıkların ve 'ihtiyarlar'ın çevresinde, çok sayıda m eleklerin sesini işittim . O nların sayısı, on binlerce on binler ve binlerce binler idi." V ahiy, 9: 16-19: "Ve atlı orduların sayısı, iki kez on bin kez on bin idi. Sayılarının bu kadar olduğunu işittim. V e böylece, atları ve ateşten, m or ya kuttan, kükürttenmiş gibi görünen zırhlan olan atlılan rüyette gör düm. A tların başları, aslanların başları gibiydi. V e ağızlarından, ateş, duman, kükürt çıkıyordu. Bu üç şey d en ..., adam lann üçte biri öldü. Çünkü atlann gücü, ağızlannda ve kuyruklanndadır. Ç ünkü kuyrukları yılanlara benzer. V e öyle başlan vardır ki, bun larla zarar verirler..." 143
Bu uydurm aları okurken sıkılan olabilir. A m a okum ak gerekir. O kuyup üzerinde düşü n m ek ... M ilyonlarca, m ilyarlarca insan nasıl aldatılagelm iş; onu düşünm ek... B ugün bile savunusu yapılan "din ler" ve "kutsal k ita p la rın d a neler var; onu düşünm ek g e re k ir... G elelim Kur'an'a. ve bakalım Kral T anrı, M uham m ed'e nasıl yardım etm iş ordularıyla: M üddessir Suresi'nin 31. ayetinde, kim i "m elek"lerden söz edilir ken şöyle denm ekte: "...R a b b i'n in ordularını, kendisinden başkası bilem ez. Bu, in san için bir anım satm adır yalnızca." K ral T anrı, bu "ordu"larıyla, M uham m ed'e bakın nasıl "yardım " ediyorm uş: Enfâl S uresi'nin 9. ayeti şöyle: "R abbinize sığınıyordunuz. O da 'Ben size, birbiri ardından bin m e le k yardım a göndereceğim !' diyerek dileklerinizi karşıladı." 10. ayette, bu "yardım "ın, "yalnızca T anrı'dan yardım olacağını" gösterip gönülleri doyurm ak için gönderildiği bildiriliyor. 11. ayette, Tann'nın bir "güven belirtisi" olarak M uham m ed’in yan daşlarını "hafif bir uykuya daldırdığı", bu arada, "kirleri gidermek, te mizlemek" ve "Şeytan'm vesveselerinden arındırmak" için "yağmur yağ dırdığı", böylece, "ayakların sağlam basması"yla birlikte "gönüllerin pekiştirilmesi"ni sağladığı açıklanıyor. 12. ayetteyse şöyle deniyor: "Rabbin, meleklere: 'Ben sizinleyim, inananları (M uhammed'in ar kadaşlarını) destekleyip sağlam laştırın! (Güçlendirin!)' diye bil dirilmişti. İnanmayanların yüreklerine korku vereceğim! Vurun o düşm anların boyunlarım. V e parm aklarını d oğrayın! dem işti." "Tanrı buyruğu"na bakın! N e diyor: "V urun 'kâfirler'in boyunlarını. V e parm aklarını doğrayın!" D üşünülm eli üzerinde. D erin derin. "B oyunlarının vurulm ası" ve "parm aklarının doğranm ası" istenen ler kim ler? 144
"İnsan"lar! D üşünülm eli. "A yet"lere göre, buyruğu veren kim ? "Ulu Tanrı"! D üşünülm eli! Bu tür "kışkırt"malar nelere yol açabilir? Kimi insanlar, kimilerine karşı nasıl acım asız durum a getirilirler ve nasıl canavarlaştırılırlar? Kısacası: İnsan insan için ne denli korkunç bir "bela" oluverir bu Tanrı "kışkırtm aları"yla? Ç ok çok düşünülm eli. "Y ardım " için "bin m eleğin gönderileceği" bildirilen savaş, "B edir S avaşı"dır (624'te). M uham m ed ve arkadaşlarının elli bin din ar d e ğerinde olduğu söylenen362 mal yüklü ve bin develi K ureyş kervanını arkadan vurup "yağm a" sağlam a am acıyla giriştikleri sa v aş... "Tanrı" işte bu savaşta o nlara yardım için "bin ask er m eleği g ö n dereceğini" bildirm ekte. İyi ama, "bin melek" gönderm eye ne gerek vardı? Yahudilere yardım için gönderilen ve "yüz seksen beş bin" A sur savaşçısını öldürebilm iş olan "melek" gibi bir melek de yeterdi. B öyle düşünülebilir elbet. B unun, "akıl ve m antık" ölçüleri içinde "cevap"ı da olam az. Ama gelin şöyle diyelim: Demek ki, Bedir Savaşı’nda gönderilecekleri bildirilen "bin melek", "zayıf askerler"den oluşuyordu! Çıkan sonuç bu! Peki o, "bin melek" gönderilmiş mi? Ve bunlar savaşa katılmışlar mı? "A yet"lerin anlattıklarına göre, bunlar "gönderilm iş"ler. Savaşa da "katılm ış"lar. N e var ki, bu "bin m e le k " y e tm e m iş ! Dahası: "Yardımcı asker nıelek" sayısı "üç bin"e çıkarılm ış; yine de "yeter" gözükm em iş! "M elek sayısı"nın "beş bin"e, çıkarılacağı, ya da "üç bin"e, "beş bin" daha ekleneceği duyurusu iletilmiş inanırlara. B unu, açıkça, şu ayetlerden anlıyoruz: Âli İm rân Suresi, ayet 123-125: "Ant olsun ki, siz ezik bir durumdayken, Bedir’de T ann size yar dım etti. Tanrı'dan korkun ki, şükretm iş olasınız. O zaman ki ina nırlara şöyle diyordun: ’Rabbinizin meleklerden gönderilmiş iiç 145
bin (asker) yardımı size yetm ez m i? Hayır, eğer katlanır, Tann'dan korkarsanız ve düşmanlar da hemen üzerinize geliverirlerse, Rabbiniz, beş bin melek göndererek size yardım edecektir. Damgalı damgalı melekler.'" Söz konusu "m elek"lerin, "savaşçı asker"lere özgü "işaret" ve "giysiler" içinde oldukları anlatılm ak isteniyor olsa gerek. "H adis"ler, kim i m eleklerden, örneğin "C ebrail"den söz ederken, "savaş" sırasın d a tam bir "savaşçı" görünüm ünde bulunduğunu anlatır: B uharî'nin de kitabına aldığı bir hadis aynen şöyledir: "İbn A bbas anlatıyor: P eygam ber, E bubekir'e seslenerek: 'İşte bu gördüğün, C ebrail'dir!' dem işti. V e eklem işti: 'C ebrail, atının başını (ve gem ini) tutm uş duruyor. S avaş gereçleri (silah ve zırh türünden şeyler) de üzerinde."’363 Cebrail, "at"ıyla ve o sırada savaş için "gerekli" olan şeylerle do natılmış olarak savaşm aya "tam hazır" bir durum da bekliyorm uş! "M e lek", meleğin "at"ı, "silah"ı, "zırh"ı! Düşünebiliyor m usunuz böyle bir durumu?! "Melek"ler eğer bildiğimiz türden "cisim"li ve "maddi" varlıklar değil lerse, bunların "maddi" şeylerle, "savaş araç ve gereçleri"yle donatılma larına neden gerek görülüyor? Örneğin "af'lan, "silah"lan, "zırh"lan neden "gerek"li? "At" olmasa, "silah" olm asa savaşamayacaklar mı? "Zırh" ol m asa "korunamayacaklar" m ı? Bu nesne olm asa "maddi" düşmanların "m add.' silahlarına "hedef' mi olacaklar? "Yara" mı alacaklar? Y a da "öldürülecekler" mi? Böyle "binlerce" m elek ve "savaş"! Bunların "Tanrı" buyruğuyla gönderilm eleri? Bir "maddi" savaşta şu kadarının "yetm eyip", şu kada rının; "bin"lere "bin"ler daha "eklenerek" gönderilmeleri!!! Şu kadar sa yıdaki "melek" neden "yetm em iş" de, "şu kadar"ı daha "eklenmiş"?! D aha önce gönderilip "savaş"a sokulanları "öldürülm üş" mü?! B unca "zırva" nasıl "tevil" götürür?! İnsan düşünm eli, durm alı; yeniden düşünm eli. U zun uzun ve d e rin derin düşünm eli ki; m ilyarlarca insan, inand ırılag elm iş bu tür zır valara. B irer "gerçek" diye!.. D em ek; inandırm ak için kullanılan güç,
146
ço k büyük, çok korkunç. Dem ek; saçm a da olsa, insanlar inanm aya h azır. "İnanm a ortam ı" var. V e dem ek; "m ilyarlar"ın, bir şeyi "ger çek" saym ası, o şeyin "gerçek" olm asını gerektirm iyor.
K ral T a n n 'n ın O rdu larıyla K ral Ş eytan'ın O rd u ları S avaşıyor B ir yanda "Tanrı", öbür yanda "Şeytan" ("İblis") var. "Tanrı"nın "taht"ı mı var? "Şeytan"ın da var. Hûd Suresi'nin 7. ayetinde, "evren yaratılırken", Tann'nın "taht"ının "su üzerinde" olduğu anlatılır. Bunun kaynağıysa Tevrat'ın Tekvin bölümünün 1. babının 2. ayeti. Bunun da kaynağı daha önceki "efsane"ler.. ,364 "Tann"nın "taht"ı "su üzerinde" miydi? Kimi "hadis'iere bakıldığında Kral Şeytan İblis'in "taht'inın da "su üzerinde" gösterildiği görülür.365 "Tann"nm "ordular'i mı var? Kur'an'da, Şuarâ Suresi'nin 95. aye tinde, Kral Şeytan "İblis"in de "ordular'i olduğu açıkça bildirilir. Ve 94. ayete göre, bu "ordular", başlannda bulunan "İblis'ie birlikte "cehennem "e atılacaklardır. Bu sav ise "Incil"den alınma. M atta İncili'nin 25. bap ve 41. ayetinde şöyle denir: "Ey lanetliler, benim yanımdan; İblis ile onun m eleklerine hazırlanm ış olan ebedi ateşe gidin." "İb lisin m elekleri" deyim i yadırganabilir. Ç ünkü "m elekler"in, "şeytan" ya da "şeytan yandaşı" yaratık lar o lm ayacak ları d ü şü n ü le bilir. B u nedenle, "K utsal" kitaplarda, "m elek" sözcüğü, bu tür yara tık lar için pek kullanılm az. Ö zellikle K u r'a n 'da "m elek", her zam an "iyicil"dir ve "Tanrı'dan yana, Tanrı askeri"dir. "Şeytan"sa "kötücü l"d ü r ve "T an n 'n ın karşısında" yer alm ıştır. A yrıca, K eh f S u re si'nin 50. ayetinde, İb lisin , "cin 'ierd en olduğu bildirilir. N e var ki, aynı Kur'an in ayetleri, "İblis"i, başlangıçta "m elekler" arasında da gösterir. D ahası, bu Kral Şeytanın, "m eleklerin ileri g e lenleri arasında yer alm ış biri" olduğunu düşündürür: Kur'an in birçok suresinde, "T anrı", şöyle konuşur: "Biz m eleklere, 'A dem 'e secde edin!' dediğim izde, hepsi secde etti. A ncak İblis secde etm edi."366
147
Bu "açıklam a", B akara S uresi'nde, A dem 'in y aratılışın a ilişkin, "T anrı"nın "m eleklerden görüş istediği" ve onlarla "tartıştığı" an latı lan ayetlerden hem en sonra yer alır. Ö yle bir hava ve anlatım biçim iy le ki, "İblis'in o sırada, m elekler arasında bulunduğu anlatılm ak is teniyor" denebilir rahatlıkla. B undan dolayıdır ki, birçok ünlü Kur'an yorum cusu, "İblis"in önce "m elek" olduğu, sonra "T anrı"ya karşı gel m esi yüzünden "cin"lerden sayıldığı görüşünü b enim ser.367 D ahası, Kur'an yorum cuları içinde, "İblis"in, "T an n "y a karşı gelm eden önce, "m ukarreb" (T an n 'y a yakın, gözdesi) olan "m elek"lerden olduğunu söyleyenler bile var.368 Eğer Kur'an ayetleri, Kral Şeytan İblis'i, "Adem yaratılsın mı ya ratılmasın mı?" konusunun "görüşülüp tartışıldığı" toplulukta, "En Yüce Kurul” ("el M eleu'l-A'lâ") adı verilen "kurul"da bulunm uş gösteriyorsa, onun daha önce, "melek"lerden olduğunu söylüyor demektir. Çünkü, kimi ayetlerde, daha önce de değinildiği gibi, "cin"lerin, o "En Y üce Kurul"a "sokulm adıklan", sokulm aya yöneldiklerinde de, "ateş saçan, delip ge çen" nesnelerle "taşlandıkları" açıkça anlatılıyor.369 Bu anlatımlara göre, bir yaratık, "melek"lerin topluluklarına, "k ururların a "sokulabilmişse", o yaratık "cin" değildir. Bununla birlikte K urandaki, "...İblis, cinlerdendi..." sözünün de bir anlamı olmalı: "Melek" ve "cin", temelde, "iyicil" ve "kötücül" ruhi ya ratıklar düşünmekten kaynaklanıyor. "Cin"ler, "melek"lerin "kötü"leri ola rak düşünülegelmiş. "İblis", kötücül olunca; "cin"lerden sayılmış. İblis, "kötücül" olm akla kalmıyor, bu türden olanların "baş"ı, Kralı sayılıyor. Kral Tann'nın "ordu"lanndaki "m elek'ier kendisi gibi "gök"lerde bulu nurken, Kral Şeytan İblis'in "ordu"lanndakiler "yer"de, dahası; "yerin altında" ve "cehennem"de düşünülür. Kral Şeytan "İblis", A dem 'e secde etmeyince "sürülmüş" göklerdeki makamından. Hıristiyanlıkta, İblis'in kendine uyan meleklerle birlikte "sürüldüğü" inancı var. İblis, yandaşlanyla birlikte yeryüzüne sürülmüş.370 Kur'an'a da, İblis'in "kovulm asi'na ilişkin öykü, Hıristiyanlıktaki yapıtlardan yansımış olmalı. Fakat bu ko nuların, yani Kral Tanrı ve "ordu"lannın karşısına Kral Şeytan İblis ve "ordu”lannı çıkaran inançların, bunlara ilişkin anlatılanların kökü, çok daha eskilere dayanır: Burada hemen göze çarpan bir kaynak var: Z erdüştçülük.
148
K RA L T A N R I, K RA L Ş EY T A N İBLİS V E SAV A ŞA N O RD U LARIN IN ÇO K Ö N EM Lİ KAYNAĞI: Z ER D Ü ŞT Ç Ü L Ü K
B ir dinler tarihçisi şunları yazar: "Persler, Keyhusrev'in fütuhatından sonra, Babilonya bölgesinden sürülen Yahudilerle karşılaşm ışlar ve onların m em leketlerine dönm elerine izin vermişlerdir. Bu sayede, bazı Yahudi görüşle rini, Zerdüştiliğin etkisiyle izah m ümkün olmaktadır. Ki, sonradan H ıristiyan düşüncesi üzerinde etki yapm ış olan bu görüşler şunlardır: " T a n n 'n ın k a rşısın a Ş e y ta n 'ı k o y a n ikicilik (düalizm ); m e leklere in a n m a ; ölülerin ölm ezliği ve sonradan dirilişleri."371 Bilindiği gibi, Zerdüşt; Zerdüştçülük dininin "Peygamber"idir. Tanrı sıysa A hura Mazda'dır. Bu dine, Tanrı'sının adından ötürü "M azdacılık" (Mazdeizm) adı da verilir. Zerdüşt, Pehlevi dilindeki biçimidir. Yunanlılaşmış biçimiyse Zoroastres'tir. D aha başka biçimleri de vardır.372 Bu adla adlandırılan söz konusu "Peygam ber", tarihte gerçekten y a ş a m ış m ıd ır? Tartışmalı. Tıpkı M usa gibi, B uda gibi, İsa g ib i... Bu konuda de ğerlendirmelerine önem verilen ve görüşleri genellikle kabul edilen iki uzman araştırmacı ve incelem eciye göre, Zerdüşt, İÖ 660-583 yılları arasında yaşam ıştır.373 Bu tarih doğruysa ve Tevrat'ın anlattıklarına da kulak asılacak olursa, Yahudilerin "Babil'deki tutsaklıkları" ve sonra "kurtulup ülkelerine dönüşleri", Zerdüşt'ün yaşadığı zam ana rastlam ış kabul edilebilir. Böyle olunca da; "kimi Yahudi görüşlerini, Z erdüşt çülüğün etkisiyle açıklamak", doğaldır. Ve doğaldır ki, nice "tasarım"lar, 149
düşünceler gibi; Kral T ann'nın karşısına Kral Şeytan'ı koyan düşünce de bu dinden yansım ıştır Yahudiliğe. Ve dolayısıyla öbürlerine... Yani H ıristiyanlığa ve M üslümanlığa... Zerdüşt diye birinin tarihte gerçekten yaşam ış olup olm adığı, M u sa'nın, İsa'nın yaşam ış olup olm adıklan gibi "tartışmalı". A m a tıpkı; "M usa'nın, İsa'nın oldukları ileri sürülen ya da onların "din" ve "Şeriat"lannı dile getirdikleri savunulan "kutsal kitaplar" gibi, Zerdüşt'ün de "kut sal kitap"ı var: Avesta. Bu "kutsal" kitabın çok önemli bir bölüm ü de şu adı taşıyor: Vendidad. 'Şeytan'a karşı ko ym a (Şeytanla savaş)", ya da "şeytan ka rşıtlığ ın ın Ş eria tı" (Şeytan'a karşı koym anın kuralları) anlamında. Bu kitap çok önemli. Çünkü, Yahudiliğin de, Hıristiyanlığın da, İs lam'ın da "amentü"sünün, yani temel inanç kurallarının ve kimi "Şeriat" kurallarının bu kitaptan alınma olduğu, açık seçik görülmekte: "Tanrı ordulan"nı oluşturan "melekler", bu kitapta. Kral Şeytan İblis'in "ordulan"nı oluşturan "cinler" ve benzerleri bu kitapta. Ölümden sonraki yaşam, "cen net" ve "cehennem" inancı bu kitapta. Dinsel "pislik"ler, "pislenme"ler ne lerdir ve dinsel "temizlenme"ler nasıl olur; bu kitapta.374 E lim deki, F ransızca çevirisinin A rapça çevirisidir. Eksiği yok. Ve oldukça kapsam lı.375 K apağında şöy le deniyor: "Avesta yı oluşturan kitapların en önem lisi, V endidad." Bu kitapta "iki güç" çarpışm akta: K ral Tanrı A h u ra M azda ile Kral Şeytan Ehrim en. Bu iki Kralın da "ordular"ı bulunmakta. Sayısız sıradan "asker"leri, "erbaş"ları, ”subay"lan, "kom utan"lan var. Kral Tanrı A hura M azda'nın "ordular"ında "en ileri gelen", yani en büyük "rütbe"li "komutan" altı "melek" bulunur. Bunlar, Kral Tann'ya doğrudan bağlıdırlar. Kralın "yardımcı"ları ve "Bakan"lan durum un dadırlar. Kral tahtının (Arş'ın) önünde, "buyruk" alır ve yerine getirirler. Bunlar, şunlardır: • "V ohu-M ano (B ehm en)". "İyi düşünce" dem ek. "Y ararlı H ay vanlar B akanı"dır bu m elek. • "Asha-V ahisht (Erdibihişt)". "Güzel Erdem" demek. "Ateş Bakanı." • "Şehriver." "G üzel Krallık" dem ek. "M adenler Bakanı."
150
• "Sipendarm idh (Spenta-A ram iti)." "İyi cöm ertlik" dem ek. "Y er yüzü B akanı." • "H aur-V atat (H urdâd)". "İyi sağlık" dem ek. • "A m ertat (M urdâd)." "Ö lm ezlik" (ya da iyi ölm ezlik) dem ek. Son iki "m elek-bakan", birlikte, "su"larla "bitki"lere bakarlar. V e bunların, Kur'an'a, değişik "işlev"de, "H arut-M arut" diye geçtikleri görülm ekte.376 B unlar çıktıktan sonra kalan dört m elekse, Y ahudilik çe, H ıristiyanlıkça ve M üslüm anlıkça da kabul edilen dört ünlü m e lekten başka değiller. A nlaşılan, bu m elekleri önce Y ah u d iler alıp a ş ırm ış la r.377 S onra da öteki iki din benim sem iş. Y ukarıdaki altı m eleğe "ölüm süz kutsal kişilikler" denir. (A m eşas Spantas.) Bunların dışında ve daha "aşağı rütbe"de olan "m elek"ler pek çoktur Kral T an n ’nın "ordular"ında. Tüm üne "Yazata"lar (”Izid"ler) denir.378 B unlar da "göksel olanlar" ve "yersel olanlar" olm ak üzere ikiye ayrılırlar. G öksel olanların hepsinin başında en büyük "göksel yazata" sa yılan K ral Tanrı A hura M azda bulunm akta. "Yersel" olanlarsa Zerdüşt'ün yönetimindedirler. "Güneş"e, "Ay"a, "yıldız"lara, "hava"ya, "ateş"e ve "su"ya ilişkin işlerle ilgilenirler. A slında "G ü n e ş", Kral Tanrı A hura M azda"yı sim geler. Ö tekiler, bundan sonra gelirler.379 "Melekler" içinde, görevleri yalnızca "koruyuculuk" olanlar ("hafaza") da vardır. Çeşitli "işlev"ler üstlenmiş, "grup grup" melekler.380 N itelikleri, görevleri ne olursa olsun, tüm "m elek"ler, Kral Tanrı'nın "ordular"ında "savaşçı" olarak bulunurlar ve Kral Şeytan E h rim en'in "ordular"ıyla "sa va şırla r '. Kral Tanrı A hura M azda'nın "ordular"m da nasıl "rütbe"ler varsa, Kral Şeytan E hrim en'inkinde de var. A hura M azda’nınkinde "en yüksek rütbeli" birer "B akan" durum unda "altı m elek" mi var? E h rim en 'inkinde de bunların karşılığı olan şeytanlar var. Bu "yüksek, en yüksek rütbeli" şeytanların üçü, adlarını, H indulann "tann"lannın adlarından almaktalar: "İndra", "Serva" ve "Nasatia".381
151
Burada hemen belirtmek gerek ki, Hint ve İran inançlarında bir kar şıtlık göze çaıpar: Birinde "iyicil" diye inanılan "güç"lere öbüründe "kö tücül" diye inanılır. Örneğin Zerdüştçülükte "iyicil" diye nitelenen "Asura"lar, H indularda birer "kötücül şeytan"dırlar. H indulann "iyicil" diye inandıkları "div"ler ("dev"ler), Zerdüştçülüğe göre "kötücül"dürler.382 Din ler arasında zaman zaman rastlanır bu tür durumlara.383 Ehrimen'in orduları, "kötücül cin"lerden; "div" (dev), "dervec" (darvand), "peri"... adı verilen "kötücül" güçlerden oluşurlar. Ve "aşağı dünya"da, "cehennem"de yaşarlar, krallan Ehrimen'le birlikte. "Cehennemin kapısı"nda da bir "dağ" bulunmakta: "Arezûra" dağı384 B una karşılık, Kral Tanrı A hura M azda, "ordular"ıyla birlikte "yukan"da, "gökler"dedir! N e var ki, K ral Şeytan E hrim en, bulunduğu yerde kalm ak !stem em ekte, K ral T an n 'n ın yerine geçm ek için yanıp tutuşm akta. Kral T anrı A hura M azda bunu bildiği için, sürekli "uyanık" bulun makta. "O rdular"ını da "uyanık" tutm akta her an. Ç ünkü kesintisiz olarak "savaş" durum u yaşanm akta. Burada, hem en Kur'an'ûan bir ayeti anım sıyoruz: Fecr Suresi'nin 14. ayeti: "Senin Rabbin gözlem evindedir." B öyle deniyor. Kral T anrı "gözlem evinde beklem ekte", Kral Şeytan İblis ve "ordular"ı eliyle kotarılanları hem en görüp kendi "ordular"ına bildirm ekte, ge rekli "önlem "leri aldırtm akta. "C in1ler, "kötü niyet"le, "vahiy çalma" am acıyla "gök"lere mi yöneldiler? K ral Tanrı hem en bildirir or dularındaki m eleklere. M elekler de o kötücül cinlerin ardına düşüverir ve onların üzerine, "ateş saçan, delip geçen" nesneler yağdırır lar. K ur'an ayetleri bunları anlatıyor.385 D aha önce de değinilm iş ve bu ayetlere yer verilm işti.386 Kral Tanrı A hura M azda ile K ral Şeytan E hrim en arasındaki sa vaş da öyle. Savaşan güçlerden her iki kesim de "uyanık". Z erdüştçülüğün "kutsal" kitaplarından V endidad'a göre, Kral T an rı A hura M azda'nın gerçekleştirdiği her "yaratış"a, K ral Şeytan E h rim en bir "yaratış"la karşılık verm ekte. A hura M azd a hep iyileri, "ya rarlı" olanları yaratırken; Ehrim en de "kötü"leri, "kötülük"leri ve "zararlı"ları oluşturup o rtaya koym akta.
152
Vetıdidad'a. şunlar anlatılarak giriliyor: "Ben H ürm üz'ün (A hura M azda'nın) yarattığı güzel ülkelerin ilki; A ras ırm ağının suladığı İran'dır. "Ö lüm dolu E hrim en'se, şu belayı yaratarak buna karşılık verdi: D ivlerin (devlerin) yaptığı ırm ak yılanı ve kış. "...B e n Hürm üz'ün yarattığı güzel ülkelerin İkincisi, Sogd'lulann yaşadıkları ırm ak kıyısı kesimlerdir. "Ö lüm dolu E hrim en'se şu belayı yaratarak buna k arşılık verdi: H ayvancıkları ve bitkileri yok eden çekirge. "Ben H ürm üz'ün yarattığı güzel ülkelerin üçüncüsü, M erv'dir. Ç evresiyle korunaklı olan Merv. "Ö lüm dolu E hrim en'se şu belayı yaratarak buna karşılık verdi: O lum suzluk ve sapkınlık."387 B öyle sürüyor bölüm boyunca. A hura M azda hangi ülkeleri, yani k entleri yaratm ış, E hrim en neler yaratarak bunlara karşılık verm iş; "bir bir anlatılıyor"!388 D aha sonraki bölüm ler "soru"lu, "yanıt"lı. Z erdüşt sorar; H ürm üz, yani A hura M azda karşılık verir. İkinci bölüm de, "iyilik"çi ve "adalet"çi bir m itolojik hüküm dar olan Y im a K hshaetra389 dönem indeki "gelişm e"ler anlatılm akta. Şöyle başlanm akta: Z erdüşt, H ürm üz'e sordu: "H ürm üz! Ey çok yararlı ruh! Ey tüm gövdeler dünyasını y a ratan. Ey kutsal! B en Zerdüşt'ten önce, sen H ürm üz'ün k o n u ştu ğu ilk insan kim dir? K im dir o ki, sen ona H ürm üz dinini, Z erdüşt dinini öğrettin." H ürm üz karşılık verdi: "İyi insan Y im a'dır o, ey Zerdüşt. 'İyi çoban' Y im a. B en H ür m üz'ün, sen Z erdüşt'ten önce konuştuğu, H ürm üz dinini, Z er düşt dinini öğrettiği ilk kişi odur.
153
"Ey Z erdüşt! H ürm üz olarak ben ona dedim ki: "Ey V ivanhat oğlu Y im a! B enim şeriatım ı (dinim i) öğrenm ek ve gereğini üstlenm ek (yaym ak) ister m isin? "Y im a b u n a şu k arşılığı verdi ey Z erdüşt: '"Ben bu göreve elverişli değilim daha. Ş eriat dersini alam am , öğrenem em ve gereğini üstlenem em !'"390 M uham m ed de, "ilk vahiy" sırasında, "vahiy m eleği"ne buna ben zer karşılık verdiğini bildirir. "H adis"te, kendisine "oku!" dendiği ve kendisinin "okur değilim , okuyam am !" biçim inde k arşılık verdiği an latılır.391 Bu anım sandığm da M uham m ed'in "ilk vahiy" num arasının kaynaklarından biri beliriyor. "îyi insan" ve "iyi çoban" Y im a, öneriyi geri çevirm iş görünür; am a yine bir görev alır H ürm üz'den: Bölümde anlatılanlara göre: Hürm üz'ün "yarattıklan"nı "üretip ço ğaltma", "koruma-kollama" ve "gerekli önlemleri alma" görevini üstlenir. Bu dönem de daha; ne "kışın am ansız soğuğu", "ne yazın" sıcak rüz gârının am ansız sıcağı, ne "hastalık" ve ne de "ölüm" var dünyada. H ürm üz, Y im a’ya bir "altın yüzük" bir de "altınla süslem eli kılıç" verir. Ve Yima, bunlarla tüm ülkeye egem en olur. Ne var ki, her "üç yüz kış"ta bir, Hürmüz'ün "yaratıkları", öylesine çoğalırlar ki, hiçbir yere sığmaz olurlar. Her böyle oluşta, Hürmüz, "iyi çoban Yima"yı uyarıp önlem almasını buyurur. Y im a "güney yönünde, Güneşin yolunda, nur (ışık) içinde, altın yüzüğünü ve altınla süslemeli kılıcım" kullanır. Bir yandan da "Yeryüzü Bakanı", "Sipendarmidh" (Spenta-Aramiti) adlı meleğe seslenir, ondan yardım etmesini ve >eryüzünü genişletmesini" diler. Dilediği gibi olur: D aha önceki genişliğin "üçte bir"i eklenir yeryüzüne. Üç kez böyle olur ve yeryüzü genişletilir. A radan bir süre geçince; H ürm üz, Y im a'ya bir kez daha "uyarı"da bulunur: Bu kez çok önem li bir "tehlike" var: "Ö ldürücü k ışlar” ge lecek, canlıları yok edecek ölçüde soğuklar olacak. H ürm üz, Y im a'ya bir "sığınak" ("var") yapm asını buyurur. Sığı nağın ölçülerini verir. H angi tür "seçm e insan", "seçm e hayvan" ve "seçm e bitki" alıp buraya koyacağını açık-seçik bildirir. "İyi çoban" da söyleneni yerine getirir.392 154
Bu sığm ak, "tufan"daki "N uh'un gem isi"ne benzer bir "kurtarıcı" rolü oynam akta. A radaki fark, "coğrafya" ve "iklim " farklarından ileri gelm ekte yalnızca. "N uh'un gem isi", azgın "su"lardan; "Y im a'nın sı ğ ın a ğ ıy s a azgın "soğuk"lardan "kurtarm a" işle v in d e ...393 "Sığınak"ta, her tür gereksinimin karşılığında, "nur" (ışık) bile bu lunduğu anlatılır. Buraya Hürmüz'ün "din"ini "sokan" ve yaym a çabasında bulunan da bir "kuş"tur: "Karshiptar." "Ruhani Başkan" ise "Urvatatnara" adında bir insan.394 Gelin görün ki, bunlar olurken Kral Şeytan Ehrim en de boş durmaz. Yima'yı ortadan kaldırm aya yönelir. M itolojiye göre, "şeytan"larından "Dahhâk", bir yolunu bulup o, "iyi çoban"ı öldürür. Bu "bela"nın başına gelm esinde "Yima"nın kendisinin de "suç"u vardır. Çünkü "başarılarına böbürlenm iştir".395 Sözü edilen "Yim a", İran m itolojisinde ünlü bir hüküm dar olan "C em şid "d ir.396 "D ahhâk" ise (Zohak), yine İran m itolojisinde ünlü, A surlu bir ko m utandır. A ncak, ileri gelen b ir "şeytan" sayılm ıştır. Yine mitolojiye göre "Dahhâk"ı da "tutsak" alıp "hapseden" ve dola yısıyla "İran"ı kurtaran biri çıkmıştır: "Feridun." "Cemşid"in torunların dan. "Dahhâk"ın o gün bugün, Demavend (Denbavend)397 dağında "hapis"te bulunduğuna ve yanına gidenlere "büyü" öğrettiğine inanılır.398 Kur'an'da, Bakara Suresi'nin 102. ayetinde, "büyü öğretmenleri" olarak su nulan "Hanıt-Marut" öyküsünün kaynaklarından birinin bu inanç olduğu düşünülür.399 "D ahhâk" eğer "şeytan"sa, nasıl "hapsedilm iş" olabilir? "Şeytari'ın, "cin"in "hapsedilebileceği"; dahası, bunların "zincirlere vurulabilecekleri", Kur'an'da da anlatılır. D aha önce de değinilmişti: Sâd Suresi'nin 38. ayetinde "Ve dem ir halkalarla bağlı öteki şeytanlar" den mesi ve başka yerlerdeki birçok anlatım, Kur'an'm da bu savda olduğunu açıkça dile getirir. Buharî ve M üslim'in E's-Sahih’\chnde de yer alan bir "hadis"e göre, "ciri'lerden bir "ifrit"in, "namaz"ını bozm aya geldiğini an latan M uhammed; bu "ifrit"i tutup "mescidin direklerinden birine bağ layacağı sırada, düşünüp bundan vazgeçtiğini" açıklar.400 "M ucize"ler an latılırken bu "hadis" üzerinde ayrıca durulacak.
155
Bu "ayet" ve "hadis"leri, İran mitolojisindeki ünlü şeytan "Dahhâk" ile birlikte anıp karşılaştırm akta yarar var. "Dahhâk"ın bir "şeytan" ol duğu halde, "tutulup hapsedildiği"ne, "zincire vurulmuş olarak zindanda bulundurulduğu"na ilişkin mitolojideki inanç göz önünde tutularak de ğerlendirildiği zaman, M uham m ed'in kaynağı açıklık kazanır. Yani "cin"i, "şeytan"ı "bağlama" inancını nereden aldığı ortaya çıkar. Vendidad, Z erdüştlüğün bu önem li kitabı, yirm i iki bölüm den o lu şuyor. H ürm üz (A hura M azda) ve "ordular"ıyla, E hrim en ve orduları arasındaki "savaş", bölüm lerin kim inde doğrudan, kim indeyse dolaylı olarak anlatılır. Vendidad'dsL, dinsel ölçülere göre "iyi" ve "kötü" sayılanların "ruh"lannın öldükten sonra nerelere gideceklerine ilişkin de "açıklamalar" yer almakta:
" T an n -Ş eytan K rallıklarında İyilerin ve K ötülerin R uhları N erelere G iderler?" Dinsel ölçülere göre "iyi" sayılan kişilerin "ruh"ları "yüce"lere gider. "Güzel", "ışıklı" ve "m utluluk dolu" yerlere. Bir başka deyişle, "cennet"e. "Kötü" sayılan kişilerin "ruh"lanysa "aşağı dünya"ya gider. "Ka ranlık", "azaplı-işkenceli" yere. B ir başka deyişle, "cehennem "e... Ö teki "kutsal kitaplı" üç dinde olduğu gibi, Z erdüştçülükte de anlatılan bu. Vendidad'da anlatıldığına göre, "iyi" kişilerin "ruh"ları gövdelerinden ayrıldıktan bir süre sonra "yüksek"lere çıkarlar. "Karşılayıcılar"ı da olur bunların. "M elekler''den karşılayıcıları. Bu "ruh"ları "gök melekleri" karşılar. Sıradan "melek"ler ("yazata"lar) yanında, ileri gelen melekler de bulunur karşılamada. Örneğin, "Yararlı H ayvanlar Bakanı" Behmen de bulunur. "İyi düşünce" dem ek olan Behmen (Vohu-M ano), "altından taht"ı üzerinde doğrulur ve şöyle seslenir: "Nasıl geldin, ölümlü dün yadan ölüm süz dünyaya hoş geldin ey iyi kişinin ruhu!". Bu ruh, Kral Tanrı A hura Mazda'nın, ileri gelen (Bakan) altı meleğin önünden, bun ların altından tahtlarının karşısından geçerek yücelerdeki "Firdevs Cenneti ne varır.
156
M uham m ed de, buradan alm ış olacak ki, hem en hem en böyle anlatır: Ö rneğin U hud "şe h irle rin d e n söz ederken şöyle dem ekte: "Sizin kardeşleriniz U hud'da öldürülünce, A llah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. B u kuşlar cennet ırm aklarından, cennef'tekı m eyvelerden yiyerek uçarlar ve A rş'ın (T a n n 'n ın tahtının) g ölgesinde altından kandiller üzerine k o n arla r..."402 Bu "hadis", M üslüm anlarca "en sağlam " kabul edilen hadis kitaplarından biri olan, A hm ed İbn H anbel'in El M üsned'ınde yer alıyor. B ir başka "hadis"inde de M uham m ed'in şöyle dediği bildirilir: "İnanır bir kim senin ruhu, gövdesinden ayrıldığında, yücelerde iki m elek onu karşılar. V e gök halkı, o ruh için şöyle der: 'D ünya yönün den gelen tem iz bir ruhtur bu. A llah'ın iyiliği (selam ) sana ve senin değerlendirdiğin gövdene ey ruh!' Bu ruh, sonra güçlü ve Y üce O lan A llah’a g ö tü rü lü r.. .',403 B una benzer "hadis"ler çok.404 K ur'an'da da "cennet ehli"nin, "selam size!" denerek karşılandığı anlatılır. Ö rneğin Z üm er S uresi'nin 73. ayetinde şunlar anlatılm akta: « "Rabblerine karşı gelmekten sakınanlar, topluca cennete götürü lürler. Oraya varıp da cennetin kapılan açıldığında, bekçileri (me lekler), şöyle der onlara: 'Selam size! Hoş geldiniz! Ölümsüzler olarak girin şimdi buraya!"' Vendidad, "kötü" kişilerin "ruh"lannın gidecekleri yerden de söz eder: "Baştan başa karanlık olan aşağı dünyanın çukurlan". "Kötücül cin"Ierin, "şeytan"ların bulundukları "azap ülkesi". Yani "cehennem".405 Vendidaddan ve içerdiklerinden daha çok söz etm eye yerimiz elverişli değil. A ncak şunu bir daha belirtmekte yarar görüyorum: " Tann ve şey tan krallıklan" üstüne, bilinen "kutsal kitaplar"da yer alan uydurm alan, kaynaklarıyla görüp iyi kavrayabilm ek için Zerdüştçülüğü ve özellikle önemli kutsal kitaplarından Vendidad'ı gözden geçirm ek şart. Anlatı lanlar, çok iyi incelenmeli, karşılaştırm alar yapılmalı. Bu olmadıkça, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslam'ın "amentü"sündeki "inanç öğeleri" ve bu öğelerin çok önemli bir kaynağı kavranamaz.
157
B ir de şunu yinelem ek gerek: İyi bir incelem e ve karşılaştırm a sonucu, Z erdüştçülükte de, öteki üç dinde de yer alan "vazgeçilm ez inanç tem elleri"nin başkaynağı, gözden kaçm ıyor: "G üneş K ültü", "Ay K ültü" ve bunları da içeren "Sabiîlik". Ç ok büyük bir ırm aktır bu ana kaynak. En ilkel dönem lerin "ilkel inançlar"ını d a taşıyıp getiren bir kaynak. B u kaynak, çok eski çağlardan taşıyıp getirdiği "m ikroplu inanç suları"nı, bilinen "kutsal kitaplar"a boşaltm ıştır. B unlar arasın da Tevrat var, Incil var, Kur'an var. Bunu bir de "ad"ların, "sözcük"lerin "dili"yle algılayalım :
158
TA N R I-ŞEY T A N K RA L L IK L A R I İÇ İN A N LA T ILA N L A R , A D LA R IN V E S Ö Z C Ü K L E R İN D İLİ
"Ahura M azda": A nlam ında "gök" anlam ını bulanlar var.406 C lem ent M uart ise, "A huraM azda"nın, "Giineş Tanrısı"nın ta kendisi o l duğunu yazar.407 "Hürmüz" (Ahura Mazda): Romalıların etkisiyle "Hermes"ten alındı ğını ileri sürenler var.408 "Gece"yle "gündüz"ü, "uyku"yla, "uyamklık"ı, "ölüm"le "yaşam"ı meydana getiren iş ve davranışların, mitolojideki sim gesi sayılır. Romalılar bu T ann’ya "Merkür" derler.409 "Mithra": Kutsal kitap Vendidad'da, bu T anrı, "geniş tarım alan la rının efendisi" diye nitelenir ve bu "efendi"yi çağırarak işinde, u ğ ra şın d a bulunan bir tarım cıdan övgüyle söz edilir.410 B irçok inceleyici, bu arada Felicien C hallaye, şu bilgiyi aktarm akta: "H indulara ve îran lılara özgü bir G üneş T anrısı olan M itra ya da M ithra, ışık ve hak tan rısıd ır."411 B ir "M ihtra dini" vardı. V e H ıristiyanlığın bu dinden ço k şey aldığı saptanm ıştır.* "Zerdüşt": Cemil Sena, Filozoflar A n sik lo p ed isin d e şöyle der: " ... Bu adın aslı, Sanskritçedeki Z uryastara'dır ki, bu, 'güneş ta p ım ı olan dem ektir."412 "Cemşid" (Yima): Zerdüştçülük inancında önemli bir ad. "Yima" adıyla da geçer. Vendidad'da, "Yima"dan nasıl söz edildiği yukarıda gö rülmüştü. "Cemşid", "Cem" ve "Şid" sözcüklerinden oluşuyor. "Cem", "ulu hükümdar" demek. "Şid"se "Pehlevi" dilinde "ışık" anlamındadır. Cem şid adlı efsane hükümdarı, G üneş oğlak burcuna girdiği zaman, ken disine bir taht kurulmasını buyurur; kendisi de, başına m ü cev h erler ta* B kz. D r. M u h am m ed C ab ir A b d u l-A l El H ınî, F il A k a id i Ve'l-E dyan, M ısır, 1971, s.2 5 0 -2 5 1 . A y rıca bkz F elicien C h allay e, a.g.e., s . 141-142 vd.
159
karak otururm uş. V e G üneş, bu görkem li taht ve hüküm dar üzerine doğarm ış. B ö y le inanıldığı için, söz konusu hüküm dara "Cem şid" adı verilegelm iş.413 "Tichtrya": A hura M azda, Z erdüşt’e; ona sığınıp onun aracılığıyla di lekte bulunmasını öğütler.414 "Merkür"dür o.415 Ünlü doğubilimci Prof. Dr. Philip K. Hitti, onun, Nabatlılarda "Güneş T anrısı" olduğunu belirtir ve adını da şu biçim iyle yazar: "Dusares" f=Du şara=Zuşşara). Hitti'nin anlattığına göre, N abatlılann Tanrıları arasında önemli bir yeri olan bu Güneş Tanrısı için dörtgen tapınak yapılm ış ve tapınılagelm iştir.416 Tüm öteki "G üneş Tanrısı" tapınaklarında olduğu g ib i... Bu "yıldız", Kur'an'da "Necm (Yıldız) Suresi"nin 49. ayetinde "Şi'râ" diye geçer. Ve bu ayette, Kur'an in Tanrısı için, "O, Şi’râ’nın d a efendisidir (Rabbi)" denir. K urandaki, söz konusu "yıldız"a ad olarak verilen "Şi’râ" sözcüğünün Arapça olmadığı kanıtlanm ıştır.417 Phlutarque, "Şi'râ" ile "Tichtriya" denen yıldızın aym "yıldız" olduğunu yazar ve "Sirius" diye gösterir.418 C. Schoy adlı doğubilimci de, İslam Anisklopedisi'nde bunu böyle belirtir.419 Bilindiği gibi, "Sirius" adlı yıldız, "Büyükköpek" adı ve rilen takımyıldızı içinde bulunan en parlak yüdızdır.420 "Saoka": H ürm üz'ün öğüdüyle, Z erdüşt, "Saoka"ya d a sığınır. "Saoka", "G üneş T anrısı" M ithra'nın bir elçisi olarak ve "iyilik"ler için "gökten inen" bir iyicil m elektir (iyicil cin).421 Zerdüşt, yine H ürm üz'ün öğüdüyle "güzel gök"e de sığınır.422 Ebu'r-R eyhani'l-B îrûnî, Z erdüşt'ten önceki dönem den söz ederken; "O nlar, Z erdüşt'ten önceki zam anlarda, G üneş, A y, gezegenler ve ilk unsurlara taparlardı"423 der. Z erdüşt'ten sonra da bu "kült"ler, tapınm a ve inançlarda çok etkin bir rol oynam ışlardır.
K ur'an'daki A d ve Sözcüklerden B ir D izi "Rahman": Tann'ya "Rahman" denir. Arapça değildir. Celaleddin E'sSüyûtî (1445-1505), E l Itkân adlı ünlü ve önemli kitabında, "RahmanTn Arapça olmadığını belirttikten sonra İbranice olduğuna ilişkin görüşler aktarır.424 "Rahman", aslında "Süryani"czâir. V e aslı Rahmono'dur. "Acı
160
yan" anlamında.425 D.B. Macdonald, İslam Ansiklopedisinde, "Peygam berin bu cümleyi (B'ısmir-Rahman cümlesini), Güney Arabistan'dan aldığı sabit gibi görülüyor" demekte.426 "M elekût": Süyûtî'nin "A rapça olm adığını" belirttiği sözcükler arasında. B irçoklarından aktardığı görüşlere göre, "m elekût", Nabatça dır.421 Kimi Arapça sözcüklerdeyse bu sözcüğün "Süryanice" olduğu yazılıdır.428 Anlamına gelince; "Krallık", "gök krallığı", 'T a n n 'n ın K ral lığ ı" demektir. "Melik": "Kral" demek. Kur'an'da. geçen, ama Arapça olmayan söz cüklerden. Süryani dilindeki biçimi: "Melko". Bu sözcük de Kral anlamın da.429 Bundan, "melik" sözcüğünün Süryanice'den geldiği anlaşılıyor. "Melek": Bu sözcük de A rapça değildir. Süryanice biçimi "melaho"dur. "M elek" ve "m elaho" aynı anlam dalar.430 "İli": Arapça değildir. Nabatça olduğunu söyleyenler var. Süyûtî, bunu ve "Tann'nın adlarından olduğu"na ilişkin görüşü benim seyerek aktarır.431 Kimi Kur'an yorumcuları da görüşlerini şöyle açıklarlar: "'İli' sözcüğü, İbranicedeki 'il' sözcüğünün Arapçalaştırılmışıdır. ’İl'se, 'Tanrı' demektir."432 "İl"="İyl"="El" (El vver): "Cebrail", "Mikail" (Cebrael, M ikael)... gibi adlardaki "il", ya da "iyl"= "el"dir. Arapça değildir. Ken'an'ca ve İbranice'dir. "Tann" adlarındandır ve Ken'an (Fenike) Tanrılarının "en önem lisi"nin adıdır. "Ugarit yazıtlan"nda bu T an n ’nın adı yer almakta ve "Gök Tanrısı" olarak tanıtıldığı görülmekte. Bu "erkek" T an n ’ya, kansı "Asherah"la birlikte rastlanmakta.433 Eski Şam (Dım eşk) hüküm darla rından ve Tevrat'ta da kendisinden söz edilen434 bir hüküm dann adı, "Hazail"dir (Hazael). (İÖ yaklaşık 905 dolaylan.) "Hazail", "İl (Tanrı) gör dü" anlamındadır.435 Yahudi peygamberlerinden birinin adının "Daniel" (Danyal) olduğunu biliyorsunuz. Bu adın anlamı da şu: "El (=İl=Tann) hükmetti."436 Sonunda "il"="el" olan, yani K en'anlılann bu adlı tanrıla rıyla ilişkisi var gösterilen daha nice adlara rastlanır. "El'in ('İl'in) kulu", "El'in bağışı" anlam ına gelen adlar da var.437 "Kutsal kitaplar"ın "Tanrı"sını mayalayan "El=il", kaynaklandığı ilkellerin "mana"sıyla da eşdeğerde.
161
"Cebrail": Tevrat ve Incil'de de adı geçen438 ünlü "m elek". A rapça değildir. "T ann'nın kulu" anlam ında.439 N e var ki, bu ad, meleği, başka "tanrı"yla değil; K en'anlıların ünlü tanrısı "El"le ( ’tl'le) ilişkili gösterm ekte! "Mikail" (=M ikael=M işael): Tevrat'ın Daniel bölümünde; "Yahudi oğullarından" ileri gelen bir kişi (1:16) ve "Birinci Başkanlardan biri" (10:13, 21) olarak tanıtılır. Incil'deyse kendisine bağlı "melek"lerini top layıp Kral Şeytan ve yandaşlarıyla "savaşır" gösterilir. "Ve Başmelek Mikael, İblis'e karşı çıkıp..." (Yahuda, 9), "gökte savaş oldu. M ikael ve melekleri, Ejder’le savaşmak için çıktılar. Ejder ve melekleri (kötücül cinler) ile savaştılar" gibi anlatımlar göze çarpar. (Vahiy, 12:7) Burada sözü edilen "Ejder" (Ejderha), bir masal canavarıdır. Zerdüştçülükten alındığı belli. Bu canavardan söz edilirken şöyle denir Incil'de: "Ve işte yedi başı, on boynuzu ve başları üzerinde yedi tacı olan büyük, kızıl bir ejder..." (Vahiy, 12:3.) İşte "M ikail", kral şeytan İblis'in yandaşı olan bu "canavar"la da savaşıyor! A ncak kimin adına? "Tevrat"m, "İncil'İn (dolayısıyla Kur'an'm) Tann'sı adına" desek, sonundaki "el" (il) buna engel olmaz mı?! Prof. Dr. Philip K. Hitti, ”Mikael"in, aslında, Ken'an (Fenike) Tan rılarından birinin adı olduğunu yazar.m Y ahudilik'te, H ıristiyanlık'ta ve İslam 'da önem li sayılan dört m e lekten yalnızca bu ikisi Kur'an'da geçer ve M uham m ed bu iki meleği, "kendi V ezirleri" olarak niteler.441 "İblis": Kral şeytan. Arapça değildir. Kur'an'da da "Arapça olmayan" (a'cemî) sözcüklerin okunuş kuralına göre okunur.442 Şeytanın "özel ad"ı olarak yer alır. Rum ca olabileceğini söyleyenler var.443 B ir kitapta şunlar yazılı: "İblis" adı, Yunanca diabolos sözcüğünden alınmıştır. V e 'sahte', 'ithamcı', 'tahrif edici', 'iftiracı' dem ekir."444 "Şeytan": A rapça değildir. İbranice'deki "satan"445 y a d a "haşatan"446 sözcüklerinden bozm adır. "Ulu Y ahudi" M usa İbn M eym un (1135-1204), şunları yazm akta: "'Satan' (şeytan), ’satah'tan gelm edir. ’Satah'sa, 'sakınm a', 'bir yer den sakınarak, saparak geçm e' anlam ını dile getirir. 'Sen ondan sakın, yanından geçm e, onun yanından, sap, öyle geç!' (Tevrat, Süleym an'ın M eselleri, 4:15) ayetinde de bu anlam da kullanılm ıştır. Y ani 'satan'
162
(şeytan) sözcüğünün kökünde, 'geçip gitm e' anlam ı var. 'Satan'a (şey tana), şunun için 'satan' denm iştir: "O, kuşkusuz kişiyi doğru yoldan alıp götürüyor, sapkınlığın yoluna düşürüyor."447 "Tâğût": Arapça değildir. "Sapkınlık" anlam ında.448 "Şeytan" için de söylenir.449 Süryanicedeki, yine "sapkınlık" anlam ına gelen "togyuto" sözcüğünden bozm a.450 Süyûtî'yse "tâğût"un "H abeşçe" o ld u ğ u nu ve "kâhin" anlam ına geldiğini yazar.451 K ur'an'd aysa "şeytan" an lam ında kullanıldığı an laşılıy o r.452 "Cibt' A rapça değildir. Kur'an'da, "tâğût"la birlikte geçer.453 Süyûtî, İbn A bbas'ın ve İkrim e'nin, "Cibt, H abeşçe 'şeytan'ın adıdır" d e diklerini aktarır.454 Yukarıdaki birkaç sözcükten de açıkça anlaşılıyor ki; M uhammed, "Tanrı"sını nasıl yabancı toplum lardan almışsa, "şeytan”larını da (şey tan anlam ına gelen sözcükleri) oradan buradan toplamış! Bu sözcüklerin toplanabildiği yer ve ortamın özelliğini de unutmamak gerekir kuşkusuz. M uhanım ed bir de tutup bunları "Arapça" diye Kur'an'a koymuş! "Adem": Şu "A dem baba"m ız Arapça değildir. K ur'an'da, A rapça olm ayan ("a'cem î) sözcüklere özgü kurallara göre okunur.455 B u ad, Tevrat'ta ve Incil'de de geçer.456 Süryanicedeki, aynı anlam a gelen "O dom " sözcüğünden bozm a olsa gerek.457 "Havva": "Adem'in karısı. Arapça değildir. Tevrat'ın Tekvin bölü münde, 3. babının, 20. ayetinde şöyle dendiği görülür: "Ve Adem, karı sının adını Havva koydu. Çünkü o. bütün yaşayanların anası oldu." Tev rat'ın bu anlatışına göre; Havva, "hayat" ya da "hayatı olan" anlamında. Yunanca "gençlik" demek olan "Hebe" de, kimi yazarlarca "Havva" ni teliğinde gösterilir. Hitit Tanrıçası "Hepa" da öyle. Bu görüşü yansıtan bir mitoloji yazarının şöyle dediği görülmekte: "Hebe, Hitit yazıtlarında Hepa, Hepat ya da Hepatu diye adlandırılan büyük G üneş Tanrıça Arinna'nın Y unancalaştırılm ış adı olsa gerek. Hitit yazıtlarında, bu T an rıçaya, 'sedir ağaçlarının ülkesinde tapıldığı belirtilir. Sedir ağaçlarının ülkesi, Lübnan, Filistin'dir. Hepa=Hebe ise, Tevrat'ta ilk insanın, yani A dem'in eşi ve bütün insanların anası olarak gösterilen Havva'nın ta ken disidir. .."458 Bununla birlikte "Havva"nın, Süryanicedeki, aynı anlama gelen "Havo" olduğu söylenebilir.459
163
"Sıra": Ç ok önem li bir sözcüktür. "Yol" anlam ında. Arapça d e ğildir. S üyûtî bu sözcüğün "Rumca" olduğunu anlatır.460 A rapça söz cüklerde de "Yunanca" olduğu açıkça yazılıdır.461 "Salat": "Namaz" ve "dua" anlamlarında kullanılır. Arapça değildir. A.J. W ensinck, "Salat sözcüğüne, görünüşe göre K ur’a n'dan önceki eser lerde rastlanmaz" der.462 A m a "K ur'an1dan önceki eserler"den neyi am aç ladığını belirtmez. Bununla birlikte şunları da yazar: "Bu şekil im la... yalnızca A ram i dilinde pek sık rastlanan 'ât' (veya öt) ile sonlanan sözcüklerin sonlarında görülmektedir. Bundan do layı, 'zekât', 'salat' ve buna benzer sözcüklerin imlasında bir Arami etkisinin kendisini gösterdiği görüşü, gözden uzak tutulmam a lıdır..." (Kimini Türkçeleştirdim-T.D.)463 D em ek ki, yazarın burada üzerinde durduğu nokta, sözcüğün "im lası". Ö yleyse "Salat sözcüğüne, görünüşe göre, Kur'an'âan önceki eser lerde rastlanmaz" tümcesinde bir çeviri yanlışı olsa gerek. Tüm ce şöyle olmalı: "Salat sözcüğüne, bu imla biçimiyle, Kur'an'dan önceki eserlerde rastlanmaz." Yazar daha sonra şöyle der: "Aramice Selötâ sözcüğünün türevli oluşu çok açıktır. Kökü olan ’s-l', Arami dilinde 'katmak, bükmek ve germek' anlamına gelir. 'Selötâ' bir m astardır... Çeşitli Aram i lehçelerinde, namaz gibi, ayin şeklindeki dua anlam ında da kullanılm ıştır..." (Kimi söz cükler Türkçeleştirilm işir-T.D .)464 A ram ilerle aynı dili paylaşan Süryanilerde de bir "Slutho" söz cüğü vardır ve bu sözcük de "nam az" anlam ına gelir.465 Bu durum da, Kur'an'daki "nam az" ya da "ayin biçim inde dua" an lam ına gelen "salat" sözcüğünün, "A ram i", "Süryani" dilinden biraz değiştirilerek alındığı belli olm u y o r m u? D aha önce belirtilm işti ki, "A ram i", "Süryani" toplum larında, "Sa bitlik" dini geçerliydi. V e "Sabiîlik"te de "nam az", "oruç" gibi "ibad e f ’ler vardı.466 "Savm": Bilindiği gibi, "oruç" demek. Arapça değildir. Siiryanice'deki, aynı anlama gelen "savmo" sözcüğünden bozma old u ğ u an laşılıy o r.467
164
"Sicil": "Çeşitli belgelerin yer aldığı, yazıldığı kitap, dosya, kütük". Arapça değildir. Süyûtî'nin aktarmasına göre, İbn Abbas, bu sözcüğün "Habeşçe" olduğunu söylerken, başkaları da "Farisî" (Farsça) olduğunu ileri sürerler.468 "Kitap" (kitab): "İçinde yazı bulunan". Ç oğulu "kütüp" (kütüb). "Sicil"le birlikte de kullanıldığı görülür K ur'an'da. D aha çok "kutsal y az f'la rın bulunduğu "kitap" ve "kitaplar" anlatılır. A rapça değildir. "K itab"ın, Siiryanicedeki, aynı anlam a gelen "ktobo" sözcüğünden bo zm a olduğu anlaşılıyor.469 "Esfâr": "K itaplar", özellikle de "kutsal kitaplar" anlam ında. A ra p ça değildir. Süyûtî'nin aktarm asına göre, kim i incelem eci bu söz cüğün, "Süryanice"\ kim iyse, "Nabatice" olduğunu söyler.470 Bu söz cüğün tekili "sifr"dir. Süryatıicede, "kitapçık" (broşür) anlam ına g e len "sifro" sözcüğünden bozm adır.471 "Fur'kan": K ur’a n ’Az, "M usa ve Harun'a Fur'kan verildiği" bildirilir.472 "K ur'an’m fur'kan olarak indirildiği" açıklanır.473 Buralarda "kutsal yazı"ların, "kutsal bildiri"!erin anlatılmak istendiği belli oluyor. "Fur'kan"ın, "fark", "tefrik" sözcükleriyle ilişkili gösterilmek istendiği, kimi M üslü man Kur'an yorum cularınca "iyi ile kötüyü ayırt edici, yanlış ve doğruyu seçmeye yarayan" anlamı verildiği, kimi doğubilimcilerin bile bu anlamı önem ser gibi göründükleri görülmekte.474 A m a gerçek olan şu: "Fur'kan" sözcüğü, "kurtuluş, esenlik" ("selamet") anlamındadır.475 "Kur'an" ve öteki "kutsal bildiriler" için kullanıldığı yerlerde bile bu anlam var. Süryanicedeki "furkono" sözcüğü de aynı anlam a (kurtuluş, esenlik anla mına) gelmekte. Demek ki, "fur'kan", Arapça değildir. "Furkono" sözcü ğünden bozmadır.476 "Fur'kan"ın Süryanicedeki sözcük gibi, "kurtuluş, esenlik" anlam ına geldiği, Enfâl Suresi'nin 41. ayetinde şöyle denm esinden de açıkça belli olm uyor m u? "Eğer Allah'a ve iki (savaşçı) topluluğun karşılaştığı gün (Bedir Savaşında), kulumuza indirdiğimiz ’fur'karı'a (sağladığımız kur tuluşa, esenliğe) inanıyorsanız, elde ettiğiniz ganimetin beşte bi rinin; Allah’ın, Peygamberin, onun yakınlarının, öksüzlerin, düş künlerin ve yolculann olduğunu kabul e d in ..."
165
"Kur'an": Kur'aıı'da, bu kitabın kapsam ının "A rapça" olduğu sık sık bildirilir.477 O ysa "K ur’a n "ın kendi adı bile A rapça değildir. K onunun uzm anlarından sayılagelen ünlü doğubilim ci F. Buhl, "Kur'an" için, "Nereden geldiği ve ilk anlamı kuşkulu" diyor.478 Bu nunla birlikte, Schvvally, W ellhausen ve Horovitz gibi ciddi doğubilimci incelemecilerin, "Kur'an" sözcüğünde "okuma" ya da "okunan" anla m ına gelen "keryani", "kiryani" sözcüğünü gördüklerini, o nedenle, bu sözcüğün "Süryani" ya da "İbrani" dillerinden alındığını söylem ek ge rektiğini belirttiklerini ve "K ur'an” sözcüğünün kökü olarak düşünülen "kara'a" sözcüğünün bile A rapça olm adığını ortaya ko yd u kla rım " ya z ıy o r479 "Kıraat" gibi, Süryanicedeki "kıryono" da, "okuma" anlam ına gelir.480 V e dahası: A lak Suresi'nin "ilk vahiy" sayılan ayetlerindeki "ik'ra"' sözcüğü gibi, hemen hem en aynı biçim de kullanılan, Süryanicedeki "ik'ri” sözcüğü de "oku!" anlam ına gelm ekte.481 B una göre; şu bizim "Peygam ber M uhamm ed", Süryanilerdetı [...] bir Siiryanice sözcükle başlam ış "Peygam berliğe"! "Sure": K u r'a n 'ın bölüm lerinden her biri. A rapça değildir. F. Buhl, "bu sözcüğün kökenini gösterm ek için yapılan denem elere kar şın, nereden geldiğini bilm iyoruz" diyor. Ve, "N öldeke, bu sözcüğün yeni-İbrani 'sûra' (sıra) olduğunu kabul etm ek ister. F akat 'satır' an lam ında açıklansa bile, bu açıklam a, sözcüğün ilk anlam ına götür mez" biçim indeki görüşleriyle sürdürüyor konuyu. Bu arada, "Sure"nin, Siiıyanicedeki "surta" (yanşatır, yazı parçası) sözcüğünden tü rem iş olabileceğini düşünen bir "öneri"ye de yer veriyor. Am a, su relerdeki "Tanrısal bildiri"lerin "parça parça geldiği" yolundaki inanca dayam ak koşuluyla böyle bir önerinin kabul edilebileceğini öne sürüyor.482 Y ani "Surelerdeki bildirilerin 'parça parça' geldikleri savı göz önünde tutulursa, "sure" sözcüğünün, Süryanicedeki 'yanşatır, ya zı parçası' anlam ına gelen 'surta' sözcüğünden türetildiği düşünü lebilir" dem ek istiyor. Sonuç: "Sure" sözcüğü, "İbranice"den de, "Süryanice"den de gelm iş olabilir. "Kırtas": "Papirüs", "parşömen" ve "paçavra"dan yapılan, "kutsal yazı"lann da yazılı bulunduğu nesne, "kâğıt" anlamında. Çoğulu "karatis". Kur'an'da "tekil" olarak da, çoğul olarak da geçer.483 Süyûtî, bu
166
sözcüğün de Arapça olm adığını belirtir.484 Konunun inceleyicilerinden A dolf Grohmann, "Yunanca" olduğunu ve İspanyolcaya "alcartaz", Portekizceye de "cartaz" biçiminde geçtiğini yazar.485 Kur'aıı'da, "kutsal kitap"lan, "kutsal bildiri"leri ve bunların yazılı bulunduğu nesneleri anlatan sözcüklerin A ra p ça olm am ası, tüm üne yakın bir çoğunluğun İbrani, A ram i-Süryani ve kim inin Y unan, k i m inin İran kökenli oluşu çok düşündürücüdür. Bu durum , hem k ay nağı yansıtır, hem de, "A rap M uham m ed"in, "A rap toplum u"na "Tanrı'dan bildiıiler"i nasıl sunduğunu ortaya koyar. "Cennet": Ö lüm den sonra kavuşulabileceği ileri sürülerek y u ttu rulan uydurm a yer. "M utluluklar dünyası" diye sunulduğunu bilirsi niz. İleride, üzerinde genişçe durulacak. Sözcük, "bahçe" anlam ında. A rapça değildir. Süryanice olabilir ve Süryanicedeki aynı anlam a g e len "gentho" sözcüğünden bozm a olduğu düşünülebilir.486 "C ennet"in, M uham m ed Suresi'nin 15. ayetinde şöyle özetlendiği görülür: "Allah'a karşı gelm ekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada su ırmakları var. Suyunun tadı ve kokusu bozuk değil. Süt ırmakları var. Tadı bozulmuş değil. Şarap ırmakları var. İçenlere (doyulmaz bir) tat verir. Bal tırnakları var. Süzme bal. Onlar için her türden meyveler de var ayrıca. Efendileri (Rabbleri) tarafından da bağışlanma. Bunlara kavuşanların durum u, ateşte sürekli ka lacak olanların bağırsaklarını paramparça edecek türden kaynar su içirilenlerin durumu gibi sayılabilir mi?" Bununla birlikte, Muhammed'in burada sunduğu, eski bir [...]. Ben zeri Tevrat'ta, da var. Hem de çeşitli bölümlerinde.487 Örneğin Çıkış bölü m ünün 3. bap ve 8. ayetinde "Efendi" (Rabb), Yahudilere, "süt" ve "bal" akan (bunların ırmaklarının bulunduğu) ülkeyi söz verir. Bu ülkenin de "K enan" yöresi (Filistin) olduğunu açıklar. Bu yörelerde "süt" ve "bal" ırmakları bulunmadığını söylemeye gerek var mı? "Adıı"="Adin"="Eden": "Cennet"in adlarından ya da "kesim'ierinden. Arapça değildir. Kur'an'da hep, "Adn bahçeleri" ("cennâtu Adn") deyimi içinde yer alır.488 Tevrat'ta da Adem'den söz edilirken şöyle denir: "Ve Rabb (efendi) Allah, doğuya doğru, Aden'de bir bahçe yaptı ve yaptığı adamı (Adem'i) oraya koydu."489 167
D em ek ki, Tevrat'ta, "A den”, bir yer adı olarak geçm ekte. Celaleddin Süyûtî, İbn A bbas'ın, K ur'an'daki "Adn cennetleri"ne, "üzüm bağları" anlam ını verdiğini ve "A dn” sözcüğü için "Süryanicedir" dediğini aktarır. Y ine S üyûtî’nin aktarm asına göre, kim i K u r’an yorum cusu, bu sözcüğün "Rumca" olduğunu söyler.490 N e var ki, "Adn" (A den) sözcüğünün kökü, daha da eskiye daya nır; "Eski Babil" dilinde "bahçe" anlam ına gelen bir "Edinu" sözcüğü var.491 "A den", bu sözcüğün biraz değişm iş biçim i olabilir. "Firdevs": C ennetin adlarından, ya da kesim lerinden. A rapça d e ğildir. "Bahçe, bostan” anlam ında. Süyûtî'nin aktarm asına göre, Mücahid, bu sözcüğün, "Rumca" olduğunu ve "bostan" anlam ına geldi ğini, Sûddi'yse "N abatça" olduğunu ve "üzüm bağı" anlam ına gel diğini savunur.492 Gerçekte, "Firdevs" sözcüğü, eski Farsçadaki "paradise" sözcüğünün bozmasıdır. Prof. Dr. Philip K. Hitti'ye göre, "duvarlarla çevrili bahçe, bos tan" anlamını içeren "paradise", İbranice ve Yutumca yoluyla Aramilere geçmiş ve dönüştüğü "Firdevs" biçimi de Aramice yoluyla gelmiştir.493 Buna göre, "Arami", "Süryani" yoluyla Kur'an'a geçtiği söylenebilir. Süryanicedeki "Firdeyso" sözcüğü de, "bahçe" anlamındadır.494 K onuyu inceleyenlerden D.B. M acdonald, "Firdevs" sözcüğünde, Avesta'Adi yer alan kökündeki anlam ın hiç değişm eden kalm ış olm a sını ilgi çekici buluyor.495 Prof. Dr. Philip K. Hitti ise, "Firdevs" söz cüğünde iki aşam a bulunduğunu, birinci aşam asında "duvarlarla çev rili bahçe, bostan" anlam ını içerdiğini, "aslı"nın anlam ının bu oldu ğunu, am a ikinci aşam asında "ileri gelen göksel güçler"in, (yani Tanrı ve saray erkânının) "bulundukları yer" anlam ına gelm eye başladığını belirtir.496 G erçekten de M uham m ed'in, "Firdevs"ten söz ederken şunları söylediği bildirilir: "T ann'dan istediğiniz zam an, Firdevs'i isteyin. Ç ünkü cennetin ortasıdır o. En yüksek yeridir. O nun üstündeyse R ahm an'ın (Kral T an n 'n ın ) A rş'ı (sarayı, tahtı) bulunur. C ennetin ırm akları da oradan akar."497
168
"Firdevs, R ahm an'ın m akam ının bulunduğu kesim dir. Irm akları ağaçları vardır." " . . .Firdevs'te olanlar, A r ş 'ın (T an n 'n ın işitirler.498
tahtının) g ıc ırtısın ı
"Firdevs", Z erdüştçülükte de Kral Tanrı'nın "makam"ııım bulun duğu kesimdir. Bu dinin "kutsal kitap"ı Avesta'ya, A vesta'nın en önemli bölümü olan Vendidad'a göre: Kral Tanrı "Hürmiiz"="Ahura Mazda", yardımcısı durumundaki "melek"leri ve öteki "saray erkânı"yla birlikte, "Firdevs"in görkemli yöresinde yer alıyor.*99 D em ek ki, kaynak; "Zer düştçülük". "Firdevs" sözcüğünün "aslı"nın bu dinin "kutsal kitap"ında bulunuyor olması da bunu gösterm ez mi? "Firdevs", bu dinden, doğrudan da alınmış olabilir, dolaylı yoldan d a ... K ur'an'da, "cennet"te giyileceği bildirilen giysiler de "A rapça o l m ayan" sözcüklerle anlatılır: Cennettekilerin, birtakım kumaşlardan giysiler giyecekleri anlatılır: "SUndüs" olacak! "Sündüs", Süyûtî'nin aktarmasına göre "Farsça" ya da "Hint" dolaylarında (eskiden) kullanılan bir sözcük.500 "İpekli türünden ince bir kumaş"ın adı. (Bir tür atlas) "İstebrak" olacak! "Farsça" bir sözcük.501 "İpekli türünden kalın bir kumaş"ın adı. "Harir" giyecek cennettekiler.502 "İpek, ipekli kumaş" anlamında, "Farsça" bir sözcük.503 Cennettekilerin "gümüş" ve "altın" bilezikler" takacakları da bil dirilir.504 "Erkek, kadın herkes takacak"! "Erkek"lerin de "gümüş" ya da "altın" "bilezikler" takarak süslenir olmalarını düşünebiliyor musunuz? Belki siz yadırgarsınız ama, M uham m ed düşünmüş "cennettekiler" için! V e cennettekiler, giysilerini giyip süslendikten, takacaklarını da taktıktan sonra "erike"lere oturacaklar.505 K ur'an bu sözcük çoğul olarak ("erâik") kullanılır. Sözcük, A rapça değil, Süyûtî'nin aktarm a sına göre "H abeşçe" bir çeşit "taht", özellikle de "Kral tahtı" anla m ında bir sözcük. C ennette "içileceği" bildirilen şeyler anlatılırken de daha çok "A rapça olm ayan" sözcükler seçilm iş: İçilecek şeylere "kâfûr" katılmış olacak!506 "Kâfûr": "Hindistan'da yetişen bir ağaçtan elde edilme, ak, sert kokulu bir madde."507 Süyûtî'nin de aktardığı gibi, "Farsça" bir sözcük.508
169
İçilecek şeylere "zencebil" (zencefil) katılmış olacak.509 "Zencebil", "Güzel kokulu bir bitki".510 Celaleddin Süyûtî'nin aktardığı incelemeciler, bu sözcüğün "Farsça" olduğunda görüşbirliği etmekteler.511 İçilecek şeylere, "sonunda kokusu" duyulacak türden "misk" k atı lacak.512 "M isk", "Ö zellikle T ürkistan ve T ibet doaylarında bir tür cey lanın erkeğinin karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel ko kulu m adde."513 Farsçadaki kökü: "M üşk".514 Süyûtî'nin aktarm asına göre de, "m isk" sözcüğü "Farsça"d ır.515 A nlaşılan "C ennet"te "içilecek şeyler" hep "kokulu" olacak! B ir ayette anlatıldığına göre, cennetteki "pınar"lardan birinin adı, "Selsebü"dir.516 Kim i Kur'an yorum cularının da ileri sürdüklerine gö re, bu sözcük, A raplar arasında ilk kez "Kur'an dan işitilerek" yayıl m ış .517 "Selsebil"in "içimi kolay tatlı su" anlam ında olduğu belirti lir.518 Süyûtî, hangi dilden olduğunu belirtm ese de, "Arapça olm a d ığ ın ı” aktarır.519 Kur'an'da, cennetteki (şarap türünden) içkilerin, kim i zam an "ibrik"lerle içileceği açıklanır.520 "İbrik" de "F arsça'dır. Süyûtî de böyle aktarır.521 "İbrik", bilindiği gibi, "su ve sulu şeyler koym aya yarayan kulplu ve em zikli kap"tır. V e T ürkçede de aynen kullanılır. Cennette, erkeklere "huriler" verileceğinin bildirildiğini bilirsiniz. Bu cennet kızları, sık sık övülür Kur'an'da. Bir övülüşleri de şöyledir: "O nlar, birer y a k u t ve m ercan gibidirler."522 "Yakut": B ilindiği gibi "değerli bir taş". Süyûtî'nin aktardığına gö re, incelem eciler, bu sözcüğün de "Farsça" olduğu konusunda görüşbirliğindedirler.523 "M ercan": "Çoğu kırm ızı renkte, ince dal gibi, süs olarak kul lanılan bir m adde." Bu sözcüğün de "A rapça olm adığı"nı aktarır C e laleddin Süyûtî.524 C ennet kızları, bir de "inci"lere benzetilirler. Aynı benzetm e, cen nette erkeklerin "hizm etlerinde" bulunsunlar diye verileceği bildirilen "oğlanlar" için de yer alır.525 Görülüyor ki, "cennet"te neler bulunacağı anlatılırken, sözler, "Arap ça olmayan", özellikle de "Farsça" olduğu görülen sözcüklerle örülüp do natılmış bulunuyor. "Cennet" düşüncesinin nereden geldiğini oldukça or taya koyan bir durumdur bu. 170
"Cehennem": Arapça değildir. Halim Sabit Şibay, İslam Ansiklo pedisinin "cehennem” maddesinde şöyle der: "Ahiıette, azap yerinin adı. İbranice 'gehinnom’dan (gihinnam) geldiği söylenmektedir."526 Şunu ek liyor: "Kimi doğubilimciler, bunun, Kudüs'ün yanında eski çağlarda Moloch adına yapılan kurbanların yakıldığı kuyunun adından (Hinnom Va disi) alındığı görüşündedirler. Cihinnam, eski metinlerde bir kelimesine sıfat olarak, 'çok derin' manasında kullanılm aktadır."527 Hayrullah Örs ise M usa ve Yahudilik adlı önem li yapıtında, şunları yazmakta: "Kötülerin gittikleri azap yerinin adı, 'Hinnom oğulları vadisi' anlamına gelen ’Ge bna hinnom iken, sonraları 'Gehenna' olm uştur. "Gelıemıa' olm uştur. 'Ge bna hinnom', Ketiânilerin (Tanrı) BaTe, kurban edilen çocukları ya k tıkları bir vadinin adıydı,"528 "Asıl Tann"yı, dahası: "Tek Tann"yı, "Ba'l" simgeliyordu. Bu "Tanrı"yla ilgili daha önceki açıklamalarda da belirtilmişti bu. Ancak, Tevrat'ın çeşitli bölümlerinde belirtildiğine göre; çocukların ' Kurban" edildikleri "Tann"nın adı: "Moloch" (Molech) idi.529 Prof. Dr. Philip K. Hitti, bu "Tann"nın, eski Ken’an (Fenike) kentlerinden "Sur" kentinde bir "Kent Tanrısı" olduğunu düşünüyor.510 Ama çocuk kurbanları bu "Tann" adına da sunulsa, asıl düşünülen "Tann"; "Asıl T an n 'y d ı, "BaT'di. Ben bu görüşteyim. Ç ocukların kurban olarak sunuldukları "gehinnom " ya da "gehen na" deresine gelince: "K urbanlann "Tann'ya bir "dere"de, bir ”çukur"da, "kutsal sayılan" bir "kuyu"nun yanında sunulmaları eski ve epeyce yaygın bir gelenekti. Araştırmalar gösterir ki, "Zemzem Kuyusu" da bu türden bir kuyuydu.531 Sunulan kurbanların sonradan aynı yerde yakılm aları da eski bir gelenek olduğuna göre, sözü edilen "gehinnom " ya da "gehenna" adlı çukurun "ateş çukuru" diye düşünülm esi ve bunun "cehennem " d ü şüncesine kaynak olm ası doğaldır. Burada "dehşetle görülen o ki, bir "kurban çukuru"ndan, var olmayan bir ''cehennem " uydurulup konmuş ortaya. Uydurm a "Tann Krallığı" adına, sahte umut kaynağı uydurma "cennet" yanında, insanlan bir de "kor kutarak" işler "tezgâhlamak" için... Ve çağlar boyu inandınlan milyarlarca "insanı kurban etmek" için. Buna ne denir, adını sen koy; ama, "utanı yorum senden" ey "insanoğlu"! "İnanan"ından da, "inandıran' ından da!!!
171
Kur'an'da, "cehennem" anlatılırken kullanılan sözler de, "Arapça ol mayan" sözcüklerle donatılıp özellikleştirilmiş bulunmakta.532 "Farsça" olan var yine.533 Dahası, kimi incelemecilerin "Türkçe" saydığı ve "pis kokan soğuk su" anlamına geldiği söylenen "gassak"534 sözcüğü bile var içlerinde. Geçelim: "Tanrı K rallığı"nı anlatan "Arş", "Kürsî", "melik", "melek", "Ceb rail", "Mikail", "melekût" (Tanrı Krallığı)... gibi sözcüklerin, ayrıca "karşıgüç"ü oluşturan "İblis", "şeytan", "cibt", "tâğût" gibi sözcüklerin Kur'an 'da yer aldıkları halde "Arapça oİmadıklaıT’na, çoğunun "İbrani", "Arami-Süryani", kiminin "Nabat", kiminin "Habeş", kiminin "Yunan" çevrelerinden alınm a sözcükler olduğuna "dikkat" çekilmişti. "Tanrı" ve "şeytan" krallıklarında önem li yerleri olan ve değişik konuları içeren başka sözcüklerden de örnekler sıralandı ve bunların da Kur'an'da geçen önemli sözcükler oldukları halde "Arapça olmadıkları" belirtildi. Bu ko nularda, gerçeği bir de "sözcüklerin dili"nden öğrenmek isteyen herkes, yeterince durup düşünm ek zorunda bunlar üzerinde. Şim di, Kur'an in "T ann"sını ve "nitelikleri"ni anlatan sözcükler den birkaçına göz atalım: "Allah": B u sözcük, İslam öncesi A raplarda d a vardı.535 Bunu, Kur'an in kendisi de belirtir.536 Bilindiği gibi A rapça'da, katıksız A rapça olm ayan bir "ilah" söz cüğü var. "A llah" sözcüğü bu sözcükten değişerek oluşm uş olabilir. Bu görüşün savunucuları var.537 Bir de "Arami-Süryani" dilinde bir sözcükle karşılaşılmakta: "Alaha" (Aloho).538 Aynı anlamda. "A llah" sözcüğü, bu sözcüğün de değişm iş biçim i olabilir. Çok daha haklı olarak bu görüş de savunulur.539 Arap mitolojisini yazanlardan Dr. M uhammed Abdulmuid Han'ın ak tarmasına göre Aram i dilinde, "Elah" biçiminde ve "Tann" anlamına gelen bir sözcüğe rastlanm ıştır.540 Yine bu yazar aktarır ki, eski "Nabati" yazıtlarında da "Hallah" biçiminde bir sözcük görülmekte. "Tann'nın özel adı" gibi kullanılm ış bulunm akta.541 "Allah", sözcüğünün bu söz cüklerden alınm am ış olm asını düşünm ek kolay m ı? Prof. Dr. P hilip K. H itti'nin de, "A lla h 'la ilgili şunları yazdığını görüyoruz:
172
"Bu ad, hayli eskidir. Bu sözcüğe, Güney Arabistan Arapçasındaki kitabelerde rastlanır. Örneğin, el Ula'da bulunan bir M a'in ki tabesinde ve Sebe'den kalm a bir başka kitabede olduğu gibi. Fakat İÖ 5. yüzyıldan kalm a Lihyâni kitabelerde H LH ’ biçiminde, pek bolca görülmektedir. Bu tannyı, gerçekte Suriye'den elde etmiş olan Lihyan, Arabistan'da, bu tanrıya ibadetin ilk merkezini oluş turuyordu. Bu ad, Safa kitabelerinde, İslam'dan beş yüzyıl kadar önce, Hallah biçiminde geçmektedir. Aynı biçimde, Suriye'nin Umm ui-Cibâl kesiminde bulunmuş, 6. yüzyıla dayandırılan İslam önce si bir başka Hıristiyan A rap kitabesinde de görülm ektedir.. ."542 W ellbausen de, "A llah sözcüğüne, kitabelerde sık sık rastlarız" diyor.543 A çıkça görülüyor ki, Kur'an'm "Allah"ı da A rapça değil. "Arap"lara, "Nabati", "Arami-Süryani" çevrelerinden gelip girmiş bulunmakta. "A llah sözcüğüne, kitabelerde sık sık rastlanır" dendikten sonra şu özetin eklendiğini görüyoruz: "M iladi 6. ve 7. y üzyıllarda O, bütün putların başını yem iştir. İşleri ciddileştiğinde, büyük tehlike ve yokluk anlarında putataparlar daim a, A llah'a yönelirlerdi. H erhangi bir puta değil. Putataparlar için de Allah, T anrılığın asıl sahibiydi. M uham m ed'e gereken, sadece, onların, putları, A llah'ın A llahlığına ortak et m eleriyle savaşm aktı."544 B ence onun bu "savaş"ı bile, birtakım işleri kotarm aya yönelikti. S onrakiler tarafından da am açlı olarak abartılagelm iştir. "Melik": Bu sözcüğün "K ral "dem ek olduğu ve "A rapça olm adığı" yukarıda geçti. "Süryanice"sinin "M elko" olduğu da belirtilm işti.545 İşte bu sözcük, K ur'an'da, tam bu biçim i ve bu anlam ıyla b eş yerde "Tanrı" için kullanılıyor. Y ani "T anrı"ya Kral" deniyor.546 B e ş kez. Birkaç yerde de yine "Tanrı" için "Kral" anlam ına gelecek ni telikte başka biçim lerinin kullanıldığı görülüyor.547 H aşr Suresi'nin 23. ve C um 'a Suresi'nin 1. ayetlerinde, "Tanrı"nın "sıfat"ına "M elik" sıfatıyla başlanm akta.
173
"Kuddûs": Yukarıda gösterilen ayetlerde, ikinci olarak da "Kuddûs" deniyor "Tanrı"ya. Bu sözcük, "çok kutsal" anlamını içermekte. Bu söz cük de Arapça değildir. Süryani dilinde, din "Aziz"ine, "ermiş kişi"ye "kadiso" (sanctus) denir.548 Hıristiyanlıktaki "Baba-Oğul-Ruhu'l-Kudüs) üçlüsünde yer alan "Ruhu'l-Kudüs"ü anımsayın. Oradaki "kutsal ruh"un (Tann'nın soluğunun), M uhammed eliyle "Kuddûs" yapıldığını ve "Tann"sm a bir "sıfat" olarak verildiğini niçin düşünmeyelim? "C e b b a r "Zorba" anlamında. H aşr Suresi'nin 23. ayetinde, "Tann"nın bir de "Cebbâr", yani "zorba" olduğu bildirilir. Kur'an'da bu söz cük, hep "zorba" anlamında kullanılm ıştır.549 Örneğin K af Suresi'nin 45. ayetinde, M uham m ed’e : ".. .Sen onlann üzerinde bir cebbar (zorba) değil sin ..." denir. Gerçekteyse M uham m ed’in yaşamını ve herkesi "cihat" yo luyla savaşarak "M üslüman etm e çabası"nı düşünürsek, "Pekâlâ zor baydı!" diyebiliriz. Tann'sına "zorba" dedikten sonra; doğaldır kendisinin de öyle olması. "Cebbar" sözcüğü de Arapça değildir: İbranicedeki "geburah"dan gel miş olabilir. "Geburah", "güç=kudret" anlamındadır. Ve bu, İslam tasavvu funa da "Tann’nın gücü" anlamında, "ceberût" biçiminde geçmiştir.550 Tevfik Fikret de (1867-1915), ünlü "Tarih-i Kadîm" adlı şiirindeki; "Sahib-i kâinat olan ceberût" dizesinde "ceberut"u "Tanrı'nın gücü, zorbalığı" anlam ında kullanmıştır. Bu dizenin biraz üstünden, biraz da altından alalım ; A. K adirin T ürkçesiyle okuyalım : "Çok sürm ez, köhne kitap (K ur'an ve öncekiler), fikri göm en sayfaların, bugün olm azsa yarın yırtılacak. A m a kim yapacak dersin bu işi? Bu öyle büyük, öyle kocam an b ir devrim ki, hangi güç kalkar, ben yaparım , der? Y erlerin ve göklerin sahibi m i? T am am , işte oldu şim di! Yeri göğü elinde tutan, o kibirli, O som urtkan ve dokunulm az! Bütün kavgalar onun yüzünden değil m i?"551 174
O "köhne kitap", bütün gücüyle, bütün "dehşet"iyle sürüyor yazık ki!.. "Vedûd": "Seven-sevilen" anlam ında. K ur'an'da "Tanrı" böyle de nitelenir, iki kez.552 Bu sözcük de Arapça kökenli değildir. Eski çağlardaki bir "Tann"nın adı yansır bu sözcükle: Arapların İslam'dan önce tapındıkları, adı Kur'an'Ğa. da yer alan "Vedd" adlı bir "Tann"lan vardı.553 Araplar, öteki "TaruT’lan gibi bunu da başka toplumlardan almışlar, ileri sürüldüğüne göre, Nuh döneminden, İslam 'a değin tapınagelmişlerdi.554 "Nuh" uydurmasını bir yana bırakır sak, bu "Tann"ya Araplann uzun süre tapınageldiklerini gerçek sayma mak için bir neden yok. "Sevgi Tanrısı"ydı "Ved". Eros gibi.555 İşte bu "Tanrı" da, adını daha önceki sözcüklerden almış bulunmakta: İbranice'de "Devd=Dod" diye bir sözcük var. "Ved"deki "vav" harfi yer değiştirmiş. Bu harf, İbranicedekinde "başta" değil; ortada yer alıyor. Ve "Devd=Dod" sözcüğü de, "sevgi" anlamı içeriyor. Dahası, "Sevgili" anlam ında.556 Yani, K ur'an'ın "T anrı"sının "sıfat"larından olan "Ved û d 'u n anlam ını içerm ekte. Bir de "sevgi ağacı" anlam ına gelen bir "BabiV'li sözcük var: "Dndaim" ya da "Du-Du".557 Ve eski B abil'in "Y üce Tanrı"sı "M arduk"un da, "Du-Du" sanıyla anıldığı belirtilir.558 Aramilerin "Ulu Tann"sının adının da "Eded" (Addu=Hadad) olm a sı, burada anılmaya değer. "Eded", "yağmur ve gök gürültüsü" Tannsıydı. Tüm "Ulu T a n rıla r gibi o da "iki yönlü"ydü; "yağmur" göndererek "yararlı" ve "sel" göndererek "zararlı" olduğuna inanılırdı. Bununla bir likte, özellikle Suriye tarımcılarının "sevgilisi" sayılmaktaydı. Ona olan tapınma, G üneş'e tapınm ayla iç içeydi.559 Fenikelilerin "göklerin efen disi" diye nitelenen ünlü "Tanrı"sı "Ba'l", bir yönüyle korku, öbür yönüyle umut kaynağı görülen bir "sevgili" Tann'nın Aramilerdeki k arşılığıydı.560 Kur'an m "Tanrı"sını da, bunlar göz önünde tutularak değerlendirmek gerek: Bu Tann, bir yandan "zorba" bir "Kral" diye tanıtılıyor, öbür yan dan "seven, sevilen"; kısacası, "Sevgili" diye niteleniyorsa durup dü şünm ek gerek üzerinde. Alındığı kaynaklardaki "T ann"lann "nitelik"leri, "iki yönlü" oluşları gözden kaçırılm adan...
175
"Kayyûm": "Hiç yitm eyen, uyum ayan bir bekçi" anlam ı verilir.561 "Tanrı"m n, K u r'a n 'daki en önem li sayılan "ad" ve "sıfa tla rın d a n .562 A rapça değildir. C elaleddin Süyûtî, bu sözcüğün "Süryanice" olduğunu ve "uyu m ayan" anlam ına geldiğini aktarır.563 A rapça olmayan, "A rami-Süryani" ya da "İbrani" (Yahudi) çevre lerinden alınm a sözcüklerle "T ann ad ve sıfatları", yalnızca bunlar değil kuşkusuz. A m a bu birkaç örnek bile, M uham m ed'in "Tann"sım n, "sıfat"lanyla birlikte nereden, nerelerden gelme olduğunu gösterm eye yeter. Kur'an 'daki "Tanrı'nın ad ve sıfatlan", Tevrat'ta ve Incil'de, sunulan lardan farklı değiller gerçekte. Tümününki de, daha öncekilerden... Ye terli bir incelem e ve karşılaştırm ada bu açıkça görülür. "Tann ad ve sıfatlan"ndan her biri, "Putataparlar"ın, "Tann"lanndan birine karşılıktır. Ü ç "kutsal kitap"taki "m elek"lerden her birinin, yine "Putataparlar"ın "T am T 'larından birinin karşılığı olduğu gibi. Bu durum , bir gerçeği, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: Söz ko nusu kopyacı "kutsal kitaplar", ileri sürüldüğünün tersine, "Tektanrıcı" değil; "Ç oktanrıcı"dırlar. V arlıkları için "asıllarını inkâr etme" çabasında olsalar d a ... B aşka türlü olsalardı, insanlık için durum çok mu değişik olacaktı? E lbette ki, hayır. Ben burada, sürdürülegelen bir yalanın, altını çizm iş oluyorum yalnızca. Y ineleyerek de o ls a ... "B aşka türlü olsalardı" diyorum . O lam azdı ki, zaten. Y ani bu ki tapların sundukları "T anrı", gerçekte "Tek" olam azdı. Çünkü, iki şey var ortada: K orku ve um ut. D aha önce de üzerinde durulduğu gibi, bunun ikisi de söm ürü konusudur ve hiçbirinden vazgeçilem ez. B öyle olunca da, "görünm ez güç"lerin, birden çok olm ası; hangi ad ve nitelik alırlarsa alsınlar iki k arşıt çizgide yer alm aları şart: İster "birden çok Tanrı" öne sürersiniz. K im ine "şu T anrı", kim ine "bu Tanrı" dersiniz. İster "ikici" olur, birbirine "karşıt" iki "Tann" gösterirsiniz. Bunlardan birine "şer"li, öbürüne "hayır"Iı işler yüklersiniz. Buna göre sıralanan güç ler de uydurursunuz: "İyicil"ler, "kötücüller, "melek"ler, "şeytanlar gi bi. .. Başlarına "am irler, "k o m u tan lar da korsunuz bunların. 176
A m a yaratıp yutturm a yolunda olduğunuz "T anrı"lar "iki" de olsa, "ikiden çok" da olsa, "en tepe"ye bir "güç" yerleştirm eniz gerekir. T oplayıcı olm ak, kitleleri istenen yöne yönlendirm ek için v azge çem eyeceğiniz bir koşuldur bu. "Tepe"de öyle bir "görünm ez güç" o l m alı ki, "tüm güçleri kuşatm alı". "K uşatıcı" olm ası için de "iki y ö n lü" olm alı. Bir yönüyle, "korku", öbür yönüyle "um ut" vermeli. Yeri geldiğinde, herkese "dur!" ya da "yürü!" diyebilm eli. "İkici" dinlerde de, "çoktanrıcı" dinlerde de bu görülür.56* D aha "İlker'lerinde bile.565 Y a d a ister "tüm tanrılar"a: "Hayır!" der, yalnızca "bir Tanrı" b e nim sem iş görünürsünüz. Ö yle sunarsınız. N e var ki, vazgeçilem ez bir koşul var önünüzde: Y aratıp "Tektanrı" diye yutturm aya çabaladığınız bu "T anrı"ya öyle "ad"lar, öyle "sıfa f'la r verm elisiniz ki, her biri, bir "T anrı"ya "bedel" olsun ve "iki grup"ta sıralansınlar: B ir kesim i, "korku", öbür kesim i "umut" versin. Y ahudilikte, H ıristiyanlıkta ve M üslüm anlıkta olduğu g ib i... B irin cisinde ve üçüncüsünde özellikle... "TanrTya verdiğiniz "karşıt nitelikler" de yetmeyebilir. O zaman; "melek"ler, "cin"ler, "şeytan"lar uydumrsunuz, sorun kalmaz. Böylece oluşturm ak istediğiniz "krallığı" kurup tamam lam ış olursunuz. Ü ç "kitaplı" dinde olan, budur işte. Yukarıdaki seçeneklerden hangisi olursa olsun; "fark" görünüştedir. Y alnızca "görünüş"te... "Yutturmadaki yöntem farkı"dır yalnızca.
177
K RA L TA N R I'N IN K O RU SU
B uharî ve M üslim 'in birlikte alıp E ’s-Sahih'\enne koydukları bir "hadis"te M uham m ed şöyle der: "...B ilip unutmamalısınız ki, her Kralın bir korusu olur. Yine bilip unutmamalısınız ki, Allah'ın korusu da 'haram ’larıdır. . . 1,566 'K oru"nun, "hadis"teki karşılığı "him â" sözcüğüdür. Bu sözcüğü, A hm ed N aim de, dilim ize "koru" diye çevirm iştir.567 "K oru", T ürk Dil K urum u'nun T ürkçe sözlüğünde şöyle anlatılır: "K üçük orm an. Bazı köşklerin, güzel koruları olur." D em ek oluyor ki, M uham m ed, "T ann"sına şunu dedirtiyor: "M adem ki, ben de bir K ralım ve m adem ki, her K ralın bir korusu olur köşkünün çevresinde; öyleyse benim de korum olm alı. B enim de var. B enim ki, yasaklanırıdır." "Koru" sözcüğünün hadisteki karşılığı olan "him â", önem li bir sözcüktür: A nkara Ü niversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi'nin "dinci" bilinen öğretim üyelerinden biri, bir "çeviri"sindeki "not"una şu alın tıyı koym ak zorunda kalm ış görünür: "'H im â', Sami dillerinde ortak olan ’hm y' (korum ak, esirgem ek) kökünden geliyor. 'Kutlu bölge’: Tem enos, 'buss' veya 'beyt’in eski ve asıl şeklidir. G öçebe, ilahına ancak son çağlarda bir 'ev' yapm ıştır. W ellhausen'e (s.212) göre: C in le rd e , ila h la rd a ta pınaklarda otururlardı. Ö nceleri birinciler, sonraları İkinciler. 'H im â' tekin değildir, yani genel olarak k u tlu d u r ve k o rku ile çevrilidir. Sonra ise, belli b ir ilaha ait ibadet y e ri olm uştur. Ağaçlar, m ağaralar, p ınarlar; cinlerin barınaklarıdır. D aha sonra da bizzat b irer ilah olm uşlardır.
178
"'H im â ', ilahlara ait bir bölgedir ve oradan in sa n la rın f a y d a la n m a sı yasaktır. A ğaç kesilemez, av avlanam az. H im a ta b u d u r .',568 Biliyorsunuz: "Tabu" sözcüğü, Polinezyaca tapu=yasak'tan gelir. V e "Dinamizm, m ana inancıyla sıkı bir bağlantısı var" tabunun. "Tabu, çeşitli kaçınmaları, yasakları içine alır. İlkel dünya görüşünde günlük sayılm ayan, alışılmışın dışında kabul edilen her şey, doğaüstü güçle dolu ve tehlikeli sayıldığı için tabu olarak kabul edilir ve bunlardan kaçınılır."569 Dem ek ki, işin kökü, "İlker'lerden "ilkellerin inancı"ndan gelmekte. Em ile D urkheim (1858-1917), H üseyin C ahit Y alçın'ın, Din H a yatının İptidai Şekilleri adıyla dilim ize çevirdiği (iki cilt) önem li y a pıtında; "kutsal" sayılan şeylerin, "kutsal sayılm ayan" şeylerden, "il kel inançlar"da, konum ları gereği ayrıldığını anlatır.570 Y ukarıdaki alıntıda geçen "Tem enos" şöyle anlatılır: "K utsal alan. T opraklar ayrılırken, 'T a n n ’ya ayrılan toprak' anla m ına gelen Y unanca ’tem no' (Lat. T em plum ) sözcüğünden tü re tilm iştir. Bu kutsal alan, 'Peribolos' denen bir duvarla, dış d ü n yaya kapalıdır. T apm aklar ve sunaklar da bu kutsal alanlarda bulunur. Y unan m itolojisinde, A rkhelaos'un babası da Tem enos ad ın ı ta şır."571 Sami dillerinde, "Tanrı" için yapılan "ev"e "beyt" dendiği gibi, "heykel" de denirdi. Prof. Dr. Philip H itti, "'heykel' (hekallu), 'ev, köşk' anlam ıyla, Sum erceden alınm a bir sözcüktür ve anlam ı, A raplard a kullanılan sözcükte yitm eyip kalm ıştır."572 Bundan anlaşılabilir ki, "Mezopotamya" toplumları, "TanıT'lara "ev" yapm akta da öncü ve kaynak durumundalar. Özellikle de "Güneş"e, "Ay"a, "Yıldız"lara tapınan "Sabitler". Sık sık sözünü edip üzerinde dur duğum "Sabitlik" dinidir temel kaynak. Bu din, öylesine etki bırakm ıştır ki, toplumlarda, bugün uygar toplum lann yaşam larında ve kullandıkları hafta günlerinin adlarında bile izleri görülür: Örneğin İngilizcede "pazar" anlam ında kullanılan "sunday" (sun=güneş, day=gün) "güneş günü" demek; "pazartesi"ne ad verdikleri "monday", "ay günü" demek; "cu martesi" adı olarak söyledikleri "saturday", "Satürn (gezegeni) günü" de 179
mektir. Kimi "Mezopotamya" toplum unda "pazar" "Güneş Tanrısı"na ayrılmıştı. "Pazartesi", "Ay Tanrısı"nındı. "Cumartesi"yse; "Satürn T an n sı"n ın ...573 "Himâ" da, yani "Tanrı"ya aynlm ış bölgede bulunan "Tanrı evi”, kö leci toplum lar ve "Sabiîlik" inancında olanlar eliyle geliştirilmişti. Am a "kutsal bölge"nin kendisi çok eskidir. "İlkel toplum"larda da vardı. İyice geliştirilm iş bir "him â"da neler vardı? "Tanrı evi" (tapınak) vardı her şeyden önce. A y rıca "Tanrı"yı sim geleyen "resim ", "heykel", "dikilitaş, sütun", belirli "ağaç" ve kimi "hayvan" bulunurdu.574 Bitki örtüsüyle birlikte hepsi "kutsal"dı. "Kutsal taş"lar içinde de A rapların "el H aceru'l-E sved" dedikleri "kara taş" vardı. B ilindiği gibi, A rapça adın anlam ı d a "kara taş"tır. B u taşı İslam " h a c i’ları da çok iyi bilirler. "Hac" sırasında M uham m ed "öptü" diye öperler. Bu taşın önem i, Prof. Dr. P hilip H itti’nin de belirttiği gibi; "G üneş T an n sı"m sim geler olm asından ileri geliyordu. V e bir zam anlar, R om a'da da saygı görm üştü.575 "Putataparlık" dünyasında "T anrı"lara ayrılan "him â" (kutsal b öl ge) bulunduğu gibi, "kral"lar için de vardı. K rala "yaklaşm ak" teh likeli sayılırdı. B ir "tabu" var burada da. "İlkel inanç"larda çok geçerli olan "tabu". Freud'un aktardığı birkaç ilginç örneği, burada okursak konuyu değerlendirm em izde yararlı olabilir. "Yeni Z elanda'da... kutsal sayılan bir Kral, nasılsa yem eğinin artıklarını bir yolun kenarında bırakm ış. Y oldan g eçen genç ve sağlıklı bir delikanlı, bu artıkları görerek yem eye başlam ış. F a kat daha bitirm eye vakit kalm adan, bunu gören biri, korkuyla. B aşkanın yem eğini yem ekte olduğunu bildirm iş. Z avallı güçlü ve yü rekli b ir savaşçı olduğu halde, bunu işitir işitm ez yere y ı ğılm ış; korkunç çırpınm alar içinde kıvran m a ya başlam ış. Ve ertesi gün, güneşin batm asına doğru ölm üş. "576 "Bir M aori kadını, bir m eyveyi yedikten sonra, onun tabulu bir yerden geldiğini öğrenm iş. Bu hareketiyle B aşkanın ruhuna te cavüz etm iş olduğundan çarpılacağını d ü şü n erek ağlam aya başla m ış. O lav, öğleden sonra olm uş. E rtesi gün saat on ikide kadın ölm üş."511
180
"B ir M aori reisinin çakm ağı, bir kez, birçok insanın hayatına m al olm uş: R eis çakm ağı kaybetm iş. O nu bulanlar, çubuklarını y akm ak için kullanm ışlar. Fakat çakm ağın kim in olduğunu ö ğ renince, hepsi de korkusundan ölm üş."578 İşte bunun için "kutsal kral"ların "kutsal bölge"leri vardı. Bu b öl ge, duvarlarla da çevriliydi genellikle. Freud, örnekleri verdikten sonra şöyle der: "B aşkanlar ve rahipler gibi tehlikeli kişileri, başkalarıyla bir araya gelm ekten uzak tutacak duvarlarla çevirerek ayırm ak ih tiy acın ın duyulm ası, şaşılacak bir şey değildir. Aslında, tabu kurallarından çıkan bu engellerin, bugün saray m erasim i ş e k linde hâlâ yaşam akta olduğunu görüyoruz."579 Şim di M uham m ed'in "hadis"teki sözlerini bir kez daha okuyalım : " ...B ilip unutm am alısınız ki, her kralın bir korusu (kutsal böl gesi) olur. Y ine bilip unutm am alısınız ki, A llah'ın korusu da 'haram 'larıdır (y asak ları)..."
" T a n n 'n ın K orusundaki A hlak" Yukarıdaki "hadis"te "haramlar" diye çevirdiğim sözcük ("mehârim"), aslında "mahrem"in çoğuludur. Buna göre, "...A llah'ın korusu da ’mahrem'leridir" demek gerekirdi. Ama, buradaki "mahrem", "haram" (yasak) anlam ındadır.580 "M ahrem"in kendi anlamı, biliyorsunuz; "nikah düşm e yen akrabadan kişi"dir.581 "H aram ", "harım", "harem ", "m ahrem "... H ep, ayın kökten gelm ekteler. H epsinde de b ir "haram "lık, "yasak"lık anlam ı vardır: "Harîm " bir nesneyse ona dokunulm az. B ir "yer"se, orası kutsaldır ve oraya girm ek bir yabancıya yasaktır.582 "Harem" de "harîm" anlamını içerir: Bir tapınağın "harem"i, "kutsal çevre"sidir. Örneğin M ekke'nin "harem"i vardır. Bir "koru" niteliğindedir. Bu koru içindeki "ağaçTar kesilmez, "hayvarî'lar avlanmaz. Bunun dı şında kalan kesime "Hill" denir. Yani "yasak olmayan" bölge.583 Eski
181
"padişah" konaklarının da "harem"i olduğunu biliyorsunuz. Burada "ha rem" özellikle "kadınlar dairesi" ve dolayısıyla burada oturan "kadınlar" için kullanılır.584 Bizim "Kral Tann"nın da kendine göre bir "harem"i var. "Harem"inde de "haram"lar, yani "yasak"lar bulunmakta. "K ral T anrı", bu "yasak"ların bulunduğu bölgeye girilm esini iste m em ekte. Y aln ızca "girilm esini" m i; yaklaşılm asını, "sm ır"ına varıl m asını bile!.. Y ukarıdaki "hadis"i başından alırsak bu, dah a açıklık kazanır: "Helal belli. H aram da belli. A m a bunun ikisi arasında kalanlar vardır ki, çoğu insan bunları bilm ez: 'K uşkulu' o lanlar (haram mı, helal mi olduğu belli olm ayanlar). H er kim 'kuşkulu' olan lara düşerse, 'haram 'a düşm üş dem ektir. B ir 'koru' çevresinde davarını otlatan çobanınki gibi bir durum var ortada: Bu çoban, sürüsünü (sınırda tutarken), korunun içine salm a tehlikesiyle her an karşı karşıyadır. B ilip unutm am alısınız ki, her kralın bir k o rusu vardır. Y ine bilip unutm am alısınız ki, A llah'ın korusu da, ’haram ’larıdır. . . ”585 Son sözleri birkaç kez sunm uş olm am ı hoş görün. D em ek ki, yalnızca "haram " olanlara değil; "haram "lığı kuşkulu olanlara bile "düşülm esi" istenm iyor. N e korkunç b ir "özgürlük kısıtlam ası "dır bu. İnsanlık son derece "dar" b ir alana sokuluyor ve "zincir"e vuruluyor. "K ral T anrı", söz konusu "koru"su için işte böyle "titiz" davran m akta. K im ler için? K uşkusuz, kendisini yaratanlar için. H er şey on lar yararına. Kitlelerin uymaları istenen "ahlak kuralları" da söz konusu "koru"dan kaynaklanıyor. "İlkel" dönemlerden sürdürülerek getirilen "koru"dan. O nun için Sigmund Freud: "Bizim boyun eğdiğimiz ve çok eski za manlardan kalma ahlak kurallannın, ilkellerin tabusuyla herhalde bir kök birliği olsa gerek. İlkellerin tabusunu aydınlatmakla, bizim uyulması kayıtsız şartsız zorunlu olan ahlak kurallannın karanlık kaynaklan aydınlanm ış olacaktır"586 dem ekle gerçeği dile getiriyor.
182
Y ahudilikte, H ıristiyanlıkta, M üslüm anlıkta ve nice "anlı şanlı" ya sa m addelerinde yer alan "kural"lar, en "ilkel" dönem lerden taşınıp getirilen ilkelliklerle "Tanrı korusu"nda yaşatılagelm iş kurallardır. G ezegenin hangi kesim inde y er alırsa alsın, tüm insanlık, şu y a d a bu adlarla, şu ya da bu biçim de; işte bu kurallara "boyun eğm ekte". U tanm alı değil m i bundan? "Kadın" neden "mülk" durum unda? "Erkek" neden "efendi"? "Aile"yi şu bilinen biçimleriyle kim, niçin yaratmış? "Cinsel özgürlük"ler neden böylesine kalın sınırlar içinde? "Köleliğe, ayrıcalığa" neden "fetva"lar verilm iş? A raştırın bu soruların karşılıklarını, sinsice örülen "ahlak yapısı"nın ve bu yapıyı güvence altına alan "yasa"lann "kök"lerinde, türlü ilkel düşünceleri, bol bol bulacaksınız.587 "İlkel düşünce"lerden yararlanılarak "mülk" temeli üstüne kurulmuştur "kural"lar. Ve çoğu "ahlak kurallari'yla da; "güçlülerin korusu"na saldırmasınlar diye, hep "evcil hayvan"yetiştirm e amaçlanmıştır. François G regoire şöyle der: "B ütün varlıklarını, 'ahlak sorunu'nu çözm eye adam ış bulunan ve çoğu, en seçkin zekâları tem sil eden düşünürlerin çabalarının tam am ıyla boş olduğunu söyleyebilir m iyiz?"588 Son derece havada ve ancak ”sürü"lerin kandırılm asına yönelik bir soru. B u soruya neden şu karşılık verilem esin: "Sözü edilen seçkin zekâların temsilcileri, 'ahlak sorunu'nu ’çözm e’ye uğraşırlarken, kimin, kimlerin yararını am açlıyorlardı? Asıl temsil ettikleri sınıfların, egemenlerin çıkarları olamaz mı yönel dikleri amaç? 'Ahlak sorunu'nu, bu amaç doğrultusunda, çözme ça basını göstermediklerini kanıtlayabilir misiniz?" Evet, biz de böyle diyebiliriz pekâlâ. Y azar sürdürüyor: "G etirdikleri sistem lerin hiçbiri inandırıcı olm asa bile; bunların her biri parça parça, soruna çok yararlı birer bakış olsa gerektir" diyor.589 183
"Çok yararlı" olduğunu varsayalım . "Çok yararlı", am a insanlığın yararına m ı, yoksa yalnızca bir kesim in, bir azınlığın "yararı"na m ı? Y ine sürdürüyor: "Gerçekten de şunu anım sam am ak elde değil: H er büyük ahlak öğretisi, birtakım izler bırakır. İşte Stoa bilgeliği, işte Hıristiyan ahlakı, işte Nietzsche'nin devrim yaratan görüşleri.. ,"590 Ö rnek verilen ve "büyük ahlak öğretileri" olarak sunulan bu üç ah lak görüşü üzerinde biraz duralım : "Stoa bilgeliği": Y azarın kendisi, "Stoacılık" b aşlığı altında şunları yazar: "...Stoacılık, geleneğe göre İÖ 300 yıllarında, Cittium ’lu Zenon tarafından kurulmuştur. İÖ 250 yıllarında Krisip tarafından sis tem leştirilm iş; ( ...) birbirinden çok ayn düşünürleri etkilemiştir. (...)
"İlk bakışta, 'fizik' dünyayı tem el alm asına ve 'doğaya uygun yaşam ak gerekir!' genel yargısına varm asına bakarak, bu okulu, N atüralizm e bağlam ak düşünülebilir. A ncak d ikkat edilirse, o 'fizik'in evrenin uyum düzeniyle (hem en hem en dinsel nitelikte) b ir m etafizik olduğu, o 'doğa'nın da, bütünün h er pa rça sın ı ca n lı kılan 'her yerde hazır, na zır' ussal b ir eylem olduğu kolayca görülecektir; G erçekten Stoacının gözünde, evren, 'Tanfısal' bir bütündür. Ç ünkü her varlık, aynı zam anda T anrı, U s, H ayat olan bir 'soluk'un, bir 'ateş'in kıvılcım larından ibarettir. M addeye ge lince, O da, bu yaratıcı gerilim in geçici bir ağırlığından başka bir şey d e ğ ild ir... "591 G örülüyor ki, yazarın kendisi de, "Stoa bilgeliği"yle "ahlak öğretisi"ni, kökünü "din”lerin sürükleyip getirdiği bir "kam utanrıcılığa" dayıyor. D aha doğrusu, "öğreti"nin buna dayandığını belirtiyor. Y ine belirtiyor ki, "Stoacılık"ta, "fizik" gerçekte fizik değil; tüm üyle "metafizik"tir (fizikötesi). B akın b ir yazarım ız, haklı olarak ne diyor: "Pantheism a=Yunan kam utanrıcılığı... Antikçağ Yunanlılarında bu anlayışı, Stoa okulu savunm uştur. Stoacı Kleantes'e göre; do
184
ğada ve evretıdeki bütün varlıkların içinde Zeus (T ann) vardır. Zeus, bütün doğaya canlılık veren bir ilkedir. Kaldı ki, Yunan Çoktanrıcılığı, tem elde bir kamutanrıcılıktır. Bu Çoktanrıcılıkta, doğanın çeşitli yanlan, T anrılar olarak kisileştirilm iştir."592 B ir başka yazarım ız d a şunları yazm akta: "...S toacı felsefe, Herakleitos'un 'logos’ kavramını 'akıl' anlamıyla alarak idealist bir dinsel felsefe geliştirmiştir. B u felsefeye göre, evreni yöneten, pantheist anlam da bir Tanrı ile özdeşleştirdikleri logos'tur. Bütün insanlarda da logos'tan bir parça (akıl) vardır. Bütün insanlar, aynı evrensel yasalara bağlıdırlar. Bu bakımdan bütün insanlar eşittir. "B una bakıp, R om a em peryalizm inin aracı bir felsefe durum una gelen Stoacı felsefenin, gerçekten eşitlikçi bir felsefe olduğu sa n ılm a sın ..."593 Yazarımız daha sonra, "Stoacı felsefe"nin neden "eşitlikçi" olmadığı nı, gerçekten tutarlı bir m antık içinde anlatıyor: "Stoacı düşünüşe göre, Helen-barbar, soylu-soylu olmayan, köle-hür, zengin-yoksul aynm lan", yalnızca, "önemsizdir". Görünüşte "eşitlikçilik" var gibi. A m a gerçekte yok. Çünkü, "Stoacı düşünüş", bu "ayrımlar" için "önemsizdir" derken, "bunlar kaldırılmalı!" demiyor. Dahası: "Bir köle, kaderine katlanma fel sefesine erişmişse hür (özgür) sayılır" sonucuna varıyor. Yazarımız diyor ki: "Bu şekilde, en büyük eşitsizlik demek olan kölelik durumu, önemsiz gösterildikten sonra; öteki eşitsizlikler bunu izler."594 İşte François G regoire'ın, B üyük A hlak D oktrinleri adıyla dilim ize çevirilen Les G randes D octrines M orales adlı kitabında, özellikle örnek olarak sunduğu üç "büyük öğreti"den "Stoacılık" budur! K ısacası: Bu "ahlak öğretisi"nde, iş döne dolaşa, her şeyi içine alan b ir güce, bir "T anrı"ya dayandırılıyor. T em el H int dini B rah m anizm 'de olduğu g ib i... Bu dinde de: "H er şeyin özü, senin ru hundur, 'atm an’dır. (A tm an=ruh, soluk. Y unanca atm os=hava, aynı kökten.)595 O da B rahm a'dadır. Bunun bilincine eren kim se, O'ııa d eğin gider; O 'n d a d ağ ılıp y ite r..." 596
185
B irunî, B rahm anların inançlarından şunu aktarır: "Tanrı, h e r şe yd ir ve h e r şey, O 'n d a d ır."591 Bunu aktarmakla kalmaz, Yunan'da ve kimi İslam gizemcilerinde gö rülen benzer inanca dikkati çeker.598 Bilindiği gibi kimi İslam "sofi"lerinde de "vahdet-i vücut" adı verilen "evrendeki tüm varlıkların Tann'yla bir, özdeş olduğu" inancı var.599 Reynold A. Nicholson, İslam Sufileri adıyla dilimize çevirilen The M ytics O f İslam adlı kitabında, bu inancın, "ke sinlikle Hint kaynaklı olduğunu" savunur.600 Budizm'de de benzer inanç bulunduğu göze çarpar: "Arınıp N irvana'ya geçen ruh, 'külli varlık'ta yok olur" ve "artık ne 'acı çekme' diye bir olay, ne de 'ruh göçü’ diye bir zorunluk kalır." "Nirvana'ya geçen ruh, tıpkı kınlan bir vazonun içindeki havanın, uzaya kanşm ası gibi, sonsuzluk içinde erir."601 Eski "Vedalar"ın "kamutanrıcılığı"dır bu.602 Bunun "ahlak yönü"yse, tüm "istek ve tut kuların yok edilmesidir."603 Başka anlatımla "evcil hayvan" yaratmaktır. "Ses çıkarmayan, başkaldırmayan" bir evcil yaratık. Stoacılıkta da temel amaç bu değil m i? Son aşamada bu noktaya varmıyor mu durum?
" H ır is tiy a n lık A h la k ı" Örnek gösterilen ve "büyük ahlak öğretisi" diye nitelenen üç öğretiden İkincisi bu. Yani François Gregoire tarafından böyle sunuluyor. Y azarın kendisinin de yazdığı gibi, çok çeşitli biçim leri vardır bu "H ıristiyan ahlakı"nın.604 H angisini "örnek" alalım ve hangisine "bü yük öğreti" diyelim ? D iyor ki, bu yazar: "Bu dinde önce bir dereceye kadar bir kötümserlik görülüyor: 'Her şeye kadir, yeri göğü yaratan T ann' inancına; başkaldırm ış, la netlenm iş -ve A dem 'le H avva'nın düşüşüne sebep olm uş- bir şeytan inancı eşlik etm ek ted ir..."605 "Ama bir 'iyimser öğreti’ de söz konusudur Hıristiyanlık’ta: Hıristiyanlık ’m uştusu'na göre; Tann her şeyden önce, sonsuz bir iyilikle dolu bir Baba'dır. İnsanlar O'nun çocuklandır. Yasalar ve Peygam berler bildirileri şu iki ku rala indirgenebilir: Tann'yı 'bütün kalbiyle sevmek' ve bu sevginin
186
bir kanıtı olarak türdeşini de 'kendisi gibi' sevmek. Kişi oğlunu günahkâr kılıcı eylemler, bizi bu sevgiden ve zekâdan yüz çevirten edimlerdir. "Hıristiyanlığın kötüm ser ve iyim ser nitelikteki bu iki yüzü, B atı dünyasının yirm i yüzyıl kadar bir süreden beri esinlenm iş b u lunduğu b ir ahlakta k a y n a şm ıştır..."606 Yalnızca Hıristiyanlıkta varmış ve bir "üstünlük nedeni"ymiş gibi gösterilen bu "ikiyiiz" tüm dinlerde vardır. En eskisinden, en yenisine de ğin. D aha önce de belirtmeye çalıştığım gibi, "din"lerin "Tann"lan da, "ahlak"ları da "ikiyüzlü”dür. Bundan da vazgeçemezler. Çünkü ikiyüzden biriyle "korku", öbür yüzüyle "umut" verirler. İnsanlar bu yolla istenen nok tada tutulurlar, bu yolla "evcil hayvan" durumuna getirilirler. François Gregoire, işte bu "ikiyüzlü" ahlakı övüyor: "Bir kardeşlik, iyilikçilik, bağış ahlakıdır bu" diyor.607 Türlü aşağılık yollarla, din kurallarına ters düştüler diye insanların tüyler ürpertici işkencelere çekildikleri, yakıldıkları en gizisyonda da, sözü edilen "kardeşlik, iyilikçilik" var mıydı dersiniz? İsa, İncillerde, örneğin M atta İncili'nde, 5. bap ve 38-39. ayetle rin d e şöyle der: "G öze göz, dişe diş dendiğini işittiniz. F ak at ben size şunu d e rim: Kötüye karşı koym a. Ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir." Nedir bu? "İyilik", "iyilikçilik" midir? Böyle midir, yoksa ezilen kit leleri uyutmaya yönelik bir öğüt müdür? G erçek ortada: Bu öğütle, çoğunluğu oluşturanlar, azınlıktaki egem enlere başkaldırm asınlar diye, insanları "evcil hayvan sürüleri" durum una getirme amacı güdülüyor. V e bu; "yeni", İsa'nın İ n d im e özgü de değildir: Benzerine Tev rat'ta da rastlıyoruz. T evrat'm İşay a bölüm ünde, bakın İşay a P e y gam ber ne diyor: "Vuranlara sırtımı, saç yolanlara yanaklarımı verdim. Yüzümü, utançtan ve tükürükten gizlemedim. Çünkü Rabb Yehova, bana yar dım eder. Bundan ötürü, rusvay olmadım, bundan ötürü yüzümü çakmak taşı gibi ettim ve bilirim ki, utandırılmayacağım." (50:6-7.)
187
Y ine Tevrat'ta, "Y eram ya'nm M ersiyeleri" bölüm ünde şu öğütler veriliyor: "R abbin kurtaracağına um ut bağlam ak, kurtuluşu susarak bek lem ek iyidir. İnsan için, gençliğinde boyunduruk taşım ak iyidir. O turup sussun. Çünkü, o boyunduruğu, onun üzerine koyan T ann'dır. A ğzını toprağa koysun, ola ki um ut var. Kendisine vu rana, y a n a ğ ın ı uzatsın. A şağılanm aya doysun." (3:26-30.) "Evcil hayvan sürüleri" yaratm ak için bundan, bu öğütlerden daha iyisi olur m u? Bunlar, çok önceki "din"lerden, kaynaklardan alınma. "H ıristiyanlık ahlakı" da buralardan aşırılm a! İsa'nın İncil derindeki eskilerden aşırılm a "öbür yanağını da çevir vursunlar!" biçim indeki öğüdüne bakıp da, İn cil'de "insanca h oşgörü” var sanılm asın. B ertrand R ussell, "N eden H ıristiyan olm adığını” anlattığı kitabın d a şunları yazar: "Şimdi de ahlaksal sorunlara geliyoruz: Bence, İsa'nın ahlaksal ki şiliği konusunda, pek ciddi bir kusur var, o da cehenneme inanması. Gerçekten, tam anlamda insan olan kişinin, sonsuz cezaya uğraya cağına inanamayacağını sanıyorum. İsa, Incil'de anlatıldığına göre, sonsuz cezaya inanıyordu. V a'zlanna (öğütlerine) kulak vermeyen kimselere karşı, kinli bir öfke görülmektedir. (...) "İncil'de, İsa'nın şöyle dediğini bilirsiniz: 'Ey siz yılanlar, en gerek yılanları! C ehennem in lanetinden nasıl kurtulacaksınız?!' V a'zm ı beğenm eyen kim selere söyledi bu sözleri. B unun iyi bir davranış olduğunu sa n m ıy o ru m ..."608 Ü nlü düşünür, yazar, b aşka kitaplarında, başk a y azıların d a ve söylevlerinde de "H ıristiyan ahlakı"na değinir ve bu ahlakın, ileri sü rüldüğü gibi "üstün bir ahlak öğretisi" olm adığını belirtir.609 G elelim " N ie tz sc h e 'n in k in e " Suut K em al Y etkin, "N ietzsche'nin ahlak görüşü üzerinde durm ak gerekir. Filozof, bütün ahlak sistem lerini gözden geçirdikten sonra, birbirine karşıt iki ahlak örneği görüyor: E fendi ahlakı (H erren M o ral) ve köle ahlakı (H eerden M oral)" der.610 188
A caba N ietzsche, bunlardan hangisini seçm iş? N ietzsche'nin seçip beğendiği ahlak, "efendi ahlakı". P eki bu ahlak nedir? Şöyle dile getirilm ekte: "G üçlü insan, zaferlerin insanı; kendisine eşit olanları iyi, k en disine boyun eğenleri kötü sayar. E fendi ahlakı, güçlülerin ahlakı; korkakları, yılgınları insandan saym az. Bu ahlak, serttir, insafsızdır."611 Bence sözü edilen iki ahlak iç içedir. A yrıca biri var olduğu için öteki vardır. "Köleler" yaratılm ıştır önce. Sonra da onlara özgü "ahlak"... Bunları yaratansa "efendiler". "Efendi ahlakı-köle ahlakı" ayrımı, "efendi-köle" ayrım ından doğduğuna göre, burada başka "yaratan" düşünm ek kolay değil. Yaratılan "köleler"e özgü bir "ahlak" biçilmiş. Nietzsche'nin görüşü olarak ileri sürüldüğü anlam da da değil. "Kötümserlik duygusu ve üstünlere karşı m ayalanan nefret"i pek ağırlıklı olarak içermeyen bir "ahlak". Tam "kölece" bir ahlak. O nitelikte ki, onda yalnızca "boyun eğ me" var, "buyrukları dinleme" var, "nedenleri, niçinleri düşünmeme" var. Böyle bir ahlak biçilmiş ve "güçlü 'lerin ortaya çıkışından bu yana da oluşturulagelm iş, geliştirilegelm iş. Bu ahlak içinde tutulm aları başa rılan "köleler" de kullanılarak. Yani "sürüleştirilen kitleler"in gücü, des teği de sağlanarak... İşte bu ahlak olduğu için "efendiler" ayakta kalabil miş ve onlara özgü bir "efendi ahlakı" varolagelmiş. Ö yleyse "efendi ahlakı"nı da ayakta tutan, "köle ahlakı"dır. B ir b aşk a deyişle: "Sürü ahlakı." K im i zam an "nefret", y a d a "başkaldırı"lar m ı görülür? K öklü "uyuşturucular" kullanılır hem en. B unların başında da "Tanrı" gelir, "din" gelir. "Görünen" ve "görünmeyen" efendiler işlenir, bunlara "saygı" işlenir. Bir yanda bunlar yer alır, öbür yanda "köle"ler. "Efendiler"e her zaman "boyun eğilmeli". Hiç "koşul" aranmadan, "köle"lere düşense, bu gereğe uymak. "Yasa"lar da bu gereğe uyulmasını sağlama doğrultusunda düzenlenir. Hangi çağda, nerede, hangi biçimde olursa olsun; "ahlak sistemleri" de öyle...
189
A m a bu " y a sa la r ve bu "ahlak sistemleri", kitlelerin "sürüleşmesi"ni tam sağlam aya yetmeyebilir. Hele tek başlarına hiç yetmeyebilir. O zam an bir şey daha gerekli: "T anrı", "din". Tüm bağlayıcılar, "u y u ş tu ru c u la r olsa da bu uyuşturucu olm asa, "evcil hayvanlaştırm a" çabaları tam am acına ulaştırılam az. Ö yleyse ne yapıp etm eli, " d in le r in odağı olan "Tanrı", ya da ben zeri "üstün güç", yaratıldığı gibi, yaşatılm alı da! " E f e n d ile r bunu düşünegelm işlerdir hep. B ir ara "Tanrı"nın "ölmek üzere" olduğu düşünülm üştü. "Tanrı"nın "var" olduğunu, eski yöntem lerle kanıtlama; artık işe yaram az olmuştu. Bu da son derece "telaşlandırmıştı" dünya egemenlerini. V e bu egem en lerden yana görev almış olan "d in cileri, "filozof'lan: B ir "ilahiyatçı" doçentim izin kitabındaki şu anlatılanları okuyup üzerinde düşünm eyi öneririm : "...K a n t, denenm iş olan yolların geçersiz olduğunu gösterm eye ç a lış m ış ; 'T a n n 'n ın va rlığına giden yo l'u n salt düşünceden ya d a bilgiden değil; ahlak'tan geçm esi gerektiğini öne sürm üştür. K ant’m bu iddiasının felsefedeki adı, 'ahlak kanıtı'dır. (M oral A rgum ent.)"612 "Özellikle 19. yüzyılın Protestan tanrıbilimcilerin büyük bir bö lümü, hareket noktası olarak Kant'ı seçmiştir. Bu hareket noktası, şu şekilde dile getirilm ektedir: 'Hıristiyanlığın özü, ahlaktır!' Pro testan teoloji (tanrıbilim) çevresi, bu çıkış noktasına sarılmaya, biraz da m ecbur kalmıştı: Çünkü 19. yüzyılda; fizik, jeoloj, biyoloji ve astronomi gibi bilimsel disiplinlerin vardıkları sonuçlar; Tevrat ve Incil'de yer alan kozmolojik görüşleri, hiç de destekler nitelikte görünmemekteydi. Bunun bir sonucu olarak, dini bir eğilim içinde bulunan düşünürler, Hıristiyanlığın ahlaki yönüne ağırlık vererek, dini düşünceyi, bilimsel düşünceden ayırm aya çalıştılar..."613 (A lıntılarda satırların altlarını ben çizdim -T .D .) A m açlanan, k ısaca şu: -Ö lm ek üzere olan "Tanrı", kurtarılm alı!
190
O'nu var göstermek için dincilerin bilinen yöntemleri bugün yet meyince, başka yöntem e başvurulm alı: "A hlak"la "kanıtlanmalı" Tanrı. O kurtanlamazsa, ahlak da yok olur. A m a O kurtarılabilirse, "ahlak" da güvence altına alınmış olur. O zaman "din", "ahlak" ve "yasa", şim diye dek olduğu gibi, bundan böyle de yürür gider el ele. Kitleleri "sürüleştirm e" yolunda... K ant (.1724-1804) ne diyor bakalım: "İddia ediyorum ki, teoloji (tanrıbilim ) ile ilgili olarak, saf spe külatif (m etafizik) aklı kullannıa çabalarının tümü, verim siz o l m uştu r... Tabiatın incelenm esinde aklın kullanım ilkeleri, bizi herhangi bir teolojiye asla götürem ez. D olayısıyla akla dayalı bir teoloji, ancak; ahlak kanunlarına dayanm ak ve onların yol göstericiliğini istem ekle m üm kün olur."614 "M adem ki ahlak ilkesi, aynı zam anda benim için bir m a k sim 'd ir (b ir vazgeçilm ez kuraldır, bir en yüce ilkedir); o halde Tanrı'nın varlığına ve A h ire t hayatına inanm am kaçınılm az olur. Em inim ki, benim bu inancım ı, hiçbir şey sarsam az. Ç ünkü sarsılm a söz konusu olsaydı, ahlak ilkelerim de, kendiliğinden bir yana atılm ış olurdu. B en kendi gözüm de, kendim i küçültm eden; bu ilkeleri reddedem em ." (V urgular ve parantez içindekiler bana aittir-T.D .) Ünlü fizolof, "bu ilkeleri reddettiği" zaman "kendi gözünde küçülmüş olacağını" belirtir ve düşünür de, aynı ilkelerin "efendiler"in yararına ge liştirilip sürdürüldüğünü düşünmez. Asıl "küçülme"nin, "güçlüler yara rına felsefe üretmek olduğunu" da düşünmez. D üşünm ez, çünkü içinde eğitildiği "ahlak", bunu düşünm esine kolay kolay el vermez. G ezegenim izin tüm üne yakın bir kesim ini içine alan "sürü ahlakı" ne zam an sona erer? B ence bunun tek karşılığı var: "G örünen ve görünm eyen efen d iler", kurum larıyla birlikte ortadan kaldırıldığı zam an. O zam an şu bilinen "felsefe" ve "ahlak" cam bazlıkları da, tüm "yutturm aca"larıyla birlikte son bulm uş olacaktır. O çağda, insanı insana içerleten tem el kaynaklar da kuruyacak.
191
Şu anda, dünyam ızın büyük b ir kesim ini oluşturan "sosyalist yö netim ler" bunu getirebilir m i? Bence, "hayır!" Sosyalist yönetimler, bunun yolunda bile değiller. Dahası, tam tersi olan çizgiler içindeler. Halklarına verdikleri eğitim, öteki kesimin verdiği eğitimden çok farklı değil. "Gericilik"leri m a yalayan tem el etkenlerin, temel yuvaların üstüne gidilmiyor. "Politika", "taktik", "propaganda" yönelişleri bırakm ıyor ki, bunların üstüne gidi lebilsin. "Köklü" ve "tüm köprüler atılarak" bu yuvaların üstüne gidil seydi, kimi "sosyalist" ülkelerde, durum bugünkü gibi mi olurdu? "Po lonya" olaylarına bakın, bu olaylarda "din adam lan"nın oynadıkları role bakın! Gerçeği görmek için bunlara bakm ak bile yeter. Bu neden? Ç ünkü "sosyalist" ülkelerde de "sürü ahlakı" geçerli. B u ülkelerde de bir b aşka "politika" için bu "ahlak" ayakta tutuluyor. B ir başka "kutsal koru" içinde. Sosyalist olm ayan ülkelere gelince: H angi yönetim biçim lerini uygular olurlarsa olsunlar, "köleci toplum ”larda sivrilen, egem en olan "efendiler"in başka biçim leri ege m endir hep. "K öleler sürüsü" için kotarılıp getirilen "din" ve "ahlak" ya da bunlar üzerine yaslanm ış "yasa"lar geçerli. Y ine bir "kutsal koru" içinde. "Sürü ahlakı"nın tem el özelliği, "tabu ahlakı"nı içerm iş olm asıdır. "Tabu ahlakı", ünlü düşünür-yazar B ertrand R ussell'a soruluyor, o da karşılık veriyor. O kuyalım : "-Lord Russell, tabu ahlakı deyim inden ne anlıyorsunuz? -Size bir kurallar topluluğu, özellikle yasaklar getiren, fa k a t n e denlerini söylem eyen b ir ahlaktır bu. Kimi zam an, bu nedenleri bulabilirsiniz. K im i zam an d a boş yere ararsınız. Fakat bütün durum larda kurallar, saltıktır (m utlaktır) ve yapılm am ası g e reken şey ler vardır. -N e g ibi şeyler? -H er şey uygarlık düzeyine bağlıdır: T abu ahlakı, ilkel insanın zihniyetini, benzerinden ayırır. D üşüncem e göre, ilkel oym ak larda geçerli tek ahlak türüdür bu: Ö rneğin, şefin kabından y e m ek yem eniz yasaktır. Bu yüzden ölebilirsiniz belki. D aha böy le, her çeşit kural var. Şunu anım sıyorum : D ahom ey K ralı’nın 192
herhangi bir yöne, uzun süre bakm am ası gerekiyordu; toprak larının bu kesim inde fırtınaların kopm asına neden olm ak gibi bir tehlike yaratıyordu çünkü. Bu yüzden bir kural, onu, boyuna çevresine bakm ak zorunda bırakıyordu. -Bunlar, ilkel toplum lardaki tabular. Bizim toplum um uzda du rum nasıl? -Bizim ahlakım ız da tabularla doludur. E n yü ce, en ulu şeylerde bile, bunların her türünü bulm ak m üm kündür. Ö rneğin bir şey günahtır, kesinlikle böyle tanınm ıştır, kural bizi b una karşı uyarır: 'K om şunun öküzüne göz dikm eyeceksin!' der. B en bu günahı hiçbir zam an işlem iş değilim . -Evet ama, bundan daha pratik ve her gün için geçerli olan kurallar vardır. Bunlarda da tabu ahlakı örneklerini görüyor musunuz? -T a b ii... Tabu ahlakı, kimi noktalarda, ahlaka tıpatıp uygun düşer kuşkusuz: Hırsızlık etmem ek, adam öldürm em ek gibi. Bu kurallar, aklın isterlerine tüm üyle uygundur. Fakat başlangıçta tabular olm uşlardır. Ortaya koydukları sonuçların varlık nedenleri yoktur. Örneğin öldürme yasağı ’euthanasia'yı da (hayatından umut kesilen hastaların öldürülmesi, ötanazi) kapsamaktadır. A m a aklı başında insanlar, bunu onaylamaktadırlar, eminim. - B ir Hindu, sığır eti yem em ek gerektiğini söylerse, tabu ahlakı u y arın ca mı konuşm uş olur? -E v e t. Sığır eti yem em ek, tam da H induca bir öğüttür. M üs lüm anlarla Y ahudiler de, dom uz eti yem ezler. B unun hiçbir ne deni yoktur: T abudur, yasaktır sadece."615 Bence "tabu ahlakı"nın sınırlan, Bertrand Russell'ın çizdiği sınırdan daha geniştir. Çünkü bu "ahlak"ta da kimi zaman "nedenler" açıklanabilir. Üstelik, yetkililerince açıklanır. A m a "açıklama", o "ahlak"ın temeldeki il kelerine uydurularak ortaya konulduğu için zarar vermez ona. V e onu, "tabu ahlakı" olmaktan çıkarmaz. Örneğin "domuz eti"nin neden "haram" olduğunu "açıklama" çabalan görülür. D aha önce bu türden açıklamalara yer verilmişti616 Böyle bir "açıklama"yı, dinin kendi "Peygamber"i bile yapm ış olsaydı, "domuz eti yasağı"nı, "ilkel"lerde görülen "tabu" tü ründen bir yasak olmaktan çıkaramayacaktı.
193
B ir başka örnek: Yahudilikte ve M üslümanlıkta "kan"m yenmesi de "haram"dır, "ya sa k tır. "Tabu"dur. Polinezya dilindeki anlamına uygun bir "tabu"dur. Bununla birlikte, "kan" yemenin neden "yasak" olduğu, Tevrat'la, "açık lanır"; "Çünkü her çeşit etin kanı, onun canıdır!" denerek. (Levililer, 17:14.) Tevrat'ta bu "açıklama" yapılıyor diye "kan" yem e yasağı, "tabu" niteliğini yitirm iyor kuşkusuz. Bu böyledir. Çünkü dinler, "yasak"lannın "açıklama"lannı da, kendi anlayışları doğrultusunda yaparlar. "Kutsal koru"ya zarar vermeden. En ilkel dönem lerden süregelen, "korku" ve " u m u tta sulanarak, beslenerek kendisine uzun yaşam a olanağı kazandırılan çeşitli biçim lerdeki "tabu"lar öylesine yaygındır ki; ”din"lerin birbirlerinden kop ya kuralları ve " a h la k ta n da, "din"le ilgisi yokm uş gibi görünen tür leri de, " ta b u ta rla alabildiğine dolu, alabildiğine iç içedir. V e dün ol duğu gibi bugün de "insanlığın ahlakı", şu ya d a bu "T anrı"nın "kut sal koru"su içinde bulunm akta.
194
Ö ZET
1. "Tann", güçsüzlük içindeki "korku-umut" ortamında yaratılıp yaşatılagelmiştir. "Güçlü"lerin kılavuzluğunda ve çıkarlan doğmltusunda... a ) "K ur'an'ın Tanrısı"nın adı da, kendisi gibi başka toplumlardan gel medir. N e adının "aslı” Arapçadır, ne de "asıl yurdu" Arap ülkeleridir. Bu "Tann", hemen tüm "sıfat"lanyla birlikte "dışandan" gelmiştir. Getirilmiştir. Güçlü egem enler eliy le... D aha önceki "kutsal kitap"lann, Incil'in, 7evral'ınki de aynı "Tanrı", O d a öyle. O da "dış"tan, çeşitli toplum lardan sokulm a. "A şırılarak"... D eğişik görünümler verilerek... Yine güçlülerin eliyle, güçlülerin çıkarlanna uygun biçim de... Zerdüştçülüğün "kutsal kitabı" sayılan Avesta'âaki "Tann" (Hürm üz=A hura M azda) da başka değil, aynı "Tann". Biraz "değişik" gö rünse b ile ... Y ine "aşırılm a"... Bu "kutsal k ita p la rd a k i "Tanrı", çok daha önce "Sabiîlik" dininin, çeşitli adlardaki "kutsal kitap"larm da vardı. Tüm "nitelik"leriyle... Eski M ısır'daki "A ton", eski B abil'deki "M arduk", "Şam aş", K en'an (Fenike) yörelerindeki "B a’l", "El" (İl), "A ram i"lerdeki "Hadad" (A dad=E ded=A ddu), İslam öncesinin A raplarındaki (dışarıdan sokulm a) "H ubel", "kutsal k ita p la rd a k i "T ann"dan başka değillerdi. "K utsal kitap"larm yazarları alıp işlerlerken, çeşitli nedenlerle, çoğu kez de "kaynak belli olm asın" diye, biçim , anlatım değişikliği yap m ışlardı, o kadar. "K utsal kitap"ların "T anrı"sına kaynaklık etm iş olan daha nice "T anrı" vardı. "A d”lar d eğişik olsa da ve değişik biçim de anlatılsalar d a hepsi, aşağı yukarı "aynı"ydı. b) "Kutsal k ita p 'ların "T ann"sı, geldiği kaynaklarda, "köleci to p lum " y apısında yaratılm ıştır.
195
Bu "TanrTnın "efendi" (Rab) niteliğini alması bundandır. Söz konusu kitapların hepsinde köle "meşru" (kurala uygun) görülmüş, kurumlaştınlmıştır. Hepsinde "efendi"ye "itaat" (boyun eğme) öğütlenir. Yani "efendi" Tann'yı yaratan "efendiler" olmuştur. İslam'ın, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin "Tann"sına "Rab” denmesi; "Rabb"in "efendi" anlamına gel mesi; bu "Tann"nın kaynaklandığı "BaT’in de, "Dumuzi"nin de (Temmuz'un), aynı kaynaktan gelen Yunanlıların T ann’sı "Adonis"in de aynı anlamda, "efendi" anlamında olmalan boşuna değildir. T oplum un "K ral"ı, işçinin "patron"u ve "karı"nın "koca"sı da bi rer "efendi"dir. K ur'an 'da "koca"ya, "efendi" anlam ına gelen, ünlü Tanrı "B aT 'in adıyla "ba'l" denm esi, düşündürm elidir insanı. Bu böyledir çünkü: "Tann"mız, "erkek"lerin etkin, egemen olduklan "aile" dönem inde yaratılmıştır. Onun için bu "Tann", "erkek"tir. Tev rat'ta da, Incil'de de, Kur'an'da da; açıkça, "erkeklere özgü" ad ve anla tım larla dile getirilir. V e onun için kadınlara karşı, erkeklere "üstünlük" verilir hepsinde de. c) "Kutsal kitap"ların "Tann"sını, "Putatapar" toplum lar yaratmıştır. Bu "Tanrı"ya hemen hemen "son biçimi"nin verildiği dönemlerde, "Güneş"e, "Ay"a, "yıldız"lara, "gezegen"lere, daha doğrusu bunların simge lediğine inanılan "Ulu T ann"ya tapılırdı. "Gök", son derece önemliydi "Tanrılık" alanında. Eski Mısır'da, Firavun Akhnaton'un "Tek Tann" diye duyurduğu "Aton", bir "Güneş-Tann"ydı. Eski Babil ve çevresin deki toplumlarda, Filistin ve dolaylannda, eski İran'da, "H inf'te, eski Yunan'da inanılan çeşitli "Tanrılar" arasında adları geçse de sonuçta ken disine ulaşılm aya çalışılan "Ulu Tanrı"larda hep vardı bu nitelik. B un ların, şurada burada, özellikle "tapmak" ve çevrelerinde "p u fla rla simgelendikleri de olurdu. A m a ulaşılm ak istenen, yardımı dilenen "Tann", simgelerin ötesindeydi, "asıl Tanrı"ydı, "tek" "TamT'ydı. Yani "kutsal kitap"ların "Tanrı"sı. İyice incelendiğinde görülür ki, "kutsal kitap”lardaki "Tektanncılık"la "Putataparlık"taki "Çoktanrıcılık" arasında büyük bir "fark" yoktur. Dahası, "hiç yoktur!" bile denebilir. "Var" görülen, görünüştedir yalnızca. "Güneş Kültü"nün, "Ay K ültü"nün de içinde bulunduğu ”yıldız-gezegen" "ib a d e fi "Sabiîlik" dininin çatısı altındaydı. Geniş anlamıyla alırsak, dünyanın çeşitli yörelerinde de, bu dinin çatısındaki "inanç"lann görüldüğü söylenebilir. Eski "Mezopotamya"dan eski İran'a, "H in fe, 196
daha uzaklara, eski "M ısır"dan eski "Suriye"ye, A rap Yarımadasının çe şitli kesimlerine, eski Yunan'a, Anadolu'nun değişik illerine, yörelerine, Asya'dan, Afrika'dan, Avrupa'dan başka "Amerika"nın her üç kesimine de yayılm ıştı "yıldızlarataparlık". Bu "taparlığm" belirli bir "inanç dü zeni" içinde, "temsil" edildiği, kucaklandığı "din", Arami-Süryani toplu luklarının sahip çıktıkları dindir: Belki de adı çok sonraları konmuş olan "Sabitlik". "Sabitlik", birçok kesim den, çeşitli toplum lardan "inanç m ikropları"nın akıp oluşturduğu çok büyük "m ikrop taşıyıcı ana ırm ak" gibi akarken "kutsal kitaplar" oluşturm uş ve "kol"lara ayrılm ış bulunur. Ö rneğin, Z erdüştçülük, Y ahudilik, H ıristiyanlık, M üslüm anlık; onun kollarından ve kollarının kollarındandırlar. A vesta 'nın, Tevrat'ın, In cil'in ve K ur'an'ın "T anrT sı, nitelikleri ve kurum larıyla birlikte, çok biiyük ölçüde bu dinin (Sabitliğin) kutsal kitaplarından alınıp aktarıl m adır. Y a doğrudan, ya da dolaylı yollardan... Sonrakiler de çoğun lukla birbirlerinden kopya etm işlerdir. Sonrakiler, ö n cek ilerd en ... Y ine ya doğrudan, ya da dolaylı y ollardan... Kimi zam an, görünüm lerde değişiklikler de y a p a ra k ... d) "Kutsal kitaplar"ın "TanrTsı, yaratılıp "son biçim i”nin verildiği "köleci toplum" döneminden çok daha önceki dönemlerde, "ilkel toplum "larda "mayalanmış"tır. "En ilkel inanç"larda. "A nim izm ” (canlıcılık=ilkel ruhçuluk) dininde, "Totemizm" denen (ilkel topluluğu, kimi kut sal yaratıklara, kimi kutsal nesnelere, olaylara yakınlık bağıyla bağlayan) d in d e... Bu dinlere bağlı ilkel toplumlardaki "Yüce Varlık" ve "Mana" incelendiğinde, "Kutsal kitapların Tanrısı"nın "ilk kaynağı"nın nerelerde olduğu görülür. Şu satırlardaki "T anrı", hangi "T anrT dır tanıyın: "Yüce Varlık: Bütün yaratıklardan üstün; dünyayı ve evreni ya ratan, hep var olan ölümsüz; sonsuz kudretleri bulunan; ölümün ve hayatın mutlak hâkimi; iyiliklerle dolu, fa k a t sırasında insanları ve dünyayı cezalandıran; törenlerin ve âdetlerin yaratıcısı.. .”617 K uşkum yok, bu satırları okuyanlar, "Tanıdık!" diyecekler. V e burada anlatılan "T anrT nın, "Kutsal k ita p la rd a k i "Tanrı" olduğunu söyleyecekler. H aksız değiller. Ç ünkü söz konusu kitaplarda da aşağı yukarı böyle anlatılır "Ulu T ann". 197
N e var ki, yukarıda okuduğunuz satırlarla, "ilkel toplum "lardaki "Y üce V arlık" anlatılıyor. Bu satırlarla anlatm aya çalışan; Sedat Veyis Ö rnek. Prof. Dr. Ö rnek, şunu d a ekliyor: "Y üce V arlık inancı, çeşitli kültür basam aklarındaki ilkel toplum larda, birtakım değişiklikler gösterm ekle birlikte, ana çizgi leri bakım ından aynıdır."618 Yazar, "ilkel toplumlarda inanılan Yüce Varlık"la "Tektanncılık" dö nemindeki "TektanrTnm "kanştınlmam asmı" öğütlemeyi de unutmu yor.619 Gerçekten de çok kolay kanştınlabilirler. İkisi de görünmeyen, ikisi de uydurma. "Nitelikleri" de aynı. Hemen hem en... "Yüce Varlık" düşüncesi, "ilkel toplum"lardaki "kafa"larda yaratıl dığına göre, "kutsal kitap"lann "Ulu Tann"sı da bu kafalardan gelmekte. "M ana"yla ilgili olarak da bir yabancı incelem ecinin yazdıkla rından aktarayım : "D urkheim 'a göre, m ana, 'kişilikdışı bir T anrı'dır. "D aha önce bütün dinler hakkında yaptığım ız incelem eyle ilgili bir sonuca varm ak gerekirse, denebilir ki; bu dinlerin hepsinde doğrudan doğruya veya dolayısıyla, kendine özgü biçim de veya onu şahıslandıran kalıntılar, sem boller, tasv irler şekli altında, hep; bu m a n a ’fik rin e rastlanm aktadır."610 "M ana"... H angi "kafa"larda yaratılm ıştı? İlkel kafalarda. Ö yleyse daha çok uzatm aya gerek var m ı? e) "Kutsal kitap"ların "Tann"sı, "ilkel toplum "larda "mayalandığı" için; "inanç düzeni"ne de "ilkeller"deki inançlar, çok büyük çapta taşınıp katılmıştır. Bu kitapların dinlerindeki inançların çok büyük bölümü, "ilkeller"den gelmedir. Bu kitapların dinlerinde son derece önemli yeri olan "melek" inancı, meleğin karşısında gösterilen "şeytan" inancı, bir başka söylenişle "iyi ruh"lar, "kötü ruh"lar o kaynaktan gelmiştir. D aha niceleri var. Nice "tabu"lar da aynı kaynaktan gelip kurulmuştur "kutsal ki ta p la rın dinlerine.
198
2. "T anrı", korku, um ut ortam ında yaratılıp yaşatıldığı gibi, hangi toplum da olursa olsun, bu uydurm a görünm eyen "güç"; korkunun, u m udun kaynağı da olm uştur. Değişik adlar altında "ÇoktanrTya inanıldığı kesimlerde, bu "Tann"lann bir bölümü "korku", öbür bölümü "umut" vermiştir insanlara. Kimi zaman da, aynı "TanrTda inanılan iki "sıfat"tan biri "korku" aşılamış, öbürü "umut"!.. Tanrılarını "Tek" diye "ilan" etmiş olan "diri’lerin "TanıT’sının da "iki yüzü" vardır; Bir yüzü "korku", öbür yüzü "umut" kö rüklemekte. "S ıfatlan ve kendisi gibi uyduıma "g ü çleri de korku ve umu da göre ikiye aynlmış durumda. O nedenle bu "Tann"; hem "baba" gibi seven, acıyan, bağışlayan, hem de en acımasız insanlann bile yapama yacağı türden "cezalandıran, "dayanılmaz işkencelere çeken, hem "hoş g ö rü lü , hem "zorba"... Onun için kendisi gibi uydurma olan güçlerinden kimi "iyicil" ("m elekler), kimi "kötücül" (şeytanlar, korkunç "c in le r)... 3. "İlkel to p lu m la rd a "m ayalanm a", korku-um ut ortam ında doğup büyüm e, bu ortam a sürekli "kaynak" olm uş, "köleci to p lu m la rd a "son b iç im in i alm ış bir "T anrı"yla gelen " d in le r in "ahlak"ı n asıl o lu r? Nasıl olabilir?! A ynı ”T anrı"nın "ilkel in a n ç la rın "p islik le riy le dolu "kutsal koru"sundadır bu "ahlak". K orku, um ut üstüne kurulu. V e "Tanrı"sı gibi "ikiyüzlü"... " S ü r ü le r için oluşturulup geliştirilm iş bir ahlak. İnsan kitlelerini "evcil hayvan sürüleri" yapm ak ve öyle tutm ak için. G üçlüler, "efendiler" yararına. "Efendilik, kölelik", şu y a d a bu ad altında, şu y a da bu biçim de sürüp gitsin diye. G ezegenim izde, egem enlerin sahip çıkıp yaşattıkları "ahlak" budur işte. E ğer " d in le r bir gün tüm kurum larıyla giderse, y ık ıla c a k olan a h la k da budur.
199
)
TURAN DURSUN Kutsal Kitapların K ayn akları 1
Kaynak Yayınlan, Turan Dursun'un kaybolan başyapıtını okura sunuyor: Kutsal Kitapların Kaynaklan. Turan Dursun'un, 'Kutsal Kitapların Kaynaklan' üzerine araştırma yaptığı biliniyordu. Ancak, öldürüldükten sonra, birçok çalışması, güvenlik güçleri tarafından evinden alınmış, 'poşetlere doldurulup^ götürülmüştü. Orijinali devletin elinde olan Kutsal Kitaplann Kaynaklan, Turan Dursun'un katlinden 5 yıl sonra gün ışığına çıkmıştır. Turan Dursun'un üzerinde yıllarca çalıştığı ve büyük önem verdiği araştırması olan Kutsal Kitaplann Kaynaklan üç ciltten oluşuyor:
ikinci ciltte 'Peygamberlik' konusunu, 'kabile peygamberi Muhammed'i', peygamberliğin koşullannı ve türlerini, 'felsefe-din çiftleşmesini'; Üçüncü ciltte 'M ucize' konusunu, 'Mucize" inancının kaynağını, 'Mucize'lerden örnekleri; Turan Dursun'un binlerce yıl derinliklere uzanan titiz çalışmasıyla bulacaksınız. 'Ben yüzyılların doğurduğu ölümüm' diyen Turan Dursun, Anadolu insanını aydınlatmaya devam ediyor.
Kutsal Kitaplann Kaynaklan. Turan Dursun ölümsüzlüğünün mührüdür.
ISBN: 975-343-103-1 (Tk. No.) ISBN: 975-343-104-X (l. Cilt)
Birinci ciltte, Kur'an, İncil ve Tevrat'ta yer alan 'korku'yu, korku-umut kaynağı Tann'yı. 'Efendi Baba Tanrı' kavramını, 'Kral Tann'nın Yönetimi'ni, bunların kaynaklarını;