ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEKTŪBÂT-I HÂLİD’İN TAM METNİ Bu bölümde Mektûbât’ın tam metnini transkribe edeceğiz. Eserde yer alan mektup numaralarını alt başlıklar halinde sunduk. Bazı mektup numaralarında müellif mektubuna başlık koymuş, biz o başlığı da yazarak takdim edeceğiz. Varak numaralarını metinde parantez içerisinde göstermeye çalıştık. Metinde düzgün okuyamadığımız kelimeleri yanlış telaffuz etmek yerine boş bıraktık.
Mektup 1: 1 Receb 1339 (1) Hâdim Tarîkat-ı Aliye-î Nakşibendi Üveysi Kâdızâde Şeyh Hâlid Sivasî Bismillahirrahmenirrahim Elhamdü’lillâhi rabbil âlemin. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âlihî ve ashâbihi ecmâin. Emma ba’d, Ey sâlik hak hakikat huzû’ ve huşû’ ve niyaz ve şikesteliktir. Bu mânâyı gönülde, Hak Sübhânehü ve Teâla’nın azâmeti şuhûdundan zâhir ve hüveydâ olur. Ve buncaleyn saadetin husûlü imân ve muhabbete mevkuttur. Ve muhabbetin zuhûru, Seyyîdü’l Evvelin ve’l Ahirîn Aleyhimûsselât Efendimize mûtâbaatta mevkuftur.Ve mütâbaat dahi tarik-i mütâbaati bilmeye mevkuftur. Pes bi’l-mazmûr ulüm-u dinîniyye vârisleri olan ulemâya bu gazardan dolayı mûlâzemet eylemek lâzımdır. Ve şol ulemâ ki, ilmi vesile-i maâş-ı dünyevi ve sebeb-i husûl-i câh eylemiştir. Ânların mülazemetlerinden baîd olmak gerektir. Ve şol dervişler ki, her neye olursa bila tereddüd alırlar, verirler.Onların sohbetlerinden perhiz eylemek lâzımdır. Ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât mezhebinin noksan akideye sebep olan tevhid ve maarif istimâ’ından kaçmak gerektir. Ve tahsil-i ulûm-u Muhammediyye Sallalahû Teâla Aleyhiveselem Hazretlerine mûtâbaata meşrut olan maarif-i hakikiye zuhûrundan ötürü etmek gerektir.
121
Mektup 2: 27 Receb-i Şerif 1339 “Feeynemâ tevellev fesûmme vech’ullah” âyet-i kerimesi musâdakınca Hak Sûbhânehû ve Teâla her yerde hâzır iken, Ka’be-i Mükerremeye teveccûh etmeksizin salâtın kabûl olmadığının hikmeti budur ki, âb-u kil, âb-u kilden olan Ka’beye teveccüh etmeyince cân ve dil dahi, can ve dil Kabesine teveccüh etmiş olmaz. Zîra insan suret-i muayyinesi ve rûh-ı hayvânisi cihetle……….cihettir. Ammâ hakikatte cihet âlemden bîrûndur. Bu sebeple mübtelây-ı cîhet, cîhete teveccüh etmeyince bî-cihet, bî-cihete teveccüh etmiş olmaz. Îmdi bu mecâzen gönül dedikleri et parçası dahi hakikatte dilin nişânesi ve o genç bî-pâyânın vîrânesidir. Bu mecaza teveccûh ile ki hakikate yol bulasın ve bu harften ……..gibi ilm-i ledünniyle âlim olasın. Ves-sâlam “.
Mektup 3: 10 Şaban 1339 Bismillâhi et-tevfik ni’mel mevlâ ve nî’mel rafik. Ammâ ba’d ey ihvân tarikat-ı aliyede tâlîb-i hak olan îhvâna evvelen lâzım olan, imân ve muhabbet ve sebâttır. Ve bu da her bir salikin sûlûk eylediği tarîkat-ı âliyeyi bilmek ve bilenlerden öğrenmek, ona göre baş ve can ve malından ziyâde muhebbet edip ve bu muhabbette sebat ederek,adâb ve usûl-ü tarikata ve aldığı evrâd ve ezkâra ve ekallen haftada ikişer saat olsa şeyhinin sohbet ve huzurunda bulunup ve aldığı emri mûcibince hareket eylemek lazımdır. Ve evvelâ malumunuz olsun ki bu tarikatta Kûlahizâde Es-Seyyîd Hacı Mahmûd Efendi nihâyet pîrdir. Aslı Kayserilidir.Evveliyede de seyyidû’l-vakt ve yegâne-i meşâyih olmuştur. Üveysidir. Esrâr-ı tarîkatı ruhâniyyeten Hâce-i Kâinat ve Mefhar-ı Mevcudât Sallallahû Teâla aleyhi ve selem ve Hazret-i Hızır Aleyisselam, ve ruhâniyyet-i Muhammed Bahâuddin Şah-ı Nakşibendi Üveysi’l Buhârî Hazretlerinden almıştır. Şeyh-i tarikat Şeyh Feridûddin Attâr Kaddesallahû sırrahû buyurmuştur ki “Evliyâullahtan bir kavim vardır ki onlara meşâyih-i tarikat ve kübrâ-yı üveysilerdir. Ve onların zâhirde pîre ihtiyaçları olmamıştır. Onları Hazret-i risâlet sallallahü Teâla aleyhi ve selem efendimiz mecrâ-i inayetlerinde bilâ vasıta terbiye eylemiştir. Nitekim Veysel Karâni radiyallahû Teâla anh hazretlerini bilâvîsıta terbiye eylediği gibi.Bu bir makam-ı azim-i âlîdir ki bu mertebe-i dâmme
122
bir zâta müyesser olmaz. “Zalike fadlullahî yûvtîhî men yeşa”. Ve yine evliyaullahtan bazıları, kim Ûveysi olan zâta tâbîlerdir. Tâliblerden bazılarını ruhâniyyetle terbiye ederler. Ve onların zâhirde pîri olmaz. Ve bu cemaât dahi üveysiye dahildir. Nitekim şeyh ………… Şeyh Ebu’l Kasım Gürgani Tûsi kaddese sırruhu silsile-i âliyemizde dâhildir. (2) Şeyh Ebu Saîd ve Ebu’l Hayr ve Ebu’l Hasanü’l-Harakanî tabakasındandır kaddese Allah ervâhehûm. İbtidây-ı sülukunda zikri ale’d-devam Ûveysi idi. Bu silsilede Ûveysilik Hazreti Beyazid-i Bistâmi Hazretlerinde vâki’ olmuştur ki, irşâdı Îmâm Câfer hazretlerinin ruhaniyyetlerinden ve Ebu’l Hasani’l-Harâkani hazretlerine Ebu Beyazîd-i Bistâmi hazretlerinin ve Ebu’l Kâsım Gürgani Tûsî hazretlerine Veysel Karanî hazretlerinin ve Abdûlhâlik Gücdüvâni hazretlerine Hazreti Hızır Aleyhisselam vâsıtasıyla ve ruhâniyet-i risâlet sallallahû teâla aleyhi ve selam hazretlerinin ve Muhammed
Bahauddin
Nakşibendi
hazretlerine
ruhâniyyet
Abdülhâlik
Gücdüvâni hazretlerinin Hâcı Mahmud Efendimiz hazretlerine Hazreti Hızır aleyhisselam ve ruhâniyyet-i Bahâuddin Nakşibendi ve Cenâb-ı risâlet-penah sallalahû tealâ aleyhi vesellem hazretlerinden ahz-ı tarikat ve onların emr-i şerifleriyle irşad-ı sâlikâne kıyâm eylemişdir. Hâcı Mahmud Efendimiz, Ahmed Behçeti hazretlerini ve o Mustafa Ârif ve o da Mustafa Münib ve o da Ahmed Nûri ve o da Muhammed Sâdık Bâba hazretlerini yerlerine kâim eylemişlerdir. Bunların her birisi bu tarîkat-ı âliyede pîr makamına kuûd eyleyip diğer meşâyih ve halifeler bunlara tâbi’ olmuştur. Hazreti Muhammed Sadık Baba hazretleri de bu acizlerine kerem ve înâyet edip makamlarına kâim eylemiştir. İşte bu cümle malûmunuz olduktan sonra, malumunuz olsun ki mûrşîd erbâb-ı tarikat ve kâşifûl esrâr-ı hakikat câmiû’l ulûm-u zahiriye ve’l bâtıniyye Hâce Muhammed bin Muhammed Mahmud Hafiz-ûl Buharî eş-Şehir Hâce Muhammed Pârsa KaddesAllahü el-Azîz, Kitab-ı Fasl-ı hitâbında buyurmuştur ki, Şeyh Alâuddevlet Valideyn Ahmed bin Muhammed Es-Sehânî Kaddese sırruhû bi tarîkû’l vâkıa âlem-i ğâibde bir silsile-i müctemia yani bir güruhu merdum müşâhede eyledim. Benim nefsim onlara meyleyledi selâm verdim. Hüsn-ü cevap ile selamımı aldılar. Keramet ve lûtuf ile bana merhaba dediler. Ben onların hüsn-ü makallerinden ve sıhhat hallerinden taaccüp ettim. Nisbetlerinden teftiş eyledim. Nisbetimiz sufiyyedir ve tabakâtımız yedidir. Tabakat’ûl tâlîbin ve tabakâtü’l müridin ve
123
tabakâtü”s sâlikin ve tabakatû s- sâirin ve tabakât ül tâirin ve tabakât ûl vâsılin ve’l kutup buyurdular. Müfessirin-i izâmdan İsmâîl Kâdı kaddese sırruhu hazretleri Kîtâb’ûl hîtâbında buyurmuştur ki; sohbet üç türlüdür.Biri sohbet-i cismaniyedir ki efvah-ı meşayıhtan ahz olunur. Biri sohbet-i ruhaniyedir ki ervâhı kemâlinden istifade olunur. Gerek intikâl etmiş olsun gerek hayatta bîlâd-ı bâidede bulunsun. Ve biri dahi sohbet-i ilahiyedir ki, bizzat Cenâb-ı Vacib-ül Vûcud hazretlerinden istifâze olunur. Veysel Karani (r.a) hazretlerinde bu münasebet sabit olmakla bi’l-fiil Haktan ahz ile serfirâz ve onun tarikatına üveysi dediler. Hazreti Musa Aleyhîsselam zamân-ı saâdetlerinde Berki Esved dedikleri belde-i siyah sabırda dahi meşrebi Ûveyside idiki dergah-ı hakta dereceyi mahbubiyete erişmiştir. Kûbra-i
…………. bir cemaat ki umûru hakikatı bi-
vasıtay-ı zebân birbirinden mecâlis-i müceddede ile ahz ederlerdi. İşrakiyyûn gibi onlara bir berhiyân derlerdi. Din-i Muhammedi zûhurun da o vasıf üzerine olanlara Ûveysiyân dediler. Onlar ki bilâ-vâsıta-i zebân birbirinden ahze kâdir olurlar. Ve haktan dahi ahze akreb olurlar. Ve ser- hîlafet kıyamete kadar bu tâifeye verilmiştir. Bunlar halife-i rasulullah sallallahü teâla aleyhivesellem olup ve meşârib-i sâlik muhtelif olmakla bunlarda tabib-i hâzik hastanın illetlerini muayene edip herkesin illetlerine göre tedavi ettikleri gibi, bunlar dahi salikânın meşariblerine göre terbiye ederler. Ama sâlikte îman ve muhabbet ve teslim ve niyaz lazımdır. İşte Hacı Mahmud Efendimiz dahi cîvânlığında zikri Hazreti Hızır aleyhisselamdan ahz etmiştir. Hazreti Hızır aleyhisselam muvazebet-i zikir ve evrâd-ı Fatihay-ı Şerif (3) ve mütâbaat-ı şer’i şerif ve Sünnet-i Seniyye-i Mustafa sallallahû tealâ aleyhi vesellem ve mûcânebet-i bidat ve hevâ ile emir buyurup ve cemi’ ahvâlde kudsî emir ve nehy seccâdesine konmaklığa emir buyurdular. Ve daima Hz. Hızır aleyhisselam ve ruhâniyyet-i Bahauddin Nakşibendi hazretleriyle birleşip onların terbiyeleriyle yegâne-i asr oldular. Âkıbet Habib-i Hûdâ ve menba-ı cûd ve sehâ, Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahû Tealâ Aleyhi vesellem Efendimizin ruhâniyetleriyle ve vasıta-i Hızır aleyhisselam ile birleşip ser-hilâfet ve ser-hilâfete mahsüs olan emanetleri ihsân edip rüzgarının feridi ve zamanının kıblesi olmuştur. Kayseri de Fuâd Camii şerif havalisinde medfün ve kabri ziyaretgâh-ı alem olmuştur. Ser- hilâfete mahsüs olan emânet ise, zâhirde görünür ve lisân ile târif olunur bir şey olmayıp,ruhânî bir keyfiyettir. Hilâfiyyet-i
124
mezküre nâil olan zâtın bâtınında zûhur eden bir sırdır ki,sâlıkân-ı mes’adâtı o sırr ile terbiye ederler. O sırr sebebiyle bu taifeye uzaklık ve yakınlık olmaz. Bu taifenin sâliklerinden birisi mağribde diğeri dahi meşrikte olsa ikisine dahi bir anda bir emr-i azim vâkî’ olsa kudret-i ilâhi ile ikisine dahi yetişir. Zirâ bunların suret-i ruhaniyetleri,suret-i cismânileri üzerine mütecessid ve müteşekkil olurda o sureti mütecessidenin üzerinde ahvâl geçirir. Hazır olanlar evvel onların suret-i mütecessideleri zannederler. Nitekim bu taifeden Şeyh Mağribî Kaddese Allahû sırruhu hazretlerine Saîd Mısrî kumandandır. Ziyâde Celil’ül kader ve Kebir’ül şân idi.Bir Habeşi kuldur. Bir gün ona bir cezbe erişmekle altı ay taâm yemedi ve su içmedi. Görenler hasta ve yahut divâne zanneylediler. Her ne kadar dârb eylediler faide eylemedi. Bağlayıp zindana haps eylediler. Zindanın haricinde bendlerinden halâs olmuş gördüler .Ondan bu kerametleri gördüklerinde artık envâ-i ikramâta başladılar. Ve sâlikânından bir kavim arefe gününde arafatta ve diğer bir kavim dahi hânesinde ve o günün tamamı yanında ikâmet eylediler. Ba’de-l-edâyı hacc-ı arafâtta müşâhede eden dervişânda gelip hanesinde beraber oturan dervişânla muhabbet eylediklerinde, şeyhlerini arefe günü arafâtta gördüklerini ve diğerleri de hânesinde o gün akşama kadar beraber oturduklarını ifâde ve her birisi sözlerinde sâdık olduklarına dair talaklarına yemin ederek huzura gelip arz eylediklerinde,şeyh hazretleri ikiniz dahi sözünüze sâdıksınız buyurmasına mebnî, hazır bununanların hayretlerine mebni bu mesele hakkında söz söyleyiniz diye emreylemesine mebnî orada bulunan Celîl-ül kadr bir zâta bu sözün sırrı keşf olarak bir veli velâyetiyle tahakkuk eylediğiniz onun ruhâniyeti ,cismâniyete kalb eder. Ve o zât kudret-i ilahiye ile bir vakitte muhtelif cihetlerde kendi müteaddid surette her nice diler ise gösterir. Bu suretle şu her iki müddâi dahi sözlerinde doğrudur buyurdukları, tamamı isâbet ettirdiniz buyurmuştur. Bunları sâlikânı Cenâb-ı Allah davet etmekle hizmet ile Cenâb-ı Allah meşgul etmiştir. Ve bunlarda tamamen varlıklarını Cenâb-ı Allah ile meşgul etmiştir. Ve bunlarda tamâmen varlıklarını Cenâb-ı Allah’a ‘tevdi’ edip mülkte, Mâlik-ülMülk Cenâb-ı Allah tan başka görmeyip hemân maksad ve arzularını Allah ve rızâ-yı sübhânî olup kullarını rızâ-yı Allah için Allah ve zikrullah ve rızâ-yı Allah davet ve kusurlarının affı için geceler sabaha kadar feryâd ile vâsıl-ı ila’llah olmalarını Vâhib-ül Atayâ hazretlerinden ricâ ve niyâz ederler. Vesselâm.
125
Mektup 4: 1 Şaban 1339 (4) Ey tâlib malûmun olsun ki bu tarikat-ı aliye-i Ûveyside, Hızır aleyhisselam dahi pîrdir. Hatta Ebu Ali Farmedi Hazretlerini, Azizân lakabıyla yâd olunmaktadır. Ve esbabı ise, Aziz Hazretlerine bir gün ikram-ı mucip bir misafir gelip o esnada o misafire ikram edecek hâne-i saâdetlerinde bir şey bulunmaz. Bir paçacı çırağı bu hâle vâkıf olur. Ustasına benim günlüğümün mukâbiline bir tabla paça ihsân edersen ihyâma sebep olursun diye ricâ edip, ustasından bir tabla paça alıp huzur-u Azize arz ve kabulûnü niyaz eder. Aziz Hazretleri dahi kabul buyurup o taâmla misafirine ikram ve misafirini yolcu eyledikten sonra o paçacı çırağını celb eder. Oğlum senin pîrinde vaki’ oldu. Sende ne murâdın var ise taleb eyle muradın hâsıl olacaktır, zamanı gelmiştir. Yolundaki fermanına karşı, o çırak benim senin gibi olmaktan başka muradım yoktur. Cevabında bulunması üzerine Aziz Hazretleri, oğul bu yük gayet ağırdır üzerine çöktüğünde tahammûl edemezsin dedi, ise de o kâmil ve âkil çırak dahi benim ondan başka muradım yoktur ,dediğinde çocuğu karşısına alıp birinci teveccühünde çırağın şemâili ve şekilleri aynen Aziz hâzretlerine benzediği gibi ikinci teveccühünde Aziz Hazretlerinin hâlleri aks edip hâl ve şemâilatı Aziz Hazretlerine benzediği ve kolundan tutup yanına oturttuğunda müşâhede eden “Hazâ Azizân” dediklerinde ikimizden birisi paçacı çırağıdır. Kırk gün sayınız kim vefat ederse çıraktır. Kalan Azizinizdir, buyurduğu ve bunun üzerine kırk gün sonra çocuğun vefat eylediği menâkibinde mesturdur. Ve hatta Hazreti Pîr Muhammed Bahauddin Nakşibendi hazretlerinin Emir Külâl ve Emir Külâl’ın şeyhi Muhammed Baba Semmâsî ve Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin şeyhi müşarûn ileyh Azizân hazretleri olup Muhammed Bahaûddin Nakşibendi Hazretleri ben evlâd-ı azizânım. Bana ve benim evladlarıma her kim Allah için muhabbet ve hizmet ederse indallah aziz olur, buyurmuştur. İşte o Aziz hazretlerine yani, Ebu Ali Fârmedî Hazretlerine iliştiği terbiyemiz Hızır Aleyhisselâmdandır, buyurmuşsunuz. Bu nasıl sözdür. Bu gündeki sâilin cevabına Aziz Hazretleri dahi bu ümmet içerisinde Cenâb-ı Allah’ın öyle aşıkları varki, Hızır Aleyhisselam ona hizmet eylemeye aşıktır, buyurmuştur. Hatta ser halkâ-i Hacegân Abdülhalik Gücdüvanî hazretlerini civanlığında evladlığa kabul buyurduğu sabittir. Bazıları Hazreti Hızır Aleyhisselamın vefat eylediğini zikr
126
edeceğim hadis-i şerifi istîdlâl ederler de vefat etmiştir derler. Ve hadis-i şerif budur: (Kâle en-nebiyyû aleyhisselam; Ba’demâ sallâ’l-ışai leyleten eraytekum leyletekum hazihi fe-in ala resi’y miete senetin la yebka ehade mim-men hüvel’yevm ala zahri’l-ardı), meâl-i hadis-i şerif peygamberimiz, bir gece yatsı namazı kıldıktan sonra buyurdu ki; iş bu geceyi gördünüz mü? iş bu vakitten yüz yaşına değin el’ân zahr-ı arzda olandan kimse hayatta kalmamıştır,buyurmuştur. İşte vefatına zâhib olanlar, iş bu hadis-i şerif ile istidlâl ederler, vefat etmiştir derler. Ve hayatına zâhib olanlarda, iş bu hadis-i şerife cevaben; Peygamberimiz sallallahû tealâ aleyhi vesellem hazretlerinin bu hadis-i şerifi buyurdukları esnada Hızır Aleyhisselam zahr-ı arzın gayrı avâlimin birinde olması mümkündür yolunda cevab verdiler. Zirâ Cenâb-ı Allah, Hızır ve İlyas Aleyhisselam, âlemleri tayy ve geşt û güzâre kudret verdiği el-yevm evliyaullahın bazılarıyla dahi görüşmektedirler. Ebu’l Abbâsî Mûrsî Hazretleri, Hızır Aleyhisselam hayy dır. İş bu ellerim ile ona musâfaha eyledim hatta bir kimse her sabah (Allahümme aslıh ümmet-i Muhammed, Allahümme tecâvez an ümmet-i Muhammed, Allahümme cealne min ümmet-i Muhammed) dese abdâldan ola diye buyurmuştur. Ve Ebu’l Abbâsî’nin şu ifadesini Ebu’l Hasani’l Şazeli Hazretleri istimâ’ eylediğinde Ebu’l Abbâsi (5) sıdk söylemiştir. Hızır Aleyhisselam bana gelip kendisini bildirdi. Ve ondan ervâh-ı mü’min münime ve muazzibe ettikleri marifetini iktisât ettim. El’ân bana bin fakih gelip Hızır Aleyhisselam meyyittir deseler onlara rûcu’ eder değilim buyurmuştur. Bazıları dahi Cenâb-ı Seyyid-ül Kevneyn sallallahû Tealâ aleyhivesellem hazretlerinin hâşâ birçok muharebe ve gazavâtta daraldığını Hızır Aleyhisselam hayatta olsa imdadına yetişeceğini vefatına delil addederler. Halbuki Cenâb-ı Rasulullah sallallahû tealâ aleyhi vesellem hazretleri pirdir, yetimdir, Üveysidir. Bizzat hücre-i inâyet elleriyle terbiye olmuştur. Nebiyyü’l ümmidir. Cenab-ı Vâhib-ül Ataya hazretlerinden başka kimsenin imdad ve terbiyesine muhtaç değildir. Bazı gazavâtta ve evkâtta sûret-i zâhîrde daraldığı hikmet-i ilahiye iktîzâsındandır. Yoksa her anda mansûr ve muzafferdir. Eğer Hızır Aleyhisselam ile görüşmek ve onun imdadıyla mahzar olmuş olsa idi, Hızır Aleyhisselamın imdadına muhtaç olması lazım gelir idi. Halbuki Sultan ûl Kevneyn ve Seyyid-ül-Evvelin ve’l Ahirin odur. Ve cümle âlem onun kapısının muhtacıdır. Ve bir kimseden okumadığı hâlde ulûm-u evvelin ve âhirin ondan
127
cem’ olmuştur. Hatta Cebrâil Aleyhisselam vahyi telkin eylemiş kâtip elinde kalem gibidir. Bütün melâike-i mukarrebin ulûm-u evvelin ve âhirin o sultan-ı kevneyn hazretlerinden telkin eylediğine zerre şüphe yoktur. Ve buna münkir olanlara şu hadis-i şerif delil ve cevab-ı kat’i kâfidir: (Kâle rasulullah sallallahu aleyhivesellem (Li maallah vakt ey vakti müstehirre daimete lâ yâni fiyhî melekun mukarrebun ve la nebiyyu mürsel). Ve’l-hasılı Hızır Aleyhisselâm maâruf ve keramât-ı ayâniye sahibidir. Ve’l yevm şeriat-ı Mustafaya tâbidir. Ve sünnet-i şerife kemâl-i riayetle riayet edenlerdendir. Ve her zaman halkı şeriat-ı Mustafaya davet ederler. Ve her kim İlyas ve Hızır Aleyhisselam hazretlerinin vûcudlarını inkâr eder gayet cehalettendir. Ve her kim nûbûvvetlerini inkâr eder hatem-i nübüvvet nakzından ihtirâz için kıllet-i âkıldandır, diye pîran efendilerimiz buyurmuştur. Tahkik bu iki zevat Hak Sübhanehû ve Teâla Hazretlerinin emriyle ehl-i şehâdetten bazılarıyla musâhabet ederler. Ve zaman Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinde müşahid denirki, ehl-i şehâdet kısmının kutb ve abdâlı ile müsâhabet edenlerindendir. Bu zat-ı şerifle musâhabet eylemiştir. Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahû Teâla aleyhi vesellem Hazretleri ashabı rıdvanullahı aleyhim ecmain ile Harb-ı Tebükte asr namazı kılındıktan sonra iki beyit işittiler. Münşidini görmediler Resulullah salllallahu Teâlâ Aleyhi ve selem bu iki beyitin münşidi karındâşım Hızırdır. Size senâ eyler buyurmuştur. Hızır Aleyhisselam üç hasâyısla muttasıftır. Biri; hıffet-i idiyye, biri; rahmet-i indiye, biri; ulûm-ü ledünniyye dir. Nitekim Kitab-ı Mecid buna nâtıktır. Ve çok vakitler hasta olur kendisine ilaç eyler. Ve hatem el-enbiyâ (s.a.v) Hazretlerinden evvel Hak Sübhanehû ve Teâlâ Hazretleri her beşyüz yılda bir kere onun ömrünü tecdid ve erkânını tecdid ederdi. Ba’dehu her yüzyirmi yılda bir defa tecdid ve teşdid eyler. Hızır (as) hasenül-halk ve bâsıt’ül-keff yani; eli açıktır. Ve halâik-i müşfiktir. Ve nefü ve siyâbdan ve siyâb-ı fâhireden çok atâlar edicidir. Hak Sübhanehü ve Teâla Hazretlerinin emriyle kerâmet-i ilm-i kimyâya âlimdir. Hakk’ın bildirmesiyle künüzü arza muttalidir. Hak Tealânın emriyle erbâb-ı hâcâtı kendi nefsine ihtiyar eyler. Onun ekli ve nevmi azdır. Ve hüsn-i savtı sever. Ve Cuma’ vakitlerinde vecd-i azîm sahibidir. Halka-i zikirde raks eyler ve hareket kılar. Vakit olurki bir gün bir gece mağlûb kalır. Ve bazı sâlihler ile buluşur, ve onlara hayır nasihat eder. Nükûd ve esvâb ve merkübiyye ve gayrı nesneleri
128
bağışlar. Vakit olurki bazı nesneyi rehin kor, istikrâz eyler, ve onun hâlât-ı acibiyye ve keramât-ı garibesi vardır ki ona mahsustur. Kendisi, karısı, oğullarındandır. Ve mevlüdu Şizâra karib bir bedeldendir. Ve bi’l-fiil o karye şimdi harâb olmuştur. Rasulûllah Sallalahü Tealâ Aleyhi ve selem ile kalbe nüzül’ül vahiy ve ba’dehû musâhabet etti. (6) Resulullah (s.a.v) onu bilmeksizin Rasulullah Sallallahû Tealâ Aleyhi vesellem efendimizden çok hadis-i şerif rivayet eder. Ve ekseriya lisânına cârî olan duâsı (yâ Hayy, yâ Kayyum, yâ lâ ilâhe illâ ente es’elüke en tûhyî bihi kulûbinâ nebevi ma’rifetike ebeden) dır. Ve hem havf-ı rabbâni ile vecd ve’l-bekâ sahiplerindendir. Ve onu cemi’ nâssın sâlih ve fâcirleri severler. Ve çok kere bir mazlumu zâlim elinden halâs etmek istediğinde, Hızır ve Kıbtî ordular harb ederler. Acâib ittifaktandır ki, medine-i rasulde deveciler birbirleriyle mücâdele edip yek diğerlerine taş atmaktalar iken ittifâken bu esnâda bir taş Hızır Aleyhisselamın mübarek başına değip cerh eyledi, ve o cerihesine bürüdet tesir edip tevrim eyledi ve üç mâh eseri gitmedi. Kitab-ı Fetevây-ı Sufiyyenin evvelki bâbının beşinci faslında şöyle irâd olunmuştur ki; Tefsir-i Ayn-el-Maanî ve Muallim ul-Tenzilde, Hızır Aleyhisselamın ismi yekbâyen melakâttır. Ve Hızır demelerinde sebeb bir miktar cemi’ olmuş kuru otun üzerine oturdu, o kuru otlar yaşardı. Ebu Hureyre radıyallahü Tealâ anh Hazretleri buyurmuştur ki; Hızır Aleyhisselamın namaz kıldığı mevkinin etrafı sırsız olur. Ve İkrime radıyallahü Tealâ anh hazretleride Hızır Aleyhisselam her nereye gitse sırsız olur, buyurmuştur. Lafzı hazarâtın lakabıdır. Ve Hızır lafzında üç mana vardır. (Hâ)nın fethi ve (dad)’ın kesri ve ikinci (hâ)nın kesri ve (dâd)’ın sükunu ve üçüncü (hâ)’nın ve (dâd)’ın sükunudur. Ve Musa Aleyhisselamın musâhibidir. Tefsir-i Keşânide Süre-i Hadid de Ebu Derdâ radiyallahû Tealâ anh bir gün ……mekkeye çıktı, bir salih kişi oturduğunu gördü, ve üzerinde salihler nişânı lemaât ederdi. Yanına varıp bana vaaz eyle dedi. Vaaz sana mevt yeter buyurdu. Ziyâde eylediğinde kişiye mülâhaza-i gam kabir yeter buyurdu. Ziyâde eylediğinde ikindi güneşi kasr-ı tâmî üzerinde takarrür ârâm eder buyurdu. Ebu Derdâ radıyallahü Tealâ anh hazretleri gelip Resulullah (s.a.v) Hazretlerine arz eyledi. Karındâşım o zât Hızırdır buyurdu. Ve bu cümleden biri Resulullah (s.a.v) karındaşım Hızır her ne söyler ise haktır buyurmuştur. Hızır Aleyhisselâm nâssın alimidir. Ve tâife-i abdâlın reisidir. Ve Hakk Tealânın cünüdundan bir leşkerdir.
129
Ve kuvvet-i kulûbde zikr ederki Atâ-i bin Abbas (r.a) hazretlerinin mervîdir ki, her gün Hızır ve İlyâs birbirleriyle birleşirler. Ve bu kelimât ile birbirinden müfârekat ederler o kelimât budur: (Bismillah, ma-şallah, lâ yevka’l hayre illallah. Bismillah, ma-şaallah. Lâ yekşife-s-sûe illallah Bismillah ma-şâallah mâ-bikem min nimeti fe-minellah Bismillah lâ havle ve lâ kuvvete illa billah). Bir kimse bu kelimâtı her sabah dese harktan ve garktan ve sirkattan emin olur. Ve bu cümleden dir ki, bu akt-ül-mevâkıtta yevm-i arefenin faslında irâd olunmuştur ki, Abdullah Bin Cübeyr anasından ve atası Aliden radıyallahû Teala anhüm Ali (r.a) haber verir ki her akşamdan sonra Cebrail ve Mikail ve İsrafil aleyhisselam ve Hızır Aleyhisselam birleşirler. Cebrail Aleyhisselam ‘ma-şâllah lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ der. Ve ona cevap olarak Mikail Aleyhisselam dahi ‘mâşâallah kûlli ni’metin fe-min’el Allah’ der. Ve ona dahi redd-i cevap olarak, İsrâfil Aleyhisselam ‘mâ-şâllah hayru kûllihi min-Allah’ der. Ve ona dahi redd-i cevap olarak
Hızır
Aleyhisselam
‘ma-şâallah
lâ
yedfe’üş-şerre
illallah’
der.
Birbirlerinden ayrılırlar. Leyle-i âtiyeye kadar birbiriyle mülâkât etmezler. Ve Tefsir-i Ebu’l Leys’te ve Muâllim-ul-Tenzil’de Sûre-i Kehf’te şöyle derki; Hızır Aleyhisselam melekzâde idi, pederi kendi yerine halife etmek istedi, kabûl etmedi, varıp Cezayir-i bahre düştü ve bazıları nesli Ben-i İsraildendir dediler. Ve künyesi Ebû’l İlyastır. Ve bazı tevarihte Hızır Aleyhisselamın âbâ-î ve ecdâdını bu tertible naklederler ki: (7)Yahya bin melakât bin Kâni’ bir Âbid bin sâmî bin Nûh Aleyhisselam ve bazıları da Yahya bin melekât dahi derler. Vallahû âlem bîhakikat-ûl-hâl. Bir zâta ser-hilâfet ve yahut kutup ihsân olacağı vakitlerde, Hızır Aleyhisselama kalbe”l ilahiyyeden bildirilir de Hızır Aleyhisselam dahi bizzat ruhâniyyet-i risâlet-penah (s.a.v) ile görüşüp; Yâ Resulallah falân beldede falan oğlu felana ser-hilâfet ve yahut kutbiyyet ihsân-ı ilahiye olduğu müjdesiyle geldim
diye
tebşir
eylediğinde,
taraf-ı
risâlet-penah
(s.a.v)
efendimiz
hazretlerinden dahi manevi bir hırka ve bir taç ve bir kemer ihsân olunur. Ve bunları o adama giydir ve huzur-u saadetime getir diye emrolunur. Ve Hızır Aleyhisselam dahi o emânetleri alır. O zât-ı şerifin yanına gelir. Müjde sana serhîlâfet ve yahut kutbiyyet ihsân-ı ilahi oldu. Şimdi şu tâç ve hırka ve kemeri eksâ ile huzur-u sâdette muntazırdılar, dediğinde o zât dahi secde-i şüküre varır ve taç ve hırkayı giyer ve kemeri kuşanır. Hızır Aleyhisselam ile birlikte huzur-u saâdete
130
gelirki; bu bir âli meclis ki dil ile tabiri kâbil değildir. Bütün enbiyâ ve mürselin ve evliyâ ervâhı ictimâ’ etmişler ve Resulullah (s.a.v) Hazretlerinin önünde bir post serilmiş olduğunu görür. Hızır Aleyhisselam rehber olarak işaret Seyyid-ülKevneyn (s.a.v) ile zikr olunan posta oturtulup ve bizzât Sallallahu Teale Aleyhi Vesellem hazretleri teveccüh ederek siret-i seniyyelerinden nasibi miktarı ihsân ve ser-hîlafet ve yahut kutbiyyete âit olan emanetleri ihsân ve birde mühr-ü şerif i’tâ’ ederler . Kabl-el- ilahiyyeden size ser-hîlafet ve yahut kutbiyyet ihsân olundu ve bizimde halifemizsin. Bundan böyle i’lâ-i kelimetullah yolunda baş ve cânı fedâ edip, halkı Hâlik’a davet ve Allahı kullarına ve kullarını Allah’a sevdirmek sana hizmet olsun diye emr-i fermân buyurdu. Bundan sonra o zât gelip hizmete devam ve ne ederse emir ve irâde Resulullah (s.a.v) ile edip ve kendiliğinden bir işe kıyâm etmeyip taraf-ı risâlet-penâh (s.a.v) den sâdır olan emrin icrasında ihtimâm ederler. Kimler sâdık ve kimler kâzib ve kimler sâlik-i hak olup davete icabet edeceği ve kimler etmeyecek olduklarını bildikleri hâlde cümlesini dahi davete ihtimâm ile bazıları davette ezâ ve cefa ve bazıları tarafından hiciv ve tekzib ve enva’ iftiralara mübtelâ oldukları hâlde davetlerine
devam ederler.
Zirâ matlûblerı halkın medh ve senâları olmayıp hemân-Allah ve rızâullah yolunda feda-yi- cân ederler. Vesselam.
Mektup 5: (7) Kûlâhizâde Hâcı Mahmud Efendimizin halife-i ekmelî Ahmed Behcetî Kayserilidir. O havâlîyede ismi, Sârı Hâfız nâmıyla iştihâr eylemiştir. Zâhir ve bâtın ilmî ile tegarrûd edip, iki cihâttan halkı tarîk-i Hakka da’vet ile iştigâl eylemiştir. Hatta zamânında Dersaâdette zuhûr eden bir dehrinin ilzâmından asrında olan ulemâlar âciz kalmalarına mebni Sultan Mahmud cennet mekânın fermânıyla Der-saâdete dâvet edilip, dehrî-i mezbûru ilzâm ve habt etmiştir. Ve o esnâda yanında bulunan hulefâsından el-Hâcı Said Mehmed Hazretleri, Yahya Efendinin dergâhı şeyhlerinin cedd-i a’lâsı bulunan Şemseddin Nûrî hazretlerine yedi sekiz yaşlarında iken bu çocuğumu Allah ile size emânet eyledim irşâdı sizin elinizde olacaktır. Terbiyesinde ihmâl eylemeyesiniz diye fermân buyurmuştur. Ve bil’âhere müsâ-ileyh Mehmed Şemseddin Nûrî hazretleri El-Hacı Said Mehmed hazretlerinin terbiye ve irşadıyla yegâne-i asr olup, el-yevm Dersaâdette
131
Yahya Efendi demekle ma’rûf
dergâhtır. Evlâdları seccâde-i irşâdda kuud
etmektedirler. Mûsâ ileyh Ahmed Behceti Efendimiz esrar-ı tarîkatı sure-i fatırda; (îleyhi yesadu’l kelim-ut-tayyîbu vel-amelu-es-salîhu yerfeuh (8) men kâne yurîdul-izzet’e fe-lil’Allahi”l-izzetu cemîan) kavl-i kerîmini tefsirle îzâh buyurmuştur ki; kelime-i tayyibenin ne olduğuna dâir olan ihtîlâfâtı ayânla kelime-i tayyibeye ba’zıları, Cenâb-ı Seyyîd-ül-Kevneyn sallallahü Teâlâ aleyhi ve selem hazretlerinden rivâyeten; (Sûbhân Allah ve el-hamdülî-llâh ve lâ ilâhe ill-Allah ve Allahü Ekber) ve bazıları da; Îbn Abbas hazretlerinden rivâyeten (Lâ ilâhe illAllah) dır. Demiş olduklarını ve bazılarıda kelime-i tayyibe tesbih ve tehlîl ve kıraat-ı Kur’an ve duâ ve istiğfar ve bunun emsâlî bulunan ezkâr olduğunu haber verdiklerini bey’ân eylediklerinden sonra ulemâ-i zâhirin bu âyetin tefsirinde olan kavillerini bey’ânına şürû’ edip buyururlar ki; bu âyet-i kerime tefsirinde amel-i sâlihe mukârin olmayan kelime-i tayyibe makbul olmaz,ve suûd etmez. Îllâ amel-i sâliha mukârenet ile mütesâid olur ki amel-i sâlih kelime-i tayyibeyi muhakkık ve musaddık olup is’âd ve ref’ eder. Yolundaki ba’zı müfessirinin kavllerini İbn Abbas hazretleri red ile kavl-i mezbûr sahih değildir. Zîrâ mezheb-i Ehl-i Sünnet sâhîb-i kelim âsî dahi olur ise de mü’min olduktan sonra ondan südür eden kelime-i tayyibe indallahta makbuldür. Diye buyurmuş olduğunu der-miyân ve iş bu âyetin ma’nayı zâhiresini bey’ânınından sonra, ey salik iş bu âyet-i celilenin ma’nâ’yı batiniyesini dahi işitip ona göre çalış. Îmdi âyet-i celilenin mâkablî (men kâne yurîd-ul-izzete fe-lilllahi”l-izzete cemian) dır. Yani şu kimse ki, şeref ve izzet ulûm makam-ı tayyibe eyleye. İzzet ve şeref ve saâdet ve menba’ ve meskenet ve kudrete Haktan gayrısı malik değildir. Pes tâlib-i izzet olan tâât ve ibâdât edip izzeti Haktan talep eylesin. Zirâ herşey mâlik ve sâhibinden taleb olunur. İmdi Ey sâlik-i Hakk (Vallahî el-ganiyyu ve entüm el-fukârai). İmdi insân zelilen ve mehinen halk olunup her şeye muhtaç oldu. Ve insânın cemî’ eşyaya vâkî’ olan ihtiyacı kûlliyesi gibi, bir şeyin bir şeye ihtiyacı yoktur. Ve her kimin hâceti ziyade olsa zilleti dahi alâ kadril-hâce ziyâde olur. Îzzet ise cemî’an Hakka mahsûstur. Mâlik-ül-mülk Allahtır. Ve ihtiyaçtan ganî ve münezzehtir. Kemâ kâle Allahü Teâlâ (Înnel Allahe le-gâniyyi an-il-alemin). Cemi’ eşyanın Hakka kemâl-i ihtiyaçları olup Hakkın zelil ve makhürleridir. Ve âla-l-husûs insân ihtiyaçta cümleden ziyâde oldu isede, Cenab-ı Hakka olan zillet ve haceti dahi cümleden
132
ziyade ve kâmildir. Ona bey’ânen Hakk Sübhane ve Teâlâ Hazretleri, cemî’ eşyâ Hakkın zelil ve muhtacı olup ve Hakk’tan gayrıdan izzet taleb olunmadığını ibâdına haber verdi. Pes abd-ı müsteîr nazarını cümle eşyadan kat’ edip izzeti Haktan taleb ettiği miktarı zillet-i nâkıs ve izzet-i mezîd olur. Ve Hakk’tan gayrıya ihtiyacı kalma. Amma kulub-u ibâddan dahi Hakkın gayriye olan iftîkar ve ihtiyaç zâil olmaz. Îllâ nefy lâ ilâhe ve isbâtı illalah ile olur. Zirâ abd-ı muhlisten nefy lâ ile taallukât-ı kevneyn ref’ ve izâle olup isbâtı îllallah ile kalbi pakla Hakka müteveccih olur. Ve abd-ı mezbür vech meşrû’ ûzere âlâik-i kevneyne ve avâik-i kevneynden biri olsa hakikaten kelime-i lâ ilâhe illallah dahi Hazreti Hakka râci’ olur. Meselen hacer ve hadîdin yek-diğerine cüz’iyette felek-i esîrden müstenzile olan şerâre-i nâr ile şeceri ihrâk olunup ve nârın şeceri ihrâkla ekl edip sûret-i hatabiyesini ifnâ ve vücud-i nâriyyet ile îkâ’ ve keyde keyde vücud-ı şeceriyyet bi-külliyetihâ fânîye olup sûret-i hatabiyeden eser kalmadıkta nâr müstenzile hayyîz-i tabîî ve felek-i esîre rücû’ ve ürûc eylediği gibi amel-i sâlih dahi erkân-ı şer’iat olduğu âşikâredir. Ve şeriatın rüknü evveli dahi istinzâl-i nârı nur-u Allahtır ki la ilahe illallah ve senin dilin ihtikak ve birbirine çakılmasıyla nuru tevhidin nârı îkâd şecere-i vücud insânî edip o esnâda abd-ı mû’min dahi mebnâ-yı Îslâm olan erkân-ı hamseden biriyle amel etmiş olur. Ve erkân-ı erbaa bâkiye dahi şu a’mal-i sâlihadır ki, demâr-ı diraht tâbîatı arzı ve dünyâdan bir yere kalıp kabül-i nâre ve iştigâl etse müstemidd kat’alar eder. Hatta diraht-ı vücud nâr-ı nûr tevhidin hîzem sözündesi olup nar-ı tevhîd dahi ihrâk ve vücud-i şeceriyyetten ifnâ’ ve bekâ-billâh ile ikâ’ ve üç alâ-yı kurb Hakka terfi’eder. Ve şecere-i vücud-i mevhüm dahi nâr-ı hamiyet ve nûr-i tecelliyât-ı ehadiyyet ile esîr hazrette müşteile oldukta mûsayı kalb-i cânib Tûr’dan enis-î nâr olur (Felemmâ etaha nûdiye min şâtiye’l-vâdi’l-eymenî fi’l-buk’ati’l-mübareketî mine’l-şecereti) mânası ma’lûm olup
(İnnî ene-Allâh rabb-ul-
alemin) nidâsını cân kulağıyla işitir. Îmdi amel-i sâlih ,amel-i kalbdir. Ve amel-i kalb dahi muhabbetullâh ve şevk ile-l-lîkâ-i Allah’dır. Ve ikisi dahi cüz’iyyâtı rabbâniyeyeden sûdur edip musâhabât kelime-i tayyibe olurlar. Zîrâ kelime ve muhabbet cânîb ulûhiyyetten pertev edip bir mûcib (Feminh yebdeü ve ileyh yeûd) geri ve aslına rücu’ ederler.
133
Mektup 6: 25 Mart 1337 (9) Mustafa Ârif Hazretleri Kâtipzâde demekle meşhûrdur. Ve Kayseri sancağı ve ulemâ-i be-nâm asrının ferîdî ve Ahmed Behceti hazretlerinin halifesi ve tarikat-ı aliye-i Nakşibedi Üveysinin Külâhizâde Hâcı Mahmud Efendimizden sonra üçüncü kutbü”l-aktâb olup, bir tâkım sâlikanla kalırken Mısır’ın Midân şehrinde vefât edip orada medfün, kabr-i saâdetleri ziyâret-i enâm olmuştur. Îmdî ma’lüm olsun ki, ehl-ullah efendilerimiz buyururlar ki; eflâk ve kevâkib dest-i kâtibinde manend kalem alan esmâ-i ilahyeyi ve esbâb-ı zuhûrât-ı sıfâtı rabbaniye olup teşekkülât ve ittisâlatı dahi mezahir teveccühat ve ictimaat hakaik esma olmakla bu alem süret ve makam-ı şehadette bi”l vasıta müsirlerdir. Ve teşekkülat ve ittisalat-ı mezbürenin suver ve netâyici bu dünyâde suver-i âhirce ve eşhâsı ve akvâl ve a’mâl ve ahvâl ile müteşahhıs olup te’sirleri müceddid-i unsuriyyât ve tabiyâtta vâkî’ olur. Enbiya-i Azâm ve evliyâ-i kîrâm nûr-i basar basiretle nazar ederek hakikat-ı insâniyenin mecrâsı tavârık-ı eflâk olmayıp lâtife-i rabbâniyeden ibâret ve bu naksa giriftâr olmazdan mukaddem bülbül gül-zâr-ı cennet olur. Âşinâ-yı hîtâbı kudsî ve me’vâsı cümlesi enîs ederken muâyyen kılıp vatan-ı âsliyye yoluna hâkî kevâkib eflâkî hükmünden halâsî olmadıkça müyesser olmadığını mükâşefe etmekle âteş cezbe-i rahmân ve muhabbet-i sûbhânî ile vücud-u beşeriye ve ahkâm-ı tabiiyyelerin efnâ ederlerde, mahküm hükm-i zamân olmayıp zâmân enbîyâ ve evliyânın mahkümu olur. Bulunduğu asrın aktâbından Ömer bin Fariz kuddise sırrah el-Azîz hazretleri buyururlar ki, şimdi makâm-ı kutbiyyette kâim benim ve eflâk benim vûcüdum sebebiyle devr eder. Şimdi ben aktâr-ı eflâki ihâta eyledim buyurmuştur. Zirâ kutb-i hüsn kendi üzerine devr eden devâiri ihâta eylemez. Belki vasatta mağrüz olan merkezi nukat-ı memât olur. Bu sûretle kutb-u ma’nevi olan insân merkez-i eflâk iken kibr o eflakı ihâta etmiştir. Ve kutb i’tibâr ettikleri insân-ı kâmilin ihâtası ilim ve kudret ve şeref ve rütbe cihetinden olur. Ve insân-ı kâmil kutb ahlâk olunduğu onun içindir ki ekmel-i insân makâm-ı karibinde mütemekkin olup ahvâl-i halk onun üzerine devr eder. Ammâ bu dahi ikiden hâlî değildir.Ya budur ki makâm-ı kutbiyette olan kâmil âlem-i şehâdette olan mahlukata kutb ola bu taktirde kutb-ı mezkür întikâl ettiğinde abdâldan kendiye akreb kim ise onu makâmına istihlâf eder. Evliyâ-i rüm ıstılâhında bunlara makâmaât ve kerâmet erleri derler. Ve yâhut âlem-i gayb
134
ve şehâdette olan cemi’ mahlükâta kutb ola kutb-u mezbür kendi makâmına abdâldan istediğini istihlâf etmez. Ve bunâ kutbul-aktâb derler ki müteâkıben âlem-i şehâdettedir. Ne onu bir kutb sebk etmiştir ve ne âhirî onâ halife olmuştur. Ve o rüh-i Muhammedidir ki (lev-lâke lemmâ halakt-ül-kevneyn) ile muhâtabdır. Ve cemi’ zamânda kutb-ul-aktâb olan hakikatte rûh-ı Muhammedi dir. (10) Hâsılı kelâm merd-i vücûd ve bekâ ve sebât cümle-i âlem ve devrân-ı eflâk ve kevâkib ve gayrihâ hazreti cem’iyyet-i hakikate müteâlliktir. Ve süret-i unsurîye-i insan-ı kâmil o hakîkatin süretidir. Kemâ kâle sallallahü aleyhivesellem (Înnel-Allahe halaka Âdeme alâ süretih) Pes kutb dâire-i eflâk bilki merkez cemi’ mevcûdât süret-i insân-ı ekmeldîr. Bekâ sûret-i âlem bu sûret-i insâniyenin bekâsına merbûttur. Kema kale aleyhisselâm (Lâ yekûmu es-saati ve alel’ardı vâhid Allah Allah ey yezkur kemâ hû hû). Pes kutb-u âlem bu sûret-i insânî olup devran ve beka-yi eflâk dahi onâ müteallik olur. Behr-i emvâc esrâr ve ma’ânî Şeyh Sâideddin Fergânî buyururlar ki; eğer bir sâil suâl edip sûret-i insâniyenin ta’yîn ve tahkikinden evvel süret-i eflâk sâbit ve kâim idi. Ve süret-i Âdemiyenin, ademi ta’yininden sonra dahi süret-i âlem ve devrân eflâki hiçbir halel ve noksân terettüb eylemez. Pes Adem ne vechle kutb-ul-eflâk olur. Cevâb budur ki; eğerki Adem hissen yok idi, ammâ ma’nen var idi. Zîrâ (fe-ehbibtü en a’rîfe) îcâd-ı âlemden maksûd kemâl-i zuhûr idi ve kemâl-i zuhurî hakîkat-i cem’iyyeti zât îcmâlen ve tafsîlen bu zuhûrun zuhuriyyete mevküf idi. Ve zikr olunan hakikat-ı cem’iyenin kemâ hüve zuhûru süret-i insâniye-i kemâliyeden gayrısı değildir. Zirâ anâsır ve mevlüdat ve mâ-fevkıhâ ve tahtihâ insândan mâ-adâ her ne kadar zâhir var ise her birisi hazret-i cem’iyyetten bir hakîkât ve bir sıfat ve bir isimden zîyâdenin mahzarı değildir. Fe-li-hâzâ bu kemâl-i cem’iyyetten gayrısı cümle emânetten ibâ’ eylediler. Kema kâle Allahü Teâlâ (Înnâ arrednâ el-emânete) ilâ âhirihi. Yani Hakk sübhâne ve Teâlâ kemâl-i zuhûr ile mahzar cem’iyyet-i mezküre olunmaması a’lâ-yı âlemden semavât ve esfel-i âlemden arzı ve cibâlı ve beynehümâ olanlara arz edilip lâkin her birinde hükm-i kayd ve cüz’iyyet gâlib olmakla kabul-i emânetten ibâ’ eyleyip insânın kemâl-i kabiliyeti olduğu için bu cem’iyetten unsuriyeyi kabul eyledi. Vel-hikmeti azimeti vel-maslahati kulliyeti Allah Sübhâne ve Teâlâ icâd-ı âlemi süreten bu suret-i însâniyeye takdim eyledi. Ve o teveccüh-i icâdiyenin kıblesi süret-i insâniye oldu. Zîrâ maksat ve maksûd
135
insân idi. Pes meded ve bekâ eczâ-yı âlem bu süretin ta’yininden evvel onun keynûnet mevcüdesiyle hükmen ve ma’nen o teveccüh-i îcâdiyeye muzâf idi. Maksud-ı aslî olan bu sûret-i insâniye kemâliyeside dahi müteayyin olup meded ve kıyam ve bekâ ve sebât âlemin hıfzına bu sûret unsuriye-ı insânı maksadı oldu. Ve makâm-ı kutbiyyet ve müstakarr merkezinde istikrâr buldu. Ve yine Şeyh Saadettin Ferganî buyururlar ki; teşekkülât ve ittisâlât-ı eflâk ve kevâkibin suver ve netâyici neşâ-i nebeviyyede suver ve emzice ve akvâl ve a’mâl ile mütecesside ve müteşahhısa olduğu gibi ve süret-i insâniyenin dahi kuvâ ve igzâbına mecmû cemi’ avâlimdir. Ke-zâlik suver ve mezâhir hakayik ve esmâ-i ilahiyedir. Ve teşkkülât ve ittisâlât süret-i insânî gibi akvâl ve a’mâl-ı teşekkülâtı mezbüreden ibârettir. Onlar dahi mezâhir-i nev-cihân ve içtimâât-ı hakâyık ve esmâdır. Ve eğer ki kim o teşekkülât ve ittisâlâtın suver ve netâyici a’râz dır. Amma etbâka mütecessid olup ve cemî’ suver-i berzahı ve haşrî ve cenânı ve gayrihâ o hey’et-i mütecessidenin aynı olur. Nefha-i insâniye berzahda sûver-i mezbureye müteallaka olup berzahta vâki‘ olan nimet ve nakmet onlara o suverin cinsinden isabet eder. Ammâ niyet-i hâlise ve kasd-ı samîme mukârin olan a’mâl-i sâliha ve ef’âl ve akvâl-i tayyibe ve sâdıkanın bi-haseb-il kuvve-i gayri bil-vahdeti velihlâsı kulun a’lâ-yi illiyyîn de mukadder olur. Hatta vahdet ve ihlâsı bir kavl ve amel üzerine kemâl-i mertebe-i gâlib olsa (ileyhi yesadu”l kelimel tayyibu ve”l ameli salih yerfeuh) nassı keriminin fehvâsınca külliyet ile âlem-i vahdet mürtefî’ olup bu eflâkta süret kema îşâr ileyh kavlih alehisselâm (Lâ ilâhe illallah leyse lehâ düne Allah hatta yekdî ileyh) ve kâle sallallahü aleyhi vesellem (mâ kâle abd lâ ilâhe illallah muhlisân min kalbih illâ fetehat li ebvâbis-semâvât hatta yekdî îlel-arş). Fe-amma şu fiil ve kavl ki niyet ve kasd-ı samîmîden hali olsa o makule a’mâl-i mesübe hebâen mensüre olup bu âlem hâk ve âb ve heva ve âteşten tecâvüz etmez. Nitekim bunun tafsilî bilâde zikr edilmiş idi. Pes a’mâl-ı gayri hâlise ve gayr-i sâliha neşâ-i uhrevîyyede suver mânâsıyla munzam ve cîsmâniyet (11) ile musavvir olup ve gazab-ı şedide olmak için cismâniyyet-i azime hâsıl olur. Kema işâre ileyh kavli sallallahü Teâlâ aleyhi vesellem (Înne galeze cilde’lküffar isnâ ve erbaûne zerâ’en ve in cesede misle ahed ve in meclisi fî cehennem mâ-beyne Mekkete vel-Medinete). Ve nusûs-ı Kur’an-ı Azim ve hadis-i şerif rasül rabb-ül alemîn nazar-ı erbab-ı keşf şuhûdda mübeyyindir ki kursi-î kerîm ferş-i
136
cennet ve arş-ı azim sakf-ı cennet olduğu bey’ân
buyurulmuştur. Ve Hakk
Sübhânî ve Teâla hazretleri kûrsiyi ne şey ile vasf buyurmuş ise, arz-ı cenneti dahi o şey ile vasf buyurmuştur ki, kâle Allahü Tealî azze ve celle (vesîa’ kürsiyyühüs-semavâti vel’ardı) ve ke-kavli Teâlâ (ve sâriûv ila mağfireti min rabbikûm ve cenneti ardıhâ es-semavâti vel-ardı e’ıddet lil’müttekın) ve delâleti hadis-i şerif budur ki, kemâ kâle aleyh-is-selâm (inne fîl- cenneti mie derece mâ-beyne kullü dereceti kemâ beyne es-semâi vel-ardı vel-firdevsî a’lâhâ dereceti ve minhâ tefcürû-el-enhâre el-erbaate ve min fevkıhâ yekûn-ül-arşı). Makasid-ı hayâliyeyi herhangi a’mâl ve akvâl cümleden zîyâde olur ise cennet-i Firdevste suver-i hadâyik ve eşcâr ve esmâr ve enhâr ve suver ve kusûr ile mütecesside olur. Kemâ kâle Allahü Teâlâ (vein leyse”l insane illa ma-sa’y ve in sa’yihi sevfe yera sümme yecziye’l cezae el-evfa) ve kale Allahü Teala (Fe-men ya’mel miskâle zerretin hayren yerah).
Pes bu âyet-i beyyinâtın mazmûnu saâdeti âyeti bu ma’nâya
delâlet eder. Ammâ sa’y ve amel arz kabilinden olup tarifi arzda ise (el-arzu la yebka zamaneyn) denilmiştir. Ve ta’rîf-i mezbûr ta’rif-i cemi’ ve emr-i mukadderdir. Nass-ı Kerim Sübhânî ise sa’y ve amelin aynının rû’yeti isbât etmiştir. Bu takdirce a’râz-ı a’mâl zamân-ı sabitte ne keyfiyetle mer’i oluyor denir ise iş bu takdîr olunan veche üzerine mûtecessid olur. Kemâ kâle sallallahü teâlâ aleyhi vesellem fi hadis-i kudsi hakiyen an-Allah Teâlâ fe-kâle (yâ Muhammed ikrâ ümmetike minnî selâm ve ahbirhûm înnel-cennete tayyibet-ül-ziyneti azbetül-mâi ve ennehâ ve in gargbihâ sübhân Allah vel-hamdulillah ve lâ ilâhe illallah ve Allahü Ekber). Pes tecessüd-i mezbûr hakikat-ı kâmil vesâtet-î a’mâl-ı hasene ve akvâl tayyibe mütebassıta dünyâ-i kemâlî inbisâtı mezkür ile muhkem olur. Ammâ zikr olunan derecât-ı aliyenin vusûlüne sebeb derecât-ı kesire vardır. Lakin merâtib-i mezbürenin usûl-i kulliyâtı makâmâtı selaseye o da evvelen islam, sâniyen imân, sâlisen ihsândır. Ona binâen ki çünki o ser vücudu merâtîb-ı istîdâ’ eflâk ve anâ-i mevlüdât ve rahîm-i mâder de olan mertebe-i istikrârdan tecâvüz edip bu süret nefis ve mizacı insânî ile tâhir oldu ise ahkâm-ı kesret anâsır ve mevlüdâta melâbiseti sebebiyle hükm-i vahdet ve tahâret ve besâtet ser vücudu zîkr olunan âsâr-ı kesret harekât ü sekenât tabîî ve ahkâm-ı inhîrâfâtta maklüb ve mahbûs olup kendînin mebde’-i vahdetî ve la yedi olan avd ve rücûğundan ve turuk-i zâhir ve bâtne-i maâddan kemâl-i hicâb ile mahcûb kaldı. Pes şunlara ki
137
tevfîk ve inâyet ezeliye-i rabbâniyeye karîn hâlleri olup mâder ve pederinin vesâtet taklîdi ve yahut bir resûlün da’vetî halife-i resül olan mürşid-i kâmilin irşâd ve delâeti ile mebde’ ve maâdından haberdâr olur ise evvelen bi-z-zât eser ona zâhir
bâhir olup li-ecli”t-tedbir onun mizâç ve kuvâ ve cevârih ve
âzâsına isâbet ve sirâyet edip kavlen ve fi’len harekât ü sekenât nâ-mazbût ve suver-i inhirafât nâ-merbût ile zuhûrdan a’râz eder. Ve ahkâm-ı şer’iyede münderic olan vahdet-i adâlete inkıyâd-ı kulliyen ile müteveccih olur. O zamân onların dâire-i makâm-ı islâma dûhulleriyle ki itâati evâmir-i revaciri şeriyye-i nebeviye den ibârettir. Dürüst olur ve hâlet-i mezbüre de dâhil dâire-i Îslâm olan şahısı insâniyenin Hazreti Hakka ve esmâ ve sıfât-ı mukaddes-i rabbâniyeye irtibâtı bî-tarîk-it-taalluk olur. Zirâ merbübun ismi Rabb ve sıfat-ı rubûbiyette ve mahlûkun ismi Hâlîk ve sıfat-ı hâlikiyyette ve mehdinin ismi Hâdî ve sıfatı hîdâyete ve tâibinin ismi Tevvâb ve kabîl-i tövbe sıfatına ve mâğfürun ismi Gaffâr ve sıfatı mağfirete helümme cerrâ ta’allûkları zarûridir. Ve her şeyin bir sebeb ve illeti zâhireye izafeti ve esbâb ve îlelî mezbûreye muzaf olan eşyânın rü’yeti dahi esmâ-i ilahiyenin mezâhir ve âsârıdır. Mâdem ki bir kimse dâhil-i dâire-i islâm olmaya onun talluku esmâ-i kûlliyeye olmayıp dûn-el-bâz bâzı esmâ ve sıfâtadır. Ammâ sonraki makam Îslâmın hakâyıkıyla muhakkak ola. O merd-müslimin ta’alluku esmâ ve sıfât-ı külliyede tamâm olur. (12) Ve bu mertebeden sonra mebde’ ve maâd bî-tarîk-il- ma’dül eser ona hepsi kuva-yi bâtınî ve hevâsı………….
sîrâyet edip tekellüf ve taltife cehd eder. Ve nefsi
(Summün bukmün umyün fe-hum lâ yerci’ün) dâr-ı müfizinden halas eder. Nutk ve semi’ ve basar ve fikrin ve vehmine fuzûl ve mâ-lâ ya’nî zîkîr ve fikîr ve eser-i gayr dan bî-külliyyete mahcûb ve mestûr kalmış idi. Muhabbet-i İlahiye keşf-î istâre hicâb edip tevfîk ve hîdâyet-i sûbhânî ile cümlesi ma-halak lehne sarf edip acele getirir. Ve zâtını ism-i semî’ basîr ve ilim ve mütekallim kılar. Ve kuvâ-yı bâtınesi hakîkî nekayifi ve inhirâfat-ı cehl ve bahl ve zulm ve kasâvet-i kalb ve îlâ gayr-i zâlik ve sıfât-ı radîyeden halâsi edip üç kemâlât ve suver-i i’tidâlât akıl ve kerem ve hilm ve re’fete nâil olmak için sa’y-î beliğ eder. Ve bu mertebeye kadem-nihâde oldukta makam-ı îslâmdan rütbe-i îmânâ terakki etmiş olur. Ve esnâ-yi seyrde külliyât-ı makam-ı imandan olan tevbe ve zühd ve vera’ ve tevekkül ve rızâ makâmları müşahede edip ve her makâmın cûz’iyâtında esmâ-i
138
hakk eyle. Misalen Kerîm ve Halîm ve Allâm ve Raûf ve bunun emsâli esmâ ile vefk tahallukûv bi-ahlâkillah ile muttasıf eder. Fe-li-hâzâ erbâb-ı tahkîk makam-ı imana makam-ı tahalluk itlak ederler. Ve çünki bâtın ve zâhirden ahkâm-ı inhirafât veche meşru mütelakki ola meşîme-i nefiste kâmil olan sûret-i vahdet ve adâlet-i mütevellid olup ismi kalb ile mesh olur. ( Ve bî-hükmî ve sa’ni kalbî abdu’l-mü’mini’l-tekâ) o dîl ona tevâbi’ ism-i zâhirden bir ismin mir’ât-ı mücellâ ve mahal-i tecellisi olur kî Îsm-i mezbûr şahsı mezbûrun menşe’-i taayyün nefsi ve mizâcı olmuş idi. Ve sukut-ı nutka ve nefha-i rûhun vefatında ve zamân-ı vîlâdette şahsı mezbur o ismin mahkûm te’siri ve terbiyesinin merbûbu olmuş idi. Pes vâsi’i Hakk olan kalb-i mü mîn bu mertebeye nâil oldukta o isim ile mûstahikk olur. Yani sâlik-i mezbûrun kalbinde o isim tecelli ettiğinde sâlikin ismi ve resmi bîl-külliyyete mürtefi’ olup sâlikte ol isimden gayrı şeye bağ kalmaz. Pes bu mertebede sâlik makam-ı imândan derecât-ı ihsâna i’tîlâ’ ve irtifâ’ etmiş olur. Ve o isim ki onun mir’ât-ı kalbinde cilve-kâr olmuş idi. Ve şu eser ki esmâ-i zâtiyenin âsârından eser etmiş idi. Sâlik-i fâniyenin semi’ ve basar ve yed ve ricl ve aklı olur. Hatta bu makam-ı tahakkukun hakikatta vâki’ olan (Kuntü semîah ve basarah ve yedeh ve ricleh) hadis-i şerifi ve sâir ahbâr ve âsarın letâifini zevk ü selîm ile fehm eder. Ba’dehû merâtîb-i esmâ ve eflâk-ı sıfâtta seyrân edip her bir ismin tahakkuku o sâlikî bir ism-i ahârın tahakkukuna müstaidd eder. Hatta ism-i zâhir camî’ olduğu cemi’ esmaya müttehid olur. Ve o vakitte o merd-i kâmil ve racül-i fâzıl bâtın rûhun seyrine garibet kılıp cemi’ esmâ-i bâtın tenzîhî ile tahakkuk-ı mesir olur. O
cemi’ kemâliyeye erişip seyr-i kemâleyn
bulur. Ve zîkr olunan seyr ü sülük ümmet-i Muhammedden olan ferd-i kâmillerin seyridir. Ammâ seyr-i Mustafa kâmîllerin netice-i seyir olan Hazreti Cemidât Kâbe kavseyn ve ondan makam-ı ahâdiyyet cemi’ ev-ednâdır ki, ondan a’lâ ve ekmel mertebe olmayıp ve mertebe-i mezbûreye ancak Hazreti Seyyid-ül-enbîyâ vel-mürselin salavatûl-Allah aleyhi ve selem hazretlerine mahsustur.Ve hasayıs-ı kâmil odur ki bâtın ve sırrı ile mûşâhede-i hazreti gayb olup makam-ı ihsânda ulûm-i gayb ve ledünniyi rûhu ve nefsî ile muttâli’ kılar. Ve hâvas-ı zâhir ve bâtınesi ile makam-ı imânda âsâr gayretle meşgul olup ve mizâç ve kuvâsı makam-ı islâmda ibâdet-i bedeniyeye vâsıf ve envâ’i ahkâm-ı ibtilâyı şerîyeye mülâzemet edip cemi’ evkâtta bütün vârını zînet şer-i şerife ma’mür ve zâhiriyi
139
tayy-ı deryâyı ahkâm-ı tarîkına müstağrak olur. Ammâ kâmil-i mezbûrun şer-i şerif ve rûh-i lâtifinin hazret-i gayb ve makam-ı ihsânda mukayyed olduğunun fâidesi tecelliyâtı zâtı ve ulûm-i hakiki ve mûkâşefât-ı hamim île muttasıf olduğundan vesvâsı ve kuvâyi zahire ve bâtınesi dahi makam-ı imânda mukayyed olduğundan fâidesi bu neşâ-i dünyevîye de fikir ve zikir ve semâ’ ve gayretle ve neşâ-i âhiriyede rû’yet-i dâim bi-l-basar ve semâ-î kelâm bî-vasita ve bunun emsâlî teşrifât ile mütellezziz olduğudur. Ve mizâç makam-ı islâmda mukayyed olduğunun fâidesi îbtilâat ahkâm-ı şeriat ile tahakkuk ve neşâ-i dünyeviye de icrâyı o emr-i şeriyye ile telezzüz ve ahkâm-ı şer’iattan her bir hükmün dekâik hikmeti ve savm ve salat ve hacc ve zekât ve sâir ibâdât ve tâatın taayyün ve tahdîd idâd ve kıldığını der-kâr ve cem’i avâlim ve
ilel ve esrarı keşf ve sühûd ile muâyin dunyevi berzah ve haşr ve cenânı da
kemâl-ı inbisât-ı hakiki takayyüd mizâç ile makam-ı îslâmda yazılmış olması lazımdır. Ve ibâdât ve hasenât-ı (13) şer’iyyenin berzahta ve haşr da hasıla olan sûr ve netâyicinden behre-mend ve ber-hurdâr olmakla makam-ı îslâma mütealliktir. Ve nice evkât olur ki kâmîl-i mezbûrun nefsî hevâsı ve mizâcı hemreng sırr olur. Ammâ zikr olunan hükm-i mezbûrun neş’atı iktizâsıyla hâlet-i mezbûrenin devâm ve sebâtı
olmaz. Zîrâ lî maa-Allah vakt
buyurulmuştur. Îmdi ey nûr-i sadika-i a’lem ve nûr-i sâdika-i Âdem merâtib-i mezbûreyi seyr ve temâşâ edip hakikat-ı zâtiyesinden haberdâr ve aşk ü muhabbeti rabbâniye ile ber-hudâr olan âşık sâdıklar ahkâm ve eflâk-ı suveriyeden dahi hurûç edip eflakı hakikiyeyi esma ve sıfat ve zata uruc etmekle ebü-l-vakt olurlar. Sen de ona göre sa’y edip ebnâ-yi izâmın ve husûsiyle Hazreti fahr-i kâinât sallallahü aleyhi ekmel-i tahiyyât ümmetlerine terk ettği mîrâs-ı şeriat ve tarikat ve hakikat ve marifete vâris-i hakîkî olmakla Cenâb-ı Haktan meded ve inâyet ricâ eylesin.
Mektup 7: 26 Mart 1337 Mustafa Ârif Kâtipzâde Kayserîlidir. Mustafa Mûnîb Hazretlerinin halife ve kaim-makamıdır. Kayseride Fuad Câmi’ Şerif havalîsinde medfundur. Zâhir ve bâtın ulûmune câmi’ ve zamânın feridîdir. Sâlike lazım olan hilâfet-i ilahiye ve hilâfet-i nebeviyye ve hîlâfet-i meşâyih ve merâtib-i îstivâ ne olduğunu bilip ve
140
anlayıp ona göre iş eylemek lazım olduğundan, merâtib-i mezbureden bir miktâr bu mahalde derc-i sutûr eylemeye şurü’ olundu. Ey Îhvân ma’lümunuz olsun ki Cenâb-ı Allah (ve iz-kâle rabbuke lî’l-melâiketi innî câilûn fil’ardı halife) yani, zikreyle ya Muhammed, o vâkit ki rabbin melâikeye buyurdu ki; ben Azîm-üşŞâân bir de halife kılmak isterim. Halife bir kimsenin makâmına kâim menâbına nâib olan kimseye derler. Îmâm Fahreddin Râzî tefsirinde; el-hâlifetü men yehlifu gayrih ve yekûvme mâkama. Ve Îmâm Râgıb hazretleri dahi lafz-ı halife vâhide ve cemi ıtlak olunur. Bu mahalde maksüd olan cemi’ ma’nâsıdır. Zirâ halifeden murâd Hazreti Adem ve evlâd-ı Ademdir. Ve tefsirinde buyurdu ki; halifeden murâd evlâd-ı Âdemdir. Ve bazısı bazısına kâim-makâm oldular. Nîtekim bu âyeti kerime şehâdet ederki (ve hüve ellezi cealeküm halâife fil’ardı) ve kezâ kâle (sümme cealnâkûm halayif fil’ardı ve kâle eyzan vezkurûv iz cealekûm hulefâe) bu cümlesi evlâd-ı Âdemin halife olmasına delâlet eder. Ve beyne’l-müfessirin kavl-ı esahh dahi budur. Îmâm Fahreddin Râzî der ki; Âdem evlâdından halife-i hakk olana, onun için halife tesemmi kılındı ki halkın nüfûsune tekmilde ve onlara siyaset ve te’dibde ve emr ve ahkâmı tenfîzde ve bunun emsâli şeylerde Hakkın halifesi ve kâim-makamıdır. Burada suâl varîd olur ki; halife âciz ve esrâr-ı gayba muttalî’ olmayan kimselere lâzım olur. Tahkikan Cenâb-ı Allah her şeye kâdir ve âlim-ûl-bâtın vel-zâhirdir ki ona halife olmanın fâidesi nedir? Cevâp budur ki; halife müstahlefin aleyhin kusûrundan ötürüdür. Ve halkın Hakka âşînâ olmasında ve haktan istifâde ve istifâza kılmasında kemâl-ı mertebe âcizleri olduğu içindir. Lâ-cerem halife gerektir ki Haktan esrâr ve ahkâmı ahz eyleye ve halka bey’ân kılıp söyleye. Zirâ bunlar halkla Hakk ma-beynlerinde vâsıtadır. Rûhâniyetleri cihetinden ahkâm ve esrârı ve evâmir ve envârı, Haktan ahz edip cismâniyetleriyle halka îsâl ederler. Ve halkı terbiye ve irşadla tekmîl edip bî-haseb-îl-istî’dâd tefhim-i Hakk ile âşînâ ederler. Men veche halife müstehlefin aynıdır. Ve men veche gayrıdır. Şu cihetten aynı olur ki, onun ahkâmı ile hâkim ve onun ilimiyle âlim ve onun sıfatıyla muttasıf ve ahlâkı ile mütehallik ve esrâr ve envârıyla mütehakkıktır. Bunun mîsâlini kalem ile kâtibde müşâhede eyle. Her bir maânî ve maârif ve esârı yazmaya kâtib elinde kalem bir âlet olup, lâkin kalem başka kâtîb başka kalem, kalem, kâtib katib olup yanlız kalemin kâtibe kemâl-i merbûtiyle merbût olduğundan maârifin yazılmasına bir alât olduğu gibidir. Zirâ Cenab-ı
141
Vâhîb-ül-Atâ hazretleri her bir kudret-i ilahiyenin zuhûrunu bir esbâba ta’lîk etmiştir. Nehârın tenvir olunması güneşe vermiş olduğu ziyâya ve mâhın nûrunu güneşten (14) aks ve ahze ta’lîk eylediği gibi. Lakin Cenâb-ı Hâlik-ı Mevcûdât hazretlerinin bilâ-sebeb her şeyi halk ve icâda kâdirdir. Ammâ her bir işinde bin türlü hikmet-i hâfisi vardır. Kulun aklı cümlesini îdrâk edemez. Îmdi bu cümle ma’lûm olduktan sonra, şartı hilâlet-i ilahiyeye halife olan zât bi”l-kulliyye kendi nefsinden fânî ola ve bekâ-yi hakk ile bâkî ola. Ve onun akvâl ve ef’âl ve ahlâk ve sıfâtıyla ittisâf kıla. Bir iş işlemeye îllâ onun emriyle bir kere başlamaya illâ onun îrâdesiyle başlaya. Amma burası gayet dakîk bir mâ’nâdır. Her hayalâtâ kapılmayıp ve her bir evhâma aldanıp buna böyle işâret olundu. Ve şöyle zuhûrât vuku’ buldu, diye kendi hayâlâtına aldanıpta hem nefsini ve hemde ebnâ-yi cinsini aldatıp dâll ve mudil olmaktan ictinâb eylemek elzemdir. Zîrâ şeytân Cenâb-ı Vâcib-ül-Vücud hazretlerine: Yâ Rabbî ben Ademin yüzünden vâdi-i helâke düştüm. Şimdi bende onlara göstermiş olduğun tarîk-i müstakimin üzerinde oturur, o yolda olanları ihlâl ve iğfâl ederim dedi. Bunun çâresi ise, cümle kapıların kapanıp hemân bâb-ı ilahiyenin meftûh olduğunu ve o kapıya varmakla dahi bil-cümle yolların mesdüd olup ancak şeriat-ı Ahmedi ve tarikat-ı Muhammedinin açık olduğunu bilip ve yollara dahi ehl-i sünnet vel-cemâat ve mezâhib-i erbaadan birisine ve pîrân tarîkat-ı aliyeden bir tarika süluk ve bunlurın kurmuş oldukları mizan-ı tarîkat ve şeriât-ı aliyenin mîzânıyla her bir muâmelâtını vezn ederek kemâl-ı mütebassırâta hareket etmek lâzımdır. İşte cemi’ enbâ’ ve evliyânın hilâfetleri bu kevnedir. Ve tebliğ-i ahkâm-ı îlahiye enbiyân ulemâ-i billah dahi halife-yi Allahtır. Nitekim Ebu Hureyre (r.a) hazretleri peygamberimiz (s.a.v) hazretlerinden şu hadis-i şerifi rivayet etmiştir: (Kâle resûl-ullah sallallahü teâlâ aleyhi vesellem. Men emere bil-ma’rûf ve nehyi an-il-münker fe-hüve halifetullah fil’ardı ve halife-i kitâbeh ve resuleh). Ve sünnet-i rasüli îcrâ edip îhyâ eyleyen halife-i resülullahtır. Ve halife-i resülullah yine halifetüllahtır. Kemâ revâ an-îl Hasani’l-Basrî kâle resûl-ullah sallallahü teâlâ aleyhi vesellem (rahmetullah alâ hulefâ-i kâlûv ve men hulefâuke yâ resûlallah kale ellezine yuhibbunehu sünnetî ve yamelüneha ibâdullah). Her kim evamîr-i ilahiyeyi icrâ ve sünnet-i resülullahı ihya eyler ise, halifetullah ve halife-i resülullah olur. Ve şu kimse ki evâmîr-i ilahiyeye ve sünnet-i resûlullahı bir tarikin revişi üzere icrâ ve o tarîkatı
142
ihyâ ile hem o pîrin ve hem resûlullahın ve hem Allah Teâlâ hazretlerinin halifesi olur. Hîlafet-i Hakk cemî’ efrâd-ı însâniyede bi-hasebi isti’dadâtihim mevcûdedir. Kema kâle aleyhisselâm (Küllü-küm râin ve küllü-küm mes’ulün an ra’yetih). Herkesin hilâfet-i îlahiyeden îstî’dâdı miktârı hisse-i muayyinesi vardır. Misâlen, pâdişâhın memleketinde tedbir ve tasrrufu ve her vâlî ve hâkimin kendi eyâlet ve vilâyetinde ve herkesin taht-ı îdâresinde ve ednâ mertebe kendi vücudunda terbîr ve tasarrufu gibi. Zirâ Cenâb-ı Hakk bu âyetinde hîlâfeti âmme-i nâssa şâmîl buyurmuşlardır. Kemâ kale Allahü Teâlâ (Hüve ellezi cealeküm halâife’l-ardı) ve ondan sonra herkesin biri birinden derecesinin ref’ olunmasını ve hîlâfette fazîlet bulunması (ve refea ba’zıküm fevka ba’zın derecât) âyetiyle sâbit kılınmıştır. İnşâ-Allah Teâlâ ileride meratib-i süluk zikr olacağı mahalde zikr olunacaktır. Derece-i tövbeden tâ derece-i tecrid ve tevhide kadar bey’an olunacaktır. Bâ’zı kimse bu cümle merâtibe câmi’ olur. Ve ba’zısı bunlardan birinde kalır. Ve o derece onun makamı olur. Ve ona fâlân kimse filan makâmdadır denir. Misâlen ya televvünde veya temekkünde veyâ velâyette veya keramette her ne ise bu cümleden güzârla matlabı rızâyı Hakk olmadıkça insân kâmîl olamaz. Ve hîlâfet-i kâmile ise însân-ı kâmile mahsüs olup ondan sonra emsel fâl emsel her hangi kimsenin ilmî ziyade ola, o kimsenin îlmî olmayandan derecede erfa’ ve hakikatta efdaldir. Eğer şeraitte ilmî ziyâde ise şeraitte ve tarikatte ise tarikatte ve eğer merâtîb-i ilahiyede ise merâtib-i ilahiyede ve esrâr-ı rabbâniyede ise esrâr-ı rabbâniyede kemâ kâle Allahü Teâlâ (hel yestevîyellezine ya’lemüvne vel’lezine lâ ya’lemûvne). Ve kâle Allahü Teâlâ (yerfeü ellezine âmenûv min-kum vel’lezine ûtul-îlme derecât). Yani Allahü Teâla refî’ eyler. Ey müminler siz diyorsunuz ki, derece-i cânım dünyâda cemîl eyle ve âhirette canânla hâsseten şu kimselerin derecelerini ref’ eyler ki onlara ilim itâ’ olundu. Ve ilimleri amele mukarin kılındı. Pes alimin âbid üzere şerefi, mâh-ı bedrin kevâkib üzere şerefî gibidir. Ve âlimin şerefiyyeti ma’lümun şerefine göredir. Her hangi tarîk olur ise olsun (15) âlim olan hilafete âlim olmayandan ehakk ve elyaktır. Zîrâ nass ile sünnet-i seniyye ile ve îcmâ-i ümmet ile sâbit olan budur ki, kitâb-ı ilahiyede delîl Hakk Sübhânî ve Teâlâ hazretleri Hz. Âdemî ilmi sebebiyle halife edip melekleri etmedi. Bütün melâike tâat ve ibâdetle mevsûm ve tesbih ve takdîs etmekle meşhür
ve ismetle hatâ ve halelden uzak oldukları hâlde, Cenâb-ı Allah
143
Adem aleyhisselâmı ilmi sebebiyle tercih buyurmuştur. Nitekim Beyzâvi hazretleri (Fe-kâle enbîunî bî-esmâe heûlai) ayet-i kerimesinin tefsirinde buyur ki yunekkibu le-hüm ve tenbe alâ aczihim an emr el-hazrete fe-innel-tedbîr veltasdîk ve îkâmetil muadeleti kalbe tahakkuk el-ma’rifeti vel-vukûf alâ merâtîb-il istî’dâdât ve karraral hukuk mahâl în kuntüm sâdikın fi-zeamekûm enneküm enfâe bil-hilâfeti li-ismeteküm fe-en-bi’unî bî-esmâi heulâi) ve şeyhzâde merhûm dahi hâşiyesinde buyurur ki; (innel-hîlâfeti nektezil’ hukme bil-hakkı,ve ikâmetil muadeleti beyn-el-ibâd ve zâlik lâ ye’ti illâ bil-ilmi vel’ mârifeti zevâtü eşyâ ve ehlehâ ve ef’âlehe ve i’tâe kullü zî’y hakk hakka bilâ-ziyâde ve lâ noksan). Ma’nâsı budur ki, melâike zımnen hilâfeti tesbîh ve takdîs ve ismetimiz sebebiyle bîz müstahakız dediklerinde, Hakk Teâlâ hazretleri bunlara buyurur ki, Ey meleklerim banâ bu müsebbihâtın esmâsını îlâm edin Kâdı Beyzâvi hazretleri buyurur ki; bu kelâm melâikeye ilzâm ve onların emr-i hilâfetten acz olduklarına tenbihdir. Zirâ tedbîr ve tasarruf ve ikâmet-i adl-i mârifete müstehak olmazdan ve meratib-i istidâdı ve ahlâkın hukûkuna vukûf bulmazdan mukaddem mahalldir. Eğer ze’minizde hilâfete ismetiniz sebebiyle ehakk olmak var ise, bu cümle müsebbihâtın esmâsından haber verin mânâsı vardır. Ve şeyhzâde merhûm dahi hîlâfeti hakk ile hüküm eylemek ve îbadullah beynînde adâlet kılmak iktizâ’ eder. Ve bu ma’nâ ise ilimsiz olmaz zevât-ı eşyâya ve havâsına ve ef’âline ma’rifetsiz surete gelmez. Ve her hakkı sâhibine bilâ-ziyâde ve lâ noksân eylemeyince hilâfet mertebesine zafer bulmaz. Pes hilâfetin rükn-ü azamı adâlettir. Onun için Cenâb-ı Hakk Celle ve A’lâ hazretleri Hazreti Dâvûd aleyhisselâma hitâb edip buyururlar: (Yâ Dâvûd innâ cealnâke halifeten fîl’ardı fahküm beyne’n-nâs bil-hakk ve lâ tetbî’el hevâ fe-yudillike an sebilillah innel-lezine yedullüne an sebilillah lehüm azâbun şedîd bi-mâ nesev yevm-el-hesâb). Ma’nâ-i şerifi, yâ Dâvûd biz seni istihlâf eyledik ve mülkümde halife kıldık. Sende beyne’n-nâssı adl ile hükm eyle , hevâ-i nefsine tâbi’ olma ki, seni Allah yolunda ihlâl eyler.Tahkik o kimseler ki Allah yolunda kem-rah oldular. Onlar için azâb-ı şedîd vardır, Yevm-i hesâbı nîsyânları sebebiyle her bir halife olanlara taht-ı yedinde mutasarrıf olduğu kimselere adâlet eylemek vâcib oldu. Zîrâ Ebu Sâid hazretleri resûlullah (s.a.v) rîvâyetle buyurur ki; (in’nel-dunyâ helve hazre). Yani dünyâ tâtlı ve leziz şeydir, tabîat-ı kâmil eyler. Lakin hüsn ü ta’mıyla nâsı meftün eyler. (Ve innel-Allahe
144
müstahlefeküm fe-yenzır keyfe ya’lemün) Ve Allah Teâlâ hazretleri sizi halife kılmıştır. Emvâl ve erzakta ve tasarruf eylediğiniz şeylerde. Zîrâ o şeyler Hakk Teâlâ hazretlerinindir. Siz halife ve vekilsiniz. Hakk Celle ve Alâ hazretleri size nâzırdır. Mâlik olduğunuz şeylerde ne hâl ile amel eylerseniz, her hakkı buyurduğu zî-hakkâ îsâl edip adâlet eylermisiniz. Ve yahut
olup
adaleti terk kılarmısınız. Abdullah îbn Ömer radıyallahü Teâlâ anh hazretleri bu hadis-i şerifi resülullah sallahü teâlâ aleyhi ve selem efendimizden rivâyeten buyur ki; (Înnel-muksitine înd-Allahe alâ munâbirine min-nür). Yani tahkikân âdîl olanlar Allah Teâlâ indin de mukarreblerdir. Nûrdan minber üzerine câlislerdir. (An yemin-ü rahmân ve kulnâ yedihi yemin-i mübârek) o menâbirin yemin-i rahmân tarafında ola. Bu hadis-i şerif âdillerin ulvî mekânına iş’âr eder. Zirâ sultânın sâğ tarafında oturan sol tarafında oturandan eşreftir. Ve burada tevehhüm olunmaya Cenâb-ı Allah’ın yemîn-i rahmân yesâre mukâbili olan yemîn-i cinse ola onu def’ için buyururlar ki; Rahmanın iki tarafı dahi kudret-i kâmile ve îrâdeti şâmile ve esmâ-i mütekâbiledir. Yemîn mübârektir. (Ellezine ya’dilüne fî hukmihim ve ehlihim ve-mâ velü) sıfatı kâşifesi veya sıfatı mâdihesidir. Muksitin yani âdil olanlar şu kimselerdir ki; hükümetlerinde ve taht-ı yedlerinde bulunanlar ve ehl ü iyal ve cevârî ve ibâd ve hâdim ve kendi mâlik olduğu iklim vücudunda adâlet eyleye. Nitekim Cenâb-ı Allah Teâlâ hazretleri buyurur: (Înne Allahe ye’muruküm bil’adli vel’îhsân). Adâletin ma’nâsı (16) ise terk-i zulümdür. Ve her hakkı zî-hakka îsâl ve her bir mâlık olduğu mâ-halak-lehinde îsti’mâl ile tefsir eylemişlerdir. İmdi halife olan kimse her hâlde âdil olmak zorundadır. Zîrâ adl cemî’ umürda tavassut etmeye derler. Mîsalen, itikadâtta tenzîhle teşbih mâbeyninde olasın. Ve mezheb-i cebr eyle kader mâ-beyne tutasın cüdda tecelle tebzîr mâ-beyn güzedesîn. Kemâ kâle Allahü Teâlâ (ve lâ tecal yedeke mağluleten ilâ unugık ve lâ tebsüthâ kullel bast) ve savtta dahi cehr eyle ahfâ mâ-beynine söyleyesin. Nitekim Hakk Teâlâ hazretleri habibine buyurur; (ve lâ techer bisalâtik ve lâ tehâfet bi-hâ vebnağ beyne zalik sebilâ). Ya Muhammed salatta kırâatını cehr eyleme ve dahi onu zayıfda eyleme. Bu ikisinin mâ-beyninde bir yol taleb eyle ki beyn-el-cehr vel-zayıf ola.
Rivâyet olunur ki, bu âyetin
nüzûlunde Hazreti Habib-i Hüda sallallahü aleyhi vessellem bir gün Hazreti Ebu Bekr es-Sıddık radiyallahü teâlâ anh hazretlerine uğradı ve gördü ki ahfâ ile okur.
145
Ve Hazreti Ömer radiyallahü teâlâ anh hazretlenie uğradı cehr ile ve savtı a’lâ ile okur. Hazreti Ebu Bekir’e ne sebeble ahfâ ile okursun? diye sorduğunda rabbim münâcâtımı işitiyordu. Ve hazreti Ömer’e ne sebeble cehr ile okursun? diye sorduğunda şeytanı tard etmek ve nâimleri îkâz için dediklerinde, Hazreti Ebu Bekire, sen bir parça savtını çıkar yani; (erfa’ savtık kalîlen) ve Hazreti Ömere dahi, (El-adl sârî fî cemi’ el-eşyae fecal el-adl hâkimen alâ nefsik ve ehlik ve ashâbik ve abîdik ve fi kelâmik ve efâlik zâhiren ve bâtınen). İşte ba’zı tarikatta bu sıfat-ı i’tidâl mertebe-i istivâdır. Bu mertebeye vâsıl olanlara alamet başlarına hatt-ı îstivâ çekip onunla bu mertebeyi işâret kılmışlardır. Ve bizim tarikımızda ise sürete itibâr olmayıp, her hâlimizde adâlet ve istikâmet ve şeriat ve tarikata kemâliyle mütâbaat eylemektir. Ve istivânın üç mertebesi vardır. Birisi edna, birisi evsat, diğeri a’lâ mertebedir. Ve ednâ mertebesi hadd-ı şeriattır ve dâire-i tarikatdan hurüç etmemek. Ve râh-ı dalâl ve fesâda gitmemen. Ve ef’âl-i seyyieden bi-l-kûlliyye necât bulmak ve evkât-ı hamseyi vaktıyle edâ eylemek. Ve a’mâl-i hasene ve ahlâkı hamide ile muttasıf olmaktır. Evsatı mertebe emr-i sübhâniye itâaat ve sıhhat-i ibâdete ve riyazâta gitmek. Ve savm ve salâta müdâvemet kılmak ve nefsi zulmanisini nûrânî ve cismani edip, (ervâhnâ eşbâhnâ, eşbâhnâ ervâhnâ) hükmünü bulmaktır. Ve mertebe-i a’lâsı aşk ü muhabbetle cemi’ merâtibden güzâr edip şâd ü gam ve zevk ü elem ve ye’si ve kem ve medh ü zemm ve nîam ü nakm ve lütf ü sitem bi-l-külliyye katında berâber ola. Bir sâlik ki kendisi zâten ve sıfâten ve zâhiren ve batınen fânî olup Hakk ile kâim ve bâkî bula. Ve yanında sîm ü zer ve
berâber ola. Ve esrâr-ı gayb o vâkit
onâ ayân olur. Ve mertebe-i meşihate dahi mâlik olur. Ve o vâkit halife edilmeye kudret bulur. Suâl olunur ise ki, bir çok şeyhler evlâdlarını yerlerine halife ederler ve ba’zılarıda istediklerine hilâfet verirler. Bunlarında bu hakka nâil olmuşlar mıdır. Cevâben her bir şeyin sürisi ve ma’nevisi oluduğu gibi hilâfetin dahi sûrîsi ve ma’nevîsi vardır. Bir şeyh birkimseyi bir hân-kahın tasarrufu ve yâhut o diyârda bulunan sâlikanın zabt ve bastı için hilâfet verse ve o halife olan kimsede ise merâtib-i süluk ve irşâd-ı sâlike âlim olmaz ve emr-i şeriat ve ahkâm-ı tarikat-ı aliyeyi ve esrâr-ı hakikiyeyi kemâ yenbeğî bilmese buna sûret-i hilafet derler. Ammâ ma’nâ-yı hilâfet bilâde zikr olunan makâmâtı güzârla merâtib-i süluke âlim ve zuhürât-ı ilahiyeyi ve esma ve sıfat-ı rabbâniyi şuür bulmaktır. Ve hakikat-ı
146
hilâfet abd-ı Allah irşâd-ı nâssa me’mûr olmaktır. Şeyhiyyet mertebesinde olan kâmilin taht-ı terbiyesinde iken ba’zı kimsede hilâfetin süret ve ma’nâsı ve hakikatı üçü birlikte cem’ olur. Ve ba’zısında ise süret ve ma’nâsı cemi olur. Bazısında ancak suret-i halife olur, mana ve hakikatten bî-nasib kalırlar. Ammâ o kimsede ki, üçü birlikte cem’ ola meşihat mertebesinde olur. Vallahu a’lem bilsavâb.
Mektup 8 (17) Ahmed Bâbâ Ganîzâde demekle müştehir Kastamonu vîlayetinin Tosya kazâsındandır. Îbtidâ hâlde debbâğ san’atla kesb ve idâre-i tayin etmekte imiş. Rivâyet-i meşhuredendir ki Mustafa Ârif hazretleri şeyhi bulunan Mustafa Mûnîb hazretleriyle birlikte Tosyaya geldiklerinde, Mustafa Ârif hazretlerine şeyhin bulunan Mustafa Münîb hazretleri müsâ-ileyh Âhmed Bâbâ hazretlerini irâe ederek senden sonra bu civân sâhîb-i zamân olacaktır. Ve irşâdı dahi sizin elinizde olacaktır. Şimdiden taht-ı terbiyenize alınız ve terbiyesinde ihtimâm ediniz buyurmuşlar. O zamân Âhmed Bâbâ efendimizi huzurlarına celb ve evlatlığa kabül ile terbiyesini Mustafa Ârif hazretlerine tevdi’ buyurmuşlar. Ve Mustafa Ârif hazretleri dahi vefât’ zamânı takarrûb eylediğinde, Tosyaya Âhmed Bâbâ hazretlerini huzurlarına getirmek üzere Kayseriden iki ihvân gönderip, müsâ ileyhi huzuruna celb ve biz-zât kendi halvetine alıp, lâzım gelen vesâyâyı îcrâ eyledikten sonra makamına kaim ve ser-hilafet ve talibânın terbiyelerinde ihtimâm eylemesini tavsiye eyledikten sonra irtihâl-i dâr-i beka eyledikleri Âhmed Bâbâ hazretleri cenâze namazını bade”l-eda defn eylediğinde ashâb ve ahbâbının merâsim taziyelerini tamâm edildikten sonra Tosyaya avdet ve etrâfında bulunan hülefâtının cümlesini dahi makâm-ı ser-hilâfette kuûdunu îlanla irşâd-ı tâlibâna seksen sene ihtimâm bin ikiyüz seksen beş sene-i hicriyesinde yüzyirmi yaşında mahdüm-ı sultânım Mehmed Sâdık Bâbâ hazretlerini istihlâfla irtihâl-i dâr-i beka buyurmuşlardır. Etrafta olan hulefâlarına güzel mektuplar ile tarikat-ı âliyeye müteallik bir çok sözleri vardır. Ve bazı manzûrum olan mektûbâtında görmüş olduğum nasâyihleri ber vech-i zir ihvâna arz ederim. Şöyle buyurmuşlardır: Sultândan iktidâya hangisi layık ve hangisi layık değildir. Malûmunuz olsun ki, Cenâb-ı Seyyid-ûl-Keyneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem
147
hazretleri buyurmuşlardır. Kâle Resûlullah sallallahü teâla aleyhi vesellem (vellezî nefsî Muhammedin bi-yedîhî leîn şî’itûm la beyneni leküm in ehabbe ibâdellahi ile-allahi ellezine yuhibbüne-allahe ile-îbâdehu ve yuhibbüne îbâde-allahi ileyh ve yemşüne fi’l-ardı bin-nasihati). Yani Resûlullah sallallahü teâla aleyhi vesellem hazretleri buyururlarki, O Allah hakkı içün ki Muhammedin nefsî o’nun yed-i kudretîndedir. Eğer isterseniz ben size hakîkat-ı hâlî beyân edeyim. Tahkîkan Allah’ın sevgili kulları şu kimsilerdir ki, Allah’ı kullarına sevdireler ve kulları Allah Teâla hazretlerine sevdireler. Yeryüzünde nasihatle yürürler. Ve dü-cihânda fevâid ve âvâid ve eltâf-ı hakkı tâlibâna bildireler. Ve kalıp âşıkânı mâ-sivadan pâk ve derûni mûştâkanı zîkri ilahî ve îbadeti sübhânî ile mücellâ edip âyine-i îlahi olmaya lâyık ve kâbil kılarlar .Pes mertebe-i meşihatta olanların hâlleri budur. Ve şeyhler resulün nâibi ve kaviminin nebisi gibidir. Ke-mâ kâle aleyhisselâm (Eş-şeyhü fi-kavmîh, ke-en-nebiyyi fi-ümmetîh). İş böyle olunca şeyh olan zâta dahi Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretlerinin Sünnet-i seniyyesine ve sîret-i âliyesine mûtâbaat eyleye ki mahbûb ve manzür-ı hakk ola. Ke-mâ kâle Allahü
Teâla
fi-kelâmi
(Kül
în-küntüm tühîbbuvne
Allahe fet-tebîüne
yühbibkümullah). Manâsı eğer Hazret-i hakka muhabbet da’vâsı kılarsanız, Hazret-i nûbüvvet-penâhın akvâl ve ef’al ve âhvâline mütâbaat eyleyin. Hatta Allah Tebâreke ve Teâla hazretleri sizi seve. Muhabbeti hakka sebeb mütâbaat hazreti risâlet-penâh sallallahü teâla aleyhi vesellemdir. Herhangi şeyhin seyyidül-enbiyâya mütâbaatı derecesinde tâlibân enfâs-ı nefsiyesine müstefid olur. Ve hizmet-i şerifesiyle hakka yol bulur. Ammâ bir şeyhin Hazret-i Sultânı kevneyne mûtâbaatı olmaya, tâlib ondan bir tâkım hârikülâde bazı şeyler görülmüş olsa bile iktidâ’ eylemeye. Eğer âhmaklıklarından iktida edenler olur ise delâlete düşer. Ve yolundan şâşırır, onların yüzlerini görmemek dâha evlâdır. Ve muhakkıklar şeyhî dört nev’e taksim etmişler. Ve o dört nev’iden birisine iktidayı sahih görmüşler ve buyurmuşlar ki; Salikân-ı râhı dört kısımdır. Bir kısmı sırf sâliktir. Ve bir kısmı dahi sırf meczûbdur. Ve bir kısmı sâlik ve meczûbdur. Ve bir kısmı dahi meczûb ve sâliktir. Salîk sırf meşihat ve iktidâya lâyık değildir. Ve in kâne âlimen fiş’şerîâtı vel-tarîkatı. Onun içindir ki bazı sıfât-ı nefsâniyye dahi ondan henüz zâil ve fânî olmamıştır. Ve kendisi ise makâm-ı muâmele ve mücâhede de tevhid-i ilahiyeden ve vuslat-ı rabbânîyeden mahcûb kâlmıştır. Ve sâîrî dahi hulasa hicâbî
148
olmaz. Ve hicabdan rehâ kalmaz. Meczûb sırf dahi meşihate lâyık ve iktidâ’ya sâlih değildir. Zira cezbe-i ilahiye ânı vücûdundan hal’i edip müstağrak ve fanî kâlmıştır. Bu sebeple (18) bundan dahi irşâd-ı kelimât ve bunâ dahi iktidâ câiz değildir. Her ne kadar hârikülâde bîlâ-nîhâye sâdır olur isede, iktîdâ edenler kemale ermez ve felâh bulmaz. Zirâ meczub menâfî’ âlem-i kesretî bilmez. Ve fevâid-i şeriat ve tarikatı anlamaz. Ve muâmelede noksânı vardır. Nâkısa mûtâbaat revâ görülmez. Zîrâ mertebe-i meşihate fâiz ve hâiz değildir. Sâlik meczübe dahi iktidâ’ câiz değildir. Ve sâlik meczûb ona derler ki; ibtîdâ’ halinde kesret-i mücâhede ve riyâzatle ve îbâdet ve taat ve hîzmetle sûlûk ede. Ve nîhâyet hâlinde cezbe-i îlahîye ve muhabbet-i rabbâniye ona zuhür edîp, onu mazîk surette ûç ma’nâya ve tevhîd-i zât ve sıfât-ı Hûdâya îsâl ede. Zevk ve vahdet meşrebine galib ola. Sonra da kale ve sahva ve bil-cümle telvînden hâlî olmaya. Ve temkin mertebesini bulmaya. Onun için iktidâya lâyık olmaya. Dördüncü kısmı meczûb-ı sâliktir. Bunlar onlardırki cezbeleri kabl-el-süluktur. Taht-ı temkîn ve kemâl-i yakinde bunlar melektir. Meşîhate ve iktidâ’ ve mûtâbaata lâyık olanlar bunlardır. Bunların merg ruhların bidâyet-i sülükte şâh-bâz cezbe-i îlahiye sabid ve her-dem bunlara cezbe-i îlahiyeye âbid olup bu cezbe ve tecelli vâsıtasıyla beşeriyetten müteselli’ ve sıfât-ı hayvâniyetten mütehalli’
olurlar. Levh-i dillerine
nûkuş-i mâ-sivâdan sâfî kılarlar. Ve kendilerini ortadan yok olmuş bulurlar. (Areftû rabbî bî-rabbî) îrfânına ererler. Ve (reaytü rabbi bi-rabbî) diyenlerin rüyeti gibi bunlar dahi görürler. Ve kendilerinden fânî olduktan sonra Hakk ile bâkî oldular. Ve ba’de-l-mahv vel-fenâ irşâd-ı et-tâlîbin ve tekmil-i sâlikin âlem-i mahva geldiler ve kesrette vahdet mûşâhede kıldılar. Makâm-ı mahbübiyete erdiler. Ve mertebe-i hîlâfet-i hakkı hakîkaten buldular. Cenâb-ı Hak bu makâmda olanlar hakkında (ve bî yesmi’ ve bî yebsir ve bî yebtış) hadis-i şerifini ve (ve ahrıc bi-sıfâtî min râ’ki rânî ve men kasdîke kasdenî ve min ehânekı ehînekı ehânenî) hîtâbıyla müşerref kıldı. Ve bunlara mütâbaat rasulullah sallallahü teâlaya mütâbaattır. Ve bunlara mütâbaat Cenâb-ı Hakka mütâbattır. Ke-mâ kâle Allahü Teala, (innellezine yubâyiüneke inne-mâ yûbâiune Allah yed-ullahî fevkâ eydihim) bu sıfatla muttasıf olân azizlerin makâmıdır. Zîrâ bunlar vâris ve kaimmakam resûldür. Ve halife-i haktır. Bunlara iktida Seyyidü”l-Enbiya ve zümre-i asfiyaya îktidâdır. (Ûlâîke ellezine hedâ-hûm Allah fe-bî-hedâ-hûm iktedâ.) emrî
149
üzere hidâyet-i hakk ile mühtedi olân bunlardır. Ve bunlara îktidâ vâcibdir. Herhangi tarikte olur ise olsun bulduğunda fırsatı fevt etmemek lâzımdır. Ve bu mertebede olânlara iki tâife mûteşebbehtir. Biri muhik birisi mübteldir. Mûteşebbeh-i muhîkk odur kî, bunların mertebelerine âlim ola, lâkin o mertebeye nâil olamaya, onlar ki âmil ola ve lâkin maa-el-bakiyye vücûd ola ve halkı hakka da’vet kıla. Ve lâkin ekser mertebede onlara takliden da’vet kıla. Vel-hâsıl nice mertebede onlara mûşâbehetî ola ve nice mertebede olmaya. Ve onlar gördüğü gibi Hakk-el-yâkîn ile görmeye. Ammâ her işinde mûrâdı îlahi ve rızâsı Allah ola. Bunlara dahi iktidâ’ sahihtir. Ve bunlara îktidâ edenler dahi hûsn-i itikâdla kemâle ererler. Zîrâ bunlar tabaka-i evveliyede olânlar gibi değillerdir. Amma mukallid onlardan müteşebbih-i mübtel olanlardan âlîdirler. Ve müteşebbeh-i mübtel olanlar dahi şu kimselerdir ki, evliyânın ıstılahât ve îbâdâtını öğrene ve kabl-eltasfîyetî’l-nefsi nesh edip irşâd-ı nâssa berây-ı şöhret şeyhliğe mübâderet ede. Halbûki şeriat nedir? ve tarikat nedir? Bilmeye. Hemen kendi hevâsına tâbi’ ola. İşte bu vasıflı kimseye bey’at edilmeye. Kimlere beyat edilir, kimlere edilmez hususları ma’lümun olduktan sonra şurâsı dahi mâlûmun olsunki, âhkâm-ı tarîkattan birisi dahi budur ki meydan-ı muhabbette hizmet eden îhvândan birisi mürşîd rah-ı hakîkat ve mecma-ı bahr mârifet bazı diyâr-ı âharda bulunan tâlibânı irşâd ve memlekette bulunan ihvân dini dahi, îkâzı için îstîhlâf eylese tarîk-i şettârde ona rehber derler. Tarîk-i âliyede bu gibi halife yani rehber olân kimse kendisinde zuhûr eden hâlâtı ve tâlib-i hakk olan mûştâkâtta vuku’ bulan aşk ü şevk ve her zuhûr eden kemâlâtı kendisinden bilmeyip pîri bulunan halife-i ekmelin himmet-i ruhâniyesinden anlaya ve bu gibi hâlât zuhûr eyledikçe kendisini pirinde mahv ve fenâ-i tammle fânî edip, kendîsinde kendisinin olarak bir mülk bırakmaya. Hatta teslîm olunan (19) ihvâna evrâd ve ezkârlarını talim ve tefhime ruhsat verilmiş ise ta’lîm ve tefhim edip, teslim olan ihvânın isim ve ahvâllerini pirine arz eder. Ve eğer evrâd ve ezkâr ta’lim ve tefhimine ruhsatı yok ise
ihvana delâletle tâlibânı halîfe-i ekmelî olan pîrine yazar. Ve
oradan aldığı emir üzerine telkin ve ta’rif buyurur. Zîrâ rehber olan zât aradan çıkıp mîr’ât-ı kalbî nûr-i âftâb pîre mukâbil tutarak mûrîd-i mûsteslimin keyfiyeti pîre ulaştırmak için halife, yani rehber tayin olunmuştur. Ve vazîfesi dahi sâlikân ve tâlibân âhvâl ve erkân ve sâlik olduğu tarikât-ı âliyenin erkân ve usülû vechle
150
halka-i zîkri teşkil ve tâlîbânın gönüllerini nûr-i muhabbetle tenvir ve halife-i ekmeli olan zatın aftabı gönlüne kayar ve bend-i leh fuyuzat-ı ilahiyenin in’ikasına kabiliyet kesb ettirmekten ibarettir.Ve bu da aşk ü şevk ile olabileceği müstağni arz olduğundan halife-i ekmelin evsâf ve ahlâk ve tâlibâna olan şefkatlerinden tâlibâna bey’anla mürşidini tâlîbana ve tâlibânın sıdık ve ihlâslarını mürşîdine arz ile tâlibleride mürşidine sevdirirde bu iki muhabbetten kâv ile çıkmamak yek-diğerine infimâmından hâsıl olan âteş pârelerinin dağları ihrâk eylediği gibi gönüllerde küdûrât-ı mâ-sîvâdan bir şey bırakmaz. Cümlesini ihrâkla zulûmât-ı mâsivâ nûr-i muhabbet-i îlahiyyeye münkalib olur. Burada bir güzel hikâye hâtırıma geldi. Dervişin birisi şeyhi huzuruna gelir. Cenâb-ı Seyyid-ülkevneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem hazretlerine âşık olduğundan bahsle rü’yâ da olsun bir defacık görmek arzusunda bulunduğu hâlde göremediğini müteessif olduğunu bey’ânla çâresini sual eylediğinde; şeyhi bulunan zât dahi oğlum kolaydır. Bu gün akşama kadar tuzlu yemeklerden zîyâdece ekl et ve su da içme. Susuz olduğun hâlde yat. Sabâha kadar ne mûşâhede edersen gel. Hayır ve şer, bende onâ göre derdinin dermânını bulayım der. Bî-çâre derviş dahi şeyhinin emrî vechiyle akşama kadar tuzlu yemeklerden ekl eder ve suda içimez. Susuz olarak yatar. Rü’yâsında çok soğuk suların bâşında su içer içer kanmaz ve doymaz. Ve sâbâha kadar suların başından ayrılmaz olduğu ve bu hal üzere uyanıp şeyhi bulunan zâtâ gidip rü’yâsını söylediğinde; oğlum işte hâlini gördün mü, bu gün suya iştîyâk eylediğin sebeble sabâha kadar suyun meclisinde devr olmadın. Eğer Seyyid-ül-kevneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem hazretlerine dahi suya olan iştiyâkın gibi iştiyâkın olsa idi, bir dakika meclisinden devr olmaz idin. Îmdî bu iş fevrî da’vâ ile olmaz. Bu saâdete ermeğe ask ü muhabbet lazım. Ve onâ da abd ve ubûdiyetle ve devam-ı zîkîr ve salât-ı selâm ve sünnet-i resûle ittibâ ile çâre bulunur. Yolunda fermân buyurmuş ve hakikaten doğru buyurmuştur. İşte bu münâsebette aşktan dahi bir pârça söz söylemek lazım geldi.Ab u killden mahlûkun yani kendin gibi bir mahlûkun aşk ve muhabbeti senin sabır ve ârâmını alır bi-sabr ve âram eder. Gönlünde onun muhabbetinden başka bir şey bırakmaz. Hadd ve hâline meftünun ve düşünde de hayâline pay-bendesîn sıdk ve safâ ile onun emrine şöyle matbû’ olursun ki dünyâ ve mâ-fihâ gözüne çöp kadar görünmez.Ve mâl ve mâ mulkünde gözüne zerre kadar görünmez. Yolunda cümle
151
varını fedâ edersin. O mahbûbun gönlünde öyle mekân tutmuştur ki, onun muhabbetinden başkasına yer kalmamıştır. Ve ondan başkasıyla muhabbet eylemek istemezsin ve onun hayâli gözünden gitmez ve gözünü yumarsın gönlünden gitmez. Yani muhabbeti zâhir ve bâtınını ihâta eder. Ve o mahbûbesini o kadar tasdik eder ki, onsuz bir nefs-i sâbir olmazsın. Ve onun sevdâsıyla rüsvây olmaktan da zerrece havf etmezsin. Ve o cânân senden cân taleb ederse cânını dahi fedâ eder. Ve başına dahi vuracak olursa, bâşını önüne tutârsın. Bir aşk ki onun bünyâdı ve esâsı arzu-yi nefsânî üzeredir. Buncaleyn
fitne
edici ve hükmî cârî ve nâfizdir. Aşk-ı mecâzi böyle olur ise pes aceb mî zannedersin. Sâlîkân ehl-i tarîkattan yani ehl-i îlahiyenin aşk-ı hakikî deryâsına gark olurlar. Onlar cânâna muhabbetleri sebeble cândan fâriğ ve azâdelerdi. Ve mahbûblarını zîkr sebebiyle dünyâ ve mâ-fihâdan fâriğlerdir. Hûdâyı zîkîr eylemek sebebiyle halkdan kaçmışlardır. Ve sâkî-yi ezelin (20) mestleridîr ki, ihtîyârları bâdesin dönmüşler. Ve şöyle medhüş ve lâ-ya’kıl olmuşlardırki kendi nefîslerini dahi unutmuşlardır. Târîk-i Hakk sâliklerine nebâtât ve şarâbâtla îlâç eylemekte mümkîn değildir. Zîrâ onların dertleri dermân kabul etmez bir derttir. Onların ezelde vâkî’ olan “elestü bî-rabbîküm” kelam-ı şerifi îlân olduğu gibi kulaklarındadır. “ve kâlû bela” feryâdıyla cüş ü hurûşdadırlar. Bunlar emr-î îlahî ile bâtın âleminde ahvâl-i dünyâya mutasarrıflardır. Umûr-i mahlükâta mübâşirelerdir. Ve lâkin zâhîrde bîr köşede sâkinlerdir ki hâllerine kimse muttali’ değil kademleri hâkîdir. Yani hareketlerinden kîmse âgâh değil ve nefisleri âteşîndir. Yani müstecâb-üd-da’vettirler. Cenâb-ı Allah onların dilediklerini kabul eder. Bunlar bir nara ile birdağı yerinden koparırlar. Ve bir nemle ile bir şehri birbire urûrlar. Yani harâb ederler. Ve bunlar rüzgâr gibi pînhândırlar. Yani mahsûsî değillerdir. Ve tasarruf-u dünyâ ve îbâdet-i mevlâda çabuklardır. Ve hacer gibi hâmûş, ammâ gönülleri mûsebbih ve zâkîr-i hûdâdır. Evkât-ı seherde o kadar zâr u efgan ederler ki, gözlerinin yâşı gözlerinden gaflet ve uyku ser-mesti pâk eder. Yani şevk-i ilahi ve havf-i rabbani ile âğladıklarından uyku hatırlarına bile gelmez. Rûz ve leyal îbâdet-i hûdâ ve zîkr-i mevlâ ile nefislerini zelîl ve zebün ederler. Ve seher vakitlerinde de Hakk’a ibâdet ile ibâdet edemedik, menzil ve maksûda yetişemedik diye feryâd ve figân ederler. Bunlar gece ve gündüz muhabbet-i îlahi ve aşk-ı rabbânî deryâsına müstağrak olduklarından hayrette
152
kalıp akl-ı maâşın tasarrufundan el yumuşlardır. Ve Cenâb-ı Mevlâya aşk ve muhabbetlerî sebeble mâ-sîvâdan el yumuşlardır. Hâsılı vahdet hâlis şarâbını her kim nûş eyledi, dünyâ ve âhiretî ferâmûş edip, Allah’tan başkasına gönül verip iltifât eylemedi. Îmdî ey sâlik bu mertebeye ermek mûrâd edersen evvelen bilâde evsâfı bey’ân olunan bir halife-i ekmel bulup bey’at eylemen lazımdır. Ke-mâ kâle Allahü Teâla (vettebiû ileyh el-vesileti sümme câhîdû’) buna delildir. Kendini günâh deryasına mûstağrak olmuş kıyâsî edip ve bu hâlde Allah’tan başka meded ve înâyet edecek bir kimsenin olmadığını bilip kemâl-i huşû’ ve bab-ı ilahiyede tezellül ile behr-i yevm ekallen yüz istiğfâr ve bin salavat-ı şerif ve beşbin zîkr-i îlahî kırâatla şer’i şerifi baş tâcı edip ve beş vakit namâzı edâ ile teheccûd ve salât-ı evvâbin ve salât-ı duhâ ve secde-i şükrü edâ eyledikten sonrada ölmeye nefsi râzı edip hâzır-baş olmak ve ben Allahı görmüyorsam da Cenâb-ı Allah beni görür ve her bir hâl ve muâmelatımda banâ benden dâha zîyâde vâkıftır diyerek bir ân ve bir dakîka gâfîl olmamaya çalışıp ve her bir muâmelâtında mesûl olacağını dahi kemâl-i yakinle bilip ona göre iş etmek lâzım. Ve her hâlde kul olmak iktîzâ’ eder. Zîrâ tarîkımız abdiyyettir. Abdîyyetin ne olduğunu bîlâhire arz ederim. Lakin muhtasaran burâda bir parça bey’ân ederim. Bir hizmet vardır ki, mukâbilinde mûkafat gözetilir. Bu her kesin kârıdır. Bir hizmette var ki efendisinin lûtüf ve inâyetine müstağrak olmuş ve her ânda binlerce eltâfını görmekte olduğunu efendisînî ne sûretle râzı edeceğinde hayrette kalmış, elinden geldiği kadar efendisinin emrini tutar ve nevâhîyesinden ictînâb eder. Ve bunu dahi lûtf-u rabbânî bilip artık kemâl-i hayretle zîkîr eylemez. İllâ efendisini zikreder, medh eylemez illâ efendisini medh eder. Vel-hâsl efendisinin aşk ü şevk ü muhabbet ve rızâsını talepten başka gönlünde bir şey bırakmazda, her ne ederse rızâ-yı îlahi için eder. Ve hurde-i tarikat olan keşf-i sûrîden ve kerâmet-i kevniyyeden ilmî taleb ve kîmyâ ve simyâ ve havâs-ı esmâ’ ve havâs-ı Kur’an ve bunların ehillerinden
eder. Ve her bir hâl ve muâmelâtında matlûb ve
maksadı Allah ve rızâsı Allah olur. Ve bununla berâber de Hakk-ı ubudîyyet ile ibâdet ve Hakk-ı şükür île şâkir ve Hakk-ı zikir ile zâkir ve Hakk-ı ma’rîfetle ârif olamadığını i’tirafla kemâl-i acz ve noksanla bâb-ı emâne sarılıp dem-be-dem kusûrunun afvvı içinde ağlar. Vesselâm.
153
Mektup 9 (21) Şeyh Mehmed Sâdık Hazretleri Kastamonu vîlâyetinde Tosya kazasından Ganizâde demekle ma’ruf pederleri Âhmed Nûrî hazretlerinin halife-i ekmelî ve bin ikiyüz seksen beş sene-i hicriyesinde makamına kâim olup bin üçyüz otuzüç sene-i hicriyesinde irtihâl-i dâr-i bekâ buyurmuş ve kırk sekiz sene ser-hîlâfet postunda kuûdla sâlikânı îrşâd etmiştir. Müşârün ileyhin hâl ve ahvâlî gayetle mestür ve tamâmiyle fânî olup, hâl-i fenâyı kendiye hâl ve bazen sulûke mütedâir söz söylediği vakitlerde söylediği sözleri ehlullah efendilerimizden rivâyetle söyler. Ve bize dahi yokluğu tarif ederek; bir sâlik kendisinden günâhkâr görür ise mağrür olduğunu ve cümle mahlükâttan kendisini ednâ görür bu da ibtîdâ-yı sülük ve kendisini ve hâlini fânî edip mülkte Malikü”l-Mülk olmanın Allah olduğunu hâl edenlere nihâyet sülüke vâsıl olduğunu ve bu yolda ehlullah efendilerimizin tasvir eyledikleri şu hâneyâmeyi tafsilen bey’ân ve işte bu hâneyâme mucibince sülük eylemek lazım olduğunu irâde buyururlar idi. İşte o hâneyâmeyi teberruken ve tafsîlen yâzıyorum. Gönlümün perdesini silip cân kulağı ile dinle. Allahümme el-fethü lenâ hazâ’l-kûnüz. Ve ekşef lenâ hazîhî elrumûz. Benim cânım oğlum
hestîre seyr-i sefer ve sahrâ-yı fenâda siyâk
olduğumuz esnâda şâh-ı bekâdan bir ûlfet istîkâmet ihsân olundukta cînsî re’yden rûyâ misilli beyn-en nevmi ve”l-yakaza güyâ vâkıada olan budur ki sahrâ’yı fenânın şehir ve kurâlarından bir şehr-i azime uğradım ki tül ve arzını güz ihâta etmez. O şehrin içerisinde olan mahlûkun kesreti bir mertebede ki sokağında râhat gezilmez. Ve âhalisi cümle cîhânda mevcüd mahlûkun her sınıfından mahlûk; Arab, Acem, Türk, Rum cümle keferenin envâ-i onda mevcut bulunmakla hayrette hayrân bir aceb seyrân vâki’ olup, o şehrin vasatında bir azim kal’a olmuşki, burç
eflâkî beraber ve hâç suverde bir zulmet müşâhede
ettim. İbtîdâ’ fehm ettimki hâric suverde vâkî’ olan bu şehre şems-i hakikatten bir şu’le düşmemiş ve düşmez. Ve âhalisini gördüm fehim ettim ki, bu şehir âhâlisinin gönülleri dahi dâr-ı zulmettir. Zîra meşrebleri kelâb-esâ bir lokma için birbirleriyle hırlâşır
birbirlerin yırtarlar ve şehvet ve gazabları
gâlib olmakla tabîat-ı nâriyeleri galebe ettiğinde birbirlerini katlederler. Ve zînâya meyl ve rağbetleri galib olduğundan bir fâhişe avrat ardına üçü beşi düşüp bazı kere birbirlerini kıskânıp helâk ederler. Ve livâtadan ziyâde hazz ederler. Sirkat ve
154
bühtân ve îftîra ve şeribe hamr ve gaybet âdet-i müstemîrreleri olup, bir zerre Hakk’tan havf etmez. Ve bu günâh-ı kebireyi îşliyenlerin ekserisî İslâmdan ve bazıları dahi ülemâdan olup. emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eden ûlemâ ve vâiz ve huleması dahi o şehirde zuhur edip o şehir ahalisinin sû’ hâlînden nâşî bîr vechle ûlfet edemeyip o şehr-i azîmin vasatında olan kal’aya hicret ederlermiş. Fakîr dahi o şehirde bir miktâr misâfir oldum. Ve murâd ettimki bu şehrin bir söz anlar ûlemâsından birini bulup bu şehrin îsmini ve hâkimini ve vâlisini sûâl edeyim. Ve ûlemâsından birini bulup sûâl ettiğimde buyurdu ki; bu şehrin ismine şehr-i emmâre derler. Dâire-i gaflet ve dâr-ı zulmettir. Ve pâdişâhına akıl ve maâşî derler. Bir âlim ve hikmette mâhir müneccim ve mühtedîsî ve hekim ve tabib ve âkil ve nâdir ki, kûrre-i zeminde bir daha akrânı yoktur dediğinde pâdiîşâhın vezirleri kimdir. Diye süâl ettiğimde dahi vezirleri kuvve-i ve hiss-i müşterekedir. Ve kethüdâsı ve vekil-i harcı kuvve-i vâhime ve vesvâstır. Ve sâir etbâından süâl ettiğimde haber verdiğine göre anladım ve bildim ki cemî’ ahlâk-ı zemime ile mezmûm olan kimseler, akl-ı maâş nâm pâdişâhın emektârı ve muharrem esrârı olmuş. Fakir dahi akıl ve maâş ve berkatta ûstâd-ı kâmil olduğun bildiğimde sebeb-i maişet olmak için onun yanında tahsîl-i ma’rifet sevdâsıyla bir zamân hizmetinde oldum. Îstîdâdını pend edip ifrât-ı muhabbetle mârifet kesb ettirip beni yanında muharrem-i esrar eylediğinde her katta meşhûr-i cihân olup beyn-en-nâs hezâr-fen oldum. Lâkin akl-ı maaâşın zîr hükmünde olan mahlükun cümlesi cemi’ mâsiyeyi mürtekîb olup akl-ı maâş
iklim-î vûcüdede pâdişâh
olmakla bunların bir isyânlarını görürken men’ etmekle (22) kudretî olmadığından ruhumu azim gelip ârifanı bir gün aklını uğurlayıp dedim ki, padişâhım senin bu şehrin ülemâsı ilimleriyle âmil olmaz ve Hakk’tan havf etmezler. Ve câhîlleri dahi tâib ve müstagfir olmazlar ve gönüllerinden nûr-ı îmân lemeât etmez. Mutlak surette insân ve sîrette hayvân bil ki “bel-hüm edall “buna hikmettir dediğimde. Cevap verdi ki; bunlar benim âhâlimden değildir. Kadimden îblis bu şehrin halkını bâştan çıkarmıştır. Vesvâsı cemî’ etbâıyla bu şehrin halkıyla ülfet edip fesâtlarında muharremleri olmuştur. O sebeble fesâtlarının define bir tedbir edemedim. Dediğinde “emmâre” Şehrinden hîcret etmeğe niyet edip dedim kî, pâdişâhım bu abd-ı âciz bende-gân ettiğin kerem ve înâyeti bir kimseye etmedin. Saye-i devletînde nice safâlar ettim. Ve envâ-i ahbâb ve etbâ’ ile nice seneler saz
155
ve söz ve lu’b ve hevâ ile zevkü safâda bulundum. Pâdişâhım yasak etmeyip ruhsat verdin zevk ü safâmız bu ıklîmde nihâyet buldu. İzn-i şerifeniz olur ise fakîr bir seyyahım bu şehrin vasatında olan kal’aye varayım, dediğimde buyurdular ki; o kal’aye “levvâme” dâiresi derler. O kal’a dahi benim zîrdestimdedir. Lakin levvâme ahâlisi bu şehr-i emmâre ahâlisine kıyas olmaz. Bu şehr-i emmârede Îblis kadîmî sâkîn olduğundan bu şehr-i emmâre ahâlisine tövbe müyessir olmaz. Lâkîn levvâme şehrine vesvâsı tamâmıyla tasallut edemez. Ve onlar dahi günâh-ı kebâire mürtekib olup, işleri zina ve livâta ve şeribe hamr ve gaybet ve sirkat ve bühtan ise de der-akab tövbe ederler. Ve nâdim olup îstigfâr ederler, deyip akl-ı maâş süküt ettiğinde hemân levvâme nâm kal’aye cân atıp kapısına vardım ki, kapısı üzerinde: (Et-tâibu mîn el-zenbi ke-men lâ zenbe-leh) yazılmış hemân oldum ânda tâib ve mûstağfir olup kal’a-i levvâmeye dâhîl oldum. Levâme ahalisi emmâre şehri ahâlisi kadar değil nısfı miktarı ancak vardır. Bir zamân onda misâfir oldum. Levvâme ahâlîsi ülemâsından suâl ettim. Fuhül-i ulemâsından bir müftileri varmış. Ziyâretlerine vardım. Edep ile selâm verdim. Selâmımı ta’zîm ile alıp onun hizmetinde bir zamân okuyup yazıp müyessir oluduğum mîktâr ilim tahsîl ve ahâlisiyle sohbet edip, o levvâme şehri sâkinlerinden pâdişâhlarının ismini sual ettim. Pâdişâhımız akl-ı maâştır. Bu şehrimiz akl-ı maâş hükmündedir. Ve îtbâı kibir ve riyâ ve taassîdir. Ve nice âlim ve fâzıl ve sâlih ve âbid cânlar bu şehr-i levvâmede mevcûtturlar. Dediklerinde hatırıma geldiği bu şehr-i levvâme ahâlisinin ulemâ ve hulemâ mesleği ve mezhebi ve meşrebi ma’lüm oldu. Acabâ umüm ûzere halkı ne meşrebdedir, diye hezâr-aşnâ süretini tutup gördüm ki bu şehrin uleması ve âbîdi ve zâhidliğin bahl ve haset ve kibir taassub ve nefsaniyyet ve gaybet ve haset ve nifâk meşrebleri bulunmak, gâyet ebrârları ve hâlîmleriyle ûlfet ettim gördüm ki, ebrârları cehennem havfinden avf ve mağfiret ûmidiyle ibâdet ve tâat ederler. Ve cennet arzusuyla nefisleri safâsı için leyl ve nehârı râhat olup cennet safâları ve hüri ve gılmân safâlarını biri birine vasf edip yek-diğerini tarîk-i cennete tergib ederler. Âbidlerinden bir zâta emmâre ahâlisinden şikâyet ettim. Buyurdu ki o emmâre şehrinin halkı bir alayı kafir ve müfsit ve kâtil ve târik-ûs-salat ve zânî ve lûtî ve şârîb-ül-hamrlardır. Ve cümleside fırka-î
.Onlar bizim
levvâme şehrimize gelmezler ve gelenleride yoktur. Ve onlardan bazı kimseye
156
hîdâyet olunca, o şehirden hîcret edip bu şehr-i levvâmeye gelip, fiillerinden nâdim olup tövbe ve istiğfâr ederler. Zîrâ emmâre şehri ahâlisine onda iken tövbe müyesser olmaz. Ve şefaata müstehak olamazlar. Dediğinde şehirleri bulunan levvâme şehri içinde ki kal’anın halinden dahi sual edip buyurdular ki; o kal’anın ismî (mülhime) dir. Ve pâdişâhlarının îsmine akl-ı maad derler. Vezirinin ismine sultân-ı aşk derler. O şehr-i mülhimeye bizden asla giden olmaz. Ve bazı kimse hîcret edip gider ise bir dahi o kimseye levvame şehrimize koymayız. Zirâ onlar o şehr-i mülhimenin veziri aşka gayetle tâbi’ olup ve muhabbet edip aşkı cân ve baş ve evlâd u ıyâl u mâl fedâ ederlermiş. Bizim sultânımız akl-ı maâşın tedbir ve tasarrufuna itibâr etmeyip ve teslîm olmayıp ırzı ve nâmusu (23) ve zühdü terk edip tasarruf ve tasavvuf diye okuyup bir miktâr kitaplar yazmışlar ki, neüzü bîllâhi teâla bir harfi şer-i şerif kitaplarına mutâbık değil ve içlerinde mûrşîd ve delîl ve rehber addolunur. Bazı kimseleri vardır ki, hırka ve taç ve abâ giyip sürette kisve-i ehlullah ile olup kavl ve fiilleri şer-i-şerife mugayirdir. Onların emirlerine imtisâl ederlermiş. Neûzu billâh onların cümlesi fırka-i
ehl-i
tarîk bulunmuşlardır. Zinhâr o mülhime kal’asine uğramayasın ki onlar saz, söz ve nağme ve tanbur ve zevk ve ney, kudûm ile Allah derler. Onlar bizim levvûme şehrimize gelip müziklerini îcrâ edemezler. Bizim ulemâmızda gayret-i diniye gâlip olmakla ittifâk edip ahkâm-ı şerîyye ve şer’i-Allah ile kîtaplarımızda cem’ olup nefî ederiz. Ve nîce adamların zîkir ettiklerini haber aldığımızda katl ederiz. Bizde olan ulemâ ve hulemâ ve âbid ve zâhid şehr-i mülhimede bir vechile bulunmaz. Ve bulunmuş kâbil değildir, dedikte o levvâme şehrinden dahi nefret edip levvâmeden içeri olan mûlhîme-i mübâreke şehrine teveccüh edip kal’asi kapısına vardığımda kapısının üzerinde: (Bâb-ı cennet mektûb lâ ilâhe ill-Allah) yazılmış olduğunu gördüm. Ve o kelime-i tayyibeyi okudum der-akab Allah’a secde-i şükür edip mülhime şehrine dâhil oldum. Nakşibendi-î Ûveysi tekkesinde îkâmet edip zevk û şevk ve sâz ü söz ve nağme ve zikrullah ile ahâlisini her-dem safâ edip beynlerinde nîzâ’ kibir ve fesât ve hased ve buğz ve adâvet yoktur. A’lâ ve ednâsı birbirine i’zâz ve îkrâm ve tevkîr ve ihtirâm edip meclislerinde sohbetleri dîl-ber ve dîdâr ve zîkrullah edip dâima safâ-yı ruhâni ile ahâlisi cefâdan ârî cennet safâsından mûtelezziz olduklarını müşâhede eyledim. Ve bir zamân onda ikâmet eyledim ve şehr-i mülhime ahalîsinde safâ-yı ruhâni ve
157
cîsmâni muhyâ bulunmakla hâllerine hayrân olup ve o şehirde hüsn-û zan olunur ihtiyâr ve ârif bir cândan suâl eyledîm ki azîzim bir siyâh fakîrim gönül marazlarından gaflet ve zulmet nâm marazlarına mübtelâyım. Bu mûlhime şehrînde gönül illetlerine devâ’ eder, tâbîb-i hâzık bulunur mu, lütf edip haber verin diyip ve o zât-ı şerifin ismini suâl ettiğimde buyurdu ki, benim ismime hidâyet derler. Ezelden bu âna gelinceye kadar benden yâlân sâdır olmamıştır. Ve hizmetim ancak şehr-i vuslat tarîkini cândan suâl eden tâlîb-î dîdâre yolunu sohbetle haber vermektir. Sen dahi âşık ve sâdık bir fakirsin cân kulağını açıp sözlerimi cândan dinle ki iş bu sâkin olduğun şehr-i mülhime dert mahallesîdir. Biri her bir erlerini ihâta etmiştir. Bu senin ikâmet eylemekte olduğun mahallenin ismine mahelle-i mukalledin derler. Bu senin aradığın tabîb-i hâzîk bu mahall-i mukalledinde sâkin olmaz ki, senin senden olan gaflet ve gönül zulmetine ve şirki hafiye ilaç eyleye. Hâlen tabîb
süretinde olup tâç ve hırka ile şeyh
süretinde olanlar îrfan kalıpta ârifler ve mukallid ve müfsit müddeîler ve davalarını gönülden isbâta kâdir olmayan müddeîlerdir. Ahlâk-ı zemîme ve şirk-i hafî ve şöhret ve şehvet ve maraz-ı şehvet ve ekl-i şarab ve lezzet-i cîmâ ve lu’b u lehv nîsyânda maksadlarını hasr edîp ve mukalled ârifler ise dilleri gâyetle mahfî ve müdrik ve zekî oldukları lîsânları dâîma zîkirde olduğundan esmâ-i îlahiyenin te’sirini müşâhede eylediklerinden bu mahallede senin maraz’ kalbine ve gaflet ve nisyânına merhem-i şâfî verir tâbîb-i hâzik yoktur. Bu mahalle-i mukalledeyn den hicret edip kal’a-î (mutmaînne) tarafında mahalle-i mücâhede vardır. O mahalleye vâr ve yakında derdine dermân eder tâbîb bulunur, dediğinde hemân musadda’ hây ve hevâdan fârig o âlemde sultânlık budur deyip mahalle-i mücâhedeye varıp misâfir oldum. Ahâlisîni gördüm ki, edib ve zâkir ve şâkir ve mücâhede oruç, namâz ve ibâdetin envâile meşgul sâkin ve sâkit ve âlim ve âmil ve fazlılarıyla görüştüm, Bildim ki, bunların bu misilli hareketleri ahlâk-ı zemîmeden ve şirk-i hafîden ve zulmet ve gafletten azâd olup mutmeînne kal’asine dâhîl olmakla îsti’dâd kesb edîp (irciîy) hitabına müstehâk olup bâb-ı rızâda mûkim ve ikâmet içinmiş. Fakir dahi nice seneler onlar gibi hareket edip bir ân zikri ve fikri terk etmeyip sabır ve tahammül ve kanâat ve gayretle mücâhededen hâlî olmadım. Lakin şîrk-i hafî ve zulmet ve gafletten halâsa çâre bulamadım. Sâkin olduğum mücâhede mahellesi tabîblerine rîcâ eyledim ki benim illetim şirk-i hafi ve gaflet
158
ve zulmettir. Înâyet buyurup bir merhem-î şâfî ihsân buyursan dedim. Cevâp verdiler; burası mahalle-i mücâhededir. Bu mahallede derdine dermân yoktur. Lakîn mutmeînne kal’asıne kârîb bir mahalle daha vardır. O mahalleye mahalle-i murâkabe ve mahalle-i münâcat derler. Bu senin illetine ilâç eder, tabîb onda bulunur, dediklerinde hemân mahalle-i murâkabeye vardım. Gördüm ki ahâlisi zikr-î kalb sâhibleri olub huşû’ ve huzü’ ve huzûrunda melül ve mahrûm ve bînutk ve bî-lisân zâhirleri harâb ve bâtınları mamûr olup ve meşrebleri halîm ve selim ve teslîm ve havf-i Hûdadân başka birbirleriyle ûlfet ve sohbet etmezler. Ve ilim ve hikmet ile aslâ birbirlerini murâkabedan men’ etmezler. Ve birbirlerinin huzûrlarına mânî’ olmazlar. Fakîr dahi o murâkabe mahallesîne vardım. Ve nice seneler ikâmet edip onlar gibi vazifeme devam eyledim. Lakîn gafletten azâde oldum. Ammâ şirk-i hafîden ve gönül zulmetinden azâde olmadım. Gözüm yaşlı olup zâr-ı giryân hayrette hayrân bir garib sayrâna uğradım gamda gark olup her ânda ölmeği arzu edip, ölmeden başka çâre bulamadım. Ve ölmek dahi yedihtiyârımda olmadığından melûl ve mahzûn murâkabede dururken yine mukaddem nush eden nâsıh gibi hîdâyet-i hakk tâm zuhûr edip hâl-i perişânıma merhamet edip buyurdular ki, Ey gurbette esir ve zâr-ı giryân sen derdine bu hâl ile dermân bulamazsın. Bu mahalle-i murâkabeden geç mutmainne kal’asî kapısı önünde bir mahalle vardır. Adına mahalle-i fenâ derler. Ona geç (efnüv sümme efnûv febkuv sümme ebkuv) ilerisi sana ayân olur. Ve maraz-ı şirk-i hafi ve gaflet ve gönül zulmetine onda devâ eder mahv ve fânî ve bî-vücud olan tabib-i hazikler ilâç edip halâsî olursun dedi. Ondan mahalle-i fenâya varıp misâfir oldum. Ahâlisini gördüm ki lâ’l gibi sâkît habs gibi nutka tâkatları yok. Sıhhatlerinden kat’ ümîd etmişler. Hemân melek-ül-mevte muntazır olup durmuşlar. Ve mahallelerine gelip gidenlerden haber aldım, gördüm ki kendilerinde bir mülk bulamayıp, mülkü tamamıyla mâlik el-mülke teslim ve envâ’ ibâdat ile meşgul oldukları hâlde, ettikleri ibâdat ve tââti kendilerine mâl olmayıp mahzâ Cenâb-ı Vâhib-ül-atâyâ hazretlerinin bir niam-ı îlahiyesi kıyâsî ile her bir hâllerinde niam-ı ilahiyeye müstağrak oldukarını bilip şükründen aczlerini itirâfla hayrette hayrân olarak dünya ve ukbâ ve ömrü terk ve havf recâdan geçip ve safâ ve cefa ve lezzet-i cismâni ve lezzet-i ruhânî ile mukayyed olmayıp mütellezziz olmazlar. Onların hâllerine bakıp fâkîr dahi bir nice seneler onlar gibi ettim. Zâhirimi onlara
159
taklîd ile mutâbık ammâ bâtın hâlleri bir vechle ma’lûm olmayıp fenâ ve hal-i fenayı tarif mümkün olmayıp, o halde mahalle-i fena da dahi bir gam ve âlâme uğradım ki hâlîmi tabîbe arz ettim ki bende benim olarak mülküm olarak mülküm üzere bir vücud bulamadım. Benim derdim, ben benim bildiğim vücuda mülk sâhibi hâzır ve nazırdır. Vücud benim demek yâlân, yalan ise cemî’ edyânda harâm. Ve taleb dahi şirk-i hafîden vâki’ olup ben ise şirk-i hafîden halâsî olmak için siyâh oldum. Ve bu hâlde dahi acz ve hayretim ziyâde olup bi’l-cümle murâdımdan fâriğ olup gözüm yâsı günden güne bilâ-ihtiyâr zîyâde olmaya başladı. Talibim ve matlubum dahi var. Kaç adama zâhir olur. Bilmem ne çâre kılayım dilde olan ihtârâtıma vâkit olan Alîm-is-sırr vel-hafiyyât hâlime rahîm edip gönüllerde tâlib-î dîdâr terbiyesine me’mur olan ilhâm-ı melekî bu garib ve bi-kes ve bî-vücudun hâline rahim edip izn-i Hakk ile ilhâm-ı rabbânî kitâbından okutup, ibtîdâ’ ifnâ-yi ef’âl lazîmdır, dediğinde hemen elimi uzatmak murâd eylediğimde gördüm ki, bu elim
gibi anâsır-ı Erbaa dan mürekkeb bir
manâdır. Elim benim değil fa’âl lemmâ yurîddir. Ve ben de bir fiil yoktur. Ve benden sâdır olacak ne var ise o fa’âle ve onun kuvvet ve kudretine havâle edip, cümlesinin suret-i beşerde vâkî’ olan ef’alden fâriğ olup tamâmıyla fenâ-yı ef’âl ne demektir. Îlham-ı melekî vâsıtasıyla sermedi sırrına vâkıf olup (25) hamd ve senâlarda oldum. Eğer ulemâdan bazı tasarrufa âşînâ olanlar bu fenâ-yı ef’âle Kur’an-ı kerim’de bir delil var mıdır? Var ise; (Kûl kûlli min înd-Allah) ayetleri sende ayândır. Hatta Hazreti Îbrâhim Aleyhisselâmın nâr-ı nemrûda atıldığında bil-cümle eşyaya müvekkil olan melâike-i kîrâm hazrâtî Cenâb-ı Vâhib-ül-Atâyâ hazretlerinin izin ve icâzetleriyle, Hazreti İbrâhim Aleyhisselâma gelip yâ Îbrâhim Cenâb-ı Hâlik-i mevcudat hazretleri bizi emrine müsahhar eyledi. Emreyle şimdi bu ateşî söndürelim diye iltîcâ’ eylediklerinde; Hazreti Halîlullah’ın benim sizin muâvenetinize ihtiyâcım yoktur, dediğinde, Hazreti Cebrâil Aleyhisselâm Cenâb-ı Vâhib-ül-atâya hazretlerine iltîcâ’ eylediğinde yâ Cebrâl bende benim olarak bir mülküm yoktur. Bana mâlik Cenâb-ı Hâlik-ı mevcudâttır. Hâlimi benden zâyâde bilir alimüs’s-sırr ve’l-hafiyâttır. Eğer rızâsı beni yakmakta ise, benim murâdım murâd-ı ilâhide fânî olmuştur. Murâdım ancak rızâsıdır. Ve eğer yakmayı murâd eyledi ise, mahlukâtta kendi zâtıyla bir şeyi yapmaya kuvvet ve kudreti yoktur. Her eşyada ve mahlukâtta kuvvet ve kudret ile kâimdir. Mahlukât kendi kudretiyle
160
bir şeye kâdir değildir. Diye cevâp verdiğinde; Cenâb-ı Vâhib–ül-Atâyâ hazretlerinin; yâ nâr Halîlim tabiat-ı beşeriyeden çıktı, sende tabiat-ı nârından çık ve Halîlim üzerine serin ve selâm ol fermân-ı îlahiyesi, hem hâl-i fenâyı bu ümmete bildirmek ve hem de makâm-ı fenâda olanların ind-i ilahiyede derecelerini göstermek olduğu bu hâle âşînâ olanlara rûşenâdır. Hatta Seyyid-ül Kevneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem hazretlerinin Hayber kal’asini feth eylediğinde bir yahüdinin semm katmış olduğu kuzu kebâbı kendisinde semm olduğunu haber vermiş olduğu hâlede ekl etmiş ve nihâyet şehâdet ve irthâl-i dâr-i bekâ buyurmasına, o kebâbta olan semmin te’siriyle ölmesi ve Hazreti Sıddık-ı Ekber radıyallahü teâla anh hazretlerinin Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem hazretleri ile hicret eyledikleri esnâda îhtîfâ’ eyledikleri mağarada ejderhânın ayağından soktuğu ve bil’âhire o cerîhanin te’siriyle şehîden vefat eylemesi. Ve Hazreti Ömer radîyallahü teâla anh hazretlerinin kölesi tarafından mübârek sadrlarından cerh edilip o vâktin cerrâhları cerihasını diktiklerinde, kırmaşır ise dikişin sökülüp bir dâha dikilmek kâbil olmayacağını ve bu sebeble müteessiren vefat edeceğî cerrâhlar tarafından ekîden tenbih olunduğu hâlde, namâz vakti olduğunda tenbihât-ı vâkıayı dinlemeyip namaza kıyâm ve bu sebeple cerihasının sökülüp cerihanın te’siriyle şehîden vefât buyurulması. Ve Hazreti Osmân radîyallahü teâla anh hazretlerinin şehadetine kıyâm edenlere müdâfaa etmek isteyen kölelerine, her kim müdâfaaya kıyaâm eylemez ve beni kendi hâlime bırakır giderse âzâd eyledim, yolunda kölelerine emr veripte kazâ-i îlahiyeye râzı olduğu hâlde şehîd olması. Hazreti Ali Kerem Allahü veche ve radiyallahü teâla anh hazretlerinin habîsî bildiği hâlde yanında beslediği ve berâberinde kazâlara götürdüğü ve hatta şehîd olacağı esnâda Küfede Küfe Câmi’ Şerif içerisinde habs-i mâruf ve makhûrun mûşârün-ileyhî şehîd eylemeğe hazırlanmış fırsat gözetmek üzere Câmî’ şerifte yattığını müşârûn-ileyh hazretleri mûşâhede ve ayağıyla bir dekmik urûp kalk hizmetine muhyâ ol göreyim seni, merd-âne olasın diyip, kendîsinin namâza durması ve namâz kılarken o habîsîn evvelce hâzırlamış zehr ile şedîd olunmuş kılıç ile mübârek başındar cerh edip şehâdetine sebeb olması. Buna mümâsil bil-cümle enbâ ve evlîyânın bir âh ile eflâkî ve belki bütün âlemî hûdâya îktidârları var iken kazâ-i ilahiyeye râzı olup her birisi âdî ve en zayıf bir zâlimin ellerinde şehiden vefât
161
eylemeleri bu fenâ ve hâl-i fenâyı bildirip ve herkesi tergib eylemek için olduğu bedîhidir. Bakmazmısın bir kelbîn lâşesi bir tuzlu göle bırakılmış olsa, o kelbin lâşesi âslı murdârdır ve lâşesi dahi murdâr olduğu hâlde müddet-i medîde tuzla gölde kalmakla o lâşe tamamıyle tuza munkalib olsa ve vücud-ı evvelinden bir şeyi kalmamış olsa eklî helâl olur. Ve lakin o lâşenin vücud-ı evvelinden bir a’zâsı bâkî kalmış olsa onun bâkî kalan vûcud-ı âslisi hakkında (26) ulemâ beynlerinde ihtilâf olmuştur. Bazı ulema der ki; vücud-ı aslisinden bâkî kalan cüziyyesi olur ise mânî’ olmaz cümlesi tuz hükmündedir. Ve bazısı dahi vücud-ı âsliden mâdemki bir kıl bâkidir cümle vücudu o bâkî kalan vücud-ı âsliyenin bâkisi hükmündedir. Eklî helâl
bâki kalan vücud bir kıl olursa
diye cevâp verdikleri dahi fenâ ve hâl-i fenâyı müeyyiddir. Hâle mütevakkıftır kâl ile ta’rîf ve ta’bîr mümkün olmaz. “El-hâl lâ ya’rif bîl-kal dir.” Ehline göre ma’lûmdur. Bundan sonra îlhâm-ı melekî vasıtasıyla avn-i hakla fenâ-yı sıfât etmeye teveccüh olunup baktığım nazar benim değil ve söylediğim kelâmda alâkam yok, lisân benim değil. Nefs-i nâtıkayı bilmem nâ-çâr zâhîr ve bâtında olan sıfatımdan kat’-i alâka cümle rühumla ve cismimle ve havâssa ve kuvâlarımla ben beni zât-ı farz ettim. Gördüm ki farz ettiğim dahi ensiye banâ şirk-i hafîdir. Öyleki mülkünde ne alakam vardır. Diyârın ni-çâr kaldım cümle zâtımı mahv ve fânî kıldım. Ammâ yine talebden fanî olamadım. Fikr ettimki ve’l-taleb ayn el-abd. Ben bu benlikte ne belâya uğradım.“Vallahi bi-kulli şey’in mühit hüve’l-evvelü vel’âhiru vel’zâhîrü vel’bâtınu ve hüve bî-külli şey’in alîm” sermedi zâhir olup, ondan “mutûv kalbe en temutûv” ye mahzar olmaya teveccüh ettim. Yine şirk-i hâfiki bir ben ve birde teveccühüm varmış. Güya bu dahi yâlân derde düştüm ki münâcât ettim ve teveccüh ettim ve taleb ettim bir garib mânâki hallen müşkûl-i nâ-çâr cümlesini sâhibine teslim edip bâb-ı rızâda mukîm olup hâl-i nez’da sâhib-i fîrâş olan hasta misilli târifi mümkün olmayan bir makâmda dâimâ ölmeye muntazır, akl-ı bi şuür aynı millet gibi bir zamân bu hâlde oldum. ”Kalbik” diyip gönül fetvâsına mürâcaat ettim. Cevâp verdi ki; senin senden zuhûr eden nefsinden mâdemki haberin vardır dersen, “ irci’ıy hitâbını” güş edemezsin. Cevâbını fehm ve idrâk eylediğimde müceddiden mevt-i irâde ile ölmeye muhyâ olup ve bu hâlede istiğrâk derler imiş. Bu hâl dahi zuhûr edip sermede bi-harf ve bî-savt “irci’iy hitâbı” gibi bir hâl zuhûr etmekle o ânda bir
162
günde ta’rifi mümkün olmayan bir lezzet-i ma’nevi vâki’ olup mest ve medhüş olup bil’âhere bîdâr oldum. Ve ba’de akl-ı maâş ile fikr eyledim ki bu ne hâldir akl-ı maâş o esrâra vakıf olamaz imiş. Bî-haber olduğundan fikr ile emr-i ilahî vâkıf olunmayacağı ma’lûm olup da’vadan fâriğ oldum. Ey ihvân sâkın hatırınıza bu şeyh bu sözleri nereden çıkarıyor sülûku suûbete düşürüyor. Biz bu sözleri şimdiye kadar duymadık diye bir şey getirmeyiniz. Evvelen bilin ki sülük her bir müslim ve müslimeye farz-ı ayndır. Kim ne der ise desin, kulağıma girmez. Zîrâ bugün ki Îslâm olan bir mühtediyeye ahkâm-ı islâmiyeden her ne var ise cümlesi de ashâb-ı rasul rıdvân-Allahü teâlâ aleyhim ecmain hazretlerine nâsıl farz oldu ise öylece farz olmuştur. Ashâbın dini başka ve bugün ki müslümanın dini başka değildir. Her bir fert Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn sallallahü teâlâ aleyhi vesellem efendimizin getirdiği din ile mükelleftir. Bunu inkâr eden kâfir olacağı âşikâredir. İş böyle olunca üzerine meselen hacc farz olan bir kimse, yolun zahmet ve meşakkatlerinden esnâ-yi-râhta hırsız havfından ve yâre hâriç edilmesinden havf ile hacca gitmemiş olsa, o âdamın şu evhâmı haccın farziyyetini sâkıt edemediği gibi, şunun ve bunun evhâmlarına kapılıpta sülükten ictinâb eylediği cihetle tarîk-i müstakime sâlik olmaması sülüki îskât edemez. Mâdem ki kulsun kulluk lazım ve fert olmak Hâlikî bilmeye mütevakkıf olduğu gibi, Hâliki bilen dahi emrine îmtîsâl ve nevâhiyesinden ictinâb ile olur. Vel-hâsıl en evvel Îslâma farz olan “Lâ ilâhe illallah Muhammed Rasûlullah” kelime-i tayyibesini kalb ile tasdik ve lisân ile ikrâr edip şirk-i celî ve hâfiden hâlas ile berâber kalbini telvisât-ı mâsîvâdan tathîr ve muhabbet-i ilahî ile alâ merâtîbîhim tathîr eylemedikçe diğer ibâdet farz olmaz. (27) Bu tathîrât dahi evvelen sâlik i’tîkâdını ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdına tatbik etmek ve ikincisi ibâdet ancak Allah için olduğunu ve Allah’ın gayrı için olunan ibâdât ve tâât merdûd ve sâhibi kâfir olduğunu bilip, Cenâb-ı Vâhûb-ül-Atâyâ hazretleri için ettiği ibâdetle Allah’ın gayrıyı taleb eylemekle denâet olduğunu bilip îctînâb eylemenin lâzım geldiğini bilip ibâdetini bu yolda tathîr eylemek lazım olduğunu ve bunlar da ancak bir mûrşîd-i zînde hayye teslîm ve sülük ile hâsıl olacağı cihetle her müslim ve müslimeye sülük lazım ve elzemdir.Vakit dar ve kağıt dahi burada tamâm olduğu cîhetle bu günlük bu kadar ile iktifâ olundu. Şimdiye kadar makâmâtı ve evliyâ-ullahın ahvâllerinden bahs eyledim. Bundan sonra dahi inşâllah teâlâ merâtib-i sülük ve turuk-i aliyyenin
163
erkân ve ne yolda sûlük edileceğini yazarım. Lakin sizden de ricâm yazdığım yanlız kâğıt üzerinde kalmasın, okuyun. Hiç olmazsa kâlen merâtib-i sûlükî belleyiniz. Înşâllah, Cenâb-ı Allah hâlîni dahi ihsân eder. Bu yolda mûcâhede lazım. Mücâhedesiz dervişlik evlenmeden çocuk talep etmeye benzer. Vesselâm.
Mektup 10 Ganizâde Mehmed Sâdık Babâ hazretlerinden sonra nöbet bu abd-ı aciz, bî-çâre yani; Mehmed Hâlid bin Şeyh Âhmed bin Hâcı Mustafa bin Şeyh Ömer bin Mehmed Kâdızâdeye gelip bir pârça tercüme-i ahvâli âcizden bahıs eylemekten sâlikânın sülûk ve bu yolda çekilen çîlenin bir cilve-i rabbânî olduğunu bildirmeklen bir vesile-i hasta olduğuna zâhîb ve kâil oldum da denizden zerre olarak îctisâr ve işte bu bâbda mukaddime olmak üzere şu gazelî yazıyorum: (Vahdet serâbında hayrân olmuşsun. Seyyâh edûp âlemlere salân dost. Bir tecellî ile bezm-i elestte. Hastân edip ahd-i mîsâk alan dost. Encâmı gönderip mülk-ü dünyâyâ. Yokluğu derdime dermân kılan dost. Vâdi–i muhabbette aşk ateşiyle. Yandı bu benlim kaldı hemân dost. Halidin vârlığın yağmaya verdin. Oldu zîkr û fikrim şimdi emân dost) fehvâsınca ma’lûm ola ki, Cenâb-ı Vâcib-ül Vûcud hazretleri Kitâb-ı Vâcîb-ül-Tekrim ve Hafâya Lazım-el-Ta’zîm de buyurur ki; “veleneblüvennekûm” yani, ey râh-ı rızâyı ilahide sebât
edenler ve
tarik-i vefâda lâf istikâmet urup şeref imtiyâza tâlib olanlar eğerki erkam-ı sahayif itikâdınız bize vazıh ve keyfiyet-i rüsuh salâhınız ve fesâdınız biz azîm-üş-sâna mâlûmdur. Ammâ size dahi sizin hâlikınızı ma’lum eylemek içûn sîzî imtihân ederiz. (Bi-şeyin) bir nesne ile (min-el-havfi) ukubâtî uhreviye ve yahut mesâibi dünyeviyeden (vel-cû’î) ki, o ibârettir yâ inkisârı savlet kuvve-i şeheviye içün kıyâm-ı sıyâmdan (ve naksi min-el-emvâli) o ibârettir ya bey’ânı izhâr înkıyad içün ihrâcı hamse ve zekâttan veya tuğyân nefs içün zuhûrâtı hâdisâttan (velenfûsi) o ibârettir yâ vâsıta-i kühületle tenkis kuvve-i nefsâniyyeden veya vesile-i emrâzla ta’til cevârih-i cismâniyyeden (ves-semerât) o ibârettir ya kıllet-i fevâkihen ki nice bâğ ve bostân
semere-i şecere-i nev’i insândır.
Ve merâtib-i imtihân bey’an olunduktan sonra buyurmuş ki (ve beşşiri’s-sabirin) yani beşâret ver sâbirlere (ellezîne) o sâbirler ki (îzâ esâbethüm musîbetün) eğer onlara bir musibet vâkî’ olursa (kâlûv înnâ lillahi ve innâ ileyhi râcîun) onlar
164
deler. Mebde-i vücüdumuz Halik-i Ekber ve âkıbet-ül-emr ona rücü’muz mukadderdir. Îş bu âyet-î kerime muktezasınca âmme-i îbâda umûm bîlâ-şâmildir. Ve cemî’erbâb-ı salâh ve fesâd imtihân içün (ve-le neblüvenneküm) hasrına dâhildir. Ammâ o cümleden mevâkî’ mesâibde dâmen temkin tutup muztarib olmayanlar ve mesâdır-ı nevâire hâtıra teskin verip cûz’î ve feza’ kılmayanlar isti’dâd teşif-i beşâret bulmuşlar,(28) müstemi’
tevfik-i takrib
olmuşlardır. “Gazel” aşıkın tahlîlî olmak ibtîlâya mübtelâ.(O sebepten enbiyâ verdiler ise belâ. Kahrı lütfu bir olur aşıklara cânânın. Aşık olmaz cevr-i cânanda bulmayan safâ. Cânını cânâna vermek ibtidâsı âşıkın. El çekip hem vârlığından ola cânânda fenâ. Malike’l-mülkün o şâhım varmı şeyhin zâhidân. Mülk onundur hüküm onundur kaldımı seninle sana. Var mıdır zâtıyla kâim fâil mutlak bu dem. Küllü şeyin hak ile kâim yâ kime bu ittikâ. Terk edip gayri sivâyı yüz sürüp dergâha gel. El ver terk et bu şirki hakka eyle ilticâ. Hamd-allah Hâlid’in hep aldı elden varlığını. Katre iken gark edip ummâna lütf etti Hüdâ. Fehvâsınca bir bende-i muhîbb olmakla liyâkat buldu lâ-cerem kendisini hedef-i sîhâm yola ve menzîle nüzûl nitekim sine-i sadâkat gül-zâr tıynette yâran belâdan neşv û nemâ bulur ve çerağ muhabbet ateş mihmetten rüşen olur. Ve bu mefhüme muvâfık ve bu mazmüna muvâfık seyyid-ül-kevneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem buyurmuştur: (Înnellahe ehabbe kavmen îbtîlâhum), yani her kavim ve her bir tâifeki muhabbet-i mâbûda ihtisâsı bula mukadderdir ki mihnete esir ve belâya giriftâr ola. Bu nükte-i meşar ve bu manâya muhayyirdir. Evvelki hazreti risâletpenâh sallallahû teâla aleyhi ve selemden suâl olundakta; “Ey en-nâss eşeddü belâ’ “ yani ne tâife ola însândan ki şiddeti belâ ile mârûf kesira’nâ ile mevsûf da buyurdular ki; (el-enbîya) yani sırrân perde-i nübüvvet muharremleri ve teşrif-i risâlet muhteremleri zirâ merâtıb-i muhabbetleri ve rî’ât-ı mihnetlerine makrun ve rîf’at menzilleri şiddet mûsibetlerinde mazmûndur. Tekrâr (ve min ba’dîhim) diye suâl olundukta (sümme’l-emselü) yani tarik-i musâberette onlara şebîh olanlar ve câdde-i mütâbaatta onlara iktîdâ’ kılanlardır buyurdu. Ve bu nükte evliyâullaha îşârettir ki âyîne-dâr hakâik-i eşyâ olup âlem sürette âhkâm-ı nübüvvetî icrâ’ edip merâsim-i şerifi ihyâ ederler. Ve bi-tekrâr (ve min ba’dihim) deyü suâl olundukta (fe’l-emselü) cevâbı verilmiştir. Yani şîme-i takvâ ve şîve-i salâhta evliyâya şebîh olanlar ve bu mazmûna etkıyâ’yı enâm hulemâyı fırka-i islâmdan ibârettir ki
165
savalih a’mâl ile sâir halkdan imtiyâz bulmuşlar ve mahâsin-i efâl ile akrâna fâik olmuşlardır. İşte bu âciz dahi o dergâhın bir kıtmiri olmak münasebetle ademden dâr-ı dünyâya geldiğinden, ikincisine vâlide-i müşfikim irtihâl dâr-ı bekâ buyurmuş. Ve o esnâda cânımızın umûrunu tesviye edecek bîr âkîl bâliğ mahremimiz olmadığından kırk gün sonra pederim te’hil edip ve anâlığımın hânemize geldiği akşam dahi pederim hasta olarak birkaç gün sonra vefât eylediği cihetle amcalarım Said İbrâhim ve Hâfız Rahmî efendilerin nezâret ve birâder-i müşfikim azizim ve sebeb-i feyzim Ali Berekât Efendinin terbiyesinde âltı yedi yaşlarına varıncaya kadar kaldım. Ve hasbe’l-kader o makâm-ı pederde olân bîrâder-i müşfikim merhûm Ali Berekât Efendinin vukû’ vefâtıyla ve hemşîrenin gelin olması beni bu defa diğer birâderim İsmâil Kemal Hazretlerinin terbîyelerinde kalıp müsa ileyh haremi dahi bir parça acüze olmak mûnasebetle günden güne yâr ve agyârın her birisinden sitemler gördükçe dünyânın vefâsı olmadığı gibi bütün mâ-sivâdan dahi vefa ûmidini kestim. Halvetlere çekilir geceleri Sabâha kadar yâ Mâlik-ûl Mülk, yâ zül-Celâl vel-İkrâm zîkrine devam ve bu hâlde bin, ikiyüz seksen iki tarihinde amcâ-i muhterem Hâfız Rahmî Efendi hazretleri ahvâli âcizânemî sultânım “Mehmed Sâdık Bâbâ” hazretlerinin pederi muhteremleri sultânım Ahmed Nurî hazretlerine yazmış. Ve mûşârûn-ileyh rahm edip evlâdlığa kabul ve vâsıta-i âciziyle bir çok ihvânın feyiz-yâb olacağını mübeşşir birde îcâzetnâme göndermiş idi. İşte o târihte terki mâsivâ edip âlemde sultânlık budur, diyerek aşk u şevki îlahiye ile halvetlere çekilip sâbaha kadar feryât etmekte iken üstâd-ı erkemim efendim rüşdiye havâcesi demekle mârûf Abdullâh Efendi hazretleri Hâlîd Efendinin sabahlara kadar feryâdı benî bî-zâr eylemekte, söyleyinizde bâri bir vakt feryâdına sükûn ve sesi ile ağlamayı terk ile haber gönderip rîcâ eylemesine ben artık sesim ile ağlamayı terk ve mekteb-i ruşdiyeye devâm ve seksen beş (29) târihine kadar bir parça tahsil ile medet tahsîl-i îkmâl yâ şahâdet-nâme ihrâcla müyesser olduğu kadar yine tahsîle kıyâm eylemekte iken peder-i ma’nevîyem ve amcâ-i muhteremim ve derd-i aşkta üstâdım Reşâdetlü Hâfız Rahmî Efendî’nin dahi vefâtı cihetle beni baştan yetim ve Cenâb-ı Hâlık’tan başka meded ve inâyet ve gözlerimin yaşını silecek ve garîb gönlüme teselli verecek bir kimse kalmadığı cihetle artık hâl-i hayrette zâr-ı giryân sefîl ser-gerdân ve geceleri sabâhlara kadar devâm üzere zîkîr ile iştîgâl ve
166
doksan senesinde silk-i celîl askerlik sevdâsı gönlüme düşûp on sekiz yaşında olduğum hâlde sene-i mezbûrede o vakit sivâs’ta ârâm-sâz sûvâri dördüncü âlayına îstid’ân takdim ve âlay-ı mezbürenin üçüncü bölüğüne gönüllü olarak kayıt olup bir sene kadar Sivâsta askerlikle ârâm ve bir sene sonra Sivâs’tan hareketle Erzincan’a kadar ve ondan Erzincan’a merbüt Tercân kazâsının Maha Hâtun kazasına gittim. Ve bir sene de orada ârâm ve oradan Erzurum ve Karsa gidip ve Kars’ta bulunmakta iken doksân üç Rus muhârebesî açıldı muhârebe ettik, muhâsara olduk, muhâsaradan çıktık. Beyazıd’a civar Iğdır namlı mevkiye gittik. Sonra Beyazıd’a Vân’a ve Muş’a bî-tekrâr Erzîncan’a geldik. Bî-tekrâr Erzurum’u Rûsdan teslim âldık. Vel-hâsıl gezdik dolaştık tezkere aldık Sivâs’a geldik me’mur olduk, dünyânın kahr ü lûtfunu gördük. Cümlesinin fânî bir hayâldan ibâret olduğunu anladık. Şimdi büsbütün dünyânın ve mâ-fihânin lezzetinden el yuduk kıble-i hakikıyeye yüz dönerek ve bu yolda beden ve cânı fedâ eylemeğe ahd eyledik. Cenâb-ı Vâhib-ül-âtâyâ hazretleri cümle ümmeti Muhammede ve abd-ı âcize tevfikini refik ve rızâyı ilahiyeyi muvâfık ameller ihsânla sevdiklerine ihsân eyledeğini tarik-i mustakime gitmek nasib ve sen Ashâb-ı Kehf mesellü sevdiklerinin kapılarında bizide kitmirliğe kabul eyleye. Âmîn, âmîn sümme âmîn. Benim cânım tercüme-i ahvâli âcizeyi yazmaktan maksûd arz-ı şikayet olmayıp tahdîs-i nimet olduğu gibi pîrân-ı a’zâm ve meşâyih-i kîrâm hazretleri vel-hâsıl sâdıkların sıdkı ve kâziblerin kîzbî ve münkerlerin inkârı kendilerine ve enbâyı cennete dahi mâlûm olmak îçûn her birisi bir türlü ibtîlâ’ ile mübtelâ olup herkesi bir belâ ile tahlîl ve içerisinde olan cevherinden ibâret ise o tahlîlde meydâna çıktığını sende bilip bu yolda bir belâya mübtelâ olursan onu dahi mun’am-i hakikiyenin bir niam-ı ilahiye olduğunu fehm û îdrâkla teselli olmaklığına bir vesile olsun arzusuyla yazılmıştır. Her ne ise üçyüzyedi senesinde Dârende kazâsında
muâvinliğinde
mûstahdem olduğum esnâda sultânım şeyhim efendim Ganizâde Mehmed Sâdık Baba hazretleri tarafından istihkak ı tâlibânın irşâdlarına me’mûr oldum. Ve bu bâbda ihsân olunan hilâfet nâmenin teberrüken bu makâma derc ve îmlâsına îctîsâr ediyorum.
167
Mektup 11: Birinci Hilafetname Hîlafetnâmenin biricisinin süretidir. Oğlum Hâlid Efendi pederim efendim hazretleri buyururlardı ki: Oğlum tarikin nedir diye suâl edilir ise cevap verki; tarikim Kur’an ve tarik-i müstakim-i Muhammediye dir. Ve tarikat-ı aliyeni çekiştirenlerden Allah râzı değil, Muhammed Mustafa sallallahü teâla aleyhi vesellem râzı değil. Hazret-i pir Muhammed Bahâuddin Nakşibendi Ûveysi razı değil, buyururlardı. Ve Külahizâde Hacı Muhammed Nakşibendi Üveysi Hazretleri, Şâh Muhammed Bahaeddin Nakşibendi hazretlerinden pîrdir. Ve Sârı Hâfız nâmıyla meşhur Ahmed
Behceti
ve Mustafa Münib ve Hâcı Efendi
nâmıyla ma’ruf Mustafa Ârif ve Ganizâde Âhmed Nûrî efendilerim Tarikat-ı Aliye-i Nakşibendi Üveysi Âhmed Behceti nâmında bir zâta verilmiş. Ve o zât güyâ mecâz ile bin kuruş verin sizi pâşâ edeyim dermiş. Bizim tarikımızı dünyâya satıyor diye yerinden tasarruf ve emâneti almışlar. Bunun üzerine kırk yıl hâlî kalmış. Ve Kûlâhîzâde Hâcı Mehmed Efendi Hazreteline işâret Seyyid-ülKevneyn ve Resûlü’s-sakaleyn sallâllahü teâla aleyhi vesselem ve Hazreti Hızır aleyhisselâm
vâsıtasıyla
ruhânîyyeti
Muhammed
Bâhaeddin
Nakâibendi
ma’rifetleriyle ser-hilafet tahtına cülûs ettirip, şâh-ı velâyet mühr-ü şerifini ihsân (30) ve tac-ı hîlâfeti aksâ ve ahvâl-i tarikati ve hatm-i hâceyi bu minvâl üzere tarif buyurmuşlar. Silsile-i şerifler ma’lum çok Nakşi isimleriyle kullar zuhûr eylemiştir. Muhammed Mustafa sallallahu Teâla aleyhi vesellem hazretleri pir Muhammed Bahauddin Nakşibendi usûl ve erkânı bu minvâl ile ta’rif ve bu minvâl üzere îcra edilmesini irâde ve fermân buyurduklarını, halvetten murâd gönlü kûdûrât mâ-sivâdan pâk eylemekten îbâret olup zâhirin halk ile bâtının Hakk ile beraber olmalıdır. Üç zât biri birisiyle tariklarının âdâbını suâl eylediklerinde birisi teslîm olduğunu ve diğer birisi dahi edeb olduğunu ifâde eylemeleri üzerine Hazreti Pîr Muhammed Bâhaddin Nakşibendi hazretleri dahi bizim tarîkımızda cümleside mevcûddur ki “Lâ mevcûde illâllah” deryâsına müstağrak olmaktır. Oğlum hâlid Efendi tarik kîtaplarında silsile-i âhvâlim mevcûd olduğundan tekrara hâcet yoktur. Tarikın nedir diye suâl edenlere tarikım Kur’andır. Bu âlem her şey hak ile kâim mir’atı Muhammediden Allah görüyor daim. Oğlum Hâlid Efendi erenlere kol kanat olunuz. Eli elimiz, dili dilimiz, kalbi kalbimiz, sırrı sırrımıza mahzar olup kîbâr-ı meşâyıhtan olan Hâlid Efendi yedi
168
dereceden on iki makâm ile
cânım tâleallahü ömrühü ve zâdehü mâlehû ve
îhsanehü ve necâtehü fi’d-dâreyn. Ganîzâde Şeyh Mehmed Sâdık Bâbâ Efendi, Hâlid Efendi
Mektup 12: İkinci Hilafetname (30) Eli elimiz dili dilimiz kalbi kalbimiz sırrı muhammedî olan oğlum cân içinde cânanımızsın. Söyler dîliniziz, tutâr elinîzîz, görür gözünüzüz. Oğlum ne mahelde olur isen erenlerde beraberdir. Teslim olan sâlîkânı îrşîd ediniz zîkr û evrâdlarını telkin ve hatm-i hâceye devam ve ihyâ gecelerini ihyâ edinîz. (Men kâne Allahü, kâne Allahü lehü) ma’lüm zâhir ve bâtını Hâlid Efendiye verdiler. Erenler kibâr-ı ehlullahtandır, buyurulmuş. Dahâ tafsilatı yazmakla münasib görülmemiş hatta bu kadarı yazmaya dahi luzüm yok isede Cenâb-ı Vâhib-ülâtâya hazretlerinin Seyyid-ül-Kevneyn Sallallahü teâla aleyhi ve selem hazretlerine ihsân-ı Îlahiyesini ta’did ve tahdis edilmesini fermân buyurmasına mebnî hem tahdisi nî’met ve hem de îhvânın îmân ve tasdîkî zîyâde oldukça feyzî daha zîyâde olacağı bedîhî olduğuna mebnî yoktur. Îfşâya ictîsâr edilmiştir. Cânım bundan sonra ma’lumun olsun ki îhvânı dine ibtidâ’i lâzım olan imân ve tasdiki olduğundan bir parça imândan bahseylemek lâzım oldu. Zîrâ kulun ûzerine iman Maturudi indinde akıl muhayyer vâcib olup bülûğun medhalı olmadığı ve Eş’ari indinde ise akıl ile büluğun mahcürudur. Vel-hasıl evvelen kulun üzerine cemi’ feraizden mukaddem Hak Teâla hazretlerine imân getirip anlamaktır. Bir kimse hak Teâla Hazretlerini şân ve şerefine lâyık olmâyan vechle anlârsa imânı sahih olmaz. Ve bir kimse ahkâm-ı îmânı bilmese her işlediği îbâdetî dürüst olmâz. Ve bir âkıl ve bâliğe avretten ahkâm-ı imân suâl olunsada bilmem dese nikâhı sahih olmayıp kocasından boş olur. Ve bir kimse müşrik olan ve yahut ehl-i kitâptan olan bir câriyeye malik olsa imânın erkân ve ahkâmını bildirmeyince vaty helâl olmaz. Ve bir kasâp imânın ahkâmını bilmese zebihası harâmdır. Her bir kimse kendi hûkmünde olanlara erkânı imânı ve namazı ve savmı dürüst olarak mesâilini ve namazda okuyacak kıraâtî öğretmesi vâcibtir. İmdî her abde şöyle bilip îtikâd eylemek farz-ı ayındır ki; Allah Teâla vâhid ve samed ve şerik ve nazîrden münezzeh ve misl ve zıddan mukaddestir. Ezelî ve dâim ve ebididir. Ve vûcud varlığının evvelli ve ahirî yoktur. Dâima ibâd ve sâir mahlukâtın icâd tahlik
169
ve terzikleriyle kâimdir. Ve her zamân zât-ı mukaddeseti ve vûcud-u hakikiyesini kat’a ifnâ’ ve tagayyûr eylemez. Evvel ve âhir bâtın ve zâhir O’dur. Eşyâdan bir şeye zât-ı ilahiyesi benzemez, cisim ve cismâniyeden (31) ve cevâhir ve â’râzdan münezzehtir. Azamet ve Şânca her bir şeyin fevk ve ulvindedir. Zât-ı a’lâsı ecsâmın zâtına meşâyih olmadığı gibi dünü ve kurbiyyetî dahi ecsâmın bazısının bazısına olan dünü ve kurbiyyeti gibi değildir. Zamân kendiyi tahdîd ve tâyîn eylemediği gibi mekân dahi ihâta eylemez. Âyât ve ahbârın delâlet ve iktizâsı üzere Allah Teâlayı mü’min eder. Cennette göz ile görürler. Allah Teâla her bir şeye Cebbâr ve Kahhar ve Hadîd vücudu mümkine gâlib ve kâdirdir. Kahr ü kudretine acz ü kusur ârız olmaz. Zât-ı eceline sine ve nevm târi olmaz. İzzet ve galebe ve ceberrüt zât-ı a’lâsına mahsüs mülk ve meleküt hakikatına maksürdur. Cemi’mahlükâtı efâl ve ahvâl ve amâllarını Hâlık ve akvât ve erzâklarını Râzık ve ecel ve ömürlerini takdir ve tayin eden O’dur. Makdürâtı sâyılmaz ve ma’lûmâtı intiha’ bulmaz. Yani bitmek ve tükenmek bilmez ve her şeye âlimdir. Ve her bir gizil şeyler zât-ı mukaddesiyesine zâhir ve celîdir. Herkesin kalbindeki gizli esrâra vâkıftır. İlminden arz ve semâ ve onda zerre miktârı bir şey hârîç olmaz. Cemî’ kâinatı müdîr ve havâdisâtı müdebbirdir. Kalîl ve kesir celîl ve hakir, hayr ve şer nef’ü zarar vâkî’ olmaz. Ancak Allah Teâla’nın irâde ve kazâ ve kaderin ve hükmü müsbetiyle olur. Vel-hâsıl ne şeye îrâde-î âliyesi taalluk ederse elbette olur. Ve taalluk etmezse olmaz. Daima mevcûd ve mebde’ ve merci’ ve muîd ve faâl lemmâ-yûrid odur, Hüküm ve kazâsını kimse redd ve def’ edemez. İns ve cin ve melâike ve şeyâtin bir yere cemî’ olup ittifak eyleseler, Allah Teâla’nın irâdesî olmadıkça âlemde zerre-i tahrîk ve teskinden âcîzlerdir. Semi’ ve Bâsîrdir, her bir şeyi görüp işiticidir. Mütekellimdir, bir kelâm ile ki kelâm-ı maklûka mûşâbih olmaz. Zât-ı kadim ve a’lâsından mâ-adâ her bir şey hâdistir. Yani cümlesî kaderin ve irâdesiyle halk ve icâd eylemiştir. Her bir hareket ve sükûtta ve kâffe-i eşyâda vahdaniyetine delâlet eder nice nice âyât ve hikmetleri vardır. Ve bununla berâber Cenâb-ı Allah’ın her bir âkil ve bâliğin bilmesi lâzım olan sıfât-ı zâtiye ve sıfât-ı sûbütiyesi dahi vardır. Onları dahi bilmek ve öğrenmek lâzımdır. Mâlümun olsun ki Cenâb-ı Allah’ın sıfât-ı sübûtiyesi sekizdir. Evvelkisi, Cenâb-ı Hakk Teâla hayy/diridir. Îkincisi, Îlim Hakk Teâla’nın bilmesi demektir. Üçüncüsû, Semi’ Cenâb-ı Hakk Teâla’nın işitmesi demektir. Dördüncüsü, Basar Cenâb-ı Hak
170
Teâla’nın görmesi demektir. Beşincisi, irâde Cenâb- hak teâla’nın dilemesi demektir. Altıncısı, Kudret-Hakk Teâla’nın gücü yetmesi demektir. Yedincisi, Kelâm Hakk Teâla’nın söylemesi demektir. Sekizincisi, Takvin, yani Hakk Teâla’nın yaratması, yani cümle mahlûkâtı yoktan halk eylemesi ve ondan başka yâratıcı olmamasıdır. Cenâb-ı Allah’ın sıfat-ı zâtiyesi dahi altıdır. Birincisi, vûcud yani var olmak, ikincisi, kıdem Allah Teâla’nın varlığının evveli olmamak. Üçüncüsü, bekâ Allah Teâla’nın varlığının âhirî olmamak. Dördüncüsü, vahdâniyyet, yani Allah Teâla’nın zât ve sıfât ve efalinde şeriki ve naziri olmamak. Beşincisi, muhâlefetün li’l-havâdis yani Allah Teâla’nın mahlukât ve mevcûdâttan aslen bir şeye benzememek, Altıncısı, kıyâm bi-nefsihi, yani Allah Teâla hiçbir şeye vemekâna muhtaç olmaması ve hiçbir kimsenin doğurmasına muhtaç olmamasıdır. Ve Cenâb-ı Allah’ı bu sıfatlarıyla bilmek kîfâyet eder. Zîrâ Allah Teâla’nın zât-ı Azimi kimsenin mâlümu değildir. Ve zât-ı Âzimi bileyim diye bu ciheti düşünmek günâh-ı kebâirdir. Akıl ve fikîr ile bilinmekten münezzehtir. Akıl ve fikre gelenlerin cümlesi mahlûktur. Ve dahi Allah Teâla’nın melâikeleri vardır. Onlar yemez içmezler ve onlarda erkeklik ve dişilik olmaz. Dâima Allah Teâla’nın emrî her ne ise yerine getirirler. Cenâb-ı Allah’a bir ân isyân eylemezler. Ve içlerinde mukarrebler ve peygamberleri vardır. Hakk Teâla (32) onların her birini bir hizmete koşmuştur. Efdalı Cebrâil, Azrâil, Îsrâfil, Mikâil aleyhisselâmdır. Ve Allah Teâla’nın kitîplarına dahi inânmak lâzımdır. Yüzdört kitaptır. Cümlesi haktır. Dördü büyük ve yüzü suhuftur. Tevrat Musa aleyhisselâma. İncil, İsa aleyhisselamâ. Zebür, Davûd aleyhisselâma. Kur’an-ı Kerim bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü teâla aleyhi ve selem hazretlerine nâzil olup diğer kitapların hûkmünü nesh edip, ahkâmı kıyamete kadar bâkîdir. Ve dahi on suhuf Âdem aleyhisselâma ve elli suhuf Şît aleyhisselâma, otuz suhuf Îdris aleyhisselâme, on suhuf Îbrahim aleyhisselâma nâzıl olmuştur. Ve dahi Allah Teâla’nın ne kadar peygamberleri geldi ise, cümlesine dahi inânmak lazımdır. Evvelâ Adem aleyhisselâm ve âhiri bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü teâla aleyhi vesellem efendimiz hazretleridir. Bu ikisinin arasında ne kadar peygamberler geldi ve geçti ise cümlesi de haktır ve gerçektir. Ve Kuran-ı azîm-ûş-şânda isimleri bey’ân olunan yirmi sekiz peygamberdîr. Bunları bilmek herkes için vâcibdir. Âdem, Îdris. Nûh,
171
Hûd, Sâlih, İbrâhim, Îshak, Îsmail Yakup, Yusuf, Şüayb, Lüt Yahya, Zekeriyâ, Mûsa, Harun, Davud, Süleyman, Elyas, Eyûb, Zûlküfl, Îsâ, Yunus, Ûzeyir, Lokmân, Zûlkarneyn, Hazret-i Muhammed aleyhisselâtü vesselâm hazretidir. Üzeyr, Lokmân, Zûlkarneyn hakkında ihtilâf olundu bazıları nebîdir ve bazıları velîdir dediler. Ve dahi peygamberler hakkında bîlinmesi vâcib olân sıfâtlar beştir. Sıdık, emânet, tebliğ, fetânet, ismet ve bunların manâları dahi Sıdık: cümle peygamberler emin olmak, tebliğ; cümle peygamberler Hakk Teâla’nın kendilere olan emîr ve nehiy ve cümle ahkâmı ûmmetlerine bey’ân edip ulaştırmak, fetânet; cümle peygamberler akl-ı kâmil sâhibleri olmak, Îsmet; cümle peygamberler günahtan berî olmak, lâkin bazılarında zelle sâdır olmuştur ve onda da hîkmet-i îlahî vardır, Hazreti Âdem aleyhisselâmın cennette buğday yemesi gibi. Peygamberler haklarında muhâl olan sıfatlar vacîbin zıddıdır. Yani, yâlandan ve hiyânetten ve günâhtan ve hamâkatten ve büyük ve küçük günâhlardan berîdirler. Bizim peygamberimizin sıfâtı sâir peygamberlerden üç sıfat zîyâdedir. Birincisi cümle peygamberlerden efdaldir, ikincisi însân ile cine gönderilmiştir. Üçüncüsü hâtem-ûl-enbiyâdır. Ve dahi kıyâmet gününe inândım cümlemiz olup yeniden dirilmek gerektir. Cennet ve cehennem haktır. Ve hâlen mevcutlardır. Mîzân, sırât, suâl, hesâb, nîam, âkâb, azab cümlesi haktır. Ve olacaktır ve dahi hayr ve şerr, fâîde ve zarar ve kazâ ve kader Allah Teâla’nın bilmesiyle ve bildirmesiyle ve yarâtmasıyla ve takdiriyle olduğuna inândım îmân getirdim diye i’tikâd eylemek lâzımdır.
Mektup 13: 26 Receb-i Şerif 1340 (33) “Bismillahi’t-tevfik ni’mel-mevlâ ve mi’mel-refîk” Elhamdûlillahîllezî allemnâ’l-ülüme-l-diniyyeti ve’l-dünyetî ve allemnâ alâ-ş-şeriati-l-mustafiyyeti ve-l tarikati-l âliyyeti’l Nakşibendiyyeti-l ûveysiyyeti. Ve kellemnâ bi-kelimâti-l meşayihu’s-sâfiyyeti’l süfiyyeti. Ve kellemnâ fî-mikâti kalbinâ bi-kelimâti’l-kudsiyyeti bilâ-sarf ve lâ-savt ve lâ-keyfiyyeti ve lâkemmiyyeti’l-letî lâ-yârifü esrârihâ îllâ-hezihi’l taifetü’l aliyyeti. Fe-sübhâne min cealeş-şeriatı ve’l-tarikati ayne’l hakikati ve lakinne’l-ukalâi lâ-yefka hûvne bil kuvveeti’l nazariyyeti ve’l –bîdatı ve’l dalâl ayne’l-ukübeti ve’l-nikâl. Ve lakinne’l-ükelâi lâ-yeşûruvne keşafetî’l-beşeriyyeti ve’l kuvvetil şeheviyyeti
172
huve’l Hâdîl-lezî yehdi men yeşâ-u min ibâdihi bî-hidâyeti’l-enbiyâî ve irşâdihi’levliyâi ile’s-sünneti’l seniyyeti ve yedüllü men yeşâ-u bî âğdaî’ş-şeytânîlcinniyetî
ve’l-ihlâli’l-ebâlisel-insaniyyeti
fe-yesüdduvnehüm
anîl-
suluvkîl
tarîkatil-seviyeti ve’l-mûrîdllezî îzâ erâde bi-kavmi hîdâyeti felâ-müdilli lehüm. Ve izâ erâdehü bî-him delâleten felâ hâdî lehüm min kûlli’l-beriyyeti ve sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedi’l-Hâdi bi’l-akvâli’l sâdikatı ve’l-efâli’l-sâlihati îlâ vusla’l ilahiyyeti ve şühüdü’l-ehadiyyeti ve âla âlihi ve eshâbihil-lezine tâbiüh mütâbaate kâmileten”……. ….ve hulûs-i niyet ve rahimallah teâla cemi’l-ülemâi ve meşâyîhi’l kirâm “ellezî yehşevne fî-bin-nasihati ve yürşidi-s-sâlikiyne alâ mütâbaata sünnete-s-seniyyete ve’l tarikatî’l âliyete “emmâ ba’de” erbâb-ı hafî olmaya ashâb-ı bâtıneden ve bil ki enbiyâ aleyhime’s-selâtü ve’s-selâm hazretlerinden âsıl feyzin iktisâbı üç şeye mevküftur. Evvelkisi imân ve şeriatı âliye ve tarîkat-ı seniyyeye sûlukle hâlisen li-vechillahî amel ikincisi edeptir. Zîrâ ahz-i feyz ancak kulûbü ehl-ullaha imtisâl ile olur. Yani bir mürit ki onun kalbi libas-ı ihlâstan ârî ve yahut evliyaullah veya taraflarından bizzât makâmlarına kâim oldukları zevât haklarında makâir-i edep harekâtı ola. Veya bunlara teslim olmaktan yüz döndüre. Elbette bunların iktisâb-ı feyzden mahrum olacakları müstağni arz ve bey’ândır. Üçüncüsü, enbiyâ ve evliyâya muhabbet etmektir. (34) Zîra muhabbet feyzin kesret ve izdiyadına sebebdir. Bununla beraber derece-i velâyet selef-i sâlihine hasr edilirde
bulunan meşâyihâna sû’i zan câiz
olmadığı Cenâb-ı Seyyid-ül-kevneyn sallalluhu teâla aleyhi vesellem hazretlerinin (ümmetî ümmetün mübareketun lâ-yedrî evvelihâ hayren ve âhirihâ) hadis-i şerifiyle sâbittir. Maa-hazâ Cenâb-ı seyyid-ül-Kevneyn sallallahü teâla aleyhi vesellem efendimiz bunların mahbübü îlahi olduklarını (vellezî nefsî Muhammed bi-yedihi lein şî’tim li-iblisenne lekûm în ehabbe îbâdellahi île’l-lahi ellezine, yühibbünellahe ilâ-îbâdîhi ve yûhibbüne îbâde’lllahi, ileyhi ve yehşevne fil-ardı bi’l-nasihati) hadis-i şerifiyle ümmetlerine beyan buyurmuştur. Bu cümle ma’lûm olduktan sonra erhamû’r-rahiminin rahmet ve inâyeti bil-cümle ihvânı dine rehber olmak üzere ve bu abd-ı aciz hâdim tarîkat-ı âliye-i nakşibendî üveysi Kâdızâde eş-Şeyh Muhammed Hâlîd îbn Şeyh Ahmed bin Şeyh Hâcı Mustafa el-Mâ’ruf Hâcı Baba ibn Şeyh Ömer İbn Muhammed’în ta’lîmi zîkr ü nîsbet tarikat-ı âliye hâcegân kaddesallah ervâhehûm Mevlâna Ganîzâde Muhammed Sâdık Bâbâ Tûsî
173
hazretlerinden ve onların pederleri Âhmed Nûri hazretlerinden ve onlar Mustafa Ârif Kayseravi hazretlerinden ve onlar Mustafa Münib Kayseravi hazretlerinden ve onlar Âhmed Behcetî Kayseravi hazretlerinden ve onlar Külâhizâde Hâcı Mahmud Efendi hazretlerinden ve onlar hazret havâce zinde delân ve feryadı resî bî-çareğan
sahib-i
ilmi
ledün,
Hazreti
Hızır
aleyhisselâtû
ve’s-selâm
hazretlerinden yeden bi-yedin ve ruhaniyyet Hâce Muhammed Bahâuddin Nakşibendi Ûveyse’l-Buhârî Hazretlerinden ve onlar Seyyid-ül-Emir Külâl ve Şeyh Halil Âtâ hazretlerinden Şeyh Âtâ’nın nisbetleri dahi Zengi Âtâ Şeyh Tâç Âtâ Şeyh Abdülmelik Şeyh Havâce Âhmed Hâzeratı vâsıtalarından yeden Havâce Yusuf Hemadânî hazretlerine vâsıl olduğu gibi Emir Külâl hazretlerine nisbet-i âliyesi dahi Muhammed Bâbâ Semmâsi ve onlar Havâce Ali Ramiteni’den ve onlar Havâce Mahmud Encirfağnevî ve onlar Havace Ârîf Rivgeri ve onlar serhalka silsile-i havâceğan Abdulhâlik Gücduvâni’den ve onlar Hızır aleyhisselâm ve Yusuf Hemedâni’den ve onlar Havace Ali Fârmedi’den ve onlar Şeyh Ebu’lKasım Cürcânî ve Ebu’l-Hasani’l-Harakânî’den ve Ebu’l Hasani’l-Harakânî dahi Ebû Yezid Bistâmî hazretlerinin ruhâniyyetleriyle Hızır aleyhisselâmdan ve Ebu Yezîd Bistâmi dahi Cafer Sâdık hazretlerinin ruhiniyyetlerinden ve Câfer Sâdık hazretlerini dahi bir nisbeti Kâsım Îbn Muhammed Îbn Ebu Bekir es-Sıddık hazretlerinden ve onlar dahi Selman-ı Fârisi ve onlar Ebu Bakir-es Sıddık radıyallahü teaâla anhüm hazretlerinden ve onlar hazret-i risalet-penâh sallallahü teâla aleyhi vessellem efendimiz hazretlerinden ve Cafer Sâdik hazretlerinin bir nisbeti dahi
Valid Bezirgevâri Îmam Muhammed Bakır ve Îmâm Muhammed
Bâkır hazretleri dahi Îmam Zeynel Abîdin hazretlerinden ve onlar Îmâm Hüseyin hazretlerinden ve onlar İmam Hasan ile Îmam Ali kerem Allahü veche radıyallahü teâla aleyhim ecmâin hazretlerinden ve onlar Cenâb-ı Seyyid-ül-keyneyn sallallahü teâlâ aleyhi vesellem hazretlerinden ve Ebu Kâsım Cürcânî hazretlerinin talimi zîkr ü nisbeti aliyeleri dahi Şeyh Osmân Mağribî hazretlerinden ve onlar Seriy-i Sakatî hazretlerinden ve onlar Maruf-u Kerhî hazretlerinden ve Maruf-u Kerhî hazretlerinin dahi iki cânibe nisbeti vardır. Bir nisbetî Dâvud Tâi’ye ve onların Habîb-i Acemi hazretelerine ve onun Hasan Basrî hazretlerine ve onun emire’l-müminin Îmâm Ali radıyallahü teâlâ anh hazretlerine ve onun Seyyid-ulKevneyn sallallahü Teâla aleyhi vesellem efendimiz hazretlerine ve Hazret-i
174
Maruf-u Kerhî hazretlerinin bir nisbeti dahi İmam Ali Rızâ hazretlerine ve onun Musâ Kâzım hazretlerine ve onun Îmâm Cafer Sâdık hazretlerine ve İmam Cafer Sâdık hazretlerinin bilâde zîkr olunduğu vechle hazret-i risâlet-i penah sallallahû teâla aleyhi vesellem hazretlerine müntehî olmuştur. Bundan sonra Ey îhvân-ı din mâlümunuz olsun ki, şimdiye kadar bu tarikat-ı âliye, yeden bi-yedin müteselsilen yek-diğerinden ahz edilerek âcizlerine gelmiştir. Şeyhim sultanım Ganizâde eş-Şeyh Muhammed Sâdık Bâbâ Hazretleri 1307 senesi Teşrin-i Evvelin yedisinde âcizlerine istihlâf-ı talîbânın îrşâdına bizzât me’mûr buyurdulardı. Ve mûşârün-ileyh hazretleri (35) vefât edeceği esnâda dâhi umûm ihvâne hîtâben; beni arayanlar Hâlîd Efendi de ve Hâlid Efendiyi arayanlarda bizde bulsunlar. Şimdi Hâlid Efendi ile biz bir vûcut olduk buyurdukları gibi, âcizlerine hîtâben dahi: “Oğlum Hâlid seni Allah ve Resulullah ve bi’l-cümle pîrana emanet eyledim ve bi’l-cümle sâlîkân ve tâlibanın terbiye ve irşâdlarını sana tevdî’ ediyorum. Bil-cümle tâlibân ve îhvân dinî nazar-ı himmetinizden devr eylememenizi tavsiye ediyorum.” diye evvel bâbdaki nâme-i âliyesinde irâde buyurmuş idi. İşte men gayri liyâkat şu evâmir-i âliye ye imtisâlen tarafı âcizanemden intihâb ve vukû bulan istihâre ve teveccühü âcizânemde de işâret olan (bilâde esâmiyeleri muharrer) efendiler sizi ihvân dini tarikt-ı âliyeyi Nakşibendiye-i Üveysiyeye tergib ve rağbet eden tâlibân ve âşıkân ve sâdıkân ve sâlîkâna âcizânemle berâber ve bir beldede bulunduğunuz müddetçe rehber ve bizden infikâk ve başka diyarda bulunduğunuz esnâda dahi telkini zikir ve usül ve erkânı tarikat-ı âliye vechle hatm-i hâce okutmakla izin ve îcâzet verdim. Cenâb-ı Allah ömrünüzü tatvil etsin ve râzı olduğu a’mâl ve ef’âle tevfik ve ehl-i imân üzerine füyüzâtını tekmil eylesin, Âmin. Benim oğullarım sîz dahi bundan böyle dâimi sürette tavsiyenizi bize edip her hâlinîzde alacağınız emire göre hareket ve her ân muvâzabet zikir ve evrâd-ı Fatiha ve mutabaât şer-i şerif ve sünnet-i Muhammed Mustafa Sallallahu teâla aleyhi ve selem ve mücânebet bîd’at ve hevâ ve cemî’ ahvâlde o emr-i îlahiyeye imtisâl ve nevâhîden ictinâbla beraber bu yola sulükde maksadınız ancak Allah Teâla ve rızâullah olsun. Ve Cenâb-ı Vâcib-ül-Vücud hazretlerine ettiğin ibâdât ve tâati Allah’a minnet eylemeyip Cenâb-ı Vahib-ül-Âtaya hazretlerinden bir nî’meti ilahi olduğunu bilip diğer ni’am-ı ilahiyeninin şukründen âciz olduğunuz gibi
175
bununda şükründen aczinizi itirâf ve seherlerde istiğfâra devam ve sende senin olarak bir mülk bırakmayıp mülkü malik-ul-mülke teslim ve Cenâb-ı Vâcîb-ülvücud hazretlerine eltâfı ilahiyeden başka bir şey ile vâsıl olunamayacağından her hâlinde noksânlığını itirafla îmân kapısına sarılıp Cenâb-ı Allah’ı kullarına ve kullarını Cenâîb-ı Allah ve resûlüne ve pîranına sevdirmekle kendinize kâr edip ve kendinizi ihvâna hâdim bilesiniz. Ve bir sâlike icâzet verecek olursanız tamâmen siz aradan çıkıp kâtip elinde kalem gibi; ya Rabbî kul senin ve Habîbullah sallallahu aleyhi vesellem dahi senin mahbübun. Ve işte bu tâlib dahi sevgili habibin ümmetlerindendir. Her ne kadar rızâ-i ilahiyeni taleb ve tarîkat-ı âliye süluklerini vâsıta ederse de bende de mâlik-ul-mülk senin sende sizin olarak bir şeye mâlik olmadığınızı acz-i kemâl ile arz ve bu kulunu sana delâlet ediyorum. Sen tevfikini cümlemiz hakkında refik eyle, diyip sâlikin elinden tutar mâlik-si-mulke teslim eder. Aldığınız dersi o vechle telkin ve isimlerini dahi bize yazarsanız Cenâb-ı Allah muvaffakınızı refik eyleye. Âmin bi-hürmeti Seyyid-elmürselin. 26 Receb-i Şerif 1340 Hâdim Tarikat-ı Âliye-i Nakşibendiye-i Ûveysi Kâdızâde eş-Şeyh Hâlîd Sivasî
Mektup 14 (36) Kastamonu Vilayetinde Bir İhvâna yazıların bir mektup Sureti Elhamdûlillâhi alâ kulli hâlin min gayri delâl vesselâtû vesselâmu alâ resûlü zül-celâl ve alâ âli ve evlâdihi ve ashâbihî min kûlli zemânın ve ân emmâ baâde. Nûr-i aynim sürür-u sinem olan evlâd-ı mânevîyem Âsım Efendi hazretleri, mâhsusen selâm edip hatır-nâzikânelerini suâl eyledikten sonra, malumun olsun ki, o kâdir-i Halâk, (küntü kenzen mahfiyyen) mucibince murâd eylediki, bu mülk-ü mevcudi ve alem-i meşhudi (Fesbebtü en araka) muktezâsınca halk ve sıfât-ı celâl gaybiyeye alem-i şûhûd ve aynî mürâyasında nümâyân ve sıfâtından bir sıfata mahzar ve esmâdan bir isme mücallâ oldu da tekmil dâire-i kemâl (Lekad hâlaknâ’l insâne fî ahseni takvim) ile bağ vücud-ı Âdem’de açıldı. Ve cism-i kereminin kasdı (
tıyneti Âdem bi-yedî erbaine sabâhan) inâyetle
ma’mur oldu. Ve bundan sonra nev’i insândan sınıf-ı enbiya ve rasûl aleyhisselamı gûzîde etti. Erbâb-ı basâir hürşid-i âlem tâbikî ayândırki âsıl istifâza
176
mebde’ feyyazden müfiz, müstefizin mâ-beynlerinde münâsebete mevküftür. Zirâ müfiz her bâr mukaddes ve takyidden münezzeh küdûrâttan uzaktır. Mütefeyyiz ise alâik-i yedeyne ve küdürâtı beşeriye ile mukayyeddir. İstifâza bir vâsıtaya muhtâçtır. Ve o vâsıtanın dahi mutlak-ı külli ve mukayyed-i cûz’î mâ-beyninde iki ciheti olmak lazımdır ki tecerrüd-i ruhâniyyesi ve kuvvet-i kudsiyye sebeble mebde’ feyyâzdan ta’lim edip ve taallük-u cismâniyesi hasebiyle beni nevine tâ’lim eyleye. İşte o sebeble Cenâb-ı Allah enbiyâ ayehisselâmı, hadd-i müşterek edip mürâyâyı kulûb-ü şeriflerini küdûrâttan pâk ve envâr-ı tecelliyât ve temaât-ı vahiy ile sâbitân halk etti. Ve onlara tâbi olan zulûmâtı cehâletten mağrib âb-ı hayât çeşmesine erişti. (Ûvminü kâne meyten fe-ahyeynâhu ve cealnâlehü nûrân yehşa fii’n-nase kemen mislehu fiz’zulûmâti leyse yûhâricu minhâ) buna işârettir. Ve bununla beraber bu dahi ma’lumunuzdur ki, kasd-ı ma’rifete hurûc ve bâğ-i irfâna duhûl o pişvâyât râh-i hudâ ve muktedâyât tarik-i mevlâya mutabaatımız muhâldir. Ve onların ahlâkı hamideleri ile tahalluk olmadıkça maksada vüsul mümkün değildir. Ve Hazret-i Seyyid-ûl-mürselin ve hâtemü’n-nebiyyin ve habibi (lî maallah) ve mâlum (Fa’lem ennehû lâ ilâhe illallah) ve mükerrem (Ve kefâ billahi şehidân Muhammed resulullah) sallalahü teâla aleyhi vesellem hazretlerini cemi’ hidât-ı tariki ihtidâ ve âmme-i velâte iktidâ üzerine mezidi ihtisâs ve makâm-ı muhabbette hâsî edip temhîd-i kavâide hidmetine ve maâkıd muhabbetin ona ittibâ peyvende edip (Kül in küntüm tuhibbüne fet’tebiunî biyuhbibkümulllah) fermân-ı celile ayân ve beyân eyledi. Bu sebeple sebil-i necât sâliklerine ve tarik-i envârdan ve sıfât-ı taliblerine seyyid-ül-sâdat efdalü’s-salât efendimiz hazretlerine zâhir ve batın ittibâ’la her ân ve dakikada râbıta eylemeye mütevakkıf olduğu âzherü mine’ş-şemsdir. Her ne kadar Cenib-ı Seyyid-ülKevneyn sallallahü aleyhi vesellem hazretleri, Hazreti Ebû Hüreyre hazretlerine hîtaben bir hadis-i şerifinde; Yâ Ebî Huriyre Cenâb-ı Mevlâya ibâdet eylemekten saçları perişan ve yüzleri per-giyâr ve karınları kesb-i helâlden olsun âç kalmış, görüşmek isteyince kendilerine izin verilmeyen, talib olduklarında nikâhlarına rağbet etmiyen gaybûbetlerinde ârânılmayan ve hâzır olduklarında davet ve rağbet olmayan ve göründükleri zamânda nazarlarından hoşlanmayan ve hastalıklarında iyâdet ve vefât ettiklerinde haklarında şehâdet edilmiyen asfiyâlarını Cenâb-ı Allah sever” buyurduğunda hazır bununan âshab rıdvânullahü teâla aleyhim
177
ecmain hazrâtî yâ resulullah onlardan birisini bize ayân buyurunuz yolundaki sözlerine cevâben onların birisi; Veysel Karanî buyurmuş. Ve evliyaullahın dâhi izin ve icâzeti rabbül alemin ile şefaatleri derece-i sübute vâsıl olmuş ise Cenab-ı Vacîbul Vücud hazretlerinin evliyalarını kulları miyânesinde ihtifa edip Allah’tan ve Allah’ın bildirdiklerinden başka bir kimsenin bilemeyeceği ve o sebeple mübeşşirlerinden başka bir kimsenin bilemeyeceği ahvâli anâ rahminde evvelen cenînin meçhul olduğu gibi meçhul olduğunu mûstağnî arzdır. Ve tarîkımız ise tarikat-ı (37) ali-i nakşibendiye-i üveysî olup ve terbiyemiz dâhi hücre-i risâlet penâh sallallahü tealâ aleyhi vesellemde inâyet-i rabbâniyeden olduğu ve buna sûlukun kaidesi dahi evvelcede tafsilen beyan olunduğu vechile hangi camii şerif kolayınıza gelir ise o camiin mihrabında Cenab-ı Seyyidil Mahlukiyye ve İmam-ı Mürselin Hazretlerinin riyaset eylemekte ve kâffe-i enbiyayı izâm ve evliyayı kirâmın bi’l-cümle efrâd-ı ümmet o halkaya tespihin düzüldüğü gibi düzülmüş ve Cenab-ı Resulullah Sallallahü Teala Aleyhivesellem Hazretlerin riyaset eylemekte ve diğerlerinin dâhi hâtırınıza hâtur eden mâan o sultan-ı keyneyne ittbâ ile bâbı emâna sarılmış ve senin günah deryasına müstâğrak olduğunu yâd ile o meclise dâhil olmaya liyakât bulunmayıp o halkanın saflarında kemâl-i acz ile kuûd eden şeyhinin hırkası altına girip o halkada bulunanlar ile yed-dil olarak evrâdınıza devam ve bizi gönülden çıkarmayıp aralıkta mektubunuzu irsâl eylemeniz nîyazımdır. Bu tarafta bulunan ihvânın cümlesi bilhassa selâm ederler. Mazbatanız alındı, İzzet Efendi tarafından gönderilecektir. Orada bizi bilip suâl edenlere selâm edip hayatınızı îlâ-yı kelimetullah yolunda ifnâ eylemenizi, kendinize kâr etmenizide başkaca rica ederim. Baki Hüdaya emânet olunuz. Hadim Tarikât-ı Aliye-i Nakşibendiye-i Evliya eş-Şeyh Kadızâde Hâlid Sivasî
Mektup 15: 11 Cemaziye’l-âhir 1339 Tosyada Bir Mûnkerin Zîkr-i Cehriyeyi inkârına karşı orada bulunan Hûlefâdan Şeyhzâde Ahmed Fatih Efendiye Eûzu
bi-kelimâti’l-Allahî
taâmât-ı
kûlliha
min
şerri
ma
hâlak.
Elhamdulillahi Teâla alâ kûlli halîn. Lâ havle ve lâ kuvvete min illâ billah. ElMelîkûl müteâl ve-selatû ve’s-selam alâ resûlû zûl-celal ve alâ âlîhi ve sâhibihi
178
mîn kulli zâmanın ve ânın ve rıdvanullahı Teâla aleyhim cemiu’l ulema-i âzim ve meşayıh-ıl kiram emmâ baâde. Benim canım ve rûh-perfetûhum oğlum Ahmed Fatih Efendiye Rebiül Ahir 1339 tarihli mektub-u aliyenizi aldım. Derece-i nihâyette memnun oldum. Cenab-ı Halik-i mevcudât Hazretleri dâreynde mesrûr ve aziz eylesin. Amin. Benim nûr-ı dîdem mağlumun olsunki her bir şeyin hâkikati zıddıyla ma’lum ve âşikâre olduğu gecenin gündüz ve kışın yaz ile ve hâkikatin münker ile bilindiği ma’lûmdur. İşte bu kabîlden olmak üzere Cenâb-ı Vâhibi-ûl-Atâyâ Hazretleri dahi bir hakikatın keşfini izhâr-ı murâd eylediği sûrette o hakîkatı izhara sebep olacak zâtın karşısına bir münker çıkarır da o hakikatin olduğuna dair delâil ve bûrhanı îzhâra o münkerin inkârı bâdî olur. İşte bu cümle mâlumun olduktan sonra erbab-ı rüyet ve eshab-ı bâsiret hazretlerinin hepsine mübeyyen ve muayyandir ki [ve mâ hâlaktü’l-Cinne ve’l-inse illâ liyağbüdûn] mazmûnu üzere halaktü aleme ve baastü Adem’den mâksudu aslî irfanü’l-ilahidir. Sabıka-ı ilm-i muhîti ezelîde bi’t-tarîkil icmâli mermûz olan istidâdı fıtriye ve melekât-ı cîbilliyye yek-sân olmayıp medâr-ı tekvîn ve ibdâ’ olan hûkm-i fâikin iktizâsı üzerine mütekavvit ve mütehâlif olmakla kemâlat-ı insâniyyet dâhi âlem-i hâlkta mütafâvit zûhur edip ezel-i ezelden olan miktar-ı mukadder ve hadd-i mahdûd üzere tahlîl ve tekmîl olunurda kısmet-i ezeliyyede farz ve takdir olunan faz-ı mukadder kadar zafer bulunur. [innâ kulle şey’in hâleknahü bi-kâderin]. Herkesi mukadderi’l-amâli ve müdebbiri’l-ahvalîn nasîb ve ref’ ettiği dereceden ve herkes kendi îçün mukadder olan paydan gayrı bir paya irtika’ etmez. Her şahsı Cenab-ı Lem-Yezel Hazretlerinin müyesser eylediği mevkiin bir kadem ilerisine ve gerisine gitmez [Zâlike tegdirü’l azizü’l-alim] ve bu cümle-i cemilin celiline ihtilaf-ı meşârib ve tabâyi’ ile mütehâlif olup ârifinen kavli üzere tavsif ve tarif olunan o cins-i âlîyi iki nev’a mütenevvi olup bir nev’i ashâb-ı alem zâhirdir ki alâm-ı küyüb ve keşşaf-ı serâir Hazretleri usûl-ü meşrûât ve mesmüâtı asıl ve fürû’ ile ve fürû ma’kulât ve menkulâtı havâşiyesiyle o tâifeye şerh ve keşf ve tavzîh ve ıslah ve izâh eyledi. Ve bir nev’i dâhi sâlik-i mesâlik tasavvuf ve sâhib-i tasarruf olup fâik-ı dekâik esmâ ve sıfâtı hûdâyı âlem onlara ta’lim ve tefehhum edip esrar-ı esmâr-ı ilahiyeyi telkin eyledi. Fatiha-inâme-i ahvâlleri [Ûlâike hümül mükarrebüun] ve hâime ceride-i amâlleri [ûlâike hûmu’l vârisüvne-l elazine yerisuvne-l firdevs hûm fihâ hâliduvn] dur. Ashab-ı
179
bâtine ve erbâb-ı tasavvufun ki sahâyif-i mesâhif hâtır-âtır kuds havâtırlarından hâik ve dekâik (38) esrâr-ı mektüme-i esmâ’ hazret-i ahadiyyet ve levâyih-i rûmuz mermüze-i sıfat-ı sâmiyât Cenab-ı Samediyyet mersûm olup serâir-i hatâir lâhut ve regaib-i garâib ceberût mahfuz ve mazbutlarıdır. Îhsânî Îlâhî olan nûr-i irfan mazâhir-i pertev şümûsu îkân olan şûmû’-u cumû’ cenânlarıyla mîşkât-ı nübüvvet kûberâdan iktibâs ve istinâre edip mânend bedr-i kâmil tekmîl-î zât eylediklerinden sonra müsterşidân râh-ı Hakkin şümû’ bevâtın ve zevâhirini envâr asâ irşâd ile is’âd ederler. Ve bu neviden olanlar dâhi iki tarîki tatarruk edip her biri gayet sûlukta matlub-u hakikîyeye vâsıl olur. İkisi dahi meltefâda iltikâ edip bir vâdide biri biriyle vûsul bulur. Şu zikrolunan iki taifeden nev’i evvel zikr-i cehri ile zâkir olup halvet ve celvette cehren zikrullahla meşgul olanlardır. Kelime-i Tevhid ve sâir esma-i ilahiyeyi darb-ı zikr ile vird-i lisân ve zîkr-i zebân edip îlâ-i kelime-i aliyâ eyleyenlerdir. Bunların külliyyâtın evrâd ve ezkârları Hû Hâyy meclisi şerif şîârları müsebbihân savâmi’ felekî ve meskünât semâ ve arş olan melâikenin güşe-hevesine vâsıl olup ve bu fark galiyen gılyan cezbât ve vecd-i hâl ile bi-ihtiyâr bir mertebeye vâsıl olurlar ki zârurî mânend çarh-gerdân çarh-genât raks ururlar, biri birinin semâ ile sema’ edip cümlesi mevleviyân gibi döner dururlar. Bir kısmı dahi zîkr-i kalbiyeyi iştigal eyleyenlerdir. Bu tarîfe-i aliye kelime-i derûn necâbet meknününde nihân ve verâyı perde-i ketmânde pinhân edip Hazret-i Refi’l-Cenab’ın ism-i şerifini dile getirmezler. Ve gelir endişe misâl lâl olup ser-mektûmden zâhirde râz açmazlarda zikrullahı lisan-ı hal ile iştiğal ederler. Ve bu iki tarikât-ı alîyeden birçok tarikât-ı aliye peydâ olup, bu iki aslına fer’i kesire müteferri olup, işte bunların cümleside itikadatta Ehlisünnet ve amelde mezâhib-i erbaadan birine tabî olmuştur. Bizim tarikımızın bahsine gelince; târikat-ı âliyemiz Tarikat’ı Aliye-i Hâcekân Nakşibendi Üveysidir. Ve asıl usulümüz dahî elvâh-ı havâtır ve zamâir-i nûkuş masivâdan pâk ve musanna’ edip muhabbet-i rabbâni ve aşk-ı şevkî samedânî ile kalbi münevver ile beraber halvetde her bîr sâlik kendi makam ve kabiliyeti iktîzasınca ve şeyhinden aldığı tarif-i vechle zikr-i kalbi veya düvne’l cehri zikr-i hafi ve halka-i zikirde de oturduğumuz yerde bade’l-hatm havâce cehren zîkrullaha devamla bâlâda zîkr olunan iki taifenin sûluklerine sülükümüze cem’ edip ilâ-yı kelimetullah için
180
fedâyı cân eylemekdir. Bununla beraber şu sülukumuzde de kanâdîl şer-i şerifi alıp Kâbeye visâl yollarına gitmektir. Şer-i şerif ise; kitap yani, Kurân-ı Azim-u Şân’dır ve Sünnet yani, fem-î saâdette zûhur eden ehâdis-i Nebevî ve fiili Muhammedî’dir. Ve kıyas-ı fukâha ki ulemâ-yı fehhâm efendilerimiz bu yolda vermiş oldukları fetevayı şerifleridir. Ve Îcma-ı Ûmmet ki Ashâb-ı Kîrâm ve tâbiin ve tebeî’ tâbiin ve ilâ yevmi-l nihâye ehl-i sünnet ve-l cemaâtın getirdiği ve tarik-i müstakimdir dediği yollardır. İşte tarikat-ı aliyemizde şu dört rûknun sevâb gördüğü âtide zikredeceğim bir tarikat-ı aliye olup, münkeri ehl-i bâtıl ve yâhût câhil olduğunu denizden zerre olarak âyât-ı Kur’an ve ehâdis-i nebeviye ve fetâvayı şeriflerden müstebân olacağı bedîhidir. Cenab-ı Vâhibü’l-Atâyâ Hazretleri Kur’an-ı Azim ve Furkan-ı Keriminde [vezkûrullahe zîkrân kesirâ] buyurmuşdur. Bu âyât-ı celilenin tefsîrinde Sahîbü’l-Keşşaf ve Sahîbü’l-Müdarek, Ey bimâ hû ehlehû mine’l-tahlîl ve’l-tekbir ve’l- takdis kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim emrâzen ve azhâe leylen ve nehâren sırren ve cehren ve birren ve bahren ve sukûnen ve alâ kûlli hâlin buyurdukları ve âyât-ı diğer [ve men ezlemu mim-men menea’ mesâcidellahı en yüzkere fîhâ ismuhû ve sa’y fî’ harâbîhâ] manayı ayet-i kerime budur. Allah-ü Teâla’nın mescidlerinde ism-i şerifi zikr olunmayı men edenden zîyâde zâlim ne kimsedir. Zâkirin ve mûsebbihin ve musallinin ondan men’ ile o mescidin harâbına sa’y eder buyurmuşdur. Ve Cenâb-ı Seyyîdû’l-Kevniyye Sallallahû Teûla Aleyhi Vesellem Hazretleri dahi [Ekserû ezkürellahe hatta yekûlu-l münafikûn ennekum murâün] yani Cenâb-ı Allah dahi [Feveylûnli’l-kasiyeti külübihim min zikrillah] buyurmuştur. Ve yine Cenâb-ı risâlet sallallâhû teâla aleyhi vesellem [Efdalü’lamâlû en tefâreke’d-dûnya ve lisânike ratebe mîn zikrillah] [Ve efdalü’l-ibadeti derecetû îndallahi yevme-l-kıyameti ez-zâkîruvne kesiren] ve [Elâ enbe’ekûm bihayri âmâlîküm ve ezkâha inde meliylekum ve erfeehâ fî derecâtikum ve hayrin lekum min âtâi ez-zeheb ve en telkü’ adüvvekum fetedarrebuv a’nâgikum kâluv mâ-zâ ya Resulallah Kale zikrullah] ve [Lâ teküme es-sâati hatta lâ yukalü alâ-l arz-ı Allah-ü Allah-ü] hadis-i şerifleri zikrullahın tarik-i hakta rukn-ü kavi olup bir ahad devamı zikirsiz Allah-ü Teâla hazretlerine vâsıl olamayacağını (39) dahi Cenâb-ı Vacîbü’l- Vücud hazretlerinin Süre-i Hâdid’de [Elem ye’ni lillezîne
181
âmenüv en tehşeâ’ kulubuhüm lî-zîkrîllah] buyurduğu, âyât-ı celilesi delil kâfiidir. Ne süretle zîkr edilirse sevab ve ne suretle edilir ise hatâ olur bahsîne gelince, a’mâl-î salîhâttan kelime-i tayibe “lâ ilahe illallah Muhammed resulullah” îmândır ki bîl-cümle a’mâl-i salihâtın aslıdır. Bir kimse înkâr ederse, onun a’mâl-ı sâlîhâsını Hudâyı Teâla kabul buyurmayacağı ilm-i kelâmda mûbeyyendir. Asıl üzerine fer’i terettüb eder. Asıl olmazsa fer’i kabul olunmaz. Bu surette namaz ve oruç ve hacc ve zekât ve bunların emsâli fûruâtda her birinin hey’et ve sıfâtını eîmme-i mûctehîdin beyân buyurup, zikrullah heyettinde ve sıfâtında bir şey beyân buyurmadılar. Fakat şu kadar var ki, bir kâfir kelime-i şehâdeti lisânıyla izhâr edip cehren demese iman ve islamına müctehîdin hûkm eylemediler. Zirâ îmanın tarifi ikrarı bi’l-lisân ve tasdîki bî’l-cenân ve mârifeti bi’l-kalbdir. Hatta tasdik ve ma’rifet bulup, bîlâ-zarure lîsân ile cehren ve îzhâr bulunmaz ise onun îmânına şer’ân zâhirde hükm olunmaz. Bu tahkîk dahi ma’lum olduktan sonra îman-ı kâmil ile muttasıf olan evkattan bir vakit ile ubûdiyyet yollarını katetmek ve hudud-u emir ve nehiyden nazarını ayırmak caiz olmaz. Cenab-ı Vâcîbu’lVûcud Hazretleri [Vağbud rabbeke hatta ye’tiyeke-l yâkîn] buyurmuştur. Müfesirin-i îzâm efendilerimiz dahi yâkından murad mevt ve ecel olduğuna ittifak etmişlerdir. Ve şu suretle her bir ibadetin bir vakt-i muayyeni var isede zîkrullâh için bir vakt-î muayyen olumayıp, her ân ve zamânda Allah Teâla Hazretlerini zikr ve tevhid etmek her bir müslümana farz olduğunu Sultan-ı müfessirin Abdullah ibn Abbas, Süre-i Ahzab’da [Vezkûrullahe zîkrân Kesîrâ] âyet-i celîlesini istidlâl ederek irâde buyurmuştur. Ve bununla beraber ehl-i zîkir haklarında dahl eden dahâlin lisânlarını kat’ içünde ülemâ-i i’zâm ve muktedâ-i enâm efendîlerimiz bir çok feteva vermişdir ki, bu fetevâyı şeriflerden bir miktarı derc-i sûtur sahife kalınmıştır. İşte o fetevâ-i şeriflerde bunlardır. El-fetevâyı evvel [Sûfîyyun tâifesinden bir cemâat zîkrullah ederiz diye ayak üzerine kalkıp gâh cehren lâ ilahe îllallah ve gâh hû hû diyerek ala tariki’d-devr hareket etseler ömür ve alem bu tâife-i mezkureye şu ettiğiniz fiil helâlmı diye edersiniz yoksa haramıdır diye edersiniz dediğinde, helâldır deyû ederiz, deseler ömür dahi bu makûle fiil haramdır, müstehilli kâfirdir dedikte onlar dahî hâramdır diyen kâfirdîr deseler bu süretlede gâh zîkr edip ve gâh kelime-i tagyir etmekle harâm mıdır ve helâl mıdır ve helâl olunca harâm diyenlere ne lâzım olur. Yoksa fiil-i mezkurun
182
bazısı helâl ve bazısı harâmmıdır. Bey’an buyurulup mesâb oluna. El-Cevap; Allah-u a’lem. Cehr ile zîkr etmek İmam Yusuf ve Îmam Muhammed indilerinde bîlâ-kerîhe câîzdir. Ve fetvâ dahi bunların kavilleri üzerinedir. Sâniyen eğer bu süfiler âyak üzerine kalkıp döne döne zikrullah ettiklerini lâib ve lehv diye ederlerse, zikrullahı tahfif küfürdür. Lâkin zâhir budur ki, ettikleri bu değikdir. Eğer ki, zikrullah ede ede şevke gelip ihtiyârları mağlûb safâ-ı kalp ile edecek ta’zim-i zikrullah olur o mahz ibâdettir. Bu vechle olana küfür demek cehl-i mutlaktır. Yahşi aleyhi-l küfür bu manâya küfürdür deyü itîkâd eylemek aynen küfür olur neûzü bîllah min şürûru en fûsüna (el-fakîrû ala cemâl). El-fetevâyı sâni; li’l-mul mezküre eyzan süfîyyün taîfesi halka-i zikirde devrân edip döne döne zikir etseler ve bu halkâ-i zîkirde olan ve döndüren helâldır, diyen kâfîrdir deseler, şer’an ne lâzım olur. Bey’an buyurulup, el-cevap Allah-û Teâla a’lem bu vaz’a bu vechle i’tikâd kûfürdür, tecdîd-i imân ve nîkâh lâzım olur. Ve hûkkâm-ı îslama lâzımdır ki sufiyyûn tâifesine bu vechle îtikâd edip itâle-i lîsân edenlere tedib-i şedîd ile te’dib edeler (el-fakîrû ala-l cemal). El- fetevâyı salis li’l-mevli’lmezkür rahmetüllahû aleyh sûfîler tâifesinden bir cemaat oturup zîkrullah ederlerken ayak üzerine kalkıp döne döne zîkr etseler şevk ile âhh deseler ve hûu deseler mezkürlerin bu târikle etmeleri helâl mıdır harâm mıdır. Bu târikle zikr edenler kâfir oldunuz helâldir derseniz kâfir oldunuz diyenler kafir olurmu, olmâzmı, beyan buyurulup mesâb oluna. el-Cevâp Allah-ü a’lem süfiler ne târikle zîkr ederlerse kâfir olmazlar. bunlara kâfir oldunuz denilir kâfir olurlar (harreretü’l fakiru ala’l-cemâl). Affî an. İşte bu üç fetva Müfti Ali Çelebi Hazretlerinindir. Bu zât-ı Şerifin (40) evsâf-ı aliye ve menâkıb-ı seniyeleri Kitâb-ı Şifâyıkda mestürdur. Fetevâyı diğer mesele cemâat-ı müslimin halka-i zikirde cem’ olup
zikirde meşgul olurlarken zikrin lezzeti ve şevki ziyâde olup
ruhâniyyet tarafı galib ve beşeriyet cânibi mağlub olup döne döne ve çevrile çevrile zîkr etseler melekler arşın çevresinde ve îlm-i tefsir ve hadis çevresinde döne döne zikr ettikleri gibi zikr etseler bu vechle zikr etmek haram olur mu. elCevap, Allah-ü a’lem gaye-i şevkten nâşi olacak mübâhdır cevâb-ı âhir helaldir. ( Harrerehü’l fakir Ahmed bin Süleyman Kemâl) bu zât-ı şerifin vâlid mecidleri Süleyman ve dedeleri olup ve bu zât-ı şerifin câmi’ mecâmi’ ulûm-u şetti-şems vâlideyn îbn Kemâl demekle meşhur Ahmed bin Kemâl Pâşa demekle maruf ve
183
beyne’l-ulemâ muktedâyı enâmdır. Beşinci fetvâ-i mesele bir tâife ayak üzerine kâlkıp ihtiyâriyle çalkalaya çalkalaya zikr etseler şer’an caiz midir. Bey’an oluna el-Cevap Allah-ü a’lem câizdir. Zîkr-î tayin vaz’ yoktur. ( Harrarehü Hamideddin eş-Şehir Efdalzâde affî an ) bu fetvâyı şerif dahi fetva ve takvâ da zamânının ferîd-i âlim ve kâmil Efdalzâde demekle mâruf ve fazîlet-i ilimî ve ameliye de akrânının vahidi oldukları meşhurdur. Ve buna mümâsîl nice fetevâyı şerifler vardır. cümlesini tahrir-i kâbil olamıyacağı gibi ehl-i însâf ve mücerrid tâlip hakk olana bu kadarda kâfii olup ve lâkîn işi ve gücü inat ve taassub olân ehl-i înkâra dört kitabı okuyuversek îkrâra gelmez İşte vârisân rîsalet ve pîrân tarikat ve hâdim-i din ve millet efendilerimiz dahi tarikat-ı âliyelerini cenab-ı rîsalet-penâh sallallahû teâlâ aleyhi vesellem ve ashab-ı kîrâm rıdvânullahû teâla aleyhivesellem efendilerimizden ahz ile salikânın istidâd ve zamânının iktizâsınâ göre teşkîli yeden bi-yedin ve devren bî-devrin müteselsilen bu zamâna kadar getirmişlerdir ve bütün Arap ve Acem ve Türk asılda ittifak, fürûda bazen bir birine muhâlif sürette teşkîl halka-i zîkîr ediyorlar iselerde
bunlardan turuk-i aliyenin cümlesi ve tarik-i Nakşibendiyye-i
Halidiyyeden bazıları bizim okuduğumuz esmâları devamlı usulûmuz vechle cehren ve alenen ve kimisini kûûden ve kimisi dahi kıyâmen ve kimisi dahi kıyâmda devran ile darb-ı zîkir ile vird-i lîsân ve zîkr-i zebân edip yalnız Hâlîdiyyeden bazıları ictimalarında zîkri kaldırıp, yalnız hatm-i hâce ile iktifa eylemekte iselerde asılda bîzim gibi sûluk ederler. Bu suretle tarikımız Selman-ı Fârîsi vâsıtasıyla bir cîhetten Hazreti Ebu Bekir Sıdık ve Îmam Hüseyin ve Hasanı Basri rıdvânullahı teâlâ aleyhim ecmain hazretleri vasıtasıyla iki cihetten Hazreti Ali kerremellahû veche rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecmaîn hazretlerine müntehi olur. Selman-ı Fârisi ile Îmam Hüseyin rıdvânullahû teâlâ anhüm hazretlerinden gelen kavl Îmam Cafer ve Îmam Cafer ile Hasan-ı Basri hazretlerinden gelen kavilde Ebu Ali Fârmedî hazretlerinde buluşur. Bu da silsile-i şerife vâkıf ve ârîf olanların malumu olup, şu suretle zîkr-i cehri ve zîkr-i kalbiyi cem’ edîp, Îmam Ali radıyallahû teâlâ anhu hazretlerinden devren bî-devir müteselsilen geldiği erbâbının suâli ve şeyhi bulunan Yusuf Hemedâni hazretlerinin vermiş olduğu cevap mütederricâtıyla sabit olmuştur. Şu suretle silsile-i mezbûre iki vâsıta ile Seyyid-ül-Kevneyn sallallahü teâlâ aleyhi vesellem hazretlerine vâsıl ve bu
184
münasebetle îcmâ-i ümmet hâsıl olduğu nemâyân olduğu gibi ser-halka-i Hâcegan Abdülhâlik
Gücduvani
hazretlerinin
Şeyhi
bulunan
Yusuf
Hemedânî
hazretlerinden; Yâ Şeyh ben cehren zîkr eylesem halk ve kalben zîkr eylesem melâike ve şeytân vâkıf olur. Ben bir zîkir eylemek isterim ki, Allah’tan başka bir kimse vâkıf olmasın. Bana işte öyle bir zikir eylemekten tarif ve telkin île deyü rîcâ eylediklerinde Yusuf Hemedâni hazretlerinin dahi o talep eylediğin zîkir zîkri hafidir. O da ilm-i ledün iledir. Hâle mütevakkıfdır, kal ile tarif olunmaz. Ol hâle kâbiliyet kesb eylediğimiz ânda sahibi gelir tarif eyler, deyû buyurduğu ve Ebu Ali Râmitenî hazretleri ki; silsile-i şerifte Azîzân lakabıyla mûlâkkab olmuştur. Bu zât-ı şerifi dahi siz zikri cehren ediyorsunuz yolunda ki sâile sizde hâfii ediyorsunuz, iddiâsında bulunursunuz zîkîr etmekle eşhar bir yere zîkîr etmekle eşher zîkir için ictimâ’nızı halk bildikten sonra ses ve sadâlarınızı istimâ’ eyleselerde cehren zîkîr etmiş olursunuz. Kişinin kendi nefsi zîkîr eylediğini bildiği müddetçe eylediği zîkri, zîkr-i hâfii olmaz. Zîrâ kişinin nefsi dahi gayrı olduğu şer’an sâbit olmuştur, buyurduğu ve Muhammed Bahaddin Nakşibend hazretlerinin evlatlığa kabulunû
Emir Kûlâl hazretlerinden taleb ve rîcâ
eylediğinde Azîzân, yanî Ebu Ali Râmitenî hazretlerinin tarîkata kabul eylemek şartıyla kabul eyleyeceğini fermân buyurduğunda bizzât mûşârûn ileyhin tarîkine dâhîl olmak îçin geldiğini îfâde eylemesine mebni hazret (41) Azîzân’ın tarîkat-ı aliyesîni telkin ve o vechle evlatlığa kabul eylediği menakıblerinde musarrah. Zikr-î hafi dahi avâm-ı nâssın bildiği zîkr-î kalbi olmayıp hâlî bir keyfiyet olduğu ve ona da fazl-ı îlahi ve inâyet-i rabbâni olmadıkça kimsenin nâîl olamayacağı Abdülhâlîk Gûcdüvani hazretlerinin suali ve şeyhi bulunan Yusuf Hemedâni hazretlerinin vermiş olduğu cevab ile sabit olmuştur. Olunan dahl ü ta’rîz yalnız zîkîrde devrân ve raks olup ve bununda cevâzına zîkrolunan fetvayı şerifler kâfii olduğu, bîzim usûlümüz ise kuûden hatm-i hâceden sonra alenen ve cehren kemâlı edep île zîkrullah eylemek olup ve bu tâife ise din ve îmân ve îslamı bilip havf ve haşyetullah ile haşr ü neşre imân ederler de şevken li’llah ve taleben lîmerzâtillâh îlahi tevhîd ve esmâ-i îlahiyi zîkîr ile zevk ü şevk îzhâr ederler. Ve bu tâife bu cihetden dolayı hâşâ bir vechle mel’ûn olmaz belki laane edenler olur. Zîrâ bir şahsı mezheb ve sâlik olduğu tarîkatından dolayı lâîn eylemek o mezheb ve tarîkat sahiblerinin cümlesini laane eylemek olduğundan bu inâdında olanların
185
an-karîb bir belâya müptelâ ve cezâsını göreceği emsâllerinde görülmüştür. Yalnız size lâzım olan şer-î şerîfi başa taç edip pîrân tarikâtın vaz’ eylediği usûl ve kâîdenin hâricine çıkmamak ve tarîkat-ı alîyeye taş attırmamak. Bâdî olacak ahvâllerden mûcânebet etmek ve ehl-i înâdî kendi hâllerini bırakıp rûz-u şeb şeriat-ı Ahmedî ve Tarikat-ı Muhammediyeye hâdîm olup î’lâ-yî kelimetullah yolunda fedây-ı cân eylemek lâzımdır. İcâzet talebinde bulunan îhvânın îcazetnâmelerini leffen takdim eyledîm. Vusûlünde her birlerine başka başka tebliğ edip derslerini tefehhüm ve selâm senâ-verimi ve tarîkat-ı aliyemizin rükn-ü azimi, şer-i şerifi baş tacı edip
evrâda devam eylemek olduğundan tebliğ ediniz
vesselâm. Ol-tarik nûr-i didem Lütfiye Hanım ve gözüm nûru Ali Galip ve Hüseyin Sabri ve Îsmâil Hakkı Efendilerle Kerime Hanıma mahsusân selâm edîp hatır-nâzikânelerini suâl ederim. Bu tarafta bulunân îhvânın cümlesi ve akrabayı taallukât ve dervişhânede bulunan vâlideniz ve kerime ve mahdüm Ahmed Turan ve Ali Galip cümlenize selâm ederler. Bâkî-i Bâkîye emanet olmanız duâsıyla, hatm-i kelâm eylerim cânım. Hâdim Tarîkat-ı Alîye-i Nakşibendi-i Ûveysi Kadızâde Hâlid Sivasî. 1339/11 Cemaziye’l-âhir.
Mektup 16: 18 Receb-i Şerif 1346/Eskişehir Bismillâhi tevfik nime’l-mevla ve nime’l-refik Elhamdulîllahilezi lâ înayeti’l Îlmîhi ve lâ ennehâ ve lâ yehfi aleyhi şey’en fil ardı ve lâ fis’semâi ves-selâmû ves-selâtü ala resulîhi Muhammedillezi hüve Medinetü’l alim ve nuru’l-Hûdâ ve vâkıf-ı esrâr kenzü-l-hakk ve seyyîdu’l enbiyâi ve ala âlihi ve ashabihi ellezine hüm ehl-i safâ-ü vel-vefâ ve nûcumu’l iktidâ lî-kulli min ihtedâ ve rahmetûllahû ve berakâtühû ala eimmetû-l-dini velmüctehîdin ellezine hüm siracü’l ümmeti ve-l muktedâ ve ala cemi’ min vird fî şânihim innemâ yehşâ Allahû min îbâdihil ülemaî. Emmâ bâdeh. Benim canım mektubunuzu aldım
ma’lum
dâiyânım oldu. Ma’lum-u aliyeniz olsun ki, Cenâb-ı Halîk Hazretlerinin sâdık ve kâzîb olanları kendilerine bildirmeklen murad eyledi de ibtîdâsında bu silsile-i ademi vuslattan hicrana bırakıp bir çok îptîlâlarıyla müptelâ ve ezelde aşk-ü şevk ve muhabbet-i îlahiyede bulunupta davâlarında sâdık çıkanlarına dâr-ı nâimde
186
vuslat ve davâlarında kâzîb çıkanlarında hicrân-ı ebediyyede ikâ edeceğini fermân ve vuslat yollarını kîtap ve âyat ile beyan ve bizlere dahi peygamlerleri vasıtasıyla ayân eyledi. Ve ekber-i şehâdet, şehidet-i îlahi olup ve Kur’an-ı Mübinin şek ve şüpheden âri ve müttakilere hidâyet ve vuslat yollarını göstermek için fermân-ı îlahi olduğunu Cenâb-ı Vâhîbü-l Atâyâ hazretleri kasem ile fermân buyurduğu gibi efrâd-ı ümmetin bîlâ-vasıta Cenab-ı Feyyâzın âleminden istifâzeye iktîdarları olmadığı münasebetle, her bir ümmetin asrında birine sahib-i şeriat îrsâl ve efrad-ı ümmetleri peygamberlerine tâbi’ olmadıkça maksad-ı vîsâle nâil olamıyacaklarını bildirdi. Ve bu ûmem-i sâbıkleri bizden mukaddem irsâl ve tâbî’ olup olmayanların ahvâllerini bize gösterdi. Sonra cümleden Ekrem ve Seyyid-i alem peygamberimiz sallallahü teâla aleyhi vesellem efendimiz hazretlerini irsâl ve kerem-i lütf inâyet-i rabbâni olarak biz âcîzlerine dahi öyle bir sultâna ümmet ve her bir efâl ve âmâl ve muâmelâtda tâbi’ olmaklığımızı fermân-ı aksi hâlimizde Peygamberlerine tâbi’ olmayanların uğradıkları azâba bizimde uğrayacağımızı bize duyurdu. Ve ülemâ-i ümmet rahimehüllah hazretleri ala-merâtibihim hâlen ve kâlen tebliğ-i ahkam-ı (42) Îlahiyye ve ümerâyı dahi ahkam-ı ilahiyyeninin ahkamını cebren ve kahren infâza ve bu her iki tâifenin yek-diğeriyle bu yolda ittîhâd ve îttifâk ve bizlerin dahi bunların ömürlerini inkıyâdla î’lâyi-kelimetullah yolunda fedâ-i cân ve înkıyâd edenleri eâdâlarından muhâfaza hususunda ûmeraya îttibâ’ ile ma’mur bu bâbdaki nüfûslarının înfazına kuvvet eyledî. Ve bu sûretle bu din-i mûbinin düşmânı îkiye mûnkasım oldu: Birisi maddî birisi dahi ma’nevî olup, muhâfazası bu iki düşmanla mücâhede ve muhârebeye mütevakkıf olduğu münasebetle efrâd-ı ümmetin dahi ma’nevi ve mâddi iki kumândâna ihtiyacı olup efradı her bir hâl ve muâmelâtta bunların emirlerine imtisâl ile mücâhede ve muhârebeye her ânda hâzır olmalarına ta’lik kılındı. Ve bu her iki düşmana muzaffer olunmakla peygamber zî-şân sallallahü teâla aleyhi vesellem efendimiz hazretlerinin kable’l-îlahiyeden getirmiş olduğu şeriat-ı Ahmediyyesine her bir halinde ittibâ ile berâber zikr-i ilahiyeye devam şart kılındı. Ve bu da [Yâ eyyühellezine âmenüv îzâ lekaytüm fieten fesbitüv ve-z kurullahe kesîrân leallekûm tüflîhuvn] âyat-ı celilesi ile sâbit oldu. Ve zikr-i ilahiyesi ise, erbâbı dört nev’a taksim eyledi. Evvelkisi; zîkr-i lîsâni olup, kalpte tasdik olmadıkça ve ikincisi; zîkr-i kalbi olup, bîlâ-zarure lîsânda îkrâr bulunmadıkça bir fâîdesi
187
olmadığı ehl-i kelâmın akâid kitaplarında musarrahan beyân kılındı. Üçüncüsü; zîkr-i hafidir ki, bu da kalbden taallukat-ı ma-sîva çıkarılıp aşk ü muhabbet-i sübhânî ile gönlünü cîlâlanmadıkça ve mâsîyeden başka her ne eder ise Allah ve rızâenlillâh için etmedikçe nâil olamayacağını âyât ve Kur’an ve ehâdîs-i şerifle ayân kılındı. Dördüncüsü; zîkr-i hakîkidir. Buna da sen Cenâb-ı Vâhîbü’l Atâyâ hazretlerinin sen onu zîkr eylemezden evvelce zîkîr eylediğini bilmedikçe muvaffak
olamayacağımızı
ayân
eyledi.
Ve
Cenâb-ı
Vacibü’l-Vûcud
Hazretlerinin ne sûretle beni zikreyledi diye suâl vârid olur ise, o sâil însâf ile mülâhaza eylesen evvelâ sen ademde idin ve bir gün hizmetin dahi sebkat eylememişti.Mahzâ eltaf-ı îlahiyenin terkibinden vûcuda gelmiş bir vûcud ve ânbeân o lütf-u rabbâniyenin înzîmâmıyla bir mevcudsun ve o tecelliyenin infikâkı ânında ma’dum olacağınada şüphe olmadığından başka acaba senin için halk olmadık mahlukâtta ne vardır. Cümle mahlukât senin ve sen kendisi için halk olundun acaba bu eltâfa ne hizmet ve ne istihkâk ile nâil oldun ve bundan sonra ettiğin îbâdet ve zîkîr ve evrâda hîdâyet ve tevfik ve kuvvet ve kudreti sana kim ihsân eyledi. Bunlarda senin olarak neye mâliksen ve bununla berâber etmiş olduğun ibâdet ve okuduğun evrâd ve ezkâra ecir ve sevâbı kim ihsân ediyor. Eltâf-ı ilahiyeden kabul olunmadık ibâdet kaç pâra eder. Sen ise bir muhayyelin hayâlinde zûhur etmiş hayâlin vücudu gibi bir mevcud ve vücudun onun nazar ve harekât ve sekenâtın dahi o sahîb-i hayâlin nazarıyla bâki lâ-şek böyle olduğunu ve bu gibi niâm-i ilahiyeye müsteğrak olduğunu bilen bir zâta elbette mun’am-ı hakikiyeyi bilip verilen niâm-ı ilahiyenin her birisini mâ-halk lehne sarf ile beraber şükründen âciz olup âczini itirâfa mecbur olur. Evvelen lisân bir nîam-ı îlahiyedir. Onunla tevhid ve zîkîr eylemeli. Savt dahi bir nimettir. Onunla dahî zîkîrde ref-i savt eylemeli. Ve harekât ve sekenât dahi bir nimettir. Esnâ-i zîkirde onunla dahi hareket eylemeli. Ve kalb dahi bîr nimettir. Taallukât-ı ma-sîvadan tathir ile aşk ü muhabbet-i ilahi ile mücellâ eylemeli. Ve hayatta bir nimettir. Cenab-ı Vahibul Ata’ya hazretlerinin zîkir ve îbâdeti ve îl’layı-kelimtullah yolunda ifnâ eylemeli. Ve’l-hâsıl ta’dâd-ı niam-ı ilahiyyeyi kâbil olmadığından her neye mâlik olduğuna vâkıf olur isen cümlesini Mâlik-ül-Mülk hazretlerine teslim ve sende lâ-şey olduğun halde [Sübhaneke mâ-arrefnâke hakkûn marifetike sübhaneke abdûnâke hakkûn îbâdetüke sübhaneke mâ zîkrünâke hakkûn zikrike
188
sübhaneke mâ şükrünâke hakkûn şükrüke] sırrı sende zûhur edip, müfellles olarak kalben bâb-ı emâne sârılıp erkân ile amel ve lisân ve kalp ve lisân ile zâkir olmaklıktan başka tarîk-ı necât olmadığını bilip, o yola sâlik olmak lâzımdır. Eğer bir sâîl gelîrde kuvvet ve kudret cümlesini Hâlîk’a verdik bizde bizim için bir şey kalmadı. Bu surette Hâlîk-i Lem-yezel hazretleri îbâdet ettirir ise ibâdet edebilirîz yoksa ibâdet etmeye gücümüz olmaz ise nasıl ibâdet edebiliriz diye suâl eder ise bu ciheti dahi malumun olsun ki, Cenâb-ı Vâhîb-ül Atâya hazretlerinin niam-ı ilahiyesi ikiye münkasım olup birisi niam-ı muaccel ki, dünyâda ve diğeri nîam-ı mueccel âhirette îhsân olunacaktır. Ve bu iki nîam-ı îlahiyye pervâze edip uçmak içinde iki kanat ihsân ve bu iki kânatın istîmâlini kullarına emânet tevdi’ edip, husn-i îstîmâl ve su-i isti’mâl de kullarının ihtiyârlarını kendilerine ihsân eylemiştir. İşte o iki kânadın birisi niyet ve birisi dahi kasddır. Bir abd bir amel eylemeye niyet eylediği ânda, Cenâb-ı Allah o niyete kasdını ihsân eder. Kasd eylediği ânda da, o kasdı murad-ı ilahiyesine tevâfuk eylediği sürette Cenâb-ı Allah halk ederde, işte o kul o işlediği işi işlemekle muvaffak olur. İşlemekle muvaffak olduğu iş rızaya muvaffak bir iş ise âhirette mükâfatını nevâhî-i îlahiyeyi irtikâb ise mücazâtına nâil olur. Bu sûretle kâsib kul ve (43) halk Cenâb-ı Allah olur. Ve dünyâda o amele muvaffak olmuş mükâfat ve yahut mücâzât-ı muacceleden birisi ve âhirette ta’lik olunan dahi mükâfât ve yahut mücâzât-ı müecceleden birisi olur. Ve bunâ âyât-ı Kur’aniyye şâhid ve bütün ehlisünnet itikâdâtı dahi bu yoldadır. Zîrâ böyle olmamış olursa sâdıkın sıdkı ve kâzibin kizbî meydana çıkmaz ve bu söz bîlâde bey’an olunan müfellesle münâfi olman bu cihet îzâhtan müstağni ve erbâbına malûm ve daha ziyade tafsile hâcet yoktur. Ve işte bu cümledendir, ulemâ ve meşâyihân bu sırrı efrâd-ı ümmete bildirmek ve halkı bu yola terğib ve teşvik ve davet eylemek için etrafa halifeler göndermeye ve umerânın dahi ahkâm-ı ilahiyenin infâzına halkı cebr etmekle taraflarından me’murlar tayin olundu. Zirâ hakîkattâ mahlukâta seyyid ve îmâm ve mûrşid Cenâb-ı Seyyid-ül Keyneyn ve diğerleri taraf-ı zî-şân risâletpenâhiyyeden mübelliğdirler. Vesselâm.
189
Mektup 17: 11 Cemâziyel âhir 1340-9 Şubat 1338 Nûr-i Dîdem Îbrâhim Bey Evlâdımız’a İzzetlü eli elim, dili dilim, nûr-i dîdem Hakkı Bey Hazretleri. Bilhassa selâm edip hâtır-nazikânelerini sûal ederim. Selâmetle hâne-i âliyelerine muvâsalat ve orada dahi hatm-i hâce ve orada fâtiha-i şerife devam ve halkı tarik-i âliyeye davet ve tergib eylediğinizi meşar 11 Kanun-î sâni 1338 tarihli muhabbetnâmenizi aldım nîhâyet derecede memnun oldum. Cenâb-ı Hâliki Mevcudât ve râzık-ı mahlukât âlem-i sırr ve’l hafiyyât hazretleri ömr û ikbâl âliyelerini efzûn ve feyz-i sübhaniyesini müzdâd ve iki cihânda aziz ve ta’yin olunduğunuz umûrda muvaffak bi’l-hayr nice nice ümmet-i Muhammedi vasıtanızla füyûzât eylesin. Amin. Benim cânım pederin evlâd-ı maneviyyesine hediyesi nasihattan başka olmadığından işte şu mektubu hediye ediyorum. [An Câbir bin Abdullah radıyallahü anhü. Kâle kuntü maâ-rasullullah sallallahü aleyhi vesellem. Fe-izâ etâe racülün ebyâdü-l-vechi hasenü’l-şâre ve aleyhi siyabe beydün. Fe-kâle esselâmü aleyküm yâ Rasulullah fe-kâle’n-nebiyyü ve aleyke’s-selam kâle yâ Resulullah mâ ed-dünya kâle ke-hilmi’n-nâim kâle ve mâ’l-ahireti kâle ferikun fi’l-cenneti ve ferikun fi’s-saidi kâle fe-mae’l-cenneti kâle yedü’l-dünya li-târîkiha fe-in semeni’l-cenneti tereke’d-dünya kâle fe-mâ cehennem kâle yedû ‘l-dünya litâlibihâ kâle femâ hayrûn hezihi’l-ümmeti kâlellezi yamelü bî’t-taatillahi kâle fekeyfe yekünü er-racülü fihâ kâle mistemirrü’t-talîbü el-kafîletü kâle fe-kem elkârara bîhâ kâle ke-kaderi-l-muhtelifeti an el-kafileti kâle fe-kem mâa beyne’ddünyâ ve’l-ahireti kâle ğamdetü abn kâle fe-zehebe er-râcülü fe’lem berâ fe-kâle aleyhisselâm hazâ Cebrâil eteküm li-yezhebü kem fi’d-dünya ve yerğabeküm fi’lahireti]. Naklolunur ki; Ebu Yezid Bistâmiye suâl ettiler ki; Ey sultânu’l arifin ve burhanü’l mümfikîn, Cenâb-ı velâyet mâbeniz bu mertebeye ne ile vâsıl oldunuz. Buyurdular ki; esbâb-ı dünyâyı cem’ edip cümlesini habl-i kanâatle rabt eyledim ……sıdka vaz’ edip …… ilka’ eyledim ve fi’l hâl râhat oldum buyurmuşlardır. İşte dünyâ ve hâl-i dunyâ ve müddet-i dünyâ ve âhval-i âhiret bu hadis-i şeriften ma’lum olduysa, sâlike dahi lâzım olan o gafletten uyanıp halk olmaktan maksat ne ise anlayıp verilen nîam-ı ilahiyeyi mâ-halak-lahna sarf eylemeklen elzemdir. İbret ile bakılırsa Cenâb-ı Vahibü’l- Atayâ Hazretleri her bir mahlûkâta lazım
190
olacakları lüzûmundan evvel halk ve mûhyâ eylediği aşikâredir. Artık böyle bir mûnam-ı hakikatın zikr û fikrini bırakıpta masivânın arzusuna iştigal eylemek cinnet ve denâettir. Cenâb-ı Îlahiyeyi zîkr etmekle dahi evvelâ bir vesile bulmak [vettebiuğ ileyhi’l vesileti] âyâtıyla sâbît ve o vesile ise tarîk-i aliyeye sûluk ve sûlukde de evvelâ pîrânın meslek ve mezheblerini bilmeye mütevakkıf olup ve onu dahi fâtiha-i şerife ile Cenâb-ı Vâhibü’l-Atâyâ hazretleri tavsif ve ta’rîf buyurmuştur. Malûmun olsun ki tarîkat-ı aliye senin kapının içerisindedir. Ve her kapının fethi aksâm-ı ûlum-ü Kur’aniyyeden bir kısma mahsûs olup, mâ-dâmeye âksam-ı mezbûreyi i’tikad-ı tâam ile husüle getirmeyesin. Ebvâb-ı tarikat sana güşâd olmaz. O da süre-i Fâtihada mevcuttur. Aksâm-ı Semâniyenin birisi zîkri zât-ı îlahiyedir ki; elhamdülîllâh kavlidir. İkincisi; zîkri sıfâtdır ki, Rabbî’l âlemin kavlidir. Üçüncüsü; zîkri ef’âl dir ki ;er-rahman ür-rahim kavlidir. Dördüncüsü; zîkri maâddir ki, malikiyyev-middin kavlidir. Beşincisi; nefsi âfâttan tezkiyedir ki, îyyâ ke-nağbudu ve iyyâ ke-nestein kavlidir. Altıncısı; nefsi hayrât ile tahliyedir ki, ihdînâ kavli olup tezkiye ve tahliye (44) sırate’l-mustakim kavlidir. Yedincisi; enbiyâ ve evliyânın zîkri ve onlar hakkında Allah Sûbhânî ve Teâlanın fazl û ihsânını tezekkürdür ki, sıratallezîne en-amte aleyhim ânı mûbinidir. Sekisincisi; bî-gânelerin ahvâli ve Hakk Teâlanın onlara gazabını zîkirdir ki, gayrîl mağdubi aleyhim ve laddâlin kavlîdir. Aksâm-ı mezbûre delâil ve âsâr ile her biri tarikattan bir bâb ve cümleside Fâtiha-ı Şerif de mevcut oldu îse sûre-i Fatiha kırâat mütederricâtını hâl edenler dünyâda behişt irfâna nâil ve âhirettede cennet-i Rıdvâna dâhil olacağı şüphesizdir. Feizâ kâne kezalik cezbeleri sülüklerine takaddum eden ve sülükte cezbeye eren ârifân-ı rabbâniyi âşıkân sübhâniyenin seyr ü tayrları hazret amâya müntehi ve yine fevki-ammâde envâr-ı sübhâni veche mutlaktır. Müstehlik ve mütelâşî olup Hazreti vahiyyetü’l-cem’îyyetinde olan esmâ-i îlahiyye ile mütehakkık olurlar. Ve hazerât-ı esmâiyede olan tecellîyât-ı ilahiye ve hazaîn-i gaybiyyede evvelâ ülûm-ü gaybiyye-i gayri mütenâhiyeye mahzar olup o ihdâû’l-zât ve sermedîü’l-safâat tecelli-i âlem ile sûr-u kevniyeye icaddır. Ve ifâza ve terbiye ile âlemine îrtibatın ve suver-i âlem dahi evvel tecelli-i âlem ile mevcuda ve vücudda fakr u istifâza ile her birinin hakkı irtibâtın müşâhede ve Rabbü’l-alemin mefâtih-gayb ve imâddan hakayık-ı eşyaya evvelen
191
ifâza-i cûdiyle mazâhir-i mevcudâtta mütecelli olduğunu muâyine kıldıkta Hakk Sübhâni ve Teâla Süre-î Fatihada Hamd Allah’a tahsis ve onu Rabb ile tavsif ve Rabbü’l-alemin muzaf kıldığını sırr û hikmetini bilirde Allah Rabbü’l-Alemin hamd ve senâ edip bu vechle nîyâz ederler ki, Allah o reddin giriftarıyım. Onun dermânı sensin ve evvel senânın bendesiyim ki onun lâyıkı sensin ben seni nice bilirim, yine sen seni bilirsin ey perverd-gâr-ı âlemiyân kimine perversin ve kimisine dahi perversin dil-i rûzî kıldın. Fe-li-hazâ bazıları nîmet ile perver ve bazıları dahi esrâr-ı veliyyi ni’met ile dil perver olmuşlardır. Âh ey dîl âgâh-i nîmetten hazzı olanlar ibâdetle dârü’n-nâimi dilerler. Ve râz veliyi nimet olanlar dahi dîdâr-ı dosta müştâk olurlar. Îlahi sen Rabbû’l-aleminsin ki, nüfûs-i âbîdini te’yid ve kulûb-ü tâlîbini tesdid ve âhvâli ârifânı tevhîd ile terbiye edersin. Pes şu ârifin ki terbiyesi râh-ı tevhîdden ola. Mal’ümât-ı âlem onun nesine yarar âh kim halk-ı âlem nîam-ı îlahiyeye âşık ve nîam-ilahiye ise âriflere âşıktır. Yâ Rahman yâ Rahim sen bir Rahmânsın ki, kasîdâna tevfik-i mücâhedât verdin. Ve bir Rahimsin ki, vâcîdâna tahkik-i müşâhedât verdin. Pes mücâhedât mûrîdîn ve mücâhedât murâdın sıfatı olup murîd çirâğ tevfik ile müşâhedeye erişir. Ve murâdı şem’ tahkik ile gidip muâyineye yetişir. Zirâ müşâhede bende ile Hudâ beyninde olan avâikin refi’ muâyine-i vahdet sarf ile olan rü’yettir. Îlahi ne kâsıdlardan doğrusun ve ne tâliblerden gaibsin hâzır ve nâzırsın. Ya mâliki’yyevmîddîn sen bir pâdişâh-ı lâ-yezâlsın ki, her mahlukun mülk ve memleketine bir gün zevâl gelip nefisleri ve sultanları nâbûd ve nâ-peydâ olur. Amma senin mülkü ebediyetin, ehadiyyetin dâim bâki ve kâim olup herkes zevâl ve halel kabul eylemez. Dünyâda ve âhirette hiçbir ferd mülk ve hükmünden taşrâ olamaz. Bugün rabbu’l-âlemin yârın maliki’y-yevmiddin olan sensin. Kötünün mülk ve hükmü ve mülkü senin icâdındır. Bi-şerik ve bi-nîyâz ve bi-hâcet senin pes ey Hûdâ-i lâ-yezâl. Mülk ve hükm senin olduktan sonra îhtiyar mahlûk neden olur. Zîrâ hükmü olmayanın ihtiyârı dahi olmaz. [ve rabbûke yahlûku mâ yeşâü ve yehtâru mâ kâne lehûmü’l-hayre] senin kelâm-ı şerifindir. Âmennâ ve saddaknâ âh ey “yevmiddin” in mâliki ve semavâtın ve arzın hâlıkı eğer manâyı din ki, bu mahalde hüküm ve fermân ve hesab ve semâr divândır. Ve lâkin sıfat-ı rahmaniyyet ve rahimiyyenin hûkm ü semâre tekaddüm etmekle sebkat rahmeti gazabı vâ’desi sem’ câna-resân olup, hesâb-ı ibâdi kendi zâtına ve sıfatı rahmetine
192
tahsisi buyurmakla bu mânâya telmîh ve işâret buyurmuşsun ki, îbâd her zaifânın uyûbuna senden gayrısı vâkıf olmayıp, kulların sedd-i mesârr olmayalar. İlahi gerçi kullarını hesaba çekmek kahrdır. Ammâ veche kârdan ref’ a’tıbe etmeyip agyâr û fevkinden müstevir kıldığın ayn-ı keremdir. Ya Rahim ve ya Kerim senin lütf û keremine nihâyetmi olur ki, her kasıdiyyenin kahrını îzhâr kılasın. Fi’l-hâl üzerine merhem kerem vaz’ edersin. Pes ey Rabb-ül-âlemin ve Erham-ûr-rahimin ve Ekrem-ûl-ekremin ve Malîki’y-yevmiddin senin fazl û keremindir ki, vucûdu îbâddan perde enâniyyet ve hicâb-ı isneyni ref’edip gaybetten hitâba iltifât ile âşıklarına iyyâke nabûdû ve iyyâke-nestein kavlini telkin buyurup, îbâdete sezâvâr senden başka Hâlik-ı perverd-gâr olmadığın nûr-î yakîn ile bildirip ve ibâd ve safâ faalende senin muâvenetin olmadıkça müstakil olmadığını fehm ettirip, ibâdet-i hâlise ile nefislerini tahliye edip bi-rîbâ ve bî-nîfâk tâat ve îbâdete senden iânet diletip ve kavl ü kuvveti kendilere isnâd etmeyip gayrı adem-i takât ile şerrin ve fesâddan kalblerini tasfiye edip iyyâke nabûdü ve îyyâke-nestein demekle îhsân eyledin. Îlahî ve seyidî ve mevlâyî bu fâkir (45) ve miskin ve derd-mend hazîn dahi o îbâd-ı asfiyânın eserine iktidâ’ ümidiyle sanâ senin muâvenetinle îbâdet edip hesti mevhüme kavl ü kuvvet îsnâdından sanâ senin muâvenetinle ve amelimize nazar etmeyip senin fazlını görmek için tamâm-ı ûbüdiyyette senden muâvenet ve meded ricâ ederiz. Ve iyyâke nabüdu lâ-rü’yete’l-muâmelât ve talebi mükâfat ve nesteinike bi-mezidî’l-inâyet bi-nâti’l-ismeti anîlkatiyati ve iyyakenabüdü bîl-murâkabeti ve iyyâke-nestein bi-hakk’al-yâkîn ve îyyâke nabûdû bi’ldayyibeti ve iyyâke-nestein bil-ruyeti ve iyyâke-nabüdü ye’müruke ve iyyâkenestein bi-fazlike âh kim ibâdet kâsıdıynan büstânî ve mededin cenânı ve muhibbinin enîs ve ârifinin çare-gâh behimetî olup gözlerinin nûru ve kalblerinin meseddedi ve bedenlerinin râhatıdır. Mabud sâna vâsıl olan tarik-i kadîm ve sıratel-müstakim senin irîde buyurduğundur. Îlâhi ricâ ediyoruz kim ihdinâ-es-sıratelmüstekim sen bize enbîyâ ve evliyâ ve asfiyânın râh-ı râstını hîdâyet edip tarik-i ma’rifetini irşâd kıl ki katta seninle senin ibâdetine müstakim olalım ve râh-ı şükre delâlet kıl ki kurb-ı vahdetinle turneyân olalım. Fenâ-î evsafımızla o sâfına varan yolu gösterki lâ-yezâl ve lem-yezel olan sıfâtınla muttasıf olalım. Ve bade’lbeyân Hûdâ-i iyân gösterki irâdenin hasebiyle sana istikâmet edelim. Ve tarik-i muhabbete sevk eyleki sana müncezib olalım. el-Hasıl tarik-i muhibbine sevk
193
eyleki sana müncezib olalım. el-Hâsıl tarik-i mustakim ve menhec-i kavîm üzere sabît ve dâim olmak müyesser kıl ki yoldan şâşmıyalım. Rîcâ û niyâzımız şu sıratı müstakim dir ki sırate’l-lezine enamte aleyhim gayrî’l mağdubi aleyhim ve laddâlin, diye be’yân ve bu vechle nîyâz-ı mes’nedin olunuz diye ihsânın olmuş. Pes ricâ ederiz ki bize şu tarik-i müstakîmi müyesser eyleyesin ki o râh-ı kavîmin revende-gânı olan enbiyâ ve eyliyâ ve asfîyâya mârifet ve muhabbet ve hûsn-ü edep ve yakîn-i tâm ve sıdıkk-ı alâe’d-devâm ile enâm ve ihsân edip senin tevfik ve inâyetinle mukayyed nefis ve şeytâna muttali’ olup garâib sıfat envâr-ı zât ve cemi’ ahvâlde istikâmet ve inâyet-i ezeliye ile saâdet-i karibine mühtedi olmakla sıddîkûn ve mukarrebûn ve emnen ve neciyyen ve ârifün zem de senden oldular. Îlahi bu derd-mend bi-çâreyi dahi ânlar eyle haşr edip bâb-ı ubudiyette muttarıd olan mağdubu aleyhim zemde senden kılma. Ve nefâis-i mârifetten müflis olan fırkâyı dâlline karıştırmayıp mekr ve istîdrâc ile mahzûlin ve envâr-ı menhâcdan dâllinden ve hem cûnân infisâl ile mağbûdî ve visâlden kem-râh olanlardan addetme. İttibâ’ hü o tarik-i riyâdan sen sakla Âmin Âmin yâ Rabbi’l-alemin ve hayre’l-nâsirin fe-efâl ve lâ tekilnî îlâ nefsî turfeti ayn bî-hürmeti seyyide’lmürselin ve îlahî’l tayyibin ve ashâbîl-râşîdin. Îmdi Fâtiha-i şerifenin sırrı mâlum oldu ise, hulüs ile ibâdete sa’y ve gayret gerektir. Riyâ ve kıyâs-ı bâtıla ile habt-i a’malden îctinâb edile. Îmdi benim Cânım târikat-ı aliye ve hususile Nakşibende-i Ûveysi sâliklerinin terbiyeleri dahi hücre-i risâlet-penâh sallallahû teâla aleyhi vesellemde inâyet-i rabbâniyeden olup ve bunun tarîkî ise herhangi câmii şerîf kolayınıza gelirse o câmîî şerifin mihrâbında sâhib-i saâdet sallallahü teâla aleyhi vesellem saâdetle oturmuş ve bi’l-cümle pîrân evliyâ ve enbiyâ ve ehl-i imân etrafına halka olmuş olduğu halde Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn Sallallahü Teâla aleyhi vesellem riyâset eylemekte ve öbürleri dahi iktidâ etmiş cümlesi de Fâtiha-i şerifi mütederricât ile bâb-ı-emâne sarılıp Cenâb-ı Vâhîbül-atayâ hazretlerini zikr eylemekte. Ve sende günâh deryâsına müstağrak olmuş ve o halde Cenâb-ı erhamü’r-râhimin hazretlerinden başka meded ve inâyet edecek bir kimsenin olmadığını bilip o hâldede arz-ı hâcâta dahi sende bi’l-hâl bulamayıp kemâl-ı mahcubiyetle şeyhinin hırkasının altına girip îbâdette ve zîkr-i ilahiyede müşârünileyhe müşâreketle alâ merâtibihim müşârün-ileyhiyeyi şefî’ ittihâzıyla bâb-ı emâne sarılır gayrıyı terk edip Allah’a îbâdet ederler. Ve müşârün-ileyhîyeyi şefî’
194
ittihâz eder Allah’tan isterler ve mâ-sîvâyı terk edip Allah’ı ve rızâü’l-ilahiyi isterler ve istedikleri ibâdetlerini nimet-i ilahi bilip ne isterler ise Cenâb-ı Vacîbü’l-Vûcud hazretlerinin fazlı ilahiyesinden isterler. Îşte Vâhib-ül-Atâyâ hazretlerine giden tarik-i müstakîm dahi budur. Ve bu yolu hâl eylemek lâzımdır. Bâkî hûdâya emânet olunuz. Ve mektubunuzu eksik eyleme ve yazılan mektupları sakla îcâbında kitap olur ve lâzım olur Azizim. 11 Cemâziyel âhir 1340 /9 Şubat 1338 Hâdim Tarîkat-ı Aliye-î Nakşibendi Ûveysi Kadızâde Şeyh Hâlid Sivasî.
Mektup 18: 1340-Adana’da Hasbi Efendi’ye (46) Adana’ya Hâsbî Efendiye Huzûr-u Faziletlerine Faziletlû
Efendim Hazretleri. Evvelâ selam edip hâtır-
nâzikânelerini sual ederim. Huzur-u âliyenizin daim olması arz ve beyân ile her bir hususla Cenâb-ı Vahibü’l-Ataya Hazretlerine emanet ederim. İnşallah Teâla vûcud-u faziletleri afiyettedir. Ve o tarafta bulunan ihvânın hâl ve ahvâlleri nasıldır? Bi’l-hassa selâm ederim. Bu tarafta bulunan ihvânın cümleside afiyettedir. Bi’l-cümle ihvân ile beraber cümlenize selâm ederiz. Şimdiye kadar mektup yazamadığımın esbabı ramazan-ı şeriften sonra bir parça hasta oldum. İşte o hasta niam sebeb oldu isede hamd olsun ki, şimdi afiyet buldum. 14 Şubat 1340 tarihli mektubunuzu aldım, derece-i nihayette mesrûr oldum. tafsilât yazmaya ibadete bir veche-zir
Bildirilen
zira ifadeye ictisâr eyledim. Benim
canım ben siyaseti zâhire ile şimdiye kadar iştiğal ettim. O sebeple siyaset-i zâhireyi
tevdi’ eyle. Sana siyaseti maneviyeden yazacağım. Hakikâtta siyaset-
i manevidir. Diğerleri bir hakikâtın sayesinde devrân eden bir hayalâttan ibaret lâwşey olduğu erbabına malûmdur. Şimdi ayet ve ehadis-i şeriflerin ibârelerini dahi yazmayıp yalnız meallerini yazmakla iktifa edeceğim. Zira zamanmerviyle mektubum o ta’biğe düşerde tazimize ihmâl olunur. Evvelâ malumun olsun ki, Cenâb-ı Allah cin ve insanı zât-ı ilâhiyesini bilip ibâdet eylemek için halk eyledi. Ve bunu bilmekle kitap ve o kitabı Vahib-ül Ataya Hazretlerinden ahz ve efrad-ı ümmete tebliğ eylemekle istidâdı kâfî Rasülü Kevneyndir. Ve her bir peygamberânın ümmetlerini nemidem o günün rûb kimlerle ne sûretle dâreynde
195
nemeyân ve iki cihân nimetleriyle ne esbâb ile dâreynde helâk olacaklarını Kur’an-ı Mûbin ile bize bildirdi. Artık dehâliyeneye hacet kalmadı. Sûre-i Hûd’u tamamen okuyunuz. Felâh-ı mûcib esbâba tevessül ediniz. İşte felâha nâil olacağınıza şüphe yoktur. Aksi sûretle helak olanların anvâl ve sebeb-i helakleri musarrahtır. Amma bir sâil ahvali umumiyenin kitaba tatbik edilmesi bu zamanda nâ-kâbildir. Bu sûretle mektubundaki irâde edilen tarik-i mâhale taliktir. Ve biri ise Kur’an-ı Mûbin ayette câmi ve sarahaten beyan buyurmuştur ki, ettikleri masiyetlerine tamamen nâdim ve teşbihât tabi’ oldukları peygamberlerine ittiba’ edenlerin tamamı ki, Hz. Yunus Aleyhisselamın kavmi gibi etraflarını ateş istilâ etmiş ve peygamberi dahi içlerinden çıkmış ümmetlerini ve azaba istilayı o kavim şahid eylediği halde ettiklerine nâdim olup Cenâb- Vacibü’l Vücud Hazretlerini tevhid eylemelerini sebep ile azab-ı ilahiye ref’ olup Bi’l ahirede peygamberlerine kavuşarak kemâl-i
şeriflerine inkıyâd ve adetlerine devam eyledikleri
sebeple saâdet-i dâreyne nâil ve bazıları küfürlerine ve ittikâb masiyelerinede olmaları sebebiyle cümlesi helâk
peygamberlerine tâbi’ olanlarıda
peygamberleri ile beraber necât bulduğu musarrıhân fermân-ı ilahiye ile bildirilmiştir. Hz. Nûh ve Lût ve Sâlih Aleyhisselâmın kavimlerine vaki’ olduğu gibi. Bizim size Ben-i İsrâil seyyidlerinden küçük olduğu gibi ümmet-i Muhammedin kanunlarıda Ben-i İsrâil kanunlarından ucuz değildir. Bi’l cümle meşayıhân-ı anhûm ve ulemây-ı kirâm hazerâtı kendi nakslarını unutup rûz u şeb yüzlerini yerlere sürerek ümmet-i Muhammedin
ukûbetle dareynde
necât bulmalarını eltaf-ı ilahiyeden ricâ ve niyaz ile ümmet-i Muhammed gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyorlar ise de, ne çare ki Cenâb-ı Vacibü’l Vücud Hazretleri Kur’an-ı Kerimimiz
Sallallahû Teâla Aleyhisselâm
Hazretlerine hitaben; Habibim sen münafıklar hakkında istiğfâr eylesende eylemesende ben onları bagışlamam, buyurduğu cihetle size lazım olan ümmete icabet meslekene sâlik olmaktır. Bu cinse her mevcûdât eltaf-ı ilahiyenin terkibinin vücuda gelmiş ve o lütf-u rabbâniyenin ân-be-ân inzimamıyla hâsıl olmuş bir mevcud olup azab ve ikâbını ümmet-i ilahiyesine inkıyad ve isyanlarına olmalarına ta’lik buyurmuştur. İnsâf ile bakınız bu ümmette kanun-u ilahi yerine kul kanunları yüz tutmuştur. Kanuna ittibâ çoğaldıkça itirazda çoğalıp hatta bu hâle gelmiş ve bundan sonra ne olacağı Allah bilir. Ahkâm-ı şeriat ile muamele
196
edildiği zaman bütün efrâd-ı Adem islâmdan havf eylemekteydi. Hatta fütühât-ı gazilere hitaben yazdığı mektüba
inkıyâdınız sebebiyle hilâfına hareket
eylediğiniz anda da diğerleri sizin mülkünüze vâris olurlar. Bunu sana nutk-u Ekremleri dahi müeyyed bulmuş. Bundan hâlasa çare her bir râ’i kendi râiyelerine mes’ul olacağı mallara ki, hadis-i şerife mutabık ve herkes sözü geçenleri tarik-i müstakime terğib ve hem kendi nefsinle ihlâsı erbâbına tevessül eylemekten başka çare yoktur. Zira Cenâb-ı Hâlik Hazretleri nimetin izdiyâdını şükrün izdiyâdına ve azabın dahi şükr-ü ilahiyeden istihkarına ta’lik eyledi ki,(47) ayât-ı Kur’aniyye ile sâbit ve bu şükrün hakikisi dahi verilen niam-ı ilahiyenin mûnam-i hakikiyenen ihsânı olduğunu bilerek o niam-ı rabbâniyeyi mâ-halak-lehne sarf ve mâ-halaklehî ise, o nimette yehşi eylediği
i’lâ-i kelimetullah yolunda ifnâ etmek olup,
bunun hilafı şükrü terk eylemen oldu. Erbâb-ı hakikât indinde sâbittir. Gayret ile bakılırsa küffârın istilâ eylediği memleket ahâlisi indinde küffâr adetlerine heves ederek, o adetleriyle adetlendiklerinden dolayı Cenâb-ı Hakk da küffârın istilasıyla istilâ ve buna nâdim olanları yine halâsî eylediği aynen görülmekte isede çeşm-i hakikattende uyanmalarından bâdî olarak
olmayanların görememesi bu gafletten vâden helake sevk eylemeye sebep olur.
Sözü uzattım başka tafsilata zaman müsait değildir. Bâki Hüdâya emanet olunuz. Halkı tarik-i Hakk’a terğib ve herkesin dâhil-i tarikât-ı aliye olmaları esbâbına tevessül ve icâbet edenlere icazetnâmeleri
üzere buraya yazınız. Yazmış
olduğun ihvânın dâhil-i tarikât olmak üzere buraya icazet talebiniz bulunup bulunmadıklarını onlarda
tasrih
buyurmadığınızdan
ve tâlib olmadıklarını iş’ar buyurunuz. Azizîm.
icazetnâmeleri 5
1340
Hâdim Tarikât-ı Nakşibendiye-i Üveysî Kadızâde Hâlid Sivâsî
Mektup 19 Huzur-u Aliyelerine. Fazîletlü elî elim dili dilim nûr-i aynim Halîl Efendi Hazretlerine: Mahsûsan selâm ve duâlar edip hatır-nâzikânelerinizi suâl ederim. Taraf-ı âcizânemden suâl buyurulur ise, hamd olsun ifâkat buldum vûcud-ı âcizânem âfiyette olup, hasret ve iştîyâkınızdan başka bir endişemiz yoktur. Çermige gitmeyi irâde buyurmuşsunuz, inşâ’alllah vekil-i harc efendiyi razı edebilirsen
197
bayrâm ertesi gitmete niyet ediyorum. Allah cümlesinin hakkında hayırlar nasib eyleye âmin. Zirâ ma’lûm-i seniyyenizdir ki, bu dûnyâ bir karârgâh değildir. Buraya gelmekten maksad Allâhı bilip emrine imtisâl ve nevâhiyesinden ictinâb etmekten ibârettir. Diğer yemek ve içmek ve gezmek ve dolaşmak ve’l-hâsıl dünyâda ne var ise bu husûsa âlettir. Bunun husûli ise Seyyid-ül-kevneyn sallallahü Teâlâ aleyhivesellem hazretlerine ittibâ eylemeye mütevâkkıftır. O da üçe taksim olmuştur: İttîbâ-i kalbî ve bedenî ve mâlîdir. Ve bunlarda yek-diğerine rûh ve ceset gibidir ki yek-diğerinden infikâkı bir vechle câiz olmadığı gibi en evvel ittibâ-i kalbi tahsil olmadıkça diğerlerinden bir fâide-i müfid olamayacağı vâreste arz olduğu ittibâ’-i bedenî ve mâlide buna inzimâm etmedikçe ittibâ-i kalbiyenin dahi pâyidâr olmayacağı erbâb-ı miyânında sâbit ve ayân olmuştur. Ve ittibâ-i kalbinin husûli ise, ma’rifet-i ilahiyenin tahsiline onun tahsili ise devâm-ı zîkre mûtevakkıf olduğu Cenâb-ı Seyyid-ül-mürselin Sallallâhü Teâlâ aleyhi vesellem hazretlerine en evvel Bismillâhirahmenirrahim (îkrâ bî-ismi rabbîke’llezi halak) sûre-i celilesinin nâzil olmasıyla sâbit olmuştur. Zirâ Cenâb-ı Vâhib-ül-Atâya Hazretleri (yevme lâ yenfeü mâle ve lâ benûn illâ min emnâtî’llah bi-kalbin selim) âyet-i celîlesiyle ibâdât-i bedenî ve mâliyeyi kalb-i selim ile berâber kabûl edeceğini duyurmuştur. Kalb-î selîm dahi ne olduğu bilinmedikçe tahsili gayr-ı kâbil olduğundan onu dahi Hazreti Halilullah’ın nâr-ı Nemrûda atıldığında bî’l-cümle eşyaya müvekkel olan melâikenin emr-i ilahiye ile gelip; Yâ Hâlil ermeyle bu âteşi mahv ve izâle edelim dediğinde, cümlesini redd ve nihâyet Hazret-i peyk-i celîl gelipte, yâ Hâlîl hâcetin var mı yolundaki suâline vardır. Lâkîn sana değil cevâbı üzerine rabbimden dile yolundaki nutk ve işâretlerine karşıda, rabbimden ne dileyeyim benden benim bildiğim mülkte mâlik Cenâb-ı Allah tır. Rızâ-yı ilahiyesi beni bu âteşte yakmakta ise, murâd ve hâcetim onun rızâ-yı şerifleridir. Yanarım ve eğer yakmak değil ise, âteşin elinde bir şey yoktur. Yakmak ve yandırmak yed-i kudreti ilahiyedir. Cevâbını verdiği ânda, Cenâb-ı kable’l-ilahiyeden; yâ nâr benim Halîlim tabîat-ı beşeriyesinden çıktı. Sende tabiat-ı nâriyenden çık. Halil üzerine berd ve selâm ol. Fermân-ı ilahiyesi üzerine nâr-ı Nemrûrun gül ve gülistân olduğunu mâlik-ül-mûlke teslim ve Cenâb-ı celilü’l-Cabbâr hazretlerinden gelen kazâya râzı ve belâya sabr ile her hâlinde rabt-ı kalb ve kemâl-i acz ile müflis olarak Cenâb-ı Allaha rabt-ı kalb ile
198
emân kapısına sarılmakla olduğunu bildirmiştir. Zîrâ bî’l-cümle mahlûkât ve husûsiyle bu bi-çâre insânlar mukadderât-ı ilahiye mâncılığından atılmış ve kazâyı rabbânî sahrâlarına doğru gidiyor. Ve uğradığı yollarda nerelere çağrılacağı ma’lum olmadığı gibi düşeceği yerinde dâr-ı naim mi yoksa dâr-ı cehim mi olduğu nâ-ma’lûm olduğu ve bundan halâs eltâf-ı îlahiyeden başka çâre olmadığı müstağni arz ve bey’ândır. (48) Düşünülür ise, kûlun elinde Cenâb-ı Hâlik-i Mevcûdât hazretlerine minnet mukâbilinde eltâf-ı îlahiyesini taleb etmekle neyi vardır. Bakmazmısın Sûre-i Hûcurâtın âhir sahifesinde imânlarını Cenâb-ı Seyyidül-Beşer hazretlerine minnet edenler haklarında Cenâb-ı Vâhib-ül-Atâyâ hazretlerinin habibine hîtâben; sen onlara söyle imânlarını sana minnet eylemesinler. Bil ki Allah Teâlâ bize minnet eyler. Za’mınız üzerine bize îmânı tevfîk etti. Eğer îmân iddiâsında sâdık iseniz, Allah Teâlâ hazretlerinin minneti sizedir, yoksa sizin ona değildir. Yolundaki kelâm-ı rabbâniyesine karşı artık kulun elinde nesi kalmıştır. Çünki bütün mahlûkât eltâf-ı ilahiyenin terkibinden vücûda gelmiş ve ân-be-ân eltâf-ı sübhâniyenin inzimâmiyle mevcûd bir vücûd olup, hiç mevcûd kendi zâtiyle kâim olmayıp lâ-şey mesâbesinde olduğu ve bu sûretle însâf ile bakılır ise kulların Cenâb-ı Seyyid-ül-kevneyn hazretlerine zâhiren ve bâtınen ittibâı bir lûtf ve nîam-ı sûbhânî olduğuna şekk ve şüphe kalmadığından, kullara lâzım olan her hâlinde mun’am-i hakîkîyeyi bilip ihsânât-ı sübhâniyesine şükreylemek lâzım. Ve şükr-ü sübhânî ise verilen niam-ı ilahiyeyi mâ-halk lehine sarf eylemek ve bunun da diğer bir lütf-ü sûbhânî olduğunu tefekkürle şükrden aczini itirâf ve kemâl-i hayretle emân kapısına sarılmak lâzımdır. Vesselâm. Artık sözü uzattım. Zirâ bu cîhet deryâlar mûrekkeb ve bütün nebâtât kalem ve mevcûdât da kâtib olsa ve kıyâmete kadar da yazılsa fenâ ve hâli fenânın ta’rif ve tafsîli kâbîl olamadığından bize lâzım olan en evvel fenâ-yı e’fal olduğundan devâm buyurmanızı ricâ o tarafta bulunan ve bizi suâl eden ihvânın cümlesine ve husûsiyle ora meşâyihâtından Hâlîdî Hâcı Abdulhamîd ve Halvetî ve Mevlevî meşâyıhları Reşâdetlü Efendi hazrâtına ve ihvânımız ismâil Beye ve zabt kâtibi Cemâl Efendi ve yeni ihvân Kırkağaçlı Yüzbâşı Rif’atlü Cemâl Bey hazretlerine mahsüsân selâm edip hatır-nâzîkânelerini sual ederim. Mûsâ ileyhin îcâzetnâmesini takdîm ediyorum. Husûluna tarafımdan bî’l-vekâle bey’at alıp usûl-i tarîki ve bizim usûlümîz üzere râbıtayı ve şemâil-i âcîzânemî ta’rif
199
buyurunuz. Bu tarafta dâire-i halkamızda bulunan îhvânın cümleside cümlenizi bir ânda gönülden çıkarmadıklarını bey’ânla selâm ediyorlar. Bâkî Hûdâya emânet olunuz. Ve mektubunuzu eksik eylemiyin. Cenâb-ı Allah cümlenize ve bi’l-cümle Ûmmet-i Muhammede tevfikini refîk eylesin, duâsıyla hatm-i kelâm eylerim azîzîm. 5
1340
Hâdim Tarîkat-ı aliye-i Nakşibendiye-i Ûveysi Kâdızâde Şeyh Hâlid Sivasî
Mektup 20: 1342- Hacı Sabri Efendi’ye Dersaâdette Hûlefâdan Hâcı Sabrî Efendiye Yazılan Mektub Sûretîdir. Rîf’atlü nûr-ı dîdem sûrur-u sinem azîz gardâşım. Evvelen mahsüsân selâm edip hatır nâzîkânelerini sual ederim. Înşâllah Teâlâ vücûd-i âliyeleri âfiyettedir. Cenâb-ı Hâlik-i Lem-yezel hazretleri ömür ve ikbâl-i âliyelerini efzûn ve iki cîhânda mesrûr ve nice nice sülûk-ı ma’neviyelerini îhsânla dâreynde azîz eylesin. Âmin. Benim cânım buradan müfâreketinizin onbirinci günü sâlimen Dersaâdete vâsıl olduğunuzu ve kış tedârikinizi bulunduğunuz meş’ar mektub-u âliyelerini aldım. Ve âfiyet haberinize memnûn oldum. Ve sizin gibi bir sâdık karındâştan ayrıldığımdan te’essüf eylemekteysem de ne çâre ki bütün mahlûkât eltâf-ı ilahiyenin terkibinden vûcûda gelmiş o lütf-u sübhâniyenin inzimâmıyla mevcûd ve şu süretle her bir eşya ve mukadderât-ı rabbâniyenin elinde oyuncağı düşmüş lâ-şey menzilinde bir mevcûd olup ve mukadderât-ı sûbhâniyeyi ise teslim ve rızâden başka çâre olmadığı ma’lûmdür. Yalnız sâlik râh-ı müstakimi bilmesini lâzım olan havâtır-ı kalb dört kısma taksim olunmuştur. Birincisi, kalb-i sâlikte hubb-i ilâhiye zuhûruyle kuvâyı cismâniyye ve ruhâniyyesinde kemâl-i sûkûn husûle gelse evvel onda kalb-i sâlîkin tecelliyât-ı cemâl-i vahdet ile kemâl-i safvet bulurda o hâtıraya havâtır-ı rahmân tesmiye olunur.
Sâlikin kalbine muhabbet-i nefs
ve dünyâ zuhûr edip kuvâ-yı cismâniyesine gâlib olsa o hâtırayada havâtır-ı nefsâni denîlir. Ve bununla berâber o hâtıra sûret-i şûhud ve ma’siyette kılsa havâtır-ı şeytânî ta’bîr olunur. Ve hubb-ı âhiret zâhîr rûhâniyeye galib süret-i tââtta
kuvâ-yi
olsa ona hâtır-i melekî ta’bîr
olunur. Yani sâlikin tââtta hâtırası mukâbele-i ibâdette tevkî mücâzât ve cennât-ı
200
ef’ale duhûl ile sûr-ı aynla muvâsalat ve nefsinin müşteheyâtı olan tahtiât ile envâ-i tenirât ola. Ve bundan mâ-adâ vasf olunan cennât-ı sıfât ve zât-ı derecâtına irtifâya himmet etmeyip tâlib hubb-i zât olmaya. Ve erbâb-ı furkandan dâî’yesini etmeyip harâm-serâsı vahdette ittîkâ’ eden hücre-i neşin mûtekarrib Rabb-ülalemiyn olanların yanlarında dârü’l-halka didârdan gayrının kadr ü kıyameti olmadığnı bilmeye,. Ve pederi Âdem ve Havvâ gibi ezelde ne idi ve sonra nerden ayrılıp kimlerden cûdâ oldu vîcdânın çâresi ve vasl-ı pâre erişmesinin devâsı âh ü ünîn ve kemâl-i iştiyâkla nefisini levm etmek olduğunu, ve emre îmtisâl etmeyenler encâm-ı nedâmet ettiğini muhbir-i sâdık haber vermişken kulaklarına (49) pâmuk sokup îşetmeyen gâfillere âdem-zâde denilmeyeceği müstağni arz ve beyândır. Îşte bu sebebledir ki mürşidlik iddiâsında bulunan zâta evvelâ lazım olan odur ki tarîk-i Hakka tâlib olan zâtı îrşâd eylemeyi murâd eylediğinde, evvela tarîkat-ı aliyeye tâlib bi’l-cümle zünûbuna tevbe eylemek ve kendiye yâr ve pâyidâr zann eylediği dünyâ-yi dine mûstelezzât-ı cismâniyye ve müştehiyât-ı nefsâniye ve muktezayât-ı tabiiyye el-hâsıl cemi’
hubb-ı zâtı
olan hutûtât-ı âhirîyeden dahi tecrîd olunmaklık olduğunu hâlen ve fi’len bildirip ve tâlib-i sâdık dahi bî-gıll û gışş Cenâb-ı Hakka teveccüh müstaidd olsa da her arzu ve îştiyâkla mîr’ât-ı kalbîni envâr-ı bârikât pîr tarikiyesine teveccüh ve sıdk-ı hulûsi ile cân ve tenini ve cümle varlığını tabîb-i muhabbete teslîm edip kendisi aradan çıka. Zîrâ sâlikin ezelde nâil olduğu cevheri bu â’lem-i kulûb zulûmât-ı nefsi ile bende olduğu mûnâsebetle gâib edip gâîb ettiği ve bizede gâîb edip sizede bulacağını hâtırından çıkardığı cîhetle perişân ve serseri dolaşmakta olduğundan şeyh-i sâdık balâde arz olduğu cihetle sâlikin yazdığının çâresini beyân ve sâlikin dahi teslîm-i kûllî ile teslîm olduğunda artık şeyh-i sâdık o sâlike teveccühle nefh envâr-ı hîdâyât o sâliki cennât-i ma’neviyyeye nâil ederde o vakit tâlibin gönlüne nûr-i feyyâz muhabbet pertevî înâyet olur. Ve o vakit sâlikin sâdıkada aşk-ı subhâniyenin eseri nemayât
olur. Rûhu kararıp handân ve
vechemîzi kevkeb devrî gibi ta’ân eder. Ve bu sûrette tâlibin mûrebbisî mürşîd olmayıp taraf-ı pîrden tâlibi îrşâda me’mûr olan rehber ise o mürşîde o hâlde tâlibde zuhûr eden hâl nûr-i hakikat-i Muhammediyeye vârîs olan maşrık mûrşidin tulû’ ettiğini sâlike tefhîm eyleye ki tâlîb dahi esnâ-yı nîyâzda Ka’beyi hakîkiyeyi istîkbâl eyleye. Zirâ mürşid câm-ı cümle nemâ-yı aşktır ve muhabbettir. Be-heme-
201
hâl hulûs ile müteveccîh olanlar eser nûr-i hubb lâ-yezâl cîlve-nümâsı cemâl-i cenâhında tecellî olmaz. Ve bu hâl mûrşidîn hâssîyyet kemâlâtından rehberin îfâzan envâre medhalî olmaz. Nîhâyet mertebe-i pertevlûz fûyuzât-ı pîre teslîm-i kûllî ile teslîm olup îrâdesini pîrinin îrâdesinde fânî ederek hâl ve harekâtını pîrinin hâl ve hareketine tatbîk ve o vechle kemâl-i mütâbaatla tâbî’ âyînenin şemse karşı tutulduğunda şemsin âyîneye in’ikâsı gibi tecelliyât vâkı’ olmakla zuhûra gelen sözün cezebât
kudsîyye gayr-i fûyûzât
pîr-i tarikin levâkîb-i bârikâtı olduğunu bildirmeli. Fe-ammâ îbâd yâ Allahü Teâlâ rehber me’mûr hıdâ’ nefsi ile mehkür ve kendisinin vesâtetine ma’zûr ve varlık şarâbıyla mahmûr tâlibde zuhûr benim
mevfüremdir, diye varlık
bendine giriftâr olur ise, o vakit o hâl o rehbere tîryâk olmadıktan başka zehr-i iftirâk olur. Ey nefsi kala sen bercâsı mazîk perhâşte nice rehzenlerin keleleri tirâş kurb-ı bârekâh vedüddan muttarid olmuşlardır. Sende ibret-i mücib onlara olan hakâret sana
ve onların giriftar olduğu felâket sanâ sebeb devlet ve
saâdettir. Îmdi sâlîk-i saîd odur ki varlık hissi ve hâşâkini âteşe yakıp ve kendi murâdını ber-bâd edip cemâl-i yârî mîr’ât-ı pîrde mûşâhede ede. Ve rûyi dilini hevâsı kalbe şehevinden rûb pîrinin cemâl kâbesini kıble edine. Ve rıkkıyyet pîrden herkes âzâde olmayı istemeye. Ve rûyi niyazı
pîrden
gayrısına fersûde etmeyîp cümleden a’râz eyleye. Gurûr-i saâdeti pîrinin kendiyi kabûl ve züll-i şekavetini revende bile. Ve varlığı nâhiyesinde yokluk kalınca çeke ve âftâb-ı veche pîrden gayra teferruku şuûrdan fâriğ olsa ve o vakit pîri dahi kendisinin olup kendiye dem-sâz edine. Zîrâ bu râhın yolcularına âdet olan her zamân bir derviş âteş-i aşk ile yanmak murâdı île evvelâ bağlı olduğu pîrinin sûret-i şahsiyesini dîren hâyale bend ederler. O vakit pîrinde olan te’sîr-i sadâret tâlibin gönlünde zuhûra gelir. O vâkit tâlib kendisinin varlığı tamâmen efnâ’ ile o bağlandığı hayâle nûr-i cemâl-i yâri gönülden çıkarmayıp çeşm ü güş vechle kuvây ve heves ile onu nîgâh dâştı olup dâima mûlâhazadan hâlî olmaz. Zîra ulvî ve süflî ve mecmû-i kâinât hakikat-i câmia kemâliyen însâniyye ve onda îbdâ’ olunan letâif-i rabbâniyyyeden takriz ederler. Ammâ zinhâr hulûl ve ittihâd încâ’ muhallet kazîyyesinden gaflet ile vehme dü-çâr olmayasın. Zîrâ o zât-ı mukaddes ecsâm-ı hulûlden münezzehtir. Ve lakin lâtifen rabbâni ile kalb-i insâni miyânında bir nîsbet vâkî’ olmuştur.
Tevhid ile lakife olundukta merâyâsı
202
mücellâya havle ittirâz ukûs olan envâr-ı şemste hulûl tasvirine mecâl olmadığı gibi tecelli-i mezbûre dahi tasavvuru hulûl muhâldir. Ammâ hâlet-i keyfiyeti musahhar oldukta hayâle bend olan sûret dahi
olur. Ve
lakin şahs-i müteveccihe kendiliğiyle sûret-i şahıs pîri hayâlden nefsî etmemek lazımdır. Hatta dühûl ve hurûc nefse vâkıf olup nisbet huzûr maallah’ta nûh fûtûr vâkî’ olmaya. (50) Hatta o hayâ-i îstigrâktan bir dereceye vâsıl ola ki bî-tekellüf onun nîgâh-ı dâştesi olup nisbet-i mezbûre hemişe kalbinde bir karâr olmakla bî’lzarûre kalbinde izâleye kâdir olmaya. Ve gâh ola ki, onu külliyet ile kendiliğinden alalar da ne kendiden haberi ola ve ne de kalbinin maksûdundan. Çünki bu tarîk ile mahv maa’l-mahva gele. O vakît nîgâh-ı dâştesi nisbet-i mezbûreye muvâfık olup avârız-ı nefsâniye ona yol bulamaya. Îşte o vakit o sâlikin vahdetine kesret mânî’ olmaz. Ve bu mertebeye nâilliyyet himmet-i pîrde teşebbüsten gayrıyla olmadığı gibi himmet-i pîrde dahi sâlikin pîrine ittibâ’ı derecesinde olup ancak bu yolda pîrine ittîbâdan başka bir şey ile taleb edilmez. Ve mürîd-i müstehlik sikke-i inkıyâdı veche mezkûr ûzere sahîh el-ıyâr oldukta o vakit pîrân-ı târîkat o sâlikin yâr-ı vefâdârî olurda kelimât-ı kudsiyyeleri o sâlike tiryâk olur. Ammâ iyâzen b’îllâh emr-i pîre adem-i imtisâl ile sû-i î’tikad ve ahkâm-ı tarikata adem-i inkıyâdla çâre-i tarikat ve şeraitten hâriç dâhil dâire-i ilhâd olur ise, kendisi mûrtefâ-yî aşka vermeyip belki onu muktezâ-yi nefs ve hevâya îlkâ’ eder ise iktizâyi mezbûre kendiye zehir olur. Zirâ âdet-i pîrân sâlikânı nîce türlü îmtihân ile terbiye ve cümle bildiklerini öğretip kerâmât ve makâmâttan ve hubb-i zâtiyeye mâni’ olan muhabbet-i nûrâniyyeden geçirip ve yâr nâ-muvâfıklardan ayırıp nefh-i cezebât ile kendiye dem-sâz eder. Ammâ cibilleti mesârr ve san’at-ı akreb olan mütekeddin zîkr olunan hâlât-i semm-i helâhil ve zehr-i kâtil olduğundan o gibi bir çok kimselerde bu yolda çok enbiyâ’ ve resûl ve evliyâyı yalnız înkârda kalmayıp katllerine kadar da kast eylemişlerdir. Îşte bu cümle ma’lûmun olduktan sonra ma’lûmun olsun ki, bizim tarîkımız tarik-i Üveysîdir. Ve pîrimiz dahi Şâh-ı Nakşibendi ve Kûlâhizâde Hâcı Mahmûd Kayseridir. Ve öteden beri bize mûlteselsilen tavsiye olan ve rey’-el-ayn gösterilen usülden birincisi dahi cezbe dir. Zîrâ derecât-ı sâlik dörttür. Birincisi, sâlik-i meczûb ve îkincisi, meczûb-u sâlikdir. Üçüncüsü, sâlîk gayr-ı meczûb dördüncüsü, meczûb gayr-ı sâlikdir. Sâlik-i meczûb ibtidâsında sûlûk eder. Bîl’âhere cezbeye nâîl olanlardır. Meczûb-
203
u sâlik dahi aşk-ı sûbhâniyeye mûstağrak olur. İşte înâm-ı îlahiye olan aşk u şevk ile sûlûk edenlerdir. Ve sâlik gayr-ı meczûb dahi çalışıp ve çabâlayıp aşk u muhabbet-i ilahiyeden bir koku duymayanlardır. Ve meczûb gayr-ı sâlik dahi kendisinde îhsân-ı ilahi olan aşk u muhabbeti hevâsı hevesinde istihlak edip hüsran-ı dünyâ ve âhiret olanlardır. İşte matlûb olanlarda meczûb-ı sâlik ile sâlîk-i meczûb olanlardır. Ve bunun tefrîki ise bâlâde tarif olunan usûl ve kâideye riâyetle hevâsı hevesini terk ve pîr-i tarîkata ittîbâ’ ile râbıtaya devâm ve her bir muamelâtında tarikat ve şerîata ittibâğla mütevakkıftır. Ve zamânımız ise zamân-ı fesâd ve herkes kendi hevâsına tâbî’ olduğu cihetle râbıtaya elyâk olan zevât-ı yalancılarının içlerinde iktifâ’ oldukları ve o zâtları bulmakta da biz de göz ve isti’dâd olmadığı ve geçmişlerinde ise Cenâb-ı Seyyid-ül-kevneyn sallallahü Teâlâ aleyhi ve selem efendimiz hazretlerinden eşfak ve erhâm ve ûmmetlerine anâ ve bâbâlardan yüzbin derece ziyâde müşfik bir kimse olduğu ve Cenâb-ı Hâlik-i Lem-yezel Hazretleri de Habîbim sen râzı oldum deyinceye kadar sana îhsân eyledim buyurup ve bundan başka Cenâb-ı Allah muhabbetin nûbûvveti sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimize ittibağı derecesinde olduğu âyât-ı Kur’aniyye ile sâbit olup ittîkâdda Ehl-i Sünnet vel-cemaâtın ve ameliyyâtta sâhib-i mezhebimiz Îmâm-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin ve usûl-i tarikatta Şâh-ı Nakşibendi Muhammed Bahâuddin Nakşibendi Ûveysinin ictihâdları yeden bi-yedin bize vâsıl olan usûle tatbîkan sûlûk eylemek ve râbıtanın usûli ise, Hîcâza gidenler Arafâtda ve kaziyye turladığı ve Hicâza gitmeyenlerde cemâatla namâz kılındığı çeşm-i ibretle bakar ise usûl-i râbıta aynen müşâhede olunur. İşte o hâlî her bir ibâdette namâzda ve niyâzda ve halka-i zîkîrde tatbik ederek ve husûsiyle evrâdınızı okuduğunuz esnâda imâmeti Seyyid-ül-Kevneyn tevdi’ ve cemî’ evliyâ’ ve enbiyâ’ ve pîrân ve-l-hâsıl hâtırınıza hutûr edenleri o halkaya cem’ edip ve sende de o halkaya dâhil olmakla bir isti’dâd göremeyip kemâl-i acz ile o halkanın saflarında kuûd eden şahsın hırkasının altına girip o hayâlinde mevcûd olanlar ile bir vücûd olarak kalınız. Mîr’ât-ı Muhammedinin karşısına tutup birlikte devâm eylemeli. Artık sözü uzattık bu söze nihâyet yoktur. Mûtebâkîsi husûsî mektup ve selâmdır. 5 Cemaziye’l-Evvel 1342
204
Mektup 21: 1342 - Halîl Hulûsi Efendiye (51) Bismillâhirrahmenirrâhîm “Ve mâ tevfîkû illâ-billah aleyhi tevekkeltü ve hûve hasbîye’l-llâh” Benim cânım rûh-î sultânî deryâ-yı vahdet ve bahr-i ehadiyyette müstagrak ve âlem-i tekvînden azâd iken kesb-i maârif için mertebe-i anâsır ve mevâlide sefer ve âlem-i nâsûtta müstagrak olmak için mülk-ü cebbârdan emr olundukta kurb-ı cîvâr rûbûbiyyetten sefer-i âlem-i muhtelifeden güzâr edip ıtlâk ve tecridde iken envâ’ ve evzâ-ı mütenevvî’ île beste ve mukayyed olarak ve her menzîle uğradıkça bu menzîl senin aradığın değildir diye ser hengân şâh gibi melâike-i mûekkile rûhu seyr ve hareket ettirip, bil’âhere âlem-i nâsütta nüzûl ettikte bu âlemde dahi karâr etmeyip vatan-ı asliyeye ric’at-ı kıl diye, o emr-i nevâhi serhengleri ûzerine müekkîl olup Hakk Sûbhâne ve Teâlâ Hazretlerinin rızâ ve cebrî zincirine
ve kayb ve bend eden ve kendiye bunun gibi bir kâr yüz
gösterdiğin mûşâhede eyleyen âşık sâdık cevârih a’zâsına ve kuvâ-yi havâsına serhengân nefs-i şeytânî musallat edip tarîk-i Haktan yûz döndürmeye cesâret edebilirmi. Müslümânlık da’vâsı edene emr-i ilahiyyye îmtîsâl ve nevâhiden îctînâb ve âşıklık iddiâsında bulunanlarada taallukat-ı mâsivâyı rızâ-yı sübhâniyeye âlât ederek rûz ü şeb zikr-i ilâhiyeye muvâzabet eylemeklen şâhid ve bûrhân olurda bu iddiâlarda bulunan zâta lazım olan rûhunu bedende îken âlem-i kudsi ile ünsî edip vatan-ı asliyesini bir ân ferâmûş etmez. Ve nûr-i ma’rifet-i rabbâni ile rûşenâ ve erbâb-ı hakikat ile âşinâ olur. Ve o vakitte o âşığın rûhu a’lâi aliye bağlı olur. Ve bî’lakis her kimin ki evsâf-ı haliyen âtıl ve nakdı görünmeyen ömrû bâtıl yere sarf ile zâil olur ise o bî-çârenin ibda’l-ibad rûhu şem’-i vîsâle ermez. Ve menzil âteş-i harmândan gayrısı olmaz. Zîrâ nakd-i ervâhın hali hâlis ve kalbine mihekk-i memât ve müfârekat eşbâhtır. Meselen içi çürük olan cevîz ile sağlam olan cevîz-şiken olmadıkça mütebeyyin olmadığı gibi bir mûcib yevm-i tebliye’l-serâir şu kimsenin kalbinde nûr-i imândan ve lezzet-i sübhândan eser olmayıp ilim ve irfan-dan nasib bulmaya o kimse müstaidd-i cennet dîdâr olmayıp dâhil nâr-ı cehennem olur. Ve o kimseye insân ıtlakî suverî olup ma’nâda civândan adall olurda vukudhâ en-nâs ve-l-hîcâre mûcib nâr-ı hatab nâr-ı saîr olur. Îmdî sâlike lazım olan rûh-ı mâ’nâya dîde-i basîretle nazar edip “Hâsîbüv enfûsekûm kalbe en tehâsibûv yevm-el-hesâb” mûcîbince işin âh ve zâr
205
olmazdan nasâyih ve ıslah eyleye. “Ev ey tâlib derdâle ve sâlik râh” Yâ eyyühellezine amenûv ittekûl-Allaha vet’tekûv îleyhâ’l-vesilete ve câhidûv fî sebîlillâhi leallekûm tuflihûvn “âyet-i kerimesinde olan emr-i ilahiyeyi imtisâl ve cihât-ı kapından halâse iştigâl ve âlem-i vahdete tahrîk
bâl etmek
maksudu olan zâta o emîrde bir mûrşid-i mükemmeli vesile ittihaz eyleye ki o mürşit yeden bi-yedin mûteselsilen silsileyi Cenâb-ı Seyyid-ül-kevneyn sallallahi Teâlâ aleyhi ve selem Hazretlerine müntehî ve tarîkata bîd’at karışmamış ve mezâhib-i erbaadan birisini mezheb ittihâz etmiş, Ehl-i sünnet ve-l-cemâat itikâdını i’tikad eylemiş ve bir mûrşid-i kâmilin terbiyesinde tekmîl-i sûlük ederek mâddî ve ma’nevi halkı îrşâda me’mûr olmuş ola. Tâki onun pertev-şimâ’ envâr terbiyesinden mücellâ tecelli-yi sübhânî olmaya layık bir kalb-i sâfî husûle gele. Ey müstemî’ kâbil ve müemmen mukabil sanâ eltâf-ı ilâhiyeden ihsân buyurulan teşrif hilkat-i insâniyenin kadrini bil. Bu fırsat bir dahâ ele gelir kıyasında olma. Ve bu fırsatı fevt eyleme. Bu ömr-ü azîzin bir dahâ ele geçmez. Fırsat elde iken dünyâyı ve dünyâda mâlik olduğun neyin var ise Allâh ve rızâullâha âlât ederek tahallukûv bî-ahlâkillah ile zâtını muttasıf kıl. Efemen şerea Allahû sadre’l-islam fe hûve ale’n-nûr min rabbih. Terbiyesiyle kalbini nûr-i îmân edip vatan-ı asliyeye ric’at kıl. Ve bedenen aşka girip âteş-i cezbede yâk. Kable’l-eyvâh ve dirîg o bîdevlet
ezel ve ebed pâdişâhının layık hazretî veşâ-
leyten emr-i hilâfeti iken gelinmiş tabîatta kalmayıp şehevât-ı necâset âlûd ile yanıp merdûd ola. Eyvâh ve dirîg ey karr-ûl-ayn âlem birkaç günlük ubudiyyet ile husûle gelen baht-ı sermediyi taht nefsi emmâreye satmak ve kazâ-i seb’ ve nûru dâr-ı mazîk ve gurûra tebdîl etmek hiç ticâret olurmu. Hâşâ ticâret değil belki hüsrân-ı dünyâ ve âhirettir. Kemâ kâle Allâhü Teâlâ “Ûlâike ellezine işterûv eldelâlete bi-l-hûdâ fe-mâ rebihat ticâretehûm ve-mâ kânûv muhtedin” ve hayret ender hayret budur ki, dem-be-dem daî’ lütûf ve kerem seni havât-ı nimete da’vet eder. Sen ise kulak tutmayıp tesâmum edersin. Ve nefsi bî-nefsi Cenâb-ı lemyezel sana hüsn-ü terğıbasını arz eder. Sen ise gözünü yumup teâmî kılarsın. Ve lezâiz-i hakiki dâhîl dehânın olayım dedikçe yüzün dönüp firâr edersin. Ve lezzeti faniye ardınca sekr dersin. Ey nefs-i kem-râh zîmâm-ı ihtîyâr yed îrâdetinde iken derdine dermân eylemez isen dest-i Celâl-i îlahiyye ve o emr yevmeizin Allâh mûcibince yed-i ihtiyârı veche kârdan ref’ edip münâdî izzet-i kibriyâdan lemin
206
el-mülk el-yevm Allâh el-vahid enva’ nidâsını edip yâ hasretâ alâ mâ fırtat fî cennet-î Allah nîdâsı zuhûra geldiği zamân acabâ sana kîm dermân eder. Kendi ahvâlini sen düşün iki günlük (52) dünyânın gamm ve elemine temellük yoktur. Halbuki dünyânın kendisi de sürûr ve gamı da fânidir. Ve âhîretin ise gamm ve sûrûru bâkîdir. Sen ise eltâf-ı sübhânîyenin bir ân înfihâmıyla mevcud ve her ân o nîam-ı îlahiyyeye muhtaç ve acîz bî-çâresin. Ve o lütf-ü sübhâniyeye habl-i îlâhiyeden gayrıyla erişmek olmaz. Kemâ kâle Allah-ü Teâlâ “Vağtesimûv bîhablillâhi cemî’ân” ve sûnnet-i rasûle mütâbaattan gayrıyla zulûmâttan hevasından halâsa müyesser olmaz. “Le kad kâne lekûm fî resûlullah usveten haseneten”. Ey nefs artık elverir dest-i îrâdeni dammetakvaya bağlı ve metâ’-ı ömrü bundan böyle zâyî’ eyleme. Ve tavsiyen asfiyâyı kulaklarına kûpe eyle. Ve evsâf-ı inkıyâdı sem-i cân ile îstimâ’ edip, eser-i enbiyâ ve evliyâya iktîdâ’ ile fırsat elde iken bir mürşîd-i zinde hayy bulup ahz-ı tarikat eyle. Zîrâ eşyâda olan kuvvet ve te’sîr yed-i kudret-i îlahîye olduğu gibi bu râhın sâlikleri dahi mürşîdân râh-ı tarikattan birîsine sarılmaksızın mûcerred ketb ü tasavvuf telakkisiyle ve bir ferdin mişkât-ı kalbinde nûr-ı cezbe ve muhabbet-i dirahşân olmaz. Zîrâ bu söze nihâyet yoktur. Derse ve hatm-i hâceye başladığınıza memnun oldum. Zîrâ “men senne sünneten haseneten fe-lehû ecrehâ ve ecre min amele bi-hâ ve men senne sünneten seyyieten fe-lehû cezâehâ ve cezâe min amele bihâ “hadis-i şerifî mucibince bu bir niam-ı îlahiyedîr ki, şûkrü edâ’ olmak kâbil değildir. Zira bir kimse indallah da derecesini bilmeyi murâd eder ise, îstihdâm olduğu hizmete baksın nümâyân olur. Ve bu hizmet ilâ-yı kelimetullah olduğu münâsebetle hâfızı Cenâb-ı Allah’tır. Ve bununla beraber öyle bir nûr-i ilahidir ki, hiçbir zulûmât mukabele edemez. Ancak hevâ rûzgârı dokunmadan muhâfazâ eylemek lazımdır. Allah muhâfâza eyleye. Ve gönlümüzü küdûrâtı mâ-sivâdan tathir edip aşk-ı sübhânî ile cilâlanmış ve her bir umûrumuzu taraf-ı ilahiyyye ve eltâf-ı sübhâniyyesinden tesfiye edip bizi ve sizi ve cümle ûmmet-i Muhammedi rızâ-yı îlahiyyesine muvâfık ameller ile meşgul eyleye. Âmîn. Bu tarafta halka-i zikrîmiz de bulunan îhvânın cümleside âfiyette olup, cümleside mahsusân cümlenize selâm edip, dersi ve zikrinizin tebrikîyle indallah’ta kabulünü eltâf-ı îlahiyeden istirhâm ederler. Ve o tarafta nûr-ı dîdelerim Rîfatlû zabt kâtibi Cemal Efendi ve Kırkağalı Yüzbaşı Cemâl Beyin ve Dersaadetli Ahmed Zeynel Abidîn mahdûmu Îsmâîl
207
Burhâneddin Bey ve Eskişehirli Hâcı Hüseyinzâde Mustafa Hulûsi Efendi ve Sîvaslı Hâfız Hocazâde Fehmi Beye mahsusân selâm ve senâlar edip hâtır-ı şeriflerini suâl ederim. Yek-diğerinizle bir vûcud olup dünyâda mâlik olduğunuz kuvvet ve kudreti î’lâ-yi kelimetullah yolunda sa’y ve gayretle sarf edip hâlkı tarîk-i sübhâniyeye terğib ve
teşvik yolunda
bezl-i vûcud eylemelerini ricâ
ederim. Her kim evlîyâ’ ve enbîyâya vâris olmak ister ise halkı tarîk-i müstakime da’vette ihtimâm etsin. Zîrâ bu yolda ne kadar îhtimâm ve gayret ederse o kadar vâris olabilir. Evliyâ ve enbiyâya vâris olmaktan büyükte devlet olmaz. Elî elim dili dilim ve gönlü gönlüm Halîl Efendi sende yevmeyn yüzkadar yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Allah , yâ Bedi-ûl-semâvat ve’l-ardı ve yâ mâlik-ûl-mûlk, yâ zü-lcelâli ve’l-îkrâm zikrini okuda sâni’in elinde âlât ve çobânın ağzında kavâl gibi olup mûlkü tamâmen mâlikine teslim olup kavl-i Allah’ın ve ümmet-i Habîbullahiın yol Habibullah’ın hâne Allah’ın hane ve hânenin umûru Allah’ın sen hemân bir âletsin her ne eder ise Allah güzel eder. Ârîf olanlar onu seyrederler. Cânım sözü uzattım kusuruma bakma, dertli olan çok söyler. Bâkî Hûdâya emânet olup, bizi de gönülden çıkarmamanızı rîcâ ederim. Azîzim o tarafta Pâşâzâde Îsmâil Beye hürmetle mahsusân selâm edip hatır-nâzikânelerini suâl ederim. O bizi unuttu ise de bizim unutmamaz kâbil değildir. Zîrâ Şeyhler ahlâk-ı îlahî ve ahlâk-ı Muhammedi ile tahallûk eylediği kadar şeyh olabilirler. Cenâb-ı Allah’ın gazabını rahmeti sebkat eylediği gibi efendimizin dahi şefâati ehl-i kebâîre olduğu sâbittir. Bu yolda tefhim ediniz. Cânım.” 1 Cemaziye’l-Ahir 1342 Hâdim Tarîkat-ı Aliye-i Nakşibendi Üveysi Kadızâde Sivâsi Mehmed Hâlid,
Mektup 22: 1342 - Eskişehir’den Emin Bey’e (53) Bismillâhirrahmânirrahîm “vağtesîmûv bî-habli’llahi cemiân ve lâ teferrekûv” Eskişehir’de Yahya
Efendi Dergâhı sâlikânından Faziletlû Emîn Bey
Hazretlerine; Semâhatlü Efendim Hazretleri; bâlâde tastir olunan âyet-i celîlenin manayı şerifi zât-ı semâhiyelerinin malûmu olduğundan tahsîrînden hareketle halka-i
208
zikrîmîzde bulunan bi’l-cümle ihvanla beraber arz ve halâsi ve selâm-ı mahsûs ile beraber maruzâtımın zât-ı sâmîlerinde tasvib ve kabûl buyurulacağı ümidiyle bervech-i zir arz-ı ictisâr ediyorum. Cenâb-ı Seyyîd-ül-Kevneyn sallallahü Teâla aleyhi vesellem Hazretlerinin ihvânınızı çoğalttığınız Cenâb-ı Hâlik Lem-yezel Hazretlerinin beyn-el-îhvân azab etmemekle hayâ muamelesi ede, yolundaki hadis-i şerifi malûm-u sînenizdir. Zât-ı semâhiyelerinin dahi Dersaâdette Yahya Efendi Dergâhına mensub olduğunuzu duydum derece-i nihâyette memnûn ve mesrûr oldum. O dergâh-ı aliye ile Sivasta bulunan Kadızâde dergâhının tarikatta silsilesi Kayseri meşâyih-ı kîrâmından Kûlâhizâde Hâcı Mehmed Efendiye müntehi olup mûşarün-ileyh sîzce ve bizcede silsile-i ahvâli malûm olduğundan din ve mezheb ve tarîk ve tarîkatta pîrimiz bir olduğundan bizde bizliği ve sizde sizliği aradan kaldırıp yek-vücûd olalımda, yek-diğerimize zahîr î’lâ-yi kelimetullah yolunda pîrân ve ecdâdımız tarafından kurulmuş olan tarîk-i müstakim oralarcada intişârına ve halkı bu tarîk-i mûstakime tergib ve da’vet etmekle bezl’ivûcuda bir mukaddime olmak üzere bu bâbda orada halifemiz bulanan Hâlil Hûlusi Efendi her bir hâlinde mazâhiratla halka-i zikrini şeref-yâb eylemenizi rîcâ’ ederim. Zîrâ ma’lûm-u sînenizdir ki enbîyâya vâris olmak büyük bir devlettir. Bu da yalnız fünûna ârif olmak değildir. Hâlen ve kâlen halkı tarîk-i müstakime dâ’vet ve bu bâbda îhtimâm ve gayreti derecesinde vâris olmak mûstagni arz ve bey’ândır. Zîrâ dünyâ fânidir ve dünyâda kuvvet ve kudret devlet ve servet ve fazl-ı kemâlden her neye mâlîk ise bunların cümleside rızâ-i sûbhaniyenin tahkıline bir â’lât ve mâ-halak-lehn sarf eylemek üzere Hakktan emânet ve emâneti mâ-halak-lehn sarf etmeyenlerin âkıbeti dahî nedâmet olduğunda şûphe yoktur. Ve burası da ma’lûm-u sîneleridir ki ehl-i îmana bey’at lazım ve elzamdir. Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn Sallallahü Teâlâ aleyhivesellem hazretlerine bey’at edenler ashâb ve ashâba bey’at edenler de tâabîin ve tâbîne bey’at edenler de tebe-i tâbîine ve onlardanda bey’at alıp halktan bey’at âlmaya maddi ve ma’nevi me’mûr olanlar dahi mûrşid ve bunlardan bey’at olanlara dahi sâlikin tesemmi olmuştur. Ve her hâlde bey’at sünnet-i müekkededen olduğu sûnnet ve îcmâ-ı ûmmet ile sâbit olduğunu înkâra mahal olmadığı erbâbının mâlûmu olup ve Allahı kullarına ve kullarını Allaha sevdirip rızâ-i îlahiyesini taleb yolunu hâlen ve kâlen irâen tarikatı vazife-i mukaddese olduğunu bilip o
209
yolda fedâ-yı cân eylemekten büyük bir ibadet olmadığı azherü min-eş-şems dir. Îşte enbiyâ ve evliyâ tariki bu yol olduğu ma’lûm-u sineleri olduğundan daha fazla tafsilattan sarf-ı nazarla ederek acîzânemden lütfen kabûl ve esbâbının hûsulûniyeye mûtevakkıf ise tevessül ile himmât-ı aliyelerinin âcizleri hakkında da mebzül buyurulmuş ricâsına îş bu tevkîle îctisâr eyledim. 28 1342 Hâdim Tarîkatı-ı Aliye-i Nakşibendi Ûveysi Kâdızâde Mehmed Hâlid
Mektup 23: 1342 - Hâcı Kâmil Efendi’ye Eskişehir’de Şerii İkinci Hukuk Dairesi Reîsi Semâhatlû Fuzalâ-i Kiramdan Hâcı Kâmil Efendi Hazretlerine; Semâhatlû Ûstad-û Erkemim Efendim Hazretleri: Evvel o mûbârek dest û kadem saâdetlerini bûs ve duâyı hayriyenizi istirhâm eylerim. Çoktan beri sineleri întîzârında iken hamden lî’llah Teâla 19 Kasım 1340 târihli semâhiyelerini kemâl-i hürmetle aldım. Yüz ve gözlerimi sürerek kırâatle bizim Halil Hulûsi Efendinin hâne-î saâdetlerinde halka-i zîkrin güşâd eylediğinizi ve ikinci zîkr ve hatm-i hâce ve sâir geceleride
şerifi kıraâtle bed’ân
ve mübâşeret olduğu yolundaki tebşîrât-ı semâhiyelerini îşittiğim anda hemân secde-i şüküre kapanarak Cenâb-ı Hâlîk-i Mevcûdât Hazretlerinin nîam-ı sûbhaniyelerinin şükründe aczîmi îzhâr ile beraber Cenâb-ı Vâhib-ül-Atâyâ Hazretleri ömûr ve ikbâl semâhiyelerîni efzûn ve dâreynde mesrûr ve âziz eylesin duâsını tekrar eyledim. Allah feyzinizi müzdâd ve îsmâmını müyesser eyleye, âmin. Înşâ’Allah zîkîr ve ders esnâsında bu âcîz bî-çâreyi dahi gönülden çıkarmazsınız. Benim Efendim haddim olmayarak deryâya karışan katre-i deryânın cûnbüşüyle cünbüşlendikçe kendisîni dahi deryâ kıyâs eylediği kabilinden bir iki söz söyleyeceğim. Mâ’lûmunuzdur ki, bir kimse îndallahta mûkaddarını bilmek murâd eder ise, bilsinki gönlünde olan arzusu ne ise işte o arzunun değeri kıymetinde bir adamdır. Ve ind-i subhâniyede derecesini bilmek murâd eden kimsede Cenâb-ı Vâhib-ûl-Atâyâ Hazretleri o zâtı ne gibi hizmette sarf-ı istihdâm ediyor ona baksın. Eğer râzı olduğu hizmette istihdâm ediyor ise biline ki Cenâb-ı Allah kendsinden râzıdır. (54) Hemen secde-i şüküre varsın. Aksi sûrette başının çaresine baksın. Bununla beraber zamanın fesâda vardığı zamanda sünnet-i seniyyeye temessûk eyleyen zâtın
ecrine nâil olacağıda
210
ehâdis-i nebevi sallallâhu teâla aleyhi ve sellem île müsbet ve sünnet-i seniyyenin en efdalî î’lâ-yi kelimetullah yolunda cîhâd olduğu ve cihâd ise seyf ve kalem ve lîsân ile bu yolda fedâ-yı can olduğu müstağni arz olup Allah için Allah yolunda mücâhede edenlerin hâfız ve nâsırı Allah olduğunda şüphe olmadığından ve bu îse bir nûr-i îlahi olup ve nûr-i sübhâniyeye dahi hevâ rüzgarı dokunmadıkça hiçbir zulümâtın mukâbele edemeyeceğide azherü min-eş-sems olduğundan Himmât-ı Allah
ruhâniyyet-i sallâllahü aleyhi ve selem ve bi’l-cümle pîrânın
ruhâniyyetlerinden îstimdâd taleb ve sizde sânî’-i hakîkîyyenin yed-i kudret-i sübhâniyesinden bir âlât olduğunuzu kıyâsla mülkû malik-ül-mülk olan Cenâb-ı Allaha teslim ile Yahya Efendi dergâhı sâliklerinden Fâziletlü Emin Bey Hazretlerine selâm acizânemin tebliği ve her ikiniz Halil Hulûsi Efendi oğlumuzu zîr cenâh sînelerine âlıp yek-dîl ve yek-vûcud olarak hâlen ve kâalen î’lâ-yi kelimetullah yolunda îhtimâm eylemenizi ricâ ederim. Zîrâ herkesin mâlik olduğu kuvvet ve kudret ve ilim ve fazileti ve’l-hâsıl şu fanîde neye mâlik ise cümleside kendisiyle beraber fânî olur. Ancak bunlardan kendisine bâkî kalacak bunlar ile ind-sübhânide kazandığı faziletten başka bir şey olmadığı ma’lûmdur. Sözü uzattım kusurumu affeyle. O tarafta iffet ve hakîkatlû vâlide hânımın dest-i şeriflerini bûs ile duâsını ricâ ederim. Ve mahdûm efendi ve kerime hânımlara mahsusân selâm ederim. Bu tarafta aile-i acizi ve mahdûm beyleri kadem ü dest saâdetlerini bûs eder ve cümlenize selâm ederler. Ve halka-i zikrimizde mûdâvim ihvânın cümleside bi’l-hassa dest-i şeriflerinizi büs ve duânızı ricâ ediyorlar. Bâkî hüdâya emânet olmanız duasıyla hatm-i kelâm ederim. Azizim kusuruma bakma dertli çok söyler her söylediğide kendi derdi olur. Kıtmîr Tarikat-ı Aliye-i Nakşibendi Ûveysi Kadızâde Mehmed Halîd Sivasî. 28 Cemaziye’l-Ahir 1342
Mektup 24: 1340 - Bedriye Hanıma Îffetlû Kerimem Bedriye Hanım’a Îffetlû, nezâketlü, sadâkatlü kerimem muhterem hânım. Evvelâ mahsûsân selâm ve duâlar edip mûbârek hâtır-nâzikânelerini suâl ederim. Înşâallah vûcud-u nâzikâneniz âfiyettedir. Cenâb-ı Allah ömür ve îkbâlinizi efzûn ve dâreynde saâdete nâil ve iki cîhânda aziz eylesin. Âmin. Benim kızım halka-i zîkrin gûşâd û bîhârı şerifin hânenizde kıraât olmakta olduğunu mûbeşşir mektubunuzu aldım.
211
Cenâb-ı Allaha çok şükür oluna. Halka-i zikri ve dersi vasıtanızla orada da gûşâd eylemeniz büyük bir ni’mettir. Allah her ademe nasîb eylemez. Sende bunu bir lûtf-û sübhânî bîlerek dâima şukrûnden aczini izhâr ve hizmetinde sadâkatte bulun. Hiçbir şeyden pervâ eylemeyesin. Allah yoluna, çalışanın muîn ve nâsırı da Allah olur da Allah’ın nusret eylediğine hiç kimse bir şey yapamaz. Ve Allah îçin açılan dergâhın masrafını dahi Allah verir. O tarafta nûr-i dîdelerim yeni evladlarım Sîvasli Fehmi Bey’in haremî îffetlü Nûriye Hanımla, Bilecikli Nuriye Hanımların bizi pîrliğe kabûl eylediklerine memnûn oldum. Bi’l-cümle pîrân tarafından vekâleten ve tarafından asaleten bende onları evladlığa kabûl eyledim. Allah feyizlerini mûzdâd ve tevfikini refîk eyleye ve iki cihânda azîz eylesin. Bu tarafta derûn-i hânemizde bulunan vâlidenizzâde selâm ve hemşireniz Âişe ve oğullarım dergâhın bülbülleri Ahmed Turan ve Abdulkadir ve Abdülgalip Efendiler dest-i şeriflerinizi bûs edip, bî’l-hassa ellerinizi öpüyorlar. Ve diğer tarikat bacılarının cûmlesi âfiyette olup bunların cümlesi ve bâ-husüs ile
ve kızı Âtiye ve
Âîşe ve kızı Hâfize ve sâirleri cümleten selâm ediyorlar. Yalnız Nedim Ali Babanın oğlu şeyh hulâsa varmıştır daha göremiyorum ve bizim Nâciye Hânım dahi başka selâm ediyorlar. Ve bir akşam sîzi söylemedigimiz bir gün yoktur. Ammâ yalnız orada vâsıtanızla halka-i zîkrin güşâd olduğuna memnûn ve bununla mütesellen uyurum. Allah mûininiz olsun. Feyz-i ilahi ile feyziyâb eylesin. Bâkî Hûdâya emânet olasınız. Daha çok yazacaktım yoruldum kusura bakma azı çoğu tut hanım bacım. Kadızâde Şeyh Mehmed Halîd. 28 Cemaziye’l-Ahir 1340
Mektup 25: 1346 - Halil Hulusi Efendi’ye (55) Faziletlû Nûr-i Dîdem ve Sûrur-ı Sinem Kat’-ı Rûhum Oğlum Halîl Hulûsi Efendi Hazretleri; Bade’s-selâm hâtır-ı aliyenizi suâl ederim Benim nûr-ı didem ma’lûmunuz olsun ki, evlatlar pederim kat’ı rûhundan bir ruhtur. Mâddi ve manevi sürûrunun mürûr ve kederiyle mûkadder olmakta oldukları müstağni arz ve bey’andır. Zîrâ pederler küll ve evlatlar cûz’dür. Cûz’ün külle ve küllün cüz’e mûnâsebet nâmesi vardır. Îşte bu abd-ı acîz ve bî-çâre dahi sizin gibi bîr evlât-ı sâdıktan ahvâl-i umûmiyye ve husûsiyye ve mâddi ve ma’nevi hallerinizi tefekkürle her bir husûs
212
ve ahvâlda selâmetlerini her bir rûz û şeb eltâf-ı sübhaniyyeden ittiba’ etmekte olduğumu bundan ibâret olduğunu arz ve îfâde ile beraber gönderdiğiniz mektûbunuzu aldım. Nîhâyet derecede memnûn oldum. Ama evlatlarımın ahvâl-ı husûsiyetlerine mahzûn olmaktayım. Zirâ mesleğinde o yolda cezbe yoktur. Cezbe lafzı elfâzda tenfiz olmakta ise de hakikatta hâle tevakkuf ve kâal ile ta’rîfi mümkün olmayan bir keyfiyet olduğunu bazıları divâneliği cezbeye kıyâsla bunu dahi tarikat-ı aliye ve zîkr-i îlahiyeye devama îstidâdla Ehl-i Tevhidi
ve
tâlibleri tevhidden ihâfeye düşürmekle bâdî oluyorlar. Bu hâlin çâresi nasihattir. Zîrâ nûr-ı nübûvvet uzamıştır. Bir takım fırka-i dâlle Ehl-i Tevhîdî şaşırıp tarik-i Haktan görünerek delalete düşürmek için ûlüm ve fünûne iştiğal
ulûm-u zâhireye
muvaffak olduktan sonra kendisine mürşid-i kâmil süsü verip meydana çıkıyor, tarik-i Haktan görünüp tarik-i müstakime bir takım bi’at ve delalete badî kalıp karıştırıyorda, halkı o yolda edlâl ve kimisini evhâm ve kimisi de bir takım cehalete düşüyor. Bakmazmısın Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn Sallallahû Tealâ Aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri fem-i saâdetlerinden sâdır olmadık bir kelâmı buna istînâd ederek söyleyen şahsın varacağı mahal cehennemdir. Cehennem ile tebşir eylemîşken bu kadar ben hilaf-ı vâkî’ hadis-i mevzû’ tahdîs eden başkalarının kelâmlarına (56) olsalar çokmudur. Husüsiyle muhaddis-i azam efendimizin bizzat itikad ve mezheb ve ahvâl-i husûsiyelerini tahkik etmedikçe rivayetlerine itibâr etmedikleri ve rivayeti üzerinde üstad-ı ekremlerimizden bize vâsıl olmuştur. İşte bu sebeple harf okumakla ârif olamaz. Fenne bile okumakla ameliyyât görmedikçe ve o sanatı ûstadından öğrenmedikçe ehl-i sanat olmadıkları âşîkârdır. Îşte bu sebeple ma’lumun olduktan sonra ma’lûmun olsun ki, Şerîat-ı Ahmedî bir nûr-i ilahidir ki, kandili Seyyid-ül-Kevneyn Sallallahü Tealâ aleyhi ve selem hazretlerine tûlüğ’ etmiştir. Râh-ı şecâat ve îstihlâkı göstermektedir. Ve Cenab-ı Vâhib-ul-Atâyâ Hazretelrinin kullarına ve husûsiyetle ben-i âdeme bir istidâd ve o istidâdı istîmâle dahi bir meyil vemiştir. Ve bizde hangi tarika meyledersek onu halk edeceğini vaad eylemiştir. İşte o meyile muhakkakiyyet îrâde-i cûziyye ve îrâde-i cûziyyeninde kasd ve niyetten ibâret olduğunu bize duyurmuştur. Zirâ kullar kâsîb Cenâb-ı Mevlada hâliktir. Yani kul taleb eder, Cenâb-ı Mevlada halk eder. Zirâ kullukta hâlikiyyet sıfatı yoktur.
213
Bakmazmısın ihtiyâri arzu eylediği vakitlerde tevkifi Cenâb-ı Allahtan lîsân-ı hâl ve kalben taleb ederde, Cenâb-ı Allah dahi razı olmayarak halk eder. Misâlen; bir efendi kendi abd-ı memlukûne mahzâ beş yüz kuruş ihsân eder. Ve bu para ile kendi kendine benden hânût al diye îrâde eder. İşte o köle efendisinin ihsânını Hakktan lûtuf bilip, nâil olduğu para ile kendi kendisine efendisine hânût alır ise hem efendisinin emrine imtisâl ve hemde âzad olmuş olur. Ama aksi olarak hevâyı hevesine sarf ederse hem efendisinin emrine hîlâf hareketle gazaba müstehak olur ve hemde kölelikte kalmakla hâib ve hâsir olur. Bakmazmısın kendi cinsînden olan efendisine karşı bir şeye mâlik olamazsın. Sen Hâlîka karşı neye mâlîk olacaksın Cenâb-ı Vâhîb-ûl-Atâyâ Hazretlerinin seni kendi rızasına muvâffak hizmet-i ilahiyesine istihdâm eylediğinde büyük kerâmeti olur ki, bu gibi devletin kadrini bilemeyipte mâsivaya aldanıp sermaye-i ömrü bir takım hayâlâtın tahsile hatâ ile hâib hâsir nihâyetinde efendinin gazabına mazhar olursun. Benim canım bütün muhakkikin hâvî-i tarikat olan keşf-i sûriden ve keramât-ı kevneyn den
îlmi taleb ve kimya ve simya ve vefk ve reml ve
havâs-ı esmâ ve havâs-ı Kur’andan ve ehlinden hazır eylemek lazımdır. Gerçi erbâbının ruhsat ve şöhreti var ise de tarikat-i muhakkikine haramdır. Arkasına düşene uyar teveccüh eder hezârân niceye olmuştur, buyurduğu gibi Cenâb-ı Vahîb-ül-Atâyâ hazretlerinin rızâsı îçin tahkîk olan bî’l-cümle îbâdât ve evrâda ve ezkâr rızâ-yı ilahinin gayrı yani hevâ-i hevesi ve telezzüzât-ı nefsinin ishisâli için edilir ise, mutlaka felakete düçâr olurda, dünyada bir belâ ile mûbtelâ ve ahirette de azab-ı elime giriftâr olacakları şüphesizdir. Zîrâ Cenâb-ı Mevlâ hevânızı mabûd eylemeyiniz diye buyurmuştur. Rızâ-yı Sübhâninin gayrı saf hutuzât nefsâniyenin cümlesini hevâdır. Ve bu şirk-i hâfidir ve şirkin cümlesi de azab olunacak bir günah olduğu Kur’an da sâbit olmuştur. Ona kerâmât-ı evliyâ haktır lâkin kerâmât içinde ibâdet eylemek yoktur. Nitekim Cenâb-ı Vâhib’ül-Atâyâ Hazretleri mutîlere en’âm ve asilere azab edeceğini âyât-i Kur’aniyye ile buyurmuştur. Lâkin en’âm ve îhsâna nâil olayım diye îbâdet eylemek olmadığı Fâtihâ-i Şerife ve sâir âyât-i Kur’aniyye ile fermân buyurmuştur. Bütün mahlükât sana hizmet ve sende Cenâb-ı Vahîb’ül-Atâyâ Hazretlerine hizmet îçin halk olunduğun halde artık Halîkına îbâdet ve hizmeti terk edipte sana hâdim olanlara hizmet eylemenin ne kadar denâettir. Onun içinde mâlik olduğun ile hizmet
214
olunur ama üzerine binipte ümurunu tesviye îçin hizmet edilir diye bilmekten ne fâide. Hâs olur işte bunun gibi dünya ve umûr-u dünyayı da Cenâb-ı Vâhib-ülAtâyâ Hazretlerinin rızâsına âlet eden azab olunur. Ve o yolada havf olunur, değimli. İşte bunun gibi her ne eder isen Şerîat-ı Ahmedîyenin göstermiş olduğu vechle kazanıp ve bîr mûcip şer’i şerif hak eylemekle tarikat ve ettiğin ibâdet ve sâir her bir muâmelâtta rızâyı îlahiyi gözlemek, marifet ve bunlara muvaffakiyetin dahi başkaca bir lütf-u ilahi olduğunu bilip müflis olarak bir bâb-ı emâni sübhâniyeye sarılmakta hakikattir sözû ûzerinden bu söze nihâyet yoktur. Îşte o zevâta bu yolda nasîhat edersen her kitapta gördükleri evrâd ve ezkârı okumasınlar ve ibâdetten maksadlarını dahi Allah ve rızâullah eylesinler. Zîrâ (Men kâne Allahû kâne Allahû leh) hadis-i şeriftir. Her kimse maksadı Allah olursa hâfızıda Allah olur. Cenâb-ı Vâhib-ül-Atâyâ Hazretlerinin kullarının derece ve kabiliyetlerine göre tecelli eder. Tecellisini ziyade edeceği vakitlerde de ibtidâ kabiliyetlerini ziyâdeleştirir de ona göre tecelli eder. Cenab-ı Seyyid-ül-Kevneyn Efendimizin sübhanın Hakk marifetin buyurduğu buna müeyyeddir. Okurlar ise tevdî’ olunan evrâd ve ezkârı okusunlar. Kabiliyetleri var ise evrâd-ı Fatihâ-i Şerif okusunlar. Yalnız Allah’a kul olupta rızâsını talep eylesinler. Bir kulundan râzı olur yahut Ashâb-ı Kehfin kıtmiri gibi râzı olduğu kullarının kapısının köpekliğine kabul eder ise bize kâfidir. Îşte iki cihân sultanımız budur. Sende o zât-ı kirâmları vakit buldukça gönlüne alırsın hücre-i risâlet-penâh
sallallhü
aleyhi ve selemde înâyet-i sübhaniyenin olduğu ma’lûmundur. Her hangi camii şerif kolayına gelirse o camî-i şerifin mihrâbının sahib-i saâdeti sallallahü teâla aleyhi vesellem hazretleri saâdetle oturmuş. Bî’l-cümle enbiyâ ve ashâb ve evliyâ ve ehl-i îmân ervâhları dahi bildirdikleri gibi etrafta halka çevirmiş. Ve acizlerin o dergâhın kapısı eşiğine kemâl-i acz ile oturmuş. Efendimiz sallallahü teâla Aleyhi vesellem Hazretlerinin cümle riyâset eylemekte olduğu halde sende (57) gönlüne Allah’ın yanıma kûud o zevâtı huzûr-u risâlet sallallahu tealâ aleyhi ve selem Efendimizin cümleye riyâset eylemekte olduğu halde sende o zâtı efendimize arz ve mûbtelâ oldukları îbtilâdan halâsi olmalarına orâda mevcud bulunan zevâtı alâ merâtibîhîm şefi’ görerek orada bulunan zevâtla maân evrâd-ı Fatihâ-i Şerifi okur. Cenâb-ı Vâhib-ûl-Ataya Hazretlerinin şifâ-yâb olmalarını ilticâ ve behr gün ihvânın cümlesini dahi bu vechle gönlüne alır. Îşte şu ta’rifât-ı vechle meclîs-i
215
saâdetin selâmetlerine ve dâreynin feyziyâb olmalarını tefri’ ederek evrâdını karâin edersin ve sâlikânı huzura takdim ve sende bir muhtaç ve bî-çâreliği arz ile sende senin olarak bîr mûlk bırakmayıp mûlkû tamamen mâlik olana teslim edersin. Zîrâ enbîyâ ve evlîyaya îmân ederler. Ve îktidâ eder Allah’a ibadet etmek şartıyla. Bî’l-cümle muradlarından fânî olurlar. Allah ve rızâ-i ilahiyi taleb eylemek şartıyla ve bunun bir lûtfü sûbhânî olduğunu bilip müflis olarak bâb-ı emâne sarılmak şartıyla yâ rabbi bütün mâsivâyı gönlümüzden sen çıkar ve bizi aşk-ı sûbhâniyeye mûstağrak eyle. Ve her bîr ümûrûmuzu sen kerem ve lütfünden sen yakıştır bizi kendi rızânla muvâfık ibâdât ve taât ve zîkrinle şügûl eyle. Vâkî’ olan günah ve kusurlarımızı kerem ve lûtf-ü sûbhâniyenden sen avf eyle. Bizi râzı olduğun kullarının kapısında köpekliğe kabûl eyle, âmin yâ mûîn. Îşte sûluk ve netice-i sülükte bundan ibarettir. Yoksa kerâmet dediğin şunun bunun noksanına vâkıf olmak îse kendi noksanına vâkıf olsan daha iyi değimli. Ve bir anda gönûlde çıkıp şehirleri dolaşmak ise bunu
olan şeytanda edip eğer înd-i ilahide
olmuş olsa idi. Cenâb-ı Allah düşmanlarına vermezdi değimli. Cenab- Allah’ın ind-i ilahisinin mükerrem-i ilahiden korkak olduğunu âyât-i Kur’anî ile sabittır. Zîrâ kemâlât-ı alem ve fezâ ve her ne var ise cümlesinin kendisi ile fânî olur. Ancak Cenâb-ı Hâlik mevcûd Allah Hazretlerinin îhsânı ile înd-i sübhâninin rızâsına muvâffak ne meziyyet kazandı ise kendisine o bâki kalır. İş böyle olunca o yolda hareket etmek lazımdır. Yoksa zâhidin zûhdüne bakma, kime ibâdet ediyor, ettiği ibâdetine bakma, îbâdetten maksadı ne ise ona bakta ona göre iş işle. Cânım o tarafta bulanan ahbâbın cûmlesine ve hûsusiyetle iki Mustafa Efendileri mahsusân selam eder ve hâtır sual eder. Ve benim cümlesini ferâmûş eylemediğim gibi onlarında beni ferâmüş eylememelerini ricâ ederim. Bu tarafta âhbâbın cümlesinin ve mahdûm âcîzi Ahmed Turân ve Ali Galip ve Abdulgalip Efendiler ellerinizi bûs edip orada bulunan ahbâba selam ederler. Bâkî Hûdâya emânet olunuz. Cânım 26 Cemaziye’l-Ahir 1346
Mektup 26 Bismillahirrahmânirrahim Kalemâ cenne aleyhî’l-leylû rea’e kevkeben. Kâle hâze rabbî felemmâ ekâle kâle lâ uhibbû elâ fileyni. Felemmâ rae’l-kamere bâzigân. Kâle hâze rabbî
216
kâlemâ ekale kâle lein lem yehdinî rabbî. Lâ kûvnene mîn’el-kavmil-dallin. Felemmâ ra’e şemsi bâzigâten kâle hâze rabbî hâze ekberû felemmâ ekalet kâle yâ kavmi înnî beriyûn mimmâ tuşrikuvne innî vechî’l-lezi fateres-semâvâti ve’l-ardı hanifen. Ve mâ ene min’el-mûşrikin ve kezâlike kâle Allahû Teâlâ; Kûl yâ ehle’l kitap teâlev ilâ kelimetin sivâin beynena ve beynekûm. Ellâ nabûdu illâ Allah velâ yettehize ba’dûnen erbabûn min dûnillahi fein tevellev fe-kulûv eşheduv bi-enne muslimûvn. Ve kezâlike kâle Allahû Teâla ve-in yemseske Allahû bi-durrin fe-lâ kâşifi leh îllâ hû ve în yuridke bî-hayrin fe-lâ râidde li-fadlihi yusibu bih men yeşâ u min ibâdihi ve hûve’l-Gafûru’r-Rahîm. Ve kezâlike kâle Allahû Teâlâ kul hâzihi sebilî udûv ile’l-Allahi alâ basîretin ene ve men ittebagı ve sübhanellahi vemâ ene mine’l müşrikin. Buhari Şerif yedinci cildinde tansim-i mücâhede bâbında kâle îmâm Buhâri hadesenâ Hüdeyte bîn Hâlid haddesenâ Hetâmûn haddesenâ Kâtade haddesenâ Enes bin Mâlik an Muaz bin Cebel radıyallahü teâlâ anh. Kâle beynemâ ene radiyfu’n-nebiyyu sallallahû aleyhi vesellem leyse beyni ve beynehu illâ âhîretû’l rahsilen fe-kâle yâ Muâz kultü lebbeyke yâ Resullullah ve sa’deyke sümme sârete saten sümme kale yâ Muaz kûltü lebbeyke Rasülullah ve sa’deyke sümme sârete saten sümme kâle yâ Muaz bin Cebel kultü rasülullah ve sâdeyke kâle hel-tedrî mâ-hakkû’lllahi alâ ibâdihi kultü Allahû â’lemû ve resulûhü kâle hakku’llahi alâ ibâdihi en ya’budûhu ve-lâ yuşrikuv bihi şeyen sümme sârete saâten sümme kâle yâ Muâz bin Cebel kultü lebbeyke yâ Resullullah ve sa’deyke kâle hel-tedriy mâ hakku’l-ibâdi alâllahi izâ-fealuvhû kultü Allahü ve Resulühü â’lemû kâle hakku’l-îbâdi alâ’llahi en-lâ yuazzîbehûm ve kezâlik şemaîl-i şerifi (58) kâle İmâm Tirmizi haddesenâ Hârun bin İshâk haddesenâ Ubeyde haddesenâ Hişâm bir Urve an Âîşete radıyallahü Teâlâ anhûmâ kâlet dahale aleyye resulullah (s.a.v) ve indî imre’etûn fe-kâle men hâzihi kultü fulânetün lâ tenâmû’l-leyle fekâle Resulullah (s.a.v) aleykûm min’el-â’mâli mâ-tutîküvne fe-vellahî lâ yemellullahi hatta temellûv sadaka Resullullah. Emmâ ba’d. Faziletlü nûr-i didem ve sûrur-u sinem oğlum Ali Osman Efendi Hazretleri evvelâ mahsusân selâm ve iki gözlerinden bûs ile beraber duâlar eder ve iki cihânda azzîz ve bu yolda selef-i sâlihin kol ve kanat olmalarını Cenâb-ı Vâhîb-ül-Atayâ Hazretlerinden ricâ ve niyâz ederim Azîzîm. Nûr-u nübûvvet uzadı. Peygamber sünneti ve sünnetler bi’dât olmaya yûz tuttu. Tarik-i müstakimi irâeye muktedîr olanlar kendilerini bir
217
köşeye çekti artık (Înnâ li’llahi ve înnâ ileyhi râciuvn) demenin zamanı geldi. Cenâb-ı Ekremû’l-Ekremin Hazretleri cümlemize de tevfikini refîk eyleye. Ve rızâ-i îlahiyesine muvaffâk hüsn-û itikâd ve ameller ihsân eylesin. Nûr-i Didem insana evvela lâzım olan Hâlikinin verdiklerini bilmek ve îbadât ve tâatta ve her bir muâmelâtta rızâ-i Sübhâniyi taleb eylemek ve bunu dahi bir lütf-ü Sübhâni bilip bu nî’am-i rabbâniyyenin şükründen de aczini itirâfla müflis olarak bâb-ı emâna sarılmak lazım ve elzemdir. Ve buna da efrâd-ı ümmetin isti’dâdı ve bîzzât Vâcîb-ûl-Vûcud Hazretlerinden bîzzât ahz-ı feyz ve ta’lim-i ahkâma iktîdârı olmadığından her bir ümmet kendi zamanında nurâniyyet ve cismâniyyeti câmi’ ve Cenâb-ı Vâhib’ûl-Atayâ Hazretlerinden nûraniyetleri hasebiyle bizzât ahz-ı feyz ve ta’lîm-i ahkâm eylemek ve cissmâniyetleri hasebiylede efrâd-ı ûmmete tebliği âhkâm eylemekle Nebi Zîşân’ın vücûduna muhtaç oldukları müstağnî arz ve beyân olup, şu süretle sâhib-i şeriat ve tarikat ve mürşid-i hakiki her bir ümmetin tâbî’ oldukları peygamberleri olduğunu ve bu peygamberlerede tâbî’ olanlardan enbiyâlarına vâris olan ne kadar ulema ve meşâyihât var ise cümleside bir
başka ellerinde bir şey olmadığı dahi ezherû min’eş-şemstir. Bizim
peygamberimiz (s.a.v) Hazretleri ise, âhir zaman peygamberi olup, şeriat-ı Ahmedî ve Tarikât-ı Muhammedisi kıyamete kadar bâkî yevm-i haşirde dahi mahlükâtın muhâkeme ve muhâsebesi bu şeriat üzerine görüleceği ayât-ı Kur’anîye’de ve ehâdis-i Nebevî (s.a.v) ile sâbit olduğu erbâbının ma’lûmudur. Bu sûrette bizimde hakikatte pirimiz ve peygamberimiz ve mprşidimiz ve iki cihânda dostumuz Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn (s.a.v) ve ondan sonra gelenlerin cümlesi her birisi makamlarında ….. meselen Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn (s.a.v) Hazretleri Medine-i Münevverede mihrâba geçmiş meselen öğle namazına duracak ve arkasınada da bulunduğumuz şehre kadar cemaât iktidâ etmek ûzere saf saf dizilmiş îktidâ edecekler. Amâ îmâmın yüzûnü görmüyor ve sadâsını işitmiyor bu sûrette geride bulunan cemaâtın îmâmın sadâsını işiten ve o îmâma iktidâ’ etmiş olan bir mübelliğe muhtaç ve en sonraki safta bulunan cemaâtte o mübelliğin sadâsını işitip ve imâma iktidâsı olan zevâtın nasıl namazı ve imâma iktidâsı sahih olur ise, bizimde Seyyid ûl Mürselin (s.a.v) Efendimiz hazretlerine iktidâsı yakinimiz olan mübelliğe iktîdâmız ile aynı Rasülullah (s.a.v) Hazretlerine iktida etmiş olduğumuz bilâ-şey ve lâ-şektir. Resulullah (s.a.v)
218
Efendimize iktidâsı olmayan bir kimse isterse allâme-i asr olsun onun tebligâtı ile amel câiz olmadığı iktîdâ edeceği imâmın yüzünü görse ve sadâsını işitmiş olsa bile işâretler ile iktidâsı rûku ve secde eylemiş olsa istidâdı mübelliğ isabet etmiş olsun yine iktidası sahîh olmadığı gibi namazıda fâsid olacağı ahkâm-ı Kur’aniyyedendir. Zirâ bir küp dolusu bâlı bir dirhem şarâp murdâr eder. Burası ma’lûmun
ve bundan sonra şurasını arz ve beyân edeyim ki,
Cenâb-ı Seyyîd’ül Mürselin (s.a.v) Hazretleri hicret eylediği esnâda Hz. Sıdık-i Ekber (r.a) mağaranın haricinde kûffârın seslerini işittiğinde havf-î târî olmasını Sallallahû Teâlâ Aleyhivesellem Hazretleri ma’mûr eylemiş, havf eyleme, Cenâbı Allah bizimle beraberdir, deyip kalb-i şerifleine tevecûhle zîkr-i kalbiyi ta’lim eylediğinde, hâl-i istiğrâkı istidâd edip târî olan havf zâil olduğu cihetle bu cihetle zîkir eylemen mûsa ileyh ve ondan bir âyetle teselsülen gelen sâlikâna usûl ve tarikat oldu. Ve bu tarikât Sıddik’a ve Ondan Selmân-i Fârisi ve ondan Kâsım îlan Muhammed ibn Ebu Bekr Sıddıka ve ondan Ca’fer Sâdık Hazretlerine ve bundan sonra bir gün Hz. Ali Kerremallahü veche (r.a) Hazretleri Cenâb-ı Seyyüd-ülkevneyn (s.a.v) Hazretlerinden bi’l-cümle tariktan âhîreye bana bir tarîk telkin buyur diye ihtimâsı ve ilticâ eylemesine mebnî Cenâb-ı Seyyîd’ül-Kevneyn (s.a.v) Hazretleri veche muntazır oldu. Ve Cenâb-ı Cibril-i Emin saâdetle nûzûl edip cehren kelime-i tevhidi Efendimize ve Efendimiz (s.a.v) dahi Hz. Îmâm Ali’ye husûsî ve bî’l-cümle ashâba umûmî olarak cehren telkîn ve ta’lîm buyurdular. Sonra Sıddık-ı Ekber’in irtihâl-i dâr-i beka buyurduğunda Hz. Ömer Efendimiz kendi tarikını nefsinde îcrâ ve diğer tâlib olanlara Hz. Sıddık’in tarikını telkin eyledikleri gibi Hz. Osman (r.a) Hazretleri (59) Ömer’e ittîbâen kendi tarîkını nefsinde îcrâ ve tâlibleri Hz. Sıddık’în tarîkına delâlet eyledîler. Nihâyet Hz. Ali Kerremallahü veche hazretlerine gelindiğinde de kendisine telkin olunan zikr-i cehriyi bi-vechi ile telkîn olduğu ve Sıddîki Ekber’in tarîki olan zîkr-i kalbî dahi devren geldiği cihetle her ikisini dahi cem’ ederek kalb ve ma-lisân-ı zîkr ve halkı dahi o yolda zîkr-i lîsâni ile kalb-i zîkr eylemeye terğib ve delâlet eylediler. Ve bu tarîkat dahi Hz. Ali ve İmâm Hasan ve Îmâm Hüseyin ve İmam Zeynel ağabeydin ve Muhammed Bakır ve Cafer Sâdık Hazretlerine yeden bî-yedin teslim ve İmamı Alide cemi’ olduğu gibi Îmâm-ı Caferde dahi Sıdık-i Ekberle Îmâm-ı Ali’nin tariki cem’ olmuştur. Bundan başka olarak Îmam Aliden, Hasan Basri ondan
219
Habîb-i Acemi ve ondan Davud-ı Tâi ve ondan Maruf-u Kerhî ve ondan Serr-i Sakatî ve ondan Cûneyd-i Bağdâdî ve ondan Ebu Ali Ruzbârî ve ondan Ebu Ali Kâtip ve ondan Ebu Osmân Mezcî ve ondan Ebu Hasani’l-Harakâni ve ondan Ebu Kâsım Cürcâni ve ondan Ebu Ali Farmedî Hazretlerine ve yine Îmâm Caferden ruhaniyetle Beyâzid Bistâmi ve onun ruhaniyetinden Ebu Haseni’l Harakanî ve ondan yine Ebu Ali Fârmedi Hazretlerine intikâl ve şu üç koldan gelen tarik-i aliye Ebu Ali Fârmedi Hazretlerinde cemi’ olup Ebu Ali Fâmedi Hazretleri dahi Ebu’l Kâsım Cürcâni Hazretlerinin hem damadı ve hem de kâîm makamı olmuştur. Îşte cümle tarîkat-ı âliyenin silsilesi dahi bu minvâl üzere Hazreti Sıddik ve Hz. Ali (r.a) vasıtalarıyla gelip ve bunların her birilerinin halifeleri çok olup her biri bir bîlade dağılarak halkı tarik-i müstakime davet zaman ve mekân ve mecâlis ve adamların istidâdına göre telkin-i zikr eylemişlerde o sebeple bir çok tarik teşkil eylemiştir. Bu sûretle tarik ne kadar müteaddid olur ise olsun ve hangi esmâ ile zikr ederse eylesin Allah’ın esmâsı olduğu hakikatle
bir bu
hakikatle (Kullû tarikûn vâhidun) Zîrâ bir olduğu yalnız bidat ve tabîat ve hevâ ve nasrâniyetlerden îctinâb eylemekle elzemdir. Zirâ tarîkat aynen şeriat ve şeriat aynen tarikattır. Hiçbirisi diğerinin emrini nehy eylemez ve nehyini emreylemez. Yalnız tarîkat şeraitte sadâkattir. Şeraitte sadâkati emreder. Bu husûsla bunları ayrı gören kendini ayırmıştır. Vesselam. Bundan sonra zaman ve mekan ve meclisin istîdâdı ve insanların kabiliyetleri vechiyle telkin-i esmâ eylemekte olduklarını bâlâde arz eylemiştim. Evvelen halkın istidâdını beyân edeyim. Malûmunuz ki insânlar anâsır-ı erbaayı su, toprak, âteş, havâdan mürekkep olduğu mûnasebetle bu anâsır-ı erbânın her birini ikişer esmâ ile tazyîn eylemişler ve tabiat erbaadan mürekkeb ki şeytâniyn ve hayvâniyyet ve melekiyyet ve âdemiyetle mürekkeb olduğundan ve bu tabiâtın her birisini dahi ikişer esmâ ile tezyin eylemiştir. Ve yedi tabaka nefs ile mübtelâ, nefs-i emâre ve levvâme, mülhime, mutmaine, râdıye, mardıye ve sâfiyedir. Ve bunların her birini birer esmâ ile tezyin eylemiştir. Ve bu cism-i insânı yedi tabaka üzerine bînâ edîlmiş, onlarda kalb ve ser ve hafî ve ihfâ rûh ve nefs ve (küll) demekle yedi letâife taksim olunup bunlarıda her bir letâife malûm olmaktadır. (Allah) îsmini nefsin ve o nefsin nazarla aldığı ders miktarı tesbihini çevirmekle terbiye eylemişler. Ve bunların birincisini tabii ve anâsırı ve nefsânî ve cismâni demekle dört aded tarik
220
teşkil eylemiştir. Şimdi bu dört tarîkat-ı âliyede menfaatiniz çok isede tehlikeden sâlim olmadığını bir misâl ile teşmil edeceğim. Ammâ bir adam kendi mezhebini tarif ve tavsif etmekle diğer mezhepleri zemm etmiş zannedîlmez, değimli. Hâşâ zemmedilmiş olsun zîrâ erbâbı çoktur. Ve o yollarında çok evliyâullah gelmiştir. Söyleyeceğim sözleri akıl bardağında durult ve fikir perdesiyle söz ve fehm ve îdrâk bardaklarıyla iç Azizim. Dervişlerden bir derviş bir ejderha deliğine gelir o hayvanın kendisine
murâd eder. Esmâ-i ilahiyeden bir esmâya devam eyler
o esnada o bi-çâre hayvan deliğinde o adama lîsân-ı hâl ile; Ey bi-çâre senin okuduğun esmâ, esmâ-i sübhâniden bir isimdir ki rızâ-i subhânisini istimsâl, içinde sana yemmiş olunmuş bir nokta mevcud gibidir. Sen o noktayı
ile
esmâyî ve hemde sen seni ve vaktini zâyi’ ediyorsun. Şu sûretle şeytân seni teshîrle izlâl eylediğinde hayrın yoktur. Aha ben teslim oldum tebden faide olacaktır der ve çıkar ve dervişe teslim olur. Ve dervişde bir kemâle eriştim zannıyla dalâlete dûçâr olur. Îşte bu hikâyenin mefâhetinden keyfiyet-i münfehim olacağı vechiyle bâlâde arz olunan tabaka-i erbaanın birisinde olan tehlikenin tafsîli diğerlerine dahi kâfi olduğu cihetle yalnız letâif üzerine sülük eden sâlikânın bu yolda uğrayacakları tehlikeleri îzâh etmekle iktifâ edeceğim. Evvelen şurası malûmundur ki, bu yolda sâlike üç bin ve yahut beş bin ism-i celâl verip o isim lafza-i celâli sol memenin iki parmak altında olan kalbe nefsin ile ve şeyhinin dahi kalbini kendi kalbine mukâbil tut. Yani şeyhini sağ taraftan getirip iki kaşının ortasından kalbine nâzır olduğuna kıyâsla tesbihini beşbin yahut üç bin defa döndür diye telkin ederler. Bunda o sâlik devam ettiği esmâyı kalbim açılsın ikinci letâife geçeyim muradıyla devam eder. Ve kalbinden geçirerek size vardığında bir derece terfi eyledim zanneder ise semm-i katldir. Sâlikin helâkına bâdi olunur. Ve diğer letâifte bunun gibidir. Bununla beraber bu tariklerde sâlikin be-heme-hâl mürşidinin huzurunda olması lazımdır ki, bu mehâlikten muhâfaza ve letâiften geçip ve yahut
zamanı geldiğinde (60) o
muameleden geçirmek ve diğer letâifi ve esmâyı göstermek şeyhine aittir. Sâlik kendi kendisene geçemez. Bundan sonra mektubun bâlâsında insana evvelen tevhid lazımdır, demiştim. Allahı bilmekle ve tevhid eylemekle nefsini bilmek mütevakkıftır. Bu da malumunuz olan hadis-i meşhur ile sâbittir. Nefsini bilmekte Cenâb-ı Vâhib ül-Atâya
zât-ı ilahiyesine ayât ve alemde ve
221
husûsîyle bu insanlarda olan bu cism-i zâhiriyyede însanlarda olan rûhu eylemiştir ki, o ruhun keyfiyyeti nâ-malûmdur. Ve vûcudu cismiyle malûm olduğu gibi zât ve sıfât-ı sûbhaniyesi dahi bilinmekten münezzehtir. Bu âlemin vücuduyla malûm olmuştur. Misalen bu cism-i insâni ruhu mürekkeb olmak üzere Cenâb-ı Vâhib-ülAtâyâ Hazretleri tarafından halk olunduğunda cemâdât gibi bir şey idi. Ruha fermân buyurulupta rûhu cesede tecelli eylediğinde gözde görmek, kulakta işitmek ve lisânda söylemek ve’l-hâsıl her bir azâda bir rehâset ve fazilet zûhur ettiğinde bu azâ-i münferidenin her birisi kendiliğinde zûhur eden faziletle diğerine tefâhür eylemeye başlayınca ruh gayrete gelip; ey bi-çâreler sizlerde zûhur eden faziletin cümleside benim size tecellim iktizâsındandır. Tecelli eylemiş olmayaydım cümlenizde lâ-şey olursunuz dediğinde gayret-i sübhâni zûhur edip; ey rûh ve cesed her ikiniz dahi benim halk ve icâd ve eltâf-ı sübhâniyemin terkibinden hûsüle gelmiş o lütf-ü sübhâniyemin her anda inzîmâmıyla mevcudsunuz. Yolunda sâdır olan fermân-ı sübhâniyi işittikleri anda cümleside secde-i şükre kapanıp ve bunu bildikleri ve şükren li’lah secde eyledikleri dahi diğer bir niam-ı ilahiye olduğu cihetle şükr-ü sübhâniden dahi aczlerini itirafla bâb-ı emâne sarılmışlardır. İşte alemde nihâyet cihetle ve sülukte nihâyette yokluğunu itiraf eylemen budur. Şu sürette ruhu zâhirdir ki, bir insân ve hayvanda yemek ve içmek ve görmek ve sâir bunun mümâsîli hâlât var. Mutlaka ruhu vardık ki zâhirdir ve bâtındır ki ruhun keyfiyeti ve zâti bilinmez bâtındır. İşte bunun gibi her mevcut zâtını müşâhede olunur ve olunmaz ilmiyle bilinmez Hâliki Cenâb-ı Allahtır ki zâhirdir ve zât-i sübhânisi bilinmekten münezzehtir ki bâtındır. İşte bu cihetle Cenâb-ı Hâlik-i Mevcudât Hazretleri her şeyi yoktan halk eyledi ve alemi sana hâdim eyledi ve seni emrine imtisâl ve nehyinde îctinâbla mâmür eyledi. Ve sana kast ile niyetten îbâret irâde-i cüziyyeyi ihsân eyledi. Niyet etmekle kastı ve kastın sebebiyle kast eylediğin şeyin halk ve işlemekle kuvvet ve kudret verdi. Ve sana da lazım olan ezelden senin için halk olunanları bırakıpta hemen o Hâlik-i Lem Yezel Hazretlerinin rızası için îbâdet ve işte maksat yine Allaha ve rızâullah için edip ve buna muvaffakıyyetini ihsânı-ı ilahi olduğunu hâl edinerek müflis olarak cisminin ruhuna inkıyâdı gibi her hâlinde Cenâb-ı Allah a teslim olmak lâzımdır. Cenâb-ı Allahın emrini ve nehyini bilmekle ve bu yolda ibâdet ve teslim olacağını ve tevhidini öğrenmekle vesili de
222
Cenâb-ı Seyyid-ül-Kevneyn Sallallahü Teâlâ Aleyhi vesellem Efendimize imân ve ikrarla ibâdette ve hâlât ve harekâtta ittibâ’ etmeye muvaffak olduğu bâ-lâde mestûr âyât-ı Kur’aniyye ve daha bir çok âyâtla fermân-i ilahî olduğu bildirilmiştir. Cenâb-ı Seyyid’ül-Kevneyn Sallallahü Teâlâ Aleyhi vesellem Hazretlerinin zâhir ibâdetleri malûm olduğundan ittibâi kolay ve mümkündür. Ammâ hâlât-ı maneviyeleri bizim gibi acizlerin malûmu olmadığından zâhiren ittibaıyla Cenâb-ı Vâhib-ûl-Atâya Hazretlerin’den taleb ve ilticâ olunacak. İşte o hâlât olduğunu (ihdines’sıratel-müstakim sırate’llezine en-amte aleyhim) âyât-i celilesiyle Cenâb-ı Allah fermân buyurmuştur. O sebepten bu ümmet beş vakit namazda bu ayeti evrâd eylemiştir. Şeyhine rabıta ve şeyhinin ruhâniyetlerinden îstimdâd talebî bahsine gelince, diğer tarikatlarda ve husûsiyle tarik-i Nakşibendinin bazı kollarında buda esâs ittihâz edilmiş ise de bu hakikat dahi bilinmekten sâlim değildir. Evet râbıtasız ibâdet olmaz ve olmadığıda Sûre-i Fâtihai Şerifin îbtîdâsından nihâyetine kadar mülâhaza ve manâsı
edilir
ise münfehim olacağı gibi, Süre-i Sâd’ın ikinci sahifesinde ve ikinci âyâtında da keyfiyeti beyân edîlmiştir. Bir cemaâtın büyük câmi-i şerifte cemaâtle namaz kıldıklarını göz önüne getirir isen aynen müşâhede eylersin. Misâlen arkanda durdukları vakit hatib olan zât Beytullah’a dönmüş olduğu ve arkası cemaâtte olduğu hâlde hutbeye başlar ve cemâat dahi arkasında ve her bir cemâatın delîli önüne hatibde ve delillerde bâb-ı emâni sübhânide ve cemâat dahi bunlara iktîdâ ederek cümleside bâb-ı emâni sübhâniye sarılmış olduğunu tefekkür eyler isen, râbıtanın dahi keyfiyyetinî hem malûm ve hem de bu usûl üzere olan râbıta tahsilinden sâlim olduğunu müşâhede eylersin. Zirâ Vâcib’ûl Vücud Hazretelrinin zât-ı ilahiyesi tefekkürden memnûdur. Azizim bundan sonra zikir bahsine gelince; Abdûlhâlik Gücdüvani Hazretleri Tarikat-i Nakşibendiyede (61) ser-halkadır. Şeyhimiz bulunan Yusuf Hemedâni Hazretlerinden bir gün îltimâs ederler ki; yâ şeyh ben cehren zikr edersem halk, kalben zikr edersem melâîke ve şeytân ve nefâsî vâkıf olur. Ben zîkr eylemek isterim ki, Allah’tan başka kimse vâkıf olmasın. Lütfen tarif buyur diye ircâ eylediğimde, müşarûn-ileyh dahi o ilmi taleb eylediğin zîkir, zikr-i hafidir. Oda ilm-i ledûnnîdir. Zamanı gelip ona istidâd kesb eylediğinde sahibi telkin buyurur buyurmuşlardı. Bunun üzerine günlerden bir gün Hızır Aleyhisselam zuhûr edip, Abdülhâlîk Hazretlerini bir havuza daldırıp, işte
223
bu hâlde zîkreyle diye fermân buyurdu. Îşte bundan iki mezheb ayrıldı, bu mezheblerden
içerisinde gözlerini yumar ve nefsini habseyler kalbiyle
zikreyler. Îşte zikr-i hafi budur dediler.
Bunlara cevaben bu
dediğiniz usûl ilm-i ledûn değildir, dîl ile nefs-i lisân ile tarif olunur, bir ilimdir ve hususûyle Abdülhâlik Hazretleri bu usûle şeytân ve sâirlerin vâkıf olacağını beyân etmiştir. Bu yolda cevab verdiklerinde yâ nasıl zikir eylemeli ki zikr-i hafi eylemiş olsun diye suâl eylediklerinde; bir sâlik ne zaman gönlünü kûdûrât-ı mâsivâdan tathir eyler, aşk-ı sûbhâni ile cîlalandırır mâ-meleki tamamen mâlik olmaya teslim eyler ve kendisinin ve mâ’sivâda kendinin olarak bir vücut bulamaz. Hz. Halilullah’ın nâr-ı nemruda atıldığında, Hz. Cebraîl Aleyhisselamın hâcetin varmı
taleb eyle yolundaki tenbihâtına cevaben; yâ Cebrâîl kulun
Hâlîkına karşı ne talebi olur ki, bende benim bildiğim mülkte mâlik Cenâb-ı Allah olduğu gibi ateştede bizzât ihrâk eyleme kuvveti yoktur. Ondada o istidâdı halk eden Hâliktir. Eğer rızâsı beni ihrâk eylemekte ise, matlubum ve murâdım rızâsıdır. Eğer yakmaya murâd eylemez ise, ateşin elinde bir şey yoktur. Cevâbını verdiğinde Cenâb-ı Hâlik-i Mevcûdat Hazretlerinden (yâ nâr Halîlîm tabiât-ı beşeriyetinden çıktı hakikata kul oldu. Sende tabiat-ı nârından çık berd ve selâm ol.) hîtâbıyla Halîl Rahmânın lütf-û sübhâniye eriştiği gibi sende o vakit zikr-i hâfiye nâil olursun. Yoksa zikr-i sübhâni için bir had ve hudud yoktur. Zîrâ Seyyid’ül-Kevneyn Hazretleri her hâlinde zâkir olduğu cihetle ne sûretle zikir edilir ise muvâffak senindir. Bu husüsun had hûdud tayin edenler ya taassub ve yahut cehâletlerindendir. Evliyâullah ruhaniyetlerinden îstimdâd-ı şeyhe gelince, bu zâtlar gerek hayât ve gerek memâtlarında
bilmezler. Meğer ki Cenâb-ı Allah
bildire. Cenâb-ı Allah’ın emri olmadıkça da şefâat dahi edemez ve hidâyette edemezler. Ve Cenâb-ı Allah’ta, Allahtan başka bazısının bazısını rabb iftihâz edilmemesini bâ-lâde mestûr emsâlini ayât-ı celile ile nehy edîlmiştir. Zîrâ mahlûkta hâlikıyyet sıfâtı yoktur. Ve bu husûsun Hz.Adem Aleyhisselamın mezhebine tâbî’ olmak için Hz. Adem’in tevbesinin kabulü cihetini Kur’an-ı Mûbinde Cenâb-ı Vâhib’ül-Atâyâ Hazretleri bize beyân ve bu beyânatla o mesleğe sûlûkumuzu ayân eylemiştir. Malûm-u aliyenizdir ki, Hz. Adem Aleyhisselam nefsinin zulm ettiğini itirâf ve avf ve mağfiret eylemez isen hâsirinden olurum diye bu
bâb-ı emâne sarılıp Seyyid’ül-
224
Mürselin (s.a.v) ve ehl-i beytini şefî görerek mağfiret olunmasını ilticâ ve Cenâb-ı Allah dahi avf ve mağfiret eylediği cîhetle bizede enbîyâ ve evliyâ hazrâtını şefî ittihâz ederek her bir murâdımızı Cenâb-ı Allahtan taleb eylemek sûnnet olmuştur. Ve bununla beraber enbiyâ ve evliyâ hazerâtının gönülleri Beytullahtır. Nitekim zâhir Beytullahta olanlar emânda olduğu gibi bunların gönüllerine girenlerde emân-ı ilahiyede olacaklarına şekk ve sübhe yoktur. Onun için bunlara bey’at Cenâb-ı Allah’a bey’at olduğu ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i şeriflerle sâbit olmuştur. Îşte o sebebten bu ümmete hûsn-ü zan eyledikleri zevâtın her birisine bir rahmetle hizmet ve bu münasebetle gönüllerine girmişler o sebeple de iki cihân murâdına nâil oldukları çeşm-i basiretle görülmekte olduğu gibi Hz. Pîr Nakşibendi Hazretleri ben evlad-ı Azîzânım, her kim bana Allah için hizmet eder ise, ind-Allahta azîz olur. Yolundaki fermân-ı mürşidâna sözle sâbit ve hakiktatta hâdimleri olmuştur. Ve buna daha büyük burhân talebinde bulunanlar Sûre-i Kehfte Kıtmire baksınlar. Bizim silsilemiz Ben-i Îsrâil enbiyâsından ve onun ümmetlerinin evliyâsıda Ashâb-ı Kehften ve ümmetleride Kıtmirden küçük değildir. Bu bâbda bize lazım olan varlık gemisini şirkest eyleyerek yol üzerinde Şeytân gibi zâlim vardır. Ve hevânı küçük iken katleyle ki Cenâb-ı Allah hevânızı mabûd ittîhâz eylemeyin, buyurduğu cihetle bu da insanı mûrted eder. Ve Cenâb-ı Allah tarafından enâm olunan kemâlât ve mağrifet ve ibadât ve sâire hazineleri üzerinde olan duvarı dahi gün be gün imâr eyle ki, sonra hazine meydana çıkar ise muhafazası mûşkil olur. Zîrâ kuvvet ve kudret varlık ve ibadât ve keşf ve kerâmât ve ilim ve kemâlâtın cümleside seninle fâni olur gider. Ancak bunlar ile ind-i sübhânide kazandığın meziyet seninle bâkî kalır. İşte tarikimiz Tarik-i Nakşibendiyeyi Üveysidir ki, Tarik-i Hâlil ve Resulullahtır. Verdiğimiz hüküm Kur’andır ve kitab’ulllahtır. Ve usûlûmûz dahi bi’l-cümle bâtıldan yüz döndürüp hemen Hâlik-i Mevcudât ve zerrât-ı
muhlukât ve alem-i sırr ve’l hafâya
Hazretlerine teveccühle şirkten berî yani îctinâb edip ibâdât ve taâtımızı Allaha eder murâdımızı fazl-ı sübhâniyesineden taleb ve kulluğunda da noksanımızı itirâf ile müflis olarak bâb-ı emân-ı sübhâniyeye sarılarak bizde
yoktur.
Maksadımız abdiyyet ve ubûdiyyet yani kul olmaktadır. Ve dersimize gelince; onu dahi (62) pîrân ve ulemânın ittifâkı üzere (Allahû lâ ilâhe îlla hûve’lHayyul’Kayyum) esmâları îsm-i azâmdır. Îşte bu ayet-i celîleden esmâları yani
225
dersimizi tertib eylemişlerdir. (Lâ ilahe illa-Allah) var (Allah) var (Hü) var (Hayyu’l-Kayyum) var. O sebeple başka esmâya geçmeye hâcet yoktur. Ve terbiyemiz dahi hücre-i risâlet-penâh (s.a.v) de Cenâb-ı Rabb’ül-Aleminedir. O sebeple bu tarikatta başka şeyhe gidipte tecdide hâcet yoktur. Ve bir esmâdan diğer esmâya ve bir makâmdan diğer makâma geçmeyede hâcet yoktur. Hemen kullukta noksanını itirâf ve mûflis olarak bâb-ı emâna sarılıp Allah’a imân ve tevhid ve Resulullaha Îmân ve evliyâlara înânıp ittibâ ve bunları şefî’ görüp kusurunun avfını fazl-ı ilahiden taleb eylemektir. Vesselâm el-ârif yekfi îcâb eyledikçe de tafsîli yazılır. 11 Muharrem
Mektup 27: Hacı Tevfik Efendi’ye (63) Nûr-i Dîdem Sûrur-u Sinem Rîf’âtlû Oğlum Hacı Tevfik Efendi Kemâl-i iştiyakla âfiyet haberlerinize intizâr eylemekte iken hamden lî’llahi Teâla 2 Ağustos 1927 tarihli mektubunuzu iki gün evvel 11 Ağustos 1927 târihli mektuplarınızıda daha târihinden bir gün evvelki yani Çarşamba gûnü aldım. Bedriye Hânımın âfiyette olduğunu Receb Ağânın geldiğinde haber aldığım cîhetle şimdiye kadar daha hasta olupta henüz ifakât bulmaya yüz tuttuğunu mektubunuzda gördüğümde derece-i nihâyette memnûn oldum. Cenâb-ı Vâhib’ül-Atâyâ Hazretleri cümle ûmmet-i Muhammed ile beraber cümlenize afiyetler îhsân ve iki cihânda azîz eylesin. Ne çâre usûl-ü dûnyâ böyledir. Aşıklar ne süruruna mesrür ve ne de gamından mazmûm olurlar. Allah cümlemizinde gönlünü kûdûrât-ı masivâdan tathîr ile aşk-ı sübhânisine mûstağrak eylesin. Ve her bir umurumuzuda kendi eltâf-ı sübhaniyesinden tesviye edip ve bizide râzı oluduğu ibâdat ve taât ve zikr-i ilahiyesiyle meşgul eylesin. Ve kable’l-mevt günahlarımızı dahi avf ve mağfiret edip râzı olduğu kullarının kapısında Ashâb-ı Kehfin Kıtmîri gibi Kıtmirliğe kabûl buyursun. Amin. Benim Cânım îşte bu devlete nâîl olmanın çaresi nedir diye suâl eyler isen, ber-veche zir söyleyeceğim sözler île müttezih olup o yolda amel eylemek lazımdır. Zîrâ pederlerin evlâdına hediyeleri nasihattan başka bir şey olmadığı ve insân olana nasihattan büyük hediye olmadığını müstağni arz-ı beyândır. Cenâb-ı Hâlik-i Mevcudât ve râzık-ı mahlukât cûmlemizede belleyip mûcibince amel eylemek nasib eyleye âmin. Benim cânım evvelâ malûmunuz olsun ki; Cenâb-ı Mevlâ (yâ eyyûhellezine
226
âmenûv ittekullahe vebteğuv îleyhe’l-vesilete ve câhiduv fî-sebîlihi leallekûm tuflihûvn) ayet-i Kerimesinde olan emre imtisâl ve cihân-ı fâniyenin aşk sevdasıyla îştikâldan hâlâse ve âlem-i vahdete muharrik nâîl etmek maksadında olanlara bir velî-i kâmil ve mürşid-i mükemmelî vesile ittihâz eylemeye mûtevakkıf olduğunu fermân buyurmuştur. Ama her şeyhim diye lâf vuranlara da aldanıp da yoldan kalmakta lazım değildir. O mürşid nasıl olmalı denilirse; Ahkâm-ı şer’î-şerif bîldirdiklerinin mûserrahidir. Cemaâtle namaz kılmayı gözünün önüne âl, îmâm efendi namazda iken abdesini hasbe’l-kazâ bozulsa kendisine iktidâ edenlerden birisi ümmî yani okuması olmasa böyle namazı edâ edecek kadar iktîdârı olanlardan birisini îstihlâf eder ve imâmeti o âdama teslim eder. O müstahlef asıl îmâmın yerine kâim olarak îmâmeti edâ ile cemaâtın namazını itmâm eder. O hâlde mûstahlefin de eski yani evvelki imama iktidâ edenlerinde namazı tamam olur. İmâm-ı sâbık diğerini istihlâf etmediği sûrette arkasında bulunan yani iktidâ eden cemâtın dahi umûmu hepsi alim olsalar bîle kendi kedilerine kendi başlarına istihlaf edemezler ve cümleside namazlarını iâde ve yeniden bir imâma muhtaç oldukları gibi cemaâte îmâm olan zât namazının erkânından bir
rûknûnde ve yahut cehren kırâat olunan namazda kıraâtında
yanılmış olsa yine o îmâma îktidâ edenlerden birisi feth eder ve imâmda o fâtihin fethiyle yanlışını düzeltir ise, fâtihinde ve îmâmın da ve cemaâtında namazları sahih olur. Ama îmâma îktidâ eylememiş ve yahıut o imamın haricinde diğer bir imamın arkasında namaz kılan bir adamın fethiyle yanılmış olan imam namazı düzeltecek olursa o îmâmında ve îktidâ eden cemâatında namazı fâsid olur, cûmlesinin de iâde eylemesi lazımdır. Ve yine bunu müeyyed, bakmazmısın kîzb ile marûf ve yahût diğer bir ayıb ile marûf olan bir âdamın rivâyet eylemekte olduğu hâdis-i şerifi bile mütehâddisîn kabûl buyurmuyorlar değilmi. Ve bir de şurası malûmun olsun ki, Seyyid’ül-Kevneyn (s.a.v) Efendimiz küffâr-ı Kureyşin huzurlarında kıraât-ı Kur’an eylediği esnâda şeytânın mûşriklerin kulaklarına efkâr-ı akaidlerine muvaffak vesvese îlkâ eylemesi (64) üzerine cümle kûffâr o Seyyîd ûl- Kevneyn (s.a.v) Efendimizle beraber secde eyledilerse de o secdede muvaffâk itikâd ve manada muhâlif olduklarından hîç bir fâide-i müfid olmadı. Ve bununla beraber bir kavim cemaâtle kılınan namazda
safta bulunan yani
göremediği ve sadâsını îşitmediği bir imama iktidâ ederse de mutlaka imamın
227
sadâsını işitipte kendisini agâh edecek o îmâma îktidâ etmiş bir mübelliğe muhtaç ve o mübelliğin tebliğiyle rûku’ ve kıyâm ve secde eder namazı îkmâl eder. Ve namazı da tamam ve sahih olur. Ama o imâma iktîdâ etmemiş ve bir köşede kendi oturmuş ve kendi hâliyle meşgul olan bir adamın îşâretiyle rûku’ ve yahut secdeye varmış olsa, her ne kadar o îşâret eden adam tebliğinde îsabet eylemiş olsa bile……………bulunup îmâmın sadâsını îşîtmeyerek namaz kılan adam onun sözleriyle amel ve hareketle rûku’ ve secde etmiş ola, namazının fâsid olduğu mûnfehim olup bu vechle vesîle ittîhâz olunacak zâtta hâlen ve itikâden ve amelen Cenâb-ı Seyyid-ûl-Kevneyn (s.a.v) Efendimize iktidâ eylemiş bir îmâma iktidâ etmiş ve îmâm tarafından istihlâf olunmuş bir zât-ı mûkerrem olmak lazımdır. Yoksa îmâma iktidâsı olmayan ve kendi kendisini istihlâf eyleyen bir kimse her ne kadar âlim ve fâzıl olsa da îktidâsı câiz olmadığı azherü min-eş-şemsdir. İşte şu maruzâtımı müstemî kâbîl ve makbul
sana îtâ buyurulan şerefi hilkatı
însâniyenin kadir kıymetini bil. Bu fırsat bir daha ele gelir kıyasında olmayıp, fırsatı fevt eyleme. Bu vakit vakt-i safâdır. Çok vakit olur ki cîhân âfât ile dolar, işte bu ebyâtın mefhumunu düşün varlıklı ve mâlik olduğu hayat ve sağlık ve mâl her neyin varsa Allah ve rızâullah için kazan ve o yolda sarf ve ifnâ eyle ve sırât-ı mûstakim üzerinde sâbît ve mûkîm olup, tahallukûv bi-ahlâk-ı Allah zâtını muttasıf kıl. (Efemen şereha Allahû sadrahû li’l-islâmi fe-hûve alâ nûrin mîn rabbih) terbiyesiyle kalbini mahal-i nûr ve îmân edip vatan-ı asliyeye ricat kıl ve bununla
aşka
girip
ateş-i
cezbede
yan
yakıl
eyvâh
eyvâh
devletlere kî ezel ve ebed pâdişahının layık hazreti ve şâyeste-i emir hîlâfeti iken tabiatta kalıp ve nâr-ı şehvet necâset-i âlûd ile yanıp merdûd ola. Ey kurret-ûl-alyn bedr, âlem-i dûnyada birkaç günlük ubûdiyyet ile husûle gelen devlet-i sermediyi şems nefs-i emmâreye satmak ve kazâi vesia nûrî dâr-ı mazîk-i garûre tebdil etmek hiç ticâret odlumu? Hâşâ ticâret değîl bîlki hüsrân-ı dünya ve âhirettir. Kemâ kâle Allahü Teâlâ (Ûlâike ellezîne eşterevü’l dalâlete bî’l-hûdâ fe-mâ rabihat ticâretûhûm ve mâ kânûv muhtedin) o aceb ve izzit budur ki, dem be dem dâî’ lûtf-û keremi seni niama davet eder. Sen ise kulak tutmayıp tesâmûm ederek ve nefis nefs-i cemâli ezel sana hüsn-ü zîbâsını arz eder. Sen ise gözlerini kapayıp teâmî kalıyorsun. Ve lezzât-i zikr-i hakiki dâhîl dehânın olayım dedikçe yüzün dönüp fîrâr edersin ve lezzât-ı fâniye ardınca ömrünü fâni edersin. Ve huzur-u
228
Sübhâniyeye varacağını aklına getirmezsin. Ey nefsi kem-râh zaman ihtiyâr-ı izzetinde îken eğer bu rûz-efrûz fırsata derkân olmadın ise şu dem ki dest-i celâlet (ve’l-emrû yevmeîzin lil’lahi) ihtiyârını elden alıp ve kuvvet kudretini vechkârdan refî edip izzet-i kibriyâdan (lî-men’il-mûlkü el-yevme lîllahi’l-vâhidi’lkâhhâr) nidâsını edip (…………….) nîdâsı zûhura geldiğinde ama sana kim fâide verip âh nefsi câhil netice bu gaflet ama gözün açıp (yâ eyyühellezine âmenûv enfîkûv mim-mâ rezeknâkûm min kabli en ye’tiye yevme lâ beyûn fiyh ve-lâ hulletûn ve-lâ şefaâtün) vâdine kulak tutsan olmazmı. Ve ey nefis…….mûnâdisi bir saat ve bir dakika tergib ve terhibden hâlî olmaz. Şimdi benim cânım dünyâyı bî-tâîl huzuzât-ı acile ve hayâlât-ı bâtilede (65) ve Îblîs dahi hamr âmali ve bunun âmâliyeye efsûs gurur ve gaflet ve dâr-ı vesvesedir. İlkâ edip halkım nefse işrâb ettiler sonra
tamam ve sa’y-i ihtimâm etmekte olduğunu
Cenâb-ı Hâlik-i Mevcudât Hazretleri nice ayât-ı Kur’aniyye ile bize duyurmuştur. Sende o Îblisin ellerinden o hamr-ı murdarı içmeyip (ve lâ temiddûnne ayneyke ilâ mâ mettana bihi ezvacen minhûm zehretûl hayatû’d-dünya lineftinehûm fiyhi ve rızku rabbike hayrun ve ebkâ) ayât-ı Kerimesinde olan fermân-ı Hüdâya itâat edip ve Resul Aleyhisselamın emr-i şerifleri olan (Kûn fî’d-dûnyâ kâneke garibun ev âbir sebiyle va’de nefsike min eshabi’l-kubuvr) nasihatiyle âmil ol. Ey nefsi nedâmiye edersen şu dünyânın evveli turâb âhiri harabdır. Ve hâlâlî hesâb ve harâmı azâb olacak Subhanehû ve Teâlâ Hazretlerinin kelâm-ı şerifinde misâl-i dünyayı nice beyân etmiştir. Îz’ân kıl kâle Allahû Teâlâ
(Înnemâ meselü’l
hayatû’d-dünya ke-mâin enzelnâhü min es-semâi fahtelete bihi nebâtû-l ardı mimmâ ye’kulu’n nâsu ve’l-enâme. Hattâ îzâ ahazeti’l-ardı zuhrufehâ vezzeyyenet ve zanne ehlühâ ennehûm gâdiruvne aleyhâ âtahâ emrunâ leylen ev nehâren fe-cealnehâ hasîden keen lem tağne bi’l-emsi. Ke-zâlike nufassîlû’l-ayâti lî-kavmin yetefekkeruvn.) İmdi benim rûhum hâviye-i amikıye dünyâdan evkât-ı esire melekût hablullahtan gayrıyla erişmek olmaz. Kemâ kâle Allahü teâlâ (Vağtesimuv bi-hablîllahi cemiân) ve sünnet-i resulullah (s.a.v) e mütâbaattan gayrıyla zulumât hevâcesinden halâsa müyesser olmaz. Kemâ kâle Allahû Teâlâ (le-kâd kâne lekûm fi resulillahi usvetün hasenetün) ve Cenâb-ı Vahib’ül Atâyâ Hazretleri her-bâr sana tarik-i necâtı fermân buyurmaktadır. Kemâ kâle Allahü Teâlâ (Yâ eyyühellezine amenûv ittekullahe hakka tukatehû ve lâ temûtenne illâ
229
ve entüm muslimuvn). Îbn Mesud (r.a) Hazretlerinden Hak Teâlâ suâl olunduğunda Cenâb-ı Mevlâya yani emr-i ilahiyesine itâat edip, isyandan îctinâb etmek ve nîam-ı sübhâniyesine şükr edip şükründen îstikbâr etmemek ve Cenâb-ı Hâlıki her bir hâl ve her anda zîkr edip nisyân etmemektir buyurmuştur. Ve bazı ârifin dahi Hak takva Cenâb-ı Hâlik-ı mevcudât Hazretlerinin emr-i ilâhiyesine itâat ve nevâhiyesinden ictinâb ve Cenâb-ı Seyyîd’ül-Kevneyn Hazretlerine mûtâbaatla îbâdet edip ve bunun mukâbilinde tevki mükafâttan tâatini tathîr eylemektir buyurmuşlar. Şimdi benim cânımın cânı bu cümle malûmun olduktan sonra, sana nasihatım o dur ki; nûr-u nübüvvet uzamıştır, bidat ve delâlet ehli çoğalmıştır. Însan sûretlerinde görünen şeytânlardan cin şeytanları bile fîrâr edecek dereceye kadar geldi. Her bir hâlimizde Allaha sığındık, Allah muhâfaza eyleye âmin. Benim canım adette bîdat lâ-bese isede mehmâ îmkân terki lazım amâ îbâdette bîdat delâlet ve itikatta bîdat ise küfürdür. Bunda şüphe ve şekk yoktur. İşte zamanımız öyle bir zaman ki itikâdât ve ibâdetlere bidat karışmıştır. Bunun çaresi sâdıkları arayıp bulup ve onlar ile sohbet ederek ibâdet ve itikâdını Ehl-i Sünnet îbâdet ve itikâdına tatbik eylemek lazımdır. Zirâ ehl-i hevâ ve bîdat göklerde dahi uçsa ve deryâda yürüse ve ol dediği farz-ı mahal olarak olmuş olsa ve diril dediği dirîlse înânmamalıdır. Elimizde senedimiz kitap, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahadır. Bunun gayrısı delâlettir. İş böyle olunca evvelâ malûmun olsun ki zîkr-i sübhâni için hiçbir had ve hudud yoktur. Nûn u inkâr edenler cehâlet veyâ taassilerdir. Zirâ Cenâb-ı Seyyid’ûl mevcudât Hazretlerinin her bir hâlinde hâl ve zamanın iktizâsına göre zâkir olduğu kitap ve sünnetle sâbit olmuş ve bunun inkârı gayrı câizdir. Bu sûretle ehl-i zikir mâdem ki Allah ı zikr ediyor ne sürettle zikr ederse zâkirdir ve sünnet-i seniyyeye muvâfıktır. Ancak zâkîrin itikâd ve zikirde maksad ve rızâsına bakılır. Bununla beraber hâlikıyyet ve rûbubiyyet sıfatı Allaha mahsûs olup mahlûkta bu sıfat yoktur. Bu süretle kullara lazım olan paygamberlerine ve Ehl-i sünnet olan ulemâya inanmalı fakat ittibâ’ etmek şartıyla ve bunlara da ittîbâ’ etmeli. Cenâb-ı Mevlâya ibâdet etmek şartıyla ve Cenâb-ı Mevlâya îbâdet etmeli mâsivâyı terk ile maksadı (66) Allah ve rızaullah olmak şartıyla ve enbiyâ ve evliyâyı şefi görüp her bir murâdını Allahtan taleb eylemek şartıyla ve bu ibâdet ve mûtâbaat ve talebini dahi Cenâb-ı Vâhib’ûlAtâyâ Hazretlerinin kerem ve lütf-ü sübhâniyesi olduğunu bilip kendisinde
230
kendinin olarak bir mülk bırakmayıp müflis olarak bâb-ı emâne sarılmak şartıyla ve bunun dahi bir nîam-ı ilâhiye olduğunu şükr-ü sübhâniyeden dahi aczini itirafla kemâl-i hayretle bâb-ı emâne sarılmakla netice-i sûluk olup bunu hâl etmekle sa’y eylemek elzemdir. Mektuplarımı zâyî etme ve bundan böyle göndereceğim mektuplarımıda sakla yek-diğerine rabt eyleyesin, bunmdan böyle daha ziyâde lazımdır. Zîrâ asıl sûlük sohbettir. Halvette şöhret ve şöhrette de afât vardır buyurmuşlar. Vesselâm. Kâdızâde Şeyh Mehmed Halid Sivasî
231