ÖLÜMSÜZLÜK ÖYKÜLERİ
EDİTÖR: Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI: İlkay Kalkan
YAZARLAR: Emirhan Burak Aydın Funda Özlem Şeran Ruhşen Doğan Nar Seran Demiral Haktan Kaan İçel Gökcan Şahin Sadık Yemni Onur Altınışık Hüseyin Emre Coşkun Ozancan Demirışık
YAYIN TARİHİ: Mart 2009
Bu e-kitap Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü üyeleri tarafından yazılmış ve www.xasiork.biz adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
İÇİNDEKİLER: Çember – Emirhan Burak Aydın……….………8
Morg Kaçkını – Funda Özlem Şeran………..…31
Zaman Öldürür – Ruhşen Doğan Nar……..…51
Sonsuz Tebessüm – Seran Demiral……………59
Kaja’nın Mantarları – Haktan Kaan İçel………66
Adalet Tanrısı – Gökcan Şahin…………………81
Nefesçil – Sadık Yemni………………………… 91
Yeniden Ölmek – Onur Altınışık………………108
Mavi’de Bir Kuğu – Hüseyin E. Coşkun………125
Aktar’ın Öyküsü – Ozancan Demirışık……….138
ÖNSÖZ HAYAL GÜCÜ, EVRENİ KURAN ZEMBEREKTİR
“Bilimkurgu, fantastik kurgu, korku, polisiye ve tekinsiz türde öykü ve roman okumayı cazip kılan etkenler nedir?” diye sorsak çeşitli cevaplar alırız. Bir şeyler öğrenmek, vakti eğlenceli bir şekilde geçirmek, gerilim yaşamak ve hatta tatlı tatlı ürpermek... Kimileri bu tür yapıtlar için kaçış edebiyatı diyecektir. Toplumsal sorunları görmezden gelme çabası olarak ‘kaçış, escapism’ şeklinde popüler bir damga mevcuttur bilindiği gibi. Dünyanın giderek acımasızlaşan kaba gerçekliğinden kaçışı arzu edenlere ironik bir şekilde bu ortamın sorumluları tarafından bir sürü imkân yaratılmıştır. Uyduruk televizyon programları, manipüle edilmiş haberler, sade suya tirit konulu filmler, alışveriş putuna tapınma vb. Travmaları, günlük sorunları, kolektif korkuları her saniye düşünmenin, bunlara çözüm bulmak ve bilinçlenmek için çok yararlı bir şey olduğunu savunmak kolay değildir. Ben bu tür yapıtların çoğu kimse için nötral alana çekilme, dinlenme ve hayatla mücadele için güç toplama amacıyla okunduğunu düşünmekteyim. Bilimkurgu, fantastik kurgu, korku, polisiye ve tekinsiz türde kitap okuma ve film izlemenin yan tesiri
Ölümsüzlük Öyküleri
yarar olan bir çeşit ağrı kesici olduğunu kendi deneyimlerimden iyi bilmekteyim. Bilimkurgu, geleceğimize tuttuğumuz aynadan yansıyan ışıktır. Örneğin Jules Verne yapıtlarında denizaltı, uzay yolculuğu gibi kendi zamanında olmayan birçok olayı ve teknik gelişimi öngörmüştü. Arthur C. Clarke uydu haberleşmeciliği fikrinin babasıdır. Polisiye bize, dedüktif (dedektif) yani tümdengelim yoluyla mevcut gözlemlerin nasıl değerlendirileceğini gösterir. Kurnazca işlenmiş bir suçun adım adım akıl yürütülerek açığa çıkarılması zihinlerimiz için hoş bir jimnastik olur. Görünmeyenden görünene bakarak sonuç çıkartırız. Benzeri olayları çabuk deşifre etmemizi sağlar. Bizi giderek daha heyecanlı bir yer olan dünyamızda dönen fırıldaklar üzerine uyarır. Fantastik Kurgu, fantezimizin, hayal gücümüzün kanat açıklığıdır desek yeridir. Okuyucuya sayısız evrenlerin içini tariflere sığmaz varlıklarla dolduran zamanın oyunbazlığını hissettirir. Paranormal türdeki yapıtlar bize sezgimizle bir nebze de olsa ulaşabildiğimiz, ama bilimle henüz aydınlatamadığımız loş ve tekinsizce kıpırtılı alanlara ait öyküler fısıldar. Eureka bölgesi ve kayıp eşyalar vadisinden postalar alırız. Okuyucuyu bu öykülerde çeken şeyleri listelemeye devam ettiğimizde; ölümsüzlük özlemi, merak, sezgisel yönelimin yanı sıra pek sözü edilmeyen bir şeyle karşılaşırız: Bedensizlik özlemi. Sufilerin perhizler ve meditasyonlar yardımıyla zaman zaman ulaştıkları zihin hareketliliği.
6
Ölümsüzlük Öyküleri
Paddy Chayefsky’nin romanından hareketle Ken Russell tarafından yapılan ‘Altered States’ adlı bilimkurgu türündeki filmde Eddie de bunu deneyimlemektedir. Hayal gücü, evreni kuran zemberektir. Big Bang eşsiz bir zihnin ani bir ilham çakımı olabilir mi? Ölümsüzlük Öyküleri’ni okumada engin kanatlar ve uçsuz bucaksıza varan farkındalık genleşmeleri diliyorum hepinize.
Hayal Tozu Gölgecisi, nam-ı diğer Sadık Yemni
7
EMİRHAN BURAK AYDIN “ÇEMBER”
Ölümsüzlük Öyküleri
Not: Artık yükseklikten korkmuyorum.
Arka sokaklardan birindeydik. Yere tükürdüm. Kanlı tükürüğüme garip ve özlediğim bir hayranlıkla baktım. Sokak normalde olmaması gereken kadar sessizdi. Ya da ben kulağımdaki uğultu yüzünden hiçbir şey duyamıyordum. Tükürüğüm olmaması gereken kadar kanlıydı. Midem yediğim yumruklardan dolayı acı içindeydi. Suratımı ise hissetmiyordum bile. Bütün bunlar sadece başlangıçtı. Çünkü bu tarz etkiler kısa sürede geçerdi. Bunu biliyorum. Hep bildim. Kafamı kaldırdım. “Sen tam bir orospu çocuğusun!” dedi. Güldüm. Bir dişim düştü. “Hassiktir!” dedim içimden. En kötüsü buydu. Onların geri çıkmaları çok acılı olurdu. Kulaklarımdaki uğultu yavaş yavaş azaldı. Sesler geriye geldi. Bir arabanın sesini duyar gibi oldum. Saat kaçtı? “Sana az önce küfür ettim geri zekâlı!” dedi. Yine güldüm ama suratım gülünce acıyordu; o yüzden kendimi tuttum. Yanıma yaklaştı, suratıma bir tekme daha attı. Biraz daha küfür etti. Hangi arka sokaktaydık? Zaman neydi? Hangi ülkedeydim? Konuşmam gereken dil hangisiydi? Đsmim neydi? Hepsi birbirine giriyordu beynimde. Yere yıkıldım. Başımda duruyordu. Saçlarını kestirmişti. Sakal bırakmıştı. Adını hatırlamıyordum. Bizim aramızda adların pek önemi yoktur. Ama kendini bu aralar sanırsam yine Isaac olarak tanıtıyordu. Ben
9
Ölümsüzlük Öyküleri
ne kullanıyordum isim olarak? Türkçe bir şeydi ancak tam aklıma gelmiyordu. Dilinizin ucunda bir şeyin cevabı olur da söylemezsiniz ya. Đşte öyle hissetmiyordum. O an sadece acı hissediyordum. Ki bu da çok uzun zamandır yaşamadığım bir deneyimdi. Yere yıkılmıştım. Başımda duruyordu ve suratıma acırcasına bakıyordu.
Đlk
o
zaman
konuştum
sanırım.
“Sakalla
bokuma
benzemişsin,” dedim. Güldü. Sinirli bir gülüştü. Suratıma tekmeyi koydu. Đşte o an uzun zamandır yaşamadığım bir başka deneyimi yaşadım. Bazıları buna ‘aynalanmak’ der. Her dilde her kültürde farklı bir adı vardır. Đşte ben o an aynalandım.
***
Aslında bütün olaylar çok uzun zaman önce başlamıştı. O kadar uzun bir zaman önce ki, üstünden kaç yıl geçtiğini hatırlamıyorum bile. Tam ‘başlangıcı’ sorarsanız ise gülerim. Gerçekten kahkahalarla gülerim. Bir keresinde birisi sormuştu hatta. Komik bir adamdı. “Đlk hatırladığınız şey neydi? Nasıldı yani her şeyin başlangıcı?” Gülmüştüm. Başlangıcı kimse hatırlamaz. Hiç kimse hatırlayamaz. Çünkü siz aptal insanların anlayamadığı ve belki de hiç anlayamayacağı bir konu vardır. Başlangıç diye bir şey yoktur. Yoktur. Bu kadar basit. O yüzden hatırlayamayız. Kimse hatırlamaz. Bazıları hatırlayanların olduğunu söylüyor. O hatırladığını iddia eden arkadaşlarımız ise kendi tarikatlarını falan kuruyorlar. Bilirsiniz işte. Grup seks toplantıları vesaire. Hep aynı şeyler. Ben ise öyle şeylere hiç gelemem. Bana uymaz.
10
Ölümsüzlük Öyküleri
Neyse, ben başlangıçtan bahsetmiyordum ki. Ben sadece bu olayın ne zaman başladığını konuşuyordum. Sanırım o zamanlar Avrupa’daydım. Her şeyin değişmeye başladığı
dönemlerdi.
Gemiler
limanlardan
kalkıp
yeni
yerler
keşfediyorlardı. Ben ise sıkılıyordum. Hem de çok sıkılıyordum. Tarih tekerrürdür derler ya, işte tam da o yüzden sıkıntıdan ölüyordum. Her tarafta bir hareket vardı. Doğu’da ise bu karmaşanın etkileri daha kendini göstermemişti. O sıralar aklımda Osmanlı’yı ziyaret etme gibi bir düşünce vardı. Avrupa’dan sıkılmıştım. Ben sürekli gezerim. Sürekli yürürüm. Sadece deniz karşıma geldiğinde yürümeyi bırakırım. O zaman bir gemiye atlarım. Tabii o zamanlar öyleydi. Sonraları uçak falan da çıktı. Ki sıkıcı bir icattır o da. Hatırlıyorum, daha değişiğini bir önceki uygarlık yapmıştı. Her şey daha önce yapılanın bir tekrarı gibiydi. Sürekli gelişim vardı. Sonra bir anda her şey duruyordu ve sıfıra dönülüyordu. Sonra tekrar gelişim başlıyordu. Tarih tekerrürdü. Tarih sıkıcıydı. Osmanlı’ya gitme gibi bir fikrim vardı. Üşeniyordum. Ancak sıkıntım, üşentimin üstüne geçmişti. Yalnızdım. Uzun zamandır kendim gibi birisini görmemiştim. En son gördüğüm, bizim gibilerin azaldığını söylemişti. Nasıl azabilirdik? Anlamamıştım. Zaman değişiyor muydu? Gülmüştüm. Hiçbir şey değişmezdi. Öyle demişti Cecile. Onu düşünüyordum. Onu bulmak istiyordum. Gitmişti. O kıza nasıl da âşık olmuştum. Aşk… Bir tek ondan sıkılmamıştım sanırım. Yola çıktığımda, yani yürümeye başladığımda, huzurluydum. Bu sadece bir yolculuk olacaktı.
11
Ölümsüzlük Öyküleri
Fransa’dan yola çıktım. Hedefim Osmanlı’ya gitmekti. Bunu daha kaç kere söylemem lazım, değil mi? Đnsan bu yaşa gelince böyle oluyor işte, kızmayın. Yürümemin üstünden altı ay falan geçmişti. Sokaklarda yatıyor ve dilenci gibi para istiyordum. Bizim bir özelliğimiz de açlığa çok uzun süreler, hatta yıllarca dayanabilmemizdir. Garip, değil mi? Garip falan değil. Sadece biyolojik bir şey işte. Kilo almayız. Bir dengeye oturduğumuzda kilomuz sabitlenir. Ben de o sıralar tam bir aydır bir şeyler yememiştim. Su falan içiyordum. Susuzluğa dayanamıyoruz. Bu bence daha da garip bir şey. Sanırım psikolojik. Çünkü bazı uğraşanların uzun süre su içmeden de durabildiğini duymuştum. Bunlar tabii uzun zaman önceydi. Her şey uzun zaman önceydi. Zaman ise saçma sapan bir şeydi. Dilencilik yapıyordum. Canım yemek yemek istemişti. Üstüme başıma da belki bir şeyler giyerdim. Sonra bir adam başımda durdu. Saçları kısaydı. Şimdiki Bulgaristan’ın olduğu bir yerlerdeydim. “Şu dilenciye bir sadaka,” dedim. Güldü. Gözlerine baktım. Adam da bana baktı. Ayağa kalktım. “Sen?” dedim. “Evet,” dedi. Güldüm. Üzerinde güzel bir kıyafet vardı. Uzun bir pardösü, bir ceket, yelek ve beyaz bir gömlek giymişti. Altındaki pantolon gayet kaliteli gözüküyordu. Şapkası elindeydi. Cebinde duran köstekli saat ise oldukça hoştu. O da bizden biriydi. Gözlerinden anlamıştım. “Seni hissettim. Uzun zamandır görmemiştim bizden birisini. O yüzden yanına geldim. Emin olmak için,” dedi adam.
12
Ölümsüzlük Öyküleri
Ben susuyordum. Şaşkındım. “Ben de uzun zamandır görmedim kimseyi,” dedim. “Anlaşılana bakılırsa anlayış gücüm de azalmış. Sizin gözlerinize bakmadan fark edememiştim.” Şapkasını kafasına geçirdi. “Hadi gel, bir yerde bir şeyler yiyelim.” Yürümeye başladık. Yürürken konuşuyorduk. Çok uzun zamandır görüşmediğiniz, sevdiğiniz bir akrabanızı görürseniz nasıl olursunuz? Aynı öyle olmuştum. Birbirimize başımıza gelenleri anlatıyor ve etrafımızdaki insanlarla dalga geçiyorduk. O zamanın güya ‘önemli’ bazı tarihsel olaylarına alabildiğine gülüyorduk. Bütün bunlar çok salakçaydı. Yemek yemeye başladığımızda anlatıyordu. “Bir tarikat daha kurulmuş diye duydum,” dedi. “Bu aralar neredeyse sıkıntıdan öyle bir yere gidecektim. Sırf konuşabileceğim birisi olsun diye. Yoksa bir insana yakınlaşmak ve alışmak çok tehlikeli.” Lokmamı yuttum. Gülümsedim. Zoraki bir gülümsemeydi bu. Aklıma eski insan aşklarım gelmişti. Sonra Cecile’i düşündüm. Cecile tabii ki bizdendi. Yoksa beni terk etmezdi. “Tütünün var mı?” diye sordum. “Var,” dedi ve cebinden tabakasını çıkarıp bana bir sarma hazırlayıp uzattı. Yakıp içime çektikten sonra, “Đsmin neydi?” dedim. “Isaac,” dedi. “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedim. Bizden olmayanları insan olarak tabir ediyorduk. Bu böyle gelmiş böyle gidiyordu. Kendimizi insan olarak görmüyorduk. Birbirimize insan demek bazı kişiler arasında küfür bile sayılıyordu. Biz onlardan tabii ki
13
Ölümsüzlük Öyküleri
üstündük. Onlar sadece etrafta aptal aptal dolanıyorlardı. Bazen izlerdim. Bir dilenci gibi oturup sadece bakardım akan kalabalığa. Hiç
dilencilere
dikkat
ettiniz
mi?
Sessiz
bir
tanesiyle
karşılaştığınızda bilin ki bir tane bizden görmüşünüzdür. Bana haber vermeyi unutmayın. Çünkü sizlerle konuşulmuyor ve yalnızlık çekilmiyor.
***
Isaac. O pislik züppeyle karşılaştıktan sonra boka sarmaya başladı sıkıcı hayatım işte. Đşin doğrusu adam beni dilencilik yaparken bulmuştu. Zaten boka sarmış bu hayata daha ne olabilirdi? Dediğim gibi, eğer sahip olduğunuz zaman sonsuzsa, bir yerden sonra ‘dip’ diye tabir ettiğimiz şey ortadan kalkıyor. Yani her zaman daha fazla boka batmak mümkündü. Zaman sonsuzsa, olasılıklar bitmez. Öyle demişti Cecile. Cecile. Her şey belki de onunla başlamıştı. Bilmiyorum. Onun o suratı. Konuşmaları, hayalleri. Onun kadar heyecanlı olan bir tane daha bizden görmemiştim. Her zaman konuşacak bir konusu vardı. Durmadan konuşabilirdi. Bana aynalanmayı ilk defa öğreten de oydu. Bu konularda aşırı bilgisi vardı. Birçok tarikatın içinde takılmıştı. Birçok ‘Bilen’ ile tanışmıştı. Bilen’ler bizden olan bilginlere denir. Đnsan felsefecilerle çalışmıştı. Đnsanlardan iğrenmeyen tanıdığım tek bizdendi. “Onları
izlemeyi
seviyorum.
Konuşmalarını…
Kendilerini
merkezde sanmalarını… Bazılarını bulduğu düşünceleri yeniymiş gibi düşünmelerini seviyorum.”
14
Ölümsüzlük Öyküleri
Sarılmıştım ona. Sonra kulağına fısıldamıştım: “Belki bir gün birisi yeni bir şey bulur.” Bir dolu uygarlık görmüştük. Başlangıcı hatırlayamayacak kadar zaman geçmişti dünyada. Kıtaların değişimleri, insanların oradan oraya geçmeleri... Hepsini izlemiştik. Evrim teorisi diye bir şey dolanıyordu. Diğer uygarlık da bunu düşünmüştü, ondan önceki de. Bu dünya ne zaman kurulmuştu? Cecile bunun cevabını arıyordu. Değişik bir kızdı. “Belki,” demişti. Sonra sevişmiştik. Onunla seviştiğim zamanlar yaşadığım en güzel anlardı. Bunu şimdi geriye bakınca kavrıyorum. Bizler zamanın üstünde olan sıkılmış varlıklarız. Hiçbir şey yeni değil: Her şey, olmuş bir şeyin farklı bir versiyonu. Ancak sevişmek, aşk… Belki de sadece ben bunları seviyorum. Bir keresinden bizden biriyle tanışmıştım. Adam yazmaya âşıktı. “Hayatım boyunca uyduracağım. Hep bir şeyler uyduracağım ve yazacağım,” diyordu. Kaç kere yazar oldu? Kariyerine baştan başladı. Ödüller aldı. Bilmiyorum. Bazen resimlerini görür, yaptıklarını duyardım. Đsmini hep değiştirirdi ama bizden olanlar anlardı. Bizim isimlerimiz normal bir insanınki gibi gözükse de her zaman kendini belli ederdi. Nasıl oluyor bilmiyorum. Sadece biliyorum. O kadar. Cecile o sıralar yine ortadan kaybolmuştu. Dönmesine az vardı. Onu hissediyordum. Buraya doğru yol almıştı ve hızlıydı. Bir şeyler öğrenmiş olmalıydı. Uygarlıklar gidip gelirdi, tarih devam ederdi, zaman akardı. Ancak bunların olması bizlerin de bir şey yapmaya çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Bazılarımız gerçekten güzel işler yapıyorlardı. Her üç yüzyılda bir toplanan bir grup ‘Bilen’ oturup on yıl boyunca
15
Ölümsüzlük Öyküleri
bulduklarını konuşurlardı. Cecile bu toplantıya katılan bir Bilen’i sonunda bulmuştu. O zamanlar bu Bilen toplantıları hâlâ yapılıyordu. Sonra toplantılar da bitti, kendileri de kayboldu. Bizim türden olanlar için sıkıcı dönem daha bitmemişti. Bittiğinde ise o zamanları özleyeceğimizi hiç düşünmemiştik. Cecile ile bundan önceki uygarlıkta tanışmıştık. Beni bırakmıştı. Sonra bu uygarlıkta Mısır’ın yükselişte olduğu zaman orada birbirimizi bulmuştuk. Halen de beraberdik. Onu seviyordum. Bence o da beni seviyordu. Geri geldiği sırada, ben bir çadırda yaşıyordum. Çöldeydim. Çadırdan içeri dalmıştı. “Gelecek misin yanıma?” demiştim. “Senin bu hiçbir şeyi kafana takmayan, her şeyi olduğu zaman kabullenen haline âşığım işte,” demişti. Gülmüştüm. Aslında benim de kafama taktığım şeyler tabii ki vardı. Onun gidişlerini sevmiyordum. Onu özlüyordum. Bu gerçekti. Ama ona söylemedim. Sadece öpüştük ve sonra seviştik. Gecenin ilerleyen saatlerinde birden konuşmaya başladı. Uyumuyorduk ama yine de sessizce nefes alış verişimizi dinliyorduk. Uyumak bizim için bir sorun değildir. Uyumadan da yaşarız ama aynı yemekte olduğu gibi uyumak da bazen güzel olabiliyor. “Sana bir şey öğretmemi ister misin?” demişti Cecile. Üstünde hiçbir şey yoktu. Gözleri deli bir merak ve heyecanla doluydu. “Çok basit, ama bizden olanların kendi hayatları için çok önemli bir şey aslında. Çok uzun zaman önce hepimiz yapabiliyormuşuz. Ancak sonra unutulmuş. Unutmuşuz.”
16
Ölümsüzlük Öyküleri
Ona bakmıştım. Tenine. Gözlerine. Vücuduna. Böyle bir mahlûkata hayır demek mümkün müydü? “Tamam, yapalım bakalım. Neymiş bu?” diye sormuştum. “Adı aynalanma,” demişti. Anlamamıştım. “Bizim için ne başlangıç, ne son var. Bu doğru, değil mi? Her şey hem geçmiş, hem de gelecek. Aynalanma işte istersen hayatındaki herhangi bir zamana götürüyor seni. Çok kısa bir süreliğine ama yine de gidebiliyorsun.” Her şey geçmişti, evet. Ne başlangıç vardı, ne son. Bütün zaman bizim için geçmişti. Çünkü hiçbir zaman ölmeyecektik. Hep vardık ve var olacaktık. “Tamam,” dedim. “Nasıl yapacağım?” Heyecanlanmıştı. “Çok uzun süre kalmayacaksın. O yüzden etrafında olanlara dikkat et. Döndüğünde anlatacaksın bana, tamam mı?” demişti. “Ya tamam. Sen önce bir söyle bakalım nasıl olacağını şunun?” demiştim gülerek. “Aklından her şeyi çıkaracaksın. Seslere konsantre olacaksın ve benim varlığımı hissedeceksin. Bu tek başına olmuyor; yanında mutlaka bir tane bizden olan kişi yer almalı. Sonra gözlerinin önüne bir kapı getir ve o kapıyı açtığını hayal et. Bu kadar. Ben sana yardım edeceğim. Zaten bir zaman sonra bu sana düzenli olarak yardıma ihtiyacın olduğu zamanlarda falan olacak. Bir daha hem istediğinde hem de ihtiyacın olduğu zaman kendiliğinden olacak yani bu durum,” diye anlatmıştı. Gözlerimi kapamış ve dediklerini yapmıştım. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on. Cecile ve kapı.
17
Ölümsüzlük Öyküleri
Gözlerimi açtığımda ise başka bir yerde ve zamandaydım.
***
Etrafıma baktım. Bir binanın çatısındaydım. Atlamak üzereydim, atlayamıyordum. Geriye çekildim. “Hadi!” dedi yanımdaki adam. Đntihar. Bu saçmaydı. Bu bina neydi? Neredeydim? Bir martıya takıldı gözüm. Apartman gibi bir şey olmalıydı burası. Geliştirmişler yine kendilerini bayağı. Bunların kıyameti daha yakın olacak, diye düşündüm. Güneş doğuyordu. Bu intihar işi neydi? Aklıma anılar doluyordu. Atlamalıydım. Ama çok yüksekti! Atladım.
***
“Ne oldu?” demişti Cecile. “Đşe yaradı değil mi?” Kafamı toparlamaya çalışıyordum. Hiçbir şey anlamamıştım. Neden intihar etmeye çalışıyordum? Olmayacak bir şey için neden uğraşıyordum? Yoksa ölebilecek bir duruma mı gelmiştim? “Geçmiş mi gelecek mi bilmiyorum. Ama şimdiden ileri bir zamana gittim. Đntihar etmeye çalışıyordum. Bu ne demek şimdi?” demiştim. Cecile ciddileşmişti. “Dediğim gibi bir zaman sonra aynalanma istek dışı da olur. Senin gittiğin o zamandaki halin için bu istek dışıydı. Kendini büyük bir şeyden kurtardın. Ama intihar? Bunu ben de anlamadım.”
18
Ölümsüzlük Öyküleri
Ben daha sonra anlayacaktım. “Haydi, yatalım şimdi lütfen,” demiştim. Uyumuştuk. Kendimi uzun zaman sonra yorgun hissetmiştim. Cecile ile uyumak ise her zaman iyi gelirdi. Uyuyorduk. Zamanı düşünmedim. Her şey olacağına varmıştı bile. Ben ise bütün olacakları görecektim, görmüştüm zaten.
***
“Böyle dilencilik mi yapıyorsun peki hep?” demişti Isaac ilk karşılaşmamızdan üç gün sonra. Bir abi gibi davranıyor, beni kolluyor ve bana iyi davranıyordu. Üstümde artık temiz ve güzel giysiler vardı. Oldukça zengindi. “Aslında Doğu’ya gitmeyi istiyordum. Onun için yürüyordum. Osmanlı’yı merak ediyorum da. Anadolu’ya gitmeyeli epey oldu.” Fransızca konuşuyorduk. Arapça da biliyordum. Osmanlı’da Türkçeyi
öğrenmek
istiyordum.
Diller
garipti.
Beynimde
eski
uygarlıkların dilleri hâlâ duruyordu. Ama daha önce dediğim gibi, elinizdeki zaman sonsuzsa eğer, her olasılıklar dâhilinde diller ve insanlar ölüp gider. Biz sürekli öğrenmek zorunda kalırız. “Orada bizden oldukça kişinin olduğunu duydum,” demişti Isaac. Ben yolculuğuma ara vermiştim; dediğim gibi bir otelde kalıyorduk. Bana harika bir oda tutmuştu. Kendisi ise daha da güzel bir odada kalıyordu. Otellerden nefret etmeme rağmen ben bile sevmiştim burasını. Bunları konuşurken lobideydik. Zenginler için her yerde ve her zaman konfor vardı.
19
Ölümsüzlük Öyküleri
“Doğru olabilir,” demiştim. Sarma tütün kullanıyorduk. Etrafımız duman olmuştu. Saat akşama doğru ilerliyordu. “Orada Bilenlerin de çok olduğunu duymuştum. Hatta bir dahaki toplantıyı orada yapacaklarmış gibi bir duyum almıştım.” Đlk o zaman bir şeylerin yanlış gittiğiyle ilgili şüpheye katıldım. Şu ana kadar Bilenlerle ilgili olan bizim türümüzden birisini tanımamıştım. ‘Ya Cecile?’ diye soruyorsanız eğer, gülerim. Çünkü Cecile normalin yanına yaklaşamayacak kadar eksantrikti. “Kimse onların nerede toplandığını, toplanacağını bilemez,” demiştim. “Kimse bilemedi, bilemeyecek. Kaç kişi o yolda öldü… Sen nereden biliyorsun bunu?” Gülümsemişti. Isaac’in sorunlarından birisi de çok rezalet bir gülümsemesi olmasıydı. Kahkahalarla güldüğünde sorun yoktu, ona annenizi emanet edecek kadar güvenebilirdiniz. Ama gülümsemesi… Đşte o, bir anda duygularınızı altüst etmeye yeterdi. “Isaac, sen kimsin?” demiştim. Etrafımızda dumanlar vardı. Öne doğru eğilmişti. “Sen kimsin esas dilenci?” demişti. “Kimsin sen? Bizim türümüzün aşağılık bir örneği mi? Yoksa bir zamanların muhteşem kahramanı mı?” Durdum. Sonra öne doğru eğildim. “Sen beni tanıdığını mı sanıyorsun?” dedim. Yine gülümsedi. “Gülümseme! Salyalar saçarak gül ama gülümseme be adam!” diye suratına bağırmak istedim. “Evet,” dedi. “Seni çok iyi tanıyorum dilenci.”
20
Ölümsüzlük Öyküleri
Sarmadan biraz içime çektim. Sonra öne doğru eğildim. “Peki şimdi ne yapacağım?” dedim. “Burada oturacağız ve Cecile’den bahsedeceğiz,” dedi. “Bana nerede
olabileceğini
söyleyeceksin.
Hangi
Bilenlerle
tanıştığını,
öğrendiklerini anlatacaksın. Sonra seni yem olarak kullanacağım. O gelince bildiklerini öğreneceğim.” Gülmeye başladım. Kendimi tutamıyordum. Ortamın ciddiyeti bir anda dağılmıştı. Şaşırmış bir suratla yüzüme bakmaya başladı. Gülüyordum. “Ne oluyor sana be adam?! Kendine gel!” dedi. Gülmeye devam ettim ama bir anda durdum ve elimdeki sigarayı Isaac’in tam gözüne hızlıca soktum. Bağırmaya başladığında koşarak oradan kaçıyordum. “Beni tam olarak tanıyamamışsın!” diye bağırdım ve gülerek otelden çıktım. Bu Isaac’dan ilk kaçışımdı. Adamın Cecile ile bir alacağı vardı. Bu belliydi. Cecile’e ulaşmanın en iyi yolu da bendim. Sonuçta en yakını bendim. Ona direkt ulaşım imkânsız gibi bir şeydi. Bulunmak istemediğinde kimse Cecile’i bulamazdı. Öyle değişik bir kızdı. Ne demiştim? O tanıdığım en eksantrik karşı cinsti. Kalabalığın içinde koşarken aklımda olabildiğince
aradaki
mesafeyi açmak vardı. Bizden olanlar birbirlerini belirli bir mesafeden izleyebilirler. Hatta âşık olanlar birbirlerini çok uzak mesafelerden bile izleyebilir. Isaac’ın bana o tarz bir duygusu olmadığı için belirli bir mesafe yeterli olacaktı. Gözünün yeniden çıkması uzun zaman alacağı
21
Ölümsüzlük Öyküleri
için onu öyle acıyla bırakmak gayet iyiydi. Bizler vücutsal yaralar alabiliriz. Hatta herhangi bir uzvumuz kesilebilir. Ancak yeniden çıkarlar. Buna kafamız da dâhil. Tabii kafa kaybetmek çok gurur kırıcı bir durumdur. Ama evet, kafalarımız bile yeniden çıkar. On dört buçuk yılda. Şimdi düşününce ona acıdığımı fark ediyorum. Bütün hayatı boyunca beni ve Cecile’i kovaladı. Bir türlü Cecile’i bulamadı ama benimle çok kereler karşılaştı. Her seferinde kaçmayı başardım. Her seferinde ucu ucuna kurtardım kendimi. Ne arıyordu? Aklımdaki her şey birbirine girmişti. Kovalanmayı seviyor muydum? Her şey sıkıcıyken bir şekilde kovalanmak hoşuma mı gidiyordu? Sanırım biraz böyle bir durum vardı. Evren, bu dünya, bu uygarlık… Her şey hep aynıydı. Đsimler değişiyor ama olaylar hiç değişmiyordu. Đşte bu şekilde düşüncelerle yıllarca kaçtım. Sıkılmadığım bir dönem vardı benim de tabii. O aptal heyecana sahip olduğum bir zaman. Garip değil mi? Şimdinin dilenci ‘ölmeyen’i, bir zamanlar kahramandı. Evet, o dönemlerde saçma sapan bir şekilde kahramandım. Bu uygarlık yoktu o zaman. Diğerinin kıyametine az kalmıştı. Yani bana göre az. Son iki bin yılını yaşıyordu insanlar. Kaos vardı. Yardımcı olmak istemiştim. Olmuştum da. Kıyamet geldiğinde ise her şey yeniden sıfıra dönmüştü. Kıyamet kesinlikle saçma sapan bir şey. Her uygarlık kendini öyle önemli sanar ki, kıyamet geldiğinde bütün dünyanın sonunun geleceğini düşünür. Oysa öyle değildir. Kıyamet bilgisayara format atmak gibi bir şeydir. Sadece başa döneriz. Bizim için ise sadece bir günün bitip diğerinin başlaması gibidir.
22
Ölümsüzlük Öyküleri
Güneşin doğuşunu kaç kere gördüm? Kaç kere birisini öldürdüm? Kaç kere birisiyle beraber oldum? Kaç yıldan beri bir yağmurun altında rahat rahat ıslanmadım? Kaç yıldan beri aşkla sevdiğim kadının boynundan öpemedim? Ölmemek… Sıkılıyorum. Hem de çok. ***
Aynalandım. Beklemiyordum. En son yetmiş küsur yıl önce yaşamıştım bunu. Gerçekten büyük bir beladan kurtarmıştı beni. Yine tam zamanında gelmişti işte. Isaac suratıma tekmeyi attı. Bir ışık çaktı önce gözlerimin önünde. Sonra ise ayakta duruyordum; başka bir yerdeydim. Bir tarladaydım. Etrafımda bir dolu yeşil uzun bitki vardı. Ne yapıyordum burada? Neredeydim? “Hoş geldin,” dedi bir ses. Arkamı döndüm. “Cecile?” dedim. “Evet, benim.” Bir an durduk. Geçmişteydim. Bunu biliyordum. Heyecanla konuşmaya başladı. “Neyse, çok zamanın yok. Seni buraya ben getirdim. Isaac benim peşimde. Seni de beni bulmak için kullanacak, biliyoruz. Đstediği şeyi de biliyoruz. Yıllar önce seninle ilk karşılaştığından beri aradığı o şeyi. Senden tek istediğim ona bunu söylememen. Sana anlattıklarımı ona sakın söyleme! Sakın.” Durdum. “Cecile,” dedim. “Neredeydin?”
23
Ölümsüzlük Öyküleri
Gülümsedi. Yanıma yaklaştı. Kokusunu aldım. “Haydi kahraman dilencim benim. Şimdi gideceksin. Dikkatli ol. Yöntemi sakın ona anlatma. Tamam mı? Ama anlattıklarımı yine de kullanabilirsin. Ve yükseklerden de korkma artık. Ben de oradayım şimdi, bak. Seni seviyorum.” Yalan söylemiyordu. Bunu anlamıştım. Hızla belinden tutup kendime çektim. “Bayıldın mı zavallı?” dedi Isaac. Geri dönmüştüm. “Hayır,” dedim. “Senin şu sakalları kafamdan atmaya çalışıyordum ama bak yine soktun.” Bu sefer sanırım onu iyice delirtmiştim. Boynumdan tuttu ve sokağın duvarına vurdu beni. “Sen bir zavallısın! Bizim türümüzün en rezil üyesisin!” Güldüm. “Lütfen, o unvanı hâlâ senden alamadım ben.” Durdu. Onu rahatsız etmiştim. “Bana onun nerede olduğunu söyleyeceksin!” dedi. “Bildiğin her şeyi anlatacaksın!” Suratıma kafa attı. Burnum kırılmıştı sanırım. Bir dişim daha ağzımda
dolanıyordu.
Yaralarımın
ve
acımın
geçmemesi
için
uğraşıyordu. Bıraksa en azından bir on dakikada kendime gelebilirdim. Ama dişler! Onlar, çıkması en zor olanlardı. Ama bunu söylemiştim, değil mi? “Peki, sen bilirsin. En sonunda seni almaya gelecek nasıl olsa,” dedi. Sonra bir kafa daha attı. Bayıldım. Evet, biz de bayılabiliriz.
***
24
Ölümsüzlük Öyküleri
Ellerim bağlıydı. Karanlık bir odadaydım. Sadece kendi sesimi duyabiliyordum. Isaac bir şeyde iyiyse, o da ölmeyen birisine nasıl acı çektirileceğini bilmesiydi. Orada öylece oturdum. Karanlığa bakıyordum. Bir şarkı söylemeye başladım. Hangi dildeydi? Bu uygarlıktan olmadığı kesindi. Nereden gelmişti şimdi aklıma bu şarkı? Sadece söylüyordum. Şarkı söylemek insanın düşünmesine kesinlikle yardımcı oluyor. Bunu biliyorum. O anda orada söylediğim o şarkı belki de kurtulmamın yolu olmuştu. “Şarkı söylemeyi kes!” diye bir ses geldi dışarıdan. Sonra kapı açıldı. Işık gözümü kör etti bir an. “Konuşmaya hazır mısın?” dedi. “Evet,” dedim. “Sana anlatacağım.” Yaralarım geçmiş gibiydi. Yanıma geldi. Kafama bir sopayla vurdu. Her şey yine karardı. Uyandığımda bir sandalyeye bağlanmıştım bu sefer. Karşımda da Isaac duruyordu. Sigara içiyordu. Loş bir ışık vardı. “Kurtulmuş olacaksın işte. Anlat gitsin,” dedi. O kadar kolay değildi. Anlayamazdı. “Asıl sen bizim türümüz için bir utançsın!” dedim. Sigarasından bir fırt daha çekti. “Şimdi bana nasıl ölebileceğimi açıklayacak mısın!” dedi sakince. Gülümsedim.
Onun
gülümsemesi
gibi
değildi.
Gerçekten
gülümsüyordum. “Söyleyeceğim. Ancak bu yöntemi sadece kendine uygulayabileceğini biliyorsundur umarım. Bir başkasını öldüremezsin yani.”
25
Ölümsüzlük Öyküleri
“Biliyorum. O kadar salağa mı benziyorum!” dedi. “Şimdi anlat! Bilenler kendilerini nasıl öldürdüler?” Durdum. “Tamam,” dedim. Ama biliyordum ki, daha hepsi ölmemişti.
***
Ankara’daydım. Osmanlı’ya gitme planım suya düştükten sonra, buralar içimde hep ukde olarak kalmıştı. Ardından yaşananlar yüzünden bir türlü gidemediğim Anadolu’ya şimdi yepyeni bir hareket, oluşum varken gelmek güzeldi. Dili çabuk kavramıştım. Dolanıyordum. Đlk kaçışımdan sonra Isaac ile dört kere daha karşılaşmıştım. Son görüşmemizin üzerinden on beş yıl geçmişti. Rahattım. Param vardı. Üzerimde düzgün elbisem ve sigaramla mutluydum. Sonra hissettim. O gelmişti. Cecile. Yan sokaklardan birisine saptım. Sonra arkamı dönüp “Hoş geldiniz,” dedim. Onu nasıl uzaktan hissedememiştim? Aklıma Isaac’ı hiç hissedemediğim geldi. Bu bir yöntem olmalıydı. “Tehlikedesin,” dedim. “Biliyorum,” dedi. “Sen de öylesin.” Sarıldık. “Ölmenin yolunu bulduğun dedikodusu her yerde çalkalanıyor,” dedim. “Bilenler kendilerini öldürüyorlarmış. Hatta sen de bir Bilen olmuşsun diye duydum.” Gülümsedi. “Evet, ben de sonunda aralarına katıldım. Ancak dediğin gibi yöntemi bulduktan sonra hepsi teker teker ölmek istediler. Başlangıcı görebilmek için.”
26
Ölümsüzlük Öyküleri
“Başlangıç diye bir şey yok,” dedim. “Belki vardır,” dedi. “Belki Tanrı’yı görebiliriz.” Gözlerinde heyecan vardı. “Seni bir daha göremeyeceğim değil mi?” dedim. Suratı asıldı. “Bu sırrı sana da söylemeliyim. Bütün yöntemi bilip de ölmek istemiyorum. Đleride bu konuyla ilgili bazı sorunlara girersen de önemi yok. Sana yardımcı olacağım, hatta belki şimdiden olmuşumdur bile. Zaman…” dedi. Lafını tamamladım. “Zaman diye bir şey yoktur. Her şey sadece bir çember.” “Ben artık çemberden çıkıyorum kahraman dilencim. Sen de ileride istersen gelebilirsin ama gelmezsen de anlarım. Belki de senin kalman gerekiyordur. Kendine asla acıma. Sen büyük bir adamsın,” dedi. Sonra, bir ölmeyenin nasıl kendisini öldürebileceğini anlattı. Onu bir daha görmedim. Aynalandığım o ana kadar. “Sana yardımcı olacağım, hatta belki şimdiden olmuşumdur bile.” Şimdi anlıyorum. Şimdi anlıyorum seni Cecile.
***
“Bizler için hayat ne başı ne sonu olan bir çemberdir,” dedim. “Bu çemberin içinden çıkmak istediğine emin misin?” Durdu. Sigarasından biraz daha çekti. “Cecile öldü değil mi?” dedi. “Evet,”
dedim.
“Yöntemi
bir
söylemiyorum.”
27
tek ben
biliyorum.
Yalan
Ölümsüzlük Öyküleri
Ayağa kalktı. “Biliyorum,” dedi. “Cecile. Değişik birisiydi!” Duruldum. Isaac ile hiç Cecile hakkında böyle konuştuğumuzu hatırlamıyordum. “Anlat!” dedi. “Artık bu çemberden çıkmak istiyorum. Bu sonsuzluktan yoruldum. Sıkıldım. Başlangıç, Tanrı, hiçbiri umurumda değil. Sadece gitmek istiyorum. Var olmak istemiyorum artık! Sen hiç böyle hissetmiyor musun?” “Aslında çok basit. Çok kolay. Nasıl düşünemedim diyeceğin bir şey,” diye anlatmaya başladım sorusuna cevap vermeden. “Eğer Azrail ile bir randevu istiyorsan, artık kapıyı kapatıp çıkmak istiyorsan… Bir insan gibi ölmek istiyorsan… Yüksek bir yere çıkacaksın ve bekleyeceksin. Çemberden çıkmak istiyorsan, onun içine birisini de sokman gerek. Yere düşerken aklından çemberi geçireceksin. Düştüğün anda aklında o varsa yanındaki ilk insan senin yerine bir ölmeyen olacak,” dedim. “Tamam,” dedi. “Sen de benimle atlayacaksın. Sen istemezsen nasılsa ölmezsin. Yüksekten korktuğumu söylemiş miydim? “Tamam,” dedim yine de. Böyle olması gerekiyordu. Her şeyin bu şekilde bitmesi lazımdı. Çünkü bizler için geçmiş, gelecek diye bir şey yoktur. Başlangıç, son yoktur. Bunlar zaten oldu. Her şeyi tam karşımda o anda bitirebilirdim. Ama böyle olmalıydı. “Yüksek olmalı,” diye tekrar ettim. “Bu işe yarar umarım. Yoksa… Yoksa geri kalan hayatını -ki bu bir sonsuzluk- karanlık bir odada geçirirsin.” Güldüm. “Yarayacak,” dedim. “Yarın sabah, gün doğarken bitecek her şey. Tamam mı?”
28
Ölümsüzlük Öyküleri
***
Cecile’i
düşündüm.
Bir
apartmanın
çatısındaydık.
Sigara
içiyorduk. Isaac, “Ölümden sonra gerçekten başlangıç görülür mü?” diye sordu. “Umurunda olmadığını sanıyordum,” dedim. Güldü. “Doğru diyorsun,” dedi. “Hadi bitirelim şu işi.” Bir an durdu. “Sen hiç ölmek istemedin mi?” “Hiçbir zaman,” dedim. Binanın üstünde durduk. Güneşin çıkmasına az kalmıştı. “Şimdi,” dedim. Yüksekti.
Çok
yüksekti.
Korkuyordum.
Gözlerim
karardı.
Aynalanmak garip bir şey gerçekten. Gözlerimi açtım. Düşüyorduk. Düşerken bağırıyordum. Yüzüm yere çarptığında ışığı gördüm. Bu öyle ilahi bir şey değildir. Beyninize bir anda açılan bir flöresan ışık gibidir. Bacaklarım, kollarım, kafatasım kırılmış olmalıydı. Çabuk iyileşeceklerdi. Konuşamadım ama yanımda Isaac’i gördüm. Bana bakıyordu. “Nasıl?” der gibiydi. Ölmemişti tabii ki. Yöntemi sana söylemezdim, diye düşündüm. Gözlerimi kapattım. Çemberi düşündüm. Etrafımızda insanlar toplanmıştı. Bir anda dağılmaya başladılar. Bir uğultu duydum. Sonra ayağa kalktım. Kolumu yerine taktım. Kafatasım çoktan düzelmişti.
29
Ölümsüzlük Öyküleri
Yanımda duran Isaac’a baktım. Gözlerini kapatmıştı. “Ölüm. Bizde sadece iki kişiyle olur. Ölecek olan değil, onu öldürecek olan düşünmelidir çemberi. Çünkü bir ölmeyeni öldürdüğünde daha da fazla çekilirsin içine o yuvarlağın. Şimdi kim beni öldürecek?” Ankara’da Cecile ne demişti? “Ben bu yolla üç kişi öldürdüm. Bu ölmek istiyorsam tam üç kere bu yöntemi yaşamam gerektiği anlamına geliyor. Đkisi gitti. Sonuncum sen ol istedim. Olur mu kahraman dilencim?” Olurdu. “Seni seviyorum,” demiştim. Kalbine bıçağı sokuşumu hatırlıyorum. Bir de aklımdan geçirdiğim o çemberi. Ah Isaac! Ben çemberden kaçtıkça sen içeri sokmaya çalıştın beni. Şimdi sen dışarıdasın. Peki ya ben?
30
FUNDA ÖZLEM ŞERAN “MORG KAÇKINI”
Ölümsüzlük Öyküleri
Kaçtım, evet. Hem de arkama bakmadan. Hoş, bakmama gerek yoktu; gayet net duyabiliyordum korkuyla çığlık atan doktor, hasta ve hastane görevlilerini. Kimi bağırmaya devam ediyor, kimi dayanamayıp bayılıyor, kimi de Kelime-i Şahadet getirip olduğu yere çöküyordu. Bu yüzden bir an önce çıkmalıydım oradan. Ancak ne kadar uğraşsam da, hâlâ istediğim gibi hareket ettiremiyordum bacaklarımı. Biri Mersin’e diğeri tersine misali ayrı ayrı gidiyorlardı sanki. Onları bir arada tutmak için bayağı çaba sarf etmem gerekmişti. Fakat aynı başarıyı iç organlarımı yerinde tutmakta gösteremiyordum anlaşılan. Ben yürüdükçe göğsümdeki yarıktan taşıp yerlere saçılıyorlardı. Kalbimin yerinde olmadığını görmek çok şaşırtmamıştı beni; kendisi pek hevesli olduğu için, uzun zaman önce yani ölmeden evvel kaybetmiştim zaten bir yerlerde. Kayıptan bile saymıyordum artık. Fakat ciğerlerimle midemin o ‘T’ şeklindeki yarıktan kaçıp firar etmesi fena bozmuştu moralimi. Bir anda hem ciğersiz hem de midesiz biri olup çıkmıştım. Ölmek bile bu kadar bozmamıştı sinirlerimi, inanın. Oysa gayet de sinir bozucuydu ölüşüm. Karşıdan karşıya geçerken gerzek bir arabanın altında kalmış ve hemen oracıkta can vermiştim, dünden razı gibi. Ne acil, ne ilk yardım; yükledikleri gibi ambulansın kasasına, atıvermişlerdi cansız bedenimi morgdaki dolaplardan birine. Bu kısımları tam olarak hatırlamıyorum tabii. Derler ya, “bir sis perdesinin ardından” izliyordum sanki olanları. Sonra perde aralandı ve ben kendimi morgdaki soğuk otopsi masasında, göğsümü yarmakla meşgul olan doktorla baş başa buldum. Đlk tepkim çığlık atmak oldu haliyle; ne de olsa eli neşterli bir manyak tepemde dikilmiş beni
32
Ölümsüzlük Öyküleri
kesiyordu. Fakat nedense o da çığlık atıyordu benim gibi. Aslında onun hali daha acıklıydı. Ben birden gözlerimi açıp masadan kalkınca ne yapacağını şaşırmıştı adamcağız. Önce bağırdı, sonra da bayıldı. Zavallının durumu hiç iyi görünmüyordu; o yüzden yardım çağırmak üzere dışarı çıktım. Đşte asıl curcuna da o zaman başladı. Beni gören kendini kaybediyordu resmen; onları sakinleştirmeye çalışmamsa durumu daha kötü yapıyordu. Sonunda ben de isyan ettim. Neydi bu ya, bir de bunlarla mı uğraşacaktım? Benim zaten canım burnumdaydı. Şey, aslında teknik olarak canımın nerede olduğunu bilmiyordum ama burnum hâlâ sağlamdı çok şükür. Diğer yerlerim içinse aynı şeyi söyleyemiyordum maalesef. Đç organlarımın halini biliyorsunuz zaten; göğüs kafesimi zorlukla örterek kurtardım kalanları da. Fakat dışarıdakiler pek iyi değildi. Sağ kolum bir tuhaf görünüyordu; bir değil, iki dirseğim vardı sanki. Bunun bir avantaj olması gerekirdi ama pek doğru gelmiyordu nedense. Sağ bacağım da kötüydü; parçalanan dizimden aşağısı ters dönmüş bir şekilde duruyordu. Bu nedenle yürümekte zorlanıyordum demek. Ve anlaşılan beynim de yavaş çalışıyordu, tabii hâlâ yerinde olduğunu varsayarsak; çünkü koca bir yarık vardı kafatasımın arkasında. Ama ben tüm bunları dert etmeden yoluma devam ettim. Önemli olan moralimi yüksek tutup kazasız belasız evime ulaşmaktı, ki kazayı zaten geçirdiğim için gerisi daha kolay olacaktı. Ya da ben öyle sanıyordum. Çünkü asıl zor kısmı eve vardıktan sonra başladı. Ama bu sefer suç benim değildi, gerçekten. Ben gayet sakin bir biçimde zili çalıp beklemeye başladım. Kapıyı açan ve beni görünce çığlığı basıp kapıyı yüzüme kapatansa kız kardeşimdi. Onu
33
Ölümsüzlük Öyküleri
annem takip etti; önce kapıyı açtı, ardından da inleyerek yere yığıldı. Onu yerden kaldırıp kız kardeşimi susturan ve bana kızarak içeri girmemi söyleyense abim olmuştu. Gördüğünüz gibi, gayet soğukkanlı bir herifti. Sanırım ben de ona çekmiştim; çünkü kanım donmuş gibiydi, her tarafım buz kesmişti. Hissettiğimden değil. Benim için sıcakmış soğukmuş fark etmiyordu. Fakat beni salona götürmek için kolumdan çekiştiren abim belirtmişti bunu. Yüzündeki tiksinti ifadesiyle, “Soğuk nevale!” diyerek terslemiş ve tuttuğu gibi koltuğa itmişti beni. Öldükten sonra da, öncesinde olduğu gibi dengesiz biri olduğum için bir anda yerde buluverdim kendimi. Bu durum, yeni ayılan ve düştüğümü gören annemin bir anlık içgüdüyle, “Yavrum!” diye öne atılmasına sebep olmuştu. Ancak yanıma gelip de yarık karnımı, ters bacağımı, kırık kolumu ve çatlak kafamı görünce dehşet içinde donup kaldı olduğu yerde. Ona panik yapmamasını, gayet iyi olduğumu, hatta eve vaktinde geldiğim için sevinmesi gerektiğini söylemeye çalıştım. Fakat o çığlık atarak tekrar bayılmayı tercih etti. Bu arada başka bir çığırtkan da kız kardeşimdi; oradan oraya koşturarak bağırıyor, ortalığı velveleye veriyordu. Ama dediğim gibi, buna hiç gerek yoktu. Mezarından kalkan şehit değildim sonuçta. Kolumun altında kopuk bir kafayla da dolaşmıyordum ortalıkta. Alt tarafı morg soğuk ve rahatsız olduğu için evime gelmiştim. Hem ne işim vardı el âlemin morgunda akşam akşam, değil mi? Đşte tam da bu düşüncede olan abim anlıyordu beni sağ olsun. Garip bir biçimde daha iyi anlaşır olmuştuk sanki ben öldükten sonra. Önce yaygara koparan kız kardeşimi odasına kapattık. Biraz dirense de sonunda durdu tepiniş ve bağırışları. Böylece kapıya dayanan komşuları
34
Ölümsüzlük Öyküleri
da susturmuş olduk. Annemse halen baygın olduğu için sorun çıkarmıyordu. Gerçi ben kendisini ayıltmak için birkaç girişimde bulunmuştum ama beni her gördüğünde muhtemelen tekrar bayılacağı için vazgeçtim bu beyhude uğraştan. Zaten daha önemli başka bir problemimiz vardı; babam eve gelince ne olacaktı? Abim, babamın beni bu kılıkta görünce kızacağını söyleyerek üstümü başımı düzelttirdi. Tam olarak söylediği şuydu: “Kalk kızım, ne bu hal? Đnsan büyüğünün karşısında böyle bağırsakları meydanda dolaşır mı? Çabuk git düzelt hemen. Benim de sinirimi bozma!” Anlaşılan
kalın
bağırsaklar
‘yiğidin
malı
meydandadır’
kategorisine girmiyordu. O yüzden ben de abimin dediğini yapıp organlarımı içeri soktum ve göğsümden karnıma uzanan yarığı dikiş ipliğiyle teyelledim. Annem görse dikişimle gurur duyardı ama bunun için önce ayılması, sonra da tekrar bayılmaması gerekiyordu. Göğsümdeki yarık tamamdı, hatta kıyafet giyince belli bile olmuyordu. Sağ bacağımdaki tersliği ise abim düzeltti yine söylenerek. Oturduğum vakit kırık bacağım garip bir açıyla yana doğru uzanıyordu ve herkesin bildiği üzere büyüklerin yanında bacaklar öyle uzatılmazdı! Sıra sağ kolumdaki kırığa gelmişti. Abim kolumu çekiştirirken, artık bir şey hissetmediğim için şükrettim; çünkü düzeltmek için aynı yeri tam tersi yönde tekrar kırmıştı sevgili abiciğim. Tam kafamdaki çatlak için bir çare düşünüyorduk ki, babam çıkageldi. Abim endişelenmememi, zaten ölmeden önce de kafadan çatlak olduğum için babamın bir şey fark etmeyeceğini söyledi. Doğru diyordu; fakat ikimizin de hesaba katmadığı, babamınsa inceden hesapladığı bir şey vardı.
35
Ölümsüzlük Öyküleri
“Hoş geldin baba!” Abimin dürtüklemesiyle gidip terliklerini getirdim babama. Beni görünce sevinmesini beklemiyordum zaten. Şaşırabilir, hatta korkabilirdi de belki. Ama bunu beklemiyordum. “Lan! Senin ne işin var burada? Ne yapıyorsun kız? Neden morgda değilsin?!” Ona cevap vermeye çalıştım ama açıkçası ne diyeceğimi bilmiyordum. Asıl morgda ne işimin olduğunu sorması gerekmez miydi? “Cevap ver! Ne işin var burada? Ölmedin mi sen?!” Babamın gün gelip de bana ölmediğim için hesap soracağı ölsem aklıma gelmezdi. Fakat zaten ölmüştüm ve aklıma gelmeyen de başıma gelmişti. “O gerzek doktorlar yine hata mı yaptı yoksa? Her seferinde sağlam adamı öldürürler, şimdi de ölü kızı ayağa mı diktiler ne yaptılar?” Ben konuşamayınca abim girdi araya ama babamı sakinleştirmek mümkün değildi. Getirdiğim terlikleri kenara fırlatmış, freni boşalan araba gibi üstüme yürüyordu. Daha önceden tecrübe ettiğim için biliyordum yani neye benzediğini. “Ulan domuzun kızı! Kime sordun da hortladın sen ha? Bari hortluyorsun bir haber ver, ‘Baba bak ben ölüyorum ama sonra yine dirileceğim, sakın hazırlık yapma’ diye!” “Ne hazırlığı baba?” Abimin sorusunu burnundan soluyarak yanıtladı şefkat dolu babacığım. “Ne hazırlığı olacak! Bu zilli öldü diye gittim kabristanlıktan yer aldım, bir de mezar taşı yaptırdım; üstelik hepsi peşin, dünyanın parası! Ne olacak şimdi o kadar masraf?”
36
Ölümsüzlük Öyküleri
Babamın ince hesap adamı olduğunu söylemiştim; o kadar inceydi ki göremezdiniz. Eh, abim de ona çekmişti biraz. “Geri
öderler
belki
baba?
Kız
tekrar
canlandı
sonuçta.
Kullanılmayacak.” “Olur mu lan, ne diyeceğiz adamlara? ‘Kusura bakmayın kardeşim, bizim kız vazgeçmiş ölmekten, alın mezarınızı verin paramızı!’ mı?!” “Ne yapalım baba, alınmış alınmıştır. Dursun, belki yine ölür, o zaman koyarız. Ya da başka ölen olursa onun yerine şey ederiz.” “Lan de git, manyak manyak konuşma! Çek şunu da gözümün önünden. Asabımı bozuyor. Geçmiş karşıma, ölü balık gibi bakıp duruyor!” Babamın ‘şu’ dediği asap bozucu ölü balık bendim ve abim tarafından kenara itilirken, ölü tamam da balık ne alaka, diye düşünüyordum. Tabii beni takan yoktu. Yaşarken de böyleydi zaten. Anlaşılan ölmek yetmiyordu insanların sizi ciddiye alması için. Ne diyorsunuz, hortlayıp gelmek bile işe yaramıyordu! Allah’tan anneciğim vardı. Hangi ara ayılıp kendine gelmişti bilmiyorum ama kollarını açıp bana doğru koştuğunu görünce, aslında pek de kendinde olmadığını anlamam gerekirdi. “Ah canım kızım benim! Güzelim, aman da öte taraftan kalkıp gelen ayaklarını seveyim, canına yandığım!” Ne olduğunu anlamadan bir anda annemin kollarında bulmuştum kendimi. Bir yandan sevgi dolu sözcüklere boğuyor, bir yandan da şefkat dolu kucağında sıktıkça sıkıyordu beni. Bir şey değil, dikişlerim atacaktı. Ondan sonra topla bağırsakları yerden!
37
Ölümsüzlük Öyküleri
“Anne bırak kızı, sıkma. Şey olacak şimdi.” “Olmaz bir şey, kızım o benim! Oh!” “Dur da bir nefes alsın bari.” “Yok, almıyor, merak etme.” “Nasıl almıyor?” Evet, nasıl almıyordum? Ve neden benim haberim yoktu nefes almadığımdan? Hem annem neden bu kadar sakindi?! “Almıyor işte oğlum, demek ki ihtiyacı yok kızımın. Kalbi de atmıyor bak, taş gibi maşallah!” Yaşarken bile bu kadar iltifat almayışımın şaşkınlığıyla kalakaldım annemin kollarında. Taş gibi kızdım ve annem beni seviyordu. Daha ne isterdim ki hayattan? Ya da ölümden… “Ya hanım, kafayı mı yedin? Saçma saçma konuşma! Zaten baba sözü dinlemiyor. Bırak, şımartma şu kızı!” Babamın öfkesine de, araya girmeye çalışmasına da aldırmadı annem. Demiştim size, kendinde değildi kadın! “Sana ne? Girme ana-kız arasına. Yavrum o benim! Nerelerden kalkıp gelmiş ana hasretine dayanamayıp. Ah kurban olduğum!” “Hıı senin hatırına hortladı. Tövbe tövbe! Lan karı, manyaklaşma, çek git ayağımın altından, hortlak kızını da al!” “Hain adam, hiç mi için sızlamıyor? Hiç mi özlemedin kızını?” “Ne özleyeceğim Allah’ın kadavrasını be!” “Hiii! Doğru konuş bey. Kızın o senin!” “Olmaz olsun!” “Đnanamıyorum sana!”
38
Ölümsüzlük Öyküleri
“Ha, kız mezardan kalkıp geliyor ona inanıyorsun da bana inanamıyorsun öyle mi?!” “Mezardan değil baba, morgdan.” “Sen sus len!” Babam kızsa da abim haklıydı; mezardan değil, morgdan kaçmıştım. Farkı ne diyebilirsiniz ama mezardan kaçmak çok daha zor olurdu. Yani herhalde öyleydi; yoksa daha önce denemişliğim yoktu. Ben sadece basit bir morg kaçkınıydım. Ailemse benden kaçıktı! “Tüh, yazıklar olsun sana bey! Kız mezarından kalkıp geliyor da senin yaptığın muameleye bak!” “Mezar değil anne, morg…” Bu sefer de annem çattı abime. “Sus sen, karışma! Đkiniz de karışmayın terbiyesizler! Allah’ın hikmetine pabuç kadar dil uzatıyorlar utanmadan. Şükredecekleri yerde!” “Ne hikmeti be deli karı! Đyice tımarhaneye çevirdiniz evi; ölüsü bir yandan, delisi bir yandan. Sizinle mi uğraşacağım ben be?!” “Tımarhane değil baba, morg…” “Lannn!” Babamın bağırışlarına abimin itirazları ve annemin serzenişleri eşlik etti. Bense Bermuda Üçgeni’nin ortasında kalmış bir gemi gibi çaresizdim. Tabii çoktan enkaza dönmüştüm ama takan yoktu. Daha doğrusu, ölmüştüm ama ağlayanım yoktu! Bağıranım ise çoktu. Babam kız kardeşimi odasından çıkarınca ortalık iyice karıştı. Önceleri benden korkan sevgili kardeşim korkusunu çabuk yenmişti anlaşılan; çünkü annem tüm sevgi ve şefkatini bana harcarken, o oldukça kıskanmış görünüyordu. Özellikle de annem beni
39
Ölümsüzlük Öyküleri
sofraya oturtup kendi elleriyle beslemeye çalışırken… Ona aç olmadığımı, canımın yemek yemek istemediğini, hatta artık bir canımın da olmadığını anlatmaya çalıştım ama nefes almaya çalışmak gibi beyhudeydi bu da. “Kızım yesene. Benim hatırım için, ne olur…” “Anne bırak, yemiyor işte.” “Olur mu oğlum? Yemesi lazım. Bak avurtları çökmüş, yüzü solmuş yavrumun. Yesin ki kan olsun, can olsun ona.” “Ya ne canı? Ölmüş gitmiş kız zaten!” “Sus öyle deme kardeşine!” “Aman iyi…” “Al kızım sen de şunu. Ye hadi.” “Ya o yemesin, ben yiyeceğim anne!” “Kız sus! Bir de sen çıkma başıma!” “Bana ne, bana ne! Ben de yiyeceğim, ben de ölüp geri geleceğim, ben de hortlayacağım!” “Ay başıma gelen. Kız sus, tövbe de! Ettiği lafa bak manyağın!” “Ya bana ne, bana ne!” “Sus dedim bak fena olacak! Allah yarattı demem, eşek sudan gelenciye kadar döverim seni!” “Ya da şu manyak kabirden gelene kadar!” “Kabir değil baba, morg…” “Ay şimdi bağıracağım, ‘Yangın var!’ diye! Ne biçim insansınız siz; kızı bir yandan, oğlu bir yandan, babası bir yandan! Rahat bırakın benim kızımı! O kadar öldü öldü dirildi de hâlâ sesi çıkmıyor garibimin. Daha ne istiyorsunuz?”
40
Ölümsüzlük Öyküleri
“Ne isteyeceğiz, gitsin hanım hanımcık yatsın mezarında. Ne işi var hortlamakla bilmem neyle. Kim sokuyor aklına böyle şeyleri bilmem ki!” “Ay sus artık bey! Đçime fenalık geliyor. Evlat acısı öldürmedi ama siz öldüreceksiniz beni!” “Üzülme, sen de hortlarsın hanım.” “Aaa sen hortlarsan ben de hortlarım anne! Bana ne, bana ne!” “Bir sen eksiktin zaten, salak! Yettiniz artık be. Aaaayyyy!” Bağırmakta haklıydı annem. Elimde olsa ben de bağıracaktım ama o sırada annemin ağzıma tıkıştırdığı yemekleri geri çıkartmakla meşguldüm, çünkü yutmam mümkün değildi. Yutsam nereye gidecekti lokmalar? Bir midem yoktu ki artık! Tabii bundan habersizdi sevgili anneciğim. O yüzden bana yemek yedirmeye de, evin diğer fertlerine laf yetiştirmeye de devam etti. Gece boyunca sürdü onların tartışma ve bağırışları ama sonunda uykuları geldi. Benimse böyle bir sorunum yoktu; zaten yeni uyanmıştım ebedi uykudan. Tekrar gözlerimi kapamaya hiç niyetim yoktu doğrusu!
***
Ertesi gün de durum pek değişmedi. Fakat haberi alan komşular kapıya dayanmıştı yine ve bu sefer bir-iki çemkirmeyle püskürtülecek gibi değillerdi. Daha ne olduğunu anlamadan bir tabur kadın evimizi işgal etmişti ve hepsinin de gözleri annemin bir süs eşyası gibi orta yere koyduğu benim üzerimdeydi. “Hadi kızım, göster teyzelere nasıl hortladığını!”
41
Ölümsüzlük Öyküleri
“Ah kardeş, söyledilerdi de inanmadıydım. Ne hale gelmiş kız ayol!” “Aaa ne varmış kızımın halinde? Taş gibi işte!” “Canım, taş gibi taşlığına da…” “Biraz yüzü mü solgun sanki?” “Eh, azıcık soldu tabii yavrum. Kolay değil. Ta öte taraftan…” “Sahi kardeş, nasıl olmuş bu iş? Giden geri gelir mi ayol, hiç görülmüş şey mi?” “Bizimkisi geldi valla şekerim. Allah’ın takdiri, ne edeceksin?” “Doğru diyorsun komşum. E hoca efendiye sordunuz mu, ne olacak şimdi?” “Yedisinin mevlidini okutacak mısınız?” “Valla bilemedim ki komşum. Yapsak mı yapmasak mı? Günaha girmeyelim?” “Aslında okutmak lazım, rahmettir.” “Đyi de rahmetli olmadı ki bizimki. Yani oldu da geri geldi. Rahmeti kaçmış olmasın?” “Ay bilemeyeceğim kardeş…” Annemle komşu teyzeler benim rahmetimin açıkta kalmış kola gazı misali kaçıp kaçmadığını tartışadursun, kız kardeşim de bana gösterilen ilgiye sinirlenmiş olacak ki etrafımda dolanıp oramı buramı çekiştiriyordu. Kırık kolum ve sallanan bacağım bir şey değildi. Hadi göğsümdeki dikişleri koparmasını da geçtim. Fakat elini kafamdaki yarıktan içeri sokmaya çalışınca tepem attı sonunda; ki dikkatinizi çekerim, dünden beri yarık olmasına rağmen yine de sabırlıydı tepem. “Anne, ablam beni ısırmaya çalıştı!”
42
Ölümsüzlük Öyküleri
Yalan söylüyordu; tabii ki kardeşimi ısırmaya çalışmamıştım. Sadece elini kafamın içinden çekip beni rahat bırakmasını sağlamak istiyordum. Ebedi uykudan feragat ettik diye huzurumuzdan da vazgeçmiş değildik ya! “Aaa olur mu kızım, hiç yapar mı ablan öyle şey? Öpmek istemiştir o seni!” “Ah kardeş, ısırıyor mu bir de? Bak bunu demedilerdi.” “Kim demedi, neyi demedi ayol?” “Yok canım, öylesine…” “Ne diyorsun komşum sen, açıkça de bakayım!” “Ay kardeş, elin ağzı torba değil ki büzesin, boş ver.” “Sen anlat hele!” “Đşte senin kızın şey etmesiyle ilgili… Yok efendim, ölmeden önce zaten evde kalmış da, hortladıktan sonra iyice kız kurusu olmuşmuş da…” “Hiii! Yazıklar olsun! Kim diyor onu? Allah davul etsin hepsini!” “Kızma kardeş, dedikodu sonuçta.” “Dedikoduymuş, kimse deyip koyamaz benim kızıma öyle! Kız kurusu da neymiş, alt tarafı hortladı diye öyle denir mi insana?! Hem ölünün arkasından konuşulur mu hiç, ayıp valla ya!” “Doğru diyorsun kardeş.” “Ne olmuş yani, hortlamak suç mu?” “Değil de, hani morgdan kaçmış falan diyorlar.” “Halt yesinler! Hiç değilse evden kaçacağına morgdan kaçtı benim kızım namusuyla, fena mı? Açtırmasınlar benim ağzımı!” “Aman sinirlenme şekerim.”
43
Ölümsüzlük Öyküleri
“Hem ne malum yarın öbür gün kısmetinin çıkıp evlenmeyeceği? Mevlam beyaz kefene sokmadı ama beyaz gelinliğe sokar belki, ne biliyorlar?” “Tabii canım…” “Kimse kuru diyemez benim kızıma. Kuru değil o, bakın taş gibi!” “Tabii kardeş…” “Kuruymuş! Dilleri kurusun onların! Hem taş, hem de yaş benim kızım!” Annem benim evde kalmadığımı kanıtlamak için kendini heba ederken, konuşulanlar benim umurumda değildi. Ölmeden önce de meraklı
değildim
evlenmeye;
hortlamamın
bunu
değiştirmesini
beklemiyordunuz herhalde. Olsa olsa rahatlamıştı beni. Çünkü bahanem vardı artık. Kimse bir hortlakla evlenmek istemeyeceğinden, tabii bir çeşit sapık ya da psikopat değilse, hiçbir kısmet de çıkmayacaktı bana. Haliyle görücü gelmesi kâbusundan da kurtulmuştum; gelenler karşılarında bir öcü görmek istemedikleri sürece! Fakat öcüyü görmek zorunda kalan başkaları vardı; beni zaten öcü olarak görmeyen annem, kıskançlıktan kuduran kız kardeşim ve ne yapacağını şaşırmış haldeki abim gibi. Babam mümkün olduğunca evde durmamaya özen gösteriyordu ve anlaşılan abim de ona özeniyordu. “Anne, ben çıkıyorum. Akşama görüşürüz.” “Oğlum, kardeşini de al, azıcık gün yüzü görsün kız.” “Kimi, bunu mu?” “Evet, o da hava alsın, renk gelsin yüzüne biraz. Baksana, kül gibi benzi evladımın.” “Tabii kül gibi olur anne, ölü kız!”
44
Ölümsüzlük Öyküleri
“Sus, ağzından yel alsın! Öyle denmez kardeşe, ayıp!” “Ya ne diyeyim? Hortlamış gelmiş işte, ötesi var mı?! Zaten ödümüzü patlattığı yetmiyormuş gibi bir de surat asıyor, tafra yapıyor zilli!” “Yazık oğlum, söyleme öyle. Ne yapsın kız? Đçi daralmıştır onun da, kolay değil. Gelsin o da seninle. Dolaşın, açılsın azıcık, morali yerine gelir.” “Bana ne ya! Yanımda dolaştırmam ben bunu, millet korkuyor zaten!” “Millete neymiş? Kendilerine baksın onlar!” “Öyle diyorsun ama mahallede adı çıkmış hanımın! Herkes ‘hortlamış, zombi olmuş’ diye konuşuyormuş, rezil etti bizi de!” “Ne olmuş ne olmuş?” “Zombi olmuş!” “Komşunun kızı gibi aşüfte mi olsaymış?! Hiç değilse namusuyla ölüp hanım hanımcık dirildi benim kızım. Kendi yelloz kızlarına baksınlar, bozdurmasınlar benim ağzımı!” “Of anne ya, başlama yine!” “Başlarım, ben anneyim!” “Đyi hadi, gittim ben.” “Gitme, kardeşini de al yanına!” “Ya almıyorum, bana ne! Hem çok kötü kokuyor o, leş gibi!” “Hii günah oğlum, denmez öyle kardeşe!” “Ben derim, kokmasın o da!” “Ne yapsın kız, elinde mi onun?” “Çürüyor da zaten pis pis…”
45
Ölümsüzlük Öyküleri
“Sus, sensin pis! Kardeşin o senin, benim de evladım! Ne varmış, evlat evlat kokuyor işte, mis gibi!” “Ne misi anne ya, basbayağı çürük et kokusu işte!” “Karışma sen, ukala! Ne anlarsın?” “Tamam, ben anlamıyorum ama o zaman bir anlayana götürelim anne, hastaneye mastaneye. Böyle olmuyor evde.” “Hayatta olmaz!” “Hayatta değil zaten, ölü!” “Terbiyesiz! Çek git gözümün önünden, nereye gideceksen! Asabımı bozma benim!” “Evde yaşayan ölü var ama asap bozan benim, öyle mi?” “Öyle! Defol git, giderken de imam efendiye haber ver. Gelsin bir okuyup üflesin şu kıza, kendine gelir belki.” “Đmam gelse onun mevlidini okuyacak ama…” “Ne?!” “Yok bir şey, hadi eyvallah.” Abim de evden kaçtıktan sonra meydan kıskanç kız kardeşime kalmıştı. Evin içinde ciyak ciyak bağırıyor ve düşmek üzere olan burnumla oynuyordu. Ona bunu yapmamasını söylemeye çalıştım ama o beni yanlış anladı. “Anneeee, ablam beni ısırdı!” Yine yalan söylüyordu küçük yelloz. Alt tarafı, ona beni rahat bırakmasını söyleyecekken, burnumla oynayan eli yanlışlıkla ağzıma girmişti. Durum bundan ibaretti, büyütülecek bir şey yoktu. Annem de büyütmedi zaten. Kardeşimi paylayıp susturdu. Fakat başka bir konuya takılmıştı aklı; evlat kokusu diye örtbas etmeye çalıştığı
46
Ölümsüzlük Öyküleri
koku onu da rahatsız etmeye başlamıştı. Benim için fark etmiyordu; burnum sonunda düştüğü için koku almıyordum nasılsa. Ancak annemin koku için bulduğu çözüm derin endişelere gark etmişti beni; çünkü bir anda banyo küvetinin içinde bulmuştum kendimi. Annemse elinde köpürttüğü lifle kese yapmaya çalışıyordu bana. Çitilenmek bir dereceydi; fakat zaten emaneten yerinde duran derim pul pul dökülmeye başlayınca tepem attı yine. Üstelik bu sefer delik olan o tepeden içeri sabunlu sular girmeye başlamıştı ve takdir edersiniz ki, bu üç gündür sulanmakta olan beynim için hiç de iyi değildi. Tepemle birlikte göğsümdeki dikişler de atmaya ve olmayan organlarımın yerine köpüklü sular dolmaya başlayınca anneme durmasını söyledim. Daha doğrusu söylemeye çalıştım; çünkü görünüşe göre yine bir yanlış anlamaya kurban gidecektim. “Anneeee, ablam beni yine ısırdı! Üstelik bu sefer kopardı, bak etim ağzında duruyor, ah!” Tabii ki iftira atıyordu uyuz kız kardeşim. Ben sadece konuşmaya çalışıyordum; o sırada kolunun tam ağzımın önünde olması ve dişlerimin yanlışlıkla onun etinin üstünde kapanması tamamen bir tesadüftü. Lezzetli bir tesadüf… “Kızım ne yapıyorsun sen? Çıkar çabuk onu ağzından!” “Aaaah, anne ablama bir şey söyle ya! Isırıyor beni!” “Kızım yapma, bırak kardeşini!” “Bak anne, demiştim de inanmamıştın bana! Hortlak benim bu ablam!” “Öyle deme kızım, günah! Evladım, sen de ısırma kardeşini ama. Ayıp!”
47
Ölümsüzlük Öyküleri
Onların bağırışları karşısında kendimi savunmaya çalıştım haliyle. Bir kere kardeşimin hakaretleriyle tiz çığlıkları çok sinir bozucuydu ve annemin beni suçlaması da hiç hoş değildi. Önce bir dinleseydi ya. Ama yok, ikisi birlik olup bana bağırmaya ve çekiştirip durmaya devam ettiler. Dolayısıyla kendimi dinletebilmek için daha çok çaba göstermek zorunda kaldım. Bu sırada annemin elinin tam da açık ağzımın önünde olması benim hatam değildi. “Aaaah, beni de ısırdı! Kızım ne yapıyorsun, beni niye ısırdın? Ay bir de çiğniyor!” Ona kendisini çiğnemediğimi, yani en azından amacımın bu olmadığını söylemeye çalıştım. Fakat bir kere ısırdıktan sonra gerisi kendiliğinden geliyordu; ne yapayım canım, annem de bu kadar tatlı olmasaydı! “Ay yapma! Yapma diyorum, bak kızıyorum!” “Bırak annemi, pis abla, hortlak abla!” Ama bu kadarı yeterdi canım! Đftira atmaları bir dereceydi ama kıskanç kardeşimin hakaretleri sabrımı taşırmıştı artık. Ben hortladım kendisi hortlayamadı diye yapmadığını bırakmıyordu ama şimdi görürdü o! “Aaah anne! Ablam karnımı yedi!” “Yemez kızım, ablan o senin!” Yemiyordum tabii ki kız kardeşimin karnını. O kadar midesiz değildim, bir midem olmamasına rağmen. Fakat laf aramızda, bacakları cazip görünüyordu nedense. “Lan ne oluyor burada?!”
48
Ölümsüzlük Öyküleri
O sırada abimin gelmesiyle işler biraz karıştı. Annemle kardeşim beni ona şikâyet etmeye başladılar hemen. Pis fitneciler! “Kız, niye ısırdın annemle kardeşimi? Sana soruyorum, cevap ver! Bir de bu mu çıktı başımıza, iyice rezil mi edeceksin bizi el âleme, hı?!” Abime el âlemin bununla alakası olmadığını, sadece annem ve kardeşimle ufak bir fikir ayrılığı yaşadığımızı söylemeye çalıştım. Fakat o da aynı yanılgıya düştü ben kendimi savunmaya çalışırken. Ama bunlar da beni hep yanlış anlıyorlardı canım! “Aaah! Beni de ısırdı nankör karı!” “Evladım bırak abini, ayıp!” “Anne, benim de bacağımı kaptı!” “Aaa kızıyorum ama!” “Bırak boynumu, bıraksa lan! Aaah!” Üçüne birden laf yetiştirmeye çalışıyordum; fakat onların bir yerleri devamlı ağzıma girip duruyordu. Birinin kolu, birinin bacağı derken ortalık iyice karışmıştı. Beni böyle suçlayıp dışlamaları kendimi kötü hissetmeme neden oluyordu ve kendimi kötü hissettiğimde hep karnım acıkırdı. “Kızım, ısırdın madem, niye çiğniyorsun? Hadi çiğnedin, niye yutuyorsun? Kaç gündür yemek yediremedim, şimdi bu yapılır mı?!” “Anne, ablam beni yiyor!” “Ayıp bak, yamyam derler sonra arkandan!” “Aaah, beni de yiyor zilli!” “Bari beni yeme kızım, annenim ben senin!” “Aaaah!”
49
Ölümsüzlük Öyküleri
“Bak hâlâ yiyor! Lokmalarım sana haram olsun, hain evlat! Baban gelsin bir bir anlatacağım hepsini!” Çok geçmeden babam da geldi zaten ama annem beni şikâyet etmekten vazgeçmişti. Bir şekilde onu ikna ettiğimi sanıyorum; çünkü sesi çıkmıyordu. Abimle kardeşimin de öyle; sonunda beni anlamaya başlamışlardı galiba. Bu beni çok mutlu etmişti; garip bir tatmin ve tokluk hissi duyuyordum. Tekrar bu ailenin bir parçası, bir ferdi olmuştum sanki ya da bu ailenin fertlerinin parçaları karnımda olduğu için böyle hissediyordum belki de. Ama ne fark eder? Önemli olan hepimizin yine bir arada olmasıydı ve babam da gelince tablo tamamlanmıştı. Ya da tabak, her neyse… Gördüğünüz gibi, aklım yine yemeğe gidiyordu; çünkü evin halini gören babam bana bağırmaya başlamıştı. Bu çok moral bozucuydu ve moralim bozulduğunda ne olduğunu biliyorsunuz. Ne yapalım, sanırım bu sorunu da babamla konuşmaya ve onu da diğerleri gibi ikna etmeye çalışarak halledecektim. Ne derler bilirsiniz; insanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa, benim gibi morg kaçkını hortlaklarsa… Şey, şimdi söyleyip de iştah kaçırmaya gerek yok, değil mi?!
50
RUHŞEN DOĞAN NAR “ZAMAN ÖLDÜRÜR”
Ölümsüzlük Öyküleri
Kayık sahile yanaştığında denize cumburlop atlayan O’ydu. Kayıkta bir haftadır birlikte olduğu insanlara veda bile etmeden kendini serin sulara bıraktı. Ne bir çantası ne de bir torbası vardı. Tek kıyafeti üstündekilerdi ve bu adaya kadar hemen hemen beş parasız bir şekilde gelebilmesi doğrusu büyük bir başarı sayılırdı. Çünkü evinden ayrılıp yola çıktığında elbisenin iç cebinde iki gümüş para vardı ve yol boyunca onlara dokunmamıştı bile. Geçtiği
kasabalarda
bir
süre
çalışıp
kazandığı
paralarla
yolculuğuna devam etmiş, bu durum onun yolculuğunu uzatsa da birçok şey öğrenip deneyim kazanmasını sağlamıştı. Çalıştığı yerlerde iyi vakit geçirmiş ve bir sürü arkadaşı olmuştu. Bazen aklından yolculuğu bırakıp bulunduğu kasabada kalarak oraya yerleşmek geçmişti. Ama kısa bir kararsızlık döneminden sonra yoluna devam etmeye karar vermişti. Özellikle sevdiği kadınların yaşadığı kasabaları bırakmak O’na çok zor geliyordu. Yolculuğuna tam tamına bir yıl önce başlamıştı. Adaya ulaştığı günden tam bir yıl önce evini terk edip uzun yolculuğuna adım atmıştı. Belirli bir yaşı geçtikten sonra, yaşadığı küçük köy O’na dar gelmişti. Artık yeni maceralara yalnız başına atlayacak kadar büyümüştü. Hem küçük köyünün dışındaki koca dünyayı tanıyacak hem de bir servete sahip olacaktı. Bütün planları ölümsüzlük otu sayesinde gerçekleşecekti. Tam zamanında ülkenin kralının bir ayağı çukura girmişti ve o haşmetli kral ölümden çocuklar gibi korkar hale gelmişti; ölümsüzlük otu diye bir şeyin uzak bir adada bulunduğunu ve bu otu yiyenin ölümsüzlüğe kavuşacağını duymuştu. Otu ona getirene ülkenin yarısını hediye edecekti.
52
Ölümsüzlük Öyküleri
O’nun için büyük bir fırsattı. Haberi duyar duymaz krala koştu, ondan adanın yerini gösteren haritayı aldı ve zaman harcamadan yola koyuldu. Kendisine çok güveniyordu; otu bulacağından adı gibi emindi. Tek korktuğu mevzu kralın O gelmeden ölmesiydi. Ama ikinci kez düşününce, kral ölse bile otun talibinin çok olduğunu hatırladı ve her halükarda otun O’na iyi para kazandıracağını kavradı. Kahramanımızın aklından otu kendisi yiyip ölümsüz olması bir kez bile geçmemişti. “Vay be, sonunda adaya ulaştım,” dedi ve sahilde, altın gibi parlayan kumların üstünde oturdu. O’nu adaya getiren kayık çoktan gözden kaybolmuştu. Çünkü bu adanın lanetli olduğu düşünülüyordu; adaya ayak basanlar hiçbir zaman geri dönememişti. O ise tam aksine ne büyülere ne de safsatalara inanıyordu. Ayağa kalkmadan önce adayı biraz seyretti. Hiç de lanetli bir yere benzemiyordu. Tam tersine; sakin, ıssız bir ada görünümündeydi. Hindistan ağaçlarıyla dolu, sıradan bir tropik ada, diye düşündü. Sadece tam ortasında yükselen dağ ilginç bir görüntü kazandırıyordu adaya. Sanki elle çizilmiş gibi mükemmeldi dağ. Adanın ortasına sonradan bırakılmış dev bir üçgene benziyordu. Yengecin biri ayak parmaklarını ısırınca üçgen dağdan gözünü aldı ve yengeçten kurtulup adanın içlerine doğru yürüdü. Bu arada yengece küfür etmeyi de unutmadı. Ada, beklediğinden çok daha sıradandı. Yol boyunca hemen her gün bu ada hakkında hikâyeler dinlemişti. Özellikle han sahipleri adanın gizemlerle dolu hikâyesini anlatmaktan ayrı bir keyif alıyorlardı. Anlatıcılar kendi hayal güçlerini sınayıp O’na bin bir türlü macerayla dolu masallar anlatıyorlardı. Doğal olarak ada O’nun gözünde o kadar
53
Ölümsüzlük Öyküleri
büyümüştü ki her gün rüyasında orayı görüyordu. Dinlediği hikâyelerin kahramanları olup adadan ölümsüzlük otunu alarak oradan sıvışmaya çalışıyordu, ama ne yazık ki her seferinde bir şey O’na mani oluyordu. Böylece son nefesini adada veriyordu. Ağaçlar ve hayvanlar dışında başka bir şey göremeyen O, “Acaba yanlış adaya mı geldim?” diye sordu kendisine. “Bir yıl boyunca böyle dandik bir adaya gelmek için mi…” O cümlesini bitiremeden, ormanın içinden çığlık sesleri gelmeye başladı. Bunu duyar duymaz sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı ve şöyle dedi: “Đşte şimdi macera başlıyor!” Çığlık seslerinin geldiği yere ulaştığında gözlerine inanamadı. Beş dakika önce geveze maymun ve papağan seslerinden başka bir ses olmayan adada, şimdi kadınlar ve çocuklar dehşetle çığlık atıyordu. Onların korku dolu çığlıkları hayvanları ürkütüp kaçırıyordu. Büyük bir ağacın arkasına saklanıp olanları izledi: Bir grup eli sopalı yerli, tahtadan yapılmış evlere girip içeridekileri yaka paça dışarı çıkarıyor ve köyün önünde bir güzel dövüyordu. Đnsanların kafasını yaran sopaların çıkardığı ‘tok’ sesi adada yankılanıyordu. Ne yapacağım, diye düşündükten sonra olaya karışmamaya karar verdi kahramanımız. Aslında az gelişmiş ülkenin çelimsiz yerlilerini alt edebilir ve masumları kurtarabilirdi ama o sırada kavga edecek keyfi yoktu. “En iyisi buradan kaçıp yoluma devam edeyim,” dedi ve köyden koşa koşa uzaklaştı. Çığlıklara kulağını tıkayıp, “Kader!” diyordu. Köyden yeterince uzaklaşıp çığlıkları duyamaz hale gelince bir ağacın altında oturdu ve birazcık dinlendi. Cebinden matarasını çıkarıp su
54
Ölümsüzlük Öyküleri
içti, kurutulmuş meyveler çıkarıp yedi. Açlığını az da olsa bastırınca uykusu geldi. Dizlerini kırıp uyuyacaktı ki, ormanın başka bir yerinden gelen çığlıklar O’nu uykusundan etti. “Allah kahretsin, şansıma tüküreyim,” dedikten sonra çığlığın geldiği yeri bulmaya çalıştı. Bu seferki çığlıklar biraz farklıydı. Acı çığlıkları değildi; zevk çığlıklarına benziyordu. Seslerin geldiği yere ulaştığında yine gözlerine inanamadı. Gözleriyse artık bu durumdan sıkılmaya başlamıştı. Çırılçıplak on kız grup seks yapmaktaydı ormanın ortasında. Bir yandan birbirlerini tatmin ederlerken bir yandan da müthiş haz çığlıkları atıyorlardı. Sırf bu sesler bile bir erkeği bulutların üstüne çıkarmaya yeterdi. Ama o anda kahramanımız kendini iyi hissetmiyordu. Aç aç içtiği su ve yediği meyveler midesine oturmuştu ve karnı ağrıyor, midesi bulanıyordu. “Başka zaman olsa bu fırsatı tepmezdim, ama hiç havamda değilim. Hem bana ihtiyaçları yokmuş gibi gözüküyor,” dedi ve oradan uzaklaştı. On dakikalık bir yürüyüşten sonra orman bitti ve dağa ulaştı. Zirvede küçük bir kulübe gözüküyordu. Kulübenin tam üstünde ise kara bir yağmur bulutu vardı ve sürekli kulübenin üstüne yağmur bırakmaktaydı. Beş dakikalık zorlu bir tırmanışın ardından kulübeye ulaştı. Köydeki evlerden bile daha kötü durumdaydı kulübe. Yüzyıllar önce yapılmış gibi bir hali vardı. Kapıyı çaldı ve kapının önünde uzun bir süre bekledi. Umudunu kaybetmiş halde geri dönecekti ki kapı yavaşça açıldı; yıllardır hiç
55
Ölümsüzlük Öyküleri
açılmamış gibi zorlanıyor, gıcırdıyordu. Kulübeden yaşlı bir adam çıktı. Gözlerinde inanılmaz bir duygusuzluk okunuyordu. Bir android bile bu adamdan daha duyguluydu. “Merhaba, ben ölümsüzlük otu için gelmiştim,” diye konuya girdi kahramanımız. Yaşlı adam O’nu görür görmez öyle sevindi ki O’na sıkıca sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. O şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı ve adamla göz göze gelmemeye çaba gösterdi. “Ne oldu, neden ağlıyorsunuz?” “Yüzyıllardır insan yüzü görmedim çocuğum. Đnsan görünce kendimi tutamadım, kusura bakma.” “Ne kusuru dede, estağfurullah. Ama yüzyıllardır nasıl…” Yaşlı adam, “Onu sonra konuşuruz,” diyerek araya girdi ve O’nu içeri aldı. “Dede, benim zamanım yok. Ölümsüzlük otunu bulmam lazım. Sen biliyor musun ölümsüzlük otunu?” Yaşlı adam uzun beyaz sakallarını elleriyle düzeltti ve gülümsedi. “Bilmez miyim!” dedi. “O söylentiyi ben çıkardım.” “Söylenti mi?” diye bağırıp ayağa kalktı O. Yine sırıtarak konuşmaya devam etti yaşlı adam: “Dur, hemen celallenme. Her şeyi anlatacağım.” Gülerken adamın göbeği titriyordu ve bu da kahramanımızı deli ediyordu.
***
56
Ölümsüzlük Öyküleri
“Yıllar yıllar önce ben bir Tanrı’ydım: Şaka Tanrısı. Tüm zamanımı şakalar yaparak harcar, süper vakit geçirirdim. Ta ki Yüce Tanrı’ya şaka yapana kadar… Ona şaka yapmam sonumu getirdi. Sinirlenen Yüce Tanrı beni bu boktan adaya hapsetme kararı aldı. Tabii bunu duyunca aklıma bir fikir geldi: Bu adada ölümsüzlük otu olduğu söylentisini yayacaktım. Böylece insanlar buraya gelecek ve yalnızlığımı paylaşacaklardı. Ama kahrolası Tanrılar benim planımı öğrenip adaya iki tuzak koydular. Bunları sen de görmüşsündür: Köydeki tuzak ve ormandaki tuzak. Buraya gelmeye çalışanların çoğu maceracı olduğu için, köydeki vahşeti gördüklerinde onları kurtarmaya çalışıyorlardı. Adaya ayak basanların yüzde doksan dokuzu köydeki insanları kurtarırken orada can veriyorlardı. Çünkü o çelimsiz yerliler bir anda devlere dönüşüyorlardı. Geri kalan yüzde bir ise korku içinde köyden kaçıp ormandaki kızları görüyorlardı ve onlarla birlikte olmaya çalışıyorlardı. Tabii bu da bir kandırmacaydı; kızlar bir anda vampirlere dönüşüp adamların pestilini çıkarıyorlardı. Bu iki tuzağı geçen ilk kişi sen oldun. Bu arada Tanrılar bile bile, kulübemin üstüne hiç durmadan yağan bir bulut koydular. En sevmediğim şeyin yağmurlu havalar olduğunu biliyorlar keratalar. Doğruyu söylemek gerekirse şaşırıyorum. Söylediğim yalan kısa sürede her yere yayıldı ve herkes tarafından kabul edildi. Ve nasılsa dünyada yalanımı duymayan kişi kalmadı. Nedense yalanım gerçeğe dönüştü. Đnsanlar yalanlara tutunmayı çok seviyorlar anlaşılan.”
***
57
Ölümsüzlük Öyküleri
Kahramanımız umutsuz gözlerle yaşlı adama baktı ve şöyle sordu: “Köyümden buraya boşu boşuna mı geldim ben şimdi?” “Hayır. Yalnızlığımı dindirmek, hayat arkadaşım olmak için geldin.” Aniden gökler yarıldı. Kulübenin üstündeki bulutun arasından dev bir el çıktı ve kahramanımızı sırtından yakalayarak O’nu ana karaya bıraktı. Ama O’nu bırakmadan önce yaşlı adama bağırmıştı yukarıdan gelen: “Daha cezan bitmedi Şaka Tanrısı. Yüzlerce yılın daha var.”
***
Karaya ayak bastığında kendini yerlere attı ve kaderine küfretti zavallı kahramanımız. Salya sümük içinde kendini yerden yere vurup üstünü başını batırdı. “Her şey boşunaymış. Ben böyle kaderin…” Ama o anda aklına mükemmel bir fikir geldi ve tiz bir kahkaha attı. “Đşte şimdi yalan atma sırası bende. Ne de olsa insanlar gerçeklere inanmak yerine yalanları baş üstünde tutmayı seviyorlar,” dedi ve yerden biraz ot koparıp cebine koydu. “Krala bu otu ölümsüzlük otu yerine yedireyim, ülkenin yarısını ondan alayım, sonra onu da satıp uzak diyarlarda günümü gün edeyim. Belki kralın üzerinde dandik otum plasebo etkisi yaratır, kim bilir. Hem Tanrılar bile yalan atıyorsa, benim gibi bir ölümlünün yalan atması günah sayılmaz.”
58
SERAN DEMİRAL “SONSUZ TEBESSÜM”
Ölümsüzlük Öyküleri
“Bu defa başarmak zorundayım!” Düzenli olarak bu cümleyi tekrar ediyordu. Çünkü artık canına tak etmişti. Bunca zamandır yaşadığı tüm saçmalığa son vermesinin zamanıydı. Fakat bunu nasıl yapacağını aklı almıyordu… Bundan evvel ilaç almıştı, aşırı dozda uyuşturucu kullanmıştı, bileklerini kesmişti, son hızla giderken el frenini çekmek suretiyle trafik çılgınlıklarına kalkışmıştı, kaya tırmanışı esnasında adeta kendini yuvarlamıştı, su altında dakikalarca nefessiz kalmıştı… Yine de eninde sonunda midesi yıkanmış, kanındaki uyuşturucu maddelerden arınmış, bileklerine dikişler atılmış, dağılan suratı estetik operasyonlarla düzeltilmiş -hatta çok daha iyi hale getirildiğini itiraf etmeliydi- eninde sonunda ona hep yeniden nefes aldırılmıştı. Asla ama asla kurtulamayacağını biliyordu. Fakat denemekten asla bıkmıyordu. Bu defa yasadışı yollarla edindiği bir silahla beynini dağıtmayı deneyecekti. Buna da engel olamazlardı artık!
***
Defne hayat dolu bir genç kızdı. Đçinin güzelliği gözbebeklerine yansıyordu sanki. Öyle ışıl ışıl bakıyordu ki, sadece onunla göz göze gelmek bile insanın iyi bir gün geçirmesi için yeterliydi. Etrafındakilerce ‘kötü’ addedilen bir tek özelliği vardı bu ‘pırıl’ lakaplı kızın: Agresifliği… Esasında gündelik hayatında dışarı yansıttığı bir şey değildi bu, zira sorunsuz ve iyimser bir yaşantının içinde sinirlilik pek yer etmezdi haliyle. Öte taraftan damarına basıldığı takdirde deliye dönüp ciddi krizler geçirebilen insanlardandı Defne. Bir elin parmağını
60
Ölümsüzlük Öyküleri
geçmeyecek sayıda yaşanmışsa da, şahit olanlar tarafından korkuyla karışık birtakım hislerle aktarılan bu vukuatlar dilden dile gezinen efsanelere dönüşmüşlerdi. Defne’nin kızdığı şeylerin başını çekense yaşadığı dünyanın kendisiydi. Böyle saçma bir düzenin neden getirildiğini kendisinden başka kimse sorgulamıyor muydu sanki?! Sadece ona mahsus muydu bu isyan? Bilemiyordu… Bildiği tek şey hayatına son veremediği gibi, bir bebeğe de hayat veremeyeceğiydi…
***
“‘Kafana Göre Takıl’ ismini taşıyan bu bakım kremleri, artık sadece kırışıklıkları giderip genç kalmanızı değil, isterseniz daha olgun görünmenizi de sağlayacak bir formüle sahip. ‘Kafana Göre Takıl’ ile istediğiniz yaşta gözükmeniz mümkün. Zaten sonsuz bir yaşantıda yaşın ne önemi var, değil mi?” Bu reklâm her şeyin özetiydi. Yıllarca tıp dünyasının gece gündüz uğraştığı şey başarıya ulaşmıştı. Artık dünyaya kazık çakmak mümkündü. Başlangıçta bu durum herkesin hayaliydi. Ancak eninde sonunda dünyaya kazık çakmak zorunlu hale getirilmişti. Defne kendisine dayatılan bu yaşantıya boyun eğmeyecekti. Silahı kafasına dayadı. Gözlerini yumdu. Tetiği çekti. Gözlerini açtığında aynı yerdeydi. Lanet olsun, bu dünyada gerçek bir mermiye dahi yer yoktu artık!
61
Ölümsüzlük Öyküleri
***
Metin tarihe ilgili bir adamdı. Elinden geldiğince araştırıyor, geçmişte neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Zira yeni bir insan grubunun gelmediği, nüfusun sabit kaldığı bir evrende geçmiş gizli saklı kalamazdı; ancak bu haliyle, unutulmaya çok daha müsaitti. Bazen gözü önündekini görmezden gelirdi insan. Hem artık insanların kendilerine dair karakterleri, farklılıkları da kalmadı, diye düşünüyordu bir yandan. Hakikaten herkesin herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde, herhangi bir şey olabilmesi mümkündü. Yaşamın ucu bucağı olmayınca, herkes herkes olabilme gayreti gösteriyordu. Hayatının farklı döneminde farklı mesleklere mensup oluyordu insanlar; bazen kendi rızalarıyla kilolu, çirkin, fakir, sakat, kör, sağır, dilsiz dahi olabiliyorlardı – ne de olsa istedikleri bir başka forma dönmeleri uzun zaman almıyordu. Tüm bu karmaşanın içinde Metin’in düşündüğü yegâne şey vardı: Kadınların anne olma dürtülerinin nasıl önüne geçtikleri. Milyonlarca yıl hayatın devamlılığını sağlayan bu içgüdü bütünüyle ortadan kayıp mı olmuştu? Hâlâ neydi insanları yaşama bağlayan? Ölüm korkusu olmayınca yaşam nasıl çekilir oluyordu? Đntihara kalkışan insanları anlayabiliyordu Metin. Elinden gelse hepsini öldürürdü. Böyle bir hizmeti sağlayabilecek kişi olsaydı keşke… Evet, insan türünün hormonal dengesinin alt üst olduğu bir evrendi bu. Kim bilir, belki de evrim teorisinin kanıtıydı yeni-insanlar. Doğurmuyorlardı, ölmüyorlardı. Dahası doğmuyorlardı ve bu onların ‘yeni’ olamayışları gibi bir ironiyi de ortaya koyuyordu.
62
Ölümsüzlük Öyküleri
Metin bu sürecin hiçbir detayını anımsayamadığı için çok üzgündü. O kadar çok yaşanmışlığı ve anıları vardı ki, muhtemelen onlar gereksiz yere duruyorlardı zihninde bir yerlerde. Đşe yarar hiçbir şey bilmediğini düşündü. Çok uzun, ancak çok boşa geçmiş bir ömürdü onunki. Neyse ki sonsuza uzanan ömrünü daha anlamlı kılma şansı vardı hâlâ. Bu yüzden sonsuza dek yaşayacak olmasına sevindi.
***
Defne o kadar ölemiyordu ki, nihayet ölme fikrinden uzaklaşmak için zevk aldığı şeylerle uğraşmaya geri döndü. Bol bol müzik dinledi, evinde oturup gitar çaldı, sırf heyecan olsun diye hırsızlık yaptı, ne de olsa ilahi doktorlar kendisini iyileştireceği için hastalık kapmak uğruna korunmasız cinsel ilişkiye girdi, hiç tanımadığı erkeklerle. Asla hamile kalmayacağı ve asla ölümcül bir hastalığa yakalanmayacağı için korunması son derece gereksizdi. Bedenine o kadar çok sperm girmişti ki yaşadığı yüz yılı aşkın süre boyunca… O spermlerin hepsinin ölü olması kadar acı bir şey olamazdı Defne için. Tanıdığı, tanımadığı, sevdiği, sevmediği… Herhangi bir adamdan bir çocuk istiyordu, ‘gerçek’ bir çocuk istiyordu Defne! Kendisine ait olmasa da, doğacak bir çocuk istiyordu. Yıllar evvel okuduğu bir Huxley romanının içindeydi sanki. Vahşi Ayrı Bölge her neredeyse orayı bulmak ve hamile kalmak istiyordu! Aradığı yeri bulamadıysa da bir adamı bulmuştu. Çocukluğundan bu yana hiçbir zaman kadınlarla birlikte olmadığını söyleyen bir adamdı
63
Ölümsüzlük Öyküleri
bu. Öyle saçmaydı ki. Defne bu adama âşık olduğunu zannediyordu. Ancak adam, kadınlara âşık olamıyordu.
***
Metin eşcinsel olduğu için suçluluk duyuyordu. Yani bir erkekle beraberken aktif olabiliyorsa, neden bir kadınla yatamasındı ki? Ama olmuyordu işte… Bir kadın nedeniyle heyecanlandığını, bir kadın tarafından uyarıldığını falan anımsamıyordu hiç. Bu kez durum başkaydı… Defne’ye kendisinden başka kimsenin yardım edemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden kafasının iyi olmasını sağladı önce, viagra benzeşiği ilaçlar zerk etti bünyesine sonra. Artık hazırdı. Hayatında ilk defa bir kadınla birlikte olan bu adam, hem de âşık olduğu adam olmasıyla önemli bu adam, dünyanın en büyük hazzını yaşatmıştı Defne’ye. Ve çok yakında en büyük mutluluğun haberini de alacaklardı. Düzenin değişiminden bu yana ilk defa bir insan hamile kalıyordu. Tüm basını sarsan, yönetimi, kurumları düşüncelere sevk eden, tıp insanlarının kafayı yemelerine yol açan bu hadisenin sebebi Metin’in spermlerinin işlevini korumasıydı ancak bunun nasıl olduğuna dair kimsenin fikri yoktu. Nihayetinde bilinen tek şey, bir bebeğin dünyaya geleceğiydi ve bu, insanları şaşırtmaktan öte pek bir his uyandırmıyordu. Metin veya Defne herhangi bir suç işlememiş, yanlış bir işe kalkışmamışlardı. Nüfus artışı önemli olduğundan Metin’in gözetim altında tutulması gerekebilirdi belki… En azından birtakım çalışmalar yaparak spermlerinin aktif kalma nedeni bulunmalıydı. Başka bir tür
64
Ölümsüzlük Öyküleri
olabilir miydi bu adam? Artık insanlar üremediklerine göre, Metin insandışı bir canlı olabilir miydi? Zamanla her şey unutuluyordu. Bu arada Defne’nin hamileliği son raddelerine ulaşmıştı. Çocuğun içinden çıkmak istediğini anlıyordu. Ve çıktı. Bir bebek dünyaya gelmişti... Annesinin canını alarak. Defne’nin cesedindeki gülümseme eski zamanlarını andırıyordu. Gözlerinin içi gülen pırıl pırıl genç kıza dönmüştü işte!
65
HAKTAN KAAN İÇEL “KAJA’NIN MANTARLARI”
Ölümsüzlük Öyküleri
Kraliçenin gazabından korkan muhafız, ses çıkarmadan yerinde duruyordu. Herhangi bir hamlede bulunmak istemiyordu. Aksi takdirde hoş olmayan şeylerle karşı karşıya kalacaklardı. Kadın derin düşüncelere dalmış, zamanın gelmesini bekliyordu. Zaman... Đşte herkesi korkutan şey... Hızlı bir şekilde geçen saatlerin tozlanmaya yüz tutacağı günler çok uzak sayılmazdı. Herkes bir gün ölecekti; sonsuza kadar kim yaşayabilirdi ki? Bunun cevabını az sonra öğrenecekti işte. Tedirgin bir şekilde bekleyen muhafızına seslendi: “Bak bakalım, Kaja gelmiş mi? Haber var mı?” Muhafız onaylar bir şekilde başını oynattıktan sonra kraliçenin önünden geri adımlarla uzaklaştı. Dışarıda bekleyen Kaja’yı görene kadar hiç durmadı. Gördüğünde ise tuhaf duygulara kapıldı. Đçinde bulunduğu durum, her zaman yaşayacağı bir şey değildi. Kaja’nın yanına geldiğinde onu bir kenara çekti. “Buldun mu? Ölümsüzlüğün kaynağını buldun mu?” Yüzünde küstah bir gülümseme belirdi Kaja’nın. Eliyle uzun siyah saçlarını düzeltti. “Ne sandın? Bu işi sadece ben başarabilirdim ve başardım da. Đnsanlar şüphe ettiler, ancak ben hiçbir şüphenin gerçek olmasına izin vermedim.” “Kendini övmeyi kes. Bir planın var mı?” “Planım olmasaydı sence buraya gelir miydim?” “Anlat o halde.” “Çok basit. Takdim edeceğim mantarlarla kraliçenin kuyusunu kazacağım. Tahtta oturduğu için pek heybetli görünüyor, kendine çok güveniyor ama benimle baş edemez o kart kadın! Kısaca böyle.”
67
Ölümsüzlük Öyküleri
“Saçmalama da anlat şunu doğru düzgün. Her şeyi bilmezsem strese girerim.” “Sen kendini hiç kötü hissetme; her şeyi ben ayarladım zaten. Yanımda üç çeşit mantar var. Bunlardan biri zehirli. Hepsi birbirine benziyor. Zehirli olan, yiyeni çok çabuk öldürüyor. Bir nevi ölümsüzlüğün tam tersi anlayacağın. Bu yüzden de mantarı yediğinde ölecek. Taht bana kalacak.” “Ben ne olacağım peki?” “Merak etme, seni de unutmadım. Ordumun Başkomutanı olacaksın.” Muhafız Liki’nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Kaja ise daha fazla bekleyemeyeceğini anlamıştı. “Hadi şimdi rolünü iyi oyna ve beni kraliçenin odasına çağır.” “Eminsin değil mi, bir aksilik çıkmaz.” “Çıkmaz merak etme. Çıkarsa da iç tarafı kahverengi olan mantarları yersin. Çünkü o mantarlar sihirlidir. Yanımdaki üçüncü çeşit mantar yani. Unutma, kraliçe görmeden yemen lazım bu mantarları; yoksa onu yutamadan diğer muhafızlar seni delik deşik ederler.” “Tamamdır.” Muhafız Liki, Kaja’yı yeni görmüş gibi bağırdı ona: “Kaja! Kraliçe hazretleri seni bekliyorlar. Acele et!”
***
68
Ölümsüzlük Öyküleri
Kraliçe artık beklemekten usanmıştı. Đçindeki güç ve sonsuzluk arzusu, tüm bedenini çevrelemişti. Birkaç saniye sonra, gönderdiği muhafızını gördü karşısında. Ona tam beklediği kişiyi soracakken, arkasında Kaja’nın olduğunu fark etti. Muhafız biraz daha yaklaşıp kraliçeye selamını verdikten sonra, beklenen konuğu takdim etti. Kaja birkaç adım ilerledi ve kraliçenin önünde eğilerek onu selamladı. Muhafız Liki de köşedeki yerine geçmişti. Söze Kraliçe başladı: “Hoş geldin Kaja. Beni sevindirecek haberlerle mi döndün?” “Siz istersiniz de ben yerine getirmem mi kraliçem? Sizi sevindirecek haberlerle döndüm tabii ki.” “Dök taşlarını o zaman. Bana neler getirdin bakalım?” “Bana ölümsüzlüğü bulmamı emrettiniz, ben size sonsuzluğu getirdim. Büyücülere karşı geldim, vahşilerle çarpıştım. Ejderhaların alevlerinden sakınırken, ne olduğu belirsiz yaratıklarla savaştım. Sonunda Mayaların sonsuzluk sırrını keşfettim. Yani ölümsüzlük mantarını...” Bu esnada pelerinin ardından bir kese çıkardı. Ağzı iple bağlanmış, çözülmeyi bekliyordu. Sözlerine devam etti Kaja: “Bu mantarlar, yeryüzündeki farklılığın sırrıdır kraliçem. Faniliğin yok olmasını sağlayan ve sizi daha da güçlü kılacak olan tek şeydir. Size bunları takdim etmekten onur duyarım.” Kesenin ipini tek hamlede çözdü Kaja. Đçinden bir mantar çıkarttı, Kraliçe’ye takdim etti. Kraliçe eliyle işaret edince, hizmetkârlarından biri elindeki gümüş tepsiyle adamın yanına gitti. Mantarı tepsinin üzerine yerleştirdi. Ve olanca itaatkârlığıyla Kraliçesine sundu. Kraliçe ise olaya şüpheyle
69
Ölümsüzlük Öyküleri
yaklaştı; özellikle kesenin içinden çıkan tek bir mantarın alametini anlayamamıştı. Belki de içinde zehirli bir şeyler olabilirdi; önce bir başkası denemeliydi. “Bu mantarın bana diğerlerinden pek farkı yok gibi geldi. Beni kandırma küstahlığını göstermezsin değil mi Kaja? Ne de olsa bunun sonuçları senin için pek hayırlı olmaz. Böyle bir çılgınlığa kalkışmazsın değil mi?” “Kesinlikle hayır kraliçem. Buna cüret edemem.” “Nereden biliyorsun bu
mantarın ölümsüzlüğe
giden
yol
olduğunu? Belki de zehirlidir. Kulaktan dolma bilgilerle bulduğun bu bitkiyi daha önce gördün mü peki?” “Bana anlatılan budur kraliçem. Sadece Ziferya ormanlarında bulunan cinsten.” “Kendinden bu kadar eminsen, ilk sen dene şu kıymetli mantarlarını.” Hizmetkâr, tepsiyi Kaja’nın önüne getirdi. Kaja da mantarı eline aldı ve, “Sizin için her şeyi yaparım kraliçem. Çeşniciniz de olurum katiliniz,” dedikten sonra mantarı alıp kesenin içine attı. Ardından kesenin içinden çıkardı, tüm mantarı ağzına attığı gibi çiğnemeye başladı. Yüzündeki ifadesizlik kraliçenin merakını cezp ediyordu. Bu hareketin sonuçlarını beklemeye başladılar. Birkaç dakika geçmesine rağmen adamın ölmediğini fark eden kraliçe, mantarın zehirli olmadığına karar verdi. Yalnız kesenin adamın elinde durmasından memnun değildi. Hizmetkârına onu alıp getirmesini emretti. Kaja ise bu emir karşısında gülmeye başladı. Güldükçe gülüyor, kahkahaları tüm sarayın içinde yankılanıyordu.
70
Ölümsüzlük Öyküleri
Kraliçe iyice sinirlenmişti. “Bu ne küstahlık böyle?! Canına mı susadın sen be adam? Emirlerime itaat et ve elindekini bana ver.” “Kraliçem, dediğim gibi sizin çeşniciniz de olurum katiliniz de. Canınızı almak bana zevk verecek!” Kraliçe bu söz üzerine muhafızlarına adamın bir an önce götürülüp idam edilmesini söyledi. Muhafızlar adamın kollarından tuttular. Kaja hepsini bir anda yere devirecek kadar güçlüydü. Kraliçe ne olduğunu anlayamamıştı ve bağırıp çağırmaya devam ediyordu. Sadece Liki kılını kıpırdatmamıştı. Muhafızlar bu sefer ellerindeki mızrakları adamın üzerine doğru savurdular. Dört bir yandan vücuduna saplandı keskin mızrak uçları. Kan yerinde durmuyordu ve yere boşalmaya başlamıştı. Tuhaf olan şey, Kaja’nın aynı ifadesiz durumunu korumasıydı. Mızrak başlarını iki eliyle çıkardı vücudundan. Gözlerinden nefret okunuyordu. Kesiklerin aniden kapandığı görüldü. Artık kan akmıyordu. Mucizevî bir şekilde yaralar iyileşmişti. “Sana ölümsüzlüğü armağan ettim ama sen kabul etmedin Kraliçe. Daha ne yapmamı bekliyorsun? Elimdeki gücü sana takdim ettim ve sen ne yaptın? Senin için getirdiğim ölümsüzlüğü benim bedenimde yaşattın! Artık ben ölümsüzüm, herkesten çok yaşayacağım. Senin tahtını artık ben hak ediyorum!” “Muhafızlar, saldırın!” Muhafızların açtığı tüm yaralar anında iyileşiyordu. Ölümsüz bir insanı nasıl öldürebilirdiniz ki?
71
Ölümsüzlük Öyküleri
Aldığı darbeler Kaja’yı eğlendiriyor gibiydi. Muhafızlardan birinin mızrağını kaptığı gibi kraliçenin üzerine fırlattı. Bir ok misali şekilde hedefini vurdu. Kraliçenin bedeni kanlar içindeydi. Nefes almaya çalışıyordu. Mızrağın ağırlığı yüzünden kraliçenin bedeni öne doğru eğilmişti. Kaja yanına yaklaştı ve başını ayağıyla ittirdi. Kraliçe ayaklar altındaydı. Tahtın önündeki merdivenlerden yuvarlandı sonra. Artık nefes almıyordu. Gözleri fal taşı gibi açık kalmıştı. Kaja tahtın yeni sahibiydi artık. Planı istediği gibi yürüdüğü için kendinden emin ve mutluydu. Bir ülke onun himayesindeydi. Muhafızların şaşkın bakışları altında, sesini tüm saraya duyurmak için avazı çıktığı kadar haykırdı: “Artık kralınız benim! Kral Kaja... Benim için hizmet edeceksiniz, benim için savaşacaksınız! Kimse bana karşı gelemez! Bir ölümsüze kim kafa tutabilir?” Muhafızlar sezdirmeseler de belli ki ürkmüşlerdi. Yeni kralın kahkahalarına dehşetle tanık oldular. Kaja’nın ise susmaya niyeti yoktu: “Kaldırın şu koca karıyı önümden. Yeterince yer işgal etti şimdiden.” Kralın dediklerini işitenlerden biri de Liki’ydi. Kendi içinde yoğun bir hesaplaşma içindeydi. Kaja’ya bu gücü elde ederken yardım edenlerden biriydi. Doğru mu yapmıştı yoksa bir canavar mı yaratmıştı? Bu
endişeli
bakışları,
kralın
gözünden
kaçmamıştı.
Onu
cesaretlendirmek için yanına çağırdı. Liki yavaş adımlarla yanına geldi. Kaja diğerlerine yeni komutanını takdim etti: “Duyun sesimi! Bundan böyle ordularımı yönetecek kişi o! Onun adı bundan böyle Başkomutan Liki!”
72
Ölümsüzlük Öyküleri
Liki’nin yüzünde bir tebessüm oluşmuştu, lakin içten içe kendini sorgulamaya devam ediyordu. Durumu kabullenmeye çalışan diğerleri, ilk iş olarak kraliçenin cesedini ortadan kaldırdılar. Yeni kaderleriyle baş başaydılar.
***
Zaman beklenenden çabuk geçmişti. Ordular zaferden zafere koşarken, ölümsüz kral Kaja’nın karşısında düşmanları teker teker çökmeye başlamıştı. Adı bile korku salmaya yetiyordu. Liki geçen bunca zamana karşın içindeki kötü düşünceleri silip atmamıştı. Atması da mümkün değildi zaten. Kaja’nın gözlerinde alev alev yanan kötülüğü görebiliyordu. Güç, onu sarhoş etmişti. Kendini Tanrı zanneden bir adama kim karşı çıkabilirdi? Kaja’nın ülkesinin başarıları gün geçtikçe artarken, halkının memnuniyeti dibe vurmak üzereydi. Çünkü koyulan ağır vergiler, kralın kesesini doldurmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bekledikleri hiçbir şey yerine getirilmiyordu. Zalimlik, gaddarlık karanlık bir krallığın içinde var olan sadece birkaç ayrıntıydı. Ayaklanmak isteseler de yapamıyor, ölümsüzlüğün altında eziliyorlardı. Deneyenler olmuştu tabii, ancak cezalarını en şiddetli biçimde çekmişlerdi. Ölüm artık insanların tek dostuydu, tek kurtuluşlarıydı. Bu durumu gören Liki sadece susuyordu. Elinden hiçbir şey gelmiyordu.
***
73
Ölümsüzlük Öyküleri
Savaşlar tüm hızıyla devam ederken, sarayın kapılarına bir ulak geldi. Genelde her geldiğinde kralın hoşuna giden haberler verirdi. Fakat bu sefer durum farklıydı. Ölümsüzlüğe direnen bir halk vardı: Karkalılar... Kralın tahtına yavaş adımlarla yaklaştı Ulak. Durum raporunu hiç bekletmeden verdi: “Yüce kralım, size bu cümleleri sarf etmekten utanç duyuyorum, fakat haber vermemin iyi olacağını düşündüm.” “Söyle bakalım. Neymiş bu haberler?” “Son kuşatmamızdan henüz sonuç alamadık. Karkalılar tüm güçleriyle dayanıyorlar. Gözlerinde en ufak bir korku belirtisi yok. Sanki bizimle alay ediyor gibiler. Çok sayıda birlik kaybettik.” “Birlik mi kaybettik? Bir avuç köylüye karşı mı?” “Ne yazık ki efendim.” “Demek huzurlu bir şekilde ölmek istemiyorlar. Đlle de en ağır acıları tatmak istiyorlar. Đstedikleri buysa, veririz tabii ki. Bana hemen Liki’yi çağırın! Bu haberleri bir ulaktan almak yerine Başkomutanımdan duymayı umut ederdim. Bakalım o ne diyecek?” “Şeyy, efendim…” “Yine ne var?” “Haberlerim henüz bitmedi. Halkınız perişan durumda; insanların ailelerine bakabilecek durumları kalmadı. Sefalet ve yokluk içinde kıvranıyorlar. Bu konuda bir şeyler yapmayı düşünmüyor musunuz?” “Bu ne cüret?! Sen benden hesap mı soruyorsun?” “Yanlış anladınız. Ne haddime!” “Çabuk şu adamı idam edin. Diri diri yakın!” “Yoo... Hayır efendim, ne olursunuz merhamet edin.”
74
Ölümsüzlük Öyküleri
Muhafızlardan ikisi gelip adamın kolların tuttular ve onu odadan çıkarttılar. Adam tüm nefesiyle bağırıyor, bağışlanmayı diliyordu ama bu onun ölümünü engelleyemedi. Tam bu esnada odaya Liki girmişti. Koridordan yankılanan sesleri işittiği için, durumun ne olduğunu az çok anlayabiliyordu. Kralın kendi kendine söylendiğini duydu. “Sefalet içindelermiş. Çalışsınlar kazansınlar. Ben onlar için fetihler yapıyorum, onlar memnun değiller. Nankör zavallılar!” Liki kralın dikkatini çekmek için yavaşça öksürür gibi yaptı. “Kralım, beni çağırtmışsınız.” Kral belli ki sinirliydi, öfkeli bir şekilde yanıtladı: “Sinirli mi? Bu nasıl olabilir Liki?! Sana tüm orduları sundum ama sen bir avuç köylüyü yok edemedin.” “Efendim, haklısınız ama...” “Ama ne? Bana verebilecek bir cevabın var sanki!” “Karkalılar’ın herhangi bir dini yok. Tanrı’ya inanmıyorlar. Bu yüzden de ölmekten korkmuyorlar. Bu da işimizi zorlaştırıyor.” “Ben
de
ölmekten
korkmuyorum.
Ama
bunun
nedeni
inanmamandan kaynaklanmıyor. Benim Tanrı olmamdan kaynaklanıyor. Kendimden korkacak halim yok ya! Onlara benim kim olduğumu gösterin, bana tapsınlar!” “Eninde sonunda pes edeceklerdir efendim. Onları yenilgiye uğratacağımızdan emin olabilirsiniz.” “Hele bir etmeyin bakalım. Đlk olarak senin kelleni alırım Liki, sonra da diğerlerinin!”
75
Ölümsüzlük Öyküleri
Liki selamını verdi ve odadan ayrıldı. Korkularında haksız değildi. Sonunda kendini resmen Tanrı ilan etmişti.
***
Karkalılar direnmeye devam ederken, Liki ordusunun başında başka bir şey düşünüyordu. Kaja’yı yenmeyi... Đmkânsız gibi görünen bir şeydi bu. Ancak herkesin zayıf bir noktası olabilirdi. Düşüncelerinin karanlık dehlizlerinde hapsolmuşken, askerlerinden biri yanına geldi ve dikkatini dağıttı. “Komutanım, Karkalıları biraz daha geri saflara çekebildik. Ancak bulundukları arazi çok engebeli; orada zorluk çekebiliriz. Ne önerirsiniz?” “Öncü
birliklerle
şansımızı
zorlayalım.
Bu
kadar
aşama
kaydetmişken duramayız. Hangi bölgeye doğru ilerleyebildik?” “Mantar Vadisi efendim.” “Tamam asker, görev yerine dönebilirsin.” Liki’nin aklı başına gelmişti. Aradığı çözüm için çok uzaklara bakmamalıydı. Bu olayları başlatan mantarlar, aynı zamanda bitirebilirdi. Her zaman tahtının başucunda sakladığı keseyi hatırladı. Mantarlar hâlâ içinde miydi acaba? Seneler geçmişti üzerinden, ama bunu öğrenmeliydi. Yıllar önce Kaja’nın dedikleri geldi aklına. Sorun olduğunda, içi kahverengi olan mantarı yemeliydi. Belki de bu sırrı açıklığa kavuşturabilirdi. Ne de olsa bir mantar bir insanı ölümsüz kılıyorsa başka şeyler de yapabilirdi. Üstelik bahsedilen mantarların büyülü olduğu var sayılırsa…
76
Ölümsüzlük Öyküleri
Ancak önce rakiplerini yenilgiye uğratmalıydı ki, planını gerçekleştirmek için zamanı olsun.
***
Karkalılar kahramanca savaşmalarına rağmen şafak vakti daha fazla direnemediler. Yenildiklerinde dahi gözlerinde korkusuzluğu görebilirdiniz. Liki’nin diğer plana geçme zamanı gelmişti. Ordusunun bir kısmını işgal edilen yerlerde tutmaya karar verdi. Diğer kısmı ise onunla gelecekti. Atlılar, saraya doğru ilerlerken ülkelerinin köylerinden geçtiler. Liki halkın nasıl sefil olduğunu gözleriyle gördü. Mutsuzluk buralar için yabancı değildi. Yabancı olan sadece Kral Kaja’ydı. Saraya girmeden önce, bir düzlükte planını adamlarına anlattı. Askerler bu durumu duyunca çok şaşırdılar. Kellelerinden olmak istemiyorlardı. Bir kısmı plana dâhil olmak istemediklerini söyledi. Bir ölümsüze karşı ne şansları olabilirdi ki? Diğer kısım ise duruma inanmasalar da gönüllü oldular. Kral artık çığırından çıkmıştı; birileri onu durdurmazsa, ülkelerinde olduğu gibi kötülük rüzgârları tüm dünyaya yayılabilirdi. Bunun yanı sıra artık yorulmuşlardı. Savaşacak güçleri kalmamıştı. Korkuyla yaşamaktan bıkmışlardı. Plan başlamalıydı.
***
77
Ölümsüzlük Öyküleri
Sarayda mutluluk rüzgârları esiyordu. Kral son derece memnundu. Bir yandan kahkahalarla gülerken, diğer yandan kendi kendine konuşuyordu: “Tanrılarını buldular sonunda! Yenilmeyecek kimse yoktur. Benim dışımda tabii.” Liki önde olmak üzere, adamları da sırayla peşinden geliyorlardı. Kralın karşısına çıktıklarında hepsi birden dizlerinin üzerine çöküp selam verdiler. Liki’nin gözleri, Kaja’nın belinde bağlı olan kesedeydi. Çok geçmeden neşesinden geçilmeyen kral konuşmaya başladı. “Aferin size, sonunda başardınız. Onlara Tanrı’nın kim olduğunu gösterdiniz. Tabii göstermeniz doğal. Tanrı’ya inanıyorsunuz. Kellenizi alacağını bildiğiniz için eliniz mahkûm.” Liki soğukkanlıydı. Hiçbir tepkide bulunmuyordu; yıllar önce Kaja’nın kraliçeyi devirdiği günkü gibi. Fakat bu sefer şartlar farklıydı. Zehirleyeceği bir adam yoktu karşısında; hiçbir şeyden etkilenmeyen bir ölümsüz vardı. Kral sevincinden ne yapacağını bilemediğinden Liki’yi yanına çağırdı. “Gel buraya. Sana sarılacağım.” Liki olduğu yerde kaldı, fakat kral ısrar ediyordu. “Gel hadi gel. Korkma benden. Seni yemem. Aslında bilmiyorum, belki de yerim.” Kaja bunu der demez yine tüm sarayı inleten bir kahkaha patlattı. Liki ise yoğun ısrarlara dayanamadı – bu, planını kolaylaştıracak bir hamle olabilirdi üstelik. Yavaş adımlarla kralın yanına yaklaşmaya başladı. Liki’nin adamları da muhafızlara doğru ilerliyorlardı. Liki artık, Kaja’nın bir adımlık uzağındaydı. Kral sarılmak için hamle yaptığı anda Liki bağırdı: “Şimdi!”
78
Ölümsüzlük Öyküleri
Kaja ne olduğunu anlayamamıştı. Askerler, muhafızların boynuna kılıçlarını dayamışlardı. Liki de bu esnada hızlı bir şekilde Kaja’nın belindeki keseyi çekti kendine doğru. Ardından da belindeki kılıcı, Kaja’nın göğsüne doğru savurdu. Muhafızlar kıpırdayamıyordu. Boyunlarındaki keskin metal, yanlış bir harekette etlerine girebilirdi. Liki ikinci hamlesinde kılıcını Kaja’nın vücuduna sapladı. Vücudunun neresine sapladığı önemli değildi; sadece öylesine saplıyordu. Planı buydu işte: Kılıcı saplayıp zaman kazanmak. Ne de olsa bir ölümsüzü öldüremezdiniz, olsa olsa yaralarının iyileşmesini beklerdiniz. Liki elindeki keseyi tek hamlede açtı. Elini içine daldırdığında mantarların sapasağlam olduğunu fark etti. Parmaklarının arasına bir mantarı aldığı anda, kralın üzerine atladığını gördü. Kaja sandığından çabuk iyileşmişti. Liki’nin yüzüne yüzüne vuruyordu. Üzerine çullanmış, tek eliyle boğazını sıkıyordu. Liki ondan kurtulmaya çalışıyordu. Kaja ise çok güçlüydü. Mantarlar belli ki ona ölümsüzlük dışında başka özellikler de vermişti. “Demek yıllardır bu planı yapıyordun seni hain! Nankör köpek! Seni bu konuma ben getirdim ve sen benim arkamdan işler çeviriyorsun. Ne oldu? Amacına ulaşabildin mi? Bak, kâse yeniden bana geçti. Benden iyi olduğunu mu düşünüyorsun yoksa? Đşte sonun geldi!” Liki nefes almakta güçlük çekiyordu. Yüzü mosmor olmuştu. Son bir hamleyle gücünü bacaklarına verdi ve tüm enerjisini son hamlesinde harcadı. Đki ayağıyla birlikte Kaja’yı ittirdi. Kaja geriye doğru tökezledi. Elleri artık boğazında değildi. Nefes almaya zamanı yoktu. Keseyi kaptırmadan önce, avucundaki tek şansı
79
Ölümsüzlük Öyküleri
olan mantara baktı. Üçüncü tür mantarı almaya başaramamıştı. Elindeki mantarın iç kısmı kahverengi değildi, mordu. Pek şansı yoktu; bir an önce yemeliydi. Ya o da ölümsüz olacaktı, ya da zehirlenip bu halkı Kaja’nın kollarına terk edecekti. Ağzına attığı gibi çiğnemeye başladı. Saniyeler içinde mantarı yutmayı başarmıştı. Đşte
o an zaman durdu. Kimse
yerinden
kımıldayamadı. Kaja bile. Orada bulunan herkesin gözü kararmıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı fakat çaresizce bekliyorlardı. Liki gözlerini sımsıkı kapatmıştı ki kraliçenin sesini duydu. “Bak bakalım Kaja gelmiş mi? Haber var mı?” O an anladı ki aslında doğru mantarı almıştı. Bu, Kaja’nın minik oyunlarından biriydi. Zehirli olan mantar aslında içi kahverengi olandı. Büyülü mantar, belli ki ölümsüzlüğe karşı gelen tek şeydi. Ölümsüzlük sadece Tanrıya mahsus olmalıydı. Liki’nin gözleri parıldıyordu. Kraliçe’ye cevap verdi: “Tamam efendim.”
80
GÖKCAN ŞAHİN “ADALET TANRISI”
Ölümsüzlük Öyküleri
Bir insan ölümsüz olabilir mi? Hayır; ama bir tanrı ölümsüz olabilir. Tek tanrıya inananlar bu dediğimi garipseyecekler. Allah’tan başka tanrı mı tanıyorsun diye öfkeyle soracaklar. Aslında bu, tanrıyı ne olarak
düşündüğümüze
bağlı.
Onun
baş
harfini
büyük
olarak
düşünürseniz tek tanrıyı kastedersiniz. Ama benim gibi küçük harfle kullanırsanız bunun anlamı ‘çok tanrıcılıkta var olduğuna inanılan insanüstü varlıklardan her biri’ anlamına gelir. Şu anda bir tanrının satırlarını okuyorsunuz. Çünkü ben insanüstü bir varlığım ve çok tanrıcılık zamanında bana da taparlardı. Ben kim miyim? Bana Atlantis’te Douren, Mısır’da Douresis, Grekya’da Doreos derlerdi. Şimdi Türkiye’deyim ve bana Doğu diyorlar. Daha doğrusu yıllar önce bir vesileyle çıkardığım nüfus kâğıdında adım Doğu Arslan olarak geçiyor. Ben şimdiki mitoloji kitaplarında pek rastlayamayacağınız bir tanrıyım. Su tanrısı, ateş tanrısı, gök tanrısı gibi bir niteleme kullanmadığım ve tarihte pek iz bırakmadığım içindir sanırım. Ben insanlık tarihinin doğuşundan yok oluşuna kadar onlarla birlikte yaşayan bir gözlemci tanrıyım. Ölümsüzüm ama insan gibiyim. Kendime bir nitelemede bulunmak isteseydim ‘Adalet Tanrısı’ derdim. Çünkü binyıllardır en nefret ettiğim şey adaletsizlik ve haksızlıktır. En ufak bir haksızlığa rast gelmek benim adıma ve belki insanlık adına çok tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Binyıllardır bu yüzden az kargaşa çıkarmadım, ama neyse ki iletişim eksikliği ve batıl inanç - bilim çatışması benim yarattığım kargaşaların önemsizleşmesini sağladı. Fakat günümüzde durum öyle
82
Ölümsüzlük Öyküleri
değil. Bir yüzyıldır haksızlık karşısındaki öfkemi dindirmem gerekiyor. Çünkü iletişim muazzam ve olağanüstülük sır olarak kalmıyor. Bir gün bu handikabımın başıma bir iş açacağını düşünmeden edemiyordum. Hatta yıllarca insanlarla olan iletişimimi bu sebeple kestim; ama kıyametin yaklaştığını hissediyordum ve bana bahşedilen görevi yerine getirmem gerekiyordu. Bu görev işi tanrılarda bir içgüdüdür. Deniz tanrısı denizden, toprak tanrısı topraktan uzun süre uzak kalamaz. Çünkü bu durum onun içini kemirmeye başlar. Benim içgüdülerim de gidip insanları gözlememi, adaletin devamını sağlamamı öğütlüyordu ve mecburen tekrar insanların arasına karıştım. Đlk durağım Ankara oldu, ardından Đstanbul’a geçtim. Ve hiçbir zaman yaşlanmayan yirmi beş yaş görüntüm sayesinde bir özel üniversiteye kayıt oldum. O an için iyi bir şey olduğunu düşündüğüm bu hareketim sonradan başıma büyük bir bela açacaktı. Benim de asıl anlatmak istediğim, o bela.
***
Okula ısınıp gençleri tanımaya başladığımda şunu fark ettim: Đnsanlar artık haksızlıkları pek umursamıyor. Sosyal hayatta o kadar çok adaletsizlik yaşanıyor ki çileden çıkmamak elde değil. Örnek mi istiyorsunuz? Bir öğrenci, öğretmenine muhalefet ediyor, onun anlattıklarını sorguluyor ve ezbere öğretmeye alışmış öğretmeni zor duruma sokuyor. Sonra bir bakıyorsunuz çok güvendiği sınavı düşük geliyor. Kâğıdına
83
Ölümsüzlük Öyküleri
bakmak istiyor. Dilekçeyle bir yerlere başvurması gerekiyor. Başvuruyor, cevap gelmek bilmiyor. Kendisini zorluyor, günler geçiyor, sonunda bakmaya hak kazanıyor. Kendince doğru olan şeylerin öğretmen tarafından intikam alınırcasına yanlış sayıldığını fark ediyor. Bunu öğretmene aktarıyor. “Ben öyle anlatmadım. Ben anlattığımı isterim sınavda,” cevabını alıyor. Çocuğun yapacak bir şeyi kalmıyor. Belki daha da ileri götürebilir, ama bu durumda mezun olamayacağını biliyor. Bu örnek biraz ağır mı geldi? Peki şu çok daha basit: Arkadaş bir teknoloji marketinden dizüstü bilgisayar satın alıyor. Makine daha bir ay kullanılmadan bozuluyor. Teknik servise gönderildiğinde bir buçuk ay boyunca yurtdışından parça bekleniyor. Sonunda parça geliyor, alet tamir ediliyor ve gönderiliyor. Fakat o da ne? Alet daha birkaç hafta kullanılmadan tekrar aynı şekilde bozuluyor. Bu durumda genç arkadaş, bilgisayarın değişimini istiyor. Bu değişim bir şekilde gerçekleşiyor, fakat gelen bilgisayarın ikinci el olduğunu fark ediyor arkadaşımız. Durumu bildiriyor. Yeni bir bilgisayarla değişimini talep ediyor. Kabul edilmiyor. Arkadaşımız buna hakkı olduğunu biliyor, ama yapacak bir şey yok. Ya mahkemelik
olacaklar,
ya
da
durumu
kabullenecek.
Mecburen
kabulleniyor. Bu örnek de fazla teknik oldu sanırım. Biraz sosyal bir örnek verelim. Bu ülkeye bir hükümet geliyor. Fakirlerin umudu olarak seçiliyor. Ama nasıl oluyorsa, fakirler daha fakir, zenginler daha zengin oluyor. Zenginlerin umurunda bile olmayan su, elektrik ve doğalgaz faturaları iki katına, hatta üç katına çıkıyor. Ayda bir suya, elektriğe ve doğalgaza zam geliyor. Kış gelince doğalgaza zamlar bindirilirken, bunlar
84
Ölümsüzlük Öyküleri
bir de alay eder gibi baharda fiyatlar düşecek diyorlar. Ve halk bunu yiyor, umursamıyor, yine oy veriyor. Ben daha ne diyeyim?
***
Gelelim benim de içinde bulunduğum haksızlık öyküsüne. Üniversitemde birkaç öğrenci; işçilere, çalışanlara, fakirlere yapılan haksızlıklara karşı 1 Mayıs’ta yapılacak eylemlere katılmaya karar verdiler. Ben de her türlü haksızlığa karşı duran biri olduğum için, onlarla birlikte katılacaktım. Pankartlar hazırlandı, şenlik havasında hazırlıklar yapıldı ve o gün gelip çattı. Đşçiler yıllar önce katledilen arkadaşlarının anısına bu eylemi Taksim’de gerçekleştirmek istiyordu. Ama hükümet buna izin vermedi. Elbette o kalabalık, o küçük meydana sığmayacaktı; ama en azından sembolik bir çelenk koyma töreni yapılabilirdi. Buna da izin verilmedi. Bunlara rağmen işçiler, daha fazla ezilmek istemedikleri için bu yasağa uymama kararı aldılar ve her sene olan şey oldu. Taksim’de işçiler ve polisler karşı karşıya geldi. Đşçiler tarafında ben ve birkaç arkadaşım da vardık. Polisler biber gazları ve basınçlı suyla kalabalığı dağıtmaya çalıştı. Bunu bir yere kadar kabul edebiliyordum. Ama polisler bununla yetinmemeye kararlıydılar. Onlar zaten ezilen insanları daha da ezmekten zevk alıyor gibiydiler. Şiddet, öfke ve kargaşa yaratmak için oradaydılar sanki. Benim öfkemi taşıran şey de işte böyle bir orantısız kuvvet sonucunda oldu. Bizim gruptan dünya tatlısı, hayat dolu, geleceği parlak bir kız arkadaş kaçarken kaldırıma takılıp yere düştü. Ardından koşan bir
85
Ölümsüzlük Öyküleri
polis, copunu tüm gücüyle arkadaşıma savurdu. Kız coptan kaçmak için kalkmaya çalışırken cop o hızla tam kafasına isabet etti. Yirmi-otuz metre ötesinden olayı anbean gördüm. Burnundan ve kulaklarından kan fışkırırken çığlıklar içinde bağırıyordu. Coplu polis bir an bile duraksamadan oradan uzaklaştı. Etrafta kamera
olmaması
onun
şansınaydı.
Arkasından
gelen
polislere
aldırmadan kızın yanına ulaşmaya çalıştım. Bu sırada bana cop savuran bir polisi copundan yakaladım. Gözündeki tuhaf ifadeyi fark ettim. Đnsanlara zarar vermekten hoşlanan bir sadistti bu. Tanrısal içgüdülerim böyle söylüyordu. Adamın boynunu kırdım ve tek hamleyle başını vücudundan ayırdım. Üzerime
iki
polis
daha
geldi.
Göğüslerine
geçirdiğim
yumruklarım, üzerlerindeki zırhı ve vücutlarını delerek sırtlarından çıktı.Kanlı ellerimi geri çektim. Etrafımda silahlarını çıkarmış ondan fazla polis vardı. Umursamadan yerde hareketsiz yatan arkadaşıma ulaşmaya çalıştım. “Yerinde kal!” diye bir uyarı geldi üç metre ötemden. Hoparlörlü bir polisti. Yine sadist bir polis. Đnsanüstü bir hızla yanına vardım, hoparlörü alıp onlarca metre öteye fırlattım ve adamın suratına parmaklarımı gömdüm. Gözlerinden giren parmaklarımla beynini söküp çıkardım. O anda ateş başladı. Kurşun acılarını hissetsem de, bunların beni öldüremeyeceğini biliyordum. Az önce geberttiğim polisin silahını aldım ve on polisi de yok ettim. Đleriden zırhlı bir araç geliyordu ve birkaç polis bağıra çağıra beni işaret ediyordu.
86
Ölümsüzlük Öyküleri
Ama ben kıza ulaşmalıydım. Onu yaşatmalıydım bir şekilde. On beş metre ötemdeydi kız. Koştum ama tazyikli su beni yerime mıhladı. Yerdeki ölü bir polisin vücudunu kaldırdım ve kendime siper ettim. Tazyikli suya olağanüstü bir güçle karşı koyup zırhlı araca ulaşmayı başardım. Devasa aracı ön tamponundan kaldırdım ve ileride toplanmış polislerin üzerine fırlattım. Tonlarca ağırlıktaki zırhlı aracı pamuktan yapılmış gibi kaldırıp fırlatmam onları şaşırtamamıştı, çünkü ölüp gittiler. Sonunda kızın yanındaydım. Burnundan, ağzından, kulaklarından hatta gözlerinden akan kanlar beyaz tişörtünü kızıla döndürmüştü. Kafatası sağ tarafından ezilmişti. Oradan kan akmıyordu ama adeta içeri göçmüştü. Diş macunu reklamlarındaki bir tarafı ezilmiş çürük yumurtalar geldi aklıma. Kızın nabzını kontrol ettim. Atmıyordu. O güzel gözleri sönmüş, iyi kalbi atmaz olmuştu. Ömrümde ilk kez insancıl bir şekilde ağladım. O polise ve diğer tüm polislere karşı öfkem öyle büyüktü ki bunu anlatmaya Betimleme Tanrısı’nın bile gücü yetmezdi. Bundan sonrası büyük bir polis katliamı. Önüme gelen tüm polisleri yok ettim. Gazetecilerin kalemleri, televizyoncuların kameraları umurumda olmadı. Daha doğrusu hiçbir şey umurumda olmadı. Etrafta tek bir polis, hatta tek bir insan kalmamıştı. Đşçiler ve diğer insanlar da bu dehşete tanık olunca kaçıp gitmiş veya saklanmışlardı. Ortalık savaş alanı gibiydi. On katlı bir binanın tepesinde zırhlı bir araç, yer kabuğunun on metre altında bir helikopter olabiliyordu. Öfkem dinmiş miydi? Hayır. Bir türlü adalet duygumu tatmin edemiyordum. Haksızlık hissi hiçbir zaman içimi bu kadar kemirmemişti. Ölümsüzlüğüme lanet ettim. Keşke ölebilseydim ve bu histen kurtulabilseydim.
87
Ölümsüzlük Öyküleri
Ama madem ölemiyordum, o halde her şeyi temizleyecektim. Bir polis aracını çaldım ve beş saatlik bir Ankara yolculuğuna koyuldum. Peşimden gelen polis yoktu. Ya izimi kaybetmişlerdi, ya da polis bırakmamıştım. Ankara’daki hedefim başbakanlık oldu. Korumaları yok ettim ve içeri girdim. Binada önüme çıkan kimseyi sağ bırakmadım. Masum olanlar elbet ödüllerini diğer tarafta alırlardı. Odanın kapısını kırarcasına açtım. Başbakan masasındaydı. Beni görünce panikle ayağa kalktı. “Sen O’sun,” dedi. Anlaşılan televizyonlar boş durmamıştı. “Ben O’yum,” dedim. “Adalet Tanrısı. Kefaretini ödeme vaktin geldi.” “Öldürecek misin beni?” “Hayır. Seni öldürmek ‘haksızlık’ olur.” “Đşkence mi…” “Bunun senin için bir çeşit işkence olacağından eminim.” “Ne? Ne istiyorsun?” “Ülkeye biraz çeki düzen vermek.” “Nasıl?” “Otur istersen.” Başbakan yavaşça yerine oturdu, ben de karşısındaki koltuklardan birine oturdum. Gözlerimi ona diktim. “Birincisi tüm dış borçları ödeyeceksiniz. Sen, yandaşların ve tüm iş adamları. Zaten gidip hepsini tek tek bulacağım. Bu ülkede milyonlarca fakir varken kimse zengin olmayı hak etmiyor.
88
Ölümsüzlük Öyküleri
“Đkincisi dış ülkelerle tüm bağları keseceksiniz. Ülkedeki tüm yabancı yatırımları durduracaksınız. Özelleştirilen tüm kurumlara el koyacaksınız. Türklerin yurdunu satmana izin vermem. “Bugünkü aşırı liberal ekonomi politikası bitecek. Karma sisteme geçilecek. Đşçileri mağdur etmeyecek, aksine kendi işlerinin patronu haline getireceksiniz. Multimilyoner iş adamları olmayacak, eşit düzeyde çalışan eşit insanlar olacak.” “Ama bu komünizm,” dedi başbakan. “Ne dersen de. Bu sadece adalet! Nerede kalmıştık? Hımm. Ülkeyi din devleti olmaktan çıkaracaksınız. Diyanet işleri yok edilecek. Ülkedeki tüm camiler, sosyal kurumlara çevrilecek. Günde beş vakit ezan okunabilir, ama bu Türkçe olacak. Anladın mı?” Sadece başını sallamakla yetindi. Yeterince ciddiye almıyordu, ama alacaktı. Zamanı gelecekti. “Devrimlere devam edilecek. Tüm Anadolu’yu kalkındıracaksınız. Okula giderken çamura giren tek çocuk olmayacak. “Ülke tarıma yönelecek. Teknoloji ithal edilmeyecek, burada yapılacak. Üniversiteler güçlendirilecek. Üniversiteler bu haldeyken ülke nasıl kalkınabilir? “Yaptığınız tüm şerefsizlikleri temizleyeceksiniz. Đcraatlar bitince istifa
edeceksiniz.
Partiyi
kapatacaksınız.
Hatta
tüm
partileri
kapattıracağım. Şu anda işe yarar tek bir parti göremiyorum. “Bu ülke haksızlıklardan arınacak, anladın mı?” Yine kafasını sallamakla yetindi. Ayağa kalktım. Gözlerinin içine baktım. “ANLADIN MI?” diye kükredim. “Anladım,” dedi. Elleri titriyordu.
89
Ölümsüzlük Öyküleri
***
O anda onlar geldi. Ve beni alıp götürdüler. Hiç bilmediğim bir gezegene yolladılar. Bu dünyadaki tanrılık görevinden alınmıştım. Çünkü insanlığın olması gereken ‘kademeli aşağı düşüşü’nü engellemeye çalışmıştım. Planda bu yoktu. Aslında bunu biliyordum. Kozmik plana göre insanlık aşamalı olarak gerileyecekti ve bunun doruk noktasında kıyamet kopacaktı. Ama ne yapabilirdim? Dayanamamıştım bu haksızlığa.
90
SADIK YEMNİ “NEFESÇİL”
Ölümsüzlük Öyküleri
Ben bir Nefesçil’im. Yüz yetmiş yedi yıldır bu binada oturuyorum. Önce babamdım. Sonra oğlum oldum. Babamın sahte defin belgesi yukarıdaki çalışma masamın çekmelerden birinde sessiz sedasız eprimekte. Mezar taşında bir adı ve doğum tarihi var. Cenaze töreni çok sadeydi. Çok üzüntülü, ama metin tavırlı vefakâr bir oğuldum. Parayla tuttuğum sözüm ona tanıdıklarla dikkat çekmemeyi başararak bu küçük eylemi bitirdim. Mahzen yeterince zaman çiğnemeye imkân bulmuş bütün yapılarda olduğu gibi eskilik ışıyor. Nemli, küflü, katmerlenmiş tozlu yüzeylerle çevrelenmiş büyük bir yer. Tam ortasında bir metre yirmi iki santim çapında bir kuyu var. 1821 yılında Đzmir’in şimdilerde Đkiçeşmelik denen
semtinde
bir
marangoza
yaptırdığım
gürgen
koltuğumda
oturuyorum. Yayları zamanla biraz gevşemesine, kalın bordo kumaşın solmasına rağmen daha en az elli yıl dayanabilecek durumda. Kuyunun ağzı ayaklarımın on santim ötesinde. Daire şeklindeki ağız, arzın merkezine uzanan bir kordonun ucu. Velinimetim ta aşağılarda, orada, ergimiş nikel ve demir çekirdek içinde barınıyor. Bana bu uzun hayatı bahşeden kimseyi hiç görmedim. Ne olduğunu, nasıl var kaldığını,
kavranamaz
muhteşemlikte
olması
gereken
yapısını
bilmiyorum. Onun arzusuna uygun sayısız eylemler icra ettim. Ama icraatımın dokunduğu son anlamdan bihaberim. Sadık bir hizmetkâr olarak kullanım süremin sınırına dayandım sanırım. Bazı belirtiler var. Sonra ne olacak bilmiyorum. 1817 doğumlu biriyim. Belki de birkaç bavulluk eşyamı alarak evden çıkıp gideceğim. Yıllar önce on dört yaşında bir yeniyetme olarak bu eve geldim ve sonra
92
Ölümsüzlük Öyküleri
dört yıl ihtimamla beni eğiten adam bir sabah eşyalarını topladı kapıda hazır bekleyen bir karaçoya binerek çekti gitti. Gideceğini bir gün önceden söylemişti. Kapıda bana sarıldı. Gözlerim
dolmuştu.
Ağlamamak
için
kendimi
zor
tutuyordum.
“Efendimize ihtimamı esirgeme,” deyip gitti. Postunu, malını mülkünü üstlendiğim adamın buradan çıkınca ne yaptığını zaman zaman düşündüm. Sezgilerimin çıkarsaması, doğal yaşlanma sürecine geçtiği şeklindeydi. Sonunda gerçek bir mezar taşı olacaktı. Mahzen devasa büyüklükte bir yer. Tepemdeki tavan en az elli metre yüksek olmalı. Ayaklarımı bastığım alan iki futbol sahası kadar büyük. Đlk gördüğüm an dün gibi taze bellek terazimde. Selefim tek bir cümle sarf etmişti. “Soluyorsun değil mi?” Başımı sallamakla yetinmiştim. Lafla izahat gereksizdi. Kuyuya bakınca mahzendeki işlevimi kavrayıvermiştim. Velinimetim nefes biriktirmemi ve bunu ona yollamamı istiyordu. Bu yerin dibine uzanan taş kordondan aşağıya neredeyse iki asır boyunca on binlerce insanın nefesini yolladım. Binlerce derece sıcak olan velinimetimin bu nefeslere neden gereksinim duyduğunu sayısız kereler düşündüm haliyle. Zaman boldu. Zekâm da fena değildir. Zamanla almam gereken bir yığın tedbiri planlamak nedeniyle iyice kurnazlaştım ve insan sarrafı kesildim. Şimdi nihai amacı akılla kavramanın imkânsızlığını tadıyorum. Gözler fal taşı gibi açık koşarken, ansızın burnunuzun dibinde beliren duvara toslamak gibi bir şey. Sersemletici bir yanı var. Nefes bulmak, depolamak ve kuyudan aşağı salmak. Đşim tam olarak buydu.
93
Ölümsüzlük Öyküleri
***
1800’lerde işler kolaydı. Çeşitli şehirlerde evleri, arazileri olan zengin bir tacir hayatı uydurmuştum kendime. Sık sık seyahate çıkıyordum. Böylelikle dikkati çekme tehlikesi en aza indirgenmiş olmaktaydı. Yanımda biriktirmekteydik.
birkaç Bunları
güvenilir genellikle
adamımla, hiç
kırbalara
saklamadan
nefes
sokaktaki
insanlardan istemekteydik. Birer ikişer tabii. Kimse kırba sayısının yüzleri aştığını, bunların büyük bir yelkenlinin karnında Punta’ya getirildiğini ve geceleyin at arabalarıyla bu eve nakledildiğini bilmiyordu. Adamlarımı kendi eğittiğim fakir gençlerden temin ettiğimden pek sorun çıkmıyordu. Para, silah, mücevher, afyon, kadın falan gibi metalarla alakamız olmadığı için çıkan dedikodular zengin birinin sıra dışılığı olarak esip geçiyordu. Bir kahvede otururken bu hobimden söz ettiğimde, neredeyse daima üç beş gönüllü çıkıp kırbalara nefes üflemek istediğini söylüyordu. Atlı arabamızın arkasında daima yirmi otuz tulum hazır beklemekteydi. Bunların zaman zaman yetmediği oluyordu. Đnsanlarda içgüdüsel olarak ardında çürümeyen, bozulmayan, sonlanmayan bir şeyler bırakma isteği vardı. Nefesleri üfledikten sonra mantarı kapanan ve balmumuyla mühürlenen kırbalara bakarken bakışları hazsal bir huşu esintisiyle dalgınlaşıyordu. Bazen benim bilmediğim bir şeyi bildikleri, sezdikleri duygusuna kapılmadan edemiyordum. Tahmin edeceğiniz gibi hiç evlenmedim. Çocuklarım olmadı. Gelip geçen sevgililerim oldu. Biri hariç onları asla bu eve sokmadım. Paravana olarak kullandığım konağımsı binadaki yatağımda sayısız kadın
94
Ölümsüzlük Öyküleri
ağırladım. Bazen içkinin su gibi aktığı, sofrada sadece kuş sütünün eksik olduğu partiler verirdim. Sabaha karşı elli kırba alkol buharlı nefeslerle dolmuş olurdu. Tek bir Allah’ın kulu bana, ‘Bu kırbaları ne yapıyorsun?’ diye sormadı. Gönüllü üfledikleri için olmalı. Gönüllülük şarttı. Yılların birikiminin sonucu olarak kelimeler ağzımdan çok etkileyici çıkar. Bu yüzden az konuşan biri oldum. Sessiz kalışım, anlayışlı bakışlarım raylarda gürültüsüzce ilerleyen tren tekerlekleri gibidir. Beni sürekli görenlerde bir nebi etkisi yapmaya başladım. Bu çok tehlikeli bir durumdu. Bu nedenle bir evimden diğer evime gidip gelmekte, münavebeli olarak değişik semtlerde oturmaktaydım. Bazen gece gizlice bu eve girerek aylarca süren bir inzivaya çekiliyordum. 1922 Eylül’ünde sonlanan üç yıllık işgal sırasında iyi Rumca konuşabilmenin yararını gördüm. Kendime daha Yunan askeri şehre ayak basmadan önce bir Rum kafa kâğıdı ayarlamıştım. Dört ayrı evim ve çeşitli kimliklerim olduğu için kimse şüphelenmedi. Bu evde işgal kuvvetlerinin ileri gelen subaylarını ağırladım. Bir-ikisine o sıralarda bayağı kalın ve kaba bir plastikten yapılan balonlar bile üflettim. Kendileri gitti, nefesleri kaldı. Đşgal askerlerinin gitmesinden hemen sonra çıkan yangın, evime yüz elli metre kala durdu. Arada boş bir arsa ve daracık bir yol vardı. Ateşin daha uzaktaki evleri yakıp, buraya dokunmamasındaki hikmeti tek bir şekilde yorumladım. Misyon bir şekilde sağlama alınmıştı.
***
95
Ölümsüzlük Öyküleri
Otuz beşten fazla göstermiyorum, ama içimde yaşlanan bir yan var. Yüz elliyi devirdiğimde açıkça hissettim. Şu anda bile inanılmaz bir mukavemete sahibimdir. Günlerce uyumadan tetikte durabilir, elli kilometre yürüyebilir ve en babayiğit bir delikanlının sırtını bile hızla tuşa getirebilirim. Belleğim aslan kükremelidir. Resim yapmak, piyano, keman ve org çalmak gibi yetilerim hâlâ en üst düzeydedir. Bach’ın R minör tocatta ve füg’ünü dünyada en iyi icra edenlerden biri olmam pekâlâ mümkündür. Sesim de fena değildir. Bir gazel çeksem kalbiniz parçalanır. Bir ezan okusam huşudan tüyleriniz diken diken olur. Ama gene de içimde yavaşlayan bir şeyler var. Sekiz lisandan okuduğum on binlerce kitaba rağmen kelimelerle nasıl izah edeceğimi bilmiyorum. Bir isteksizlik söz konusu. Her şeyin aynen yinelenip durmasının verdiği bıkkıntının tortuları belki. Tam o sıralarda verdiğim bir partide bir kadınla tanıştım. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında aparatlar bayağı çeşitlenmişti. Ay’a ilk kez inilmesinden birkaç ay sonraydı. Bu arada bir sürü önlem almak zorunda kalmıştım. Yetiştirdiğim adamlarım en fazla yetmiş yıl falan yaşadığından sürekli yenilerini eğitmek gerekmekteydi. Bunun için bulduğum yöntem evlat edinmekti. Sevgiyle, dozunda bollukla ve ihtimamla yetiştirdiğim çocukların uygun olanlarını kendime yardımcı almaktaydım. Bizim işte zorbalık yoktu. Her şeyin güzellikle yapılması gerekiyordu. Ne kadar dikkatli plan yapılırsa yapılsın bazı aksamalar oluyordu ve zaman zaman hiç yapmak istemediğim icraatlara bulaşıyordum. Đkinci Kordon’daki merkez ev sit alanı olmasın, eski yapı dikkati çekmesin diye klasik yönteme başvurdum. Usturuplu ve kontrollü bir
96
Ölümsüzlük Öyküleri
yangın örgütledim. Ateşle ertelenmiş bir randevuydu. O sırada Venedik’te sözüm ona tatildeydim. Adamlarım çok iyi bir iş çıkardılar. Đtfaiye ve polis raporu pürüzsüzdü. Binanın üstüne bu gösterişsiz altı katlı binayı diktim. Giriş katı önce ayakkabıcı, sonra da butik oldu. Birinci katta ben oturuyordum. Diğer katları evlatlıklarıma tahsis etmiştim. Birinci kattan dışarıdan hiç belli olmayan bir merdivenle üst mahzene, oradan da on dokuzuncu yüzyılın en sonuncu yılında yaptırdığım asansörü kullanarak alt mahzene iniyordum. Alt mahzen seksen metre kadar aşağıdaydı. Bu nedenle kabloların özel bir dayanıklılığa sahip olması gerekmekteydi. Kabin hep aynı kaldı, ama geçen yüz küsur sene içinde kabloları üç kez yeniledik. Kimsenin dikkatini çekmeden Almanya’dan ve Đtalya’dan ithal edilen tonlarca ağırlıktaki çelik kabloyu içeri sokmak için bin bir önlem almaktaydık. Dedim ya, ne kadar önlem alınsa da, bazen ufak tefek hatalar yapılıyordu ve dikkati çekiyorduk. Bir avukat vardı. Benimle dost olmak için yırtınıyordu. Önce o kadını anlatayım. Çünkü bir taşla iki kuş derler ya, meselenin ne yazık ki öyle bir yanı var. Çekici bir fiziğim vardır. Orta boylu, atletik yapılı bir beden, iri bir baş, etkileyici siyah gözler, tek tük kır tellerin bulunduğu gür kestane rengi saçlar. Kokmayan nefesim, akmayan burnum, öksürüksüz boğazım ve toz tutmayan potinlerim ilgi çekmesin diye ufak tefek mizansenler ayarlamaktaydım. Kronik bronşit, böbrek yetmezliği, ağır grip geçirmek gibi kimsenin tanık olmadığı hastalıklarımı anlatarak merhamet insanlarda duyguları uyandırmaktaydım.
97
Ölümsüzlük Öyküleri
Çok dil bilmenin, sürekli okumanın, çok gezmenin, bunca uzun yaşamışlığın donanımı kadınları etkiliyordu. Bazıları rahimlerinde çiçek açtırmak için boşuna uğraşıp durdular. Başlangıçta ben de bilmiyordum. Çocuğum olmuyordu. Çocuk özlemimi aile kuran evlatlıklarım sayesinde gidermekteydim. Önce çocuğun amcası, sonra kardeşi, sonra da yeğeni durumuna düşüyordum haliyle. Aygez Hanım’la, babasının verdiği bir partide tanıştık. Soyadı kanunundan sonra kendime Nefesçil adını almıştım. Nefesi anladık, o çil nesi oluyor diyenlere bol bol, ‘Nereden bileyim? Pederin işi işte,’ tebessümleriyle karşılık vermekteydim. Bu arada Kokluca’da bir aile mezarlığı kurarak tarih tahrifatına kılıf hazırlamıştım. Ali Fuat dedemdi. Babam Mehmet Halil Nefesçil Bey de ikinci dünya savaşı sırasında ticaret için bulunduğu Suriye’de ölmüştü. Cesedini o şartlarda güç bela buraya getirerek örnek bir evlat tablosu sergilemiştim. Ben Ziya Nefesçil, bir tekne kazıntısı olarak, doğum sırasında rahmetli olan validemden 1939 yılında Alsancak’ta doğmuştum. Rüşvet, kâğıtlarda sahtecilik ve yerinde hamlelerle artık kimsenin şüphesini çekmeyecek şekilde maziyi tanzim etmiştim. Doğumumu
yaptıran
ve
belgeyi
tanzim
eden
doktorum,
evlatlıklarımdan biriydi. Yılın yarısını Đstanbul’da ve yurtdışında geçirdiğimizden çocukluğumda sürekle arkadaşlarım olmamıştı. Liseyi ve üniversiteyi de Paris’te okumuştum. Bu şehirde neredeyse hiç tanıdığım olmaması çok normaldi yani. 1945 ile 1965 arasındaki periyotta mizansene yakın bir aile büyüğü olarak katılmıştım. Saçlarımı boyayarak, yaşlı adam kılığına girip sağda solda görünerek, hatta zaman zaman dublör kullanarak o güne kadar gelmeyi başarmıştım. Görünümüm yaşımı
98
Ölümsüzlük Öyküleri
tuttuğunda kendi kılığıma dönmüştüm yeniden. Başarılı tüccar Ziya Nefesçil Bey olarak gündemdeydim. On-on beş yıl ciddi bir makyaj falan yapmadan ortalarda salınabilirdim. Aygez Hanım kısaca; boylu, balıketinde bir kadındı. Otuz sekiz yaşındaydı. Başından bir evlilik geçmişti. Çocuğu yoktu. Baba tarafından Çerkez, anne tarafından Selanikliydi. Piyanoya yan yana oturup Şopen’in noktürnlerini çaldığımızda, daha önce hiçbir kadına hissetmediğim şeyi hissettim. Arz’ın merkezine açılan ikinci bir kuyu daha vardı adeta. Sadece ikimiz için. Đçine atlayıp sonsuza kadar düşmek düşünün beynimde örümcek ağlarını ördüğü anlardı. Kadının iri mavi gözleri kalbimi çimdikleyen bir cımbızdı sanki. Bu duyguların karşılığı da aynen mevcuttu. Takip eden günlerde sürekli birlikte olduk. Venedik, Paris, Floransa’da başbaşalığın tadını çıkardık. Sonra bir hata yaptım ve onunla evlenip butiğin üstündeki daireye yerleştim. Kadınımı çok seviyordum. Koynumda yaşlanıp öleceğini düşünmemeye çalışıyordum. Genç kalmamı nasıl maskelemem gerektiğini de planlamıştım haliyle. Saklamak imkânsızdı. Tek yol, kadınıma misyonumu açara,k evlatlıklarım gibi sır ortağım olmasını sağlamaktı. Fena halde yanılmışım. Bir gece, sabaha karşı dip mahzende kuyunun başında hayallere dalmış otururken asansör yukarıdan çağrıldı. Bu gece nefes trasportu yoktu. Engellemek için çok geçti. Olan olmuş ve karım alt mahzeni keşfetmişti. Üzerinde sadece beyaz tül bir gecelik ve ponponlu beyaz terlikleriyle şaşkın ve korkulu bir yüzle yanıma geldi. Mahzenin inanılmaz ebatlarından etkilenmişti. Aramızdaki aşk köprüsü nedeniyle
99
Ölümsüzlük Öyküleri
normal gözlere kapalı olan kuyuyu da görebilmekteydi. “Nedir bu?” dedi. Sesi titremekteydi. Đnsanların gönüllü olarak üfledikleri nefesleri aktardığımız bir delikti sonuçta. Suç teşkil edecek hiçbir eylemim yoktu. Đnsanlar
yaşlanmayan
birinden
kuşku
duyacakları
için
yaşımı
gizlemekteydim. Hepsi bundan ibaretti, ama… Aması vardı. Sır büyük ve kuyu kadar derindi. Anlattım kısaca. Yüz elli küsur yaşında olduğumu ve burada ne yaptığımı. Önce delirdiğimi sandı. Bazı deliller gösterince, kendisinin delirdiğini düşündü. Daha sonra da hemen başkalarıyla paylaşılması gereken inanılmaz ebatlardaki bir sırra bulaştığını keşfetti. Bunu kimseye söylemem valla derken gözlerinden açıkça okudum. Sırrı bölüşebilecek, yani sırtlanabilecek yapıda değildi. Đlk sırdaşı büyük bir ihtimalle hiçbir şeyini saklamadığı annesi olacaktı. Bütün dünyanın ne yaptığımı bilmesine ve beni bir sirkteki kafese ya da laboratuar hücresine kapatmalarına ramak kalmıştı. Kafasına sporda kullandığım tahta lobutlardan birini indirerek bayılttım. Başındaki yaraya pansuman yapıp yere toprağa yatırdım. Ellerini ve ayaklarını bağlamıştım. Burada istediği kadar bağırıp çağırabilirdi. Bu arada Đzmir’deki köklü ailelerin şecerelerine merak duyan avukat Nesim Bey ısrarla benle görüşmek istemekteydi. Karımın benden önceki kocası olması hasebiyle bu ilgi bir tutkuya dönüşmek üzereydi. Ali Fuat dedemle ilgili bazı sorular sormak istiyordu. Şehri iyi tanıyan biriydi. Çok kurcalarsa bazı sakat noktalara ulaşabilirdi. Çeşitli yerlerde evlatlık edindiğim kimselere ulaşsa bile kafasında sakıncalı soru işaretleri oluşabilirdi.
100
Ölümsüzlük Öyküleri
Çok okumanın faydalarından biri, Antik Çağ’dan bu yana yazarların size kumpas kalıpları sunup durduklarını iyi bilmenizdir. Zaman dardı. Karımı o mahzende günlerce tutamazdım. Artık konuşmasına da izin veremezdim. Şansıma fuar zamanıydı. Akşamları şehrin daracık bir alanına on binlerce kişi yığılmaktaydı. Nesim Bey henüz kırk dört yaşındaydı, ama yirmi bir yaşında bagajı bol, yüzü hoş bir kızı vardı. Sitare. Fuardaki Amerikan pavyonunda çalışmaktaydı. Nesim Bey, ‘Her gece fuardayım azizim,’ demişti birine. Kulak misafiri olmuştum. O akşam biricik karıcım nemli topraklar üzerinde korku, sırt ağrısı ve pişmanlıkla kıvranırken Amerikan pavyonunu görebileceğim bir yerde durdum. Dikkati çekmemek için sıradan giysilere bürünmüş ve fötr şapka takmıştım. Nesim Bey saat on bir civarında pavyondan çıktı ve Lozan kapısına doğru yürümeye başladı. Ellisini yeni devirmiş evlatlığım Mesut’u ardından salıverdim. Saygın bir iş adamıydı o sıralar; toprağı bol olsun. On bir yıl sonra beklenmedik bir şekilde kalp krizinden ölecekti. Rastlantıyla karşılaşmış gibi yaptı. Đkisi konuşa konuşa yürürlerken yirmi metre mesafeden onlara adım endeksledim. Mesut benim çok önemli bir belge göstermek ve birkaç saat içinde gitmek zorunda olan bir zatı tanıştırmak için evimde beklediğimi anlattı. Đsterse fotoğraf makinesini yanına alabilirdi. Nesim Bey duraklayınca, hayati saniyeler aktı gitti. Đstihbaratım sağlamdı. Adamın karısı Narlıdere’deki yazlığındaydı. Evi boştu yani. Mesut’la ayrıldılar ve adam evine fotoğraf makinesini almaya gitti. Đki evladım evine girmiş onu beklemekteydiler. Đçeri girince kloroformlu
101
Ölümsüzlük Öyküleri
bir bez ve güçlü eller tarafından kolaylıkla sessizleştirildi. Telefon edilince, mahzende yatan karımı bir kilime sararak bir kamyonetin kasasına yükleyip, adamın reji yakınlarındaki eve götürdük. Kadının eski eviydi sonuçta. Adamın hâlâ geceliklerini sakladığını anlatmıştı bir kez sarhoşken. Doğruydu. Dolapta bizzat gördüm. Plan hiç sorunsuz yürümüştü. Eski karı-koca, adamın yatağında yan yana yatmaktaydılar. Karımın bağları mahsus çözülmemişti. Ağzı da bantlıydı. Üzerinden çıkardığı izlenimi vermesi için elbiseleri etrafa saçılmıştı. Çırılçıplaktı. Karıma isterse bir balona nefes üfleyebileceğini söyledim. Başıyla olumladı. Ağzındaki bandı çözdüm. Söveceğini ya da ağlayıp yalvaracağını sanmıştım. Öyle yapmadı. Nefesi balonu doldurunca gözlerini kapatmakla yetindi. Sırrın öldürücü masumluğunu idrak etmişti sanırım. Ağzını tekrar bantlamadım. Đğne koluna girdiğinde hafifçe irkilmekle yetindi sadece. Nesim Bey eski bir morfinmandı. Karım ondan en çok bu nedenle ayrılmıştı. Adamın buzdolabında mevcut malzemeyle ikisine de öldürücü dozda morfin iğnesi yaptık. Nabızlar atmaz olunca bütün muhtemel izleri silerek çekip gittik. Ertesi gün ailesine danıştıktan sonra polise, ‘Karım meydanlarda yok,’ bildirisi yaptım. Kızı aynı evde kalmıyormuş meğersem. Yazlıktaki karısı da merak etmeyince, cesetleri çıkan koku üzerine sekiz gün sonra bulundu. Küçük bir skandaldı. Aylarca dedikodusu sürdü gitti. Avukat kadını kaçırmış, zorla tecavüz ettikten sonra öldürücü miktarda morfin vermişti. Benden kimse şüphelenmedi.
102
Ölümsüzlük Öyküleri
Nesim Bey ailece Karataş’lıydı. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar burada iç içe otururlardı. Nesim Bey eskiden Mecidiye denen taraftandı. Semt sahilden yukarıya doğru kayalıkları tırmanmaya başlayıp Halil Rıfat’a doğru yayıldığında, o merdivenleri tırmanmak bayağı bir kondisyon meselesi olmuştu. Yaşlılar ve hastaların aylarca aşağı inemedikleri olurdu. Avukat Nesim Bey’in yakın akrabası ve adaşı Nesim Levi Bayraklıoğlu 1907 yılında ilk buharlı asansörü yaptırınca millet basamaklarda kas ve eklem çürütmekten kurtulmuştu. Kısacası avukatın ailesinin dikkati üzerimde oldu bir süre. Zamanla çözülüp gitti göz kancacıkları. Sonuçta iki kez hastanede güç bela yaşama döndürülmüş bir morfinmandı merhum avukat bey.
***
Aygez’in nefesiyle dolu balonu şu delikten aşağıya yollayalı kırk yıl geçti neredeyse. Karımı yakından tanıyan hiç kimse sağ değil artık. Son yıllarda nefesleri dikkat çekmeden toplamanın çok hayırlı bir yolunu keşfettik. Türkiye’nin dört bir bucağında çocuk evleri açtık. Hayır için. Burada dar gelirli ailelerin çocuklarına Türkçe, yabancı dil dersi, müzik dersleri ve tiyatro kursu vermekteydik bedava olarak. Bazı binalarda günde yüz çocuğu ağırlamaktaydık. Bunun anlamı neredeyse her gün bir çocuğun yaş günü kutlanacak demekti. Lezzetli pastalardaki mumlara üflenmeden
önce,
dekorasyonda
kullanılan
balonlara
üflenmesi
gerekmekteydi haliyle. Ülkenin her tarafından gelen nefes dolu balonlar söz konusuydu. Bunları parti kıyafetleri kılıfıyla askılıklardaki elbiselerle
103
Ölümsüzlük Öyküleri
birlikte bu binaya getirmekteydik. Velinimetime her gece burada çocuk nefesi dolu balonlar yollamaktaydım. Bir keresinde balon yüklü kamyonumuz Manisa yakınlarında kaza yaptı ve yükümüz gazete manşetlerine çıktı. ‘Uçmayan balonlar toprağa saçıldı’ şeklindeydi. Bir Allah’ın kulu neden bunca masrafla balon transportu yaptığımızı sormadı. Karımın rızasıyla ölüme gitmesi de bu yüzdendi. Kimsenin kötülüğüne yönelmiş bir eylemimiz yoktu. Çocuklar büyük bir hevesle balonları şişiriyorlar ve karşılığında lezzetli pastalar, kurabiyeler ve dondurmalar yiyorlardı. Koka kola, margarin, boyalı şeker vb. gibi aşırı zararlı içki ve yiyecekleri kapıdan bile sokmuyorduk içeri. Gelir kaynağımız benim ve evlatlıklarımın dürüst ticaret yaparak kazandığımız paraydı. Belirtileri yanlış yorumladığımı artık kesinlikle bilmekteyim. Benim halefim yok. Yerimi alacak bir kimseyi -muhtemelen buluğ çağında biri olacaktı bu- bekleyen yanım iyice sönmüş durumda. Sonunda idrak ettim. Ben sonuncu Nefesçil olarak tayin edilmiştim. Benim işlevim başkaydı. Final anlamında yani. Bu mahzen en az bin yaşında olmalı. Belki daha da eski. Đlk Nefesçil’i kim atadı? Bu işlev için hangi hususiyetlere haiz olmak gerekiyordu. Genetik bir dayanıklılık mı söz konusuydu? Bu gibi sorular sık sık aklıma takılmakta. ‘Arz’ın merkezinde barındığını bildiğim velinimetim yolladığım nefeslere niçin gereksinim duyuyor?’ sorusu da en yanıcı noktaydı. Đnsan olmak böyle bir şey işte. Merak yakıtlı bir zihin motorumuz var. 1831 yılında selefim olan zat bir aile dostumuzun yardımıyla bize ulaşıp beni evlat edinmek istediğini söylemişti. Evimize gelen sempatik
104
Ölümsüzlük Öyküleri
yüzlü, etkileyici konuşan adam o sıralarda dört yıldır askerde olan ve uzun zamandır haber alamadığımız babamın yakın arkadaşı olduğunu söylemişti. Mali durumumuz berbattı. Dedem, iki dul halamla birlikte şimdi Bornova Sokağı denen yerde perişan bir şekilde yaşamaktaydık. Halam evlere çamaşıra gidiyor, ben de üç paraya mahalle bakkalında angarya eğiriyordum. Selefim varsıl biriydi. Beni resmi olarak evlat edinince ailemiz de kalkınmıştı. Aylık bir gelire bağlanmışlardı. Halamın çamaşır yıkayarak ellerini ve belini parçalamasına gerek kalmamıştı. Dedem bakkala ve kasaba bütün borçlarını ödemenin rahatlığıyla semt kahvesinde nargile tüttürmekteydi. Aile yadigârı köstekli gümüş saatini rehinden almıştı. Sık sık kapağını açarak saate bakar gibi yaparak bu olumlu gelişmenin bir rüya olmadığının sağlamasını yapmaktaydı. Aradan yıllar geçti, Serasker Vezir Ağa Hüseyin Paşa’nın komutasında Kafkas cephesine gönüllü olarak giden babam geri dönmedi. Öldü haberini de almamıştık. Son nefesini verene kadar altı yıl bayramlarda dedemin elini öpmeye gittim. Bu arada halalarımdan biri evlenmiş, diğeri de onun yanına taşınmıştı zaten. Ailemden son kalan kimselerden kolaylıkla sıyrılıverdim. Đnsan çok yer gezerek, şahıs tanıyarak, bol bol okuyarak iki yüz yıla yakın ömür sürerse bir şeyi çok yakından görüyordu. Teknoloji gelişiyor, insan zerre kadar klasik hatalarından sıyrılmıyordu. Eylemi giderek daha vahşileşiyordu sadece. Şu anda dışarıda, dünyanın her yerinde psikolojik ve mali güç olarak çökertilmiş milyarların umarsız nefesleri salgılanmakta. Tanrısız, şeytansız ve acımasız bir dünya hiç böylesi bir yetkinlikle kurulmamıştı.
105
Ölümsüzlük Öyküleri
Uygarlık denen şey sanat tarihi kitaplarında şaşkınlıkla seyredilen kadim bir ışık huzmesi artık. Müslüman bir ailede yetiştim. Dedem Ortodoks bir Rumdu. Oğlu kendi rızasıyla Müslümanlığa evrilmişti. Annem ben beş yaşındayken ölmüştü. Çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli ve duru tenli çok güzel bir kadındı. Bana, yüce yaratıcının nefesiyle çamurdan yaratıldığımı anlatırdı. Bu kutsal ışık yüklü nefes şimdilerde gözeneklerimizden usulca kaçıp
gitmekte.
Yavaş
yavaş
devingen
bir
çamur
kütlesine
dönüşmekteyiz. Yeryüzünde kutsal nefesten azade yürekleri kapkara çamurdan yapılma firavunlar hüküm sürmekte artık. ‘Dünyanın kabuğu yüz kilometre kalınlığında,’ diyorlar. Demek ki bu kuyu magmaya ulaşabilmek için onca mesafeyi kat ediyor. Dört-beş bin derecelik vücut ısısına sahip olması gereken velinimetim bunca yıldır nefesleri bağrına alıp durdu. Şu anda bilincimde yepyeni bir mesaj ışıyor. Artık derinlere nefes yollamaya gerek yoktu. Nefesçillik bitmişti. Bunu halefimin gelişi nedeniyle verilen bir ara sanarak yanılmıştım. Tüm belirtilerin tek bir anlamı var artık: Zaman içinde yüz binlerce kişinin nefesini tanıyan velinimetimin araştırma süreci sonlandı. Çocuk nefesleri bu gidişatı azıcık hızlandırdı düşüncemi bir türlü silemiyorum aklımdan. Şimdi ne olacak diyeceksiniz? Normal bir yaşama dönüp yaşlılığı, hastalıkları, güçsüzlüğü tadıp son nefesimi mi vereceğim? Đçimden bir ses, ‘Hayır,’ diyor. Ayaklarımın ucunda hissettiğim titreşim, beynimdeki karıncalanma neye delalet peki? Nefeslerin aşağıya yollanmasındaki niyet daima bilincimin dışındaydı. Ama bu belirtilerin anlamı çok açık.
106
Ölümsüzlük Öyküleri
O bilinçsizce beklediğim şey oluyor şu anda. Muhteşem velinimetim gittikçe artan bir hızla yükseliyor. Nefeslerinden tanıdığı yaşama eklemlenmek için geliyor. Bu bende huşu etkisi yapmakta. Đçim içime sığmıyor. Az sonra bedenim buharlaşıp plazmaya dönüşecek ve sanırım bunca yıl aşkla hizmetimin karşılığı olarak velinimetimin nihai amacıyla bütünleşeceğim.
107
ONUR ALTINIŞIK “YENİDEN ÖLMEK”
12 Aralık 2008 İstanbul
“Daha fazla televizyon yok bebeğim. Uyu artık.” “O zaman yarın erken kalkar çizgi film izlerim, değil mi?” Küçük kız babasını öptü ve yorganı üzerine çekti. Ömer odadan çıkarken kapıyı aralık bıraktı zira her çocuk gibi onun biricik varlığı da karanlıktan ve daha birçok şeyden korkuyordu. Kızına son kez gülümseyip salona geçti. Amacı bu anlamsız, can sıkıcı baş ağrısını unutturacak bir şeyler yapmaktı. Son günlerde sık sık baş ağrısı çekiyordu ve birkaç kez bu ağrılar kriz denecek kadar şiddetlenmişse de kısa sürede dinmişti. Ancak hiçbir şekilde tamamen üstesinden gelememişti. Doktora gittiğinde migren teşhisi konmuş ve son dönemlerde yaşadıkları yüzünden böyle ataklar gözlenebileceği söylenmişti. Yani bu dayanılmaz baş ağrısı aslında son derece normaldi. Biraz zihnini dağıtıp başka şeyler düşünmek için televizyonun karşısındaki kanepeye oturdu. Ama olmuyordu işte; her yerde o vardı. Đki kişi daha alabilecek olan boş minderlere bakınca karısını ne kadar çok özlediği gerçeği bir kez daha yankılandı beyninde. Tüm bu ağrıların arasında karısının görüntüsünün hâlâ zihninde canlanması bu özleme histerik bir boyut kazandırıyordu. Komodinin üzerinden karısı ve kızıyla birlikte çektirdikleri fotoğrafı alıp uzun uzun baktı. O kahrolası trafik kazası onu kendisinden alana kadar örnek bir aile hayatı yaşıyorlardı. Bu ölüm onun, Ömer’in yaşama gücünün, isteğinin büyük bölümünü alıp
Ölümsüzlük Öyküleri
götürmüş olsa da hâlâ hala güçlüydü kendince ve ne mutlu ki sevgisinin tamamını kızına yönlendirmeyi bilmişti. Dünyadaki tek varlığını, kızını her şeyden çok seviyordu ama yine de bir yanında dolduramadığı ve asla dolmayacak olan bir boşluk vardı. Baş ağrısı artık iyiden iyiye rahatsız edici olmaya başlamıştı. Fotoğrafı bırakıp mutfağa gitti. Buzdolabından çıkardığı onluk ilaç tabletinden geriye kalan son ağrı kesici hapı aldı ve yuttu. Son üç gündür bitirdiğim ikinci kutu, diye geçirdi aklından. Đlacı yutmasıyla birlikte kulaklarında bir uğultu duymaya başladı, tıkanıyorlardı sanki; yutkundu ama geçiremedi. Eski tecrübelerini düşününce şiddetli bir kriz daha geliyor gibiydi. Tiz bir ses doldu beynine. Boğazı çamur gibi olmuştu; berbat bir histi bu. Bardaktaki suyu içmeye çalıştı. Yarısına kadar geldiğinde dayanamadı ve sular ağzından ve burnundan fışkırırken ağrı dayanılmaz bir boyut kazandı. Bardağı yere düşürdü ve ellerini kafasının iki yanından sanki kafatasını açmak istiyormuşçasına bastırmaya başladı. Bütün bu dayanılmaz ağrıların içinde karısının ismi çınlıyordu zihninde. Ve küçük kızı. Onun kendisini böyle görmesini istemiyordu fakat dayanmıyordu da. Boğuk sesler duymaya başladı. Gözlerinin önündeki dünya çekiliyor, anlamsız görüntüler ve kaos her yanını kaplıyordu. Farklı bir boyut sarıyordu sanki dört bir yanını. Ağrı tüm vücuduna yayılmaya başlamıştı. Her bir parçasında hissediyordu şimdi. Her yer kararıyor ve müthiş bir gürültü çevresini kaplıyordu. Sanki bir fabrikanın ortasında, çalışan tüm makinelerin arasındaydı.
110
Ölümsüzlük Öyküleri
Etrafında hayaller beliriyor, birtakım konuşmalar duyuluyordu. Kendini tutamayıp haykırdı. Tüm soluğu ciğerlerinden sökülüp atana, nefes alacak hali kalmayana kadar haykırdı...
24 Mayıs 2020 Ankara
Melda Başar mikrofonu açtı ve raporlara bakarak tiz sesiyle konuşmaya başladı: “Tarih 24 Mayıs 2020. Saat 18.48. Dokuz numaralı Bilinç Aşılama Deneyi, Profesör Doktor Mekin Seçkin’in önderliğinde başlatılıyor.” Oldukça merkezindeki
yüksek masaya
tavanlı
ve
bağlanmış
çok
geniş
yatan
ölü
olan
laboratuarın
adamın
etrafında
konuşlanmıştı herkes. Odayı ortadan iki böldüğünüzde bir tarafta deney ekibi, diğer taraftaysa iyice aydınlatılmış bir masa ve üzerinde yatan ölü bir beden duruyordu. Ekip veri izleme ekranlarının arkasından masayı izliyordu. Đçeride beyaz önlüklü ve yüzleri koruyucu maskelerle kapalı yaklaşık on beş kişi vardı. Yarım ay biçiminde sıralanmışlardı. Artık operasyonun başlamasına saniyeler vardı: Bütün dikkatlerini tek bir tuşa odaklamışlardı ve bu bekleyişte odadaki gerilim sanki gözle görülecek derece artmıştı. “Bu
kaydı
yapan
ben
Melda
Başar,
operasyonun
idari
yöneticisiyim. Amacımız yirmi sekiz gün, beş saat ve kırk dakikadır ölü vaziyette bekleyen, otuz yaşındaki atletik erkek cesedinin, hücre yenileme işlemi sonucunda canlı konuma dönüştürülmesi ve ardından bilinç aşılama operasyonuna girişilmesidir. Ölü konumdaki bu beden, hücre 111
Ölümsüzlük Öyküleri
yenileme yöntemiyle tazelenmiş ve makineye bağlı kalarak dört gün içerisinde bitkisel hayat ortamına sokulmuştur. Vücuttaki hücrelerin kendini yenileyebilir düzeye gelmesi için geçen bu dört günlük sürenin ardından, deneyin ikinci aşamasına geçmiş bulunmaktayız. Bu aşamanın amacı ölü konumdaki bilincin canlı konuma yeniden yükseltilmesini sağlamaktır. Bunu da sinir hücrelerine bir çeşit akım vererek yapacağız.” O kadar çok bilgisayar vardı ki, kadının sesini hangisinin kaydettiğini anlamak çok zordu. En az sekiz tane de güvenlik kamerası, odanın çeşitli noktalarına yerleştirilmişti. “Bilinç aşılama deneyi istatistikleri...” dedi kadın. Hemen ardından genç bir asistanın -aynı tizlikteki- sesi kayda girdi. “Dokuzuncu deney için Ahmet Đnal isimli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bedeni kullanılacaktır. Önceki sekiz deneyin yalnızca yedincisinde mutlak başarı sağlanmıştır. Verilere göre başarısız olan ilk altı deneyin ardından artık sistem oturtulmuş ve bundan sonraki tüm deneyler için risk oranı yüzde beşin altına düşmüştür. Bilinç kazandırılan ilk denek şu an için oldukça sağlıklı ve bu verilere göre dokuzuncu denekte de bir hata payı beklenmiyor.” Laboratuardaki herkes yönetici profesöre döndü. Profesör Seçkin Bey, önündeki iri, parlak ve kırmızı renk tuşa, şu anda bütün dikkatlerin üzerinde olduğu o kilit tuşa bastı. Odanın tavanından, zemininden ve yan duvarlarından geçen şeffaf panellerdeki akım gözle görülür bir şekilde parlamaya başladı. Tüm ekibin gözü, yatan denekteydi. Olaya ilk kez tanık olanlar en ufak bir kıpırtıyı en önce görmek telaşındaydılar. Beklenildiği gibi kasılma bir anda başladı: Akımın gücüyle birlikte bitkisel hayattaki vücut
112
Ölümsüzlük Öyküleri
şiddetle kasılıyordu. Kasılma o kadar şiddetlendi ki; kollarından, bileklerinden, ayaklarından ve kafasından bağlı olmasa olduğu yerden fırlayabilirdi. Bedene verilen bütün bu şiddetli enerjiye ve kasılmalara karşın herhangi bir bilinç izine henüz rastlanmamıştı. Ekibin gergin bekleyişi ve masada gerçekleşen ürkütücü olay, laboratuarı bir korku filmi setine çevirmişti sanki. Deneyin başarısız olacağı bir fısıltı halinde yayılmaya başlamıştı. Ta ki denekten kesik kesik sesler duyulana dek...
***
Ömer şimdi mutfağın zemininde, az önce elinden düşürdüğü cam bardağın kırık parçaları arasında, o soğuk zeminde kıvranıyordu. Artık bilincini tümden yitirmişti ve sanki bedeninden uzaklaşmıştı. Fiziksel hiçbir acı yoktu, beş duyusunu da kaybetmişti ama şimdi bütün uyarıları ruhuyla hissediyordu. Bütün bu acıyı, korkunç gürültüyü, anlamsız görüntüleri,
haykırışları
hepsini
birden
beyninde
değil
ruhunda
özümsüyordu. Bedensel hiçbir his kalmamıştı geride. Artık kaos zirveye ulaşmıştı, bundan daha kötüsü olamazdı. Ama birden bütün sesler kesildi. Önünde sadece incecik tülden bir perde vardı; görmüyor, biliyordu. O perdenin, en ufak bir esintide bile paramparça olacak gibi duran o incecik duvarın ardında ölüm vardı. Sonra bir şey oldu: Boğulduğu sulardan birden kurtuluyormuş gibi, korkunç bir kâbustan uyanıyormuş gibi, yeniden doğuyormuş gibi. Bütün bu acı bir kabuk gibi sarmıştı etrafını ve şimdi sanki hapsolduğu yeri, bu kabuğu parçalayıp dışarı çıkıyordu. Uyanıştı bu.
113
Ölümsüzlük Öyküleri
Tekrar gözlerini açtı. Tepesinde parlak florasan ışıklar vardı.
***
Deney ekibindeki herkesin gözleri, heyecanla masada yatan bedene dikilmişti. Az önce ölü olan bilinçten şimdi kesik kesik sesler geliyor, hatta kesik kesik haykırışlar duyuluyordu. Haykırışlar birleşip tek bir feryada dönüştü. Bu korkunç çığlık laboratuarın duvarlarında yankılandı, odadakilerin kulaklarında metalik bir çınlama bırakarak son buldu ve tekrar başladı. Acı çekiyor gibiydi. Diğer deneylere göre verimli sonuç elde edilebilecek süre henüz dolmamıştı ve deneye başlarken verilen istatistiklerde denildiği üzere herhangi bir başarısızlık beklenmiyordu. En azından oran yüzde beşin altına düşülmüştü. “Aaaaaaaaaaaaaaaaa!” Uzun çığlık sona erdiğinde Ahmet Đnal gürültülü bir şekilde nefes almaya başladı. Öksürüyor ve hırlıyordu. Kimse konuşmuyor, yalnızca deneğin sakinleşmesi bekleniyordu. Bu sırada odadakilerin yüzünde bir memnuniyet ifadesi yayıldı ama tedirginlik de vardı. Artık yirmi sekiz gündür ölü olan birine ne sorulabileceğini düşünüyorlardı. Ölümü, ışığı görmüş müydü acaba? Adamın öksürükleri kesildi ve nefesi yavaşlayıp düzgün bir tempo yakaladı. Asistanlardan birinin bilgisayar komutuyla birlikte bağlı olan bütün uzuvları serbest kaldı. Yattığı yerden usulca doğruldu.
***
114
Ölümsüzlük Öyküleri
Ömer şimdi anlamsız gözlerle etrafa bakıyordu. Az önce evindeydi: Kızını yatırmış ve ardından korkunç bir kriz geçirmişti. Şimdiyse garip bir laboratuarda uyanmıştı. Hiçbir ağrı, az önceki krizi anımsatacak hiçbir acı hissetmiyordu ama aynı zamanda rüya olamayacak kadar gerçekti tüm bu olanlar. Karşısına dizilmiş bir sürü güneş gözlüklü ve önlüklü insan onu izliyordu. Aklını kaçırdığını hissetmeye başlamıştı ki içlerinden biri konuştu: “Ahmet Bey!” Ömer anlamsızca bakıyordu etrafa. Bu kadın neden bahsediyordu böyle. Kime sesleniyordu? “Ahmet Bey, lütfen herhangi bir şey söyler misiniz?” diye devam etti kadın. “Ahmet Bey, tam olarak yirmi sekiz gün, beş saat ve kırk altı dakikadır aramızda değildiniz. Ağır bir hastalık sonucu elli iki yaşında öldünüz. Ailenizden aldığımız izinle sizi araştırmamızda denek olarak kullandık. Şu anda nasıl hissettiğinizi aktarır mısınız?” “Sen neden bahsediyorsun? Ahmet de kim be? Nerdeyim ben?” diye merak ve korku içinde sordu Ömer. “Burası neresi kardeşim?” Kadın, profesöre bir bakış attı. Adamın söyledikleri işleri karıştırıyordu. “Ahmet Bey biliyorum kabul etmesi imkânsız bir durum. Fakat sakin olursanız eğer, gereken bilgiler size detaylı bir şekilde açıklanacaktır. Hem de en ufak bir şüphe duymayacağınız biçimde. Son derece sağlıklı bir durumdasınız ve bunu araştırmamıza borçlusunuz.” “Ne deneyi? Neresi diyorum burası?” Ömer sinir ve şaşkınlıkla karışık anlamsız duygular içerisindeydi. Onu evinden kaçırıp buraya getirmişler ve bir deney için kullanmışlardı. Peki ya o kriz ne oluyordu?
115
Ölümsüzlük Öyküleri
“Ben niye çıplağım? Siz kimsiniz?!” dedi durumunu fark ettiğinde. Đyiden iyiye gerilmiş ve sesini yükseltmişti. Kadın tekrar profesöre döndü ve Ömer’in bağırışlarına aldırmadan alçak sesle konuştu. “Bu konu henüz bir açıklık kazanmış değil. Efendim bakın, sekiz numaralı deneğin vücudundaki yaşamsal değerler son derece olumlu seviyede. Yalnız uyandırılmasının üzerinden iki gün geçmesine karşın tek kelime bile etmedi. Ölümünden öncesi hakkında bildiğimiz tek şey bekâr bir işçi olduğu. Konuşma güçlüğü var mıydı bilemiyoruz. Ayrıca herhangi bir zihinsel engeli varsa bile Yeniden Bilinç Kazandırma deneyinin ardından bu problem yenilenmiş organizmaya aktarılacak mı, onu da bilmiyoruz.” Ömer iyice sinirlenmiş bir halde bağırıyordu ama profesör ona aldırmadan, düşünceli bir şekilde kadına dönüp yanıtladı: “Demek istiyorsun ki ölümden geriye getirilen bu zihin, aslında ölen kişinin zihni olmayabilir.” “Bunu iddia edebilecek kanıtımız yok efendim. Herhangi bir şeyi iddia edebilecek herhangi bir kanıtımız yok. Ama bunu daha önceden düşünmeliydik sanırım. Đki deneği de gözlem altında tutacağız. Bakın, Ahmet Đnsel isimli bu deneğin durumu çok kafa karıştırıcı. Öldü ve şimdi tamamen bir başkası olduğuna yürekten inanıyor. Konuşması ve hareketlerindeki şiddetten bu açıkça görülebiliyor. Var olan kimliğini tamamen unutmuş durumda.” “Çok şaşırtıcı. Bir an önce gözlem altına almalıyız.” Profesör bunları söylediği sırada Ömer iyice çileden çıkmış bir şekilde haykırıyordu: “Kimsiniz ulan siz? Kızım nerde? Kızıma ne oldu?”
116
Ölümsüzlük Öyküleri
Profesör ayağa kalkıp yüksek sesle Ömer’e cevap vermeye başladı. “Ahmet Bey ya da Ömer Bey, her kimle konuşuyorsam. Öncelikle lütfen sakin olmanızı rica edeceğim.” “Ne sakini lan? Manyak mısın be adam!” Bu cümlenin ardından Ömer başını önüne eğip kendi kendine söylenmeye başladı: “Aklımı mı kaçırıyorum? Ne oluyor?” “Durumu size tam olarak açıklayabilmemiz için lütfen sakin olmaya çalışın. Aksi halde sizi zorla sakinleştirmek zorunda kalacağız.” “Lan şerefsiz, sen kimsin? Kızım diyorum. Ne yapıyor o bensiz şimdi! Onun kılına zarar gelirse hepinizi doğrarım lan itler!” “Bakın bayım, duruma hâkim olabilmeniz için sözüme kulak vermelisiniz. Şu anda bir deney merkezindesiniz. Ve-” “Ne deneyi...” Ömer bağırarak öne doğru atıldı. Deliye dönmüştü. Öfkeyle parlıyordu gözleri. Profesörün emriyle kenarda bekleyen hasta bakıcı görünümlü iki iri yapılı adam Ömer’in üzerine atılıp kollarından yakalayarak onu etkisiz hale getirdiler ve bir hemşire ona yatıştırıcı iğne yaptı. Kaosa dönmüş dünya yerini bembeyaz bir rüyaya bıraktı ve Ömer ilacın etkisiyle kendinden geçti.
***
Sirenler. Her yanı saran korkunç gürültüler. Ömer’i uykusunda dürten yoğun bir rahatsızlık. Yavaş yavaş kendine gelmeye başlıyor, aynı zamanda gözleri -çok fazla uyumaktan olsa gerek- acıyordu. Algısı ve duyuları yerine oturmaya
117
Ölümsüzlük Öyküleri
başladıkça
sesler
hayalden
gerçeğe
doğru
belirginleşiyor
ve
şiddetleniyordu. Sonunda kendine gelip uzandığı yerden doğruldu. Güvenliği yüksek bir hastane odasında olduğu belliydi. Fakat kapı açıktı. Her yandan deliler gibi alarm sesleri geliyor, kırmızı lambaların uyarı ışıkları bir yangın misali duvarları boyuyordu. Dönüyor ve dönüyorlardı çalan sirenlerle birlikte. Kendi üzerine baktı. Bir hasta elbisesi içindeydi. Uzun, tek parça ve etekli olanlardan. Ayağa kalkıp kapıya yürüdü ve kafasını koridora doğru uzattı. Boştu. Yürüdü ve yürüdü. Kimsecikleri göremiyordu geçtiği koridorlar boyunca. Ta ki bir laboratuarın önündeki kalabalığı görene kadar. Herkes içeriye bakıyordu. Öylesine dikkat kesilmişlerdi ki, kimse Ömer’i fark etmedi. Tam arkalarına gelip kafasını uzatarak içeriye bakmaya çalıştı o da. Profesörü ve birkaç gün, birkaç saat -ne kadardır uyuduğunu bilmiyordu- önce onunla konuşan kadını görebildi zar zor. Bir adam vardı. Profesörü boynundan yakalamıştı. Bir şeylerin ters gittiği belliydi. Đçeriyi izleyen kalabalıktan biri Ömer’i fark etti. “Đçeri girmen lazım dostum. Git bir şeyler söyle ve şu manyağı sakinleştir!” Ömer cevap verme fırsatı bulamadan, birkaç kişi daha dönüp lafı ağzına tıkayarak deney alanına ittiler onu. Ne olduğunu bile anlamadan, bu kâbusa ilk uyandığı laboratuarın ortasında buldu kendini. Genç bir adam vardı ve profesörü boğazından yakalamıştı. Elindeki sivri aleti adamın gırtlağına dayamış ve yüzünü kurbanının kafasının ardına
118
Ölümsüzlük Öyküleri
gizlemişti. Yalnızca öfkeli gözleri seçiliyordu. Aynı zamanda bir korku hâkimdi o iki tekinsiz yuvarlağa. Ömer’le vaktinde ilk konuşmayı yapan kadın yaralı bir şekilde ikilinin birkaç metre uzağında duruyordu. Ellerini yalvarır gibi öne doğru uzatmıştı. Vücudunuysa bu manyaktan gelecek herhangi bir darbeden korumak için geride tutuyordu. Bir yandan da yalvarıyordu: “Sakin ol! Lütfen sakin ol. Ne yaptığını bilmiyorsun. Đnan bana bilmiyorsun,” diyordu. “Ne yaptığımı biliyorum kadın. Bana bulaşma. Bırakın gideyim yoksa bu kel herifi gebertirim. Yeminle gebertirim.” Ömer için bir kaos bitmeden diğeri başlıyordu. Kendini bir akıl hastası gibi hissetmekten alamıyordu. Mutfaktaki baş ağrısından sonra yaşadığı hiçbir şeyin anlamı yoktu zaten. Geldiği bu yere bir anlam veremezken, şimdi de bu adam çıkmıştı ortaya. Kendini toparlamaya çalıştı. Hayal de olsa gerçek de olsa şu anda bir adam bir başkasını rehin almıştı ve durum ciddi görünüyordu. Ansızın o ciddi gözler Ömer’i fark etti. “Kardeşim gel. Bana yardımcı ol. Çıkalım bu kodumunun yerinden. Bu manyaklar bizi öldürmeden ve üstümüzde sapık deneyler yapmadan tüyelim. Anlıyor musun?” Kadın da Ömer’ e döndü. “Hayır! Dinleme onu. Aklını kaçırmış durumda. Ne yaptığını bilmiyor.” Ömer ruhsal dengesini iyice yitirmek üzereydi. “Burada ne bok olduğunu söyleyin bana. Aklımı mı kaçırdım? Bir an önce anlatın. Seni tanımıyorum manyak herif. Ve sen kadın… Kızım nerede? Ben
119
Ölümsüzlük Öyküleri
neredeyim? Bir an önce burada olan biteni anlat hemen. Yoksa bu sapıktan önce ben çıldıracağım.” Sapık atıldı: “Ne olduğunu ben söyleyeyim. Bu doktor bozuntuları bize her ne yaptılarsa şu anda gencim. Daha önce yaşlı ve sakattım. Sokaklarda yatıyordum. Sonra bir kriz. Ve hop! Şimdi buradayım. Anlıyor musun? Yaşlıydım. Sakattım. Şimdi gencim. Anlıyor musun?” Deli gibi gülmeye başladı. Kadın araya girdi: “Ahmet Bey beni dinley-” “-Ahmet kim ulan? Benim adım Ömer...” “Ömer Bey! Tamam, Ömer Bey!” Kadın şimdi yalvarıyordu. “Lütfen beni dinleyin. Burada bir deney yapıldı.” Gözü kapıdaki güvenliklere takıldı. Đçeri girmişlerdi. Silahları profesörü rehin alan adam doğrultulmuş bir halde gergin bir şekilde kıpırdanıyorlar ancak bir şey yapamıyorlardı. Ömer onlara baktıktan sonra tekrar kadına döndü. “O anasını sattığımın deneyini açıklayın bana.” Diğer denek araya girdi: “Kardeşim bırak bu orospuyu. Buradan birlikte kaçalım. Ölmek umurumda bile değil. Anlıyor musun? Gencim. Sen de yaşlı mıydın önceden?” “Kes sesini be geri zekâlı! Kadın sen de konuş artık.” “Bakın Ömer Bey burada bir deney yaptık ve-” “BANA KAFAYI MI YEDĐRTMEK ĐSTĐYORSUN? ANLADIK DENEY YAPTIĞINIZI. ANLAT ŞU OLAYI ARTIK!” Kadın korkuyla gözlerini kapayıp ağlamaya başladı. Bir yandan da anlatıyordu şimdi: “Siz aslında ölüydünüz. Yani Ahmet Đnsel’diniz. Biz Ahmet Đnsel’in cesedini yeniden canlı konuma getirdik. Yani vücudu
120
Ölümsüzlük Öyküleri
artık ölü değildi. Yaşıyordu. Biz yaptık. Hü-hücre yenileme. Hücreler yeniden çoğalırlar. Çoğalırlar yeniden.” Elleriyle havada şekiller çizerek anlatıyordu. “Sonra ölü beden canlanır ama bilinç yoktur. Bitkisel hayat. Ne olduğunu biliyor musunuz?” “Biliyoruz biliyoruz. Devam et.” “Bi-bitkisel hayattaki insanın beyni ölüdür. Deneyin asıl amacı ölü zihni canlandırmak. Ölmüş bi-bir beyne yeniden hayat vermek. Öl-” “Ölüyü diriltmek mi?” Ömer afallamıştı. “Yeniden doğdum, anlıyor musun? Burada kalmaya niyetim yok. Beni fare gibi kullanamazlar.” “Ama ben ölü değildim manyak kadın.” Diğer denek yokmuş gibi kadınla konuşuyordu Ömer. “Benim bir ailem var. Ben yaşıyordum. Đstanbul’da oturuyorum. Karım trafik kazasında öldü. Bir kızım var. Şu anda onun yanında olmalıydım. Ölmediğim halde nasıl bu vücutta dirilebiliyorum? Buradaki herkes aklını mı yitirdi!” “Ömer Bey bu-bunu biz de bilmiyoruz. Ahmet Đnsel’in bedeni ölüydü. Onu hayata döndürdüğümüzde siz geldiniz. Burada bir karmaşa var. Ba-bakın, sizin hatırladığınızı sandığınız geçmişiniz aslında tamamen bir hayal olabilir. Gerçek olabileceğine dair hiçbir kanıt yok elimizd-” “Ne hayali be kadın! Ev telefonum 0212 988 16 58. Vatandaşlık numara 17898745698. Bütün bunları hayal etmiş olabilir miyim sizce?” “Ev adresine birlikte gidelim dostum. Misafirin olurum anlıyor musun?” “Bunu biz de bilmiyoruz, inanın. Eğer önceki hayatınıza dair hatırladıklarınız gerçekse Ahmet Đnsel’e ne olduğu bir muamma. Đnsanlar öldüklerinde bilinçleri yer değiştiriyor demektir bu. Şu anda Ahmet
121
Ölümsüzlük Öyküleri
Đnsel’e dair herhangi bir bulgu yok. B-bakın bu adam; bu adam aslında söylediğine bakılırsa eskiden yaşlı biri olmalı. O da sizin gibi farklı bir hayatı olduğunu iddia ediyor. Ahmet’in ve ölen gencin bilinçlerinin tamamen yok oluşu bunu açıklıyor gibi görünüyor. Ancak yeterli değil. Çü-çünkü siz ölmediniz. Yaşadığınızı iddia ettiğini hayatta yani. Ölmediğiniz halde bu bedene gelmiş olmanız mantıksız.” “Yoksa bir sonraki bedenimiz önceden belirlenmiş mi oluyor? Dediğimi anlıyor musun?” Pis pis sırıttı adam. “Ölmekten korkma öyleyse.” “Ne saçmalıyorsun be manyak?” Ömer düşünmeye çalışırken araya giren bu delinin sesi kafasını karıştırıyordu. “Anlamıyor musun kardeşim? Bizler tehlikeli denekleriz. Bizi yaşatırlar mı sanıyorsun? Bu dakikadan sonra bir saniye durmazlar. Öldürürler bizi. Anlıyor musun? Öldürürler diyorum. Mortu çekeriz. Beni dinle. Ya buradan birlikte çıkarız ya da ikimiz de ölürüz.” “Saçma. Sa-saçma. Böyle bir şey olmayacak. Ömer Bey. Bu söz konusu bile olamaz.” Kaos üstüne kaos her şeyi anlamsızlaştırıyordu. Ömer kontrolünü kaybediyordu. Tüm bunların hiçbir anlamı yoktu. Ölümden sonra dirilmek… Hem o ölmemişti ki, sadece başı ağrıyordu. Neyin gerçek olduğuna karar veremiyordu. Yoksa hepsini uyduruyor muydu, aslında gerçek adı Ahmet olabilir miydi? Eğer kadının söyledikleri doğruysa, anımsadığı her şey yalandı. Ama ya kızı, zihninde yankılanan bu kelime? Hayal ürünü olamayacak kadar can yakıcıydı. Gözleri yaşarmaya başladı. Ruhsal denge diye bir şey yoktu artık bedeninde. Mantıklı düşünme yeteneğini kaybediyordu. “Hanımefendi,
122
Ölümsüzlük Öyküleri
ben kızıma dönmeliyim.” Önce yalvarır gibi oldu, ardından da ağlamaya başladı. “Lütfen bana yardımcı olun. Kızım bensiz yapamaz. O – tek başına. Lütfen! Lütfen!” Gözyaşları aralıksız akıyordu. “Kardeşim yaklaş ona. Ben bunu, sen onu. Bu rehinelerle buradan çıkarız. Yakala şu yavruyu!” Ömer kadına doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Manyağın sesini duymuyordu. Ağlıyor ve yardım istiyordu. “Lütfen bana yardım edin hanımefendi.” Ancak kadın korkmuştu. Ömer yaklaştıkça ihtiyatlı bir şekilde geriye çekiliyordu. Güvenliklerden biri bağırdı: “Kadına yaklaşma! Uyarıyorum, kadına yaklaşma!” Ömer aklına hükmedemiyordu artık. Bir tür duygu patlamasıydı bu. Yürümeye devam etti. “Hadi kardeşim. Tut şu yavruyu. Kaçalım ha!” “Lütfen bana yardım edin. Kızımı görmeliyim...” “Dur diyorum sana. Bir adım daha atma.” “Tut onu kardeşim...” “Dur yoksa ateş edeceğim!” “Kızım-” “Dur be herif duuur!” “Kı-” Silah sesleri odayı doldurdu. Kurşunlar Ömer’i vurmaya başladığı anda diğer denek elindeki sivri nesneyi profesörün gırtlağına sokmuştu.
123
Ölümsüzlük Öyküleri
Bütün güvenlikler silahlarını ona çevirdiler ve koca laboratuarı mermi sağanağı doldurdu. Profesörü
öldürürken
bağırıyordu
manyak:
“Nasılsa
ölmeyeceğiiiiiimmmaaaaagggghhhhs...” Vücudunda sayısız delik açıldı ve ardındaki duvara kadar sendeledi. Ömer de mermilerin etkisiyle yere yığıldı. Etrafta olan biteni sisli bir perdenin ardından izliyordu şimdi. Son bilinç kırıntıları da kaybolurken gözlerinin önündeki dünya karıncalanmaya başlamıştı. Karıncalar çoğaldı, çoğaldı. Yavaş yavaş her şey derin bir karanlığa gömüldü. Bir yokluk ve hiçlik sardı her yanı.
124
HÜSEYİN EMRE COŞKUN “MAVİ’DE BİR KUĞU”
Ölümsüzlük Öyküleri
“Hadi, daha fazla! Daha fazla çalışın!” diye seslendi gür sakallı esmer adam. Sesinde ustabaşı olmasının getirdiği o gereksiz kibir vardı. Elini kaldırıp önündeki işçiye şehrin dışındaki ormanlığa ağaç kesimi için gitmesini emrettikten sonra yavaşça yürümeye başladı. “Buyurun efendim,” diyerek elindeki dosyayı ustabaşı Yusuf’a verdi. Başından sonuna kadar isimlerle dolu olan dosyada kimin ne iş yaptığı ve hangi zaman aralıklarında çalıştığı yazılıydı. Yusuf dosyayı ayrıntılı bir şekilde incelemeye başlamışken, dosyayı veren genç adam, “Projenin bitirilmesi için bize verilen sürenin sonuna gelmek üzereyiz efendim. Fakat inşamız tam olarak bitmiş değil ve şehirde başlayan salgın hastalık birçok işçimizin ölümüne sebep oldu. Bu yüzden yeni işçi alımlarıyla inşamıza devam etmeliyiz,” dedi. Yusuf listede üzeri çizili isimlere baktı. Bir hayli işçi son bir haftadır işe gelemiyordu. Bu pek gözüne çarpmamıştı çalışırken. Öylesine yoğun çalışıyordu ki, yorgunluk onlarca işçinin gelmediğini fark edememesine neden olacak kadar kör etmişti onu. Morali bir hayli bozulmuştu. Son zamanlarda patronunun Nuh’a başkaldırması ile yaşadıkları zorlukları düşündü bir an. Tek tanrının varlığını iddia eden bir kaçık bütün işlerinin ertelenmesine yol açıyordu. Şehirde baş gösteren su kıtlığı ve salgın hastalıklar inşaya büyük zarar verse de yapım hiçbir zaman durmamıştı. Yaklaşık beş aydır devasa bir geminin inşası için çalışıyorlardı. Geminin yapılış sebebi büyük bir sır olarak saklansa da, gemide çalışan birkaç işçi konuşulanlara kulak misafiri olup yapılış sebebini herkese yaymıştı. Fakat işçiler kendi hayatlarını düşündükleri için bunu dile getirmiyordu.
126
Ölümsüzlük Öyküleri
Patronu Abraham bir filozoftu. Belki de tarihin akışını değiştirecek sayısız eseri vardı ve aynı zamanda harika bir mühendisti. Zaten bu devasa geminin inşası onun çizimleri olmadan yapılamazdı. Bırakın gemi yapmayı, onsuz bir kadırga bile yapmak zordu. Şehrin denizle bir bağlantısı yoktu; sadece geniş bir akarsu ile okyanusa bağlı bir kol şehrin yakınında bulunuyordu. O da fazla şiddetliydi ve zamanın gemilerinin bu engeli aşması çok zordu. Hayatını, servetini bu projeye adamış olan Abraham’ın aradığının doğunun o muhteşem zenginlikleri olduğunu düşünülüyordu. Yüzlerce yıl sonra yapılacak coğrafi keşifleri şimdi yapmak isteyen bu ileri görüşlü filozofun tek istediğinin altın olduğunu düşünen işçiler ve halk, ‘kendilerinin de bu servetten pay sahibi edileceğinin’ düşüncesiyle yanıp tutuşuyordu. Fakat halkın önünde büyük bir engel vardı. Nuh’un yarattığı ve işçi sınıfında doğan akım giderek büyüyor, Abraham’ın projesi için büyük bir tehdit oluşturuyordu. Adamın söyledikleri uçuk kaçık ve gerçek dışı şeyler olduğu için zengin kesim bu düşünceye pek itibar göstermiyordu, fakat ezilen toplumda büyük yankı bulmaktaydı. Tüm düşüncelerini birden unutmaya çalışıp Abraham’a gitmek için yola çıktı. Yeni işçi alımını görüşecekti onunla.
***
“Merhaba efendim,” dedi ve uzun boylu sarışın adamın yanına gidip usulca eğildi. Ardından başını kaldırıp tekrar selamladı efendisini ve işçi alımını anlattı. Abraham büyük bir sakinlikle onu dinledi ve ardından yaptığı bir el işaretiyle bu alımı onayladı. Yusuf usulca
127
Ölümsüzlük Öyküleri
efendisine selam verip ihtişamlı odadan sonra Abraham düşüncelere daldı tekrar. Aradığı şeyi, hamile bir kadının çocuğuna olan özlemi kadar çok istiyordu. Ama aradığını bulması için acele etmemesi gerekiyordu. Rahimdeki bebeğine erkenden kavuşmak isterse bebeğinden olurdu bunu çok iyi biliyordu. Đnsanlığın yüzyıllardır aradığını arıyordu Abraham. Yıllardır süren arayışını çok eski bir kütüphanenin tozlu raflarında bulmuştu. Veya kader götürmüştü onu oraya. Kader o kitabı bulmasını istemişti. Her ne kadar bir filozof olarak kadere inanmasa da; içinde bulunduğu karmaşık durum kendi sonuna olan merakını körükleyerek onu korlaşmaya mahkûm bir alev gibi kasıp kavuruyordu. O kitabı bulduğu gün geldi aklına. Oturduğu koltuktan yavaşça kalkarak odasındaki pencereye yöneldi. Güneşin parıltısı altında o günü hatırlıyordu… O zamanlar bulunduğu topluma yön vermek için yazdığı ‘Tanrıtanımazlığın 1001 Esası’ adlı kitabının araştırmasını yapıyordu. Her sabah erkenden kalkıyor; şehrin dışındaki, yıkık dökük bir şekilde duran, bir kütüphaneden daha çok harabe bir köşkü andıran, zamanın bilgeliğini içinde barındıran bu kütüphaneye geliyordu. Yaklaşık beş yüz yıl önce başlayan çeşitli felsefi akımları inceleyen Abraham, bütün kitapları ayrıntılı bir şekilde tarıyor, eserinde yer vermek istediği cümlelerin altını çiziyor ve kâğıtlara not tutuyor, bazen de kitapları kütüphaneden alarak kendi arşivine ekliyordu. Yaptığı bu titiz çalışma şüphesiz harika bir eseri ortaya çıkarmasına vesile olacaktı fakat yine araştırma yaptığı bir gün gördüğü bir kitap tüm bu yaptıklarını adeta Abraham’a unutturmuş, onu yeni bir düşünceye sevk etmişti. ‘Yok Oluşa Bir Çare’ adlı kahverengi kapaklı bu kitap onu kendinden almıştı adeta.
128
Ölümsüzlük Öyküleri
Bütün çalışmalarını bir kenara bırakıp kitabı okumaya başladı. Her yeni sayfada daha fazla şaşırıyor, kitabın içine daha fazla sürükleniyordu. Yaklaşık bin sayfalık kitabı birkaç günde bitirdi ve yapacağı yeni iş için kolları sıvamaya başladı. Bunun için oldukça büyük bir sermaye gerekiyordu ve Abraham buna fazlasıyla sahipti. Kitabı bitirdikten sonra, birkaç cümle not almıştı. Ve hedefine ulaşmak için bu nota sürekli göz atıyordu. Son derece sade ve gösterişsiz masasının üzerinde duran kâğıdı kaldırarak yüksek sesle okumaya başladı. “Yüzyıllar boyunca aranan sırra vakıf olabilmek içindir bu çaba. Sonsuz maviliğin ardında saklıdır Azrail’in silahı ve o engin maviliğin üstünden gider o silaha geniş kanatlı kuğular. Tüylerinde saklıdır onların maharet. Her bir kanadında onları silaha götürecek ve sonsuza ulaştıracak olan sihir ancak ve ancak ormanın içinde saklıdır. Ve ulaşılan silah öyle muazzamdır ki. Bir insanı edebi yapar bu fani hayatta…” Kâğıdı masaya bırakarak hayallere daldı…
***
Kitabın kısa özetiydi bu. Ne tuhaftır ki, bütün kitapta anlatılanlar son bir sayfada birkaç cümleyle dile getirilmişti. Yapacağı şey çok açıktı ve bunu nasıl yapacağı da… Ölümsüzlüğe ulaşabilmek için geniş kanatlı kuğuları -gemileri- kullanacaktı. Kitapta bu ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştı. Zaten Abraham’ın mühendislik yeteneği bu kitaptan geliyordu. Ondan edindiği bilgiler ışığında tasarladığı gemisi ve ulaşmak istediği ölümsüzlüğe gitgide yaklaşırken.
129
Ölümsüzlük Öyküleri
Halka da altın ve bol miktarda para vaat eden Abraham’ın planında iyi gitmeyen tek şey, Nuh’tu. Fakir halkın ve kölelerin desteğiyle gitgide güçlenen Nuh, kendisi için büyük bir tehdit oluşturuyordu. Eğer hâlâ bir filozof olsaydı Nuh’la halkın önünde hiç çekinmeden tartışabilirdi, fakat tek tanrıya inanan bu tuhaf adamın yaptıklarına gülmekle yetiniyordu sadece. Kendisi inşasını bitirip açık denizlere yol aldıktan sonra Nuh tüm dünyayı etkisine alsa yine de umurunda olmayacaktı. Adam fikirlerini açıklamaya başladığından beri şehirde bir sürü felaket baş göstermeye başlamıştı. Salgın hastalıklardan arı saldırılarına, ani yağışlardan hiç bitmeyen dolu yağmurlarına kadar bir sürü sorunu beraberinde getirmişti Nuh. Fakat hiç beklenmedik bir şekilde Abraham’a yakın davranıyordu – her ne kadar Abraham ile zıtlaşsalar da. Özellikle şu son işçi alımlarında, Nuh’un müritlerinin tamamının bu işe başvurması Abraham’ın kendisiyle dalga geçtiklerini düşünmesine yol açmıştı. Fakat zorunluluktan adamlar işe alınmıştı ve dürüst olmak gerekirse işlerini de oldukça iyi yapıyorlardı. Evinden çıkıp geminin inşasının yapıldığı yere gitmeye başladı Abraham. Đnşanın bitmesine günler kalmıştı. Ve ulaşacağını düşündüğü ölümsüzlük, onu günden güne yitip bitiren hastalığına karşı yenilmez bir asker yapacaktı. Binlerce yıl yaşayacaktı, tarihe ve insanlığa yön verecekti; insanlar ona tanrı diyeceklerdi. Önünde secde edeceklerdi. Tüm bu hayaller Abraham’ın iştahını kabartıyordu. Hızlıca inşaat alanına gidip muazzam eserine baktı. Doğmak üzere olan bir bebeği anlatıyordu sanki gemi. Đçinde sakladığı büyük bir hüzün vardı ve annesinin rahminden çıktığı gibi feryadı basacaktı. Yalnız
130
Ölümsüzlük Öyküleri
Abraham’ın unuttuğu bir şey vardı: O bebeğin çığlığı hiçbir zaman kulaklarından gitmeyecekti…
***
Yüzlerce halatın arasında saklı gemi ve üzerinde çalışan yüzlerce kişiyle
dev
eserini
yakınlaşmanın
inceleyen
mutluluğunu
Abraham
yaşıyordu.
gün
geçtikçe
hayaline
Tekrar
hayal
kurmaya
başlayacaktı ki Yusuf’un o kalın sesini duydu. “Efendim, Nuh’un müritlerinden birisi sizinle konuşmak istiyor. Dediğine göre size Nuh’un söylediklerini iletecekmiş.” Abraham, gencin bu ilginç sözleri karşısında sessiz kalmayarak işçiyi davet etti. Yusuf’un arkasından gelen kısa boylu genç başını öne eğerek Abraham’ı selamladı ve konuşmaya başladı. “Merhaba efendim, af buyurun. Size efendimiz Nuh’un söylediklerini anlatmaya geldim. Efendimiz sizi Tanrı’ya inanmaya davet ediyor. Eğer bu konuyu uzun uzun görüşmek isterseniz sizinle görüşmeyi düşünen efendimiz, size selamlarını iletip bizleri işe aldığınız için ayrı bir minnettarlık duyuyor.” Abraham delikanlıyı dinledikten sonra teklifi sakin bir şekilde geri çevirdi. Aksi takdirde elindeki işçileri kaybedebilirdi ve bu, geminin inşasında büyük bir problem yaratırdı. Genci göndererek tüm ihtişamıyla dikilen eserine tekrar baktı. Çizimlerini bizzat kitaptan aldığı şaheser, önlerden oldukça içe basık görünüyordu. Uzun ve artık iskelet olmaktan çıkan gövdesinin sert ahşapla birleşimi adeta bir sanat eseri yaratıyordu.
131
Ölümsüzlük Öyküleri
Kıç taraf ise oldukça büyüktü. Önden gelen dalganın etkisini kıç taraftan azaltmak için yapılmış olsa gerek gemiye yapılmış büyük bir eklenti gibi duruyordu. Karşısında duran Yusuf, ona uzunca bir süre baktıktan sonra, “Efendim, inşanın üç gün içinde bitmesini planlıyoruz. Bu zaman zarfında gemiyi nehre aktaracak kızaklar da bitmiş ve yağlanmış olacak. Geminin hacmi oldukça büyük olduğu için, besinleri kurutarak koymak doğru olmaz efendim. Güvertenin en alt katında ayırdığımız bölümleri hayvanları saklamak için kullanabiliriz. Tabii sizin de izniniz olursa, yiyeceğimiz besinleri gemide canlı olarak tutmak isteriz. Aynı zamanda bunu yaparak denizcilik tarihinde bir ilke imza atmış oluruz.” Adamın bu akıl dolu konuşması Abraham’ı fazlasıyla memnun etmişti. Yüzünde küçük bir tebessümle Yusuf’un dediklerini onaylayan adam, başını gökyüzüne kaldırarak uzun uzun baktı. Tüm güzelliğiyle parıldayan güneşe takılmıştı gözleri. Gururla seslendi: “Yakında benim olacaksın!” Geminin nehre kaydırılması için hazırlanan kızaklar tamamen bitmişti ve geminin dışı yeni cilalanmış bir ahşap gibi parlıyordu. Sadece iç dekorda birkaç küçük düzenleme yapılıyordu. Muazzam bir teknolojisi olan bu gemi, yaklaşık on iki metre yüksekliğinde bir yelkene sahipti ve yanlara doğru açılan sağ ve sol tarafta bulunan beşer kürek geminin açık denizde yol almasını sağlayacaktı. Son bir gün kalmıştı artık. Sonsuza giden yolculuğa ulaşırken başlayan son zaman kavramı belki de ‘bir gün’dü. Tuhaftır ki, geminin inşasında devamlı ve titizlikle çalışan Nuh’un müritleri son gün işten kaytarmışlardı. Büyük olasılıkla Abraham’ın
132
Ölümsüzlük Öyküleri
gövde gösterisinden kaçınıyorlardı fakat bu geminin inşasında kendileri de rol almıştı. Tuhaf insanlar, diye geçirdi içinden. Ölümsüzlüğe gidecekti artık. Mavi denizlerin arkasındaki o esrarengiz bilinmeze. Ya bulamazsa… Bu olasılığı çok düşünmüştü. Şüphesiz bu ömrünün sonu olacaktı. Onlarca işçi para isteyecekti ve bir sürü sorun çıkacaktı. Bunu düşünmek bile istemiyordu. Hava da oldukça soğumuştu. Küçük taneler halinde başlayan yağmur gittikçe şiddetlenip sağanak haline dönüşmeye başlamıştı. Neden sonra anlam veremediği bir ses duydu. Geminin halatları koparılıyor,
bir
gün
sonra
yapılması
beklenen
açılış
şu
an
gerçekleşiyordu. Hayretler içerisinde bakakaldı. Kızaklar büyük bir hızla gemiye yaklaştırılmaktaydı. Tüm bu şaşkınlığın içinde ensesine yaklaşan yumruktan habersiz gemisine bakmaktaydı. Bayılmadan önce son gördüğü, geminin suya iyice yaklaştığı oldu.
***
Yanına yaklaşana dikkatli gözlerle baktı. Kendisiyle konuşan Tanrı, meleği aracılığıyla bir kitap göndermişti. Tuhaftır ki meleğin kendisine verdiği kitap bir din kitabı değildi ve gemi inşasını ve ölümsüzlüğü tarif ediyordu. Kendisine insan görünümünde gelen meleğe minnetlerini sunarak onu dinlemeye başladı. “Bu kitabı Abraham’ın gittiği kütüphanede onun görebileceği bir yere koymalısın. Tanrı’nın bütün gizemiyle yazdığı
133
Ölümsüzlük Öyküleri
kitaba Abraham kolayca inanacak ve kendisini ve bütün sermayesini geminin yapımına adayacak. Gemi inşası bittiğinde Tanrı kör kavime felaket getirecek. Her yeri su basacak. Ve sizi bundan Abraham’ın gemisi kurtaracak. Tek yapman gereken Abraham’ı bu inşaya inandırmak.” Ne kadar da dâhiyane bir plandı! Nuh’a inananlar genellikle fakir insanlardı ve devasa bir gemi inşa edebilecek sermayeye sahip değillerdi. Bu gemiyi Abraham’a yaptırmak gayet mantıklıydı. Şan ve şöhret tutkunu bir insanı kandırmak zor olmayacaktı. Evinden çıkarak kütüphaneye doğru yol aldı. Montunun içinde kabaran kitap belki de tarihe yön verecekti…
***
Uyandığında bomboş bir odada yapayalnız olduğunu gördü Abraham. Gözlerini hızlıca ovaladıktan sonra ayağa kalkarak odada dolaşmaya başladı. Oda hafifçe sağa sola sallanıyordu sürekli. Az sonra kapı açıldı ve içeriye yaşlı bir adam girdi. Kendinden emin ve karşısındakine de güven veren bir tavrı vardı. Bir gün önce oğlunu azgın sulara feda etmiş bir babaya benzemiyordu. Karşısında duran bilge tavırlı bu adam yavaşça yürüdü ve elini Abraham’ın omzuna attı. “Gel değerli kardeş, sana şükranımızı sunalım.” Abraham bu beklenmedik tepkiye karşılık veremeden, adam kendisini kolundan nazikçe çekerek dışarı çıkardı. Merdivenleri yavaşça geçtikten sonra geminin ana bölümüne ulaştılar. Uçsuz bucaksız bir deniz görünüyordu. Tüm yaşamını karada geçirmiş bir insana göre fazla maviydi dünya.
134
Ölümsüzlük Öyküleri
Abraham yanında duranın Nuh olduğunu çoktan anlamış olsa gerekti. “Kitabı sen koydun, değil mi?” diye seslendi karşısında duran adama. Nuh’un yüzünde bir tebessüm belirdi. “O kitap senin hayatını kurtardı. Bu gemiyi inşa ettiğin için Tanrı günahlarını affetti ve sana yeni bir hayat bağışladı. Eğer kitabı oraya koymasaydım, sen şu an cesetleri bile bulunamayacak o helak olmuş kavmin içinde olacaktın. Tanrı’nın sevgili kuluymuşsun Abraham.” Oldukça sakin ve huzurlu görünüyordu Nuh. Her ne kadar görevlendirildiği kavim helak edilse de, yine de yanına tanrıya inanan onlarca kişi almıştı. Abraham tüm bu şaşkınlığı üstünden atmaya çalışırken kaybettiği şeylerin şokunu yaşıyordu. Serveti, kitapları… Hepsi yok olmuştu. Bir an Tanrı’ya isyan etmek istedi. Ama onun bağışlayıcılığı karşısında da oldukça şaşkındı. Ne yani, Tanrı’ya inanıyor muyum artık? Hayır hayır. Bu olası değil. Olası değil de ne, burada olanlar ay ve güneş kadar gerçekti. Kafası allak bullak olmuştu. Nuh az önce yaptığı gibi narince kolunu tuttu ve geminin ahşap zemininde yürümeye başladılar. “Endişeni ve kaygını anlıyorum. Burada bizimle olduğun için çok şanslısın. Birkaç hafta bu gemide kalacağız. Bu süre zarfında Tanrı’ya inanmaya çalış. Benim bu kavime O’nu anlatma görevim bitti. Tanrı’ya kendin inanmalısın. Üzgünüm, benim görevim buraya kadar.”
135
Ölümsüzlük Öyküleri
Nuh’un bu üzgün konuşması Abraham’ın üzerinde hatırı sayılır bir etki yaratmıştı. “Bu yaşadıklarınızı kâğıda dökmek isterim efendim,” dedi Nuh’a. Abraham’ın gösterdiği teklifin yanı sıra, kendisine ‘efendim’ diyip bir nevi biat etmesi Nuh’u mutlu etmişti. Hafifçe tebessüm ederek Abraham’a döndü. “Tanrı senin günahlarını affetsin ve seni Cennet’ine alsın. Sen Tanrı’nın sevgili kulları arasındasın,” dedi.
***
Hayallerini kaybetmişti Abraham. Geleceğini, geçmişini; her şeyi geride bırakmıştı. Her şeyden vazgeçmişti. Geminin rutubet kokan odasında kaleme aldığı birkaç satır, tarihe ışık tutacaktı. Ve ne yazık ki hiçbir
insan
Abraham’ın
ölümsüzlük
hayallerinden
haberdar
olamayacaktı. Kitaplarında yazdıklarından da… Onu Abraham yapan değerleri kaybetmişti. Yeni bir hayatı vardı artık. Kalemi yavaşça kaldırıp mürekkebe batırdı. Derin bir nefes alarak yazmaya başladı. Belki de ölümsüz olmanın tek yolu yazmaktı. Güldü bir süre, kendisine. Ölümsüzlüğü arayıp kaybettiğini düşündüren Tanrı, ona yeni hayatını ve kitapta vaat ettiği gibi ölümsüzlüğü vermişti. Başını öne eğdi ve yazmaya devam etti…
Tanrı, Nuh’u o kör kavmin içinden bir elçi olarak seçti. Nuh, kavmi Tanrı’ya inanması için ikna etmeye çalıştı yıllarca. Đlk önce Tanrı’nın lütuflarını gösterdi, ardından bu lütuflara
136
Ölümsüzlük Öyküleri
inanmayan kör kavim şerrini gördü O’nun. Her biri hasta oldu, topraklarında ekin bitmez oldu, her yeri arılar ve çekirgeler bastı. Helak olan kavim bu olayların karşısında yine de Tanrı’ya boyun eğmedi ve Tanrı onlara son bir ceza verdi. Hepsini azgın suların altında bir karınca tanesi gibi ezdi. Sadece Nuh’a inananlar onunla birlikte Nuh’un müritlerinin inşa ettiği gemiye bindiler ve bu felaketten kurtuldular. Tufan bittikten sonra yaşamlarını
devam
ettirmeleri
için
gemilerine
aldıkları
hayvanları doğaya saldılar ve eski yaşamlarına geri döndüler. Günahların işlendiği eski kırmızı toprak, yerini saf bir çamura bırakmıştı. Đnsanın yaradılışı kadar saf ve bir o kadar çamurdu yeni hayat. Her şey geride kalmıştı artık: Günahkâr kavim yok olmuş, yerini Tanrı’nın sevgili kulları almıştı…
Kalemi bıraktığında ölümsüzlüğe ulaşmanın o derin hazzını tadıyordu. Belki de başından beri aradığı buydu. Kalemi elinden bırakmadan önce sayfanın en altına tarih boyunca anılacak iki sözcük karaladı… “Nuh Tufanı”
137
OZANCAN DEMİRIŞIK “AKTAR’IN ÖYKÜSÜ”
CEHALET Bir canavardı Cehalet! Dünyadaki en korkunç canavar. Buzul ruhlarında barındırdıkları ölümsüz gölgeleri, başka canlılara, başka mekânlara taşıyabilmeleriydi nefes almalarının tek sebebi. Đnsanoğlunun elde ettiği tüm bilgileri, ürettiği tüm hayalleri kendi zehirleriyle kuşatmak ve onları yok etmekti yegâne amaçları… Ve bu canavarı yaratan bir günahtı. Tek bir günah! Yaratılıştan beri işlenen en büyük, en trajik günah… Tazecik Dünya’ya ayak basan ilk insanın, yüceler yücesi Hazreti Âdem’in işlediği günah. Cennet’teki günlerinde büyük bir sıkıntı içindeydi Âdem. Kendini bir bütün gibi hissedemiyordu bir türlü. Eksik bir şeyler vardı; ruhunda ve yüreğinde uçsuz bucaksız bir kara delik, devasa bir çukur… Tek arzusu heyecan duymaktı ama bu duyguya yer yoktu boğucu hayatında. Yüce Allah onu karanlık ve aydınlığın bileşiminden yaratmıştı; içine iyilik ve kötülüğü, sadakat ve ihaneti, sevinç ve hüznü beraberce yerleştirmişti… Yalnızca saf iyilikle çevrili bir evren Âdem’e göre değildi! Karanlığın soğuk alevlerini bünyesinde toplamış Đblis’in varlığı bile işleri değiştiremiyordu. O bambaşka bir şey düşlüyordu. Hiçbir koşulda iyilik taşıyamayacak, hiçbir şekilde ‘güzel’ olamayacak, ışığın hiçbir nimetini taşıyamayacak, daha en başından şerle yaratılacak ve insanlığa kendi karanlıklarını yaymak için yaşayacak birileri… Belki bir
Ölümsüzlük Öyküleri
topluluk. Bilgi ve hayal gücünden nefret eden, onu boşluğa gömmek için elinden geleni ardına koymayacak bir topluluk! Ve yarattı da. Hayal eder ve bunları yazıya dökerse, tüm düşlerinin yoktan var olacağını biliyordu. Đblis’in de etkisiyle, Havva’nın desteğini aldı arkasına; ne yapmak üzere olduğunu anlayamayıp bu canavarı yarattı. En küçük ayrıntısına dek Büyük Ağaç’a kazıdı Cehalet’i. Âdem
pişmanlığın
yakıcı
alevleri
arasında
kavrulmakta,
kıvranmaktaydı. Ne yaptığını kavramıştı nihayet ve bu farkındalık yüzüne bir tokat gibi çarpmış, per perişan etmişti onu. Çektiği acıların sonunda Büyük Melekler tarafından alındı, onlar tarafından bilgilendirildi. Artık ne o ne de Havva, Cennet’te kalamazlardı. Dünya’ya ayak basacak ve bundan böyle orada yaşayacaklardı. Orada da bir görevleri olacaktı. Âdem kendisine bahşedilmiş kudretle nesneleri isimlendirecekti. Havva ile o yeni insanlarla beraber uygarlığın temellerini atacaklardı. Ama özünde bir cezaydı bu. Cennet’in güzelliklerinden; uzun, çok uzun bir ömür boyu ayrı kalacaklardı artık… Âdem ve Havva Dünya’ya gönderildiği sırada, Cehalet kurgusunu yok etmek için görevlendirilen melekler Cennet’te, olması gereken yerde Büyük Ağaç’ı bulamadılar. Sırra kadem basmış, Cennet toprağının içine gömülmüştü sanki. Aramalar sonuçsuz kaldı: Büyük Ağaç bulunamadı, Cehalet yok edilemedi… Cehalet’i, o eşsiz yaratıyı korumak için Büyük Ağaç’ı, Âdem’in yazıtlarını çalan Đblis ise zaferini kutluyordu. Haklı çıkmıştı işte, Âdem kendi elleriyle bir canavar yaratmıştı. Đblis, Cehennem yaratıldığı zaman yazıtları oraya taşıyacak ve koruyacaktı. Cehalet’in varlığını daima muhafaza edebilmek için elinden geleni ardına koymayacaktı…
140
Ölümsüzlük Öyküleri
“Eşref-i mahlûkatmış,” diye homurdanıyordu yine, kendi kendine. “Gördük eşrefliğini!” Ufak bir desteği gün yüzüne çıkarmıştı Âdem’in var oluşundaki zaafları. “Đşte oldu,” diye böbürlendi. “Görün bakalım Eşref mahlûkun neler yapabildiğini, neler düşleyebildiğini, ne denli doymak bilmez, ne denli kibirli olabildiğini. Onun da sadece kendini düşündüğünü, onun da sadece kendi ruhundaki yarayı sarabilmek için her şeyi, iyiliği ve aydınlığı bile feda edebileceğini…” Ve Đblis yazıtları korumanın haklı gururunu muzafferce yaşarken, Cehalet büyüyor, genişliyordu; saldırıyor, yakıp yıkıyor, büyük bir hızla yayılıyordu… Karanlığını diğer canlıların, özellikle de insanların köküne aktarmaya çalışıyor, kimi zaman da bunu başarıyordu. Evet, doğru düşünüyordu Đblis; bir canavardı Cehalet. Dünyadaki en korkunç canavar… Ve bu canavarın yaratıcısı Âdem, Dünya’ya geldiğinde pişmandı. “Dipsiz, karanlık bir kuyu yarattım,” diye dövündü geceler boyu, hiç durmayacakmışçasına gözyaşı dökerken. “Đnsanlığa musallat olacak sonsuz bir bela yarattım. Ben ne yaptım Allah’ım? Ben bunu nasıl yaptım?” Tövbe etti. O kadar içtendi ki pişmanlığı, o kadar üzgün, o kadar bitkindi ki, hatasını düzeltmeyi o kadar istiyordu ki, Allah onu affetti. Cehalet de başıboş bırakılmayacaktı elbet; gereken yapılacaktı. Âdem, kendi soyundan gelecek olan Kanatlılar’ın müjdesini aldı. Onlar dünyaya düzenin bozulduğu bir anda, değişimin başlangıcında geleceklerdi… Ve bedenleri yok olsa da ruhları ölümsüzleşip düzeni her bozulduğunda tekrar kurmak için Arş’ta kalacaktı.
141
Ölümsüzlük Öyküleri
Kıyamet’e dek Cehalet’e karşı duracak kişilerdi Kanatlılar. Đyiliğin ve aydınlığın hizmetkârlarının rehberleri olacaklardı. Âdem, Kanatlılar'a yol gösterebilmek için yeni bir kurgu oluşturmayı göze aldı. O kurgu, içinde âlemlerin ilk bilginini taşımaktaydı: Bilge Aktar…
BİLGE Yağmur aralıksız yağıyor, hızla akan gözyaşı damlaları gibi suluyordu yeryüzünü. Bilge, Dünya’nın gördüğü ilk kara kışlardan birinde doğdu. Başına geçip onu izledi babası Âdem ve kendi yaratısıyla gurur duydu ilk kez. Cehalet’in intikamını böyle almıştı sanki: Eşsiz bir güzelliğe, eşsiz bir zihne sahip ve açık ki eşsiz bir hayat yaşayacak olan bu mükemmel varlığı yaratarak… Özünde insandı. Kolları ve bacaklarıyla, ağzı ve burnuyla, vücudunun genel biçimiyle bir insanı andırıyordu. Albino olduğu ise ilk bakışta belli oluyordu; henüz saçları yoktu ama uzadığı zaman renksiz olacaklardı. Üstelik albinoların neredeyse hepsinde ‘olacağı’ gibi gözlerinin rengi kızıla kaçmaktaydı. Dünyaya Âdem ve Havva’dan sonra ayak basan ilk zeki yaratıktı ve ilk albinoydu! Đnsanlar gibi konuşuyordu, dıştan bakınca onlar gibi yaşadığı dahi söylenebilirdi, lakin beyninde ne fırtınalar koptuğunu hiç kimse bilemeyecek, hiç kimse göremeyecekti! Onun ebedi yalnızlığını, edindiği tek dostların zihnindeki bilgiler yumağı oluşunu, yaşadığı duygu ve
142
Ölümsüzlük Öyküleri
mantık karmaşalarını kimse anlayamayacak, ruhundaki düğümleri kimse çözemeyecekti… Bir depo gibiydi Bilge’nin beyni. Sonsuz bilgiyi içine alabilecek kapasitedeki bir bilgi deposu! Ama yine de öğrenmesi gerekiyordu. Öylece bekleyince bilgiler doluşmayacaktı o depoya. Âdem onun babası, bakıcısı, öğretmeni olacaktı uzun yıllar boyu. Ve oldu da… Bilge daha bir buçuk yaşında bile değilken ona gerekli-gereksiz bütün bilgileri öğretmeye başladı. Duyduğu her şey, ne olursa olsun, zihnine ışıktan harflerle kazındı Bilge’nin… Âdem bir yandan Bilge’yi eğitirken bir yandan ilk çocuğunun, oğlu Kabil’in müjdesini almıştı biricik eşi, dünyalar güzeli Havva’dan. Büyük bir coşkuyla dolmuştu içi. Ondan kısa süre sonra, ikinci bir doğumla ikinci oğlu Habil dünyaya gelince bu coşku ve sevinç katlanarak büyüdü! Bilge de Âdem’in oğluydu bir nevi, ama Habil ve Kabil’i kıskanmıyordu çünkü duyguları da olan bir varlık olmasına rağmen mantığı ağır basmaktaydı her daim: Görebiliyordu kendisiyle Habil ve Kabil arasındaki derin uçurumu. Farklıydılar. Kendisi insan bile sayılmazdı: Dıştaki benzerlikler bir kenara bırakılırsa müstesna bir varlıktı ve gocunmuyordu bundan. Bir amaç için yaratıldığını biliyordu ve bu amacı yerine getirmek için gerekirse
Kıyamet’e
dek
varlığını
sürdürecek,
o
zamana
dek
‘yaşayacaktı’… Daha bebeklerken, Arafat’ın güzel çayırlarındaki dersleri sırasında Âdem sık sık Habil ve Kabil’i getirdi oraya. Bilge onları tanıdı, gördü, sevdi… Kardeşleri gibi düşündü bu iki oğlanı, ama ileride çok uzaklarda
143
Ölümsüzlük Öyküleri
olacağını, Habil’i de Kabil’i de belki de hiç göremeyeceğini içten içe anlıyor, kabulleniyordu… Onun yeri Dünya değildi. Baştan beri biliyordu bunu. Ama henüz ayrılık vakti gelmemişti. Kabil’i gözledi uzun süre. Đlk doğandı o, ama bir bakışta anlaşılıyordu ki; öfkeliydi, kıskançtı, sabırsızdı… Duymaması gereken hisler duyuyor, yapmaması gereken şeyleri yapmasına ramak kalıyordu. Ağabeyinin aksine son derece ağır ve yumuşak başlı olan, sakin ve sıcak yapılı Habil ise günlerini hayvanlara bakarak harcıyor, lakin buna rağmen hiç şikâyet etmiyor, çalışıyor da çalışıyordu… Sadece Bilge değil Đblis de gözlüyordu Kabil’i. Ezeli düşmanı Âdem’den bir parça taşıyan bu öfke dolu gencin, kendi Şeytanî amaçları için
biçilmiş
kaftan
olduğunun
farkındaydı
pek
tabii.
Bilge,
Cehennem’den Kabil’i izleyen gözleri sezebiliyordu zaman zaman, fakat bir şey gelmiyordu elinden. Şeytan’ın harekete geçmesi uzun sürmedi: Đlk doğanın vücuduna geçirdi zehirli kıskaçlarını ve acı dolu bir dönemi başlattı böylece… Âdem’den sonra oğlu Kabil de kandı ‘Şeytan’a. O da kapılıp gitti onun
Cehennemî
yalanlarına
ve
yararlandığı
Cehalet’in
dipsiz
karanlığına. Habil’in tersine Âdem’le Bilge’nin sohbetlerine katılmıyor, onları tersliyor, kardeşini her yönden kıskanıyor ve bunu her fırsatta dile getiriyordu; bunun dışında vahşi hayvanlara rahatsız edici bir ilgi duyuyor, onların nasıl avlandığını gözlemliyor ve yeri geldiğinde onları avlıyordu. Evlenecekleri zaman gelip çattığında, Yüce Allah’ın buyruğuyla, kendisiyle beraber doğan Aklima ile evlenemeyeceğini öğrendi ve
144
Ölümsüzlük Öyküleri
bardağı taşıran son damla oldu bu! Zaten doğduğundan beri büyük bir şiddetle kıskandığı kardeşinin; inci gibi güzel, şeker gibi tatlı biricik Aklima’yla aynı yastığa baş koyacak olmasını kabullenemedi. Dünyadaki ilk gerçek ‘oğul’, Kabil, dünyadaki ilk cinayeti işte böyle işledi. Katletti kardeşi Habil’i… Acımadı, pişman olmadı, üzülmedi. Babası Âdem kadar olamadı, yaptığının ne büyük bir hata olduğunu, nelere yol açacağını çözemedi, bilemedi, öğrenemedi! Yaptığı tek hata bu değildi ne yazık. Ölmeden evvel Đblis’e Bilge’den bahsetmiş, onun hakkında bildiği her şeyi bir bir sayıp dökmüştü! Bu ikinci hata ilkinden bile büyüktü neredeyse. Sonun başlangıcı olacaktı belki de…
***
Bilge, daha yaratılalı bin yıl bile olmayan Dünya’yla ilgili öğrenilebilecek her şeyi, hatta belki de daha fazlasını öğrenmişti. Âdem ipini sağlam tutmuş, ne kadar yıpranırsa yıpransın yılmamış ve derslere büyük bir ciddiyetle devam etmişti. Đncelikle dokumuştu Bilge’nin zihnini. Mükemmel yaratısı, tüm bunların yanı sıra, evrenin yaratılış esaslarını, hayal gücüyle ilgili kimi acı kimi moral veren sarsıcı gerçekleri bile biliyordu artık. Ve ayrılık vakti gelmişti! “Dersleri bitirmemizin vakti geldi de geçti oğlum,” diye açıklamaya girişti Hazreti Âdem. “Artık benim öğrettiğim şeyleri benden iyi, hatta çok daha iyi biliyorsun ve ben bu diyarlardan göçüp gittikten binlerce yıl sonra halen biliyor olacaksın! Ama söylemem gerekiyor
145
Ölümsüzlük Öyküleri
oğlum: Dünya’da yaşamanın bir gereği kalmadı. Sen de biliyorsun ki buraya ait değilsin, hiç olmadın! Gereken yapılacak. Uzun inzivana çekileceksin nihayet. Allah-ü Teâlâ’ya dileyeceğim ki huzur bulasın oğlum.” Bilge’nin gözleri buğulandı. Seviyordu Dünya’yı. Güzellikleri ve çirkinleriyle, yokluğu ve varlığıyla, her şeyiyle… Çekip gitmek istemiyordu, burayı terk etmek istemiyordu, hele inzivaya çekilmeyi hiç istemiyordu! Ama onun arzularının hiçbir önemi yoktu bundan böyle. Gerekenler yapılacaktı, biliyordu… “Peki baba,” dedi, “ben nasıl vakit geçireceğim orada? Zaman benim için dahi geçmek bilmeyecek. Nasıl oyalanacağım? Neler yapacağım?” Âdem’in gözleri buğulandı. Đç çekti derin derin. “Sen ki bilgelerin bilgesisin… Vakit denen yılan seni sokamaz; kendi kuyruğunu yer ancak. Sen görevini tamamlayana kadar asla ölmeyecek olansın. Seni ne kılıç yaralar ne balta, ne ok deler ne çekiç ezer. Böyle dünyevi dertlere kafa yormamalı, kendini yıpratmamalısın.” Bir sessizlik oldu. Düşüncelere daldı Âdem. “Lakin bir şeyler düşüneceğim yine de. Doğal bir boyut yaratırım belki de… Güzel fikir değil mi sence de? Bitki yetiştirir, baharat yapabilirsin. Đstediğin zaman dünyaya gelir, ürettiklerini satarsın hem de! Zaten oldum olası ilgilendin bunlarla.” Bilge’nin gözlerindeki umut ve hevesi görünce ekledi hemen: “Ama unutma, sen buraya ait değilsin bundan böyle. Son günlerini dolu geçirmeye bak.” Birbirini ivedilikle takip eden uzun ve yorucu yıllar boyunca yaratmaya olan hevesini biraz olsun yitirmemişti Âdem. Bu işin tek bir
146
Ölümsüzlük Öyküleri
kötülüğü vardı onun için: Ne zaman hayallerini çizmeye, yani esir edip yoktan var etmeye başlasa Cehalet’i yarattığı günler geliyordu aklına ve yeni bir pişmanlık dalgasıyla sarsılıyordu bedeni. Yarattığı bu canavar hem çocuklarını zehirliyor hem de hayallerine saldırıyordu. Bir boyut kurguladı. Bilge’yi içinde barındıracak minik bir dünya! Anlattığı bitki ve baharat üretimlerine elverişli, doğal bir dünya… Ve Bilge, Dünya’da sevdiği yerleri son bir kez gezdikten sonra veda etti babasına, yüce peygamber Hazreti Âdem’e. Sonra ardına bile bakmadan çekip gitti bu diyardan, binyıllar boyu yaşayacağı boyutuna… Bakamazdı, çünkü bakarsa mantığı yenik düşecek, duyguları su yüzüne çıkacaktı. Đzin veremezdi buna. Vermemeliydi, vermeyecekti. Onun için görev ve amaç her şeyden önceydi; binyıllar sonra bile öyle olacaktı. Dünyadaki ilk ölümsüzdü o. Alışmalıydı acılara, ayrılıklara, terk edip gidişlere… Yalnızca işleri zorlaştırırdı ardına bakması. Ve hayatında yeterince zorluk yaşayacaktı; daha fazlasını yaratmaya hiç mi hiç lüzum yoktu! Neyse ki çekileceği inziva insanlara bağlanmasını engelleyecek, tek derdini can sıkıntısı yapacaktı. Bir avuntusu varsa o da buydu! Lakin öyle cılızdı ki bu avuntu, kendisi bile inanamıyor, bununla avunamıyor, umutlanamıyor, sevinemiyor, heyecanlanamıyor, heveslenemiyordu… O gün, ne değişimler geçirirse geçirsin hayatının sonuna dek evi bileceği boyutu ilk kez gördü. “Hoş geldim,” dedi. Cevap veren sadece yalnızlıktı…
147
Ölümsüzlük Öyküleri
AKTAR Bilge, bitki ve baharat kokuları arasında kendini buldu. Bir tutku oldu onun için ‘aktarlık’. Âdem’e karşı, ona bu fırsatı verdiği için söze dökülemeyecek kadar derin bir minnettarlık taşımaktaydı. Dünya’yı seviyordu, evet, ama orada kalsa ‘ait olamamışlık’ hissi hep devam edecekti, üstelik yapacak pek bir şeyi olmayacaktı; ama burada, bu boyutta her şey farklıydı… Hem kendini buraya fazlasıyla ait hissediyordu, hem de oyalayıcı ve en önemlisi mutluluk verici, dinçleştirici bir iş yapma şansına sahipti. Üstelik ara sıra Dünya’ya gitmesini sağlayan da buydu. Herhangi bir pazara gidiyor ve ürettiklerini satıyordu uygun fiyatlarla… Onun için para gibi gelip geçici şeylerin önemi olmamıştı, olmayacaktı. O günden sonra Aktar sıfatını ekledi namının yanına. Onu tanıyanlar da tanımayanlar da Bilge Aktar ismiyle bilecekti bundan böyle. ‘Aktarlık’ onu mutlu etmekle kalmamış, ‘Bilge’ gibi sıradan bir ismi ‘kendine özgü’ hale getirebilmesini sağlamıştı… Onun için anlamı çok, çok büyüktü… Bir zaman gelecek aktarlığı bırakacak, hatta önceleri aktar olduğunu bile zorlukla hatırlayacak hale gelecekti. Ama o zamana dek, binyıllar boyunca, boyutu değişim geçirip de mistik-teknolojik bir hal alana kadar, bu işi sürdürecekti. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, yıpranmadan…
148
Ölümsüzlük Öyküleri
Bilge Aktar’dı o. Ve hiçbir şey bu gerçeği hasıraltı edemeyecekti.
***
Gölgelerle çevrili karanlık alevlerin diyarındaydı Đblis. Yüreğinden ve ruhundan kötülük püsküren insanoğullarının acıyla buluştukları yerdeydi. Nihai yuvası Cehennem nihayet yaratılmıştı ve Đblis, Âdem’in yazıtlarını yani Büyük Ağaç’ı buraya taşıtmıştı. Lakin şu sıralar endişelendiği şey yazıtlar değil, Bilge Aktar denen insanüstü -ama ona göre elbette zavallı- yaratıktı. Kabil’den onu öğrendiği ve harekete geçmeyi planladığı sıralarda, Âdem bir boyut yaratmış ve Bilge Aktar’ı her türlü doğal ürün yetiştirmeye elverişli olan bu ilginç boyuta götürmüştü. Biricik yaratısını çok sıkı koruyordu. Aktar ara sıra geliyordu Dünya’ya, ama farklı farklı pazarlarda baharat satmaktan başka bir şey yapmıyordu; üstelik Âdem onu herhangi bir tehlikeli durumun vuku bulması ihtimaline karşı her daim takip ettiriyor, kimi zaman bizzat gidip gözlüyordu… Kararını vermişti Đblis. Âdem öldükten sonra bakacaktı Bilge Aktar’ın icabına. Önünde plan yapacak uzun yıllar vardı. Đpi sıkı tutmalı, hataya yer vermemeliydi… Bilge’yi öldüremeyeceğini biliyordu ama ölümsüz birini bile perişan etmenin pek çok yolu vardı. Đnsanoğullarının atası, ebedi düşmanı Hazreti Âdem’in ölümünü beklemeye koyuldu Đblis; olanca dehşetin üst üste biriktiği ıstırap yuvasında, Cehennem’de… Günler, aylar, yıllar, hatta yüzyıllar kovaladı birbirini. Đblis için tek göz kırpmalık süre bile değildi bu. En iyi başardığı şey, sabretmekti.
149
Ölümsüzlük Öyküleri
Nihayet beklediği gün gelip çattığında da hâlâ en ufak bir sabırsızlık emaresi göstermiş değildi. Lakin mutluluğunun boyutları da ölçülemez düzeydeydi. Âdem ölüyordu!
***
Duygular, düşünceler ve hisler bakımından alabildiğine farklı olduğu insanoğulları gibi gözyaşı dökebileceğini hiç düşünmemişti Bilge. Ama gözlerinden akıp yanağına damlayan ve süzülüşüne orada da devam eden bu tuzlu, sıcak su başka ne olabilirdi? Düpedüz ağlıyordu işte… Kendini ilk ve son kez insan gibi hissettiği gün, bugündü. Babasının ölmekte olduğu gün. Ve ölüme uzak hayatında gözyaşı dökeceği yegâne gün de buydu. Henüz bunu bilmiyordu ama tahmin ediyordu ve genelde tahminlerinde yanılmazdı. Önündeki beyaz çarşaflı yatakta gözleri yarı açık uzanmakta olan Âdem’e dikti yaşlı gözlerini. “Baba, beni bırakacak mısın sahiden?” dedi. “Terk edecek misin bu diyarları?” “Gidiyorum,” dedi Âdem. “Sonsuza kadar.” Bilge Aktar’ın yüzündeki derin ıstırabı görünce ekledi çarçabuk: “Ama üzme kendini oğlum. Daha ne insanlar gelip geçecek. Benim miadım doldu. Daha fazla yaşamak istemem; aç gözlülük olur bu kadarı… Üstelik yuvama döneceğim. Güzeller güzeli Cennet’e. Işıkların, aydınlığın, mutluluğun diyarına… Hem, Dünya üzerinde en uzun süre yaşamış insan olacağım. Az buz değil: Benden sonra gelecekler, yeni oğullarım; yıllarla, on
150
Ölümsüzlük Öyküleri
yıllarla ölçecekler hayatlarını, ben ise yüzyıllarla ölçtüm, tükettim… Sana bugün üzülmeyi yasaklıyorum oğlum.” Nihayet
ağlamayı
kesti
Bilge.
Elleriyle
kuruladı
henüz
kırışıklıkların ve keder çizgilerinin süslemediği gencecik, tazecik yüzünü. “Peki ben ne olacağım Baba?” diye sordu. “Yeni bilgileri kim öğretecek bana? Bilge Aktar’ım ben; bilgileri duymalı ve özümsemeliyim… Bu işi kimse senin kadar iyi yapamaz.” Âdem, dersleri bitirmiş de olsa, ara sıra boyutunda Aktar’ı ziyaret eder ve zihin deposuna kaydetmesi gereken yeni bilgileri ona öğretirdi. Eskisi gibi düzenli periyotlar olmasa da; bilgi bilgiydi işte, ders de ders… “Belki hiçbir insan benim kadar iyi yapamaz, haklısın, ama insan olmayanlar yapabilir.” Bilge Aktar’ın yüzündeki hayret dolu bakışı görünce devam etti: “Meraklanma, çoktan icabına baktım.” Ve anlattı. Fiziksel olarak insanı andıran ama aslında bir bedenleri, yüzleri, ruhları olmayan, sadece bu iş için yaratılmış beyaz cübbeli ‘yükleyici’ler belli aralıklarla ona bilgi yükleyecekti. Artık her şeyi dinleyerek öğrenmesine gerek yoktu. Zaten yalnızca bir zaman kaybıydı bu. Bilge daha derin bir hüzne kapıldı. Bilgileri dinleyerek ya da okuyarak öğrenmeyi sevmişti oldum olası. Onun için zaman kaybı diye bir şey yoktu. Bir nevi ölümsüzdü. Gayet boğucu olan hayatını sürekli okuyarak, sürekli dinleyerek daha keyifli geçirebileceğini düşünüyordu ama yanılmıştı belli ki. “Sana söyleyeceğim bir başka şey daha var oğlum,” dedi Âdem, onun bu ruh halini fark etmeyerek. “Belki yüzyıllar belki de binyıllar sonra, Cehalet’e karşı verilen savaş bambaşka bir hal alacak. Kanatlılar da
151
Ölümsüzlük Öyküleri
bu bambaşka hal içinde ortaya çıkacaklar. Bu durumun farkına vardığın zaman kilitli meşin dolabımdaki kutuyu kendini belli etmeden lidere ileteceksin oğlum.” “Kanatlılar’dan önce mi?” Başını salladı Âdem. “Evet, onlardan önce.” “Peki bunu nasıl fark edeceğim?” diye sordu Bilge Aktar. “Sezeceksin. Hissedeceksin. Anlayacaksın. Yalnız Kanatlılar’a yol gösterene dek Cehalet’e bulaşmayacaksın. Yapman gereken en önemli şey, hayatta almak oğlum!” Bilge gözlerini yumdu ve düşüncelere daldı. Babasının bir görev vermesi ve açıklamasını bu kadarla bırakması rahatsız etmişti onu. Diken üstünde olmasına yol açan bir tedirginlik duymaktaydı. Gözlerini açtı ve açılan gözleri dehşetle büyüdü. O düşüncelere dalmışken, Âdem gözlerini yummuş, ışıktan yapılmış o uzun mu uzun tünele girmiş ve Cennet’e doğru yola koyulmuştu çünkü. “Baba,” diye fısıldadı Bilge Aktar, son kez. Ve taşınıp gömülene dek Âdem’in bedeninin başında bekledi… Çok iyi biliyordu ki, bir devir acısıyla tatlısıyla, iyisiyle kötüsüyle, her şeyiyle sona ermişti. Artık babası yoktu. Artık ilk insan yoktu. Artık insanların kadim atası yoktu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
***
Büyük Ağaç’ın önündeki çürümüş kızıl çimenlere oturmuş, yazıtları seyrediyordu Đblis. Ebedi düşmanı öldüğü gün, onun yaratısının
152
Ölümsüzlük Öyküleri
asıl kaynağının başına geçmişti. Âdem’e duyduğu ruh boğucu nefreti ve ölümüne duyduğu yürek uçurucu hazzı iyice belirgin hale getiriyordu yazıtlar… Âdem’in öldüğüne
seviniyordu, Dünya’daki planlarını
engelleyemeyecekti çünkü, fakat şimdi o Cennet’te sefasını sürmekteydi. Bir zamanlar kendisi de orada, güzelliklerin yuvasındaydı fakat bundan böyle orada yeri olmayacaktı hiç. Ama buraya gelmesinin yegâne sebebi değildi bu. Kendisine sadık birkaç cini; işini iyi yapacak, en güçlü ve en kararlı Cehalet Elçileri’nden birkaçını buraya getirmesi için Cahillerin boyutuna yollamıştı. Burada, yazıtların önünde bir görüşme yapacaktı gelen Elçiler’le. Buluşma yeri olarak burayı seçmesinin nedeni, Cahiller için evrendeki en kutsal şeyin -daha doğrusu tek kutsal şeyin- Büyük Ağaç olmasıydı. Bu ağacın bir kopyası olan Ana Cahil’e tapıyorlardı boyutlarında. Gerçeğine duyacakları huşunun sınırlarını ise algılamak bile zordu! Yani öyle etkilenecek, öyle haz duyacak, öyle heyecanlanacak ve onlara bu onuru tatmalarını sağlayan Đblis için bir şeyler yapma arzusuyla öyle bir dolup taşacaklardı ki, ‘yok denecek kadar’ azalacaktı başarısızlığa uğrama veya hata yapma şansları… Âdem’in en büyük silahıydı Bilge Aktar. Ve sözde eşref mahlûk olan insanoğlunun atası bile, Đblis’in ondan haberdar olduğunun farkında değildi! Đblis’in insanlara ve onların yuvası olan Dünya’ya, Cehennem gölgeleri arasından açtığı gizli savaşta en büyük avantajlarından biri olacaktı bu. Bilge Aktar’ı öldüremese bile hatırı sayılır bir zarar verecekti
153
Ölümsüzlük Öyküleri
ona ve muazzam bir öneme sahip ‘rehberlik’ vazifesinde başarılı olma şansını azaltacaktı…
DÜŞÜNÜR Âdem’in ölümünün ardından, yüreğindeki kapanmayacak yaraya rağmen, kendisi için en mutluluk verici şeyi yapmaya devam eti Bilge: Aktarlık… Büyük bir keyifle üretiyordu birbirinden taze bitki ve baharatlarını. Üretim süreci bittiğinde ise Dünya’ya gitmek için kendine izin veriyor ve rastgele bir ülkede rastgele bir yerde bunları satıyordu. Boğucu olması gereken hayatına -en azından bir süreliğine- renk katmayı başarmıştı… Çok da sık gitmemeye çalışıyordu Dünya’ya. Kendi önemini biliyordu zira. Dünyaya düzen ve denge getirecek, ruhları daima arşta kalacak Kanatlılar’a gerekli bilgileri ileterek onları tehlikelerden haberdar edecek ve onlara yol gösterecekti. Tehlikeye atmamalıydı kendini, ama Dünya’ya gitmemeyi de başaramıyordu işte. ‘Sık sık’ değil ‘ara sıra’ gitmek oluyordu elinden tek gelen. Âdem’in ölümünden uzun, çok uzun yıllar sonra, Dünya’ya yaptığı ziyaretlerden birinde, yükünü sırtlanıp kendini Yunanistan’ın Atina şehrine attı Bilge Aktar. Yunan uygarlığının ticaret ve kültür merkezi sayılan, büyük bir saygınlığa sahip bu şehirde ürettiklerini satabileceği bir çarşı biliyordu ve attığı adımlarla kendini oraya taşımaktaydı. Dikkat çekmemeye çaba gösteriyor, bunu başardığını ümit ediyordu.
154
Ölümsüzlük Öyküleri
Derken, önünden geçtiği beyaz mermerden gösterişli bir binaya takıldı gözleri. Bu binanın tam olarak nerede olduğunu, ne gibi bir işlevi olduğunu ve hakkındaki her şeyi gelmeden önce dahi biliyordu tabii, ama ilk kez kendi gözleriyle görüyordu ve etkilenmişti. Bilmek her zaman yetmiyordu. Görmek en önemli, en sarsıcı şeydi… Sonra biri yaşlı biri genç iki adama takıldı gözleri. Geniş mermer binadan yani okuldan çıkmaktaydılar. Adımları yavaş ve dikkatliydi ama yüzlerinde kararlı bakışlarla birbirilerine laf yetiştiriyor, belli ki bir konuda hararetle tartışıyorlardı. Orta yaşlı adamın, diğerinin öğretmeni olduğu açıktı – ki öyle olmasa bile Bilge Aktar bundan haberdar olacaktı: Dünya’daki diğer her şeyden haberdar olduğu gibi… Ne fazla uzun ne de fazla kısa, koyu kahverengi renkte saçları vardı adamın. Ve yüzünün büyük kısmını kaplayan kabarık sakalları. Vücudu yapılı sayılırdı, adımları da güçlüydü. Öğrencisi ise daha az saç sakala sahip, daha zayıf vücutlu ama zekâsını belli eden cam gibi bakışlara sahip bir gençti. Đkisi de chiton giymişlerdi. Öğrenci saygılı ve düzgün konuşmaktaydı, fakat bir o kadar da gergindi. Bir yandan kendi fikrini savunurken bir yandan da öğretmenini gücendirmemek ve öfkelendirmemek arzusundaydı görünüşe göre. “Saygıdeğer hocam, haddimi aşmak istemem, fakat ilk insana karşı bu denli zıt düşünceler içerisinde olmanız insanoğlunun kökenine karşı bir isyan değil midir? Her ne kadar her konuda bilgili ve kültürlü olsanız ve tüm bu konularda fikirleriniz ve çalışmalarınız bulunsa da, sizin işiniz özünde insanları incelemektir; yanılıyorsam düzeltin, rica ediyorum. Ve insanları incelerken onların atasını her şeyden bihaber bir mağara adamı olarak nitelemek hazin bir durumdur.”
155
Ölümsüzlük Öyküleri
Öğretmeni içini çekti. “Genç adam, senin anlamadığın şey şu: Đlk olan en iyi demek değildir her zaman. Bir şeye yalnızca ilk olduğu için saygı duymak kendi benliğimize muazzam bir saygısızlık etmektir. Âdem insanların ilki olabilir, hepimiz onun oğulları olabiliriz, ama yazmayı bilmeyen, ateş yakamayan, yemeğini avlayarak elde eden bir mağara adamı olduğu gerçeği değişmemektedir ve değişmeyecektir. Daha mantıklı düşünürsen cevapları bulacaksın. Sana dayatılan gerçeklere böyle kolayca kapılıp gitmemelisin.” Bilge Aktar malzemelerini doluşturduğu fıçıyı sırtından indirdi ve adamlara iyice yaklaştı. Âdem’le ilgili bir tartışma hemen çekmişti ilgisini ve hemen harekete geçirmişti zihnini… Üstelik öğretmenin kim olduğunu gayet iyi biliyordu ve hayrete düşmüştü babası hakkında böyle ‘yanılmış’ düşünceler içerisinde olduğunu görünce. Đşleri açığa kavuşturması, yoluna koyması gerekiyordu. Đki adam öğrenci ve öğretmen- tartışmalarına hız kesmeden devam ederlerken, Bilge Aktar da lafa girmek için fırsat bulmaya çabaladı ve sonunda buldu bu fırsatı. Bir anda peyda olan gergin sessizlikte, onlara biraz daha yaklaşıp, “Sanırım babamdan bahsediyorsunuz,” dedi gülümseyerek. “Babandan?” Öğrencinin yüzünü hayret bürümüştü. Sudan çıkmış balık gibi bakmaktaydı. “Âdem,” dedi Bilge Aktar. “Hazreti Âdem. Benim babam.” Öğretmene baktı. “Ve görüyorum ki onun hakkında fazlasıyla yanlış düşünceler içindesiniz. Sizin gibi kültürlü, bilgili, saygıdeğer bir Âdemoğluna hiç yakışmayacak düşünceler… Babamın anısına böyle büyük bir saygısızlığı kabul edemem. O yüzden en azından bildiklerimi
156
Ölümsüzlük Öyküleri
anlatmalıyım ki o nasıl üstün bir insandı anlayabilesiniz ve gördüğü saygının tek nedeninin ‘ilk’liği olmadığını kavrayabilesiniz…” Doruğa çıkmıştı öğrencinin gözlerindeki hayret. “Âdem senin baban, öyle mi?” “Benim babam tabii!” dedi Bilge Aktar ani bir öfke patlamasıyla. “Yok senin baban mı olacaktı?” Öğretmen deli görmüş gibi bakıyordu Bilge’ye ve sahiden de öyle olduğunu düşünüyordu belli ki. “Kimsiniz siz? Öğrencimle aramızdaki özel konuşmaya böylece dalabiliyorsunuz?” “Aktar’ım ben,” dedi Bilge. Öfkesi sönüvermişti, hatta gülümsüyordu. Öğretmen dudak büktü. “Aktarsın…” Hafif de olsa bir küçümseme vardı ses tonunda. “Aynı zamanda bilgeyim,” dedi Aktar. “Ben Bilge Aktar’ım.” Sonra
diğerlerinin
tuhaf
tuhaf
bakmalarına
aldırmadan
başladı
konuşmaya: “Öncelikle şunu açığa kavuşturalım saygıdeğer beyefendiler: Âdem mağara adamı falan değildi. Đleri görüşlü, zeki, ahlaklıydı. Đyi bir insandı en önemlisi. Şefkatliydi. Acıma duygusu bolca vardı yüreğinde. Bir canlının kılına bile zarar gelmesine dayanamazdı. Ayağının önünde karınca varsa yolunu değiştirirdi.” Durakladı. Uzaklara daldı gözleri. Geçmişe
bir
yolculuk
yapıyordu
kendi
benliğinde.
“Nesneleri
isimlendirmekle görevlendirilmiş ve hayatının büyük kısmını buna adamış bir insana, bir peygambere mağara adamı diyorsunuz. Onun öğretileri
size
konuşabiliyorsunuz.
dek Yani
geldiği
için
tarihte
şanslısınız;
Cehalet’in
ele
düşünebiliyor geçirdiği
sefil,
mağaralarda yaşayan insanlardan olmamayı bile babama borçlusunuz.
157
Ölümsüzlük Öyküleri
Buna rağmen siz onu cahil-i cühelanın teki olmakla itham ediyorsunuz. Bu mantıklı mı sizce?” “Bir şeyleri isimlendirmek sandığınız kadar zor değil,” dedi öğretmen. “Bir masa görüp buna isim koymak o kadar da kıvrak bir zekâ, o kadar da gelişmiş bir insaniyet duygusu gerektirmez. Bana yeni icat edilen herhangi bir şey getirin, rahatlıkla isimlendirebilirim. Sen de yapabilirsin. Üstelik,” diye ekledi, “her ne olursa olsun Âdem, Tanrı tarafından kayırıldı. Đlk insan olduğu için yüzyıllarca yaşadığı mevzusu var. Tanrı bunların dışında da normal insanlardan daha ‘iyi’ kılacak şekilde yaratmış olamaz mı onu?” Son cümlesinde soru tınısı yoktu. “Evet, yaşadı,” dedi Bilge Aktar gülümseyerek. Öğretmen, “Anlamadım,” dedi kısık sesle. Bu kez soru işareti yoktu, ama soru tınısı vardı. Ve ‘anlamama’ kelimesi, görünüşe göre her şeyden anladığından emin olan bu adamın ağzına hiç yakışmıyordu. “Yüzyıllarca yaşadı,” diye cevap verdi Bilge. “Doğru biliyorsunuz. Gözlerimin önünde öldüğünde sizden çok, çok daha yaşlıydı, emin olun.” Öğrenci hiç konuşmuyordu. Bu iki adamın arasındaki ilginç atışmayı dinliyordu sessizce. ‘Çattık’ dercesine baktı öğretmen. Lakin, “Demek Âdem’in ölümünü gördün,” demek yerine, “Âdem’in bu kadar mükemmel bir insan olduğunu düşünüyorsun demek?” dedi. “Onun da hataları yok mu? Her insan iner ve çıkar. Bir yokuştayız hepimiz. Bir ileri, bir geri yürüyoruz o yokuşta. Birinde iniyor, birinde çıkıyoruz. Çıkması zor, ama inmesi fazlasıyla kolay… Ve her insan muhakkak yanlış adımlar atar; doğrularını attığı gibi… Doğruyla yanlış bir arada barınır içimizde. Siyah ve beyaz da
158
Ölümsüzlük Öyküleri
öyle.” Duraklayıp gözlerini kıstı. “Her insan gridir. Ve sen Âdem’in beyaz olduğunu mu söylüyorsun bana?” Bilge Aktar içini çekti. “Babam belki de grilerin en grisiydi. Ve Dünya’nın görüp göreceği en büyük hatalardan birini yaptı. Ama önemli olan, o hatayı yapmak değil, yaptığının farkına varabilmek ve düzeltmek için bir şeyler yapabilmektir. Âdem bunu başardı. Hayatının geri kalanını, yaptığı hatanın sonuçlarına katlanarak ve kendini onu düzeltmeye adayarak geçirdi.” Öğretmenin gözlerinin içine baktı. “O yüzden onun hakkında sadece varsayımlara dayanarak ileri geri konuşmamanı tavsiye ederim Aristoteles.” Ve iki adamı orada hayretler içinde bırakarak çekip gidiverdi… Yapmaması gereken bir şeyi yapmış, dikkat çekmiş olabilirdi ama büyük bir doyum içindeydi Bilge Aktar. Çarşıya mutlu gitti, fıçısındaki tüm bitki ve baharatları yüzünde bir sırıtışla sattı ve boyutuna bu ruh hali içinde geri döndü. Yıllar sonra Aristo’nun Cehalet’i keşfedip evrenin sırlarına erişmesini sağlayan şeyin bu konuşma olduğunu öğrenecek ve bu ironiye gülümseyecekti.
***
Dünya’da, Cennet’te ve evrenin hayalî ya da gerçek her köşesinde olduğu gibi Cehennem’de de yaşam devam ediyordu. Lakin o günü diğerlerinden ayıran bir şey vardı. Bir haberdi bu ‘şey’. Cehennem’in ıstırap ve ateş dolu rutinini kırmayı başarabilen fazlasıyla önemli bir haber!
159
Ölümsüzlük Öyküleri
Görevlendirdiği
Cehalet
Elçileri,
bütün
çirkinlikleriyle
Cehennem’deki mağarasında önünde dikilmiş ve, “Bulduk!” demişlerdi. “Aktar’ın boyutunu bulduk efendim!” Vazifelerinde muvaffak olmalarının yarattığı haklı gururu büyük bir hevesle taşımaktaydılar. Đblis haklarını vermeliydi, iyi iş çıkarmışlardı gerçekten. Büyük Ağaç’ı görmek onlarda beklediğinden bile daha büyük bir etki yaratmıştı. Ne kadar uzun sürerse sürsün -ki bu geçen süre Đblis için ‘hiçbir şey’ bile değildi- Âdem’in ölümünden yıllar sonra, Bilge Aktar’ın o gizli saklı boyutunu keşfetmeyi başarmışlardı! Elçilerin tek yaptıkları bu değildi üstelik. Boyuta sızmış ve orayı keşfetmişlerdi. Pek çok şey öğrenmişlerdi Đblis’in bihaber olduğu. Şu beyaz cübbeli ‘bilgi yükleyici’ yaratıklar gibi. Ve Bilge Aktar bunun farkına bile varmamıştı! Đblis’in planını kurmasını sağlayan da o beyaz cübbeliler olmuştu. Bilge Aktar’ın evine kimse, kendisi bile giremezdi ama bu ‘yükleyiciler’ çok işine yarayacaklardı. “Başlayın,” dedi Elçi’lere, yüzünde ‘Şeytani’ bir gülümsemeyle. Ve başladılar…
SALDIRI Atina’daki yorucu ve yıpratıcı günün ardından boyutuna dönen Bilge Aktar, kendini yatağa atmış ve deliksiz bir uyku çekmişti. Olanca ayrıksılığına rağmen onu insanlarla benzer kılan bir başka unsur da buydu
160
Ölümsüzlük Öyküleri
işte: Uyku! O da uyumaya ihtiyaç duyuyordu ve genelde fazlaca uyumayı tercih ediyordu. Ayağa dikilip gerindi uyandıktan sonra. Mahmurdu, yorgunluğunu tam olarak atamamıştı, ama yapması gereken bir iş vardı. Daha fazla bekleyemeyecek elzem bir iş… Beyaz cübbeli yükleyicileri ziyaret etmek zorundaydı, çünkü bilgiler zihnine periyotlar halinde yükleniyordu ve yeni periyotun vakti gelmiş de geçmişti bile… Yeni şeyler öğreneceği için heyecanlıydı ve bu heyecandan dolayı titrek adımlar atıyordu evden çıkarken. Bir yandan da tedirgindi çünkü yükleme seansları epey sarsıcı geçerdi. Gerçi artık alışmıştı; her gidişinde tedirginliği daha az oluyordu… Beyaz cübbeliler, evinden pek uzakta olmayan dar bir depoda barınmaktaydılar. Bilge Aktar periyot gerektirmedikçe oraya gitmezdi çünkü ‘yükleyiciler’ kendisinden bile çok daha az ‘insan’dılar. Gerekirse konuşabilirlerdi ama genellikle konuşmamayı tercih ediyorlardı. Đnsan olduklarını hatırlatacak hiçbir şey yapmıyorlardı. Deponun kapısını yumrukladı Bilge ve ardına kadar açıldı mermer sütunlarla çevrili oval kapı. Beyaz cübbelilerden biri onu karşılayıp içeri girmesini işaret etti usulca. Bilge Aktar daveti ikiletmeden, içeri, deponun ortasına geçip her zamanki yerinde ayakta beklemeye koyuldu. Onu karşılayan ve içeri buyur eden dışında beş tane daha beyaz cübbeli vardı. Birbirinin aynıydı hepsi. Beyaz kukuletaları vardı cübbelerinin üzerinde; belli ki bir kafaya sahiptiler ama yüzleri görünmüyordu. Suratlarının olması gerektiği yerde beyaz bir ışık huzmesi vardı yalnızca…
161
Ölümsüzlük Öyküleri
Hayalete benziyorlardı. Kol yenlerinden görünen elleri -ki vücutlarının dışarıdan görünebilen tek uzvuydu bunlar- soluk kesiciydi. Parmakları ince ve uzundu, sivriydi. Olması gerektiği gibi ellerini yukarı kaldırdı beyaz cübbeliler. Bir buluta benzeyen ama ortasında geniş bir boşluk bulunan bir madde oluşuverdi tavanda. Yükleyicilerin ellerinden fışkıran yoğun ışık huzmesi ortadaki boşluğu sarıp aydınlıkla doldurdu. Kendi çevresinde pek sarsılmadan dönen tuhaf bulut, Bilge Aktar’ın artık pek hayret dolu olmayan bakışları arasında devinimini sürdürdü… Sıradaki adım, giysileri çıkarmaktı. Çarçabuk soyundu Bilge. Yükleyiciler ona kendi cübbelerini andıran ama kukuletası olmayan ve kolları açıkta kalan beyaz bir kıyafet giydirdiler hemen. Sonra beyaz cübbeliler etrafını sardılar, bir çember oluşturdular, ellerini ona doğru uzattılar. Bunu yaptıkları anda Bilge’nin hemen gerisindeki kapıda göze benzeyen bir şekil oluşuverdi ve cübbelilerin saçtıkları aynı ışıkla parıldamaya başladı. Yükleyicilerin ürpertici ellerinden; ince, sicim gibi ışık huzmeleri Bilge’nin üzerine fırladı bu kez. Ve onu sarıp, sanki sıradan bir ipmiş gibi kollarına yapıştılar. Yükleme başlamıştı nihayet… Bu işin sarsıcılığı ve yıpratıcılığı, Dünya’daki ve hayal edilen, yaratılan her evrendeki yeni tüm bilgilerin aynı anda, hız kesmeden zihnindeki uçsuz bucaksız depoya doluşmasından kaynaklanıyordu. Depo nasıl bir sonsuzluğa sahip olursa olsun, böylesine ani bir bilgi patlamasıyla karşılaşınca anlık sarsıntılar yaşıyordu Bilge.
162
Ölümsüzlük Öyküleri
Işık sicimleri vücuduna doluşmaya, zihnine akmaya devam etti. Ve bu yüklemeden kalan faydasız ‘atıklar’, omzundan fışkırarak yukarıdaki bulutun ışıklı gövdesini doldurdu. Ansızın rahatsız edici bir farkındalığa kavuştu Bilge Aktar. Yanlış bir şeyler vardı! Ne olduğunu anlayamıyordu ama yüklenen bilgilerin yarattığı yıpratıcı hissin yanında, bambaşka, tuhaf bir duyguyu yaşamaktaydı. Sanki zihnindeki depoda bulunan dolapların yerleri değişiyor, karman çorman oluyorlardı… Bu, hayra alamet olamazdı. Âdem’in yaratı kanunlarına göre, dıştan bir müdahale olmadığı sürece beyaz cübbelilerde ve yaptıkları işte en ufak bir değişiklik olmayacaktı. Dıştan bir müdahale, diye düşündü. Ve gerçeği kavradı. Ya Cehalet’in ya da Şeytan’ın işiydi bu. Veya ikisinin birden! Daha fazla bekleyemezdi. Dünyanın ve yaşamın kaderini belirleyecek olan sonsuz öneme sahip görevi tehlikeye girebilirdi. Zihni düzelmeyecek bir biçimde bozulabilirdi ve böyle olursa ileride Kanatlılar’a yardım etme fırsatını bulamazdı! Ani bir öfke çığlığı attı ve zorlukla ileri doğru yürüdü Bilge Aktar. Belli ki hiçbir şeyin farkında olmayan, ne gibi bir sabotajla karşı karşıya olduklarının ayırtına varamayan beyaz cübbeliler onu çembere geri sokmaya çalıştılar, ama nafile! Bilge ardına bile bakmadan depodan çıktı. Belki de hayatında ilk kez koşuyordu. Evine ulaşmalıydı. Đçeri adım attığı anda düşmanlarına karşı güvende olacaktı. Âdem’in beyaz cübbelileri yaratan yazıtları üzerinde oynama yapacak ve hem deponun hem de boyutun güvenliğini her yönden hatırı
163
Ölümsüzlük Öyküleri
sayılır biçimde arttıracaktı. Bugüne dek bunu yapmaması öyle hazin bir hataydı ki! Sahi, neden hiç aklına gelmemişti bu? Bir süre düşündü ama bulamadı cevabı. Hatırlamıyordu. Bir an sendeledi. O ‘Bilge’ Aktar’dı ve bir şeyi ‘hatırlayamamıştı’ öyle mi? Đşte bu, hiç ama hiç hayra alamet değildi. Sendelemesi ve yavaşlaması ona pahalıya mal olacaktı neredeyse. Başını çevirip gözlerini geriye dikince, deponun kapısının savrularak açıldığını ve dışarı çıkan Cehalet Elçileri’nin peşine düştüklerini gördü. Tiksinti verici bir vücuda sahiptiler, her yönden ‘kirli’ydiler… Elçiler’i biliyordu, onlardan haberdardı, ama görmek yine çok etkileyici, yine çok sarsıcı olmuştu Bilge Aktar için… Bildiği ama görmediği daha neler vardı kim bilir. “Bir tuhafsın sen de!” diye kızdı kendine, nihayet görüş alanına giren evine doğru koşmayı sürdürürken. “Peşinde Elçiler var, yaşamın ve vazifen muazzam bir tehlike altında, ama sen düşüncelere dalıyorsun!” Bunları söylemişti ki, ayağı büyük bir taşa takıldı ve yere yapıştı! Elçiler bunu fırsat bilip üzerine atıldılar ve onu bileğinden yakaladılar. Bilge Aktar ileri doğru süründü, ayağa kalkmaya çabaladı. Elçi’nin soğuk ve iğrenç eli bileğini kirletiyordu. Her an yakalanabilirdi ve zorla geri götürülüp ‘yükleme’ye zorla sokulabilirdi. O zaman her şey biterdi. Bitmemeliydi! Bir çığlık attı. Bunu duyan Cehalet Elçileri ürktüler ve birkaç saniye için donup kaldılar. Fırsattan istifade, elini bileğindeki Cehalet
164
Ölümsüzlük Öyküleri
Elçisi’nin eline uzattı Bilge. Ve tutup sıktı. Ardından ayağa kalkıp, ulaşmasına birkaç metre kaldığı evine doğru koşmaya devam etti. Böylesine basit ve utanç verici bir biçimde faka basmayı beklemiyordu Cehalet Elçileri. Son bir umut ileri atıldılar. Çok yakındılar Bilge
Aktar’a,
ama
yetişemediler
ona.
Ahşap
kapı
yüzlerine
kapanıverdi… Ahşaptan olabilirdi ama şu an evrendeki en korunaklı mekâna sahiplik eden en ‘geçilmez’ kapıydı o kapı… Cehalet Elçileri, hedeflerine bu kadar yaklaşmış ama onu ellerinden kaçırmışlardı. Bu, affedilemez bir hataydı. Böyle bir başarısızlığın ardından Đblis’in karşısına çıkmaktansa, boyutlarına dönüp intihar etmeyi tercih ederlerdi. Yere çöküp öfkeyle haykırmaya başladılar.
***
Đçeri giren ve güven duygusuna kavuşmanın huzur verici hissini oksijen gibi içine çeken Bilge Aktar, bir an bile beklemeden yazıtlara koştu ve onlar üzerinde gerekli değişiklikleri yaptı çabucak. Boyut çok daha korunaklıydı artık. Onun istemediği kimse ayak basamayacaktı. Tek katlı küçük evi de üç katlı bir kuleye dönüşmüştü. Ve henüz bilmese de, evim dediği bu yer, zaman içinde çok daha büyük değişiklikler geçirecekti. Bilge’nin bilmediği bir başka şey ise, bugün yaşadığı ‘hafıza teklemesi’nin, birçoklarının ilki olduğu gerçeğiydi.
***
165
Ölümsüzlük Öyküleri
Şeytan’ın sıcak ve tüyler ürpertici öfke patlamasıyla gümbürdedi Cehennem’in dört bir yanı. Cezalarını çekmekte olan perişan insancıklar, zebaniler, türlü türlü yaratıklar ve diğer tüm sakinler korkuya kapıldılar. Lakin Đblis’in sakinleşmeye niyeti yoktu. Bu utanç verici başarısızlığın sorumluları olan Elçiler’in intihar etmeye çalışacaklarını biliyordu ama buna fırsat vermeden yakalayacaktı onları ve yakacaktı kirli ruhlarını… Yaptıkları hataların her biri için ayrı ayrı pişman olacaklardı ama fayda etmeyecekti. Aynı insanlar gibi Cehennem’de yakacaktı onları. Ama insanlar gibi cezalarını çekip kurtulamayacaklardı bundan. Sonsuza dek kalacaklardı Cehennem’de ve sonsuza dek kavrulacaktı çarpık bedenleri… Cehennem bir kez daha ve bir kez daha sarsıldı onun yakıcı öfkesi altında.
HIZIR Bilge Aktar için genelde insanlar birbirine benzerdi. Pek ayıramazdı onları. En farklıları bile duygu ve yaşayış yönünden diğerlerinin bir kopyasıydı yalnızca. Yüce Allah’ın en sevdiği ve en özendiği yaratılarına saygısızlık etmek istemezdi, lakin düşündüğü buydu. Onların hayatına büyük bir önem veriyordu, bir tekinin bile kılına zarar gelmesini istemezdi, onları korumak için her şeyi yapabilirdi. Zaten yaratılış amacı bile, dolaylı yoldan da olsa, insanları korumaktı. Ama
166
Ölümsüzlük Öyküleri
onları birbirinin kopyası olan ‘aynı’ varlıklar olarak görmesini etkilemiyordu tüm bunlar. Belki de insanları böyle görmesinin nedeni, yaradılışındaki yoğun farklılıktı. Bilemiyordu. Ne var ki, onların arasında bile dikkat çekici şeyler yapan özgün insanlar çıkıyordu işte. Ve uzun süre önce gözüne kestirdiği Hızır bunlardan biriydi. Yaptığı her şeyi dikkatli gözlerle takip ediyordu. Saldırıdan sonraki yüzyıllar boyunca Dünya’ya bir kez olsun gitmemiş, üç katlı kulesine bir kat daha çıkarak dört katlı hale getirmiş ve oraya kapanmıştı. Beyaz cübbelilerin yükleme seansları artık eskisi kadar güvenliydi. Ama saldırıdan sonra kulesinden çıkmaktan bile korkar olmuştu Bilge. Seansları uzun süre aksattıktan sonra, görevi aklına gelince, zihnindeki depoyu ‘güncellemek’ için dışarı çıkmaya cesaret edebilmiş ve sorunsuz bir ‘yüklemenin’ ardından kulesine geri dönmüştü. Aktarlıktan giderek uzaklaşıyordu. Bitki ve baharat üretmesinin tek sebebi alışkanlığıydı. Artık bu iş ona eskisi kadar keyif vermiyordu, çünkü üretimi yaptıktan hemen sonra Dünya’ya gidip satması mümkün değildi. Đçerdiği derin tehlike yüzünden Dünya’ya çok nadir ve gizli kapaklı bir şekilde gidebiliyordu artık. Kendine eskiden olduğunun yüzde biri kadar bile tolerans göstermiyordu bu konuda… Son zamanlarda keşfettiği şeylerden biri, beyaz cübbelilerin yüklemesinden çıktıktan sonra, zihnine depolanan her şeyi bir filmmişçesine canlı olarak takip edebildiğiydi. Hızır’ı da bu seyirlerden birinde keşfetmişti. Yüklemeye kadarki tüm yaşamını heyecanlı bir film izler gibi takip etmişti. Oldukça keyifli ve fazlasıyla ilgi çekici bir süreçti bu.
167
Ölümsüzlük Öyküleri
Başta sıradan bir insan gibi görünüyordu Hızır, ama zaman geçtikçe gün yüzüne çıkmıştı ilginç nitelikleri. Yaşadığı bölgede istisnasız herkesin sevip saydığı, saygı duyulan, iyi yürekli, cömert ve sabırlı
bir
insandı.
Dinine
bağlıydı.
Allah-ü
Teâlâ’nın
sevgili
kullarındandı. Ama tüm bunların yanında, Hızır ölümsüzlüğün sırrını arama cüretinde bulunmuştu ve Allah-ü Teâlâ onu engellememişti. Tehlikelitehlikesiz binlerce yere gitmiş, iyi ya da kötü binlerce insanla tanışmış, aç susuz kalmış, yorulmuş ve yıpranmış, sarsılmıştı, ama arayışından vazgeçmemişti
Hızır.
Yaşayacağı
hayatın
on
yıllarla
ölçülmesi
yetmiyordu ona. Dünya’yı daha iyi bir hale getirebilmek için gerekli adımları atabilmesi, ancak yüzyıllar hatta belki de binyıllar boyunca yaşamasıyla mümkün olabilecekti. Ve sırrı bulmasına ramak kalmıştı. Lakin Hızır’ın bilmediği ama Bilge Aktar’ın son derece farkında olduğu bir gerçek vardı ki, Yüce Allah arayışı engellemese dahi hiçbir faniye ölümsüzlüğü bahsetmemişti ve bahşetmeyecekti.
Hızır
hayatını
buna
adamıştı
ama
amacına
ulaşamayacak, ölümsüzlüğe erişemeyecekti. Hazreti Âdem bile ölümsüz değilken bir başkasının sonsuz yaşama erişmesini sağlamak, Allah-ü Teâlâ’nın asla ama asla yapamayacağı bir şeydi! Lakin Bilge Aktar bu sırra ister istemez erişenlerdendi ve Hızır’a yardım edebilirdi! Olacaklara katlanabilecek iradeye sahipti, çünkü Yüce Allah’ın ne olursa olsun onu yok etmeyeceğini biliyordu. Đşler oluruna bırakılacaktı, öyleyse Hızır’a yardımda bulunmanın hiçbir bir zararı yoktu!
168
Ölümsüzlük Öyküleri
Yüzyıllar sonra ilk kez kulesinden hatta boyutundan ayrılıp soluğu Dünya’da aldı. Hızır’ı buldu. Onu zaten tanıyordu. Kendini gereğinden fazla bilgi vermeden tanıttı. “Ben Bilge Aktar’ım,” dedi. “Sana aradığını ve hak ettiğini vermeye geldim.” Sonra bir an durakladı. Kafasını kaşıdı. “Ne hak ediyordun sen?” Hızır ona şaşkınlıkla baktı. “Söyleyen sensin. Ben nasıl bilebilirim?” Bilge Aktar, “Sen kimsin peki?” diye sordu. O da şaşkındı. “Hızır,” dedi adam kısaca. “Ha, Hızır,” dedi Bilge Aktar ve bir kahkaha attı. “Doğru ya, ölümsüzlük…” Ve hafızasına o an galip gelip, Dünya’ya yaptığı bu küçük ziyaretin amacına ulaştı. Dediğini yaptı, adamın geçilmez engeli geçmesini, aşılmaz ‘ramağı’ aşmasını sağladı. Hızır Aleyhisselam artık ölümsüzdü. Ve bundan asırlar sonra onu rüyalarında görenlerin bilmediği şey, aslında Hızır’ın yalnız soyut değil somut Dünya’da da bir bedene sahip olduğu ve kanlı canlı bir biçimde yaşadığı gerçeği olacaktı! Bilge’nin yardımıyla Hızır çölde kendisine bir kale kurdu, sonsuz inzivasına çekildi. Bilge Aktar ise, en azından birilerinin iyi niyetli emeklerinin
sonucunda
hak
ettiklerini
alabilmesini
sağlamanın
mutluğuyla boyutuna döndü. Gerçi ölümsüzlük Hızır’ı ne kadar mutlu edecekti emin değildi, ama madem ölmemek istiyordu, tamam işte, ölmeyecekti… Kendisi ise kulesinden yüzyıllar boyunca çıkmayacaktı yine. Onun kaderi buydu. Ne kadar çaba gösterirse göstersin, hayatını yalnızca kısa
169
Ölümsüzlük Öyküleri
bir süre için renkli hale getirebilmişti. Önünde hiç bitip tükenmeyecek asırlar vardı. Ölümsüzlük kötü olabilirdi, ama onun keyfini çıkaramamak en kötüsüydü…
DÖNGÜ Binyıllar geçip gitti. Nesiller tükendi, yenileri türedi. Đnsanlar doğdu ve öldü. Savaşlar yaşandı, yıkımlar geldi geçti. Dünya bambaşka bir hale büründü. Tüm bunlar vuku bulurken hep orada bir yerlerdeydi Bilge Aktar. Ya kulesindeydi, ya nadiren yaptığı Dünya ziyaretlerinden birinde yahut evrenin bir başka köşesinde… Ve şimdi, Milat’tan sonraki 1900’lü yılların sonlarında, 1992 senesindeydi Dünya… Lakin belli olmayan bir şey vardı: Dünya’nın genç mi yoksa yaşlı mı olduğu. Asla önceden tahmin edilemeyecekti Đsrafil’in borusunu ne zaman üfleyeceği, Kıyamet’in ne zaman kopacağı.
Belki her zaman genç
sanılacaktı Dünya, belki de her zaman yaşlı… Lakin aynı belirsizlik Bilge Aktar için geçerli değildi. Yaşlanmıştı o. Her şeyi bilmeye devam etse bile hafıza sorunları giderek artmış, bir şeyleri unutmadığı tek bir gün geçiremez olmuştu. ‘Ölümsüz biri bunayabilir mi?’ diye sorsalar, ‘Hayır,’ derdi önceleri, ama kendisine olan tam olarak buydu. Evet, işin içinde Cehalet’in ve belki de Şeytan’ın
170
Ölümsüzlük Öyküleri
parmağı olabilirdi, ama kendini bunamış bir ihtiyar gibi hissettiği ve o yönde belirtiler gösterdiği yadsınamazdı. Henüz ne Kanatlılar çıkmıştı ortaya, ne Kıyamet belirtileri, ne başka bir şey… Görevini uygulamamış, yaratılış amacını yerine getirmemişti ki huzur içinde ölüme koşabilsin… Beyaz cübbelilerin bilgi yükleme seansları sorunsuzca devam ediyordu, ama babası Âdem’in hayata gözlerini sonsuza dek yummadan önce yaptığı düzenlemelerin ceremesini kendisi çekiyordu; aynı ta o zamanlar tahmin ettiği gibi… Yine de bir çözüm yolu bulmayı başarmıştı. “Madem bilgileri okuyarak öğrenemiyorum, öyleyse hayal gücüyle meydana gelmiş eserleri okurum,” demiş ve kendini romanlara, öykülere, şiirlere vermişti… Bugünlerde aklını kurcalayan da, sahip olduğu bilgilerden bir tanesiydi. En severek okuduğu yazarlardan biri, Amerikalı Stephen King adında bir korku-gerilim yazarıydı. Pek çok eseri vardı ama aralarında belki de en önemlisi Kara Kule serisi adında, yedi kitap olarak planladığı fantastik roman serisiydi. Dünya çapında bir fenomen haline gelmiş, pek çok dile çevrilmişti bu seri ve yeni kitapları milyonlarca kişi tarafından merakla bekleniyordu. Bilge, King’in tüm kitaplarını iki günde okumuştu ve bunlara Kara Kule de dâhildi. Fakat aklını kurcalayan bu değil, King’e yaşlı bir kadından gelen mektuptu: Şöyleydi o mektup:
171
Ölümsüzlük Öyküleri
Sayın Stephen King, Bu
mektubun
size
ulaşıp
ulaşmayacağını
bilmiyorum, ama umarım elinize geçer. Kitaplarınızın çoğunu okudum ve hepsini de çok sevdim. “Kardeş eyalet” Vermont’tan, yetmiş altı yaşında genç bir büyükanneyim ve özellikle Kara Kule öykülerinizi çok seviyorum. Şey, mektubu yazma sebebime geleyim. Geçen hafta Mass General’de bir Onkolog ekibini görmeye gittim ve bana beynimdeki tümörün habis gibi göründüğünü söylediler (daha önce, “Telaşlanma Coretta, iyi huylu,” demişlerdi). Ne gerekiyorsa onu yapmak zorunda olduğunuzu biliyorum Bay King, ‘ilham perinizi izlemelisiniz’ ama bu yılın 4 Temmuz’unu görürsem şanslı olacağımı söylüyorlar. Galiba sevgili Kara Kule serisinden okuyabileceğim son kitap bu. Acaba Kara Kule’nin nasıl sonlanacağını ya da en azından Roland ve “Ka-Tet”inin Kara Kule’ye varıp varmayacağını söyleyebilir misiniz? Varırlarsa orada ne bulacaklar? Hiç kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum. Ölmekte olan bir kadını çok mutlu edeceksiniz. Saygılarımla, Coretta Vele Stowe, VT.
Bu mektubun içerdiği dram Bilge Aktar’ı da sarıp sarmalamıştı ve bir şeyler yapması gerektiğini hissediyordu. Bir şeyler yapmak
172
Ölümsüzlük Öyküleri
‘istiyordu’! Ama bunu nasıl yapabileceğinden emin değildi. Düşünüp duruyor ama sonuca varamıyordu bir türlü. Stephen King mektuba cevap vermeyecekti. Bundan emindi. Peki bu durumu tersine çevirebilir miydi? Sonra, hiç beklemediği bir anda, bir şimşek çaktı aklında. Gidip yazardan serinin sonunu zorla öğrenirse, onun ağzından bir mektupla yaşlı Coretta Vele’e istediğini verebilirdi. Düşüncelere daldı. Bunu yapabilir miydi gerçekten? Gülümsedi sonra. Eh, en azından deneyebilirim, diye düşündü. Đşin ucunda yaşlı bir kadını mutlu etmek vardı. Kadının bu kadar tutkuyla bağlı olduğu bir roman serisinin sonunu öğrenemeden hayata gözlerini yumacak oluşunun yarattığı kederi tahmin edebiliyordu. Yeni bir Dünya ziyaretinin zamanı gelmişti. Maine’de yaşayan Stephen King’in bu gece bir misafiri olacaktı.
***
Oldu da. Stephen King kapısını çalan ve zorla içeri girip Kara Kule serisinin sonunu öğrenmek istediğini söyleyen yaşlı ve tuhaf ‘misafiriyle’ karşılaşınca neye uğradığını şaşırdı. Evde yalnızdı adam ve Bilge de bunu biliyordu. Yoksa bu geceyi tercih etmez, birkaç gün beklerdi. Israrlıydı, cevabı öğrenmeden gitmeyecekti. “Bakın beyefendi,” diyordu Stephen King, bilmem kaçıncı kez, “Kara Kule’nin sonunu soran ölüm döşeğindeki yaşlı bir bayan okurum da oldu ve ona bile söyleyemedim. Çünkü ben de bilmiyorum! Masama
173
Ölümsüzlük Öyküleri
oturup yazana kadar pek çok şeyden bihaber olurum. Bu yönden okuyucularımdan pek de ileride olduğum söylenemez. Her şey benim kontrolümde değil.” Derin bir nefes aldı. “Gece gece zorla evime giriyorsunuz. Buna haneye tecavüz denir.” Bilge Aktar da aynı şekilde derin bir nefes aldı. Yoğun ısrarları ve gayet tehditkâr tavırları herhangi bir sonuca varamamıştı ve varacak gibi de görünmüyordu. Serinin sonunu yazardan öğrenmenin kötü bir fikir olduğu şimdi ortaya çıkmıştı, çünkü öğrenemeyecekti. Dünya’ya gelişi boşunaydı. “Umarım doğru söylüyorsundur Bay…” dedi, sonra dilini ısırıp adamın ismini hatırlamaya çalıştı. “Bay...” “King,” diye tamamladı Stephen King. Bilge Aktar başıyla onayladı. “Doğru. King.” Ve cümleyi baştan kurdu: “Umarım doğru söylüyorsunuzdur Bay King, yoksa gelir ve yakanıza yapışırım. Nereye giderseniz gidin sizi bulabilirim.” Ve hayatının şoklarından birini yaşayan yazarı orada bırakarak evden çıkıp gitti…
***
Başarısızlıklarla örülü gecenin ardından, yolda karşısına çıkan bir banka çöküp düşüncelere daldı Bilge Aktar. Henüz boyutuna dönmek istemiyordu. Yağmur çiselemeye başlamıştı ama onu da umursamıyordu. Binyıllar sonra ilk kez ağlayacaktı neredeyse. Kendini alabildiğine berbat hissediyordu, çünkü bu durumu çözmeyi kafasına takmış, saplantı haline getirmişti ama yapabilecek gibi görünmüyordu.
174
Ölümsüzlük Öyküleri
Derken ikinci şimşek çaktı ve ikinci seçenek açıkça belirdi zihninde. Geleceği görmek! Beyaz cübbeliler ona yaşanmış bilgileri yüklüyorlardı, buraya kadarı tamamdı, anlamayacak bir şey yoktu. Ama onun aklındaki soru, Allah-ü Teâlâ isterse beyaz cübbelilerin ona gelecekten ufak bir bilgiyi de yükleyip yükleyemeyecekleriydi. Sadece dört kitap… Zihninde geleceğe bir yolculuk yaparak o dört kitabı okuması yeterliydi. Sonra atacağı tek bir mektup, ölüm döşeğindeki bir kadının, Coretta Vele’in yüzünde ve yüreğinde güller açtıracaktı. Birinin mutlu ölmesini sağlayacaktı. Rehberlik etmekle yükümlü olduğu Kanatılar’la karşılaşana dek Bilge Aktar’ın hayatı amaçsız olacaktı ve böyle küçük amaçlarla süslemek kendisine bağlıydı. Hızır’a yardım ederek onun ölümsüzlüğe kavuşmasını sağlamak bunlardan biriydi. Şimdi de Coretta Vele’e bir kitap serisinin sonunu bildirmek gibi çok daha hafif gibi görünen ama özünde belki de çok daha ağır olan bir amaç edinmişti kendine. Gitgide hızlanan ve sağanağa dönüşen yağmur altında yere çöktü ve başını gökyüzüne dikip, “Allah’ım,” diye yalvardı, “bir kerelik olsun geleceğe bakış atmama izin verin. Tek istediğim birkaç kitabı okumak. Sonra günümüze döneceğim. Yaşlı bir kadının son arzusunu yerine getirmek diyebiliriz buna. Sadece bir mektup yazmak istiyorum ve onun için de zihnimde geleceğe kısa bir yolculuk yapmalıyım. Ben Dünya için hayatını harcamak amacıyla yaratılmış bir varlığım. Hiç istemediğim halde ölümsüzüm. Benim hayatımda arzuların yeri olmadı ve olmayacak, ama bir kez olsun dileğimi yerine getirin ve hem beni hem de ölüm
175
Ölümsüzlük Öyküleri
döşeğindeki o yaşlı kadıncağızı mutlu edin. Yalnızca beyaz cübbelilerin yapacağı bir ek yükleme istiyorum. Geleceğin dünyasında bir kitapçıyı ziyaret etmek istiyorum. Yalnızca bir gün.” Son söylediği kelime bu oldu. Ayağa kalktı ve yağmur altında yavaşça yürümeye başladı. Birkaç saat sonra boyutunun bilindik toprağına adım atmıştı.
***
Beyaz cübbelilerin yuvası olan deponun kapısı büyük bir gümbürtüyle yumruklandı. Hayalet benzeri yaratıklardan bir tanesi havada süzülürcesine yürüyüp kapıyı açtı. Gelen Bilge Aktar’dı. “Biz de sizi bekliyorduk,” dedi. “Ek yükleme için hazırız.” Bilge’nin yaşadığı heyecanı ve sevinci anlamak için kâhin veya onun gibi Bilge olmak gerekmiyordu. Tüm duygularını bir insan gibi yüzüne yansıtmıştı. Hızlı adımlarla odanın merkezine yürüdü ve orada dikildi. Beyaz cübbeliler ayaklandılar, ellerini kaldırdılar. Ve ‘ek yükleme’ bütün ihtişamıyla başladı.
***
Birkaç gün sonra, hayatının kalan az sayıda günlerini geçirmek için Vermont’taki Mass General hastanesine yatmış olan Coretta Vele, bir mektup aldı. Heyecandan elleri titreyerek zarfı parçaladı ve katlanmış kâğıdı hızla açarak okumaya başladı.
176
Ölümsüzlük Öyküleri
“Sevgili Coretta” diye başlıyor ve “Sevgiler, Stephen King” diye bitiyordu mektup.
KULÜP Bilge Aktar, hafızasının çıkardığı tüm zorluklara rağmen, gelecek yıllarda iki ayrı uğraşla hayatını yeniden renklendirmeyi başardı. Đlki, boyutunda yaptığı değişikliklerdi. Boyutu yaratan yazıtlar üzerinde resim yapar gibi oynamalar yapıyor ve orayı bambaşka bir hale getiriyordu. Kulesi artık bulutların üzerinde asılı duruyordu: Hiç kimse, tabii eğer uçamıyorsa, Bilge izin vermeden oraya giremezdi. Kanatlılar’ın adı üstünde kanatları olacağına göre uçmak gibi bir sorunları olmayacaktı. Bunun dışında boyut doğal özelliğinden tamamen sıyrılmış, mistik-teknolojik bir hal almıştı. Bir deniz de vardı kulenin hemen dibinden ilerilere dek uzanan… Kanatlılar boyutun eski halini hiç görememişlerdi ama bunun gibi
köklü
bir
değişikliğe
daha
gerek
kalmadan
göreceklerini
hissediyordu Bilge. Fırtınanın yaklaştığına dair bir his vardı içinde. Çok yakında kopacaktı dananın kuyruğu. Đkinci uğraşı ise, kimi zaman gerçek mekânlara kimi zaman ise hayallerle yaratılmış boyutlara gidip öğrenci toplamak olmuştu. Genç öğrencileri onu seve seve dinliyorlardı. Ya öyküler anlatarak onları eğlendiriyordu, ya da pek çok konuda pek çok bilgi vererek daha kültürlü hale getiriyordu. Birçoğu hayali karakterler olabilirdi ama bir noktada
177
Ölümsüzlük Öyküleri
onlar da can bulmuştu. Hissediyor, düşünüyor, hareket ediyorlardı. Bu gibi özellikler onları ‘canlı’ kılıyordu… Bilge Aktar hepsinin çocuk olmasına dikkat etmişti. Bebekleri, çocukları ve gençleri severdi oldum olası. Đçlerinde insana benzeyenler de vardı, fantastik öykülerde yaratıldığı için daha farklı bir şekle sahip olanlar da. Ama hepsi konuşuyordu, hepsinin kolu bacağı vardı: Bilge’nin öğrenci olmalarını engelleyen hiçbir unsur bulunmuyordu. Boyutundaki değişikler tamamlanmıştı ama öğrencilerini kuleye getirip onlara ders vermeye devam ediyordu. Ve bu iki şeyin dışında, dikkatini çeken bir insanı ve kurduğu oluşumu gözlemekteydi. Yüce Asi diye bilinen bir adam evrenin hayalyaratma kanunlarını öğrenmiş ve Cehalet’i keşfetmişti. Bu kara oluşuma karşı önce bireysel bir savaş açmıştı, ama sonra işler değişmişti ve direniş örgütü gibi görev yapacak bir öykü kulübü kurmuştu. Yıllar sonra öğrencilerinden birkaçına anlatacağı gibi:
“Gençliğinin ve savaşa yeni katılmış olmanın verdiği heyecanla tek başına Cehalet Elçileri’yle savaşmaya başladı. Hatta o savaşa girdiğinde Tarafsız Kurul yasalarının birçoğu Cehalet lehineydi. Asi’nin bir öykü içinde dört elçiyle birden savaştığı bile olmuştur. Savaştıkça büyüdü, radikalleşti, hayatını buna adadı ki yapması gereken de buydu. “Kazandıkça
Kurul
Yasaları’nı
değiştirdi
ve
planladığı şeyi hayata geçirmeye başladı. Tarihin tekerrür
178
Ölümsüzlük Öyküleri
etmesini engellemek, Cehalet’le savaşta istikrarı ve başarıyı sağlamak için savaşçı-yazarları kendisi yetiştirmeye karar verdi. Bir kulüp kurdu. Görünürde hayal gücüne inanan, öte yandan gerçeği arayan yazar ve yazar adaylarını, kendisi için anlamlı şeylerin bileşkesinden oluşan ‘Xasiork’ adını verdiği kulüp altında toplamaya başladı. Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü işte böyle doğdu.
Aktar önce bunun geçici bir heves olmasından korktu. Binlerce yıldır bireysel olarak yürütülen Cehalet’le savaşın kararlı insanlarca yürütüldüğünü görmek güzeldi ama belki de Xasiork denen bu kulüp fazla dayanıklı çıkmayacak, birkaç yıla kalmadan tükenip gidecekti. Lakin düşündüğünün tam aksi gerçekleşti. Daha bir yıla kalmadan kulüp, ‘savaşçı-yazar’ dediği üyelerini bünyesinde hızla toplamaya başladı. Babası ne demişti ölmeden önce? “Belki yüzyıllar belki de binyıllar sonra, Cehalet’e karşı verilen savaş bambaşka bir hal alacak. Kanatlılar da bu bambaşka hal içinde ortaya çıkacaklar. Bu durumun farkına vardığın zaman kilitli meşin dolabımdaki kutuyu kendini belli etmeden lidere ileteceksin oğlum.” Ve o da sormuştu hemen: “Kanatlılar’dan önce mi?” “Evet, onlardan önce.” “Peki bunu nasıl fark edeceğim?” “Sezeceksin. Anlayacaksın. Hissedeceksin.” Ve şimdi Bilge Aktar seziyordu, anlıyordu, hissediyordu. Zamanı gelmişti.
179
Ölümsüzlük Öyküleri
Soluğu kilitli meşin dolabın önünde aldı. Hemen anladı ki, kilidi kaldıracak anahtar onun eliydi. Zira kulpuna dokunduğu anda bir ‘tık’ sesi geldi ve dolabın kapısı usulca açıldı. Đçinden kutuyu aldı. Hareketliydi, içinde bir şeyler oynaşıyordu. Zorlukla zapt etti ve dışarı taşıdı onu. Yüce Asi o gece kulüp binasındaki odasında bir kutu bulacaktı. Önce ne olduğunu anlayamayacak ama yıllar geçtikçe hisleri, sezgileri ve mantığıyla ne işe yaradığını kavrayacaktı: Bu kutu, Kanatlılar’ı Bilge Aktar’a götürecek anahtarı içinde barındırmaktaydı. Ve içerdiği tek anahtar bu değildi. Bir ölümlüyü, tüm kötülüklerin ve Şeytan’ın yuvası Cehennem’e taşıyabilecek kapının kilidini açacak tek anahtar da bu küçücük kutudaydı. Âdem her şeyi önceden planlamıştı. Ama bu plan yeterli olacak mıydı, işte onu zaman gösterecekti…
***
Sezgilerine güvenmekte ne kadar haklı olduğunu birkaç ay sonra anladı Bilge Aktar. Yüce Asi kulüp binasındayken, kendi istihbarat kaynaklarından bir haber almış ve soluğu bir hastanede almıştı. Sırtında ne idüğü belirsiz bir yara olan bir çocuk doğmuş ve her ihtimale karşı bir ay gözetim altında tutulmuştu. Ve sonra, bunun bir yara olmadığı ortaya çıkmıştı. Minik bebeğin sırtındaki ufak yarıktan kanatlar çıkmaya başlamıştı! Bir işaretti bu. Đlk kanatlı doğmuştu.
180
Ölümsüzlük Öyküleri
Yüce Asi’nin işi zordu. Olayı hasıraltı etmek zorundaydı. Kanatlılar’ın ne kadar büyük bir önem taşıdığından o da haberdardı ve kimse bu doğumdaki tuhaflığı yani kanatları duymamalıydı. Cehalet’in elleri her yere uzanıyordu ve bunu hemen öğrenebilirlerdi. Yüce Asi hayatının en zor kararını verdi. Bebeğin ailesi dışında bu durumdan haberdar olan herkesi, kaza süsü vererek toplu şekilde öldürttü ve riskten kurtuldu. Dünyanın kaderi onun ellerindeydi. Kimseyi öldürmek istemezdi ama bunu yapmak zorunda kalmıştı. Kanatlı bebeğin ailesine ise her şeyi açıkça anlattı, inanmalarını umarak. Ve uzun sürse de, inandılar sonunda. “Şu Asi’nin yaptığına bak hele,” diye homurdandı Bilge Aktar kendi kendine. Sonra bir anda durakladı. “Kim ne yapmıştı yahu?” diye sordu kendi kendine. Birkaç dakika sonra konuyu bile unutmuştu. Fakat kanatlı bebeğin doğduğu gerçeği çok geçmeden zihnini yardı yeniden ve heyecana boğdu onu. Ölçülemez bir duygu sağanağıydı bu. Yıllarca gözledi kulübü ve yıllarca bekledi ikinci kanatlıyı. Ama uzun, çok uzun bir süre boyunca kanatlı bir bebek doğmadı. Hem Yüce Asi hem de hiçbirinin henüz tam anlamıyla haberdar olmadığı Bilge Aktar umutsuzluğa kapıldılar. Belki de kehanette bahsedilen kanatlı bu bebek değildi, diye tedirgin oldular. Düşünemedikleri şey, ikinci kanatlının doğuştan böyle olmayıp kanatlarının sonradan çıkabileceği gerçeğiydi! Đlk kanatlı büyüyüp de on beş yaşına bastığı sırada kulübe üye olmak isteyen bir gencin ikinci kanatlı olduğu ortaya çıktı.
181
Ölümsüzlük Öyküleri
Ve çok geçmeden kehanette belirtilen kaos başladı. Düzen bozuldu, denge yıkıldı… Tarafsız Kurul yok edildi, Cehalet nihai planının hazırlıklarına başladı. Kanatlılar ise buna bir dur demek amacıyla birbirlerini tanıyıp iç bağı kurdular. Ve nihayet Bilge Aktar’dan haberdar oldular. Canlarını dişlerine takıp, Bilge Aktar’ın boyutu düzenlediği sıralarda koyduğu engelleri bir bir aştılar. Bilge öyle bir heyecan içindeydi ki onların engelleri aşmalarını izlerken, kalbi yerinden fırlayacaktı neredeyse… Binyıllar boyunca yaşadığı duyguların her biri toplanmış ve ansızın üzerine hücum etmişti sanki. Kanatlılar yedinci kata ulaştılar ve odasına girdiler. Bilge Aktar oturduğu koltuktan yavaşça kalktı. Ve, “Hoş geldiniz,” dedi.
182