KİTAP DERGİSİ TEMMUZ 2016 SAYI: 115 FİYATI: 10TL
Diktatörlük var hukuk yok! FEYZİ ÇELİK
Yeni anayasa için
bilgi, yol ve hedef temizliği ibrahim kaboğlu
Halkın temsilinden uzak olan meclis ve araçsallaşan yargı kemal şahin
Aşiret, şeriat, anomali Maraş’ın hafızası Candan yıldız
Bir hayalet dolaşıyor sokaklarımızda
Fatsa’dan bugüne… Şöhret Baltaş
Madımak yalnızca bir yangın değildir Mehmet yeşiltepe
Fırat Aydınkaya
Bir hukuk ekolü olarak
Tahir Elçi Mürsel Ekici
ÇİLEM DOĞAN DAVASI
Kadınlar hayatlarına sahip çıkıyorlar! özlem çelik
Düzeninizi kadınlar yıkacak! Selin Nakıpoğlu
> MAKALE
Milliyetçilik çalışmalarının elifbası:
Ernest Gellner’in milliyetçilik kuramı
Ç
Merin Sever
ek asıllı İngiliz filozof ve sosyal antropolog Ernest Gellner, modernist ekol içerisindeki en önemli milliyetçilik kuramcılarından biri. 1925 yılında Paris’te doğan ve 1939’a dek Prag’da yaşayan Gellner, o dönemki adıyla Çekoslovakya’nın işgalinden sonra ailesiyle birlikte Londra’ya taşınır. Oxford Üniversitesi’nde politika, ekonomi ve felsefe dersleri alan Gellner’in
44 l Mesele Temmuz 2016
göçmen kökenleri ve İngiliz ekolü etkileri, sonraki çalışmalarında kendisini gösterecektir. Kendisi farklı üniversitelerde çalışmalar yapmış olsa da, en ünlü çalışmalarını LSE bünyesindeyken yayımlar. Siyaset felsefesi, linguistik ve antropoloji üzerine yaptığı çalışmalarının da sonraki dönemde yapacağı milliyetçilik çalışmalarına katkısı olduğunu söylemek mümkündür. Bir antropolog olarak Gellner, mil-
liyetçilik teorisinin içinde “kültür” ya da “toplumsal yapı” gibi antropolojik fenomenlere yer verir. Milliyetçilik, onun için basitçe “her bir milleti bir devletle eşlemeye çalışan bir fikir”dir. Her devletin tek bir milleti yönettiği ve her milletin tek bir devletin bayrağı altında toplandığı bir dünya, milliyetçiliğin hayali ve nihaî amacıdır. Bu bağlamda Gellner’in teorisinin öncelikle tekil milliyetçilik örnekleriyle ilgilenmediğini, bunun yerine işlevselci bir metodla milliyetçiliğin ne işe yaradığını araştırdığı, yani “büyük resme odaklanan” işlevselci bir teori olduğunu akılda tutmak gerekir. İkinci temel özellik olarak, Gellner’in milliyetçiliği sanayi toplumunun bir “yan ürünü”, modernleşme içerisinde ortaya çıkan bir olgu olarak kabul ettiğini belirtmek lazım gelir. Şu hâliyle milliyetçilik, Gellner’in -tıpkı Kedourie gibi- “yapay, yaratılmış
MAKALE unsurlar” olarak nitelediği milletleri yaratma yolunda bir araçtır; ancak o bunu aynı zamanda “tarihsel bir gereklilik” olarak gördüğünü belirtmekten de geri kalmaz. Ona göre milliyetçilik, ancak modern zamanların ihtiyaçlarının bir sonucu ve bu ihtiyaçlara verilen bir cevaptır, fakat milliyetçiliğin kendisi modernitenin yaratıcısı değildir. Comte’un ortaya koyduğu toplumsal gelişme çizgisi fikrini sürdüren Gellner, toplumları avcı-toplayıcı toplumlar, tarım toplumları ve endüstriyel toplumlar olarak üçe ayırır ve milliyetçilikle beraber ulusal toplumları da endüstriyel toplumlar sekmesine yerleştirir. Buna göre, endüstriyel toplumların ortaya çıkmadığı, yani tarım toplumunun hüküm sürdüğü dönemlerde (mesela Orta Çağ) ne milliyetçilik ne de millet fikri bugünkü manasıyla ortaya çıkmaya muktedirdir, çünkü bunun koşulları henüz kendini göstermemiştir. Gellner, teorisinde tam da bu ihtiyacı yaratan noktaya, yani toplumu derinden ve tamamen değiştiren bir dönüşüm sürecindeki kırılma noktasına ve bunun sonrasında yarattığı koşullara odaklanır. Bu analizi süresince de Gellner’in milliyetçiliği, Avrupa’dan başlayıp dünyanın uzak kıyılarına doğru yönelen “dalgalar” hâlinde gördüğü unutulmamalıdır. Gellner’e göre “yüksek kültür”e geçişte, yani tarım toplumundan endüstriyel topluma geçişte bir kırılma noktasının yer alması hem “doğal”, hem de “kaçınılmaz”dır. Burada, Gellner’in “yüksek kültür” ile neyi kastettiğini açıklamak gerekir: Standartlaşmış kurallara ve kullanıma sahip, örgün eğitim yoluyla toplumun üyelerine nüfuz etmiş, yerleşik yazılı dil, o toplumun yüksek kültürünü ifade eder. Bu yüksek kültür yoluyla toplumun üyelerine hem yurttaşlık bilinci aşılanır hem de her yurttaş birey, yeni tarzdaki fabrikaların birer çalışanı olabilmek için ihtiyaç duyduğu temel yetenek ve yeterliliği edinmiş olur.1 Burada belirtmek gerekir ki, John Breuilly Gellner’in bu fikrini eleştirir. Breuilly’ye göre yüksek kültür, herhangi bir meslek açısından önemli ve anlamlı bir teknik bilgi içermez, do-
Ernest Gellner
layısıyla emekçiler için böyle bir değeri yoktur. Yüksek kültür daha çok devlete yardım eder, çünkü devletin belli bir ortak kültürü paylaşan, birlikte hareket etmesi ve emir alması daha kolay bir yurttaşlar ordusu edinmesini sağlar.2 Ancak Breuilly bile bu eleştirisinde, yüksek kültürün bir yurttaşlık bilincine sahip olmayı kolaylaştırdığını kabul eder. Gellner ise yüksek kültürü daha çok endüstri ile ilişkilendirmeye devam edecektir. Ona göre, tüm bir emek piyasası, öncekine kıyasla homojenleşmiştir; nitekim endüstri toplumunda gereken de budur; tüm çalışanların birbirinin yerine kolayca geçebileceği, hiç kimsenin yokluğunun sistemi durdurmayacağı bir çalışma zinciri… Bu toplumda, kişilerin kalifiye olmayan işleri yapabilmesi artık daha kolaydır. Örgün eğitim yoluyla belli bir dereceye dek toplumun değerlerini kavramış, komutları anlayabilecek kadar dile hâkim, genel kültür ve davranış kalıplarını içselleştirmiş herhangi bir birey, içine girdiği iş ortamında kendisine gereken meslekî bilgileri öğrenerek pekâlâ görevlerini yerine getirebilmeye muktedirdir. Bu genel “yeterlilik” algısı topluma hâkimse, esasen herkes yeni görevlere, mesleklere, hatta statülere erişme hakkına sahiptir. Nitekim örgün eğitimin yarattığı bu yüksek kültüre sahip bireylerden oluşan toplum gerçeği, “sınıf”ı yıkmasa
<
da, eski çağların yerleşik kategorilerden (yahut “kastlar”dan, “tabakalar”dan) müteşekkil toplum formunu tamamen yıkmıştır. Bu yeni çağda bireyleri tek bir kimlikle tanımlamak öncekinden de zordur, çünkü artık kimlikler hızla değişebilmektedir. Bir tüccar “elbise soylusu”na dönüşebilir; bir parya kendini yurttaşlığa kabul edilmiş bulabilir; ayrıca bu toplumsal kimlikleri dışında, bireylerin birden fazla kimliğe dâhil olmakta daha az sıkıntı çekmeleri de olasıdır. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, en azından teoride, bu yeni dünya daha “eşitlikçi”dir ve yurttaşlık meselesi bunun sadece bir yüzüdür. Örgün eğitimin düzenleyeni olarak devlet, fırsat eşitliğini yaratmakta ve tüm yurttaşların bundan faydalanmasını sağlamakta birinci dereceden görevlidir. Kültürün koruyucusu olan devlet, kültür yoluyla bireyleri yurttaş kılar; artık yurttaşlık bireylerin aileleri, soyları yahut mal sahibi olmaları sayesinde edindikleri bir ayrıcalık değildir. Prensip olarak toplumun her bireyi modern devletin birer yurttaşıdır, ancak mesele “millet” olunca, modern devletin de açmazlara girdiği görülür. Milliyetçilik her ne kadar her etnik sınırı bir devlet sınırıyla eşitlemeyi önerse ve arzulasa da, gerçekte bunun olduğu devlet yok denecek kadar az olmuştur (günümüzde ise yoktur denebilir). Ancak tüm bu gerçekliğe rağmen, bir tür “milliyetçi illüzyon” ile, sanki her devlet tek bir milletten mürekkepmiş gibi algılanabilir. “Devlet”in bir “millet”e eşitmiş gibi algılanması yüzünden, her vatandaş o tek, biricik milletten doğan bir fert olarak görülür ya da görülmek istenir. Gellner’e göre, devletlerin kuruluşunu takip eden yıllarda ortaya çıkan pek çok karışıklığın ve kavganın sebebi budur. Gellner, tam bu noktada milletlerin “doğası”nı masaya yatırır: Ona göre milletler ne ezelidir, ne de ebedi… Onlar ancak birer tarihî ihtiyacın sonucu, sanayi toplumunun birer meyvesidir. Ancak buradan bağlandıkları bir başka nokta vardır: Eğer sanayileşen her toplumda, sanayi toplumunun ihtiyaçlarına cevaben doğan bir millet varsa, o halMesele Temmuz 2016 l 45
> MAKALE de millet olgusunun “evrensel” olduğu, yani sanayileşen her toplumda ortaya çıkacağı söylenebilir mi? Gellner’in modeli düşünüldüğünde, bu sorunun cevabının “evet” olması gerekir. Gellner, Carr’ın “zaman kuşağı” fikrini alır ve bunu bir anlam dönüşümüyle kendi teorisine adapte eder.3 Özünde Carr, “zaman kuşağı” fikrini milliyetçiliğin dört dönemini açıklamak için kullanıyordu. Carr’a göre milliyetçilikler 1789’dan 1815’e dek birinci dönem, 1815-1914 (ya da 1918) arası ikinci dönem, 1945’e dek üçüncü dönem ve 1945 sonrası dördüncü dönem milliyetçilikler olarak bölümlenebilirdi.4 Gellner ise bu dönemleri milliyetçiliğin 3. dünya ülkelerine yönelen dalgaları olarak ele alır, ama bunun aynı zamanda sanayileşmeyle eşzamanlı olarak geliştiğini düşünür. Ona göre farklı toplumlar, siyasî olduğu kadar endüstriyel anlamda da farklı zaman dilimlerinde yaşarlar. A toplumu, üçüncü seviye diyebileceğimiz endüstri toplumu seviyesine “ulaşmışken”, B toplumu hâlen tarım toplumu seviyesinde yaşıyor olabilir. Ancak Gellner, B toplumu sanayileşmeye başladığı zaman, onun da milliyetçilik dalgasına katılacağını düşünür. Kısaca Gellner’e göre sanayileşen her toplum milliyetçi olmak ve millet kurmak ihtiyacında olacağına göre, ne zaman sanayileşmeye başlayacağına bağlı olma meselesi sabit kalmak üzere, her toplumun milliyetçiliğe eklemlenmesi yalnızca bir zaman meselesidir. İlk soru ise hâlâ cevapsızdır; “Millet olgusu ve milliyetçilik evrensel midir?” Yine Gellner’in teorisine göre, gerekli şartlara ulaşabildiyse her toplumun sanayileşeceği (sanayileşmeyi “isteyeceği”) varsayıldığına göre, bu durumda her toplumun milliyetçiliğe dâhil olacağı öne sürülebilir. Dolayısıyla böylece millet fikri ve milliyetçilik hareketi de “evrensel” olur. Gellner’in “dalgalar” benzetmesi ve gerekli imkânları haiz olan her toplumun sanayileşmeyi seçeceğini/isteyeceğini varsayması çokça eleştirilmiş olsa ve bu iddiaların aksini gösteren istisnalar bulunsa da, tarihî gelişmeler ışığında “sanayileşme ve milliyetçiliğin el ele gitmesi” hususun-
46 l Mesele Temmuz 2016
da Gellner’in haklı çıktığı görülür. Elbette bu konuda başka sorular da ortaya atılabilir. Örneğin her toplum sanayileşmek zorunda mıdır? Bir toplum sanayileşme olmaksızın, hatta sanayileşme olgusunun tamamen dışında hayal edilemez mi? Bunlar uzun uzadıya tartışılabilecek, ancak sınırları oldukça geniş sorulardır, ama en azından milliyetçilik bazında ele almak gerekirse, Gellner’in teorisinde milliyetçilik olgusu sanayi toplumlarına içkin bir fenomen olarak ele alındığı için, Gellner’in teorisinin bu sorulara olumsuz bir yanıt verdiği söylenebilir. Çünkü Gellner’e göre “doğası anlaşıldığında her toplum sanayileşmeye ulaşabilir”5; dolayısıyla bu cümleden zımnî olarak “sanayileşmemiş toplumlar henüz onun doğasını kavrayamamış olanlardır, eğer kavrayabilmiş olsalardı sanayileşirlerdi” anlamını çıkarmak mümkündür. Yine bu mantığa göre, birinci milliyetçilik dalgası ülkeleri sanayileşmenin doğasını ilk kavrayan ülkeler olmuş, diğer ülkeler de onları izlemişlerdir. Ancak her halükârda tüm toplumlar sanayileşmenin “yan etkileriyle” yüz yüze gelecektir ve bu kaçınılmazdır: “Gellner, ulusların ve ulusçuluğun doğal olmadığını çünkü bunların insanlık durumunun kalıcı özellikleri olmadığını, sanayileşme ile ortaya çıktıklarını ısrarla belirtiyor. Keyfi, yani rastlantısal ya da önü alınabilecek olgular da değildirler; sanayileşme ile yakın hatta zorunlu bir bağlantıları vardır. Gerçekten de, işte bu, ulusları ve ulusçuluğu sanayi toplumu üyelerinin gözünde doğal kılıyor ve ulusçuluğa gücünü bu ‘doğallık’ veriyor.”6 Sanayileşme ve milliyetçilik arasındaki bu bağın açıklanmasından sonra sıra, “Nasıl?” sorusunun aydınlatılmasına gelir, bu ikisi arasındaki bağ nasıl işler? Gellner burada “yapı” ve “kültür” terimlerini kullanır. Yapı, insanların oynadığı farklı rollere ve bu roller arasındaki ilişkiye atıf yapar. Sanayi toplumlarının ortaya çıkışından önce, yüz yüze
ilişkilerin hâkim olduğu, herkesin birbirini tanıdığı küçük cemaatler halinde yaşam yaygındı. Bu cemaatlerde herkesin rolü belliydi ve bu roller yerleşikti. Aslında, insanların birbirlerini “bilmesini” sağlayan, birbirlerini tanıdıklarını düşündürten şey de bu rollerdi. Roller sayesinde herkes birbirinin toplum içindeki ve diğerlerine karşı olan pozisyonunu biliyor, kendi davranışlarını da buna göre düzenliyordu. Eğer bu roller toplumdan silinecek olsaydı, ortada kalan, kimsenin birbirine karşı nasıl davranacağını bilemediği, yani aslında kimsenin diğerini “bilmediği” bir toplum olurdu. Gerçekte herkes mevcut yapı içerisinde kendisine biçilen role göre yaşıyor ve diğerlerini de kafasında onların rollerine göre oturtuyordu. Yapının içindeki tanımlayıcı elementler değiştirildiğinde yapı da değişmiş oluyordu. Sanayi toplumuna geçişte tarım toplumuna olan tam da buydu; tanımlayıcı parametreler değiştiğinde toplumun yapısı da değişmişti. Bu kemikleşmiş rollerden müteşekkil yapıyla yaşayan tarım toplumunda milliyetçilik hiçbir şekilde ortaya çıkamazdı. Baskın kimlikler (özellikle de savaşçı elit kesim ve ruhban sınıfı) toplumun tabakalar halinde bölünmüş yapısını destekliyorlardı; hiyerarşi fikri eşitliğe karşı daima öne çıkıyordu; Avrupa’da görülen bu durumun benzeri Asya ülkelerinde de Konfüçyusçu düşünce yoluyla aynen hüküm sürmekteydi. Hareketsiz tarımsal topluluklar ne daha üst tabakalarla (dikey şekilde), ne de diğer tarımsal topluluklarla (yatay şekilde) iletişim kurma şansına sahiplerdi. Ancak burada işaret edilmesi gereken yalnızca iletişim yoksunluğu değil, aynı zamanda ortak bir kültürün de yokluğudur.7 Eğer köylü grupları, genel manada yönetici kesimle kıyaslanacak olursa fark daha da açığa çıkar: Merkezin ve çevrenin kültürleri farklıdır. Politik merkezle kültür çakışmaz. “Kültür” daha ziyade lokaldir ve yapının kendisini (ve yapı içerisindeki rolleri) güçlendirdiği için anlamlıdır, ama politik merkez bu yerel kültürlerle hiçbir şekilde ilgilenmez. Devlet, ancak
MAKALE modern devlet oluşuyla birlikte kültürün koruyucusu haline gelmiştir, çünkü bunun yurttaş orduları meselesiyle yakından ilişkisi vardır. Sanayileşmenin bir sonucu olarak devletin özel sektöre hammadde ve pazar bulma ihtiyacı artmıştır; bu da ordulara olan ihtiyacı artırmıştır. Merkezî bir eğitim sistemi, homojenize bir toplumu ve bunun da ötesinde, homojen yurttaşlardan oluşan düzenli orduları sağladığı için devletin temel uğraşlarından biri haline gelmiştir. Merkezî eğitim örgütlenmesi arttıkça ve ortak kültüre sahip eğitimli birey sayısı yükseldikçe devletlerin daha güçlü ordulara sahip olması, bunun şaşırtıcı olmayan bir sonucudur. Gellner’in “yüksek kültür” dediği şey, bu orduların çimentosudur. Kültürlerin “yüksek kültür” ve “folk kültürü” olarak ayrılması da aslında devletin iktidarının bir sonucudur. Devlet tarafından seçilenler bir bahçe gülü gibi özen görür –ve elbette bazen de budanırken-, diğer kültürler vahşi bitkiler olarak kalacaklardır.8 Hangi kültürlerin desteklenip standartlaşması için çaba harcanacağına ve hangilerinin asimile edileceğine karar veren devlet, bu anlamda bir güç kavgasına ve elit kesimlerin yönlendirmelerine sahne olur. Devletlerin kendilerine “yüksek kültür” olarak hangi kültürü, ne zaman seçtiklerine bağlı olarak da bazı milletler diğerlerinden “daha üstün” hale gelir. Örneğin Gellner’e göre, bazı milletler zaten yüksek kültüre sahiplerdi ve kendi devletlerinin içinden yükseldiler; İngiltere, Fransa ya da İspanya gibi… Bunlar aynı zamanda ilk zaman diliminin “ürün”leriydiler. Onları ilk zaman diliminin meyvesi yapan şey, açıkça kendi yüksek kültürleriydi. İtalya ve Almanya’nın ikinci zaman diliminin ürünleri olması ise ancak o zamanda yüksek kültürlerini siyasî irade altında birleştirebilmelerinden dolayıydı. Yani, bu devletlerin seçilmiş ve yerleşmiş birer yüksek kültürü zaten vardı; tek ihtiyaçları olan, bu kültürün koruyucusu olacak bir devletti yahut yeni biçimiyle söylenecek olursa, bir “ulus-devlet”ti. Üçüncü zaman dilimi (yahut dalga-
sı) ise folk kültürlerin yüksek kültüre dönüştürülme mücadelesine şahitlik etti. Avusturya-Macaristan, Rusya ya da Osmanlı İmparatorlukları içerisinde bunu başarabilenler, “yeni milletler” olarak tarih sahnesine çıktılar. Bu “bölücü milliyetçilik”ten doğan milletler elbette bu milletlerarası hiyerarşide onların “altında” yer alıyorlardı, çünkü halihazırda bir yüksek kültürle doğmuyorlardı; bazı alt grupların kendi kültürlerini –çoğunlukla dilleri vasıtasıyla- millî kültüre dönüştürmelerinden doğmuşlardı. Çek millî hareketi, entelijansiyanın dil yoluyla bir yüksek kültür yaratması örneğinin en bilinenlerinden biridir. Avrupa’nın bu şekilde milliyetçilik tarafından fethedilmesinden sonra sıra diğer ülkelere, başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere Asya ve Afrika ülkelerine geldi. Gellner bu son dalgayı kendi içinde ikiye ayırıyor: 1950-60’ların anti-kolonyal hareketi ve SSCB’nin yıkılışından sonra 1990’larda Doğu Avrupa’nın yeniden şekillenmesi. Gellner’in Carr’dan adapte ederek kullandığı “zaman kuşağı” teorisi, her toplumun kendi zamanı olduğu ve kendi zamanı içinde yaşadığını vurgulamak açısından anlamlı olsa da, bazı milletleri diğerlerine göre öncelikli göstermesi açısından sıkıntılıdır; hatta yer yer Gellner’in -tıpkı özcüler gibi- bazı milletleri “doğal” gördüğü fikrine bile yol açabilir. Ayrıca, bazı ülkelerin kendi içinden yükselen milletleri vurgulaması, Gellner’i oldukça Avrupa-merkezci bir konumda bırakır. Ancak öte yandan, Gellner buna özel bir önem atfetmediğini kendi yapmış olduğu “göbek deliği” analojisiyle açıklar: Bir bebeğin göbek deliğinin olması, onun göbek kordonuyla beslendiğine, yani bir anneye bağlı olduğuna ve ondan doğduğuna dalalet eder. Bazı milletler de, tıpkı bir göbek deliğine sahiplermişçesine, bazı “modern-öncesi tarihî köklere” sahip olduklarını iddia edebilirler, fakat bunun aslında sonucu etkileyen hiçbir noktası yoktur: Eğer bir milliyetçi hareket tarihî köklere sahip olduğuna inanıyorsa inanıyordur; o köklere gerçekten sahip olup olmamaları (kendileri dahil)
<
kimsenin umurunda değildir. İnanç, olmayan bir göbek deliğini varmış gibi gösterebilir ve buna herkesi inandırabilir. Önemli olan, bu inancın bulunmasıdır. Bu sebeple, İngiltere yahut Fransa örneğinde gerçekten tarihî millî köklerin olup olmaması onları diğer milletlerin üstüne çıkarmayacaktır; önemli olan onların ilk sanayileşmiş yüksek kültürler oluşlarıdır. “Bazı ulusların göbek çukuru vardır, bazıları bunları sonradan edinir, bazılarına da yapıştırılır. Gerçekten göbekten çukuru olanlar büyük olasılıkla çok azdır, zaten bunun da pek önemi yoktur. Önemli olan, modernliğin göbek çukuruna sahip olmayı gerekli kılmasıdır.”9 Esasen bu noktada, bazı iktisat tarihçilerinin İngiliz Sanayileşmesi sonrası her sanayileşme tecrübesini “yapay” saydıklarını söylemek gerekir. Aslında Gellner de bu anlamda biricik “orijinal” örneğin İngiltere örneği olduğunu, diğer tüm örneklerin başka başka tecrübeler olduğunu kabul eder, ancak bu biricik örneği sanayileşme ve modernleşmeyi daha iyi anlamak amacıyla tekrarlayıp gözlemlemek mümkün değildir. Dolayısıyla, bu biriciklik üzerinde durmak fazla bir şey kazandırmayacaktır; daha ileri araştırmalar yapmak için ise bazı farklılıkları elimine ederek ortak noktalar üzerinde durmak, modeller yaratmak daha akıllıca olacaktır. Bunun işlevselci bir tutum olduğu açıktır, ama zaten Gellner de işlevselciliğin erdemlerine inandığını söyler.10 John Breuilly de Gellner’in işlevselci tutumunu anladığını belirtse de, onun yalnız majör noktalara odaklanan teorisine ve “Sanayileşme milletleri yaratır,” argümanına rağmen bu “biricik, orijinal ve doğal” sanayileşme örneğinin bildiğimiz anlamda bir milliyetçilik yaratmamış olmasına dikkat çeker. İngiltere örneğine göre, milliyetçilik sanayileşmenin bir fonksiyonu değil, sosyal değişimin bir aracıdır. Doğal bir süreç olarak, sanayileşme bir yüksek kültür yaratır ve bu kültürü topluma yayarak Mesele Temmuz 2016 l 47
> MAKALE onu homojenleştirir. Sanayileşme bu yönüyle standartlaşan kültürün merkezî durumunu yansıtır. Bu, birinci opsiyondur. İkinci bir opsiyona göre ise sanayileşme milliyetçi elitler tarafından yürütülen bir proje olabilir. Milliyetçilik, bu sanayileşme atılımı içerisinde, sanayi toplumunun ihtiyaçlarını karşılayacak bir toplum yaratılması sürecini hızlandıracak şekilde seçkinler tarafından “doğal olmayan” bir şekilde desteklenebilir veya yayılımı hızlandırılabilir.11 Bu, milliyetçiliği merkeze alan bir devletsel tutumdur ve örneklerini görmek mümkündür. Ancak bu “karşılıklılık” ilişkisinden ziyade, Gellner birinci tipteki milliyetçilik üzerinde durur.12 Gellner’in daha çok tek bir tip üzerinde durması ve savlarının dışında, hatta karşısında başka örneklerin olması Gellner’in teorisini tümüyle çürütmez; teorisi hâlâ modernleşme, sanayileşme ve milliyetçilik arasındaki ilişkilerin bir yönünü açıklamak için çok elverişlidir. Ancak bunların arasında öyle çok bağlantı vardır ki, tüm bu bağları tek bir teoriyle açıklamak mümkün değildir; kaldı ki “tek bir milliyetçilik”ten de söz edilemez. Bu teori, milliyetçiliğin yüzlerinden birini, bir açıdan açıklar. Bu yüzden Breuilly’nin bazı eleştirilerini kabul etmek gerekir: “Açıkça görülüyor ki daha az gelişmiş ülkelerde ulusçular neyin eksik olduğunu net bir şekilde kavramış bulunuyor: düzgün yaşam koşulları, yokluk ve baskıdan kurtulma ve modern dünyada bağımsız hareket etme gücü. Seçkinler kadar birçok başka insan için de sanayileşmenin en acil ihtiyaç olduğu oldukça anlaşılabilirdir. Geç sanayileşmenin birçok örneğini (Japonya’nın, Singapur’un, Malezya’nın ve zamanımızın Hindistanı’nın ve Çini’ninki gibi Asya ekonomilerini), sıklıkla ulusçu amaçlarla belirlenmiş bu bilinçli ve açık projeyi hesaba katmadan anlamak zordur.”13 Gellner için yapılacak bir başka eleştiri de Avrupa-merkezci bakış açısıdır.
48 l Mesele Temmuz 2016
Aslında bu eleştiri yalnız ona yönelik değildir; birçok Avrupalı milliyetçilik uzmanının verdiği örnekler Avrupa milliyetçilik tarihi üzerinden gider ve diğer ülkeler için anlamsız kalır. Bu yüzden, mesela Gellner’in Carr’dan yaptığı bu alıntı Avrupa için anlamlıyken, düşüncelerinin başka ülkelere uyarlanması esnasında bir anlam ifade etmez. “(…) aydınlanmanın kozmopolitanlığı, yerini romantik hareketin milliyetçiliğine bırakmıştı. Millet, yeni ve popular anlamıyla varlık bulmuştu. Uluslararası ilişkileri yönlendiren şey monarkların kişisel çıkarları, arzuları ve heyecanları değil, milletin kolektif çıkarları, arzuları ve heyecanları olmuştu.”14 Kenneth Minogue ise özel olarak Gellner’in sanayileşme ile milliyetçilik arasında kurduğu ilişkiyi eleştirir. Minogue’a göre bazı durumlarda “milliyetçilik sanayileşmeyi önceler”, tıpkı Yunan ya da Gal milliyetçilikleri gibi…15 Ayrıca, milliyetçiliğin sanayi toplumunun bir “gerek şartı” olmadığı gibi, milliyetçilik de sanayileşme için yeter şart değildir. Yani Minogue, her iki yönden de milliyetçilik ile sanayileşme arasında zorunlu bir ilişki olmadığını iddia eder.16 Tekil örnekler göz önüne alındığında Minogue’un haklı olduğu açıktır, ancak bu durum, geri kalan birçok örnek için sanayileşme ile milliyetçilik arasında kuvvetli bir ilişki olduğu gerçeğini değiştirmez. Gellner’in teorisi bir grand teori olarak daha en başından eleştiriyi mutlak kılan bazı kusurlara sahip olsa da, milliyetçiliğin ne işe yaradığını çözmek açısından elverişli bir zemin olma özelliğini koruması bakımından önemlidir. Gelen eleştirilerin çoğu, teoriyle uyuşmayan tekil örnekleri betimler, ancak Gellner’in zaten tekil örneklere uygunluk gibi bir iddiası yoktur. Bununla birlikte, onun Avrupa-merkezci bakış açısına sahip olması, işlevselci oluşu ve seçkinlerin rolünü azımsaması yönünden gelen eleştiriler daha somut ve geçerlidir, çünkü aynı zamanda bu teorinin hangi
yönde geliştirilmeye ihtiyaç duyduğunu da gösterirler. Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ve sanayileşmenin yayılmasıyla dünyaya yayılımı artan bir akım olarak milliyetçilik, gerçekten de Nairn’in söylediği gibi hem gerici hem ilerici bir akımdır, bir “Janus”tur; ayrıca Breuilly’nin belirttiği gibi, milliyetçiliğin sanayileşmek isteyen ülkeler için “umut verici” bir karakteri de vardır. Şu halde, gerek evvelce millileşmiş Avrupa devletlerini anlamak gerekse sanayileşmiş bir ülke olma hayali taşıyan diğer ülkelerin milliyetçiliğe neden bu kadar sıkı tutunduklarını kavramak için Gellner’in teorisi hâlâ “milliyetçiliğin elifbası” mahiyetiyle okunmayı gerektiriyor. r 1 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayın, İstanbul, 2006, s. 117-116. 2 “Sunuş”, John Breuilly, a.g.e., s. 44. 3 Ernest Gellner, “Milliyetçilik ve Milletlerarası Düzen”, Milliyetçiliğe Bakmak, İstanbul, İletişim, 2009, s. 42-58. 4 Edward H. Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İstanbul, İletişim, 2007, s. 13-51. 5 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, a.g.e., s. 42. 6 John Breuilly, a.g.e., s. 29. 7 Gellner’i eleştiren ve modernist teoriyi tamamlayıcı görüşler öne süren Anderson’ın Gellner’le karşılaştırmalı olarak okunması, milliyetçilik ile kültür ve iletişim arasındaki ilişkinin muhtevasının anlaşılması bakımından çok önemlidir. 8 Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Ankara, Doğu-Batı Yay., 2011, s. 167. 9 A.g.e., s. 62. 10 Ernest Gellner, “Zeno of Cracow”, Culture, Identity and Politics, Cambridge Üniversitesi Yayınları, Cambridge, 1987, s. 47-74. 11 Dobb ve Sweezy’nin kapitalizme geçiş tartışmaları bağlamında yazılan makaleler bize bu tarz örnekleri de sunar; bilhassa Takahashi’nin “Tartışmaya Bir Katkı” başlıklı makalesi Almanya ve Japonya’nın seçkinler tarafından “doğal olmayan” biçimde desteklenen millî sanayileşme sürecine dair çok önemli tespitler ortaya koyar. Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, Metis, İstanbul, 1984. 12 John Breuilly, “Sunuş”, a.g.e., s. 47-51. 13 A.g.e, s. 49. 14 Ernest Gellner, Milliyetçiliğe Bakmak, a.g.e., s. 56. 15 Kenneth Minogue, “Ernest Gellner and the Danger of Theorising Nationalism”, The Social Philosophy of Ernest Gellner, ed. John A. Hall, Ian Jarvie, Amsterdam, Rodopi, 1996, s. 119 16 A.g.e, s. 121.