T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI ANKARA
TÜRK TARİHİNDEKİ KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ MENKIBELER
Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları
ANKARA GENELKURMAY BASIMEVİ 2009
ISBN: 978-975-409-531-9 NSN: 7610270450979
Yayın Kurulu Başkanı Hv.Plt.Korg.Abidin ÜNAL
Yayın Kurulu Kur.Alb.İskender ÖZBAY Hv.Öğ.Yb.F.Rezzan ÜNALP Tar.Uzm.Filiz ÖGER Tar.Uzm.Ahmet ÇALIŞKAN Düzelti / Sayfa Düzeni Düz.Uzm.Selma OTÇU Düz.Uzm.İlkay SARIKAYA Kapak Tasarım Ceyhan KURHAN
SUNUŞ Türk tarihi, Türk milletinin bağımsız yaşama tutkusuyla varlığını sürdürmek için yaptığı inanılması güç mücadelelerle doludur. Türk halkının vatan savunmasında ortaya koyduğu üstün cesaret ve fedakârlığının örneklerine her zaman rastlamak mümkün olmuş ve bu konuda Türk milleti en büyük fedakârlığı, onurlu bir mücadele şeklinde Kurtuluş Savaşı sırasında göstermiştir. Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk milleti için bir dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde, “Ordu ve Millete” başlığıyla yayımladığı bildiride: “Bütün kahramanca üstünlüğünü ve yüksek niteliklerini en önemli savaş alanlarında tanıdığım ordumuzun yönetici ve yüksek kumanda kuruluyla fedakâr subaylarına ve kahraman erlerine ve atalarımızdan miras kalan yaradılıştan gelen seçkin özellikler ile kendini gösteren bütün milletin bireylerine sesleniyorum.” diyerek Türk milletini bütün varlığıyla savaşa çağırmıştır. Bu sesleniş; hiç şüphesiz Başkomutan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün milletine duyduğu sonsuz güvenin, sahip olduğu sarsılmaz inancın bir yansımasıydı. “Türk Tarihindeki Kahramanlık Öyküleri - Menkıbeler” adlı eser, 93 Harbi, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Kore Savaşı’na ait kahramanlık öykülerinin derlenip tek bir kitapta toplanmasıyla oluşturulmuştur. Bu eser, aynı zamanda Erzurumlu Kara Fatma (Fatma Seher) gibi muharebelere katılan mücahit Türk kadınlarının ya da Şerife Bacı gibi kağnı kollarında doğa koşullarına yenik düşüp donarak yaşamını yitiren erdemli Anadolu kadınının da ortak öyküsünü gözler önüne sermektedir. Her bir öykü aynı zamanda nice adsız kahramanı da içinde barındırmaktadır. Bu kitap, örnek seviyedeki kahramanlık öykülerini anlatırken söz konusu kahramanlıkların cereyan ettiği savaşlar hakkında çok özet bilgi verilerek hem harp tarihi hakkında genel bir fikir vermekte hem de kahramanlık öyküleri ile askerî değerler sistemine örnekler vermektedir. Bu eserde, millî ve askerî değerlerimize değişik rütbe ve görevlerdeki askerlerimizin ve insanımızın yaşamından tanık olacağız. Bir değerin nasıl kazanıldığını bilmeden onu korumanın mümkün olamayacağı bilinciyle “Türk Tarihindeki Kahramanlık Öyküleri - Menkıbeler” adlı eseri okuyucuların istifadesine sunarken inanıyoruz ki her okuyucu bu eserle geçmişiyle, atalarıyla gururlanmanın ve geleceğe umutla bakmanın fırsatını bir kez daha yakalayacaktır.
Türk milletinin var olma ve bağımsız yaşama mücadelesine adlarını altın harflerle yazdıran fedakâr, mert ve cesur kahramanlarımıza duyulan saygı ve vefa duygusunun bir neticesi olan bu eserde yer alan menkıbelerin derlenip bir araya getirilmesinde büyük emeği geçen başta Tarih Uzmanı Atike KAPTAN ve Tuğba KILIÇ ile eserin oluşturulmasında gayret sarf eden Askerî Tarih Şubesindeki diğer tarihçi arkadaşlara teşekkür ederim. Saygılarımla... Abidin ÜNAL Hv.Plt.Korg. ATASE ve Dent. Başkanı
İÇİNDEKİLER 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı (93 Harbi)......................................
1
Osmanlı - Rus Savaşı’na Ait Kahramanlık Destanları...........................
2
Gözü Pek Bir Denizcimiz: Binbaşı Yörük Ali.........................................
2
İki Kahraman Denizcimiz Burak Reis ve İmamoğlu Ali Bey'in Hikâyesi
4
Trablusgarp Savaşı (1911).................................................................... Balkan Savaşı (1912 - 1913).................................................................
6 6
Birinci Dünya Savaşı (1914 - 1918).......................................................
8
Çanakkale Cephesi (18 Mart 1915).......................................................
10
Çanakkale Savaşı’na Ait Kahramanlık Destanları.................................
14
Baskın...................................................................................................
14
Düşmana Taşla Saldıran Mehmet Çavuş..............................................
16
33’üncü Piyade Alayı.............................................................................
18
47’nci Piyade Alayı................................................................................
18
26’ncı Piyade Alayı................................................................................
19
57’nci Piyade Alayı...............................................................................
19
57’nci Alayın Galiçya’daki Kahramanlıklarına Örnekler.........................
21
Kurmay Yarbay Mustafa Kemal (ATATÜRK) .......................................
22
Binbaşı Mahmut Sabri ve Yahya Çavuş...............................................
24
Er Hafız.................................................................................................
25
Asteğmen Ali Efendi..............................................................................
26
Kınalı Hasan.......................................................................................... İngiliz Savaş Gemisi Golyat (Goliath)’ın Batırılışı ve Muavenet-i Milliye Muhribinin Başarısı.....................................................................
26
Zonguldaklı Mehmet Onbaşı.................................................................
30
Savaşların Yılmaz Topçusu İsmail Çavuş.............................................
31
Kanal Cephesi.......................................................................................
31
Kanal Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları......................................
32
Sina Çöllerinde......................................................................................
32
Üç Cephenin Yıldızı Adanalı Naci.........................................................
33
Aydınlı Ömer Çavuş..............................................................................
35
III
27
Irak Cephesi..........................................................................................
36
Irak Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları..........................................
36
Bolulu Habip..........................................................................................
36
Silleli Miktat Çavuş................................................................................
37
Yüzbaşı Mehmet Muzaffer....................................................................
38
Bir Türk Subayının Son Nefesi..............................................................
38
Şam’a Veda Ederken Ahmet’in Mezarında...........................................
39
Yüzbaşı Nuri Veysi ve Üsteğmen Lütfü................................................
40
Filistin Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları.....................................
43
Yusuf Çavuş..........................................................................................
43
Gazze’de Batan Güneş Teğmen Akif....................................................
44
Yüzbaşı Osman Haki.............................................................................
45
Galiçya Cephesi....................................................................................
46
Galiçya Cephesi'ne Ait Kahramanlık Destanları....................................
47
Galiçya’da 15’inci Kolordu ve Çemişgezekli Üsteğmen İbrahim Vasfi..
47
Asteğmen Mustafa................................................................................
48
Üsteğmen Abdullah...............................................................................
49
Asteğmen Haydar..................................................................................
49
Asteğmen Celâloglu Abdülhamit (Vulçetrin), Çavuşbekiroğlu Mahmut (Tire), Onbaşı Velioğlu Kâmil (Bolvadin) ve Er Mehmetoğlu Mehmet (Nazilli) .................................................................................................
50
Gaziantepli Tahir Çavuş, Vulçetrinli Sadık Çavuş ve Mehmetoğlu Garip Çavuş.......................................................................................... Borazan Hasan Onbaşı.........................................................................
51 52
Fahrettin Çavuş.....................................................................................
52
İsimleri Kucaklayan Toprak...................................................................
54
Sevginin Mucizesi Hüseyin Çavuş........................................................
55
Kafkas Cephesi.....................................................................................
57
Kafkas Cephesi'ne Ait Kahramanlık Destanları.....................................
57
İsmail Onbaşı ve İsmail DAĞI...............................................................
57
Ölümle Kucaklaşan Teğmen Refet........................................................
58
IV
Şimşekleri Göğüsleyen Şerif.................................................................
60
Dadaş Dursun.......................................................................................
61
İki Şehidimiz: Üsteğmen Namık Kemal ve Teğmen Hüsnü’nün Öyküsü..................................................................................................
64
95’inci Alayın Bahıtlıtepe Taarruzu........................................................
66
Güllü Paşa Kız.......................................................................................
69
Mustafa Çavuş'un Kahramanlığı ............................................................ Doğu Savaşlarındaki Bitmeyen Boğuşma ve Tükenmeyen Göçten Biri
76 79
Tokatlı Hasan Onbaşı............................................................................
80
Ölümle Alay Eden Yiğit Nuri Çavuş.......................................................
81
Devre Dağı Muharebesi........................................................................
82
Her Türk Savaşçı Bir Kahraman............................................................
84
Birinci Belge..........................................................................................
85
İkinci Belge............................................................................................
85
Sınırların Ölümsüz Bekçisi....................................................................
86
Korkusuz Türkmenoğlu.........................................................................
87
Kurtuluş Savaşı.....................................................................................
88
Doğu Cephesi ve Ermenilerle Savaş....................................................
88
Güney Cephesi ve Fransızlarla Savaş.................................................
89
Maraş Savunması.................................................................................
89
Urfa Savunması.....................................................................................
89
Antep Savunması..................................................................................
90
Güney Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları.....................................
90
Tayyar Rahmiye....................................................................................
90
Teğmen Şahin.......................................................................................
91
Hatice Kadın..........................................................................................
92
Er Abdurrahman....................................................................................
92
Batı Cephesi Savaşları..........................................................................
93
Birinci İnönü Savaşı ve Önemi (6 - 10 Ocak 1921) ..............................
94
Nedeni...................................................................................................
94
Gelişimi.................................................................................................
94
V
Sonuç....................................................................................................
94
Birinci İnönü Savaşı’na Ait Bir Destan...................................................
95
Üçşehitler Tepesi...................................................................................
95
İkinci İnönü Savaşı ve Önemi (23 Mart - 1 Nisan 1921)........................
97
Nedeni...................................................................................................
97
Gelişimi.................................................................................................
97
Önemi....................................................................................................
97
İkinci İnönü Savaşı’na Ait Bir Destan....................................................
98
Süvari Hücumu ve Yüzbaşı Şekip..........................................................
98
Kütahya - Eskişehir Savaşları (10 - 24 Temmuz 1921)......................... 100 Kütahya - Eskişehir Savaşları’na Ait Bir Kahramanlık Destanı.............
101
Kalecikli Salih........................................................................................
101
Sakarya Meydan Savaşı ve Sonuçları (23 Ağustos - 13 Eylül 1921).... 105 Sakarya Meydan Muharebesi’ne Ait Kahramanlık Destanları............... 107 Sakarya Meydan Savaşı Hakkında.......................................................
107
Teğmen Hulusi (ATAK) ........................................................................
108
Teğmen Salih (ERCE)...........................................................................
109
Harun Çavuş’un Yiğitliği........................................................................
110
Onbaşı Halide Edip ve Yaralı Askerler.................................................
112
Safranbolulu Şükriye.............................................................................
113
Mucurlu Halit Onbaşı.............................................................................
115
Pilot Vecihi İle Gözetleyici Teğmen Basri.............................................. 116 Kamanlı Hüseyin Çavuş.......................................................................
119
Darendeli Mehmet Çavuş....................................................................... 121 Teğmen Bekir Sıtkı................................................................................
123
Asteğmen İhsan (MÜDERRİSOĞLU).................................................... 124 Yüzbaşı İsmail Hakkı (TEKÇE) ve Yaralı Er.........................................
126
Yüzbaşı İstanbullu Saim Bey................................................................. 126 Ordu - Millet Dayanışması.....................................................................
127
Yunan Vahşeti.......................................................................................
129
VI
Asteğmen İhsan ve Mevlüt Çavuş......................................................... 130 Yarbay Rıfat Bey...................................................................................
133
Üsteğmen Zeki......................................................................................
134
Teğmen Hamdi......................................................................................
135
Kartal Tepe ve Beylikköprü Saldırısı.....................................................
136
Büyük Taarruz ve Sonuçları (26 - 30 Ağustos 1922)............................
139
Büyük Taarruz’a Ait Kahramanlık Destanları........................................
141
Küçük Bir Belgeye Gizlenen Yücelik ...................................................... 141 Yüzbaşı Ali’nin Şehit Düşmesi............................................................... 141 Kurtkaya Mevzilerinin Ele Geçirilmesi...................................................
143
Oğlunu Uğurlayan Ana..........................................................................
146
Balmahmut Sırtlarının Mutlu Bekçisi Mehmet Ziya................................ 147 Onbaşı Rahime’nin Dövüşü................................................................... 148 Bartınlı Recep........................................................................................
150
Maçka Silahhane Müdürü Bahattin.......................................................
150
Yazıcı Başçavuş Kemal (DEMİRAY)..................................................... 151 Asteğmen Ahmet Hamdi.......................................................................
151
Asteğmen Emin.....................................................................................
152
Asteğmen Mehmet Ziya........................................................................
152
Teğmen Ömer Lütfü..............................................................................
153
Teğmen Mustafa...................................................................................
153
Yüzbaşı Gazi Refik................................................................................
154
Yüzbaşı Agâh........................................................................................
154
Yüzbaşı Sami, Üsteğmen Hamza ve Bölük Personeli ........................... 156 Yüzbaşı Ahmet Şükrü............................................................................ 156 Yüzbaşı İsmail Zühtü.............................................................................
157
Yüzbaşı İlhami.......................................................................................
158
Yüzbaşı Fahri, Yüzbaşı Ali Rıza ve Üsteğmen Mehmet Fehmi............. 158 Yarbay Nazım........................................................................................ 160 Albay Reşat........................................................................................... VII
160
70’inci Alay............................................................................................
161
8’inci Kafkas Alayı.................................................................................
162
9’uncu Kafkas Alayı...............................................................................
162
Kurmay Yüzbaşı Ekrem, Kurmay Yüzbaşı Neşet, Kurmay Yüzbaşı Hilmi ve Kurmay Yüzbaşı Seyfettin....................................................... 163 Gördesli Makbule..................................................................................
164
Seyitgazili Koca Memiş.........................................................................
165
Kahramanlar Kahramanı.......................................................................
166
Gazi “Kovan”.........................................................................................
167
Kore Savaşı (1950)...............................................................................
171
Kore Savaşı’na Ait Kahramanlık Destanları..........................................
172
Kore Savaşı Kahramanlarından Bin Ali.................................................
172
Bir Komutanın Hatıra Defterinden.........................................................
175
Doktor Halil Erdoğan.............................................................................
177
Üsteğmen Hüseyin KOŞUCU ve Mengenli Mehmet AKMAN...............
178
Koçhisarlı Hidayet Çavuş......................................................................
179
Başarabilir Misin? .................................................................................
181
VIII
1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı (93 Harbi) Osmanlı - Rus Savaşı’nın ana sebebi; Rusların rüyalarını süsleyen ve en önemli siyasetlerinden biri olan Türk Boğazlarını ele geçirmek suretiyle sıcak denizlere açılmaktı. Ruslar, kendileri için engel teşkil eden Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmakla bu hayallerini gerçekleştirecek ve arzu ettikleri güce sahip olabileceklerdi. Osmanlı Devleti’ni parçalayıp tamamen ortadan kaldırmak için adım adım hedefine ulaşmayı amaçlayan Rusya, dünya kamuoyunu yanına çekip Osmanlı Devleti’ne yeni bir ıslahat projesi hazırlatmıştı. Ayrıca Rusya’nın Balkanlarda uyguladığı Panslavizm siyaseti sonucunda, Osmanlı Devleti’nden ayrılmak isteyen milletler de ayaklanmaya başlamıştır. Ortaya çıkan durumu görüşmek üzere 1876’da İstanbul Konferansı toplanmıştır. Konferansa katılan devletlerin genel görüşü Balkan milletlerine yeni haklar verilmesi yönündeydi. Osmanlı Devleti, konferansa katılan devletlerin müdahalesini önlemek için Kanun-u Esasi'yi ilan etmiştir. Böylelikle Osmanlı Mebusan Meclisinde temsil edilecek Balkan milletleri Avrupa devletlerinin yardımına ihtiyaç duymayacaktı. Ancak anayasanın ilan edilmesi Avrupa devletlerinin Balkan milletleri için ıslahat yapılması konusundaki fikrini değiştirmemiştir. Osmanlı Devleti de Avrupa devletlerinin bu tekliflerine karşı çıkmıştır. İstanbul Konferansı’nın dağılmasından sonra Rusya, konferans kararlarının uygulanması için girişimlerde bulunarak Avrupa devletleriyle ilişkilerde bulunmuştur. İngiltere, yeni bir savaşa engel olabilmek için Londra’da bir konferans daha toplanmasını istemiştir. Avrupa devletleri, toplanan Londra Konferansı’nda aldıkları kararları Osmanlı Devleti’ne bildirmişlerdir. Osmanlı Devleti katılmadığı bu konferansta alınan kararları kabul etmemiştir. Osmanlı Devleti’nin ıslahat projesiyle birlikte, 17 Nisan 1877’de Londra Protokolü’nün reddedilmesini kaçınılmaz bir fırsat olarak değerlendiren Rusya, 24 Nisan 1877’de Osmanlılara harp ilan etmiştir. Kafkasya ve Rumeli gibi uzak iki cephede cereyan eden bu savaş 15 ay 20 gün sürmüştür. 1
Romanya da Rusya’nın yanında savaşa katılmıştır. Romanya ve Kafkasya yönünden iki yönlü olarak harekete geçen Ruslar; Kafkasya’dan Doğu Anadolu’ya hareket ederek Kars ve Ardahan’ı ele geçirmişlerdir. Türk kuvvetleri Erzurum’a kadar çekilmek zorunda kalmışlardır. Ruslar, Erzurum’da büyük çapta halkın direnişiyle karşılaşmışlardır. İkinci kol olan Balkanlar cephesinde ise Ruslar, Tuna Nehri'ni geçerek Plevne’ye ulaşmışlardır. Bu bölgeyi ise Gazi Osman Paşa savunuyordu. Türk ordusu, Gazi Osman Paşa önderliğinde büyük bir zafer kazanmıştır. Ancak uzun süren savaşlardan sonra cephane ve yiyecek sıkıntısı çekmeye başlayan Türk kuvvetleri teslim olmak zorunda kalmış, Plevne Rusların eline geçmiştir. Ruslar ilerleyerek Edirne’yi ele geçirmiş ve Çatalca’ya dayanmışlardır. İstanbul’un Rusların eline geçmesinden korkan Osmanlı Devleti barış istemek zorunda kalmıştır. Plevne Muharebelerinde gösterilen kahramanlık örneği kamuoyunda geniş yankılar uyandırmıştır. Avrupa kamuoyu, Plevne Muharebelerinde çok üstün Rus birliklerinin taarruzlarına karşı hayatlarını feda edercesine gösterilen Türk kahramanlığına hayran olmuş, bu sonuç çok ağır şartları taşıyan Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşması’nın değiştirilmesi için gereken ortamı hazırlamıştır. Bu olay, Plevne’de akan onca kanın boşa gitmeyerek Osmanlı Devleti’nin zamanından önce parçalanmasını önlemiştir. Bu etkiyle Avrupa devletlerinin 13 Temmuz 1878’de imzaladıkları Berlin Anlaşması, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalmasına olanak sağlamıştır. Rusya ise bu devletlerle harp edecek durumda olmadığından bu anlaşma kararlarını imzalamak zorunda kalmıştır. Osmanlı - Rus Savaşı’na Ait Kahramanlık Destanları Gözü Pek Bir Denizcimiz: Binbaşı Yörük Ali Rusya, Türk boğazlarına ve Orta Doğu'ya egemen olmak amacıyla 24 Nisan 1877'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açmıştı. Ruslar, Romanya ile önceden yaptıkları bir iş birliği anlaşmasını dayanak göstererek henüz bir Osmanlı toprağı olan Romanya’ya girmiş ve Kafkas Cephesi’nde taarruza geçmişti. Türk donanması, bu savaşta Karadeniz’e hâkimdi ve Akdeniz’de de bir Rus kuvvetinin mevcut olmaması nedeniyle serbestçe harekâtta bulunabilmekteydi. Tuna’daki küçük bir filomuz da bu cephede savunmada kalma kararını vermiş olan Kara Kuvvetlerimizle iş birliği yapmakla görevlendirilmişti. Ruslar, buna engel olmak için Tuna’nın çeşitli yerlerinde mayın engelleri kurmuş ve kıyıya topçu bataryaları yerleştirmişti. Bu suretle Tuna’yı en kolay koşullar altında geçmek, Balkanlar’a girmek ve nihayet İstanbul kapılarına dayanmak amacını güdüyorlardı. 2
Ruslar, ilk olarak 23 Haziran 1877’de, Aşağı Tuna’dan ve İbrail’den Tuna’yı geçmeye başladılar. Amaçları seyyar ordunun ana yurtla bağlantılarını korumak için Dobruca’daki önemli yerleri işgal etmekti. Bu geçişi koruyan Rus nehir kuvvetlerine karşı harekete geçirilen Türk gemileri arasında İşkodra Gambotu da bulunmaktaydı. Tarihte Türk askerinin soğukkanlılık, cesaret ve kahramanlığına örnek teşkil eden olaylardan birini de işte bu geminin komutanı Yüzbaşı Yörük Ali yaratmıştır. Niğbolu’dan kalkan İşkodra Gambotu’nun, Flamanda önlerinde iki Rus torpido istimbotuyla karşılaşması üzerine başlayan savaş, kıyıdaki Rus topçusunun katılmasıyla kısa zamanda şiddetlendi. Bu savaşı izleyen Belçikalı Topçu Yüzbaşı Marki de Grammez "Türk - Rus Savaşı" adlı eserinde, İşkodra Gambotu’nu ve onun kahraman komutanını şöyle anlatıyor: “Göz önüne getirilebilecek ve izlenebilmesi mümkün olan en güzel manzaralardan birini 23 Haziran 1877 günü yaşadığımı söyleyebilirim. O gün, Niğbolu’dan hareket eden bir Türk gemisi, Rus filosuna saldırmak amacıyla saat 15.00’te, Flamanda’ya kadar ilerlemişti. Tuna’nın buradaki genişliği 700 metre kadar olduğundan biraz sonra başlayacak savaşı bulunduğum Romanya kıyılarından bütün ayrıntılarıyla izlemem mümkündü. Türk gemisine, elleri cebinde, kayıtsız bir tavırla güvertede dimdik duran bir subay komuta etmekte ve emirlerini takdire şayan bir soğukkanlılıkla vermekteydi. Bu sırada, General Leonof komutasındaki 15 nci Bataryanın dört topuyla açtığı ateşe bile hiç aldırmadan yoluna devam etmişti. Çok geçmeden Şotka ve Minin adlı iki Rus torpido istimbotuyla karşılaştı. Bunlar; Türk gemisinin ustalıklı manevralarla kendilerinden kaçınmak yolundaki başarısını görünce şimdiye kadarki savaşlarda görmeye alışık olmadıkları bir büyük denizcinin karşısında bulunduklarını anladılar. İlk olarak saldırıya geçen Minin, Türk gemisinin şiddetli ve isabetli topçu ateşiyle on dakika içinde savaş alanını terk etmek zorunda kaldı. Büyük hasara uğramıştı. Şimdi saldırı sırası Şotka’daydı. Fakat Türk Komutanı buna meydan vermeden onu mahmuzlayarak batırmak için harekete geçti. Tehlikeyi anlayan Rus botu kıyıya vurdu. Şotka su kesiminden ve komutanının da dâhil bulunduğu dört - beş kişi de türlü yerlerinden yaralanmıştı. İçlerinden bir subay, bu sırada kıyıya üç metreye kadar yaklaşmış olan İşkodra Gambotu’nun üzerine tabancasıyla üç el ateş etti. Türk komutanı, ilk kez elini cebinden çıkarmak tenezzülünde bulundu; olayı hayretle seyretmekte olan bizleri sükûnetle selamladıktan sonra görevine şöyle devam etti: Sekiz Rus bataryasıyla yaptığı savaşta bunlardan birkaçını savaş dışı etti. Kendi gemisine de birkaç mermi isabet etmiş ve 3
Türk komutanı da yaralanmış bulunuyordu. Karşılıklı yoğun topçu ateşi bir süre devam ettikten sonra Osma Nehri ağzındaki Niğbolu kömür depoları gerisine çekilmek zorunda kaldı.” Yabancı yüzbaşının anlattıkları burada bitiyor. Niğbolu’ya dönen İşkodra Gambotu, ertesi gün Flamanda önlerinde aynı duruma düşen Böğürtlen Gambotu’yla birlikte 08 Temmuza kadar orada kaldılar. O gün, Rus topçusunun açtığı şiddetli bir ateşle kömürlüklerinden tutuşarak yandılar. Harap olan tekneleri Rusların eline geçmesin diye -Niğbolu’nun düşmesinden sonra- tarafımızdan batırıldı. Binbaşılığa kadar yükselmiş olan Yörük Ali, denizcilik tarihimizdeki kahramanlık destanlarına birini daha katmayı başarmış, ne çare ki bu savaş sahnesinde kara - deniz iş birliğinin iyi düzenlenmemiş olması, cesur denizcimize yeni yararlı hizmetlerde bulunma olanağı vermemiştir. Binbaşı Yörük Ali, savaştan sonra emekliye ayrıldı. Son günleri maddi bakımdan hiç de iyi değildi. Nihayet üzerine düşen görevleri örnek bir başarıyla yerine getirmiş olmanın huzuru içinde hayata gözlerini kapadı. Allah'ın rahmeti ve vatanın minneti elbette üzerinedir. İki Kahraman Denizcimiz Burak Reis ve İmamoğlu Ali Bey'in Hikâyesi Yurdumuzu çevreleyen denizlerimizde, Kızıldeniz’de, Arabistan ve Hint sularında vatanları uğruna canlarını seve seve feda etmiş olan şehitlerimiz yatar. Onlar, kahramanlığın, vatanseverliğin birer sembolüdür. Ne içinde bulundukları koşulların zorluğu ne de karşılarındaki kuvvetlerin sayıca ve olanakca üstünlüğü onları yıldırmamış, yiğitlikleriyle düşmanın bile övgülerini kazanmışlardır. Bunlardan ikisinin, Burak Reis ve İmamoğlu Ali Bey’in destanlarını anmak istiyoruz. Burak Reis; Padişah II. Bayezid zamanında yapılmış, “Göke” denilen yelkenli, kürekli, dört direkli ve güverteli iki büyük harp gemisinden birinin komutanıdır. İnebahtı’yı (Lepanto, Korent Körfezi’nin kuzey kıyısındadır.) denizden de kuşatmak görevini almış olan Kaptan-ı Derya Davut Paşa'nın filosunda yer almıştı. Ege Denizi'nde iki büyük fırtına geçirdikten sonra Sabyanza Adası (Navarin’in hemen güneyinde) ve Navarin yoluyla kuzeye yönelerek Yunan denizine giren bu filo, 12 Ağustos 1499’da Brodino Adası önlerinde bir Venedik filosu ile karşılaşınca şiddetli bir savaşa girişti. İlk anlarda batırdığı iki düşman gemisine yeniden ikisini daha katan Burak Reis, bu sırada gemisine rampa etmeyi başaran iki Venedik amiral gemisinin taarruzuna uğradı. 1200 denizcimizle, bunun üç katı kuvvetindeki Venedikliler arasındaki korkunç boğuşmada, Türk leventlerinin akıllara durgunluk veren yiğitlikleri tarih yapraklarına kanla yazılmakta, uğultular hâlindeki sesler deniz yüzeyini titretmekteydi. Gittikçe güç duruma düşmekte 4
olduğunu anlayan Burak Reis, isabetli bir kararla attırdığı alevli oklarla iki düşman gemisinin de donanımlarını tutuşturdu. Ünlü denizcimiz rampa kenetlerini de çözmeyi başardı ise de yanan düşman gemilerinin arasından sıyrılırken kendi gemisinin alev almasına engel olamadı. Personelinin önemli bir kısmını kaybetmiş olduğundan kalan bir avuç yiğitle yangını söndürmek olanaksızdı. Bir yanda yanan iki düşman gemisi amiralleriyle birlikte havaya uçarken Burak Reis de sabaha kadar yanan gemisinde, görevi başında kalarak şehit oldu. Bu müthiş savaş, düşmanın akşama doğru çarpışmayı keserek uzaklaşmasıyla sona ermişti. Venediklilerin on iki gemisi batırılmış, birkaçı ele geçirilmiş, buna karşılık Türk filosunun kaybı bir harp ve bir yük gemisinden ibaret kalmıştı. Daha önemlisi; Türk donanması ilk defa personel ve gereç yönünden o zamanın büyük denizci devleti Venedik’ten üstün düzeyde olduğunu göstermişti. Bu büyük başarıdan sonra yolda üç muharebe daha verecekler ve sonunda İnebahtı Kalesi’nin elimize geçmesinde etkili biçimde yardımcı olacaklardı. Brodino Adası o günden beri Türk denizcileri tarafından büyük şehidin adıyla “Burak Adası” diye anılır. Bir denizaltı gemimiz de bugün o kahraman şehidin adını taşımaktadır. Yarbay İmamoğlu Ali Bey'e gelince bu değerli denizcimiz 1853 - 1856 Osmanlı - Rus ve Kırım Savaşı'nda, Anadolu cephemize denizden yapılan nakliyatı korumakla görevli filodaki Naveki Bahri Firkateyni’nde komutandı. Şiddetli bir fırtınada Sinop Limanı’na sığınmak zorunda kalan bu filo, 30 Kasım 1853 günü tipili bir havada üstün Rus filosunun saldırısına uğradı. Düşman yalnız gemi büyüklüğü ve sayısıyla değil kullandığı cephanenin yetkinliği ile de çok üstün durumdaydı. Türk gemilerinin gülleleri onların teknelerini delik deşik ederken Rus humbaraları gemilerimizi yakmakta, Sinop şehrine düşen mermileri de büyük yangınlar çıkarmakta ve ağır kayıplara neden olmaktaydı. Üç saate yakın süren çarpışmalar sonunda, durumun kötülüğü ile artık olumlu bir sonuç almaktan umudunu kesen İmamoğlu Ali Bey, kahramanca çarpışmasını sürdürürken düşman eline bırakmak istemediği gemisinin ateşe verilmesini emretmişti. Savaşın yarattığı büyük heyecan içinde emrinin yerine getirilmesi gecikince bir meşaleyi geminin barutluğuna bizzat atmak suretiyle bu işi de kendisi yaptı. Pek sevdiği gemisinin enkazı şehitlerin parçalanmış cesetleriyle deniz üzerine yağarken diğer gemilerimizin bir kısmı yanmakta, bir kısmı da karaya düşmüş bulunmaktaydı. Büyük bir kuvvet oransızlığıyla karşı tarafın yararına sonuçlanan bu savaş düşmana da ucuza mal olmadı. Çok hırpalanmış olan Rus filosu iki gün limanda kalmak zorunluluğu ile gereken onarımları yaptıktan sonra Sivastopol’a dönebildi.
5
Trablusgarp Savaşı (1911) Mısır’ın İngiliz egemenliğine girmesinden sonra Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika’daki son toprağı olan Trablusgarp ile kara bağlantısı kesilmiş, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki egemenliğini sürdürmesi güçleşmiştir. Bu durum, İtalyanların Afrika’da kuracakları sömürge imparatorluklarının merkezi yapmak istedikleri Trablusgarp’a asker çıkarmaları projesinin hayata geçmesine neden olacaktır. Trablusgarp’ın işgalini protesto eden Osmanlı Devleti, yerli halk ve gönderdiği gönüllü subaylarla Afrika’daki bu son vatan toprağını savunmaya çalışmıştır. İçlerinde Binbaşı Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir avuç vatan evladı İtalyanlara önemli kayıplar verdirmiştir. Trablusgarp Savaşı, Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp vilayeti ile Bingazi sancağını İtalya’ya terk etmesiyle sonuçlanmıştır. Savaştan sonra yapılan Ouchy (Uşi) Anlaşması (15 Ekim 1912) ile Trablusgarp ve Bingazi tam bir İtalyan sömürgesi hâline gelmiştir. Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Bingazi’deki askerini çekecek, buna karşılık İtalya Rodos ve Oniki Ada’yı boşaltacaktı, fakat İtalya, Osmanlı askerlerinin Trablusgarp ve Bingazi’den tam olarak çekilmediklerini iddia ederek Rodos ve Oniki Ada'yı iade etmemiştir. Bu arada Balkan Savaşı çıkmıştır. Rodos ve Oniki Ada'nın Yunan işgaline uğramaması için İtalya’nın elinde kalması kararlaştırılmıştır. İtalya da bunu fırsat bilerek savaş bittikten sonra bu Rodos ve Oniki Ada'yı Türklere iade etmemiştir. Yani Osmanlı Devleti, Ouchy Anlaşması ile Trablusgarp ve Bingazi ile birlikte resmen olmasa da fiilen Rodos ve Oniki Ada’yı da kaybetmiştir. Kaybedilen bu adalar günümüzde de sorun teşkil etmekte ve Türkiye için tehdit oluşturmaktadır. Balkan Savaşı (1912 - 1913) Balkan Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti, uzak topraklardaki Trablusgarp Savaşı ile ağır yara almış, içeride oluşan ayaklanmalarla da gücü gittikçe azalmıştı. Bu ortam; XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 6
merkeze karşı bağımsızlık isteklerini sürekli gündemde tutan Balkan toplumlarını harekete geçiren kıvılcım olmuştur. Rusya da Balkanlardaki bu hareketlenmeye destek vermiştir. Rusya, Çar Petro ile başlayan ve “açık denizlere çıkma” siyaseti gereği olarak Balkanlarda genişleme, Karadeniz kıyılarına hâkim olma ve Türk Boğazlarını ele geçirme politikasının bir parçası olarak hedeflerine ulaşabilmek için Balkanlardaki Slav ırkının koruyuculuğunu sürdürerek Bulgar ve Sırp devletlerinin Osmanlı Devleti aleyhine birleşmelerini desteklemiştir. Balkan devletleri, savaştan önce kendi aralarında ittifak sağlamışlardır. Rusya’nın desteğiyle her türlü hazırlıklarını tamamlayarak Türk sınırlarına yığınak yapmışlar ve seferberliklerini ilan etmişlerdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, 01 Ekim 1912 tarihinde seferberlik ilan etmiştir. Savaş, Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Birinci Balkan Savaşı sonunda Balkan devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 30 Mayıs 1913 tarihinde Londra Barış Anlaşması imzalanmıştır. Buna göre; Osmanlı Devleti, Midye - Enez sınırının batısında kalan bütün topraklarını Balkan devletlerine terk etmiştir. Girit Yunanistan’a verilmiş, Ege adalarının geleceği büyük devletlerin inisiyatifine bırakılmıştır. Arnavutluk ise sınırları yine büyük devletlerce belirlenecek bir bağımsızlık elde ediyordu. Londra Anlaşması’nın belirlediği paylaşım esasları, Balkan devletlerini memnun etmemiştir. Balkan milletlerinin mücadelesi bir taraftan Osmanlıya karşı görünürken diğer taraftan kendi aralarında birbirlerine karşıydı. Asıl sebep Makedonya’nın paylaşımı sorunuydu. İşte bu birbirine karşıt düşünceler İkinci Balkan Savaşı’na giden yolu açmıştır. Birinci Balkan Savaşı’yla elinden çıkan toprakları yeniden geri almak isteyen Osmanlı Devleti, İkinci Balkan Savaşı’na katılarak Edirne ve Kırklareli’ni geri aldı. İkinci Balkan Savaşı’nı sonuçlandıran anlaşmalardan ilki 10 Ağustos 1913 tarihinde Bulgaristan’la diğer Balkan Devletleri arasında imzalanan Bükreş Anlaşması olmuştur. Bükreş Anlaşması’ndan sonra, Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında da ayrı ayrı anlaşmalar yapılmıştır. Bunlardan ilki Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında, 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Anlaşması’dır. Osmanlı - Yunan barışı ise 14 Kasım 1913 tarihinde imzalanan Atina Anlaşması ile gerçekleştirilmiştir. Son olarak da Sırbistan’la 14 Mart 1914 tarihinde İstanbul Anlaşması imzalanmıştır. Başta bulunan yöneticilerin, Avrupa’daki yenilik hareketlerini yadırgaması, ekonomik olanakların plansız bir biçimde boşa harcanması, egemenliği altındaki beldelerin kademe kademe bağımsızlıklarını ilan etmiş olmaları ve savaşları kazanıp devlet hâline gelmeleri, Osmanlı Devleti’nin prestijini kaybetmesine neden olmuştur. Savaş sonunda Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü kaybeden Osmanlı Devleti aynı zamanda bölgesel nüfus kaybına da uğramıştır.
7
Osmanlı Devleti, Balkan Yarımadası’nı kaybetmekle Avrupa, Asya ve Orta Doğu arasında önemli bir geçit ve köprüyü kaybetmiştir. Yine Balkan Yarımadası’nın içinden geçen Berlin - İstanbul - Bağdat tarihî ittifakından mahrum kalmıştır. Balkan Savaşı neticesinde, Türk egemenliğindeki beş yüz elli yıldan sonra Rumeli topraklarındaki on binlerce Türk sanat ve bayındırlık eserleri yok olmaya terk edilmiştir. Türklerin Anadolu’dan sonra ikinci ana yurt hâline getirdikleri ve bunun için milyonlarca şehit verdikleri bu toprakların birçok bölgesinde ezici Türk çoğunluğu ya katledilmiş veya hâlen günümüzde devam eden göçe zorlanmıştır. Sonuç olarak Balkanlar, Türkiye için hayati sayılabilecek bir bölgedir. Zira, Batı Avrupa ile âdeta kader bağları kurmak isteyen Türkiye için Balkanlar bir “bağlantı noktası”, “bir geçit”tir. Bu yolun hem güvenli hem de istikrar içinde olması, Batı Avrupa ile bağlantıların önemli bir unsurunu teşkil etmektedir. Birinci Dünya Savaşı (1914 - 1918) Bu savaşa Birinci Dünya Savaşı denilmesinin sebebi, tarihte bu zamana kadar olan askerî olayların içinde en geniş kapsamlı oluşu ve dünyanın en büyük devletlerinin, kümeler hâlinde birbirleriyle savaşmalarıdır. Dolayısıyla dünya coğrafyasının ve dünya nüfusunun büyük bir kısmı bu savaştan etkilenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın ana sebebi Almanya ile İngiltere arasındaki ekonomik rekabettir. Görünen sebebi ise Avusturya veliahdının Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesidir. Savaş, 28 Haziran 1914 günü Ferdinand’ın öldürülmesi üzerine Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilan etmesiyle fiilen başlamıştır. Savaştan önce, Avrupa’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Üçlü İtilaf (uzlaşma), Almanya, Avusturya ve İtalya arasında da Üçlü İttifak (bağlaşma) adı verilen iki blok meydana gelmiştir. İtalya, savaşın ilerleyen dönemlerinde taraf değiştirerek İtilaf devletleri tarafına geçmiştir. Trablusgarp Savaşı ile onu izleyen Balkan Savaşı’ndan henüz yeni çıkmış olan Osmanlı İmparatorluğu, kendisini siyasi arenada yalnızlıktan kurtarmak amacıyla Birinci Dünya Savaşı’na yorgun ve huzursuz, mali açıdan ise yetersizlikler içerisinde katılmıştır. Uyguladığı hatalı politika ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na katılmasına sebep olan İttihat ve Terakki, meşruti bir idare kurmak isterken mutlakiyetçi bir idarenin yerleşmesine sebep olmuştur. Yakın Çağın başından itibaren Birinci Dünya Savaşı’na kadar fetih yapmak siyasetini, hep yenildiği ve toprak kaybettiği için terk eden Osmanlı devlet adamlarının başlıca gayesi, önce denge politikası izlemek daha sonra imparatorluğun varlığını korumak amacıyla savunma siyaseti takip etmekti. Bu yüzden bu sıkıntılı dönemde sırtını dayayacak güçlü bir devlete ihtiyaç duymaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu için bu devlet, İngiltere ve Fransa’nın karşısında cephe almış olan ve Rusya’ya karşı düşmanlığı ile bilinen Almanya olabilirdi. Osmanlı devlet adamlarının büyük hayalleri ancak 8
Almanya’nın ekonomik ve siyasi ihtirasları ile uygun düşüyordu. Balkan Savaşı’ndan önce İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na, Balkanlarda toprak statükosunun aynen korunacağına dair verdikleri sözü tutmamış olmaları, İngiltere ve Fransa’nın müttefiki Rusya’nın Türk boğazları üzerindeki tarihî istekleri, Osmanlı Devleti’ni Almanya ile ittifaka sevk etmekteydi. Bu nedenle Osmanlı Devleti, 02 Ağustos 1914’te, Almanya ile gizli bir ittifak anlaşması imzalamıştır. Osmanlı Hükûmeti ittifak anlaşmasını imzaladığı gün, genel seferberlik ilan ederek Mebuslar Meclisini dağıtmış ve bu karardan iki gün sonra da tarafsızlığını ilan etmiştir. Bu sırada Almanya, Türkiye’yi tarafsız olmaktan vazgeçirerek kendisiyle birlikte savaşa katılmaya zorlamaktadır. Bu amaçla 11 Ağustos 1914’te Akdeniz’den gelen Almanların Goben ve Breslau zırhlıları Çanakkale Boğazı’nı geçmişlerdir. Osmanlı Devleti bu zırhlıları satın aldığını ileri sürerek İtilaf devletleriyle olabilecek olağan bir savaşı önlemiştir. Fakat Enver Paşa'nın emriyle 28 Ekimde, Alman Amiral Souchan komutasındaki Türk donanmasının Odesa ve Sivastapol’u bombardıman etmesi, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine neden olmuştur. Rusya, 02 Kasım; İngiltere ve Fransa ise 05 Kasımda Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması ile savaş alanı genişlemiştir. İngiltere Süveyş Kanalı’nı, Mısır’ı, Doğu Akdeniz’i ve İran Körfezi’ni savunmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaşa katılması, Almanlar için değer ifade eden Berlin - Bağdat demir yolu hattı hayalini gerçek hâline getirmiştir. İngiltere’nin buna tepkisi ise Kıbrıs’ı ülkesine katmakla görülmüştür. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Almanya ve müttefikleri için paha biçilmez bir öneme sahiptir. Almanya öncelikle Osmanlı sultanının halifelik sıfatından yararlanmaya çalışmıştır. Halifenin dinî lider olarak İslam âlemindeki etkisi dolayısıyla cihad-ı mukaddes (kutsal dinî savaş) ilan etmesiyle bütün Müslümanların Hristiyanlara karşı ayaklanacağı sanılmaktaydı, ancak 14 Kasım 1914’te ilan edilen cihad-ı mukaddesten olumlu bir sonuç alınamamıştır. Irak’ta ve Suriye’de Türk askeri, sadece İngiliz kurşunu ile değil Müslüman Arap kurşunu ile de şehit olmuştur. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi, Rus kuvvetlerinin bir kısmının Osmanlılar ile savaşmak zorunda kalmaları nedeniyle doğudaki Alman cephelerinin ferahlamasına sebep olacaktı. Osmanlılar tarafından Süveyş Kanalı’nın ele geçirilmesiyle İngiltere’nin Hindistan deniz yolu kesilecekti. Almanların asıl planı Belçika üzerinden Fransa’ya yürümek, Fransa’yı yenerek bütün gücü ile Rusya’ya saldırmaktı. Ancak Almanların batı cephesi savaş planları İngiltere, Belçika ve özellikle Fransa’nın ısrarla direnmesi sonucu başarısızlığa uğramıştır. Doğuda Hindenburg ise Rusları Tannenberg’de büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Ancak kesin sonuç alınamadığından karşılıklı mücadele, bir siper savaşı hâline dönüşmüş ve yıpratıcı olmuştur.
9
1915 yılı içinde İtalya’nın İtilaf devletlerine katılması ile Avrupa’da bir de İtalya cephesi açılmıştır. İtilaf devletlerinin Balkanlarda yeni bir cephe açma gereği, Yunanistan’ın da İtilaf devletleri yanında yer almasına sebep olmuştur. 1916 yılında İtilaf devletlerine Romanya da katılmıştır. 1917 yılında, Rusya’da ihtilalin patlak vermesi ile Doğu Cephesi kapanmış, 03 Mart 1918 yılında Brest Litowsk Barış Anlaşması’nın imzalanması ile Almanya, doğuda barışa kavuşmuştur. Romanya yenilgisi ve 07 Mayıs 1918 tarihli Bükreş Barış Anlaşması’nın imzalanması ile Romanya da saf dışı kalmıştır. Almanya’nın Doğu Cephesi’ndeki başarısına rağmen ABD’nin de savaşa katılmasıyla savaşın kaderi değişmiştir. Birinci Dünya Savaşı, Almanya ve müttefiklerinin yenilgisi ile sonuçlanmıştır. ABD’nin savaşa katılmasıyla İtilaf devletleri güçlenmiş çeşitli cephelerde çözülmeler başlamıştır. 1917 yılından itibaren AvusturyaMacaristan’da baş gösteren ekonomik ve siyasi karışıklıklardan dolayı barış yapmaya yönelmiştir. 1918’de birbirini izleyen yenilgiler, 1918 yılının yaz sonlarında İtilaf devletlerinin bütün cephelerde taarruza geçmeleri, önce Bulgar kuvvetlerinin çözülerek ateşkes anlaşmasını imzalamasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918, Avusturya-Macaristan ise 03 Kasım 1918’de ateşkes anlaşmasını imzalamışlardır. 03 Ekim 1918’den itibaren barış girişiminde bulunan Almanya 11 Kasım 1918’de ateşkes anlaşması imzalayarak silahlı çatışmaya son vermiştir. Savaşta Osmanlı orduları, Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi, Süveyş (Kanal) Cephesi, Irak Cephesi ve Filistin Cephesi olmak üzere çeşitli cephelerde kahramanca savaşmışlardır. Türk tarihi açısından Çanakkale Savaşları bir kahramanlık destanı oluşturacak nitelik arz etmektedir.î
Çanakkale Cephesi (18 Mart 1915) Çanakkale ve İstanbul Boğazları, Karadeniz’i Akdeniz’e, Asya’yı Avrupa’ya bağlamaları nedeniyle büyük bir stratejik öneme sahiptirler. Türk boğazları bu avantajlarından dolayı da tarih boyunca birçok defa egemenlik 10
mücadelesine sahne olmuşlardır. Ancak Boğazların egemenliği konusunda yapılan en kanlı çarpışma, şüphesiz, Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf devletleriyle Osmanlı Devleti arasında yapılan Çanakkale Savaşlarıdır. Birinci Dünya Savaşı içinde ayrı bir yeri ve önemi olan Çanakkale Savaşları, Türk askerlik tarihinin en başarılı savunma savaşı olarak tanımlanmaktadır.1 Cephe, İtilaf devletleri tarafından; müttefikleri olan Rusya’ya yardım etmek, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya yönelik saldırılarını kolaylaştırmak, Almanya’nın doğuya yayılmasını önlemek, Boğazlar ve İstanbul’u alarak Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak gibi nedenlerle açılmıştır. İtilaf devletleri, Çanakkale önlerine gelirken Türk ordusunda komuta heyeti arasında görüş ayrılığı yaşanmıştır. Ordu komutanı Liman von Sanders “oynak savunma”yı düşünürken genç Kurmay Subay Mustafa Kemal, “mevzi savunması”nın yapılması gerektiğini ileri sürüyor, yine Liman von Sanders, düşmanın Saroz Körfezi ve Kumkale’den çıkarma yapacağını beklerken Mustafa Kemal çıkarma bölgeleri olarak Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar’ı seçeceğini tahmin ediyordu. Sonunda Mustafa Kemal’in dediği şekilde savunma planı oluşturuldu. Böylece Mustafa Kemal, bu ileri görüşlülüğü sayesinde bir anlamda Türk milletinin kaderini tayin etmiş oluyordu.
İtilaf devletleri, Çanakkale Boğazı’nı denizden geçebilmek için Şubat 1915’te saldırıya geçmişlerdir. Çıkarmadan önce Mustafa Kemal’in düşmanın nereden karaya çıkabileceğini sezerek gerekli önlemleri alması savaşın sonucunu etkilemiştir.
1
Selâhattin Osman Tansel; Çanakkale ve İngilizler 1914 - 1915, Ankara, 1988, s. 5.
11
Birbiri ardına patlayan Türk toplarından yağan binlerce çelik parçası arasında düşman gemileri birden neye uğradığını şaşırmışlardır. Nusret Mayın Gemisi’nin döktüğü 26 mayın, Türk topçusunun, özellikle Dardanos Tabyası’ndan açtığı ateş ve Koca Seyit’in 276 kilogramlık mermiyi tek başına sırtlayıp topa sürdüren ruh ve inancı, İngiliz amiraline çekilme emrini verdirmiştir.
Denizde çelikten bir kaleye çarpan müttefikler, karaya çıkarma yapmaya karar vermişlerdir. 25 Nisan 1915 sabahında, 82.000 askerden oluşan bir ordu ile Mustafa Kemal’in daha önceden tahmin ettiği Seddülbahir ile Kocatepe’ye, 25 Haziranda da Arıburnu’na çıkarma yapan İtilaf devletleri karşılarında yine “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum.” diye emir veren genç komutan Mustafa Kemal’i bulacaklardı. Bu eşine az rastlanır ölüm oyununda, müttefikler Türkleri 8,5 ayda her türlü imkânlarına rağmen yerlerinden dahi oynatamamışlardır. Sonuçta müttefikler, Boğazları geçme sevdasından vazgeçerek 08 - 20 Aralık 1915’te Anafartalar ve Arıburnu bölgelerini, 28 Aralık 1915 - 09 Ocak 1916’da Seddülbahir bölgesini boşaltmışlardır. Kazanılan bu zaferle Türkleri ilk aşamada savaş dışı bırakarak Almanya’yı güneydoğusundan kuşatmayı amaçlayan İtilaf stratejisi boşa çıkmış ve savaşın en az iki yıl daha uzaması sonucu doğmuş, iki yıl boyunca Doğulu ve Batılı müttefiklerin ekonomilerinde sıkıntılar meydana gelmiştir.
12
Çanakkale Zaferi, gücünün iyice tükendiği sanılan Türk askerinin, şartlar ne denli ağır olursa olsun iyi sevk ve idare edilirse tüm zorlukları yenebilecek güç ve inançta olduğu kanıtlamıştır. 18 Mart 1915’te geçen deniz savaşında kazanılan zaferle, birleşik filonun Marmara’ya girerek imparatorluğun başkentini bir ay içinde ele geçirme planları suya düşmüştür. Boğazda elde edilen bu ilk zafer, Türk askerine yüksek bir moral ve doruğa ulaşan bir mücadele azmi sağladı. Çanakkale’de, denizde ve karada kazanılan her iki zafer, Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşlarındaki yenilgisinden dolayı içte ve dışta sarsılmış itibarını geri kazandırmıştır. Çanakkale Zaferi, İtilaf devletlerinin müttefiklerinin yardımından yoksun kalan Çarlık Rusyasının çökmesine ve Bolşevik rejiminin yerleşmesine yol açmıştır. Birleşik filonun ağır yenilgiye uğraması, İngiltere ve Fransa’nın siyasi ve askerî itibarının bir hayli sarsılmasına sebep olmuş bu devletlerin sömürgelerinde de bağımsızlık akımları yayılmıştır. Görüldüğü gibi Çanakkale Savaşları, dünya tarihinde eşine ender rastlanan deniz ve kara savaşlarından birisidir.
13
Çanakkale Savaşı’na Ait Kahramanlık Destanları Baskın Binlerce kilometre batıdan, on binlerce tonluk gemilere binip yüz binlerce mermi yağdırarak zorla aldıkları topraklarda, insan hak ve hürriyetlerine önderlik ettiklerini iddia eden devletler, dinini, yuvasını ve yurdunu koruyan bir avuç insana sınırsız bir hırsla saldırıyorlar. Torpil makineleri, mitralyözler (ağır makineli tüfek) irili ufaklı kara topları, gemi topları, sabahtan akşama kadar ağızlarından ölüm kusuyorlar. Kanlıdere, Kanlısırt, Kanlıbayır... Her yer kanlı, yerlerde pıhtılaşan kan kokusu gökleri sarmış... Küreyi sarsan bir gürültüyle patlayan lağımlar siperleri; o siperlerle beraber insan kafalarını, kollarını paramparça göğe fırlatırken sıçrayan kan, bu göğün güneşine de bulaşmış, kıpkırmızı görünüyor. Toz bulutları arkasından sabahtan akşama kadar kaynayan toprağın buğusundan esmer renkli insanların yüzleri beyaz, beyazlarınki esmer olmuş. Saldıran her yönden ne kadar kuvvetli ise savunma o derece zayıf, fakat üstünde boğuştuğu toprak onun. Evler, camiler onun, alnında dalgalanan bayrak onun. Belli bir amaç, pazılarını şimşir, göğsünü çelikleştiriyor Mehmet’in. Kanlısırt’ta her gün bir kavga vardı. Kanlısırt, Kuzey Grubu sol kanadının en önemli dayanak yeri idi. Düşman biraz daha ilerleyerek Karayörük Vadisi’ne hâkim olursa cephenin yarılma tehlikesi vardı. Bu sebeple 3’üncü Kolordu Komutanı (Kuzey Grubu Komutanı) 06 Ağustos 1915 gecesi Kanlısırt’ın geri alınması için düzen alıyordu. Bu sıralarda düşmanın ileri hatlarında iyi gizlenmiş bir makineli tüfeği, vahşi kahkahalarıyla siperlerimizi yalıyordu. Gün geçmiyordu ki bölüğe acı 14
haberler gelmesin. 3’üncü Bölüğün hizmet eri sipere gelirken vurulmuş, 4’üncü Mangadan Dursun Onbaşı şehit olmuş, 2’nci Bölük Komutanı gözetleme yerine giderken yaralanmıştı. Kanlısırt’taki bu uğursuz silah, Mehmetçikleri aralıksız rahatsız ediyordu. Göklerde uğultunun, yerlerde sarsıntının kesildiği 07 Ağustos gecesi, bu makinelinin karşısına düşen zeminliklerden birisinde 47’nci Alay 3’üncü Bölük Takım Komutanı ile Mustafa Çavuş ve dört arkadaşı artık bu tüfeğin ortadan kaldırılması gerektiğini konuşuyorlardı. Komutan, siperler yakın olduğu için bu işin topçu ile yapılamayacağını söylüyordu. Mustafa Çavuş söze karışarak: - Bir baskınla sipere atlayalım, dedi. Komutan yine, durumun şimdilik hücum için uygun olmadığını bildirdi. Mustafa: - Öyleyse ben onu alır getiririm, dedi. Arkadaşları: - Satmıyorlarmış galiba çavuşum, diyerek şaka ettiler. Mustafa Çavuş bu sözleri duymamış gibi gözlerini, zeminliğin seyrek ağaçlarla pekiştirilmiş kara duvarlarına dikerek düşünmeye başladı. Onu yakından tanıyanlar ne düşündüğünü anlamışlardı bile. Nitekim, yavaşça yerinden kalkan Çavuş’un, bel kayışına asılı bombalarını okşayarak zeminlikten fırladığı görüldü. Çavuşlarını yalnız bırakmak istemeyen iki kahraman da bir anda karanlıklara gömülmüşlerdi. Takım komutanı, onun mangası başında çok zaman en önden düşman siperlerine atladığını, çelik gibi avuçlarına yapışan süngüsüyle sayısını hatırlayamadığı düşmanı yere serdiğini çok iyi biliyor; fakat tek başına bir sipere girmenin mümkün olamayacağını hatta sonunda dindirilemeyecek bir acı ile karşılaşacağını düşünüyordu. Haber, kısa zamanda takıma yayılmıştı. Herkes gidenlerin arkasından koşmak, birlikte düşmana saldırmak için sabırsızlanıyordu, fakat zaman geçmişti. Bütün kulaklar karşıdaki boğuşmayı duymak ister gibi toprağa yapışmıştı. Çok geçmeden düşman siperlerinde birkaç ateş yandı söndü. Patlamaların arkasından bağrışmalar, hemen peşinden karanlıkları delik deşik eden bir cayırtı koptu. Gürültüler daha dinmeden siperlere yaklaşan iki gölge belirdi. Ateşe hazır vaziyette siperine dayanmış bir nöbetçi bağırdı: - Çavuş! Keskin bir ses cevap verdi: - Benim, geliyorum. Evet, Mustafa Çavuş iki insan gibi görünüyordu. Sırtında taşıdığı makineli tüfekle sipere girdiği zaman: - Alın şu uğursuzu. Bana pahalıya mal oldu, dedi ve bu boğuşmada şehit düşen arkadaşlarının acısıyla gözleri yaşarmış bir hâlde siperin 15
kenarına dayandı. Yarım saat süreyle çalkalanan gece, seyrettiği bir kavgadan sonra, korkusuz yiğitlerin kucağında tekrar uykuya daldı. Düşmana Taşla Saldıran Mehmet Çavuş Çanakkale Boğazı’nın savunulmasında genel ihtiyat olarak görevlendirilen ve Yarbay Mustafa Kemal (ATATÜRK)’in komutanlığını yaptığı 19’uncu Tümen, Şubat 1914 sonlarında Tekirdağ’dan Maydos’a intikal emri almış ve bu bölgede toplanmıştı. Boğazın savunmasıyla görevli 9’uncu Tümenin Gelibolu Yarımadası üzerindeki birliklerini de Müstahkem Mevki Komutanlığının direktifleriyle, bir süre için komutasına alan Mustafa Kemal’e 03 Mart 1915 tarihinde verilen emirde, “Kerevizderesi, Domuzdere, Soğanlıdere’nin denize döküldüğü yerler gibi bölgeler düşmanın keşif kollarının karaya çıkmalarının mümkün olabileceği, bu nedenle 19’uncu Tümenin buralarda gündüzleri savunma tedbirleri alması, geceleri de gözetleme postalarıyla emniyeti sağlaması” istenmişti. Gerçekten hemen her gün düşman gemileri sahile yaklaşarak ağır şekilde bombardımanlar yapıyor ve yoğun bir faaliyet hâlinde bulunuyordu. Nihayet 03 Mart 1915 günü, beklenen düşman saldırısı başladı. Bölgeyi savunmakla görevli 9’uncu Tümen Komutanı harekât hakkında şu bilgileri veriyordu: “Bir zırhlı torpido Muariz (Saroz)’a doğru gidiyor, bir torpido Kumkale ve Seddülbahir arasında, iki kruvazör İmroz önünde, Boğaz istikametinde 10 torpidobot, bir torpido, bir uçak gemisi; Merkep Adası batısında bir kruvazör ve bir torpido bulunduğu; bir kruvazör tarafından Geyikli İskelesi’ne ateş edilmekte olduğu. Agamennoni Vencense, Magestic, Cornwallis tipinde altı zırhlı, altı torpido Boğaz ağzına geldiler. Kumkale’nin arkasından Weymouth da göründü.” Bir süre sonra, Boğaz önünde yedi zırhlı, üç kruvazör, yedi torpido toplanmış bulunuyordu. Düşmanın Boğaz'da ciddi bir taarruza başlayacağı kesindi. Nitekim Kumkale ve Yenişehir bölgesini bombardımana başladılar. Aynı zamanda Seddülbahir yöresi de bombardıman ediliyordu. Ateş, iki buçuk saat kadar devam etti. Bir torpido, beş zırhlı, bir kruvazör Seddülbahir’in etrafını çeşitli yönlerden kuşatmıştı. Şiddetli bombardıman devam etmekte iken sahile yanaşan bir zırhlının çanaklığından makineli tüfeklerle piyade siperlerimiz ateş altına alınmaktaydı. Bu sırada asker dolu üç büyük kayık Seddülbahir İskelesi’ne yanaştırıldı; yetmiş kadar düşman karaya çıkarıldı. Bu müfrezenin başında bir subay ve yanlarında da makineli tüfekler de vardı. 9’uncu Tümen 27’nci Alay 10’uncu Bölükten yarım takımlık bir Türk kuvveti Seddülbahir tabyasının savunması ile görevlendirilmişti. Bu kuvvet, derhâl ateşe başladı. İki taraf arasındaki savaş bütün şiddetiyle üç saat kadar sürdü ve nihayet düşman süngü hücumuyla püskürtüldü. 16
Düşmanın bu girişimi üzerine, 19’uncu Tümen iki alayını Sarafim Çiftliği civarına, bir alayını Kumdere yöresine göndererek gerekli tedbirleri aldı. Gerçekten saat 16.00’ya doğru Kumkale yöresindeki düşman harekâtı şiddetlenmeye başladı. Bu bölgeyi ve gerilerini uzun süre bombardımandan sonra kayıklarla karaya asker çıkarmaya başladılar. Aynı zamanda Kumkale - Orhaniye arasından tabyanın gerilerine, kasaba kenarına da çıkarma yapılmaktaydı. Piyade Bölüğünün bir takımı bu tarafta mevziye girdi, düşmanın ilerlemekte olan 30 kişilik bir müfrezesinin üzerine atılan bombalarla hemen hemen yarısına yakını yok edildi. İşte bu sırada bombardıman pek yoğunlaşmış, yedi zırhlı, üç kruvazör ve beş torpido piyadesini desteklemeye başlamıştı. Bütün Kumkale, Orhaniye yöresini ta Yenişehir’e kadar korkunç şarapnel ve dane ateşleri yakmaktaydı. Buradaki savunmayı kuvvetlendirmek amacıyla 9’uncu Tümen 26’ncı Alay 3’üncü Taburdan bir bölük daha gönderildi: Düşman, bütün çabalarına ve çok üstün ateş gücüne rağmen sırtlara çıkmayı başaramayarak deniz kenarında, kumlar üzerinde yapışıp kalmıştı. Akşam saat 18.00’e kadar yaklaşık olarak 500 civarında düşman sahile çıkmış ve piyadelerimizin görülmemiş savaş gücü karşısında hareketsiz kalmışlardı. Çıkarma kuvvetlerinin yüzü aşkın kaybı vardı. Yaralılarını büyük güçlüklerle kayıklara alıp gemilerine taşıdıkları ve ölülerini ayaklarına taş bağlayarak denize attıkları görülüyordu. Piyadelerimiz, düşmanın ateş baskısı altında kıyıdaki düşmana taarruza kalkamıyor, bir süngü hücumu ile yok edilmeleri için karanlığı bekliyorlardı. Başına gelecek felaketi sezinleyen düşman ise kıyıda sıkışıp kalan kuvvetlerini geri çekmekten başka çare bulamadı ve kıyıda birçok ölü bıraktı. Bu tüyler ürperten boğuşmaların gözler önünde canlanmasını sağlamak amacıyla 19’uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal (ATATÜRK)’in Boğaz Müstahkem Mevki Komutanlığına verdiği raporlardan birisi aynen aşağıdadır: “4 Mart 1915 Haraptabya’dan 1. Düşman yedi torpido ve zırhlı ile saat 14.45’te Seddülbahir’i şiddetle bombardıman ettikten sonra sahile yaklaşarak bir zırhlının çanaklığından açtığı şiddetli makineli tüfek ateşi desteğinde asker dolu üç büyük kayığı Seddülbahir iskelesine yanaştırarak 60 kadar erini kıyıya çıkarmıştır. Bu noktaya karşı mevzi alan piyadelerimizin ve bölgedeki topların ateşi ve özellikle 9’uncu Tümen 27’nci Alay 10’uncu Bölük çavuşlarından Mustafa oğlu Mehmet’in komutasında olarak Seddülbahir Kalesi'nde bulunan bir takımın süngü hücumuyla püskürtülmüştür. Adı geçen çavuş tüfek mekanizmasının işlememesi üzerine taşla, emrindekilere örnek olacak biçimde düşmana saldırmış, kendisi de başından ve sol memesinden yaralanmıştır. Bu çavuşun uygun bir şekilde ödüllendirilmesini rica ederim. 17
2. Şimdiye kadar dört şehit, 14 yaralımız vardır. Tümeni ordugâhına geri gönderdim. Ben Haraptabya’dayım. Gece yarısından sonra Maydos’a döneceğim. 19’uncu Tümen Komutanı Mustafa Kemal.” Bütün subaylarımız, çavuş, onbaşı ve erlerimiz komutanlarının emri altında ve vatan sevgisiyle dolu, ölümü hiçe sayarak cihanda eşi görülmemiş bir savunma yapmışlardı. Düşmana taşla saldıran Mustafa oğlu Mehmet Çavuş, kaldırıldığı hastanede Başkomutan Vekili Enver Paşa tarafından ziyaret edildi ve kendisine İmtiyaz Madalyası takıldı, fakat onun iman dolu göğsündeki yara, nişanların en büyüğü, en kutsalıydı. 33’üncü Piyade Alayı Çanakkale Savaşlarındaki zorlu mücadele günlerinde, üstün başarı ve kahramanlık örneği gösteren birliklerden biri de 33’üncü Piyade Alayı'dır. Büyük Türk Şairi Mehmet Akif Ersoy’un, “Şu Boğaz Harbi nedir var mı ki dünyada eşi, En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.” diyerek başlayıp ölümsüzleştirdiği ve gerçek destanların yaratıldığı Çanakkale Savaşlarına katılan ve orada savaşan Türk ordusunun tüm birlik ve fertleri gibi 33’üncü Piyade Alayı da kendisine verilen vazifeyi en iyi şekilde yaparak ülkesini ve ulusunu savunmak için üstün çaba gösteren bir birlik olmuştur. Çanakkale Cephesi’nde, 11’inci Tümene bağlı olarak ATATÜRK’ün komuta ettiği birliklerin yanı sıra Gelibolu Yarımadası’nda Arıburnu ve Kanlısırt’taki savaşlara katılmış olan 33’üncü Piyade Alayı, bu bölgedeki çeşitli savaşlarda Alay Komutanı Yarbay Şevki Bey dâhil 1427 şehit vermiştir. Çanakkale Savaşlarında göstermiş olduğu üstün başarısından dolayı 33’üncü Piyade Alayının sancağına madalya verilmiştir. Bu alay, daha sonra Birinci Dünya Savaşı (1914 - 1918) içinde, 1916 yazından itibaren 2’nci Ordu emrinde olarak Kafkas Cephesi’nde, Şeytan Dağlarındaki savaşlara katılarak başarılı olmuş ve daha sonra 7’nci Ordu emrine verilmiştir. Şeytan Dağlarındaki savaşlara katılan alay, büyük çekilmeye kadar kendine verilen her görevi üstün bir başarı ile yürütmüştür. 47’nci Piyade Alayı İstanbul’a dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezine ulaşıp devleti çökertmek için uğraşan o dönemin büyük sayılan devletlerinin armadalarına ve onların gülle ve alev kusan toplarına karşı Çanakkale’yi 18
geçilmez yapan ve karaya çıkan düşman askerlerini yerlerine çivileyen bir diğer kahraman alayımız da 47’nci Piyade Alayıdır. 16’ncı Tümene bağlı olarak 25 Nisan 1915 tarihindeki savaşlarda, Çanakkale’de, kendisine karaya çıkan düşman askerlerini durdurma görevi verilen 47’nci Piyade Alayı, Arıburnu ve KanIısırt’ta yaptığı savunma, taarruz ve özellikle karşı taarruzlarla çok şehit vermesine rağmen yılmayarak ve siperlerini terk etmeyerek görevine devam etmiş, dolayısıyla kahramanlık unvanına hak kazanmış önemli bir alaydır. Çanakkale Savaşlarının bitmesiyle Filistin Cephesi’nde kendisine görev verilen 47’nci Piyade Alayı, özellikle Gazze ve Gazelli’de yaptığı savunmada da dayanma gücünü sonuna kadar sürdürmüş, çok şehit vermesine rağmen çekilmesi için gerekli zamanı 4’üncü Orduya kazandırmıştır. Bugün 47’nci Piyade Alayının sancağında bir gümüş madalya vardır. 26’ncı Piyade Alayı Bir savaşta, düşmanla ilk karşılaşma çok önemlidir. Çoğu kez bu ilk karşılaşma, “kader tayin eden an” niteliğini taşır. Özellikle namlulardan ölüm kusan dev gemilerin desteğinde karaya çıkarılan düşman askerlerini karşılayan ve ülkesini her durumda savunmaya yemin etmiş bir ordunun birliği olmak görevini yüklenen 26’ncı Piyade Alayı, Çanakkale Savaşlarında önemli bir yer tutar. Çünkü, 25 Nisan 1915’te, Seddülbahir’e çıkarılan ilk düşman askerlerini karşılayan 26’ncı Piyade Alayı, o bölgeyi savunmakla görevli 9’uncu Tümenin bir parçasıdır. Çanakkale Savaşlarında düşmanın 26 Nisan günü de devam eden çıkarma ve taarruzlarına karşı dirençle bölgeyi savunan, karşı taarruzlar gerçekleştirerek Çanakkale’yi düşman için geçilmez yapan Türk askerinin çok kısa bir zaman dilimine sıkışmış ve bu kadar fazla sayıdaki kahramanlık örneklerine, 26’ncı Piyade Alayının ve 26 Nisan günü verdiği kanlı mücadelenin katkısı kuşkusuz büyük olmuştur. Kirtetepe’de, ezici düşman ateşi altında kan, barut, ölüm ve ateşin birbirine karıştığı sırada üstün güçlerle donatılmış düşman kuvvetlerini durdurmak için yaptığı üstün nitelikli savaşlarda sağladığı başarıdan dolayı 26’ncı Piyade Alayına “İkinci Kirtetepe Kahramanları” unvanı verilmiştir. Diğer iki alay gibi 26’ncı Piyade Alayının da sancağında madalyası vardır. 57’nci Piyade Alayı 57’nci Piyade Alayı, 25 Aralık 1892 yılında, Trablusgarp’ta 15’inci Nizamiye Tümeni kuruluşunda teşkil edilmiş, daha sonraları 19’uncu Tümen kuruluşunda Balkan Savaşı’na katılmış ve harpten sonra kaldırılmıştır. 19
Ocak 1915’te, 19’uncu Tümenin Tekirdağ’da yeniden kurulması emredildi. 28 Ocak 1915’te, 57’nci ve 59’uncu Piyade Alaylarının 1’inci Taburları törenle kuruldu. Tümen Komutanlığına atanan Sofya Askerî Ataşesi Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, 01 Şubat 1915’te, Tekirdağ’da göreve başladı. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in, o kısa süre içinde teşkilatını tamamlamaya çalışırken Başkomutanlıkça tümenin Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığının genel ihtiyatını oluşturmak üzere hızlı bir şekilde Eceabat’a gönderilmesi emredildi. Tümenin piyade alaylarından 58’inci ve 59’uncu Alaylar, kuruluşlarını tamamlayamadıklarından bunların yerine Suriye bölgesinde seferberliğini tamamlayarak İstanbul’a gelmiş bulunan 6’ncı Kolordudan iki alay (Urfa bölgesinde seferber olan 72’nci Alayla, Halep bölgesinde seferber olan 77’nci Alay), 23 ve 24 Şubat günleri Eceabat’a gönderildi. 25 Şubat 1915 tarihinde de 19’uncu Tümen Karargâhı, 57’nci Piyade Alayı ve tümenin öteki birlikleri Eceabat’a geldi. 5’inci Ordunun kuruluşundan sonra, 26 Mart 1915’te 19’uncu Tümen, ordunun genel ihtiyatı ve 3’üncü Kolordu kuruluşunda olarak Bigalı köyü ve dolaylarına ulaştı. 25 Nisan 1915’te, ortalık aydınlanmadan önce Anzak (Avustralya ve Yeni Zelandalılardan oluşan iki tümenli kolordunun kısaltılmış adı) birlikleri, birleşik filonun desteğinde Arıburnu’nun kuzey ve güneyine çıkmaya başladılar. Bu kesimdeki geniş kıyı, karargâhı Eceabat’ta bulunan 9’uncu Tümen, 2’nci Piyade Alayının 2’nci Taburunca savunulmaktaydı. Sabah erken saatlerde 27’nci Piyade Alayının artan bölümü Eceabat’taki ordugâhından hareketle Merkeztepe - Kanlısırt hattına kadar ilerlemiş bulunan düşmana taarruz etti. 5’inci Ordunun genel ihtiyatını oluşturan 19’uncu Tümenin Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, kendi inisiyatifiyle hareket ederek süvari bölüğünü önceden Kocaçimentepe Conkbayırı istikametine gönderdi. 7’nci Dağ Bataryasıyla takviyeli 57’nci Piyade Alayının, emniyet tertibatıyla Bigalı köyü - Kocaçimentepe Conkbayırı yönünde hareket etmesini emretti. Alay, saat 09.40’ta, Kocaçimentepe’ye ulaştı. Tümen Komutanı alaya kısa bir mola vererek atını Conkbayırı’na sürdü. Burada 27’nci Alayın 2’nci Taburundan birkaç erin 261 rakımlı tepeden Conkbayırı’na doğru çekilmekte olduğunu ve düşmanın bunları yakından izlediğini görerek erlere mevzi aldırdı. Düşman da durdu. Mustafa Kemal, 57’nci Alaya taarruz emri verdi. Tekirdağ yöresinin yiğit çocuklarından oluşan ve bu günü sabırsızlıkla bekleyen 57’nci Alay, Kocaçimentepe’den Conkbayırı istikametine, âdeta bir sel gibi akarak düşmanı geriye attı. Bölgenin kilit noktası olan Kocaçimentepe’nin düşmanın eline geçmesine engel olundu.
20
Mustafa Kemal, kendi tümeni ve öteki tümenlerden gönderilen birliklere komuta ederek Arıburnu Cephesi’nde düşmanı dar bir kıyı başına sıkıştırdı. Mustafa Kemal, birliklerine ve 57’nci Alaya gönderdiği 30 Nisan 1915 tarihli emrinde alayın kahraman ve fedakârca yaptığı hizmetlere karşılık padişah tarafından kendisine gümüş İmtiyaz Madalyası; 57’nci Alaya da bir gümüş liyakat madalyası verildiği belirtiliyordu. Üstün ateş gücü olan düşmana karşı kahramanca savaşan birlikler ağır kayıp vermekteydiler. 03 Mayıs 1915 tarihine kadar 57’nci Piyade Alayı, mevcudunun 3/4’ünü kaybetmiş ve bölüklerde komuta edecek takım subayı kalmamıştı. 57’nci Alay, 19’ncu Tümen kuruluşunda olarak İngilizlerin Anafartalar Arıburnu Cephesi'ni tamamen boşaltmalarına kadar (20 Aralık 1915) Arıburnu Cephesi’nde yiğitçe savaştı. Padişah Sultan Reşat’ın 30 Kasım 1915 tarihli emriyle, Çanakkale’de (25 Nisan 1915) Arıburnu’na yapılan çıkarmada düşman kuvvetlerini durdurmak, Kocaçimentepe’nin düşman eline geçmesine aynı gündeki çabuk hareket ve aslanca saldırışlarıyla engel olmak ve aylarca düşman karşısında kalarak ona karşı kahramanca savaşlar yapmak suretiyle gösterdiği üstün yiğitlik ve yararlığın anısı olmak üzere altın ve gümüş imtiyaz madalyalarıyla savaş madalyası verilmiştir. 57’nci Alay, 25 Nisan 1916 tarihinde Keşan kazasının Çelebi köyü kuzeydoğusunda toplandı. Yukarıda sözü edilen madalyalar törenle alay sancağına takılarak geçit resmi yapıldı. Ağustos 1916’dan Haziran 1917’ye kadar 57’nci Piyade Alayının, Doğu Galiçya Cephesi’nde yiğitçe savaşarak şan ve şeref dolu anılarla buradan ayrıldığını görüyoruz. 15’inci Türk Kolordusu, 19’uncu ve 20’inci Tümenlerden ve 19’uncu Tümen ise eskiden olduğu gibi 57, 72, 77’nci Piyade Alaylarıyla Topçu Alayı ve tümene bağlı birliklerden oluşmaktaydı. 57’nci Piyade Alayı, 16 Ağustos 1916 tarihinde, Doğu Galiçya’da Potori’den Rybniki’ye kadar olan cephe kesiminin savunulmasıyla görevlendirilmişti. 57’nci Alayın sağında 72’nci Alay, solunda 55’nci Alman Tümeni bulunmaktaydı. 57’nci Alayın Galiçya’daki Kahramanlıklarına Örnekler 397 rakımlı tepedeki direnek, mevzinin kilit noktasıydı. 01 Eylül 1916’da üstün Rus kuvvetleri topçu hazırlık atışından sonra 57’nci Alay Cephesi’ne taarruz ederek birçok yerde mevzilere girmeyi başardılarsa da yiğitçe savaşan 57’nci Alay, bomba ve süngü hücumlarıyla düşmana ağır kayıplar verdirdi.
21
7/8 Eylül 1916’da yapılan karşı taarruzla Ruslar, 397 rakımlı tepeden geri atıldı. 14/15 Eylül 1916’da, Olhoviyec’de yapılan bir gece baskınıyla Ruslara ağır kayıp verdirildi. 16 Eylül 1916 sabahı ve 17 Eylül 1916’da, saat 02.30’da başlayan Rus taarruzları 57’nci Alayın karşı taarruzlarıyla ağır kayıpla geri atıldı. 57’nci Alay, Galiçya’da Ali Çavuş, Tahir Çavuş, Sadık Çavuş, Ali Onbaşı, Müftü Hasan Fehmi gibi birçok kahramanı bağrından çıkarmıştır. 57’nci Piyade Alayı Galiçya’da bulunduğu süre içinde kahramanca savaşarak Türk’ün gücünü, kahramanlığını, fedakârlık ve üstün başarılarını Osmanlı Devleti’nin bağlaşıklarına da ispatlamış ve Türk Kolordusu Galiçya’dan ayrılırken kendisine övgüler yazılmıştır. Türk kolordusunun bağlı bulunduğu Alman Güney Ordusu Başkomutanlığı, kolordunun Galiçya’daki yiğitlik, fedakârlık ve başarılarını öven 13 Haziran 1917 gün ve 12321 sayılı günlük emrini yayımlamıştır. Haziran 1917’de, ana yurda dönen 57’nci Alay ve bağlı olduğu 19’uncu Tümen, 29 Temmuz 1917’den 23 Eylül 1918 tarihine kadar Sina Filistin Cephesi’ndeki savaşlara katıldı. 57’nci Piyade Alayı, birçok mahrumiyete katlanarak bu cephede 14 ay kahramanca savaştı. Son olarak 19’uncu Tümen ve bağlı bulunduğu ordunun arta kalanlarının Şeria Nehri’nin doğusuna geçirilmesi kararlaştırılmıştı. 57’nci Piyade Alayı, 22/23 Eylül 1918 gecesini Samire köyünde geçirmiş ve Şeria Nehri'ni Telahmer’deki geçitten doğuya geçmesi kararlaştırılmıştı, ancak daha kuzeyde Bisan’ı İngiliz süvarisinin ele geçirmesi nedeniyle, bu kez Şeria Nehri'nin daha güneydeki Berar Geçidi'nden doğu kıyıya geçilmesi kararlaştırıldı. Bisan’dan gelen sayı ve silah yönünden çok üstün olan İngiliz süvarisi, 57’nci Alayın da içlerinde bulunduğu Türk birliklerini kuşattı. Çöl iklimi, susuzluk, yiyecek ikmalinin yapılmaması, aralıksız devam eden savaşlarda birliklerin yıpranmış ve çok kayıp vermiş olmaları, üstelik tüfek ve makineli tüfeklerin mermilerinin tükenmiş olması gibi sebeplerle Türk birlikleri ve mevcudunun 3/4’ünü kaybeden 57’nci Alayın arta kalanı kahramanca savaşıp birçok güçlüğe göğüs germiş olmasına rağmen 23 Eylül 1918 günü tutsak olmak bahtsızlığından kurtulamadı. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal (ATATÜRK) Yaklaşık beş yüz yıl boyunca, üç kıtaya hükmederek birçok ulus ve ülkeyi yönetimi altında toplamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşadığı zor günlerinde, onun egemen olduğu topraklardan pay almak isteyen emperyalist devletlerin, İstanbul’a ulaşmak için birleşerek 22
yüklendikleri Çanakkale Boğazı’nda verilen savaş gerek Türk tarihinde gerekse de dünya tarihinde önemli bir yer tutar. Türk kuvvetlerinin başında, önceleri Alman subaylarının oluşundan ve birlikler arasındaki irtibatsızlıktan kaynaklanan yönetim yetersizliği sebebiyle, emperyalist devletler çıkarma sırasında bazı mevzilerde ilerlemeler kaydettiler. Daha sonra 19’uncu Tümen Komutanlığı görevi ile Çanakkale’ye gönderilen Yarbay Mustafa Kemal, hem bu tümenin hem de diğer birliklerin komutasını üzerine alınca durumda belirgin bir değişikliğin olacağı hemen ortaya çıkmıştır. İşte tarihe Çanakkale Savaşları diye geçen bu zorlu mücadelede, karaya asker çıkarma girişimlerinin en önemlisi; İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin Seddülbahir’e, Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusunun Arıburnu bölgesine yaptıkları 25 Nisan 1915 tarihli çıkarmadır. Bu çıkarma, Çanakkale Savaşlarının en önemli günü olarak tarihe geçmiştir. Türklerin, Seddülbahir Cephesi’ne kuzeyden kuvvet kaydırmalarına engel olmak amacıyla, günlük hedef Kocaçimentepe’yi ele geçirmek üzere donanma desteğinde 25 Nisan günü başlatılan çıkarma, hem çıkarmayı yapan İngilizler hem de savunmayı gerçekleştiren Türk birlikleri için çok zor ve kanlı geçmiş; her iki tarafta da ağır kayıplara sebep olmuştur. 9’uncu Tümenin 27’nci Alayı, Kanlısırt bölgesinde düşmanı durdururken 5’inci Türk Ordusunun genel ihtiyatını oluşturan 19’uncu Tümenin Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, kendi inisiyatifiyle hareket edip sürekli taarruzlarla düşmanı dar bir kıyı şeridinde durdurmayı başarmıştır. Mustafa Kemal, 19’uncu Tümen ve emrine verilen öteki birliklerle, 05 Mayıs 1915 tarihine kadar Arıburnu Cephesi’ndeki savaşları, sevk ve idaredeki üstün yeteneğiyle başarılı bir şekilde yönetti. Beş ay boyunca Seddülbahir, Kirte ve Arıburnu cephelerinde başarı elde edemeyen General Hamilton, Türk ordusunun gerilerine sarkmak ve onu çember içine alarak yok etmek için Anafartalar (Suvla) sahillerinde yeni bir cephe açmaya karar verdi. Bunu gerçekleştirmek için Arıburnu’na Anzak Kolordusu, Suvla sahillerine ise 9’uncu İngiliz Kolordusu tahsis edildi. Harekât 06 Ağustos 1915 gecesi baskın şeklinde başladı. Bu muharebeler devam ederken 08 Ağustos 1915’te, 19’uncu Tümen Komutanı Albay Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına atandı ve bölgedeki bütün kuvvetler onun emrine verildi. İngilizler, Anafartalar bölgesine yapılan çıkarmayla birlikte iki tümenle Kocaçimentepe ve Conkbayırı’na taarruz ederek çok kritik yeni bir durum daha yaratmışlardı. Mustafa Kemal, 10 Ağustos 1915 sabahı, yalnız 8’inci Tümen ile İngiliz kuvvetlerine karşı süngü hücumu yaptırarak düşmana ağır kayıplar verdirip bu kritik durumu düzeltmiştir. 23
Muharebelerin en önemli anısı, şiddetli ateşe rağmen gözetleme yerinden ayrılmayarak muharebeleri sevk ve idare eden Albay Mustafa Kemal’in sağ göğsüne düşman mermilerinden saçılan misketlerden birinin isabet etmesidir. Bu misket sadece saatini parçalamış, parçalanmış bu saati Albay Mustafa Kemal daha sonra, Ordu Komutanı Liman Paşa’ya takdim etmiş, Liman Paşa da ona aile asalet unvanını taşıyan kol saatini hediye etmiştir. İngiliz birliklerinin Komutanı General Hamilton, Anafartalar’daki başarısızlıklarını İngiliz Harbiye Nezaretine sunduğu 17 Ağustos 1915 tarihli raporunda şöyle belirtiyordu: “Çok cesur bir şekilde savaşan ve iyi sevk ve idare olunan asil Türk ordusunun karşısında bulunuyoruz.” Çanakkale Savaşlarında askerî dehasını ispatlayan Mustafa Kemal’e bu sebeple birçok madalya ve nişan verilmiştir. Binbaşı Mahmut Sabri ve Yahya Çavuş İngiltere ve Fransa birleşik filonun Çanakkale Boğazı’ndan geçişini gerçekleştirmek ve Boğaz'ı bu filoya açık bulundurmak amacıyla, asıl kuvvetleriyle Seddülbahir bölgesine çıkıp Alçıtepe ve Kilitbahir’i ele geçirdikten sonra bu filoyu Marmara Denizi'ne ulaştırmaya karar verdiler. İngiliz ve Fransızlar, harekâtın plana uygun olarak gerçekleşmesi hâlinde birkaç gün sonra Marmara Denizi'ne ulaşabileceklerini umuyorlardı. Tekke Burnu’ndan Mehmetçik Burnu’na kadar olan kıyıyı 12’nci Bölük, Mehmetçik Burnu’ndan Morto Limanı’na kadar olan kıyıyı da 10’uncu Bölük savunacaktı. Taburun ihtiyatını oluşturan öteki iki bölük, 9’uncu Tümen İstihkam Bölüğü ve Harapkale kuzeyinde, 3’üncü Taburu yakından desteklemekle görevli 37 milimetre çapında dört toptan oluşan batarya, Ertuğrul Tabya civarında mevzilenecekti. 25 Nisan 1915 sabahı, 29’uncu İngiliz Tümeni birlikleri Seddülbahir bölgesinde dokuz savaş gemisi, dört kruvazör ve birçok muhribin ateş desteğinde Morto Limanı, Ertuğrul Koyu, Tekke Koyu ve İkizler Koyu’na çıkmaya başladılar. Savaş gemileri kıyıları, gerideki araziyi top ateşleriyle cehenneme çevirmiş, bütün siperleri tahrip etmişti. Kahraman Mehmetçikler, açıkta savaşırken mermi çukurlarını siper yaparak savunmalarını sürdürmüş ve düşmana ağır kayıplar verdirmişlerdi. Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri, savaşı büyük bir cesaret ve yetenekle yönetiyordu. Özellikle batı kesiminde, İkizler Koyu’na çıkan düşman birlikleri Tekke Koyu’na çıkan birliklerle birleşerek taburu; biri batıya, öteki güneye karşı olmak üzere iki cephede savaşmak zorunda bırakmıştı. Binbaşı Mahmut Sabri geceyi bulunduğu mevzilerde geçirdi. Ancak 26 Nisan 1915 günü, saat 02.30’da 25’inci Piyade Alayından ağır makineli tüfek takımıyla takviyeli bir tabur cepheye geldi. Cephedeki kuvvetler ve yeni gelen 24
bu taburla birlikte Seddülbahir Cephesi’nde, saat 03.30’da taarruz edilerek Aytabya ve Tekke Koyu’ndaki siperlerin geri alınması kararlaştırıldı. Binbaşı Mahmut Sabri ve taburu, olağanüstü bir çaba ve direnme örneği vererek takviye kuvvetleri gelinceye kadar subay ve er mevcudunun yarısını kaybetmesine rağmen diğer Türk birliklerine değeri hiçbir ölçüyle tanımlanamayacak yirmi saatlik bir zaman kazandırmış, bölgenin kilit noktası ve İngilizler için günlük hedef olan Alçıtepe’nin düşman eline geçmesine engel olmuştur. 25 Nisan günü, Ertuğrul Koyu’nu savunan 10’uncu Bölüğün sağ kanadında Ertuğrul Tabyası dolayında, siperlerde, beş mangadan oluşan bir takıma da Ezineli Yahya Çavuş komuta ediyordu. Çünkü bu takımın başında artık subay kalmamıştı. 25 Nisan gününün göğüs göğüse mücadelesinde, düşmana 10 saat süreyle çok ağır kayıplar verdiren Yahya Çavuş'un bir subay gibi birliğini yönetmesi her türlü takdirin üstündedir. Ertugrul Koyu’nu yan ateşine alan bu takım, düşmana çok ağır kayıplar verdirmiştir. Aynı gün bu siperlerin gerisindeki Aytabya’nın düşman eline geçtiğini öğrenen Yahya Çavuş, sağ kalan erleriyle birlikte siperlerinden çıkıp bu tabyayı süngü hücumuyla almak istemiş, bunun imkânsızlığını görünce Harapkale’deki bölüğüne çekilmek zorunda kalmıştır. Seddülbahir’de yapılan savaşlarda her subay bir Mahmut Sabri, her erbaş ve er bir Yahya Çavuş'tur. Bunlar, savaşa katılan kahraman Türk ordusundan seçilen yalnız birkaç örnektir. 1962 yılında, Seddülbahir köyünün iki km batısında, Göztepe mevkisinde Yahya Çavuş ve arkadaşları için bir anıt dikilmiştir. Anıta yazılan şiir, Yahya Çavuş'u ve nice Yahya Çavuşları anlatan çok güzel bir örnektir. “Bir kahraman ve Yahya Çavuştular, Tam üç alayla burada gönülden vuruştular. Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri, Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.” Er Hafız Çanakkale Savaşları devam ettiği sırada, savaşa mühimmat ve cephane götüren düşman gemilerinin Süveyş Kanalı'ndan geçişlerini gören birliklerimiz, götürülen bu cephanelerin Çanakkale’de kullanılacağını bilmelerine rağmen hiçbir müdahalede bulunamadıkları için büyük üzüntü duymaktaydılar. İşte bu gemilerin geçtiği sırada, Süveyş Kanalı çevresinde görev yapan Türk birliklerine bağlı bir taburun komutanı, eline geçirdiği küçük bir mayını çok iyi bir yüzücü olan Er Hafız’a vererek bu gemilerden birinin önüne koymasını emreder. Bu emri tereddütsüz yerine getirmek için yüzerek mayını kanalda gemilerin geçeceği bölgeye yerleştiren ve cephane yüklü bir 25
geminin infilak ederek batmasını temin eden bu kahraman er, daha sonra yüzerek karşı sahile ulaşmayı da başarmıştır. Asteğmen Ali Efendi 33’üncü Alay 9’uncu Tabur 2’nci Bölüğünün Takım Komutanı Ali Efendi, Doğu Cephesi'nde yararlılığı belgelerle tespit edilen kahramanlarımızdandır. Sarıkamış, Azap ve Kop muharebelerinde bulunmuş olan Ali Efendi'nin bu savaşlarda birçok kahramanlığı görülmüştür. En son katıldığı Yılankaya Savaşı’nda, yedi yerinden yaralandığı hâlde savaşa devam etmiş, sonunda da düşmana esir düşmüştü, fakat esareti kendine küçüklük sayan Ali Efendi, ağır yaralı olmasına rağmen insanüstü bir gayretle gece karanlığından yararlanıp sürünerek Türk tarafına geçmeyi başarmıştır. Hastanede tedavideyken bu kahramanca davranışından dolayı rütbesi asteğmenliğe yükseltilmiştir. Her birinin ayrı ayrı destanlar yarattığı Türk ordusunun fertlerinin, kahramanlık göstermeleri için rütbeli olmaları veya kendilerine mutlaka bir görev verilmesi gerekmemektedir. Çünkü hepsi, bu milletin ve devletin kendilerinden neler beklediğini bilmektedirler. Yedek Subay Ali Efendi; yokluklarla, soğukla, kendilerine ulaştırılamayan giyecek ve erzak noksanlıklarıyla alay edercesine cephede kahramanca savaşmıştır. Kınalı Hasan Çanakkale köylerinden her gün yüzlerce genç savaşa katılmak üzere birliklerde toplanmaktadır. Acemi askerlerin eğitim ve teçhizatı tamamlandıktan sonra cepheye gönderilmektedir. Yüzbaşı Sırrı Bey, ikindi vakti yeni gelen erleri teftiş ederken içlerinde bir tanesinin saçının bir tarafının kınalanmış olduğunu görür ve takılır: - “Hiç erkek kınalanır mı?” Mehmetçik: - “Buraya gelmeden evvel, anam kınalamıştı komutanım.” der ve sebebini bilmediğini ilave eder. Komutanın isteği üzerine anasına yazdığı mektupta; “Niye benim saçımı kınaladın?” diye sorar. Gelen cevap mektubunda ise şunlar yazılıdır: “Ey Gözümün Nuru Hasan’ım, Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın... Ben, senin anan isem beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor... Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın... 26
Hasan’ım, söyle zabit efendiye... Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır... Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım... Allahın hükmüyle, Allah, seni İsmail Peygamber’in ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır.
yolundan
Gözlerinden öperim. İngiliz Savaş Gemisi Golyat (Goliath)’ın Batırılışı ve Muavenet-i Milliye Muhribinin Başarısı Çanakkale Savaşlarının en kanlı çarpışmalarına sahne olan bölgelerinden birkaçı da Zığındere, Kanlıdere, Şehitler Tepesi ve Kerevizdere isimleriyle anılan topraklardır. Bu bir avuçluk vatan topraklarına akıtılan Türk kanı, ciltlerle yazılacak kahramanlık tarihine sığmayan yüceliktedir. Orada sönen her yıldız, yeni bir cihan; oraya akan her damla kan, bir deniz; oraya düşen her şehit bir vatandır. Onların ölümsüz ve kutsal varlıkları sayesinde hür ve egemen yaşamanın övüncünü göğüslerimizde taşırken kendilerine borçlu olduğumuz tükenmez saygı ve minnetlerimizi, canlarımızı aynı yola adamakla ödemenin tesellisi ve kıvancında buluyoruz. Fransızların Kerevizdere’de tuttukları mevzileri yeniden ele geçirmek ve onları denize dökmek için aralıksız taarruzlar yapılmakta; fakat bütün çabalara ve cömertçe harcanan mübarek kanlara rağmen düşman savaş gemilerinin aman vermeyen topçu ateşleri nedeniyle başarıya ulaşılamamaktaydı. Morto Koyu’nda kayıtsızca yatan iki savaş gemisi, rahatça koy açığına çıkarak taarruz eden birliklerimizi top ateşi yağmuruna tutmakta ve bölgeyi yanıp kaynayan çelikten bir cehennem hâline getirmekteydi. Bu savaş gemilerinin yok edilmesi şarttı. Bütün Boğaz kapısını ve deniz çevresini sıkı bir şekilde kontrolleri altında bulunduran, dünyanın en büyük deniz kuvvetlerine sahip olan düşmanın bize engel olan bu gemileri nasıl yok edilecekti? Olanaksız görülen şeyler, Türk’ün azim, irade ve iman gücünün karşısında daima bir çözüm yolu bulmuştur. 09 Mayıs 1915 günü, Marmara’da düşman denizaltılarına karşı karakol görevi yapmakta olan Muaveneti Milliye muhribi, aldığı emir üzerine, Kıdemli Yüzbaşı Ahmet Saffet komutasında ertesi gün saat 13.30’da, Çanakkale’ye geldi. Bu muhribe verilen görev, Morto Koyu’nda bulunan ve birliklerimizin üzerine durmadan ölüm saçan düşman savaş gemilerini yok etmekti. Muavenet, 620 tonluk, iki adet 75, iki adet 57 ve iki adet 37 milimetrelik topa, üç tane 450 milimetrelik torpido kovanına sahip küçük bir gemiydi. Morto Koyu’nda bulunan ve çevresi muhriplerle korunan savaş gemilerinin her biri ise 12.950 tonluk, 18 mil süratli, dört adet 305, on iki adet 27
152, on iki adet 76, altı adet 47 milimetrelik toplam olarak 34 topa ve dört adet 450 milimetrelik su altı torpido kovanına sahipti. Görevi alan Yüzbaşı Ahmet Saffet’in ilk işi, izlenecek seyir hattını ve Morto Limanı’ndaki Golyat ve Kornvolis savaş gemilerinin durum ve hareketlerini saptamak oldu. Erenköy’deki bataryalar yöresinden yapılan gözetlemeler ve Rumeli kıyısında seçilen seyir hattı üzerinde yapılan kısa bir deneme ile saldırı için gerekli kararlar alınmıştı. Düşman savaş gemileri, kendi gururlarına bürünmüş, koyda demirli yatmakta; iki İngiliz muhribi Rumeli, diğer iki İngiliz muhribi Anadolu kıyısında ve bir beşincisi de Boğaz ağzının ortasında karakol görevini yapmaktaydılar. 12 Mayısta sona eren hazırlıklarda, kıyı boyunca ve gizlice yapılacak seyir sırasında geminin dibe değmemesi için kömür ve yağın yarısı boşaltıldı. 90 kilo şarjlı üç Şuvartskopf torpidosu kovanlara sürüldü, bir tanesi de yedek olarak güverteye alındı. Torpidolar, 1200 metre mesafeye, 34 mil hıza ve iki metre derinliğe ayarlandılar. Müstahkem mevkideki bataryalarla ışıldaklar ve diğer bütün ilgili birlikler yapılacak saldırıdan bilgilendirilmiş; Anadolu ışıldaklarının Muavenet’in seyir hattını aydınlatmamaları, gemiyi takip etmeleri muhtemel düşman muhriplerini karşılamak üzere bataryaların hazır bulunmaları, muhribimizin görevi bitirerek dönüşünde seyir fenerlerini yakacağı ve eğer takip olunuyorsa baş tarafından beyaz işaret fişekleri atacağı bildirilmişti. Havuzlar mevkisinde demirli olan bir filika da kırmızı bir fener gösterecekti. 12 Mayıs 1915 günü saat 18.40’ta, güneş deniz ufkunda batarken ve sular yakın bir gelecekte kopacak kıyameti fısıldaşır gibi heyecanla çırpınırken Muavenet büyük bir serinkanlılıkla tarihî yolculuğuna başladı. Bu küçük gemi içinde dünyalara sığmayacak büyüklükteki kalpler, yalnız ve yalnız görevin başarıyla sonuçlandırılması için atıyor, kendi hayatlarının nasıl bir tehlikede olduğunu düşünmüyorlardı bile. Muavenet, Boğaz'ı kapatmış olan mayın hatlarını saat 19.30 sıralarında geçti ve sonra Soğanlıdere önlerinde demirleyerek plan gereğince saldırı saati olan gece yarısını beklemeye başladı. Morto Koyu ile Soğanlıdere arasındaki uzaklık yedi mildi. Düşman gemilerinin ateşleri ve ışıldaklarla yaptıkları aydınlatmalar saat 23.30’a kadar sürdü, fakat Muavenet, avına saldıracak bir pars gibi kıyıya iyice gizlenmiş, büyük bir sessizlik içinde karanlıklara gömülmüştü. 12 - 13 Mayıs günü, gece yarısını yarım saat geçe, Soğanlıdere önünden demir alan muavenet, sekiz mil hızla ve sahile sürünürcesine seyre başladı. Burada kıyı bir duvar gibi dik ve sular yamaçlardan sarkan ağaçların büsbütün koyulaştırdığı karanlıklar içerisinde bir başka korkunçtu. On beş dakika kadar sonra iskele tarafında ve 600 - 700 metre uzaklıkta, ağır yolla ve karşı rotada seyreden bir düşman muhrip takımı Muavenet’i görmeyerek geçip gitti. Bu gerçekten heyecan verici bir karşılaşmaydı. Muavenet’teki yiğit 28
yürekli erler derin bir nefes aldılar. Onları heyecanlandıran, görevin yapılmaması kuşkusuydu. Saat 01.00’de, tam provada, Eskihisarlık Burnu’na bordolarını vermiş yatan iki dev savaş gemisi fark edildi. Torpido kovanları sancağa çevrilmiş durumda, ağır yolla, avını ürkütmekten çekinen bir dikkatle seyre devam edilirken öndeki savaş gemisi Golyat’ın pırıldakla işaret verdiği görüldü. Düşman, yaklaşmakta olan Muavenet’ten parola sormaktaydı. Kaybedilecek zaman değildi. Bu işarete aynen cevap veren Muavenet, hemen hücuma geçti ve saat tam 01.15’te, Golyat’a 300 metreye kadar yaklaştığı sırada, birbiri ardınca üç torpidosunu da ateşledi. Bunlardan biri Golyat’ın komuta köprüsü, ikincisi baş baca altına ve üçüncüsü de kıç tarafına vurdu. Çok kısa bir zamanda karanlık sulara gömülen Golyat, 750 kişilik mürettebatından gemi komutanı da dâhil 570’ini de beraberinde götürdü. Bir anda ortalık karmakarışık olmuş; türlü feryat ve bağrışmalar ve etrafı ışık yağmuruna tutan gemilerin ışıldakları arasında Muavenet, tam yolla aynı rota üzerinden dönüş seyrine başlamıştı. Saat 02.00’de Soğanlıdere’ye geldiğinde elde edilmiş olan başarıdan Müstahkem Mevki ve Donanma Komutanlıklarına bilgi verildi. Muavenet’in Anadolu kıyısını izleyerek geri döndüğünü sanan düşman muhripleri hemen harekete geçerek Boğaz içerisinde onu kovalamak çabasında iken bütün ışıldaklarımızın yanmasıyla başlayan şiddetli bir topçu ateşi onları geri dönmek zorunda bıraktı. Sabahın ilk ışıklarıyla Muavenet, Çanakkale önüne demirlediği zaman büyük sevinç gösterileri yapıldı. Gemi ertesi gün İstinye Üssü’ne döndü ve törenle karşılandı. Mürettebat, Başkomutan Vekili ve Bahriye Nazır Vekili Enver Paşa tarafından takdirname ile ödüllendirildi. Nişan ve madalyalar verildi. Gemi Komutanı Ahmet Saffet binbaşılığa yükseltildi. Muavenetin bu başarısı, Kerevizdere yöresinde savaşan birliklerimizin morali üzerinde önemli etkiler yaptı. İngiliz savaş tarihinin “cüretli ve ustaca bir hareket” diye nitelediği bu olay, 14 Mayıs 1915 günü toplanmış olan İngiliz Savaş Meclisinde bir bomba etkisi yapmıştı.
29
Zonguldaklı Mehmet Onbaşı 1915 senesinde, 7’nci Alay 2’nci Bölük komutanı olduğum dönemde, 3’üncü Takımın görev aldığı cephe, Bitlis’in kuzeyinde bulunmaktaydı. Bu takımın tuttuğu mevzinin sağı Van Gölü’ne dayalı idi. Ruslar, bu takım cephesine öncü kuvvetleriyle taarruz ettiklerinde takım bir kaya gibi 48 saat yerinden oynamadı. Ortalık ağarmadan takımın çekilmesi emredilmişti. Takım çekilmiş, yalnız iki mangası çekilmekte başarılı olamayarak olduğu yerde kalmıştı. Bu iki manganın emir ve komutasını üzerine alan Zonguldaklı Mehmet Onbaşı, şehitlerin ve yaralıların da cephanesinden yararlanarak Rusların ağır silahlarının bitmez tükenmez ateşine rağmen yerinden oynamayarak savunmada bulunuyordu. Bu onbaşının yüksek cesaret ve sabrı sayesinde Rus birlikleri, Türk savunma hattına sokulmaya imkân bulamamıştı. Bütün şehitleri gömdükten ve yaralıları geriye göndermeye zaman kazandırdıktan sonra kıtasını da başarıyla geriye aldırdığı ve kendisi de topçu ateşi tesiri ile ağır yaralı olarak mangası, eratı sırtında geriye geldiğinde şu ifadede bulundu: “Ruslardan, 93 Savaşı’nda şehit olan babamın intikamını alamadım. Bölüğüm benim intikamımı alsın...” dedikten sonra koynundan çıkardığı kesesindeki bozuk paralardan oluşan bir lirasının da Kızılay'a verilmesini istemiştir. Yüksek millî onur ve duygu taşıyan bu kahraman, daha sonra sedyeye konarak sağlık bölüğüne giderken yollarda rast geldiği hemşehrilerinin; nerenden vuruldun, nereden geliyorsun sorusuna da “Er meydanından, yiğitler arasından, gelin almadan geliyorum.” demiştir. Bu mert ve cesur Türk yavrusu, bir hafta sonra aldığı ağır yaranın tesiriyle ölmüştür. 30
Savaşların Yılmaz Topçusu İsmail Çavuş İsmi Rusçuklu Hasan oğullarından İsmail idi. Bıyıklarının yeni yeni terlediği bir dönemde Balkan Savaşı patlak vermişti. Bu beklediği fırsattı. Bir kahraman olarak evine dönmek, vatanına olan borcunu ödemiş bulunmanın rahatlığı içinde mutluluğa ermek gerekti. Yazık ki Balkan seferi talihsiz bir savaş olmuştu. Cephe boylarında yenilmiş olmak istemiyor, her tarafta ölümü arıyordu. Ateş olmuştu, fakat ne var ki cürümünden fazla yer yakması mümkün değildi. Ellerini havaya kaldırdı ve “Beni atalarımın ruhlarının önünde küçük düşürme Yarabbi. Zaferi görmemi takdir etmedinse şehit olmama izin ver.” diye Allah'a yalvardı. Bir yandan gönlündeki o ılık meltemi de için için duyuyor olduğuna şaşmadı. Aynı anda bir şarapnel patladı. Ötesini hatırlamıyordu. Balkan Savaşı bitmişti. Fakat İsmail şehitlik rütbesine erememişti. O savaştan, o uğursuz şarapnel gururunda bir hançer, ciğerinde bir misket olarak takılıp kalmıştı. Bu böyle sürüp gidemezdi; ne olursa olsun öç alınmalıydı. Birinci Dünya Savaşı’na, suya atılan bir çöl yolcusu gibi koştu. Ciğerlerindeki misketi çıkaramazdı, bunu biliyordu, ama gururundaki hançeri düşmanın göğsüne saplamaya ahdetmişti. Seddülbahir’de 15’inci Sahra Topçu Alayının 1’inci Bataryasında hizmete başladı. İsmail Çavuş, baştan ayağa hışım, baştan ayağa intikam kesilmişti. O bütün cihana vatan sevgisinin, savaş azminin örneklerini veriyordu. Cepheye sokulmak isteyen düşman ihtiyatlarını topu başında yan ateşine alarak perişan ederken gururundaki hançerin, bir cennet kuşu hafifliği ile uçup gittiğini duymuştu. Gönlündeki ılık meltem şimdi onu daha içten sarıyordu. Yeşil Bursa’nın Hoca Hasan Mahallesi'ndeki mavi badanalı evine açık alınla gidebilirdi. Ne yazık ki bu sırada gene yaralanmıştı. Onu hastanede bir buçuk ay zor tutabildiler. İstirahat için evine dönmek istemiyordu. Son düşman neferinin vatan topraklarını, yenilmiş ve perişan terk ettiğini gözleriyle görmedikçe topu başından ayrılmamaya yeminliydi. Gerçekten de topu başında ne heybetliydi İsmail Çavuş! Kanal Cephesi Mısır’da Osmanlı egemenliğini yeniden sağlamak ve Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek amacıyla yapılan harekât, 1915 yılı başlarında biri kıyıdan diğeri de onun güneyinden olmak üzere iki kol hâlinde ilerlemiştir. Gerekli ulaşım imkânlarının sağlanamaması nedeniyle iki defa başarısızlıkla 31
sonuçlanan bu harekâta karşılık İngilizler, 1916 yılının sonlarında Sina yarımadasını ele geçirerek zafere ulaşmışlar ve Suriye sınırına dayanmışlardır.
Kanal Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları Sina Çöllerinde Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Sina; kuş uçmaz, kervan geçmez bir çölden ibaretti. Uzun zamanlardan beri de Hafir’e kadar bütün bölge İngilizlerin nüfuzu altında idi. 4’üncü Ordu, harp stratejisi gereği bu büyük çöl parçacığını İngilizlerin elinden kurtarmak ve Kanal’a hâkim olmak vazifesini almıştı. Yürüyen bir kıta için çöl, en kuvvetli düşmandan çok daha korkunçtu. Yol, kuma ilk basan erin ayak izinden başlıyor, su; ancak birkaç yağmur çukurunda ve yalnız bedevilerin bildiği kuyularda bulunabiliyordu. Bunlardan da herkes için günde ancak yarım matara pay ayrılıyordu. Su başlarında düzen, çoğunlukla süngülü birçok nöbetçi ile korunuyordu. Yürüyüş sırasında günlerce hayat eseri görülmüyordu. Bütün gönüller bir an önce Kanal’a varmak özlemi içinde idiler. Günlerce yüründü. İngilizler Kanal’ın öbür tarafında dikkatle hazırlanmış ve bütün eksikleri tamamlanmış mevziler içerisinde idiler. Demir yolları ve düzenli haberleşme şebekeleri sayesinde her şeyleri tam ve mükemmeldi. Anadolu’nun en uzak köşelerinden gelmiş birkaç bin vatan evladı Kanal’a ulaşacak, bol su, bol gıdadan sonra İngiliz birliklerine bu keyfi haram edecek ve Sina’daki rahatının son bulduğunu haber verecekti. Yakan güneş ışınlarında parlayan namlular her Türk’ün yüreğinde yeminleşen bir iradenin işareti gibiydi. Mevzilerinde korku içinde yaşayan İngilizler, ışıldaklarının ulaşabileceği uzaklıklara kadar bütün çölü aydınlatmaya çalışıyorlar, gündüzleri aralıksız uçan uçaklar, kum üstünde hareket eden her şeyi hemen haber veriyorlardı. Birlikler gece yürüyüşü yapmak zorunda idi. Zaten 32
çölde gündüz yürüyüşü yapmaya imkân da yoktu. Bu suretle hareketlerimiz İngilizlere karşı gizli tutulabiliyordu. Yürüyüş kolunun gerisinde develerden kurulu bir kervan yürümekteydi. Erzak, cephane ve her çeşit ikmal malzemesi bu deve kollarıyla taşınıyordu. Katırlar, atlar ve arabalar alışmadıkları bu çöl şartları içerisinde, beraber oldukları askerin büyük ve zor vazifesini anlamış gibi sabırla ilerlemeye çalışıyorlardı. Kanal’a yaklaşılmıştı. Uzaklarda beliren bazı görüntüler, yarılan tabanlara, çatlayan dudaklara, kuruyan dillere yeni bir güç vermişti. Bu manzara bol su, bol gıda vadeden, uzun günler boyunca aranan hedefi müjdeliyordu. Belki yarın, Anadolu’nun en uzak köşelerinden inanılmaz bir güçle çöllere akan selin sürüklediği ateş, dünyayı avucunda boğmak isteyenlerin başına yağacaktı. Gündüzün hareketsizliğine gömülmüş ve öbek öbek dağılmış birlikler kumlarda uyukluyorlardı. Bir tarafta birkaç çift manda ve yüz kadar istihkâm eri, günlerce kum üstünde sürükledikleri tombazların gölgesine uzanmışlardı. Bu tombazlar, buraya ta Edirne’den taşınmaktaydı. Edirne ve Kanal... Bir deniz geçildi. Trenler, tozlu yollar, Toroslar... Sonra Kudüs’ten Kanal’a kadar Sina çöllerinin kızgın kumları yüründü. Tombaza baktıkça insan azminin ve Türk gücünün yüceliğini duymamak mümkün değil. Bu tombazı getiren Anadolu çocukları günlerdir sıcak yemek yememişler, çatlayan dudaklarını ara sıra rastladıkları çamurlu sularla ıslatmışlar ve güneş altında bir taş kadar sert peksimetlerini, dişlerinin acısına rağmen sabırla ezmeye çalışıyorlardı. Yavuz Sultan Selim ordularının çölde yazdıkları kahramanlık destanını kıskandıran bir avuç Türk eri, mola verdikleri bu yerde, gözleri yarı kapalı olarak ilk defa Kanal’da kopacak kıyameti daha sonra da geçmişi ve yuvalarını düşünüyorlardı. Artık yürüyüşün son safhasına gelinmişti. Kanal yakın, asker sabırsızdı. Duraklamaksızın ilerlemek ve gündüz olmadan hedefe ulaşmak lazımdı. Çekilen bunca çilenin mükâfatı da buna bağlıydı. İngiltere’nin Mısır ordularını buraya bağlamak ve bu suretle Batı Cephesi'nde, müttefikimiz Almanların yükünü hafifletmek amacıyla girişilen bu teşebbüs gayesine ulaşmıştı, fakat ateşe göğsüyle, inancıyla karşı koymasını bilen binlerce Anadolu genci, korkusuzluk destanı yazarak Kanal’ın şaplı sularında boğulmuş, Sina Çölü'nün kızgın kumlarına gömülmüştü. Üç Cephenin Yıldızı Adanalı Naci Sıcak toprağın sıcak çocuğu, Adanalı Naci, doğduğu yeşil yurttan Çanakkale’ye koştu. Akdeniz’in serin mavi kokusunu Seddülbahir’de içti. Anafarta’nın, Kireçtepe’nin, Zığındere’nin, Kanlıdere’nin mermi parçaları ve 33
kanla yoğrulmuş çorak topraklarında dört mevsim boğuştu. Her tarafı yanan yurdun Kafkaslarda yükselen alevlerini söndürmek için şarkın gökleri örten dağlarına terlerini döktü. Yorulmadı. Kavrulan avuçlarını Kanal’ın tuzlu suyuna sokarak serinletmek isteyen Anadolu yavrularının tırnakları ile yığdıkları kum siperlerde de savaştı. Adana Öğretmen Okulunun son sınıfında iken seferberlik ilanı üzerine, yedek subay olarak yetiştirilmek için İstanbul Yedek Subay Adayları Talimgâhına sevk edilmişti. Okulunun her sahada başarılı öğrencisi Naci, talimgâhın da en çok sevilen kişisi olmuştu. Zekâsı, çabuk kavrama kabiliyeti ve çalışkanlığı ile bütün amirlerinin sevgisini üzerinde toplamıştı. Asteğmen olarak 16 Nisan 1915 tarihinde katıldığı Çanakkale Savaşlarında siperden sipere koştu, bu seferi zaferle bitirdi ama onun görevi daha bitmedi. Doğu sınırlarımızı aşan korkunç işgal selinin önüne; Palandökenleri, Ak Dağları, Allahüekberleri kucakladı, yığdı fakat, buradaki savaşı sona erdiremeden ona Sina’da görev verdiler. İki cephenin yılmaz kahramanını, Gazze siperleri sevgi ile bağrına bastı. Görev aldığı, 19’uncu Alayın bağlı bulunduğu 54’üncü Tümenin 25 Temmuz 1917 tarih ve 3025 sayılı günlük emrinde, 20’nci Kolordu Komutanının şu satırları okunuyordu: “24 - 25 Temmuz 1917 gecesi İngilizlerin tekrar kurmak istediği tel örgü hattı, Subay Vekili (Asteğmen) Naci Efendi komutasındaki keşif kolumuz tarafından sökülmüş ve çıkarılan kazıklardan kırk adedi mevzilerimize getirilmiştir. Keşif kolu subay ve erlerini takdir ederim.” Cephenin bu yılmaz çocuğu, aldığı her görevi başarı ile sonuçlandırmış, birliğinin değişmez keşif subayı olmuştu. Naci, 10 - 11 Ağustos 1917 gecesi düşman cephe hattındaki değişiklikleri öğrenmek üzere yeni bir görev almıştı. Takımından yirmi er seçerek mevziden uzaklaştı. Gayet dikkatle düşman hatlarına yaklaşıyordu. Gecenin karanlığı meydana gelecek kanlı bir olayı gizlemek ister gibi gittikçe koyulaşıyordu. Sık sık gittiği İngiliz cephe hattına uzanan bu toprak onu, o da bu toprağı gayet iyi tanıyordu. Kulaktan kulağa uzanan bir fısıltı, 50 adım daha ilerlemesini emrediyordu. İşte o anda bir kıyamet koptu. Karışık dillerle konuşan insanlar, kasırgaya kapılan bir kum yığını gibi yerden kopmuş, bir avuç kahramanın üzerine yağıyordu, kuvvetleri yaklaşık olarak bir bölük kadar vardı. Bu nispetsiz boğuşma, karanlıkları yırtan bağrışmalar içinde uzun sürmedi. Küçük parçalara bölünerek gücünü yitiren düşman artıkları sessizliklere gömülerek kayboldular. Şu var ki bu savaş pahalıya mal olmuş, geceyi aydınlatan süngülerle kumlara serilen bir yığın düşman cesedi arasında on dört kahraman da başardıkları savaşın neşesini solgun çehrelerinde taşıyarak sonsuzluğa kavuşmuşlardı. Bu sırada ağır yaralanan Naci, kimseyi tanıyamaz bir hâlde, sedyede yatarken bile gülümseyen dudaklarında başardığı işin ve Allah’a kavuşmanın 34
sevincini taşıyordu. Nitekim birkaç dakika sonra üç cephenin bu parlak yıldızı, Sina Çölü'nün karanlıkları içinde sonsuzluklara doğru kayıp gitmişti. 54’üncü Tümen, 12 Ağustos tarihli günlük emrinde, bütün tümen arkadaşlarını göz yaşları içinde bırakarak şehitlik mertebesine ulaşan kahraman Asteğmen Naci’nin eşine bir üst dereceden maaş bağlanması için gerekli işlemin yapıldığı bildiriliyordu. Tabur Komutan Vekili İbrahim Hakkı Aydınlı Ömer Çavuş Birinci Dünya Savaşı’nda, Sina’da (Gazze Birussebi) savaş hattının yan açıklarında boş bir çöl kısmı vardı ki burayı İngiliz süvari alayları sarmıştı. Bir gece, 12’nci Depo Alayından oluşan taburlar Elhalil’den çıkarak bu sınırları belirsiz çöle doğru yürüdü. On saatlik yol alınmıştı. 31 Ekim 1917 günü, uzun bir yürüyüşten sonra Hirbe denilen bir noktada duran tabur 2’nci Bölüğünü ileri sürdü. Bölük, çöl güneşinin yakıcı ışıkları altında üç saat daha yürüdü. Ebuhof Tepeleri, İngilizlerden önce tutulacaktı, fakat bu tepelere gelinceye kadar kum, sıcak ve susuzlukla pençeleşen piyade bölüğü o kadar yorulmuştu ki bir adım daha atmak için beş defa soluyordu. Birden çölün bir ucundan bir tren lokomotifinin çıkardığı dumanları andıran bir toz bulutu göründü. Bir süvari yürüyüş kolu geliyordu. Gelen İngilizlerdi. Marş marş! Şimdi, yorgun ve susuz Türk çocukları inanılmaz bir hızla koşuyorlar, tepeyi tutmak istiyorlardı. Mezartepe adı verilen bu kum tepeyi tutan 70 tüfekli bölük, kendisinden yedi misli büyük bir İngiliz süvari alayına karşı ateş açıyordu. İngilizler hücuma kalktılar ve kahraman Mehmetçiklerin açtığı ölüm çemberi içine düşerek çekildiler. 600 metre uzakta atlarından atlayan bu süvariler yaya savaşına geçiyor, makineli tüfekler ve toplarla bölüğün ateşini susturmaya ve sonra yine hücum etmeye hazırlanıyorlardı. İki saat böyle geçti. Bölüğün ne makineli tüfeği ne de yardımcı başka bir kuvveti vardı. Cephane de tükeniyordu. Fakat bu kurak çölde en çok düşünülen şey su idi. Gitgide İngiliz alayı üzerine atılmak isteyenler çoğalıyordu. Bu çok tehlikeli bir işti. Kumtepe’yi bırakmak doğru olmayacaktı. Akşam beklendi. Aydınlı Ömer Çavuş yiğitçe ileri atılarak: - Komutanım müsaade et de gideyim, düşmanın yanına varıp su getireyim, dedi. Ömer Çavuş, sekiz erle Kumtepe’den indi. İngilizlere doğru ilerledi. Ortalık kararmıştı. Çöl yine o eski sessizliğine kavuşmuş, bir zindan karanlığı içinde Ömer Çavuş da gözlerden kaybolmuştu. Heyecanla ne olacağını beklerken birden birkaç el bombası ve tüfek sesi çölün derinliklerinde yankılandı. Makineli tüfekler gürlüyor, fakat sesler gittikçe seyrekleşiyordu. Anlaşıldı ki İngilizler çekiliyorlardı. Muharebe yerinde birçok ganimet 35
bırakmışlardı. Bu arada Ömer Çavuş şehit düşmüştü. Arkadaşları İngilizlerden ele geçirdikleri bir varil suyu onun cesedi ile beraber Kumtepe’ye getirdiler. Onun canına bedel, bölük susuzluktan kurtuldu. Onun fedakârlığı ile edindiğimiz bu bir varil su, bu cehennem gibi susuz çölde değeri ölçülmez bir ganimet idi. Ömer Çavuş'un mezarı başında bütün bölük onu rahmetle anarak kana kana sudan içti. Biraz sonra orayı tarayan Antepli Halil Çavuş'un mangası da İngilizlerden birçok ganimet (mataralar, konserveler, tüfekler, fişek ve şarjörler) alarak geldi. O gece, Mezartepe bir bayram yerine dönmüştü. Bölük, zafer neşesi ve yeni bir canlılıkla sabahı bekliyor ve yine İngiliz birlikleriyle savaşmayı diliyordu. Irak Cephesi 1914 yılında Basra’ya asker çıkarmış olan İngilizler, Türk kuvvetlerinin İran’a girmesini ve Hindistan’ı tehdit etmesini önlemek ve kuzeye çıkıp kara yolu ile Ruslarla birleşme amacını gütmüşlerdir. Kut-ül Amare’ye ve oradan da kuzeye doğru ilerleyen İngilizler, 1915 yılı sonlarında kuvvetlerini kaybederek geri çekilmişlerdir. General Towsend komutasındaki 18.000 kişilik İngiliz kuvveti Kut-ül Amare’de sarılmış ve teslim alınmıştır, ancak elde edilen bu başarı uzun sürmemiş ve yeniden Basra’ya kuvvet çıkaran İngilizler, 1917 yılında Bağdat’a girmişlerdir. Irak Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları Bolulu Habip Irak’ta, Felâhiye Cephesi’ndeki 23 Mart Savaşı pek ünlüdür. Bu savaş, her iki taraf için de pek ağır kayıplara mal olmuştur. Cepheden yaralı olarak dönüyordum. Yaram oldukça ağırdı. Benimle beraber birçok yaralı, subay ve askerin de sıhhiye bölüklerine ve seyyar hastanelere doğru gittiklerini gördüm. Bir aralık aslan bakışlı, iri yapılı bir er yanıma sokuldu. - Komutanım geçmiş olsun, senin yaran kolundan mı? Erin yüzüne baktım. Yaralı bir vücut siması yoktu. Vücuduna göz gezdirdim. Bir kolunun omuz başından kopmuş olduğunu hayretle gördüm. Ona: - Sana da geçmiş olsun oğlum, diyebildim. O zamana kadar hissettiğim üzüntü ve ıstırap, bu yüksek manzara karşısında birden bire dindi. Erle beraber kolordu karargâhına kadar geldik. Yolda savaşı bütün ayrıntısıyla anlattı. O kadar doğaldı ki yüzünden ve gözünden kederini hissedemiyordum. Sonunda pek anlamlı bir duruş ve bakışla “Komutanım!” dedi. “Bir yiğide bir kol da yeter. Benim kolum düşmanın on erine mal oldu. Yaram kapansın, soluğu yine cephede alacağım.” 36
Bu kolsuz kahraman, diğer yaralılar arasında herkesten daha çok dikkati çekiyordu. O sırada bir esir kafilesi de karargâha gelmiş bulunuyordu. Türk yaralılarının sükûnet ve soğukkanlılığı, İngiliz esirleri üzerinde büyük bir etki bırakıyordu. Türk cephelerini gezmek üzere karargâha gelmiş bulunan bir Alman subayının huzurunda bülbül gibi savaşı anlatıyordu. Dük, bir taraftan da İngiliz esirlerine sorular soruyordu. Komutan Habip’i okşayarak: - Sen cephedeki görevini aslanlar gibi yaptın, artık cephede işin kalmadı. Yaran kapanır kapanmaz köyüne gidersin. Al şunu, bu ordunun sana naçiz bir hediyesidir. Bununla bir çift öküz al, tarlanı sür ve geçin, dedi. Temiz kalpli Habip, verilen parayı almak istemiyordu. Ben para için, ödül için savaşmadım. Vatan için, millet için savaştım. Kolumu vatan uğrunda feda ettim diyordu. Alman subayı manzaranın büyüklüğüne hayran olmuştu. Bir Türk erinin bu kadar büyük bir vatansever olması Alman’ın aklına sığmıyordu. Bir aralık bir İngiliz esirine sordu: - Nasıl, Türkler mi iyi savaşıyorlar, Almanlar mı? İngiliz esiri tereddütsüz cevap verdi: - Türkler hem iyi hem mertçe savaşıyorlar. Eğer Alman araç ve malzemesi Türklerin elinde olsa idi, savaş çoktan Türklerin zaferi ile sonuçlanırdı. Bu cevap Alman subayını hiç memnun etmedi fakat gerçek ve bunun canlı bir şahidi Alman'ın karşısında bulunuyordu. Karargâhın bulunduğu alandan vapurla geriye, Bağdat’a nakledilecektik. Habip’le beraber vapura bindik. Alman subayı, sırf Habip’le beraber bulunmak için aynı vapurla gitmeye karar vermişti. Habip’in koluna girerek onu bizzat vapura bindirdi. Vapurda bir hasta bakıcı gibi bu kahramana hizmet ediyordu. Habip, vapurda subay, er ve bütün yaralılara cesaret ve metanet aşılıyordu. Silleli Miktat Çavuş 7’nci Alay 2’nci Tabur 7’nci Bölüğünde Konya’nın Sille kazasından Miktat isminde bir çavuş bulunmaktaydı. Bu çavuş, daima beraberinde iki metre uzunluğunda bir sırık taşırdı. (Bu sırıktan amaç düşman mevzisine taarruzda ilk önce Türk bayrağını sipere dikmekti.) 29 Ekim 1918’de, lrak’ta Dicle Nehri civarında, Şırkat mevkisinde bulunan tabur, 500 askerden ibaret bir İngiliz taburuna karşı savaşmaktaydı. Taburun 130 erlik bir mevcudu vardı. Şiddetli topçu ve makineli tüfek ateşinin ardından İngiliz kuvvetlerinin üç sıra hâlinde kademeli olarak en yakın mesafeye geldikleri görülünce süngülerine sarılan kahraman askerlerimiz avcı yuvalarından fırlamış ve İngiliz birliklerine saldırmışlardı. İngiliz avcı hatları arasındaki mesafeleri 37
kısaltarak savaşan kuvvet âdeta bir saf hâline geldiği sırada, daha önce kendi mangası, eratı arasında gizlice kararlaştırdığı şekilde Miktat Çavuş da mangası ile tam cephenin ortasına atılmak suretiyle meydana çıkmıştı. Miktat Çavuş, birkaç ekmek torbasını kumla doldurmuş ve tüfeğini çapraz olarak boynuna astıktan sonra hücum meydanında köpürmüş bir aslan gibi mangasının karşısındaki İngiliz kuvvetlerinin gözlerine torbalardaki kumlardan avuçla ve bir makine hızıyla kum serperek onların gözlerini kapanmaya zorlarken sırıkla da uzaktan süngüsünü doğrultan düşman erlerinin göğüs ve yüzlerine dürtmek suretiyle yaklaştırmamaya çalışmış, bu fırsattan yararlanan manganın geriye kalan eratı, gözleri kumdan kapanmış veya yüzünü geriye çevirmek zorunda kalan, kendilerinin beş altı misli fazla İngiliz askerini süngüden geçirmiştir. Böylece İngiliz kuvvetlerinin merkezinde meydana gelen boşluktan giren manganın karşısı boş kalınca İngiliz saflarının içinden yanlara doğru hücumlara devam etti. Bunun üzerine morali bozulan İngiliz kuvvetleri, geri çekilmek zorunda kaldı. Taburca yapılan şiddetli bir takip ateşinin ardından savaş meydanında İngiliz taburundan 400 ölü ve yaralı tespit edilmişti. Yüzbaşı Mehmet Muzaffer Birinci Dünya Savaşı sırasında, Irak Cephesi’nde cereyan eden savaşlarda, 6’ncı Ordunun ve onun komutanı Halil Paşa'nın ayrı bir önemi vardır. Askerini tanıyan, seven ve ona ancak kendisinin de vatan için seve seve yapabileceği görevleri veren Türk subayı, daima askerinin yanında olmuş, onu en iyi anlayan ve takdir eden komutan niteliğiyle tanınmıştır. İşte Irak Cephesi, Felâhiye Savaşı’nda, 6’ncı Ordunun 18’inci Kolordu 51’inci Tümen 9’uncu Alay subaylarından Yüzbaşı Mehmet Muzaffer’in kahramanca savaşıp ağır yaralandıktan sonra şehitliğe ulaşırken yaşadığı duygulu olayları anlatan ve onu takdirle anan Ordu Komutanı Halil Paşa'nın aşağıdaki takdirnamesi, Şehit Yüzbaşı Mehmet Muzaffer'in şahsında, Türk subayını anlatan abide bir belgedir. Bu belgede de belirtildiği üzere sözü edilen destan, Yüzbaşı Mehmet Muzaffer’e aittir. Bir Türk Subayının Son Nefesi 27 Mart 1916 tarihinde, Irak Cephesi Felâhiye Savaşı’nda boğazından ağır yaralanan 18’inci Kolordu 51’inci Tümen 9’uncu Alay emir subayı iken adı geçen savaşta kendi alayından bir bölüğe komuta eden İstanbullu Üsteğmen Muzaffer, hayatının son dakikalarında olduğunu görünce sessizce son görevini yapmaya başlamış ve konuşamadığından cebinde bulduğu boş bir mektup zarfı üzerine kurşun kalemle önce “Kıble ne yöndedir?” diye yazarak sormuştur. Millî onur ve fazilette bulunan ak yüzünü ve pak alnını, görevini başaranlara mahsus güzellikle huzur-u peygambere çevirmiş ve kalbindeki şehitliği dille anlatmaya takati olmadığından kana boyanan o 38
zarfın ortasına okunaklı bir şekilde kelimeişehadeti yazmış; sonra bu büyük asker, bölüğüne son sözünü söylemek isteyerek aynı zarfın üç yerine “Bölük intikamımı alsın.” cümlesini yazarak ikisini imzalamış, üçüncüsünü ise imzalayamadan son nefesini vermiş; yani artık işe yaramayan kalbini atmış, silah arkadaşlarının safları önünde uçmak, bölüğüne kanat gererek gölgesine sığındırmak için yükselmiştir. Bu şehidin ruhunu, Fatihalarla selamlayalım, daima dileyelim ki Allah, ruhu zaferlerle dolu bu şehitlerin yardım ve himayesinden herkesi nasiplendirsin. Muzaffer Efendi’nin bu yüce davranışı, yani bir Türk subayının örnek maneviyatı olan o kanlı beyaz zarf, Askerî Müze’ye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere, cevher değerinde bir miras olmuştur. Yaşayan şehitlerimizin mirasları içinde yer alan bu zarf, milletin iftihar etmesi için bir belge olarak daima saklanacaktır. Büyük meydanların büyük imtihanlarında kazanılan bu şehadetnameler her genci imrendirecek ve onlara örnek olacaktır. Her babanın kalbinde böyle evlatlara sahip olma duygusunu yükseltecektir. Böylece, dini ve vatanı için ölmek aşkıyla yetişmiş gençler çoğalacak ve vatan sevgisi millî terbiyemizde esas oldukça yaşama hakkı bizim olacaktır... Bu husustaki özel görevini yerine getiren 6’ncı Ordu, sonucu milletin takdirine bırakmıştır. Umarım ki her edip, her yazar bu yüce gayeye hizmeti uğur sayarak merhumu bütün millete tanıtmaya çalışacaktır. Umarım ki Müdafaa-i Milliye Cemiyeti bu gazinin fotoğrafıyla zarfını birleştirip büyük levhalar hâline getirecek, yüz binlerce duvar levhası şeklinde basarak her evin iftiharla duvarına asacağı birer ibret levhası yapacak ve hem de vatan, millet namına bir hizmet yapmış olacaktır.
Şam’a Veda Ederken Ahmet’in Mezarında İşte ey pak ve ulu neslin kahraman oğlu!.. Senin nur içinde parlayan kabrin önünde diz çökerek sana ordunun Fatihalarını getirdim. Uğrunda hayatını feda ettiğin bir millet, acı gözyaşları dökerek sana selamlar, ihtiramlar yolladı. Onları geri çevirmezsin değil mi? Sen namusunla, hayatınla her türlü arzularından ayrılıp bu gurbet illerinde, bir taraftan düşmanla çarpışarak diğer taraftan gökten yağan alevlerle kucaklaşarak yoruldun, ezildin, durdun. Nihayet zavallı kardeş, sen bir yiğitlik manzarası içinden semalara uçuverdin. 39
Kabrin, dünyaya hâkim olmak arzusuyla dolu olan bir toplumun ayakları altında kaldıysa sen buna üzülme!.. Cesedin bu topraklarda çürüse de adın yüce milletin göğsünde sonsuza kadar yaşar. Sen ölmedin. Bak seninle ben konuşuyorum. Neden öyle dilsiz gibi susuyorsun... Ahmet kardeşim başını biraz kaldır da etrafına bak! Düşman bizi de bu şehirden ayırıyor. Bir iki gün sonra senin mezarını artık sonsuza dek terk ediyorum. Esen bir rüzgâr, yağan bir yağmur seni kutsal uykudan uyandırmaya kâfidir. Üzerindeki bu toprak kabartısı bozulmadan henüz senin yattığın yer kaybolmadan bugün seninle vedalaşmaya geldim. Ahmet!.. Zavallı yavrum... Seni bu topraklarda bıraktığım için sakın bana darılma!.. Sen burada yat!.. Bir gün etlerin dökülecek, kemiklerin, iliklerin dağılıp çözülecek. Artık sen olmayacaksın. Sen bir yığın siyah toprak... Daha sonra küçüle küçüle ince bir toz... Esen bir yel seni sürükleyerek bir gün ta köyüne, evciğine kadar getirecek. Hasret gittiğin ovalara, hayatında kavuşamadığın sahralara seni serpecek. Bu suretle, sen o vakit yurduna erişeceksin veyahut bir gün gelecek ki seni arayan ahfadın, sarsılmaz azimleriyle, metin süngüleriyle mezarının bulunduğu bu yerlere gelerek başucunda Yasin okuyacaklar. O zaman ruhun şad olacak. Fakat Ahmet!.. Bilmem neden, ruhumu bir hüzün boğuyor. Mümkün değil, kendimi zapt edemiyorum. Bak, ağlıyorum Ahmet! Sırf sana, senin saflığına ve masumiyetine ağlıyorum... Oh!.. Ağlamak, yüreğimde biriken acımı dindirmek için ağlamak istiyorum. Bırak kıymetli şehit göz yaşlarım senin kabrin üzerine düşsün. O yaşlar, bu topraklardan sızarak buz gibi donmuş olan cesedini biraz ıslatsın. Onlar yanında sana mezar kardeşi olsun, sıkıldıkça onlarla öpüş, sakın yerinme... Emi? Ahmet!.. Köye sağ salim dönebilirsem senden kime selam edeyim? Babana mı? Zavallı ihtiyar!.. Hayatının acıları, üzüntüleri birer kabus olarak onu şimdi ezmiş, öldürmüştür. Ona sen benden daha yakınsın. Kardeşin Hüseyin’e mi? O, diğer bir cephede kalbinden yaralanmış, şehadet getirerek şehit olmuş... Şimdi cennette belki seni arar. Sen, o yüce mertebeye benden daha evvel varacaksın. - Söyle!.. Köyüne ne götüreyim, söyle Ahmet!.. Bir avuç toprak mı? Hafiften bir ses, kulaklarına temas ederek boşluklar içinde kayboldu. Ahmet, mezardan seslendi: - Ümit ve selam!.. Yüzbaşı Nuri Veysi ve Üsteğmen Lütfü Birinci Dünya Savaşı’na katılan İngiliz Seferî Kuvvetleri, Irak Cephesi’ndeki Kut-ül Amare’de esir olan tümenlerinin intikamını almak için 40
büyük kuvvetlerle Dicle Nehri'nin sağ sahilinden ilerliyordu. Bu sırada Dicle savaş sahasında üç tümenli 18’inci Osmanlı Kolordusu bulunuyordu. İngiliz Kuvvetlerinin, Dicle Nehri'nin sağ sahilinden ilerleyerek 18’inci Kolordunun gerilerine doğru yönelmesini önlemek için İmamı Muhammet, Garraf ve Beşara bölgelerinde köprübaşları tesis edilmişti. İngiliz kuvvetleri komutanı, bu köprübaşlarını ele geçirmeden taarruzlarını sürdürme tehlikesini göze alamadığı için önce Dicle Nehri'nin sağ sahilindeki İmamı Muhammet Köprübaşı mevzisini düşürmeye karar verdi. İmamı Muhammet bölgesinde, birbiri gerisinde ve arkaya doğru gittikçe daralan üç mevzi hazırlanmıştı. 56 topla desteklenen iki İngiliz tugayı, bu mevzide bulunan 142’inci Alaya taarruz etmiş, her iki taraf da ağır kayıplara uğramıştı. Ağır kayıplardan dolayı 142’nci Alay geri alınmış, Köprübaşı’na bu kez bir bölükle desteklenmiş bir tabur yerleştirilmişti. İkinci mevziye yerleşen bu tabur, benzeri az görülen topçu ateş hazırlığından sonra yapılan taarruzları durdurmayı başarmıştı. Ağır kayıplar veren bu tabur da geri alınarak yerine 40 fedai erden oluşan ve Üsteğmen Lütfü komutasındaki birliğin geçirilmesi düşünülmüş; müfrezenin geç kalması üzerine, yine bu taburdan Yüzbaşı Nuri Veysi (Merhum Albay Kırklar) komutasındaki 12’nci Bölüğün gerideki üçüncü mevzide yerleşmesi mecburiyetinde kalınmıştı. 7’nci İngiliz Tugayı tarafından bu bölüğe yöneltilen şiddetli taarruzlar; bölüğün insanüstü bir özveriyle direnişi ve yılmadan giriştiği süngü ve bomba hücumları sayesinde durdurulmuş, kat kat üstün İngiliz kuvvetleri, Nuri Veysi’nin kahraman bölüğü karşısında sonuç alamadan kendi taarruz çıkış hatlarına çekilmek zorunda kalmıştı. 12’nci Bölük de 17 - 18 Ocak gecesi Dicle Nehri'nin sol sahiline alınarak yerine 40 kişilik bir fedai grubu yerleştirildi. Kuvvetler arasındaki adedî oran son derece dengesizdi. Her bir Türk erine 20 İngiliz eri düşüyordu. Fakat, 18 Ocak 1917’de taarruza geçen 7’nci İngiliz Tugayının karşısında şahlanan bu fedai erler, İngiliz topçu mermileriyle yıkılan mevzilerinin civarlarında açılan mermi çukurlarına atlıyor açtığı ateşler ve attığı bombalarla İngilizlere ölüm saçıyorlardı. Çarpışma ve boğuşma akşama kadar sürmüş, koca İngiliz Tugayı, bu “40 fedai eri” yerlerinden söküp atamamıştı. Gerek bu 40 kişilik kahraman müfrezenin direnişi, gerekse Dicle Nehri'nin sol sahilindeki Türk topçularının etkili atışlarıyla ağır kayıplar veren 7’nci İngiliz Tugayı, savaşı keserek çekilmek zorunda kalmıştı. 41
7’nci İngiliz Tugayının 19 Ocakta taarruzunu sürdürmek üzere yeniden hazırlandığını ve hatta takviye edildiğini öğrenen 18’inci Kolordu Komutanı, 18 - 19 Ocak gecesi bu 40 kişilik kahraman müfrezeyi geri çekti. Müfrezeden geriye 19 kişi kalmıştı. 13 yaralı hemen tedavi altına alınmış, bir şehit gömülmüş; bulunamayan bir kahraman fedainin cesedi de mermilerin saçtığı toprakların altında kalmıştı. Yaralılar arasında bulunan Üsteğmen Lütfü, hemen önünde patlayan bir merminin saçtığı taş ve topraklar yüzünden gözlerini kaybetmişti. 19 Ocak 1917’de tekrar taarruza geçen 7’nci İngiliz Tugayı, boşaltılan mevzileri ele geçirirken Dicle Nehri'nin sol sahilinde mevzilenen makineli tüfek ve topçu ateşleriyle ağır kayıplara uğratılmış, âdeta bu 40 Türk fedaisinin intikamı alınmıştır. Bu kahramanlığı ölümsüzleştirmek için savaşa “Kırklar Muharebesi”; bölgeye de “Kırk Gaziler” adı verilmiştir.
Osmanlı Devleti, Süveyş üzerine başarısız bir taarruzda bulunduktan sonra Suriye sınırlarında tutunabilmişti. İngilizler Aden’den ve Süveyş’ten Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına ilerlemişlerdir. 1918 yılında, Yafa’da yapılan çarpışmalar da İngilizlerin başarısı ile sonuçlanmıştır. Filistin Cephesi’nde, İngilizlerin karşısında 4’üncü, 7’nci ve 8’inci Ordu bulunmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa'nın komuta ettiği 7’nci Ordu mevzilerini başarı ile savunmuştur. 8’inci Ordu cephesini yaran İngiliz askerî birlikleri, 7’nci Ordu ve Yıldırım Orduları Grubunun tümünü yok etmeye yönelik planın uygulamasına geçmişlerdir. İngiliz ordularının yok etme stratejilerini kavrayan Mustafa Kemal Paşa, ordusunu Şeria Nehri’nin doğusuna çekmiş ve Şam yönünde geri çekilmiştir. Oradan da Halep’e ve Hatay’a çekilen 7’nci Ordu, Halep’te direnişe geçmiştir. Bunun üzerine İngilizler, Araplarla birlikte Halep’in kuzeyinde Türk birliklerine saldırmışlardır. 7’nci Ordu bu saldırıya 42
karşı koyarak İngilizleri yenmeyi başarmıştır. Bu, Suriye ve Filistin’de kazanılan son Türk zaferidir. Mustafa Kemal Paşa'nın İngilizler karşısında başarı ile geri çektiği ve sonunda bölgesel dahi olsa zafer kazanan bu ordu, daha sonraki yıllarda Millî Mücadele'nin çekirdeğini oluşturacaktır. Mustafa Kemal Paşa'nın İngilizler karşısında direnmesi ile daha sonra ilan edilen Misakımillî’nin Suriye sınırları belirlenmiş olacaktı. Türk orduları, dört yıl; Çanakkale, Galiçya, Kafkasya, Suriye, Irak ve çeşitli bölgelerde binbir kahramanlık göstermiş, takatinin sonuna kadar her cephede sonuna kadar savaşmışlardır ancak savaşın sonucunu değiştirmek mümkün olmamıştır. Filistin Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları Yusuf Çavuş Birinci Dünya Savaşı’nda, Filistin’de 158’inci Alayın siperleri ilerisinde Turumusa adında yıkık bir köy vardı. Bu köyün bir ucu İngiliz kuvvetlerinin baskın için gizlenebileceği Zeytinlidere’ye karşı idi. Buraya Yusuf Onbaşı'nın idaresinde bir makineli tüfek yerleştirilmişti. 1918 yılının yağmurlu bir ilkbahar günü idi (13 Mart). Akşama doğru, karşıdaki sisli tepelerden İngilizlerin bir tabur kuvveti hücuma kalktı. Köyün yan tarafındaki düzlüğe yayılan bu kalabalık İngiliz kuvvetine karşı köyde bulunan yalnız 15 piyade eri ile dört hafif makineli tüfek ateş açıyordu. Biraz sonra İngilizlerin “Hurra!” sesleri susmuş, ölüm tırpanı 10 dakika içinde ayakta tek bir insan bırakmamıştı. Birden köyün öte ucundan boğuk bir ses duydum. “Aman ne oluyor?” diye arkama döndüğümde karşımda Yusuf Onbaşı'nın tüfeği başında Durmuş’u gördüm. Durmuş telaşlı telaşlı: - Komutanım, dedi, Yusuf Onbaşı gitti... - Yusuf Onbaşı mı? Nereye gitti, çabuk söyle... Durmuşun dili tutulmuş, “Yusuf Onbaşı gitti!” demekten başka bir şey söylemiyordu. Yoksa tüfeğe de mi bir şey oldu? Anlamak için Zeytinlidere’ye doğru koşmaya başladım Çamurlara bata çıka makineli tüfeğin bulunduğu çukura geldim. Baktım, tüfek yerinde. Oradaki askerler anlatmaya başladılar: - Komutanım, demincek karşımıza bir İngiliz subayı çıktı. Şu dereden gelmiş olsa gerek akşamın karanlığında gözlerimiz iyi görmüyordu gayri... - Sonra? Tam bu sırada omuzları yüklü Yusuf Onbaşı karşıdan göründü. İngilizlerin bulunduğu taraftan geliyordu. Elindeki çanta, tabanca ve dürbünü bana uzatarak anlatmaya başladı: - İşte komutanım, bunları demin kovaladığım İngiliz subayından aldım. Adam öyle sessiz sedasız, gizlice buraya, tüfeğin önüne kadar sokuldu. Ne yapmak için sokuldu bilmiyorum amma hemen üzerine atıldım. Kaçmaya başladı. Canlı olarak yakalamak için ardından koştum. İleriye Zeytinlidere’nin 43
içine doğru koştu. Onu orada yakaladım. Kucaklayıp getirmek istedim ancak gücüm yetmedi. Çekip getireyim dedim. Silkinmeye başladı. Meğerse elli adım ötemizde İngiliz askerleri bizi gözetliyorlarmış amma hiçbiri cesaret edip yanımıza yanaşmadı. İngiliz subayı beni kandırmak istedi. Bana çıkarıp şu paraları verdi. Kendi siperlerini gösterdi ve yürüdü. Oraya gidelim demek istiyordu. Ben ise onu kolundan çektim. Haydi yüz geri dedim. Elimden kurtulmaya çabalıyordu. Ben de batırdım bıçağı göbeğine. Yere yuvarlandı ve bağırmaya başladı. Hemen apoletlerini söktüm. İşte şu üç yıldızlar. Yusuf Onbaşı'nın getirdiği çantadan kıymetli şeyler, nişanlar, haritalar, yazılar çıktı. Bunları raporla alaya gönderdim. Yusuf Onbaşı'ya da tabanca ile dürbünü bıraktım. Alay komutanlığı Yusuf Onbaşı'nın bu kahramanlığını takdir etti. Bugünden sonra bu yiğit, Yusuf Çavuş diye anıldı.
Gazze’de Batan Güneş Teğmen Akif Çöl, sanki sonsuzmuş gibi uzuyor ufka doğru. Gündüz alev yağıyor göklerden. Kavrulan dudaklar, güneşin sönmesini bekliyor hırçın bir istekle. Tüfeklerin demirleri yapışıyor avuçlara. Tabiatın bu azabı uzuyor geceye kadar. Aklın ve savaş biliminin kabul edemeyeceği kadar uzun süren bir boğazlaşmadan sonra Gazze karanlıklara gömüldü. Saldıranların sayısı, savunanlardan çok fazla. Top, tüfek, bomba İngilizlerde sayısız. Saat 23.00 sıralarında Gazze’yi koruyan 125’inci Alayın telsizinde bir ses duyuldu: “Gazze savunanlarına selam. Sabaha kadar sabır.” Evet, 125’inci Alayın cesur ve kahraman subay ve erleri, biraz uzakta olmasına rağmen tümenlerinin kendilerini bu İngiliz çemberinden kurtaracağına inanmış bulunuyorlardı. Bu nedenle her an beklenilen İngiliz taarruzlarını püskürtmek ve vakit kazanmak lazımdı. Yorgun olmalarına rağmen bütün gece, küçük Gazze’nin bütün sokaklarında barikat kurdular. Ayrıca elverişli binaları da birer dayanak noktası hâline getirdiler. 44
Alay komutanının kararı ya tümeni savaşa girinceye kadar tutunmak veya harplerin hatırasını taşıyan şanlı sancağıyla beraber canlı bir kimse kalmayıncaya kadar savaşmak ve Gazze’yi kendilerine mezar yapmaktı. Ufukta sızan renksiz bir ışık yavaş yavaş çölü aydınlatmaya başlamıştı. Kasaba yakınlarında, düzlüklere öbek öbek yayılmış bodur diken kümeleri arasından bazı gölgelerin kasabaya yaklaştıkları seziliyordu. İngilizlerin, dün başaramadığını bugün sonuçlandırmaya azmetmiş olduğu anlaşılıyordu. Artık ortalık iyice aydınlanmış ve Gazze mevzileri üzerine top mermileri düşmeye başlamıştı. Siperlerine yapışmış, hücumu bekleyen kahramanlar dünkü çarpışmanın heyecanı içinde gayet soğukkanlı olarak İngilizlerin etkili ateş mesafesine yaklaşmasını bekliyorlardı. Bununla beraber seyrek de olsa siperler arasına düşen mermiler bazı kayıplara sebep oluyordu. İşte 1’inci Taburu, ileri hattaki siperlere İngilizler gene dalgalar hâlinde saldırıyor. Yapılan toplu atışlar, taarruz hatlarında gedikler açıyor ve birçok İngiliz askerini kumlara seriyor. Kurşun yağdıran parmakta güç bitiyor, fakat İngilizler tükenmiyordu. Bu cehennem arasında tabur komutanının bulunduğu mevziden ince sırma kalpaklı bir gencin ileri hattaki mevzilere doğru koştuğu görüldü. Bu taburun emir subayı Teğmen Akif idi. Ateş yağmurunu umursamadan 1’inci Bölük Komutanına ufak bir parça kâğıda yazılmış şu emri verdi: “1’inci Bölük İngilizler hücuma kalkmadan üzerine saldıracak, siperlere bir tek İngiliz erinin ayak basmasına meydan vermeyecektir.” Bu emir, bu cenk fermanı bölüğe ulaştığı zaman İngiliz piyadeleri de siperlere yaklaşmış bulunuyordu. Bölük Komutanının siperleri yalayan hücum emrinin arkasından bombalar uçtu, alevler fışkırdı topraktan. Kanal’dan bu yana, savaşa savaşa Gazze’ye ulaşan yiğitler süngülerini boşa uzatmıyorlar, her dürtüşte birini yere seriyorlardı. İngilizlerin gerilerden yaklaşan dalgaları sanki savaş meydanından silinmişti. Ön saftakilerden bir kısmı süngülenmiş bir kısmı da esir edilmişti. Arta kalanlar da kum tümseklerinin arkasına yapışıp kalmışlardı. Boğuşma kısa sürmüştü. Bu kanlı kavga alanında can veren yiğitler arasında bölüğe emir getiren Teğmen Akif de vardı. O teğmen ki sürüp gelen savaşlarda cesaret ve kahramanlığı ile daima etrafına ışık saçan bir yıldız olmuştu. 1’inci Bölük Komutanının tabura verdiği raporun son satırları şöyle bitiyordu: “İngilizler siperlerimize ayak basamamıştır, yalnız Teğmen Akif şehit düşmüş ve Gazze’de bir güneş daha batmıştır.” Yüzbaşı Osman Haki Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nun ölüm kalım mücadelesi verdiği ve en önemli savaşların cereyan ettiği bir cephe de Filistin Cephesi’dir. 45
1918 yılında, Filistin Cephesi’nde savaşan Türk ordularının durumunu, yazar Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: Artık Gazze’de, Filistin Cephesi’nde savaşıyoruz; çöl İngilizlerin elindedir. Cephemize susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz ordusunun siperinde ise musluktan Nil suyu akıyor.” İşte bu cephedeki savaşların biz Türkler açısından korkunç tablosu budur. Hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği cehennem ortamını gören on binlerce Anadolu evladının, kısaca Ahmetlerin, Mehmetlerin görev ve sorumlulukları, dünyada hiçbir ordu mensubunun taşıyacağı görev ve sorumluluk cinsinden değildir. Bu bölgede savaşan 4’üncü Ordunun 8’inci Kolordu ve buna bağlı 152’nci Alayının çekilmeyi gerçekleştirebilmeleri için karşılarında bulunan ve taarruz eden İngilizlerin iki süvari tugayını durdurmaları gerekiyordu. Alay Komutanı, ancak 103 kişilik mevcudu kalan 3’üncü Tabura, Bete köyü batısındaki tepelerde artçı görevi vermiş ve alay çekilinceye kadar yerlerini terk etmemelerini emretmiştir. 3’üncü Tabur Komutanı Yüzbaşı Osman Haki, taburu ile iki İngiliz tugayına karşı kıyasıya mücadele vererek alayın sağ salim trene binmesini temin etmiş, alay komutanından, “Alayın son kafilesi trene binerek ayrılmıştır. Artçılık görevi kaldırılmıştır. Tabur Kisve istikametinde çekilecektir.” emri geldiği zaman taburun yüzde doksan beşi şehit olmuştur. Ortada tabur diye bir birliğin kalmadığı bu durumda, geriye kalanlarla birlikte Yüzbaşı Osman Haki de çekilmeye fırsat kalmadan şehit düşmüştür.
Galiçya Cephesi Osmanlı Devleti, müttefiklerine destek vermek amacıyla Galiçya Cephesi'ne 15’inci Kolordusunu da göndermiştir. 46
1914 yılında savaşın başlamasıyla beraber Ruslar Galiçya’yı işgal etmişlerdir. 1915’te Almanların müttefiklerine yaptığı destek sonucunda Galiçya tekrar ele geçirilmiştir. 1917’de Ruslar Galiçya’yı almak için tekrar taarruza geçmişlerdir ancak Ruslar bu defa da başarılı olamayarak geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Askerimizin Türk fedakârlık örneklerini göstermesine rağmen savaş 1918’de İtilâf devletlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Galiçya Cephesi'ne Ait Kahramanlık Destanları Galiçya’da 15’inci Kolordu ve Çemişgezekli Üsteğmen İbrahim Vasfi İngiliz ve Fransızlar, 09 Ocak 1916’da, Seddülbahir’deki son birliklerini çekerek Çanakkale Cephesi’ni tamamen boşaltmışlardı. Çanakkale Savaşlarına katılmış olan 19’uncu ve 20’nci Tümenlerden oluşan 15’inci Kolordu, sıkışık durumda bulunan bağlaşıklarıyla birlikte savaşa katılmak üzere Ağustos 1916’da, Galiçya’ya gönderilmişti. 19’uncu Tümen; 57’nci, 72’nci 77’nci; 20’nci Tümen ise 61’inci, 62’nci ve 63’üncü Piyade Alaylarıyla, tümen topçu alayları ve bağlı birliklerinden oluşmaktaydı. 15’inci Türk Kolordusu, Galiçya’da, Alman Güney Ordusu kuruluşunda on ay savaştıktan sonra yurda dönmüştü. Alman Güney Ordusu Başkomutanlığı, 15’inci Kolordunun Galiçya’dan ayrılışı sebebiyle yayımladığı 13 Haziran 1917 gün ve 12.321 sayılı günlük emrinde şöyle diyordu: “15’inci Osmanlı Kolordusu, Alman Güney Ordusu içinde hemen on aylık bir harekâttan sonra bu ordunun kuruluşundan çıkıyor ve çıkarken arkasından pek acı hissedilecek bir boşluk ve daima şükranla anılacak, hiçbir zaman solmayacak bir hatıra bırakıyor.” Kolordu, buhranlı bir zamanda Doğu Galiçya Harekât Alanı’na geldiğinde sevinçle selamlanmıştı. Zira Türk milletinin ve Türk ordusunun övünçle dolu geçmişinin zengin sayfalarında yansıyan ün ve şan destanları, Türk askerinin sarsılmaz cesaretiyle kudret ve savaştaki ustalığı, Türk’ün dosta bağlı, düşmana amansız oluşu gibi bütün özellikleri, 15’inci Kolordunun başarılarının öncüsü olmuştur. Kolordu, milletinin bu tarihî ününü yenilemiş ve belgelemiştir. 15’inci Kolorduya bu ünü kazandıran birliklerden biri de 20’nci Tümene bağlı 63’üncü Piyade Alayıdır. Alay, Doğu Galiçya’da Lipica Gorna’nın güneydoğusundaki 417 rakımlı tepe ve kuzeyini savunmakla görevlendirilmiştir. 07 Eylül 1916 tarihinde 63’üncü Piyade Alayı cephesinde başlamış olan Rus topçu ateşi, aralıklarla ve çok şiddetli olarak sürdürülmekteydi. 08 47
Eylül 1916 tarihinde 416 rakımlı sırtın daha şiddetli olarak ateş altına alınması sonucu bütün siperler altüst olmuş, ama Türk askerinin morali asla bozulmamıştı. Her Türk subayı gibi 63’üncü Piyade Tugayının 3’üncü Tabur 11’inci Bölük Komutanı Üsteğmen İbrahim Vasfi de askerinin yanında gerektiğinde iyi bir komutan, gerektiğinde iyi bir arkadaş gibi onlarla yakından ilgilenip morallerini yükseltmeye ve onları en iyi şekilde yönetmeye çalışıyordu. O gün Ruslar, cehennemî topçu ateşinin ardından hücuma geçmişlerdi. Ruslarla ilk önce yüz yüze gelen 3’üncü Taburun sağ kanadında süngü savaşı başlamıştı. Bu bölgede 11’inci Bölük yer alıyordu. Bölük Komutanı İbrahim Vasfi başta olmak üzere 11’inci Bölük, gökyüzünde yankılar yapan “Allah Allah!” sesleriyle Rus hücumunu süngüyle karşılayıp karşı taarruza geçtiler. Ruslar perişan bir durumda çekilmekte ve ağır kayıplar vermekteydiler. Siperlerinden ileri çıkmış Türk askerini artık geri döndürmek imkânı yoktu. Çünkü verilen emirler, coşkuyla taarruz ederken ağızdan düşmeyen “Allah! Allah!” sesleri arasında büyük bir şevkle yerine getiriliyordu. Rusları kovalayan Türk askerleri böylece kendi siperlerinden sekiz yüz metre kadar ileri gitmişlerdi. Bu sırada, Üsteğmen İbrahim Vasfi bir mermiyle ayağından ağır biçimde yaralanarak yere düşmüş ve hareket edemez hâle gelmişti fakat kendisini sırtına alarak geri götürmek için ayrı ayrı girişimde bulunan üç kahraman çavuşa ve erlerine; geriye, görevlerinin başına dönmelerini ve kendisiyle ilgilenmemelerini emretti. Savaş devam ediyordu; geri çekilen ve takviye olan Rus birliklerinin yeniden taarruza geçmeleriyle Türk siperleri üzerinde süngü savaşı yeniden başlamıştı. İkinci kez yapılan süngü hücumuyla Ruslar yine geri atıldı. Ne yazık ki ağır yaralı olan Üsteğmen İbrahim Vasfi, Rusların bu ileri harekâtı sırasında saldıran Rus birliklerinin ayakları altında kalmış; uygarlık, insanlık ve askere özgü şövalyelik duygusundan yoksun Ruslar, onun tabancasını, dürbününü ve saatini alarak onu kaderiyle baş başa bırakmışlardı. Ancak Rus ordusunda görev yapan iki Tatar askeri, cesaretine yakından tanık olmuşlardı. Üsteğmen İbrahim Vasfi, yaralı olduğuna değil bölüğünden ve savaş alanından uzak kaldığına üzülmüştü. Bu yiğit üsteğmen, bölgede bulunan Harp Hastanesinde sağlığına kavuşturulmuş ve bir üst rütbeye yükseltilmek suretiyle ödüllendirilmişti. Asteğmen Mustafa Bitmez tükenmez zenginliklere sahip Anadolu, yıllar boyu diğer Türk devletleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’na da beşik olmuş, varını yoğunu bu devlet için üretmiş ve tüketmiştir. Her şeyin en iyisini ve yararlısını üreten Anadolu; uğruna canını, gözünü kırpmadan feda edecek gençleri de yetiştirmiştir. 48
İşte biçilen ekin tarlaları gibi vatanın dört bir yanında verilen şehitler, hep bu Anadolu yaylasının ürünüdür. Bunlar, hiçbir karşılık beklemeden canlarını vatanları için feda edenlerdir. 1917 yılında, Birinci Dünya Savaşı içinde Galiçya Cephesi’nde verilen kanlı savaşlarda, 62’nci Alayın Ağır Makineli Tüfek Bölüğünden bir Anadolu çocuğu da Asteğmen Mustafa’dır. Asteğmen Mustafa özellikle Ruslardan kaçırdığı ağır makineli tüfeklerle hem bölüğünün tüfek sayısını artırmış hem de Rus birliklerine ağır kayıplar verdirmiştir. Nitekim Ruslar, bu komutan ve bölüğünün kendilerine çok ağır kayıplar verdirdiğini her fırsatta itiraf etmişlerdir. Aynı cephede bir başka gün verilen Tavşan Deresi Savaşı’nda, bölüğünden bir erin şehit oluşuna çok üzülen Mustafa, ağır makineli tüfek başına geçip Rus kuvvetlerine isabetli mermiler yağdırmış ve onları bölgeden çekilmeye mecbur etmiştir. Kendisinin de bizzat tamir işine katılmasından dolayı bölüğünde arızalı tüfeğin kalmadığı komutanlarınca da bilinen ve muharebelerde gösterdiği başarılarından dolayı takım komutanlığına yükseltilen Asteğmen Mustafa, 62’nci Alay Komutanlığınca da ayrıca ödüllendirilmiştir. Üsteğmen Abdullah 15’inci Kolordunun şanına şan katan birliklerden bir diğeri de yine 20’nci Tümene bağlı 61’inci Piyade Alayıdır. 61’inci Piyade Alayı da Doğu Galiçya’da, Lipica Dolna’nın doğusunda kendisine görev verilen 419 ve 417 rakımlı tepeler hattında savunma yapıyordu. 08 Eylül 1916 tarihinde Rus piyadesi, şiddetli bir topçu ateşinden sonra, 417 rakımlı tepenin önündeki tel örgü engeline kadar yaklaşmıştı. Alayın ön hatlarında, 4’üncü Tabur birlikleri bulunuyordu. Rusların Türk hatlarını yararak içerilere sızmalarının alay ve dolayısıyla kolordu için hiç de iyi bir durum olmadığını bir anda muhakeme ederek kavrayan 13’üncü Bölük Komutanı Üsteğmen Abdullah, bölüğüne süngü taktırarak hücuma hazırlandı ve bölüğünün önünde, tabancası elinde, yaydan fırlayan bir ok gibi ileri atıldı. Ruslar, gerilerdeki Türk topçusu ve makineli tüfeklerinin yoğun ateşi ve bu ani süngü hücumu karşısında bozguna uğrayarak kaçmaya başladılar. Kahraman Üsteğmen Abdullah ve bölüğü Rusları Slavetin köyüne kadar takip etti. Sonuçta iki Rus subayıyla 300 kadar er tutsak edildi. Ayrıca bir makineli tüfekle çok sayıda sıhhiye malzemesi de ele geçirildi. Asteğmen Haydar Bizim için Birinci Dünya Savaşı’nın tarihi, Türk ordusunun şahsında, Türk ulusunun en verimli çağda olması gereken genç kuşaklarının cepheden cepheye koşarak tükendiği günlerin tarihidir. 49
Anadolu’nun yanık yüzlü delikanlıları bu dört yılda yılmadan usanmadan savaşmışlardır. Hayatının baharında askere giden genç delikanlılar eğer şehit olmayıp sağ kalmışlarsa bu zorlu yılların izlerinin her birini yüzlerinde ayrı ayrı taşıyarak evlerine birer yorgun savaşçılar olarak dönmüşlerdir. İşte bu yorgun savaşçılardan biri de 1916 yılında, Galiçya Cephesi’nde, 20’nci Türk Tümeninin bulunduğu mevkide Ruslarla amansız bir savaşa girişen 62’nci Alay 2’nci Tabur 7’nci Bölük Komutanı ve asteğmen olan Haydar Bey'dir. Düşman, 62’nci Alayın mevzilerine girip işgale başlayınca 7’nci Bölük Komutanı Haydar, giriştiği karşı taarruzla kendinden kat kat fazla olan Rus kuvvetlerinin taarruzunu durdurmuş, mevzilerin geri alınması için sağ ve solundaki birliklere hem cesaret verip hem de yardım ederek mevzilerin düşmandan geri alınmasını sağlamıştır. Subay adayı Haydar, bu başarı sağlanırken şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Savaş meydanında yüksek cesaret göstererek örnek teşkil eden bu subayın ailesine savaştan sonra devletçe üsteğmen maaşı bağlanarak ödüllendirilmiştir. Asteğmen Celâloglu Abdülhamit (Vulçetrin), Çavuşbekiroğlu Mahmut (Tire), Onbaşı Velioğlu Kâmil (Bolvadin) ve Er Mehmetoğlu Mehmet (Nazilli) Galiçya’da dost ve düşmanın takdirini kazanan 15’inci Kolordunun, her biri bir diğerinden daha yürekli subay ve erlerinin yarattıkları destanlar, kahramanlık tarihimiz için bitmez tükenmez birer kaynaktır. Aşağıda değineceğimiz olaylar, kahramanlık çiçeklerinin oluşturduğu bu desteden rastgele çekilmiş birkaç örnektir. 1916 yılının sonbaharında, Galiçya’da, 62’nci Piyade Alayının 3’ncü Taburu, 421 rakımlı tepeyi savunurken 9’uncu Bölük bu taburun ihtiyatını oluşturuyordu. Savaş yaklaşık bir yıldır devam ediyordu. Ruslar, 24 Eylül 1916’da yine taarruza başladılar. 9’uncu Bölükten Subay Adayı Abdülhamit, komutasındaki takımla sağ kanadın takviyesi ile görevlendirilmiştir. Asteğmen Abdülhamit, takımıyla birlikte görev yerine doğru ilerlerken Rus topçu ateşiyle tahrip edilmiş bir Türk siperinin Ruslar tarafından işgal edilmiş olduğunu gördü. Bu zor duruma hemen müdahale etmenin gerekli olduğunu anlayınca takımına emir vererek ve hedef göstererek Ruslara karşı süngü hücumuna geçti. Kendi takımından Çavuş Mahmut, Onbaşı Kamil ile Er Mehmet’i yanına alarak Ruslara en ön saflarda süngüyle hücum ederek birçok Rus’u saf dışı bıraktıktan sonra, altmış kadar Rus’u da silahlarıyla birlikte teslim almışlardır. 50
Abdülhamit, tutsakları gerideki karargâha göndermekle meşgulken kolundan yaralanıp kan kaybetmeye başladı, fakat yarasına önem vermeyerek görevini sağlığı bozuluncaya kadar sürdürdü. Ancak sonunda durumu ağırlaşınca hastaneye kaldırıldı. Onbaşı Kamil ve Er Mehmet ise el bombalarıyla bir Rus siperini tahrip etmek amacıyla taarruz ettikleri sırada şehitlik mertebesine erişmişlerdir. Gaziantepli Tahir Çavuş, Vulçetrinli Sadık Çavuş ve Mehmetoğlu Garip Çavuş Galiçya Cephesi’nde savaşan 15’inci Kolordunun, kahramanlığı destanlaşmış bir diğer birliği de 19’uncu Tümendir. 57’nci Piyade Alayı, Birinci Dünya Savaşı’nda, Galiçya Cephesi’nde, Pototory’nin güneybatısında 397 rakımlı tepe bölgesindeki mevzileri savunmaktaydı. Sayıca çok üstün Rus kuvvetleri, on saat süren topçu hazırlık ateşinden sonra taarruza geçerek 30 Eylül 1916 tarihinde, 15’inci Alayın mevzilerine girmeyi başarmışlarsa da karşı taarruza geçen Türk birlikleri, Rusları yenilgiye uğratarak geri çekilmek zorunda bırakıp sonra da takibe başlamışlardır. Tahir Çavuş, takip sırasında Rusların arasında kalmış ve tutsak edilip elinden silahı alınmıştır. Tutsak olmayı Türklük onuruna yakıştıramayan Tahir Çavuş, belinde taşıdığı Macar bıçağıyla kendisini götürmek isteyen Rus erini savaş dışı bırakmış; fakat, süngülendiği hâlde karnından çıkan bağırsaklarını tutarak baygın durumda Türk siperlerine ulaşmayı başarabilmiştir. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Tahir Çavuş ne yazık ki şehit olmuştur. Yine aynı alaya bağlı 14’üncü Bölük, aynı gün ve aynı tepede, bir başka mevzide görev yapıyordu. 397 rakımlı tepedeki bölüğe ait bomba atma yeri, Rus siperlerine ancak 30 - 40 adım kadardı. 30 Eylül 1916 tarihinde 57’nci Piyade Alayının 14’üncü Bölüğünden Sadık Çavuş ve mangası bomba atma yerinde nöbetteydiler. Ruslar sürekli ve çok sayıda bombayı atarak Türk tarafını taciz etmekte ve kayıp verdirmekteydi. Sadık Çavuş, Rusların taciz etme ve kendilerine sürekli olarak kayıplar verdirmelerine engel olmak için önce Rus siperlerine yoğun biçimde bomba yağdırdıktan sonra mangasıyla birlikte süngü hücumuna girişerek ağır kayıplar verdirdi. On beş kadar da esir alıp Rusları geri atan bu kahraman çavuş, akşama doğru bir başka hücumda şehitlik rütbesine erişti. Doğu Galiçya’da, 397 rakımlı tepeyle 421 rakımlı tepe arasındaki mevzileri savunan 1’inci Tümenin sağ kanadında bulunan 77’nci Piyade Alayı, 421 rakımlı tepenin kuzeyinde bulunmaktaydı. 51
Anılan Alayın 2’nci Tabur 8’inci Bölüğü, alay savaş sahası içinde kendine düşen görevi yerine getirmekle meşgulken 30 Eylül 1916 tarihinde, Türk tarafının yaptığı hücumda Er Garip, orman içinde nasılsa bölüğünü kaybeder. Bölüğünü ararken Cevattepe’deki Türk siperlerinde kendilerine komuta edecek kimsenin bulunmadığı erlere rastlar ve bunları dört manga hâlinde teşkilatlandırır, kendisini de müfrezeye komutan olarak atar. Üstelik bu müfreze ile Ruslara başarılı bir hücum da yapar. Bu başarısına ve Türk’ün kendine özgü teşkilatçılık yeteneğine örnek teşkil eden davranışına karşılık ertesi gün çavuşluğa yükseltilen Garip, beş gün sonra yapılan bir hücum sırasında şehitlik mertebesine erişir. Borazan Hasan Onbaşı Türk askeri savaş meydanlarında yalnız kendini savunmakla kalmamış, aynı zamanda ortak cephe kurduğu dost birliklerini de savunmada üstün başarı göstermiştir. Son olarak Kore Savaşı’nda gördüğümüz bu yüksek yaradılış ve fedakârlık anlayışının birçok örneklerinden biri de 1917’de yaşanmıştır. Galiçya’da, 16 Eylül sabahı Rus birlikleri taarruza geçerler. Bu taarruz daha çok müttefikimiz olan Almanların cephesinde yoğunlaşmış ve Alman birlikleri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu çekilme esnasında bir Alman topçu takımı, Rus süvarileri tarafından personel ve hayvanları dâhil esir edilmiştir. Rus askerleri tarafından götürülen bu topçu takımı, 61’inci Alayın 13’üncü Bölüğünün Takım Komutanı Yozgatlı Mustafa Sabri tarafından görülmüş, müttefiklerinin esir oluşlarına tahammül edemeyen savaşın ve dostluğun kurallarını çok iyi bilen bu takım komutanı, yanındaki Borazan Hasan’ın emrine on er vererek Alman topçu takımının kurtarılmasını emretmiştir. Emri alan Onbaşı Hasan, uzun ve çetin bir çarpışmadan sonra Alman erlerinin de yardımıyla birliği kurtararak Rus süvarilerini esir alıp personel, hayvan ve toplarını kendi birliğine getirmiştir. Bu başarısından dolayı Onbaşı Hasan, Alman ve Avusturya nişanlarıyla ödüllendirilmiştir. Fahrettin Çavuş 63’üncü Alay makineli tüfek bölüğünün künye defterinde, Mustafa oğlu Fahrettin - Urfa diye kayıtlıydı. Galiçya’da inanılmaz kahramanlık örnekleri vermiş, çavuşluğa terfi etmiş ve nihayet bölüğünün 1’inci Takım Komutanı olmuştu. 1916 yılının 14 Eylül günü bitmişti. Günün gökleri inleten tarrakaları, yaralanan ve ölenlerin feryat ve iniltileri, bu zifiri karanlığın sonsuz boyutları içerisinde dinleniyor gibiydiler. Ara sıra bir yaylım ateş, birkaç atım top bu sessizliğe sıkılan bir yumruk gibi parıldıyor, bazen uzaktan gelen bir ses siperler üzerinden bir ölüm rüzgârı hâlinde geçip gidiyordu. 52
Fahrettin Çavuş tüfeğine yaslanmış, heybetli duruşuyla gecenin bu ıssızlığından doğacak fırtınayı bekler gibiydi. Bütün gün çok yorulmuş, fakat ormanının güney kenarındaki iri ağaçların her birinin dibine bir Moskof cesedi dikmek için akşama kadar parmağını tüfeğinin tetiğinden ayırmamıştı. Siperler içerisinde çevresindeki ikişer, üçer kişilik grupların konuşmalarını, yârenliklerini duyuyor, hatta bu konuşmalardan kendine, kendi kahramanlıklarına ait olanları bile işitiyordu. Düşüncelere, iç âlemindeki hatıralara dalmıştı. Hayaller elinde olmaksızın bir film şeridi gibi birbirini izliyor, onu bazen vatanına, yuvasına, eşine götürüyor, bazen siperlerdeki boğuşmaları, birer birer şehit olan arkadaşlarını gözlerinin önünde canlandırıyordu. Bir an köyünden ayrılışını hatırladı; davul çalınıyordu. Bütün köylüler onları uğurluyorlar, dualar okuyorlardı. Tekbir sesleri gökyüzüne ulaşırken eşi sessizce ağlıyordu. Oğlu Necmettin koşarak dizlerine sarılmış ve çocukça bir erdemle; “Babacığım, gidenler ya gazi ya şehit olacaklarmış. Sen de öyle mi olacaksın?” demişti. Sarı bukleli saçları, iri gözlerinin üstüne düşmüştü. Ama o gözlerde yaş görünmüyordu. Fahrettin Çavuş, birden bu hayali kucaklar gibi tüfeğine sarıldı ve yüksek sesle; “Acaba, Necmettin ya gazi ya şehit olmak için ayrılan babasını özledi mi?” diye söylendi. Sonra gözlerinin önünde kendi çocukluğu canlandı. Annesi ona babasının Plevne’deki çıkış hareketinde yaralanan Gazi Osman Paşa'yı nasıl sırtında taşıdığını, sonra nasıl şehit olduğunu, hasta yatağında ağır ağır, gözleri nemlene nemlene anlatmıştı. Şehit babasını rahmetle andı. Sonra Mohaç Muharebesi’ni, Viyana Muhasarası’nı düşünerek millî gururunun heybetiyle “Koca Türk, buraları kaçıncı defadır kanınla suluyorsun.” diye haykırmaktan kendini alamadı ve “Ey Tanrım, senden başka bir dileğim yoktur, bu kâfirleri tamamen kırmadıkça ve bunu kendi gözlerimle görmedikçe beni ne yarala ne de şehit et.” diye dua etti. Bu sırada siperlerinin çok yakınına bir top mermisi düşmüş; mermi, müthiş bir patlama içerisinde ortalığı toz ve dumana katmıştı. Fahrettin Çavuş hiddetle ayağa kalktı; “Mel’un Moskof, bunu senin yanına komam.” diyerek dışarı fırladı ve ileriye doğru atıldı. Onun bir prensibi vardı, düşmanın hiçbir davranışını cezasız bırakmamak. Şimdi o, bu prensibinin peşinden koşuyordu. En ileri emniyet hattını geçti. Dikenli çalılar içinden dolaştı. Bir dereye indi. Etrafı dinledi, akan suyun şırıltısından başka bir şey işitilmiyordu. Yüksek bir yere çıkıp duruma hâkim olmak istiyordu. 433 rakımlı tepeye tırmanmaya başladı. İntikamını kendine meşale edinmiş, karanlıkları yarıyordu. Tepeye ulaştı. Uzakta soluk bir ışığın zaman zaman titremekte olduğu dikkatini çekti. İçine sevinç dolmuştu. Kunduralarını çıkarıp palaskasına astı. Farkında olmaksızın tüfeğini biraz daha sıkmıştı. Büyük bir 53
dikkatle ışığa yaklaştı. Burası özel şekilde hazırlanmış ve gizlenmiş topçu gözetleme yeriydi. Hafif ve titrek bir ışık veren mumun aydınlığında bir Moskof subayının telefonla emirler vermekte olduğunu gören Fahrettin Çavuş sevinçten haykırmamak için dudaklarını ısırdı. Bir arslan gibi hemen avının üzerine atılmak istiyordu. Belindeki bombayı çıkardı. Gözetleme yerini, içindekilerle birlikte havaya uçuracaktı. Sonra bu fikri beğenmedi. İçeriye girip hepsini diri yakalamak ve bölüğe götürmek, “iyi haberler almak” için uygun olurdu. İyi haberler fikri birden aklına başka bir şey getirdi ve yumruklarını havaya kaldırdı: “Siz ne zaman olsa benimsiniz.” dedi. Sıçradı ve bir geyik çevikliğiyle telefon telini takibe başladı. Yürüdü, yürüdü. Şimdi tam kendi siperleri istikametinde bulunuyordu. İki gece evvel, keşfe çıktığı zaman yanına aldığı beyaz şeritlerden bir deste çıkardı, telefon teline bağladı. Doğruca Tabur Komutanının yanına koştu. Şimdi şeridin bir ucu Komutanının elinde idi. On beş dakika sonra Rus bataryasına verilen emirler aynen alınıyor ve ateş ona göre tanzim ediliyordu. Fahrettin Çavuş ise gözetleme yerine tekrar ulaşmıştı. İndeki bir subay ve iki er Fahrettin Çavuş'un karşısında kıpırdayamadılar bile. Kartal görmüş bir keklik gibi donakaldılar. Fahrettin Çavuş onları sıkıca bağladıktan sonra önüne katarak komutanına getirmiş, düşman bataryasının ateş mevzileri de sabahın ilk ışıklarıyla darmadağın oluvermişti. Mustafa oğlu Mehmet Fahrettin, 17 Ekim 1916’da taarruz hazırlıkları yapılırken şehit olmuş ve isminin verildiği Fahrettin Çavuş Tepesi’ne gömülmüştür.
İsimleri Kucaklayan Toprak Galiçya, Miçinkof. Novagrobla çiftliği savunma hattına, ikiye bölünmüş bir dünyada ülkü birliği etmiş üç devletin askerleri parça parça yerleşmişler. Bütün arazi, sonbaharı anlatan seyrek ağaçlardan saçılmış sarımtırak yapraklarla örtülü. Ancak tepeler, kısmen kurumuş derelerle birbirinden ayrılmış sırtlar; savaşanları taraf tutmadan gizliyor kucağında. Son günlerin kızıl ateşini taşıyan göklerde bulutlar parçalanmış, sağa sola koşuyorlar.
54
Miçinkof’un doğusuna doğru mevzilenmiş olan 19’uncu Tümen, bu tarihten bir yıl öncesinde Çanakkale’nin Arıburnu’nda, Conkbayırı’nda savaşın en büyük çelik akınına set çekmiş, güçlü emperyalist devlerin ayaklarına zincir vurmuştu. Bir seneye yakın bir zamandan beri de bu yabancı topraklara kendisini tanıtmış ve gene bu yerlere insan anlayışının kavrayamayacağı fedakârlıkların sahiplerini gömmüştü. 1916 tarihli bu bölge haritalarında, Ribniki’ye akan Teğmen Hamdi Efendi Deresi, Şehit Yaver Deresi, Teğmen Emin Deresi, Fahrettin Çavuş Tepesi gibi yazılar var. Bu toprak, daha birçok Türk çocuğunun isimlerine sarılarak gururla yorgun sırtına yaslanmıştı. Zamanların silemeyeceği bu isimleri tarih şerefle, kıyamete kadar yaşatacaktır. 11 Eylül 1916 günü, Miçinkof’un doğusundaki Türk mevzilerine Ruslar taarruz ediyor, ateş yağdırıyordu. Mevzinin hemen ilerisindeki Cevattepe’nin geri alınması gerekiyordu. Buraya doğru yapılan karşı taarruzda 77’nci Alayın 2’nci Bölüğünden Turgutlulu Mehmet Oğlu İsmail Onbaşı, çok yaklaştıkları düşman ateşinin şiddetinden duraklayan manganın ilerisine fırlamış ve bir hamlede düşman hatlarına dalmıştı. Her dürtüşünde bir Rus süngüleyen onbaşı, arka arkaya dört kişiyi yere sermişti. Köpürmüş dudaklarından ateş saçarak bu defa da yatan cesetlerin bellerinden bombalarını koparıyor, kendisine yaklaşanlara savuruyor, her patlamanın kaldırdığı dumanın arkasında başka bir Rus askerinin yere uzandığı görülüyordu. Bu boğuşma, bütün hatta yayılmış, karşı taarruz başarıya ulaşmış ve Cevattepe ele geçirilmişti fakat Kahraman İsmail, solundaki tümsek arkasından fırlayan bir Rus süngüsü ile yaralanmış, tüfeği elinden düşmüştü. Buna rağmen tükenmek üzere olan gücünü, belinden çıkardığı tel makasıyla bir düşman kafasını daha dağıtmak suretiyle bitirmiş ve temiz kanıyla ıslattığı toprağa yığılıvermişti. Sevginin Mucizesi Hüseyin Çavuş Bütün dünya alevden bir çemberle sarılmış cayır cayır yanıyor. Kimi mavi sulara yaslanmış Çanakkale’de, kimi göklerinden ateş yağan Filistin ve Irak’ta, kimi Galiçya’da, Romanya’da, köyünden ocağından uzak diyarlarda bir ülkü uğruna çarpışıyor. Bir emirle koşuyor, vuruyor, ölüme atılıyor akın akın. Yurduna, ocağına, dinine, büyüğüne kalpten bağlı saf ve temiz Anadolu çocuklarının birer parçası gömülü bu topraklarda. Çallı Hüseyin, biraz büyüdüğü ve kendini bildiği günden beri karanlık köy odasının neresinde boş bir köşe bulursa oraya büzülür, yaşlıların savaş alanlarında, insanüstü başarılarını dinlerdi. Bunları anlatan ihtiyarın titreyen dudaklarında, yurduna göz dikenlere karşı hâlâ büyük bir intikam bestesi yaşıyordu. Bir gün kendisinin de askere gideceğini düşünüyor; fakat, bu zamanda bir kavga olup olmayacağını kestiremiyordu. İşte böyle bir gün gelmişti. Çallı Hüseyin de vatan hizmetine çağırılmış, Çanakkale’de dövüşmüş, rütbe ve nişan almış, Filistin’de gösterdiği olağanüstü başarılarına karşılık çavuşluğa yükseltilmişti. 55
Son savaşta aldığı ağır bir yara, İstanbul’da tedavi edildikten sonra Galiçya’daki 63’üncü Alaya verilmişti. Cehennemi andıran top ve makineli tüfek ateşleri arasından Türk Alman birliklerinin tuttuğu siperlere saldıran düşman her defasında büyük kayıplarla geri püskürtülüyordu. Tarih 14 Temmuz 1917, siperler yanıyor güneşten. Göklerde bir uğultu esiyor top seslerinden. Rus taarruz safları dalgalar gibi birbiri ardına siperlerimize saldırıyor. Bu ateş yağmuru altında, büyük kayıplara rağmen son ana kadar birinci hat siperlerini korumuş olan 10’uncu Bölük, geriye kalan savaş gücünü bu cehennem içinde yitirmeyi uygun bulmamış ve gayet ustalıkla ikinci hat siperlerine çekilmişti. Artık kanları kavrulan, dudakları yapışan kahramanlar, siperlerini düşmana mezar yapmak heyecanı içinde, Rus hücumunu bekliyorlardı. Çok geçmeden beklenen saldırı başlamıştı bile. Ön siperlerde kalkıp inen bir kol ve toprağa yaslanmış birkaç baş görünüyordu. Takım Komutanı Asteğmen Cemil, çok sevdiği iki kahramanla daha bir müddet bu hatta kalmayı uygun bulmuş ve belki de çekilmeyi kendine yedirememişti. Savaş kızışmıştı. Hatta bazı yerlerde düşman birinci hat siperlere girmiş, 10’uncu Bölüğün ön siperine de atlayanlar olmuştu. Ağızlarından köpükler saçarak Ruslara saldıranlarla sayıca üstünlüklerine güvenip süngülerine davrananlar arasında siper üstündeki boğuşma görülecek manzara idi. İlk hamlede, iki Rus eri yere yıkılmıştı, fakat boğuşma bitmemişti. Hüseyin Çavuş'un, “Vur Ali kardeşim vur!” diye gürleyen sesi Asteğmen Cemil’in kulaklarını çınlatmıştı, fakat Cemil artık kolunu kaldıramayacak hâlde idi. Civarında patlayan bir bomba ile ağır yaralanmıştı. Acıyla süzülen kirpikleri arasından bu boğuşmayı görebiliyordu. Bir ara Ali’nin aslan pençeleriyle devrilen iki kişinin arkasından çıkıveren üçüncü bir Rus erinin süngüsü, kahraman Ali’yi de kurbanların arasına katıvermişti. Bunu gören Hüseyin Çavuş büsbütün köpürmüştü. Ustaca hamlelerle iki Rus erine karşı koyuyor ve bir taraftan da asteğmenine yaklaşıyordu. Son boğuşma uzun sürmedi. İki Rus eri de birer dürtüşte yere serildi. Hüseyin Çavuş bir şimşek gibi sipere atlayarak asteğmeni omuzladı ve gerideki sipere getirdi. Bütün cephe boyunca kulakları sağır eden silah sesleri arasından berber Ali’nin ruhu Allah’ına kavuşmuş ve Asteğmen Cemil kanlar içinde sedyesine uzanmış iken Hüseyin Çavuş da çok sevdiği komutanını ölümden kurtarmış olmanın sevinci içinde süngüsünü silerek kılıfına, mavzerini siperin üstüne koymuş, patlatmak için başka bir baş arıyordu.
56
Kafkas Cephesi Kafkasya Cephesi; Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğu Anadolu’da Ruslarla savaştığı cephedir. 1914 yılının Aralık ayında, Rusların Doğu Anadolu’ya saldırması sonucunda başlayan taarruzu Enver Paşa yönetmiştir. 06 - 09 Kasım 1914’te Ruslarla Köprüköy Savaşı yapılmıştır. 22 Aralık 1914’te, Sarıkamış’ta yapılan savaşta 60.000 Türk askeri şehit düşmüştür. Soğuk, açlık ve hastalık gibi nedenlerden dolayı Sarıkamış yöresinde askerî birliklerimiz büyük kayıplar vermiştir. Ruslar 1916 yılında Erzurum, Bitlis, Muş ve Trabzon’u ele geçirmişlerdir. Çanakkale Savaşlarından sonra bu cepheye gönderilen Mustafa Kemal, Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri almıştır. 1917 kışının ağır şartlar altında geçmesi her iki tarafa da büyük kayıplar verdirmiştir. 1917’de, Rusya’da iç karışıklıklar başlamış ve Rus İhtilali (Bolşevik İhtilali) patlak vermiştir. İç işlerinde karışıklıklar yaşayan Ruslar, ele geçirdikleri topraklardan çekilmeye başladılar. 18 Aralık 1917’de Ruslarla Erzincan Ateşkesi yapılmıştır. Ruslar, bu mütarekenin ardından Doğu Anadolu’yu tamamen terk etmişlerdir. Rus birlikleri geri çekilirken Ermeni taburları Türklere saldırılarda bulunmuşlardır. Ermenilere karşı 3’üncü Kolordu savaşmıştır. 3’üncü Kolordu Ermenileri bozguna uğratmış, Nisan 1918’de Kars, Ardahan ve Batum geri alınmıştır. Kafkas Cephesi'ne Ait Kahramanlık Destanları İsmail Onbaşı ve İsmail DAĞI 59’uncu Alayın 3’üncü Taburundan İsmail Onbaşı, bir çam ağacının altında sessiz bir şekilde, takım erleriyle birlikte Baskut Dağı yönünü gözetliyordu ve eratına düşman hakkında bilgi veriyordu. Ermeniler hayal meyal fark ediliyordu. Baskın vakti gelmişti. Saat 04.45’te, İsmail Onbaşı yıldırım gibi yerinden fırladı. Verdiği bir işaretle 25 er, ruhsuz bir heykel gibi 57
karşısında dikildi. Kollarıyla yaptığı ikinci işaret üzerine takım, Baskut Dağı yönünde dağıldı ve ilerlemeye başladı. İlk hızla en tehlikeli saha geçilmiş ve Ermeni mevzilerine 200 metre kadar yanaşılmıştı. İsmail Onbaşı, burada takımına iki dakika mola verdi. Kendisi de yamacın sonunda kaldı. Burada Ermenilerin sahte siperleri vardı. Öbek öbek kazılan toprak yığınları gerisinde takımına mevzi aldırdı. Baskın tehlikesini anlayan Ermeniler, ateşe başladılar. Baskut Dağı’nın arkasından da birçok ses işitiliyordu. İsmail Onbaşı hiç telaş etmeden gür sesle hücum emrini verdi. Fedakâr takım derhâl hücuma başladı ve bir tüfek atmadan ilerledi. Siperleri zapt etti. Tepeye çıkan İsmail Onbaşı, eratını gezerken aldığı kurşunla vuruldu. Vefat ederken “İntikam!” diye bağırarak şehit oldu. İsmail Onbaşı'nın sadık arkadaşları, İsmail Onbaşı'nın şehitliğinden dolayı görevlerini terk etmemişler, daha iyi bir manevra ile Baskut Dağı’nı sağ ve solundan çevirerek 53 eri ve iki makineli tüfeği esir etmişlerdir. Tümen Komutanı Halit, İsmail Onbaşı'nın fedakârlığına hayran kalarak zapt edilen tepenin adını İsmail Onbaşı Tepesi koymuştur. Ölümle Kucaklaşan Teğmen Refet Teğmen Refet, dünya durdukça harp tarihimizi süsleyecek kahramanlıkların diyarı Çanakkale’de doğmuştu. Uzunca boyu, geniş omuzları üzerinde daima dik duran seyrek saçlı başı, her atıldığı savaşta başarılı olmanın gururlu çizgilerini taşıyan sevimli bir yüzü vardı. Çalışkanlığı kadar tedbir ve cesareti de komutanları ve arkadaşları arasında hayranlıkla anılırdı. Doğu sınırında savaşların başladığı ilk günden beri sayısız tehlikeli görevler başarmış, hatta bir ara esir bile olmuştu. 16 Kasım 1914 günü, Dir bölgesinde, bir keşif sırasında, beş erle birlikte Ruslar tarafından sarılmış; ancak uzun bir çarpışmadan sonra Rusların eline esir düşmüştü. Çevresindeki köylüler tarafından da kahramanlığıyla tanınan Refet’in esaret haberi yayılınca esasen iyi silah kullanan bölge halkı, teğmenin cephe komutanlık karargâhına götürüleceği yol üzerinde pusu kurmuş ve muhafız müfrezeyi ateş yağmuruna tutmuştu. Kahraman teğmen, muhafızların şaşkınlığından faydalanarak kaçmayı başarmış ve tekrar bölüğünün başına geçmişti. Bir süre önce Rusların eline geçmiş bulunan Başkale’yi geri almak hususunda taarruz hazırlığı yapıldığını duyan Refet, bu savaşta da ön saflarda çarpışmak iznini almak üzere tabur komutanına başvurmuştu. Bu görev isteğinde, genç teğmenin tükenmek bilmeyen savaş arzusu seziliyordu. Bununla beraber, son günlerde verilen çarpışmalarda çokça kayıp vermiş olan bölüğü bir hayli yorgun düşmüştü. Gözünü kırpmadan Rusların üzerine atılan bu yiğit genci kaybetmek korkusuna da kapılan tabur komutanı onu incitmemek için yumuşak bir şekilde: 58
- Refet, cesurca savaşman beni çok etkiledi. Yalnız son günlerde bölüğün bir hayli yoruldu. Bu taarruzda bölüğünü ikinci hatta kullanmak düşüncesindeyim, dedi. Komutanın karşısındaki duruşu ile bir heykeli andıran Refet’in gözleri bir anda bulanmış, dik duran başı hafifçe öne eğilmişti. İtaatkâr bir asker olan Refet, kendine olan inancın eksilmesi kaygısı içinde hafifçe dudakları titreyerek: - Komutanım beni bu şereften mahrum etme. Bu istek, benim olmaktan çok bölüğüme aittir. Kendileri, götüreceğim görev müjdesini sabırsızlıkla beklemektedirler, dedi. Tabur komutanı, bu kahraman gencin temiz isteğini kırmak istemediğinden bölük mevcudunun 200 ere çıkarılarak kuvvetlendirilmesini emretmiş, yürüyüş kolunun başında bulunacağını bildirmişti. Başkale’ye doğru yürüyüş başlamıştı. Berrak bir hava, dondurucu bir soğukta, kırbaç gibi yüzlere çarpan rüzgâra rağmen kar tabakasıyla örtülü sırtları gerilerinde bırakan kahramanlar, ufuklar aydınlanırken usta bir akışla taarruz çıkış hattına yaklaşmışlardı. Şafakla başlayacak harekât için düzenlenen kuvvetlerin en ilerisinde yer alan 1’inci Bölük heyecan içinde sabahın olmasını bekliyordu. Güneş, kopacak kıyameti görmek için ufuktan yükselirken Rus siperlerine doğrultulan topçu ateşinin arkasından taarruz başlamıştı. İnatla direnen Rusların şiddetli ateşi altında, ilk saftaki birlikler arasındaki Refet, bölüğünü daha şiddetle saldırmaya teşvik ediyor ve hakikaten 1’inci Bölüğün daha şimdiden ve yakın birliklerden ilerde Rus siperlerine yaklaştığı görülüyordu. Tabur komutanı, gözleri heyecandan dolu dolu olarak bu yüce manzarayı seyrediyordu. Çok geçmeden gür bir ses bölük safları üzerinden rüzgâr gibi geçti. - Süngü tak... Hücum! Bombaların, gökleri yırtan patlamaları arkasından yükselen “Allah Allah!” sesleri ile yerlerinden fırlayan Mehmetler, Rus siperlerine atlamışlar, her yuvada korkunç bir boğuşma başlamıştı. Refet, elinde tabancasıyla rastladığı Rus askerlerini yere sererken sağında birden beliren bir Rus erinin süngüsü ciğerlerini delmiş, bu büyük savaşın anıtını kanlar içinde yere sermişti. O artık şehitler arasında idi. Saf ruhu göklere uçarken aralık duran dudakları arasından, “Bu vatan, bu topraklar benimdir.” diyordu. Başkale kurtarılmıştı. Ruslar kaçıyordu, fakat Teğmen Refet bu mutlu tabloyu görmemişti. Başkale halkı tarafından, o zaman, bir fedakârlık örneği olarak ona gayet güzel bir mezar yaptırılmış, böylelikle Refet’in kahramanlık anılarının geleceklere aktarılması sağlanmıştı. 59
Şimşekleri Göğüsleyen Şerif Van Gölü'nün batısına kadar sızan Ruslarla ölüm kalım savaşı yapılıyor. Çıkacak yangından, kopacak kıyametten habersiz olarak ışıldamaya başlayan bir ufuk, göreceği kanlı olayları önceden sezmiş gibi yavaş yavaş yükselmeye başlayan bir güneş... Aylardan beri top, tüfek ve bomba sesleri. Birbirlerinin boğazlarına sarılan insanların naraları ile sağırlaşmış bir toprak. Tepecikler, çalılıklar, fundalıklar... İleri hatlarımıza yakın bir yerde, tümsekler arasında gizlenmiş toprakların yanında nişancı Şerif Onbaşı, yanına yaklaşan takım komutanından habersiz, dalgın dalgın Rusların tarafına bakıyordu. Çok sevdiği takım komutanının sesini işitince hemen ona dönerek verdiği sert selamla, emirlerini yapmaya hazır olduğunu anlatan bir durum aldı. Takım komutanı ile aralarında şu kısa konuşma geçti: - Şerif, bugün seni pek düşünceli görüyorum. Bir şeye mi canın sıkıldı? - Evet Komutanım. Sıkılıyorum. Şu Ruslar karşısında epey zamandan beri savunmada kalıyoruz. Geceleri gözüme uyku girmiyor. İki günden beri de hiç bir hareketleri sezilmiyor. Arı gibi çokluklarına rağmen tarla faresi gibi gömülmüşler toprağa. - Onbaşı, bu sessizlik kopacak bir fırtınaya işarettir. Bu da yakın. Takım komutanı, bataryanın kahraman yıldızı. Şerif’i sevgiyle süzerek yanından ayrılmış ve gerideki ateş idare yerine gitmişti. Güneş oldukça yükselmiş, savaş sahnesi sıcak bir ışıkla örtülmüştü. Yarım saat geçmeden muharebe ileri karakollarının şiddetli ateşi duyuldu. Hemen arkasından siperlere yağan top mermileri ile beraber Rus taarruzu başlamış ve takım komutanının tahmini doğru çıkmıştı. Kâh kapanan kâh açılan araziden, kudurmuş dalgaların bıraktığı köpükler gibi beliren ve kaybolan Rus askerlerinin başları siperlere doğru yaklaşıyordu. - Top başına... Bu gür sesle sığınaklarından fırlayan erler bir anda yerlerini almışlardı. Şerif Onbaşı nişangâhın yanına oturmuş, komutanın ateş emrini bekliyordu. Birbirini kovalayan ateş komutu ile çelik ağızlardan fışkıran alevler Rus hatlarını yakıyor, sel gibi akan taarruz dalgalarını toprak girintilerine gömüyordu. Bir ara ölüm yağdıran toplarımız, Rusların karşılık açtığı ateş ile toz duman içinde kaldı. Takım komutanı, sallanan toprağın, uğuldayan semanın, ıslık çalan parçaların gürültüsünü sanki duymuyordu. Altı aydan beri bütün çarpışmalarda gözünü kırpmadan en doğru atışlarla Rus saflarını yere seren 60
Şerif Onbaşı'nın şehit olmasından korkuyordu. Tam bu sırada onun, cephane yetiştirilmesini isteyen gür sesini işitti. Ruslar karınca gibi kaynıyor, yerlere serilen safların arkasından, yerden bitercesine yeni bir dalga daha çıkıyordu. Oldukça kalabalık bir grup, Şerif’in tam isabetiyle yine toprağa yapışmıştı. Muharebe sahası bir cehennemi andırıyordu, fakat Rus kuvvetleri, bu çelik ağızları kapamaya yemin etmiş gibi mermi yağdırıyordu. Topların etrafına, bazen de aralarına düşen daneler birkaç kahramanı yere seriyordu. Şerif, hiçbir şey yokmuş gibi topunun başında, kopan kasırgaya aldırmadan ateş yağdırıyordu. Bu cehennemin sona ermesi için semanın kararması lazımdı, fakat sonunda, kulakları sağır eden bir gürültü ile topların çok yakınına düşen bir merminin dağılan parçaları Şerif Onbaşı'yı da karnından ağır bir şekilde yaralamıştı. Şerif, sevdiği topunun yanında yere uzanmış gözetleme yerine bakıyor, sanki yeni bir ateş komutu bekliyordu. Son bir gayretle solan yüzünü dürbün yanına geçen arkadaşına çevirerek: - Hüseyin, sizleri Allah’a bırakıyorum. Top başından ayrılmayın, dedi ve beyazlanan dudaklarından uçan bir nefesle gözlerini kapadı. 14 Aralık 1916. Künyesi: 36’ncı Tümen, 36’ncı Topçu Alayı, 1’inci Dağ Taburu, 4’üncü Top Nişancısı Onbaşı Emin Oğlu Şerif, Kerkük, Beyler Malı. Hane 112, 1305. Dadaş Dursun Birinci Dünya Savaşı’nın son senelerinde, 2’nci Orduda bulunan bütün subaylar Dadaş’ı tanırlar ve severler. Dadaş’ın asıl adı Dursun’dur. Kendisi doğma büyüme Erzurumludur. Savaşın ilk senesinde asker olmuş, 1894 doğumlu, gürbüz, güçlü ve kuvvetli, kara yağız bir Türk çocuğudur. Dursun’un kalbi de özü ve sözü gibi temiz ve doğrudur. Amirlerine karşı son derece itaatkârdır, bütün arkadaşları ile iyi geçinir, herkese iyilik etmesini sever, verilen görevi içten gelen bir sevgi ile yapar. Dursun her hâl ile kendisini bütün bir orduya sevdirmiştir. Dursun, herkesin büyük kardeşidir. Bunun için kendisine Erzurumluların tabiriyle büyük kardeş anlamına gelen “Dadaş” adı verilmiştir. Bugün hâlâ, Dadaş'ın asıl adını bilenler pek azdır. Dursun’un savaştaki yararlıkları, fedakârlıkları pek çoktur. 2’nci Orduda herkesin duyduğu bir kahramanlığı, kendisi olaya şahit olmuş birkaç subayın ağzından dinledim. Başlangıçta 9’uncu Tümen 28’inci Piyade Alayının göz bebeği olana kadar yükselen Dadaş, Oltu Savaşı’nda yaralanmış ve tedavi için Erzurum Gureba Hastanesine sevk edilmiştir. Erzurum’un düştüğü sırada da Sivas’a nakledilmiş ve tedaviden sonra 12’nci Tümen emrine verilmişti. Doğuda genel çekilme başlamış, ordu hayli geriye çekilmişti. 61
2’nci Ordu, 4’üncü Kolordu emrinde bulunan 12’nci Tümen Komutanlığı cephesine düşmüştü. Bir gün bölük komutanı beni çağırdı ve “Cephemizde bulunan Rus kuvvetlerinde iki günden beri çok fazla faaliyet görüyorum. Dadaş! Göreyim seni. Şu tek top ahlat ağacının tepesi doğrusunda gördüğün ve üzerinde sarı tarlalar bulunan tepenin yanından dolaşarak karşı sırtlardaki sık kozluğa (cevizliğe) çıkacaksın. Oradan Rus kuvvetlerinin cephe ve gerilerde ne ile meşgul olduğunu ihtiyatlarının ve topçularının nerelerde bulunduğunu, tahkimat yapıp yapmadığını, yapıyorsa yapanların durumunu, gece emniyeti için nerelerde, ne önlemler aldığını anlayarak kozluk altından dereye inen yolu takiben sağımızdaki kayalıktan döneceksin. Ben başçavuşa gereken emri verdim. Bölükteki güvendiğin arkadaşlardan dört er alarak git ve bu şerefli görevi yap.” dedi. "Baş üstüne!" dedim ve çıktım. Bölüğe gittim. Başçavuşa, komutanın emriyle bölükten dört asker istediğimi söyledim. Başçavuş da “Haydi, çabuk ol, kimleri alacaksan al.” dedi. Koca bir Rus ordusuna karşı keşif için beni göndermeleri, bana güvenmeleri göğsümü öyle kabartıyordu ki sevincimden, keyfimden kabıma sığamıyordum. Bölükten alacağım arkadaşları çoktan seçmiştim. Sivaslı Turan ile hemşehrilerden Müştak, Hatem ve Bayburtlu Zeynel kafadar arkadaşlardı. Gözlerini kırpmaz, düşmandan yılmaz, görev için “Ölüm var, dönmek yok.” diyen çocuklardı. Bölük Komutanının emrini kendilerine söyledim ve benimle beraber gelip gelmeyeceklerini sordum. Bölükteki bu kadar arkadaş arasından onları seçtiğim için öyle gururlanmış, öyle keyiflenmişlerdi ki sorma gitsin. Beş arkadaş yola çıktık. Hem yürüyor ve hem de görevimizin büyüklüğünü dilimin yettiği kadar arkadaşlara anlatıyorum. Öyle ya biz görevimizi yapar ve doğru haberle bölüğe dönersek belki koca bir orduyu kurtaracağız. Önümüzdeki oldukça derin Azap Deresi'ne indik ve yamaca tırmanmaya başladık. Kuytu dere içlerinden, çalılar arasındaki ince, kestirme dağ yollarından bir hayli ilerledik. Etrafı gözetliyor, en ufak bir çıtırtıdan şüpheleniyor, Ruslara görünmekten korkuyorduk. Bu şekilde bir saat kadar yürüdük. Tarif edilen tepeyi döndük. Kör olası şeytan, bizi Ruslara göstermişti. Yandan çok sağımızda bir takım kadar Kazak'ın bütün hızla üzerimize geldiğini gördük. Kaçmayı hiç düşünmedik, çünkü biz piyade idik. Böyle az miktardaki süvariye karşı üstün olabileceğimizi düşünerek hemen diz çöktük ve yaylım ateşine başladık. Ben henüz beşinci mermiyi atmış, ikinci şarjörü mavzere basıyordum ki tüfek elimden fırladı. Dörtnala gelen Kazak'ın boynuma salladığı koca kılıç, tüfeğin namlusuna isabet etmişti. Anlaşılan kabza vücudumda gevşek duruyormuş. Canım kadar sevdiğim tüfeğim elimden fırlamıştı. Artık Kazak'ın “Teslim ol Türk!” sözüne boyun eğmekten başka yapacak iş kalmamıştı. Bizi 62
topladılar, Hatem’le Zeynel aramızdan yok olmuşlardı. Bu iki kahraman arkadaşım yedikleri kılıç darbesiyle şehit olmuş, kanlar içinde tüfeklerine sarılarak boylu boyunca uzanmış oldukları görünüyordu. Rus Süvari Takımı Komutanı bizi yanına çağırdı. Bir şeyler söyledi. Rusça bilmediğimiz için tabi ki cevap veremedik. Bizi de beraberlerine alarak geriye doğru gittiler. Bir derenin içinde toplanmış bir alay kadar Rus süvarisi hayvanlarına yem kestiriyordu. Onların yanına yaklaştık. Bizi daha rütbeli bir komutanın yanına götürdüler. O da sordu. Cevap alamayınca kızdı ve bağırdı. Yanında bulunan bir subaya el ile bizi işaret ederek emirler verdi. Biraz sonra bir çavuş komutasında üç tane süvari bizi önüne kattı. Gerilere doğru yola dizildik. Biz önde, süvariler arkada, bir saatten fazla yol aldık. Bölük komutanım bizi kim bilir ne kadar sabırsızlıkla bekliyordu. Esir olduğuma değil görevimi yerine getiremediğime üzülüyordum. Sessizce Müştak’ın kulağına fısıldadım: “Kazakları öldürelim.” dedim. O da Turan’a söyledi. Üçümüz de anlaştık. Bu düşüncemizin planını, kendi aramızda, fısıltılarla kararlaştırdık. Herhangi bir yerde mola verildiği zaman, en zayıfını sonraya bırakmak üzere, ben çavuşu, diğer iki arkadaşım da iki Kazak'ı haklayacak, işini ilk önce bitiren cılız Rus’u haklayacaktı. Bundan sonra tekrar orduya dönecektik. Orduya tekrar dönmek düşüncesi bile insana yeniden hayat veriyordu. Bereket versin adamlar da atları da yorgunmuş. Bizi çok bekletmediler. Bir kaynak başında mola verdiler. Yem torbalarını hayvanların başına taktılar. Kendileri de çantalarından çıkardıkları nevaleleri alarak kaynağın başına gelip oturdular. Biri çavuşun hemen yanına oturdu. Hepsi iştah ile atıştırıyorlardı. Hücum için aramızda kararlaştırdığımız parola «Hık!» idi ve benim tarafımdan verilecekti. Geçmiş gün, yalan söyleyecek değilim ya sevincimden kalbim dışarı fırlayacak gibi atıyordu. Artık sabır ve tahammülüm kalmamıştı. Olduğum yerde şöyle bir gerildim. Hemen ardınca «Hık!» dedim ve fırladım. Çavuşla yanında oturan erin enselerinden yakaladığım gibi bütün kuvvetimle kafalarını birbirine çarptım. Herifler pek çelimsiz ve dayanıksız şeylermiş, bir toslayışa dayanamadılar ve saf dışı kaldılar. Ne olur ne olmaz diye bir daha tos ettirdim. Çavuş biraz çetin idi. Tabancasını çekmek istiyordu. Erin kımıldayacak hâli kalmamış, başından akan kanlar gözlerini doldurmuştu. Çavuşun kolunu büktüm. Belindeki tabancayı kavrayarak üç adım geri açıldım. Etrafa bir göz attım. Turan'la Müştak işlerini bitirmişlerdi. Tabancayı elimde gören iki Rus da artık çoktan direnmekten vazgeçmişti. Turan’la Müştak atların yularlarıyla bu iki Rus’un el ve ayaklarını kıskıvrak bağladılar. Yaradan'a kurban olayım, nelere kadir değil ki? Bir dakika önce biz esir, onlar galip iken şimdi biz galip onlar esir oldu. Çavuş korkunç rüyasından uyandığı zaman, “Mehmet, Mehmet!” diyordu. Kim bilir, belki de yalvarıyordu. Çavuş başta olmak üzere erlerin hepsinin elbiselerini soyduk, kendimiz giydik, kendi elbiselerimizi yanımıza aldık. Ağaç çatallarına astıkları tüfekleri de alarak atlara bindik. Atları tekrar 63
geriye, Türk ordusuna doğru koşturduk. Bu defa akıllanmıştık. Gözden kaybetmeyecek derecede yoldan ayrıldık. Dik yamaçlardan, korkunç uçurumlardan, birçok yerden geçtik. Gece yarısı bizim tarafa ulaştık. Usulca bölüğümüze girdik. Doğruca Bölük komutanının yanına gittim. Macerayı anlattım. Çavuştan aldığım kâğıt dolu çantayı kendisine verdim. Çanta hemen tabura, taburdan alaya, alaydan tümene gitmiş, ertesi günü beni ve arkadaşlarımı tümenden istediler. Rus kıyafetleriyle atlara binerek tümen karargâhına vardık. Bizi Tümen Komutanı Albay Mürsel’in huzuruna çıkardılar. Başımızdan geçenleri ona da anlattık. Çok memnun oldu. “Dadaş yaptığınız hizmet çok büyüktür. Ruslardan alıp getirdiğiniz çantanın içinde ordu için çok faydalı bilgiler bulduk. Orduya çok büyük hizmet ettiniz. Ruslardan aldığınız elbise, at ve silahları size bağışlıyorum. Yedekte getirdiğiniz bir hayvanı da bölük komutanınıza vereceğim. Bunları iyi muhafaza ediniz.” dedi ve gözlerimizden öptü. İki Şehidimiz: Üsteğmen Namık Kemal ve Teğmen Hüsnü’nün Öyküsü 96’ncı Alayın iki aziz şehidine ait savaş tutanağında geçen anıları sadeleştirerek fakat aslını hiç değiştirmeden aşağıya almak ve nurlaşan varlıklarını yad etmek elbette ruhlarını şad edecektir. Bu millet, nice büyük evladını vatan topraklarına armağan ederken yüreklerde sızlayan acılarının tesellisini, onların yolunu izlemekte bulmaktadır. Bu toprakların üzerinde özgür ve mutlu yaşamayı genç yaşlarında hayatlarını vatanı uğruna feda eden binlerce şehidimize borçluyuz. Şehitlerimize, sonsuz sevgi ve saygıyla bağlı olduğumuzu ne kadar çok ifade edersek edelim kendilerine olan borcumuzu ödeyemeyiz. Şimdi savaş tutanağından Üsteğmen Namık Kemal’in öyküsünü dinleyelim: 96’ncı Alay 1’inci Tabur Emir Subayı Üsteğmen Konyalı Namık Kemal, şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Kahramanlık öyküsü, harp tarihimizi süsleyen gurur kaynaklarındandır. 10 Ocak 1916 günü, 2900 rakımlı Karadağ’ın bembeyaz doruğunu acı bir rüzgâr yalıyordu. Dondurucu soğuk dayanılmaz derecedeydi. Rus siperleriyle aramızdaki uzaklık ancak elli metre kadar olduğundan iki taraf da birbirini kurşun yağmuruna tutuyordu. Gördüğü kahramanca karşılıktan acı ve sıkıntılı aylar geçiren Rus kuvvetleri, savunan kuvvetlerimizin en az on katı kuvvetle saldırılarını şiddetlendirmekte, beş Rus bataryasının saçtığı ateş, Türk siperlerinde bir cehennem ortamı yaratmaktaydı. Soğuğun şiddeti, el ve ayaklardaki hareket gücünü kırmış, her dakika bir asker yaralanıyor, şehit düşüyor; fakat sağ kalanlar hatta hafif yaralananlar bezginlik getirmeksizin korkusuzca savaşmaya devam ediyordu.
64
İnsan gücünün de bir sınırı vardı. Bu kahraman savaşçıların da Rus ateşinden çok, soğuğun şiddetine karşı dayanma güçleri azalmış, ateşimiz yavaş yavaş gevşemeye yüz tutmuştu. Bu hâli sezinleyen 1’inci Tabur Emir Subayı Üsteğmen Namık Kemal yaralı bir arslan gibi siperlere koştu. Hemen bir erin silahını alarak onları gayrete getirmeye ve Rus askerlerini bir bir yok etmeye başladı. Bunun etkisiyle savaş yeniden şiddetlenmiş ve Ruslar şaşkına dönmüştü. Ne çare ki bir uğursuz kurşun, bu yiğit vatan evladının beynini parçaladı. Nurlaşan ruhu, kendisini pek seven tabur erlerinin tekbir sedaları arasında Tanrı'sına yükselirken genç ailesiyle iki yavrusunu değerbilir milletinin güvenilir ellerine emanet ediyordu. Gülümseyen yüzüne baktım. Asil ve temiz kanı, ak alnına akarak gönül bağladığı Türk sancağını yansıtıyordu. Bu da aynı savaş tutanağından, Teğmen Hüsnü’nün öyküsü: 96’ncı Alay 1’inci Tabur 3’üncü Bölük Subayı Vanlı Teğmen Hüsnü, Bardız’da, Çilhoroz Tepesi önünde şehitlik rütbesine yükselmiştir. Gösterdiği yiğitlik, kahramanlıklarla dolu savaş tarihimizin bir sayfasını süslemektedir. 08 Ocak 1914 günü, etraf kalın bir kar tabakasıyla örtülüydü. Soğuk, damarlardaki kanı donduracak gibi. Şiddetli bir tipi, olanca etkisiyle sürüyor ve sanki doğa bütün gazabını bu çetin topraklara yağdırıyordu. Büyük Türk ordusu, imparatorluğun parlak dönemlerindeki bahadırlık günlerini yeniden yaşatırcasına onurlu adımlarla ilerliyor, kalpten bir sevgiyle bağlı olduğu yetim Kafkas’a bir an önce varmak istiyordu. 96’ncı Alay Bardız’da, Çilhoroz Tepesi'ni işgal etmek için savaşıyordu. Sarp bir dağın doruklarından biri olan bu tepe, inatçı düşmanın yoğun topçu ateşi altında kalmıştı. Şarapneller, askerlerimizin başı üzerinde dehşetle parçalanıyor, daneler öteye beriye saplandıkça tipi içerisinde korkunç gürültülerle inliyordu. Gerçi ne soğuğun dondurucu şiddeti ne Rus ateşlerinin yoğunluğu, bu tepedeki kahramanları yıldırmıyordu ancak kayıplar hissedilir derecede çoğalıyordu. Bu sıkıcı hâle bir çare bulmak ve bu cehennemden kurtulmak, vadinin ötesindeki Rus siperlerinin ele geçirilmesine bağlıydı. Bu görev Teğmen Hüsnü’ye verildi. Eratın moral gücü yerindeydi; hiçbir hizmetten kaçınmamak, her türlü koşul altında Ruslarla savaşmak, onların kanlarında değişmez bir kuvvet olarak dolaşıyor, gözlerini budaktan sakınmıyorlar, canlarını vatan uğrunda feda etmekten çekinmiyorlardı, fakat soğuk ve acı rüzgârlarla ortalığı kavuran tipi vücutlarını âdeta uyuşturmuş, bacaklarını dondurmuş gibiydi. Geçecekleri vadi, gittikçe birikip kalınlaşan karların örttüğü kayalık, sarp bir araziydi. Görev gerçekten pek güçtü. Durumu değerlendiren Teğmen Hüsnü, erlerinin ruhlarını alevlendirmeye ve böylece onları yeniden şevke getirmeye, içlerinde 65
tutuşturacağı ateşle bedenlerini de ısıtmaya lüzum gördü. Hemen siperlere koştu. Orada mert bir tavırla, “Arkadaşlar! Önemli bir göreve memur edildik. Şu karşıdaki Rus mevzilerine taarruz edeceğiz. Biliyorum, hepimiz yarı donmuş bir hâldeyiz ve bu vadiden hücum pek güçtür, fakat birliklerimizin kaderi, bizim canlarımızı feda etmemize bağlı. Vatan ve atalarımız bizden bunu istiyor. Ecdadımızın ruhları bizden bunu bekliyor. İnanınız, ne ölüm sanıldığı kadar acı, ne hayat büyütüldüğü gibi tatlıdır. Arkadaşlarımızı, gözlerimizin önünde, yanı başımızda şehit eden Ruslardan öç almak istemez misiniz? Ben her zaman en ileride bulunacağım, arkamdan ayrılmayınız. Vurulursam bana bakmayınız, ölürsem cesedimi çiğneyip geçiniz. Yeter ki Rusları şu siperlerden atınız. Tanrı yardımcımızdır. Haydi! İleri...” diye haykırdı. Bölük yeniden canlanmış, hepsinin gözlerinin önüne köyleri, yuvaları gelmişti. Onları cepheye uğurlarlarken “Ya gazi ol ya şehit! Milletine layık olduğunu göstermelisin. Yoksa sütüm sana helal olmaz.” dememişler miydi? Moskof, yurdumuza göz koyan Moskof yok edilmeliydi. Bölük vadiye hücuma başladı. Karların ve kayaların arasında, Rusların yaylım ateşi altında çevik davranışlarla ilerledikçe vücutları da ısınmakta ve başarılı olacaklarına inançları kuvvetlenmekteydi. Serseri kurşunlar karlar arasında ıslıklar çalıyor, kayalıklar içinde yankılar yapıyordu. Sık sık bir Mehmetçik hayattan ayrılıyordu; fakat bölük duraksamadan ilerliyordu. En önde giden yiğit subay Teğmen Hüsnü de birden tertemiz alnından vurularak şehit oldu. Hâlâ sağ elinin şehadet parmağı ileriyi gösteriyordu. Askerleri görevlerini mutlaka başaracaklardı. 95’inci Alayın Bahıtlıtepe Taarruzu 32’nci Tümenin 95’inci Alayına ait savaş tutanağına, 12 Mayıs 1916 tarihinde, sayıca kendisinden fazla Rus kuvvetlerine karşı, Kop Dağı kuzeyindeki Bahıtlıtepe’ye (2980 rakımlı) yapılan taarruz şöyle geçmiştir: Savaş oyunları ve taktik kurallardan çok, her yerde sayıca üstünlüğüne ve bol harp araçlarına güvenen Rus ordusu, bu koşullar içinde, iki aydan beri Kop Dağı çevresindeki taarruz harekâtına ısrarla devam etmekteydi. Ruslar; Karasu ve Çoruh bölgelerine ve bu bölgelerin kapsadığı Erzincan, Bayburt harekât alanına ve bu alandan geriye doğru uzanan ana ikmal yollarına hâkimiyeti nedeniyle büyük önemi olan Kop Dağı ve bağlantılarını ele geçirmek isteğindeydi. Ruslar her saldırısında, yürekleri vatan sevgisiyle çarpan ve bir kahramanlık kalesi gibi direnen 30’uncu Tümenin süngülerine çarparak umutsuzluk ve perişanlık içinde geri çekiliyordu. Bu kanlı savaşlar, günlerdir devam ediyordu. Bu savaşlar sırasında Tercan - Karasu - Kütür Köprüsü kuzeyindeki savunma hattını tutan 95’inci Alay bir yandan da eğitim işleri ile uğraşmaktaydı. Hunhar Ruslar her saldırışlarında şanlı Türk süngülerinin aman vermeyen etkisiyle büyük kayıplar vermekte, aralıksız aldığı ihtiyat 66
birlikleriyle taarruzlarını tekrarlamaktaydılar. Bu durum karşısında 32’nci Tümen de Kop cephesini takviye emrini aldı. 95’inci Alay, tümeniyle birlikte 10 Mayıs 1916 akşamı Kop hanlarına ulaştı. Hava yağmurlu ve soğuk, birliklerin yapmak zorunda oldukları yürüyüş yorucu ve yıpratıcıydı.
11 mayıs 1916 sabahı 95’inci Alayın 2’nci Taburuna, Bahıtlıtepe’nin Kop Gediği'ne bakan yamaçları tutması emri verildi. Alayın öteki iki taburuna 11 - 12 Mayıs gecesini Kop Dağı'nın kuzey eteklerinde, ihtiyat olarak geçirmesi emredilmişti. Gece saat 03.00 suları idi. Gecenin koyu karanlığı ve dondurucu soğuğunda Kop boyu doğrultusundan çeşitli silah sesleri gelmeye başladı. Gürültüler gittikçe yaklaşır gibi oluyordu. Gün hafifçe ağarıncaya kadar süren bu sesler, açıkça önemli bir olayın geçtiğini belirleyen kanıtlardı. Her an harekete hazır bekleyen bütün subay ve erler, savaşa katılmak için sabırsızlık içinde ve olanca dikkatleriyle telefondan gelecek emri bekliyorlardı. Alayın her eri gözlerini, öç alma duygusuyla dolu olarak Kop boyuna çevirmişti. Bir ara, 1’inci Tabur Komutanı Yüzbaşı Osman Ragıp, alay komutanına yaklaşarak Kop boyunun düşman tarafından ele geçirildiğini zannettiğini yüreğinden kopan acı bir ifadeyle söyledi. 1’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı İsmail ve 3’üncü Bölük Komutanı Yüzbaşı Hafız Halit de aynı düşüncede olduklarını tekrarladılar. Bu kahraman subaylar emir beklenmesi yolundaki direktifi bilmezlikten gelerek hemen yardım edilmesini ısrarla istiyorlardı. Vatan aşkıyla ruhları ve yürekleri dolup taşan ve Türklüğün bahadırlığını atalarından miras edinen bu kahraman subaylar, ilk bakışta önerilerinde haklıydılar. Gerçekten Kop boyunda, Rusların burayı işgal etmesi gibi beklenilmeyen bir başarısını gösteren belirtiler vardı, ancak bütün Kop cephesinin odak noktasını oluşturan Bahıtlıtepe’nin durumu henüz aydınlanmamış ve burasının da işgal edilmiş olması ihtimaline karşı, önerilen 67
hareketin amacın elde edilmesini sağlayamayacağı, tersine yararsız olacağı meydanda idi. Bu nedenle subaylarını sakinleştirmeye çaba gösteren alay komutanı, gelmesi yakın olan emrin beklenmesini öğütledi. Gerçekten de az sonra Kop Cephesi Komutanlığı emir subayı, alay komutanına gelerek ihtiyattaki birlikleriyle hemen Bahıtlıtepe’ye hareket etmesi gereğini bildirdi. Sabırsızlıkla böyle bir emri beklemekte olan 325 savaşçıdan ibaret iki tabur hemen harekete geçerek durup dinlenmeksizin saat 08.00’de Bahıtlıtepe’den kuzeye inen derenin ortalarındaki kayalıklarda karargâhını kurmuş bulunan 30’uncu Tümen ve Kop Cephesi Kurmay Başkanı Hayri Bey’in yanına ulaştı. Hayri Bey, düşmanı tek başına yok etmeye kadir insan inancını veren heybetiyle düşüncelere dalmış bulunuyordu. Kendi gücünden emin ve gülümseyen bir yüzle alay komutanına, “Kardeşim, Rusların önemli bir kuvveti, bu gece yaptığı girişimle Kop boynunu ve Bahıtlıtepe’yi tamamen ele geçirmiştir. Bütün Kop cephesinin kaderi şu karşınızda gördüğünüz tepenin yeniden zapt edilmesine, bunun şan ve şerefi de sizin kahramanca taarruzunuza ve yüksek gayretinize bağlı kalmıştır. Bu tepe bütün fedakârlıklar sarf edilerek tekrar alınmalıdır.” emrini verdi. Gerçekten, sonradan ele geçen tutsakların ifadesi ve Kop boyundaki 96’ncı Alay subaylarının açıklamalarından öğrenildiğine göre Rusların yaptığı gece taarruzuna iki alay piyade ve 800 - 1000 mevcutlu seçilmiş bir hücum birliği katılmış, bu kuvvetler büyük bir ateş desteğiyle Bahıtlıtepe’yi işgal etmişlerdi. Durmaksızın 3’üncü Tabur, 2’nci Tabur istikametine, 1’inci Tabur da Bahıtlıtepe’ye hareket etti. Eğimi yaklaşık 40 dereceyi bulan tepeye tırmanılmaya başlandı. Tepenin Rus ateşi tutmayan son noktasında kısa bir dinlenme verildi. Bu dinlenme sırasında alay komutanı askerlerine şunları söyledi: Karşımızdaki Rus kuvvetlerine, Tanrı'nın izniyle haddini bildireceğiz, merak etmeyiniz. Tanrı bizimle beraberdir. Onları tepeleyeceğiz ve Türk’ün yenilmez gücünü bir kere daha öğreteceğiz.” Sonra 1’inci Tabur komutanına gerekli taarruz emrini verdi. Tabur Komutanı Yüzbaşı Osman Ragıp; üstün karakterli, azimli, atılgan, bilgili, zeki, vazifesinin esiri ve bu uğurda harikalar yaratmaya muktedir bir subaydı. Aldığı emri ciddi bir tavırla dinledikten sonra, 1’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı İsmail’e, birinci dalga olarak taarruza başlamasını bildirdi. Taarruz, dar bir şeritten yapılacağından kademeler hâlinde ilerlenmesi kararlaştırılmıştı. Bölük, derhâl üç kademe hâlinde ilerlemeye başladı. Kendisi de öndeki takımın başında bulunuyordu. Diğer bölükler de dalgalar hâlinde ilerlemeye başladılar Birlikler, Rus kuvvetlerinin çokluğuna ve vızıldayarak kayalarda parçalanan Rus mermilerine aldırış etmeksizin bu dar ve karlarla örtülü çetin araziden çevik sıçrayışlarla tepenin dikliğine yükselmekteydiler. 1’inci Bölük, Rusların alelacele meydana getirmiş olduğu birinci ve ikinci hat siperlerini dehşet saçan süngü hücumlarıyla zapt etti. 500 metre kadar tahmin edilen bir cephede kardan yapılmış siperleri içinde gizlenen düşman, taarruz kuvvetlerini yanlardan ve cepheden etkili ateş altına almaktaydı. Bütün dikkatler, iki tarafın top ve tüfek sedalarıyla uğuldayan ve kanlı çarpışmalarla bir mahşer yerini andıran Bahıtlıtepe’ye çevrilmişti. Taarruzun daha başlangıç safhasında Yüzbaşı 68
Osman Ragıp, kendine özel bahadırlıkla bölüklerinin harekâtını tertipleyip düzenliyor, emri altındakilere bilgi ve cesaretiyle, pervasız davranışlarıyla örnek oluyordu. Bu cehennem içinde, hayatını hiçe sayarak emirler verirken alnına isabet eden hain bir kurşunla şehit oldu. Tabur komutanlığı derhâl 3’üncü Bölük Komutanı Yüzbaşı Hafız Halil’e verildi. Aziz şehidin birlik üzerinde yarattığı intikam duygusu durdurulamaz bir güç hâlini almıştı. Çevre, mübarek kanlarını vatan topraklarına akıtan yiğitlerle dolmaktaydı, fakat yoğun Rus ateşlerine rağmen askerin taarruz şevki gittikçe artmaktaydı. Yazık ki bu sırada Yüzbaşı Hafız Halit de şehit düşmüştü. 1’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı İsmail, aman vermeyen saldırılarına devam ediyordu. Rusların Bahıtlıtepe doruğundaki siperlerine yüz metreye kadar sokulmayı başarmıştı. Bu değerli subay da aldığı ağır bir yara ile savaş hattına veda etti. Gümüşhaneli Yedek Subay Teğmen Süleyman da biraz sonra şehitler arasına karıştı. Verilen kayıplara, yoğun Rus ateşlerine, sarp araziye rağmen sağ kalanları, Rusları her ne pahasına olursa olsun yenmek, kesin sonucu elde etmek amacıyla önüne geçilmez millî bir hırs bürümüştü. Bu, yalnız Türk milletinde, Türk ordusunda var olan ve atalarından miras kalan bir bahadırlıktı. Rus askerlerinin, bu cesur savaşçıların akıllar durduran saldırıları karşısında dayanma güçleri sarsılmaya ve yüreklerini korkular sarmaya başlamıştı. Bu müthiş boğuşma, hızından ve şiddetinden hiçbir şey kaybetmeden üç saat sürdü. Alay bütün ihtiyatlarını savaş hattına sürmüş bulunuyordu. Bu sırada 30’uncu Tümen bataryalarının açmış olduğu ateşlerden birkaç şarapnel tam Rus siperleri üzerinde paralandı. Bu durumdan yararlanmanın tam zamanıydı. Zaten bütün subaylar ve erler hücum için fırsat ve işaret beklemekteydiler. Alay komutanının bu emri vermesinden hemen önce, Zaralı İsmail oğlu Mehmet adında aslan yürekli bir er “Allah’ını seven süngüsüne davransın!” diye haykırarak ileri atıldı. Bütün birlikler bir anda “Allah Allah!” sedalarıyla dağları inleterek Rus siperlerine daldılar. Kardan siperler içinde ne yapacağını şaşıran Rus kuvvetleri, dik yamaçlardan derin vadilere doğru yuvarlanarak kaçmaktan ve canlarını kurtarmak için birbirlerini iteleyip çiğneyerek Bahıtlıtepe’den uzaklaşmaktan başka çare bulamamışlardı. Askerlerimizin takip ateşi, bu karmakarışık hâlde kaçışan Rus yığınları arasında zafer çığlıkları atarak vadiyi inletiyordu. Bahıtlıtepe üzerinde üçü yaralı, diğerleri kaçamamış 77 Rus askeri tutsak edildi. Güllü Paşa Kız Erzurum’un güzel Pasinler’inde, geçen yaz geçirdiğim iki öğle saatinin hatırasını hiç unutamam. O gün, Çakmak köyünün seksenlik ihtiyarı Hızır Çavuş'un anlattığı Güllü Paşa Kızı ve köyün bir saat kadar güneyinde yükselen Külâhkaya Tepesi'nin yeşil yamacında, üzerine adak çaputları bağlanmış, iki taş dikili gösterişsiz mezarına karışan göz yaşlarımın yanaklarımı nasıl yaktığını, hâlâ yeni bir olay gibi hatırlarım. O gün bana anlatılan bu hikâye, adı ölmez bir kahraman köylü kızının, 1914 - 1918 Savaşı başında, bu cephede, Rus ve Ermeni sürülerine karşı; ancak, Türk’e 69
yakışan bir savaşın öyküsüdür. Bilmem ki ben size onu, Hızır Çavuş'un bana anlattığı o saf, temiz, eski asker sesiyle ve o heyecanla duyurabilecek miyim? Onu size olduğu gibi hiçbir edebiyat yapmadan yazmakla belki Hızır Çavuş'un üslubuna ve Güllü Paşa Kız'ın ise saf ruhuna en yakışır yolu seçmiş olacağım. Güllü Kız, evvelce Çakmak köyünde anasız babasız kaldığı için Hızır Çavuş'un elinde büyümüş, yirmi iki yaşına varmış, dünya evine hiç girmemiş cesur ve dinine bağlı bir kızdı. Hızır Çavuş'un evinde hem okuma yazma öğrenmiş (Çünkü Hızır Çavuş uzun askerlik yıllarında okuma yazma öğrenmişti.) hem de ev işlerinde her hizmeti öbür köylü kızlarından çok daha iyi becerebilecek hâle gelmişti. Evin, bahçenin, kümesin, ağılın içi dışı onun sonsuz temizlik merakıyla pırıl pırıldı. Sığırların burun deliklerine kadar her yer, köşe bucak, her gün onun elinden geçerdi. Evin yufkasını tandırda o hazırlar, sütü o sağardı. Komşu kadınlar onun temizlik merakından çekinirler, misafir gelmek istemezlerdi. Çünkü Güllü Kız, hiç kimseyi pabucuyla eve sokmazdı. Güllü Kız çok sofuydu da. Hızır Çavuş ara sıra ona, Erzurum Çarşısı'ndan enam-ı şerif ve ilmihal kitapları getirirdi. Analığı ile Güllü, akşamları baş örtülerini sararlar, Hızır Çavuş sedirine bağdaş kurar ve hepsi de Güllü Kız'ın okuduğu bir din kitabını ya da Seyit Battal Gazi, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leylâ ile Mecnun gibi kitapları dinlerlerdi. Köyün oğul yetiştirmiş anaları, Güllü Kız'ın bu, o zamanın köylüsü için biraz fazla görünen bilgi ve hamaratlığı karşısında, onu kendilerine gelin etmeye korkarlardı. Bu kadınlar: - Get (git) oğul, o meraklı kız sana evde rahat mı verer (verir) ki... Allah onun aklını süpürge sapına bağlamış... - Amanın oğul, Güllü Kız'ı alıp da nideceksin? Onu şeherliye (şehirliye) vermeli, şeherliye... - Güllü Kız'ı gelin mi alırım ben? Zavallı sığırlarının sırtında deri komadı (koymadı), deli kız, onların sırtını temizleyeyim diye her gün kazıdı durdu... - Tavuk kümesinden tavuk bitiyle sıvanmış kızı gelin alır mıyım heç (hiç)... gibi sözlerle onu yere batırır çıkarırlardı. Güllü Kız'a gelince o da öteki kadınları ve kızları sevmezdi. Kızların hepsi de pınar başında delikanlı dedikodusu yapmaya alışmıştı. Hâlbuki Güllü, bir kızın duygularını başkasına açmasını delilik sayardı. Sonra, kadınlar da kocalarını çekiştirirlerdi. Hâlbuki Güllü Kız, evinin rızkını kazanıp getiren erkeğini çekiştiren bir kadının nankörlük ettiği kanısındaydı. Hiç evin erkeği çekiştirilir miydi? Bu nedenle Güllü Kız, boş zamanlarını hep kitap okumak ve köyün yetimlerine çorap örmekle geçirirdi. Köyün imamı Molla Mustafa da Güllü Kız'ı benimsemiş, onu kendi öz evladından daha çok sevmişti. Her ramazan, Güllü Kız'a Erzurum’dan Kur’an ve hikâye kitapları hediye getirirdi. Köylü kadınlarına: 70
- Güllü gibi olun, ahretinizi de düşünün... der dururdu. Molla Mustafa’nın oğlu Sarı Memiş ise Güllü’yü sevmezdi. Çünkü Güllü ona birkaç kez, niçin cuma ve bayram namazlarına gitmediğini, ayıplayarak sormuştu. Memiş: - Böyle gızı (kızı) garı (karı) edip de başıma bela mı alayım? derdi. Herkes Güllü Kız'ın bu hâllerini görüyor, ama hiç kimse onun da kendi göğsünün bir köşesinde öteki kızlar gibi bir genç kız kalbi taşıdığını düşünmüyordu. Elbet o da sevebilirdi. Evet Güllü’nün o küçücük pırlanta kalbinin ta içine on beş yaşından beri bir kor düşmüştü. Bir gün pınar başına giden Güllü Kız, köyün meydanında, 20 yaşlarında, kara yağız bir delikanlı görmüştü. O güne kadar bu genci köyde hiç görmemişti. Bıyıkları tıpkı kara kaşları gibiydi. Etli, iri dudaklarının üzerini örtmüştü. Yanaklarına sanki Tortum elmasının kırmızı renkleri yapışmıştı. Çenesi geniş, gözleri simsiyah, kulakları ile ensesi siyah saçlarının altında kaybolmuş gibiydi. Omuzları çok genişti. Beli incecik, elleri kartal pençesini andırıyordu. Ayakları yere ne kadar da iri iri basıyordu. Güllü Kız, o gün bu delikanlıyı, bir bakışta bu kadar etraflı görmüştü, ama yanından geçerken gözlerini yere eğmişti. Yüreği sanki içine bir serçe kuşu girmiş gibi kanat çırpıyordu. Güllü Kız o anda, delikanlının da kendisine tatlı tatlı baktığını hissetti. O akşam Hızır Çavuş, karısına bu delikanlıdan söz açtı ve onun Alvar köyünden Durmuş Ağa’nın evlatlığı olduğunu söyledi. Maşallah ne kadar da irileşmiş, güzelleşmişti. Güllü, bu gencin adının Kara Ali olduğunu da bu sözler arasında öğrendi. İşte o gün bu gün Güllü Kız, tam yedi uzun yılı yüreğinde Kara Ali’nin siyah gözlerini, simsiyah saçlarını sakladı. Onun görmeden hissettiği tatlı bakışlarını yaşattı ve bu hayali sanki kendi öz malıymış gibi benimsedi, ama bunu kimseciklere ne söyledi ne de sezdirdi. Bu yedi yıl içinde Güllü Kız'ı birkaç kez evermek istedilerse de o reddetti . Hiç kimseye: - Ben de kara yağız bir delikanlı seviyorum. Adı da Kara Ali, demedi. Kara Ali birkaç kez daha Çakmak köyüne geldi ve Hızır Çavuşların evinin önünden geçti. Kurnaz komşu kadınları bunda bir koku sezdiler. Biraz sonra köyde şu dedikodu çıktı: - Kara Ali, Güllü’nün yavuklusuymuş... Bir gün Molla Mustafa’nın karısı onu bir tarla kenarında yakaladı: - Gız, gayrı Alvar’ın delikanlılarına mı gönül verdin? dedi. Bu sözler onun ateşini söndürmek bir tarafa, artırmıştı. Birkaç hafta sonra da köyün sığırtmaçlığını yapan çocuk tarlada Güllü Kız'a yanaştı. Kimse görmeden koynundan kenarı sırma işlemeli, al bir çevre çıkarıp uzattı: - Bacım, bunu Ali Amca’m sana gönderdi. “Kimseye göstermesin, dünya ahret ben Güllü'den başkasını almam, beni beklesin.” diyor, dedi. Birinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Anadolu'nun doğu sınırları, Güllü Kız'ın köyüne kuş uçuşu iki konak demekti. Rus ordusu sınırda saldırıp 71
duruyor, Köprüköy’de güzel bir dayak yiyip tekrar sınıra çekilmiş görünüyordu. Fakat Sarıkamış Muharebesi’nden sonra azmışlardı. Erzurum’a yürüyorlardı. Bütün delikanlılar askere çağrılmışlardı. Kara Ali de Güllü’ye şu haberi yollamıştı: “Hızır Çavuş'la Anadolu içine göç etsin. Sağ kalırsam bir gün ben Güllü’yü arar bulurum.” Ama, Güllü, Kara Ali’sini burada koyup da gidebilir miydi? 1915 yılı Ocak ayının bir kara kış günü, Hızır Çavuş evini, ailesini topladı, iki öküz arabasına bindirdi. Güllü’yü de aldı. Çakmak’tan Erzurum yolunu tuttu. Niyeti Sivas’a göçtü. Güllü, tam Erzurum’un Kars kapısına geldikleri sırada havanın kararmasından yararlanarak arabadan atladı ve Gümüşlü Kümbet’in arkasına saklandı. Hızır Çavuş arabaların önünde yürüyordu, analık ise yorgan altında büzülmüş, uyukluyordu. Yerde donmuş karlar, havada keskin bir ayaz vardı. Öndekiler farkına varmadılar, iki araba Kars kapıdan içeri girinceye kadar Gümüşlü Kümbet’in arkasında bekleyen Güllü tir tir titriyordu. Hemen geldiği yoldan geriye döndü, artık Alvar’ın yolunu tutmuştu. Kara Ali’yi bulamasa bile onun evini bekleyecekti. Elbet bir gün Ali’si oraya uğrayacak ve onu da bulacaktı Ne kadar yürüdü bilemiyordu. Birden önünde bir atlı belirdi. Bu kimdi ki ona seslenmişti: - Hey bacı! Bu don gecede nereye gidiyorsun? Donacağını bilmiyor musun? Güllü başını kaldırdı, bu bir subaya benziyordu, arkasında da yedi sekiz atlı daha vardı. Onlar da askerleri olmalıydı. - Alvar’a gidiyorum amca... - Alvar’a mı? Şimcik (şimdi) oralara mı gidilir? Kız sen donarsın bu yolda. Biz Korucuk köyüne gidiyoruz, gel seni de şu boş ata bindirelim, oraya götürelim, yarın da Alvar’a gönderirim. Korkma ha... Biz dünya ahret senin kardeşiniz, senin kılına bile zarar gelmez bizden, hadi kızım gel şu ata bin... Bu bir emir gibiydi. Güllü’nün de aklı başına gelmişti. Binmese, donacağını anlamıştı. Eyerlenmiş boş atı önüne çektiler, bindi, yürüdüler... Ertesi günü Alvar’a ulaştı. Kara Ali’sinin evini buldu. Köylülerden kimse kalmamış, köye asker dolmuştu. Kara Ali’nin evlerinde de subaylar vardı. Ona bir odasını verdiler, ekmek zeytin ikram ettiler. O gece Güllü’yü dinleyen subaylardan pos bıyıklı ve en yaşlısı, iki eliyle düşük bıyıklarını sıvazladı: - Kızım, sen bu don havada cepheye filan gidemezsin. Kara Ali kim bilir nerede, kısmetse gene ona kavuşursun, merak etme. Ben seni Erzincan’a yollayayım, daha iyi olur... - Amca, ben okur yazarım, kuvvetliyim de. Ne iş olsa yaparım, size hizmet ederim, isterseniz beraber savaşırım da. Hem ölsem ne çıkar? Bin Güllü feda olsun bu vatana. 72
- Sen bilirsin kızım, var ol. Yaşlı subayın pos bıyıklarının üzerine birkaç damla yaş yuvarlanmıştı. Ertesi günü, Alvar’daki tabur Hasankale’ye gitti. Köyde Güllü’nün yanında, üç silahlı hasta asker bıraktılar. Bunlar ovada gözcülük ve keşif görevi almıştı. Güllü de onlara katılmıştı. Bir gün sonra, Erzurum’un parlak, ayazlı güneşi Ilıca’nın Turnagöl Dağı'nın arkasına çekilmek üzereydi. Ovada Pasinler’i şiddetli bir soğuk dalgası kasıp kavuruyordu. Hasankale’nin Hasanbaba Dağı, uzaktan, Pasinler Ovası’na giren Rus kuvvetlerine karşı sanki hiddetinden mosmor kesilmiş, kanı çekilmiş bir insan gibi sert sert bakıyordu. Birkaç Rus askerinden kurulu bir piyade keşif kolu Alvar köyüne yaklaşıyordu. İçlerinden birisi Ermeni ağzıyla Türkçe olarak ötekilere seslendi: - Vahram, sen benimle gelesin, argadaşlar bizi gözetlesin, şayet kim biz şu uçtaki eve girer isek arkamızdan yanaşmış etsinler he? - Ağnamışam Vartan, pek iyi... Pasinler’in şenliği, ovanın göz bebeği, Hasankale’nin sevgili yavrusu Alvar köyü, bu soğuk istila gününe kadar sessiz, bomboştu. Esmer duvarların üzerindeki kara bacalar artık tütmüyordu. Köy cansız bir hayalet gibiydi. Ayakları keçe çizmeli Rus askerlerinden ikisi ellerinde tüfekleriyle ilerlediler. Uzun boylusu, köyün kuzeydoğu köşesindeki taş binaya yaklaştı. Eliyle evin kapısını itti. Kapı açılmadı. Kısa boylu, şişman arkadaşı da geldi, beraber kapıya yüklendiler. Kapı evin içine doğru yıkıldı ve iki Ermeni asker de kapının üzerine düştüler. Loş avluda iki keskin çığlık ve şimşek gibi inen iki keskin balta pırıltısı... Yerdeki iki asker el ve ayaklarıyla yeri eşelediler ve hareketsiz kaldılar... Üç namlu, yavaş yavaş taş evin penceresinden dışarı uzandı. Bir yaylım ateş... Yüz metre kadar uzakta, karlara yatmış ve evi gözetleyen Rus mangasının içinden üç kişiyi sırt üstü devirdi ve hareketsiz bıraktı. Ruslar şaşalamıştı. Onlardan bir ikisi de eve karşı ateş açtı, fakat evden ikinci, üçüncü yaylım ateş... Rus mangasının hepsi de Alvar’ın önünde, kanlı ve soğuk yataklarına hareketsiz yapışıp kalmışlardı. Taş evin kapısından bir kadın ve üç asker dışarı fırladılar. Rus ölülerini eve taşıdılar, kan izlerini karla kapattılar. Silah ve cephaneleri ile yiyeceklerini alıp paylaştılar. Fakat Hasankale’ye giren Rus Komutanı, keşif kolunun gelmeyişinden pirelenmişti. Yeniden, bu sefer bir süvari bölüğünü Alvar’a sürdü. Bölük, açılmış olarak Alvar’a yanaştı. Tam yüz metre kadar sokulmuştu ki evden yine yaylım ateş... Rus atlılarından birkaçı yere yuvarlandı. Şiddetli bir ateş taş binayı yalamaya başladı. Gittikçe de yanaşıyorlardı. Eve arkadan yanaşan birkaç Rus askeri bahçe duvarına tırmandı... Bahçe kapısının arkası bir girintiydi. Duvardan inenler Güllü’yü görememişlerdi; ötekilere kapıyı açmak için yanaşan askerin başına aniden bir balta indi: 73
- Al, kâfirin oğlu, Türk köyüne böyle girilir işte... Duvarın üzerinde kalan Rus askeri korkudan donakaldı. Dışarıdan gelen askerler, bahçede yere yuvarlananan köpek ulumasına benzer feryadını duydular ve kaçmaya başladılar. Taş evin içinden çıkan üç Türk askeri, bahçe duvarındaki Rus askerinin Güllü’ye çevirdiği tüfekle ateş etmesine engel olamadılar. Güllü, “Vah Alim” iniltisi ile yere yuvarlandı. Bir er ona koştu, ötekiler Rus askerinin üzerine ateş edip arkaya yuvarladılar ve bahçe kapısını açarak dışarı fırladılar. Şiddetli bir tüfek ateşi, köyün duvarlarında boğuk boğuk yankılar yapıyordu. Süvari bölüğü, bu köyde pek çok Türk askeri olduğu korkusuna kapılmıştı. Atına binen kaçıyordu, eli tabancalı Rus subayları hem kaçıyor hem askerlerine bağırıyorlardı. Üç Türk askeri süngülü tüfekleriyle bunları kovalıyordu: - Allah Allah... Allah Allah... Allah, Allah... Ve yerde Güllü, tatlı bir rüya içinde, Kara Ali’siyle baş başa idi. Rus askerleri köyden çok uzaklaşmışlardı. Üç Türk askeri gelip Güllü’yü bir kaputa sardılar, omuzladılar ve köyden ayrılıp Külâhkaya Tepesi'ne doğru açıldılar. Güllü şunu söylemek istiyor, fakat seslenemiyordu: - Bırakın, götürmeyin, Alvar’da kalayım Alim gelecek, Alim... Külâhkaya Tepesi'nin üç kilometre kadar güneyinden, karlara bata çıka ilerliyorlardı. Birden önlerine on kadar asker dikiliverdi. Bunlar, orada mevzilenmiş Türk artçılarıydı: - Durun kimsiniz? - Yabancı yok, Türk'üz. Yaralı kadınımız var. İki asker siperden çıktı, önlerine geldi. Bunlardan kara yağız olanı Güllü’nün yüzünü açınca şaşırıverdi: - Vay anam, Güllü'm... Güllü Kız gözünü aç, bak ben Ali’yim. Güllü vah yavrum, ne oldun böyle? Ötekiler de şaşırdılar. Güllü’yü hemen kardan oyulmuş sipere kadar taşıyıp yere uzattılar. Güllü son kez gözlerini açtı. Rüyada gibiydi. Ali’ye baktı... Baktı... Dudakları zorla şunları fısıldadı: - Ali, Ali’m.. Benim.. Sana geldiydim. Köyde yoktun. Vuruldum işte. Gayrı yaşamam ben... Sen sağ ol... Onlar Sivas’a göç etti... Yüreğim yanıyor... Ali’nin aklı başına gelmişti. Hemen sargı paketlerini çıkarttı, yara yerini açıp sardı, fakat Güllü çok kan kaybetmişti. Yüzü bir kâğıt kadar beyaz, dudakları çok uçuktu... Elleriyle Ali’nin bir elini tuttu: - Ali’m... Ben ölüyom... Çavuşlar geri gelirse beni Çakmak’ın üzerine gömsünler... Sen de bana uğra.. Beni yalnız koma... Beni unutma... 74
Güllü’nün başı birden sola kaydı. Dudakları yarı açık kaldı. Elleri hâlâ Ali’nin elini sıkı sıkı tutuyordu... Nazlı kuş artık uçup gitmişti... İhtiyar Çavuş, gözlerini dolduran yaşları, kuşağından çıkardığı çevresiyle kuruladı, boğuklaşan sesiyle devam etti: - Oğlum, Ali ile arkadaşları, subaylarından izin alıp Güllü’yü bizim köyün üst bayırına taşımışlar. Donmuş buzları kırıp onu gömmüşler... Sonra Ali’ye bir delilik gelmiş, o gece subaylarına haber vermeden birkaç arkadaşıyla Alvar’a inmiş. Tekrar oraya gelen Ruslara ait bir piyade birliğine gece baskını yapmışlar. Ali, 10 gâvurun leşini kendi elleriyle yere sermiş, bir o kadar da esir almışlar. Ali, sanki ölümünü arıyormuş. Bu sırada kasığından bir kurşun yemiş. Arkadaşları onu ilkin Erzurum’a, oradan Sivas’a yollamışlar. Hastanede bir bacağı kesilmiş... O sırada biz de Sivas’taydık ama onu duymadıydık... Neyse, harp bitti gene Çakmak köyüne döndük. Bizim hatun Sivas’ta kara toprağa düşmüştü, rahmetli göç sıkıntısına dayanamadıydı... Birkaç ay sonra ansızın köye bir araba girdi. İçinden inen adam iki koltuk değneğiyle yürüyordu. Bu Ali’ydi. O gece misafir ettim. Bana Güllü’nün hikâyesini anlattı. Ertesi gün, bana onu gömdükleri yeri gösterdi. Bizim köylüler Güllü için Erzurum’da mezar taşı kazdırdılar, çevresini taşlarla güzelce çevirdiler, ağaç diktiler. Mezar taşına, “Vatan uğrunda şehit düşen Güllü Kızın ruhuna Fatiha” diye yazılıydı. Rahmetli Kâzım Karabekir Paşa'mız bir gün Erzurum’dan köyümüze geldi. O da Güllü’nün adını işitmiş, mezarını görmeye gelmişti. Bize sordu, gösterdik. Yanında bir de güzel sesli hafız getirmiş. Mezarında Yasin-i Şerif okuttu. Sonra bize dedi ki: - Güllü’ye artık Paşa adını taktım. Ona ben yeni bir taş kazdırıp yollarım. Siz de onu bundan sonra Güllü Paşa Kız diye anın emi? Gerçekten bir ay sonra yeni bir çift mezar taşıyla birkaç usta geldiler, şimdi göreceğin mezarı yaptılar. Köyümüzün eski kadınları yavaş yavaş Güllü’yü düşlerinde görür oldular. Güllü, onlardan Yasin-i Şerif istermiş. Bu düşler ortalığa yayılınca herkes Güllü’nün ermişliğine inandı. Artık komşu köyler de onu ermiş tanıdılar. Türlü dilek ve niyetlerle onun mezarına adak adadılar, bez bağladılar, mum diktiler. Karanlık gecelerde Güllü Paşa Kız’ın mezarına bakanlar orasını ışıklı görürler. - Şimdi o bize, gençlerimize örnek, yaşlılarımıza ahret için destek oldu. Hadi seni mezara da götüreyim oğul. Ben abdest aldım, ceketimi giyiyordum ki Hızır Çavuş yanıma sokuldu: - Oğlum ben Ali’yi demeyi unutmuşum. Ali de şimdi köyümüzde, mescidimize bakıyor. Her gün, yaz kış Güllü Paşa Kız’ın mezarına gidip Kur'an okuyor, çiçeklerini yetiştiriyor. Hah bak! İşte Ali de bize geliyor. 75
İki koltuk değnekli bir adam köyün yamru yumru sokağında görünmüştü. Yanımıza gelince kendisine hürmetle selam verdim. Şaşırdı, bir bana bir de Hızır Çavuş'a baktı. Hızır Çavuş: - Ali! Bu albay, Güllü’nün mezarını ve seni görmeye gelmiş, dedi. Ben de: - Ali Amca, senin ve Güllü’nün kahramanlıklarını Hızır Çavuş'tan dinledim. Varol, bu millet sizin gibi Türk evlatlarıyla iftihar eder, dedim. Kara Ali Dayı'nın yüz çizgileri tatlılaştı. - Allah ömürler versin albayım, dedi. Siz sağ olun, delikanlılar sağ olsun, ordumuz, milletimiz, vatanımız sağ olsun. Bu vatan uğruna Güllüler de Kara Aliler de feda olsun. Hükûmet bana harp malulü maaşı veriyor, ben de onunla Güllü’ye çiçek dikiyorum. Albayım, Tanrı’m bu güzel mezarı tekrar Moskof’un ayağına çiğnetmesin de... Siz elbet intikamımızı alacaksınız... Şu benim topal hâlime bakmayın, eğer bana da sıra gelecekse şu iki değneğimle bile birkaç Moskof’un kafasını ezmeden Allah canımı almasın... Sonra yanımızdan saygılı bir çehreyle uzaklaştı gitti... İçimde yavru bir serçe kuşunun kanatları çırpınıyor, masum bir kızın, kahraman bir şehidin sesini duyuyordum: - Albay Amca, Albay Amca... Güllü ölmedi, ona acıman (acımayın). O muradına erdi... Ali’m de burada, yanı başımda... Allah’tan daha ne isteyim. Albay Amca, siz dua edin ki Türk vatanı yaşasın, Ben rahatım, ben mutluyum. Tanrı millete rahatlık versin. Bu ses beni mezara kadar takip etti. Taze bir genç kız eliyle bağlandığı belli olan al renkli geniş bir adak bezi, bu şehit mezarına ne kadar yakışmış... Gözlerimi Alvar Ovası'na çevirdim, Güllü Kız bana bir Rus’un başına keskin bir balta daha indiriyor gibi geldi... İşte kaçan Rus askerleri, barbarlar sürüsü.... Şehit yatağında sonsuza kadar yaşa, kahraman Güllü Paşa... Mustafa Çavuş'un Kahramanlığı Mustafa Çavuş; 10’uncu Kolordunun 30’uncu Tümeninin 89’uncu Alayının 1’inci Taburundan olup Sivas’ın Koçhisar ilçesinin Dere köyünden Mehmet Ağa'nın oğludur. Aralık - ocak aylarının karlı ve fırtınalı günleriydi. Üç günden beri aralıksız bir savaş sürüyor; dağlar, dereler, vadiler başka bir görünüşle ve başka biçimlerde doğanın yüzünü değiştiriyordu. Moskof’un birkaç hat üzerindeki kademeli saldırıları, askerimizin inatçı ve yiğitçe direnmeleri karşısında eriyor, kırılıyordu. Bir gün önce dört sahra ve iki dağ topuyla Mustafa Çavuş'un bulunduğu siperleri sabahtan akşama kadar dövmüş ve savunma hatlarımıza 200 metre kadar sokulmuş Ruslara karşı pek şanlı bir 76
çarpışma gerçekleştirilmişti. Rus kuvvetleri bir süre sonra tekrar eski mevzilerine kovulmuş oldu. Bu, kısa bir durgunluktan sonra başlayan savaşın son günüydü. Akşama doğru kurşun sağanakları, dane ve şarapnel iniltileri birden bire durmuş, yalnız bugünkü kanlı mücadelenin yankılanan serüvenini tamamlamak isteyen tek tük tüfek seslerinden başka her şey susmuştu. Yeniden başlayan bu durgunluk arasında gözler siperlerin önündeki vadiyi araştırmaya koyuldu. 200’den fazla Moskof ölüsü yerlerde yatıyor, sanki bugünkü savaşın şiddet ve dehşetini resmediyordu. Arkadaşlar içerisinde yararlığı, yiğitliği ve becerikliliği ile tanınmış olan kahraman Mustafa Çavuş pek şen ve sevinçliydi. Gülüyor, söylüyor, günün olaylarını silah arkadaşlarına bir ruh coşkunluğu içinde hikâye ediyordu. Bir aralık yanına bir er geldi, kulağına bir şeyler fısıldadı. Mustafa Çavuş hiddetle yerinden fırladı; bilinçsiz olarak ileri geri yürüyerek siperlerin önüne geçti. Dikkatle bir şey arıyordu. Birden bire bir şehidin yanında durdu. Çevresine anlamlı gözlerle baktıktan sonra başını bir garip salladı. Rus kuvvetlerinin bulunduğu tarafı öfke ve kızgınlık fışkıran bakışlarla süzerek şehidi arkadaşına gösterdi. Göğsünden ve kolundan iki yara alarak vatan borcunu şehit olmakla ödeyen bu genç ve fedakâr asker, Mustafa Çavuş'un en küçük kardeşi Hasan’dı... Ortalık yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Şimdi derin bir sessizlik günün büyük gürültülerle dolu saatlerini sorguya çekiyor, anlamlı ve belirsiz bir suskunlukla gittikçe koyulaşan siyahlık çevreyi örtüyordu. Geceye özel emniyet ve düzenler alındı. Siperler gerisinde parça parça ateşler yanıyordu. Her ateşin ısıtıcı ışığı çevresinde vatan konusundaki yarenlikler sürdürülürken Mustafa Çavuş, ikinci bir kardeşinin de esir edilmiş olması haberiyle kederler içindeydi. Ruhunun derinliklerini yakan hasret ateşi, biri şehit öteki tutsak iki kardeşinin hayalini yalazlaşan alevlerin üzerine çiziyor; birinin yokluğu, diğerinin Rusların elinde bulunuşu, kalbinden taşan dayanılmaz bir öç alma duygusunun belirtilerini çatılan kaşlarında kanıtlıyordu. O, artık kendinden geçmiş bir çılgınlık içinde iki kardeşinin intikamını düşünüyor ve yanındakilere yüksek sesle şöyle diyordu: - Arkadaşlar! Kardeşim Hasan pek yiğit ve mert bir delikanlıydı. Köyde iyi bir ünü, güzel bir namı vardı. Seferberlikten bir ay önce amcamın kızıyla nişanlamıştık. Zavallı Hasan muradına eremeden gitti. O, biraz daha büyüse ve gün görseydi vatana, millete çok hizmetler ederdi. Öteki kardeşim Hüseyin, Hasan’dan biraz yaşlıca ve oturaklı bir babayiğitti. Bu iki kardeşimin bir gün içinde ortadan kaybolması bana pek ağır geldi. Ya ben onların öcünü Moskof’tan alırım yahut ben de ölürüm. Yüreği yanan kahraman Mustafa Çavuş, kendisini kahreden acıları içli bir dille bir bir anlatırken birden intikam alma hırsıyla yıldırım gibi yerinden 77
kalktı. Tüfeğini kaptı, fişekliğini bağladı. Kendisine çeki düzen verip silahını doldurdu ve arkadaşlarıyla helalleşti. Ayrılırken son sözleri şu oldu: - Arkadaşlar, eğer ben şehit olursam cesedimi arayın, bulun, Moskof’a çiğnetmeyin. Mutlak beni de Hasan’ımın yanına koyun. Mustafa Çavuş baştan başa intikam kesilmiş bir kılıç gibi geceyi yardı, birkaç adım sonra koyu karanlıkta kayboldu. Yürüyor, sıçrıyor, bir an önce Rus siperlerine ulaşmak istiyordu. Vadi içerisine daldı. Bu ara yakınında ayak sesleri ve anlaşılmaz uğultular duydu. Hemen durdu yeri dinledi, sesin yönünü kestirdi. Oradakiler gece baskınına hazırlanan bir bölük kadar Moskof’tu. Elli adım kadar uzaklıktan karşısına çıkan bu Rus kitlesini öç alma duygularıyla coşarak karşıladı. Bu yürekli, cesur ve metin kahraman, asla soğukkanlılığını kaybetmedi. Zaten istediği de buydu. Kalabalık Ruslara en iyi etki yapabilecek bir yer seçmeyi tasarladı. Ruslara ani bir dehşet ve korku verebilecek, hemen yanı gerisinde bir kayanın arkasına yattı, tüfeğini bu yığına doğrulttu. Pek çabuk ve çevik bir davranışla birkaç şarjör boşalttı. Ruslar ne olduğunu anlayamadan bu kurşun yağmuru içerisinde kalarak şaşırdılar. Bu şaşkınlık ve perişanlığı gören Mustafa Çavuş tatlı bir umut, neşeli bir başarı ile ateşini kesmiyor ve asla gevşeme göstermiyordu. Ruslar, büyük bir kargaşaya kapılarak ateşin kendi cephelerinden geldiğini sandılar ve Rusça bağırmaya başladılar. Mustafa Çavuş, Ruslara baskın hissini verdirmek ve onları büsbütün korkutup dağıtmak için bir yandan da “Allah Allah!” sedalarıyla haykırıyordu. Bu ses, ilahî bir ihtar gibi gecenin karanlığı ve vadinin derin sessizliği içinde dalga dalga yankılanıyordu... Sağ yanları gerisinden açılan ve gittikçe ölü sayısını çoğaltan bu aman vermez ateş ve “Allah Allah!” sesleri Rusları paniğe uğratmıştı. Sarıldıklarını ve bir baskına uğradıklarını sanarak büyük bir telaş ve endişeyle çil yavrusu gibi dağıldılar. Şamatalar, gürültüler çoğaldı. Silah sesleri bu geniş ve derin vadiyi inletiyordu. Gecenin koyu karanlığı bir bölüğe karşı silahını çeviren ve göğsünü gererek öcünü almaya azmeden bu aslan yürekli kahramanı düşmanın gözünden saklıyor ve koruyordu. Mustafa Çavuş, rastgele çevreye kurşun yağdıran ve asıl mevzilerine doğru darmadağın kaçmaya başlayan şaşkın Rusların bu durumunu anlar anlamaz neşe ve gururla ayağa kalktı. Bir şahin hızıyla hücuma kalkarak düzeni bozulmuş ve korkudan ne yapacağını bilemeyen bu insan yığınından kendisine doğru gelen iki Rus askerini yakaladı. Hemen silahlarını yere bıraktırdı; birisini tüfeğinin, ötekini palaskasının kayışıyla sımsıkı bağladı. Yerdeki ölülerden on beş kadarının tüfeğini sırtına ve bir şapkayı da eline alarak avlarını önüne kattı. İki kardeşine karşılık olarak birçok Moskof askerini yerlere sermiş, iki de tutsak elde etmişti. Övünç içinde siperlerine ulaştı... Kahraman Mustafa Çavuş, şimdi büyük bir rahatlık duygusu içindeydi ve kendisini mutlu hissediyordu. Artık Hasan’ı ile Hüseyin’inin öcünü alarak üzüntüsünü bir ölçüde unutmuş ve her taraftan yağan kutlamalar ve alkışlar 78
arasında Türklüğün yenilmez yiğitliğinin canlı bir temsilcisi olduğunu, bu gecenin bahadırlık ve ululuklarla dolu alnına iftiharlı elleriyle yazmıştı...
Doğu Savaşlarındaki Bitmeyen Boğuşma ve Tükenmeyen Göçten Biri Ağba Dağı, Dumanlı Dağ, Maryam Dağları, birbirine yaslanmış uzuyorlar Tercan’a doğru... Ortalama yükseklikleri 2800 ile 3500 metre arasında. Sanki gökteki güneşi örtmek istermiş gibi yükselmişler semaya. Rusların doğu sınırlarımızı aştığı aylardan beri ölen binlerce Türk gencinin ulusunu, yurdunu ve dinini korumak için döktüğü kanlar, eriyen karla yıkanmış topraktan akmış hırçın derelere doğru... 28 Mayıs 1915 günü, Rusların yaptığı taarruzun daha fazla genişlemesini önlemek düşüncesiyle 82’nci Alay, asıl mevzisinin ilerisinde bulunan 2800 rakımlı Hüseyin Bey Tepesi'ne daha geceden yerleştirilmişti. 29’uncu gün beklenen Rus taarruzunu ilk önce karşılayacak olan erler, gecenin nemli karanlığı içinde, yorgunluklarına bakmadan küçük kürekleriyle kazabildikleri toprak yuvalara uzanmışlar, fecirle kopacak kıyametin kıpkızıl rengi içinde, saldıracaklara ölüm yağdırmak için biraz olsun dinlenmek istiyorlardı. İlkbaharın dağları yalayan ıslak havasını yudum yudum ciğerlerine indiren kahramanlar, ürperen vücutlarını sabahın ilk ışıklarıyla ısıtmaya çalışırken siperler üzerine yağmur gibi top mermileri yağmaya başlamıştı. 79
Düşen her mermi, arkasında uğultulu bir ses bırakıp taş ve toprakla karışarak semaya yükselen siyah bir duman, ağzını göğe açmış derin bir çukur bırakıyordu. Böylece, vadileri dolduran şuursuz saldırgan sürülerine bir taarruz yolu açmaya çalışıyordu. İşte bu korkunç şimşekler ve gök gürültüleri arasında Rusların 16’ncı, 18’inci ve 29’uncu Türkistan Alaylarıyla bir de Kazak Tugayının 82’nci Alay üzerine taarruza başladığı öğrenilmişti. Aralıksız savaşlarda çok kayıp vermiş, cephenin sıkışık durumu sebebiyle ikmal edilememiş olan 82’nci Alayın bir avuç denecek kadar azalmış kahramanları, gözlerini kırpmadan yaklaşan Rus saflarına ölüm yağdırıyordu. Bu isabetli atışlar, Rus saflarında etkisini göstermiş, yerlere serilen cesetlerin çokluğu, bu kudurmuş saldırıyı durdurmuştu. Rusların şaşkınlığından faydalanarak toprağa yapışmış saflarda bir bozgun yaratmak isteyen Yüzbaşı Abdurrahman, siperinden fırlamış ve bölüğüne; - İleri kahramanlarım ileri, hücum! diye bağırmıştı. Parlayan bu volkanın arkasından kendi bölüğü ve bu coşkunluğa kendini kaptıran diğer bölük alevden bir sel gibi Ruslar üzerine akıyor, rastladığı engelleri yıkıyordu. Bu saldırış hedefine varmıştı. Kalabalık Rus safları karışmış, birçokları geriye doğru kaçışmaya başlamışlardı. Bozgunun, Rusların diğer saflarına da yayılması pek yakındı, fakat durumu vaktinde anlayan Rus komutanı, dört taburlu yeni bir alayı karışan bölgeye sürdü. Bu sırada yağan topçu mermilerinden biri, kavga meydanının en parlak yıldızı Abdurrahman Yüzbaşı'nın bacağını kopardı. Bunu gören Salih Çavuş, yağan mermiler ve yaklaşan kudurmuş Rus dalgalarına aldırmadan yüzbaşının yanına koşmuş ve onu sırtına almıştı, ancak büyük bir hedef olan bu iki vücut, birkaç adım atamadan bir makineli tüfeğin hain kurşunlarıyla yere serilmişti. Yetişen Rus erleri, bu yaralı aslanların kana bulanmış vücutlarına hunharca süngülerini saplamayı sanki son bir görev saymışlardı. Kendisinin beş katı bir kuvvetle çarpışmaktan yılmayan 82’nci Alayın kahramanlarından bazıları şehit bazıları da gazi olarak bir yandan Allah’ın en sevgili kulları katına erişirken öte yandan tarihin sararmış yaprakları arasına isimleriyle değil ama anılarıyla giriyorlardı. Doğu Cephesi'nde kahramanca savaşarak diğer birliklere de örnek olan 82’nci Alay 1’inci Tabur 1’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı Abdurrahman, cephede destanlaşarak hikâyesi kuşaktan kuşağa aktarılan, unutulmaz bir kahraman olmuştur. Tokatlı Hasan Onbaşı Birinci Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi savaşları oldukça zor şartlar altında geçtiği için örnek davranışlar yönüyle oldukça zengindir. 80
Bu kahramanlıklar denizinden çıkan kahramanlardan birisi de 28’inci Tümenin 82’nci Alayından Tokatlı Hasan Onbaşı'dır. 28’inci Tümen birlikleri, Erzurum’daki Palandöken Dağı'nın kuzey yamaçlarında, mevzide tahkimatla uğraşmaktayken Onbaşı Hasan, bir Türk subayı ile beş erin, Ruslar tarafından esir edilip götürüldüğünü uzaktan görür. Yanına aldığı üç arkadaşı ile birlikte Rus erlerini pusuya düşüren bu kahraman, gerçekleştirilen saldırıda esirleri kurtardığı gibi beş Rus erini de esir alarak birliğine getirir. Savaş meydanlarında kendilerine verilen görevi kusursuzca tamamlayan ve hatta çoğu kez verilenden daha fazlasını yaparak yeri geldiğinde emir almadan inisiyatif kullanıp gerekli görevleri başaran kahraman Türk askerine canlı bir örnek de işte bu Tokatlı Onbaşı Hasan’dır.
Ölümle Alay Eden Yiğit Nuri Çavuş Parça parça karlarla örtülmüş kayalar, yanık bir patiska gibi uzayıp gidiyor ufka doğru. Derin bir sessizlik içinde uyuyor gece. Gökte parlayan yıldızların karla karışan beyazlığından başka ışık yok siperlerde. Günlerdir yapılan savaşlardan arta kalan barut kokuları sinmiş kara toprağa. Savunma hatlarımızın doğu kanadında göklere bakan Güllübağdat mevzisi, bir kale gibi. Ya en karışık savaşlarını ya da yeşil köyündeki sevdiklerinin silik gölgelerini çizen hülyası içinde zeminliklerine uzanmış kahraman yurt bekçileri. Gece yarısı, birbiri ardından patlayan bombaların sesleri üzerine zeminliklerden siperlerine gitmek isteyen erler, çok yakından gelen Rus askerlerinin sesleri ve zeminlik ağzını yalayan makineli tüfek ateşleri sebebiyle yerlerinde mıhlanıp kalmışlar ve ancak kapılardan yaktıkları ateşlerle Rusların içeri girmesine engel olmuşlardı. Günlerden beri savunma hatlarımızın en sağlam dayanağı olan Güllübağdat siperlerini ele geçirmeye çalışan Rusların, bir baskınla bu işi başarmak hevesine kapıldığı anlaşılıyordu. 81
28 Aralık 1915 gecesi, kar elbiselerini giymiş bir Rus müfrezesi, dış devriye hatlarımızdan sızmayı başarmış ve bu mühim dayanak noktasına yakın bulunan zeminlik üstüne bombalarını yağdırmıştı. Bu karışıklık içinde, kendi zeminliğinden fırlayan büyük bir komutan, yüz metre solunda bulunan iki numaralı karakolun bulunduğu mevzilere koşmuş ve heyecanla, Rusları mevzilerden atmak için iki kademe hâlinde hücum edileceğini ve ilk hattakilerin hemen bombalarını hazırlamalarını emretmişti. Esasen ilk gürültülerle mevzilerinde yerini almış ve iki numaralı karakol bölgesine hücuma hazırlanmış olan erlerin başında bulunan Nuri Çavuş, bir hamlede siperlerinden fırlamış ve bölgesinin emniyeti için adlarını saydıklarının siperlerinde kalmalarını ve diğerlerinin kendisini takip etmelerini, patlamaları bastıran gür sesiyle bildirmişti. Işıksız beyaz toprak üstünde yuvarlanan gölgeler, kısa bir zamanda hedeflerine yaklaşmışlardı. Üç aydan beri daima ileri hatlarda dövüşen Nuri Çavuş, taarruzda gözünü kırpmadan Ruslara saldırıyor, savunmada tedbirli ateş idaresiyle Rusları siperlerine yaklaştırmadan yerlere seriyordu. Korkusuz kalbi, sanki ecdadının kahraman ruhlarından örülü bir zırh ile sarılmıştı. Vuruyor, vuruyor, öldürüyordu. İşte tam bu sırada, Ruslara otuz metre kadar sokulan bu koç yiğitlerin başları üzerlerinden geçen hedefsiz kurşun vızıltıları arasından gür bir ses yükseldi: - Bomba at! Hücum! Allah Allah! Bir anda alevler yükseldi Güllübağdat siperlerinde. Yer sarsıldı bombaların patlamalarından. Gök inledi tekbir sedalarından... Sayısı oldukça kalabalık Rus kuvvetleri, süngü muharebesini göze alamamış kaçıyordu bir avuç kahramanın önünden... İki yaralı, iki tüfek, eldiven ve birkaç kürek kalmış yerlerde. Ateşle takip edilen Ruslar, kayboluyor kayalıklar arasında. Bir sessizlik çöküyor ortalığa. Müfreze erleriyle beraber siperlere gelen bölük komutanı kucaklıyor Nuri Çavuş'u, öpüyor alnından. Gözleri dolu dolu. Bu kahramanca saldırışın heyecanı içinde; “Sizleri Allah korusun kahramanlarım” diyor. Birkaç dakika önce cehennemi andıran siperler üzerinde bu dua yükseliyor göklere doğru.
Devre Dağı Muharebesi 28’inci Tümene ait savaş tutanağında, 29 - 30 Mayıs 1915 günlerinde, 2800 rakımlı Devre Dağı Muharebesi'nde, 82’nci Alayda görevli subay ve 82
erlerin kahramanlıklarına şahit oluyoruz. Karşılarına çıkan düşman yaklaşık 4 - 5 katları olmasına rağmen bu alay 800 - 900 mevcudu ile onlara göğüs germiş, tepeye ilerlemek isteyen düşmana ağır kayıplar verdirmeye başlamıştı. Sağ kanadının çevrilmekte olduğunu hisseden Alay Komutanı Hüseyin Bey'in, bu kanattaki kurşun yağmuru altında, bir elinde kılıç, bir elinde revolver olduğu hâlde, subay ve erleri coşturmaya çalıştığı sırada şehit olması, alaydaki askerleri büyük bir üzüntüye boğmuştur. Ordu ve milletin sonsuzluğa kadar nam ve şanıyla iftihar edeceği ve hatıralarını sinesinde saklayacağı kahraman subaylarımızdan 82’nci Alayın 1’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı Abdurrahman Efendi, bir avuç askeri ile cephesine saldıran yüzlerce Rus kuvvetini eziyor ve birer birer yerlere seriyordu. Maalesef kendisi de ağır bir şekilde yaralandı. Fakat metanetini bozmadı. Kendisine 50 metre kadar yaklaşan Rus subayının üç defa vuku bulan “Teslim ol!” teklifini şiddetle reddetti: “Teslim olmaktansa vatanım uğrunda kurban olurum!” diyerek son gücüyle elini tabancasına attı. Bu söz üzerine Ruslar, yaylım ateşi açarak Yüzbaşı Abdurrahman Efendi'yi şehit ettikten sonra süngülediler ve apoletlerini söktüler. Bu vahşice davranış, tepenin geri alınmasından sonra bulunan ceset üzerinde görülen izlerden anlaşılmıştı. Tümenin geçirdiği bu sıkıntılı anlarda 2800 rakımlı dağın her tarafındaki subay ve askerler, şehit alay komutanlarını ve Yüzbaşı Abdurrahman Efendi'yi kıskandıracak kahramanlıklar yaratıyorlardı. Nitekim 82’nci Alayın 3’üncü Taburundan Üsteğmen Bitlisli Mehmet Emin Efendi'nin de ağır yaralandıktan sonra askere hitaben “Ben geriye gitmeyeceğim, biz bugün için doğduk, haydi beraber ileriye!” demesi askeri ateşliyor ve biraz ileriye düşen tabancasını almaya çalışıyordu. İşte bu suretle, Rus kuvvetinin kendine hedef seçtiği bu dağda, alayın subay ve eratı, kanlarını israf edercesine kendilerinden sayıca üstün Ruslara karşı koymuş, bir iki noktada da Rus kuvvetlerini durdurmuşlardı. 82’nci Alay, 83’üncü Alay yetişinceye kadar gerçekleşen savaşlarda yedi şehit, altı yaralı subay ve 193 şehit, 169 yaralı er vererek Devre Dağı'nın önemli noktalarını elinde tutmayı başarmıştır. Bu savaşlarda ölüme meydan okurcasına yarattıkları başarılarla kendisiyle iftihar edilen şanlı 83’üncü Alay mensupları, 82’nci Alayın savaş alanında bıraktığı şehitleri, gerilere alınan yaralıları görünce gözlerini kırpmadan bu kardeşlerinin intikamını almak için köpürmüş arslanlar gibi Ruslara saldırmaya başlamışlardı. Bunlar arasında, 1’inci Tabur Komutanı Yüzbaşı Musa Kâzım Efendi, kurşun yağmuruna aldırmadan sağa sola koşarak emirler verirken kolundan yaralanmış, fakat cepheyi terk etmemişti. Bu kanlı boğuşmada en çok göze çarpanlar, heyecana kapılarak ya mangasıyla ya da tek başına Ruslara saldıranlardı. Çoğu şehitlik mertebesine ulaşmış bu kahramanlar arasında; Köprüköy Muharebesi'nde gösterdiği yararlıktan ötürü subaylığa yükseltilen Salim Efendi, Onbaşı 83
Kahraman oğlu Durak, Onbaşı Dursun oğlu Kaya, Bilal oğlu Fevzi, Bayburtlu Medet oğlu Tayfur gibi kahramanlar özellikle övülmeye değer şahsiyetlerdir. Devre Dağı savaşlarında, 83’üncü Alay da subaylardan üç şehit, yedi yaralı, erlerden 119 şehit, 226 yaralı vermişti, fakat elden çıkan mevziler geri alınmış, ordunun sağ kanadına yapılan tehlikeli çevirme hareketi de durdurulmuştu. Rusların kayıpları ise yaklaşık olarak 500 ölü ve 800 yaralı idi. Ayrıca 1000 sandık kadar cephane, birçok berkitme aracı, 20 kilometre de kablo ele geçirilmişti. Bu başarıdan hız alan arslanlar, Çivilikaya ve Hamidiye doğrultusunda ilerleyerek Çivilikaya Yaylası'nda savaşan 84’üncü Alayın 2’nci Taburuyla birleşmiş ve Kürkmeri - Hinzorik Vadisi'ne sarkmış olan yaklaşık olarak bir tugay kuvvetindeki Ruslara yaptıkları ateş baskınıyla büyük kayıplar verdirmişlerdi. Bu savaşlarda Ruslar, Tudan ve İd Yaylası bölgelerinde de büyük kayıplara uğratılmış hatta çekilirken Tudan’a kadar sürükledikleri yaralı esirlerimizi bırakmak zorunda kalmışlardı. Not: O tarihlerde “yoksul” deyimine uyan bir donatımla, doğunun göklere baş kaldıran dağ ve yaylalarında, karlar üzerinde, çok üstün kuvvetlerle kendine saldıran Rusları yurduna sokmamak için ölmeyi en mukaddes görev sayan kahraman birliklerimizden 28’inci Tümenin kısacık bir savaş anısıdır bu yaprak... İki yıl gibi kısa bir zamanda Anadolu’dan, anaların kucağından ayrılarak sınırlara koşanların oluşturduğu birlikler erimiş, bu birlikler yeniden doldurulmuş, doldurulmuş ama bu kanlı savaşın ateşi karşısında gene de erimiş tükenmiş... İşte 10 Eylül 1916’da başvurulan Kafkas teşkilâtı bu zorluktan doğmuş, kolordular tümen, tümenler alay, alaylar da tabur seviyesine indirilmişti. Bilinmez, dünya devletlerinin hangisinin tarihinde böyle zincirleme bir boğuşmanın hazin fakat şerefli sayfası vardır. Her Türk Savaşçı Bir Kahraman Savaş, Doğu Cephesi'nin her kesiminde, aman vermez bir biçimde sürmekteydi. Sayıca ve olanaklarca üstün Rus kuvvetlerine, atalarından miras aldığı bahadırlık ve yüreğinden taşan kahramanlıkla karşı koyan birliklerimiz inanılmaz harikalar yaratıyordu. İman dolu göğüsler her türlü güçlüğe çelik bir kalkan gibi siper oluyordu. Savaşmak Türk için bir çeşit oyun, vatan uğrunda ölmek ise cennetin yüce katına giden en kısa ve en şerefli yoldu. Sanki bütün erler, bu yol üzerinde bir yarış içindeydiler. Hey Tanrım! Bu ne soylu millet bu ne dehşetli bir orduydu. Her eri bir ateş, her subayı bir alev, her komutanı bir yıldırımdı. Savunduğu toprakları 84
aşmak, taştan dağları delmekten güç, saldırdığı zaman karşısında dayanmak selleri durdurmaktan daha olanaksızdır. Birçok cephede, türlü düşmanla, yüzyıllar boyunca hep aynı yiğitlik, hep aynı gözü peklikle vuruşan bu milletin, bu ordunun herhangi bir yerdeki ve herhangi bir zamandaki mücadelesine dikkatle bakar, yakından incelersek orada bir kahramanlık menkıbesi, orada kuşaktan kuşağa akıp giden bir mertlik destanı okuruz. Arşiv dosyalarından rastgele alınan iki belgeyi, özüne hiç dokunmadan kullanılan dile çevirerek aşağıya alırken bunları sadece birer örnek olarak yazdığımızı, onların aziz hatıralarına sonsuz saygı ve minnetle sunarken diğer binlercesine de aracı olduklarına gönülden inancımızı belirtmek isteriz. Birinci Belge 2’nci Tümen Komutanı Albay Hasan, 11 Ağustos 1916 günü, Irak Cephesi’nden saat 10.00’da 13’üncü Kolordu Komutanına şu savaş raporunu veriyordu: “Sabahleyin yakalandığını bildirdiğim Rus bölüğü, şu suretle tutsak edilmiştir: Dün, gönderildiği yerden ordugâhına dönen 1’inci Piyade Alayının 4’üncü Taburu, 13’üncü Bölük Astsubayı Cavit komutasında üç mangalık bir kuvveti geride bırakarak küçük bir emniyet tedbiri almıştı. Bir süre sonra karşılarından bir bölük kadar Rus piyadesinin geldiğini görünce müfrezenin komutanı Astsubay Cavit, hemen çarpışma emri vermiş ve bir subay, seksen iki askeri tutsak etmiştir. Rusların 2’nci Sınır Alayının 3’üncü Taburuna bağlı 12’nci Bölük subayı olduğunu söyleyen komutanları Hemedan’da ihtiyatta olup son savaşlarda boğaza sürülmüşlerse de takviyeye zaman bulamadan geriye çekilmekte olduklarını ifade etmiştir. Bu Rus taburundan ayrı kalan ve tutsak edilen bölüğün silahlarını getirmek üzere taşıt aracı gönderilmiştir. Taburun geri kalan kısmı dağınık surette kaçmışlardır.” Evet, üç mangalık bir Türk emniyet birliği, bir Rus bölüğünü başlarında subayları olduğu hâlde esir etmiş ve bu olay savaş raporunda günlük ve basit bir olay olarak yer almıştır. Bu olay gerçekte de Türk askeri için olağan bir davranıştır. İkinci Belge Anılacak bu belge; Kafkas Cephesi’ndeki 19’uncu Süvari Alayı Emir Subayı Üsteğmen Trabzonlu Mehmet Nihat’a verilen takdirnamedir. Alayının yalınkılıç düşman üzerine yaptığı tüyler ürpertici hücumu nedeniyle, 3’üncü Ordu Komutanı Mehmet Vehip Paşa tarafından verilen bu takdirnameyi de sadeleştirerek aynen aşağıya alıyoruz: “Ordu Karargâhı - 6 Temmuz 1916. 6 Haziran 1916 Savaşı’nda, bağlı olduğun alayın Ruslara saldırması sırasında, alay cephesi ilerisine fırlayarak Rusların ihtiyat kuvvetlerine kadar ilerlemek suretiyle gösterdiğin başarı her türlü övgüye değerdir. Bu soylu ve 85
erkekçe davranışla, Mohaç süvari kahramanlarından Hüsrev ve Bali Beylerin ruhlarını sevindirdin. İslam'ın geçmiş büyüklerinin, Rus muharebe hatları önünde, bütün yaşam bağlarını, dünya ile olan bütün bağlarını hiçe sayarak görev uğrunda en belirgin birer örnek olduklarını, yüzyıllar sonra gene saygı ile anmaya vesile oldun. Seni eksiksiz saygılarla takdir eder, gelecekte de yüce Allah’ın koruma ve kollamasında böyle seçkin hizmetlerle, ordu için tanınmış bir kahramanlık misali ve tarih için bahadırlık ve yiğitlik örneği olmanı Tanrı'dan yakarırım.”
Sınırların Ölümsüz Bekçisi (Olayın geçtiği Dilman, bugün İran sınırları içinde yer alan Rumiye Gölü'nün batısında bir kasabadır.) 21 Kasım 1914’te, Dilman kasabası civarındaki hudut müfrezelerimize, üstün kuvvetlerle üç günden beri aralıksız saldıran Ruslara, şafakla beraber baskın tarzında bir taarruz için hazırlanan kuvvetlerimiz gece yürüyüşüyle Hanik bölgesine yaklaştırılmıştı. Bütün subay ve erler, kuvvetle esen kuzey rüzgârının dondurucu soğuğu, yıldızlar serpilmiş parlak seması altında sabırsızlıkla sabahı bekliyordu. Baskın başarıldığı takdirde, çevrilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan sınır müfrezelerimiz üzerindeki Rus baskısı uzaklaştırılmış olacaktı. Üsteğmen Şakir, alınan tertibatta, bölüğünün ihtiyatta bırakılmamasını tabur komutanından rica etmiş ve bu hususta vaat almıştı. Yapılan baskında, bölüğünün ön saflarında savaşı idare ederken üsteğmenin göğsündeki dürbün bir kurşunla parçalanmış; fakat, o, savaşlarda çok az rastlanan bu olaya önem vermeyerek kimseye bir şey söylememiştir. Bu olay, ancak yeni aldığı bir göreve giderken arkadaşından ödünç dürbün istemesi ile duyulmuş, bu soğukkanlılığı ve alçak gönüllüğü arkadaşları arasında 86
günlerce övülmüştü. Tarih 01 Mayıs 1915. Dilman kasabası bölgesinde yapılan muharebelerde Ruslar, perişan bir vaziyette 10 km kadar doğudaki mevzilerine atılmış, Dilman işgal edilmişti. Halk, askerlerimizi bir kurtarıcı olarak sevinç gözyaşlarıyla bağrına basmıştı. 01 - 02 Mayıs gecesi birlikler, Rus mevzilerine yapılacak ikinci bir taarruz için çıkış mevzilerine yaklaşıyorlardı. Gece, bu harekâtı gizlemek için en koyu rengine bürünmüştü. Bölük, Rus siperlerine oldukça yaklaşmıştı. Bu sırada, uzaktan bir tüfek sesi ve arkasından karanlıkları yırtan değişik silah sesleri savaş sahasına yayıldı. Karanlığa, hedef gözetmeksizin sıkılan kurşunlar, ıslıklar çalarak uzak menzillere uçuyorlardı. 1’inci Bölük, Rus siperlerine 200 metre kadar yaklaşmıştı. Karşıdan şiddetlenen ateş bazı kayıplara sebep oluyordu, fakat hiçbir savaşta bölüğünün ön saflarından ayrılmayan üsteğmen, etraf aydınlanmadan siperlere girmek ve fazla kayıp vermemek kararındaydı. Gayet yumuşak bir fısıltı yayıldı bölük saflarına: - Süngüler takılsın, ileri aslanlarım! Siperlere yaklaşıldıkça karışık ve telaşlı sesler daha belirli olarak yükseliyor; bazen de makinelilerin tarakaları arasında kayboluyordu. Bölük hücum mesafesine ulaşmıştı ki keskin bir düdük sesi ve gökleri yırtan bir emir duyuldu: “Hücum!” Bu emre bomba ve “Allah Allah!” sedaları karıştı. Üsteğmen Şakir’le beraber bölüğü, siperler üstünde kalabalık bir Rus kuvvetiyle boğuşmaya başlamıştı. Bu sırada tabur komutanına gelen bir raporda: Meydancık siperlerinin 1’inci Bölük tarafından alınmış olduğu, fakat bölük komutanı Üsteğmen Şakir ile Takım Subayı Jandarma Teğmeni Debreli Kamil’in şehitler arasında olduğu, 100 mevcutlu bölüğün 70 erinin şehit ve yaralı verildiği” bildiriliyordu. Şehitler, sonsuza kadar sürecek sınır nöbetine uğurlanırken bu korkunç boğuşmaya dair tabur komutanının alaya sunduğu rapora bağlı şehitler listesine, Üsteğmen Şakir’in kanı ile boyanmış yaklaşık bir yaşındaki masum yavrusunun resmi de iliştirilmişti. Yurdu ve görevi uğrunda kahramanca ölenler, toprağa değil tarihe gömülmüşlerdi. Korkusuz Türkmenoğlu Narman’ın Pitgir köyü civarında günlerden beri kanlı savaşlar oluyor. Sonbaharın ıslak bir günü. Tarih; 16 Kasım 1914. Gökleri yırtan top ve tüfek sesleri susmuş; toprak barut kokularını sürünmüş, karşılıklı siperlerde yeni bir kavga için gizli gizli hazırlanan yığınlar var. 87
Harp başlayalı bir ay olmuş. Türk sınırlarına saldıran Rus kuvvetleri Türk birliklerinden birkaç kat üstün durumda. Savaşta direnmenin de bir ölçüsü vardır, fakat Türk muharipleri bu ölçüyü çoktan aşmışlar. Her çarpışmada kendisinden dört kat fazla sayıdaki Rus kuvvetine karşı koymuşlardı. Günün hareketsizliği içinde yeni bir keşif görevi olan Başçavuş Ali, takım arkadaşlarına haber vermeden arazi girintileri arasından ileriye kaymış ve farkına varmadan kendi hatlarından epeyce uzaklaşmıştı. Bir ara çok yakınından fırlayan üç Rus eri, silahını kullanmaya fırsat bırakmadan Ali Çavuş'u yakalamışlardı. Sınırlarda tüfek patladığı günden beri birçok savaşta, en tehlikeli keşif görevlerini başarmış olan bu kahraman, düştüğü durum karşısında çok üzülmüş ve “Esir yaşamaktansa ölmek yeğdir.” diyerek bir şimşek gibi yanından yürüyen Rus erinin elindeki süngü takılı tüfeği kapmış ve korkunç bir boğuşmadan sonra üçünü de yere sererek hiçbir şey olmamış gibi dört tüfeği de omuzlayıp birliğine geri dönmüştü. Bu olaydan on beş gün sonra kahraman çavuş, aldığı bir keşif görevi sırasında, yanındaki on atlı ile kendisinden sayıca üstün Rus keşif koluna da saldırmış ve onlara sayısı kadar ölü verdirerek silah ve hayvanlarını alaya getirmişti. Tüfeği ile attığını vuran, kılıcını bir şimşek gibi kullanan Ali Çavuş, üzerinden koca bir yaz geçen sayısız savaşlarda korkusuzluğu ile nam salmış ve cephe boyunca adını duymayan kalmamıştı. Fakat bir gün, 01 Ekim 1915'te, Narman’ın Ekrek Köyü yakınlarında yığılan insan cesetleri, devrilen top arabaları arasında Ali Çavuş'un da göğsünden aldığı yara ile arkadaşlarının kucağına düştüğünü görenler, bu korkusuz Türkmenoğlu’nun arkasından uzun uzun ağlamışlardı. Künyesi: 19’uncu Süvari Alayında Başçavuş Türkmenoğullarından Recep oğlu Ali Yenihan (Yıldızeli) Mumcu Çiftliği köyünden. Kurtuluş Savaşı Doğu Cephesi ve Ermenilerle Savaş Ermeniler, uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu topraklarında huzur içinde yaşamalarına rağmen XIX. yüzyılın sonlarına doğru Rusya ve İngiltere’nin de etkisiyle ayaklanmışlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusların Doğu Anadolu’yu işgali üzerine Ermeniler yeniden isyanlar çıkararak Doğu Anadolu’daki Türkler için tehlike oluşturmuşlardır. Bu olaylar üzerine Osmanlı Hükûmeti, bölgede 88
yaşayan Ermenileri Suriye’ye göç ettirmek zorunda kalmıştır (1915). Ermeniler, Suriye’ye ve Lübnan’a yerleştirilmiştir. 1917’de, Rusya’da meydana gelen ihtilalden sonra kurulan Sovyet yönetimi, Brest-Litowsk Anlaşması (03 Mart 1918) ile Doğu Anadolu’dan ve Kafkasya’dan tamamen çekilmiştir. Kafkasya’da Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan devletleri ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin bölgede yarattığı boşluğu Ermeniler doldurarak doğu illerimizi işgal etmişlerdir. Sevr Anlaşması, doğuda bir Ermenistan kurduğu gibi Kürtlere mahalli özerklik vererek Doğu Anadolu’yu parçalamaktaydı. Ayrıca Sovyetler Birliği’nden de yardım alan Ermeniler, Türk topraklarına saldırmaya başlamışlardı. TBMM 15’inci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı 09 Haziran 1920’de Doğu Cephesi Komutanlığına tayin etmiştir. Böylece yeni Türk Devleti'nin ilk askerî cephesi, doğuda Ermenilere karşı saldırıya geçerek 29 Eylül 1920’de Sarıkamış, 30 Ekim 1920’de Kars, Türk kuvvetlerinin eline geçmiştir. 07 Kasımda, Gümrü’nün alınması üzerine Bolşevik iktidarı altında ezilen Ermeni Hükûmeti barışa yanaşmak zorunda kalmış ve 03 Aralık 1920’de, Gümrü Barış Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre, 10 Ağustos 1920 tarihinde İstanbul Hükûmeti tarafından imzalanan Sevr Anlaşması ile Ermenilere verilen doğu illeri ve 1878 Anlaşması ile Rusya’ya bırakılan Kars ve dolayları da Türkiye’ye veriliyordu. Güney Cephesi ve Fransızlarla Savaş Güneydoğu Anadolu bölgesindeki illerimizi önce İngilizler, daha sonra onlarla (Musul’a karşılık) anlaşan Fransızlar işgal etmişlerdir. Fransızlar, işgal ettikleri yerlerde Suriye’den getirdikleri Ermenilerden “intikam alayları” oluşturdular. Fransız ve Ermeni saldırıları karşısında Güneydoğu Anadolu’da Kuvayımilliye birlikleri kurulmuş, böylece ulusal güçlerin oluşturduğu “Güney Cephesi” ortaya çıkmıştır. Maraş Savunması Fransızlar, Ermenilerle birlikte Maraş ilimizi işgal ederek Türk halkına yönelik çeşitli tahrik ve saldırılarda bulunmuşlardır. “Sütçü İmam” önderliğinde Maraş halkı, Fransızlara karşı direnişe geçmiştir (Aralık 1919). Fransızlar, Maraş halkının kahramanca direnişi karşısında 11 Şubat 1920’de Maraş’tan çekilmeye başlamışlardır. TBMM, 1973 yılında Kurtuluş Savaşı’ndaki başarılarından dolayı Maraş’a “Kahraman” unvanını vermiştir. Urfa Savunması Urfa’yı işgal eden Fransızlar; Ermeniler ile birlikte halkın can ve mal güvenliğini bozmuşlardır. Fransızlar, baskı ve şiddet uygulayarak halkın bir bölümünün mallarını ellerinden alarak Ermenilere vermişlerdir. Urfa’da, 08 Ocak 1920’de Fransızlara karşı başlayan direniş sonucunda Fransızlar, Urfa’dan 10 Nisan 1920’de çekilmek zorunda kalmışlardır. TBMM, Urfa şehrine kahramanlığından dolayı 1984’te “Şanlı” unvanını vermiştir. 89
Maraş ve Urfa illerimizin tamamen kendi olanakları içinde, kendi güçleriyle henüz TBMM kurulmadan önce Fransız ve Ermeniler karşısında elde ettikleri bu başarılar, ulusal güçlere büyük moral vermiştir. TBMM’nin çalışmalarını, bu heyecan ve moral içinde zafere olan inancı pekiştirmiştir. Antep Savunması Antep halkı, önce İngiliz ve ardından Fransız işgallerini yaşamıştır. 01 Nisan 1920’de Antepliler Fransızlara karşı savunmaya geçmiştir. On ay süreyle şehri kuşatan Fransızlar; ancak 09 Şubat 1921’de Antep’e girebilmişlerdir. Şahin Bey takma adını taşıyan Antepli Teğmen Said Bey önderliğindeki Antep direnişi tarihe geçmiştir. TBMM, tarihte eşine az rastlanır bir yurtseverlik örneği gösteren Antep’e 06 Şubat 1921’de “Gazi” unvanını vermiştir. Sonuç olarak Fransızlar, Güney Cephesi’nde Türk halkına yenildiler. TBMM ordularının Batı Cephesi’nde Yunanlar karşısında elde ettikleri Sakarya Zaferi’nden sonra TBMM ile imzaladıkları Ankara Anlaşması’yla Türk topraklarından tamamen çekilmişlerdir (20 Ekim 1921). Güney Cephesi’ne Ait Kahramanlık Destanları Tayyar Rahmiye Tayyar Rahmiye’ye bu ismi, idare ettiği çetenin önünde bir kartal gibi düşmana saldırışı verdirmiştir. Tarih, 01 Temmuz 1920. Osmaniye kasabamız yanıyor. Şehrin içindeki Fransız karargâhı, bütün girişimlere rağmen ele geçirilememiştir. O bölgedeki tümen komutanı, düşman karargâhını ele geçirme görevini Tayyar Rahmiye’ ye verdi. Tayyar Rahmiye, çetesini hücuma kaldırmak için akşam karanlığını bekliyordu. Doğru ama karanlık beklenirse düşman belki de takviye alacak. O hâlde düşman karargâhına hücum etmenin zamanı gelmiştir. Tayyar Rahmiye, çetesine hücum düzeni aldırdı. Hedefi gösterdi ve “Hep beraber hücuma kalkacağız.” dedi. Beklenilen an gelmişti ki birden bire Tayyar Rahmiye’nin sesi, “Hücum!” diye gürledi. Bu esnada Fransızların sağanak hâlinde yağan ateşi; yalnız ve yalnız Rahmiye’yi sindirememişti. Bütün çete kâh yerde sürünerek ilerliyor kâh şurada, burada görülen kaya diplerine ve toprak yığınlarına saklanıyordu. Rahmiye ise yağız çehresi ve selvi boyu ile bir Fransızların çapraz ateşlerine, kendi vücudunu hedef ederek çetesine şöyle bağırdı: Ben kadın olduğum hâlde düşmana saldırıyorum da siz erkek olduğunuz hâlde yerlere sürünmekten utanmıyorsunuz.” İşte bir söz ki bu anda sinen ruhlara yıldırımlar düşürmüş gibi yön vermiştir. 90
Rahmiye’nin çetesi, Fransız karargâhını yıkmak için bir sel gibi aktı. Karargâh binası ele geçirildi. Karargâh binasının bayrak direği sanki şanlı bayrağımızın göklere doğru savurduğu selamı, daha yukarı ulaştırmaya çalışıyor gibiydi. Heyhat! Karargâh binasının 20 - 30 metre ilerisinde bu zaferin kahramanı Tayyar Rahmiye, kırmızı cepkenine kefen gibi sarılmış olarak cansız yatıyor, yağız alnında akşam güneşinin son ışıklarıyla işlenmiş kırmızı bir menekşe kadar açık, mor bir menekşe kadar koyu bir kurşun yarası vardı. İşte kahraman Rahmiye, ecelin sunduğu şehitliğe, kahramanlığa susadığı için bir anda ve hemen oracıkta erişmişti. Zafer boruları, Osmaniye kasabasının yıkık duvarlarında yankılar yaparken Rahmiye de zafer tacı başında olarak göklere yükseldi. Muhterem ve vefakâr Türk kadını! Senin kahramanlığını yazacak kudrette ne bir el ve ne de bir geçmişin tarihi olacaktır. Bu vatan; döktüğün kanla, gözyaşınla, alın terinle bize bıraktığın son kutsal armağandır. Teğmen Şahin Fransızların Antep yönünde ilerleyen kuvvetlerine engel olmak üzere Kilis yolu üzerine gönderilen Teğmen Şahin, kısa bir zamanda Lohan, Gürüm, Melek, Karasakal, Kehriz, Mezraa, Ulumasera ve civarı köylerinden gönüllüler toplayarak 100 kişilik bir kuvvet oluşturmuş ve bu küçük millî kuvvetle Kızılburun, Kertil bölgelerini destekleyerek Fransız işgal komutanlarına Antep ve Kilis’in boşaltılması için notalar yazmıştır. 03 Şubat 1920’de, bir Fransız kıtasını Kilis civarında yenerek geri çekilmeye mecbur bırakan Teğmen Şahin, Antep - Kilis telgraf hattını da tahrip etmiş, bu olaylar halkın morali üzerinde olumlu yönden büyük bir etki bırakmıştır. 18 Şubat 1920’de, tekrar Kilis’ten Antep’e gelmek üzere yola çıkan bir Fransız birliğini mağlup eden Şahin’in birliği, bu kıtayı Kilis’e geri çekilmeye zorlamış; bu yenilgilere fena hâlde sinirlenen Kilis İşgal Kuvvetleri Komutanı, Fransız Kıta Komutanını tutuklatmıştır. Bu olaydan sonra 25 Mart 1920’de, Yarbay Andrea komutasında Antep’e girmek isteyen 800 piyade, 200 süvari, bir batarya top, 16 ağır makineli tüfekle donatılmış bir kuvvet yola çıkmıştı. Teğmen Şahin, çevresinde kalan, ancak 50 kişiden oluşan bir milis kuvvetiyle bu muazzam Fransız kıtasına karşı dört gün boyunca sabahtan akşama kadar savaşmış ve Fransızlara birçok kayıp verdirmişti. Fransız birliği, on saatlik mesafeyi ancak dört günde kat edebilirken dördüncü gün öğleye kadar yine Fransızlarla boğaz boğaza ve üzerlerinde son mermi kalıncaya kadar mücadele eden Teğmen Şahin ile arkadaşları, nihayet Ulumasera köprüsü üzerinde, Fransız süngüsü ile şehit edilmişlerdir. “Düşman benim cesedimi çiğnemedikçe şehre giremez.” diyen Teğmen Şahin’in yanında kalan 17 kişi ile beraber; ancak şehit olmasından sonra Andrea kuvvetleri Antep’e girebilmişlerdir. 91
Hatice Kadın Millî bir savaşta, ülkesini ve milletini korumayı amaç edinen bir toplumun, kadını ve erkeği fark gözetilmeksizin omuz omuza bu mücadeleye katılmak zorundadır. Bu bilinç ve gereklilik doğrultusunda Kurtuluş Savaşı’na da bütün bir millet olarak yediden yetmişe herkes katılmıştır. Erkeğinin yanında millî bir savaşa katılan kadınların dünya tarihinde “Kartaca”dan bu yana yeri vardır. Ama kuşkusuz ki Türk kadınının Kurtuluş Savaşı sırasında erkeğinin yanındaki yeri çok daha yücedir. Vatanını öz yavrusundan daha üstün tutan Türk kadının mucizevi davranışlarına bir örnek de Adanalı Hatice Kadın'dır. Adana’nın Gülek nahiyesi Panzin Çukur köyünden olan Hatice Kadın'ın yararlılığı unutulmayacak bir davranıştır. Fransızların, Adana, Maraş, Antep, Urfa gibi Misakımillî sınırları içinde ve öz Türk evladı olan insanların barındığı şehirlerimizi işgal etmesi üzerine bu yöre halkı çok büyük bir üzüntüye kapılmıştır. Bu arada Fransızların Ermeni çetelerini oluşturması ve bu çetelerin yöre halkına zulüm yapması, Müslüman toplumunu fazlaca üzmüştür. Fransızların eline geçen Pozantı’ya 08 Mayıs 1920 tarihinde mücahitlerimiz, üç taraftan taarruza geçmişti. Bu sırada Düzce ve Bolu ayaklanmaları olduğu için 11’inci Tümen, buradan uzaklaşmak zorunda kalmış, buna rağmen mücahitler Pozantı’yı kuşatmaya devam etmişlerdi. Pozantı’da mahsur kalan Fransızlar da Tarsus yönünde bir çıkarma hareketi yapmıştı. Kilikya Ulusal Kuvvetlerinden Emin ve Derviş Beylerin müfrezesinde gönüllü olan Hatice Kadın, Fransızlara yanlış kılavuzluk yapıp onları pek dik olan Karboğazı’na tıkadıktan sonra firar ederek mücahitlerin yanına gelmiş ve Fransızların zor durumda olduğunu haber vermişti. Geceleyin Karboğazı’na Türk kuvvetleri tarafından yapılan baskınla da Fransızlar esir edilmiştir. Yaklaşık 1000 mevcutlu bir Fransız kuvvetinin iki müfrezelik milis kuvvetlerine teslim oluşu bu bölgedeki mücadeleye güç katmış ve millî güçleri yüreklendirmiştir. Er Abdurrahman Tıpkı, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Kurtuluş Savaşı’nda da Türk orduları bir tek cephede değil birkaç cephede birden savaşmak zorunda kalmışlardır. Çünkü yurdun her bir yerine ayrı ayrı göz diken İtilaf devletleri, buralara asker çıkararak ve işgal ederek yurdu parçalamayı, hep birden yüklenerek zaten yorgun ve bitkin olan Türk millî güçlerini ortadan kaldırmayı amaçlamışlardır. Güney bölgesinin doğu kısmı Fransızların payına düşmüş ve bu bölgeyi Fransızlar işgal etmişlerdi.
92
İlk iş olarak Fransızlar, Torosların tek geçidi olan Gülek Boğazı’nı ellerine geçirmişlerdi. Türk kuvvetleri başlarında Cemal Efe olduğu hâlde, 01 Nisan 1920’de, Gülek Boğazı'nın askerî bakımdan en önemli yerindeki Fransız Karakolunu, Kadirhan’ı basmışlardı. Her iki taraf sabahtan beri durmadan çarpışıyorlardı. Hana kapanıp pencereleri kum torbaları ile kapayarak mazgallar açan Fransızlara durmadan ateş edilirken saatler geçiyor ve Fransız takviye kuvvetlerinin arkadan gelmesi ihtimali artıyordu. Doğaldır ki bu durumda her iki tarafta da tedirginlik vardı ve hepsi sabırsızlanıyorlardı. Bu sırada Abdurrahman, Fransızların içine yerleştiği hanı, kendisinin yakma fikrini öne sürdü. Abdurrahman’ın bu teklifi ender görülen bir kahramanlıktı. Çünkü, geçen her dakika felaket getiriyordu. Fransızlara yardım geldiği takdirde yapılacak hiçbir şey kalmayabilirdi. Cemal Efe ile bir çavuş ellerini birbirlerine kavuşturdular. Abdurrahman, onların eline basarak omuzlarına sıçradı ve belinden çıkardığı bıçağı bir hamlede hanın çatısının pervazına sapladı. Cemal Efe’nin elinden, üzerine gaz yağı dökülmüş paçavraları alarak bıçağın sarkan kısmına dolayıp bir kibrit yakarak paçavralara yaklaştırdı ve çatıyı bir alev aldı. Han yanmaya başlamıştı; fakat, tam bu esnada bir silah sesi ile Abdurrahman cansız yere düştü. Amaca ulaşılmıştı ama bu arada bir kahraman er de şehitlik mertebesine ulaşmıştı.
Batı Cephesi Savaşları Türk Kurtuluş Savaşı’nın kaderini belirleyen savaşlar, Batı Cephesi’nde Yunanlara karşı verilmiştir. Yunanların 15 Mayıs 1919’da, İzmir’in işgali ile açılan Batı Cephesi, Millî Mücadele içinde en yoğun çarpışmaların yaşandığı bölge olmuştur. 93
Birinci İnönü Savaşı ve Önemi (06 - 10 Ocak 1921) Nedeni Yunanların Eskişehir’i alarak Ankara’ya ulaşmak TBMM’yi yok ederek Türk ulusuna Sevr’i zorla uygulatmak istemeleridir. Gelişimi Bu sırada düzenli ordunun kurulmasına karşı olan Çerkez Ethem’in isyanı devam ediyordu. Durumdan yararlanmayı düşünen Yunanlar, Bursa ve Uşak bölgelerinden Eskişehir ve Afyon yönünde saldırıya geçtiler (06 Ocak 1921). Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey yönetimindeki düzenli ordu, Yunanları İnönü mevzilerinde durdurmayı başardı. (10 Ocak 1921) Birinci İnönü Zaferi elde edildi. Yunanlar önemli miktarda kayıplar vererek çekildiler. Hemen ardından Çerkez Ethem kuvvetlerinin üzerine yönelen Batı Cephesi birlikleri, bu güçleri de etkisiz hâle getirdi (17 Ocak 1921). Sonuç Birinci İnönü Savaşı’nın kazanılmasıyla; a) Türk ulusunun varlığı ve savaş gücüne sahip olduğu ispatlanmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin içten ve dıştan tanınması ve itibarının artması sağlandı. b) TBMM tarafından İsmet Bey’in rütbesi generalliğe yükseltildi. c) İsyan ocakları söndürülmüş, asayiş sağlanmış ve bu tarihten sonra memlekette kanun hâkim kılınmıştır. Bu çerçevede Çerkez Ethem birlikleri de etkisiz hâle getirildi. ç) Devlet mekanizması işlemeye başlamıştır. Böylece vergilerin normal olarak alınması, askere alma işlerinin düzenli bir şekilde yürütülmesi mümkün olmuş, bu suretle devlet, kaynaklarına hâkim olmaya başlamıştır (20 Ocak 1921’de Yeni Türk Devleti'nin ilk anayasası, 12 Mart 1921’de İstiklal Marşı’mız kabul edildi.). d) Milletin, yeni kurulmakta olan orduya güveni artmıştır. Ordu teşkili mümkün olmuş, bu orduya güvenen ve dayanan Türk ulusu, birçok zafer kazanmakla kalmamış, istilacı İtilaf kuvvetlerini yurt topraklarında boğmak suretiyle egemenliğini elde etmiştir. e) Ankara Hükûmeti, İstanbul’daki Padişah Hükûmetine üstünlük elde etti. Buna paralel olarak TBMM Hükûmeti, anlaşma devletlerince Londra Konferansı’na çağrıldı ve 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile Moskova Anlaşması, 01 Mart 1921’de Afganistan’la dostluk ve iş birliği anlaşması imzalandı. 94
Birinci İnönü Savaşı’na Ait Bir Destan Üçşehitler Tepesi İkinci İnönü Savaşı’nda,1’inci Tümen kuruluşundaki 3’üncü Alayın 3’üncü Taburunu pek şanlı bir şekilde tarihe geçiren “Üçşehitler Tepesi”, Söğüt’ten Eskişehir’e giden yolun sekizinci kilometresi güneyindeki geniş dönemecin sağında küçük bir tepedir. İnönü Savaşlarının bu tepesine bir günde üç bölük komutanıyla subaylarının çoğunu ve erlerinin dörtte üçünü gömerek kanlarıyla isim yazan 3’üncü Taburun aziz şehitlerini, Türk milleti çağlar boyunca minnetle, şükranla anacaktır. Mondros Mütarekesi uyarınca kaldırılan 1’inci Tümen, Ankara’da yeniden kurularak İkinci İnönü Savaşı’nda cepheye gönderilmişti. Bu tümenin 3’üncü Alayı, üç piyade taburu ile altı tüfekli bir ağır makineli tüfek bölüğünden kuruluydu. 3’üncü Tabur; süngüsü bile olmayan tüfeklerle donatılmış, sınırlı cephaneli, hafif makineli tüfeksiz ve her türlü araçtan yoksun dört piyade bölüğünden meydana gelmekteydi. Savunma mevzisinin kilit noktalarını oluşturan kuzey kesimi, Metristepe - Kanlısırt - Üçşehitler Tepesi ile kenetlenmişti. 3’üncü Alay, İnönü Meydan Savaşı’nın bu önemli kesiminde görev almıştı. 3’üncü Taburu da beklemedeydi. Alayın subay kadrosu, Birinci Dünya Savaşı’nın büyük tecrübesiyle yetişmiş, başta Alay Komutanı Salih Bey olmak üzere çoğu Kurtuluş Savaşı’na büyük bir aşk ve imanla koşmuş canını esirgemeyen gönlü tok, vatansever seçkin kişilerden oluşmuştu. Vatanın uğradığı haksız yenilgi ve işgallere tahammül edemiyorlar, cephelerde bıraktıkları yüz binlerce şehidin ruhlarını karşılarında görüyorlar, onların kutsal anılarına yürekten bağlı bulunuyorlardı. İkinci İnönü Savaşı, asıl mevzilerde pek kanlı şekilde süregelmekteydi. 3’üncü Alayın savunduğu bölgeye, 28 Mart 1921 günü, Yunanların üç piyade alayı yoğun bir topçu ateşi desteğinde taarruza başladı. Önce Kanlısırt, daha sonra da Üçşehitler Tepesi saldırganın eline geçti. Alay Komutanı yedekte bulundurduğu 3’üncü Taburunu, Alayın 5’inci Bölüğüyle de pekiştirerek Üçşehitler Tepesi'ne karşı taarruza geçirdi. Bu taarruz hiçbir taraftan ateşle desteklenmemekte, buna rağmen başarıyla ilerlemekteydi. Birlikler, hücum mesafesine yanaştılar. Artık süngü hücumuna kalkmak zamanıydı. Ne var ki erlerin hiçbirinde süngü yoktu. O zaman Koca Mehmetçik, tarihe yeni bir hücum adı geçirdi: “Dipçik Hücumu.” 9’uncu Bölük Komutanı Yüzbaşı Fahri, 10’uncu Bölük Komutanı Üsteğmen Mehmet Fehmi, ellerinde tabancalarıyla ileriye atılınca bütün erler bezginlik göstermeden onları izlediler. Üsteğmen Fehmi, henüz beş on adım atmadan sağ yanağından yaralanmıştı; buna önem vermeden bir süre daha koştu, nihayet dermanı kesilerek yerlere yıkıldı. O, toprağa akmakta olan asil 95
kanına değil, Yunanlara saldırmakta olan kahraman erlerine bakarak gözlerini söndürülmez bir intikam bürümüştü. Şehit düşen komutan ve arkadaşlarının kanlı tuttukları tüfekleriyle yaptıkları bu “Dipçik Hücumu” gerçekten görülmemiş bir yiğitlik ve cesaret örneğiydi. Patlayan kafaların, kırılan kolların, parçalanan vücutların iniltileri, kin ve hınç sesleri arasında kayboluyor, dipçik darbelerinin yankıları top sesleri içinde bir uğultuyu andırıyordu. Elinde hiçbir silahı olmayan Teğmen Fahri, yumrukları, pençeleri ve tırnaklarıyla yaptığı mücadelede payına düşen Yunanları gırtlakladıktan sonra bir süngü ile şehit düştü. Bir mahşer gününü andıran bu korkunç boğuşmadan kurtulabilen dipçik artıkları, tepeyi erlerimize bırakarak çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Azim ve iman, dipçik, süngü ve kurşuna boyun eğdirmişti. Kaçan Yunanlar, yedeklerle pekiştirilerek yeniden saldırıya geçti. Bu yeni ve üstün kuvvetlerin saldırısı karşısında, büyük kayıplar vermiş olan 3’üncü Tabur, tepeyi terk etmek zorunda kaldı. Ancak, hazırda bulunan 2’nci Bölüğün savaşa yetiştirilmesiyle bir daha taarruza geçti. Kısa süre önce şehit düşmüş ya da yaralanarak savaş alanında kalmış silah kardeşlerinin arasından tekrar müthiş bir akın başlamıştı. En önde, 9’uncu Bölük Komutanı Yüzbaşı Fahri bulunmaktaydı. Yazık ki bu kahraman subay da oracıkta şehitlik mertebesine ulaştı. Tabur, tepeyi ikinci defa ele geçirmişti. Akabinde Yunanlar, yeni karşı hücuma başladı ve tepe yine terk edilmek zorunda kalındı. Artık, alayın ve taburun elinde yedek kuvvet de kalmamıştı. Kısa bir düzenlenmeden sonra, insanüstü bir gayretle ve özellikle subayların görülmemiş çabalarıyla tabur üçüncü kez taarruza geçti. Bu üçüncü saldırı da taburun zaferiyle sonuçlandı, Yunanlar, kesin olarak paniğe uğratıldı. Yazık ki bu sefer de 22’nci Bölük Komutanı Yüzbaşı Ali Rıza şehit düşmüş, tabur, üç bölük komutanını kaybetmişti. 28 Mart 1921 günü İnönü’nün bu isimsiz tepesinde, bütün gözlerin döndüğü bu mahşerde, vatan savunması yolunda pek kanlı ve insan aklının almadığı savaşlar verilmiş ve bu isimsiz topraklara o günden başlayarak “Üçşehitler Tepesi” denilmişti. 3’üncü Tabur, aralarından sonsuzluğa kadar ayrılan arkadaşlarını gözyaşlarıyla toprağa yatırırken onların gömüldüğü bu mabedi, onların temiz kanlarıyla suladığı bu kutsal tepeyi hiçbir şekilde Yunanlara terk etmeyeceğine bir daha ant içti. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Bu tepe üzerinde 29 - 30 Mart günlerinde de çok kanlı savaşlar oldu. Yeniden verilen çok ağır kayıplara rağmen birkaç kez el değiştiren mevziler, nihayet silahlarımıza terk edildi. 31 Mart günü bütün umutlarını Türk'ün azim 96
ve iradesi karşısında yitiren Yunanlar, çekilme hazırlıklarına başladı. 01 Nisan 1921 günü düzensiz ve perişan bir biçimde geri çekildiler. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü), İkinci İnönü Savaşı’ndan sonra cepheyi teftiş ederlerken 1’inci Tümenin 3’üncü Alayını şu sözlerle kutlamışlardı: “Kahraman 3’üncü Alay! İşlerimin yoğunluğu nedeniyle şahidi olduğum benzersiz fedakârlığınızı tebrik etmek için biraz geciktim. Siz, Gündüzbey yöresindeki sabır ve direnmenizle, fedakârlık ve kahramanlığınızla Kurtuluş Savaşı’nda yeni bir devir açtınız. Türk tarihine, İkinci İnönü başarısını Üçşehitler Tepesi'nde yatan aziz şehit arkadaşlarımızın asil ve temiz kanlarıyla yazdınız. Bu büyük zaferden dolayı hepinizi ayrı ayrı tebrik eder ve muhabbetle gözlerinizden öperken İnönü’de yatan mutlu arkadaşlarınızın kıymetli hatıralarını minnet ve şükranla anmayı bir borç bilirim.” İkinci İnönü Savaşı ve Önemi (23 Mart - 1 Nisan 1921) Nedeni Londra Konferansı’nda amaçlarına ulaşamayan İtilaf devletleri, Yunanlıları saldırıya yönelterek Ankara'yı ele geçirmek ve Sevr Antlaşması’nda alınan kararları TBMM'ye uygulatmak istemişlerdir. Gelişimi Yunanlar, 23 Marttan itibaren Eskişehir ve Afyon’a doğru saldırıya geçtiler. Yunan birlikleri sayı ve malzeme yönünden Türk birlikleri karşısında üstün durumdaydı. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, askerlerden ne olursa olsun mevzilerini terk etmemelerini istedi. İnönü mevzilerinde Türk ve Yunan kuvvetleri 27 Marttan itibaren karşı karşıya geldiler. Yunan taarruzu, Türk askerinin direnişiyle karşılandı. Türk ordusu 31 Martta karşı taarruza geçti. Yunan ordusu, 01 Nisan 1921’de yenilgiyi kabullenerek geri çekildi. Türk ordusu, Yunan ordusu karşısında bir defa daha başarılı oldu. İkinci İnönü Zaferi elde edildi (01 Nisan 1921). Önemi 1) Yunanların yurttan kovulacağına olan inanç arttı. 2) Türk halkının orduya ve TBMM’ye olan güveni iyice arttı. 3) İtalya ve Fransa, TBMM ile ilişki kurmak için girişimlerde bulundu. İtalyanlar Türk topraklarından çekildi. Fransa, bir temsilcisini (Franklin Bouillon) Ankara’ya özel temsilci olarak gönderdi (Haziran 1921). 4) İngilizler ve Yunanlar Türk ordusunun gücünü kabul ettiler.
97
5) Avrupa kamuoyu, Türk Kurtuluş Savaşı’nın önemini kavramaya başladı. Fransız basınında, “Tek çözüm var: Türklerin bağımsızlığını tanımak, İzmir’i, Edirne’yi vermek...” şeklinde yazılar çıkmaya başladı. İkinci İnönü Savaşı’na Ait Bir Destan Süvari Hücumu ve Yüzbaşı Şekip Yüzbaşı Şekip’in damarlarında akıncı olan atalarının kanı dolaşıyordu. Yunan kuvvetleri karşısında onu yerinde tutmak mümkün değildi. Atı, kılıcı ve ona yürekten bağlı yiğit Mehmetçiklerin tek varlığı idi. Bir de canı vardı; kendisince pek değersiz saydığı bu canını sevgili ve yaralı vatanına hediye etmek; haince, hunharca öldürülen kardeşlerinin; alçakça, canavarca yakılıp yıkılan evlerin; tüten dumanları söndürülen aile ocaklarının öcünü almak istiyordu. İkinci İnönü Savaşı’nda Yüzbaşı Şekip, 4’üncü Piyade Tümeninin Süvari Bölüğü komutanıydı. Aslıhanlar yöresinde, cephenin sol yan açığında görev almıştı. Hayatlarını hiçe sayarak görülmemiş bir cesaretle savunan piyade hatları üzerine bunaltıcı ve öldürücü bir ateş açmış bulunan Yunan bataryası, birliklerimiz için çok tehlikeli olmaktaydı. Yüzbaşı Şekip, bu duruma seyirci kalamazdı. Hiç beklemeden emrini verdi ve bölüğünün önünde, ellerinde parlayan kılıçlarıyla bir yıldırım gibi bataryanın üzerine atıldı. Tanrım bu ne manzaraydı; aradaki mesafe gittikçe azalırken Yunan bataryası da ateşlerini süvari bölüğü üzerine çevirmişti. Bu ateşler, hücum saflarında korkunç boşluklar yaratıyor, bir kısım atlar devriliyor, bir kısım süvariler kan revan içinde vatan topraklarına düşüyor; fakat, bölük hiçbir bezginlik belirtisi göstermeden bir fırtına, bir tayfun gibi ilerliyordu. Bu bir hışımdı ki hiçbir kuvvetin onu durdurması düşünülemezdi. Yüzbaşı Şekip ve onu izleyen yiğit erleri, gözlerinde şimşekler çakarak bataryanın içerisine dalmış ve pek kısa bir zamanda bütün Yunan erlerini kılıçtan geçirmişler, bataryayı savaş dışı bırakmışlardı. Bu olay, bir kahramanlık menkıbesi olarak 12’nci Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa’nın uygun görmesiyle Afyon’da piyes olarak halka ve askere gösterilmişti.
98
Kurtuluş Savaşı boyunca her yerde ölümü ararcasına savaşan ve Yunan saflarında daima bir korku ve yılgınlık yaratan kahraman Yüzbaşı Şekip, 26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruz’da, 14’üncü Süvari Tümeninin bir bölüğüne komuta etmekteydi. Yunan savunma hatları yarılarak ovaya atıldıktan sonra, onu ölüm çemberi içerisine alıp imha edecek olan harekât planı süratle ve başarı ile gelişirken 28 Ağustos 1922 günü 14’üncü Süvari Tümeni de İlbulak Dağı’nın kuzeyinden batıya doğru çekilmek isteyen Yunan tümenlerinin bu yürüyüşünü engellemek ve geciktirmekle görevlendirilmişti. Yüzbaşı Şekip duramazdı. Onun damarlarında atalarının akıncı kanı, bir ateş gibi bütün benliğini tutuşturuyordu. Bölüğü ile bu tümenlerden birisi üzerine yalın kılıç saldırdı. Görülen şey insan aklının alamayacağı bir manzaraydı. Dehşet ve korku içinde kalan Yunanlar yürüyüş kolu baştan itibaren silahlarını atarak teslim olmaya çalışıyor, keskin kılıçlardan çıkan kanlı kıvılcımlar, bağrışıp haykırmalar birbirine karışıyordu. Esir olan yığın yığın Yunan kılıç artıkları, Yüzbaşı Şekip’e yetmiyordu. O, Yunan tümeninin gerilerine doğru durmadan akıyor, durmadan kılıç sallıyor ve her “Allah!” deyişinde bir kelle uçup gidiyor, bu muazzez, bu kutsal topraklar üzerinde benzeri görülmemiş bir yiğitlik destanı yazılıyordu. Ne var ki tümeninden bir hayli ayrı düşen bölük, zamanla Yunan kitlelerinin ortasında kaldı. Geriden yeni kuvvetlerin gelmediğini gören ve önceden silahlarını atmış bulunan korkaklar da yeniden tüfeklerine sarılarak bölüğü bir ateş çemberi içine aldılar. Yüzlerce tüfeğin yağdırdığı binlerce merminin 99
ıslıkları arasında bölük, Yunan saflarını yararak tümenine katılma kararı vermişti. Bu sırada bir kurşun, Yüzbaşı Şekip’i bütün savaşlar boyunca özleyip aradığı şehitlik mertebesine ulaştırmıştı. Bölüğü, kahraman yüzbaşılarından öğrendikleri ataklıkla ve büyük kayıplar vererek bu çemberi yardılar ve birliklerine katıldılar. Kahraman Yüzbaşı Şekip’in aziz ruhu, içlerine dalıp allak bullak ettiği koca bir tümeni saatlerce yolundan alıkoyduğunu ve onlara pek ağır kayıplar verdirdiğini seyrederek göklere uçmuştu. ATATÜRK, Büyük Taarruz harekâtını anlatırken diyor ki: “Bütün bu savaşlar olurken süvarilerimiz tamamen Yunan birliklerinin gerilerinde olmak üzere hareket ediyordu. Mesela; Ulucak’ta ve Başkilise’de bazen piyade gibi ateş savaşı yaptı; fakat, ekseriya kılıcını çekti ve dörtnala Yunan safları içerisine girdi. Arkadaşlar, süvarilerimizin burada gösterdiği kahramanlık anlatılamaz. Henüz savaşa girmemiş yeni Yunan tümenlerini görür görmez süvarilerimiz tahammül edemiyorlardı. Bunları durdurmaya imkân yoktu ve derhâl kılıcını çekiyor, Yunanların içerisine dalıyorlardı ve hakikaten bu kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen Yunan birlikleri durmaya ve görev almaya mecbur edildi. O esnada, bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız da yetişti. Yunanları tekrar savaşa mecbur ettik...” Kütahya - Eskişehir Savaşları (10 - 24 Temmuz 1921) İnönü Savaşlarında yenilen Yunanlar, geçen süre içinde Anadolu’da asker, top ve tüfek sayılarını artırdılar. Amaçları, Türk ordusu henüz kuvvetlenmeden iyi donatılmış üstün birlikler ile onu yok etmek ve Ankara’ya ulaşmaktı. İngiliz Başbakanı Lloyd George, Yunan ordusundan umudu kesmiş değildi. Yeni bir saldırı için Yunanları kışkırtıyor, onlara bol para ve silah yardımı yapıyordu. Yunan Hükûmeti, Anadolu’daki asker sayısını iki katına çıkardı. Yunan Kralı Konstantin İzmir’e geldi. Yunan birlikleri 10 Temmuzda saldırıya geçtiler. İnönü - Eskişehir ve Afyon - Kütahya yönlerinde olmak üzere Yunan saldırısı iki koldan başladı. Geçen süre içinde Türk ordusu aynı ölçülerde desteklenememişti. Ordunun silah, cephane, giyecek, ilaç ve taşıt ihtiyaçları karşılanamıyordu. Sonuç olarak Yunan saldırıları başarıya ulaştı. Afyon (13 Temmuz), Kütahya (17 Temmuz), Eskişehir (19 Temmuz) Yunanların eline geçti. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya, orduyu Sakarya’nın doğusuna çekme direktifini verdi. Türk ordusu, 25 Temmuz 1921’de Sakarya’nın doğusuna çekildi. Kütahya - Eskişehir Savaşları kaybedildi. 100
Kütahya - Eskişehir Savaşları’na Ait Bir Kahramanlık Destanı Kalecikli Salih Bir teğmenin anılarından; “...Salih ... Bu, bıyıkları yeni terlemiş, buğday benizli, güneş yanığı esmer yüzünde elmacık kemikleri çıkık, çenesi sivri, orta boylu, çelimsiz yapılı, 1316 (1900) doğumlu eri, Anadolu’da İkinci İnönü Savaşı’ndan beş gün önce bölüğe vermişlerdi. O gün onu karşıma aldığım zaman, köyünde çok sevdiği karısıyla biricik oğlunu yalnız bırakarak bölüğe katıldığını, anasıyla babasının çoktan öldüklerini, bir ağabeyinin Çanakkale’de, ötekinin de Irak çöllerinde toprağa verildiğini anlatmıştı. Çelimsiz vücudu, solgun yüzüyle masum ifadeliydi. Utangaç ve çekingen olmakla beraber bölükte askerliğe en içten bir ilgiyle bağlı yaşayan bu asker, o günden sonra, yalnız başına kalbimi ve dimağımı doldurdu. Köyünde desteksiz kalan ailesinden bir mektup alsa Salih’ten çok ben sevinirdim. Her perşembe günü onu odama çağırır ve genç gönlünde hiç kuşkusuz gizli bir ateş gibi yanan sevdasını sezdirmeyerek yedisinden yetmişine kadar köylüsüne selamlarla doldurduğu mektuplarını yazar, gönderirdim. Yalnız eğitimlerde Salih’i hiçbir gün istenildiği kadar çabuk kavrayışlı ve sert hareketli yapamadık. Bununla beraber onu herkes seviyordu; çünkü, her şakaya dayanan bu uysal hâlinden başka bir artısı daha vardı. Güzel kaval çalardı. Bölüğe ilk geldiği gün sırtındaki köy torbasının ağzından ucu dışarı çıkan kavalını, o günden sonra bölüğün sadık, avutucu bir arkadaşı yapmıştı. Her cuma gecesi Kalecikli Salih, baş üstünde gezerdi. Bölüklerden ayrı ayrı gelen çavuşlar ve erler gönlünü yapmak için bin dereden su getirerek onu kandırırlar, kavalıyla beraber bölüklerine misafir götürürlerdi. Gerçekten bu duygulu kaval sesi benim bile gönlümün nice solgun gecelerinde bir avutucu rüzgâr gibi serin serin esti. Yunanların ayağı altında kalan ailemin, bazen şiddetli bir hasret sızısı ile yüreğimi ezen gurbette kalmışlığımın acılarını, kaç defa Salih’in şefkatli ve esrarlı kavalında unuttum. Batı Cephesi’nde yaptığımız uzun yürüyüşlerde Salih, her zaman bölüğün başında, kavalını hülyalı nefeslerle üfleyerek yürür; sanki arkasındakileri bu yumuşak nefeslerle avutarak yürütür, yorgunluğumuzu duyurmazdı... Eskişehir’le Seyitgazi arasında yalnız başına ovada sivrilmiş bir kayalığın üzerinde, 21 Temmuz 1921 günü ikindi üstü, taburumuz en azgın Yunan saldırısına karşı fedakâr bir savunma yapıyordu. Bu, Tahtalıbaba Tepesi'nin o gününü hiç unutamam... İki kez İnönü’de yenilgiye uğrayan Yunanlar, adamakıllı hazırlandıktan sonra Ankara’ya en kısa yoldan yürümeye karar vermişlerdi. Altıntaş’tan ve Kütahya’dan doğuya doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Taburumuz, 20 Temmuz 1921 akşamı Eskişehir’e giren Yunan kuvvetlerinin karşısındaydı. Eskişehir’i ne yapıp edip geri alacak ve Yunanı geri sürecek bir hücumu, 21 Temmuz öğleden sonra uygulamaya başlayan sağımızdaki tümenlerimiz, savaşın en kızgın saatlerinde 101
boğuşurken Yunan, üstün kuvvetlerle bizim bir taburla tuttuğumuz yüksek kayalığa yüklenmişti. Bu karşı taarruzunu, açığa çıkardığı toplarıyla sol yanımıza da yöneltebilen Yunanlara bir avuç kuvvetle karşı koyuyorduk. Yunanlar sol yanımızı da sarmış ve bizi pek dağınık bir savunma yapmak zorunda bırakmıştı. Aralıksız mermi sağanağı, daha bu sabah yerleştiğimiz Tahtalıbaba Tepesi'nin derme çatma siperlerini tuz buz ediyor, patlama sesleri de kayalar üzerinde çok çılgın yankılar yapıyordu. Bu sırada gelen emirde yalnız ben, bölüğümün bir mangasıyla tepeyi daha iki saat elde tutacak ve Yunanlara vermeyecektim. Bölük, verdiğim emri uygulamaya başlamıştı. Çekilmeyi kendilerine yediremeyen; fakat, sonuçtan emin olan erlerim birer ikişer geri sıçrıyorlar ve tepenin gerisindeki Böğürtlenli Dere'de toplanıyorlardı. Ben, elimde kalan manganın dört erini sol tarafta, artık tepenin eteklerine duraksar adımlarla tırmanan Yunanlara karşı, diğer dördünü de kendimle beraber tam ilerimizde hâlâ ateş eden Yunan piyadelerine karşı çevirmiştim. Çevremizde yatan şehitlerimizin cephaneleri bize bol bol yetiyordu. İçimizdeki coşkunluğu yatıştıracak kadar bol ve etkili ateşlerimizi Yunanlılar üzerinde topluyorduk. Güneş Yunan'ın sığındığı taflanlı sırtların üzerinde kızgın, sarı yuvarlak bir ateş parçası gibi gözlerimizi kamaştırıyor, bulutlandırıyordu. Arkamızda ve yanımızda, sonsuz ovaların sınırını çizen ufuklar engin ve dalgalı bir deniz gibi silik dumanlarla çevreleniyordu. Bir aralık cebimden kapaklı saatimi çıkardım; bu tepedeki görevimizin bitmesine daha yarım saat kalmıştı. Yüreğimi sanki bir demir çember sıkıyordu. Her an bize doğru biraz daha yaklaşan, önümüzden ve yanımızdan tepeye tırmanan Yunan askerleri ile aramızda ancak yüz metrelik kısa bir mesafe kalmıştı. Bizim hiç susmayan tüfeklerimiz Yunan topçusunu büsbütün sinirlendiriyor, yanımızda, önümüzde ve hatta üstümüzde çakan yıldırımlarıyla sanki yüksek kayalar kitlesini beş altı savunucusuyla birlikte eritmek, yok etmek istiyordu. Fakat biz artık tamamen sağır olmuştuk. Ne mermilerin patlaması, ne kurşunların sürekli ıslıklarıyla ilgileniyorduk. Bir aralık, ortalarına bir top tanesinin tam isabetiyle şehit düşen sağımdaki iki erimden sonra, ta en solumuza koyduğum bir erim de alnına rastlayan hain bir kurşunla nefes bile alamadan oracıkta şehitlik mertebesine ulaştı. Benimle birlikte altı kişi kalmıştık. Ölümle burun buruna idik. Bunun bizler için hiçbir önemi yoktu. Amacımız, Yunanlıları on dakika daha oyalayarak birliklerimizin güvenlik içerisinde çekilmesini sağlamaktı. Kalan beş erimle, yapılabilecek en son şeyin ne olduğunu düşünürken tam solumuzda, bizimle aynı hizada 20 - 30 adımlık bir mesafeye sokulan bir Yunan subayı, elindeki kılıcını havaya kaldırdı ve arkasında korkak bakışlarıyla bize süngülü tüfeklerini çeviren dağınık bir sürü Yunan askerine haykırdı. Belli ki bu hücum komutasıydı... Tahtalıbaba Tepesi'nin beş kişilik savunmasında son anlarımızı yaşadığımızı anlamıştım. İki saati doldurmak için ancak birkaç dakikamız kalmıştı. Bu son dakikaları da ayakta kurşun sıkarak beklemekle 102
geçirmektense atılmaya ve Kurtuluş Savaşı’ndaki son ödevimi tam bir şerefle bitirmeye karar verdim. Tüfeklerimizin kabzalarını demir gibi sıkan bileklerimizde sanki birer tüy hafifliği duyuyorduk. Kararan gözlerle ileriye atıldık. Kılıcını kaldıran Yunan subayı göğsünü delen bir süngü vuruşuyla dizleri üzerine yıkılmış ve arkasındaki yüreksiz sürü de hemen yüz geri etmişlerdi. Evet kaçıyorlar, birbirlerini iterek düşerek bağrışarak kaçıyorlardı... Bilmem ki o anda bana ne oldu? Başımda bir yıldırım mı parladı? Yanımda uğultulu bir cehennem mi açıldı; yoksa fırtınalı bir alev tufanına mı tutuldum? Gözlerimde garip kıvılcımlar çakıyordu. Önümde, her şey bir anda sızlamaya başlayan bir ateş oluverdi. Hâlâ askerlerime “İleri!” diye bağırmak istiyordum; fakat sesim az çıkıyor ve her çabamda korkunç bir ıstırap içinde kalıyordum. Yürüyemiyor, yerimden kalkamıyordum... Yığılmıştım, ne olduğumu anlamayacak bir ruh hâli içinde ömrümün belki en canlı heyecanlarıyla boğuluyordum; yalnız karnımda çok şiddetli ve derinden bir yanma başlamıştı. Parmaklarım hâlâ tüfeğimin tetiğinde takılmış duruyor; artık hareketsizleşen kollarımla ceplerimdeki son kurşunları da çıkarmak istiyordum. İşte bu anda uğultulu, kara bulutlara benzeyen daha yoğun bir sürünün tekrar bize yaklaştığını, aynı zamanda da iki demir pençenin beni arkamdan kucakladığını hatırlayabiliyorum. Gözümü açtığım zaman kendimi Salih’in kucağında ve Tahtalıbaba Tepesi'nin arka eteğini saran Böğürtlenli Dere'nin dikenleri arasında buldum. Bir kardeş kadar sıcak gülümsemeyle yüzüme bakıyor ve iri ter damlalarıyla bulutlanan tozlu yüzünde canlı bir kıvanç anlatımı taşıyordu. Evet, o benim hayatımı kurtarmış, vücudumu Yunan çizmelerine çiğnetmemişti. Bununla beraber o, hem beni kucaklamış taşıyor hem de yorgun soluk alışları arasında bana teselli veriyordu: “Korkma efendi.” diyordu. “Sen nerede ben orada... Hiç seni bu gâvura kor muyum ben... Ama burasını daha Yunan kurşunları tutuyor... Bizi kaçar görünce gâvur arkamızdan tepeye çıktı, peşimize boyuna kurşun sıkıyor... Merak etme bir şeyin yok, şimdi yaranı sararım, hele şuradan bir uzaklaşalım...” Gittikçe koyulaşan gecenin serin havası, karnımda dayanılması güç bir alevi üflüyor, bir humma içine gömülüyorum... Birden beynimde şimşekler çaktı, inler gibi zayıf bir sesle Salih’e: “Hani öbür arkadaşlar?” dedim. Salih, yüzüme acı acı baktı ve sanki kollarının dermanı kesilmişçesine beni dikenli çalılar üzerine yatırdı. Derin bir nefesle: “Ooof” çekip yüzünün terini ceketinin koluna sildikten sonra: “Efendi, o tepeden bir sen bir de ben sağlam çıktık. Seni de ben kurşun içinde kucakladım. Ölürsek kucak kucağa yatarız, kurtarırsam ne mutlu dedim. Bir besmele çekip tepeden aşağı koştum. Çok şükür Allah’ıma 103
dereye kadar bizi korudu... Vallahi nasıl vurulmadık ben de şaşıyorum... Geri kalan dördü seninle beraber vuruldular efendi... Tanrı rahmet eylesin.” dedi. Gecenin karanlığında gözlerinin yaşını, sesinin titremesinden anladım. O, sanki bunu belli etmemek için tekrar beni omuzladı. Şimdi yaram, için için sızlayarak yüreğime kan akıtıyor gibiydi... Sakarya kanlı boğuşması sona ermişti. Ben Keskin Hastanesinde nekahet devresini geçiriyordum. Cepheden gelen yeni yaralılar arasında, kendi bölüğümden bir er gördüm. Hemen ona yaklaştım. Sağ bacağı alçıya alınmış olan bu ere önce Salih’i sordum. Yüzüme baktı, hem o kadar donuk bir ifadeyle baktı ki sanki cevabını vermişti: “Kalecikli Salih’i mi soruyorsun efendi?” dedi. “Evet onu.” dedim. “Seni de o kurtarmış değil mi? Ah o ne yiğit çocuktu, hep şaştık efendi. Salih, üç gün önce Eski Polatlı Savaşı’nda tek başına bölüğü ileri sürerken alnından vuruldu... Hani bölükte subay kalmamıştı, hep vurulmuştu ya efendi, işte ondan sonra Salih başa geçmişti.” dedi. - Heyecanla sordum: - Vurulduğu yer belli mi? Mezar yaptınız mı? “Ne mezarı efendi; Salih’i Komutan’ımız hemen geriye aldırttı, köyün tepesine o akşam gömdük; ama öyle mezar yapamadık daha.” O anda gözlerimde başka bir dünya açıldı. Kalecik’in ücra bir köyünde, perişan aile odası... Kararmış ocağının solgun ateşi karşısında yavrusunu avutucu ninnilerle uyutan bir anne... Gözleri pencereden dışarı süzülmüş, ayın solgun yüzünde bir hayal gözlüyor... Öbür tarafta Sakarya savunması denilen o korkunç çarpışmalar kitabının kanlı bir sayfasında, nurdan yumruklarıyla ve delik alnıyla İzmir’i gösteren bir Türk askeri... Gözlerimden, anlatılmaz bir acı içinde yüreğimin ateşli sızıları aktı, aktı... Sen ey hayatımın kurtarıcısı çocuk, ey yüreği Türk, ey fedakâr aile babası, ey kahraman Mehmetçik! Ankara’nın önünde, Eski Polatlı sırtlarında, arkana aldığın koca bir vatana siper olan o çelimsiz vücudunun zerreleri şimdi hangi topraklarda? O toprakları hangi rüzgârlar öpüyor, o rüzgârlar nereye esiyor? Ben senin kokunu getiren rüzgârları olsun koklamak istiyorum... Ben senin aziz hatıran önünde şimdi diz çökmek ve sana bütünüyle kurtulmuş bir vatanın minnetlerini sunmak istiyorum... Sen bugünü göremedin... Köyünde sütsüz bir memenin yanı başında ağlayan yavrunu bile göremeden gittin... Sen beni değil, vatanı kurtaranların yanında kutsal yerini aldın. Acaba hangi anıtın yücesi, senin şerefin kadar göklere yükselebilir? Bize, senin en büyük hatıran, kurtardığın koca bir vatandır. 104
Onda yaşadıkça seni ve seni andıkça bu aziz vatanı takdis ediyorum. Ey ruhu nurlarda yükselen askerim!..
Sakarya Meydan Savaşı ve Sonuçları (23 Ağustos - 13 Eylül 1921) Türk Kurtuluş Savaşı’nın kaderini belirleyen savaş, Sakarya Meydan Savaşı’dır. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın Türk ordusunun maddi ve manevi yönden güçlendirilmesine çalıştığı bir sırada Yunan saldırısı başladı. Yunan ordusu, 23 Ağustosta başlattığı saldırısıyla, Sakarya Irmağı'nın doğusundaki toprakları ele geçirerek Ankara’ya ulaşmayı; Türk ordusunu dağıtmayı amaçladı. Savaş, 100 kilometrelik bir cephe üzerinde gerçekleşti. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Türk ordusunu yönetti. Yepyeni bir savaş taktiği uyguladı: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunmaz!” Savunmayı, bilinen yöntemlerin dışında belirli bir çizginin savunulması yerine, bütün vatanın savunulmasına dönüştüren bu taktik, komutan ve erlerce başarıyla uygulandı. Savaş 22 gün 22 gece devam etti. Yunanlar büyük kayıplara uğradı. Saldırı gücünü yitirdi. 11 Eylülde Türk ordusunun karşı saldırısıyla, Yunan kuvvetleri bulunduğu yerlerden atıldı. 13 Eylül 1921’de Yunan ordusu tümüyle Sakarya’nın batısına atılmıştı. Sakarya Zaferi elde edildi. Bu savaşta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın yönetiminde Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) görev aldılar.
105
Sonuçları 1. Yunanların saldırı gücü kırıldı. Bundan böyle Yunanlar işgal ettikleri toprakları savunma durumunda kaldılar. 2. Yurtta büyük sevinç yarattı. Ulusun orduya olan inancı, Mustafa Kemal Paşa'ya olan güveni güçlendi. 3. TBMM’de Mustafa Kemal Paşa'ya gazilik unvanı ve mareşallik rütbesi verildi (19 Eylül 1921). 4. İngiltere, Yunanistan'dan ekonomik yardım desteğini kesti. 5. 13 Ekim 1921'de, Sovyetler Birliği'nin aracılığıyla Ankara Hükûmeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Anlaşması imzalanmıştır. Bu Anlaşma ile Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Moskova Anlaşması'nı kendileri için de geçerli saymışlardır. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı güvence altına alınmıştır. 6. Fransa, İtilaf devletlerinden koparak TBMM Hükûmeti ile 20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması'nı imzalamıştır. Bu anlaşma ile Fransa, TBMM Hükûmeti ile Hatay - İskenderun dışında bugünkü güney sınırımızı tanımıştır ve Güney Anadolu topraklarından çekilmiştir. 7. Batı Anadolu’daki Yunan egemenliğini kabullenemeyen İtalyanlar ise Güney Ege ve Akdeniz bölgelerini 1921 yılına kadar boşaltarak bizimle savaşı bitirmiştir. 8. Sakarya Zaferi, İngiltere’yi de Ankara’yı tanımaya zorlamış ve “Tutsakların Bırakılması Anlaşması” imzalanmıştır. 106
9. Sakarya Zaferi’nden sonra Yunanların “Ankara’nın alınması ” ve “Büyük Bizans”ın kurulması hayalleri Sakarya’nın derinliklerine gömülmüştür. 10. Fransa ile TBMM arasında Ankara Anlaşması imzalanmıştır (20 Ekim 1921). Fransa, Türk topraklarından tamamen çekilmiştir. 11. TBMM’ye karşı Anlaşma devletlerinin oluşturduğu birlik çatlamıştır. 12. Kafkas Cumhuriyetleri (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) ile Kars Anlaşması imzalanmıştır. (13 Ekim 1921). 13. Ukrayna ile dostluk anlaşması imzalanmıştır (02 Ocak 1922). 14. İngiltere ile TBMM arasında, 22 Ekim 1921’de esir değiş tokuş anlaşması imzalanmıştır. 15. Antlaşma devletleri ateşkes önerisinde bulundular. Sakarya Meydan Muharebesi’ne Ait Kahramanlık Destanları Sakarya Meydan Savaşı Hakkında Tarihin genişliğine ve derinliğine boyutları içinde ölçüldüğü zaman, Sakarya Savaşı’nın değeri çok daha büyük bir açıklıkla belirir. İsmail Habip Sevük der ki: “Viyana’da başlayan çekilme Sakarya’da durdurulmuştur.” Duraklayıp yıkılmaya doğru hızla giden Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri içerisinden yepyeni, dipdiri bir Türk devletinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğmasını sağlayan, İtilaf güçlerinde bir daha saldırma cüret ve cesareti bırakmayan Sakarya Meydan Savaşı, türlü yönleriyle ve çok önemli sonuçlarıyla tarihte yeni bir çığırın da müjdecisidir. ATATÜRK, 19 Eylül 1921’de, kesin sonucun belli olduğu günlerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Sakarya Savaşı’nın cereyan tarzını bütün ayrıntılarıyla anlattıktan sonra, bu savaşın niteliği ve Türk ordusunun komutan, subay ve erleri hakkındaki görüşlerini şöyle anlatmaktadır: "...Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan savaşı, pek büyük bir meydan savaşıdır. Savaş tarihinde, benzeri belki olmayan bir meydan savaşıdır. Bundan dolayı ordumuzun savaş tarihine bir örnek bahşeden bu zaferi kazanmış olması itibarıyla, yüce heyetinizi tebrik ederim. Bu parlak zaferin yapıcısı olan kimseleri, yüksek huzurunuzda ve bu kürsüden büyük hürmet ve takdirlerle anmayı bir vicdan borcu sayarım. Genelkurmay Başkanımız Fevzi Paşa Hazretlerinin bu meydan savaşında yaptığı hizmet, pek büyük bir övgüye layıktır. Pek değerli, erdemli ve kıymetli olan bu büyük adam, savaş meydanlarının hemen her noktasında, gece ve gündüz hazır bulunmuş ve pek isabetli ve değerli tedbirlerini yerinde, gerekenlere bildirmiş ve daima gönül ferahlatan, moral yükseltici öğütler vermiştir. Kendisinin olağanüstü hizmetleri takdirlere ve alkışlara layıktır. 107
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa Hazretleri, derin bir zekâ, yorulmaz bir azim, iman ve yetenekle, gece gündüz harekâtın en ufak noktasına varıncaya kadar etkili olmuş ve olağanüstü bir görüşle ordusunu sevk ve idare ederek bu başarıya ve zafere ulaştırmıştır. Diğer grup ve kolordu ile tümen ve alay komutanların her biri, diğeriyle yarışırcasına, fedakârlık ve beceriklilik göstermişlerdir. Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam; yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki bu savaş, subay savaşı olmuştur. Bu nedenle subay arkadaşlarımın, en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar değer ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Erlerimizi, her türlü övgüye layık görürüm. Zaten bu milletin evladı, başka türlü düşünülemez. Bu milletin evlatlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için birim bulunamaz. Erlerimiz hakkında yeni bir şey ilave etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu savaşlarının anlamını öğrenmiş, yeni bir ülkü ile savaşmıştır. Böyle evlatlara ve böyle evlatlardan oluşmuş ordulara sahip bir millet, elbette hakkını ve istiklalini bütün anlamıyla korumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlıktan yoksun bırakmaya kalkışmak hayal ile uğraşmaktır..." Teğmen Hulusi (ATAK) Yaralı Teğmen Hulusi (Atak), iki gündür yollardaydı. Sakarya Savaşı’nın ilk günü yaralanmış, at arabasıyla demir yoluna, oradan trenle Ankara’ya getirilmişti. Yarasının öldürücü olmadığı saptanınca Keskin Hastanesine gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Çünkü Ankara Hastanesi, ağır ve uzun yolculuğa dayanamayacak yaralılara ayrılmıştı. Polatlı yönünden gelen demir yolu Ankara’da bitiyordu. Ankara’dan doğuya demir yolunun uzanmamasının sakıncaları Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında hemen görülmüş, dar hatlı bir demir yolu olan dekovil raylarının Sivas’a doğru döşenmesine başlanılmıştı. Eli kazma ve kürek tutabilen Türkler, cephelerde dövüştüklerinden yapımda askere alınan Rumlardan kurulu İşçi Taburları kullanılmıştı. Dar dekovil hattı, Elmadağ ve Yahşihan (Kırıkkale) üzerinden geçerek Ankara’nın 127 kilometre uzağındaki İzzettin’de bitiyordu. Teğmen Hulusi, öteki yaralılarla birlikte küçük bir lokomotifin çektiği yine küçücük vagonlardan oluşan trenle Ankara’dan Yahşihan’a gelmişti. Orada, trenden kağnılara aktarılmıştı. Keskin otuz kilometre ötedeydi, ama kağnılarla bir günlük yoldu. Yaralı kafilesi yola koyulunca yaralılar için çileli bir yolculuk başlamıştı. Yaysız, en küçük bir taşa gelince içindekileri tepeden tırnağa sarsan kağnılar, yaralıların acılarını artırıyordu. Anadolu bozkırını kavuran dayanılmaz güneşe bir de kağnı sarsıntısının verdiği acı eklenince o zamana dek dişlerini kenetlemeyi başaran yaralılar bile iniltilerini gizleyemez 108
olmuşlardı. Kağnı gıcırtılarına iniltiler karışıyor, kafile karınca yürüyüşüyle ilerliyordu. Kafile üç dört saatlik bir yolculuktan sonra ağaçlık bir yerde durmuştu. Burası bir su başı, cepheye cephane ve yiyecek taşıyan ulaşım kollarının konak yeriydi. Birçok yüklü kağnı ve katır ağaçların altlarına çekilmiş, sürücü kadınlar hayvanları suluyordu. Yaralı kafilesinin kağnıları da ağaçların gölgesine dağıtılmış, yürüyebilecek durumdaki yaralılar çeşmenin başına toplanmışlar, kimi ellerini yüzlerini yıkıyor, kimi kağnıda kalan arkadaşlarına su taşıyordu. Bu sırada hafif bir çığlık duyuldu. Ardından ulaşım kolundaki kağnılardan birinin önünde kadınların toplandığı görüldü. Sürücülerden hamile bir kadın, bir erkek çocuk doğurmuştu. Kadını, yaralı kafilesine katıp keskin hastanesine göndermek istediler. Yorgunluktan ve acıdan iyice kısılmış bir sesle verilen yanıt herkesi şaşırttı: - Cephedeki silah, dedi, yetiştirmeliyim. Geriye dönemem!
cephane
bekliyor,
oraya
cephane
Teğmen Hulusi, soylu Anadolu kadınının bu kaygısı karsısında bütün yaralıların yüzlerinin al al olduğunu gördü. Teğmen Salih (ERCE) Cephenin ortasına düşen Toydemir - Baraközü (Baraközü) Deresi arasında 5’inci Kafkas Tümeninin 13’üncü Alayı savunuyordu. Alayın 1’inci Taburu savunmasının ağırlık merkezini oluşturuyordu. 1’inci Taburun bölük komutanlarından Yüzbaşı Kamil Bey, Sakarya’nın ikinci günü şehit düşünce Teğmen Salih (Erce) bölük komutanı oldu. Çok genç olmasına karşın altı gündür bölüğüne başarılı bir savunma yaptırdı. Ancak Yunanlıların, iki gündür Toydemir - Baraközü Deresi arasına sürekli kuvvet yığdığını biliyordu. Teğmen Salih, Yunanlıların çok şiddetli topçu ateşi başlatmalarından bugünkü çarpışmaların şiddetli olacağını anlamıştı. Yoğun topçu ateşi siperleri allak bullak ediyor, toz ve dumandan göz gözü görmüyordu. Topçu ateşinin kesilmesiyle Yunan piyadelerinin siperlere saldıracağı umuluyor, fakat düşen mermilerin çıkardığı toz bulutundan düşmanın nereye dek yaklaştığı görülemiyordu. Bu arada bir ses duyuldu : - Solumuzu düşman çevirmiş! Teğmen Salih ne olup bittiğini anlamak için siperden fırlayıp arkadaki tepeciğe çıktığında öteki bölüklerden birçok erin karışık bir durumda gerilere çekildiğini, Üsteğmen İbrahim’in elindeki tüfeği sağa sola sallayarak erleri geriye, siperlere göndermeye çalıştığını gördü. Taburun öteki subayları ortalıkta gözükmüyordu. Onların paniğin bastırılmasına neden yardımcı olmadıklarını düşünürken çok sayıda Yunanlının tepeciğe iyice yaklaştığını gördü. Çember içine düşmemesi için hemen bölüğünü geri çekmeye başladı. 109
Tabur tümüyle geri çekilerek yakasını kurtarmış, elverişli bir kesimde yeniden savunmaya girerek düşmanı durdurmuştu. Bu arada acı gerçek ortaya çıkmıştı. Düşmanın yoğun topçu ateşi sırasında taburun subaylarının büyük bölümü ve erlerin yarısına yakını şehit olmuştu. 1’inci Tabur, Sakarya Savaşına 1 binbaşı, 3 yüzbaşı, 3 üsteğmen ve 6 teğmen olmak üzere 13 subayla girmişti. Tam bir haftanın sonunda taburda yalnızca 1 üsteğmen ve 3 teğmen canlı kalmıştı. Harun Çavuş’un Yiğitliği 1’inci Yunan Kolordusunu Haymana’ya ulaştıracak Dikilitaş - Haymana yolunu tıkamakla görevli 3’üncü Grup birlikleri, gece yarısından sonra şiddetli bir saldırıya uğradı. 15’inci Tümenin mevzilerinin bir bölümünü ele geçiren Yunanlılar, bir başka koldan da 57’nci Tümene çullanmışlardı. Gece yarısı, nöbetçilerin gafletinden yararlanan Yunanlılar, savunmanın en önemli noktalarından biri olan küçük tepeyi ele geçirmişlerdi. Düşmanın bu tepeyi elinde tutarak gündüz bu tepeden başlatacağı taarruz, tüm savunmayı çökertebilir, Yunanlıların Haymana’yı ele geçirme ve Ankara’nın güneyine sarkma hareketini başarıya ulaştırabilirdi. Gün doğmadan bu tepenin yeniden alınması zorunluydu. 15’inci Tümenin 56’ncı Alayı tepeyi geri almak için çabalıyordu. Aydınlatma tabancaları kullanan Yunanlılar, her saldırıyı rahatlıkla kırıyor, makineli bomba ve makineli tüfeklerle, karşı saldırıya geçen 58’inci Alay, savaşçılarını ilk adımlarını attıkları yerde dağıtıyor, biçiyordu. Saldırıya kalkan savaşçıların yukarıya doğru savurdukları el bombaları yakınlara düşüyor, kendi arkadaşlarını yaralıyordu. Yunan makineli tüfek yuvaları susturulabilse tepe geri alınabilecekti... Alay komutanı, tepeye sızacak bir fedai müfrezesinin el bombaları ile yaratacağı karışıklıktan yararlanarak bir süngü saldırısıyla tepeyi geri alabileceğini umuyordu. 2’nci Taburu ne pahasına olursa olsun tepeye sızmakla görevlendirdi. 2’nci Taburun subayları sızmanın nasıl yapılabileceğini tartışırken, Harun Çavuş ortaya atılıyor. Seçeceği onbeş gönüllü ile sızmayı yapabileceğini söylüyor. Toplanan el bombaları, on beş fedainin ekmek torbalarına dolduruluyor. Fedailer sürünerek tepenin eteğine yaklaşıyorlar. Tek güvendikleri Yunanlıların attıkları aydınlatma fişeklerinin zaman zaman tam aydınlatma yapamaması veya bozuk çıkanların hiç aydınlatmaması. Fedailer yere yapışıp arada bir işe yaramayan aydınlatma fişeğini bekliyorlar. Sinirler gergin, bekleyiş uzuyor. Gün doğmadan bitirilmesi gereken işin başarılma şansı, bir tek bozuk aydınlatma fişeğine bağlı. Bütün alay savaşçıları sabırsız bir bekleyişin içinde... Gönüllüler sızma hareketine giriştiği an, alay yandan şaşırtma saldırısı yaparak gönüllülerin sızmasını örtmeye çalışacak... Gözler, zifiri karanlığı yırtan aydınlatma fişeklerinin parıltısından kamaşmış, karanlığa hasret... 110
Derken, özlenen karanlığa kavuşuluyor. Ard arda atılan iki aydınlatma fişeği bozuk anlaşılan. Fedailer ileri atılıyorlar. Ortalık ana baba gününe dönüyor birden. Birbirini izleyen el bombası patlamaları tepeye tırmanmakta. Alay tümüyle saldırıya geçiyor. Yunanlılar gökyüzünü şenlik varmış gibi aydınlatıyor aydınlatma fişekleriyle. Fedailerin el bombaları tepenin iyice yukarılarında patlıyor artık. Makineli tüfek yuvaları birer birer susturulmakta. Alayın savaşçıları, tepenin yarısına dek ulaşmışlar. Gün doğmadan tepe alınmak üzere... Bu sıralarda gerilerden gelen tabur emir subayları, bölük komutanlarını arıyor. Getirdikleri emir üzücü: Erler sessizce toplanacak ve alay Soğucak köyü sırtlarına çekilecek. Emir uygulanmaya başlıyor. Erler manga manga geniş bir tümseğin ardında toplanıp Soğucak yönünde geniş aralıklarla çekiliyorlar. Tepenin üstüne yakın yerlerden hâlâ el bombaları duyulan fedailere emri ulaştırmak olanaksız. Çaresiz, fedailer feda edilecek... Tan yeri ağardığında 56’ncı Alay, Soğucak sırtlarına mevzilenmiş bulunuyor. Savaşçılar yorgun ve uykusuz. Bütün gece süren çarpışmaların yorgunluğu göz kapaklarını bastırıyor. İleri gözcülere güvenen gözler kapanıyor, başlar tüfeğe dayalı, sabah ayazının soğuk toprağında tatlı, fakat tedirgin kestirmeler başlıyor. İleri gözcülerin ayağa fırlamasıyla, elektrik çarpmış gibi tüm alay gözlerini açıyor, uykulu eller tetiklere uzanıyor. Gözcüler, karşıdan koşarak gelenleri kucaklıyor, öpüşüyorlar. Dönebilen fedailer bunlar. Mevzidekiler de fırlayıp gelenlere koşuyor. Sarılanlar, öpüşenler, ağlayanlar... Arkadaşlarının dönmelerine sevindiklerinden mi dönemeyenlere üzüldüklerinden mi ağlandığı belirsiz... Harun Çavuş, içindeki ezikliği atamamış olan bölük komutanına tekmili veriyor: “Komutanım, karanlık çökünce üçer adım aralıklı avcı zinciri düzeninde tepe yukarı koştuk. Aydınlatma fişeği çakınca yere yumulduk. Sürüne sürüne yukarıya sokulmaya koyulduk. Çıktıkça birbirimize yanaşıyorduk. Azıcık soluklandıktan sonra, bir sınayak dedik. Bomba ağırlığında bir taşı tepeye fırlattım. Taş iyice yakınımıza düştü. Mesafe uzak deyip az daha süründük yukarı. Bir taş daha savurduk. Rumca kaba sesler geldi taşın gittiği yerden. Hemen yakından üstümüze körü körüne ateş açtılar. Birkaç da bomba attılar. Hiç ses etmedik. Yakında patlayan bombalar yerdeki taşları havalandırıp yine tepemize düşürüyordu. Aldırmadık. Ha gayret deyip az daha sokulduk. Uşaklara bombaları hazır edin işareti verdim. Bi baktım, hemen arkamdan gelen Keşap’lı Kadir yok. Yaralandı zahir deyip sürünerek geri indim. Baktım, Allah onu bizden ziyade seviyormuş, aramızdan almış. Kadir’in gözünü örttüm, sürünerek yeniden başa geçtim. 111
Arkadaşlarla başladık torbadaki bombaları savurmaya. Tepe karıştı. Allah! Allah! naraları patladı tepenin dibinde. Alayın hücuma kalktığını anladık. Tepe hepten karıştı. Ben sürünerek daha uca çıktım. Torbadaki bombaları peşi peşine savurdum. Yunanda bir bağırtı bir cayırtı... Düşman iyice bocaladı. Bombam bitince geriye kaydım. Kaynaşmadan parolamızı birbirimize duyuramadık. Sola doğru yuvarlandım, İdris’i çağırdım. Ses gelmedi. Daha yuvarlandım Osman’ı buldum. Sordum: İdris nerde?, Harun Çavuş, galiba o aşağıda yaralandı. Bombam tükendi ne edelim? dedi. Yaralımız, yitiğimiz var mı diye, Osman’ı sola saldım, ben sağa gittim. Biraz aşağıda toplandık. Allaha şükür kaybımız iki yiğitti. Gerisin geri sürünmeye koyulduk. Ne ilerimizde patırtı vardı, ne gerimizde. Gün ağarmaya döndüğünde tepenin dibine inmiştik. Baktık Alay da yok. Çekildiler herhalde dedim. Geniş aralıklarla sıçrata sıçrata getirdim arkadaşları. Onbaşı Halide Edip ve Yaralı Askerler 30 Ağustos 1921 Onbaşı Halide Edip (Adıvar), Alagöz’deki Başkomutanlık Karargâhı’ndan ayrıldığında hava kararmak üzereydi. Malıköy İstasyonu’na gece yarısı vardı. Atını ve seyisini geriye gönderip Polatlı’dan gelip Ankara’ya gidecek treni beklemeye koyuldu. Biraz sonra ohluya pohluya bir tren geldi. Durur durmaz, tekerleklerin raylarda çıkardığı tıkırtı, yerini gecenin sessizliğinde yankılanan iniltilere bıraktı. Ankara’ya giden bir yaralı treniydi bu. Onbaşı Halide Edip, vagonlardan birine girdi. Bir iki adım atınca bir kompartımanın açık kapısı önüne çökmüş bir erle karşılaştı. Bir kolu sargılar içindeydi. - Niçin burada oturuyorsun oğlum? İçeri girsene. - Ağır yaralı arkadaşlar rahat etsin. İçeriye bakınca, döşeme üzerinde uzanmış bir er gördü. Öteki yaralılar yerde yatana göre durum almışlar. Tentürdiyot ve kan kokulu kompartımanın havasını derin bir arkadaşlık duygusu doldurmuş... Bütün kompartımanlarda aynı düzen var. Biri hep kapının önünde çömelmiş. içerdiklerin uzanmasını veya oturmasını düzenleyen önder o. Kendini ötekilerden biraz daha iyice, biraz daha güçlüce bulup yönetimi ele almış. Kompartımanın hem komutanı hem de hastabakıcısı olmuş. Yüklendiği sorumlulukla, kendinin de bakım isteyen bir yaralı olduğunu çoktan unutmuş... Çalan düdükle birlikte tren yola koyuluyor. Onbaşı Halide Edip, kompartımanlardan yayılan iniltilerden, yaralıların yaşını ve askerlik süresini kestirmeye çalışıyor. Kütahya Savaşı sırasında, Eskişehir Hastanesinde hemşire olarak çalışmıştı. Yaralıları iyi tanıyor. Yeniler bir çocuk gibidir, iniltilerinde bir ananın sıcaklığını arayış sezilir. Eski askerler çenelerini 112
kilitleyerek dişlerini sıkarak en şiddetli acıları geçiştirmeye çalışırlar. Kendilerine yardım edenlerin aşırı duyarlık göstermelerinden sıkılırlar. Acımalı bakışları ise hiç sevmezler. Gün doğarken tren Ankara’ya yaklaşıyor. Onbaşı Halide Edip, kompartımanının penceresinden başını çıkarınca yandaki pencereden dışarı uzanmış yanık bir yüzle karşılaşıyor. Güneşin tunçlaştırdığı yanaklar, kavruk dudak ve solgun mavi gözler... - Merhaba hemşerim. - Merhaba beyim. Nedense askerler Halide Edip’in kadın olduğunun hiç farkında değiller. Başındaki siyah örtüyü bir Karadeniz başlığı sanıyorlar. Giresunlu Topal Osman’ın Alayı, Karadeniz giysileriyle cephede dövüşüyor çünkü... - Nerede yaralandın? - Sakarya berisinde. - Hangi alaydansın? - Şehit Refet Bey’in Alayından. Yaralının, numarası yerine komutanıyla alayını belirlemesi dikkati çekiyor. Alay komutanını çok seviyordunuz galiba? Hiç sevmez miydik? Refet Bey yok mu bir ata binip de dağa sardı mı? Hepimizin yüreğinde bir debelenme olurdu. Hepimiz onun atından önce sıçramaya bakardık. Yaralının mavi gözlerinde bir buğulanma oluyor. Sesinde derinden gelen bir donukluk var. - Alayında çok subay şehit var mı? - Ne diyon beyim. Hepsi bizden önde koştu. Hiçbiri gerimizde kalmazdı. Onlar, ah onlar ölmeyecekti ki... Mavi gözlerde oluşan damlalar, kumral kirpiklerden süzülüp toprağa düşüyor. Bu göz yaşları, Sakarya’da okumuş subay ve yedek subayla, okul yüzü görmemiş er arasındaki boşluğun ne denli bir sevgiyle dolmuş olduğunu vurguluyor. Mavi gözlü yaralı; “Ah onlar ölmeyecekti ki...” derken erlerin, şehit subayların ardından söyledikleri özveri dolu iç geçirmesini dile getiriyor: Biz ölünce gerimizden gelen çok, okumuş öldü mü arkadan yetişen yok. Safranbolulu Şükriye Sakarya Meydan Savaşı’nın 23 Ağustos 1921 günü cephe çizgisi, Ankara’nın yaklaşık 100 kilometre doğusundan başlayıp yine Ankara’nın 150 113
kilometre güneyinde biten bir elips görünümündeydi. Dokuz gün süren kanlı çarpışmalardan sonra Türk ordusunun gerilemesinden ötürü cephe çizgisi, merkezi Ankara olan düzgün bir çember parçasına dönüşmüştü. Bu çember parçası Polatlı’nın 12 kilometre kuzey batısından başlıyor, Haymana’nın 33 kilometre güneydoğusunda bitiyordu. Uzunluğu 75 kilometreyi bulan bu çember parçasının merkeze, yani Ankara’ya olan uzaklığı, cephenin her kesiminde yaklaşık 80 kilometreyi buluyordu. Bir başka deyişle, yarıçap 80 kilometreydi. Başlangıcından beri ulusal direnişin ve Kurtuluş Savaşı’nın odak noktası durumunda olan Ankara, cephenin de geometrik merkezi durumuna gelmişti. Cephe, Ankara’ya yaklaştıkça Ankara’daki sessiz didinme de giderek yoğunlaşmıştı. Yunan işgali dışında kalan Anadolu toprağında yaşayan Türk halkı, Tekalif-i Milliye Emirleri uyarınca varını yoğunu ilçelerdeki Tekalif-i Milliye Komisyonlarına veriyor; toplanan buğday, kuru sebze, arpa, ot, saman ile orduya gerekli öteki mallar ulaşım kollarıyla Ankara’ya aktarılıyordu. Cephe gerisinde silah altına yeni alınanlar ile İnebolu’dan getirilen silah ve cephane de Ankara’da toplanıyordu. Anadolu’nun eski kervan izlerinden farksız yollarındaki binlerce ulaşım kolu Ankara’ya dolu olarak geliyor, boş olarak geri dönüyordu. Ulaşım kolları, değişik yollar izleyerek yuvalarına sürekli yiyecek taşıyan ve yükünü boşalttıktan sonra yenisini getirmek için dönen karıncalara benzetiliyordu. Yuva yine Ankara’ydı. Ankara’da toplanan yiyecek maddeleri, silah ve cephane ile kısa süreli eğitimlerini bitiren yeni erler trenle Polatlı’ya ulaştırılıyor, oradan yine ulaşım kollarıyla cephedeki birliklere dağıtılıyordu. Ankara’dan, cephenin güney kesimindeki birliklere ise yalnızca ulaşım kollarıyla yiyecek ve cephane gönderiliyordu. Yaralılar, hemen cephenin gerisinde yükünü boşaltan ulaşım kollarındaki arabalarla en yakın çadırlı hastaneye yetiştiriliyor, daha sonra gerilerdeki hastanelere taşınıyordu. Polatlı - Ankara arasındaki demir yolunun yaralı taşınması bakımından önemi büyüktü. Polatlı’da yükünü boşaltan trenler, Ankara’ya yaralı dolu olarak dönüyorlardı. Cephenin biraz gerisindeki dağıtım noktasına cephane getiren ulaşım kolundaki kağnıcılardan biri on - on iki yaşlarındaki bir kız çocuğuydu. Safranbolulu Şükriye’nin babası yedi yıl önce Çanakkale’de şehit düşmüştü. Şehit yetimi olduğu için ulaşım kolunda özel bir yeri vardı. Kağnılardaki cephane sandıkları indirilirken aynı ulaşım koluyla Haymana’ya taşınmak için getirilen yaralılar arasında dolaşmaya başladı küçük Şükriye. Yaralılardan birinin ayağının kanamakta olduğunu anladı. Yaralının ilk sargısı yapılmıştı, ama beyaz sargı bezinin üstüne çıkan kanın lekesi giderek yayılıyordu. 114
Şükriye, hemen başındaki yazmayı çıkardı, yaralının ayağını sıkıca sarmaya koyuldu. Canını acıtıyor muyum kaygısıyla yüzüne baktığında yaralının yüzünün boncuk boncuk terle kaplı olduğunu gördü. Yaralı kendinden geçmişti, belli belirsiz inliyordu. Bu sırada, sağ kolu bir askıyla boynuna bağlanmış, yüzünün yarısı, sağ gözünü kapayacak biçimde sargılı bir subay yaklaştı. Perişan üniforması kan lekeleriyle doluydu ve üniformanın sağ kolu omuzdan yırtılarak sökülmüştü. Sağ omuzu yarı yarıya çıplaktı. - Ne yapıyorsun kızım? Şükriye şaşırdı birden: Bu amca var ya, bu amca. Kanayıp duruyor... Yaralı subay, işe yarar eliyle kızın dağınık kumral saçlarını okşadı. - Aferin kızım, elin işe yatkın. Biraz sonra, ulaşım kolu küçük kızsız Haymana’ya doğru yola koyuldu. Çanakkale yetimi Safranbolulu Şükriye (Sular), cephe hastanesinin en küçük hemşiresiydi artık... Mucurlu Halit Onbaşı Haber götürdüğü Süvari Alayı Karargâhından geri dinlenmedeki bölüğüne dönen Süvari Onbaşısı Mucurlu Halit, ana yoldan ayrıldı, atını tepeye sürdü. Biraz gitmişti ki ilerideki çalılığa bir karaltının sindiğini sezdi. Hızla atından atladı, yere yattı. Tüfeğini çalılığa çevirdi, ateşe hazırlanırken bağırdı: - Kimdir o? Çalılıktan bir Yunan eri elindeki tüfekle ayağa kalktı: Kıyma ağam! Tüfeğini yere attı. İki elini başının üstüne koyup çalılıktan çıktı. Halit Onbaşı’ya doğru yürüdü. - Ateş etme, kıyma ağam! Halit Onbaşı, tüfeğini doğrultarak dikildi: - Bizim dilimizi nerde öğrendin? - Bursalıyım ağam. - Yerlisin ha! Yunan eri bir çırpıda içini döktü. İki gün önceki gece çarpışmalarında birliğini yitirmişti. Birliğini ararken duyduğu seslerden Türklerin içine düştüğünü anlamıştı. Birliği geri çekilmiş olmalıydı. Yere yatıp sabahı beklemiş, gün ağarırken bu çalılığa girip saklanmıştı. İki gündür aç ve susuzdu. Korkusundan, çalılıktan uzaklaşamamıştı. Kendisini atla tek başına gelirken görünce önce vurmak istemiş, sonra vazgeçmişti. Vurmaya vuracaktı ama silah sesini duyanların gelip yakalamalarından korkmuştu. 115
Sonra, ata binip kaçsa nereye gidecekti? Yolu, birliğinin nerede olduğunu bilmiyordu. Teslim olmaya niyetlenip ayağa kalkmış, beni vurur öldürür korkusuyla yeniden çökmüştü. İşte o zaman görülmüştü... Halit Onbaşı, adama baktı. İçini bir acıma duygusu kapladı. Zavallının saçı sakalına karışmıştı. Açlıktan ayakta zor duruyordu. Adamın kafasından geçenleri açıklamasını da yiğitçe bulmuş, hoşlanmıştı. Sordu: - Yerli Rumların tutsak düşünce asıldıklarından haberin yok mu? Bursalı Rum onu da açıkladı içtenlikle. Yunanlar kendisi gibi birçok Yerli Rum’u zorla askere almışlardı. İçlerinden kaçmaya kalkan birkaç kişi olmuş, herkesin önünde ağır cezaya çarptırılmışlardı. Türk uçaklarının attığı kâğıtlardan, kulağa gelen söylentilerden, Türklerin eline geçince idam edileceklerini öğrenmişlerdi. Bu yüzden sonuna dek dövüşüyordu yerli Rumlar. Ne etseler, çaresizdi... Halit Onbaşı’nın acıması daha da arttı. - Desene ki iki ucu pis çomak. - He ya kardeş, dedi Bursalı. Ne yandan tutsan pisliğe bulaşırık... Halit Onbaşı, bölüğüne geç kaldığı korkusuna kapıldı. Adamın yürüyecek gücü yoktu. - Senin çomak bana bulaştı. Şimdi ne ediyim? - Sen bilin, ağam. Ocağına düşmüşüm. Halit Onbaşı bir süre düşündü. Sonra aniden karar verdi. - Bana bak Bursalı! Bin şu ata, düş önüme. Atı elleme, o yolunu bilir. Kaçmaya davrandın mı kurşunu yapıştırırım. Cebinde kâğıttı, künyeydi, ne varsa yırt at. Kulağını dikip Türkçe bildiğini de belli etme. Bölüğe varınca karnını doyurursun. Mucurlu Halit Onbaşı, tüfeğini omuzlayıp, atın arkasından yürümeye koyuldu. Pilot Vecihi İle Gözetleyici Teğmen Basri Gözetleme uçuşundan dönen Pilot Yüzbaşı Fazıl ve Gözetleyici Teğmen Hamdi, İzmir adlı avcı uçağıyla Malıköy’deki meydana iner inmez gördüklerini rapor etmek için telefonun başına koştular. Haymana önlerindeki Yunan birliklerine gerilerden büyük destek birlikleri geliyordu. Gözetlemeyi sürdürmek amacıyla Pilot Vecihi ile Gözetleyici Teğmen Basri, İsmet adlı gözetleme uçağıyla hemen havalandılar. Yalnızca iki uçaktan kurulu Türk hava gücü, gökleri boş bırakmıyor, biri inince öbürü havalanıyordu. Yunanlıların on sekiz uçaklık hava gücüne karşı, iki uçakla sık çıkış ve uzun uçuşlar yapılarak aradaki dengesizlik giderilmeye çalışılıyordu. 116
İzmir bir gözetleme uçağıydı. Gözetleyicinin önüne bir makineli tüfek yerleştirilerek hava çarpışmalarına elverişli duruma sokulmuştu. Gözetleyici Teğmen Basri, her uçuşta oturduğu yere, ayaklarının altına altı büyük bomba yerleştirir, yerdeki hedeflerin üstüne eliyle bırakırdı. Böylece ilkel bir bombardıman uçağı olurdu İsmet aynı zamanda... Uçak, Haymana göklerine gelince yerin papatya tarlası gibi şarapnel patlamalarıyla dolu olduğu görüldü. Teğmen Basri, pilota eliyle güney sırtlarını gösterdi. Koyu toprak rengini yalayan alevlerden, Türk savunmasını yoğun bir biçimde döven ağır topların güney sırtlarda mevzilendiği anlaşılıyordu. Teğmen Basri eliyle bombalama işareti yapınca Pilot Vecihi İsmet’i Yunan bataryaları yönünde döndürdü. Yunanlılar uçağın üzerlerine doğru geldiğini görünce havaya ateş açtılar. Vecihi, yerden açılan topçu ateşine alışkın bir pilottu. Ancak bir rastlantı sonucu uçağını vurabileceklerini biliyordu. Yakınlarında patlayan mermilere aldırmadan aynı rotada, topçu ateşinin üstüne doğru, zikzaklar yaparak uçmaya koyuldu. İsmet, topçu bataryalarına yaklaşmıştı ki güney yönünden Haymana’ya doğru uçan bir Yunan uçağı Pilot Vecihi’nin gözüne ilişti. Uçağı gözetleyicisine gösterdi. Teğmen Basri eliyle önce bombaları atalım işareti yapıyordu. Yunan uçağı kendilerini henüz görmediğine göre bombaları hedef üstüne bırakılabilirdi. Böylece uçağın yükü de azalmış olacaktı. Pilot Vecihi, dümeni topçu mevzilerinin doğu ucu açıklarına kırdı. Açıklara gelince keskin bir dönüşle mevzilere yöneldi. Doğu ucundan başlayarak bir çizgi gibi duran mevzilerin üzerine uçmaya koyuldu. Hedefin daha iyi görülmesini sağlamak ve tam isabet olasılığını artırmak amacıyla biraz alçaldı. Sağ ucundan başlayarak mevzilerin üzerinden uçmaya başladı. Teğmen Basri, bombalarını ardı ardına Yunan bataryalarının üzerine bıraktı. İsmet, topçu bataryalarının batı ucunu geçtikten sonra sert bir dönüşle güneye yöneldi ve aynı zamanda yükselişe geçti. Yunan uçağı kendi hâlinde Haymana’ya doğru ilerliyordu. Pilot Vecihi, aynı yüksekliğe erişinceye kadar Yunan uçağının kendilerini görmemelerini diliyordu. Aralarındaki uzaklık hızla azalıyordu. Eşit yüksekliğe ulaştıklarında Yunan uçağının ani bir dönüş yaparak geriye, geldiği yönde uçmaya niyetlendiği görüldü ancak, dönüşle birlikte üzerine doğru gelen İsmet’le karşılaştı. Vecihi, havada ender rastlanan bu yüz yüze gelişi şöyle yorumluyordu: Yunanlılar bizi çok yakınken gördüler. Derhâl yön değiştirip kaçmaya kalkıştılar fakat çok geç kaldıklarından dönüşlerini yarılamadan bizi karşılarında buldular. Demek ki çarpışmaya gönüllü değiller. Kaçamadıkları için çarpışmak zorunda kalıyorlar. Her iki uçak da havacıların ölüm turları dedikleri dönüşlere başladılar. Yunan uçağındaki gözetleyici, makineli tüfeğini çevirerek ateş açtı. İzli mermi kullanıyordu. Mermilerin havada bıraktığı ize göre nişan aldığı anlaşılıyordu. Teğmen Basri, çok dikkatli ve kesik kesik ateş etmeye başladı. Dikkatle 117
nişan alıyor, boşuna mermi harcamaktan kaçınarak düşman uçağının iyi hedef vermediği durumlarda ateşi kesiyordu. Pilot Vecihi, Yunan makineli tüfeğinin izli mermilerine bakarak uçuşunu düzenliyordu. Zaman zaman ani inişlerle yükseliş kaybediyor, hafif kayışlarla tur çemberini daraltıyor ve çarpışma alanını küçültüyordu. Böylece makineli tüfeği, yandan ve tam boy hedefiyle Yunan uçağına ateş edebiliyordu. Yerdeki çarpışma durmuş gibiydi. Birbirlerine ölüm yağdıranlar tetikleri bırakmış, gökteki çarpışmayı izliyorlardı. Kimi mavi üzerine beyaz haçlı uçağın kimi kırmızı üzerine beyaz ay yıldızlı uçağın zaferi için dua ediyordu. Heyecan son kerteyi bulmuştu. Sanki kendileri savaşın dışındaydılar. İki milletin ölüm kalım kavgasını yalnızca gökteki bu iki uçak yapıyordu. Pilot Vecihi, İsmet’e yeni bir tur başlatırken Teğmen Basri’nin arkadan omzuna indirdiği yumrukla irkildi. Basri, kolunu Yunan uçağına doğru uzatarak “Gözetleyici, gözetleyici!” diye bağırıyordu. Vecihi, Yunan uçağının gözetleyici yerine dikkatle bakınca gözetleyicinin yerinde olmadığını gördü. Makineli tüfeği de türel üzerinde sahipsiz olarak askıda kalmış, sallanıp duruyordu. Yunanlı gözetleyicinin vurularak uçağın içine kaydığı ve ayak uzatma boşluğuna yığıldığı anlaşılıyordu. Yunan uçağı sola keskin bir dönüşle, çarpışma turundan uzaklaştı. Vecihi, bu ani değişiklik karşısında turunu keserek kovalamaya geçmek isterken Yunan uçağının açık bir turla dönüşünü tamlayarak üzerlerine geldiğini gördü. Gözetleyicisinin makineli tüfeğinden yoksun pilot, savunmasız kaçamayacağını anlamış, kendini kurtarmak kaygısıyla son kozunu oynamayı düşünmüştü. Uçağının burnuna monte edilmiş sabit makineli tüfeğiyle saldırıya geçiyordu. Yunanlı pilotun niyetini sezen Vecihi, hemen İsmet’i Yunan uçağının yan ateş alanına soktu. Bu durumda Yunanlı pilotun sabit makineli tüfekle yapacağı ateş tümüyle etkisiz kalıyordu. Yunanlı yeni bir dönüşle ateş etme şansı yaratmak isterken bilmeden Teğmen Basri’nin öldürücü mermi hüzmesi alanı içine kayıyordu. Tehlikeyi gören Yunan uçağı birden doğruldu, hızını artırarak saldırdı. Çok yakın mesafeden İsmet’in üstünden geçerken Vecihi hemen Yunan uçağının aktığı yana döndü ve onun kuyruk altına doğru hızlı bir dalış yaptı. Teğmen Basri, beklenen fırsatı kaçırmadı ve beliren net hedefe mermilerini yağdırdı. Yunan uçağının önce koyu bir duman saldığı, ardından sağa sola yalpalandığı görüldü. Sonra, birden burun üstüne dikildi, gittikçe artan bir hızla ve arkasında kara dumanlar bırakarak Katrancı Vadisi’ne doğru dalışa geçti. Bir külçe gibi toprağa çakıldı... Teğmen Basri, sevinçle gözetleyici yerinden uzanarak Pilot Vecihi’nin arkadan yanaklarından öpmek istedi. Vecihi, tek eliyle arkadaşına sarıldı, alnından öptü. Teğmen Basri’nin alnı iri ter taneleriyle doluydu. Vecihi’nin 118
dudaklarıysa kupkuru... Bu sırada aşağıdan bir uğultu yükseldi. Önceleri anlayamadılar, motorun gazını azaltınca uğultu netleşti. Binlerce ağızdan tek bir ses çıkıyordu: “Yaşa, varol, yaşa, varol!” Çarpışmaları büyük bir heyecanla izleyen yerdeki Türk savaşçıları, ay yıldızlı uçağın zaferini kutluyorlardı. Yunan kesiminde çıt yoktu. Sonra, Yunanlılar olanca güçleriyle uçaklarının öcünü almak istiyor gibiydiler...
ateşe
başladılar.
Düşen
Kamanlı Hüseyin Çavuş Kamanlı Hüseyin Çavuş, bu gece ileri gözcülük yapıyordu. Yanına Urfalı Hüsamettin Onbaşı ile üç er almıştı. Hepsi sırtın en yüksek noktasına yüzükoyun yatmışlar, karşı tepeleri gözlüyorlardı. Gündüz bolca kan dökülen ve hava kararırken bozularak geri çekilmek zorunda kalınan tepelerdi karşı tepeler. Şehit arkadaşlarını gömemeden yaralıların hepsini geri taşıyamadan Yunanlılara bırakılan tepelerdi karşıları... Beş Türk savaşçısı; içleri buruk, gözleriyle karanlığı delmek istercesine ilerileri gözetliyorlardı. En küçük bir sesi, en küçük bir hışırtıyı kaçırmamak için kulaklarını dikmişlerdi... Bir süre sonra, karşı tepelerde birkaç cılız ışık görüldü. Hüseyin Çavuş, onbaşıyı dürterek fısıldadı: - Lan Hüsam, dürbünü uzat. Çavuş Hüseyin, dürbünü gözüne dayadı, istediği netliği buluncaya dek ayarıyla oynadı, gözetlemeye koyuldu. Derin derin inceledikten sonra, fısıldadı: - Hüsam, düşman fenerleri yakmış yaralılarını, ölülerini topluyor. Fırla, bi çırpıda alaya yetiş. Nöbetçilere haber et. Telaşlanmasınlar... Onbaşı sürünerek geriledi, sırtın arkasına varınca koşmaya başladı. Bu sırada, karşı tepelerden bazı bağırtılar duyuldu. Hüseyin Çavuş, fenerlerin küçük ve cılız ışıkları arasında görebildiği karaltılardan ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Bağırtılar giderek artıyordu. Aklına gelen, kafasına bıçak gibi saplanan önseziden ürktü, içine çöküveren kuşkudan kurtulmak amacıyla her parıldayan ışığa dürbünü çeviriyordu. Derken koyu karanlık, net ve gür bir haykırışla yırtıldı: - Oy anam! Hüseyin Çavuş, önsezisini kanıtlayan bu haykırışla birden irkildi: - Yaralılarımızı süngülüyorlar! İleri gözcü üç eri, bir titreme aldı. Zangır zangır titriyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın Kafkas Cephesi’nde pişen eski asker Hüseyin Çavuş, 119
erlerin sinirlerinin boşaldığını, bedenlerini bir öfke kasırgasının sardığını anlamıştı. Üçü de gözlerini çavuşa dikmişler titreyip duruyorlar, her hâlleriyle bir emir beklediklerini belli ediyorlardı. Hüseyin Çavuş, bir bunalımın doğmak üzere olduğunu, erlerin disiplinli tutumlarının azalmaya yüz tuttuğunu sezmişti. İşi umursamazlığa vurdu. Dürbünüyle karşı tepeleri taramaya koyuldu. Erlerden Bayburtlu Şamil; öfkeli, aynı zamanda küçümseyen bir ses tonuyla sordu: - Neye bişey demiyon çavuşum, can feryatlarını duymaz mısın? - Kapa çeneni! Yaralıları almamızın mümkünü yok. - Yaralıları alamak, doğrusun. Emme, karşı yamaca varıp düşmana ateş ederik herhâl. Ne diyon? Hüseyin Çavuş, akıl öğretilmesine, üstelik Er Şamil’in kendisini korkaklıkla suçlar biçimde alaycı konuşmasına bozuldu: - Kıpırdanma yok, ateş etmek yok. Emir böyle. Cephede kimsenin keyfine göre iş yok. Anladın mı? Kulaklarını tıka, hıncını sabaha tut. Erler kızgın birbirlerine sokuldular. Karşı tepelerden tek tük bağırtılar, inlemeye benzer sesler duyuluyordu arada sırada. Erlerin soluk alışları hırıltıya dönüşmüş gibiydi. Öfke soluyorlardı burunlarından. Uçtaki er, çavuşa duyurmak istercesine yanındakine alçak sesle seslendi: Yahya, gardaşım, yaralı düşersem hem de çekilirsek beni düşmana bırakma. Olma mı gardaşım? Yoksa hakkımı helal etmem. Ben de seni hiç geride komam. Olma mı? - Olur gardaşım olur. Hüseyin Çavuş iyice huysuzlandı : - Kesin lan zırıltıyı. Konuşmak yasak didim bi yol. Yasak didim mi yasaktır. Ötekiler çavuşu takmaz gözüküyorlardı. - Ananın ak sütüne yeminin yemin olsun mu? - Olsun gardaşım olsun. Bu sırada, karşı tepelerden acı bir çığlık daha yankılandı. Bayburt’lu Şamil sıkıntıyla kımıldandı, bir iki derin soluk aldı, sonra birden ayağa kalktı. Hüseyin Çavuş sert bir sesle sordu: - Şamil! Nereye lan? - Hacet görecem. Eski asker Hüseyin Çavuş’un korktuğu başına gelmişti. Şamil’i kan tutmuştu besbelli. Öfkeli sesini yumuşatarak konuştu: 120
- Tüfeğini bırak, git şuraya uçkurunu çöz, işini gör. Hüseyin Çavuş, Sarıkamış’ta şehit düşen yüzbaşısını anımsadı. Yüzbaşı, kan tutup da siperden fırlayanlara ana avrat söver, tekmeler, tokatlardı. Kan tutunca aklı kendinde olmazmış insanın. Tek başına bir orduyu yıkarım sanırmış, ölüme koşarmış akılsızca. Kendine getirmek için ya sövmek ya dövmek ya da korkaklıkla suçlayıp kaynayan kanını soğutmak gerekirmiş. Bunları anımsayınca rahatladı. Ayağa kalktı, zangır zangır titreyen Şamil’e bir tokat attı: - Dikilip durma ayı! Ya çök ya git şuracığa boşal. Boşal ki yarın korkudan altına etmeyesin. Şamil ani bir hareketle tüfeğini çavuşa çevirdi. Bir ara duraladı. Sonra yere oturdu, tüfeğini kucağına aldı. Sarsıla sarsıla sessizce ağlamaya başladı. Hüseyin Çavuş yanına çöktü, onu kucakladı, ıslak yanağından öptü: Yiğidim, dadaşım benim. Karşıya varsan ne olacak? Onlar çokluk. Hemen haklarlar seni. Oradaki kardaşlarımızın alnına yazılan buymuş, şehit olmakmış. Kaderin önüne kim geçmiş ki? Sabahı bekle. Süngülenenlerin hıncını tüm alay birlik alırız... Darendeli Mehmet Çavuş Alayı süngü saldırısına kalktığında Darendeli Mehmet Çavuş takımının en önündeydi. Sağ ayağındaki kapanmış eski bir yaradan ötürü aksayarak koşuyordu. Ayağındaki aksaklığı gür sesiyle bastırmak istercesine olanca gücüyle bağırıyordu: “Allah! Allah! Allah! Allah!..” Yunan siperlerine elli metre kala, takımının bazı erlerinin kendisini geçtiğini görünce canı sıkıldı. Kafasını yana çevirince ötekilerin de kendisine yetiştiğini anladı. Artık süngü saldırısını, siperlerdeki Yunanlıları unutmuş, kendini yarışa dönüştürdüğü koşuya kaptırmıştı. Yeni bir hırsla bir iki adım atmıştı ki yanı başında soluk soluğa bir ses duydu: - Ha çavuşum, dayan çavuşum! Amasyalı Dursun’un sesiydi bu. Takımın şişkosu Dursun bile başlangıçtaki mesafeyi kapatmış, kendisine gayret veriyordu aklınca. Bu ağırına gitti Mehmet Çavuş’un. İç geçirdi. Ulan Rus’un kurşunu sağ bıraktı, şişkonun sözü öldürecek. Son bir çabayla Şişko Dursun’a yetişeyim derken bir silah sesi duydu. Şişko Dursun yere yıkılınca birden ayıldı. Tam süngü çatışmasına gireceklerken Yunanlı tetiği çekmişti. Yunanlının namluya yeni bir mermi sürmek için tüfeğin mekanizmasına el attığını gördü. Tüfeğiyle çapraz vuruş yapmak için atak yaptığı anda, patlama sesiyle birlikte sağ bacağında bir sızı duydu. Çapraz vuruşla yeniden mekanizma koluna el atan Yunanlının tüfeğini çeldi, süngüsünü sapladı. Karnı deşilen Yunanlı yere düştü. 121
Mehmet Çavuş, ileride süngü çatışmasını sürdüren takım erlerine yetişmek, koşmak istedi. İlk adımda, sağ bacağı beynini zonklatan bir acıyla bükülünce yüzüstü toprağa düştü. Yunanlılar bozulmuştu. Sevindi. Kafasını sola çevirince Şişko Dursun’un kendine doğru sürünmeye çabaladığını gördü. Orda kal deli şişko. Tüfeğini doğrult. Ben yanına varıyom. Düşman gelirse bas tetiğe. Sürünerek beş adım ötedeki şişkonun yanına ulaştı. Şişkonun yüzü boncuk boncuk terdi. Göğsünün sol omuza yakın kesimi kıpkırmızıydı. Mehmet Çavuş, sargı paketini açtı. Pamuk yumağını olduğu gibi şişkonun yarasına bastırdı: - Gözün aydın şişko, dedi. Yaran yüreğinden ırak. Soluk alırken acıyo mu? - Biraz. - Kurşun ciğerini sıyırtmıştır. Öksür hele. Şişko bir kaç kez öksürdü. - Gözün aydın ki ne aydın, dedi Mehmet Çavuş. Kan içeri sızmıyor. Ciğere değmemiş. - Sen ne hâldesin çavuşum. Benden hayır yok. Düşmanın kurşunu eski kırığa rast geldi. Zor kaynamıştı kemik zati. Şimdi iyice dağıldı herhâl? Sen pamuğu sıkıca bastır yarana. Hiç kıpırdanma. Tepe alındı gibi. Birazdan sedyeciler yetişir. Mehmet Çavuş, ellerine dayanarak gövdesini dikledi, oturdu. Pantolonunun kayışını çözdü. Kıçını hafifçe kaldırarak pantolonunu sıyırdı, ite ite ayağındaki çarığın üstüne yığdı. Bacağının bir yana kaykılan dizden aşağısını doğrulttu. Yara fazla kanamıyordu. Sargı bezini sıkıca sararken seslendi. - Lan deli şişko! Benden hayır yok. Topal kalırım gayri. Askerlik bitti. Barışa kavuşunca çavuşunu unutmuşluk etme. Darende’nin Fenk köyündenim. Sivas’ın Darende’si, Darende’nin Fenk köyü. Unutayım deme Fenk, Fenk!.. Doğruydu. Mehmet Çavuş’un dokuz yıllık askerlik yaşamı bitmişti. Ordu dışı kalacaktı bundan böyle. 1906 yılında yirmi yaşındayken askere alınmıştı. Savaş yoktu. Diyarbakır kışlasında üç yıl askerlik yaptıktan sonra köyüne dönmüştü. 1912’de Balkan Savaşı patlayınca askere çağırmışlar, Trakya’ya götürmüşlerdi. Edirne’yi geri aldıktan sonra barış olmuştu. Edirne’den alıp İstanbul’a getirmişler, orada terhis etmişlerdi. Vapurla Samsun’a gelmiş, oradan köyüne dek yürümüştü. Tam tarlayı, bağı düzene koyacaktı ki bu kez Dünya Savaşı’na çağırdılar. Rusların doğuda 122
Hasankale’ye dek ilerlediği günlerde, Oltu yakınlarındaki cephede buldu kendini. Yükselmiş, çavuş olmuştu. Takım komutan vekili olarak Kaleboğazı geçidini savunurken bir şarapnel parçasıyla sağ bacağının diz altından yaralanmıştı. Tortum’a gönderdiler Mehmet Çavuş’u. Yarası iyi olunca yeniden cepheye döndü. Birliği ile Aşkale’ye, oradan da Erzincan’a dek çekildi, vuruşa vuruşa. 1917’de, Rusya’da komünist devrimi olup da Ruslar çekilince Ermenilerle çarpışma başladı. Mehmet Çavuş’un birliği vuruşa vuruşa ilerlemeye başladı. Erzurum’un, Kars’ın, Gümrü’nün kurtarılışını yaşadı. Savaş bitip de silah bırakışması olunca köyüne döndü. Tarlayı, bağı yeniden düzene koymaya girişti. İşler yoluna girdi derken bu kez Yunanlılarla savaş başlamıştı. Ver elini Sakarya... Otuz beş yıllık yaşamının dokuz yılını asker ocağında, altı yılını savaşta geçiren Mehmet Çavuş, geri kalan ömrünü tarlasında doldurmayı umuyordu. Barış olursa eğer... Teğmen Bekir Sıtkı Topçu Teğmeni Bekir Sıtkı, Haymana’nın Yeni Mehmetli köyü yakınlarında mevzilenen toplarının gerisindeki çadırının önüne oturmuş, yufka ekmeğine peynir dürmüş yiyordu. İlerideki yamacın dibinde batarya erleri saç üstünde ekmek yapıyorlar, et kızartıyorlardı. Ortalığı kızarmış et kokusu sarmıştı. Bekir Sıtkı, 15’inci Skoda Obüs Bataryası komutanıydı. Yirmi bir yaşında genç bir teğmendi. Bataryasındaki erlerin çoğu orta yaşlı, gün görmüş kişilerdi. Birinci Dünya Savaşı’nda, İngilizlere tutsak düşüp de tutsak kamplarından yeni dönenler çoğunluktaydı. Cephe komutanlığı emrinde bağımsız bir bataryaydı. Çarpışmaların durumuna göre hangi birliğe topçu desteği gerekiyorsa oraya gönderiliyor, o birliğin emrine giriyordu. Bataryasını da emrine girdiği birlik doyuruyordu. Dün akşam desteklediği birlik ileriye yürümüş, kendisine de ikinci bir emre dek bulunduğu yerden ayrılmaması bildirilmişti. Bugün öğleye dek bir emir gelmeyince erlerini doyurmak için Yeni Mehmetli köyüne gitmiş, köylülerden yiyecek bir şeyler istemişti. Köylüler bolca un, biraz yufka ekmeği, biraz peynir vermişlerdi. Köylülerin fakir olduğu belliydi, fakat gözüne bir koyun ilişince erlerinin iki haftadır et yüzü görmediklerini anımsayarak koyunu istemekten kendini alamamıştı. Köylüler biraz gönülsüz davranınca zorla almıştı koyunu. Teğmen Bekir Sıtkı, durumunun sonuna geldiği sırada, bataryanın dev yapılı gözetleme çavuşu, elinde saç ekmeği, onun üstünde bir parça kızarmış etle yanına yaklaştı: - Komutanım, buyurun size de bir lokma azık getirdim. - Sağol Cafer Çavuş. Görüyorsun ben karnımı doyurdum. Arkadaşlar buyursun, yesinler. Afiyet olsun. 123
- Efendim! Eğer bu etle ekmek haramsa neden bize yediriyorsunuz? Helalsa siz de yiyeceksiniz. Arkadaşlarım size bakıyorlar. Sesi titriyordu çavuşun. İnandığı bir şeyi savunuyordu. Komutanına karşı geldiği duygusuna kapılmış, alnı sıkıntıdan boncuk boncuk ter dolmuştu. Teğmen Bekir Sıtkı, erlerine biraz daha fazla et düşsün diye peynir dürümü yemişti. Alınan koyunun sorun yaratacağını hiç düşünmemişti. Erlerin gösterdikleri duyarlılıktan utanmış, heyecanlanmıştı. Dolu dolu olan gözlerini Cafer Çavuş’tan gizlemeye çalışarak yürüdü: - Haydi arkadaşlarının yanına gidelim, hep beraber yiyelim. Asteğmen İhsan (MÜDERRİSOĞLU) Yedek Asteğmen İhsan (Müderrisoğlu), Alman yapısı Zeiss dürbünüyle yeni doğan günün aydınlattığı alacalı tepeleri gözlüyor, Yunan mevzilerine dek uzanan araziyi dikkatle tarıyordu. Görünürlerde kimsecikler yoktu. İçi acı bir buruklukla doluydu. Kafasından, belki yüzüncü kez aynı şeyler geçip duruyordu: Yazık oldu Mevlüt Çavuş’a, yazık oldu çocuklara. Tutsak alalım derken ya tutsak düştüler ya da şehit... Dün akşam alay komutanı, Yunanlıların tutumlarını ve niyetlerini öğrenebilmek amacıyla tutsak alınmasını istemişti Asteğmen İhsan’dan. Tutsak almak kolay iş değildi. Büyük soğukkanlılık ve deneyim isteyen bir görevdi. Asteğmen İhsan, yalnız taburunun değil, 42’nci Alayın en güvenilir savaşçılarından Konyalı Mevlüt Çavuş’u görevlendirmişti. Mevlüt Çavuş da seçtiği iki eri yanına alarak gece karanlığında Yunan içlerine doğru gözden kaybolmuştu! Gece yarısından sonra karşılardan birkaç tüfek, birkaç el bombası sesi duyulmuştu. Sonra, derin bir sessizlik sürmüştü sabaha dek. Asteğmen İhsan, bütün gece gözünü kırpmamış, Mevlüt Çavuş’u ve arkadaşlarını bekleyip durmuştu. Sabah olmuş, gün ışımış, gidenler dönmemişti. Bundan sonra da beklemek gereksizdi. Olan olmuştu artık... Asteğmen İhsan, içi anlatılmaz tedirginlikle dolu, raporunu vermek için alay karargâhına doğru yürürken Mevlüt Çavuş’u düşünüyordu. Onun her zamanki seslenişi kulaklarında yankılanıyordu: “Efendi beyim! Efendi beyime söyleyim!..” Yılların savaşçısı Mevlüt Çavuş; asteğmenlere, teğmenlere ve üsteğmenlere, “Efendi”, yüzbaşı ve daha üst rütbeli subaylara “Bey” diye hitap edileceğini çok iyi bilirdi. Ama bir teğmen, normal koşullarda bir yüzbaşının komuta ettiği bir bölüğe komutanlık yapıyorsa o teğmene “Efendi” diye hitap etmenin haksızlık olacağını düşünürdü. Bu yüzden, Mevlüt Çavuş komutanlarına rütbelerine değil, görevlerine göre hitap etmeyi yeğler, bölük komutanlığı yapan teğmenlere kendi buluşu “Efendi Beyim”le hitap eder, böylece rütbe ile görevi birleştirmiş olurdu aklınca... 124
Bölük komutanı yaralanıp savaş dışı kalınca Asteğmen İhsan, bölük komutanlığını üstlenmiş, Mevlüt Çavuş da hitabını efendimden, “Efendi Beyim”e dönüştürmüştü hemen ve Asteğmen İhsan, alay komutanına acı haberi nasıl vereceğini düşünüp dururken kulaklarında aralıksız yankılanan “Efendi Beyim”lerin yarattığı anımsamalardan kurtulamıyordu bir türlü. Tam alay komutanının kamufle edilmiş çadırına yaklaşmıştı ki arkasından, içini dolduran sesin olanca canlılığıyla yeniden yankılandığını duydu: - Efendi beyim! Asteğmen İhsan geri dönünce Mevlüt Çavuş’u iki arkadaşıyla karşısında buldu. Şaşırdı bir an. Sonra, içindeki sıkıntının birden boşalarak yerini anlatılmaz bir coşkunun doldurduğunu sezdi ama dili tutulmuştu sanki. Konuşamıyor, Mevlüt Çavuş’u ve iki arkadaşını kucaklayıp duruyordu. Neden sonra, Mevlüt Çavuş’un durgunluğunu fark etti. Coşkusuna karşılık alamaması canını sıkmıştı. O sırada, Çavuş’un göğsündeki kan lekesini gördü. - Yaralanmışsın Mevlüt Çavuş, dedi. - Yaralı değilim efendi beyim! Arkadaşlarda da sakatlık falan yok. Yunanlıyı tutsak aldık ama getiremedik. Biz bu işi beceremedik efendi beyim! Mevlüt Çavuş titriyordu. Dokunulsa ağlayacak gibiydi. Bir solukta içini döktü: “Karanlıkta tüy gibi kaydık Yunan içine. Yarın başında tek bir ileri gözcü bulduk, düşmanı gözümüze kestirdik. En ufak ses duyunca kulaklarını dikiyordu. Yanına pek yaklaşamadık. Baktık olmuyor, fırlayıp üstüne çullandık. Tüfeğine davrandıysa da nafile. Bir el ateş etti o da fos. Arkadaşlar kollarını bacaklarını bağladı, ben ağzını çıkınladım. Derken silah sesine beş on düşman üşüştü. Tutsağı sırtladım, arkadaşlar gelenlere el bombaları savurdu. O hengâmede yardan aşağı kaçmaya koyulduk. Arkamızdan habire ateş ediyorlardı. Yamaca varıp dere yatağına kıvrılınca izimizi kaybettiler. Dere içinde epey koştuk. Yorgun düştüm. Arkadaşlara şunu biriniz sırtlayın gayri dedim. Düşmanı sırtımdan indirince baktık ölü. Garibin kafasında bir delik. Arkadaşlarının kurşunu denk gelmiş. İşte böyle efendi beyim.” Asteğmen İhsan’ın lekelerine takıldı yeniden.
gözleri,
Mevlüt
Çavuş’un
göğsündeki
kan
- Yaralanmışsın Mevlüt Çavuş. Mevlüt Çavuş duraladı. Bir an kararsızlık içinde bocaladı. Sonra, elini koynuna sokarak içinden kanlı bir parça çıkardı. - Bundan bulaşmıştır efendi beyim. Düşman ölünce kulağını kestiydim. - Yani, bana delil mi getiriyorsun Mevlüt Çavuş. Sözlerin yetmez miydi? Çavuş, utançla önüne baktı: 125
Efendi beyim. Bana güvenmeseydiniz, düşman içine göndermezdiniz. Geçen sabah Nuri Çavuş tutsak almaktan eli boş dönünce Çavuş’um, Yunan içinde gece yan gelip yatmak nasıl oluyor? Bari uykunu alaydın, diye takıldıydın. Düşmanın kulağını Nuri Çavuş’a getirdim. Yüzbaşı İsmail Hakkı (TEKÇE) ve Yaralı Er Meclis Muhafız Taburu, iç isyanların belirsiz günlerinde, Ankara’da yeni yeşeren Büyük Millet Meclisini isyancıların saldırısından korumak amacıyla kurulmuştu. Sakarya’dan önce Anadolu’nun tüm olanakları zorlanırken Muhafız Taburu da cepheye gönderilmişti. Yirmi iki gün yirmi iki gece çetin çarpışmalara katılan tabur, oldukça önemli yitikler vermişti. Meclis Muhafız Taburu Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı (Tekçe), sabahleyin çarpışmalar durulunca emir verdi: - Yaralılar toplansın, şehitler gömülsün. Kendisi de savaş alanını dolaşmaya koyuldu. Biraz sonra bir gözenin (su kaynağı) başında yaralı bir er buldu. - Ne zaman yaralandın oğlum? Üç gün oldu. Yüzbaşı İsmail Hakkı irkildi. - Ne yaptın bunca zaman? Ne yedin, ne içtin? Açlık dayanılmaz olunca bu gözeden su içerdim. Yüzbaşı, yaralıyı sedyecilerle taşıtırken sordu: - Ne istersin, ne yapalım senin için? - Hiç bir şey istemem. Birliğime yazın, kaçak olmayayım. Beni kaçtı bilmesinler. Bu sözleri duyunca sarsıldı Yüzbaşı İsmail Hakkı. Erdeki yurt sevgisinin ve askerlik anlayışının enginliği karşısında ağlamaklı oldu birden... Yüzbaşı İstanbullu Saim Bey Şehit düşen, 5’inci Kafkas Tümeni 13’üncü Alay 1’inci Tabur, 1’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı İstanbullu Saim Bey, töreye uygun olarak kanlı üniformasıyla mezarına konuldu. Üstü uğruna can verdiği toprakla örtüldükten sonra kısa bir dinsel tören yapıldı. Erleri ve subay arkadaşları, donuk gözlerini onun yeryüzünde bıraktığı son görüntüye, bir karış yüksekliğindeki toprak tümseğe dikip dua ettiler. Sonra birer ikişer hüzün dolu adımlarla silahlarının başına döndüler. Şehit Yüzbaşı İstanbullu Saim Bey’in, Amasya’daki eşine gönderilmesi için bir torbaya konulan kişisel eşyaları arasında, cebinden çıkan bir mektupta yer alıyordu. Mektubun bir bölümü şöyleydi: 126
“Günlerden beri Kurban Bayramı hazırlığı içindeyim, çocukların dikişlerini diktim, fakat bu nasıl bayram? Çocuklar soruyorlar, babamız ne zaman gelecek? Onunla ne zaman bayram yapacağız diyorlar.” İki hafta önce yazıldığı anlaşılan bu mektup, acı haberle birlikte, yazarına dönecekti... Ordu - Millet Dayanışması Duatepe'ye yapılacak taarruz için 57’nci Tümenin, Kerim köyüne gelerek yedekte kalması kararlaştırılmış, durum gece yarısına doğru tümene bildirilmişti. Emri alan 57’nci Tümen Komutanı Albay Mümtaz hemen tümenini uyandırmış, kısa sürede yol hazırlıklarını tamamlatmış ve gece yarısını biraz geçe yürüyüşü başlatmıştı. Albay Mümtaz, hızlı bir yürüyüşle sabah saat altıda tümenini Kerim köyünde bulundurabileceğini umuyordu. Bozkır eylülünün gece soğuğu erlerin uykusunu açmıştı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı olduğundan ortalık zifiri karanlıktı. Kol başının engebeli arazide düzgün yol bulmasındaki zorluğun yanı sıra erlerin dörderli sıraları koruması bile olanak dışıydı. Ateş hattından oldukça gerilerde bulunulduğu düşünülerek her bölüğün bir gemici feneri yakmasına izin verildi. Yüksekten bakılınca seyrek aralıklı solgun ışıkların bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerilere uzandığı görülüyordu. Uyku sersemi atılan adımlar giderek çevikleşmiş, yürüyüş kolu hızını artırmıştı. Yarım saat sonra gök gürüldemeye, tek tük şimşekler çakmaya başladı. Her şimşek çaktığında yürüyüş kolu birkaç saniyelik aydınlığa kavuşuyor, biraz dağınık olan dörderli sıralar kendilerini düzeltiyordu. Derken yağmur çiselemeye başladı. Yağmurdan zarar görmesin diye omuzlardaki tüfekler çıkarıldı ve namlu aşağıya gelecek biçimde yeniden omuzlara asıldı. Ardından yağmur sağanağa döndü. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Önceleri hafif esen rüzgâr yerini fırtınaya bıraktı... Cılız ışıklı fenerlerin ıslanan camları çatlamaya, dağılmaya başladı. Fenerlerin birer ikişer sönmesiyle yürüyüş kolu koyu karanlığa gömüldü. Yürüyüş kolunun bozulmaması, erlerin kaybolmaması için birbirleriyle konuşmalarına izin verildi. Elbiseleri aşan ıslaklık bedenleri sarmaya, bozkırın tozlu toprağı cıvık çamura dönüşmeye başladı. Tepeden tırnağa sırılsıklam olan savaşçıları gecenin soğuğu titretiyordu. Gök, yerle birleşmiş; yer, çamur denizi olmuştu. Ağırlaşan ayakkabılar, kayan ayaklar adımları yavaşlatmıştı. Gök gürültüsü, yağmur ve fırtınanın uğultusu, yürüyüş kolunu bozmamak için birbirlerine seslenen savaşçıların seslerini bastırıyordu. Doğanın çıkardığı sesler ve insanların bağırtısı birbirine karışıyordu. Bu sırada, yürüyüş kolunun arkalarındaki bölüklerden biri kendine ortak bir dil buldu. Bütün bölük, bir ağızdan günlerdir Sakarya'ya bakan tepelerde yankılanan bir türküyü söylemeye koyuldu. Havası ve ritmiyle daha çok bir marşa benziyor, yürüyüş temposuna uyuyordu. 127
“Ankara'nın taşına bak. Gözlerinin yaşına bak. Biz Yunana esir olduk. Şu feleğin işine bak!” Bu marş, halkın bağrından çıkmıştı. Sözüyle müziğiyle halkın yarattığı bir marştı. Ulusal bir yakınmayı dile getiriyordu. Marş, elektrikle çarpmış gibi öteki bölüklere, taburlara, alaylara yayıldı. Gecenin koyu karanlığında yürüyen 57’nci Tümen tek bir ses olmuştu... Marş, uzun yürüyüş kolunu canlandırmıştı. İliklerine dek ıslanan savaşçılara soğuk işlemiyordu artık. Yüzlere kamçı gibi çarpan yağmur taneleri, paçalardan sızan sular, insanı uçuracakmışçasına esen rüzgâr ve bileklere dek çamura batan ayaklar yürüyüş kolunun hızını etkilemiyordu. Bu kez, yürüyüş kolunun önleri başlattı marşı. Islak dudaklardan çıkan sesler gerilere doğru yayıldı. Bu marş yeni yeni duyuluyordu cephede. Bestecisi, söz yazarı pek bilinmiyordu. Halkın coşkun duygularını yansıtıyordu bu da. Marşın başında Türk halkı askerlerine sesleniyor, onlara kutsal görevlerini anımsatıyordu. Marşın son bölümüyse Türk'ün karanlık günlerinde ortaya çıkan, kendini ulusuna adayan bir oğula, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya yakılan bir türkü havasındaydı. Halkın duyguları böyle dile getirilmişti. Şimdi, halkın kendisine seslendiği Türk askeri, halkının yarattığı marşı söylüyordu. Sicim sicim yağmur altında ve koyu karanlıkta ilerleyen 57’nci Tümen, erinden subayına dek coşmuştu: “O sevimli yüzün asla solmasın. Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın. Ey mert asker durma yürü ileri. Sakarya'da bir tek düşman kalmasın! Dünyalara bedeldir mah cemalin, Allahıma emanettir Kemal'im.” Yağmur gün ağarırken dindi. Rüzgâr da yağmurla birlikte kesildi. Ama yürüyüş kolunun sesi kesilmedi. Marşları türküler izledi. 57’nci Tümenin savaşçıları, güneşin ilk ışıklarını sevinçle karşıladılar. Aydınlığından çok, sırılsıklam elbiselerini kurutacağı için... 176’ncı Alayın Tabur Komutanlarından Osman Bey, yürüyüş kolundaki erlerden birinin omuzlarında iki tüfek gördü. Yakınlarında tüfeksiz er yoktu. Yardım için arkadaşının tüfeğini taşıyor olamazdı. Erin yanına yaklaştı, sordu: - Oğlum, niye iki tüfek taşıyorsun? - Komutanım, çok ateş etmekten tüfeğimin mekanizma kolu şişti. Zor açılıp kapanır oldu. O tüfekle iş göremeyeceğimi anladım. Yanımda şehit düşen arkadaşımın tüfeğini aldım. Tüfeği iyi işliyor. O günden bu yana iki tüfek taşıyorum. Şehit arkadaşımın tüfeğiyle vuruşuyorum, numarası benim üzerime yazılı olduğu için kendi tüfeğimi de bir yana bırakamıyorum. - Niye bırakmıyorsun oğlum? - Bırakılır mı hiç? Milletin malını bana vermişler, üzerime yazmışlar. Sahip çıkmamak olur mu? Hesabı benden sorulur. 128
Osman Bey, erin bölük komutanını yanına çağırdı, emir verdi: - Bu erin işe yaramayan tüfeğini alın, onbaşılığa terfi ettirin, yazısını da tabura gönderin. 57’nci Tümen, beş buçuk saatlik bir yürüyüşten sonra sabah saat altı buçukta yedekte bekleyeceği yere vardı. Hemen dinlenmeye geçildi. Bir yandan birliklere çeki düzen verilirken bir yandan da yakılan ateşlerde üniformaların kurutulmasına çalışılıyordu. Yalnız, bir er üstünü kurutmayı bir yana bırakmış, oradan oraya koşuyor, her rastladığına soruyordu - Kardaş, kırmızı bezin var mı? Yeşil bezin var mı? O curcunada, yeşil çuha üstüne kırmızı şeritli onbaşı işaretini bulmak kolay değildi. Bu gece yağmur altında yürüyüş yapan bir başka Türk tümeni daha vardı: 23’üncü Tümen. Çal Dağı kesiminde yaptığı şaşırtma saldırısını hava karardıktan sonra kesip Mürettep Kolordu emrine girmek için bütün gece yağmur altında yürümüş, gün doğmadan önce Beyceğiz'e varmıştı. Yunanlıların hava gözetlemesine karşı hemen köydeki evlere dağılmış, gizlenmişti. Ne var ki ıslak elbiseleri kurutmak için ateş yakamıyorlardı. Köydeki evlerin bütün bacalarının tütmesinin Yunanlıların dikkatini çekeceğinden korkuluyordu. 23’üncü Tümenin bütün subay ve erleri sırılsıklam üniformalarını çıkarıp iyice sıkmışlar, evlerin içinde kurdukları iplere asmışlardı. Beyceğiz evleri, beyaz uzun donlu, yarı çıplak insanlarla doluydu. Pantolonlar kuruduktan sonra giyilecek, iplere serilme sırası donlara gelecekti. Türk ordusunda hiçbir savaşçının yedek iç çamaşırı yoktu. Giyilen iç çamaşırları da Ulusal Yükümlülük Emirleri (Tekalif-i Milliye Emirleri) uyarınca Anadolu'daki her Türk evinin hazırlayıp verdiği tek kat iç çamaşırıydı. Bu yüzden, Türk savaşçılarının giydiği iç çamaşırlarının ortak yanı renklerinin beyaz oluşuydu. Biçimleri ve dikişleri çeşit çeşitti. Çoğu el tezgâhlarında dokunmuş bezlerden yapılmıştı. Türk kadınları göz ölçüsüyle fanila ve don biçiminde biçip kesmişler, elle dikerek Tekalif-i Milliye Komisyonlarına vermişlerdi. Yunan Vahşeti Duatepe'nin üç kilometre kuzeyindeki Çekirdeksiz köy, Yunan işgali altından kurtarılan ilk köy oluyordu. On gün önce Yunanlılar ele geçirmiş, Elimizden aldığı topraklar arasına katmışlardı. Şimdi, Kütahya - Eskişehir yenilgisinden bu yana yüzlerce köyü Yunanlılara kaptıran Türk ordusu, ilk kez yitirdiği bir köyü geri almıştı. Çekirdeksiz'e giren 15’inci Tümen birlikleri, köyün içinde henüz bir iki adım atmadan Anadolu'ya köklü Yunan uygarlığını getirdiklerini tüm dünyaya sık sık duyuran Yunan ordusunun geride bıraktığı uygarlık izleriyle karşılaşıp irkildiler. Köy evlerinin tüm damları yıkılmıştı. Görülen taş yığınları önceleri 129
orada bir ev bulunduğunu anımsatıyordu. Sokaklarda birçok inek, öküz ve manda ölüsü yatıyordu. Hayvanların karınları deşilmiş, bağırsakları ve işkembeleri patlamış, üstlerinde binlerce sineğin üşüştüğü pis kokulu sıvılar yerlere yayılmıştı. Sağda bozuk bir harman yeri kalıntısı vardı. Birkaç kadın çömelmiş, elleriyle buğday taneleri arıyorlardı. Taş yığınlarının arasında bir gölge kırık bir tencere kaynatıyor, ayaklarının arasında paçavralara sarılı iki yaratık toprakla oynuyordu. Yıkıntılar arasından çıkan yaşlı bir kadın, cılız kollarıyla kurtarıcı Türk askerlerinin boynuna sarılıyor, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyordu. Arada bir kesik kesik konuşuyordu: - Başımıza neler geldi? Yunanlılar her şeyimizi aldı, götürdü. Ne ot ne ocak kaldı. Bak damlarıma, hepsi çöktü. Bak bu leşlere bunlar davarımızı, malımızı, hepsini aldı götürdü, kalanını süngüledi. Yiyecek, giyecek bir şey yok. Erler teselli etmek istiyorlardı: - Zararı yok nine, yine hepsi olur. Buruşuk yanaklarındaki iki izden durmadan yaşlar akan yaşlı kadın, birden duruyor, iki elini bir onbaşının omuzlarına koyuyordu: - Ev sahibimi götürmüşler, yakmışlar. Doğru mu? - Yok nine, hiç insan yakılır mı? O yine gelir. - Küllerini, kemiklerini görenler olmuş. Yıkıntılar arasında beliren daha genç ve yarı çıplak bir kadın da oraya geliyor, iki kadın, o ıssız köyün ötesindeki Anadolu'nun uçsuz bucaksız bozkırlarına bakarak uzun uzun ulur gibi ağlıyorlardı. Köyün ve kadınların içler acısı durumlarına bakan genç subaylardan biri söylenmekten kendini alamıyordu: - Yunanlılardan kurtaracağımız her köy böyle olacaksa buradan İzmir'e dek bacası tüten ev kalmadı demektir. Yıkıntıları geçen savaşçılar hızlı adımlarla, Yunanlılarla çatışmayı sürdüren ilerideki arkadaşlarına doğru yürüyorlardı. Köyü kurtarmanın büyük sevinci, yerini koyu bir hınca bırakıyordu savaşçıların duygularında... Asteğmen İhsan ve Mevlüt Çavuş Öğleden sonra bir bölüm Yunan kuvveti, Karasüleymanlı üzerinden saldırıya geçti. 4’üncü Tümen Komutanı Albay Mehmet Sabri (Erçetin), batısından ve doğusundan gelen şiddetli saldırı karşısında tümeninin kuşatılmak tehlikesiyle karşılaştığını anladı. Ancak 42’nci Alayın yapacağı bir karşı saldırının başarısı kuşatılma tehlikesini uzaklaştırabilirdi. Alaya ne 130
pahasına olursa olsun karşı saldırıya geçmesini ve Yunanlıları geri sürmesini emretti. 42’nci Alay karşı saldırıya başlayınca ilginç bir rastlantı, karşısında 42’nci Yunan Alayını buldu. Üniformaları, sancakları farklı, fakat numaraları aynı olan iki alay birbiriyle boğuşmaya başladı. İki 42’nci Alay birbirini yok etmeye çalışıyordu. Türk 42’nci Alayının bölüklerinden birine (2’nci Tb., 6’ncı Bl.) gencecik bir subay olan Amasyalı Yedek Asteğmen İhsan (Müderrisoğlu) komuta ediyordu. Sakarya Savaşı başladığında bir takım komutanıydı. Alayın verdiği büyük subay yitikleri nedeniyle sağ kalanları daha üst komuta yerlerine doldurmak zorunda kalmışlardı. Bu yüzden Asteğmen İhsan, bir haftadır bölük komutanlığı yapıyordu. Asteğmen İhsan, karşı saldırı emrini alınca baş siperi yaparak araziye yayılmış olan bölüğüne süngü hücumuna kalkılacağı işaretini verdi. Takımlara komuta eden çavuşlara eliyle “Ben işaret edince hep birlikte fırlayacağız.” emrini ulaştırdı. Toprağa sımsıkı yapışarak uygun zamanı kollamaya koyuldu. Yunan makineli tüfeklerinin bir ara ateşi kestiklerini görünce hemen işaretini vererek ayağa fırladı. Aynı anda bütün bölük saldırıya kalktı: - Allah! Allah! Allah! Allah!... Asteğmen İhsan, bölüğünün başında henüz yirmi metre koşmuştu ki yakın mesafeden bir Yunan makineli tüfeği takırdamaya başladı. Ne olduğunu anlayamadan yere kapaklandı. Sol bacağı ve kasığında bir yanma duydu. Yeniden ayağa kalkmak isterken sol yanına yıkıldı, kaldı. O zaman adım atamayacak biçimde yaralandığını anladı. Arkasından gelen bölük de komutanlarının yere yattığını sanarak yere yatmıştı. Karşı saldırı bozguna dönüşmek üzereydi. Asteğmen İhsan, tüm gücünü sağ bacağına vererek hafifçe doğruldu, olanca sesiyle bağırdı: - Durmayın! Hücum! Hücum!.. Takım komutanı çavuşlar durumu anlamışlardı. Hemen erleri saldırıya kaldırdılar. Allah! Allah! Allah! Allah!.. Bölük yeniden şahlanmış, ileriye atılmıştı. Asteğmen İhsan yaralarını yoklarken yanı başında Konyalı Mevlüt Çavuş’u buldu. - Yaralısın efendi beyim. - Mevlüt Çavuş, neden geri geldin? Takımına koş! - Takımı Yakup Onbaşı’ya teslim ettim, efendi beyim. Mevlüt Çavuş, tüfeğini kayışından çaprazlama omzuna astı, asteğmeninin karşı koymasına aldırmadan onu kucakladı, iki büklüm geriye 131
doğru koşmaya başladı. Bir yamacın kuytuluğuna varınca kucağından indirdi. Pantolonunun sol paçası kandan kıpkırmızı kesilmişti. Asteğmeninin yüzü solmuş, nefes alış verişleri hafiflemişti. Fazla kan yitiriyordu. Mevlüt Çavuş, hemen komutanının pantolonu yırtarcasına sıyırdı, cebindeki sargı paketiyle yaraları sıkıca sarmaya koyuldu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan söyleniyordu kendi kendine... - Ah benim efendi beyim! Allah seni almasın efendi beyim. Gençliğine kıymasın büyük Allahım. Aç gözünü bi yol. Gurbanın olam aç gözünü bi yol... Asteğmen İhsan'ın sol bacağında kalçaya doğru beş parmak arayla üç kurşun yarası vardı. Sonuncusu kasığa yakındı. Bir makineli tüfek taramasıydı bu. Mevlüt Çavuş yaraları sıkıca sarınca kanamanın hafiflediğini gördü. Çılgınca bir sevince kapıldı. Ak bezin üstüne çıkan kan lekelerinin yayılması azaldı. Biraz sonra durdu. Kanama dinmişti ama, Asteğmen İhsan hâlâ yarı baygındı... Mevlüt Çavuş, kanın kesin biçimde dindiğini görünce daha da neşelendi: "Hay gözünü sevdiğim Allahım! Sana yüz kere şükür olsun.” dedi. Sonra, tüfeğini çaprazlama asteğmeninin omzuna geçirdi, onu dikkatlice kucağına aldı, yavaşça sırtına kaydırdı, sırtladı. Geriye doğru yürümeye başladı. Bölüğünü, karşı saldırıyı çoktan unutmuştu. Çalış köyü yolundaki gezici hastaneye ne zaman varacağını düşünüyordu. Bulundukları yer cephenin güney kanadının en uç noktasında, Haymana'nın on dört kilometre güneydoğusundaydı. Yiyecek ve yem bakımından Konya Menzil Müfettişliğine bağlıydı. Konya'dan gelen ulaşım yolları destekliyordu cephenin güney kanat ucunu. Son günlerde Ankara ve Haymana Hastaneleri dolduğundan biraz daha uzun yola dayanabilecek yaralılar Konya'ya gönderiliyordu. Bu çok sevindiriyordu Mevlüt Çavuş’u. Kağnı kollarındaki hemşehrileriyle iki üç kez anasına ve küçük kardeşi Akif'e selam göndermiş, onların da selamını almıştı. - Mevlüt Çavuş, iki büklüm yürürken kendi kendine konuşuyordu: - Efendi beyim. Gün batmadan seyyar hastaneye varırık. Allanın izniyle yani. Kurşunları çıkartırlar önce. Seni kendi elimle bir arabaya yerleştiririm. Arabacıya da tembihlerim ki Konya'ya varınca gariplik çekmezsin. Anam kapında hizmetçin olur, kardaşım uşağın. Seni sütsüz, yağsız, yoğurtsuz komazlar. Her bir hizmetine koşarlar. Yaran azıcık kaynasın, iyiliğe yüz tutsun, bi yürüme talimine başla hele. Koltuğuna girer ta Meram bağlarına götürür getirirler Allahın günü. Hele bi boşlasınlar, ikisine de hakkımı helal etmem. Edilir mi? Kocakarı anam iyidir. Nefesi de kuvvetlidir ha. Bi dua edip yarana üfürsün, o saat kapanır yaran. Hem Meram suyu da şifa gelir sana. Kardaşım Akif yeni yetmedir, emme eli her bi şeye yatkındır. Ne dersen bulur, buluşturur. Sen emredecen, o şıppadak yapacak. Tek iki dudağının arasından çıksın. Rakı da bulur. Halis çekme rakı. Meramda suyun başında seni oturturlar, altını, sırtını yumuşacık 132
yastıklarla besler ki ağrı sızı duyman. Akif doldurur rakıyı, sen içen. Hepinizin sağlığına der diki dikiverin. Allah büyük, belkim Yunan tez elden bozulur, ben de yetişirim yanına. Sana ellerimle bi etli pide yaparım. Şimdi ayva zamanı yakın. Bi ayva olur Konya’da, sizin Amasya'nınkine hiç mi hiç benzemez. Ayvayı bolca şekerli suyla haşlarım. Hele ye de gör. Bi yarar ki. Ölüyü diriltir valla... Yarbay Rıfat Bey 13’üncü Alay Komutanı Yarbay Rıfat Bey de bugünkü kanlı dövüşün şehitleri arasındaydı. Tarassut Tepe’de bir top mermisiyle şehit olduğunu öğrenen silah arkadaşları, onun sık sık yinelediği sözlerini içleri burkularak anımsamaktan kendilerini alamadılar: “Ben ufak kurşunla ölmem. Öyle küçük şeylerle yıkılamayacak bir hayat yaşadım.” Ve Yarbay Rıfat Bey'in ölümü küçük bir kurşunla değil, koskoca bir top mermisiyle olmuştu... Sivaslıydı Rıfat Bey... Harp Okulunu bitirdikten sonra, genç subaylık yıllarını imparatorluğun şurasına burasına dağılmış kışlalarda geçirmişti. Zor günlerdi o günler. O sıkıntılı yaşama dayanamayan zayıf yapılı eşi, ardında bir erkek çocuk bırakarak veremden ölüvermişti... Bir ara izinle Sivas'a gelmiş, dağınık yaşamına düzen vermek istemiş, ilk eşinin yakınlarından Refika Hanım’la nişanlanmıştı. Evlilik hazırlıkları sürdürülürken Balkan Savaşı patlamış, kendini Trakya'daki ateş çemberi içinde bulmuştu. O bozgun günlerini, subayların çaresizlikten çılgına döndüğü, Bulgarların İstanbul kapılarına dayandığı o kapkara günleri bir bölük komutanı olarak yaşamıştı... Ardından hızlı bir olaylar dizisi başlamıştı: Balkan devletlerinin birbirleriyle savaşa başlaması, fırsattan yararlanılarak Edirne'nin kurtarılması, savaşın bitişi, birliğinin Edirne'den Doğu Anadolu'ya, Bayburt'a kaydırılması... Olaylar akış hızını koruyordu: Bir yıla yakın nişanlılıktan sonra evlenişi, barış geldi derken Avrupa’nın koskoca bir dünya savaşı başlatması, savaş ilan edilmediği hâlde Ruslarla sınır çatışmalarına girişilmesi, bu çarpışmaların birinde yaralanması ve Erzurum'daki hastaneye kaldırılması... Bütün bu olaylar baş döndürücü bir hızla birbirini izlemiş, topu topu sekiz, on ayın içine sığıvermişti... Ne var ki Binbaşı Rıfat Bey'in yaşamındaki fırtınalar dinmemişti henüz. Dinmeyecekti de... Ruslarla savaş başlamıştı çünkü. Yaraları kabuk bağlamadan cepheye koşmuş, Enver Paşa’nın Sarıkamış'ın kuş uçmaz kervan geçmez karlı dağlarına sürdüğü orduya katılmıştı. Çoğu bir tek kurşun atamadan bir tek Rus'un yüzünü göremeden yazlık üniformalarıyla donan doksan bin Anadolu delikanlısının dramını yaşamıştı Sarıkamış'ta. On beş gün içinde eriye eriye bir avuç kalan yarı donuk 9’uncu Kolordu Karargâhı, aniden çevresini saran Rus birliğine tutsak düşmüştü. Soğuktan 133
adım atamadıkları için donuk parmaklarını tetiklere uzatamadıkları için kısaca kımıldayamadıkları için tutsak olan bu çaresizler arasında Binbaşı Rıfat Bey de vardı. 04 Ocak 1915 günü çileli tutsaklık yaşamı başlayan Rıfat Bey'i, öteki Türk tutsaklarla birlikte Sibirya'ya götürmüşlerdi. Sibirya'nın Grasnisas kentindeki tutsak kampında tam dört yıl, bitmek tükenmek bilmeyen upuzun dört yılı dolduran acılı günler yaşamıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan birkaç kaçma girişiminden sonra kaçmayı başarmış, Orta Asya çöllerini aşarak Çin sınırına ulaşmış, tam sınırı geçerken yeniden yakalanmıştı. Bu kez, Çin'in Çakicük kasabasında aylarca tutuklu kalmış, en sonunda Çinli Müslümanlar tarafından kurtarılmıştı. Çahuf çöllerini aşarak Taşkent'e gelmiş, oradaki Türklerle hemen kaynaşmış ve Orta Asya Türklerinin eğitim sorunlarına eğilmişti. Taşkent'teki öğretmen okulunda öğretmenlik, müdürlük yaparak işe başlamış ve altmışa yakın okul açarak Türkistan eğitimine önemli katkılarda bulunmuştu. Taşkent ve Semerkant'ın en sevilen ve sayılan kişisi olmuştu... 1920 yılının Ağustos ayı ortalarında, Türkiye'ye dönebilmiş ve rütbesi yarbaylığa yükseltilerek Merzifon'daki 13’üncü Alaya komutan atanmıştı. Bu arada, tutsaklık nedeniyle 5 yıl, 8 ay, 10 gün ayrı kaldığı yuvasına kavuşmuştu. Ne yazık ki bu kavuşma da uzun sürmeyecek, Yunanlılar ileri yürüyüşe başlamadan önce, 1921 yılı Haziran ayı başlarında alayıyla cepheye gidecekti. Cephedeyken bir kızının doğduğunu bildiren telgraf almıştı. Kısaca yine telgrafla yanıt vermişti: “Saadet'e saadetler, hepinize afiyetler dilerim.” Türlü fırtınalarla dolu yaşamında mutluluk yüzü görmeyen Rıfat Bey, kızına “Saadet” adını vererek teselli bulmak istemişti. Fırtına dinmek bilmiyordu bir türlü. 10 Temmuzda ileri yürüyüşe başlayan Yunan ordusu, üç gün sonra olanca gücüyle Türk mevzilerine çullanmıştı. Sekiz gün süren çok kanlı çarpışmalarda bozguna uğrayan Türk ordusu Afyon, Kütahya ve Eskişehir'i bırakarak Sakarya Irmağı batısına çekilmişti. Yarbay Rıfat Bey, ezilen alayıyla Sakarya doğusuna geçmiş, son ve kesin savunma hazırlıklarına katılmıştı... Yirmi gündür Sakarya boylarında dövüşen Yarbay Rıfat Bey, bugünkü çarpışmalarda, Tarassut Tepe’de bir top mermisiyle şehit düşmüştü. Sık sık söylediği gibi Yarbay Rıfat Bey'in türlü acı ve zorluklarla yoğrularak çelikleşen yaşamı, ufak bir kurşuna değil, koskoca bir top mermisine boyun eğebilirdi ancak... Üsteğmen Zeki 39’uncu Alay, Polatlı'nın ilerisindeki Sivritepe'de bulunan Yunan birliğine gece baskını yapıyordu. Koyu karanlıkta kan gövdeyi götürmekteydi. (Eler) bölüğüyle birden Yunan makineli tüfek ateşi alanına girdiğini sezdi. Makineli tüfekler durmaksızın ateş kusuyorlardı. Her dakika bir 134
savaşçı eksiliyordu bölükten. Yapacak bir şey yoktu. Bölük saldırısını sürdürecekti... Üsteğmen Zeki, yanında boğuk bir ses duydu: “Oy anam!” Ardından yere düşen gövdenin çıkardığı tok sesten birinin vurulduğunu anladı. Hiçbir hırıltı duymadığına göre şehit düşmüş olmalıydı. Göz gözü görmez karanlıkta kim olduğunu bilemedi. Biri daha gitti diye düşünürken ansızın sağ kolunda bir yanma duydu. Sıcak bir sıvının elinin üstüne doğru yayıldığını sezdi. Yaralanmıştı. Çevresinde kıyasıya bir boğuşma sürüp gidiyordu. Yere çöktü, yarasını sarmaya çalıştı. Sol eliyle sağ kolunu sarmayı beceremedi. Bölüğünün yaralandığını anlamasını istemiyordu. Erlerin yaralandığını öğrenmeleri moral çöküntüsüne yol açabilirdi. Bunu da bozgun izlerdi genellikle. Sargı bezini yarasına bastıra bastıra geriye doğru yürümeye başladı. Sabaha karşı sargı yerine vardığında adım atacak gücü kalmamıştı. Oracığa yıkıldı. Sabah, Takım Komutanı Akşehirli Asteğmen Vehbi sargı yerine geldi, komutanını buldu, muştuyu sundu : Sivritepe alınmıştı... Üsteğmen Zeki'nin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Sonra başı öne düştü. Çok kan yitirdiğinden hemen cephe hastanesine kaldırıldı... Teğmen Hamdi Hava Teğmeni Hamdi (Çaypınar), Malıköy'deki hava üssündeki çadırında, her yanı islenmiş bir gemici fenerinin yanında oturmuş, bekliyordu. Uçuş sırası kendindeydi. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uçacaktı. Hava soğuktu. Polatlı yönünden gelen top sesleri, oralarda kanın gövdeyi götürdüğünü anımsatıyordu. Üşüdüğünden mi, yalnız oluşundan mı, kesiksiz top seslerinden mi bilinmez, karamsar düşüncelere kaptırmıştı kendini... Savaşmanın en kritik günlerinde verilen bir emrin uygulanma zamanı geliyor diye düşünüyordu. Emirde, herhangi bir bozgun anında hava üssünde neler yapılacağı ayrıntılarıyla belirtiliyordu. Tüm Türk hava gücünü oluşturan iki uçak uçurularak gerilere kaçırılacak, alandaki gereç ve cephane yok edilecekti. Bombaların boşu boşuna havaya uçurulacağı düşüncesi Teğmen Hamdi'yi çıldırtıyordu. Bomba az olduğundan ancak özel emirle atabiliyorlardı. Nice hedeflerin üstünden uçarken acı acı iç çekip duruyorlardı. Şimdi, daha önemli günler için saklanan bu bombalar elden çıkarılacaktı. Telefonun zili sessizliği yırttı. Karamsar duygularla dolu Teğmen Hamdi, bir süre telefona uzanamadı. Cephaneyi ve gereçleri yok etmek için emir verecekler korkusuyla aldı telefonu eline. Elleri titriyordu. Telin öteki ucundan Batı Cephesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürü Yarbay Tevfik (Bıyıklıoğlu) soruyordu: - Alo! Alo! Hamdi sen misin? 135
- Evet komutanım. - Emri yaz Hamdi. Ordumuzca yapılan saldırıda düşman yenilmiş olup batıya doğru çekilmektedir. Sabahleyin yapılacak ilk iş kaçan düşmanın kol başıyla kol sonunun nerede bulunduğu saptanacak ve bombalanacaktır. Teğmen Hamdi, sevincinden yerinde duramaz olmuştu. Hemen bombaların yanına koştu. Altı tanesini seçti, uçacağı uçağa taşıdı, yerleştirdi. Sabırsızlıkla havanın iyice ağarmasını bekledi. Öteki çadırlarında uyuyan arkadaşlarını uyandırıp muştuyu sunmayı düşündü. Vazgeçti. Topu topu iki uçak olduğundan sırayla uçuyorlardı. Sırasını elinden almalarından korkuyordu. Havalandıktan sonra alanın üstünde kısa bir tur atıp güneye yöneldi. Epeyce ilerlediği hâlde Yunanlılar görünürlerde yoktu. Sonunda Türk süvarilerine rastladı. Yunanlılar önlerinde olmalı diye düşünerek süvarilerin ilerlediği yönde uçmaya başladı. Kavuncu köprüsüne yaklaşırken Yunanlıların büyük birlikleriyle köprüden Sakarya'nın batısına geçmekte olduklarını gördü. İleride ünlü büyük hastane çadırı vardı. Bu çadır, Türk havacıları için savaşmanın göstergesi olmuştu. Başlangıçta, Sakarya'nın hemen doğu kıyısındaydı. Sonra cephenin orta güneyine gelmiş, daha sonra Haymana yakınlarına dek ilerlemişti. Şimdi, ilk göründüğü yerden bile daha batıdaydı. Sakarya'nın batısına kurulmuştu. Teğmen Hamdi, Yunan birliklerinin toplu bulunduğu yerde hızlı bir dalış yaptırdı uçağına. Ard arda bombaları sıraladı. Bombaların yerde patlayınca hava boşluğu yaratmaları etkinliklerini artırıyordu. Özellikle şimdiki gibi toplu hedefler üzerinde... Teğmen Hamdi, yaptığı gözetleme uçuşu sonunda hazırladığı raporda, Yunan “Megalo İdea”sının Sakarya boylarındaki son görünümünü şöyle özetliyordu: “Beylikköprü - Sazılar arasındaki demir yolu bozulmuştur. Beylikköprü Tren İstasyonu’nun güneyinde bir alay gücünde olduğu sanılan kuvvet Sakarya'nın batısına geçmektedir. Beylikköprü dolaylarında dağınık birliklerin toplanmakta olduğu görülmektedir. Daha güneydeki Kavuncu Köprüsü batısında üç ayrı gezici hastane bulunmaktadır. Çok sayıda araç ve gereç ile birçok asker bu kesimde toplanmıştır. Doğuya doğru gidildikçe Soğluca-Sabancı arasından iki uzun yürüyüş kolunun ilerlediği görülmektedir. En az üç tümen gücündeki bu kuvvetler karmakarışık bir biçimde Sakarya'ya doğru yürümektedir. Aralarında küçük süvari birliklerinin bulunduğu dikkati çekmektedir. Kartal Tepe ve Beylikköprü Saldırısı Cephenin batı kanadında sabah serin bir havayla başladı. Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Mürettep Kolordu Komutanı Albay Kâzım'ın Zafertepe'deki karargâhına geldiler. Batarya dürbünüyle Yunan siperlerini ve gerilerini gözetlemeye koyuldular. 136
Yunan siperlerinde yoğun savaşçı birikimi göze çarpıyordu. Siperlerin gerilerinde toplu birliklerin bulunduğunu gösteren belirtiler vardı. Yüksek tepelerde büyük gözetleme dürbünlerinin Türk kesimine çevrili olduğu, üst rütbeli subayların gözetlemeler yaptıkları görülüyordu. Ölçülü davranışlarından yerlerinin bilinmemesi için çaba harcadıkları seziliyordu. Daha gerilerde, güneye uzanan derinliklerde uzun yürüyüş kolları batıya doğru ilerliyordu. Gece başladıkları yürüyüşü sürdürdüklerine kuşku yoktu. Bu yürüyüş kollarının bir bölümü Sakarya geçitlerine yönelmişti. Öteki bölümüyse Kartal Tepe ve Karadağ'a doğru geliyorlardı. Bu kesime gönderilen destek birlikleri olduğu sanılıyordu. Kesin sonuç arayan saldırı, Duatepe'ye yerleştirilen topların Kartal Tepe'ye yoğun ateş açmalarıyla başladı. Yarbay Abdurrahman Nafiz (Gürman), 1’inci Tümeniyle, Yarbay Ömer Halis (Bıyıktay) 23’üncü Tümeniyle Kartal Tepe'ye saldırırken Albay Şükrü Naili (Gökberk) 15’inci Tümeniyle Beylikköprü yönünde ilerlemeye çalışıyordu. 17’nci Tümen Komutanı Albay Hüseyin Nurettin ise Karadağ'a oyalama ve şaşırtma saldırısı yapıyordu. Mustafa Kemal Paşa, kaburgalarındaki yaraların zaman zaman yenilenen acısını yanındakilere sezdirmemeye çalışarak dürbünüyle çarpışmaları izliyordu. Kartal Tepe ve Beylikköprü'ye yapılan saldırılar önemliydi. Yunanlıların buralardan atılması, Sakarya'nın batısına henüz geçmemiş olan birliklerinin geçit yolunun tıkanmasını sağlayacaktı. Böylece, Sakarya'nın doğusunda kalan Yunan birlikleri kapana kıstırılmış olacak ya tutsak olmaya zorlanacak ya da yok edilecekti. Kartal Tepe'nin doğusundaki Karadağ'ın alınması, öteki iki hedefle karşılaştırıldığında onlar gibi sonucu etkileyecek derecede önemli değildi. Karadağ'daki Yunan birliklerinin Kartal Tepe'ye ve Beylikköprü'ye yardıma gitmemesi için buraya oyalama saldırısı yapmak amacı karşılıyordu fakat, bundan tam bir ay önce Karadağ'da tarihe akan bir olay, adı sanı pek bilinmeyen bu dağı, Sakarya boylarında çarpışan Türk savaşçılarının gönüllerinin tek hedefi yapmıştı. 12 Ağustos 1921 günü, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Karadağ'a gelmiş, beklenen büyük Yunan saldırısına karşı hazırlanan savunma mevzilerini ve araziyi incelemişti. Dönüş için atına binmek isterken atı birden ürkmüş, Mustafa Kemal Paşa, yüz üstü yere düşmüş, bayılmıştı. Kendine geldiğinde büyük umutsuzluğa kapılmış olan çevresindeki silah arkadaşlarını yüreklendirmek istemişti: “Düşmanın kafasını burada kıracağım!” Bu sözler, tüm Türk savaşçıları arasında hızla yayılmıştı. Üç haftaya yakın bir zamandır, göğsü sargılar içinde cephede dolaşan başkomutanlarını gören savaşçılar, onun sözlerini anımsamaktan kendilerini alamamışlardı. Kimi, Karadağ'ın alınmasıyla başkomutanlarının hıncının alınacağına inanıyordu. Kimi de Yunanlıların bozguna uğratılması, başlarının kırılması 137
için Karadağ'ın alınması gerektiği inancındaydı. Başkomutan ayılırken Tanrı söyletmişti bu sözleri. Bu sözlerde bir keramet vardı. Karadağ alınmalıydı ve oyalama çarpışması yapmakla görevli Albay Hüseyin Nurettin, tümenindeki birliklerin oyalama ve şaşırtma çarpışması yapmayı bir yana iterek Karadağ'ı almak için ileri atıldıklarını görünce hiç sesini çıkarmadı. Savaşçılarının hangi duygularla coşkunlaştığını biliyordu. Kartal Tepe ve Beylikköprü yönlerinde saldıran tümenler ilerlediği sürece tümeninin Karadağ'a doğru ilerlemesinde bir sakınca yoktu... Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, batarya dürbünüyle Zafertepe'den dört tümenin yaptığı saldırıyı izliyordu. Batıdan 15’inci Tümen Sakarya Irmağı’na doğru ilerlemeye ve Beylikköprü'ye varmaya çalışıyordu. Onun doğusunda 1’inci ve 23’üncü Tümenler Kartal Tepe'yi almak için vuruşuyorlardı. En doğuda ise 17’nci Tümen Karadağ eteklerine ulaşmıştı. Ne var ki saldırı istenilen hızda gelişmiyordu. Yunanlılar beklenilmedik bir direniş gösteriyorlardı. Ordularının Sakarya batısına geçişini sağlamak için kendilerini harcamaya kararlı görünüyorlardı. Öğleye yaklaşılırken çarpışmalar kafa kafaya vuruşan koçların dövüşüne dönüşmüştü. Fazla cephane kullanılmaması yolunda verilen emirlere uyan Türk savaşçıları işi süngüye döküyor, Yunanlıları yakın dövüşe zorluyordu. Zafertepe'deki Mustafa Kemal Paşa, dürbününün başından ayrılamıyordu. Biraz ötede Albay Kâzım telefonla saldırı yapan tümen komutanlarıyla konuşuyor, tümenlerin hareketlerinde birlik sağlamaya çalışıyordu. Kanlı çarpışmalar aralıksız akşama dek sürdü. Saldırılar karşı saldırıları, süngü hücumları karşı süngü hücumlarını izledi. Kucak kucağa, boğaz boğaza yapılan yakın dövüş, her iki yanın da büyük yitikler vermesine yol açıyordu. Yunanlılar bir adım gerilememek için sonuna dek savunuyor, direniyor; Türk savaşçıları bir an önce hedeflerine ulaşmak için saldırı üstüne saldırı tazeliyorlardı. Güneş, Sakarya üstünde batarken kanlı günün en son ışıkları Kartal Tepe'yi giderayak yalarken tepenin üstünde ellerindeki süngülü tüfekleriyle Türk savaşçıları görüldü. Zafertepe'deki Mürettep Kolordu Karargâhında bir sevinç dalgası esti bir uçtan bir uca. Gergin sinirler birden boşaldı. Kartal Tepe alınmıştı artık... Hava iyice kararmıştı. Kartal Tepe'nin batısından Sakarya Irmağı’na dek uzanan topraklarda çarpışmalar olanca şiddetiyle sürüyordu. Irmak üstündeki Beylikköprü’ye varılamamıştı bir türlü. Kartal Tepe'nin doğusundaki Karadağ'a yapılan saldırı da Yunanlıların çok inatlı savunmaları yüzünden pek gelişemiyordu. Albay Kâzım, telefonla Beylikköprü yönünde saldıran 15’inci Tümen Komutanı Albay Şükrü Naili'ye (Gökberk) son emrini bildirdi: 138
“Şükrü Bey, bu gece Beylikköprü mutlaka ele geçirilmelidir.” Bu sözleri duyan Mustafa Kemal Paşa, Albay Kâzım'a seslendi: “Komutana söyleyiniz, bu gece Beylikköprü'nün doğusunda hiçbir Yunan askeri bırakılmasın. Ben sonucu Zafertepe'de bekleyeceğim.” Aradan yarım saat geçmeden Beylikköprü yönünden şiddetli tüfek, makineli tüfek ve el bombası sesleri gelmeye başladı. Tümen, elindeki son cephaneyi de tüketmek pahasına saldırısını hızlandırmıştı. Yunanlıların önemli birliklerinin henüz Sakarya'nın batısına geçmediği anlaşılıyordu. Çok yorgun olmalarına karşın, subay ve erler her türlü zorluğu yenerek geçit yapan Yunan birliklerini yakalamak için koyu karanlıkta ileri atılıyorlardı. Çarpışmalar aynı şiddetle bütün gece sürdü. Son güçlerini harcayarak tutunmaya çalışan Yunanlıları mevzilerden söküp atmak olanağı bulunamadı.
Büyük Taarruz ve Sonuçları (26 - 30 Ağustos 1922) Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra geçen bir yıllık süre içinde, Türk ordusu taarruz için gerekli hazırlıklarını sürdürdü. Taarruz eğitimine önem verdi. Amaç, Yunanları Anadolu’dan söküp atmaktı. Yunanlar da ellerinde kalan bölgelerde güçlü ve uzun bir savunma alanı oluşturmaya çalıştılar. 20 Temmuz 1922’de, Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya TBMM tarafından Başkomutanlık unvanı verilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1922 yılı Haziran ayı ortalarına doğru taarruz kararını aldı. 06 Ağustos 1922’de taarruz emri orduya gizlice iletildi. 20 Ağustosta, Akşehir’de komutanlarla yapılan toplantıda 26 Ağustos sabahı taarruz günü olarak kararlaştırıldı. Başkomutan, İsmet ve Fevzi Paşalar ile birlikte Büyük Taarruz'u Kocatepe’den yönetti. Afyon’un güneyinden Dumlupınar yönüne doğru başlayan saldırı ile Yunan güçleri Dumlupınar 139
bölgesinde kuşatıldı. Yunanların gerilerine sarkan Türk birlikleri, Yunanların İzmir’e doğru kaçış yollarını kesti. 30 Ağustos günü, Dumlupınar’da Türk ve Yunan birlikleri arasında büyük meydan savaşı gerçekleşti. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın doğrudan doğruya yönettiği bu savaşa, “Başkomutan Meydan Savaşı” denilir. Yunanlara son ve kesin darbe vuruldu. Zafer kazanıldı. Yunanlar Ege Denizi’ne doğru kaçmaya başladı. Bu sırada, “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi. Türk ordusu, 02 Eylülde, Uşak’a girdi. Burada iki ordunun başkomutanı karşılaştı. Yunan Generali Trikopis tutsak edildi. Gazi Mustafa Kemal, Yunan generale saygılı ve içten davranarak onu konuğu gibi ağırladı. Türk birlikleri 09 Eylül günü İzmir’e girdi. Gazi Mustafa Kemal, 10 Eylül günü İzmir’e geldi. İzmir halkı büyük sevinç ve minnet duygularıyla Gazi’yi karşıladı. 18 Eylül 1922’de, Batı Anadolu, Yunan birliklerinden tamamen temizlendi. Sonuçları 1. Kurtuluş Savaşı'mızın savaş dönemi zaferle sonuçlandı. 2. Tam bağımsızlığın ve Türk inkılabının güç kaynağı oldu. 3. Mudanya Ateşkes Anlaşması (11 Ekim 1922) ve Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) imzalandı. Mustafa Kemal ATATÜRK’e göre Lozan Barış Antlaşması, “Türk milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması’yla tamamlandığı zannedilen büyük bir suikastın sonunda neticesiz bırakıldığını ifade eden bir vesikadır.” Ayrıca, a. Lozan, haklı ve doğru olan her davanın başarısı için bir teşvik belgesidir. Siyasi ve iktisadi bağımsızlık ve eşitlik belgesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucu belgesidir ve Türkiye’nin dışa karşı iktisadi bağımlılıktan kurtulması için ihtiyaç duyduğu altyapıyı kurmaya yöneltmiştir. Lozan’ın asıl önemi buradadır. b. Lozan Barış Antlaşması, Türkiye’yi parçalayan, Türk ulusunun siyasi varlığını ve bağımsızlık haklarını ortadan kaldıran, emperyalizme ve onunla iş birliği yapan Megali İdea'nın sahibi Yunanistan’a karşı Türk'ün bağımsızlık haklarını Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerine ve dünyaya kabul ettiren bir antlaşmadır. c. Tarihin akışı emperyalizmin aleyhine, Türkiye’nin lehine, “Sevr” den “Lozan”a değiştirilmiştir. “Doğu sorunu” ve “Avrupa’nın hasta adam mirası” meselelerini çözerek tarihin derinliklerine gömen Lozan, Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan ve yürürlükte olan tek antlaşmadır. ç. Lozan Barış Antlaşması, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşması ile Türkiye’nin elinden alınmak istenen toprakları ve bu topraklar üzerindeki Türk ulusunun istiklalini geri getirerek millî sınırlar içinde yeni bir Türk Devleti'nin varlığını sağlamıştır. 140
d. Sevr Antlaşması’yla yok edilmek istenen Türk varlığı, “Türk mucizesiyle” tüm dünyaya onaylatılmıştır. e. Sevr Anlaşması’yla sözde doğu sorununu diledikleri gibi çözmek isteyen İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin Lozan’daki gücü karşısında bu sorunun Türkiye’nin istediği biçimde, çözümlenmesini kabul etmişlerdir. Sonuç olarak Lozan’da elde edilen kazanımların devamı için Türkiye’nin her zaman güçlü, caydırıcı ve dinamik bir güce sahip olması, uluslararası alanlarda ulusal çıkarlarımız doğrultusunda kararlı bir tutum sergilenmesi gerekmektedir. Büyük Taarruz’a Ait Kahramanlık Destanları Küçük Bir Belgeye Gizlenen Yücelik Büyük hayaller peşinde koşan Yunan’ın bütün düşlerinin tükendiği ve artık acı sonunun belli olduğu Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra, Türk ordusu, Büyük Taarruz hazırlıklarına başlamıştı. Yunanları, vatan toprakları içinde boğmak amacıyla bütün millet varını yoğunu cömertçe harcıyor; hiç kimse bundan başka bir şey düşünmüyor, bağımsız ve egemen Türkiye özlemi, kişisel her türlü düşüncenin üstünde bayrak gibi dalgalanıyordu. Bugünlerde, 30 Ocak 1922 tarihinde Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa (Özalp), cephede yaralanarak tedavi edilmekte olan Sakarya gazilerinin durumunu görmek ve dileklerini öğrenmek amacıyla Cebeci Hastanesini ziyarete gitmişti. Bu ziyaret sırasında Hücum Taburu 1’inci Bölükten yaralı Teğmen İstanbullu Hasan oğlu Refik’in de baş ucuna gelip kendisine gösterdiği fedakârlıktan dolayı teşekkür ederek neresinden yaralı olduğunu ve acı çekip çekmediğini sordu. Genç subay, kin dolu; fakat Türklük gururunun yansıdığı bir tebessümle hiçbir şeyi olmadığını ancak Yunanları denize dökecek son savaşlara katılamamaktan acı duyduğunu söyledi. “Hiçbir şeyim yok” cevabı bakanı meraka düşürmüştü; öyleyse neden birliği başına dönmüyor, neden bu kadar yürekten istediği savaşlara katılamıyordu. Bakanın düşüncelerini bakışlarındaki ifadeden sezen doktor hastanın yorganını açarak subayın iki bacaktan yoksun gövdesini gösterdi... Bu kendine önem vermeyiş ve alçakgönüllülükten pek duygulanan Kâzım Paşa, millet ve hükûmetten nasıl bir ödül istediğini kahraman subaydan derin bir içtenlikle sormuştu. Büyük vatanperver, “Bir tek İstiklal Madalyası'ndan başka bir şey istemem.” diyerek asaletinin yüceliğini ve Türk ordusunun nasıl bir iman ve istiklal aşkı ile yanıp tutuştuğunu ispatlıyordu. Yüzbaşı Ali’nin Şehit Düşmesi 26 Ağustos 1922 günü başlayan ve insanlık var oldukça saygı ve hayranlıkla anılacak olan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel direği Büyük Taarruz, bütün cephelerde görülmemiş bir kükreyişle başlamıştı. 141
Birlikler kendilerine verilen hedeflere birbirleriyle yarış edercesine saldırıyorlar, zafer inancıyla parlayan gözlerden ecel korkuyordu. Kurtuluş aşkıyla çarpan göğüslerden iman fışkırıyordu. Aralıksız gümbürdeyen top sesleri, makineli tüfeklerin aman vermeyen sürekli ateşleri, Mehmetçiklerin ellerinde parlayan süngüler, duman duman yanan dağlar, tepeler... 15’inci Tümen de kendi payına düşen dik, kayalık ve kuvvetle takviye edilmiş Tınaztepe bölgesini ele geçirmek için hiçbir zorluktan yılmıyordu. Onlara hiçbir şey engel olamıyor; ne Yunanların mevzileri içerisinden yaptığı savunma ateşleri ne doğanın önlerine çektiği türlü setler... Mehmetçikler dalgalar hâlinde durmadan ilerliyor, ilerliyorlardı. En ön saflarda onlara savaşmayı öğreten, onları eğiten ve onların göğsündeki kurtuluş ve egemenlik ateşini tutuşturan subayları vardı. Zafere ve komutanlarına güveniyorlardı. Yunanlar mutlaka yenilecek, atılacak ve ezilecekti. O yer, bu yerdi ve o gün, bugündü... Gerçi Yunanlar, savunma bölgesini ve savunma sistemini pek kuvvetli buluyorlardı. Bu bölgenin savunma gücünü en son inceleyen bir İngiliz kurmayının verdiği raporda, “Eğer Türkler bu bölgeyi dört, beş ayda ele geçirebilirlerse bir günde aldıklarını söyleyebilirler.” demişti; fakat, Türk’ün taarruzu öyle müthiş bir vuruştu ki bu mevzileri elde etmek için aylar değil, bir gün de değil, yalnız bir saat yetmişti. Saat altıda, Tınaztepe’ye hücum mesafesine yanaşmış olan 15’inci Tümen piyadeleri tel örgülerle karşılaşmıştı. ATATÜRK, bu konuyla ilgili Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada şöyle demiştir: "Piyadelerimiz önlerindeki tel örgüleri kesmeye ve yok etmeye gerek görmeyerek ayağını kaldırdı ve tel örgüsünden bacağını aşırarak atladı ve orada bulunan Yunan askerlerini süngüleriyle ortadan kaldırdıktan sonra Tınaztepe’yi işgal etti. Ben bu manzarayı seyrederken bir soruya cevap vermeyi hatırladım. Bu tel örgüsünü nasıl geçebilirsiniz? diyorlardı. Oradakilere dedim ki: “İşte böyle ayağını kaldırır ve geçerler.”
142
Tınaztepe’nin ele geçirilmesinden sonra, yedekte bulunan 1’inci Taburdan Yüzbaşı Ali’nin komuta ettiği 3’üncü Bölük, 56’ncı Alayla birlikte ileri atılarak Yunanların tutunmasına imkân vermemek için bu tepenin kuzey yamaçlarından, Yunan topçu mevzisinin ve cephanelerinin bulunduğu Sivritepe’ye doğru taarruza başladılar. Adı geçen tepede, kanlı bir boğuşmadan sonra Yüzbaşı Ali’nin kuvvetleri tarafından zapt edildi. Yunanlılar burada yedi buçuk cm’lik iki top ve çok sayıda mermisini de terk ederek panik hâlinde ovaya doğru kaçmaya başladı.Yüzbaşı Ali, ele geçirdiği topları hemen Yunan tarafına çevirerek topçuluk hizmetini bilen, gerek kendi bölüğünden, gerek o sırada takviyeye gelen 1’inci Bölük erlerinden aldığı Ayancıklı Mustafa oğlu Kâmil Onbaşı, Fethiye’nin Ceylan köyünden Ali oğlu Süleyman ve Bor’un Kilisehisar köyünden Kadir oğlu Bayram’ın yardımlarıyla ateşe başladı. Yunanların geriden getirdiği ihtiyat alayı ile yapmaya hazırlandığı karşı taarruz, bu atışlarla darmadağın edilmekteydi. Büyük vatansever Yüzbaşı Ali, bu dakikalarda bütün varlığı ile kükremiş ve öç almaya susamış bir aslanı andırıyordu. Bir taraftan bölüğünü eli altında tutuyor, öte yandan top atışlarını idare ediyordu. Avcı hatları önünde, bir gözü peklik ve yiğitlik heykeli gibi pervasızca ayakta dolaşarak emirler veriyordu. İşte bu sırada bir serseri kurşun bu dev yürekli subayın tam alnına isabet ederek onun yüce adını tarihimizin şan ve şeref dolu sayfalarına geçirirken kutsal ruhunu şehitlerin ulu katına ulaştırdı. Kurtkaya Mevzilerinin Ele Geçirilmesi Türk milletinin sabırsızlıkla beklediği ve ona sonsuza kadar hür, egemen yaşama hakkını getirecek olan Büyük Taarruz, 26 Ağustos sabahı, 143
günün ilk ışıkları ile beraber başlamıştı. Yunan mevzileri üzerinde patlayan toplar bütün bir evrene şu gerçeği haykırıyordu: “Duysun bunu kainatta herkes, Türk'ün sesidir bu gürleyen ses!” Taarruz, pek yaman başlamıştı. 26 Ağustos günü akşam olurken ordularımız Kalecik Sivrisi - Poyralıkaya bölgelerini ele geçirmiş, Belentepe Tınaztepe - Kırcaarslan tepelerindeki Yunan mevzilerinin birinci hatları alınmıştı. Süvarilerimiz, Ahır Dağlarını aşarak bir mızrak gibi Yunanların bağrına saplanmış, İzmir’le bağlantısını kesmişti. Zafere giden yolun kapıları yer yer kırılmış, yer yer zorlanmakta bulunulmuştu. 4’üncü Kolordunun 34, 35, 36’ncı Alaylardan oluşan 12’nci Tümeni de bütün gün taarruzlarına olanca güçleriyle değil insan gücünün üstünde bir gayretle katılmış, gözünü budaktan, kanını topraktan esirgememişti. Bu tümene, taarruz planı gereğince Yunanların işgal etmekte olduğu Kurtkaya bölgelerinin ele geçirilmesi görevi emredilmişti. Bu bölge, çok kuvvetli bir şekilde takviye edilmiş ve birkaç sıra tel örgüsü engelleriyle de örülmüştü. 8’inci Tümenin topçu ateş hazırlığından sonra, bu tümenin 189’uncu Alayı doğudan ve 12’nci Tümenin 36’ncı Alayı batıdan olmak üzere Kurtkaya bölgesine taarruzu başlatmıştı. Bu sırada 135’inci Alay Meşecik ve Hacılar tepelerine, hücum taburu da İncik tepeye saldırmaktaydılar. 36’ncı ve 189’uncu Alaylar, Yunanlardan gördükleri büyük dayanışma ve soluk aldırmayan makineli tüfek, tüfek ve top ateşlerine rağmen, ölüme meydan okurcasına ilerlemekte, üst üste yiğitlik örnekleri vermekteydiler. Komutanların yüksek sesleri, toz duman arasında ve barut kokuları içinde gürlüyor, birlikler ilerliyordu. Yunan siperlerine 150 metre kalmıştı. Yunanların makineli tüfek ve tüfek atışları o kadar yoğun bir şekil almıştı ki buradan öteye geçmek olanaksız gibi görünmekteydi. Nitekim birkaç kez daha saldırıya geçmek istendi ise de başarı sağlanamadı. Gece bastırmış ve artık çevre görülmez olmuştu. Yer yer yanan savaş alanı, kızıl alevlerini yanık yüzlerde yansıtıyor, hemen karşıdaki Yunan siperlerinin ne olursa olsun ele geçirilmesi azmi herkesin içinde boğucu bir düğüm gibi yumruklaşıyordu. Birliklerin, gecenin bilinmezliği içinde birbirine karışması endişesiyle, 8’inci Tümen Komutanı, 189’uncu Alayını kendi bölgesine almış, Kurtkaya Taarruzu’nda 36’ncı Alay yalnız kalmıştı. Bu sırada tümenden gelen bir emir de alayı büsbütün gayrete getirmiş ve kınından çekilmiş bir kılıç gibi her an Yunan bağrına saplanmaya hazır bir hâle getirilmişti. Emir; birliklerin o gün için kendilerine verilen hedefleri ele geçirdiklerini, yalnız 36’ncı Alayın Kurtkaya’yı Yunanlardan alamadığını açıklıyordu. 144
Alay komutanı, bugüne kadar her zorluğu yenmiş kahraman alayının böyle bir başarısızlığa düşmüş görünmesine dayanamazdı. Derhâl bir gece baskını planlandı ve saat 03.00’te gerekli düzen alınarak ansızın yapılan bir saldırıyla tel örgüler önüne gelindi. Yunan, baskının farkına varmış ve en yakın mesafeden tüfek ve bombalarla kanlı bir boğuşma başlamıştı. Bu, her şeyin başı ya da sonu demekti. Bu savaş mutlaka kazanılmalıydı. Yunan, siperlerinden mutlaka atılmalı, yok edilmeliydi. 6’ncı Bölük Komutanı Yüzbaşı Agâh, Bölüğü ile süngü hücumuna geçmiş ve başta kendisi olduğu hâlde, ateş yağmuru altında tel örgülerden gedikler açarak Yunan siperlerine atılmıştı. Yüzbaşı Agâh, bu hücum sırasında yaralandığının farkında bile değildi. 7’nci Bölük ve onu izleyerek bütün birlikler “Allah, Allah!” sesleriyle bu korkunç süngü hücumuna katılmışlar, gecenin karanlığını yırtan bu ilahî ses, Yunan birliklerini paniğe uğratmıştı. Süngülenmekten kurtulabilenler belirsiz yönlere kaçmaktaydılar. Yüzbaşı Agâh, yarasının acısını hiçe sayarak demir gibi pençeleriyle bizzat tepelediği Yunanlardan bir bomba tüfeği almış ve tepenin ele geçirildiğini işaret tabancasıyla alayına bildirmişti. O, bununla yetinmiyordu. Ele geçirdiği siperleri de aşarak yamacın en yüksek noktasına kanlar içerisinde çıkmış, kaçmakta olan Yunanları acı bir gülüşle seyrederken kahpe bir kurşun daha başına isabet etmişti. Özlediği ve kurtardığı vatan toprakları üzerine asil kanı ile süslenmiş bir gülümsemeyle düşen bu kahraman subay, yanında bulunan başçavuşundan su istemiş, sonra, “Ben gidiyorum, Allahaısmarladık.” diyerek ruhunu teslim etmişti. Yunanlardan aldığı tüfeği, elinde sıkı sıkı tuttuğu için onunla beraber Kurtkaya Tepesi’ne defnedildi.
145
Oğlunu Uğurlayan Ana Sabahın 05.00’inde, 2’nci Tabur Komutanı Binbaşı Hüseyin Hamit, Alay Komutanına şu raporu veriyordu: “Kurtkaya tepesi, taburumuz tarafından işgal edilmiştir. Bozguna uğrayan Yunanlar kaçmaktadır.” ... Ve sonra günün durum raporunda da 6’ncı Bölük Komutanı Yüzbaşı Agâh’la 7’nci Bölük Asteğmeni Rıfat ve diğer şehit düşen erler bildiriliyor ve harp ceridesine de geçiriliyordu. Bilecik İstasyonu'nda, bir askerî tren hareket etmek üzereydi. Lokomotif, sabrı tükenmiş bir savaşçı gibi keskin nefeslerini gökyüzüne savurarak homurdanıyor, ardındaki 32 vagon, şanlı yolcularına uymak istercesine tam bir düzen içinde birbiri peşine dizilmiş emir bekliyordu. Birlik komutanları, son emirlerini vermek çabası içinde sağa sola koşuşturuyorlar; istasyon görevlileri kendileriyle ilgili son hizmetlerini bitirmeye çalışıyorlardı. Akşamın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıyor, her şey bu karaltı içinde gittikçe eriyip kayboluyordu. Katarın tam karşısında, kapısı açık 45 kişilik bir vagonun önünde, oraya mıhlanmış gibi duran biri vardı. Teğmen Abdülkadir Kemal, bunun kim olduğunu ve orada ne yapmak istediğini merak etmişti. Önce bir nöbetçi olsa gerek diye düşündü ve ilerledi. Hayır, bu bir nöbetçi değildi. Yanıma yaklaştığı zaman, uzun boyu, yılların getirdiği türlü keder ve güçlüklerin yükü altında öne doğru eğilmiş, elinde bir değnek, sırtında bir torba, sessizliği içinde yaşantısının bütün öyküleri çukura batmış gözlerinde okunan orada kakılıp kalmış bir Türk anasıyla karşılaşmıştı. Başındaki örtü ıslanmış, ak saçlarına yapışmıştı. Kutsal bir göreve kendini adamış gibi bakışlarını vagondaki Mehmetçiklere saplamıştı. - Oğlun kimdir, nerelidir? - Söğüt’ün Akgönlü köyünden Mahmut oğlu Hüseyin. - Çağırayım mı, görmek ister misin? - Ona söyleyecek bir sözüm var. Zahmet olmazsa sana dua ederim. Teğmen Abdülkadir vagona doğru gitti ve yüksek sesle bir künye okudu: Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses: - Buyur komutanım, benim, Akgönlü’den. - Gel oğlum, seni anan görmek istiyor. Delikanlı vagondan atladı. Filiz gibi bir boyla teğmenin karşısında, esas duruşta bir heykel gibi dikildi. O sırada çakan bir şimşek, bu heybetli görüntüyü sanki bütün gökyüzüne yansıtıyordu. Birlikte yürüdüler ve feleğin bütün kahrını sinesinde söndürmüş ihtiyar annenin önünde durdular. 146
Hüseyin, anacığının elini büyük bir saygı ve sevgiyle öptü. Çaresiz ana, bir kaya kadar metin görünüyordu. Ciğerparesini sarılıp kokladı ve dedi ki: - Hüseyin, dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, iki ağan geçen bahar Çanakkale’de şehit düştüler. Bak, son dayanağım sensin. Minareden ezan sesleri kesilecekse köyüm, vatanım Yunan eline düşecekse şehitlerim bizi lanetleyecekse sütüm haram olsun, öl de köye dönme. Haydi oğul! Allah yolunu açık, yüzünü ak etsin. Hüseyin, bu sözleri kalbinin derinliklerine gömerek anasını ve teğmenini selamladı. Sert bir dönüşle vagondaki yerine döndü gözlerinde korkunç bir intikam, yılmaz bir savaşkanlık, yenilmez bir güç kıvılcımı parlıyordu. - Teğmen Abdülkadir, bu yüce ruhlu kadınla yalnız kalmıştı. - Valide, demek sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi? - Yalnız bizim soy değil oğul. Yıllardır köy mezarlığına delikanlı gömülmedi. Vatan sağ olsun. Abdülkadir, bu Türk anasının karşısında donup kalmıştı. “Anadolu” ne demektir şimdi daha iyi anlıyordu. İçinden kopup gelen bir saygı ile ihtiyarın ellerini öperek: - Anacığım, bana da dua etmeyi unutma dedi. O, gerçekte asil anasını küçükken kaybetmişti. Buğulanan gözlerini ve boğuklaşan sesini saklamak için döndü ve trene atladı. Kendi kendine “Milleti doğuran da ana yaşatan da.” diyordu. Balmahmut Sırtlarının Mutlu Bekçisi Mehmet Ziya Selçuklu ellerin ustaca diktiği boz burçların, asırlar boyu güneşten yanan dudaklarını Çoruh’un koyu maviliklerine uzattığı tarihlerin birinde, sarmaşıkların kucakladığı şirin bir yuvada bir şey bilmeden uyuyan yavru, bugün 25 yaşında... Doğmuş, büyümüş, okumuş ve asteğmen olarak Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yarısında, Kafkaslar’da 3’üncü Depo Alayında, gece gündüz demeden savaş bilgisi verdiği kardeşlerini, sınır boylarında dövüşen birliklerin boşalan saflarına göndermişti. Dört yıl boyunca üç kıtada boğuşan kahramanlar, silahlarını bırakmış; yorgun, köylerine dönüyorlar. Bayburtlu Hüseyin oğlu Mehmet Ziya da terhis olmuş, memleketine dönmüştü. Haksız bir yenilginin acılarını dindirmeye çalışırken yurdunun yoktan bahanelerle yer yer işgal edilmesi, hele İzmir, Aydın ve Bergama’da sebepsiz dökülen kanlar, kalbinde yeniden derin yaralar açmıştı. Yanıyordu Batı Anadolu, benliği yanıyordu... 147
Vatanının kurtuluşu için beklemeye tahammülü kalmayan Asteğmen Ziya, Bayburt’tan Akhisar Millî Kuvvetlerine katıldı. İlk defa 22 Haziran 1920 tarihinde, Belen köyü civarında emrindeki 30 kadar millî kuvvetle bir Yunan taburu ile boğuştu. Düzenli, silahlı ve sayıca çok üstün olan bu kuvvetlere saatlerce adım attırmadı. Ölümü küçük gören şehitlerinin cesetleri arasından Yunanlara saldırdı. Hatlarını yardı. Kendisi de yaralı olarak müfrezesine katılmayı başardı. İzmir’den Aydın’a atlayan yangın, alevden kollarını yurt içine uzattıkça zaten harap olan yoksul köyler, birbiri ardına yanmaya başlamıştı. Yarası iyileştikten sonra 189’uncu Alay 3’üncü Bölük Takım Komutanlığına atanan Mehmet Ziya, alay emir subaylığı görevi yapıyordu. Bu sıralarda Yunanlar, Kütahya - Eskişehir yönünde büyük kuvvetlerle taarruza geçmişti. Kütahya’nın batısındaki Taşlıtepe bölgesinde, kanlı çarpışmalar oluyordu. Aralıksız olarak yapılan bu saldırılara karşı azalan kuvvetiyle direnemeyen 1’inci Tabur, çekilmeye başlamıştı ki Asteğmen Ziya bir fişek gibi yerinden fırlamış, kurşun yağmuru altında bölüğünün safları arasına karışmış ve gürleyen sesiyle bölüğünü Taşlıtepe’ye doğru çevirebilmiş, bu hareketiyle de taburunun hatta alayının bozgununu önlemişti. Günler geçiyor, kuzeyde İnönü’ye saldırmaya başlayan Yunanlar, diğer taraftan da Afyon’a doğru ilerliyor; İnegöl, Eskişehir, Bozöyük, Pazarcık ve Bilecik ardı ardına Yunan eline düşüyordu. Birkaç fişek kundağı, yamalı eski bir tüfek, bazen paslı bir kürek, bazen de bunların yerine, kuru; fakat çelikleşmiş bileğiyle çarpışan yanık yüzlü Türk savaşçıları, ter yerine kanla suluyorlar topraklarını... Afyon’un etrafındaki çarpışmalar kızışmıştı (27 Mart 1921). Bu tatlı bahar gününde sanki cehennem gibi yanıyordu. Balmahmut sırtları... 189’uncu Alay da bu bölgede. Asteğmen Mehmet Ziya, bölüğü ile Yunan kurşunlarıyla eğlenircesine sağa, sola koşuyor ve cephanesi tükenmek üzere olan Mehmetlerine, “Artık hücum zamanı geldi. İşaretimle saldıracağız Yunan’a...” diye haykırıyordu. Bu sırada kalpleri parçalayan bir ses duyuldu saflardan. Komutan vuruldu. Asteğmen Mehmet Ziya, aldığı derin yara ile dizleri üstünde bükülerek yere serilmiş ve o anda şehit olmuştu. Bir kahraman daha yok olmuştu, yiğitler meydanından... Bir yıldız daha sönmüştü, göklerin mavi derinliklerinde... Onbaşı Rahime’nin Dövüşü 15 Mayıs 1919’da, İzmir’de kopan kasırga, Aydın’daki yangının alevlerini önüne katarak yurdun dört tarafına yaymış; Trakya, Kocaeli, Maraş, Antep, Erzurum ve Kars göklerini kara dumanlar sarmıştı. 148
Dört savaş yılının yorgunluğunu çıkartmak için dünya yüzüne sırt üstü uzanmış bulunan o koskoca devletler, Türk milletine bu fırsatı vermek istememiş, parçaladıkları yoksul vücudun her parçasına ağır cüsseleriyle oturmuşlardı; fakat, tarih, ağzını açmış haykırıyordu. “Türk esir olarak yaşayamaz!” Evet, yaralı vücut kıpırdadı. Etrafında soğumaya başlayan külleri karıştırdı. Kıvılcımlar yanmaya başladı. Nemli ambarlara yığılmış paslı namlular silindi. Üç savaştan artan yorgun insanlar şahlandı. Osmaniye’nin Raziyeler köyünden Köse’nin kızı Rahime de egemenlik kaygısı, yurt sevgisi ve öç almak hırsıyla şehit ağabeylerinin baba yadigârı tüfeğini omuzlayarak katıldı savaşlara. Güzel esmer yüzüne çok yakışan kara gözlerinde, en korkunç canavarlara saldırmaktan çekinmeyen bir erkek parıltısı vardı. Osmaniye’de Karayiğitli Hüseyin Ağa'nın Yanıkkış müfrezesinde, çapraz taktığı fişeklerinin ağırlığını duymadan her savaşa katılıyor, hatta birçok uyarıya rağmen erkeklerden ileri atılıyordu. Son yapılan Yarbaşı savaşlarında gösterdiği kahramanlığa karşılık kendisine onbaşı rütbesi verilmiş ve ilerleyen günlerde Onbaşı Rahime diye çağırılmaya başlanmıştı. Yunanlar, kasaba içindeki taş binalara yerleşmiş, etrafına tel örgüler yapmış ve buralarını birer kale hâline getirmişti. Bunlardan biri de Hacı Ukkaş’ın evi idi. Öz toprağında çöreklenen yılanları kovmak için düzenlenen küçük millî müfrezelerimiz, 05 Ağustos 1920 sabahı Yunan barınaklarına taarruza başladı. Osmaniye bir cehenneme dönmüştü. Mazgallara yerleştirilen makineli tüfekler, pencerelerden savrulan bombalar etrafa ölüm saçıyordu. Onbaşı Rahime, terli avuçlarıyla sıktığı tüfeğini çevirdiği mazgallarda, parlayan alevleri söndürüyor, soyuna yakışan atıcılığı, arkadaşlarının övgülerini topluyordu. Akşam yaklaşmış, mücahitlerin mermileri de azalmaya başlamıştı. Aralarından iki kişi yaralanmış, ateş hattı gerisine alınarak yaraları sarılmıştı. Uğursuz bir baykuş yuvasına dönmüş olan Ukkaş’ın evini, hücumla ele geçirmek gerekiyordu; fakat, bu ateş yağmuru altında evin duvarlarına varmak, bilerek ölümü göze almak demekti. Bununla beraber müfreze kararlı idi. Hep birlikte yapılacak ateş arkasından eve saldıracaklar, boğaz boğaza dövüşecekler ya ölecek ya da burayı ele geçireceklerdi. Mevzilerinde ağızdan ağıza helalleştiler. Hüseyin Ağa'nın ateş işaretiyle bir avuç kahramanın çelik namlularından yayılan alevler arasından “Allah Allah!” sesleri yükseldi. Duvardan ilk atlayanlar arasındaki Hüseyin Ağa, başından ağır yaralandı. Rahime Onbaşı da göğsünden vurularak şehitlik rütbesine yükseldi. 149
Binanın duvarına yapışan kahramanlar, arkasına kum torbaları yığılmış kapıyı kıramadılar. Karanlık basınca ılımış vücudu saran kanlı cepkeninin içinde Onbaşı Rahime’yi göz yaşlarıyla kasaba mezarlığında sonsuzluğa bıraktılar. Bartınlı Recep Savaş sırasında bazen bir kahraman ve elindeki silah, bir orduya bedel olur. Özellikle silahın az olduğu, merminin kıt olduğu ve üstelik vatan savunmasının yapıldığı bir ortamda bir silah, gerçek değerinin üstünde değer taşır. Atını, kadınını, silahını korumayı eş değerli bir namus ölçüsü sayan Türk askeri için durum ayrı bir önem kazanır. İşte Bartınlı Recep de böyle bir değer yargısıyla yola çıkmıştır. Sakarya’da, Beylikköprü civarında 26 Ağustos 1921 tarihinde, Beştepeler bölgesinde 17’nci Tümen 63’üncü Alay 1’inci Tabur 4’üncü Bölük ile yapılan çarpışmada, Yunan, bölüğün sol yanını kuşattığı için o mevkiden çekilmek gerekmişti. Bir kısım makineli tüfekler, gidilecek yeni bölgeye gönderilmiş, bunların çekilmelerini korumak üzere eski mevziden en sonra çekilmesi gereken iki numaralı makineli tüfek kalmıştı. Bu sırada, Yunanların kuşatma hareketi de artarak ay şeklinde bölüğün etrafını sarmış; yalnız bir noktadan çıkabilme imkânı bırakmıştı. Makineli tüfek nişancısı Emetli Ali vurulmuş, tüfeği kurtarmak isteyen iki er de Yunan ateşi ile şehit olmuştu. Arkadaşlarının ölümünü gören Bartınlı Recep büyük bir cesaret göstererek şiddetli Yunan ateşine rağmen tüfeği kurtarmış ve yine bu tüfeğin başında olduğu hâlde Yunanlara karşı zorlu bir mücadele verdikten sonra, makineli tüfeği, çekilen birliğine götürmüştür. Maçka Silahhane Müdürü Bahattin Konu, vatan savunması olunca ordusu ve milleti bütünleşerek ayağa kalkan bir ulus olduğumuzu ispatlayan Kurtuluş Savaşı’nda, sivil, asker farkı gözetmeksizin herkes imkânları ölçüsünde bu kutsal harekâta katılmıştır. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ve arkasından Sevr (10 Ağustos 1920) denilen tutsaklık belgeleri imzalandıktan sonra artık bir ülkenin varlığından söz etmek imkânsızdı. Ülkenin bütün imkânlarının yığılı bulunduğu başkent İstanbul da elbette İtilaf güçleri tarafından işgal edilecekti. Nitekim işgal de edildi. Topraklarının, İtilaf devletleri tarafından işgal edilmesiyle her şeyin bittiği anlamına gelmeyeceğini bilen bu büyük milletin evlatları, hangi yerde ve hangi rütbede olursa olsun yurt savunmasına katılmışlardır. “Bu toprağı Türk’ün kanı yoğurdu, annem beni bugün için doğurdu.” diyerek hiç düşünmeden yeni kurulan hükûmet ve Ankara’ da şekillenen ordumuza hizmet ile ona gerekli silah ve cephaneyi sağlamak için uğraşan kahramanlarımızdan biri de Maçka Silahhane Müdürü Bahattin’dir. 150
İşgal sırasındaki İngiliz askerlerinin güvenlik ve kontrolünde bulunan İstanbul’daki Maçka Silah Deposu’ndan 215 makineli tüfek, 800 sahra telefonu ve 55.000 adet 98 model tüfek mekanizmasını gizli yollardan kaçırarak Anadolu yakasına geçirmiş, bir kısmını İnebolu’ya, bir kısmını da Bilecik’te bulunan Millî Kuvvetlerin emrine göndererek büyük yararlılıklar sağlamıştır. Bu ve benzeri fedakârlıklar gösteren vatan evlatlarının sayesinde vatan, bugün bizim olmuştur. Yazıcı Başçavuş Kemal (DEMİRAY) 23 Nisan 1920 tarihinde, Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılışı, Meclisin kendisine bağlı Millî Kuvvetleri teşkilâtlandırmak ve silahlandırmak üzere kadrolaşmaya başlaması sırasında Osmanlı ordusundan, savaş ve yenilgilerden arta kalan insan ve malzemelerin bir bir toplandığı dönemlerde, batıdaki en büyük güç,12’nci Kolordudur. Kolordunun Afyonkarahisar çevresindeki mühimmat deposunda bulunan silahlar ve mühimmat, kurulacak yeni ordu için bir hazine durumundadır. Afyonkarahisar’ın işgali ilk önce İngilizler tarafından olmuştur. Burayı işgal eden İngiliz birliklerinin esas amacı ise millî muvazzaf birliklerinin oluşumuna engel olmaktır. Bu iddianın doğruluğu, İngiliz birliklerinin doğrudan 12’nci Kolordu Mühimmat Deposu’nu imha etmek istemesiyle doğrulanmıştır. Bu işgali haber alan 12’nci Kolordu Mühimmat Deposu’nda görevli yazıcı olan Başçavuş Kemal, çevresindeki kuvvetlerle mühimmat deposunu kuşatarak koruma altına almış, İngilizlerin buraya girip depoyu imha etmelerine engel olmuştur. Savaşın bitiminden sonra, bu kahramanlığından dolayı 18 Eylül 1932’de, Başçavuş Kemal (Demiray), “Kırmızı Şeritli Kurtuluş Madalyası” ile ödüllendirilmiştir. Asteğmen Ahmet Hamdi Yeri geldiği zaman, evini ve namusunu korumak için mesleğini ve sivil görevini bırakarak Kurtuluş Savaşı’na ve vatan savunmasına katılan yedek subayların kahramanlıklarına diğer bir örnek 189’uncu Alay, 1’inci Tabur, 1’inci Bölük Asteğmenlerinden Ahmet Hamdi’dir. Birliğine katıldığı günlerde, 189’uncu Alayın Aslıhanlar yöresinde ordunun sağ yan gerisine düşen işgal güçleri, Efzun Alayına taarruz emrini almıştı. 12 Nisan 1921 günü taarruza geçen alay, Yunanların sayıca üstün olmasına ve taarruz bölgesindeki arazinin elverişsizliğine karşın cesurca ilerlemiş; ancak, gitgide yoğunlaşan Yunan ateşli silahlarının etkisiyle Yunan siperleri karşısında duraklamak zorunda kalmıştı. Ahmet Hamdi’nin önderliğinde erler hücuma geçmiş; Yunan askerleri, ölüleriyle dolu siperlerini terk ederek kurtuluşu kaçmakta bulmuştu. Bunu 151
izleyen günlerde, Haymana’da Taşlıtepe yöresinde meydana gelen çarpışmada, taarruzlara taburu ile karşı koyarken sağ kolundan yaralanan Ahmet Hamdi, tabur komutanının ısrarlarına rağmen birliğinin başından ayrılmayarak Yunanları mutlaka durdurmak ve püskürtmek heyecanı içinde dövüşmeye devam etmişti. Bir ara sağ yandaki birliklerde çözülme başlamış ve bu bütün cephemize yayılmıştı; fakat, Asteğmen Ahmet Hamdi, takımı ile bulunduğu mevzileri savunmaya devam etmiş ve bu arada iki kurşun isabetiyle şehit olmuştur. Asteğmen Emin Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, “Bir ordunun kudreti, zabit ve kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür.” diyerek gerçek bir değerlendirme yapmıştır. Türk ordusunun rütbesiz erinden, en yüksek komutanlarına kadar hepsinin savaşlarda gösterdiği başarı ve fedakârlığın sınır tanımazlığı belgelerle sabittir. Ama bir de şu gerçek vardır ki orduyu komutanlar yönetir. Komutan, ordunun her kademesinde mevcuttur. Gerçek mesleği asker olan komutanların yanı sıra onlara destek olan ve vatani görevini yapan alt kademedeki komutanlar, gerçek mesleği asker olan komutanları, yeri geldiğinde aratmamıştır. Özellikle şerefli bir vatan savunması olan Kurtuluş Savaşı’nda bu iddianın doğruluğunu ispatlayan örneklere rastlamak çok daha kolaydır; çünkü, savunulan vatandır. Herkes, yediden yetmişe bir onurlu yarış içindedir. Kurtuluş Savaşı’nda, Türk ordusunda görev yapan yedek subayların yeri çok önemlidir. Ülkesi işgal edilen ve ordusu dağıtılan bir milletin, yeniden ve zor şartlarda kurulmaya çalışılan ordusuna subay bulmak çok zor olmuştur. Türk milleti, bu zoru da başarmış, orduyu kurmuş, subayını, yedek subayını bulmuş, silahını temin etmiştir. Bu zorlu günlerin mücadelecilerinden birisi de Asteğmen Emin’dir. 16’ncı Alay, 1’inci Taburun 2’nci Bölüğünden Asteğmen Emin, 28 - 29 Ağustos 1921’de, Büyükçalış’ın güneyinde bulunan Çiftebela (Sivritepe) bölgesine yapılan gece hücumunda, Yunanların elinden üç makineli tüfeği alarak Yunan mevzilerini işgal edip büyük bir kahramanlık örneği göstermiştir. Bu üstün davranışından dolayı Savaş Madalyası'yla ödüllendirilmiştir. Asteğmen Mehmet Ziya 189’uncu Alay 3’üncü Bölük Takım Komutanlarından Asteğmen Mehmet Ziya, geçici olarak alay emir subaylığına atanmıştı. Çerkez Ethem’in Büyük Millet Meclisi Hükûmetine isyan ettiği ve düzenli ordu birliklerine karşı saldırılara başladığı sıralarda, Kütahya’nın batısında yapılan çarpışmalarda 1’inci Taburun geri çekilmekte olduğunu gören Asteğmen Mehmet Ziya, emir almadan hemen o yöne gitmiş, bölükleri 152
geri çevirerek özellikle kendi bölüğü olan 3’üncü Bölüğü tekrar komutasına alarak gözü dönmüş hainlerin üzerine karşı taarruza geçmiştir. Bir süre önce Çerkez Ethem kuvvetlerince terk edilmiş olan tepeleri tekrar işgal ederek bu bölgedeki eşkıyanın alt edilmesini sağlayan Asteğmen Mehmet Ziya, bölgedeki savaşların kazanılmasını sağlayan kahraman bir komutandır. Teğmen Ömer Lütfü Kurtuluş Savaşı’nın başında, beline henüz kılıç kuşanan genç teğmenlerden Ömer Lütfü, rütbesinden ve gençliğinden beklenmeyen bir olgunluk ve dayanma gücü gösteriyor, ülkesi ve ülkesinin insanı için canını feda etmekten çekinmiyordu. Teğmen Ömer Lütfü, İkinci İnönü Savaşı sırasında Yunanların eline geçmiş olan Kavalca köyü ve bunun kuzeyinde bulunan sırtlardaki Çamlıtepe'yi işgal etmek için emir almıştı. Bölüğüne verilen taarruz şeridi içinde, avcı hattı ile Yunan topçu ateşi altında süratle ilerleyen Teğmen Ömer Lütfü, Yunanları bozguna uğratıp onları Karaağaç köyüne kadar sürmüştü. Ömer Lütfü ve bölüğü Karaağaç köyüne girdiği zaman Yunanlarla boğaz boğaza gelmiş ve aralarındaki kanlı bir boğuşmadan sonra yaralanan Ömer Lütfü, sağ kalan erleri ile birlikte esir düşmüştü. Aynı gün Karaağaç köyüne giren ve Yunanları buradan sürüp atan diğer bir bölüğümüz, Teğmen Ömer Lütfü’yü bir çam ağacında çarmıha gerilmiş ve üzerine gaz dökülmüş olarak bulmuştu. Sıkı bir sorguya çekilen fakat ağzından bir kelime bile alınamayan Ömer Lütfü, yakılarak öldürülmek istenmişti. Yaraları sarıldıktan ve tedavi edildikten sonra eski alayına dönen bu kahraman, 1’inci Bölük Komutanı olarak Dumlupınar, Kütahya, Gediz, Seyitgazi ile Sakarya ve Başkomutan Meydan Savaşı’na da katılmıştır. İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen ve savaştan sonra malul gazi olarak Afyon’a yerleşen Ömer Lütfü’ye, Bozüyük Belediyesi tarafından fahri hemşehrilik beratı verilmiştir. Teğmen Mustafa Kurtuluş Savaşı, Anadolu toprağı uğruna can verenlerin sanki yarış hâlinde olduğu kutsal bir savaştır. 1921 yılı Temmuzunda, Altınbaş civarında yapılan savaşlarda Acıelma Baskın Müfrezesi Komutanlığına tayin edilen 9’uncu Tümenin 27’nci Alayından Teğmen Mustafa, Acıelma’da Yunan bölgesine baskın yaparak 60 kadar Yunan erini öldürdükten sonra şehit olmuştur. Vatan uğruna ölmek ve şehitlik mertebesine yükselmek, Kurtuluş Savaşı’ndaki her Türk'ün ideali olduğundan bu tür bir ölüm ve şehitlik normaldir; ama, bu şehitlikte özel bir yan vardır. Bu da düşmanın bile takdirini toplamak, saygısını kazanmaktır. Türk tarihinde ilk olmamakla 153
beraber, Teğmen Mustafa’nın naaşına düşmanın bile ilgi göstermesi ilginç ve ilginç olduğu kadar da seçkin bir olaydır. Teğmen Mustafa’nın bu kahramanlığına hayran olan Yunan komutanı, onun tabutunu çiçeklerle donatarak yaptırdığı cenaze töreninden sonra, Teğmen Mustafa’nın mübarek naaşını Acıelma köyü imamına teslim etmiştir. Yüzbaşı Gazi Refik Kurtuluş Savaşı’nın en kritik ve can alıcı mücadeleleri hiç kuşkusuzdur ki Sakarya Meydan Savaşı’nda olmuştur. Yunanlar Ankara’ya kadar gelip Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Hükûmetini ortadan kaldırmak ve binlerce yıllık boş bir düş olan hayallerini gerçekleştirmek için bütün imkânlarını seferber etmişti. Yunanların bütün gücüyle yüklenmesi karşısında Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, bir askerî deha örneği göstererek “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” emrini verip ordusunu Sakarya’nın batısına kadar çekmiş ve Yunanları, vatanın geleceği için yok etmek istemiştir. Yunan’ı, vatanın geleceği uğruna yok etmek için başkomutanın emrini gözünü kırpmadan yerine getiren bir diğer kahraman da Teğmen Ahmet Refik’tir. Teğmen Ahmet Refik, 23’üncü Tümen Hücum Taburu 1’inci Bölük Komutanı olarak Sakarya Meydan Savaşı’na katılmış ve 30 Ağustos 1921 günü saat 11.00 sıralarında Polatlı civarında Tırnaksız köyü ve Beştepeler mevkisinde 38 kişilik bölüğü ile şiddetli ateş altında yılmadan savaşmıştır. Bu sırada bir top mermisinin patlamasıyla ayaklarını kaybedince yaralı olarak Ankara Merkez Hastanesine gönderilmiştir. 01 Şubat 1922 günü, Merkez Hastanesini ziyaret eden Savunma Bakanı Kâzım Paşa (Özalp), Gazi Teğmen Ahmet Refik ile tanışmış ve daha sonra TBMM’nin 154’üncü toplantısında, Teğmen Ahmet Refik’in rütbesi yüzbaşılığa çıkarılmış ve kendisi “Kurtuluş Madalyası” ile ödüllendirilmiştir. Yüzbaşı Agâh 36’ncı Alay, 1920 yılında Sarıkamış ile Horasan arasındaki Zivin bölgesinde, Ermenilere karşı sınırı bekliyordu. Ermenilerin Ardahan Erzurum arasında, Kosor bölgesine baskınlar yaptıkları ve yerli halkın birçoğunu şehit edip mallarını yağma ettiklerinin haberi alındı. Bu durum karşısında oradaki Türklere yardım etmek ve onları bu zalimlerin ellerinden kurtarmak gerekliydi. Bunun için gönüllü arandı. 12’nci Tümenin 36’ncı Alay, 2’nci Tabur, 6’ncı Bölük Komutanı Yüzbaşı Agâh derhâl bu göreve talip oldu ve sivil kıyafetine soktuğu 75 kadar seçme askeriyle, Ermenilerin yaptığı zulmü durdurdu. Sonra müfrezesi ile Sarıkamış, Kars arasında bulunan Novoselim bölgesine kadar gitti. Ermenilere yapmış olduğu baskıyla sınırdaki karakolları geri aldırttı. Görevini başarıyla bitirdikten sonra geri döndü. Ermeniler bu baskının etkisiyle, iki hafta boyunca daha önce ellerinde bulunan hudut karakollarını işgal edemediler. 154
Doğu Cephesi’ndeki Ermeni kuvvetleri temizlenip de sorunlar hâlledildikten sonra bu bölgedeki birlikler Batı Cephesi’ne katılmıştır. 36’ncı Alay da 1921 yılında Batı Cephesi kuruluşuna girmiş ve Eskişehir - Afyon hattında bulunan Yunan birlikleri karşısında görev almıştı. Yüzbaşı Agâh, Yunanların Anadolu’da Türklere yaptıkları ihanet karşısında, diğer bütün Türk evlatları gibi bu ihaneti ödetmeye yemin etti. Batı Cephesi’nde, Yunanlara karşı Susuz bölgesinde yapılacak baskına yine Yüzbaşı Agâh gönüllü olarak talip oldu. Bir gece, seçme 35 erle Yunan hattına yanaştı. Tel örgüleri keserek Yunan hatlarına sızdı. Susuz Boğazı'nın içinde bulunan Yunan ordugâhına baskın yaptı. Onlara büyük kayıplar verdirdi. Bununla yetinmeyip bazı er ve çavuşlarını da esir aldı. Yüzbaşı Agâh’ın yaptığı baskın o derece maharetli ve cesurca yapılmıştı ki bu baskınla Yunanların gözü yıldırılmış, haddi bildirilmişti. Türk ordusunda görev alan diğer komutanlar gibi Yüzbaşı Agâh da yurt için görevden göreve ve bu arada başarıdan başarıya koşmuştur. 26 Ağustos 1922 günü, Afyonkarahisar taarruzunda, 36’ncı Alaya Büyükkalecik köyü kuzeyinde bulunan Kurtkaya Tepesi ve gerilerine taarruz görevi verilmişti. Yüzbaşı Agâh’ın bağlı olduğu tabur, topçu ateşi altında dik yamaçlardan inecek ve ondan sonra taarruzunu yapacaktı. Yüzbaşı, bölüğünü sırtın gerisinde hazırladıktan sonra iki takımını tek kola sokarak tepeye hücum etmelerini emretti. Takımlar harekete başlarken o, yamaçta Yunan topçu ateşi altında bir cesaret heykeli gibi durmuş, takımlarının hareketini izlemiş ve hedeflerini, yönlerini şaşıran erlerinin yanına giderek onları doğru yöne sevk etmişti. Yüzbaşı Agâh, Yunan mermilerinden korkmamış; fakat, mermilerin etkisinden hem askerlerini korumuş hem de güzel sözlerle onlara cesaret telkin etmişti. Bu yüksek bir kahramanlık örneği idi; fakat, Kurtkaya, Yunan tarafından güçlü bir şekilde tahkim edilmiş olduğu için henüz düşmemişti. 26 - 27 Ağustos 1922 gecesi, tan yeri ağarırken Yunanlara yeniden hücum edilecekti. Oysa ki 26 Ağustos günü yapılan harekâtta üstün gayret gösterip yorulmasından dolayı yüzbaşının bölüğü dinlenmeye alınmıştı. Yüzbaşı Agâh, Yunanlara taarruz haberini alır almaz kendisinin bu şereften mahrum edilmemesini ve ilk hatta gönderilmesini ısrarla rica etti. Dileği istenmeyerek kabul edildi. Bu izni alan Yüzbaşı Agâh, bölüğünü karanlıkta Yunanlara yanaştırırken kalçasından ağır bir şekilde yaralandı. Bu yarayı alan ve fazla kan kaybeden Yüzbaşı Agâh, Bölük Başçavuşu Mustafa oğlu Ali’yi yanına çağırdı. Bu ağır durumdayken Yunanların tel örgüsünün kesilmesini emretti. Tel örgülerini kestirdikten ve engelleri ortadan kaldırdıktan sonra Yunanların Kurtkaya müstahkem mevkisine bölüğü ile beraber girdi. Bölük, Başçavuşun öldürdüğü bir Yunan erinden elde edilen bir bomba tüfeği ile taarruz sonunda tepenin ele geçirildiği müjdelenmek üzere işaret verildi. Yüzbaşı Agâh, bölüğüne, siperleri terk eden Yunanları esir ve imha etmek üzere takip emrini verdi. Yaralı olduğu hâlde bölüğünü 155
sevk ve idare eden Yüzbaşı Agâh, bu esnada başına isabet eden ikinci bir mermi yarasıyla şehit oldu. Yüzbaşı Sami, Üsteğmen Hamza ve Bölük Personeli Kafkas, 9’uncu Alay 3’üncü Tabur 9’uncu Bölük Komutanı Yüzbaşı Sami ve 10’uncu Bölük Komutan Vekili Üsteğmen Hamza, bölükleriyle 26 Ağustos 1922’de, Afyon’un doğusunda bulunan Kalecik Sivrisi’ne taarruz için görevlendirilmişlerdir. Her ikisi de büyük bir cesaretle askerlerinin önünde, onları en iyi şekilde sevk ve idare edip yoğun Yunan ateşine aldırmadan Yunan siperlerine doğru hücum ederek birkaç sıçrayışta tel örgülere yaklaşırlar. Bu sırada cehennemî bir top, tüfek ve makineli tüfek ateşi altında bir an duraklamış olan askerlerine örnek olmak için her iki bölük komutanı da elleri ile tel örgü kazıklarını sökmeye başlarlar. Tel örgülerin bir kısmını da süngüleriyle kesmeyi ve kesilmeyen tel örgülerin üzerinden tüfeklerine dayanarak atlamalarını askerlerine öğüt vererek 45 dakika gibi az bir zamanda Yunan siperlerine girip onları süngüden geçirirler. Tepenin en yüksek yerine dikilmiş olan “haçı” parçalayarak al sancağımızı haçın yerine dikerler. Süngülerimizden kurtulup kaçmaya çalışan Yunanların geri kalan kısmını takip ederek hepsini yok etmeyi başarırlar. Masum Türk halkının ve yurdu haksızca işgal edilmiş olan Türk milletinin bu savaş sırasında öcünü almak için kendilerinden sayıca on misli çok olan Yunanlara karşı gösterdikleri kahramanlıklarla Türk tarihinin altın yapraklarına adları yazılanlar, bölük komutanları ile birlikte şunlardır: 10’uncu Bölük Başçavuşu Hilmi, 10’uncu Bölük Çavuşu Hasan, 10’uncu Bölük Onbaşısı Ahmet, 10’uncu Bölük Neferi Hüseyin, 10’uncu Bölük Neferi İbrahim, 9’uncu Bölük Onbaşısı Durmuş, 9’uncu Bölük Başçavuş Muavini Hasan, 9’uncu Bölük Onbaşısı Ahmet, 9’uncu Bölük Neferi Abdülkadir, 9’uncu Bölük Neferi Nuri, 9’uncu Bölük Neferi Hasan, 9’uncu Bölük Neferi Ali... Yüzbaşı Ahmet Şükrü Kurtuluş Savaşı’nda, kutsal vatan toprağını kanı ile sulayan Türk evlatlarından biri de Yüzbaşı Ahmet Şükrü'dür. 12’nci Tümenin 36’ncı Alay 3’üncü Tabur 9’uncu Bölük Komutanı Yüzbaşı Şükrü görevine bağlı, çalışkan ve bilgili bir subaydı. Onun bu özellikleri, üstleri ve arkadaşları tarafından takdir ediliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda, birçok cephede savaşlara girmiş, esir olmuş, birçok felaket 156
görmüş ve bu felaketlerden birçok ders almıştı; en ümitsiz, en buhranlı zamanlarda bile hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamıştı. 36’ncı Alay 26 - 27 Ağustos 1922 gecesi Afyon Cephesi’nde Büyükkalecik köyü kuzeyinde bulunan Kurtkaya Tepesi'ne hücum edecekti. Yüzbaşı Şükrü bölüğü ile en ileride askerlerine hem hedefi gösteriyor hem de cesaret verici sözler söylüyordu ve bu metin hareketleriyle de onlara örnek olmaya çalışıyordu. Yunanların cehennemi andıran ateşleri altında o da tel örgüleri kestirdi ve yine en önde olarak bölüğü ile Kurtkaya müstahkem mevzisine hücum ederek orayı ele geçirdi. Büyük sessizlik ve kararlılık ile bölüğünü sevk ve idare etmesi sırasında gösterdiği yiğitliği bu başarıya sebep olmuştu. 29 - 30 Ağustos gecesi ise 36’ncı Alay, Afyonkarahisar’a bağlı Bolvadin’in güneyinde bulunan Çal köyünün batısındaki sırtlara taarruz için görevlendirilmişti. Yunanlar, ordumuzun hücum ve takipleri sonucunda perişan ve karmakarışık bir hâlde Çal köyü civarına çekilerek toplanmıştı. Bu bölgede tekrar yapılan taarruzda, Yunanlarla çok yakın mesafeden ani bir çarpışma oldu. 36’ncı Alay şiddetli bir Yunan ateşi ile karşılaştı. Yüzbaşı Şükrü, bu baskın ateşinde de soğukkanlılığını kaybetmeyerek bölüğünde düzeni korumuş; ancak, karnına isabet eden bir mermi ile ağırca yaralanarak hastaneye gönderilmiş ve orada şehit olmuştur. Yüzbaşı İsmail Zühtü Büyük bir destan yaratılırken bu destan içinde ayrı ayrı yeni destanlar yaratan kahramanları birbirinden ayırmaya aslında gerek yoktur. Ama Türk milletinin varlığını ve sonsuza kadar özgürce yaşamasını sağlamak için canlarını seve seve veren bu yiğit insanları birer birer ele almak, onları kitap sayfalarında ölümsüzleştirmek de zorunlu bir görevdir. Kurtuluş Savaşı sırasında 61’nci Tümen Sahra Topçu Alayının 1’inci Batarya Komutanı Yüzbaşı İsmail Zühtü, 26 ve 27 Mart 1921 günleri Yunanlara etkili atışlar yaptıktan sonra, 28'inci gün, Kanlısırt bataryası ile Yunanları şiddetli ateş altında tutmakta idi. Teketepe zirvesine Yunanların çıktığını haber alması üzerine, Kanlısırt’ın güney yamaçlarından Teketepe’yi ateş altına almak üzere Grup Komutanlığının emri ile Yüzbaşı İsmail Zühtü, mevzi değiştirirken gideceği yolun Yunanlar tarafından işgal edilerek kapandığını görmüştür. Yunan piyade ateşi altında cesaretini kaybetmeyerek kendi kararı ile bataryayı Yunan eline bırakmamak için eğimli sırtlardan ancak dere yatağına indirmiş, bu sefer dere içinde de ateş aldığından ormanın içine girmek istemiştir. O anda topların, ateş altında yukarı çıkarılamayacağını anlamış; yalnız askerlerin ve hayvanların kurtarılmasına karar vererek bunları büyük bir tehlikeden kurtarmıştır. Toplarını Yunanlara bırakmamak ve onları geri getirmek için gecenin karanlığında asker ve subaylarını alarak köylülerden ve diğer bataryalardan mandalar toplayarak Yunanların pek yakınında kalan toplarını kurtarmış ve yine topları 29 Mart 1921 sabahı atışa hazırlayarak cesaret ve ustalığını 157
göstermişti. 31 Mart 1921 günü Kanlıtepe’de, Yunanların geri çekildiğini görünce bataryası ile hemen Kanlıtepe’ye mevzi değiştirerek kaçan Yunanları topa tutmak suretiyle yönlerini değiştirmiş ve Ziva Deresi'ne sıkışan bir Yunan taburunu imha etmiştir. Yine aynı savaşlar sırasında kahramanlığına kahramanlık katan Yüzbaşı İsmail Zühtü, 30 Temmuz 1921 günü, Almacık Deresi'nde toplanan Yunanları görünce toplarını hemen açığa çıkararak şiddetli bir ateşe başlamış ve diğer bataryaların da açığa çıkarak ateş etmelerini sağlamıştır. Yüzbaşı İsmail Zühtü, bu hareketiyle Yunanların fazlaca kayıp vermesine neden olmuştur. Yüzbaşı İlhami Savaşın, komutanlarla erleri, bunun yanı sıra kendi aralarında komutanları da bir bütün hâline getirdiğine en çarpıcı örnek, hiç kuşkusuz Türk Kurtuluş Savaşı’dır. Rütbe farkı gözetmeksizin kahramanlık ve fedakârlık göstererek amaca ulaşmada yarış hâlinde olan Türk ordusunun personelinden bir diğer örnek de Yüzbaşı İlhami’dir. İkinci İnönü Savaşı’nda Gündüzbey bölgesini işgal eden 3’üncü Alay, savaşın başından sonuna kadar altı gün Yunanlara karşı direnmişti. Bu alaydan, cephede sekiz bölük komutanı bulunuyordu. Bunlardan altısı şehit olmuş, geriye kalan iki bölük komutanından 5’inci Bölük Komutanı Yüzbaşı İlhami, 30 Mart 1921’de çarpışmanın en şiddetli anında yaralandığında, “Ya burada ölecek ya da bölüğün zaferini göreceğim.” diyerek geriye gitmemiş ve arzu ettiği zaferi görmüştü. Zafer uğruna ölüme meydan okuyuşa, bundan daha güzel bir örnek olmasa gerektir. Askerlik sanatının hiç kuşkusuz en güzel yanı, alınan görevin her ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesidir. Gündüzbey sırtlarında savunduğu bölgeyi sonuna kadar başarı ile koruyan ve yaralı olduğu hâlde bölüğünün zaferini görmek için komutayı bırakmayan Yüzbaşı İlhami’nin bu başarısı, kahramanlığı ve fedakârlığının ödüllendirilmesi için 1’inci Tümen Komutanlığınca, Batı Cephesi Komutanlığına teklif yapılmıştır. Birinci İnönü Zaferi üzerine Eskişehir halkının Batı Cephesi Komutanına hediye ettiği Arap kısrağını, Cephe Komutanı Albay İsmet Bey, bu subaya hediye ederek onu savaş şartlarının imkânsızlıklarına rağmen en iyi bir şekilde onurlandırmıştır. Yüzbaşı Fahri, Yüzbaşı Ali Rıza ve Üsteğmen Mehmet Fehmi İkinci İnönü Savaşı’nda 1’inci Tümenin 3’üncü Alayı Metristepe, Kanlısırt,ve Üçşehitler tepelerini savunuyordu. 3’üncü Alay, Ankara’da alelacele oluşturularak cepheye gönderilmiş, 26 - 27 Mart 1921 gecesi mevziye sokulmuştu. 28 Mart 1921 günü Yunanların üç piyade alayı, yoğun bir topçu ateşi desteğinde taarruza başladı. Önce Kanlısırt, daha sonra da 158
Üçşehitler Tepesi Yunanların eline geçti. Alay Komutanı, yedekte bulundurduğu 3’üncü Taburunu 5’inci Bölük ile takviye ederek henüz Üçşehitler adını almamış olan bu adsız tepeye karşı taarruza geçirdi. Bu taarruz hiçbir taraftan ateşle desteklenmemekte, buna rağmen karşı taarruz başarı ile ilerlemekteydi. Birlikler hücum mesafesine yanaştılar; fakat erlerin hiçbirinde süngü yoktu, dipçikle hücuma geçildi. 9’uncu Bölük Komutanı Yüzbaşı Fahri, 10’uncu Bölük Komutanı Üsteğmen Mehmet Fehmi ellerinde tabancaları ile ileriye atılınca, bütün erler tereddüt etmeden onları izlediler. Üsteğmen Fehmi, henüz beş, on adım atmadan şehit oldu. “Hiçbir silah yoktu ellerinden başka, boğuşuyordu, Çevrilmişti bir süngü çemberi ile gide gide, Nihayet devrildi beş yarayla birden, Vuruldu alnından, Birinci Mülâzım Fehmi Bey.” Elinde hiçbir silahı kalmayan Yüzbaşı Fahri de bir Yunan süngüsü ile şehit edildi. En önde koşuyordu Yüzbaşı Fahri Bey, Kaputu omzunda, tabancası elinde, Tepe kadar sessiz, tepe kadar kocaman, Tepe olmak emelinde, Pos bıyık, hilal kaşlı Yüzbaşı, AI kan etmiş dağı taşı.” Bir gün içinde tepeye üçüncü taarruz yapılıyor, taarruzlarla tepe bir Türk kuvvetlerine bir Yunan kuvvetlerine geçiyordu. Üçüncü taarruz sonucunda tepe kesin olarak taburun eline geçti; fakat, bu taarruzda da 2’nci Bölük Komutanı Yüzbaşı Ali Rıza şehit oldu. “Bir günde devrilen üçüncü subayımız bu, Hey tepe! Tevekkeli boynun üç büklüm, Vuruldu göğsünden Ali Rıza Bey, Yüzbaşım vardın mı yüzbaşılara? Selam söyle unutmadık, buradayız.” Bu olaydan sonra tepe altı kez el değiştirdi. Daha önce isimsiz olan bu tepeye buradaki bu üç şehit subaydan dolayı “Üçşehitler Tepesi” adı verilmiştir. 159
Yarbay Nazım Batı Cephesi’nde Yunan hücumu devam ederken planlanan bir uyarlama ile Yunanlar 10 Temmuz 1921’de beş tümenle cepheden, altı tümenle de güney kanadından, Döğer - Seyitgazi yönünde taarruza geçmişlerdi. Türk kuvvetlerinin bütün fedakârlıklarına rağmen Yunanları İnönü bölgesinde tutması imkânsız bir durum almıştı. Daha fazla asker ve malzeme kaybetmemek için kuvvetlerimizin Sakarya hattına çekilmesine Başkomutanlıkça karar verildi. Bu sırada 4’üncü Tümen, artçı olarak kalacak ve diğer tümenlerin düzenli çekilebilmeleri için onlara zaman kazandıracaktı; fakat, Yunan, 4’üncü Tümeni ortadan silip atmak için en aşağı üç misli kuvvetle taarruz ediyor, kanlı hücumlarını saatten saate şiddetlendiriyordu. 14 Temmuz sabahı savaşlar şiddetini büsbütün artırmıştı. 4’üncü Tümenin birlikleri yavaş yavaş eriyor; fakat tümenin inatçı direnişini kırmak mümkün olamıyordu. 4’üncü Tümen Komutanı Yarbay Nazım oradan oraya koşuyor, bozulan her birliği kuvvetlendirerek tekrar savunmaya katılmalarını sağlıyordu. Zaman zaman da şehit olan birlik komutanlarının yerine geçerek karşı taarruzlarda bulunuyordu. Yunan kuvvetleri nihayet 15 Temmuzda, 4’üncü Tümen Karargâhının bulunduğu Nasuhçal Tepesi'ne kadar girmeyi başarmıştı. Artık dayanmaya imkân kalmamıştı. Teslim olmayı aklına bile getirmeyen Yarbay Nazım, yeni çareler arıyor; Yunan selini durdurmaya ve biraz daha vakit kazanmaya çalışıyordu. Hâlbuki 4’üncü Tümen üzerine düşen görevi fazlasıyla yapmış ve Türk ordusunun asıl kuvvetlerine gereken zamanı kazandırmıştı. Çarpışma öğleye doğru kanlı bir boğuşma hâlini almıştı. Bir bölük komutanı, eriye eriye bir mangaya düşmüş bölüğünün başında mücadele ediyor, bir takım komutanı, askerlerle beraber aynı mangada dövüşüyordu. İşte bu sıralarda Yarbay Nazım göğsüne isabet eden bir kurşunla ağır şekilde yaralandı. Kendisini kurtarmak ve geriye götürmek için koşan yaveri de yaralandı. Yarbay Nazım, kendini geriye götürmek için koşanlara, can havliyle kanayan göğsünü tutarak “Bırakın beni, olan oldu. Siz derhâl cephe komutanına durumu haber verin, birliklerin yaralandığımdan haberi olmasın, henüz bir şey yok, hafif bir yara.” diye sesleniyordu. Sonra bir ikinci ve üçüncü kurşun Yarbay Nazım’ı kanlar içinde yere serdi. 16 Temmuz 1921 günü kumanda ettiği tümeninin başında şehit olan Yarbay Nazım Bey'in rütbesi Büyük Millet Meclisinin 138 numaralı kararı ile albaylığa yükseltilmiştir. Albay Reşat Tarihi, insanlık tarihi ile başlayan yüce Türk milletinin askerî başarılarının sınır tanımazlığına örneklerin bu kadar çok olduğu bir ortamda, kahramanlık örneklerinin seçimi de elbette zor olacaktır. Ordular seviyesindeki başarılardan tutun da en küçük rütbesiz erine kadar her 160
seviyede ve her şahsı ile destanlar yaratan bir milletin tarihinden, doğaldır ki her yaştan vatan evladı destan yaratacak niteliktedir. Bu destanların yaratılma şartlarını ve destan yaratanları bugünkü değer yargıları ile değerlendirmek, bizi gerçek doğrulara bazen götürmeyebilir. Olaylar ve kahramanlıklar o günün şartları ve değer yargıları ile değerlendirilir, kahramanlığın ve kahramanların gerçek boyutları daha sağlıklı biçimde ortaya çıkar. Böyle bir değişik değerlendirmeye örnek olarak 57’nci Tümen Komutanı Albay Reşat’ın Kurtuluş Savaşı sırasındaki durumunu verebiliriz. Büyük Taarruz’da, 57’nci Tümene, hedef olarak bir yıldan beri Yunanlar tarafından çok kuvvetli olarak tahkim edilmiş olan Kızıltaş Çiğiltepe ve Kızlar Yaylası gibi birbirinden dik üç bölge verilmişti. 57’nci Tümen, yaptığı taarruzla ilk hedef olan Kızıltaş’ı ele geçirmesine rağmen, Yunanlar tarafından çok iyi savunulan Çiğiltepe’yi bir türlü zapt edememişti. Tümen Komutanı Albay Reşat, en ileri hatlardaki erlerle birlikte Yunanlara karşı çarpışarak erlerin moralini düzeltiyor; fakat, tümenin taarruz temposu gittikçe yavaşlıyordu. Biraz sonra telefonla Başkomutan ATATÜRK’ün emri gelmişti. Emirde; “Reşat Bey, tümeninizin harekâtı yavaşladı. Bütün cephe durumuna etki ediyorsunuz.” deniliyordu. Bunun üzerine verilen kayıplara bakılmaksızın tümence taarruz defalarca tekrarlandı. Albay Reşat, son taarruzdan önce emir subayı ile “Paşa’ya söyleyiniz, Çiğiltepe yarım saate kadar alınacaktır, rahat olsunlar.” haberini gönderdi. Savaş tekrar şiddetlendi. Yunanlar karşı taarruzlarla bu taarruzu da sonuçsuz bıraktı. Yarım saat dolduğu hâlde Çiğiltepe hâlâ ele geçirilmemişti. Bunun üzerine Albay Reşat, bir kâğıda bir şeyler yazarak emir subayına verdi. Bu kâğıtta; “Verdiğim sözü yerine getiremedim, artık yaşayamam.” yazılıydı. Albay Reşat, hemen oracıkta tabancasıyla hayatına son vermişti. Komutanlarını bu tepenin alınamayışından dolayı yitirdiklerini öğrenen tümen personeli, duyduğu üzüntüyle coştu ve heyecanlandı. Albay Reşat’ın ölümünden yarım saat sonra Çiğiltepe ele geçirildi. Verilen söz yerine getirilmiş, başarı sağlanmış; ama verilen sürede olmadığından askerî onur, realiteden ağır basmış, Albay Reşat zaferi görememişti. 70’inci Alay Bir ülkeyi baştan başa savaş rüzgârları kaplarsa ve bu rüzgârlar birbiri ardından acımasızca esmeye devam ederse o ülkenin çocukları da cepheden cepheye koşmak zorunda kalırlar. 1912’deki Balkan Savaşı’na katılan 24’üncü Tümene bağlı 70’inci Alay, İşkodra Savunması’nda kahramanlıklar gösterip Bardanyol Tepesi 161
sırtlarındaki zorlu mücadeleleri gerçekleştirmiş olduğundan 1913 yılında, bu alaya “Bardanyol Alayı” denilmiştir. Daha sonraki yıllarda ülkesini savunmak için ana vatan toprağını işgal eden kuvvetlere karşı 70’inci Alay, bu kez 11’inci Tümene bağlı olarak Anadolu’ya geçirilmiş ve yeniden oluşturulmuştur. 11’inci Tümenin 70’inci Alayı bu sefer de Birinci İnönü Savaşı’nda, İnönü mevzisinde Karaağaç köyünün iki buçuk km doğusundaki tepeyi başarılı bir şekilde savunmuştur. İnatçı savunması ve kahramanlığı sayesinde savunduğu bu tepeye bu kez de bu kahraman alayın adı olan “Bardanyol Tepesi” denmiştir. 30 - 31 Ağustos 1922 tarihindeki son taarruzda da görev alan 70’inci Alay, yine üzerine düşen görevi ve hatta daha fazlasını yaparak saat 11.00’de Adatepe’yi zapt etmiştir. Sancağı madalyalı seçkin bir Türk alayı olan 70’inci Alay, bugün geçmişindeki kahramanlık madalyası ile haklı olarak ne kadar övünse azdır. 8’inci Kafkas Alayı Ankara Hükûmetince düzenli ordu teşkili için Batı Cephesi’ne alınan ve Kurtuluş Savaşı’na bu cephede de katılan bir diğer alay da 3’üncü Kafkas Tümeninin 8’inci Piyade Alayıdır. Sakarya Meydan Savaşı sırasında ve Sakarya Nehri boyunca yapılan ölüm kalım mücadelesi günlerinde, 25 Ağustos 1921’de Türk kuvvetlerini yararak Nallı İstasyonu yönünde ilerleyen Yunan harekâtını durdurmak görevi 3’üncü Kafkas Tümenine bağlı 8’inci Piyade Alayına verilmiştir. Çok üstün sayıda personel ve atış gücüne sahip Yunan kuvvetleri ile yapılan savaşta, Yunan taarruzunu durdurmak için süngü süngüye ve boğaz boğaza yapılan amansız mücadele sırasında 8’inci Piyade Alayının gösterdiği üstün başarı sonucunda, Yunan birlikleri perişan bir şekilde geri çekilmeye mecbur edilmiştir. 28 Ağustos 1921’e kadar devam eden ve Yunanların Türk hatlarında açtığı gediği kapatarak Yunanları durdurma görevini yüklenen 8’inci Kafkas Piyade Alayının bu başarısı Sakarya’da bir dönüm noktası olmuştur. 9’uncu Kafkas Alayı Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükûmeti, silahlı kuvvetler oluşumu için uğraşırken en önemli dayanağı; Osmanlı ordu teşkilatı içinde olup Mondros Mütarekesi’ne göre silahlarını bırakması gereken fakat komutanlarının dirayeti ve ileri görüşlülüğü sayesinde, silahlarını ve kuruluşlarını koruyan, Doğu bölgesindeki askerî birlikler olmuştur. Doğuda önceleri Sovyetler'e ve daha sonra da Ermeni saldırılarına karşı başarılı mücadeleler vererek Misakımillî sınırlarına ulaşıldıktan sonra Ermenilerle yapılan Gümrü (03 Aralık 1920), Sovyetler ile yapılan Moskova (16 Mart 162
1921) anlaşmaları ile rahatlayan doğudaki Türk birliklerinin bir kısmı Yunan ordusuna karşı kullanılmak üzere Batı Cephesi’ne kaydırılmıştır. Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Batı Cephesi’ndeki ordu kuruluşuna katılan bu birliklerden birisi de 5’inci Kafkas Tümenidir. 21 Temmuz 1921’de, Eskişehir’e yapılan kurtarma taarruzunda görev alan 5’inci Kafkas Tümenine bağlı 9’uncu Kafkas Alayı, Yunanlara ağır kayıp verdirmiş ve kendisinden çok üstün Yunan kuvvetlerine karşı kahramanca savaşarak başarılı olmuştur. Sakarya Meydan Savaşı’na ve Büyük Taarruz’a da katılan 9’uncu Kafkas Alayının sancağı, Millî Mücadele yıllarındaki bu başarılarından dolayı Kurtuluş Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Kurmay Yüzbaşı Ekrem, Kurmay Yüzbaşı Neşet, Kurmay Yüzbaşı Hilmi ve Kurmay Yüzbaşı Seyfettin İnsanlık tarihi, birçok ulusun kanı ve canı pahasına yarattığı kurtuluş savaşlarına sahne olmuştur. Ama bunlar arasında Türk Kurtuluş Savaşı gibi büyük imkânsızlıklar içinde başarıya ulaşmış olanları enderdir. Vaktiyle üç kıtaya kök salmış; fakat XX. yüzyıl başlarına doğru çökmekte olan bir imparatorluktan pay almak isteyen çağın güçlü devletlerinin istilacı ordularına karşı, her bölgesini imkânsızlıklar içinde ayrı ayrı savunmak zorunda kalan bir milletin, tarihin ve geçmiş çağların en zor ve en onurlu Kurtuluş Savaşı’nı vermek zorunda kalışını doğal karşılamak gerekir. Bu Millî Mücadele; yalnız dış güçlere karşı verilmeyip aynı zamanda dışa bağlanmış gruplara, ulusuna rağmen dış devletlerle iş birliği yaparak “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde” olanlara karşı verildiğinden zordan da öte insanüstü bir çaba ve özveriyi gerektirmiştir. İşte Türk Kurtuluş Savaşı bunun için diğer milletlerin kurtuluş savaşlarından farklı özellikler gösterir. Türk Kurtuluş Savaşı, bunun için dünyanın ve özellikle doğunun ezilen sömürge durumundaki uluslarına örnek olmuş ve onlara güç vermiştir. ATATÜRK’ün Gençliğe Hitabesi’nde anlatılan bütün bu “elim ve vahim şartlar” karşısında Türk insanı, “bu ahval ve şerait içinde dahi” birinci görevinin Türk istiklaline sahip çıkmak olduğunun bilinciyle ve “muhtaç olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu” hiçbir zaman hatırdan çıkarmayarak kutsal mücadelesini başarıya ve zafere ulaştırmıştır. Anadolu, 19 Mayıs 1919’dan sonra yeniden bütünleşmiş, Amasya’da (21 - 22 Haziran 1919), Erzurum’da (23 Temmuz - 07Ağustos 1919), Sivas’ta (04 Eylül - 11 Eylül 1919) ve nihayet Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla (23 Nisan 1920) millî devlet olma yolunda ay yıldızlı bayrağı açmış, böylece tüm dünyaya bağımsızlığını koruma konusundaki azmini ve kararlılığını ilan etmiştir. 163
İstanbul ve saray, hem işgal altında hem de hayatını işgal güçleriyle iç içe sürdürmektedir. Ama İstanbul’da millî bilincini yitirmemiş yüz binlerce insan, yüz binlerce yürek vardır. Bu yürekler kafalarıyla, bilekleriyle can ve kanlarıyla Ankara’daki Millî Mücadele’ye bağlı kalmışlardır. İşte bu yüz binlerden bazıları da Kurtuluş Savaşı’na İstanbul’dan omuz vermiş ve “Felah Grubu” adıyla anılan bir askerî örgüt kurarak mevki ve hayatlarını tehlikeye atıp kendilerini vatan hizmetine adamışlardır. İşte bunlar, diğer Türk evlatlarının da olağanüstü gayretle çalışmalarının ve üstün vatan aşkının bir sembolü olmuşlardır. Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Ekrem, Neşet, Hilmi ve Seyfettin Beyler ve bunlarla çalışmış adsız kahramanlar, İstanbul ve çevresinde İtilaf devletlerinin gözetim ve denetiminde bulunan depolardaki silah, mühimmat, malzeme ve gereçleri ölüm tehlikesini göze alarak Anadolu’ya kaçırmak gibi çok zor bir görevi başarmışlardır. Bu olumlu çaba ve çalışmaları sonucu; Anadolu Hükûmetinin o gün için en önemli ihtiyaçlarından olan silah, mühimmat ve malzemenin bir kısmını saklamışlardır. Bundan ayrı olarak Felah Grubu; millî ordunun ihtiyacı olan ve Ankara’ya geçme imkânı bulunmayan, çevrede dağılmış olup da Ankara için çok önem arz eden subaylarla teknik ve uzman personelin Anadolu’ya geçişini sağlamıştır. Yine bu grup, padişah taraftarı fesatçıların, gizlice Anadolu’ya sızmalarını önlemiş ve İstanbul’da bulunan fabrikaların çeşitli tezgâhları ile birkaç fabrikanın tümünü Anadolu’ya göndererek uygun görülen yerlerde montajlarının yapılmasını gerçekleştirmiştir. Gördesli Makbule Kurtuluş Savaşı’nın buhranlı dönemlerinden bir gün daha yaşıyoruz; fakat Yunanların Sakarya Meydan Savaşı’nda yenilmiş olması, vatan ufuklarında bağımsızlık güneşinin doğuşuna artık ramak kaldığına işaret etmektedir. Yunanlar, Afyon bölgesine çekiliyor; ancak geri ikmal işleri istenilen şekilde olmamaktadır. Akhisar - Sındırgı - Gördes bölgelerinde silahına sarılarak dağa çıkmış birçok gönüllü grupları içinde “GördesIi Halil Efe'nin Çetesi” Yunanların geri çekilme hareketlerini, yaptığı baskınlarla birçok defa bozguna uğratmıştır. Yunanlar bu çeteyi ortadan kaldırmak için her çareye başvurmuştur. Bu uğraşlar sonunda Halil Efe'nin çetesi, Sındırgı bölgesinde önceden hazırlanmış bir tuzağa düşürülmüştür. Durum çok fena... Hangi yönden bakılırsa bakılsın kurtuluş imkânı da yok. Çete, çok kötü şartlar içinde Yunanlarla çarpışmak zorunda kalmıştır. Sınırlı sayıdaki insan ve ateş kuvvetiyle, o zaman için en modern silahlarla donatılmış düzenli bir orduya karşı koymanın uzun süre devam edemeyeceği ortadaydı. Buna rağmen, Gördesli HaliI Efe, kendisi ile beraber bulunan eşi Makbule ile çetenin sınırlı sayıdaki insan kudretini en zor anlarda galeyana 164
getiriyor ve Yunanların üzerine yiğitçe atılıyorlardı. Yunan çemberini kırarak karşı sırtlara bir kere tırmansalardı, bu tuzaktan az bir zararla kurtulabileceklerdi. Halil Efe bir yandan “Hadi bire kızanlarım ne durursunuz.”, Makbule de diğer yandan “hadi kardeşler gün bugün, saat bu saattir.” diye haykırıyordu. Halil Efe ve eşi Makbule en önde olmak şartıyla, Yunanların yakında patlayan şarapnel parçalarına aldırmadan sağanak gibi yağan piyade kurşunlarından yılmadan çeteyi hücuma kaldırdılar. Öyle bir savaş tablosu seyrediyoruz ki önde kurtuluşun sancağını elinde tutan kahraman bir Türk kadını, arkada onun izinde yürüyen Gördes’in yağız delikanlıları... O, elindeki mavzeri ile ileriye atılırken bütün çeteye sanki şöyle haykırıyordu: “İşte... Düşmana böyle saldırılır.” Aradaki dereyi geçtiler... İşte şimdi yamaca da tırmanıyorlar. Nasıl oldu bilinmez... Hedefini şaşırmış bir kurşun mu demeli yoksa Yunanların son dünya armağanından bir şarapnel parçası mı? Birden bire Makbule’nin göğsüne bir savaş madalyası gibi takılırcasına saplanıverdi. Şimdi Makbule, yavaş yavaş bir çam kütüğüne sırtını vererek gözlerinin karanlık süzgecinden süzdüğü son feriyle, çetenin yamacın doruğuna çıktığını gördü. Artık huzur içinde son nefesini de verebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Bir hayli zaman sonra Halil Efe, Makbule’nin yanına geldiğinde onun sol elini sol göğsünün üstünde, sağ elini de tüfeğinin kabzasında bütün hıncıyla, hırsıyla, vefasıyla sıkılmış buldu. Bu kadın, millî tarihimize şerefli bir sayfa ekleyen “Koca yaylanın kahraman şehidi” dir. Seyitgazili Koca Memiş Kurtuluş Savaşı'nın başlayacağı zaman şanlı ordumuza birçok asker kardeşimiz de yeniden geliyordu. Bu gelenler arasında 17’nci Tümen 63’üncü Alay 2’nci Bölüğüne Seyitgazili Koca Memiş namında bir asker de verilmişti. Bölüğe gelenleri hep görür, kendileri ile uzun uzun konuşurdum. Koca Memiş bana çok saf ve hatta biraz da aklı yerinde olmayan bir adam hissini vermişti. Kendisiyle çok uğraştım; fakat silah atmadan başka bir talim öğretemedim. Nihayet büyük kavgamız başlamıştı ve bizim alay da Afyon Cephesi’nde, Güzelim Dağı bölgelerine taarruza hazırlanıyordu. Bu Koca Memiş, bölük önüne gelerek bana dedi ki: -Başefendi, (Yapılan uyarılara rağmen hep bana başefendi derdi) bugün savaş başlıyor, artık burası er meydanıdır. Beni bırak kurşun atayım. Ben: - Şimdi sen hazırlan, biraz sonra büyük kavgaya gireceğiz. O zaman göreyim seni, dedim. 165
Savaş başlayıncaya kadar bir zavallı hissi veren bu Koca Memiş, şimdi aslan kesilmiş ve yerinde duramaz olmuştu. Bir süre sonra ilerdeki birliklerimizin hücumuyla kısmen sessiz kalan bu Yunan mevzilerine karşı ilerlerken Koca Memiş, bölüğün en ilerisinde giderek Yunan mevzilerinin lağım tertibatını ve tel örgülerinde açılan boşlukları keşfetmiş ve siperlerde tek tük kalan Yunan askerlerini de öldürmüş ve bölüğe yetişerek bunları haber vermiştir. Bu işinden dolayı Koca Memiş, bu dakikadan itibaren Keşşaf (Keşifçi İzci) Memiş olmuş ve daha sonraki hareketlerde de avcı hatlarında dolaşarak hem askerin motivasyonunu artırmaya hem de hep ilerlerde dolaşarak keşifler yapmaya çalışmış, böylece “Keşşaf Memiş” olduğunu ispat etmiştir. Kahramanlar Kahramanı 411 rakımlı tepe ele geçirildiği hâlde, 306 rakımlı tepede işgalci güçler hâlâ inatla direnmekteydi. 10’uncu Bölüğün takımları kuşatıcı şekilde ve âdeta yılan gibi kayalıklar arasında sürüne sürüne tırmanarak karşı tarafa bomba mesafesi kadar yanaştıkları görülüyor ve düşmanın fırlattığı bomba yağmuru altında, bombaların parça tesirlerinden korunmak için aşağıya doğru sıyrılıyor ve yuvarlanıyorlardı. Bir aralık, sırtında iki metre uzunluğunda bölüğün kırmızı renkli panosunu taşıyan bir erin, yalnız başına dik bir tepeye doğru tırmandığını görmüştüm. Bu sırada, tepedeki işgalcilerin hareketli bir hâlde mevzilerinde kaynaştıklarını ve bu erin yaklaşmasını takip ettiklerini de görüyordum. İki metre uzunluğundaki bu kırmızı pano, bir kilometre uzaktan bile mükemmel görülebiliyordu. Pano taşıyan bu er, tepenin sivri yerindeki işgalcilerin yuvasına 50 - 60 metre kadar yaklaşmıştı ki o esnada birden bire üzerinde on kadar bomba atıldı. Bombalar daha yere düşmeden panocu er geriye doğru hızla yuvarlanarak oradan uzaklaştı. Biraz sonra bir telsiz konuşmasını bizzat duyuyordum. 10’uncu Bölük 1’inci Takım telsizcisi, Bölük Komutanına şöyle anlatıyordu: - Komutanım, Er Zeynel Karabulut bacağından yaralandı. Üsteğmenim geri göndermek istiyor; ama o: - Beni yaralayan bu gâvurları öldürmedikçe bir yere gitmem, diye ısrar ediyor, diyordu. Bölük Komutanı, Zeynel’in yarası ağır mı diye sorunca, telsizci er: - Hayır, kurşun kaba baldırını delmiş geçmiş, diyordu. Gerçekten bu yaralı kahraman, yarasını kendi mendiliyle sıkıca bağlamış ve tekrar tek başına tepeye tırmanmaya başlamıştı.
166
Gazi “Kovan” Mart 1921 İnönü Ovası insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı, on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuş’a istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde, "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339* İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü Savaşı’nın en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların 167
bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı: "Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339** İnönü" Beş gün sonra, Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi: Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!". Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Usta’ya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuş’un notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Usta’yı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta, kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca Ethem Çavuş’un kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, hâlen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi." dedi. Kovan, Birinci İnönü Savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Usta’nın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuş’un başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi. Eylül 1922 - Ankara 168
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklâl Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular; “Bismillahirrahmanirrahim, Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şehadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde Seyfi Çavuş'un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı, kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuş’un künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talât 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli" Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları hâlde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuş’un ardından Fatiha okuyup amin dediler. Kâmil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuş’un künyesini kovanın dibine çaktı. 169
Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti. Ocak 1923 - Ankara Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil Usta’nın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. 29 Ekim 1923 - Ankara Teğmen Hamdi Vâsıf, Ankara Kalesi’ne çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce, 20.30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi. “Hamdi Vâsıf, Edirne! Bir maruzatım var komutanım.” Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. "Evet teğmenim? Sizi dinliyorum." Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. “Yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim.” Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, 97, 98, 99... On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" deyince Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ne büyük zorluk, özveriler ve vatan sevgisi karşılığında kurulduğunun ifadesi olarak Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın M. Yaşar BÜYÜKANIT tarafından MKE Genel Müdürlüğüne 170
armağan edilen Gazikovan, MKE Kurumunun Genel Müdürlük katında sergilenmekte ve muhafaza edilmektedir. Kore Savaşı (1950) Kore Savaşı, Birleşmiş Milletler ordusunun dünya milletlerinin hürriyeti uğruna harekete geçmesi bakımından özel bir önem taşır. Türkiye için ise bu savaşa katılmanın iki bakımdan önemi vardır: Birincisi; Birleşmiş Milletlerin çağrısına, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra ilk olumlu cevabın Türkiye tarafından verilmesi; ikincisi ise sembolik değil gerçekten savaş gücü ve kudretine haiz bir birliğin, Birleşmiş Milletler ordusunun emrine verilmesidir. Türk Tugayı, Kore Savaşı’nda aldığı bütün görevleri başarı ve kahramanlıklarla yerine getirerek Türk’ün ölmez kudretini, bütün dünyaya duyurmuştur. Bundan başka Türk kuvvetlerinin Kore’de kazandığı başarılar, Türkiye’de olduğu gibi hür dünyada da büyük heyecan ve sevinç uyandırmış, Türk milletinin ordusuna olan sarsılmaz güveninin bir kat daha artmasını sağlamıştır. Türk askeri, kendi yurdu için tanıdığı hürriyet prensipleri kadar Birleşmiş Milletler idealini de benimsemiş ve bu inancını savunmak için gerektiğinde hayatını dahi feda etmekten geri kalmamıştır: 27 - 30 Kasım 1950 günleri Kuzey Kore’deki Kunuri Savaşları, bu ana düşüncenin ilk ve en canlı örneğidir. Dört gün dört gece devam eden kanlı savaşlar, Türk askeri için olduğu kadar Birleşmiş Milletler ordusu için de iftihar edilecek bir dereceye ulaşmıştır. Kunuri Savaşlarında, mevcut sayılarına oranla en fazla kaybı, Türk Tugayı vermiştir. Bu savaşta Türk şehit kaybı, 15 subay, üç astsubay, 187 erdir; fakat, Türk Tugayının burada kazandığı başarı Amerikan 8’inci Ordusunu zor duruma düşmekten kurtarmıştır. Kore savaş tarihine yeni bir sayfa ekleyen Kunuri Savaşları, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahramanlığını da dünyaya tanıtmış ve Türkleri dünyanın bugünkü en büyük askerleri hâline getirmiştir. Kore’de savaşan askerlerimiz sağlam ve ileri bir askerlik kültürüne sahip olduklarını ortaya koymuşlardır. Türk ordusu “kahramanlık geleneğini” devam ettirdiğini ve bu konuda dost ve düşmanla kıyaslanamayacak kadar üstün olduğunu göstermiştir. Türk askerinin Kore’de yaptığı çarpışmalar, hâlen yabancı askerî okullarda ders konusu olarak okutulmaktadır. Türk Tugayı, Kore Savaşı’nın kaderini ve seyrini değiştirmiş, Kunuri’de 8’inci Orduyu imha olmaktan kurtarmış ve yaptığı savaşlarla, Güney Kore’nin egemenliğine kavuşmasını sağlamıştır. “Mümtaz Birlik Nişanı” ile haklı olarak ödüllendirilen tugayımız, Kore’yi terke zorlanan Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin onurunu da korumuştur.
171
Kore Tugayının bu üstün savunma ve oyalama savaşı sayesinde Sinanju’dan Piyongyan’a giden yol serbest kalmış ve Birleşmiş Milletlere mensup dört tümen tam bir düzenle kuşatılmaktan kurtarılarak yeni savunma mevzilerine çekilebilmişlerdir. Amerikan Kara Kuvvetleri Komutanı General Collins, tugayın Kunuri Savaşlarını öven konuşmasının sonunda, “Türk kuvvetleri, Kore’de yaptığı savaşlarda ümidin üstünde bir başarı göstermişlerdir. Kahramanlığınızla övünebilirsiniz.” demiştir. İngiliz Savunma Bakanı Emmanuel Shinwell, bir mesajında “Binlerce Birleşmiş Milletler askerinin muhakkak bir çemberden kurtuluşlarını Türk askerinin kahramanlığına borçluyuz.” sözleriyle Türk kahramanlığını bir kez daha vurgulamıştır. Kunuri başarısı dolayısıyla 8’inci Ordu Komutanı General Walker, 13 Aralık 1950 tarihinde Türk Tugayını ziyaret etmiştir. Bu ziyarette General Walker, tugayın başarısını öven bir konuşma yapmıştır. General Walker konuşmasında, “Eğer sizin düşmanı durdurmak için kahramanca çarpışmanız ve direnişiniz olmasaydı ordum kuşatılarak çok zor durumlara düşecek belki de imha edilecekti. Size teşekkür ve takdirlerimi sunuyor ve ordumun değerli bir uzvu olmanızdan iftihar duyuyorum.” sözleriyle bu başarının Amerikan ordusunun içine düşeceği felaketin önlenmesinde ne denli önemli olduğunu ifade etmiştir. Kunuri’de başlayan komünist Çin ordularının taarruzu karşısında Türk Tugayı, 06 Ocak 1951 tarihinde, Şonan şehrine gelerek yine kolordu ihtiyatı olarak görevlendirilmiştir. Çinliler, Pusan’a taarruz etme hazırlığında olduklarından 19 Ocak 1951’de, Türk Tugayına gizli bir emir gönderilmiş ve Türk askerlerinin hangi iskelelerde hangi vapurlara binecekleri bildirilmiştir. 26 Ocak 1951 tarihinde, Çin kuvvetleri karşısında büyük bir cesaretle vermiş oldukları mücadeleden dolayı Kore halkı tarafından Türk Zafer Anıtı dikilmiştir. Türk Tugayı o gün Birleşmiş Milletler ordusundaki mümtaz mevkisine yükseltilmiş, 8’inci Ordu Komutanı tarafından bütün Türk subay ve erlerine istisnasız mümtaz birlik nişanı verilmiştir. Kore’nin boşaltılmasının düşünüldüğü bir sırada Türk Tugayının kazandığı bu zafer ve onu izleyen diğer Türk zaferleri savaşın seyrini değiştirmiş ve Birleşmiş Milletlerin siyasi itibarını yükseltmiştir. Kore Savaşı’na Ait Kahramanlık Destanları Kore Savaşı Kahramanlarından Bin Ali Görkemli tarihimizin gerçek sahipleri, bütün aziz şehitlerimize hitap etmek gereğini duydum. Kendimi de onların yüksek huzurlarında hissediyorum; çünkü onlar, bir ay önce dün ve bugün 28 - 29 Mayıs günleri, tam 26,5 saattir devam eden bir savaşın, Kore semalarından şahidi oldular... Öyle bir savaş ki her an, bir başka Türk kahramanlık tablosu ile süslenmişti... Gurur duydular, bu muhteşem savaşın seyrine doyamadılar... Bu eşsiz 172
destanı Allah'ın izni ile yaratanlar arasında bulunan mütevazı bir erin o zaman zevkle seyrettikleri kahramanlığını, bir defa daha dinlemek isteyeceklerine inanıyorum. Kelimeler pek kuru ve yetersiz olsa da... Düşman, dört gün devam eden bir topçu hazırlık ateşinden sonra, 28 Mayıs akşamı, şanlı tugayımızın cephesinde muazzam bir taarruza başlamıştı. Taarruzun bütün ağırlığı, bizim ileri karakollarımızın bulundukları, Vegas, Karson ve Elko Tepelerine yüklenmişti... Taarruz, dalga dalga durmadan devam ediyor; topçu, havan ve diğer çeşitli silahların ateşi altında kaynayan tepelerde bir avuç kahraman, gelenleri karşılıyor... El bombası, makineli tüfek, tabanca, nihayet süngüyü kullanan bükülmez çelik kollar, düşmana ölüm yağdırıyor... Gelen Çinliler, bu kahramanlık güneşi karşında eriyor; fakat, düşman yine geliyor, ateş barajlarından geçerek duvarlar gibi yükselen kendi ölülerinin üstünden atlayarak kolunu, bacağını bırakarak geliyor, geliyor... Silahlar, toz toprak ve kandan oluşan bir çamurla işlemez hâle geliyor. Temizlemeye vakit yok. Düşman hâlâ geliyor. Düşmanın giriştiği bu taarruz, birkaç taburla değil, bizim asıl çarpışma hattımıza girmek niyetiyle bir buçuk tümenlik bir kuvvetle yapılıyor. Her üç tepedeki muhabere, ileri karakollarımızın kuvveti birer takımdan ibarettir ancak savaşın devam ettiği sürece takviye edilmişlerdir. Muharebe ileri karakollarının görevleri, asıl mevzinin emniyetini sağlamak, düşmanı ateşleri ile uzaklardan karşılayarak açmak, yaymak, harekâtını geciktirmek ve dost birliklere gerekli zaman kazandırdıktan sonra geriye, asıl mevzilerimize çekilmektir; fakat, Elko, Vegas ve Karson Tepelerinin, savunma bakımından önemi dolayısıyla buralardaki kuvvetlerimize, bu tepelerin kesin olarak elde bulundurulması görevi ve emri verilmişti. Bunun içindir ki muharebe ileri karakollarımız, bir an bile geri çekilmeyi hatırlarından geçirmemişlerdir. Takviye kuvveti olarak gönderilen Üsteğmen Namık Sarıkaya’nın takımı, Elko Tepesi'ne yaklaşıyor. Buradaki bir avuç kahraman, Çinlilerle boğaz boğaza... Sağda Yusuf Çavuş, solda Çavuş Mustafa Uğur ve ortada Çavuş Nazmi Aksoy’un mangası olmak üzere takım, derhâl düzenleniyor. Süngü takarak siperlere dalıyor, boğuşmaya katılıveriyor... Ortada Nazmi Aksoy’un mangasından bir ses yükseliyor... Bütün savaş gürültülerine hâkim olan bir gürleyiş, “Anamız bizi bugünler için doğurdu.” Bu sesin sahibi, manganın en başında bir ok gibi düşmana atılan Er Bin Ali’dir. Bin Ali Kandemir, Tercan kazasından, bir mücahit... Bin Ali, bin kişiye bedel olduğunu ispata fırsat bulduğu için âdeta sevincinden gözlerinin içi gülüyor... Bin Ali, zeki becerikli, mütevazı, arkadaş canlısı, fedakâr bir Anadolu çocuğudur. Normal zamanlarda diğer bütün Türk erleri gibi sakin ve ağırbaşlıdır. Bin Ali, hakikaten şakacı ve hazırcevaptır. Bin Ali, savaşa, “Anamız bizi bugünler için doğurdu.” haykırışlarıyla girdi. Bu, onun kahramanlık cevherinin ilk parıltısı oldu. Takım Kumandanı 173
Namık Sarıkaya, onun için şöyle diyor: “Bin Ali, bütün savaş boyunca irtibat hendeklerinin içine hiç girmedi. Hep sırtlarda, irtibat hendeklerinin üzerinde dolaştığı için düşmanı, her an gözü altında bulunduruyor, tehlikeli durumları koşup bana bildiriyor, sonra da gidip teker teker mangaları uyarıyordu. Benim âdeta sağ kolum olmuştu. Bir yandan da sürekli şakalar yapıyor, askerleri güldürüyordu.” Bin Ali, Elko’da çarpıştığı süre içinde hiç durmamacasına oradan oraya koştu. Siperlerin üzerinden sağa, sola, her yere yetişti. En sıkışık anlarda, hiç beklenmedik yerlerden çıkıverdi... Arkadaşlarının imdadına yetişen, onlara tam zamanında el bombası ve cephane ulaştıran bir “Hızır” oluvermişti. Şakalaşmayı da ihmal etmiyor, aslanlarımızın savaş şevklerine, yeni neşeler katıyordu. Bir yandan hem kendi takımına hem de orada bulunan İstihkâm Bölük Kumandanı Yüzbaşı Şinasi Sükan’a sandık sandık el bombası yetiştiriyor... O gece Bin Ali, beş Çinli öldürdü. Bin Ali’nin silahı kırılıyor, bir karabina kaparak ateşe devam ediyor... Bu da elinde parçalanınca öldürdüğü bir Çinlinin tamburalı otomatik tabancasını kullanmaya başlıyor. Bir yandan da siperlerdeki yaralıların el bombalarını alarak arkadaşlarına dağıtıyor; fakat bombaları verirken “İki Çaynizden aşağısına atmayacaksınız haa!” diye öğüt vermeyi de ihmal etmiyor, arkasından da bir şaka yaparak oradan uzaklaşıveriyor. Bütün gece ve ertesi günü öğleye kadar, Bin Ali sayısız tehlikelerle açıkta ve ayakta karşı karşıya kalıyor ve mucizeler birbirini takip ediyordu. Bin Ali, sapasağlam ve yine ayaktadır. Ayağının dibinde patlayan bombalar bile ona dokunmadan parçalanıyordu. Tehlikelerin bile yer bulamadığı bu mahşeri hengâmede, kendisini düşmana göstere göstere dolaşan Bin Ali’nin hayatta kalması ancak ilahî bir tecellidir. Başka türlü izah edilemez. Öğle üzeri Elko Tepesi'ni, bir Amerikan birliğine teslim ederek geri çekilme emri gelince Bin Ali sırtına, yedi yerinden yaralı bulunan, ağır makineli tüfek nişancısı Adanalı Onbaşı Sabit Çamurbükeni alıyor ve keskin bir düşman ateşi içinden gerideki mevzilerimize doğru yola çıkıyorlar. Tam hatlarımıza 200 metre kadar kalmıştır ki bir mermi parçası Bin Ali’nin alnına isabet ediyor ve ikisi de oracığa yığılıveriyor, fakat hayır, düşündüğünüz gibi olmuyor. Bir müddet sonra Bin Ali gözlerini açıyor. Ateş yağmuru altında bir Amerikalı sıhhiye erinin, alnındaki yarayı sardığını görüyor. Bin Ali, Amerikalıya, “eyvallah!” diyor ve yaralı arkadaşı Sabit’i sırtına almaya davranıyor. Amerikalı, “No, no!” diyerek buna engel oluyor ve ona bizim siperlerimizi işaret ediyor ve bir arkadaşını çağırarak onbaşıyı sedyeye koyuyorlar. Ali önde, bunlar arkada, son 200 metreyi süratle geçerek asıl savaş hattımıza ulaşıyorlar. Bunların geldiklerini gören Onbaşı Ahmet Taşçı, siperinden fırlayarak Sabit’i Amerikalılardan teslim alıyor ve Bin Ali ile birlikte sargı yerine ve oradan da hastaneye gönderiyorlar... 174
28 - 29 Mayıs 1953’ün Vegas, Karson ve Elko kahramanları böyle savaştı... İşte bu kahramanlardan birisi olan Bin Ali’nin hikâyesi... Bin Ali’nin yarasına gelince alnındaki hafif sıyrık iyileşmek üzeredir ve yakında, silah arkadaşları, Bin Ali’ye kavuşacaklardır. Bir Komutanın Hatıra Defterinden Karlar içinde serilmiş yatan yaralı askerime sordum: - Nerenden vuruldun aslan? - Bir yerimden mi ki efendim. - En çok zor veren hangisi? - Bacağımla yüzümdeki neyse; ama şu böğrümdeki sabrımı tüketecek gibi. - Ne vakit vuruldun? - Ben vurulalı 48 saat kadar oldu. Aş, ekmek yiyemedim. Yaralı arkadaşların çokluğundan bana sıra gelmedi. Sıhhiyeler sade sarabildiler. Burada kaldım, kendim de gidemedim. - Su ister misin? - Bizim suyumuz kardı. Onu da uzaktan seyrede kaldım. Yanına eremedim. Kar da adamı susattıkça susatıyor. Çok varsa bir yudum ver de içeyim efendim. - Hepsini iç, bak bunları da ye. Yanımda başka şey yok. - Sağol efendim! Yarısını alıkoy. Belki sen de ekmeksiz, susuz kalırsın. Allah din ve devlete zeval vermesin. Din ve devletin yüceliğini, Tomoros Dağları başında en saf bir istek ve kanaatle savunan ya ölüme ya da sıhhiye erlerinin gayret dolu kucaklarında son nefesini teslim edecek olan bu Sungurlulu yaralı; kaderine razı, sakin, kendinden çok başkalarını, memleketini düşünüyordu. Bunlardaki erdemi, Türk oğlunun atalarından miras kalan bu savaşkan ruh asaletini ne ile ölçmeli? Bir Çorumlu Mehmet Onbaşı bana kılavuzluk ediyordu: “Kumandanım, kar üstünde yürüme, düşman beyaz üzerinde karayı seçer de ateş eder, şu izden yürü.” dedi. Ben: “Tanrı ne yazdıysa o olur, haydi kısa yoldan yürü.” dedim. Mehmet Onbaşı olanca sadeliğiyle: “Sen bizim gibi nefer olsan ne ise.”dedi. Kendi ölümüne hiç önem vermeyen bu eşsiz insanlar, aynı zamanda kumandanlarının hayatları için dikkat ve titizlikten geri durmuyorlar. Düşman karşısında bazı davranışlar vardır ki bunu her asker yapmalıdır. Bizim Mehmetçik de bu korunma hareketlerine uymak gerektiğini anladığı hâlde, düşman karşısında tedbirli olacağım diye eğilip bükülme, sürünüp 175
yuvarlanmayı kabul etmeyen bir tutum vardır. Birçok eğitime rağmen çoğunlukla pervasız davranıyorlar. Onun bu güzel huyundan, bu millî erdeminden, bu hayatı hiçe sayma ve düşmanı değersiz görme duygusundan haberi olmayanlar, onda bir ihtiyat fikri olmadığını sanıyorlar; fakat ölüm ve tehlikeyi pek kanlı örnekleriyle hem de birçok kereler yanı başlarında görüp dururken böyle bir aymazlık nasıl düşünülebilir? Bu bir savaş meziyetidir ki yalnız Türk kahramanlarında vardır diyebilirim. Yalnız erler mi? Genç ve ateşli subaylarımız içinde de ne cesaret cevherleri çıktı. Bugün yaşayan, birliği başında hâlâ bütün zindeliği ve çevikliğiyle dolaşan arkadaşların arasında düşmana göğüs germek, düşmana atılmak için kendini tutamayacak kadar sabırsızlar bulunduğunu öğünerek söylerim. Hele kendilerinden artık sonsuza kadar ayrı kaldığım şehit arkadaşlarım arasında pek temiz ve pek asil olanlarına, gözlerimle gördüğüm olaylarla tanıklık ederim. Geçen gün, dört buçuk saat yaya bir yürüyüşle düşmanın ve doğanın zorladığı kıvrımlara uyarak savaş hattına ulaştım. Bu yolsuz, dik kayalık yerlerde; cepheye geldikleri gece bir düşman hücumunu pek kanlı bir şekilde püskürten kahramanlara şükranlarımı bildirecektim. Bir arzum da genç, iyi huylu, terbiyeli; fakat umut dolu ve kahraman iki subayımın şehit edildikleri yeri ziyaret etmekti. Bir tam isabetle gövdeleri kavrulmuş, simsiyah olmuş bu iki genç subayın muhterem cesaretleri önünde, elemlerle dolu değerbilirlik görevimi yerine getirecektim. Ah, bu gençler! Hayri ile Ekrem... Olanca güç ve iradenin verdiği kahramanca bir şiddetle, en tehlikeli ve en kritik bir bölgede; “Düşman, buradan ancak gövdemizi çiğneyerek geçebilir.” diyorlardı. Hain bir rastlantı, tam bir isabet, benim bu aziz ve muhterem silah arkadaşlarımı bir an içinde, yanındaki birkaç erle birlikte dağıttı ve bitirdi. Benim sakin ve kahraman Hayri’m. Bölüğünün demir kadar kuvvetli ve dayanıklı olduğunu biliyor ve her zaman en çetin görevleri almaktan çekinmiyordu. Kafkas Cephesi’nde aldığı yara Prespa Cephesi’nde, korkunç bir mücadelede yenilendi ve Hayri, Takım Komutanı Ekrem’iyle beraber göçtü. Koca Ekrem, keskin ve çevik, çabuk ve sinirli Ekrem. Seni ben böyle çabuk mu kaybedecektim? Bunu hiç beklemiyordum. Ben sağ kaldıkça hayalin gözlerimin önünden gitmeyecek. Bütün heybetin, çabukluğun ve içtenliğinle, “Emrediniz efendim.” diye haykıran sesin daima kulaklarımda kalacak. Düşmanın yığınlar hâlinde yaptığı geceli gündüzlü saldırılarda gösterdiğiniz aşılmaz savunma gücünüzün ve kazandığınız başarının ödülünü değilse bile tebriklerini de sizlere sunamadım. İki genç ve örnek subayımın ebedî ayrılığından duyduğum acıyı ancak hepimizin bu yolun gönülden kurbanı olmak göreviyle yüklü bulunduğumuz inancıyla hafifletebiliyorum. 176
Aynı kanın kardeşlerini ben en yüksek bir cesaretle Arıburnu’nda, Galiçya’da, şimdi de Tomoros Dağlarında subay ve er tanımakla öğünmekteyim. Yüce Allah bu vatanı, bu değerli vatan evlatlarının hatırına korusun! Doktor Halil Erdoğan Kore Savaşı’ndan yurda selametle dönmüş ve hâlen çifti çubuğu başında günlük işlerine başlamış olanlar arasında, hayal gücü en geniş romancıların dahi akıllarına durgunluk verecek kahraman gazilerin adedi epeyce kabarıktır. Onların varlıkları ve yaptıkları, şüphesiz ki hürmet ve takdirle anılmaya değerdir, ancak şehitlik mertebesine erişmiş diğer bir kahramanlar grubu vardır ki gerek şehitlik rütbesine ermiş, gerekse yaptıklarını artık kimseye anlatamayacak olmaları nedeniyle onları, bu konuşmalarda bahse konu yapmak daha isabetli olacaktır. İşte bu tarz düşüncelerin etkisindedir ki şimdi Kunuri’de şehitler arasına şanla ve şerefle katılan bir kahramanımızdan bahsedeceğim. Bu kahramanlardan birisi, Türk doktorlarının asil duygularını, fedakâr gayretlerini en iyi şekilde temsil eden, davasına inanmış bir Türk hekimi olan Doktor Halil Erdoğan’dır. Sarıkamış ilçesinin Selim bucağından, Doktor Üsteğmen Halil Erdoğan, Türk Silahlı Kuvvetleri Karışık Depo Bölük Tabipliğine tayin olunmuştu. Kunuri Savaşlarının en hararetli günü olan 29 Kasım 1950’de sabah, Doktor Erdoğan’ın bölüğü, yani Karışık Depo Bölüğü, geceden çevrilmiş olan 2’nci Taburumuza yardıma gönderiliyor. Bölük, o gün öğleye kadar sadece 2’nci Tabura yardım etmekle kalmamış, aynı zamanda cesurca karşı hücumlarıyla kızıl tecavüzler karşısında geçilmez bir iman kalesi yaratmıştı. İşte bu hâller devam ederken Halil Erdoğan, asıl savaş hattının hemen gerisinde büyük bir gayretle çalışarak gelen yaralıları sardı. Her önüne çıkan vasıtadan yararlanarak onları geriye sevk etti. Bazen ağırlaşan yaralılara yetişmek çok zor oluyor, hele onları zaten yetersiz olan hasta taşıma arabalarıyla geriye göndermek imkânsızlaşıyordu. Doktorun o zor durumlarda dahi bir kolayını bulup hiçbir yaralıyı geciktirmeden yollaması, birçok yaralılarımızın hayatlarının kurtarılmasına imkân vermiştir. Savaş olanca hızıyla devam etti. Nihayet saat 14.00 sıralarında, karargâhtan tebliğ olunan savaşı kesme emri Halil Erdoğan’a da bildirildi. Depo bölüğü, bu emir üzerine diğer birlikler gibi her şeyini toplayıp geri çekilmeye hazırlanıyordu. Doktor Halil, işlerini bitirip en son yaralıyı da sevk ettikten sonra kendi kamyonetine atlıyor ve geri çekilenlere katılıyordu. Yaklaşık bir buçuk km kadar geri gelindiği sıralarda Halil Erdoğan, sargılarını sarıp bir kenara nakledilmek üzere bırakılan üç yaralı erin unutulduğunu hatırlıyor. Derhâl şoförüne emir vererek arabasını geri döndürtüyor. Arkadaşlarının ve yanındakilerin bütün ısrarlarına rağmen 177
verdiği karardan dönmüyor ve büyük bir hızla geldiği yöne aracını sürüyor. Nemlenen gözlerinde yalnız o üç yaralının kendinden imdat isteyen hayali vardır. Nihayet biraz sonra sargı mahallinin hemen önlerine gelinmiştir. Bu sırada ani olarak açılan düşman ateşi bütün şiddetiyle Doktor Halil Erdoğan’ın üzerinde toplanıyor. Doktor, ilk düşman kurşunlarıyla ağır şekilde yaralanmış ve açık olan kamyonetin kapısından âdeta cansız bir kitle hâlinde yere yuvarlanmıştı. Bu durum karşısında, şoför derhâl arabadan atlayarak doktorun yardımına koşuyor ve doktorun, dudaklarından bir inilti hâlinde dökülen şu kelimeleri güçlükle işitebiliyor: - Oğlum, bende ümit kalmadı. Benimle meşgul olma... Git, kendini ve yaralı arkadaşlarını kurtar. Üsteğmen Hüseyin KOŞUCU ve Mengenli Mehmet AKMAN Baştan başa şan ve şerefle dolu tarih sayfalarımızda, Silahlı Kuvvetlerimizin ileri ve geri kademeleri arasında hiçbir fark görülemez. Gerideki bir er, zamanında ileri saflarda aslanlar gibi dövüşen bir Mehmetçikten hiç de geri kalmamaktadır. Bu kahramanlık destanı, Kunuri Savaşlarında ebedîleşenler arasına katılan Üsteğmen Hüseyin Koşucu ile Sivil Aşçıbaşı Mengenli Mehmet Akman’a aittir. Bir taraftan Wowon Boğazı'nda çarpışmalar devam ederken diğer taraftan ikinci taburun iaşe kademesi, gecenin geçirileceği Sinnimni köyünün kuzeydoğusuna gelerek harabeler içerisinde yerleşmiş, mutfaklarını kurarak akşama kadar yemekleri hazırlamıştı. Vakit ilerleyip bölüklerin köye intikali gecikince eski bir bidon, soba olarak üç duvarı sağlam bir evin içerisine yerleştirilmiş ve karanlık basınca görevi müsait olanlar, etrafında toplanarak ısınmaya başlamışlardı. Yemekler, zaman zaman gelenlere sıcak olarak veriliyordu. Aşçıbaşı Mehmet’te hissedilir bir neşe vardı. “Bugün çocuklar çok yoruldular, onlara helva hazırladım, tatlı tatlı yesinler.” diyordu. Gece yarısını bir çeyrek kadar geçe, karşı ki harabenin çatısından düşman ateşi açılınca 2’nci Taburun iaşe kademesi işte bu durumda idi. Tüfek ve makineli tüfekle başlayan ateşi biraz sonra el bombaları ve havanlar takip etmişti. Üsteğmen Koşucu’nun sesi etrafta çınladı: - Çabuk yere yatın! Hakikaten herkes yere yatmış ve derhâl geri çekilerek hiç kayıp vermeden ilk patırtıyı atlatmışlardı. Koşucu, bulduğu bir tüfeği kaparak ve omzuna bir kovan fişek atarak hemen duvarın gerisine sıçramış, evler arasındaki aralıktan sürünerek ateş gelen harabenin tamamıyla yanına ulaşmıştı. Şimdi o, çatıdaki çetecilere bulunduğu yerden rahat rahat ateş edebilecek durumdadır. 178
Koşucu gibi Sivil Aşçıbaşı Mehmet Akman da boş durmamış, bulunduğu yeri terk ederek civardaki yolun gerisinden çıkan bir takım kadar düşmanın karşısına dikilmişti. Baskın şeklinde açtığı ateşle ilk ağızda dört beş düşman askerini haklayıvermişti. Akman’ın bu çarpışması cidden parlak oldu. Her askeri devirişinde: “Dur! acele etme, sıra şimdi sende.” diyordu. Ne yazık ki onun tek başına bir takıma karşı yaptığı bu savaş çok sürmedi. Nitekim Çinliler Akman’ın yerini çabuk kestirmiş, biraz sonra üzerine yoğun bir ateş yağdırmaya başlamışlardı. Bu yağmurdan kurtulmasına ve geri çekilmesine imkân olabilirdi, fakat onun damarlarında dolaşan asil kanı, şeref dolu millî tarihi, atalarından aldığı iman dolu benliği, düşman karşısında geri çekilmesine müsait değildi. Yine ateşe devam etti. Birkaç yerinden yara almıştı. Kaybettiği kan artık rahat rahat ateş etmesine imkân bırakmıyordu. Nihayet tam başına isabet eden bir kurşunla şehitlik mertebesine ulaştı. Levazım Üsteğmen Hüseyin Koşucu, çatıdakileri tamamıyla temizlemişti. Başka tarafta hedef ararken nereden geldiği belli olmayan bir kurşunun başına isabetiyle yere yuvarlandı ve ruhunu teslim etti. Kahramanlık kelimesinin ifade ettiği anlamı yakalayabilmek için mutlaka insanı heyecandan heyecana sürükleyen bir olayın failleri arasında olmak gerekmez. Şu kadar ki yerce ve zamanca o olayın gereklerine göre en uygun şekilde cesaretle hareket edilebilmiş olsun. Burada kendilerinden bahsedilen şehitlerimizin bu ölçülerin de üstüne çıkarak uğruna kan dökülen kutsal bir dava yolunda, nefislerini hiç çekinmeden ortaya koymaları, onları şehitler safının önemli bir mevkisine ulaştırmıştır. Koçhisarlı Hidayet Çavuş Kahramanlık hikâyelerine verilebilecek en güzel örneklerden biri de Koçhisarlı Hidayet Çavuş'la ilgili olanıdır. Düz ve geniş bir yol, Şereflikoçhisar’dan geçtikten sonra güneye uzanır ve Akdeniz’e kadar iner. Bir hafta önce çok güzel bir bahar havası vardı. Rahat bir yolculukla bir buçuk saatte Koçhisar’a vardık. Çok beklemedik. Kahramanlık toplantısı için her şey hazırlanmıştı. Ortaokul binasının dar ve uzun salonuna girdik. Arkamızdan, öğrenci velileri ve öğrenciler geldiler, salonda hınca hınç bir şekilde toplandılar. Çocukların müzik öğretmeninin idare ettiği bir koro, İstiklal Marşı’mızı söyledi. Okul müdürü, gerçekten güzel kaleme alınmış kısa bir sesleniş ile günün anlam ve önemini anlattı. Bunu, iki öğretmenin Çanakkale Savaşlarını anlatan konuşmaları takip etti. Zaman zaman öğrencilerin okuduğu şiirler, koronun söylediği tarihî ve millî marşlar cidden ilgi çekici idi. Muhakkak ki bu kahramanlık günü, talebelerin genç beyinlerinde uzun süre iyi bir hatıra olarak kalacaktı. Artık toplantının sonları yaklaşmıştı. Bir ara, ön sıralarda şöyle küçük bir kaynaşma oldu. Takdim eden öğretmen arkadaşın sözü bitmek üzere 179
iken karşımıza orta boylu, kır saçlı, dinç yapılı 60 - 65 yaşlarında bir ihtiyar çıktı. Şereflikoçhisar’ın Kale Mahallesi’ndenmiş. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu... Belli ki diyar diyar gezmiş, seferden sefere koşmuş, hayat onu epeyce pişirmişti. Konuşma gereği sağ eliyle işaretler yaparken sol eli yanına yapışmış, her askerin yapamayacağı bir hazır ol vaziyetini takınmıştı. Ökçeleri yapışık, dizleri gergindi. Ya vücudu? Dimdik duruyordu. Gayet rahat konuşuyordu. Toplantıda hazır bulunan ve biraz önce Çanakkale hatıralarını anlatan emekli bir generale dönmüştü: Çanakkale’de bulunmuşsun, sen bilirsin Paşa’m. Ben 1’inci Fırka 124’üncü Alay 1’inci Tabur 7’nci Bölük 2’nci Takım çavuşlarındandım. İsmim Mustafa Oğlu Hidayet Arı.” diye kendini tanıttı. Anlatacağı olayın tarihini hatırlayamıyordu, fakat araziyi karış karış tarif ediyor, gerektiğinde kumandanların isimlerini teker teker sayabiliyordu. “Cepheye yaklaştığımız zaman ikindi olmuştu.” diye başlamıştı. Taburumuzla Soğandere’ye vardık. Akşamleyin taarruz yapacağımız yeri keşfettik. Ondan sonra hava iyice karardı. Biz de yerimizden çıkarak avcı hattına yayıldık. Yere yat emri verildi. Yavaş yavaş düşman istikametine doğru sızdık. Düşman bizi görür görmez birinci siperden hemen kaçtı. Her siper arası beşer adım var yok... Düşmanın birinci siperinde dokuz yaralısını elledim. Bunlarda tüy tüs yok... Hepsi çoluk çocuk... Arkadaşlara bunlardan biz niye korkalım dedim. Düşmanı siperlerinden atmaya çalıştık, fakat dördüncü siperinden çıkaramadık. Arkadaşlardan yaralanan geri çekiliyordu. Yanımdakilere Allah’ını seven ilerlesin dedim; fakat hepsi yaralanmış. Ben, arkadaşlara dönerek siz burada kalın, ben gerilerden asker getireyim dedim. Geriye çekildim. 31 kişi topladım. Birini daha götürecektim ama yaralı imiş. “Aman hemşehrim! Ben, Mustafa’yım.” dedi. Baktım bizim Koçhisarlılardan. Onu orada bırakarak tekrar cepheye gittim. Önüme gelene süngü kakıyordum. İki İngiliz tüfeği aldım. İki de muşamba takarak tabur karargâhına gittim. Cephede yaralanmıştım. Beni tedavi için İstanbul’a göndermek istediler. Ben buradan ayrılmam. Yaram ağır değil dedimse de fazla kan kaybetmişim, ayakta duracak hâlim yoktu. Nihayet, Çavuş Hidayet Arı’yı İstanbul’a hastaneye göndermişler. Orada tam 19 gün yatmış ve kendisini toplayınca taburcu edilmiş ve kıtasına dönmüştü. Herkes toplantıda dikkat kesilmişti. Sanki Çanakkale gazileri o anda Hidayet Çavuş'un şahsında dile gelmişlerdi. Yalın bir dil ile Hidayet Çavuş konuşmasına devam ediyordu. Muhakkak ki o mütevazı toplantının dinleyicileri, Anadolu köylüsüne has basit ve mert ifadenin sihrine kendini kaptırmış, heyecandan gurura, gururdan nefsine, güvene sürüklenip gidiyorlardı.
180
Ne gerek vardı şu anda övgülere ne gerek vardı propaganda tarzı sözlere... İşte bir yiğit kişi konuşuyordu ki o, Balkan Savaşı’nın Edirne cephesinden, Lüleburgaz’ından, Çatalca’sından, seferberliğin Arabistan çöllerindeki kızgın güneşinden sesler veriyordu. Sağ kolundan da yaralanmış Arabistan’da iken... “Taburcu olup kıtaya geri döndüğümde yüzbaşı tarafından sevinçle karşılandım.” diyerek konuşmasına devam etti. “Aman evladım! Seni Allah gönderdi.” dedi. Burada bir Arap var, ayna ile gözetliyor, makine ile bomba attırıyor. Askerlerden başka üç de alay kumandanı öldürttü. Ben de “Bana orada bir mazgal yaparsanız, ben orada beklerim.” dedim. Geceleyin yüzbaşı, “Senin yer yapıldı.” dedi. Ben hemen ekmek torbasını, cephane ile doldurdum. Bacanağım da o zaman orada idi. Beraberce Arap’ın olduğu yere yaklaştık. Bacanağıma dedim ki “Sen burada saklan, buraya kurşun gelmez. Eğer ben ölürsem cenazemi alırsın, gâvura bırakma.” dedim. Sonra Arap’a iyice sokuldum. Baktım, Arap, bir göğüs hedefi çıkarmış bizim kısmı devamlı gözetliyordu. Makine ile gaz yağı tenekesi kadar bombalar attırıyordu. Arap’ın üçüncü düğmesini nişanladım, tetiği çektim. Pat demesi ile Arap, tepe takla aşağı geldi, ayakları havaya dikildi. Arkadaşları, Arap’ı aldılar sonra onlar bana ben onlara veriştirmeye başladık. Bir torba fişekten üç bağ kalmıştı. Bir bağı silaha sürdüm, fakat bağını çıkaramadım. Silah patladı, sağ bileğimi olduğu gibi yaraladı. Ben çekilmeye başlamıştım ki gâvurda en büyük toplarını atmaya başladı. Orada kuyu gibi toprağı deşeledi. Bir daha ne bizimkiler oraya yanaştı ne de gâvur... Çanakkale’nin Koçhisarlı Hidayet Çavuş konuşmasını bitirmişti. Salon, belki bir daha göremeyeceği bir heyecan ve alkış tufanı içinde yüzüyordu. Sonra kendisiyle görüştüm. Anladım ki o, aylarca süren Çanakkale, yıllarca süren Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki hatıralarından hemen oracıkta aklına gelen birini anlatmış... Hidayet Çavuş'tan uzaklaşınca düşündüm: “Kim bilir bunda daha nice hatıralar var...” “Kim bilir, şu aziz vatanımda onun gibi nice gaziler, ismiyle şerefli tarihimizin sayfaları arasına karışmış nice şehitler var...” demekten kendimi alamadım. Başarabilir Misin? 4’üncü Bölükten Makineli Tüfek Komutanı İzmitli Çavuş İlyas Yazıcı şöyle anlatıyor: Kore, yıl 1952 Kumkale’deyiz. Düşman mevzileriyle mevzimiz arasındaki uzaklık 40 bazı yerde ise 30 metre. Düşmanın sigara dumanını bile burnumuzda hissediyoruz. Mevzilerimizi kum torbasıyla koruduğumuz için buraya Kumkale adı verilmişti. Türk birliği, Kumkale’de sekiz ay 181
mevzilendi. Yanımız uçurum olduğu için yemeklerimiz açık hava asansörüyle taşınıyordu. Tugay Komutan Yardımcısı Albay Nuri Pamir’i burada şehit verdik. O, Kumkale’yi Çanakkale’ye benzetir, “Aman evlatlarım dikkatli olun.” derdi. Zaman zaman kayıplarımız oluyor, uykularımız kaçıyordu. Soğuk bir kış günü, tugayımızın Amerikan İrtibat Heyeti Başkanı ve hepimizin çok yakından tanıdığı Albay Gumby, Kumkale’ye gelmişti. Korku nedir bilmeyen bir subaydı. Asıl savaş hattı ve önünde hiç çekinmeden dolaşır, dostu ve düşmanı inceler dururdu. Kunuri’de tutsak olunca “Albayımızı nasıl düşmana bırakırız.” diyerek 3’üncü Bölüğün düşmana saldırdığını ve böylece kurtarıldığını, fakat yardımcısı binbaşının ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını duymuştuk. Hiç gülmeyen asık suratına rağmen bütün askerler kendisine yakınlık duyar ve sayardı. O da hepimizi severdi. Yaşına rağmen yorulmak nedir bilmezdi. Bir gece önce düşmanla kıyasıya bir ateş savaşı yapmıştık. Ben makineli tüfek çavuşu olarak gece hiç uyumamıştım. Buna rağmen Albay Gumby, beni mevzide tüfeğimin başında bulmuş, memnuniyetini bildirmişti. Tercüman Asteğmen, Albayın bir gece önce kazandığımız başarıları övdüğünü, benden bazı istekleri olduğunu söyledi: “Çavuş! Sen makineli tüfek komutanısın. Şu ilerideki düşman mevzilerini makineli tüfek ve havanla ateş altına alabilir misin?” dedi. Ben de: “Yalnız makineli tüfek ve havanla değil topçu ateşiyle de orasını dağıtırım.” dedim. Albay Gumby güldü: “Başarabilir misin? Yap da görelim.” dedi. İlk olarak makineli tüfek nişancısına gerekli komutu verdikten sonra telefon ve telsizle havan ve topçu gözetleme subaylarıyla irtibat kurarak gerekli atış isteğinde bulundum. Beş, altı dakika geçmişti ki düşman mevzilerindeki belirli hedefler ateş altına alınmıştı; yalnız topçu atışları biraz sağ geriye düşüyordu. Derhâl atış düzenlemesine geçmiş, diğer atışlar gibi topçu da hedefini bulmuştu. Bu durum karşısında Albay Gumby, sırtımı okşayarak: “Başarın küçümsenecek gibi değil.” dedi.
182