Devletin Sol Eli ve Sağ Eli (Çev. Emrah Göker) Aşağıdaki metin, etkili sosyolog Pierre Bourdieu (1930-2002) ile R. P. Droit ve T. Ferenczi tarafından 1992’de yapılan bir röportajın çözümüdür. Yapılan bu sohbet aynı yılın Ocak ayında Le Monde’da yayımlanmıştı. 15 yıl sonra bugün röportajı tekrar basmayı neden seçtik? Bourdieu burada faydalı ‘Devletin sol ve sağ eli’ metaforunu yaratıyor; bununla neoliberalizmin sosyal demokrasi üzerindeki yıkıcı etkisine ışık tutuyor ve bu yıkım sürecinde sosyalist politik sınıfın istekli işbirliğine dikkatimizi çekiyor. Bu sürecin sonunda, Fransa’da ve diğer yerlerde sosyal demokratik politika dönüşerek tanınmaz hale gelmişti. İngiltere’deki kimi kesimler için Margaret Thatcher’in en büyük zaferi, bu sürecin göstergesi oldu: Yeni İşçi Partisi. Bu tür hayal kırıklıklarından hareketle, sadece Avrupa’da değil küresel olarak, siyasi umutlar artarak milliyetçiliğe bağlanıyor, özellikle ‘küçük olan güzeldir’ çeşidinden bir milliyetçiliğe. Ama kilit mesele hâlâ, özelleştirmeyi ve kamu sektöründeki kesintileri dayatan şirketlerin ve finansın küreselleşmesi koşulları altında kamusal çıkarın ve ortak iyinin nasıl kollanabileceği. Bu kasvetli soruya, rekabetçi milliyetçiliğin destekçileri açık cevaplar vermeyi reddediyorlar ve bir taraftan küresel pazarın kültürel canlandırılması adına manifestolar peydahlıyorlar. Bu yeni milliyetçi türü, Bourdieu’nün çürüyen medeni erdemler olarak gördüğü bencil politik niteliklerle mükemmel bir uyum içinde değil midir…? Soru: Editörlüğü yaptığınız derginin yakın tarihli bir sayısı ızdırap konusunu işledi. 11 Bu sayı medyada pek sesi duyulmayan birkaç kişiyle mülâkatlar içerdi: Yoksullaşmış hanelerde yaşayan genç insanlar, küçük çiftçiler, sosyal hizmetliler. Zorluk çeken bir ortaokulun müdürü, örneğin, burukluğunu dile getiriyordu: Bilginin aktarılmasını yönetmek yerine, kendi iradesine karşı, bir tür polis karakolunun başkomiseri haline gelmişti. Bu tür bireysel ve öykülere dayalı tanıklıkların kolektif bir hastalığa arıza tutabileceğini düşünüyor musunuz? PB: Toplumsal ızdırap üzerine yaptığımız araştırmada, o okul müdürü gibi toplumsal dünyanın, kişisel dramlar biçiminde tecrübe edilen çelişkileri içine hapsolmuş insanlarla karşılaşıyoruz. Kuzey Fransa’da küçük bir şehirde ‘sorunlu bir apartman kompleksi’ üzerinde yapılan çalışmaları koordine etmekten sorumlu bir proje liderinden de örnek verebilirim. Bu kişi ‘sosyal hizmetliler’ denen insanların karşılaştığı türden çelişkilerin aşırı örneklerinden biriyle karşı karşıya: Bu insanlar arasında aile danışmanları, gençlik önderleri, üst düzey memurlar ve artan sayıda, ilkokul ve ortaokul öğretmenleri var. Bunlar benim devletin sol eli dediğim şeyi oluşturuyorlar; hepsi şu çok harcadığı söylenen bakanlıkların, geçmiş toplumsal mücadelelerin devlet içindeki izi olan, eyleyicileri. Devletin sağ eline karşılar, Maliye Bakanlığı’nın teknokratlarına, devlet bankalarına ve özel bankalara ve bakanlık yönetimlerine karşılar. Şahit olduğumuz (ve olacağımız) toplumsal mücadelelerin bir kısmı küçük devlet soyluluğunun büyük olana karşı isyanının ifadesi. 2
Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 90, Aralık 1991, özel sayı ‘La souffrance’; Bourdieu vd., La Misère du monde. [Kitabın, metinde bahsi geçen mülakatları da içeren İngilizce baskısı: (1999) The Weight of the World: Social Suffering in Contemporary Society, Stanford: Stanford University Press (Türkçe’ye çevirenin notu).] 2 Yazar şu kitabına gönderme yapıyor: The State Nobility: Elite Schools in the Field of Power (İngilizce’ye çevirenin notu). 1
1
Soru: Bu tür çileden çıkmaları, çaresizlik ve isyan biçimlerini nasıl açıklıyorsunuz? PB: Bence devletin sol eli şu kanıya sahip: Devletin sağ eli, sol elinin ne yaptığını bilmiyor, ya da daha kötüsü, artık bilmek istemiyor. Bu doğru olsa da olmasa da, devletin sağ eli, sol elinin yaptıklarının parasını vermek istemiyor. Tüm o [görüşme yaptığımız] insanların umutsuzluğunun ana nedenlerinden biri devletin toplumsal hayatın önceden sorumlusu olduğu bir dizi sektöründen çekilmiş veya çekilmekte olması: Toplu konutlar, kamu destekli radyo ve TV yayıncılığı, okullar, hastaneler, vs. Bu geri çekilme, en azından bazı alanlarda, çok daha sersemletici ve kepazece oluyor çünkü faili Sosyalist bir hükümet; en azından ayrım olmadan herkesin erişebileceği kamusal hizmetlerin kollayıcısı olması beklenen bir hükümet… Bugün siyasetin krizi, parlamentarizm karşıtlığı olarak tanımlanan şey, gerçekte devletin kamusal çıkarın bekçisi rolünün iflâs etmiş olması karşısındaki umutsuzluktur. Eğer Sosyalistler basitçe, iddia ettikleri kadar sosyalist olmamış olsalardı, bu kimseyi sarsmazdı – zor zamanlardayız ve manevra yapacak alan yok. Ama asıl şok edici olan, yaptıklarıyla, bütün önlemleri ve siyasalarıyla refah devletinin kazanımlarını tasfiye etmeyi ve her şeyden önce, özel girişim (sanki insanlar bir teşebbüs içinde sadece girişimcilik yapabilirlermiş gibi) methiyesi ile özel sektör çıkarlarının teşvikini amaçlamış olmaları oldu. Tüm bunlar, cepheye, piyasa mantığının en alçakça yetersizliklerini telafi edici sözde ‘sosyal’ hizmetler vermek amacıyla sürülen ama işlerini yapmak için gerekli araçlar sağlanmayan insanlar açısından hayli sarsıcıdır. Sürekli aşağılanmış ve kandırılmış hissetmesinler de ne yapsınlar? İsyanlarının maaş meselesinin çok ötesine geçtiği hayli uzun zaman önce belli olmalıydı, verilen maaş yapılan işe ve yapan işçilere verilen değere denk olmamasına rağmen. Bir mesleğin küçümsenmesi her şeyden önce ona ödenen karşılığın aşağılayıcı olmasında görülebilir. Soru: Siyasetçilerin manevra alanın gerçekten çok darlaştığını mı düşünüyorsunuz? PB: Bizi inandırmak istediklerinden daha az dar olduğu kesin. Bir de zaten hükümetlerin önemli ölçüde hareket edebildikleri bir alan vardır: Simgeselin alanı. Bütün devlet personeli için örnek davranış de rigueur 3 olmalıdır, öyle kabul edilir, özellikle en dezavantajlıların çıkarlarına adanmışlık geleneğine bağlı olduklarını iddia ediyorlarsa. Ama yolsuzluk örnekleriyle (bazen yarı-resmi kisvede, üst düzey kamu çalışanlarına verilen primlerle) veya kamu hizmetine ihânetle (bu kelime şüphesiz çok güçlü – aklımda pantouflage 4 var) veya kamu mallarının, kârlarının, hizmetlerinin özel çıkarlar için usulsüz talanının tüm biçimleriyle (nepotizm, kıyakçılık, liderlerimizin bir sürü ‘kişisel dostları’ var) karşılaşan kişinin şüphe sahibi olmaması çok zordur. 5 Daha simgesel kârlardan bahsetmedim bile! Televizyon muhtemelen medeni erdemin çürümesine rüşvet kadar katkıda bulunmuştur. Bu cihaz, kendilerini pazarlayan, her şeyden önce ilgi çekmeyi ve kendilerine hayran olunmasını dert edinmiş, bir zamanlar kamu çalışanının veya aktivistin tanımlayıcı özelliği olan kolektif çıkara mütevazı sadakatle tamamen tezat içinde olan birtakım kişilikleri, siyasi ve entelektüel sahneye davet etti. “Meslek adabı, protokolleri çerçevesinde, zorunlu” anlamında. (Türkçe’ye çevirenin notu). Kamu çalışanlarının özel sektöre geçiş pratiğini karşılayan bir kelime. (İngilizce’ye çevirenin notu). 5 François Mitterrand (France Cumhurbaşkanı, 1981-1995) sıklıkla ‘fidélité en amitié’ [dostlara sadakat] özelliği ile övülürdü. Önemli mevkilere getirilen bir dizi insan, gazetelere göre, kendisinin ‘kişisel dostları’ olarak dikkat çektiler (İngilizce’ye çevirenin notu). 3 4
2
‘Manşet yakalama’ 6 uğraşının bu kadar yaygın bir pratik olması, bu tek faydası kendine olan ilgi peşinde koşma ile açıklanabilir. Pek çok bakan için, görünen o ki, alınacak bir önlem, eğer kamuya duyurulur duyurulmaz ‘başarılı’ olduğu söylenebiliyor ve böyle olduğu kabullenilebiliyorsa, geçerlidir. Kısacası, ortaya çıkarıldığında bir skandala sebep olan, çünkü beyân edilen değerlerle gerçek davranış arasındaki uçurumu ifşâ eden büyük çaplı yolsuzluk, bütün sıradan, küçük ‘zayıflıkların’ aşırı bir örneğidir sadece, lüksün gösterişidir ve maddi ve simgesel ayrıcalıkların arsızca kabullenilmesidir. Soru: Tasvir ettiğiniz durumla karşı karşıya kalan yurttaşlar sizce nasıl tepki veriyorlar? PB: Geçenlerde bir Alman yazarın antik Mısır hakkındaki bir makalesini okuyordum. Bu makalede yazar, devlete ve kamusal iyiye güven krizi içinde olunan bir dönemde iki eğilimin ortaya çıktığını gösteriyordu: Yöneticiler arasında, kamusal çıkara duyulan saygının çöküşüne bağlı olarak yozlaşma ve tahakküm altına alınanlar arasında, dertlere güncel devâlar bulunamaması hakkındaki umutsuzluğa bağlı olarak kişisel dindarlık. Aynı şekilde, bugün kendilerini devletten tasfiye edilmiş hisseden yurttaşlar (ki devlet, son tahlilde, onlardan zorunlu maddi katkılardan başka bir şey istemiyor, ne sadakat talebi var, ne coşku) devleti reddediyorlar, ona kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe kullanılması gereken yabancı bir güç gözüyle bakıyorlar. Soru: Hükümetlerin simgesel alanda önemli ölçüde kapsayıcı olduğundan bahsettiniz. Bu sadece iyi davranış modeli olmak meselesi değil. Aynı zamanda insanları harekete geçirebilecek kelimeler, ideallerle de alâkalı. Bugünkü boşluğu nasıl açıklıyorsunuz? PB: Entelektüellerin sessizliği hakkında çok laf edildi. Beni irkilten ise politikacıların sessizliği. Onlarda insanları hareket geçirecek türden idealler kalmamış. Bunun sebebi muhtemelen siyasetin profesyonelleşmesi ve partilerde kariyer yapmak isteyen insanlara dayatılan koşulların parlak kişilikleri dışlayıcı olması. Belki bir sebebi de, siyaset okullarında (siyaset bilimi bölümlerinde) ciddi gözükmek veya eski kafalı gözükmemek için özyönetimden değil yönetimden bahsetmenin daha iyi olduğunu ve ekonomik rasyonelliğin görüntülerine (yani diline) bürünmenin zorunlu olduğunu öğrenen bir politik sınıfın gelişiyle siyasi faaliyetin tanımının değişmiş olması. Kuzey-Güney ilişkilerini altüst eden ve etmeye devam edecek IMF dünya görüşünün dar kafalı, kısa vâdeli ekonomizmine kilitlenmiş bir halde, tüm bu yarım-akıllı iktisatçılar, kısa vâdede ve daha önemlisi uzun vâdede, ekonomik meşruiyete sahip Reelpolitiklerinin tek kesin sonucu olan maddi ve psikolojik biçareliğin gerçek bedellerini hesaba katmaktan âcizler: çocuk ve genç suçları, genel suç oranları, alkolizm, trafik kazaları, vs. Burada da, mâli denge meselesini saplantı haline getirmiş sağ el, sol elin sorunları hakkında hiçbir şey bilmiyor. Sol el ise, ‘bütçe kısıtlamalarının’ çoğu kez yüksek bedelleri olan toplumsal sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyor. Soru: Devletin eylemlerinin ve katkılarının üstüne kurulduğu değerler artık inandırıcı değil mi? PB: Bu değerleri hor gören ilk insanlar çoğu zaman onları kollaması beklenen insanlar. Ren Kongresi 7 ve af yasası 8 Sosyalistlerden, 10 yıllık anti-sosyalist kampanyalardan daha fazla effets d’annonce olarak orijinal metinde kullanılmış, bir bakanın siyasi eylemini önemli kararların hiç etkisi olmayan, şatafatlı beyanlarına indirgenmesi (Jack Lang buna örnek olarak verilir). [Jack Lang, 1930’lu ve 40’lı yıllarda eyalet valiliği yapmış Avustralyalı politikacı (Türkçe’ye çevirenin notu).] 7 Ren Kongresi (15-18 Mart 1990), Sosyalist Parti içindeki ana eğilimlerin liderleri arasında (Lionel Jospin, Laurent Fabius ve Michel Rocard) ateşli tartışmalara sahne olmuştu (İngilizce’ye çevirenin notu). 6
3
kredi götürdü. Ama 10 yıllık Sosyalist hükümet de, 1970’lerde liberalizm adına başlatılan, devlete inancın ve refah devletinin yok edilmesi sürecini tamamlamış oldu. Burada örnek olarak konut politikasını düşünüyorum. 9 Beyân edilen hedef, küçük burjuvaziyi kamuya ait konutlardan (dolayısıyla ‘kolektivizmden’) kurtarmak ve müstâkil bir eve veya bir apartman dairesine taşınmalarına yardımcı olmaktı. Aslında bir bakıma bu politikanın haddinden fazla başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçları, biraz önce bazı iktisadi yaklaşımların toplumsal bedelleri ile ilgili söylediklerimi doğruluyor. Bu politika toplumsal segregasyonun ve sonucunda ‘banlieue’lere’ 10 atfedilen sorunların en birincil sebebidir. Soru: Yani, eğer bir ideal tanımlamak istiyorsak, buna eyleme ve kamusal iyi fikrine dönüş diyebiliriz. Bu konuda herkesle aynı kanaatte değilsiniz. PB: Herkesin kanaati kimin kanaatidir ki? Gazetelerde yazan insanların, ‘asgari devleti’ savunan ve kamu kavramını ve kamusal çıkarı gömmekte acele eden insanların… Burada paylaşılan inancın, tartışmadan tamamen tartışılmaya değer fikirleri tasfiye edici etkisinin tipik bir örneğini görüyoruz. Devletin geri çekilmesine ve daha geniş anlamda ekonominin değerlerine teslimiyet için uygun ortam hazırlayan ‘yeni entelektüellerin’ çalışmalarının analizine ihtiyaç var. Aklımda şu ‘bireyciliğin dönüşü’ denen, refah devletinin felsefi temellerini ve (endüstriyel kazalara, hastalıklara veya yoksulluğa karşı) kolektif sorumluluk kavramını (ki, toplumsal ve sosyolojik düşüncenin temel bir başarısıdır bu kavram) ortadan kaldırmaya meyleden, bir tür kendi kendini doğrulayan kehânet diyebileceğimiz şey var. Bireye dönüş aynı zamanda, kendi talihsizliğinin tek sorumlusu ilân edilen ‘kurbanı suçlamayı’ ve ‘kendi işini kendin gör’ vaazının verilmesini de mümkün kılar. Tüm bunlar, durmaksızın tekrarlanan, şirketler için mâliyetlerin düşürülmesi ihtiyacı ile gerekçelendirilir. Kültürel sermayenin (Sovyet tipi rejimlerin öngörülmedik çöküşüyle güçlenen) küçük sahiplerini alarma geçiren simgesel bir devrim olan 1968 krizinin kışkırttığı geçmişe dönük panik tepkisi, kültürel restorasyona uygun koşullar hazırladı ve bu restorasyonun sonucunda ‘Sciences-Po düşüncesi’ 11 ‘Başkan Mao düşüncesi’nin yerini aldı. Bugün entelektüel dünya, ‘yeni entelektüeller’ üretme ve dayatma; böylelikle entelektüelin ve onun siyasi rolünün yeni bir tanımını; felsefenin ve bundan böyle teknik bir içeriği olmayan muğlak siyasi felsefe tartışmalarına dalacak filozofun yeni bir tanımını üretme ve dayatma; seçim geceleri için gazetecilik yorumlarına ve kamuoyu yoklamalarının eleştirel olmayan özetlerine indirgenmiş bir sosyal bilimi üretme ve dayatma hedefli bir mücadelenin alanı haline gelmiş durumda. Plato’nun bu insanlar için muhteşem bir kelimesi vardı: Doksozoflar. Bu ‘kendilerini bilge sanan kanaat teknisyenleri’ (kelimenin üçlü anlamını tercüme ediyorum) siyaset sorunlarını iş adamları, siyasetçiler ve siyaset gazetecileriyle (başka deyişle araştırma ısmarlayabilecek parası olan insanlarla) tamamen aynı terimlerle ele alırlar. Soru: Şimdi Plato’dan bahsettiniz. Sosyologun bu tavrı filozofunkine yakın mıdır?
Özellikle de Gaulle hükümetine karşı darbe girişiminde bulunan Cezayir’deki Fransız ordu generallerine yönelik af (İngilizce’ye çevirenin notu). 9 Bakınız: Bourdieu vd., ‘L’économie de la maison’, Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 81-2, Mar. 1990. [Bourdieu’nün konut politikalarıyla ilgili araştırmalarının derlendiği kitap 2005’te İngilizce yayımlandı: Social Structures of the Economy, Londra: Polity Press (Türkçe’ye çevirenin notu).] 10 Toplumsal olarak, “şehrin içindeki şehire” benzetilebilirler ama Fransa’da bu terim, şehir çeperindeki apartman komplekslerini işaretler (İngilizce’ye çevirenin notu). 11 Siyaset bilimi enstitüleri tarafından üretilip öğretilen şekliyle (‘Sciences-Po’), özellikle Paris’teki kurum (İngilizce’ye çevirenin notu). 8
4
PB: Sosyolog, filozofla aynı çizgide, doksozofa karşı olan kişidir; bariz gözüken şeyleri, özellikle kendilerini, gerek sosyologa ait, gerek başka insanlara ait sorular biçiminde sunan şeyleri sorgular. Bu sorgulama, doksozof için ciddi biçimde sarsıcıdır, çünkü o, Aristocu anlamıyla ortakyavanlıkların (Aristotle'ın kullandığı anlamda: insanların tartışmak için kullandıkları, ama hakkında tartışmayıp sustukları kavramlar ve tezler) bilinçdışı kabulünde içerilen bariz siyasi boyun eğmenin reddedilmesini bir politik önyargı olarak görür. Soru: Bir bakıma sosyologu filozof-kralın yerine koymuyor musunuz? PB: Her şeyden önce savunduğum, ilk işi doksozoflar tarafından istiflenen entelektüel doxa’yı eleştirmek olan eleştirel entelektüelin imkânı ve gerekliliğidir. Samimi muhalif ve eleştirel güçler olmadan samimi bir demokrasi de olmaz. Entelektüel, birinci dereceden, bu güçlerden biridir. Bu sebeple yaşayan veya ölü eleştirel entelektüeli (Marx, Nietzsche, Sartre, Foucault ve Pensée 68 12 etiketi altında toplanmış bazı diğer isimler) ortadan kaldırma çabasının, kamusal çıkarı ortadan kaldırmak kadar tehlikeli olduğunu düşünürüm. Zaten bu çaba da, aynı restorasyon sürecinin parçasıdır. Elbette ki tüm entelektüellerin, daima, taşıdıkları muazzam tarihsel sorumluluğa yaraşır biçimde yaşamalarını ve her zaman eylemlerinde sadece ahlaki otoritelerinin değil, aynı zamanda entelektüel kabiliyetlerinin de içerilmesini (tarihin kötüye kullanımı eleştirisinde tarihsel yöntemdeki tüm ustalığını işe koşan Pierre Vidal-Naquet örnek verilebilir 13) isterdim. Bunu söyledikten sonra, Karl Kraus’un kelimeleriyle, ‘iki şer arasından daha az kötüsünü seçmeyi reddediyorum’. 14 ‘Sorumsuz’ entelektüellerden zerre hoşlanmasam da, politik-idari müessesenin ‘entelektüellerine’ hiç saygım yok – bunlar yanardöner yalan makinesi gibi yazan, yıllık makalelerini iki yönetim kurulu toplantısı, üç yayıncı partisi ve sayısız televizyon programları arasında cilalayan kişilerdir. Soru: O zaman entelektüelleri nasıl bir rolde görmek istersiniz, özellikle Avrupa’nın inşasında? PB: Yazarların, sanatçıların, filozofların ve bilim insanlarının kamusal hayatın, ehli oldukları tüm alanlarında seslerini doğrudan duyurabilmelerini istiyorum. Bence entelektüel alanın mantığının, yani tartışma ve yanlışlamanın, kamusal alana doğru genişletilmesinden herkes kazançlı çıkar. Şu anda, entelektüel alana doğru yayılmış olan daha çok siyasi hayatın mantığıdır, yani kınama ve karalama, hasmın düşüncesini ‘sloganlaştırma’ ve çarpıtma. ‘Yaratıcılar’ kamu hizmeti ve bazen de kamusal kurtarma işlevlerini yerine getirebilirlerse, bu iyi bir şey olacak. Avrupa düzeyine doğru hareketlenmek daha yüksek dereceli bir evresenselleştirme seviyesine çıkmak demek, evrensel bir hale gidiş yolunda yeni bir aşamaya ulaşmak. Evrensellik entelektüel yaşamda bile ulaşmaktan çok uzak olduğumuz bir şey. Eski emperyal ulusların yaralı milliyetçiliklerinin yerine Avrupa-merkezciliği koyarsak kesinlikle bir şey kazanmış olmayacağız. Ondokuzuncu yüzyılın büyük ütopyaları artık tüm çarpıklıklarını açık ettiklerine göre, acil görevimiz, insanların bilinçlerini bulandırmadan iradelerini harekete geçirebilecek gerçekçi ülkülerin evrenini yeniden inşa edebilecek bir kolektif çaba için koşullar yaratmaktır.
Ferry ve Renaut, La Pensée 68’e gönderme (İngilizce’ye çevirenin notu). Vidal-Naquet, Les Juifs, la mémoire et le présent. 14 Burada tırnak içine alınan ifade, aslında Avusturyalı aykırı yazar Kraus’a ait değil. Daha doğrusu, Nazilerin yükselişi sırasında Avusturya diktatörü Engelbert Dollfuss’u “iki kötü arasında daha iyisi” olarak Hitler’e tercih ettiğini söyleyen, bu sebeple anti-faşist Avusturya solunun tepkisi çekmiş Kraus’un ikilemine gönderme yapıyor (Türkçe’ye çevirenin notu). 12 13
5