Jean-Claude Carriere MAHABHARATA
ÇAĞDAŞ DÜNYA YAZARLARI
Bu kitap 1999 yılında, İstanbul’da ÖZAL Basımevi’nde dizilip basılmışt (Tel: 520 60 58)
Jean-Claude Carriere MAHABHARATA ROMAN Türkçesi
NÂZIM ASLAN
CAN YAYINLARI LTD. ŞTİ. Babıali Caddesi, No: 19, kat: 2, Cağaloğlu, İstanbul Telefon: 528 61 13 - 513 51 88
Özgün adı LE MAHABHARATA
SUNUŞ Hem bilimle uğraşanlara, hem de halka yönelik bir yapıt olan Mahabharata dünyanın en büyük kitaplarından Herhalde şimdiye kadar yazılan şiirlerin en uzunudur Sanskritçe yazılmıştır, yüz binden fazla kıtayı içerir, İncil’den aşağı ukarı on beş kez daha uzundur Çok eski öyküleri bir araya toplayan ilk yazımlar MÖ IV. ya da V. yüzyıla kadar uzanır. Hemen hemen kesin bir biçim verebilmek için MS III. ya da IV. üzyıla kadar, yedi ya da sekiz yüzyıl bu metinler üzerinde çalışmalar sürdürülmüştür. Bu çalışmalar sırasında ilk öyküye birçok ekler yapılmış, bölgelere, geleneklere, yorumculara ve yazanların öğrenim düzeylerine göre üzyıla kadar çok değişik yorumlar ve biçimler ortaya çıkmıştır. Hint geleneğinin kısaca “destan” adını verdiği Mahabharata çok zengin Sanskrit dili yazınının temel yapıtıdır. Bu şiir bugün bile Hindistan’daki günlük aşamı etkileyen binlerce inancın, efsanenin, düşünce tarzının, alınacak derslerin kaynağını oluşturur. Bir Hint geleneği şöyle der: “Mahabharata‘da bulunan her şey başka yerde vardır. Orada olmayan şey hiçbir yerde yoktur.” Mahabharata Hindistan’ın kendisidir. Kenti başyapıtlarını dünyanın dört bucağına seve seve gönderen, ama karşılığında dışarıdan bir yapıtı kabul etmeyen Batı‘nın yarattığı kültür kalesine bağlı kalması nedeniyle XVIII. yüzyıla kadar bu büyük destansı şiirden vrupa’nın hiç haberi olmadı. Destanın bir bölümü olan Bhagavad-Gita’nın ilk baskısı Charles Wilkins’in çevirisiyle 1785’de Londra’da ve M.Parraud’un İngilizceden Fransızcaya çevirisiyle 1787’de Paris’te yayımlandı. Aynı dönemde şaşırtıcı bir serüven düşkünü olan Lozanlı albay de Polier Hindistan’a gitti, İngilizlerin hizmetine girdi ve gerçek bir krallık kurdu. Haremi ve çocuklarıyla Lozan’a döndüğünde kuzini olan Polier rahibesine, yolculukları sırasında tuttuğu ve kimileri Mahabharata‘yı anlatan notlar bıraktı. Albay, Directoire hükümeti döneminde Avignon’da öldürüldü. Kuzini bu notları 1809 ılında Hintlilerin Mitolojisi başlığı altında büyük bir titizlikle yayımladı.
Mahabharata‘nın ve öteki Hint destanı Ramayana‘nın Batı‘da bilinen ilk gerçek öyküsünü oluşturan bu yapıttan Hint dili uzmanlarının bilgisi olmadı. Georges Dumezil bu yapıtı eksiksiz olarak 1986 yılında yeniden yayımlamıştır. XIX. yüzyılda, bir doğubilimci olan Hippolyte Fauche yapıtın tamamını Fransızcaya çevirmek gibi çok büyük bir işe girişti. Kendisine yardımcı iki yüz kişi vardı. Uzun ve yorucu çalışmalardan sonra öldü. Yarım bıraktığı çalışma Dr. L.Ballin tarafından sürdürüldü. Ama çalışmanın sonuna yaklaşıldığı sırada o da öldü. Hint dilleri dışında bir başka dile yapılan bu ilk çeviri kimi yerde güzel, kimi yerde yanlış ya da anlaşılması güçtür. Bitmemiştir ama eksiği azdır ve tükenmiştir. Günümüzde özgün şiirden seçme parçaları, Madeleine Biardeau’nun önsözü ve kusursuz yorumuyla sunulan Jean-Michel Peterfalvi’nin çevirisinden okuma olanağı vardır. Şiir özetlenerek İspanyolcaya, Rusçaya, İngilizceye ve Japoncaya da çevrilmiştir. İngilizceye eksiksiz tek çeviri, bu yüzyılın başlarında Bombay’da Hintliler tarafından yapılmıştır. Peter Brook, Marie-Helene Estienne ve daha birçok meslektaşın katkılarıyla on altı yıllık çalışma ve araştırmanın öyküsü de şöyle: Philippe Lavastine adlı bir dostun 1973 yılından başlayarak anlattığı öyküler karşısında hayranlık duyarak giriştiğimiz bu çalışma, uzun araştırmalardan, tartışmalardan, Hindistan’a yapılan inceleme yolculuklarından sonra bizi 1985’de Avignon şenliğine Mahabharata adlı bir oyun hazırlamaya götürdü. Dokuz saat süren bu oyun üç ayrı gece, kimi zaman da bir gün ya da bütün bir gece -ki görev alan on altı ayrı ulustan yirmi beş kadar sanatçı böylesini eğliyordu - oynanabiliyordu. Oyun, üç yıldan fazla süre Fransızca ve İngilizce olarak hemen hemen dünyanın her yerinde tıklım tıklım dolu salonlarda oynandı, çok beğenildi. Çok uzaklardan gelen ve hazırlıksız Batı insanını birdenbire, doğrudan ve sürekli olarak etkileyen bu öyküde, kendi büyüleyiciliğinin, Peter Brook’un sahneleme güzelliğinin, oyuncuların ustalık ve yeteneklerinin ötesinde derin bir şey var gibi geldi bize. Dünyanın üzerine çöken bir tehdidin özlü bir duygusu mu? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mı? Alınyazısıyla oynanan ince ve kimi zaman da acımasız bir oyun mu? Aynı çağlarda Yunanlıların problemata dedikleri şeye, şu yavaş yavaş efsaneyi silerek trajediyi yaratan günlük sorunlara ve tartışmalara meydan okumak için Tanrısal kökenlerini unutan kişilerin gülünç ya da dokunaklı bir görüntüsü belki de. Her gün değişen ve yenilenen seyirciyle girişilen verimli ilişkide, öykülerin üksek niteliklerinin, korku ve kaba güldürünün, Hintli ruhunun en yüksek
dışavurumuna erişen şaşırtıcı ses ayarlamalarının ötesinde, kuşkusuz biraz da bütün bu nedenler vardı. Bu piyesten, daha sonra bütün dünyada seyredilecek olan bir film ve bir televizyon dizisi yaptık. Sonunda roman denebilirse, işte Mahabharata romanı. Uzun zamandan beri çeşitli düzeylerden, hiçbir şey yitirmeden öykünün tümünün kolayca okunmasını sağlamak için, kimi öyküler (şahinle güvercinin öyküsü ve Utanka’nın bulutları gibi), kimi ayrıntılar ve büyük çabalarla hazırladığımız kimi yorumlar da eklemek amacıyla bu romanı yazmayı düşlüyordum, Sanskritçe maha “büyük” ve “toplam” anlamındadır. Bir Maha-rajah büyük bir kraldır, Bharata önce efsanevi bir bilgenin, sonra da bir ailenin ya da bir kabilenin adıdır. Başlığı Bharataların Büyük Öyküsü olarak anlamak olasıdır. ma Bharata‘nın biraz genişletilerek Hintli ve daha genelde de insan anlamına geldiğini eklemek gerekir, Bu duruma göre “İnsanlığın Büyük Öyküsü” söz konusu olacaktır, Ne fazla ne de eksik. Okununca anlaşılacağı gibi “dünyanın bu büyük şiiri” her şeyden önce, iki amcaoğlu topluluğu, beş kardeş olan Pandavalarla yüz kardeş olan Kauravaları karşı karşıya getiren uzun ve öfke dolu bir kavgayı anlatır. Dünya imparatorluğu üzünden başlayan ve gelişen bu kavga bütün evrenin yazgısını tehlikeye sokan çok büyük bir savaşla sonuçlanır. Şiirin anlattığı olaylar tarihsel bir kaynağa dayanıyor olabilir. Uzmanların çoğu bunu kabul ediyor. Hint geleneği büyük Kurukşetra Savaşını MÖ 3200 ılında başlatır. Kimi tarihçiler MÖ 2000 yıllarında Dravidlerle[1] Aryaların[2] aptıkları savaşlarla bu destansı şiir arasında az ya da çok bir benzerlik görmek istiyorlar. Kimi tarihçiler de bu yoruma karşı çıkıyor ve şiirin destansı görünümü üzerinde duruyorlar. Daha başkaları eğitici ve öğretici kitapların önemini vurguluyor(siyasal, toplumsal, aktöresel, dinsel) ve Mahabharata’da krallığın başlangıcıyla ilgili uzun bir antlaşma görüyorlar. Yorumcular hem prenslerin zamanla ilgili savlarına, hem de Buda inancından sapanlara karşı koyarak Brahmanların üstün niteliklerini dile getiren bütün sayfaların -ki bunlar çoktur- daha sonraki bir tarihte eklenmişe benzediğini de belirtiyorlar. Destanı, bugün kaybolmuş olan bir tür beşinci bir Veda[3] gibi gören Georges Dumezil’e göre, belli bir zamanda tek bir yazarın -zaten öyküde Vyasa adıyla vardır ve etkindir- varlığından kuşku duymamak gerekir. Gerçekten de bu kadar özlü, bu kadar tutarlı, bu kadar ustalıkla hazırlanmış bir yapıtın bir azarlar topluluğunun uzun çalışmalarıyla yüzyıllar boyunca nasıl
oluşturulabileceğini anlamak güçtür. Ne kadar ilginç görünse görünsün, bu gibi yorumlara önem verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kişisel olarak ben Georges Dumezil’in görüşüne katılıyorum ve anısını minnetle selâmlıyorum, çünkü bütün çalışmalarının bize sağladığı fayda dışında, girişimimiz konusunda da en büyük iyiliği o yaptı. Ama onun da söylediği gibi “asıl olan bir şeyin güzel olmasıdır.” Bize göre bitmez tükenmez kaynakları olan bir ırmağın akışını görkemle sağlayan büyük şiir yapısal, konusal, tarihsel ya da psikolojik her türlü incelemeye meydan okumaktadır. Durmadan başka kapılara götüren kapılar açılmaktadır. Mahabharata‘yı dar bir alanda tutmak olanaksızdır. Kimi zaman çelişkiliymiş gibi görünen birçok dallanıp budaklanma birbirini izler, birbirine karışır ve bir tehdit olan şu asıl izlek hiçbir zaman kaybolmaz: “Yıkım günlerini yaşıyoruz. Her şey kuvvetle bunu gösteriyor. Bu yıkım önlenebilir mi?” Çalışmamızın başında, genellikle çok olan ikincil öykülerin çoğunu bırakmamız gerektiği hemen ortaya çıktı. Mahabharata’nın yazarı ya da anlatıcıları, başka kişilerle bir başka öykü anlatmak, asıl konuyu süslemek ve tamamlamak için sakin bir menderes gibi büyük ırmağı zaman zaman durdurmaktan hoşlanmışlardır. Nala’yla Damayanti’nin aşkları gibi kimi öyküler elli sayfadan fazla yer tutar. Kocasını ölümden kurtaran Savitri’nin kurnazlığını gösteren öykü gibi kimileri daha kısadır. Arjuna’yla yılanlar kralının kızının aşklarını anlatan öykü gibi kimileri de yalnızca bir sayfa tutar. Mahabharata‘da Ramayana‘nın bile bir özeti vardır. Birçok yerde, ister oyunda, ister filmde olsun yer vermediğim öykülerin kimilerini buraya almak zorunda kaldım. Tam deyimiyle yapım kaygısından (uzunluk ve maliyet) kurtulup şunu açıklama ya da bunu aydınlığa kavuşturma konusunda kendimi özgür hissettim. Her şeyden önce uzak destansı ataların serüvenlerini ve dileklerini çıkarmadım. Aynı şekilde, yarattığı çift kişiler (şaşırtıcı bir düzenle o hem kişilerin anlatıcısı, hem de babasıdır) kimi zaman ortalıkta görünmeseler de, Ganeşa ve daha sonra Krişna zaman zaman onun imgeleme gücündeki gerçeği yadsısalar da, anlatıcı-ozan Vyasa’yı özenle muhafaza ettim. Gerçekten, insan mı Tanrıyı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı? Çalışma sırasında bazı elemelerden sonra kısaltmalar yaptım. Şiirde Pandavalar iki kez ormana sürgüne gidiyorlar. Bunu bire indirdim. Yine yarışma sahnelerinden yalnızca birine yer verdim. Savaş sırasındaki bitmez tükenmez kavga betimlemelerini (yinelenen ve büyüleyici) kaldırarak stratejik gelişmeyi, insan yapısı silâhlarla Tanrısal silâhların, karşı durulmaz büyü ile gündelik kahramanların şu tuhaf karışımını muhafaza ettim.
Öyküde gerekli gördüğüm tavla partisinden hemen önce Bişma’yla Krişna’nın buluşması ya da ormandaki sürgünde Kunti’yle Gandhari arasındaki sahne ve Amba’yla Pandavaların karşılaşmaları gibi sahneleri eklemek zorunda kaldım. Ölümlerinden hemen önce ırmağın kıyısında kör kralla karısı arasındaki son sahneyi gor’dan esinlenerek uzun uzun geliştirdim. Bhima’nın ve büyük maymun Hanuman’ın öyküsü gibi birkaç güzel öyküyü araya sıkıştırmak için Pandavaların kral Virata’nın sarayında geçirdikleri günleri -orada kılık değiştirerek bir yıl yaşarlar- kullandım. Böylece sürdü. Öykü önce tiyatro ve sinemaya uyarlandı, bugün romanlaştırılan öykü, destansı şiirin yapısıyla hiçbir ilişkisi olmayan yapı, yazım ve sahneleme yöntemleri içermektedir. Bu da doğaldır. Öze bağlı kalmak için anlama her zaman ihanet edilebilir. Mahabharata‘da on altı temel kişi vardır. Bunların her birinin kimi zaman şaşkın, karmaşık ya da belirgin bir karakteri, asıl eyleme uzaktan ya da akından katılan özel bir öyküsü vardır. Pandu’nun ve Dritaraştra’nın üvey kardeşi olan ve hiçbir zaman dinlenmeyen yatıştırıcı sözler söylemek üzere öyküye katılan bilge Vidura’yı biraz silik göstererek bu on altı kişiyi -ve daha birçoklarını- korudum. Krişna apayrı bir sorun yaratmaktadır. Başka yerlerde olduğu gibi Hindistan’da da Mahabharata‘daki Krişna’yı (ilk kez Hint yazınında burada görülmüştür) özellikle ortaçağda sonradan ortaya çıkıp gelişen büyük efsanelerinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Mahabharata‘daki Krişna’nın tereyağ hırsızı afacan çocukla ya da Rhada’yı umutsuzluğa düşüren ilginç flütçüyle hiçbir benzer yanı yoktur. Efsanenin sonradan eklenmiş bütün bu öğeleri henüz burada yoktur. Krişna ortaya çıktığı zaman genç bir delikanlıdır, dostları gibi yaşlanır, saçları aklaşır, yorulur, çoğu kez olaylardan “şaşkınlık” ve “kaygı” duyar. Kardeşinin kral olduğu kenti, kanlı ve esrarengiz başkaldırılar kasıp kavurur. Krişna ormanda bir avcı tarafından öldürülür; şaşılacak şekilde kısa anlatılan beklenmedik bir ölümdür. Bazı yorumcular, bu öğeleri değerlendirerek Krişna’nın, hiçbir zaman, korkunç bir buyruğu yerine getirmek için insan kılığına giren Tanrı Vişnu soyundan gelmediğini söylediler. Kişilerin bazıları da böyle söylerler. Krişna alnızca insanların en üstünü, en iyisi -aynı çağda var olan tek örnek- şaşılacak kadar duyarlı Vasudeva olacak, Tanrı olmayacaktır. Daha yakından bakıldığında bu davranış egemen değildir. Kişilerin çoğu ve bizzat Vyasa, Krişna’nın yeryüzündeki Tanrı olduğunu söylerler. Mahabharata çoğu zaman Vişnu’yla ilgili büyük bir yapıt olarak da kabul edilir. Burada
Vişnu’nun rakibi ve benzeri olan Tanrı Şiva, ancak çekine çekine ortaya çıkmaktadır. Şiir Krişna’nın yarattığı mucizeleri betimler. Draupadi’nin giysisi üzerinden çıkarılmak istendiği zaman, giysiyi sonsuza uzatır. Bir gözbağısıyla düşmanlarını güneşin vaktinden önce battığına inandırır. Küstah Sisupala’nın başını vücudundan ayırmak için kullandığı karşı durulmaz bir silâhı, bir diski vardır. Ve özellikle savaştan hemen önce Arjuna’ya tıpkı Tanrı gibi açık seçik kendisini anlattığı karmaşık ve görkemli bir metin olan Bhavagad-Gita‘yı verir, evrensel biçimini gösterir ve ilk kez bir insana Tanrının sevgisini söyler. Üsluba gelince, her türlü eski ya da eskiye yakın dil, piyeste olduğu kadar öyküde de zor anlaşılır gibi geldi bize, çünkü bu dilde ortaçağdan ve eski trajedilerimizden çok sayıda imge vardır. Hiçbir sözcük masum değildir. Keskin kılıç, Romalı bir lejyon askerinin imgesini hemen ortaçağın soylu bir savaşçısının imgesi olan şövalyeye dönüştürür. Günah, ruh, peygamber, Tanrının cisimleştirilmesi, sonsuz yaşam sözcükleri bize özgü dinsel geleneklerle sıkı sıkıya bağıntılıdır. Ne kadar sözcük varsa o kadar ihlal vardır. Öte yandan modern, senli benli, argolu dil hiç kuşkusuz olanaksızdı. Mahabharata sık sık bilinçaltından söz eder. Ama, bu sözcük de kabul edilir görülmemektedir, çünkü o bir zamanlar bilmediği bir libido eşliğinde bulunur. Sanskritçe sözgelimi “atman’ın gizli eylemleri”nden söz eder. Saçma sapan dile bulaşmadan nasıl söylemeli? Hampate-Ba’nın görkemli kitabı Wangrin‘den aldığım derin kalp deyiminde bir çözüm bulduğumu sandım. Klasik ya da neo-klasik Fransızcanın kullandığı tourments (sıkıntılar, acılar), affliges (üzüntülü, dertli), courroux (öfke) gibi bütün kibar sözcükleri ve silhouette (siluet) ya da desarçonne (şaşkın) gibi yeniliğe kapalı öteki sözcükleri de çıkarıp atmam gerekti. Geriye yalnızca coeur (kalp, yürek), sang (kan), fin (son) voie (yol), mort (ölüm) gibi açık anlamlı tek heceli ve bazan da çok heceli, dar anlamlı, yalın ve sınırlı sözcükler kalıyordu. Genellikle sık sık kullanılmayan sözcükleri yan yana ve karşıtıyla yerleştirerek bu göreceli zayıflığı gizlemeye çalıştım. Alışmak için çok sabır gerektiren kişilerin adlarını olduğu gibi koruyarak aşağıdakilerin dışında Sanskritçe sözcüklerin çoğunu çıkarmayı ve eşanlamlılarını bulmayı yeğledim: Oldukça iyi bilinen mantra sözcüğü Tanrısal bir silâhı belirten astra sözcüğü, eski Hindistan’ın temel yapısını oluşturan dört toplumsal sınıftan birini simgeleyen kşalriya sözcüğü (cast sözcüğü Portekizce dir, yine bir tuzaktır). Burada şiirin kahramanlarını tamamlayan savaşçılar söz konusudur. Yine Dharma sözcüğünü olduğu gibi aldım, çünkü o her şeyin merkezidir.
Hatta Vyasa’nın şiirini dile getiriş nedeni, “Dharma’yı insanların yüreğine erleştirmektir.” Bu kavram eski Hindistan’ın gerçek bir buluşudur. Dharma dünyanın düzenini sağlayan yasadır. O aynı zamanda herkesin içinde sakladığı ve uymak zorunda olduğu gizli ve kişisel düzendir. Saygılı davranılırsa, her bireyin Dharması evrensel düzenin güvencesidir. Karşılıklıdır bu: Çünkü kendini koruyanı korur Dharma. Yok edilirse, yok eder. Şiirde belirtildiği gibi, Hint düşüncesinin merkezi tek ile çok, özel ile genel arasındaki bu tuhaf karşılılıkta bulunur. Dün olduğu gibi bugün de çok yankı uyandıran karşılıklılık. Sözlerimi, anlatıcının ülküsünü tanımladığını sandığım Henri Michaux’nun bir cümlesini aktararak bitiriyorum: “Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, apraklanır ve köklenirdi.” Jean-Claude Carriere
BAŞLANGIÇTAKİ SİS Ormanların derinliklerinden çıkan bir adam görünüverdi. Yaşlı, pis ve pasaklı giysiler içinde, saçları ve sakalı toz toprak ve ince dallarla birbirine karışmış, ruhu aynı anda birçok dünyada yaşıyormuş gibi sessizce yürüyordu. Dikenlere basarak acı duymadan, yağmura ve rüzgâra aldırış etmeden birini arıyordu. Bu adamın önce adı bilinmeyen bir çocuğa rastladığı söyleniyor, ama bu anıların üstünden kırk yüzyıldan fazla zaman geçmiştir. Kırlarda kuş kovalayan bu çocuk susuzluğunu gidermek için bir su birikintisinin kıyısına uzanıp yatmıştır. Kalktığı zaman adamın kendisine baktığım fark etti. İkisi de konuşmadan bir süre yüz yüze öylece durdular. Çocuk hiç korkmamıştı. Kaçmaya da yeltenmedi. O zaman adam, gür ve kır sakalları arasından gülümsedi ve sordu: “Yazı yazmayı biliyor musun?” “Hayır,” dedi çocuk. “Niçin soruyorsunuz?” Çok daha sonraları bu başlangıç üzerine çok yorum yapıldı. Kimi yorumcular ad, yaş ve kasabaya ilişkin sorunun, alışılagelmiş bütün sorular içinde en öncelikli soru olduğunu önemle belirttiler. Başkaları, o zamanlarda yazı yazmayı yalnızca kral çocuklarının bildiklerini, yaşlı adamın sorusunun hiçbir zaman sorulmaması gerektiğini söylediler. Onlar her şeyin unutulduğu ormanların içinden adamın ağır adımlarla çıkışını kanıt olarak gösteriyorlardı. “Ama, mademki her şey unutuluyor,” diyordu birinciler, “neden yaşlı adam hâlâ konuşmayı biliyordu?” Adam gülümsemesini keserek çocuğa şöyle dedi: “Büyük bir şiir tasarladım. Her şeyi tasarladım, ama hiçbir şey yazmadım. Bildiklerimi yazacak biri gerek bana.” “Adm ne senin?” “Vyasa.” “Neyi anlatıyor şiirin?”
“Seni.” Yine bu nokta üzerinde yorumcular birbirlerinden ayrıldılar, hatta kimileri bu yanıtı kabul etmediler. Ama biz her tümce üzerinde durmayacağız, çünkü eğer dünya uzun zamandan beri varsa, dünyanın kaçınılmaz sonundan önce hiç kimse bu kitabı okuyup bitireceğinden emin olamaz. Çocuk, yaşlı adamın kendisine söylediği sözler karşısında şaşırdı. “Şiirin beni mi anlatıyor?” İşte Vyasa’nın -bu kez belirgin- yanıtı: “Evet. Soyunun öyküsünü anlatıyor, atalarının nasıl doğduklarını, nasıl büyüdüklerini, çok büyük bir savaşın nasıl gelişip yayıldığını. Dünyanın büyük bir şiiri bu. Dikkatle dinlersen, sonunda bir başkası olacaksın, çünkü bu kusurları yok eden, zekâyı güçlendiren, uzun bir ömür veren katkısız ve eksiksiz bir öykü.” Yaşlı bilge bu tutkulu sözleri daha yeni söylemişti ki, nereden geldiği bilinmeyen bir müzik sesi duyuldu. Adam ve çocuk arkalarına döndüler ve Ganeşa’nın kendilerine doğru yaklaştığını gördüler. Ağır ağır ve zarifçe yürüyordu. Hortumunun gerisindeki fil yüzü gülümsüyordu. Kolunun altında kalın bir kitap tutuyordu. “Kim bu?” diye sordu çocuk. “Ganeşa,” diye yanıtladı Vyasa. “Ganeşa’nın kendisi mi?” Fil başlı Tanrı, tok ve tatlı bir sesle yanıtladı: “Bizzat kendisi. Beni tanımıyor musun yoksa?” Onu tanımamak olanaksızdı. Bütün tapınaklarda, bütün kutsal yerlerde ve her yerde görülüyordu. Büyük Tanrı Şiva’nın karısı Parvati’nin kendi olanaklarıyla yarattığı Ganeşa. Doğuştan harika bir çocuktu. Annesi ondan evlerinin kapısını beklemesini, kimseyi içeri sokmamasını istedi. Çünkü yıkanmak istiyordu. O sırada Şiva çıkageldi, bu çocuğun varlığından habersizdi. Evine girmek istedi. Ganeşa girmesine izin vermedi: “Annem benden kimseyi içeri sokmamı istemedi, kimse girmeyecek!” Şiva öfkelendi, acımasız birliklerini çağırdı, bu dikkafalı çocuğu dışarı atmalarını buyurdu. Ama Ganeşa onlara karşı direndi, geri püskürttü, perişan etti, ezdi. Doğaüstü bir güçteydi. Şeytan takımı bile kapıyı açmakta başarısızlığa uğruyordu, çünkü çocuk annesini savunuyordu. Şiva onu ancak hile yaparak yenebildi. Çocuğun arkasına dolandı ve aniden kafasını kesti, uzağa fırlattı. O sırada Pavati çocuğunu başı kesilmiş olarak görünce öfkelendi, gökteki tüm güçleri yok etmekle tehdit etti. Şiva onun öfkesinin ne kadar güçlü, ne kadar haklı olduğunu ve Tanrıları yok edebilecek güçte bulunduğunu biliyordu. Onu yatıştırmak için yolda rastlanılan ilk yaratığın
başını hemen çocuğun bedenine yerleştirmelerini emretti. Bir fildi bu. Yazarların, müzisyenlerin, hatta kimi zaman hırsızların Tanrısı, kavgaları yatıştıran obur, alaycı ve sevimli Ganeşa böyle doğdu. Her zaman bir Tanrı ile karşılaşıldığında olduğu gibi, Vyasa ve çocuğun bir an şaşkınlık geçirdikleri varsayılabilir. Kıymetli taşlarla süslenmiş pırıl pırıl parlayan yaldızlı bir başlık taşıyan Ganeşa gelip sakin sakin yere oturdu ve Vyasa’ya şöyle dedi: “Dünyanın büyük şiiri için bir yazıcı arandığını duydum. Onun için buradayım.” “Gerçekten şiirimi yazmak için mi geldin?” “Onun için geldiğimi söyledim.” “Kim emir verdi?” diye sordu Vyasa. Ganeşa yanıt vermeden önce biraz duraksadı. Büyük kitabının ilk sayfasını açtı, mürekkep şişesini yanına yerleştirdi. Sonra şöyle dedi: “Beni sana Brahma gönderdi.” Vyasa yaradanın adını duyunca yerlere kapandı. Ganeşa, yazmak için kullandığı sağ dişini yerinden söktü ve mürekkep şişesine daldırdı. Daha sonra elini yukarı kaldırıp Vyasa’ya: “Hazırım, başlayabilirsin,” dedi. “Ama seni uyarıyorum: Yazarken elim duramaz. Durmadan, duraksamadan yazdırmalısın.” Vyasa doğruldu ve şunu söyleyerek Tanrmın yanına oturdu: “Sen de yazmadan söylediklerimin anlamım önce kavramalısın.” “Güven bana.” Çocuk ikisinin arasına oturdu, dikkat kesilmişti. Ormana az bir uzaklıkta sakin bir ırmağın yakınında bulunuyorlardı. Sabahın ilk güneşi toprağı ısıtıyordu. Çevrelerinde kuşlar cıvıldaşıyor, rüzgâr otlar arasından esiyor, böceklerin binbir etkinliği görülüyordu. “Birini mi bekliyoruz?” diye sordu Ganeşa bir anlık sessizlikten sonra. “Hayır.” “O halde?” “Başlangıçlar çoğu zaman sırdır. Başlarken ne söyleyeceğimi bilmiyorum.” “Sana bir fikir verebilir miyim Vyasa?” diye sordu Tanrı. “Rica ederim.” “Mademki bu şiirin ozanı benim diyorsun, kendinden başlayamaz mısın?” “Peki.” Vyasa ayağa kalktı. Yalnızca bu öneriyi bekliyordu belki de. Çok daha
sonraları bazı dar görüşlüler bu öykünün doğruluğuna inanmadılar. Vyasa’nın hayali bir soydan gelmekle böbürlendiği ileri sürdüler. Başkaları buna, Vyasa’nın özgün kişiliğinde yalan söyleme yeteneği bulunmadığı yanıtını verdiler. Kuşkusuz Vyasa onlara karşı çıktı, ama üç yıllık zihinsel çalışma sonucu kafası allak bullak olmuştu, artık ne söylediğini bilmiyordu. “Bize dünyanın en büyük şiirini vereceği sırada Vyasa’nın saçmaladığını nasıl ileri sürebilirsiniz?” diyerek şiddetle karşı çıkıyordu ötekiler. Ve böyle sürüp gidiyordu. Gereksiz yere tartışma yapanlar hiç tükenmez. Bunlar tartışmadan vazgeçmektense ölümü yeğlerler. Her ne olursa olsun, bakınız Vyasa kendini nasıl anlatıyor. Bu sözler Ganeşa’nın kahverengi kâğıt üzerinde koşan tombul eliyle bize aktarılmıştır. “Ormanda avlanan bir kral uykuya daldı. Düşünde karısını gördü, beli geldi ve sperması fışkırdı.” “Çok güzel bir başlangıç,” dedi Tanrı başını sallayarak. “Kral uyanıp spermasını bir yaprak üzerinde gördüğü zaman, bir şahin çağırdı ve ona şöyle dedi: Spermamı hemen kraliçeye götür. Ama bu şahine bir başka şahin saldırdı, sperma bir ırmağa düştü, bir balık spermayı yuttu. Birkaç ay sonra bir balıkçı bu balığı yakaladı, balığın karnından ufacık bir kız çocuğu çıktı, adını Satyavati koydu. Satyavati büyüdü, çok güzel bir kız oldu, ama yazık ki korkunç bir balık kokusu yayıyordu.” Ganeşa bunları yazarken şaşırıyor, gülümsüyor, hortumunu sallıyor ve daha şimdiden öyküden aldığı zevki belirten sesler çıkarıyordu. Öte yandan çevrede kuşlar susuyor, ırmağın suyu bile sessizliğe gömülmüş gibiydi. Vyasa sürdürüyordu: “İğrenç kokulu genç kıza kimse yanaşamıyordu, üzüntü içindeydi kız. Bir gün aylak aylak gezen bir keşişe rastladı. Keşiş ona şöyle dedi: Senden hoşlanıyorum, hemen burada sevişelim, söz veriyorum sana tiksinti veren kokunu kokuların en sevileni yapacağım. Kız çığlık attı: Hayır, şimdi olmaz! Burada güpegündüz yapamam! O zaman keşiş bir el kol hareketiyle ırmağı ve kırı örten kalın bir sis oluşturdu, bir adaya kadar gittiler, keşişin önünde soyunur soyunmaz, Satyavati’nin kokusu kokuların en tatlısı oldu.” “Bir oğulları oldu mu?” diye sordu çocuk. Bu onun ilk sorusuydu. “Evet, ben. Vyasa. Satyavati baba dediği balıkçının yanına döndü. Ve keşiş beni yanına aldı. Yalnızlık içinde büyüdüm.” Gözleri çocukluk anılarıyla yarı kapalı Vyasa bir an sustu. Hafif bir müzik ormanı canlandırıyor gibiydi. Çalgıcıları görülmeyen bir müzik. Ganeşa elinin içiyle kitabının üstüne vurarak öylesine güçlü haykırdı ki
Vyasa yerinden sıçradı: “Hadi bakalım! Çabuk ol! Daha başlamadın! Elimin duramayacağını söyledim sana! Sisin oğlu, neler oluyordu başlangıçta?” Vyasa anlatmadan önce derin derin soludu: “Başlıyorum.”
İLK DİLEKLER İnsan soyunun kaynakları üzerinde, yasaları yapan Manu üzerinde, yeryüzü kahramanları biçiminde cisimleşmekle görevli kutsal güçler üzerinde, soya sopa adım veren yüce bilge Bharata üzerinde, sürüp giden savaşlar ve bölünüp parçalanmalar üzerinde, uçurumlara atılan Yayati üzerinde, yılanların özverisi üzerinde, insanların acımasızlıklarının önceden bilindiği ve zaman zaman Tanrıların kapalı niyetlerinin sezildiği geçmişteki bütün bu olaylar üzerinde fazla durmadan hızla geçti. Vyasa gerçekten Santanu’yla, kusursuz kral Santanu’yla başladı. Onun yönetiminde yeryüzü kargaşa ve yoksulluk görmeden altın bir çağ yaşamıştı. Tanrıların ve özellikle ırmak Tanrıçası Ganga’nın onu sevdiği söyleniyordu. Gagna salt iyilik aşkıyla ona bir erkek çocuk vermişti. Bişma adlı bu oğlan çok mükemmeldi, güçlü kuvvetli doğmuştu, yenilmez ve bilgindi. Gücü, bilgisi ve enerjisiyle orantılıydı. Herkes onu seviyor, hayranlık duyuyor ve gelecekteki kralları, mucize bir kral olarak görüyordu. “İlk felâketin yaklaşmakta olduğunu duyumsuyorum,” dedi Ganeşa. “Yanılmıyorsun. Felâket olmasa öykü nasıl oluşurdu?” Santanu sık sık ve hemen her gün, yirmi yıl önce Ganga’nın köpükler içinden birden ortaya çıkıp kendisine göründüğü yere, ırmağın kıyısına dönüyordu. O günlerden yalnızca bir tansığın anısı kalmıştı, bir de su kıyısındaki bu sevdalı gezinti. O gün birdenbire hoş ve keskin bir kokuyla doldu hava. Kral bu kokuyu izledi ve nefis bir kadm gördü. Adını sordu. Satyavati diyerek yamtladı kadın. Balıkçılar kralının kızıyım. Çok şaşıran Ganeşa, Vyasa’ya sordu: “Satyavati mi? Senin annen mi?” “Evet, benim annem.” “Öykünde annen bir rol alacak mı?” “Neden olmasın?”
“Doğru ya, neden olmasın? Devam et.” “Santanu diz çöktü ve güzel kokulu kadına şöyle dedi: Yıllardır yalnız yaşadım, kalbimi denetim altında tuttum, halkıma özenle hizmet ettim. Bugün senin kokun her yanımı sarıyor, beni sarhoş ediyor, büyülüyor, kanıma karışıyor. Satyavati, karım ol benim.” Satyavati kendisini önce babasından istemesini söyledi. Santanu hemen balıkçılar kasabasına gitti, kralla konuştu. Kral kızının evlenme çağına geldiğini ve Santanu’nun ona uygun olduğunu kabul etti. Ama şunu ekledi: “Satyavati’yi sana vermem için senden yalnızca bir söz istiyorum: Doğacak çocuğunuz senden sonra kral olacak.” “Olmaz,” diyerek yanıtladı Santanu. “Bir oğlum var. Genç ve güçlü, gelecekte kral o olacak.” “Öyleyse güle güle, sarayına dön, kızımı unut.” Santanu başkentine, Hastinapura’ya döndü ve birkaç gün üzüntü içinde yaşadı. Oğlu Bişnıa onun bu üzüntüsüne şaştı. Ama nedenini çabuk anladı. Bu kez kendisi balıkçılar kralına vararak şöyle dedi: “Babamı öldürüyorsun. Kızını ona vermezsen canına kıyacak. Bu evliliği kabul et, bunu senden istiyorum.” “Bişma,” dedi balıkçılar kralı (kırpık gözlü yaşlı bir adam), “sen oğulların en hası, kahramanların birincisisin. Her yerde silâh salladığını herkes görüyor ve kimse sana karşı çıkamıyor. Düşmanlarından hiçbiri yaşamından emin değil. Kızımı versem de vermesem de aynı tehlikeyi ben de görüyorum.” “Hangi tehlikeyi?” “Kızımı vermezsem öfkeleneceğini biliyorum. Verirsem, sana rakip çocukları olacak, nefret edeceksin onlardan.” Bişma yaşlı balıkçının söylediklerini anlamış ve kabullenmiş gibi göründü. Kısa bir süre düşündükten sonra, kararlılıkla şöyle dedi: “Söz veriyorum sana: Kızının doğuracağı erkek çocuk kralımız olacak.” “Sen haklarından vaz mı geçiyorsun?” “Evet, ömrümün sonuna kadar.” “Şaşırdım doğrusu.” “Söz veriyorum sana.” Balıkçı bir an düşündü, arkasında ayakta duran ve kraliçe olma düşüncesiyle şimdiden sevinen Satyavati’ye baktı. Sonra Bişma’ya: “Sana bir baba kalbiyle söylüyorum,” dedi. “Dikkatli ol. Sözünden kuşku duymuyorum, ama bir gün senin de çocukların olabilir. Senin sözünden onlara
ne? Onlar da senin gibi güçlü olacaktır. Krallığı güç kullanarak ele geçirmek isterlerse onlara nasıl karşı konulacak?” Bişma bu yeni savın gücünü düşündü. Kesin bir seçim karşısında bulunuyordu ve onu sakince kabul ediyordu. “Seni anlıyorum,” dedi balıkçıya, “güven bana. Her türlü kavgayı önlemek için vc babamın aşkı için en kutsal hakkımdan vazgeçtiğimi bildireceğim. Dinle beni, açıkça söylüyorum: Yemin ederim ki, hiçbir zaman bir kadın aşkı tanımayacağım.” “Söylediklerini bir kez daha tekrar et.” Bişma kalktı, bir elini göğe doğru uzattı ve aynı serinkanlılıkla tekrarladı: “Hiçbir zaman bir kadın aşkı tanımayacağıma yemin ederim.” Bu sırada çocuk göklerde “Bişma! Bişma!” diye bağırıyormuş gibi sesler duyduğunu sandı. Çocuk ve Ganeşa başlarını yukarı kaldırdılar. “Evet,” dedi onlara Vyasa bu olaya şaşırmadan. Hepsi de bu kutsal sesleri işittiler ve yeryüzüne düşen çiçekler, insanların tanımadıkları çiçekler gördüler. Onlara göre, Bişma’nın dileği olağanüstü gibi görülüyordu. “Kadınları gerçekten seviyor muydu?” diye sordu Ganeşa. “Hiçbir zaman bilinemedi bu, ama babasını çok mutlu etmesi nedeniyle, kendi istediği zaman ölme gücüne kavuştu. “Bu duruma göre ölümsüzleşiyor muydu?” “İsterse.” “Buna olanak var mı?” diye sordu çocuk. “O zamanlar vardı.” Çocuk başını yana çevirdi. Yakınlarında, iki atın çektiği bir arabada ayakta duran uzun bir adam silueti fark etti. Yanında genç bir kadın duruyordu ve rüzgâr çevreye bilinmeyen bir koku dalgası yayıyordu. Bişma ile Satyavati bu, dedi çocuk kendi kendine. Kişilerin önümüzde canlanması mümkün müydü? Bir raslantı mıydı yoksa? Gelip geçen bir adamla bir kadın mıydı? Çocuk Vyasa’ya baktı, ama Vyasa bir an bile dalgın görünmeden öyküsüne devam ediyordu. Ganeşa hiçbir şeyle ilgilenmiyormuş gibi dişini mürekkep şişesine daldırıyordu. Uzun boylu adamla kokulu kadın sessizce ormanların içinde gözden kayboldular. “Santanu ve Satyavati’nin iki oğlu oldu,” dedi Vyasa. ‘Birincisi savaşta öldü. Sonra da Santanu öldü.” “Hepimizin öldüğü gibi,” diye mırıldandı Ganeşa başını kaldırmadan.
“Yalnızca bir oğlu kalıyordu, cılız ve sağlıksız. Bişma sanki kendi oğluymuş gibi onun üzerinde titriyordu. Bişma’nın yemin etmesinden yirmi yıl sonra, genç kral evlenme çağına geldiği zaman, Bişma onun yerine bir eş seçmeye karar verdi. Bunun için güçlü ve becerikli olmak gerekiyordu, çünkü öteki talipleri bir yarışmada yenmek söz konusuydu ve bu da çoğu kez ölümle sonuçlanıyordu. Genç kral yarışamayacak zayıflıkta görüyordu kendini. Bişma onun yerine yarıştı, hepsini kazandı, kendisine karşı çıkan prensleri bile kılıçtan geçirdi ve bir yerine üç kadınla döndü.” Vyasa bu kavgayı ayrıntılarıyla betimlemek istedi, ama Ganeşa ona acele etmesini öğütledi. Vyasa’nın açıklamalarına göre, başka kavgaların tohumlarını eken çok uzun bir öyküydü bu. “Asıl konuya gel,” dedi Ganeşa. “Söylediklerimde hiçbir şey ikinci öğe değil.” “Öyleyse kan ve silâhlardan bizi uzak tut. Tüm. ozanlar renklere ve savaş tamtamlarına bayılırlar. Nedenini her zaman kendi kendime sormuşumdur.” Çevresine göz atan çocuk sordu: “O üç prenses ne oldu?” Vyasa öyküsünü sürdürdü. Bişma Hastinapura’ya dönerken bu üç prensesten biri olan Amba’nın sessizce ağladığını fark etti. Gözyaşlarının nedenini öğrenmek istedi. Prenses ona şöyle dedi: “Ey Bişma, beni kazandığın bu yarışmadan önce ben gizlice kocamı seçmiştim. Kral Salva bu. O da bunu biliyor ve beni seviyor. Sen ki sadakata saygı duyarsın, bir başkasına sevgiyle bağlı olan benim gibi birini nasıl olur da üvey kardeşinle evlendirmek istersin? Salva beni bekliyor. Ona kavuşmama izin ver.” Güçlü ve yetkili olmasına karşın Bişma adaleti, evrensel yasaya ve Dharma’ya göre yaşamla ilgili bu uygulamayı, her şeyin üstünde tutuyordu. Çoğu zaman insanlar yanlış anlasalar da, horgörseler de hiçbir şey ona göre doğanın kusursuz düzeninden üstün olamazdı. Kısa bir süre düşündükten sonra prensesi yanıtlıyordu: “Haklısın Amba. Gidebilirsin.” Amba aceleyle saraydan çıktı ve hemen kendini koca olarak kabul ettiği adamın evine attı. Adam gülüyordu, Amba onun bu durumuna şaştı. “Neden gülüyorsun?” “Bişma seni bıraktı mı?” “Evet.”
“Onun yanına dön. Artık seni istemiyorum.” “Ne söylüyorsun sen?” “O seni aldı, lekeledi seni. Dünyada hiçbir şey için, başkasına ait olan bir kadını sarayıma sokmak istemiyorum.” “Ama ben ona ait değilim! Bana dokunmadı! Arzu bile etmedi! Salva, ben bakireyim ve hiçbir zaman senden başka erkek görmedim.” “Çık git Amba.” “Gidemem. Nereye gideceğim?” “Sana söyledim, artık istemiyorum seni. Bişma beni korkutuyor ve o seni aldı. Yoksun artık. Çık git.” Amba daha fazla üstelemedi. Yıllar boyunca kendini kanıtlayacak olan bu olağanüstü kişiliği gösteren bir tutumdu bu. Zaten, korkusundan söz ederken, Salva genç kızın kalbinden uzaklaşarak korkak olduğunu ortaya koyuyordu. Amba hemen Bişma’nın yanına döndü. Ona şöyle dedi: “Bişma, beni kurtarmalısın. Sevdiğim adam beni kovuyor. Senin yüzünden felâkete uğradım. Beni yapayalnız ve yeryüzünde yitmiş bir durumda bırakamazsın. Beni kazandın, senin kadınınım, evlen benimle” Amba’nın yarıştan, ilk karşılaştıkları andan itibaren Bişma’ya sevdalandığım savunan, hâlâ pek çok kimse vardır bugün. Başkaları -Bişma’nın o sırada elli yaşlarında olduğunu anımsatarak- daha gizli ve daha derin nedenler arıyorlar. Kimileri de -ki onları onaylıyorum- genç prensesin gizemine saygı gösteriyor ve kalbinin açıklanmasını doğru bulmuyorlar. “Seninle evlenemem,” diyerek yanıtladı Bişma. “Nedenini biliyorsun. Yaşadığım sürece evlenmeyeceğim. Mademki Salva seni kovdu, özgürsün, babanın yanına dön.” Amba sertçe yanıt verdi: “Hayır, özgür değilim. Beni bir hayvan gibi satışa çıkaran babamın yanına dönmeyeceğim. Dinle, bak ne yapacağım: Yırtık pırtık giysilerle, yaşamımı dilencilikle sürdürerek hiçbir yere sapmadan dosdoğru yürüyeceğim, gece gündüz yalnızca bir düşüncem, değişmez tek bir düşüncem olacak: Seninle dövüşecek ve seni öldürecek birini bulmak.” Vyasa bir süre ara verdi ve gökten bir işaret bekliyormuş gibi başını yukarı kaldırdı. O sırada beklenmeyen bir bulut güneşin önünden geçti. Bütün kır külrengine dönüştü. “Olay işte böyle oldu. Orada bulunanlar ışıkta bir değişiklik olduğunu gördüler.” “Ya Bişma ne dedi?” diye sordu çocuk.
Yeminine sıkı sıkıya bağlı olan Bişma Amba’ya: “Beni öldüremezler. Olanaksız bu,” dedi. “Ne olursa olsun bunu yapacağım,” dedi Amba kararlı ve yavaş bir sesle. Amba, Bişma’nın yaptığı gibi elini göğe doğru kaldırdı, şöyle dedi: “Evet, ben de bir dilek diliyorum: Dünyaların birinde seni öldürecek birini bulacağım. Şimdi yeryüzünde her zaman seni düşünen bir kadın var. Bişma, beni hiç unutma. Ölümün benim elimde.” Bir sözcük daha söylemeden çekip gitti. » Gökteki bulut çekildi. Hava yeniden aydınlandı. Çocuk birdenbire başım çevirdi. Yakınlardan ayak seslerinin geldiğini duymuştu. Kırda tek başına ilerleyen asık yüzlü genç bir kız gördü. Kız çok yakınlarından geçti ve onlara baktı. Çocuk bu ani bakışı belki de hiçbir zaman unutamayacaktı. Amba mıydı acaba? Bilmiyordu. Bu basit soruyu sormaya cesaret edemiyordu. Vyasa sık sık gözlerini yumuyordu. Bütün varlığında, karmaşık bir dokumanın argacı gibi titizlikle yerleştirilmiş bir öykünün öğelerini duyumsuyordu. Arkasına bakmadan hızla uzaklaşan genç kızın geçişine aldırış etmiyormuş gibi görünüyordu. O anda daha sonraki olayları düşünüyordu. Çocuk kendi kendine soruyordu: Amba mıydı acaba? Sahiden o muydu? Anlatanın gücü nerede başlayıp nerede bitiyor?
YER DEĞİŞTİRME, BÜYÜ, İLENME O anda bir cenaze müziği duydular. Kıyısında bir odun yığını bulunan ırmağa doğru bir alay ilerliyordu. Köleler omuzlarında bambudan yapılmış bir sedyede bir insan vücudu taşıyorlardı. Satyavati başka kişilerin eşliğinde gözyaşları içinde alayı izliyordu. Aralarında başını öne eğmiş Bişma ile dul kalmış iki prenses de vardı. “Ölen kim?” diye sordu Ganeşa. “Genç kral,” diyerek yanıtladı Vyasa. “Çocuğu olmadan mı öldü?” “Evet, düğün günü öldü.” “Üvey kardeşin mi? Satyavati’nin sonuncu oğlu mu?” “Evet, o.” “Ailede artık erkek kalmadı mı?” “Hayır, hiç kalmadı.” Üçü birlikte ayağa kalkıp yanan odun yığınına doğru birkaç adım attılar. Brahmanlar dua ederek, çiçek atarak ve biraz süt dökerek alevlerin çevresinde dönüyorlardı. Bişma, Satyavati’yi omzundan tutuyordu. Ganeşa verdiği sözü, yani elinin hiç durmadan yazması gerektiğini unutmuşa benziyordu. Ateşin görünümü karşısında Vyasa sertleşmiş, katılaşmıştı. Ganeşa ona sordu: “Ama bu öykü çocuksuz süremez, değil mi?” “Doğru,” dedi Vyasa. “Prensesler kesinlikle çocuk yapmalı, aksi halde…” “Evet, ama yasal çocuklar.” Bişma odun yığınından ayrılmıştı. Yalnızca kendi istediği zaman ayrılacağı bu topraklara sağlamca basarak, onlara doğru yürüyordu. İriyarı, güçlü ve sakindi. Başıyla selâmladığı Vyasa’yı tanıyor gibiydi. Sonra ırmak Tanrıçası Ganga’nın oğlu olan ve orada bulunuşuna hiç şaşkınlık göstermediği Ganeşa’ nın
önünde eğildi. Bişma, Vyasa’ya sordu: “Bu çocukların babası kim olacak?” “Sen elbette, Bişma!” diyerek haykırdı Ganeşa. “Ailenin tek erkeği sensin!” “Hayır, yeminimi bozmayacağım.” “Bir soyun yazgısı söz konusu! Yine de yeminini bir kez unutabilirsin!” “Ganeşa, yaşamımın temelidir bu yemin.” Bişma duygu ve düşüncelerini öylesine bir güçle açığa vuruyordu ki, çabucak alay etmeye yatkın olan Ganeşa gerçek bir saygı göstererek kımıldamadı ve sustu. “Yeminimi bozma isteğine karşı geceler boyunca savaş verdim ve başarılı oldum. Bugün elli yaşlarmdayım. Bu yemini bozmak ruhumu öldürecekti ve ben ölmüşten de beter olacaktım. Bu konuda bir kelime daha istemiyorum.” Ganeşa birden geri döndü, kitabını ve mürekkep şişesini sertçe kapadı, dişini yerine yerleştirdi ve bu kadar az bir şeyden rahatsız olunmasından biraz hoşnutsuzluk duyarak gitmeye hazırlanırken şöyle dedi: “Böylece dünyanın büyük şiiri burada sona erdi. Hepinizi selâmlarım.” Satyavati onu durdurdu. Söylenenleri dinlemek için o da odun yığınından ayrılmıştı, kolunun altında kitabıyla çekip giden fil başlı Tanrıya doğru elini uzattı ve ona: “Hayır, gitme, biraz bekle,” dedi. Ganeşa olduğu yerde kaldı. Duralıyordu. O zaman Satyavati, gözlerini odun yığınına dikmiş bir süreden beri sessiz duran Vyasa’ya doğru birkaç adım yürüdü ve ona: “Vyasa, prensesleri dölleyecek biri var, onu unutuyorsun,” dedi. “Kim?” “Sen, Vyasa. Kendin.” Görünüşe bakılırsa, çok şaşıran Ganeşa yerinde hızla geriye döndü. “Peki, ama neden Vyasa? Bu düşünce de nereden çıktı?” Bu kez rahatlayan Bişma ona yanıt verdi: “Satyavati haklı. Vyasa onun ilk oğlu. Bir bakıma o da aileden:” “Ama, şiirin ozanı o!” “Olsun. Gerekeni yapmak onun görevi.” “Yazıcı olarak, bana kabul edilmez gibi geliyor bu.” Satyavati Tanrıya doğru döndü ve sakince ona şöyle dedi: “Ey Ganeşa! Vaktiyle sen ‘Kavgaları yatıştıran benim’ dememiş miydin?”
“Ama pis ve ihtiyar o! Mide bulandırıcı!” “Olsun,” dedi Satyavati. “Eğer prensesler onun pis kokusunu ve tozlu topraklı vücudunu hoş görürlerse, dünyaya getirecekleri çocuklar ondan daha yakışıklı olacaklar. Oğlum, senin sağlığın iyi mi?” “Çok iyi, anne,” diyerek yanıtladı Vyasa. “Bundan mutluluk duydum. Bütün bir soyun yazgısı şimdi sana bağlı. Hiçbir bahane kabul etmem. Prenseslerin odalarım hazırlamaları buyruğunu vereceğim. Hadi git oğlum, yapıtına devam et.” Şaşkın ve kötü örnek olan ve hatta bazı defa alaycı birçok yorumcu Vyasa’nın kararı üstüne üşüştüler. Nasıl olur da bir ozan yarattığı kişilerin aynı zamanda babası olabilir? Nasıl olur da etten yapılmış bir adam, kâğıt ve düşünce ürünü olan varlıklar arasına fiziksel olarak karışabilir? Hiç kuşkusuz işte ustaca bir uydurma ve dahası eski bir yalan. Başkaları, kimi yerlerde gerçek ile uydurmanın söyledikleri ölçüde kesin olarak birbirinden ayrılmadığını belirterek onlara yanıt veriyorlardı. Bu şaşırtıcı öyküden olabildiğince yararlanmak için, birtakım yargılarımızı -yalnızca birkaç saat- unutmalıyız. Bizi bir araya getiren derinliklerdeki alışılandan biraz daha aşağısını görebilmek için Vyasa’nın yaptığı gibi kapanacak yerde açılmak gerekir. Bunca yıldan sonra annesine kavuşmaktan mutlu olan Vyasa, onu saraya kadar izledi. Ganeşa ile çocuk ırmağın kıyısından ayrılarak ozana katıldılar. Bharataların soyu, kaynağım anlatanın kişiliğinde bir kurtarıcı bulacak mıydı acaba? Satyavati, kendilerine yeni bir koca verildiğini prenseslere bildirdi. Her şeyle ilgilendi, banyoyla, kokularla, saydam ipekten yapılmış giysilerle. Satyavati’nin genç prensesi bir kenara çekip ona şöyle dediği sırada gece oluyor ve genç kralm odun yığını daha yeni yanıp bitiyordu: “Bu gece kayınbiraderin seni sevip okşayacak. Aileni yeniden canlandır ve onu mutlu et.” Satyavati prensesi sevinçli bir sıkıntı içinde bırakarak çekildi ve Vyasa’yı içeri soktu. Ozan olup biteni tam olarak anlatmadı. Sahneyi gören hiçbir tanık olmadı hatta Tanrı bile- ve yarım saat sonra Vyasa’nın Satyavati’ye söyledikleriyle ve şiirinde anlattıklarıyla yetinmek zorundayız: “Tek bir düşünceyle, soyumu sonsuza dek sürdürme düşüncesiyle arzu duymadan ona yaklaştım. Beni görünce sıkıntıdan gözlerini kapadı ve sözümü yerine getirirken de hep kapalı tuttu. Ayağa kalkarken ona sordum: Gözlerini neden kapadın? Beni görmemek için mi? Vücudum çamur içinde ve sakalım
sararmış olduğu için mi? Sana spermamı verdiğime göre, bir oğlun olacak. Adı Dritaraştra konulacak. Ama, beni gördüğün zaman gözlerini kapadığın için çocuğun kör doğacak.” Satyavati bağırdı: “Bir kral kör olamaz!” “Ama ben de sözümü geri alamam.” “İkinci prenses seni bekliyor. İkinci bir oğul ver bize. Bunu senden istiyorum!” Vyasa ikinci prensesle birleşmesini kısa olarak anlattı. Bir önceki olaydan haberli olan bu prenses gözlerini hep açık tuttu. Ama, o da ozanın pis kokusuna karşı o derece duyarhydı ki bu nedenle yüzünün rengi kayboldu. “Yanakların neden solgun?” diye sordu Vyasa ayrılırken. “Seni iğrendirdim mi yoksa? Pis mi kokuyorum? Senin de bir oğlun olacak, ama süt gibi beyaz tenli olacak, adı da Solgun Pandu konulacak.” O günlerde beyaz tenli olmak ne akıllılık, ne de sağlıklılık belirtisiydi. Bu nedenle aynı gece Vyasa kendisini hata yapmadan kabul eden bir hizmetçi kıza da üçüncü bir erkek çocuk verdi. Ama bir hizmetçiden doğan Vidura adlı bu çocuğun kral olma hakkı yoktu. Bişma’nın arkadaşı bilge İnsan, tüm yaşamı boyunca erdemli öğütler vermekten başka bir şey yapamadı, bu öğütler hiç dinlenmedi. Vyasa, kendisini sarayın dışında bekleyen çocuk ile Ganeşa’nın yanına döndü. Bu kaçınılmaz gece nedeniyle yazım işi durmuştu. Yeniden başlamadan önce yazı takımını hazırlarken Ganeşa ozanın gönlünü aldı ve şöyle dedi: “Sana bir soru sormak istiyorum Vyasa.” “Seni dinliyorum.” “Başlangıçta ‘Şiirim çok geniş bir savaşı içeriyor,’ demiyor muydun? Ya da ben öyle anladığımı sandım.” “Evet, öyle dedim.” “Yarattığın bu çocukları ölüme gönderecek misin?” Vyasa gözlerini kapadı ve karşılık vermedi. Öyküsünün karanlık noktalarını, çelişkilerini, kabalıklarını kendi içinde görmeye çalışıyormuş gibi oldukça uzun bir süre sessiz kaldı. Tanrının sorusuna yanıt vermek onun için bile güçtü. Gözlerini yeniden açarak aynı biçimde sormakla yetindi: “Ey Ganeşa, beni yolumda durdurmamaya söz vermedin mi?” “Peki, devam edelim.”
Bir çocuk, bir döl, bir zaman, bir süreklilik arayarak öykünün duraksamalı akışına yeniden başladılar. Yirmi yılı hızla geride bıraktılar. Kraliçelerden doğan iki kardeş, Bişma ve Satyavati’nin gözetiminde delikanlılık çağına geldiler. Kör olan Driştadyumna’nın tahta çıkma umudu yoktu. Sonuçta, ondan sonra doğmasına karşın Pandu tahta çıkarıldı. “Pandu’yu da evlendirdiler mi?” diye sordu çocuk. “Evet, Bişma ona Kunti ve Madri adlı iki kadın seçti. Bakın.” Vyasa baş işaretiyle bir şey gösterdi. Ganeşa’yla çocuk baktılar ve ırmağın kıyısında ağır ağır yürüyen yalnız bir kadın gördüler. Kimi zaman gözlerini güneşe çeviriyor, kimi zaman kıyıdaki kamışlar arasında kaybolmuş bir şey arıyor gibiydi. “Kunti bu,” dedi Vyasa çocuğa dönerek. “Bilmeden karnında bütün yeryüzünün yazgısını taşıyor. Pandu’nun oğulları diye adlandırılacak beş kardeşin, Pandavaların annesi olacak. Senin burada bulunuşuna neden olan ve yaşamlarım anlatacağım harika çocukların.” “Neden öyle sürekli olarak güneşe bakıyor?” diye sordu Ganeşa. “Bu bir sır.” “Hangi sır?” “Temel sır.” “Bana söyle, yoksa yazmayı bırakmak zorundayım.” Vyasa, ırmağın kıyılarında gidip gelen genç kadını gözleriyle izliyordu. Sonra şöyle dedi: “Kunti de, Tanrı gücünde bir keşişin kendisine iyi davrandığı için ödül olarak verdiği bir mantra[4], büyülü bir güç var. Kunti o sıralarda yalnızca on beş yaşındaydı.” “Bu mantra ona nasıl bir güç veriyor?” “Arzu ettiği zaman bir Tanrıyı kafasında canlandırıp ondan bir çocuk edinme gücü.” “Bunu hiç denedi mi acaba? dedi Cianeşa.” Evet, eminim denemiştir. Merakımı nasıl yeneceğim?” “Haklısın. Daha çok gençken, hemen hemen bir çocukken mantra’yla yeni ödüllcndirildiği sırada bir Tanrı çağırdı. “Hangisini?” “Güneş’i. Ve Güneş hemen görünüverdi.” Kunti, sanki kendinden söz edildiğini anlıyormuş gibi ırmağın kıyısında kımıldamadan duruyordu. Yerde hiçbir gölgesi fark edilmeyen parlak bir ışık onu aydınlatıyordu.
“Aklından beni geçirdin, beni çağırdın ve geldim,” dedi Güneş.” Genç kız, benden ne istiyorsun?” Kız saklamaya çalışarak, bir yanlışlık, bir becerisizlik olduğunu, mantra’sını ilk kez denemek istediğini söylemeye çalıştı. Ama Güneş katıydı. Gereksiz yere rahatsız edilmeyeceğini, Kunti’yi ateşli kolları arasına alması gerektiğini ve hemen ona bir erkek çocuk vereceğini söyledi. “Bir erkek çocuk mu? İstemem, bakireyim ben! Gökteki yerine dön! Yaptığım şeyi unut! Suçlu bile olsalar kadınları her zaman savunmak gerek!” “Bütün bunları biliyorum, Kunti. Ama gidemem. Güneş seni sevecek, bir oğlun olacak ve güven bana: Bekâretin bozulmayacak. Sakin ol, korkma ve gel bana.” Güneş yaldızlı kollarını açtı ve Kunti tanımlanamaz bir gücün kendisini ona doğru çektiğini duyumsadı. Zevk anında, her türlü gerçeğin anlamını, yerin ve zamanın anlamını unuttu. Ateşli ve tatlı bir heyecanla kendinden geçti, Güneş yeniden göğe doğru yükseldi -gök bir süre karanlık kalmıştı- ve Kunti yanı başında altın bir zırh giymiş pırıl pırıl bir çocuk gördü. “Adı neydi?” diye sordu Ganeşa. “Karna.” “Kunti’nin bakışlarındaki o üzüntü neden?” diye sordu Ganeşa. “Onu söyleyeceğim sana. Beni iyi dinle. İşte düzeltilmesi olanaksız ilk hareket.” Karna doğduğu zaman Kunti korktu. Ağır bir hata işlemiş olma düşüncesiyle oğlundan ayrıldı. O yaşta, bu davranışının doğuracağı sonuçları düşünemeden, çocuğunu bir sepete koyarak buraya yakın bir ırmağa bıraktı. Bir arabacı onu buldu, büyütüp yetiştirdi. “Bir daha görecek miyiz onu?” dedi çocuk. “Onu sık sık göreceğiz. O benim en parlak ve en karamsar kahramanlarımdan. Ona arabacınm oğlu adını verecekler ve kendisi de öyle diyecek. Oğlundan ayrıldıktan birkaç yıl sonra Kunti, kral Pandu ile evlendi. Pandu, Madri adlı ikinci bir kadın daha aldı. Sonunda kral ailesinin geleceği güvence altına alınmış gibi görünüyordu. Kral Pandu, av tutkusuyla düğün günü bile adamlarıyla birlikte ormana gitti. Bir av partisinin dünyanın yazgısını karara bağlayacağından o anda kim kuşku duyabilirdi? Kral ağaçsız bir alanda tam çiftleşme anını yaşayan görkemli iki ceylan fark etti. İki hayvan sevişmenin hazzıyla avcıların geldiğini duymadılar.
Pandu dişisini ve erkeğini aynı anda devirdi. İki ceylan düşerek toprağa serildiler -kimileri bir kadının, kimileri de bir erkeğin belli belirsiz şeklini gördüklerini sandılar- ve hayvanlardan biri can verirken şöyle dedi. “Öfkelerinden deliye dönmüş insanlar bile kan dökmekten kaçmıyorlar. Hiç değilse öyle davrandıklarını söylüyorlar. Ama bilim yazgıyı yok etmiyor, bilimi yok eden yazgı.” Tansıktan -adamları yere kapandıran- etkilenmesine karşın, Pandu çekinmeden can çekişen hayvanlara yaklaştı. Kurbanının sözlerini pek iyi anlamamıştı. “Ne demek istiyorsun?” “Ey kral Pandu! Sen ki bilge kişisin, sevgilime ve bana nasıl kıyabildin?” “İnsanların ceylanları öldürmeye hakları vardır,” dedi anlamak istemeyen Pandu. “İnsanların ve özellikle kralların. Niçin beni kınıyorsun?” “Sevişme zevkimi hor gördüğün için kınıyorum seni. Tüm yaratıklar için o en tatlı anda vurdun bizi. Ama yine de kadınların zevkinin her türlü zevkin üstünde olduğunu bilirsin. Sana ne yapmıştım?” Ceylan son çabasını harcayarak ayağa kalktı ve ekledi: “Taş yürekli adam, sana acıyorum. Doyuma ulaşmadan sevişmenin öfkesini ve korkusunu duyacaksın, çünkü bir gün karılarından birini kucağına alırsan hemen öleceksin, tıpkı şimdi benim öldüğüm gibi.” Ve iki ceylan can verdi. İnsanlarla hayvanların birbirleriyle konuşup kimi kez anlaştıkları, her türlü gerçek ve güçlü sözün yazgıya egemen olduğu günlerde Pandu ilenmenin gerçekleşeceğinden bir an olsun kuşku duymadı. Ama şimdi, kendisini sevişirken yakalayacak olan bu kaçınılmaz ölümün içine yazıldığım duyurmuyordu. Çocuk yapmanın kendisi için yasak olacağından artık emindi. Kaçmaya, ormanlarda ve ıssız yerlerde saklanmaya karar verdi. Boşanmak istediği Kunti ile Madri, sürekli iki tehdit olacak onu izlemeye koyuldular. Üçü birlikte kuzeye, soğuk bölgeye doğru yola çıktılar. Pandu, ayrılmadan önce krallık simgelerini kardeşi Dritaraştra’ya verdi. Dünyanın kralı bir kördü.
MUCİZE DOĞUMLAR Bişma, Gandhari adlı kuzeyli genç bir prensesi kusuru gizlenmekte olan büyük krala eş olarak seçti. Prenses şarkılar, türküler, renkli şenlik fişekleri içinde bayram havası yaşayan tüm ülkeyi baştan başa geçerek, şen şakrak bir koruma birliğinin eşliğinde geldi. Hastinapura’ya geldikten sonra düğün gününü beklerken ayrı bir odaya yerleşti. Gözdesi olan hizmetçi kız her gün ünlü kenti geziyor, kraliçeye binlerce olağanüstü şey anlatıyordu. Bir gün, gezintiden dönen hizmetçi kız çok şaşkın ve morali bozuk gibi göründü. Gandhari ona sordu: “Nereye gittin? Ne gördün?” Hizmetçi önce açık yüreklilikle yanıt vermeyip kemküm etti. Sonunda, gizlice prenslerin sarayına girdiğini, prensesin kocası olarak Dritaraştra’yı gördüğünü söyledi. “Onu gördün mü?” diye sordu Gandhari. “Çabuk söyle bana: Nasıl? Yakışıklı mı? Güçlü mü?” “Güçlü, evet, çok güçlü.” “Neden ağlıyorsun öyleyse? Söyle bana!” Genç hizmetçi sözü ağzından kaçırdı ve açıkladı: “Prensesim, seni aldattılar. Dritaraştra kör.” “Ne diyorsun?” “Doğuştan kör.” Sanki hizmetçi kendisine takılıyormuş gibi, Gandhari önce güldü. “Olanaksız bu. Bir kral kör olamaz. Yanılmış olmalısın.” “Yaşlı bir bekçiye sordum,” dedi o zaman hizmetçi daha bir güvenle. “Dritaraştra kör. Gözleri hiçbir zaman ışıldamayacak.” Gandhari bir süre kendini dinledi. Ruhu -ya da bedeni- bir anda yıllarca yaşamış, yaşlanmış gibi göründü. Birdenbire artık bir çocuk olmaktan çıkmıştı. “Düğün hazırlıkları tamamlandı, düğün günleri bildiriliyor, boş gözlü kocam
karanlıklar içinde el yordamıyla ilerliyor… Hayır, olamaz bu… Kör bir kral esenliksiz ve paramparça olmuş bir ulusun, artık bir ulus olmaktan çıkmış bir ulusun çığlıkları arasında geceye ve göremediğimiz yerlerde soluyan devlere hükmedebilir yalnızca…” Hizmetçi yavaş ve inatçı bir sesle yineledi: ”Kör o. Gördüm.” Gandhari yeniden bir süre sessizce soludu. Kocası hiçbir zaman kendisini görmeyecekse düzgün sürmenin, takı takmanın gereksizliğini düşündü. Saçları neye yarayacaktı? Teni niçindi? “Başörtümü bana ver,” dedi o anda. Hizmetçi, Gandhari’nin özellikle sevdiği küçük, siyah bir şah ona uzattı. Prenses onu katlayarak kalın bir şerit haline getirip gözbağı yaptı, sonra gözlerini önünde diz çöken hizmetçiye dikti. Hizmetçi ona sordu: “Ne görüyorsunuz?” “Seni görüyorum, bu dünyadaki son imgem olan seni.” Gandhari gözbağını gözlerine doğru kaldırdı. “Ne yapıyorsunuz?” “Gözlerimi bağlıyorum,” diyerek yanıtladı prenses sakin bir sesle.” Sıkıca düğümlüyorum, hiçbir zaman çıkarmayacağım.” Gözbağını özenle düğümledi. Hiç kuşkusuz göremiyordu, uzun sürecek gecesine giriyordu. Bir elini hizmetçiye uzatarak şöyle dedi: “Tut elimi, beni kocamın yanına götür. Böylelikle felâketini hiçbir zaman yüzüne vurmayacağım.” Gandhari’nin bu davranışı, karanlığı seçişi eleştirilere neden oldu ve hayranlık uyandırdı. Bu davranışta aşırı bir itaat ve aynı zamanda temiz bir sevgi işareti de görüldü. Başkaları bunu hayal kırıklığından doğan bir acı, bir hınç, gizli bir başkaldırı ve üzüntü olarak değerlendirdiler. Dritaraştra bu davranışta yalnızca sevecenlik ve bağlılık gördü. Kör kral ertesi günden başlayarak gözü bağlı prensesi karısı olarak kabul etti. Parmaklarıyla gözbağına dokundu ve ikisi de heyacan duydu. Tören bittikten sonra Bişma’nın eşliğinde el ele ve ağır ağır yalnızca üç ya da dört lambanın yanmakta olduğu kral odasına doğru yöneldiler. O sırada çocuk şöyle dedi: “Ama bana ‘Kunti’nin olağanüstü çocukları olacak,’ demiştin. Pandu
ceylanın lanetine uğradığına göre, Kunti onları nasıl yapacak?” Ganeşa’nın “Sisin Oğlu” adını verdiği ozan, ruhundaki bütün güçleri çağırıyormuş gibi bir an kendini toparladı. “İşte şimdi mucize burada,” diyerek belirtti. Ganeşa gerekli ve yakın olduğunu duyumsadığı Tanrıların gelişini selâmlayarak ağır başını hafifçe eğdi. Başını kaldırdığı zaman heyecandan titredi. Ozanın basit gücüyle çevrelerindeki manzara birdenbire değişti. Üçü de kendilerini kapkaranlık bir göğün altında, sürekli karların çok yakınında, yüksek bir dağın dondurucu rüzgârı içinde buldular. Gök gürültüleri çevrelerini sarıyordu. Çocuk korkarak Vyasa’ya yaklaştı. Vyasa şöyle dedi: “Pandu ile iki karısı dondurucu soğuğa, sonsuza dek sürecek olan fırtınaya, Himalaya’nın doruğuna, dünyanın damına vardılar. Çocuksuz yaşadığı için kral durmadan ağlıyordu. Kadınların henüz tek bir erkeğe bağlı olmadıkları eski günlerde olduğu gibi, Kunti’ye bir başkasıyla sevişmesini bile önerdi.” Ama Kunti kabul etmedi. İstemiyordu, yalnızca onu seviyordu. O zaman, Pandu’nun mutsuzluğu karşısında, istediği anda bir Tanrıyı çağırma gücü veren bir mantra’sı olduğunu açıkladı. Karna’nın doğumu ve terk edilmesi konusunda hiçbir şey belli etmeden bu mantra’yı denemeyi Pandu’ya önerdi. Pandu hemen kabul etti. Kral ondan dünyanın kurallara uygun olarak gidişini sağlayan tüze ve yasa Tanrısı Dharma’yı da çağırmasını istedi. Kunti düşünceye daldı, mantra’smı söyledi, o anda gökte karanlıkları yok eden bir ışığın koştuğu görüldü, dağların titreyişi duyuldu ve bir bebek, Dharma’nın oğlu görünüverdi. Adını Yudiştira koydular ve kral olmak, kralların en iyisi olmak için doğduğunu anladılar. İlk oğulları önünde saygıyla eğildiler. Ama gök sabırsızlıktan titriyormuş gibi, üstlerinde başka belirtiler görülüyordu. “Bir başka oğul daha ver bize,” dedi Pandu, Kunti’ye. “Şimdi de rüzgâr Tanrısı Vayu’yu çağır.” Kunti mantra’sın ikinci kez başvurdu. Karlı dağlarda bir kaynaşma duyuldu, büyük bir güç ağaçları devirdi, aynı ışık gökten onlara doğru hızla geldi ve bir başka erkek çocuk göründü. Kunti kollarını ona doğru uzatırken yanlış bir hareket yaptı. Çocuk bir kayanın üstüne düştü- ama kırılan kaya oldu. “İşte rüzgârın oğlu Bhima,” dedi Kunti. “Gücüne erişilmez ve eşsiz ikinci oğlumuz Bhima. Ailemizin dayanağı, erkeklerin en güçlüsü Bhima.” Daha o anda bir gürz yapmak için, bir ağaçtan kalın bir dal kıran çocuk Bhima, gelip ağabeyinin yanına oturdu.
Bu kez Kunti önce davrandı. Prenslerin en yakışıklısı, soylu ve güçlü, kusursuz bir erkek çocuk istemek için Tanrılar kralı îndra’yı çağırdı. îndra çağrıya uydu. Işık gökte üçüncü kez dolandı, dağlar sarsıldı, ilk iki çocuğun yanında üçüncü bir erkek çocuk göründü. Elinde bir yay tutuyordu, yakışıklı ve sakindi. O anda Kunti onun Arjuna olduğunu anladı. Bu sırada, Pandu’nun ikinci karısı Madri de Tanrısal çocuklar doğurma arzusuyla, mantra’sını kendisine ödünç vermesi için Kunti’ye yalvardı. “Ben nasıl kısır kalabilirim?” dedi. “Kocamızın sevgisini hep sana yönelteceğini görmüyor musun? Benim de bir çocuğum olmalı!” Pandu’nun uygun bulmasıyla, Kunti mantra’yı Madri’nin kulağına fısıldadı. Madri hemen beğendiği Tanrıları, Aswinleri, altın gözlü ikizleri çağırdı. Bir çağırışta -ki bunu Kunti biraz aşırı buldu- hemen Nakula ve Sahadeva adları verilen görkemli ikiz erkek çocuk doğurdu. Tanrısal babaları gibi yakışıklı olan bu ikizler yaşamları boyunca öz esirgemezlikleri ve öngörüşleriyle tanınacaklardı. Yudiştira, Bhima, Arjuna, Nakula ve Sahadeva. Tanrılardan gelen beş oğul. Bundan sonra onlara Pandu’nun oğulları Pandavalar deneceğini bilen Pandu şaşkınlığını saklayamıyordu. Beş kardeşin güçlülüğünü ve pırıl pırıl parlayan gözlerini gözlemliyordu. Tanrıların yardımıyla sağlanan soyunun geleceğini görmekten büyük hayranlık duyuyordu. Vyasa konuyu kör kardeşi Dritaraştra’ya getirip çocuğun öğrenmek istediği şeyleri yanıtlayarak şunu söyledi: “Gözü bağlı Gandhari gebe kaldıktan sonra çocuğunu karnında iki yıl taşıdı. Çocuk bir türlü doğmuyordu. Karnı şişkin ve sertti O sırada, Kunti’nin yüksek dağlarda gizemli bir tarzda Yudiştira adlı ilk oğlunu doğurduğunu, kâhinlerin sözbirliğiyle bu çocuğun yeryüzünün kralı olacağını söylediklerini öğrendi. Bununla birlikte asıl kralın yasal karısı Gandhari, haklı olarak krallık tacının kendi oğluna -kaderin bilinmeyen bir kararıyla doğumu geciken şu oğula kalacağını umuyordu. Gandhari olayların akışı karşısında da kaba ve sert davrandı. Hizmetçisini çağırdı, demir bir çubuk alıp öne doğru yaydığı iri kanuna kuvvetle vurmasını istedi. Hizmetçi korktu, kabul etmedi. Gandhari hiçbir zayıflık göstermeden, vurması için kesin emir verdi Hizmetçi demir çubuğu havaya kaldırdı ve kraliçenin karnına vurdu. Gandhari’nin emirlerine uyarak gitgide artan bir şiddetle, prenses çığlık içinde yere yıkılıncaya kadar defalarca vurdu. Gandhari’nin bacakları arasından madene benzer garip bir yuvarlağın geldiği görüldü. “Karnımdan ne çıktı?” diye sordu, soluk soluğa.
“Bir et topu.” “Ağlıyor mu? Kımıldıyor mu?” “Hayır, soğuk ve sert.” “Git bu topu bir kuyuya at ve beni yalnız bırak.” Bu madensi topun içinden çıkan şeyin ne olduğu öğrenildiği zaman, kraliçenin bu emrine uymanın kuşkusuz çok daha yerinde olacağım düşünen ve söyleyen çok sayıda yorumcu olmuştur. Ama tartışması bizi ilgilendirmeyen ve kimi iç sıkıntılara bağlı nedenlerle, Vyasa bu konuda bambaşka bir sonuca vardı. Vyasa ne yaptığını doğru olarak biliyor muydu? Ara sıra başına kakıldığı için, gizli bir emir ya da kişisel bir heves peşinde miydi? Herkes kendine göre yanıtlıyor. Vyasa, Gandhari’nin karşısına çıktı ve ona sertçe şöyle dedi: “Hayır, atma! Bu topu yüz parçaya böl, yüz küpe koy, taze suyla sula, yüz oğlun doğacak.” Yüz oğlan! Ozanın, gözü bağlı kraliçeye olanaksız bir düş, oğullarını çoğaltma düşü kurdurduğunu söyleyenler oldu. Gandhari, Vyasa’nın sözüne uydu. Top parçalandı, parçalar küplere kondu, sulandı. Ve bu büyüden yüz erkek çocuk doğdu. İlk çocuk yabanıl bir eşek gibi anırarak dünyaya geldi. Kentin sokaklarında, kırlarda ve ormanlarda korkulu çığlıklar ona yanıt verdiler. Köpekler korkudan ve kuduzdan uluyorlardı, çakallar ve yabanıl kuşlar ve hatta rüzgâr bile. Bu ilk çocuğun adı Yenilmez anlamına gelen Duryodhana konuldu. Ama bu doğuştan ulumaların anlamı neydi? Bazı olayları yorumlamasını bilen Bişma’ya sorulduğu zaman, bu zararlı çocuğun hemen Tanrıya sunulması gerektiğini söyledi. “Bir birey bir aile, bir aile bir köy, bir köy bir ulus uğruna ve yeryüzü de Dharma’nın koruyuculuğu uğruna kurban edilebilir,” dedi. Ama, kral ve kraliçe bunu açıkça reddettiler. “Sen hiç kucağına bir çocuk almış değilsin,” dedi Dritaraştra. Kendi kanını akıtmanın ne demek olduğunu bilmezsin. Bişma, oğlumu öldüremem ben!” Gandhari de hâlâ çığıran çocuğunu kolları arasında sıkarak: “Ulusa da, korku ve kin saçsa da beni öldürmeden bebeğimi öldüremezsiniz,” dedi. Duryodhana dehşet saçan yüz kardeşin en büyüğü olarak yaşamını sürdürdü. Pandu o ilkbaharda öldü. Bir sabah, çiçekler birer birer açtığı sırada ormandaki yaşamın sesini
dinleyerek, bal kokusu duyumsayarak, kuşların cıvıltılarını ve böceklerin seslerini dinleyerek, berrak bir suyla bacaklarını yıkayan en genç karısı Madri’ye yaklaştı. Madri onu geri itmeye, ölüm cezası yüzünden kendisini sevip okşayamayacağını anımsatmaya çalıştı. Pandu o sabah sevişmeyi yaşamaya yeğlediğini söyledi. “Ölümü imrendirme! Seni ayartan ölüm!” dedi Madri. “Senin için hiçbir tehlike yok. Otların içine uzan.” “Hayır! Beni zor kullanarak elde etmelisin!” Pandu onu zorla yakaladı ve ceylanın dediği gibi öldü. Gülümseyerek can verdi. Karısının vücudu üstünde son nefesini verirken, kendisinden sonra yaşayacak olan beş çocuğunu düşünüyordu belki de. Madri, Kunti’yi çağırdı. Kunti koşarak geldi ve önce ona sitem etti. “Onu gözetip kollaman gerekmiyor muydu? Kimsenin bulunmadığı bir yerde nasıl azdırdın onu? Nasıl isteklendi de seninle yattı? Ne yaptın?” “Onu kurtarmak istedim. Ama yazgısı gücümü aşıyordu.” “Ah!” dedi Kunti, “sen benden daha mutlusun, çünkü yüzünün hazdan değiştiğini gördün. Görevimi yerine getirmek için onunla birlikte ben de ölüme gideceğim.” “Hayır,” dedi kararlılıkla Madri. “Son nefesini benim kollarımda verdiğine göre, ölecek olan benim. İsteğini yerine getirmek için mezara gideceğim. Yeryüzünde artık babasız kalan oğullarımı sana emanet ediyorum.” “İkizler kendi oğullarım gibi olacaklar. Her şeyi her zaman paylaşacaklar,” dedi Kunti. “Bedenimi kralın bedeniyle birlikte yakacaksın. Gel, ölmeme yardım et.” İki kadın el ele tutuşarak hizmetçilere ormanların ortasında cenaze odununu hazırlamaları emrini vermek için uzaklaştılar. Madri son gecesini Kunti’yle birlikte geçirdi. Ertesi gün, kralın ölü bedeniyle karısının canlı bedeni çocuklarından ve birkaç keşişten oluşan topluluğun önünde yere uzatıldı. Odunlar ateşlendi ve Madri kılım bile kıpırdatmadan canlı bedenini alevlerin ortasına bıraktı. Bişma’yla Satyavati cenaze töreninde bulunmak için maiyetleriyle birlikte Hastinapura’dan buraya gelmişlerdi. Yaşlılığı nedeniyle yavaş yavaş yürüyen saçları aklaşmış ama çevreye hep o eşsiz kokuyu saçan Satyavati, yalnızca küller kaldığı sırada ağır ağır oğlu Vyasa’ya yaklaştı. Kendisinin de Solgun diye adlandırdığı oğlu Pandu’nun
ölümü nedeniyle Vyasa da oradaydı. Satyavati, Vyasa’ya şöyle dedi: “Madri kendini ateşe attı. Ben ihtiyarım, üzüntüden bitkin haldeyim ve kendi kendime bu ölümün nedenini soruyorum.” “Çünkü, dünya mutlu bir düş gibi gelip geçen gençliğini yitirdi. Şimdi her geçen gün bizi zayıflamaya ve yok oluşa yaklaştırıyor.” “Oğlum, haber verdiğin bu korkunç savaş ne?” “Aklı başında olanlar için evrensel, acımasız ve kabul edilmez bir savaş. Kahramanlar nedenini bilmeden ölecekler.” “Kazanan kim olacak?” “Bilmiyorum, çünkü her şey insanların yüreğine bağlı ve onu da açık seçik göremiyorum.” “Sana yardım edebilir miyim?” “Bana yeterince yardım ettin anne. Şimdi ormana git, ağaçların arasında kaybol.” “Sen devam edecek misin?” “Sonuna kadar.” Satyavati gizlerine saygı duyduğu oğlunun yüzünü eliyle son kez hafifçe okşadı. Sonra döndü ve kokusuyla birlikte çekip gitti. Odun yığını sönüyordu. Yalnızca birkaç cılız alev ve pek az duman kalmıştı. Vyasa ormanlar içinde gözden kaybolan annesine bakıyordu.
ASİ GENÇLİK Bişma, Pandavalar denilen Pandu’nun oğullarıyla Kauravalar diye adlandırılan Dritaraştra’nın oğullarına toplu ve örnek bir eğitim vermeyi denedi. Ama doğuştan başlayarak her şey onları karşı karşıya getiriyordu. Çocuklukları hep aralarında uzun süren kıyasıya bir yarış ve kavgayla geçti. Yüz kardeşten en zararlısı olan Dushassana’nın kışkırttığı Duryodhana, düşman gibi gördüğü Pandu’nun oğullarını birçok kez öldürmeye bile kalkıştı. Beş kardeşin en güçlüsü, en korkuncu olan Bhima’nın şarabına zehir koymayı denediler ve amaçlarına da eriştiler. Koca Hayvan ya da Kurt Karnı adını verdikleri genç devin hareketsiz vücudunu ırmağa attılar. Bulduğu her şeyi yediği için ona bu adı takmışlardı. Ama suyun içindeki zehirli yılanların onun vücudunu ısırdığı ve bunların zehiriyle Bhima’nın yeniden yaşama döndüğünü anlatırlar. Bhima’da kuzenlerini hırpalamaktan, onlara kaba davranmaktan, saçlarını çekmekten geri kalmıyordu. Bir gün, oyun alanında, çok ciddi bir kavgada Bhima’nın Duryodhana’yı boğazından yakalayarak yeryüzünü bu felâketten kurtarmak için boğmaya çalışarak gözdağı verdiği bir sırada, çok sade ve siyah giyimli, kırk yaşlarında sakin bir adamın geldiğini gördüler. Adam ortalığı bulandıran çocuklara yaklaştı, ellerini usturuplu bir biçimde yere koyup hafifçe bağırarak çevresinde bir dönüş yaptı, çocuklar dağılarak yara bere içinde yere yuvarlandılar. Yalnızca siyah giyimli adam ayaktaydı ve gülüyordu. Bhima öfkeyle bağırarak adamın üstüne saldırdı. Bir ağaç sökerek başının üstüne kaldırdı ve adama fırlattı. Adam sakin ve kararlı bir şekilde yana çekildi, eğildi ve kendisine saldıranın kıçım bastonuyla hafifçe okşadı, Bhima bir kez daha kendini yerde buldu. “Kimsin sen?” diye sordu Yudiştira. “Yeni öğretmenim,” diyerek yanıtladı adam Bhima’nın kalkmasına yardım ederek. “Adın ne? Kim gönderdi seni?”
“Adım Drona. Kimse göndermedi. Eğitiminiz için geldim buraya.” O sırada Bhima çıkageldi. Yabancının gelişinden çok mutlu olduğunu belirtti. O zaman çocuklar onun yeryüzünde bir benzeri daha görülmeyen ünlü silâh ustası olduğunu öğrendiler. Drona bütün savaş kurallarını eksiksiz biliyordu -onu hemen kabul eden Bhima’dan daha iyiydi- ve hatta Tanrısal silâhların sırrına da sahipti. Kısa el kol hareketleriyle az konuşan, soğuk, sade ve sert bir kişiydi. Yeni yöntemlere uygun olarak hemen ilk okçuluk dersini verdi. Bir ağacın tepesine sıkıştırılmış samandan ve çaputtan yapılmış bir akbaba yerleştirdi. Sonra kısa ve kesin emirler vererek, yeni öğrencilerinden oklarını ve yaylarını hazırlayıp nişan almalarını istedi. Doğru nişan aldıklarına karar verdiği zaman, hepsine ne gördüklerini soruyordu. Akbabayı gördüklerini ama ağacın dalım ya da gökte geçen bir bulutu da gördüklerini söyleyenlere, yalnızca şu eleştiriyi getirerek hemen yerlerine dönmeleri emrini veriyordu: “Oku fırlatmak yararsız.” En son atış vaziyeti alan Arjuna oldu. Silâh öğretmeni, onun rahat hareketinde, davranışlarındaki uyumda daha o anda özel bir nitelik sezmişti belki de. Ötekilere sorduğu gibi Drona ona da sordu: “Ne görüyorsun?” “Bir akbaba.” “Betimle bana bu akbabayı.” “Betimleyemem,” diyerek yanıtladı. Arjuna, gergin yayım hiç titretmeden. “Niçin?” “Yalnızca başını görüyorum.” “Fırlat okunu.” Arjuna Drona’nın dediğini yaptı, saman akbaba delinerek önlerine düştü. Drona, Arjuna’nın ellerini tutarak: “Seni dünyanın en iyi okçusu yapacağım,” dedi. “Bildiğin her şeyi öğretecek misin?” “Bildiğim her şeyi.” “Tanrısal silâhlan da mı?” “Hayır,” diyerek yanıtladı silâh öğretmeni, gözlerini başka yöne çevirerek. “Hiçbir zaman insanlara verilmemesi gereken Tanrısal silâhların gizlerini kendime saklayacağım.” “Kullanmıyorsan niye o silâhlar sende dursun?”
Drona gözlerini yere çevirdi, yavaş sesle yanıtladı: “Çünkü hafif bir ışıkla fırlatılsalar bile yeryüzünü yok edebilirler.” Yeniden gözlerini Arjuna’ya çevirerek: “Arjuna, öğrencilerimden hiçbiri, hiçbir zaman sana erişemeyecek, dedi. “Ama senden bir söz istiyorum: Bir gün kader bizi karşı karşıya getirir ve seni korkutmak için üstüne yürüdüğümü görürsen, bana karşı savaşmalı, beni öldürmek için savaşmalısın.” Görünüşe bakılırsa, silâh öğretmeninin sözlerinde lam bir güven varsa da duygusallığa, acımaya ve gevşekliğe hiç yer yoktu. Söylendiğine göre olay böyle olmuştur. İstense de istenmese de.” Yalnızca on beş yaşlarında olan Arjuna bu sözleri bir süre düşündü, anlamaya çalıştı. Yeni öğretmeninin önünde yavaş yavaş ve sessizce bir dizini yere koyarak çocuksu sesiyle: “Peki, söz veriyorum,” dedi. Burada, öteki pek çok bölüm gibi farklı biçimde yorumlanan bir dram bölümü yer alıyor. Birkaç ay sonra, gösterişli ve gözleri çakmak çakmak on dört ya da on beş yaşlarında bir genç geldi. Bu sırada Drona silâh dersanesinde öğrencileri olan kral çocuklarıyla çalışıyordu. Yeni gelen adam Drona’nın önünde yerlere eğilerek: “Sen benim ustamsın,” dedi. “Biliyorum. Senden ders almak için dünyanın öbür ucundan geliyorum. Yaşamım yalnızca seninle anlamlı. Okuluna kabul et beni!” Hızlı bir bakıştan sonra Drona yanıt verdi: “Olmaz.” “Neden? Drona, tıpkı senin gibi bütün zenginliklerden ve her türlü zevkten vazgeçebilirim. Yalnızca öğrenmeyi istiyorum.” “Hayır, yeterli öğrencim var. Çekil git.” Drona sırtını döndü ve yorucu çalışmasına yeniden koyuldu. Delikanlı üstelemenin bir işe yaramayacağını anladı. Bir ormana çekildi, orada yalnız başına Drona’ya benzer, taştan bir heykel yaptı. Her gün hiç ihmal etmeden bu puta saygısını yineliyor, sungular sunuyor ve önünde uygulama yapıyordu. Zihnini bu silâh çalışmasına veren ve şaşılacak derecede nitelikli bu genç, heykelin önünde olağanüstü bir beceri kazandı. Öyleki, uluyan bir köpeğin ağzına bir atışta yedi oku birden saplamayı başardı. Bu başarının haberi Arjuna’ya ulaştı. Arjuna bu konuda Drona’ya sitem etti,
şöyle dedi: “Sözünü tutmadın.” “Ne demek istiyorsun?” “Beni en iyi okçu yapacağına, öğrencilerinden hiçbirinin erişemeyeceğine beni inandırdın. Ormanda yalnız başına çalışan yabancı, bir atışta bir köpeğin ağzına yedi oku birden saplamış, o yabancı senin öğrencin olduğunu söylüyor.” “Gel,” dedi hemen Drona. İkisi birlikte ormana gittiler ve taş heykelin önünde genç adamı çalışırken buldular. Adam Drona’yı görünce yere kapandı ve açıkça görülen bir bağlılık duygusuyla: “Efendim, önünde toprağı öpüyorum. Senin öğrencimin. Ziyaretin bana unutulmaz bir sevinç veriyor,” dedi. “Benim öğrencimsen,” dedi Drona, “verdiğim derslerin karşılığını ödemelisin.” “Ne istiyorsan söyle, sana ödeyeyim.” “Sağ elinin başparmağını ver.” Genç adam kılıcını aldı. Duraksamadan sağ elinin başparmağını keserek gülümseyen Drona’ya uzattı: “Buyur, al,” dedi. Silâh öğretmeni kanlı parmağı bir bez parçasına sardı, genç adamı başıyla selâmlayarak peşinden gelen Arjuna’yla bir kelime daha söylemeden oradan ayrıldı. Vyasa bu bölümü anlatınca onu dinleyen çocuk şaşkınlığını ve öfkesini belirtti. “Parmağını kesti mi?” “Gülümseyerek, duraksamadan.” “Becerisini de yitirdi mi?” “Elbette. Becerisini ve gücünü.” “Arjuna da bu acımasız eylemden hoşnut kaldı mı?” Vyasa bu soruyu yanıtlamadı. Zor, karanlık ve olağandışı her bölümde yaptığı gibi yavaşça gözkapaklarını kapamakla yetindi. Bir puta tapan, şaşılacak derecede yetenekli ve saygıda kusur etmeyen, başparmağı kesik bu genç hakkında ne düşünmek gerekirdi? Ganeşa tatlı sesiyle çocuğa şöyle demenin uygun olacağını sandı: “Acımasızlık değildi belki de bu.” “Ya neydi?” “Öngörüyordu.”
Gençlik, av, aşklar, kahkahalar, savaşlar, yorgunluklar arasında yıllar geçti. O sırada Vyasa uzun süre anılardan silinmeyecek bir buluşmanın öyküsüne başladı. Ok ve silâh ustası Arjuna’nın her zaman olduğu gibi tüm hasımlarını çaba harcamadan alt etliği oyunların biri söz konusuydu. Kauravalar dışında herkes ona hayranlık duyuyor ve alkışlıyordu. Birden oyun alanının girişinde bir yabancı belirdi. Kaygı uyandırıcı ve kuvvetliydi, yürüyüşü güçlü ve sakindi. Arjuna’ya yaklaştı ve meydan okudu. “Senin yaptıklarının hepsini ben de senin kadar yapabilirim. Bak,” dedi. Yayını aldı, oku göğe doğru çevirip yayı başının üstünde gerdi. Ama yüzü önündeki bir havuza dönüktü. Suyun içinde tersten nişan alıyordu. Bir kuş geçti. Ok fırladı. Kuş delinip yere düştü. O sırada adam şöyle diyordu. “Sol gözünden vurdum.” Hemen koştular. Ok ölen kuşun sol gözüne saplanmıştı. Bu çok şaşırtıcı başarı karşısında Drona da hayran kaldı. Arjuna onunla boy ölçüşebilir miydi? Kimse bunu yanıtlayamıyordu. Kunti ve Güneş’in gizli oğlu Karna’ydı bu. Kunti’den başka kimse onu tanımıyordu. Duryodhana onu kucakladı, coşkuyla gönlünü okşayıcı sözler söyledi, adını sordu. Arjuna’yla yapacağı duyurulan karşılaşma için ona silâhlarını bile ödünç verdi. Kunti savaşmaya hazırlanan iki adamın arasına doğru ilerledi. Ani bir kinin onları harekete getirdiğini ve saldırı sırasında gerçekten birbirlerini öldürebileceklerini sezinleyerek, kör kraldan bu karşılaşmayı durdurmasını ve yasaklamasını istedi. “Hangi nedenle?” diye sordu Dritaraştra. Kunti yanıt veremiyordu. ‘Çünkü bu yeni gelen de benim oğlum,’ diyemiyordu. Gerçeği ortaya koyacak sözler yarı açık ağzından çıkmakta güçlük çekiyor gibiydi. Soluğu kesilir gibi oldu ve herkesin şaşkın bakışları arasında baygınlık geçirerek karşılaşmanın yapılacağı yere yığıldı. Kunti’yi kaldırıp götürdükleri sırada, Arjuna’ya şöyle diyordu Karna: “Arjuna, her zaman beni tepende bulacaksın. Silâhlarını kuşanman için daha ne bekliyorsun? Ben hazırım.” Arjuna savaşmalıydı, aksi halde utanç verici bir yaşamı seçmesi gerekiyordu. Bir tehlike sezen Drona, Arjuna’ya, Kşatriya’da doğmuş bir prensin önüne gelenle savaşamayacağını söyleyerek araya girmeye çalıştı. Drona tarafından ailesinin kim olduğu sorulan Karna, gerçek babasının ve gerçek anasının adını söyleyemedi, çünkü bilmiyordu. Bu nedenle sustu durdu.
Bu suskunluğu aşağılık bir doğumun açıklaması olarak algılayan Arjuna o zaman onu hor görerek şöyle dedi: “Çek git. Senin yerin değil burası.” Bu çok hafif söz, Karna’nın duyarlı kalbinde ölünceye kadar saklı kaldı. Karna geri döndü. O anda herkesin gözü önünde, yüz kardeşin en büyüğü Duryodhana ona doğru koştu, durdurdu, ellerini tutarak: “Ey Karna!” dedi. “Savaşmak için prens olmak gerekiyorsa, ben seni kutsayacağım! Anga ülkesini sana veriyorum. Seni kral olarak atıyorum. Oyun alanında hemen kısa bir tören yapıldı. Karna, Duryodhana’nın önünde bir dizini yere koydu ve yeni krallığının nişanını aldı. Kalkarken kendisini kutsayan genç adama sordu: “Karşılık olarak ne istiyorsun?” “Dostluğunu.” “Peki. Sonsuza kadar dostuz.” Birbirlerini kuvvetle kucakladılar. Bişma, Drona, orada bulunan kimileri ve belki de kral ve kraliçe, bilinmeyen yaşamlarına karşın, o anda uzun sürecek bir ölüm korkusunun belirsizce ailenin içine yerleştiğini sezdiler. Duryodhana iki adam arasındaki boğuşmanın işaretini verdi. Arjuna korkunç karşılaşmadan artık kaçmamıyordu. Ama günün beklenmedik olayı daha gerçekleşmemişti, çünkü o anda oğlu Karna’yı çağırarak oyun alanına giren gösterişsiz bir adam, bir arabacı göründü. “Oğlum nerede?” diyordu. “Silâhlarıyla birlikte evden ayrıldı. Oğlum nerede? Kaygılanıyorum.” Karna’yı gördü, elinden tuttu, onu bulmaktan çok mutluydu. “Baban mı?” diye sordu Drona. “Evet, babam,” diyerek yanıtladı Karna, hiç çekinmeden. O anda Pandavaların bulunduğu yandan bir kahkaha duyuldu. Bhima parmağıyla Karna’yı göstererek bağırıyordu: “Arabacının oğlu! Hadi, eline bir kamçı verilsin, bokuna da bir kürek! Arabasına eşekler koşulsun! Anga’nın tahtına bir arabacının oğlu gelip oturdu! Karna bu onur kırıcı sözler karşısında sakin kalmayı başardı. Ama Duryodhana öfkelendi, bir kez daha Bhima’nın üstüne atıldı ve onu ansızın yakalayarak devirmeyi bile başardı. Görünüşe bakılırsa, bu iki genç de ölünceye kadar dövüşeceklerdi, ama Drona gizli bir hareketle Duryodhana’nın parmaklarını yakaladı ve o anda onu hareket edemez duruma getirdi. Hareketsiz kalan Duryodhana’nın Bhima’ya yöneltecek sözlerden başka bir şeyi kalmamıştı:
“Çeneni tut ve doğumu karıştırma. Doğum karanlık bir kaynaktır. İnsanlar çoğu zaman kaynağı bilinmeyen ırmaklar gibidir.” Hep kaba sözler çıkan kralın oğlunun ağzından hiç duyulmayan bu sözler herkesi etkiledi. Duryodhana Karna’ya döndü ve yine şöyle dedi: “Karna’ya bakıyorum ve yanılmıyorum. Çevresinde bir güç, bir giz görüyorum, sonsuza kadar dostum olarak kalacak. Bırak beni Drona. Doğan güneş fısıltı halinde benimle konuşuyor gibi bana hak veriyormuşa benziyor. Karna, eğlence bitiyor, gel benimle.” Drona elini bıraktı. Sakinleşen Duryodhana, Karna’nın ve öteki kardeşlerinin yanına vardı. Kırmızımtırak bir ışık içinde gün batıyordu ve daha sonraları, kimileri bu alacakaranlıkta onların gelecekle ilgili kanlı işaretler fark etmiş olduklarını anlattılar. Oyun alanından ayrılmadan önce, Karna Arjuna’ya döndü ve şöyle dedi: “Ey Arjuna, beni kabul etmedin. Er ya da geç, bir gün karşı karşıya geleceğiz ve seni devireceğim.” Beş Padava birlikte kaldılar. Başkanları ve ustaları olarak saygı gösterdikleri, düşünerek davranan ve keskin görüşlü biri olan en büyükleri Yudiştira, gelecekteki bir karşılaşma amacıyla oyun alanının düzenlenmesi için emir veren Drona’yı gördü. Yudiştira, Drona’ya şöyle dedi: “Ömrümde ilk kez bu adam beni korkuttu. Karna’ya karşı konulamaz gibi bir duygu var içimde. Onun hakkında sen ne düşünüyorsun?” Drona kısa bir suskunluktan sonra yanıtladı: “Karşı konulamaz olarak, yalnızca yazgıyı biliyorum.”
EVLENME TÖRENİ VE KRALLIK Komşu bir krallıkta bütün gezginlerin benzersiz olduğunu söyledikleri bir prenses vardı. Kral Droupada’nın kızıydı, adı da Draupadi’ydi. Baştan ayağa silâhlı bir erkek kardeşle birlikte bir kordan doğduğunu anlatıyordu efsaneler. Benzer doğumlar savaşlı ve kanlı bir yaşamın işareti sayılıyordu. Erkek ve kızkardeşin korkunç bir kişinin ölüm nedeni olacakları da söyleniyordu. Ama bu kişi kimdi? Kimse doğru dürüst bilmiyordu. Draupadi evlenme çağına gelince, her zaman olduğu gibi bir yarışma düzenlendi. Yine de Draupadi kararım önceden belirtferek, yeneni yalnızca kendisinin seçmesi koşuluyla kabul edeceğini açıkça bildirdi. Savaşla ilgili ünü gün geçtikçe artan Karna’ya açık seçik bir araştırma yaparak, “bir arabacının oğlu”nu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini de ekledi. Karna yarışmayı küçümseyerek katılmadı. O katılmayınca Arjuna bütün yarışmaları kazandı. Ve Draupadi gülümseyerek onıı seçti. Birlikte oradan ayrıldılar. Onların yaşadığı çağda beş kardeş ve anneleri Kunti, kral sarayından ayrı, oldukça sade bir konutta oturuyorlardı. Kör babası üstündeki etkisiyle iktidarı ele geçirmeye çalışan Duryodhana onları uzaklaştırmış, maddi kaynaklarından hemen hemen yoksun bırakmıştı. Arjuna kazandığı Draupadi’yle birlikte döndüğü sırada, annesi sırtım kapıya dönmüş sebze çorbası hazırlıyordu. “Anne,” dedi Arjuna, “bil bakalım ne kazandım!” Madri’ye verdiği söze bağlı olan (“Senin oğulların da benim oğullarım gibi olacaklar, her zaman her şeyi paylaşacaklar.”) Kunti, başım çevirip bakmadan Arjuna’ya: “Kardeşlerinle paylaşacaksın,” dedi. “Ama, bir kadın bu!” Kunti döndü, Draupadi’yi gördü. Bu iki olağanüstü kadının ilk kez karşı
karşıya gelip bakıştıkları o anda neler olduğu bilinmiyor. Yorumcular bu konuda da ayrıldılar. Kimileri Kunti’nin becerikliliğinden, otoritesini hemen gösterme arzusundan bile söz ettiler. Kimileri de tam tersine onun doğruluğuna ve yalan söyleyemediğine inandılar, “Ne dedim?” diye sordu Kunti, öteki kardeşler yaklaştığı sırada. “Kardeşlerinle paylaşacaksın dedin.” “Sözümden dönmem. Ne dedimse yapılmalı.” “Niçin?” “Bir gerçeğin tersini söyleyemem. Söylediğim şey gerçek. Bu kadını beşiniz aranızda paylaşacaksınız, ama mutsuzluğa uğratmadan.” Dünya tarihinde bir benzeri görülmeyen bu olağandışı sahnede en çok şaşkınlık yaratan şey, Draupadi’nin suskunluğudur. Sonraları çoğu kez ortaya koyduğu kişiliğinin biraz öfkeli ve sert olması nedeniyle, davranışı da daha o anda açık seçik olarak Arjuna’yı sevdiğini gösterdiğine göre, bu suskunluğun şaşkınlık yaratması gerekir. Ama Kunti’nin tuhaf sözlerinde kuşkusuz güçlü bir iradenin gizemli varlığını seziyordu. Kardeşlerin en büyüğü Yudiştira bir adım öne yürüdü ve sordu: “Bir sorum var: Bu kadını hepimiz seviyor muyuz?” “Evet,” diyerek yanıtladı hemen Bhima, “Ben şimdiden sevdiğimi seziyorum.” “Ben de,” dedi Nakula. “Ben de, dedi Sahadeva. “Ben derin bir aşkla seviyorum,” dedi Arjuna. Yudiştira suskun Draupadi’ye bakarak yeniden söz aldı. “Ben de seviyorum, sevdiğimi duyumsuyorum. Aşk gelip aramızda bir ışık gibi göründü. Annemiz yalan söylemediğine ve hepimiz de onu sevdiğimize göre, onunla beşimiz birden evlenmek zorundayız.” Bhima annesine sordu: “Babası bu duruma kızmaz mı?” “Aranızda paylaşamadığınızı söylersiniz ona.” “Ya paylaşma konusundaki karar bu kadından gelirse? diye sordu Nakula.” Ya içimizden birini beğeniyorsa? Ya da birimizi istemiyorsa? Onun yüzünden aramıza kıskançlık girerse?” “Söz ağzımdan çıktı. Yazgı beklenmedik bir anda dilimin ucundan kayıverdi. O sizin karınız olmalı, bunu yapabilir. Sırayla bir hafta birinizin karısı olur. Bu ilk gece bir arada uyuyalım. Ver elini bana Draupadi.” Kunti Draupadi’nin elini tutup beş kardeşin elleriyle birleştirdi. Aynı gün,
şaşkınlık yaratan evlenme töreni yapıldı. Saygısız dilleri susturmak için, bunun Tanrıların isteği olduğu bildirildi. Gecenin ortasında Vyasa, Ganeşa ve çocuk ormanda ilerliyorlardı. Pandavaların konutuna vardılar. Vyasa onları içeri soktu. Beş kardeşin yan yana yattıkları odaya götürdü, Draupadi ayakuçlarında, Kunti de başuçlarında uyuyordu. Bir lambanın tatlı ışığında, anneleri ve karılarıyla sarılmışa, sınırlanmışa ve korunmuşa benziyorlardı. Çocuk çevresindeki kişilerin maddesel varlığına alışıyordu, çünkü her büyü, hızla alışılan bir olgu haline gelir ve kafalardaki şaşkınlık sona erer. Çocuk uyuyan yedi bedene kadar ilerledi, seyretti. Tasasız ve güçlü bir görünümdü. Sonra Vyasa’nın yanına dönerek yavaşça ona sordu: “Vyasa, benim ailem neden birbirini öldürdü?” “Öz unutulduğu için.” “Hiçbir şey onu kurtaramayacak mı?” “Dinle.” Çocuk dikkatle dinledi. Uzakta, ormanda hafif bir flüt sesi duyuldu. “Krişna görünecek,” dedi Vyasa. “Krişna mı?” “Krişna, kendisi.” “Öyküde Krişna’nın rolü var mı?” “Her zaman olduğu gibi başrolü oynuyor.” Çocuk sustu. Ağaçların arasından kıvrılarak gelen flüt sesini dinliyordu. Çevresindeki dekor bulanıyordu. Rüzgârı duyumsuyordu bedenînde. Dışarıda, ormanda mıydı? Yoksa içeride, odada mıydı? Nerede olduğunu söyleyemiyordu. Ganeşa kitabını bıraktı, çocuğa yaklaştı. Ona bazı şeyleri söylemenin zamanı gelmişe benziyordu. “Dinle,” dedi Tanrı fil, derinden gelen sesiyle: “Dünyalar görünen ve görünmeyen yaratıklarla, toprağın derinliklerinde yaşayan naga1 yılanlarıyla dolu, suların dibindeki sayısız sarayları, orman gecelerinin insan eti yiyen canavarları, gökle bizim aramızda gelip giden hafif yaratıklar, Gandharvalar, Asparalar2, Danavalar, Yakshalar3 ve Tanrıların uzun çelenkleri şenlendirir, bütün varlıklar üzerinde olduğu gibi bunlar üzerinde de ölüm ağırlığını duyumsatır.
Çocuk gecenin karanlığında Tanrının tatlı sesini can kulağıyla dinliyordu. İşittiği kimi sözcükleri biliyordu, ama bunların bir bütünlük içinde kullanılışını hiç duymamıştı. Sezilmez ve sürekli bir yolculuğa çıkarılıyormuş gibi çevresindeki mekânlar değişirken, çaba harcamadan bilgisinin daha çok arttığını duyumsuyordu. Gandhari şöyle diyordu: “Üç Tanrı birlik olmuş, evrende egemenlik kurmuşlar. Yaratıcı Tanrı Brahma hiçbir zaman görülmez, uçsuz bucaksız okyanusta saklanmış uyuyor sanılır; yok edici Tanrı yakıcı Şiva her zaman yaşların sonuna dikkat eder. Beklenmeyen her yerde o vardır. Üçüncüsü tam tersini yapan Vişnu’dur. Koruyan odur, dünyaların düzenini sağlayan odur. Şu anda olduğu gibi kargaşa korku yarattığı zaman, Vişnu bir dünyalı kılığına girer ve görevini yerine getirmek için aramıza iner.” Ganeşa sesini alçaltarak sürdürdü: “Kimileri Krişna olarak ineceğini mırıldanıyor.” “Doğru mu?” dedi çocuk. “Bundan emin değilim, ama tansıklarından söz edildiğini duydun mu? Çağırıldığı zaman gelen ve her şeyi yok edebilen korkunç diskten?” “Ama Krişna’yı görecek miyim? Duyduğum onun flütü mü? Gelecek mi?” ”Belki de gelmiştir bile,” dedi Ganeşa, çevresine göz atarak. ”Ne kılığında?” “İnsan kılığında, çünkü bir insan.” “Peki, ne yapacak?” “Davranışım dikkatle izle. Gizemli bir biçimde ince ve etkileyici. Söylendiğine göre, aynı anda her yerde olabiliyormuş, su oluyormuş, kımıldayan yaprak oluyormuş, sen oluyormuş, ateş oluyormuş, görünmez nesnelerin yüreği oluyormuş.” “Sen de oluyormuş mu?” “Sus. Bak.” Çocuk fil başlı Tanrının el kol hareketlerini izledi. Konuşmanın büyüsüyle, bilmediği bir saraya vardıklarını gördü. Beyaz duvarları ortaya çıkaran gün daha yeni ağarıyordu. Ve çocuk karıları Draupadi’yle bu saraya girmekte olan beş kardeşi, beş Pandava’yı bile gördü. Krişna içeride halâ uyuyordu. O sırada, yirmi yaşlarından biraz fazla, hemen hemen Arjuna ve Duryodhana’nın yaşlarındaydı. Dvoraka’da oturuyordu. Kardeşine verilmiş olan krallık yetkisini kullanmıyordu, ama şaşırtıcı bir saygınlığı vardı. Hakkında
doğru olup olmadığı bilinmeyen, gelecek yüzyıllara yavaş yavaş bir dinin resmi dayanağı olacak kadar güçlenecek öyküler anlatılıyordu. Geniş ve parlak düşüncesine, küçük yaştan beri bilgi küpü olmasına karşın, doğruluğundan kimse kuşku duymuyordu. Bizi kargaşadan kurtarmak için yeryüzüne inen bir Tanrı mıydı? Şiddetle tartışılıyordu bu. Soru sorulduğu zaman yalnızca gülümsemeyle yanıtlıyor ya da usta bir hareketle yanıtlamadan geçiştiriyordu. Teni koyu renkli, çoğu zaman yarı kapalı gözleri siyahtı. Uyurken bile dudaklarından gülümseme eksik olmuyordu. Beş kardeş ve Draupadi ona yaklaştıkları zaman uyandı, onları selâmladı. Yudiştira hemen sordu: “Neden çağırdın bizi?” Krişna yanıt vermeden bir an düşündü: “Toprağın yakındığını duydum.” “Ne diyordu?” Toprağın, umutlarıyla ve kaygılarıyla canlı bir kişi gibi davranışlar gösterdiği ve kimilerinin onu dinleyecek bir yerde bulunmayı bildikleri kabul edilmektedir. “Şöyle diyordu: İnsanlar kendilerini bir şey sandılar. Yaralarıyla beni her gün bunaltıyorlar. Sayılamayacak kadar çoğaldılar ve zorbalaştılar, kazanma düşüncesiyle yerlerinde duramıyorlar. Akıldan yoksun insanoğlunun ayakları altında titriyor ve kendi kendime ‘İnsan bana daha ne yapacak?’ diye soruyorum.” Krişna, seslerini açık seçik algıladığı bütün canlı varlıklarla doğrudan ve sürekli ilişki içindeymiş gibi, dikkat çekecek biçimde her zaman özentisizce konuşuyordu. Vyasa, Ganeşa ve çocuk saraya girmişlerdi. Bir kıyıya iliştiler. Ganeşa hızla yazıyordu. Çocuk onu yoklamak, kimilerinin Tanrısal bir güç gördükleri bu adam hakkında ne düşünmek gerektiğini sormak istiyordu, ama şu anda buna cesaret edemiyordu. Yudiştira Krişna’ya sordu: “Toprağı nasıl kurtarmalı?” “Halkın arasına çok geniş kulaklı insanlar gönderdim,” diyerek yanıtladı Krişna. “Bana şöyle dediler: Halk sakin ve korkusuz bir kral istiyor. Töreye uygun bir kral. Toprak da şöyle dedi: O kralı istiyorum. Onu ben de istiyorum. O olmadan yok olurum.” “O kral ben miyim yoksa?” “Başka kim olabilir ki?”
“Çok eksiğim var, bu taca çok az istekliyim.” “Kendin hakkında yanılgıya düşme. Tüm yaratıklar seni seviyor, Dharma’nın oğlusun sen, iyi düşündün. Kral sen olmalısın.” O sırada Arjuna kararsız kardeşine şöyle demek için söz aldı: “Kardeşlerin tek bir vücut gibi çevrendeler. Bhima boynun ve omuzların. Nakula ve Sahadeva kolların ve bacakların. Ben de gözün ve elinim.” “Bütün tehlikelere karşı senden başka kimsesi olmayanlar çok kalabalık,” dedi Krişna, birden ciddileşerek. “Hangi tehlikeler? Bunları açık saçık görüyor musun?” “Tehlikenin geliyorum diyerek geldiği görülmemiştir. İyiyi kötü, kötüyü de iyi göstererek gelir.” “Rahat yaşamak için hemen ormanlara çekilmek istiyorum yalnızca,” dedi. Yudiştira başını sallayarak. “Sen çekilirsen bir başkası çıkacak, çünkü istekli çok. Ama sen kral olmazsan, hiçbiri kendiliğinden kral olamaz.” Yudiştira varlığını algıladığı Vyasa’ya doğru döndü. Ona şöyle demek ister gibiydi: “Bu görevi kabul edersem, amcam ve kuzenlerim kendilerine saldırdığımı sanacak ve savaşa girişecekler. Yeryüzünü kan gölüne çevirirsem, töreye uygun bir kral olduğum nasıl söylenebilir?” “Dritaraştra bizi ‘oğullarım’ diyerek çağırır,” dedi Arjuna. “Dünyanın tahtında oğullarından birini görmekten gurur duyacaktır.” “Taç giyme törenine onu da çağır,” dedi Nakula. “Kararını ver,” dedi Bhima. Ve Krişna bir elini Yudiştira’nın omzuna koyarak ekledi: “İçinde direnen şeye karşı sen dc diren. Kendine dön.” “Krişna, ne yapmalıyım şimdi?” diye sordu Yudiştira’ya sıkıntıyla. “Geceleri kör kral sizi düşünüyor. Yaşınız yirmiyi geçtiğine göre karar verme zamanı geldi, o bunu biliyor. Ama yüreğinde kuşku var. Görünmez krallığını seviyor ve en büyük oğlu başını döndürüyor…” Yudiştira birden kalktı. Uzun uzun düşündükten sonra kararını vermişti. Kardeşlerine baktı ve onlara: “Gidip kralı görelim,” dedi. Dvaraka’dan ayrılmadan önce bir süre dinlendiler ve yemeklerini yediler. Birkaç yıldan bu yana sıkı bir dostluk Arjuna’yla Krişna’yı birbirine bağlıyordu. Sık sık görüşüyorlardı. Kendilerine dayanamayan kadınlardan olduğu kadar,
beliren tehlikelerden de söz ediyorlardı. Gerçek dostların yaptığı gibi dereden tepeden konuşuyorlardı. O gün Arjuna, Krişna’nın bacısı Subhadra’ya rastladı. İlk bakışta birbirlerine âşık olacakları belli oldu. Subhadra kardeşinin alaycı bakışları önünde Arjuna’ya bir yüzük verdi. Hemen baştan çıkan Arjuna, kendisini birkaç gün daha yanında alıkoymasını Krişna’dan rica etti. Ne istediği belliydi. O anda Krişna gülümsemesini kesti. “Kardeşin tam yaşamını anladığı sırada onu bırakıp gidecek misin? Ara sıra beni korkutuyorsun. Ailen, dostların, bütün yeryüzü her an sana gereksinim duyabilirler.” “Evet, haklısın,” dedi Arjuna. “Karanlıkta büyüyüp gelişen düşmanlarımız var. Onları unutamam. Ama bir kadının durmadan gülümsemesi nasıl görmezlikten gelinir?” Krişna bu soruyu paylaşıyordu. Bir kadının gülümsemesi nasıl görmezlikten gelinir? Krişna’nın yanıtı yoktu. Arjuna ekledi: “Savaş belirsiz bir fırtına gibi bizi korkutur vc bir türlü patlak vermezse, bütün yaşamımı bu fırtınayı koparmak ve yararsız ve hayal kırıcı bir sonda ölmek için mi harcayacağım?” “Arjuna, kesinlikle şunu söylüyorum sana: Barış ve savaş arasında seçimin olmayacak.” “Neyi seçeceğim?” “Savaşı ya da bir başka savaşı.” Krişna, derin, kuytu ve can alıcı bir bölgeye dokunuyormuş gibi, kendisini dinleyenleri her zaman şaşırtan tümcelerinden birini söylüyordu. “Bu başka savaş nerede olacak?” diye sordu Arjuna. “Savaş alanında mı? Yoksa kalbimin derinliklerinde mi?” “Bunlar arasında gerçek bir fark görmüyorum.” Arjuna başını salladı ve daha soru sormadı. Sessizce çekildi, kapısını ona açmak için hiçbir güçlük göstermeyen Subhadra’nın yanına gitti. Prenslerin yasallığı yönünden ortada çok karmaşık bir durum vardı, krallığın kime geçeceğini söylemek çok güçtü. Anımsanacağı gibi, kör kral ilk erkek çocuktu. Körlüğü kral olmasını engellediği için, krallığı kardeşi Pandu’ya vermişlerdi. Ama bir ceylanın ilencine uğrayan Pandu krallığı kardeşine geri verdi. Daha sonra Tanrılar ona beş oğul verdi.
Kim kral olmalıydı? Pandu’nun ilk oğlu Yudiştira mı? Yoksa yüz kardeşin en büyüğü ve şu andaki kralın oğlu Duryodhana mı? Hangisi tahttan vazgeçmeliydi? Vyasa öyküsündeki oğulları öylesine titizlikle sergiliyordu ki, Yudiştira ve Duryodhana kral olmak için eşit haklara sahipmiş gibi görünüyordu. Kral olma isteğine gelince, bu istek kuşkusuz Duryodhana’da çok daha güçlüydü. Duryodhana bağıra bağıra hiçbir toprak parçasının Pandavalara verilmemesi gerektiğini söylüyordu. Bhima’nın ve Drona’nın düşüncesine karşın, krallığın bölünmesini hiçbir zaman kabul etmeyeceğini vurguluyordu. Yine de sorunu kör kral çözümledi. Bir savaşa meydan vermemek için, yeğenleri olan beş kardeşe Khandavas-Prastha topraklarını vereceğini söyledi. Kral bunu halkla yaptığı bir toplantıda söylemişti. Bu toplantıda Bhima çok öfkelendi, bağıra çağıra söz konusu toprakların pis kokulu bataklıklar, iç karartıcı ormanlar olduğunu ve Yudiştira’nın hiçbir şekilde bu iğrenç sadakayı kabul etmemesi gerektiğini söyledi. Bir ağacı sökerek, bununla Kauravaları tehdit etti. Bhima’nın da yardımıyla Yudiştira onu güçlükle durdurdu. “Neden onların ayaklarına yuvarlanıyorsun?” diyerek bağırdı Bhima, elindeki ağacı havaya kaldırarak. “Onların tek düşüncesi var: Onlarla aynı haklarımız olan bu krallıktan bizi çıkarıp atmak! Sense teşekkür ediyorsun, baş eğiyor ve mutlu olduğunu söylüyorsun! Adaletin üstüne neyi yerleştiriyorsun? Yazgımızdan daha yükseğe? Neyi? Bunu bana söyleyebilirsin.” Devin öfkesini yatıştırmak için bir saat uğraşmak gerekti. Sonunda, yine ensesinin üstünde kolayca fır döndürdüğü ağacı bırakmadan homurdanarak çekildi. Kardeşleri de arkasından gittiler. Hastinapura’dan ayrılıyorlardı. Daha sonra yeni krallıklarını kuracakları verimsiz topraklara doğru yöneldiler. Onlar ayrıldıktan sonra Duryodhana kör krala: “Baba,” dedi, “barış sağlayacağım sandın, savaş çıkardın. Bhima bizi hiç rahat bırakmayacak.” Kalleş Dushassana hemen kardeşinin sözünü keserek: “Bhima’yı beklenmedik bir olayla yok etmek gerekir,” dedi. “Onları hileyle Krişna’dan ayırmak gerek. Beş kardeşin bir karısı var: Aşk biliminde uzman kişiler çağıralım, kıskançlığın nasıl yaratılacağını soralım!” O gün onlarla birlikte bulunan Kama (zaten Anğa krallığından ayrılarak sık sık onları ziyarete geliyordu) Dushassana’ya şöyle dedi: “Hor görme onları. Zevk ve acı uzun zamandan bu yana kanımıza yazılmıştır, irademiz uzaklardan geliyor. Dostları olan Krişna’dan onları hiçbir şey ayıramaz. Hiçbir savaş hilesi, hiçbir kurnazlık onları yıldırmayacaktır.” Karna, Duryodhana’ya dönerek sözlerini sürdürdü:
“Onları ortadan kaldırmak istiyorsan, sana her zaman söylediğim gibi mertçe saldır.” Karna gerçekten böbürlenerek (çünkü alçakgönüllülük en belirgin niteliği değildi): “Ben senin dostunum. Neden korkuyorsun?” dedi. Kardeşler dışarı çıktılar. Karna da onları izledi. Gözü bağlı kraliçe Gandhari ve her konuda güvendiği her zamanki iki danışmanıyla yalnız kalan kör kral sordu: “Doğru olanı mı yaptım Bişma?” “Evet.” “Kardeşimin oğulları benim oğullarım gibidir.” O zaman Gandhari ona şöyle dedi: “Ama yüreğinde gizli bir yeğleme var.” “Senin de Gandhari.” “İnsanlar kendi çocuklarını başkalarmınkine yeğlerlerse savaş yakındır.” Gandhari’nin bu sözlerinden sonra bir suskunluk oldu. Hepsi de kraliçenin söylediklerini düşünüyordu. Kral sordu: “Bişma, savaş olursa kimin yanında yer alacaksın?” “Yazık ki sana bağlı kalacağım, bunu biliyorsun.” “Ya sen Drona?” Silâh öğretmeni bir süre sustu. Belki de bir gün savaşmak zorunda kalacağı olağanüstü öğrencisi Arjuna’yı düşünüyordu. Krala yanıt verdi: “Hizmetindeyim.”
SİSUPALA’NIN ŞAŞIRTICI ÖLÜMÜ Pandavalar birkaç yılda çorak topraklarda altın çağın yaratılacağını herkese göstermeyi başardılar. Çöl yeşeriyor, tarlalar buğday başaklarıyla örtülüyordu. Herkes birbirine yardım ediyordu. Yaşam ve ölüm kavgasız ve gürültüsüzdü. Böylece, iyi kalpli bir kralın halkına yağmur getirdiğini ve salgın hastalıkları silip süpürdüğünü dile getiren bilgelerin ulu sözü gerçekleşiyor gibiydi. Draupadi beş kardeşi bir çimento gibi kaynaştırıyordu. Her birine birer oğlan doğurdu. Arjuna’nın ikinci karısı olan Krişna’nın bacısı Subhadra da onlarla birlikte yaşıyordu. Abhimanyu adında bir oğlu vardı. Draupadi, Subhadra’yı küçük kızkardeşiymiş gibi seviyordu. Bu az rastlanan vc güzel bir olaydı. Altı yıl süren egemenlik ve mutluluktan sonra Yudiştira, yeni sarayını gezdirip göstermek için tanıdığı bütün kralları -en başta amcasını ve kuzenleriniyemeye davet etti. Efsane -ki ondaki heyecanı hiçbir şey yatıştıramaz- bu sarayı, havada uçan düzenci ve görülmeyen işçilerinin yardımıyla en büyük mimar Maya’nın yaptığım anlatıyordu. Kimilerinin inanışına göre “düşüncelerin cisimleştiği” büyük bir saraydı bu. Bu davette, doğrusunu söylemek gerekirse gerçekte öykünün bütünlüğü içinde yer almayan, ama öyküsüne değişik açıklamalar getirmek için Vyasa’nın zaman ayırıp anlattığı çok tuhaf bir olay, Sisupula’nın ölüm olayı ortaya çıkar. Çedi kralı genç Sisupula, kendisinin de bilmediği bir giz içinde yaşıyordu. Doğduğunda dört kolu ve alnının ortasında üçüncü bir gözü vardı. Ateşe düşmüş bir çakal gibi acı acı uluyordu. Korkuya kapılan annesi ve babası götürüp onu bir yerlere bırakmayı düşündükleri sırada, kimden geldiği belli olmayan bir ses onlara şöyle dedi: “Oğlunuz hiçbir şeyden korkmayacak, olağanüstü bir gücü olacak, ama bir gün bir kral onu kucağına alacak, fazla olan iki kolu yere düşecek, üçüncü gözü kaybolacak ve bu oğlunuzun ölümü olacak.” Ses sustu. Yeryüzünün bütün kralları bu olağandışı çocuğu görmeye geldiler. Babası korka korka çocuğu sırayla kucaklarına veriyordu. Bir şey olmadı. Bir gün Krişna’ya götürdüler, Krişna çocuğu sevdi. Kucağına verdiler. O anda
çocuğun kollarından ikisi düştü, üçüncü gözü kayboldu. Korkuya kapılan annesi Krişna’ya: “Yalvararım sana,” dedi, “oğlumdan gelecek ve her biri ölüm değerinde olacak yüz saldırıya katlan.” Krişna söz verdi. Sisupala büyüdü, ölünceye kadar taşkınlık ve zorbalık dolu bir yaşam sürdürdü, ölümü de şöyle oldu: Yudiştira bütün kralları davet etmişti. Davetliler efsane sarayı görünce hayran kaldılar. Kabul töreninin başlangıcında Yudiştira, Bişma’ya sordu: “Başköşeye kimi oturtayım?” Seksen yaşına yaklaşan, ama bedeninin ve ruhunun diriliğini koruyan Bişma hemen yanıtladı: “Krişna’yı oturt. O bu toplantının güneşi.” Yudiştira, Krişna’nın önünde eğildi, elinden tutarak başköşeye oturttu. O sırada Sisupala anlaşılmaz bir öfkeye kapıldı, Bişma’ya dönerek şöyle dedi: “Bunu dalkavukluk yapmak için mi söyledin? Yaranmak için mi? Krişna en yaşlı ve en güçlü kişi değil, hatta kral bile değil. Dritaraştra’yla, Duryodhana’yla, Jayadratha’yla, Satyaki’yle onu nasıl bir tutuyorsun? Nasıl oluyor da Drona’nın ve Karna’nın önünde, Krişna’yı onların üstüne çıkarıyorsun?” Bu saygısızlık karşısında şaşkına uğrayan bütün davetliler, bu sözlerin altındaki gizli yazgının ne olduğunu düşünerek susuyorlardı. “Şaşırıyorum doğrusu,” dedi Sisupala. “Bana öyle geliyor ki sen kılık değiştirmişsin. Bizi buraya aşağılamak için mi çağırdılar? Onurumuzu kırmak için mi? Ey Krişna, ya sen, sen niçin kabul ettin?” Krişna, hafifçe gülümseyerek, heyecan göstermeden gözlerini yere dikmiş öylece duruyordu. Sisupala parmağıyla Krişna’yı göstererek şöyle dedi: “Tanrıya sunulan bir kurbanın kemiğini aşırıp karanlık bir köşede kemiren bir köpek sanki. Sana bu yeri vermek demek, bir hadıma istekli bir kadın vermek ya da bir köre güzellik vermek demektir. Hadi, hoşça kalın.” Hızla kapıya doğru yürüdü. Her türlü kavgadan tiksinen Yudiştira kalmasını emretti. “Buradaki herkes saygınlığını kabul ediyor,” diyerek bağırdı. “Aramıza dön!” Bişma da şöyle ekledi: “Tanıyan herkes Krişna’ya saygı gösteriyor. Bir efendi ve bir dost o.” “Benim dostum değil, benim efendim değil.”
“Şunu söylüyorum,” diyerek yineledi Bişma. “Her şey onunla var. Gökyüzü, yıldızlar ve dünyanın dönüşü o.” “Neler saçmalıyorsun?” diye sordu Sisupala, salonun ortasına doğru yürüyerek. O sırada Bişma birden ayağa kalktı, koca ayaklarından birini havaya kaldırarak bağırdı: “Kardeşimin Krişna’ya gösterdiği saygıyı kabul etmeyen yanıma gelsin, tekmemi başına yapıştırayım!” Bir sessizlik oldu. Herkes dikkatle Bhima’ya bakıyordu. Ama devin meydan okumasına bile Sisupala aldırış etmedi. Sisupala herkese teker teker bakarak sordu: “Hepiniz o ayağa bakmak zorunda mısınız? Olağanüstü nesi var? Sizi korkutuyor mu? Ey Bhima, ayağının beni korkuttuğunu mu sanıyorsun yoksa?” Bhima yanıt vermedi. Tek bacağı üstünde duruyordu. Sisupala birdenbire Bişma’ya döndü: “Çok yaşlı ve yorgunsun,” dedi. “Durmadan ihtiyarların dedikodularını söylüyorsun. Bunadın sen. Tüm evreni bir adama nasıl sığdır abiliyorsun?” Sonra Bhima’ya dönerek: “Sen de uzun süre bir balıkçıl gibi öylece duracak mısın? Koca gözlerini döndürüp durma, indir ayağım yere! Üflesem düşeceksin.” Bhima ayağını yere indirdi ve haykırarak Sisupala’nın üstüne atılmak istedi. Güçlü dört adamın yardımı ve Yudiştira’nın emirleriyle durdurulabildi: “Bhima! Bugün değil! Burada değil!” Sisupala kalabalık arasında beyaz bir şimşek gibi parlayan kılıcını sertçe çekip çıkardı. Rastgele birini kışkırtmak istiyor gibiydi. “Kılıcını yerine sok! dedi Bişma. “Bana emir verme! Sana saygı duymuyorum!” Sisupala bütün kinini, öfkesini Bişma’nın üstüne boşalttı. Uzun uzadıya, kaba ve onur kırıcı sözler söyledi. Karna ve kimilerinin acı ve üzücü ama tartışılabilir bazı gerçek payı buldukları Sisupala’nın sözlerini orada bulunanlar belki de hiçbir zaman unutamayacaklardır: “Durmadan ödevden ve adaletten söz ediyorsun,” diyordu Sisupala, “ama yaşlı bir kadına saygı gösterdiğini görmüyorum. Çok söz ve öğüt veriyorsun, bilge sözleri söylüyorsun, ama senden doğma bir oğlunu arıyorum, hiçbir yerde bulamıyorum. Senin yaşamın kısır. Başkalarının yumurtalarını yiyen güçsüz ve yaşlı bir kuş, kadına benzeyen bir ihtiyarsın sen. Dritaraştra ailenizin felâketi! O
da bu aptalla gururlanıyor! Hadi, kalkın! Onu yakmak için bir ateş hazırlayalım!” Bişma’yı yakmayı önererek (Bişma’nın yaralanamaz olduğu söyleniyordu), Sisupala hiçbir şeye inanmadığını, Tanrıların emirlerinin onunla ilişkili olmadığım gösteriyordu. Taşkınlık halindeki puslu bir uyanıklıkla insan isteklerinin sınırsız gücünü kabul ediyordu. “Sisupala,” dedi Bişma, “sen farkında değilsin, düşüncen ölüme doğru koşuyor. Krişna’yı kışkırtıyorsun, toprağa doğru gidiyorsun.” Büsbütün öfkelenen Sisupala, Krişna’ya dönerek bağırdı: “Evet, seni kışkırtıyorum! Evet, sana meydan okuyorum! Seni ve sana tapan, seni bir Tanrı gibi gören bütün budalaları öldüreceğim! Çünkü ben kimseye tapmam! Kalk! Savaşalım!” Krişna, sanki bir düşten uyanıyormuş gibi gözkapaklarını kaldırdı. Bir an gülümsemesini keserek, krallardan oluşan topluluğa şöyle dedi: “Sisupala benim her zaman inatçı ve değişmez düşmanım. Ondan ve krallığından bana gelen şey yalnızca saldırı, küfür ve verilip de unutulan söz olmuştur. Ona karşı ben sadece sevgi duydum, ama o beni durmadan hırpaladı, adamlarımı öldürdü, atlarımı çaldı, kadınlarımı kaçırdı. Annesine söz verdiğim için yüz saldırıya katlandım. Bugün bana önünüzde saldırıyor, daha fazlasına katlanamam.” Sisupala’nın son sözleri şu oldu: “Katlan ya da katlanma, umurumda değil! Öfkenden ya da kayırmandan bana ne, bana ne yapabilirsin ki?” Bu toplantıda bulunanların hepsi o anda Krişna’nın sağ elinde birdenbire yuvarlak ve parlak bir cismin belirdiğini söylediler. Disk! olduğunu düşündüler hemen. Çoğu yere yattı. Parlak cisim sessizce fırladı, Sisupala’nın boğazını kesip attı, yeniden Krişna’nın elinin içine dönerek gözden kayboldu. Bütün bunlar bir anda oldu. Krişna yerinden kımıldamadan Sisupala’nın boynunu uçurmuştu. Kimileri apaçık olarak Tanrısal bir mucizenin -düşüncenin komutuyla birden ortaya çıkarak hızla öldürüp hemen gözden kaybolan bu diskin- söz konusu olduğunu söylediler. Ama kimileri de güneyde bir yerlerde bilinen ve Krişna’nın kullanmasını çok iyi bildiği gerçek bir silâh olduğunu uzun uzadıya savundular. Tanrısal bir güç olduğunu söyleyenler Sisupala’nın ölümüyle yerin sarsıldığını, birdenbire kararan gökten yıldırım düştüğünü de eklediler. Dahası var: Sisupala’nın ölü bedeninin salona çok güçlü bir ışık saçtığı görüldü. Bu ışığı Krişna’nın önünde yukarı kalkarak eğiliyormuş gibi gördüler.
Bakmaya cesaret edebilenler arasında orada bulunanların çoğu bunu gördü. Sonra ışık Krişna’ya doğru yöneldi ve onda yok oldu. Burada bilinmeyen bir olay söz konusuydu ve bilgeler uzun süre bunu açıklamaya çalıştılar. Krallar ışığın gerçekten Krişna’nın bedeniyle birleştiğini gördüler. Bu gizemli birleşme karşısında kimi dudaklarını ısırıyor, kimileri de ellerini ovuşturuyordu. Konuşamıyorlardı. Krişna Sisupala’nın vücudunu göstererek: “Ona yaraşır bir cenaze töreni hazırlansın,” dedi. O sırada yağmur yağdı, rüzgâr esti, gökyüzü yeniden mavi renge döndü. Yudiştira bu ölüme çok üzüldü. Dört gece gözlerine uyku girmedi. Kendi kendine: “Neden Sisupala böylesine öfkelendi?” diyordu. “Hangi güç insanları yok etmeye ve yok olmaya itiyor? Hiçliğin kaçınılmaz randevusuna bu çılgın koşu neden?” Bişma ve amcası Vidura, bu düşünce karşısında ona ölümün kralların yüreğine girmiş olduğu yanıtını veriyorlardı. Ölüm oradan bir daha çıkarılıp atılamazdı. Bundan böyle her yerde acı ve çılgınlığa hazır olmak gerekiyordu. “Düşlerin seni korkutmasın ve yeryüzünü kolla,” dedi Bişma. “Sarsılma, metin ol.” Ama savaş, silâhlı çatışma ve akan insan kanı düşüncesinden iğrenen Yudiştira, kimi zaman annesi Kunti’ye şu itirafta bulunuyordu: “Başkalarını öldürmektense kendim ölsem kuşkusuz daha iyi olur.”
TAVLA PARTİSİ “Düşüncelerin cisimleşebildiği bir saray.” Öteki prensler gibi kuzenlerine davetli olan Duryodhana, üstün yetenekli Maya’nın akıl almaz düzeniyle karşılaştı. Pandavalar ona sarayı gezdirdiler, gezi kötü niyetle düzenlenmişti, gezerken şaşırıyordu. Her şey hem gerçek, hem gerçekdışı, hem doğru, hem sahte, görünmez ya da elle tutulur gibi görünüyordu. Arjuna ona mermer duvarları, firuze tavanları, altın işlemeli direkleri gösteriyordu. Duryodhana başını kaldırıyor ve bunları görüyordu. Bakması söylendiği zaman, bahçeler içinde incilerden yapılmış siyah bir samur, parlak taşlardan yapılmış taraçalar görüyordu. Hayranlık ve şaşkınlık içinde ilerliyordu. Birden görmediği bir duvara çarptı, göremediği ve görülmez bir duvara. “Maya’nın üstün bir yapıtı bu,” dedi Arjuna gülerek. “Bir duvar düşünüyorsun ve duvar hemen ortaya çıkıyor!” “Dikkat et!” diye bağırdı Bhima. “Önünde bir havuz var!” “Bir havuz mu?” Duryodhana hiçbir havuz görmüyordu. Yine de ayaklarının ıslandığını duyumsuyordu. Nereden kaynaklanıyordu bu sanrı? Korkuya kapılarak koşmaya başladı, bir kapıyı açmak istedi, ama bu kapı çekici ve aldatıcı bir görünüştü, vücudunu sertçe bir duvara çarptı. Onları izleyen Draupadi kıs kıs gülerek bağırdı: “Bir kör bu, kör oğlu kör!” Duryadhana hızlandı, bir merdivene çarpmaktan kurtulamadı. Duvarları, sütunları çevresinde dönüyormuş gibi görüyordu, basamaklardan yuvarlandı -o ki, kralın büyük oğlu- bir sarnıcın içine düştü. Bir yanılsama- saray, yanıltıcı bir labirent. Ve ötekiler katıla katıla gülüyorlardı. Hastinapura’ya döndüğü zaman, Duryadhana’nın açlıktan öleceğini sandılar. Annesi Gandhari’nin getirdiği yiyecekleri yemiyordu. Durmadan şöyle diyordu: “Orada gördüğüm her şey beni deliye döndürdü. Yeryüzündeki bütün kralların Yudiştira’nın çevresinde toplandıklarını gördüm; halkının, çocukların ve yaşlıların bile mutlu olduklarını gördüm; Yudiştira’nın sevip saygı gösterdiği
Krişna’nın Sisupala’nın boynunu uçuruşuna tanık oldum. Hiçbir şeyi sevmiyorum ben, hiçbir şey değilim, kendimi ateşe atacağım, zehir içeceğim.” Ziyaretçiler arasında Gandhari’nin bütün yaşamını içki içerek, kimi zaman dansözlerle dostluk kurarak ve özellikle de tavla oynayarak geçiren Shakuni adlı erkek kardeşi de vardı. Yalnızca zarın gizlice denetimini gerektiren bu ince oyunda zaten ustalaşmıştı. Shakuni, Duryadhana’ya şöyle dedi: Yudiştira’ya egemen olmanın bir yolu var ve ben onu biliyorum.” “Nedir bana söyle.” “Yudiştira yalan dolan ve düzmece bilmeyen erdemli ve gerçekçi bir kişi. Ama her insan gibi onun da bir zayıf yanı var: Oyundan hoşlanıyor. Bu iki yönlü bir zayıflık, çünkü oyundan hoşlanıyor ve oyunu bilmiyor. Meydan oku ona, bir tavla partisine davet et, dayanamayıp kabul edecektir. Bana gelince, dünyada kimse beni yenemez. Yeğenim, izin ver de senin yerine oynayayım, göreceksin kazanacağım.” “Büyük oynamalı.” “Büyük oynarız.” “Yudiştira’nın kabul edeceğine inanıyor musun?” “İnanıyorum.” Odaya giren kör kral Dritaraştra o sırada şöyle dedi: “Galiba iyi oynayamıyor.” “Bilmiyorum,” dedi Shakuni, “oynarken hiç görmedim.” “Nesine oynamak istiyorsunuz?” “O neyi önerirse.” Dritaraştra her zaman yanında bulunan Gandhari’ye dönerek sordu: “Gandhari, oyun hakkında sen ne düşünüyorsun?” Gandhari, kendisini korkutan bu oyun düşüncesini kafasından silip atmasını oğlundan rica etti. “Sevgiyi yalnızca bu sarayda buldun,” dedi. “Sen en büyük oğlumsun, hepsini buyruğun altında tutuyorsun. Neyin eksik?” Duryadhana sözcüklerinin ljer birinde duygularını belirterek şöyle yanıtladı: “Benim ekmeğim aşım ve giyeceğim giysilerim var, hiçbir şeye gereksinimim yok,” diyen utansın. Öfkenin ne olduğunu bilmeyen utansın. Kurumuş bir ırmak gibiyim, kısır, yalnız ve yaklaşılmaz bir orman fili gibiyim, çünkü babam kör doğmuş! Hiçbir zaman gerçek bir kral olamayacağım. Bir erkek değilim ben, kadın da değilim. Evet, orada gördüğüm her şey beni deli ediyor; som altından vazolar, silâhlar, arabalar, paha biçilmez taşlar, kapılarda
bekleyen sürüler, binlerce kadın, bütün hazineler, saygılarını sunmak için gelen barbar krallar, dünyanın küçültülmüş bir örneğiydi sanki ve Draupadi güldü, gülüşü yüreğime işledi, duyduğum acı yaşamımdan ayırdı beni, düştüm, bayıldım!..” Dritaraştra iyice düşünmeden ona şöyle dedi: “Sakin ol, git karılarını gör.” Ama Duryodhana haykırdı: Ama ben mutsuz olmak istiyorum! Hoşnut olmamak istiyorum! Doğumundan başlayarak bir insanın bedeni büyür ve herkes ondan zevk duyar. Hatta arzusundan, gücünün arzusundan. Kendimden kaygı duyuyorum. Kimi zaman niteliğimden kuşkulanıyorum. Bu kuşkuları dağıtmalıyım.” Kuşkularını dağıtmak için, yalnızca kavgayı, karşı karşıya gelmeyi, ne pahasına olursa olsun savaşı çare olarak görüyordu Duryodhana. Annesi ona şöyle dedi: “Kafanda bir gölge var. Bu gölge seni inanılmaz bir güçle sürüklüyor.” O sırada oyuncu Shakuni ilgi çekici kanıtlardan birkaçını sayıp döktü: “Basit bir tavla partisini reddetmek niye? Tanrılar dünyayı oynayarak yarattılar, böcekler çiçeklerle oynuyor, yıldızlar gökyüzünde bilinmeyen kurallara uygun sonu gelmez bir oyun oynuyorlar. Neden Dritaraştra eğlenceden bu kadar korkuyor?” Kralın ikinci oğlu Dushassana’yı çağırdı ve Yudiştira’yı davet etmekle görevlendirdi. Shakuni Yudiştira’nın sevdiği “cennet kapısı” oyununun oynanacağını belirtmesini istedi. Dushassana hemen yola çıktı. Her şey kötü bir yanı olmayan normal bir nezaket kuralına uygun görünüyordu. Ama yine de Gandhari gizli bir tehlike sezinliyordu. Dritaraştra, Gandhari’ye güven vermeye çalışıyordu. Bişma’ya ve Drona’ya tam bir güven duyuyordu. “Onlar yanımda oldukça bana hiçbir kötülük gelmez,” diyordu. İki gün sonra, gece olunca Bişma, Krişna’nın kendisini gizlice görmek istediğini öğrendi. İki adam bir ırmağın yakınındaki terk edilmiş bir kulübede buluştular. Gece kuşlarının ve kurbağaları sesleri duyuluyordu. Krişna, sağlıklı görünüşü hakkında Bişma’ya gönül okşayıcı sözler söyleyerek başladı. “Seksen yaşından fazlasın, kuşakların gelip geçtiğini görüyorsun, ama tenin kırışmıyor, elin pörsümüyor, sesin güçlü, düşüncelerin her zaman aydın ve
derin.” ‘ Gerçekten de Bişma etkinliğini ve efsaneleşen yetkisini koruyordu. Kimse onun yaşımını tehlikeye düşürmeyi hiçbir zaman başaramamıştı. Kabul etmediği ve kendisini öldürmeye yemin etmiş olan prenses yeryüzünü dolaşmayı, Bişma’ya karşı çıkabilecek birini aramayı sürdürüyordu. Kimseyi bulamıyordu. Bütün varlığıyla kendini bu olanaksız şampiyonu aramaya kaptırdığı yalnızca söylenti halinde biliniyordu. Bişma ara sıra, özellikle geceleri onu düşünmekten kendini kurtaramıyordu. Krişna’nın yalnızca bu okşayıcı sözleri söylemek için gelmediğini iyi bilen Bişma, onun pohpohlayıcı sözlerini yarıda keserek sordu: “Benden ne istiyorsun?” “Burada bir tavla partisi yapılacak.” “Biliyorum.” “Yudiştira daveti kabul edecek.” “Kabul etmemeliydi,” dedi Bişma. Ama Krişna doğruladı: ‘ “Oynama nedenleri ne olursa olsun, gelecek.” “Bu tavla partisinde açıkça göremediğim fırtınalar gizli,” dedi o zaman Bişma. Krişna da bu fırtınaları oldukça zor fark ettiğini kabul etti. “Ne istiyorsun?” “Bişma burada senin yetken tartışılmaz. Bir iyilik istemek için seninle karanlıkta konuşmaya geldim: Oyun sırasında ne görürsen gör, ne duyarsan duy, oyunu durdurmamalısın.” “Hiçbir bahane yok mu?” “Hiçbir bahane.” Krişna’nın Tanrısallığı konusunda hiç kuşkusu olmayan Bişma -ama onu aynı zamanda orada, yanında oturan bir insan olarak görüyordu- kimi zaman düşüncesinden kaynaklanan şaşırtıcı ve anlaşılmaz noktaları biliyordu. Bu nedenle Krişna’ya sordu: “Bu oyunun sonuçlarını benim gibi iyi görmüyorsan, daha kötüsünden kaçınmak iyi olmaz mı?” “Daha kötüsü ne?” “Yıkım.” “Neyin yıkımı?” Krişna’nın açık, kesin ve hızlı sorularıyla tedirgin olan Bişma o zaman şöyle dedi:
“Dünyanın düzgün hareketinin ve düzeninin, Dharma’nın yıkımı. Daha kötüsü bu.” Krişna başını salladı. Düşüncenin, hatta yaşamlarının ortasındaydılar. Dharma: Dünyaları çekip götüren şu buyurgan güç, evrenin şu yasası, insanın özdeğine, her bireyin içine varıncaya kadar her şeyde evrensel düzenin yansısını ve güvencesini sunar. İnsanoğlu bu düzene uymazsa, o zaman ne olur evren? Krişna doğrudan doğruya Bişma’ya bakarak: “Dharma’yı korumak için ailen ve soyun yok olsaydı ne yapardın? Soyunu Tanrıya kurban etmeye hazır olur muydun? Yanıtın nedir?” Bişma tek bir hareketle doğruldu. Çok şaşırmıştı, birdenbire şöyle dedi: “Bu soru beni sürekli uyanık tutuyor. Uyku bir düşman gibi benden kaçıyor. Bütün gece kalbim hızlı hızlı çarpıyor.” “Bunun için senden şunu istiyorum: Araya girme. Bırak herkes kendi gidebildiği yere kadar gitsin.” Bişma, bir başka soru sormak için döndü, ama Krişna gözden kaybolmuştu. Yudiştira, özenle hazırlanmış oyun salonuna gelip karşısında Shakuni’yi gördüğü ve yeğeninin yerine zar atmaya hazırlandığını öğrendiği zaman şaşkınlığını gizleyemedi. “Yaşamını oyun oynamakla geçiriyorsun,” dedi Yudiştira. “Büyüleyici hileler bildiğini söylüyorlar. Ama hile bir cinayettir. Çıkmazdaki bir haydut gibi bize saldırmayasın?” Herkesin önünde, Shakuni kuşkusuz bu oyun nedeniyle hazırladığı ve uzun süre belleklerde kalacak olan kısa bir konuşmayla yanıt verdi: “İyi oyuncu,” dedi Yudiştira’ya, “oyunu bilen ve rahatça düşünen oyuncudur, hile onu şaşırtmaz. Burada hiçbir cinayet yoktur, düpedüz oyundur, önemli olan oyundur. Bilgili bir adam bilgisizlerle tartışır: Bunun adı hile midir? Deneyimli bir savaşçı deneyimi olmayanlarla savaşır: Buna hile mi denilir? Bilim hile değildir. İnsan her zaman yenme isteğiyle işe girişir. Yaşam böyledir. Korkuyorsan oyundan çekilirsin.” Yudiştira’nın oynama isteği öylesine güçlüydü ki, Shakuni’nin tartışılmaz bir oyun ustası olduğunu, silâh bilgisi ve kullanılması konusunda Drona neyse, onun da bu konuda eşsiz biri olduğunu bilmesine karşın, yeğeninin yerine onun oynamasını kabul etti. Dört tarafı anayönleri gösteren kare biçiminde alçak bir masanın karşısına oturdu. Önce zarları yokladı. “Cennet kapısı” adıyla bilinen oyun zarın gelişine ve bilgiye dayanıyordu. Pulların yerlerini değiştirerek ustalıkla kapı almak için, elde edilen sayıları kullanmak gerekiyordu.
İlk parti için Yudiştira masaya altın ve’incilerden yapılmış güzel bir kolye koydu. Duryodhana da kendi kolyesini koydu. Yudiştira zarları attı. Sıra Shakuni’ye gelince, zarları toplayıp o da attı. Hemen o anda Shakuni şöyle dedi: “Kazandım.” Bu parti seyircilere iki oyuncunun altın ve incilerle yetinmeyecekleri kadar çabuk bitmiş gibi göründü. Üçüncü zar atışı sonunda, Yudiştira bütün mücevherlerini ve altınını kaybetmişti. Dördüncü atışta, ezgi ve dans alanında yetişmiş, altmış dört meslek dalında ustalaşmış çok güzel ve mis kokulu kadın hizmetçilerinin tümünü kaybetti. Beşinci atışta, tek bir atışta sayıları yüz bini bulan erkek hizmetçilerini kaybetti. Arkasında duran kardeşleri ürküntü içinde ona bakıyorlardı. Dayanılmaz gibi görünen oyunun çekiciliğine kapılmışa benziyorlardı. Gözü bağlı kraliçe Gandhari Bişma’ya herkesin bir felâketle sonuçlanacağını sezinlediği bu çılgın oyunu durdurmasını söyledi. Ama Bişma, Krişna’nın sözlerini anımsayarak hiçbir şey söylemedi. Yudiştira arabalarına ve atlarına oynadı; kaybetti. Haralarına, ahırlarına, ineklerine, öküzlerine, keçilerine, koyunlarına oynadı. Hepsini kaybetti. Kalbinden geçen neydi? Bilgisiyle, yeteneğiyle çalışıp çabalayarak ve yıllarını vererek biriktirdiklerini basit bir el hareketiyle saçıp savurmaya sevk eden anlaşılmaz tutku neydi? Sıra başkentine, topraklarına, ormanlarına gelmişti. “Krallığıma!” diyerek haykırdı. “Halkıma! Neyim varsa hepsine!” Bir partide hepsini kaybetti. O sırada sarayın soğuk sessizliğinde Shakuni’nin sesi duyuldu: “Kazandım. Hepsini kazandım.” Yudiştira başını öne eğmiş, tek kelime söylemeden masanın yanında oturuyordu. Verebileceği her şeyi kaybetmişe benziyordu, ama yine de kımıldamıyor, kalkıp gitmiyordu. “Hepsini kazandım,” diyerek yineledi Shakuni. “Başka bir şeyin kaldı mı?” “Kardeşlerim kaldı,” dedi Yudiştira. Salonda bir uğultu duyuldu. “Nakula ve Sahadeva,” dedi Yudiştira, “altın gözlü ikizler, Madri’nin oğulları. Sınırsız malları mülkleri var. Onların mallarına oynuyorum.” Duryadhana, Dushassana’ya bir işaret yaptı, Dushassana biraz çekinerek masaya yaklaştı. Duryadhana bu meydan okuyuşu kabul ediyor, ortaya kardeşini koyuyordu. Shakuni kazandı. İkizler yavaş yavaş yerlerinden kalktılar, gidip salonun bir
köşesinde tutsak olarak çömelip kaldılar. Yudiştira bu kez de karşı konulamaz ve her zaman yenen Arjuna’ya oynadı. “Gandiva adlı yayını gerdiği zaman, bütün canlıları titretir,” dedi, “yaşamım değerindedir. Şimdi ona oynuyorum.” Shakuni kazandı. Arjuna, herkesin bakışları önünde, ağabeyinin kararlarına karşı gelmeden, başı önde tutsak ikizlerin yanına gitti. Sonunda sıra, aslan gibi güçlü ve en küçük bir uyuşmazlıkta ağaçları kökünden söken adama, Bhima’ya gelmişti. “Güçlü ve kuvvetlidir. Ona oynuyorum.” Shakuni kazandı. Bhima hantal hantal ayaklarının altında titreyen salonun ortasından geçti. Geçerken bir an gözleri derin bir öfkeyle karşı tarafın mizası olan ve sakin sakin gülümseyen Dushassana’ya takıldı. Sanki hasmınm olağandışı davranışında gözünden kaçan bir şey varmış gibi, gözlerini dikip şaşırtıcı bir dikkatle Yudiştira’ya bakan Shakuni şöyle dedi: “Kazandım. Daha başka bir şeyin var mı?” “Bütün kardeşlerimden başka ben varım. Kendime, Yudiştira’ya oynuyorum. Miza olarak kendimi koyuyorum.” Suskunluk içinde oynadılar. Bir kez daha Shakuni kazandı. Yudiştira tutsak kardeşlerinin yanına gitmek için kalktı. Ama bütün utkusu bir tür üzüntüye ya da en azından gerçek bir hoşnutsuzluğa dönüşmüş gibi görünen Shakuni ona şöyle dedi: “Kazandım, hiçbir şey kendini kaybetmek kadar kötü değildir, çünkü özgürlük her şeyini kaybeden kişide kalan bir zenginliktir. Ama bir şeyin daha var, onu unutuydrsun.” “Neymiş?” diye sordu Yudiştira duraksayarak. “Bir karın var. Kazanmadığım tek varlığın. Draupadi’ye oyna ve onun sayesinde hepsini geri al.” Yudiştira ayakta gözlerini kapadı, yanında bulunanlar Draupadi’den şöyle söz ettiğini duydular: “Ne büyük, ne küçük, ne solgun, ne de asık yüzlü bir kadın. Dalga dalga mavi siyah saçları, nilüfer renkli gözleri var, kadınların yıldızı, yeryüzünün kusursuz kadını, bütün arzular ona yönelmiş, çobanlardan sonra en son uyuyan ve en önce uyanan o. Terinin altında teni pütürsüz ve parlak.” Shakuni’ye döndü: “Ona oynuyorum,” dedi. Bir süre sonra, Draupadi’nin Hastinapura’ya gelerek, tavla partisinin
sonuçlarını beklediği odaya tehlikeli kardeş Dushassana girdi. Draupadi âdet günlerinde olduğu için, töreye göre ayrı bir yerde kalması gerekiyordu. Dushassana kendisini yükseklerde gören bir gülümsemeyle ona şöyle dedi: “Oyun salonuna gelmeni istiyorlar.” “Kim istiyor? Niçin?” “Yudiştira seni kaybettiği için.” “Beni kaybetti ne demek?” “Tavla oyununda kaybetti seni.” “Beni tavla oyununda mı kaybetti? Oynayacak başka bir şeyi yok muydu?” “Her şeyine oynadı, hepsini kaybetti, malını, mülkünü hayvanlarını, krallığını, kardeşlerini. Kendine de oynadı, kendini de kaybetti.” Kafasında birden oluşan düşüncelerin ve duyguların karışıklığı içinde Draupadi bu son cümleyi yakaladı. “Kendini de mi kaybetti?” “Evet.” “Beni kaybetmeden önce mi, yoksa beni kaybettikten sonra >mı?” “Seni kaybetmeden önce.” “Oyun salonuna dön,” dedi Draupadi o zaman, “ve ona şunu sor: Beni kaybetmeden önce kendini kaybettiği doğru mu? Önce kendini kaybetmişse, oyuna beni koymaya hakkı var mıydı?” “Oyuna seni koydu ve kaybetti, bizim oldun, gel!” Dushassana onu yakalamaya çalıştı. Draupadi ondan kurtuldu ve şöyle dedi: “Giyinmeme izin ver! Yalnızca tek entarim var, onda da kan lekesi var. Âdet günümdeyim. Beni bu durumda kralların önüne çıkarma!” O zaman Dushassana bağırmasına karşın onu saçlarından tutarak sürükledi. “Âdet görüyormuşsun ya da tek entarin varmış, umurumda değil! Seni oyunda kazandık, şimdi yalnızca bir kölesin, kardeşim seni bulaşık yıkayıcılarla mutfaklarda görmek istiyor! Hadi, gel!” Draupadi yere düştü. Dushassana onu yerde sürükledi. Kadın bağırıyordu: “Ne kusur işledim ki? Başıma gelen ne? Senden iğreniyor ve sana kin duyuyorum! Bırak beni, bu insanların önünde beni sürükleme!” Dushassana bütün o insanların önünde onu sürükledi ve sertçe kaldırıp yere attı. Duryadhana ve bütün kardeşleri şimdiden yeni bir hizmetçi gibi davrandıkları Draupadi’nin hali karşısında katıla katıla güldüler. Draupadi’nin bir süre önce “arabacının oğlu” diyerek kabul etmediği Karna da gülmeye başladı. Pandavalar tek bir kelime söylemeden tutsak köşelerinde duruyorlardı. Bişma ve Drona önlerine bakıyorlardı.
Draupadi ellerine dayanarak ayağa kalktı, çevresindeki bütün prensleri gördü ve bitkin bir sesle Bişma’nın, Drona’nın, Dritaraştra’nın hâlâ yaşayıp yaşamadıklarını sordu. Onlar bu utancı görüyor, hiçbir şey yapmıyor, ses çıkarmıyorlardı. Onun bu felâketine kim bir açıklık getirecekti? Yudiştira’ya döndü ve sordu: “Yudiştira, beni kaybetme hakkın var mıydı? Kendini benden önce kaybetmişsen, artık ben senin değildim. Kendini kaybedenin bir şeyi olur mu? Beni kim yanıtlayabilir?” Bişma’ya sordu, ama o yanıtlayamadı. Draupadi’nin sorduğu soru onlara öyle karmaşık gibi geliyordu ki, bu yüzden aralarında çok sert ve çok açık bir tartışma başladı. Suskunluk bir büyüyle bozulmuşa benziyor ve herkes düşüncesini söylüyordu. Drona, kendi şahsını kaybeden Yudiştira’nın hiçbir şekilde karısına oynayamayacağını söyledi. Duryodhana ona Draupadi’nin adı belirtilerek gerçekten kazanıldığı yanıtını veriyordu. Kama bile duygularını aşırı biçimde göstererek şöyle ekledi: “Draupadi beş erkeği mutlu ediyor, açık seçik olarak herkesin tanıdığı bir kadın. Tam hakkıyla kazanıldı, buradaki herkes bunu biliyor.” “Her şeyi kazandık!” diyerek haykırdı Duryodhana. “Her şeyi, giysilerine, takılarına varıncaya kadar!” Ve onlara soyunmalarını emretti. Duryodhana’nın verdiği onur kırıcı buyruğa kimse karşı çıkmadı. Hatta önce Yudiştira’nın doğrulup, öfkeli bir söz söylemeden giysilerini çıkarmaya başladığı görüldü. Daha sonra kardeşleri de soyundular. Bir anda talihlerinin çabucak belirlendiği oyun salonunun ortasında, masaya yakın bir yerde çırılçıplak kaldılar. Dushassana onlara parmağıyla hizmetçiler bölümünün yolunu gösterdi. Draupadi arkalarında dışarı çıktıkları sırada, Draupadi’yi belirterek şöyle dedi Karna: “Draupadi de soyunsun, onu da çıplak görmek istiyoruz.” Draupadi kımıldamadı. Geçmiş tarihlerde bir örneği bulunmayan bu alçakça buyruğun verilebileceğini düşünemiyordu. Tanrısal bir kararla bir ateşte doğduğu ve yenilmez bir adamın ölüm nedeni olacağı söylenen kral kızı Draupadi, âdet gününde alaycı prensler ve oyunda kaybedilmiş kocaları önünde çırılçıplak soyunmak zorunda bırakılıyordu. Duryadhana kardeşine: “Dushassana, entarisini çıkar!” dedi. Dushassana yaklaştı, Draupadi’nin entarisinin bir ucunu yakaladı ve çekti.
Draupadi yere diz çökmüştü. Dudakları titriyordu. Bütün güçlerine inandığı Krişna’ya yakarıyordu. Kocalan onu bırakmıştı, Tanrısının yardımına sığınıyordu. Kimileri Krişna’yı havada gördüklerini söylediler. Kimileri de flütünün sesini duydular. Hepsi de Draupadi’nin bitmez tükenmez gibi görünen entarisinin görünüşü karşısında şaşkınlığa uğradılar. Duryodhana çekiyor, asılıyor, bez uzadıkça uzuyor, yerde yığılıyor ve Draupadi hep giysisi içinde duruyordu. O zaman Bişma, Dushassana’ya doğru bir adım ilerledi ve orada bulunanlardan hiçbirinin unutmadığı şu sözleri söyledi: “Söyleyeceklerimi dinle! Sözümü tutmazsam cennetin yolu bana kapansın! Dushassana’nın karnını yarıp savaş alanında kanını içeceğim! Ant olsun ki bunu yapacağım! Barsaklarını yiyeceğim ve kanını içeceğim!” “Böğürmeyi kes,” dedi Duryadhana, “sen yalnızca sinekleri korkutabilirsin. Arlık öfkelenmeye de hakkın yok!” Herkesin gözleri önünde bir tansığın ortaya çıktığını, Draupadi’nin entarisinin sonsuz gibi göründüğünü, Dushassana’nın yinelenen çabalarına karşın onu çırılçıplak etmenin olanaksızlığını ilk kez anlayan Bişma oldu. “Bir tansık mı?” diyerek haykırdı, yalnızca görmek istediğini gören Duryodhana. “Ama bir tansığı nerede görüyorsunuz? Entarileri üst üste giyinmiş! Dur, Dushassana! Bırak onu!” Gücü tükenen Dushassana soluklanmak için bir dizini yere koymak zorunda kaldı. Duryodhana, Draupadi’yi bundan sonra bulunması gereken mutfağa götürmelerini emretti. Ama onu koruyan tansığın verdiği güçle kendine gelen Draupadi direndi, aynı soruyu sordu, oyunda kazanılan biri olup olmadığını öğrenmek istedi. Duryadhana’nın aynı soruyu sorduğu Yudiştira da susmayı yeğledi. Büyük oğlunun verdiği buyruklara uymak ya da karşı çıkmak kör kralın hakkıydı. Her zaman olduğu gibi Bişma’ya danıştı, Bişma ona şu yanıtı verdi: “Bir adamın yok olması karara bağlandığı zaman, o farkına varmadan yavaş yavaş kavrayışı azalır, olayları olduğu gibi göremez artık. Ölüm ömrüne son verir.” “Benden mi söz ediyorsun?” diye sordu Duryodhana. “Evet,” dedi Bişma. “Senin için de.” “Draupadi,” dedi o zaman Duryodhana, “bir başka adam arıyorsan kalçama bak.” Gülümseyerek ona bacağının kaslarım gösterdi. Eliyle derisine vurarak şaklattı.
Draupadi söz aldı ve şöyle dedi: “Duryodhana, Dushassana ve bütün kardeşleriniz, sen de Karna ve sen de Shakuni, hepiniz kaybettiniz. Ölüm acımasızca sizi yakalayacak, kanınız toprağa akacak, sözlerimi hiçbir şey unutturâmayacak. Ey Dushassana, saç örgümü ölüne kadar uzatacağım. Saçlarımı kanında yıkayacağım. Ve sen Duryodhana, ölüm seni de kalçalarından yakalayacak.” Bu ürkütücü sözlerin sonunda, sarayın dışında sanki bunları doğruluyormuş gibi bir hayvanın ulumaları duyuldu. Herkes sustu. “Bir çakal uludu,” dedi Gandhari. “Evet,” diyerek ekledi Bişma, “tapınağın yanında.” Bir süre soluklandıktan sonra, dışarıdan gelen ve kendilerini korkutan bu işareti el ve kol hareketleriyle, kimi sözcüklerle kovmaya çalışarak hepsi birden sustu. Hayvanın sesi karar vermesine yardımcı oluyormuş gibi, kör kral Draupadi’ye bir istekte bulunmasını söyledi. Draupadi, Yudiştira’nın özgürlüğünü istedi. “Yudiştira özgür,” dedi kral. Sonra kral ona ikinci bir istekte bulunmasını söyledi. Draupadi öteki kocalarının özgürlüğünü istedi. “Onlar da özgür,” dedi kral. “Ama üçüncü bir seçime daha hakkın var, onu da söyle.” “Hayır, üçüncü bir isteğim yok.” “Neden?” “Çünkü açgözlülük bütün yaratıkların yok oluşu, Dharma’nın yıkıma uğramasıdır. Açgözlülüğü istemiyorum. Kocalarımı kurtar.” “Kendin için hiçbir şey istemiyor musun?” dedi Gandhari. “Hayır, hiçbir şey istemiyorum, özellikle bir lütuf istemiyorum.” O anda Draupadi’nin içtenliğinin değişmez olup olmadığı uzun uzadıya soruldu. Sözgelimi onuruna saldıranların bir gün ölümünü selâmlamak umuduyla bir süre önce haber verdiği savaşın bir anda yok edeceği kaybedilen krallığın onarımı gibi üçüncü bir iyiliği kabul edebilirdi. Ama sözler söyleniyor, efsaneler ortaya çıkıyor ve ilk anda görülmeyen, belki de olmayan istekler yıllar sonra ortaya çıkıyor. Dritaraştra yeğenlerine giysilerini almalarını ve karılarıyla birlikte özgürce kalkıp gitmelerini söyledi. Oyun salonundan çıktılar. Bu utkunun görünüşündeki gerçek tehlikenin gizlendiği yeri hemen anlayan Duryodhana babasına koştu ve şöyle dedi:
“Onları bırakma, yoksa savaş olacak! Hile yaptık, bunu biliyorlar, hiçbir zaman bizi bağışlamayacaklar. Arjuna daha şimdiden yayını okşuyor, Bhima gürzünü sallıyor, her şeylerini geri almak istiyorlar, şu andan başlayarak bir kırıma hazırlanıyorlar! Geri çağır onları, son bir oyun oynayalım. Kaybederlerse on iki yıl yabanıl ormanlara gitsinler, güçlenmek için zaman kazanırız! Bugün biz hazır değiliz! Geri çağır onları baba, bizi öldürmek için yürüyorlar! “Oğlum haklı. Oyun savaştan daha iyidir.” “Seni yok etmek isteyen bu oğulu dinleme,” diye haykırdı birden Gandhari. “Yetkeni yeniden ele al, bocalama artık, aileni perişan edeceksin.” “Ne yapalım?” dedi kral, “ailem perişan olsa da şimdi onu engelleyemem.” Kör kral kalbinin anlaşılmazlığı içinde her zaman yaptığı gibi, kararı büyük oğlunun gücüne bırakıyordu. Şu doğduğu anda Tanrıya kurban edilmek istenen oğula; şu yaman, içli, gözü yukarılarda, içe kapanık ve kimi zaman titiz ve parlak düşünceli oğula; şu hayranlık duyduğu ve kendinden çok sevdiği oğula. Sarayın bahçesinde Pandavaların arkasından yetiştiler, Yudiştira’ya son bir oyun önerdiler. Draupadi’nin ve kardeşlerinin yalvarmalarına karşın, Yudiştira bunda alınyazısının bir irkilmesini görüyormuş gibi, oynamayı kabul etti. “Oynamalıyım,” dedi. “Kurtulma şanslarını geri çeviremem.” “Ne diyorsun?” diye sordu Bhima. “Bizi yoksun bırakırlarsa onlar kaybeder. Shakuni kendisinden hile yapmasını isteyenleri ölüme mahkûm ediyor. Yineliyorum: Kurtulma şanslarını geri çeviremem.” Yeniden oyun salonuna döndüler. Shakuni açık açık konuştu: “Bir el oynayacağız. Biz kaybedersek pılı pırtı içinde on iki yıl ormanlarda ve bir yıl da bilinmeyen bir yerde kılık değiştirerek ve bütünüyle gizlenerek geçireceğiz. Bu on üçüncü yılda bulunur ve ortaya çıkarılırsak, yeniden on iki yıl daha ormanlara gideceğiz. Siz kaybederseniz, aynı koşullarla siz gideceksiniz. On üç yıl sonra, siz de biz de krallıklarımıza kavuşacağız.” “Oynayalım,” dedi Yudiştira. “Ormanda sürgüne karşı bütün hâzinelerimiz, bütün karılarımız, bütün topraklarımız, bütün hayvanlarımız.” “Oynayalım.” Zarları attılar. Ve bu son oyunu da bir kez daha Shakuni kazandı. Dushassana türkü söyleyerek, bağırarak oyun masasının çevresinde göbek atmaya aşladı: “Onlar kayettiler, Pandavalar! Kendilerini dünyanın doruğunda görenler
ormanlara, çöllere gidecekler. Derileri çatlayacak ve sakalları pislik içinde tohum ve ot kemirecekler! Draupadi, sen gitme, içimizden birini kocan olarak seç! Seninkiler şimdi birer kısır ağaç, içi saman doldurulmuş birer hayvan!” “Bir gün sözlerini sana anımsatacağım,” dedi Bhima, “ve kanını içeceğim, pis domuz.” Ama önünde on üç yıllık bir iktidar ve rahatlık gören Dushassana hareketlerini bir boğanın boynuzlarına, böğürmelerine ve hantal yürüyüşüne benzeterek Bhima’nın çevresinde oynuyor ve bağırıyordu: “Koca hayvan! Koca öküz! Möh! Mööh!” “Dushassana,” dedi Bhima daha sakin bir sesle, “senin karnını yaracağım, Arjuna da Karna’yı öldürecek.” Arjuna, Karna’ya doğru birkaç adım ilerledi. Ona baktı, sağ elini onun önüne doğru uzattı ve herkesin duyması için şöyle dedi: “Evet Karna, seni öldüreceğim. Söz veriyorum, bunu yapacağım.” “Beni her zaman karşında bulacaksın,” diyerek yanıtladı Karna. “Sakın yayım ormanda bırakma, yayını da getirmeyi unutma.” “Unutmam.” “Ben de her gün senin ölümünü düşüneceğim,” “Ölüm, Kama… Her düşüncen, her soluğun seni ölüme doğru yaklaştırıyor. Yemin ettim, daha fazla bir şey söylemiyorum.” Oyun salonundan ayrıldıkları sırada, o ana kadar kimsenin dikkatini çekmeyen Kunti, Yudiştira’yı durdurdu ve bu anlaşılmaz davranışlarının nedenini sordu. Hemen hemen kesin olarak kaybedeceğini önceden bile bile oynamayı neden kabul etmişti? Basit bir hata mı işlemiş, bir tutkuya mı kapılmıştı? Duryodhana’nın kıskançlığından ve kaçınılmaz bir savaştan korktuğu için mi? Ne pahasına olursa olsun, bu savaştan kaçınmak, geciktirmek için mi? Yoksa kuzenlerine açık seçik olarak açgözlülüklerini, yanlışlıklarını, bayağılıklarını göstermek ve bir gün acımasızca onları cezalandırmak için mi? Burada da hiçbir karar, hiçbir düşünce tarzı basit ve anlaşılır gibi görünmüyordu. Alınyazısı rastlantının belirtileri altında eylemin ortasında gizleniyordu. Bir şey anlamayan Kunti’yi öylece elleri böğüründe bıraktılar. Aç ve çıplak, ormanlarda ne yiyeceklerdi? “Kunti,” dedi Bişma, “sen onlarla sürgüne gidemezsin. Sen benim yanımda kalacaksın.” Oyun salonu boşaldı. Biraz sonra, yalnızca kör kralla Gandhari kalmıştı. Hiç konuşmuyorlardı. Hizmetçiler halıları topluyor, masayı kaldırıyorlardı.
O sırada Vyasa, Ganeşa ve çocuk salona doğru ilerlediler. Bitişikteki odada saydam bir duvardan bütün olup bitenleri izliyorlardı. O gün çok yazmış olan Ganeşa mola veriyor, kitabını koltuğunun altında tutuyordu. Dritaraştra onların ayak seslerini duydu. “Vyasa!” “Buradayım,” dedi Vyasa. “Betimle bana gidişlerini,” dedi kral. Vyasa, kentin sokaklarına kadar görüldüğü bir pencereye yaklaştı. Uzaklarda bir uğultu duyuluyordu. “Yalınayak yürüyorlar,” dedi Vyasa. “Bütün kent gidişlerini seyrediyor. Yudiştira en önde yürüyor, Bhima gözlerini iki koluna dikmiş hemen onun arkasında. Arjuna her adım atışta kumları dağıtıyor, Sahadeva ve Nakula toz toprak ve çamura bulanmışlar. Draupadi başını öne eğmiş en arkada yürüyor. Dritaraştra ellerini önüne uzatarak pencereye doğru ilerliyordu. “Niçin?” diye sordu. “Davranışlarının anlamı ne?” “Bhima dünyanın en güçlü ve korkutucu kollarını kasıyor. Arjuna, dağıttığı kum taneleri içinde uçan binlerce okun simgesini şimdiden görüyor. İkizler, kadınları arkalarından koşturmamak için güzelliklerini çamurla gizliyorlar.” Gandhari de pencereye yaklaşmıştı. Sanki bağlı gözleriyle geleceğin nelere gebe olduğunu görüyormuş gibi, kocasının kolunu tutarak şöyle dedi: “Kan lekeli entarisinin içinde Draupadi de şöyle mırıldanıyor: Bir gün çocukları ölen ve saçları darmadağınık olmuş dul kadınların soğuk cesetler üzerine kapanarak âdet günlerinde ağlayıp sızladıkları görülecek.” “Artık görünmüyorlar,” dedi Vyasa. Kalabalığın uğultusu uzaktan daha kuvvetli duyuldu. Pandavalar ve Draupadi geriye dönüp bakmadan ormana gömülüyorlardı. Hastinapura’nın sakinleri bu ayrılıştan söz ediyor, birçok ses bir tek sese dönüşüyordu. Kral ve kraliçe çekildi. Söylendiğine göre, o sırada Ganeşa yerde unutulmuş bir çift zar görmüş. Zarları alıp sallayarak atmış. Arkasından Vyasa’yı çağırmış, zarları onun da atmasını istemiş. Sanki Ganeşa yalnız bir adamın bu öyküyü yaratmış olmasını güçlükle kabul ediyormuş gibi, ozanla Tanrı arasında her an gizli bir yarışmanın izleri seziliyordu. Vyasa gülümseyerek zarları aldı ve o da attı. Ganeşa gülümsüyordu. Çocuk eğildi ve Tanrının -bu elde- kazandığını gördü.
ORMANDAKİ YAŞAM Sürgündeki ilk zamanlarında, beş kardeşe ve karılarına ziyaretçiler yiyecek ve giyecek getiriyor, yardım ediyorlardı. Onları görmeye gelenler kimi zaman o kadar kalabalık oluyordu ki, bu yüzden bataklıklarla, yırtıcı hayvanlarla dolu olmasına ve yiyecek çok az yemiş bulunmasına karşın, Yudiştira ormanın en derin yerlerine kadar gitmeye karar verdi. Kuşkusuz bu tehlikeli yalnızlıktan gerçek bir zevk duyuyor, kalabalıktan uzakta rahatça başını dinliyordu. Kunti’yle Bişma’nın gözetiminde ve kimi sadık hizmetçilerin yetiştirdikleri kentte kalan çocuklarından da onlara haber getiriyorlardı. Ormana, yeni krallıklarına alışıyorlardı. Efsane onları adım adım izliyordu. Ziyaretler zamanla seyrekleşse bile, onlarla ilgili anılar ve yarattıkları etkiler silinmiyor, karabasanlar gibi düşlere giriyordu. Dushassana, çoğu zaman geceleri korkudan bağırarak uyanıyordu. Uykusunda açık seçik olarak Yudiştira ve kardeşlerinin, savaş Tanrılarının kanatlarına takılmış iri ve korkunç birer dev gibi savaşa doğru uçtuklarını görüyordu. Arjuna, garip sisler içindeki yüksek bir kule gibi sırıtıyordu. Bhima kırmızı dişlerini gösteriyor, kan içiyor ve Dushassana’ya bağırıyordu: Karımızı saçlarından tutarak sürükledin, karnını yarıp barsaklarını yiyeceğim! Dushassana bu düşün yorumunu yaparak kardeşine, beş kardeşin yanlarına gelen dostları ve yandaşlarının yardımıyla hiç kuşkusuz sürgünde güçlendiklerini, mağaralarda silâh yığdıklarını, öç almaya hazırlandıklarını söylüyordu. Halk arasında başka dedikodular yayılıyordu. Draupadi’nin hiçbir zaman tam olarak boşaltılamayan tansıklı büyük bir kazanla ödüllendirilmiş olduğu söyleniyordu. İçinde bir tek pirinç tanesi kalsa bile kazan yeniden doluyormuş. Dilden dile anlatıldığına göre, bu kazanla Draupadi bir gün kutsal bir yere doğru giden yirmi binden fazla hacıyı doyurmuş… Bir gün beş kardeş, birden ağaçların arasından bağıra bağıra Bhima’nın adını söyleyen bir ses, bir kadın sesi işittiler. Hırpani kılıklı ve saçları darmadağınık
bir kadın çıkageldi. Genç görünüşlü bu kadın Bhima’ya şunu açıkladı: “Bana, senin dünyanın en güçlü adamı olduğunu ve seni ormanda bulabileceğimi söylediler.” “Doğrudur,” dedi Bhima, pek aldırış etmeden. “Benim için savaşmalısın.” “Kime karşı?” “Kibirli ve acımasız bir ihtiyara. Bişma’ya karşı.” Bhima hemen Bişma’yı sevip saydığını, ona karşı savaşamayacağını söyledi. Ayrıca, Arjuna’nın söylediğine göre, Bişma kendisi ölümü istemedikçe ölmesi olanaksızdı. Bu duruma göre yaralanamaz, saldırılamaz biriydi. Yudiştira morali bozulan bu serseri kılıklı kadına yaklaştı, sordu: “Kimsin sen?” “Amba’yım,” dedi kadın. “Vaktiyle Bişma yüzünden bu hallere düştüm.” Beş kardeş şaşırıp kaldılar, saçlarına varıncaya kadar çamura bulanmış kadına daha yakından baktılar. Yudiştira mırıldandı: “Kırk yıldan fazla zaman geçmiş…” “Ama kin gençliğimi koruyor,” dedi kadın. “Bişma’yı öldürmekten başka bir şey düşünmüyorum, onu öldürtmeye yemin ettim, ama başvurduğum bütün erkekler onu öldüremeyeceklerini söylüyorlar. Hatta Bhima sen bilme, sen bile Arjuna. Ama yine de onu öldüreceğim. Yaşamının yok olduğu anı görmek için sonsuza kadar bekleyeceğim.” Tansığa inanan Yudiştira onu yatıştırmaya, içinde hep canlı duran ve sönmeyen öldürme arzusundan kurtarmaya çalıştı. Draupadi ona şöyle yanıt verdi: “Neden hep sükûnet ve bağışlama öğütleniyor? Niçin insanlar her zaman boyun eğiyor, vazgeçiyor?” O zaman kadın kırk yıldır aradığını, bütün görülmeyen güçlere, yarı Tanrılara bile başvurduğunu söyledi. “Ama hiçbir güç,” dedi, “hiçbir güç ölüme egemen olamaz:” O anda ormanda bir ses duyuldu, açık seçik şöyle diyordu: “Ölümün kendisi dışında.,.” “Konuşan kim?” diye bağırdı Amba, ağaçların arasında koşarak. “Ölümün kendisi dışında,” diye kim söyledi? Ölüm ölüme nasıl egemen olabilir? Bana açıkla, bana yanıt ver, beni bu boşlukta bırakma!” Ses yanıt vermedi. Yoksa ses hiç mi konuşmamıştı? Amba boynunu bükerek yere yığıldı. İki eliyle tuttuğu pütürlü bir bastona dayanıyordu. Draupadi ona yaklaştı ve sordu:
“Yiyecek bir şey ister misin?” Amba, bütün gücü yerine gelmiş gibi bir hamlede doğruldu. “Rüzgârın bana getirdiğini yiyorum yalnızca,” dedi. “Hiç uyumuyorum. Bütün yaşamım yürümekle ve sormakla geçiyor. Hiçbir şey istemem.” Çalıların arasında ilerleyerek çekip gitti. Bir süre ormanda uzaklaşan ayak seslerini duydular. Draupadi o anda şu açıklamada bulundu: “Biri bizimle eğleniyor. Bir büyücü gözlerimizi bağlıyor, şaşırtıyor ve bize eziyet ediyor.” “Hangi büyücü?” dedi Yudiştira. “Bir krallığımız var mıydı ya da ben öyle bir düş mü gördüm?” “Kardeşlerden hiçbiri onu yanıtlamadı. Aylardan beri Draupadi’nin bir irkilişini bekliyorlardı. “Yudiştira,” dedi Draupadi, “seni bir tahtta oturmuş gördüm, güzel kadınlar arasında pırıl pırıldın. Şimdi seni korku ve yoksulluk içinde, bir ot yığını üstünde görüyorum. Bana gelince, beni bir kalabalığa götürdüler. Bir kadın gören insanlar gülüştüler, kocalarım da oradaydı, yaşıyorlardı, her birine birer oğlan verdim, yardımlarını istiyordum, Duryodhana da yaşıyordu! Bütün gücünüz bir şeye yaramıyor.” Beş kardeş başlarını öne eğmiş bakıyor, bir şey söylemiyorlardı. “Bir başka sorum daha var,” dedi Yudiştira’ya dönerek. “Sen kibirsiz ve adaletlisin, yalnızca gerçekleri söylersin: Oyun oynama düşüncesi içine nasıl girdi? Oynamayı nasıl kabul ettin? Her şeyini, kardeşlerini bile, hatta karını bile vermeye nasıl razı oldun? Seni anlayamıyorum/’ Yudiştira beyaz tebeşirle toprağa bir şekil çizdi. Drupadi’nin söyleşisini genişleteceğini bildiği için dikkatle dinliyordu. Draupadi şunları ekledi: “Kimi zaman kendi kendime, bir insanın bir hiç olduğunu, doğasının ona zorla kabul ettirildiğini, bir an bile kendi kendine yürüyemediğini söylüyorum. Burnuna takılan incilerle süslenmiş yularla çekilip götürülen bir boğa gibi, kıyıdan devrilerek ırmakta sürüklenen bir ağaca benziyor. Düşündüğümüz ve söylediğimiz her şey yalnızca bir kuruntu, bir hayal kırıklığı. Evet, bir büyücüden kuşkulanıyorum. Kötü alınyazısı bizimle eğleniyor. Yaratıcı her şeyi göremiyor. Kınıyorum onu.” Yudiştira başını kaldırdı, ona baktı, şöyle dedi: “Ama Draupadi, ben de aynı soruları soruyorum: Neden bir eylem ödüllendiriliyor da bir başka eylem ödüllendirilmiyor? Kimse yanıtlayamıyor, bu
hep bir giz olarak kalıyor.” “Bu devin önünde baş mı eğiyorsun?” “Bir ödül olsun ya da olmasın, yapmam gerekeni yapacak gücüm var. Bu benim Dharmam. Tek sığınağım. Draupadi bu yükümlülük olmasa, her dayanıklılık yok olacak ve dünya onur kırıcı bir karanlığa gömülecek.” “Dharma’n seni zorla oynatmak mı istiyordu?” Yudiştira’nın hiçbir yanıt vermediği Kunti’nin sorusuna benzer soruyu bu kez Draupadi soruyordu. “Daha ilk günden beri sevgiden de öteye saygı duyuyorum sana,” dedi Draupadi, “ama kalbinde bir şey var, onu anlayamıyorum, cesaretim kırılıyor. Yaşama nedenini bilmeyen insanın iradesi olur mu? Nasıl bir umut onu harekete geçirir? Mutluluk etkinlik gösteren insan içindir!” “Ya dünyamızın uyumu için susmak gerekiyorsa? Suskunluk, yalnızlık, düşünce..:” Bir süre ormanın gürültüsünü dinlediler. Yudiştira’nın sorusu kararsızlık yaratıyordu. O sırada Nakula söz aldı, heyecan içinde şöyle dedi: “Köylü sabanıyla toprağı sürer, arkasından eker, sonra oturup bekler. Ürün bulutlardan gelecektir. Yağmur yağmazsa hiç de yakınmaz, şöyle der: Herkes gibi çalıştım, yağmur yağmadı, kusur bende değil. Ama toprağı sürmeseydi, ekmeseydi, hangi ürünü bekleyecekti?” “Kalk!” diye bağırdı Draupadi. “Silâhlarını al! Bizi bu çölde bırakma!” Yudiştira toprağa birbirini kesen beyaz çizgiler çizmişti. O sırada Bhima her zamanki ataklığıyla araya girdi, söylediği sözler bu kaslı et kitlesinin insanoğlunun bütün etkinlik alanlarını, özellikle toprağın zenginliklerinden en iyi biçimde yararlanma anlamına gelen ‘artha’yı ve erişilmez aşk sanatı anlamına gelen ‘kama’yı bildiğini gösterdi. Bhima şöyle dedi: “Yudiştira, hepimiz iyi olanı istiyoruz, doğal bu. Sözgelimi para, zenginlik, mal mülk, toprak, bunlar iyi ve çok iyi şeyler, bunları istemek normal. Aşk, sevişmekten duyulan mutluluk iyi, tadına doyulmaz, kimi zaman da Tanrısal bir şey. Bunların sağlam kafaları (okunmayan tarama )sürüyorlar. Ben şöyle diyorum: Kardeşim, sevişme gibi bir şey yoktur, aşk baldır, sevinçtir, meyvelerin en tatlısıdır. Gereği gibi yapılan sevişme bilgeliğe götürür seni. Sen ki, Dharma’yı dünyada herkesten iyi bilirsin. Bir insanı gölgesinin izleyişi gibi, senin düşüncen de Dharma’yı izler. Ama zenginlik ha? Ya aşk? Çalılıkta aşkın zevkini tek başına mı çıkaracaksın? Kalk! Toprağını savunmalısın, gerçek bu, toprağını ceza çekerek, sızlanarak savunmak bir eşek gibi tepinmektir!” Bhima, öfkesinden bir ağacın kalın bir dalını tutup tek eliyle kırdı. Onun
geçtiği yerlerdeki ağaçların kimi zaman korkudan eğildikleri söyleniyordu. O sırada Yudiştira garip bir tümce söyledi. Oynamayı ve oyunu kaybetmeyi savaştan kaçınmak için değil, tam tersine gizli kaldığı sürece artacak olan bir tutkunun yön değiştirmesiyle, ne pahasına olursa olsun barıştan kaçınmak için kabul etmiş gibi, kimi yorumcular bunu tam bir gerçeğin ifadesi olarak yorumladılar. “Gerçek,” dedi Yudiştira, “tavla oynayarak Duryodhana’yı krallığından yoksun etmek isteyişimdir.” “İnanmıyorum sana!” diye bağırdı Nakula. “Sessizlik yalana hiçbir yanıt getirmiyor. Krallığımız, egemenliğimiz bir hırsızın ellerinde!” Birden ciddileşen Bhima parmağını kardeşine doğru uzatarak şöyle dedi: “Ölümle birlik oldun.” “Ben mi?” “Evet, açık bu, hep ölümü düşünüyorsun. Ölüm ailemizin içine girmiş. Uzun süredir ölümle akrabasın.” “Bhima sen neden söz ediyorsun?” “Gücün tükenmiş. Ölüm gelmiş yanında oturuyor. Onu görüyorum. Şu anda, yeryüzündeki yararsız bir yükten farkın yok. Ama felâketi sen sevdinse, neden onu karına ve kardeşlerine de zorla kabul ettiriyorsun? Ben sağa koşuyorum, sola koşuyorum, bir şey yapamıyorum. Geceleri gözlerime uyku girmiyor. Draupadi acı çekiyor. Başı öne eğilmiş, kollarında güç kalmamış Arjuna’ya donup kalmış Nakula ve Sahadeva’ya bak, sen de sandalyesinin çevresinde sürünen bir bebek gibi yabanlaşmış ve büzülüp küçülmüşsün.” Bhima ağabeyine her zaman gösterdiği saygıyı yitirmişe benziyordu. Kafasında doğan beklenmedik bir düşünceyle haykırdı: “Derin düşüncelere dalan bir insan için bir yılın bir ay kadar çabuk geçtiği söylenir. On üç aydan beri burada sessiz sessiz yaşıyoruz, on üç ay, on üç yıl gibi geldi bize! Hadi kalkın!” Yudiştira onu yanıtladı: “Dritaraştra’nın oğullarını yenmek olanaksız. Kasaları dopdolu, birçok kral onlardan yana geçti… Bizse hemen hemen çıplak beş dilenciyiz…” Yudiştira ayağa kalktı, Draupadi’ye baktı, sevgiyle kucakladı. “Draupadi, bir gün kurtlar ve kuşlar düşmanlarımızın, oyunda kaybedildiğini görünce sana gülenlerin etlerini yerden kahkahalarla gülecekler. Seni salonun ortasına çekenlerin kollarım ve bacaklarım akbabalar ve çakallar yerlerde sürükleyecekler. On iki yıl sonra bir gün, zamanı gelince, daha önce değil.” Güçlü bir sesin verdiği görkemli bir söz vardı, söz konusu edilen oydu. Kısa
süren bir sessizlikten sonra, tek kelime söylememiş olan Arjuna ayağa kalktı, Bhima’yı tutup kucakladı. Bu davranış karşısında şaşıran Bhima sordu: “Neden kucaklıyorsun beni?” “Çünkü gidiyorum,” diyerek yanıtladı Arjuna. İkizleri de kucakladı ve ekledi: “Burada bekleyemem. Kollarım güçsüzleşiyor, kafam çalışmaz oluyor, kalbini dinleyen bir hasta gibiyim.” Yudiştira’yı da kucakladı. Yudiştira ona sordu: “Nereye gidiyorsun?” “Kuzeyde bir yere, orada silâhlar var. Onları arayıp bulacağım, çünkü bizim bildiğimiz silâhlar yeterli olmayacak.” Draupadi’ye kendisini kardeşlerine bıraktığını, artık gerekli olan bu araştırmaya yalnız gideceğini söyledi. “Nerede bu silâhlar?” diye sordu Sahadeva. “Kimse bilmiyor. Dağlarda saklı. Bunları bulabilmek için her şeyi, insanın her şeyini unutması gerektiğini söylüyorlar. Bedenini ve hatta yaşamını bile. Ben buna hazırım.” “Gidiyorum,” dedi bir kez daha, “çünkü çocukluğumdan bu yana savaş için hazırlandım. Kazandığım bütün yeteneklerin ve güçlerin, öğrendiğim bütün gizlerin bir tek amacı, bir tek hedefi var: Savaş. Ve bir gün bu savaşın olacağını, bu savaşı yöneteceğimi biliyorum. Bunu biliyorum. Ömrümü bir köşede oturup geçiremem.” Sonunda Draupadi’yi kucakladı, uzun süre öylece sıktı, ne zaman döneceğini bilmediğini söyledi. Draupadi’den ayrılınca, Yudiştira ona yayıyla -tınlaması uzaklardan tanınan bu ünlü yayın adı Gandiva’ydı- bir tutam ok uzattı. Orman içinde yaya olarak yola çıktı. Gözden kaybolmadan önce geri dönerek son bir el işareti yaptı. O sırada Yudiştira, üzüntüsünü gizlemeyen Draupadi’ye yaklaştı, tatlı bir sesle şöyle dedi: “Biliyorum, bir başka seviyorsun onu. Onunla birlikte olma zamanın geldiğinde gözlerin daha bir ışıl ışıl parlıyordu, bu hepimizin dikkatini çekti. Ama aramızda daha uzun süre kalamazdı, ne kadar uzaklara giderse gitsin, her zamankinden daha güçlü göreceğiz onu.” Gece oluyordu. Biraz pirinç, biraz sebze yediler, geceye hazırlandılar. Uzun bir çadırın altında uyuyorlardı. Bhima her akşamki gibi bir ateş yaktı, çevredeki karanlık, geniş alana karşı tek ve zayıf bir savunmaydı bu. “Siz uyurken ben nöbet tutacağım,” dedi Bhima. “Rahat uyuyun.”
ŞEYTAN OĞUL Kötü yaratıklar barınak olarak her zaman ormanı seçmişlerdir. Eski Hindistan’da, korku ve kaygı yaratan bu çok güçlü yaratıklara Rakshasha deniliyordu. Arjuna’nın ayrılışından sonra dört kişi kalan kardeşlerle Draupadi’nin sıkıntı ve korkuya karşı uğraş verdikleri ormanda, bu canavar yaratıklardan ikisi, bir erkekle bir kız, iki kardeş saltanat sürüyorlardı. Erkeğin adı Hidimba, kızmki Hidimbi’ydi. İnsanların gözüne görünmeyen bu iki kardeş, o gece ağaçlar arasında uçarak yiyecek insan eti arıyorlardı. Erkek kardeş rüzgârı içine çekerek, kızkardeşine nefis bir koku duyduğunu söyledi. Bu kokuyu kız da duyuyordu. Dillerini dudaklarının üzerinde gezdirerek yalanmaya başladılar. Açlık beyinlerine vurmuştu, şimdiden ağızlarında yağ damlalarını ve sıcak lcan yudumlarını düşlüyorlardı. Dalların arasından, uyuyanları ve ateşin yanında uyanık duran Bhima’yı gördüler. Dişi şeytan, bu canlı ete dişlerini geçirerek taze, sıcak, buğulu ve nefis kanlarını içme düşüncesiyle sevinçten dört köşe oldu. Kardeşi ona şu buyruğu verdi: “Git kim olduklarını gör, cesetlerini bana getir. Çabuk ol. Yedikten sonra ayışığında oynayacağız.” Hidimbi, Bhima’yla arasında bulunan uzaklığı bir sıçrayışta geçti. Bhima karanlıkta tehlikeli bir varlık olduğunu sezinleyerek kalktı, araştırmaya koyuldu. Ama Hidimbi gizleniyordu. Başka bir ışıkta yaşıyordu. Hidimbi, Bhima’ya görünmeden, onun önünde bacaklarım geri çekerek öne eğilmiş -bu adamın varlığından büyülenmiş, devinimsizleşmiş bir haldekımıldamadan duruyordu. Şaşkın bir sesle Bhima’ya sordu: “Kimsin sen? Ben seni görüyorum.” “Bhima’yım. Ya sen kimsin? Seni göremiyorum.” “Adım Hidimbi, bu orman benim krallığım.”
“Bir Rakshashi misin?” “Evet.” “Kendini göster,” dedi Bhima, hiç korku duymadan. “Hayır, gösteremem.” “Niçin?” “İnsanların beğenisine göre görünüşüm iğrenç, siyah ve tüylüyüm, kokum da pis.” “Seni görmek istiyorum!” dedi Bhima, karanlıktaki sesin geldiği yöne doğru birkaç adım atarak. “Olmaz! Bekle! Önce yüzüme bir güzellik verip bedenimi gerçek bir kadın bedenine dönüştüreyim.” “Bunu yapabilir misin?” “Bak.” Buluttan çıkmış gibi bir ayışığı, ağaçsız alanı aydınlattı, bu hoş ışıkta Bhima’nın hiç görmediği kusursuz bir kadın yüzü ortaya çıktı. Ellerini açmış Bhima’nın önünde duruyordu. Kıvrak, parlak ve çıplaktı. Kadın sordu: “Güzel miyim?” Kılık değiştirmesine ve yeni bir koku yaymasına hayran kalan Bhima yanıt vermeden bir süre sustu, sonra heyecanlı bir sesle: “Tıpkı gece gibi,” dedi. “Yakışıklı adam, o halde nereden geldiğini söyle bana, yaşamının ne olduğunu, ne iş yaptığını söyle.” Kadın yere dokunuyormuş gibi yavaş yavaş yürüyerek Bhima’ya yaklaştı, elini yokladı. “Nöbet bekliyorum,” dedi Bhima. Kadın sesini alçalttı, Bhima’ya şu açıklamayı yaptı: “Bu ormana erkek kardeşim olan korkunç bir Rakshasha egemen. Ete gereksinimi olduğundan seni öldürmem için gönderdi beni, ama seni görünce âşık oldum, aklımı başımdan aldın, seni seviyorum, seni öldüremem, seni sevdiğim gibi sen de beni sev ve kocam ol! Havalarda uçarım, ne istersen yaparım, seni kurtacağım!” “Senin kocan olamam, seninle gelemem,” dedi Bhima “çünkü evliyim ben.” “Karın nerede?” “Şurada,” Hidimbi, o gece Sahadeva’nın kolları arasında uyuyan Draupadi’nin yattığı yere yaklaştı.
Hidimbi bağırdı: “Ama o bir başka adamla yatıyor! O kim?” “Kardeşim, o da onun kocası.” “İki kocalı mı yani?” “Beş kocalı.” “Beş mi? Ve sen de benim ikinci karın olmamı istemiyorsun? Nedir bu gizem? Anlamıyorum!” “Hidimbi, ne olursa olsun seninle gelmek istemiyorum, onları ölümün kucağına atamam.” Hidimbi güven veren bir sesle o zaman şöyle dedi: “Hepsini kurtaracağım!” “Onları kurtarma konusunda sana güvenmiyorum,” diyerek yanıtladı Bhima. “Hiçbir Rakshasha benimle boy ölçüşemez.” Yaprakların arasından şeytanın boğuk sesi duyuldu. Dişleri açlıktan bilenmişti, yaklaşıyordu. Hidimbi haykırdı: “Uçuyor, koşuyor, çabuk ol! Ötekilerle birlikte sırtıma atla, sizi buradan uzaklaştırayım! Sen onu tanımazsın, yırtıcıdır!” Bhima onu sakin sakin yanıtladı: “Hidimbi, kardeşinden kesinlikle korkmuyorum. ‘Sadece bir insan bu,’ diye düşünerek beni hor görme.” Şeytan uluya uluya ortaya çıktı, Draupadi’yle ötekileri uyandırarak orman alanına indi. İriyarı ve ürkütücü bir görünüşü vardı, ağzı burnu salyalar içinde, vücudu siyah uzun kıllarla örtülüydü. Son derece siyah yüzünde uzun dişleri ışıl ışıl parlıyordu. Öfkesinden kuduran şeytan önce, sırılsıklam bir aşka yakalanarak kendisini aldatan kızkardeşine dönerek: “Ey Hidimbi! Bu iğrenç kadın görünümüne niçin girdin? Her şeyi anlıyorum, a nlıyorum, bozulmuş, baştan çıkmış ahlaksız, bu uyuyanlarla birlikte seni de öldüreceğim!” Bhima onun önüne dikildi: “Dur! Bu kadını öldürmeden önce benimle, tek benimle savaş!” Önce birbirlerine bakarak ve sözler söyleyerek karşı karşıya geldiler. Şeytan, ağaçları sallayan, gece kuşlarım ürküten peş peşe savaş naraları atarak Bhima’nın çevresinde dönüyordu. Draupadi, Yudiştira ve ikizler birbirlerine sıkışmış bir kenarda duruyorlardı. Başlayacak olan savaşa hiçbir yardımda bulunamıyorlardı. “Hadi, ulu bakalım!” diyordu Bhima. “O iğrenç ağzını koparacağım, biraz
sonra bağıramayacaksın artık!” “Ben de seni parçalayacağım! diye bağırıyordu Rakshasha. “Karnını deşeceğim! İliğini emeceğim! Kemiklerini kırıp parça parça edeceğim!” edece ğim!” Birbirlerine saldırdılar. Yeri göğü titreten, ağaçları korkutan ve bütün gece süren bu savaşı betimlemek için bulunması gereken olağanüstü sözcükleri, Vyasa kendi kendine uzun süre aradı. Şekil değiştiren, kılıktan kılığa giren, yılan ya da akrep, sarmaşık ya da bulut olan Rakshasha’nın büyülü hilelerine, Bhima olağanüstü insan gücü, ölçülü sükûneti, savaşa susayan arzusu, bir insan olmanın ve en güçlü olmanın güzel gururuyla karşılık veriyordu. Karşılıklı olarak saldırdılar, vuruştular, birbirlerini izlediler, birbirlerini yaraladılar, birbirlerini yitirdiler ve yeniden buldular. Çevrelerinde toprak yarılıyor, ağaçlar çatırdayarak kırılıyordu; Bhima ayaklarını yerden keserek boğmak için canavarı yakalayıp kollarının arasına alamıyordu. Gücü tükeniyor, soluğu kesiliyor, kanı çekiliyordu. Birçok saldırı sonunda Rakshasha onu ısırmış, yırtmış, etini parçalamıştı. Bhima gece ilerledikçe zayıf düşüyordu. Savaşı heyecanla izleyen Hidimbi, gecenin sonuna doğru Bhima’ya şöyle dedi: “Şunu bil ki, geceleri Rakshashaların en güçlü oldukları zamandır. Kaldır onu, ayaklarını yerden kes! Boğ onu! Şimdi!” Rakshasha parlak dişleri ve pençeleriyle Bhima’ya yüzüncü kez saldırdığı sırada, Bhima birden Drona’nın onlara öğrettiği tuzaklardan birini anımsadı. Yaklaşacağı yerde birdenbire geri çekildi, bir bacağım uzattı, şeytan sendeledi, Bhima onu yakalayıp kollarının arasına aldı, haykırarak ayaklarını yerden kesti: “Bu ormana mutluluğunu geri vereceğim!” dedi. Canavarın kolları ve bacakları havada umutsuzca çırpmıyordu. İçinden havaya acı bir soluk yayılıyor, giderek daha bir pis kokuyordu. Bhima onu vargücüyle sıkıyordu. Kemiklerinin çatırdadığı, soluk alamayan boğazından ıslığa benzer uzun bir sesin çıktığı duyuldu. Çırpınışı durdu, kolları ve bacakları devinimsiz ve cansız kaldı. Bhima’nın kollarında somutlaşan ölüm inatla görevini yapıyordu. Bhima onun öldüğünü duyumsadığı zaman kaldırıp yere attı. Öteki kardeşler son çırpınışlarını yakından görmek için yaklaştılar. yaklaştılar. “Öldü,” dedi Draupadi. Bhima yerde yatan düşmanının başına kulağını koydu. “Evet,” dedi Bhima “ölmüş, artık kalp atışını duymuyorum.” Nakula ve Sahadeva, ölmüş bir hayvana yapıldığı gibi, ölüsünü orman
alanının dışına götürdüler. götürdüler. Yine güzel ve çıplak olan Hidimbi, Yudiştira’ya şöyle dedi: “Sen ağabeyleri misin?” “Evet.” “Dinle beni. Aşkın kadınların felâketi olduğunu, benim için acı çekme zamanının geldiğini biliyorum. Kardeşim Bhima’yı seçtim. Beni kabul etmezse yaşayamam. Beni acı çeken bir çılgın gibi karşıla, ama bu adamı bana ver.” Hidimbi, Draupadi’ye de şöyle dedi: “Senin başka kocaların var, onu bana bırak, onu istiyorum. Onu bana verirsen, sizin için her şeyi yaparım, yaşamınız boyunca sizi korurum!” Yudiştira rastlantıyla gece gelen insanüstü bir yardım düşüncesiyle Bhima’nın elini tuttu ve şunları söyleyerek onu Hidimbi’ye sundu: “Evet! Al onu! Güneşin doğuşundan batışına kadar kardeşim Bhima’yla hoşça zaman geçir! Gündüz ışığı oldukça senin o. Ama o bize gerekli: Gece olunca getirmeyi unutma.” Sevinçten gözleri parlayan Hidimbi, günün ilk ışıklarıyla kollarını açarak Bhima’ya yaklaştı, şöyle dedi: “Benden hâlâ korkuyor musun?” “Hiç korkmadım ki.” “Beni kabul etmemen için hâlâ bir neden var mı?” “Hayır. Gün doğuyor, al götür beni, bir oğlumuz oluncaya kadar seninle birlikte olacağım.” O zaman sevinçten şekil değiştiren Hidimbi, inanılmaz güzellikte bir kadın oluverdi. Kendisi çok hafif olmasına karşın, çok ağır Bhima’yı tutarak sırtına aldı ve hemen uçtu. Draupadi ve öteki kardeşler ağaçların tepesinde sabah güneşine doğru gözden kaybolduğunu gördüler. Hidimbi Bhima’yla her yerde sevişti; dağların doruklarında, masmavi deniz kıyılarında, ceylanların gizli yataklarında, uzak göllerin kıyılarında, her yerde. Gatotkaça adında koca bir oğulları oldu. Daha doğduğu zaman babası kadar uzun boylu ve güçlü, onun gibi siyah ve silâhlı olduğu görülüyordu. “Göz kamaştırıcı bir çocuk!” diye haykırdı Hidimbi. “Gözleri kırmızı renkli! Görkemli bir büyücü gibi çok güçlü olacak, gücünü şimdiden sezinliyorum!” Daha yeni doğduğu için emekleyerek yürüyen çocuk, gözlerinde dünyaların bütün sevgisiyle babasına doğru ilerledi. Kolları arasına aldı, ince bir dal gibi ayaklarını yerden kesti. Sevgiyle sımsıkı sardı, sonra bıraktı. Gün doğduğu zaman, Draupadi’nin ve öteki kardeşlerin yanında, orman alanında sık sık buluşuyorlardı.
Büyülü çocuk Gatotkaça babasından ayrılıp ormana doğru yöneldi. yö neldi. Bhima olağanüstü bir heyecanla yaşıyordu. Sevginin gücü karşısında zaman ve yer anlamsız kalıyordu. Daha yeni doğan çocuğunun kendisinden uzaklaştığını gören Bhima, kollarını açarak bağırdı: “Gatotkaça, benimle kal!” Karanlığın oğlu durdu, insanoğlu olan babasına döndü, hemen ciddileşen bir sesle: “Kalamam,” dedi. “Annemle birlikte döndüğüm bir başka dünyada oturuyorum. Ama bir gün beni çağırırsan, nerede olursam olayım, sana yardım etmek için kalkıp geleceğim.” Bu sözü verdikten sonra, hızlı adımlarla ormana doğru yürüdü. Bhima atıldı, bağırdı: “Hidimbi! Neredesin? Gel!” Ama Hidimbi yüzünü gizleyerek orman alamnı geçti ve şöyle dedi: “Hayır! Beni arama artık! Gidiyorum!” Günışığıylâ birlikte her türlü büyünün son bulduğu görüldü. Hidimbi kıllarına ve hayvan kokusuna kavuşarak o iğrenç canavar şekline yeniden dönüşmüştü. Oğluyla birlikte o da ormanda ağaçlar arasında gözden kayboldu. Ayak sesleri kesildi. Şeytanla yaptığı savaştan, uzun aşk yolculuğundan, sona eren bu gecenin anlaşılmaz büyüsüyle bedeni yıpranıp gücü tükenen Bhima, dizlerinin üstüne kapandı. Orman alanının ortasında devinimsiz duruyor, verilmiş ve alınmış bu kadın ve bu oğul için, perişanlık içinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Draupadi ona yaklaştı ve bir elini omzuna koydu.
SİLÂH ARAYIŞI Gördüğü düşlerin etkisiyle dehşete kapılan Dushassana, Pandavaların kökünü kazımak için kardeşi Duryodhana’nın ormanda bir av partisi düzenlemesine karar verdi. Sıkmtı Duryodhana’yı hırpalayan bir düşman gibiydi. Vidura ve Bişma’nın yardımıyla denetim altına alınan doğal şiddetine karşın, halkını akıllıca yönetiyordu. Yönetimi iyiydi, herkes hoşnuttu. Ama boş bir korku, onun adına yapılmış bir haksızlık duygusu, geceler boyu bir odadan ötekine yürüyen anne ve babasının kaygıları, Dushassana’nın gördüğü karabasanlar, güçlü olmasına karşın onu yavaş yavaş yiyip bitiren bu gizemli yürek darlığına düşürüyordu. İçindeki kuşkuları azaltmak yaşamının amacı gibiydi. Kuşkusuz bu yüzden, uyanık oluşuna karşın, bu sıkıntıdan daha belirsiz bir sıkıntıyla kurtulacağını umarak, bu kanlı av partisine karar verdi. O sabah, çok erken saatlerde Kunti, Gandhari’nin odasına girdi ve ona şöyle dedi: “Oğlun oğullarıma karşı bir av partisi düzenledi. Sürgünde olmalarıyla yetinmeyip ölmelerini istiyor, soğuk ölülerini okşamak istiyor.” “Krallığı savunuyor,” dedi Gandhari. “Hayır, yanılıyorsun. Gözüne bağladığın bandı çıkar, sığındığın bu karanlıktan kurtul.” “Herkesin karanlığı kendisine, Kunti. Karanlığa alıştım.” “Anladığıma göre ne yere, ne saraylara, ne de gökyüzünün renklerine bakıyorsun, ama oğullarım hiç görmeden nasıl yaşayabiliyorsun? Biraz cesaret, senin için gerekli olan bu. Çevrene bak, her şeyi olduğu gibi gör!” Gandhari susmayı yeğledi. O zaman Kunti bir elini onun yüzüne doğru uzattı, şöyle dedi: “Gözbağım çözeceğim!” “Dokunma bana!” Gandhari ani bir hareketle gitmeye hazırlandı. “Beni sevmiyorsun,” dedi Kunti. “İlk oğlum senin ilk oğlundan önce doğdu,
bunu bir türlü unutmadın. “O olay uzun süre acı verdi bana, bu doğru, herkesin sorduğu gibi, oğullarını hangi babanın verdiğini kendi kendime soruyordum. Ama artık bunu düşünmüyorum. Dinle beni Kunti: Çocukların birlik olmuşlar ve güçlüler, kendilerini koruyacak, savunacak kadar güçlüler. Kaygı duyulması gereken benimkiler. Duryodhana zayıf yürekli…” “O bir körün oğlu,” dedi Kunti, “kendi karanlığında yaşıyor.” “O korkak bir adam, kendi ölümünden korkan biri. Bunu açıkça görüyorum. Onu ölümden korumak için bana yardım etmelisin. Sen onu sevmesen de, toprak onu korkutsa da o benim oğlum.” Gandhari’nin nasıl bir yardım beklediğini bilmeden (Duryodhana’yı tahtta tutmak ya da tahttan uzaklaştırmak mı söz konusuydu?) Kunti karşılık vermeye hazırlanıyordu. O sırada odanın kapısı önünden geçen bir adamın ayak seslerini duydular. Kunti bu ayak sesini tanıdı. Geri döndü ve seslendi: “Karna! Gel…” Karna göründü, odaya girdi. Gizli annesi Kunti onu yanına oturttu. Elinde özel bir şekli olan yaldızlı bir mızrak tutuyordu. “Karna,” dedi Kunti, “savaşın soluğu her geçen gün yaklaşıyor. Gücünü ve etkini biliyorum. İstesen savaştan kaçınabilirsin.” “Savaşa karar vermeyeceğim Kunti, ama zamanı gelirse savaşacağım. Oğulların benim düşmanlarım. Onlar beni kendilerinden uzaklaştırdılar, hor gördüler, aşağıladılar beni.” “Hiçbir zaman yenemezsin onları.” “Bu mızrağı görüyor musun? Nasıl vınladığını duyumsa.” Yaldızlı mızrağını Kunti’ye uzattı, Kunti korka korka mızrağı parmaklarının ucuyla yokladı. Gizli, kalleş bir güç duyumsuyordu metalde. Kentlerde ve köylerde, her yerde Karna’nın gücünden, cömertliğinden, ustalığından, alışılmamış silâhlarından söz ediliyordu. “Bu mızrak nedir?” diye sordu Gandhari. “Gururla doğduğum zaman,” dedi Karna, “bedenimde ikinci bir deri gibi hiçbir şeyin delemediği altın bir zırhım vardı. Bir gün dilenci kılığına girmiş bir Tanrı zırhını bana ver dedi. Doğduğumdan beri taşıyordum onu. Gökten gelen bir ses bana bağırdı: O zırhı verme! Ama reddedemezdim. Bir şey beni, benden isteneni vermeye itti. Duraksamadan zırhımı çıkarıp kanlı kanlı verdim. O zaman Tanrı mızrağı bana uzatarak şöyle dedi: Bu mızrak, insan olsun, Tanrı ya da şeytan olsun istediğin bir canlı yaratığı öldürecek.”
“Ama yalnızca bir kez öldürecek,” dedi Kunti. “Nereden biliyorsun?” “Biliyorum.” Kunti habercilerden, hizmetçilerden Karna’nın bütün eylemlerini öğreniyordu. Hakkında anlatılanları haber alıyordu. Annesi hakkında hiçbir şey bilmeyen bu oğlun her şeyini biliyordu. “Kunti,” dedi Karna, “oğulların benden korkuyor! Duryodhana bana bir krallık verdi, yaşam borçluyum ona, hatta yaşamdan da çok şey borçluyum. Bir gün güneşte ona utku kazandıracağım.” Güneşte mi? Neden güneşten söz etmişti? Kunti onu kolundan tutarak sordu: “Kardeşlerin ve bir annen olsaydı yine de utkudan söz eder miydin?” Karna gidip Gandhari’nin yanına oturmak için ayağa kalktı, kraliçenin ellerinden birini tuttu, şöyle diyerek alnına koydu -ve hiçbir şey Kunti’yi bundan daha fazla üzemezdi: “Bir annem ve yüz kardeşim var. Bırak bizi Kunti.” İyi eğitilmiş silâhlı adamlarıyla Duryodhana ve Dushassana, günlerce aradıktan sonra Pandavaları buldular. Hiç güçlük çekmeden onları ele geçirdiler. Perişan durumlarını görünce Duryodhana onları yok etmekten vazgeçti. Yudiştira’ya seslenerek onunla acı acı alay etti: “Ormanda kralların en büyüğünü bulacağımı söylediler bana. Bu kral sen misin? Çamura bulanmış şu vücut, birbirine karışmış şu kıllar, nasırlaşmış şu eller? Düşlerin seni yanıltmış Dushassana. Güçsüz bunlar, her şeyden yoksun.” “Hayır,” dedi Dushassana. “Aldanma! Güçlerini gizliyorlar, bunu sezinliyorum! Ya Arjuna? Arjuna nerede?” “Geziyor,” dedi Yudiştira. Arjuna’nın yokluğunu saptayarak birden kaygıya kapılan Duryodhana korkutarak yeniden sordu: “Ormanlarda on iki yıl kalması gerekmiyor muydu? Niçin sözünü tutmadı? Nerede geziyor? Kiminle geziyor?” “Yalnız geziyor,” diyerek yanıtladı Yudiştira sakince. “Sözünden dönmüş değil.” Dushassana birden atıldı, bir eline keskin bir bıçak alıp öteki eliyle de saçlarından tutarak Yudiştira’nın boğazına dayadı, Bhima’ya bağırdı: “Yaklaşırsan kardeşinin boğazını keserim!” Öfkeli öfkeli aynı soruları yineledi: “Arjuna nereye gitti? Hangi ortakları arıyor?”
O sırada ağaçların arasından bağıran Vyasa’nın sesi duyuldu: “Silâhını bırak Dushassana! Sözümü dinle!” Vyasa çocukla birlikte orman alanında ilerliyordu. İnsanlara çok seyrek görünen Ganeşa da ağaçların sık olduğu yerdeydi. Alınyazılarının seyrini her an değiştirebilen ozanı, yaratıcıları Vyasa’yı görünce hepsi sakinleşir gibi göründü. Dushassana silâhını bıraktı. Vyasa yaklaşırken sözlerine şunları ekledi: “Hiçbir kanlı olay.u şiiri çığırından çıkaramaz.” Dushassana silâhını geri çekti. Nerede olurlarsa olsunlar, onlardan hiçbir zaman ayrılmayacağını söyledi Vyasa. Yalnızca belirli sınırlar içinde egemen olduklarını, her an yolundan sapabilecek belirsiz bir eylemle karşı karşıya bulunduklarını, özellikle yaşam duygularının köreldiğini ve onun yüksek iradesine köle olduklarını hiçbir zaman unutmamalıydılar. Sıkıntısı biraz hafifleyen Yudiştira, o anda onu görmekten duyduğu sevinci belirterek Vyasa’ya teşekkür etti. Vyasa’nın yetkesini tartışmasız kabul eden ve hiç kuşkusuz içinde acımasız bir biçimde kuzenlerini öldürme isteği bulunmayan Duryodhana ona sordu: “Yanındaki bu çocuk kim?” “Yolda rastladım ona, benden ayrılmıyor, ona sizin öykünüzü anlatıyorum.” O zaman Draupadi ona şöyle dedi: “Vyasa, aynı yerde çakılıp kalmaya mı mahkûm ettin bizi? Bu ormanda yavaş yavaş yaşamımızı yitirmeye mi?” “Hayır,” dedi Vyasa, “hiçbir şey sizi burada çürümeye zorlayamaz. Gidin, gezin, görmek ve duymak için sürgünden yararlanın, yürüyün, bilge insanların yanına varın, yoz insanlarla ve delilerle de konuşun.” Gülümseyerek ekledi: “Öyküleri dinlemek gerek. Hoş şeydir, kimi zaman da ferahlık verir insana.” Sonra Duryodhana’ya dönüp bir insan avı partisi düşüncesini Dushassana’nın kafasına kendisinin soktuğunu -belki de Dushassana’nın düşlerine egemen olan oydu- belirterek şöyle dedi: “Duryodhana, kente dön. Bugün av çok iyi değil.” İki kardeş ve adamları çekiliyorlardı. Bu sırada, o ana kadar her zamanki gibi birçok gergin yayın yankı uyandıran ağzını açmasını engellediği Bhima, birdenbire Dushassana’ya doğru birkaç adım yürüdü ve yalvarır gibi şöyle dedi: “Dushassana, senden bir isteğim var: Ormandan geçerken çok dikkatli ol. Sakın kaplanlar ve kurtlar seni öldürmesinler. Canlı kal. Kanını bana sakla.” Dushassana, beti benzi sarararak tek kelime söylemeden ayrıldı.
Biraz sonra Vyasa çocukla buluştu, çocuk ona sordu: “Kıyımları durdurabilirsen, savaşa da engel olabilir misin?” Gücünün sınırlı olduğunu kabul etmekten hoşlanmayan Vyasa, bir süre sustuktan sonra yanıt verdi: “Kimi davranışlar vardır bunları söz durdurur, kimi davranışları hiçbir şey durduramaz.” Duryodhana buruk bir şekilde saraya döndüğünde, kesinlikle karşı çıkacağı bilindiği için kanlı av partisi fikri kendisinden gizlenen Karna’ya rastladı. Arjuna’nın ormandan ayrılmış olduğunu söyledi ona. Ama Karna casusları aracılığıyla daha önceden her şeyi öğrenmişti. Arjuna’nın yalnız başına kuzeye doğru yönelerek toplu ölüm makinesi olan Tanrısal silâhlar aramaya çıktığını, bunları her türlü ceza ve yokluğa katlanarak elde etmeyi düşündüğünü bile biliyordu. Telâşlanan Duryodhana Karna’ya şöyle dedi: “Nerede acaba? Tam olarak bilmek istiyorum!” “Bunu sana söyleyemem. Ama istiyorsan onu görebilirsin. Bu büyüyü sana öğrettiler. Düşünceni onun üstünde topla, sakin ol, gereken sözleri söyle. Kafanda canlandır ve çağır onu!” Gün sona ererken, daha şimdiden karanlık olan büyük bir salondaydılar. Duryodhana hizmetçileri dışarı çıkardı. Karna ve Dushassana’yla yalnız kaldılar. Önce gözlerini kapayıp kendisine gerekli olan güçleri yardımına çağırarak mırıldandı. Konuşmasının gücüyle onları kendine hizmet etmeye zorluyordu. Duryodhana yere büyük bir çember çizdi, bu çember alev alev yandı. Kardeşi ve Karna’yla birlikte bu alevden tacın ortasına yerleşti. Böylelikle birazdan patlak verecek hava hareketleriyle ortaya çıkabilecek her türlü fırtınadan kendilerini koruyorlardı. Beyaz bir sis odanın duvarlarını itiyor, odayı ölçüleri dışına çıkararak büyütüyormuş gibiydi. Soğuk bir rüzgâr uğuldamaya, gece kuşları iniltilerini duyurmaya, kurtlar kaybolmuş bir av hayvanının ayak izlerini sürmeye başladı. Dushassana bir elini sisin içine uzatarak bağırdı: “Arjuna!” Gerçekten de orada, yakınlarında alev çemberinin dışında Arjuna’yı gördüler. Başka büyülü alevler onu aydınlatıyor, Himalaya’nın buzlu yamacında, dikenli bir ormanda oturmuş ve devinimsiz olarak Tanrıları beklerken gösteriyordu. Sisin arasından bir an onu kardan çıkmış gibi seyrettiler.
“Aylardan beri hep böyle,” dedi Duryodhana. “Yemiyor, uyumuyor…” Sık dikenler arasından tüylü bir hayvan belirdi. Can derdine düşmüş bir yılan kadar dikkatli olan Arjuna yayını kaptı, fırlattığı ok hayvana saplandı. Arjuna avını almak için kalktığı sırada, karanlıktan yükselen boğuk bir ses ona şöyle buyurdu: “O domuza dokunma!” Siyah derili ve silâhlı, güleçti bir adam ortaya çıktı. Dağlarda dolaşan bir avcıya benziyordu. Aşağı tabakadan, basit birini “Bana ait olan bu domuzu niçin vurdun?” Gerçekten de hayvanı iki ok delmişti. Ama Arjuna’nın yolu nu şaşırmış bir avcı önünde eğilmesi düşünülemezdi. “Bu domuz benim,” dedi Arjuna. “Onu önce ben vurdum.” “İlk vuran benim! Senden önce! Soğuk rüzgârda tek başına burada ne arıyorsun?” “O domuza yaklaşma!” “Bu domuz benim, alıyorum,” dedi adam. “Omuzluyorum, benim o.” Arjuna yayını çekti. “Bu hayvanın kılma dokunursan, elimden canlı kurtulamazsın.” “Beni korkutamazsın,” dedi adam. “Bu topraklar benim adımlarıma alışık. Bu domuza nişan aldın ve vuramadın. Beceriksizliğini başkalarının üstüne atma. Domuzumu alıp götürüyorum.” Avcı domuzu sırtladı ve Arjuna okunu fırlattı. Çocukluğundan bu yana fırlattığı ok ilk kez hedefini bulmuyordu. Adam çok çevik bir el hareketiyle oku geçerken havada yakaladı ve gülerek salladı. Arjuna ikinci, üçüncü bir ok attı. Adam önceki gibi bunları da savuşturdu. Hatta bu oklardan birini dişleri arasında yakaladı, önemsemeden uzaklara attı. “Beni vuramazsın!” diyordu. “At! Bitir oklarını!” Duryodhana, Kama ve Dushassana şaşkınlık içinde bu sahneyi izliyorlardı. Arjuna’nın beceriksizliğine inanamıyorlardı. Hedeflerine erişemeyen bu oklarda nasıl bir giz vardı? Bu küstah ve sırıtkan adam kimdi? Arjuna avcının üstüne atıldı, silâhsız olarak dövüştüler. Ama bu dövüşte, güçlü ve çevik olmasına ve Drona’dan aldığı derslere karşın Arjuna yenildi, boyun eğdi, gururu kırıldı. Sanki hava kendisine boyun eğiyormuş gibi soluğunu ayarlayan adam, Arjuna’nın boğazını tutup sıkarak, soluğunu kesti. Arjuna kımıldayamadan karın içine düştü. “Ama onu böyle deviren kim?” diye sordu Dushassana. Bir süre sonra kendine geldiğini gördüler. Soluk soluğa diz çöktü. Güçsüz
olduğu anlaşılınca dövüşmekten vazgeçerek Tanrıların yardımını istedi. Şiva’ya saygılar sunarak, önünde kar ve toprak karışımı bir şekil oluşturdu. Bunun üstüne buz tutmuş çiçeklerden yapılmış bir çelenk koydu. Sonra, kendi kendine yapıp yükselttiği sunağın önünde kararsız ve saygılı olarak yerlere kapandı. Bir süre dua etti. Arkasına dönüp baktığı zaman avcı yine oradaydı. Devinimsiz ve güleçti, başında çiçekten yapılmış aynı çelenk vardı. Şiva… Tanrının ortaya çıkması karşısında Arjuna hemen yere kapandı. Heyecanlanan, korkuya kapılan Duryodhana, Dushassana ve Karna da alçak sesle, “Şiva, Şiva,” diye yineleyerek alev çemberinin içinde yerlere kadar eğildiler. Az rastlanan bir görünümdü. Dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş Şiva, oyuncu Şiva, ateşle dünyaları yakıp yıkan Şiva, aynı zamanda evrensel oyununun karşı konulmaz ahengiyle her şeyin yeniden yaratılmasını yöneten Tanrı Şiva gelip Arjuna’ya görünmüştü. Arjuna gözlerini kaldırmaya cesaret edemeden şöyle dedi. “Şiva, varlıkların en etkilisi, mavi boyunlu, üç gözlü Şiva, seni görmek arzusuyla yanıp tutuşarak bu dağlara geldim. İki yıl yaşadığım bu dondurucu dağda, buzda ve rüzgârda kafa yorarak acının son sınırına eriştim, tanımadan seninle dövüştüm, kafam allak bullak oldu, bağışla beni.” Şiva onu şöyle yanıtladı: “Çoktan bağışladım seni, senden hoşnutum. Bir dilek dile benden, istediğini dile.” “Sendeki silâha sahip olmak isterim.” “Pasupata’ya mı?” “Evet.” “O dünyayı yok edebilir,” dedi Tanrı. “Biliyorum.” Arjuna’ya yeniden güven geliyordu. Daha rahat soluk almaya başlamıştı. Şiva’ya bakma cesareti buluyordu kendinde. “Onu yayınla fırlatabilirsin,” dedi Tanrı, “gözünle de, sözünle de, düşüncenle de. Bir daha kullanılmayan sınırsız, bağışlamasız bir silâhtır.” “Onu da biliyorum.” “Ondan ne kurtulabilirsin, ne de bana geri verebilirsin.” “Bu silâh bana gerekli.”
O zaman, ateş çemberleri içinde korunan üç adam kadar dağdaki yaratıklar da sıkıntı içinde, Tanrının kararını bekliyorlarmış gibi garip bir sessizlik oldu. “Onu sana veriyorum,” dedi Şiva. Üç dişli yabasını tutup anlaşılmaz sözler söyleyerek, Arjuna’nın vücudunun çeşitli bölgelerinde gezdirdi. O anda Arjuna Tanrı silâhının gizini, aklının buyruğu altında ve sonsuza kadar kalacak şekilsiz ve sözsüz bir gizi kavradığını duyumsadı. “Pasupata’yı ona verdi,” dedi Duryodhana. Şaşkınlık geçiren Dushassana da şöyle bağırdı: “Ama bu adı duyan dağlar titriyor! Ağaçlar, rüzgârlar titriyor, bütün yeryüzü korkuyor!” Karna iki kardeşine güven vermeye çalışarak şöyle dedi: “Arjuna bu silâhı kullanmaya hiçbir zaman cesaret edemez! Zaten bilmiyor!” Karna’nın sözlerini açık seçik algılamışa benzeyen Arjuna’nın o sırada sisin içinde Karna’ya doğru birkaç adım yürüdüğü ve şöyle dediği görüldü: “Yanılıyorsun. Başımdan geçenleri dinle. İyi dinle.” Sustular, öğrenmek için sabırsızlaşmış gibi görünen ateş bile sakinleşti. “Şiva ortaya çıkınca, gökyüzünde yüzbinlerce gök gürültüsünü andıran bir gürültü ve bulutları delen dev bir savaş arabası görüldü. Kıvılcımlar saçan ve aynalı silâhlarla parlayan bu arabadan ve alev alev yanan havadan buğular ve dayanılmaz ışıklar yükseliyordu.” Arjuna o anda geçmiş bir şeyden söz ediyormuş gibiydi. Bir kez daha zamanlar birbirine karışıyor, anlaşılmaz oluyordu. Bir anda kendilerini yıllarca yaşlanmış, ihtiyarlamış sanıyorlar, ne gündüzü biliyorlardı ne de saati. Hep alev çemberinin içinde duran Karna bağırdı: “Arjuna’nın görünümünde kimsin sen? Bir görüntü mü? Bir hayal mi?” “Arabacının sesi ‘bin’ dedi bana. Kalbim hızla çarpıyordu. Arabacıdan, göremediğim atlarını denetlemesini istedim, sonra dağa veda ederek şöyle dedim: Gözlerim karlarında ve derelerinde dinlendi, bedeninden fışkıran berrak suyunu içtim, Tanrıların bana yaklaştıklarını gördüm. Sana veda ediyorum ve ayrılıyorum. Büyük savaş arabasına bindim. Tansıklı bir güçle çekilen araba beni yeryüzünden çok yıldızlara benzeyen ışıklı bölgelere götürdü. Evet, Karna, uzayda ıslık çalan ateş içinde binlerce dünya gördüm.” “Gökten söz ederek beni korkutamazsın,” dedi Karna. Arjuna ilk evrensel yolculuğunun öyküsünü sürdürdü: “Kendilerine özgü ışıklarıyla parlayan cisimler, sisler, ruhlar, kısa ömürlü yaratıklar gördüm, dev gibi dört dişli beyaz fili, Airavata’yı gördüm, insanların
dünyasının ötesine geçtim, babam Indra’nın oturduğu uzaylarda her zaman hareketli olan evrenin ortasındaki betimlenemez kente, Amaravati’ye vardım. Indra beni kucağına aldı. Evet Karna, yıldırımın izler bıraktığı eliyle beni okşadı ve onunla birlikte beş yıl bu silâhın çalışmasını geliştirdim.” “Sen yoksun,” dedi Karna. “İnanmıyorum sana.” “Sana dokunacağım,” dedi Arjuna, bir elini ona doğru uzatarak. Bir ateş yılanının yerde hızla ilerlediği görüldüğü sırada, anlaşılmaz görüntü çekilip gitmeye hazırlanıyor gibiydi. Bu yılanın arkasında güzelliğiyle dikkati çeken genç bir kadın yürüyordu. Başının üstünde yeşil bir dal vardı. Yarı çıplak ve hafifti. Sıcak bacaklarının ve yumuşak kalçalarının çevresinde açık renkli bir entari vardı, Arjuna’yı çağırdı. Onu gören Arjuna sordu: “Kimsin?” “Adım Urvasi, bir apsara’yım, gökteki ülkelerde yaşıyorum.” “Benden ne istiyorsun?” “Baban Indra bana şöyle dedi: ‘Oğlum Arjuna burada, ama beş yıldır yalnız ve kadınsız. Bu akşam odasına gitmek için hazırlan’ Gözlerimin çevresine biraz siyahlık sürdüm, koluma altın bileziklerimi taktım, tenime koku sürdüm, biraz şarap içtim, aceleyle bahçelerden geldim…” Sade bir şekilde kendisine sunulan yaratığın güzelliğinden ve hoş kokusundan başı dönen -ama neredeydiler? Hangi mekânda? Hangi dünyada? Arjuna ona şöyle dedi: “Sana hayranım Urvasi. Yeryüzünde hiçbir kadm senden güzel olamaz.” “Bir gün bana uzun uzun ve sürekli baktın. Sana âşık oldum.” “Ama sen bir apsara* sın, bense bir insan.” “Biz apsara’ların seçme özgürlüğü var, bir tek kocaya bağlı değiliz. Sana yaptığım öneride korkutucu ve tehlikeli hiçbir şey yok, yalnızca aşk bu.” “Yeryüzünden çok uzaktayım,” dedi Arjuna, Urvasi’yi kolları arasına almaktan çekinerek. “Zevkin biçimini ve tadını unuttum.” Urvasi ona güven vererek şöyle dedi: “Aşk bütün dünyalarda aynıdır.” Ama Arjuna kabule yanaşmayan bir tavırla şöyle dedi: “Git, Urvasi, biz birbirimizi sevemeyiz.” “Sana geldim, beni geri çevirme, seni seviyorum.” “Ben de seni seviyor ve bir anne gibi saygı duyuyorum. Önünde eğiliyorum. Oğlunmuşum gibi davran bana.” Bu sözlerden son derece incinen uzayların kadını bir adım geri çekildi. “Tenime bak,” dedi Arjuna’ya. “Öfkeden titriyor şimdi. Sana oğlummuş gibi
davranmak ha! Şu sözlerimi unutma: Seni sevmek için gelen bir kadının onurunu kırdığın için, sen de bir kadın gibi kadınlar arasında yaşayacak, hor görülecek ve erkeklikten yoksun olacaksın.” Sonra kadın hızla uzaklaştı. Ateş yılanı söndü. Karna Arjuna’ya sordu: “Neden geri çevirdin onu? Seni korkuttu mu? Gökyüzünde erkeklik gücünü mü yitirdin yoksa?” Arjuna karşılık vermedi. Kaygılı, kararsız görünüyordu. Geri dönüp birkaç adım yürüdü, gövdesi siste kayboldu. Ateş çemberi sönüyordu. Yorulmuş, ürkmüş ve omuzları düşmüş üç adam bu çemberden çıktılar. Duryodhana şöyle bir çevresine baktı ve dünya gerçeğine yavaş yavaş yeniden kavuşuyormuş gibi şöyle mırıldandı: “Gece olmuş…” “Evet, hemen yakınında,” dedi Karna. “Geceden hep korkuyor musun?” “Geceyi sevmiyorum,” dedi Karna. “Sıcaklığıyla beni yaktığı zaman güneşi seviyorum. Her akşam, karanlık basınca üşüyorum, arkama bakıyor ve uyumukta güçlük çekiyorum. Sabahleyin ilk ışığı alır almaz eski gücüme yeniden kavuşuyorum. Güneş görülmez yaratıkları öldürüyor ve gece benden uzaklaşıyor.” Arjuna’nın şaşırtıcı varlığından kurtulan Güneş‘in oğlu daha rahat soluk alıyordu. Güçlü biçimi yeniden ortaya çıkıyordu. “Erkekliği neden kayboluyor?” diye sordu Duryodhana birden. “Ve ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz…” “Bir kadın gibi olduğu zaman saldırmalı ona,” dedi Karna. * Duryodhana, Karna’nın ellerini tuttu. “Karna,” dedi, “sık sık bana utku, tam bir utku sözü verdin. Bu sınırsız Pasupata’yı da ne pahasına olursa olsun ele geçirmelisin. Yoksa verdiğin sözün ne önemi kalır? Karna, yalnızım, korkuyorum, hayal kırıklığına uğratma beni.” “O silâhı ele geçireceğim,” dedi Karna. “Nerede bulacağını biliyor musun?” diye sordu Dushassana. “Evet, biliyorum. Yaşamından kaygılanma Dushassana.” Karna, Duryodhana’ya saygı duyuyordu, ona bağlı kalmak zorundaydı. Ama yalnız kardeşinin kişiliğini küçümsüyordu. Karna ekledi: “Hemen gidiyorum.” Ve yola çıktı.
KALÇADAKİ BÖCEK O çağlarda yeryüzünde olağanüstü bir adam yaşıyordu. Kimsenin iyi tanımadığı, kuşku duyulan, güç ilişki kurulabilen bu adamın adı Paraşhurama’ydı. Efsane onun yüzyıllarca yaşayacağını söylüyordu. Elinde kanlı bir altayla dünyayı dolaşıyordu. Kan dökücü, yenilmez ve seçilmiş bir düşman olarak tanımladığı savaşçı Kşatriaların kökünü kazımıştı. Kişisel bir görevi yerine getiriyormuş gibi, bir insan soyunu yok etme arzusu onu olağanüstü bir üne kavuşturmuştu. Tanrı Vişnu’nun değişik şekillerinden, cisimleşmiş görünüşlerinden -tıpkı Krişna gibi- biri olduğunu söyleyenler bile vardı. Baltalı adam Paraşurama, efsane kokuları içinde zaman zaman kanlı seferler düzenlediği ormanların derinliklerinde bir keşiş gibi yaşıyordu. Dünyada bilmediği hiçbir giz yoktu. Basit bir hizmetçi kılığına giren Karna, herkesin çekindiği bu keşişin yanına vardı ve hiç konuşmadan onun hizmetine girdi. Sessizce yemeğini hazırladı, uyurken göz kulak oldu, vücudunu yıkadı- ve bu aylarca sürdü. Töre gereği kimi dindarlar, hizmet etmek için seçkin ve kutsal bir adamın yanına gidiyorlardı. Karna kimliğini gizleyerek -çünkü Karna, Duryodhana’nın taç giydirdiği bir kraldı ve Kşatriaları yok eden Paraşurama onun kim olduğunu anlarsa, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı- krallığından ayrıldı. Kılık değişikliğini bıkmadan sürdürdü. Bekliyordu. Bir yıl sabrettikten sonra, keşiş onun varlığını ve özverisini fark etti. “Bana özveri ve alçakgönüllülükle hizmet ettin,” dedi. “Sana bir iyilikte bulunmak istiyorum. Ne istersin?” Paraşurama’nın ayaklarını yıkayan Karna o anda yüreğinin yerinden çıktığını sandı. Zaman geliyordu, bunu sezinliyordu. Yine de gözlerini yere çevirerek yanıt vermedi. Karanlık işine devam etti. Keşiş bekliyordu, üsteledi: “Gözlerini kaldırıp hiç bana bakmadın, gözlerinin rengini bilmiyorum. Sesini duymadım, adım bilmiyorum; ama sana şunu söylüyorum: Bir ödülü hak ettin,
bildiğim birçok derin giz var. Ne istersin?” Karna dudak ucuyla şu sözcüğü söyledi: “Pasupata…” “Ne?” “Pasupata’nın gizini ver bana…” Ürkütücü bir sessizlikten sonra, Paraşurama kuşkulu kuşkulu şöyle diyerek elini baltasına uzattı: “Kimsin?” “Senin uşağın.” “Yalan!” Keşiş baltasını tutarak Karna’nın başının üstüne kaldırdı. Bu silâhı hiçbir şey durduramazdı. Karna bunu biliyordu. O anda yaşamı tehlikedeydi. “Bir silâh istediğine göre bir savaşçısın sen!” diye haykırdı Paraşurama. “Şu tiksinti duyduğum kendini beğenmiş kasttan, Kşatrialardan olmayasın! Kşatrialardan yirmi bir kuşağı baltayla yok ettim! Gökten köklerini kazımak için indim!” Karna başım kaldırmadan yavaş yavaş şöyle dedi: “O sınıftan değilim, kimsenin bilmediği bir soydanım.” “Doğru mu söylüyorsun?” “Bana arabacının oğlu derler, sana yemin ederim.” Paraşurama, Karna’da belirgin bir içtenlik sezinleyerek baltasını yavaşça indirdi. Dikkat etmeden söylemiş olsa bile sözünden dönemezdi. Hiç bakmadan ayaklarının altından bir parça ağaç kabuğu aldı ve şöyle diyerek Karna’ya uzattı: “Al, sana söz verdiğim formül bunda yazılı, ezberle bu formülü.” Karna kabuğu alıp gördüğü yazıyı hemen okudu. Dünyanın büyük gH böyle önemsiz bir şeyin üstünde mi yazılıydı? Nasıl okumalı? Nasıl anlamalı?” “Çabuk,” dedi keşiş, “formül silinip yok olacak, acele et.” Keşiş hemen kabuğu Karna’nın ellerinden çekip yere attı. “İşte bitti, kelimeler yok oldu, bir kabuktan başka bir şey değil artık. Yazılanı aklında tutuyor musun?” Karna başını salladı. Dudakları titriyordu, gizi yavaş sesle yineliyordu. Keşiş ona şöyle dedi: “Bu sözleri söylediğin zaman, göklerden gelen bir yaratık görünecek sana, istediğin silâhı verecek.” Bir süre sonra tatlı bir yorgunluk basan keşiş, uyumak için toprağın üstüne yattı. Karna, her zaman yaptığı gibi kalçalarından birini efendisine yastık olacak biçimde yerleştirdi. Keşiş başını Karna’nın kalçasına koydu ve hemen uyudu.
O sırada Karna’nın bacakları arasından topraktan çıkan siyah garip bir böcek kalçasına kadar süründü ve onu acı acı ısırdı. Bilinen bütün acılardan daha şiddetli, benzersiz bir acıyla kıvranan Karna dişlerini sıktı. Acıdan kıvranıyordu, acımasız böcek etini arıyordu. Karna zorlu bir irade gücüyle sonuna kadar sessizce durdu. Karnı doyan böcek geri dönüp yeniden toprağa girdi. Paraşurama uyanınca, yanağında bir ıslaklık duyumsadı. Eliyle yokladı, bunun kan olduğunu anladı. “Bu kan nereden gelmiş?” diye sordu Karna’ya. “Sen mi sürdün yoksa?” “Sen uyurken bir böcek, küçük bir böcek beni ısırdı. Bağışla beni.” “Neden bağırmadın?” “Seni uyandırmamak için.” Paraşurama çarçabuk kalktı, karşı durulmaz baltasını çekti, tehdit ederek Karna’ya doğru yürüdü. Durumdan habersiz Karna kılığını değiştirmekle uğraşıyordu. “Beni aldattın!” diye bağırdı Paraşurama. “Böyle aptalca bir cesareti ancak bir Kşatria gösterebilir! Aklı başında her insan bağırırdı. Bana yalan söyledin!” Karna ormanın karanlıklarına doğru kaçıyordu. Keşiş korku vererek eli havada ona doğru ilerliyordu. “Bir Kşatria’sın sen! Gizi elde etmek için bana yalan söyledin, dinle beni, kim olursan ol beni iyi dinle: Son anda giz belleğinden silinecek, her şeyi unutacaksın, bu da senin sonun olacak!” Karna bir şey söylemek istedi. Keşiş izin vermedi. “Uzaklaş buradan! Tek kelime söyleme! Çabuk git!” Karna ormanlar içinde koşarak kaçtı. Her adımda formülü yineliyor, ilence karşı koymak ve hiç unutmamak için belleğine iyice nakşediyordu.
GÖLÜN SORULARI Vyasa’nın öğütlerine uyarak, Pandavalar ve Draupadi ara sıra gelip geçen hacılarla birlikte sürgün yılları süresince bilgelerin ve delilerin sözlerini dinleyerek, bıkıp usanmadan kutsal bir yerden bir başkasına gittiler. Korkunç silâhı alarak gökyüzünden dönen Karna da onlara katıldı. Hep birlikte zamanların kaynağını, insanların ortaya çıkışını, Tanrı ve madde güçleriyle karışık ve zor ilişkilerini dile getiren öyküler dinlediler. İlmi Shakuni’nin bilgisini bile geride bırakan bir ustanın yanında, Yudiştira sonunda ince ve yararlı tavla sanatını öğrendi. Bu kez o hemen hemen yenilemez olmuştu. Her yanında göller bulunan alçak bir bölgeden geçtikleri sırada, Vyasa’nın şu sözlerle anlattığı ün salmış bir serüven yaşadılar: Bir süre ötekilerden ayrılan ikiz kardeş Nakula ve Sahadeva bir gölün yanına vardılar, çok susadıkları için içmeye hazırlandılar. Gölün yüzeyine doğru eğildikleri sırada, sudan çıkıyormuşa benzeyen bir ses içmelerine izin vermedi. “Önce sorularıma yanıt verin!” diye buyurdu ses. “Daha sonra içersiniz.” Ama boğazlarını kurutan susuzluk öylesine güçlüydü ki, gölün sesine kulak asmadılar. İçmek zorundaydılar. İçtiler ve o anda ölüp gölün kıyısına düştüler. Oraya yakın bir yerde avlanan Arjuna çıkageldi ve Madri’nin oğullarının vücutlarıyla karşılaştı. Çevresinde ölümcül bir tehlike ararken, bu kez o içinin bilinmeyen ve dayanılmaz bir susuzlukla tutuştuğunu duyumsadı. Göle yaklaştı, kendisine şöyle diyen sesi duydu: “Neden o suya yaklaşıyorsun? İçmeden önce sorularımı yanıtla!” Arjuna doğruldu, otların arasına birçok hızlı ok savurdu. “Boşuna çabalıyorsun,” dedi ses. “Önce sorularımı yanıtla.” Arjuna suya eğildi. Açıklaması olanaksız bir susuzluk onu baskı altına almıştı. İçti ve öldü. Biraz sonra Bhima geldi, dehşet içinde üç kardeşinin vücudunu tanıdı. Korkunç bir savaşın kendisini beklediğini sandı. O anda susuzluğunu gidermek
için eğildi, içti ve ötekiler gibi öldü. Son olarak Yudiştira geldi. Kardeşlerinin vücutlarını görünce kalbinin bedeninden ayrılacağını sandı. Vücutlarda hiçbir yara izi yoktu. Hangi görülmez gücün onları öldürmüş olduğunu anlayamıyordu. O sırada acımasız susuzluk bu kez de onu yakaladı. İki elini boğazına götürüp suyun kıyısında diz çöktü. “Önce sorularımı yanıtla,” dedi ses. “Daha sonra içmene izin vereceğim.” “Kimsin?” diye sordu Yudiştira. “Seni görmüyorum. Havada mısın? Suda mısın?” “Ne bir balığım, ne de bir kuş. Kardeşlerini öldürdüm, çünkü beni yanıtlamadan içmek istiyorlardı.” Yudiştira doğruldu. İçindeki dayanılmaz isteğe karşın, susuzluğunu baskı altında tuttu. “Sor,” dedi. Gölden gelen ses onu uzun uzun sorguya çekti. İşte hemen hemen üzgün olanlar ve Yudiştira’nın bunlara verdiği yanıtlar: “Rüzgârdan hızlı olan nedir?” “Düşünce.” “Tüm yeryüzünü örtebilen nedir?” “Karanlık.” “Hangisi daha fazladır, canlılar mı ölüler mi?” “Canlılar, çünkü ölüler yoktur artık.” “Uzama bir örnek ver bana.” “Birbirine kavuşmuş iki elim.” “Kedere bir örnek.” “Bilgisizlik.” “Zehire bir örnek.” “Arzu.” “Bozguna bir örnek.” “Utku.” “En kurnaz hayvan hangisidir?” “İnsanların henüz tanımadığı hayvan.” “Hangisi önce görüldü, gündüz mü, yoksa gece mi?” “Gündüz, ama bir günün gecesinden önce.” “Dünyanın varoluş nedeni nedir?” “Aşk.” “Senin karşıtm nedir?”
“Kendim.” “Delilik nedir?” “Unutulmuş bir yol.” “Ya başkaldırma? Niçin insanlar başkaldırıyor?” “Gerel^yaşamda, gerek ölümde güzelliği bulmak için!” “Herkes için kaçınılmaz olan nedir?” Yudiştira, bu soruyu yanıtlamadan bir süre düşündü. Söylentiye göre sonunda Nirvana’nın girişine varılan uzun bir başkalaşım halkasını düşünüyordu belki de. Bu nedenle şöyle yanıtladı: “Mutluluk.” “Ya en büyük tansık nedir?” diye sordu ses. “Her gün ölüm çevremizde dolanıyor,” diye yanıtladı Yudiştira, “ama biz sonsuza kadar varolacakmışız gibi yaşıyoruz. İşte en büyük tansık bu.” Gölün içinden gelen ses o zaman Yudiştira’ya şöyle dedi: “Bütün kardeşlerin yaşama geri dönsünler, çünkü ben senin baban Dharma’yım. Doğruluk ve sabırım, dünyanın düzeniyim.” Bhima, Arjuna ve ikizler gerçekten yeniden yaşama dönüyorlardı. Yalpalayarak doğruluyor ve ağabeylerinin çevresinde toplanıyorlardı. Ses yine şöyle dedi: “Bu gölün şekline girdim, seni tanımak isteğiyle buraya kadar geldim. Çok hoşnutum. Şimdi dile benden ne dilersen.” Yudiştira karşılık vermeden bir süre düşündü: “Ormanlardaki eğleşmemiz sona eriyor. Bundan sonra on üçüncü yılı görünmeden ve tanınmadan geçirmek zorundayız. Nasıl gizleneceğimizi söyle bize.” “Basit bir şey söyleyeyim size,” diyerek yanıtladı ses. “Tanınmak istemiyorsanız, en gizli düşüncelerinizin kılığım seçin.” “Ama nerede gizlenelim?” Bu kez gölün içinden konuşan ses yanıt vermedi. “Nerede gizlenelim? Yanıt ver bana!” Hafif bir rüzgâr suyun yüzeyini okşuyordu. Bir balık gölün dışına sıçradı. Kuşlar hafifçe otlara sürtündüler. Ama ses bir daha yanıtlamadı. Yudiştira ve kardeşleri su içtikten sonra oradan uzaklaştılar. Biraz ileride bir dönemeçte meyve yiyen Vyasa’yla çocuğa rastladılar. Vyasa’yı selâmladılar. Vyasa onlara şöyle dedi: “On üçüncü yılda öylesine ustalıkla ve öylesine derin gizlenmelisiniz ki, kimse sizi tanımasın.”
Yeniden yola koyuldukları sırada Vyasa ekledi: “Hatta ben bile.” Her zaman olduğu gibi çalılıklar arasında gizlenmeyi yeğleyen Ganeşa’nın izlediği çocuk ve Vyasa göle yaklaştılar. Kıyıdaki nemli toprakta Pandavaların vücutlarının izleri hâlâ görülüyordu. “Pasupata beni korkutuyor,” dedi çocuk. “Beni de,” dedi Vyasa. Ganeşa yazmak için bir süre durdu. Heybesinden bir muz çıkardı. “Vyasa, bu şiiri niçin dile getiriyorsun?” diye sordu çocuk. “İnsanların yüreğine Dharma’yı yazmak için.” “Bunu başarabilecek misin?” “Uzun ve çetin olacak. Hatta tehlikeli olacak. Ama bütün yeryüzü şiirimi dinliyor. Yeryüzü kendi kendine soruyor: Bana yardım etmenin bir yolunu bulabilecek mi?” “Şimdi nereye gidiyoruz?” “Daha bilmiyorum.” “Nerede gizleneceklerini bilmiyor musun?” “Bir fikrim var. Ama yanılabilirim.” “Gerçekten bu şiirin ozanı sen misin?” “Kuşkun mu var?” “Ara sıra duraksıyorsun. Gören fazla bir şey bilmediğini sanır.” “Her şeyi dile getirdim, ama yazılan hiçbir şey yok. Evet, düşüncelerimi toplayamadığım anlar oluyor.” “Ya Krişna? Onu da mı sen yarattın?” Vyasa güç bir yanıt hazırladığı sırada, önlerindeki göle küçük bir çakıl taşı düştü. Başlarını çevirdiler ve yanı başlarında Krişna’yı gördüler. Gülümseyerek ilerledi, Vyasa’ya sordu: “Vyasa, kim kimi yarattı, ben mi seni, sen mi beni?” Yanıtlamadan önce Vyasa da gülümsedi. Çocuk hoş geldin demek için Krişna’nın önüne atıldı. Krişna’nın kenti Dvaraka’yı yakıp yıkan bir savaştan söz edildiğini duymuştu. Krişna’nın düşmanları olmasını aklı almıyordu. Krişna kıyıdaki otların üstüne yanlarına oturdu. Gülümsemiyordu artık. Kırk yaşlarında birine benzeyen yüzünde kaygı ve yorgunluk görülüyordu. Vyasa sordu: “Buralarda ne arıyorsun?”
“Seni arıyordum Vyasa. Sıkıntılıyım.” “Sen mi?” dedi çocuk. “Sıkıntılı mısın?” “Biraz üşüyorum.” Çocuk hemen Krişna’nın omuzlarına kendi giysisinin bir ucunu örttü. “Bu sıkıntının nedeni ne?” dedi Vyasa. “Ara sıra rahatlıyorum, belirgin bir gücün içime işlediğini duyumsuyorum ve her şey bana aydınlıkmış gibi görünüyor. O zaman koşarak kanlar içinde bir adam geliyor, korkuyor, çığlıkları ve kıyımları haber veriyor bana, herkesin beni öldürmek istediğini söylüyor. Güçlenmeliyim, başkaldıranları ezmeliyim. Kendi kendime bu kargaşa ve bu silâhlar niçin diye soruyorum.” “Seni yanıtlama konusunda bana güveniyor muydun?” diye sordu Vyasa. “Belki.” “Can kulağıyla onları dinleyen çocuk o zaman Krişna’ya şöyle dedi: “Ama kimsin sen? Vişnu tehlikede olan dünyamıza inmişe benziyor ve onun kılığına girdiğini söyleyenler var. t>oğru mu bu?” Krişna Vyasa’ya döndü: “Ya sen, sen nasıl yanıtlardın? Beni anlattığına göre, yolumu çizmedin mi?” “Hiçbir yol tam çizilmiş değil, bunu biliyorsun. Yaşamın boyunca canlısın.” Krişna durgun suya baktı. Şöyle dedi: “Gençliğimi neşe içinde geçirdim, bütün tansıklar bana ait.” “Şimdi saçların ağarıyor ve kendini dinliyorsun.” “İçimde derin bir göl görüyorum. Çoğu kez akşamları bağırışlar ve acı çığlıkları duyuyorum.” “Ben de duyuyorum bunları,” dedi Vyasa. “Peki, ne yapıyorsun?” “Akşamları uyuyor, sabahları uyanıyorum. Bekliyorum.” Çocuk bağırdı: “Ama neyin hazırlandığını çok iyi bilmek zorundasın, öyle değil mi? İkinizden biri bunu bilmek zorunda.” Ne Vyasa yanıtladı, ne de Krişna. Ganeşa yediği muzun kabuğunu göle attı, kalın kitabını yeniden eline alarak şöyle dedi: “Öyleyse? Nereye gizlendiler?”
MASKE ALTINDA Doğu yönüne gidildiğinde hayvanlarının bolluğu ve kralının barışçıl eğilimiyle tanınan küçük, ama gönençli bir krallığa varılıyordu. Kralın adı Virata’ydı. Savunma işlerini Kiçaka adlı bir generale bırakmıştı. Müzik ve oyun düşkünü olan kral sarayında mutlu günler yaşıyordu. Bir gün yerine geçecek olan büyük oğlunu gerçek bir hayranlık içinde özenle büyütüyordu. Karılarını, öteki çocuklarını, özenle hazırlanan yemekleri, süslü giysileri, çiçekli bahçeleri seviyordu. Pandavalar çeşitli kılıklar içinde bu kralın sarayına hizmetçi olarak girmeyi başardılar. Bhima kendini kuzuların hakkından gelen irikıyım bir kasap ve dört bin çeşit sos ustası olarak tanıttı. Sığırların gizlerini ve bakımlarını bildiklerini söyleyen Nakula ve Sahadeva at bakıcısı ve çoban olarak hizmete girdiler. Draupadi hizmetçi olarak öteki hizmetçiler arasında yerini aldı. Öç almak için verdiği söze bağlı kalarak, yıkamadan koruduğu uzun saçlarını göstermemek için gri renkli, pamuklu bir başörtüsünün altında gizliyordu. Yudiştira da kendini yoksul bir Brahman olarak tanıttı. Yedi yüz kutsal yeri ziyaret ettiğini ve on altı bin önemli öykü bildiğini söyledi. Ama kralın dikkatini çeken özelliği ise, onun tavla oyununda eşsiz bir usta oluşuydu. Yudiştira krala bildiklerini öğreteceğine söz verdi. Memnun olan Virata onu yanında alıkoymaya ve oğlunun eğitimini ona bırakmaya karar verdi. Arjuna’ya gelince, o da gözlerine makyaj yaparak, hoş kokulu bir parfüm sürerek, yapmacık hareketlerle sesini incelterek kendini kadın giysileriyle tanıttı. ”Bir hadım!4’ diye bağırdı kral. MHayır olmaz! Çok hadım var sarayda! Kadından çok hadım var!” Arjuna yalvaran bir sesle müzik, dans ve şarkı öğrettiğini söyledi. Anlaşıldığına göre, bir kraliçenin başdansözü olmuştu. Kadın mı, yoksa erkek mi olduğu sorulduğu zaman şöyle yanıt verdi: “Hem erkek, hem de kadınım. Büyük kral Yudiştira’nin sarayında korumacı olarak çalıştım, şimdi de istendiği zaman orada şarkı söylüyorum.”
Virata sonunda onu karılarının ve kızlarının müzik ve dans öğretmeni olarak kabul etti. “Çok mutluyum,” dedi Arjuna. “Karılarının benden korkmalarına bir neden yok.” Arjuna’nın kadın kılığına girmesi şaşırtıcı gelebilir. Gölde konuşan sesin düşüncelerine yerleştirdiği gibi gizli arzusu mu söz konusuydu yoksa? Pek akla uygun olmamakla birlikte, dişiliği seçerek gökteki uzak dünyalarda kabul etmediği aspara Urvasi’nin ilenmesine uyduğu ve bu olayla o ilenmenin yok olacağını da söylemek olasıdır. Günün her anında yalnızca kısa bir süre gizlice buluşan ve hizmetçiler arasına karışan beş kardeş ve karıları konuşmalarına ve davranışlarına çok dikkat ediyorlardı. Bir açık verseler, biri onları tamsa o anda yeniden on iki yıl daha ormanlara gitmek zorunda kalacaklardı. Yine de Draupadi’nin güzelliğini, ikizlerin yakışıklılığını ve ara sıra bahçede atları kaldırarak eğlenen Bhima’nın olağanüstü gücünü gözlerden uzak tutamıyorlardı. Bereket versin Yudiştira bütün tavla partilerini kazanıyor, bu durum bütün krallığını ve ailesini oyunda kaybeden şu efsane kral oluşundan kuşkulanılmasını engelliyordu. Arjuna’ya gelince, durmadan yaylardan, oklardan ve savaşla ilgili uzak yakın her şeyden korktuğunu belirten, makyajla yarı kadın olmuş bu dansözün dünyanın bir numaralı savaşçısı olduğunu kimse düşünemezdi. Yudiştira’nın brahman nişanı takıp yanından hiç ayrılmadığı kral Virata’nın sarayında birkaç hafta geçirdikten sonra herkesin tanıdığı kişiler oldular. En iyi hizmet eden onlardı, aranan kişiler olmuşlardı. Hatta sık sık akşamları kral onlardan yolculukları sırasında öğrendikleri bazı güzel öyküleri anlatmalarını istiyordu. Sarayda bulunanlar çevrelerine oturuyorlardı. Sözgelimi kralın küçük oğlu soruyordu: “Bişma’nın Hanuman’a rastladığı gerçek mi?” “Evet, gerçek,” diyerek yanıtlıyordu Yudiştira. Hanuman tıpkı Bhima gibi, Rüzgâr’ın oğlu adıyla bilinen, havalarda uçan ve tansıklı hareketleri dillere destan olan şu yarı Tanrı maymundu. Virata Yudiştira’ya sordu: “Nasıl oldu bu? Biliyor musun?” “Evet, biliyorum. Draupadi yüzünden oldu. O kadar güzeldi ki, ağaçlar bile o geçerken eğiliyordu. Bhima da dünyada onu her şeyden çok seviyordu. Beş kardeş arasında onu en çok seven kuşkusuz oydu. Onun için her şeyi yapardı.” Bhima aşçı giysileri içinde dinleyicilerin arkasında ayaktaydı. Arjuna, yüzünde peçesiyle kralın kızlarının yanına oturmuştu. Draupadi soğuk içki
sunuyordu. Nakula ve Sahadeva öteki hizmetçilerle birlikte dinliyorlardı. “Bir gün,” dedi Yudiştira, “kuzeybatı rüzgârı Tanrının imgesi olan bin taçyapraklı bir nilüfer çiçeği getirdi. Draupadi onu aldı ve şöyle diyerek Bhima’ya gösterdi: Çok seyrek görülen şu çiçeğe, şu Tanrısal çiçeğe bak. Aşkım için git bunlardan bana bir demet getir.” “Bhima gitti mi?” “Hemen o anda. Yüzünü rüzgâra dönerek yayını ve gürzünü alıp kuzeydoğuya doğru yola çıktı. Adımlarıyla yeri titreterek neşeli ve görkemli, ovaları ve dağları aştı. Babası olan Rüzgâr’ın getirdiği çiçeklerin kokusunu ciğerlerine çekiyordu. Islak kanatlı kuşları izleyerek bir gölün önüne vardı, göle girdi, berrak suda yavaş yavaş yüzdü, gölün kıyısına döndü, av borusunu öttürdü.” Çevresinde saray müzisyenlerinin doğaçlama türküler söylediği sırada, Arjuna bir çıkış yaparak öyküyü sürdürdü. “Bu borunun sesi uçsuz bucaksız bahçelerde uyuklayan kardeşi Hanuman’a kadar vardı. Hanuman kendi kendine şöyle dedi: Kardeşim tehlikelerle dolu gökyüzü yollarına doğru ilerliyor, daha uzaklara gitmemeli. Bunun için yere yattı ve kuyruğunu, uzun ve geniş kuyruğunu yolun ortasına yaydı.” Arjuna giysisinin bir ucunu yanına, yere koydu. Öykü yavaş yavaş oyunlaşıyordu. “Kimsin?” diye bağırdı, Hanuman rolünü oynayan Arjuna. “Nereye gidiyorsun? Anneleri birer hayvan olan bizler, doğru olanla doğru olmayanı pek iyi bilmeyiz, ama akıllı bir adam olan sen niçin bu kadar uzaklara geldin? Bu yol insanlara yasak, dön geri!” Bu sırada Bhima da yeri titreterek, halka olup dinleyenlerin ortasına atıldı, Arjuna’ya ve krala dönerek şöyle bağırdı: “Kimim ben?” diyerek yanıt verdi Bhima, Hanuman’ı basit bir maymun gibi algılayarak. “Bhima’yım ben, Kunti’nin ve Rüzgârın oğlu! Bırak geçeyim! Kalk yolumdan!” “Kalkamam,” dedi Hanuman rolünü oynayan Arjuna, “hastayım, hem de çok hasta. Gerçekten geçmek istiyorsan üstümden atla.” “Hayır, bir maymunun üstünden atlamayacağım! Geçmem için kalkmalısın! Benim de bir maymun kardeşim var, şu yarı Tanrı, görkemli Hanuman! Bir sıçrayışta denizi geçmiştir. Ben de onun gibi güçlüyüm. Kalk yoksa seni öldürürüm!” “Bağışla beni, yaşlıyım, kalkamıyorum artık. Yolun ortasındaki şu kuyruğumu kaldır da geç.” Bhima, maymunun kuyruğunu temsil eden kumaş parçasını tutmak için
eğildi. Önce önemsemeyerek sol eliyle kaldırmak istedi. Seyredenler sesleriyle, müzisyenler de şarkılarıyla onu destekliyorlardı. Bhima, Bhima’yı oynayarak şöyle diyordu: “Bhima maymunun kuyruğunu sol eliyle tutup çekti, ama kaldıramadı. Sağ eliyle tuttu çekti, ama kaldıramadı. İki eliyle birden tutup çekti, ama kaldıramadı. Kaşını kaldırıp alnını kırıştırarak kan ter içinde gerildi, bütün gücüyle asıldı, ama kuyruğu kaldıramadı. O zaman maymunun önünde diz çöküp şöyle dedi: Bağışla beni. Bir maymun şekline giren sen kimsin? Bu bir gizem değilse, söyle bana nedir?” Bhima kardeşinin, gerçek kardeşi Arjuna’nın önünde diz çöktü. Arjuna ona şöyle dedi: “Kardeşin Hanuman’ım ben. Bu yol ölüm tehlikeleriyle dolu, geçilemez. Bu nedenle geçmene engel oldum.” “Hanuman mısın sen?” “Evet, bundan kuşkun olmasın.” “Babamın oğluyla bu karşılaşmadan son derece mutluyum, ama senden bir isteğim var: Şu eşi bulunmaz dev biçimini göster bana.” “Bu biçimi kimse göremez. Evet, bir zamanlar insanlar onu görebiliyordu, ama şimdi zaman yakıp yıkma zamanı. Toprak, ağaçlar, insanlar, Tanrılar zamanın gidişine uyuyorlar. Ruhlar ölüyor, bedenler ölüyor, biçimler bile ölüyor. Biçimim öldü.” Müzisyenler araya girmişlerdi. Salonda garip bir sessizlik seziliyordu. Herkes Arjuna’nın söylediği -biri Hanuman’ın biri de hadım maskesi gibi iki maske altında- sözleri düşünüyordu. İlk soruyu kral Virata sordu: “Hanuman şunu mu söyledi? Yakıp yıkma çağında mı yaşıyoruz dedi?” “Şunları da ekledi, dinleyin,” dedi Yudiştira o zaman. Yüzü ciddileşti, birkaç adım yürüdü ve sanki konuşan Hanuman’mış gibi (ama sözde brahmanın her tümceyi düşünerek söylediği iyice seziliyordu) Kâliyuga’nın ürkütücü haberine benzer, belleklerden silinmeyecek şu sözleri söyledi: “Barbar kralların, kokuşmuş dünyanın egemen olduğu, insanları kısa ömürlü, on altı yaşından başlayarak saçları aklaşmış, bodur, güçsüz, cesaretsiz ve hepsi katı yürekli, insanların hayvanlarla çiftleştiği, kadınların ağızlarıyla sevişen birer orospu olduğu, inekleri süt, ağaçları meyve vermez olmuş, çiçekleri tükenmiş, utanma sıkılma kalmamış, açgözlülük, dolandırıcılık, ticaretin alıp yürüdüğü bir başka çağın geldiğini görüyorum, kâli çağıdır bu, karanlık çağdır… Kar bir çöl
oluyor, cinayet kentlerde kol geziyor, kan içen hayvanlar anayollarda uyuyor, kuraklık ve kıtlık kasıp kavuruyor, bütün suları gökyüzü içiyor, toprak ölü ve sıcak, o sırada rüzgârla gelen ateş havaya yükseliyor, ateş toprağı deliyor, yeraltı dünyasını yok ediyor, rüzgâr ve ateş dünyayı kireçleştiriyor, yıldırımdan çelenkleriyle deniz canavarlarına ve çatır çatır çöken kentlere benzer mavi, sarı ve kızıl bulutlar yükseliyor… Su düşüyor, su toprağı boğuyor, fırtına on iki yıl sürüyor, dağlar suları yarıyor, dünyayı göremiyorum artık… O zaman insansız, hayvansız, ağaçsız dünyada yalnızca gri bir deniz kalınca yaratıcı Baştanrı korkunç rüzgârı içer ve uyur…” Salona bir sessizlik çöktü. Duvarlar söylenen sözlerden hâlâ sarsılıyor gibiydi. O sırada kralın küçük oğlu sordu: “Ya Bhima ne dedi?” Kımıldamalar hemen yeniden başladı. Bhima kendi yerine yanıt verdi: “Bhima, Hanuman’a şöyle dedi: İnatçıyım, eski biçimini görmeden ayrılmam! O zaman kardeşinin isteğini yerine getirmek için gülümseyerek büyümeye, irileşmeye başladı, ağzı bulutları aştı, uzayın bütün noktalarını kaplayarak kıpkızıl gözleriyle, sipsivri dişleriyle sınırsız ve ölçüye sığmaz bir biçimde dikeliyordu!.. Şaşkına uğrayan Bhima ona şöyle dedi: Küçül! Küçül! Önceki biçimine dön! Sana bakamıyorum artık!” Arjuna öyküyü sürdürdü: “Hanuman yeniden maymlln biçimine döndü ve kardeşine şöyle dedi: Nilüfer çiçeklerine doğru yoluna devam et, şiddet kullanmadan topla onları, alçakgönüllü ve sabırlı ol, seni seviyorum, izin ver de kucaklayayım, öpeyim ve bu öpücük yorgunluğunu gidersin.” İki gerçek kardeş kucaklaştılar. Bhima’nın bir demet çiçekle Draupadi’nin yanına dönüşüyle öykü hemen son buldu. Herkes, içinde Yudiştira’nın sözlerindeki karamsar ve özlü yankıyı duyumsayarak uyumaya gitti. Kaba, aç gözlü ve kendi kendine çok böbürlenen bir adam olan general Kiçaka, Draupadi’yi ilk kez gördü, kalbinden vurulduğunu sandı. Şimdiye kadar görüp tanıdığı bütün kadınlardan daha fazla arzu duyulan bir kadın gibi görünmüştü. Ona sahip olmaya karar verdi ve bir bahaneyle sarayına göndertti. Draupadi’yle görüşmek için çiçek, parfüm ve bir fildişi yastık gerekti. Draupadi saraya geldiği zaman artık bütün öteki karılarının ona hizmet edeceklerini bildirdi. Eşsiz ve ay gibi parlak olduğunu söyledi ona. Elleri titreyerek göğüslerini, dudaklarını, kemerli entarisinin kıvrımlarını, bir ırmağın
ortasında ada gibi görünen gizli aşk evini, dişilik organım bile betimleyerek çevresinde dolanıyordu. Nasıl olsa bir hizmetçinin karşı koyamayacağı düşüncesiyle, arzu duyarak ona hemen sahip olmak istedi. Draupadi karşı koyunca onu korkuttu, kralın zayıflığını, Kiçaka olarak kendi gücünü dile getirdi. “Dokunma bana!” dedi Draupadi. Hastasın sen, şimdiden ölü gibi görüyorum seni!” “Ben mi hastayım? Tam tersi! Seni bir ejderha gibi seveceğim! Gel, gel, zevklendir beni!” “Çok geniş bir ırmağı kayıksız geçmek isteyen aptal bir çocuk gibi davranıyorsun,” dedi kadın. General öfkelendi. Bir silâh çıkararak bağırdı: “Sen kim oluyorsun da bana hayır diyorsun? Gel diyorum sana! Gel ve sus!” Hançerini Draupadi’nin boğazına dayadı. Draupadi ancak kralın gelişiyle kurtuldu, kral Kiçaka’ya kendisine katılmasını söylüyordu, çünkü herhalde tavla oynamak istiyordu. Draupadi, ayrılmadan önce, öfkesini yatıştırmak için, geç saatlerde kimsenin bulunmadığı yeni dans salonda ertesi akşam buluşmalarını önerdi generale. Memnun olan Kiçaka kabul etti. Gururu kırılan ve korkan Draupadi hemen mutfağın yakınında bir kilerde uyuyan Bhima’nın yanına gitti. Bir kuşku uyandırmamak, birbirlerini tanıdıkları izlenimini vermemek için beş kardeş ve Draupadi özel olarak bir araya gelmekten özenle kaçınıyorlardı. Ama sürgünü hiçir zaman hazmedemeyen Draupadi bu kez tehlike peşinde ve tehlikeyi davet ediyor gibiydi. Uyandırmak için Bhima’yı sarsarak kendisine hiçbir zaman karşı koymayacağını bildiği için şöyle dedi: “Nasıl uyuyabiliyorsun? Uyan! Yalnızım ve korkuyorum. Kardeşlerinin öldüklerini sanıyorum.” “Ne diyorsun?” “Ağabeyin yalnızca oyun için yaşıyor. O ki yeryüzünü besliyordu, şimdiyse yiyeceğini el elinden bekliyor. Ey Bhima! Sen de bir mutfakta sebze ayıklıyorsun… Her şeyin üstesinden gelen Arjuna da kralın kızlarına dans öğretmenliği yapıyor! Bir kuyuda gizlenmiş bir ateş gibi! Evet, üzgünüm, utanıyorum, artık uyuyamıyorum, şu pis entarime, yıpranmış ellerime bak, kimilerinin bizden kuşkulandıklarını biliyorum, ama şaşkınım, yüreğim hızla çarpıyor, dinle…” Ve Bhima’nın elini göğsünün üstüne koydu.
Şöyle dedi: “Kiçaka’nın zorbalığı hâlâ içimi yakıyor. Biliyorum bana yeniden saldıracak, ama onun kucağına düşmektense zehir içerim daha iyi.” Draupadi’nin sıkıntısı ve sıcak teninin dokunmasıyla son derece heyecanlanan Bhima sordu: “Benden ne istiyorsun?” Draupadi ne istediğini ona söyledi. Ertesi gün gecenin ilk gölgeleri daha yeni ortaya çıktığı sırada general Kiçaka, karılarının ve hizmetçilerinin dalkavukça sözleriyle uğurlanarak sarayından ayrıldı. Sabahtan beri bütün giysilerini, bütün süslerini, bütün kokularını deneyerek hazırlanıyordu. Kendini insanların en güçlüsü, en yakışıklısı ve dayanılmazı sanıyordu. Yeni dans salonunun kapısına vardığı zaman ortalık bir hayli kararmıştı. Acemi bir âşık gibi gizlice içeri girdi, karanlıkta elleri önde ilerleyerek duraksayan bir sesle: “Orada mısın?.. Benim… Yanıt ver bana…” dedi. Bir kumaş altına gizlenmiş yerde uzanan kabarık bir şeye ayağı takıldı. Durdu, eğildi, yavaşça bu şeyi eliyle yokladı. “Ah! Ne kadar mutluyum,” dedi. “Sayıklıyorum galiba…” Kumaştan bir el çıktı ve ensesine dokundu. “Evet, evet, okşa beni,” dedi Kiçaka. Artık gönlü olan avının okşama sanatını bildiği ve sevişmeye karar verdiği izlenimini yaratarak, el önce yavaş yavaş okşamaya başladı. Okşamalar gitgide daha belirgin, daha güçlü, hatta çok güçlü hale geldi. “Hiç böylesine güçlü okşanmamıştım!” diyordu Kiçaka vücudunu eğip heyecanlanarak. Pencerelerden solgun bir ışık sızıyor ve yerde uzanan şekli açığa çıkarıyordu. Ama Kiçaka hiçbir şeye bakmıyordu. Arzu zihnini durdurmuş, kendini mutlu edeceğini sandığı şeye kaptırmıştı. Birden kumaş parçasını kaldırdı, kendini bekleyen vücudun yanına girdi, tatlı tatlı şöyle dedi: “Konuş, bir şeyler söyle bana.” O sırada kalın ve kaba bir sesin, bir erkek sesinin, Bhima’nın sesinin kumaşın altından çıkarak şöyle dediğini duydu: “Doğruymuş, gerçekten en yakışıklısı sensin.” Kiçaka, o anda bütün varlığıyla mutlak bir ölüm korkusuna kapılarak dehşet
içinde hiç konuşmadan ayağa kalktı. Sert ve kocaman yılanlar gibi güçlü kollar vücudunu sarıyordu. Ve ses devam ediyordu: “Evet, şimdi seni kollarıma alıyorum, çiçek demetleriyle süslenmiş saçlarını tutuyorum. Buraya gelirken aradığın ve hazırlandığın şeyin ölüm olduğunu bilmiyordun. Bak parmaklarım etine gömülüyor, zevkten çatırdayan kemiklerini duyumsuyorum, aşkım benim, seni un edeceğim…” Kiçaka gerçekten korkunç hırıltılar içinde ezildi. Bişma ondan ne kafasının, ne de kol ve bacaklarının belli olduğu bir top yaptı. Bu topu ancak ertesi sabah buldular. Kiçaka’yı giysisinden ve parfümünden tanıdılar. Saraya ve bütün krallığa bilinmeyen ve bilinmemesi daha iyi olacak nedenlerle korkunç bir şeytanın onu kucaklayıp hamur gibi yoğurarak öldürdüğü söylentisi yayıldı.
ŞAHİN İLE GÜVERCİN Yudiştira, bildiği on altı bin özgün öykü arasından şunu özellikle çok seviyordu (kuşkusuz bu öyküde kendisinin şaşırtıcı bir aynasını görüyordu): Adaletiyle ünlü bir kral vardı. Yeryüzünün en adaletli kralı olduğu bile söyleniyordu. Bir gün bir güvercin gelip kralın kalçasına kondu, kraldan kendisini korumasını istedi. “Söz veriyorum sana,” dedi kral güvercine. Aynı anda cılız bir şahin gelip yakındaki bir dala kondu ve krala: “O güvercin benim. Bana ver onu,” dedi. “Hayır olmaz,” dedi kral. “Düşmanından korkan bir hayvan teslim edilmez.” Şahin kralın dikkatini çekerek şöyle dedi: “Yeryüzünün bütün adaletleri adalet adının yalnızca sana yaraştığını söylüyorlar. Öyleyse neden adalete karşı çıkıyorsun? Açlık yüzünden çektiğim sıkıntıları bu güvercin hafıfletmeli. Bana ver onu.” Kral bakışlarını korku içindeki güvercine çevirdi ve şahine: “Titreyen haline bak şunun,” dedi. “Varlığını bana emanet etti. Onu veremem.” “Bütün her şey besinle sürdürülüyor,” diyerek açıklamada bulundu şahin. “Besin olmadan yaşam olmuyor. Dünya kurulduğundan bu yana, doğanın düzenli kalıtım yasasıyla bu güvercin bugün benim yiyeceğim olarak belirlendi. Onu bana ver.” “Verdiğim söz yazgıdan daha güçlüdür,” dedi kral. “Dharma’dan da mı güçlü?” “Elbette,” diye yanıtladı kral. O zaman şahin zayıflıktan ölüyormuş gibi göründü. “Yiyeceğim olmadığı için canım çıkacak,” dedi. “Benimle birlikte eşim ve oğlum da ölecekler: Bir tek cana karşı birçok can. Sana şunu söylüyorum: Erdemi yok eden erdem sahte bir erdemdir, zalim bir erdem. Gerçek erdem zorunlu olarak çelişkileri aşar. Lehte ve aleyhte olan öğeleri tartar ve adil
olandan yana karar verir. Karar veremeyen erdem erdem değildir.” Şahinin söylediklerini dikkatle dinleyen kral yanıt verdi: “Söylediklerin çok anlamlı. Ama yardıma gereksinimi olan bir canlı varlığı nasıl bırakırım, böyle bir eylem sana göre nasıl iyi olabilir? Başka bir şey yiyebilirsin, bir öküz, bir domuz, bir ceylan.” “Şahinler domuzları yemezler. Şahinler güvercinleri yerler. Bu, sonsuza kadar sürecek bir yasadır, şahinlerin Dharma’sidir bu.” “Sana ne istersen vereyim!” diye haykırdı kral. “Bütün bir öküz getirteyim! Bütün hayvanlarımı, bütün krallığımı vereyim! Ama bu güvercini isteme benden.” Biraz düşündükten sonra şahin şöyle dedi: “Yalnızca bir şeyi kabul ederim.” “Söyle, nedir?” “Bu güvercini bu kadar çok seviyorsan, sağ kalçandan güvercinin ağırlığı kadar bir parça kes ve onu bana ver.” “Bir terazi getirilsin!” diye emretti kral. Bir terazi getirildi. Kefelerinden birine korkudan titreyen güvercin konuldu. Kral ince uzun bir bıçağı tutup kalçasından bir parça et kesti ve öteki kefeye koydu. Ama güvercinin ağırlığı kesilen parçanın ağırlığından fazlaydı. Kral bir parça daha kesti, kefeye koydu. O da yetmedi. Bir parça daha, bir başka parça daha kesti. Ama, güvercin kralın kalçasından kestiği parçalardan hâlâ daha ağırdı. Kral öteki kalçasını da kesti. Kollarından, göğsünden parçalar kesti, bütün etini kesti. Sonunda, kala kala ortada yalnızca kanlı bir iskelet kalmıştı, kefeye kendi çıktı. Terazide hiç hareket olmadı. Güvercinin ağırlığı kralın ağırlığından daha fazlaydı. O zaman şahin: “Ben ve güvercin, biz buraya dünyanın en adaletli adamı denilen seni tanımak için geldik,” dedi. Ve iki kuş birlikte uçup gittiler.
İNEK SAVAŞI Beş kardeş ve kanları on bir aydan fazla bir zamandan beri kral Virata’nın sarayında yaşadıkları, karanlıktan aydınlığa çıkma ve krallıklarına kavuşma zamanı yaklaştığı sırada bir savaş başladı. Buna “İnek savaşı” denilir, çünkü saldırganların hedefi görünüşte Virata’nın otuz bin hayvanını ele geçirmekti. Ama bu saldırganlar Karna’dan yardım gören Duryodhana, Dushassana ve kardeşlerinden başkası olmadığı için, kimi yorumcular bu saldırının -Bişma ve Drona “İnekler için savaşılmaz,” diyerek bu saldırıya katılmayı kabul etmedilerdaha gizli bir niyete dayandığını düşündüler: Asıl amaç bir yerlerde gizlendikleri bilinen Pandavaları kaderlerine yazılı tarihten önce ortaya çıkmaya zorlamaktı. Düşman akınından çılgına dönen barışsever Virata, bütün ülkesinde savaş hali ilan edilmesini, fillerinin, savaşçılarının toplanmalarını istedi. Ama şeytanın ufatarak top haline getirdiği Kiçaka olmadan ordulara kim komuta edecekti? Virata pek fazla düşünmeden verdiği bir kararla daha on beş yaşındaki oğlunu komutanlığa atadı. “Bir erkek bugün olmazsa yarın, eninde sonunda savaşmak zorundadır,” dedi. “İşte senin için o gün geldi.” O anda düşman birliklerine kimin komuta ettiği bilinmiyordu. İleri karakol gözetleyicileri yabancı savaşçıların krallığa girdiklerini bildiriyorlardı, ama inek çalmak isteyen basit bir eşkıya çetesi de olabilirdi. Biraz şaşıran genç prens, komutanlığı seve seve kabul edeceğini, ama arabası için kendisine çok yetenekli bir arabacı gerektiğini söyledi. “İyi bir arabacı bulun bana,” dedi herkesin önünde. “İnekleri geri getireceğim.” Bu sahne sarayda bulunanların önünde geçiyordu. Beş kardeş de değişik kılıklar altında orada bulunuyorlardı. Draupadi’nin genç prense doğru ilerlediğini ve ona şöyle dediğini şaşkınlık ve kaygı içinde duydular: “Ben çok iyi bir arabacı tanıyorum. Atları harekete geçirme, yönetme, durdurma konusunda çok yeteneklidir. Vaktiyle Pandu’nun oğullarının
arabacılığını yapmıştır.” “Kim bu?” diye sordu genç prens. Draupadi parmağıyla Arjuna’yı göstererek şöyle dedi: “Şu.” Arjuna kaygılanmış ve şaşırmış gibiydi. Herkes şaşırmıştı. Bir şarkıcı mı? Kadınsı bir hadım mı? Savaşta bir arabayı nasıl kullanabilir? Ne tuhaf düşünce!” “Dünyada benzeri yoktur,” dedi Draupadi genç prense, “arabacın o olursa kazanırsın.” “Ama görüyorsun, bir eşcinsel o! Eli ayağı titriyor, korkuyor, neredeyse korkudan ölecek!..” Genç prens silâhını kadın giysileri içinde dehşete düşmüş yüzünü saklayan Arjuna’nın üstüne kaldırdı. “Bu mu benimle savaşa gidecek?” “Ben bildiğimi söyledim,” dedi Draupadi. Kesin bir tehlikenin yaklaştığını sezinleyen Arjuna ayağa kalktı, abartılı kadınsı davranışlar göstererek bağırdı: “Ben bir arabayı nasıl kullanırım? Dizginleri nasıl tutarım? Atlardan çok korkuyorum!” “Yalan söylüyor,” dedi o zaman Draupadi. “Arjuna’nın arabacısıydı.” “Arjuna’nın arabacısı mı?” “Evet, birbirlerinden hiç ayrılmazlardı, gidilecek bir yere ayrı gitmezlerdi.” “Öyleyse,” dedi birden genç prens, “arabacım olmayı kabul etmelisin. Arjuna benim gözbebeğim. Gel, güldür kadınları. Bir kalkanla silâhlar getirilsin.” Bir kalkan getirdiler. Arjuna kalkanı yere koyarak önce ayaklarını sokmayı denedi. Kahkahalar arasında düştü. Kendisine bir kılıç uzattıkları zaman, beceriksizce kılıcın ağzından tuttu, yaralanmışa benziyordu, bağırarak kılıcı elinden yere attı: “Bir kılıç mı?” diyordu. “Bir kılıç, bir yay ve oklar, ne yapmaya yarar? Ama ben ömrümde hiç yay tutmadım ki!” Dikkatsizlik sonucu fırlayabilecek şaşkın bir oktan korunmak için mobilyalar arkasına yere yatan nedimeleri ve kadınları korkutan bir hareketle bir yayı tutup gerdi. “Bir savaş! Kan! Ter! Pislik! Ne korkunç şey!” Genç prens ona sordu: “Arjuna’nın arabacısı oldun mu, olmadın mı?” “Evet, ama o zamandan bu yana…”
“Öyleyse durdur bu komediyi! Arabacım ol!” Hep eşkıyaları düşünen kral emir verdi: “Tamam, karar verildi. Oğlumun arabacısı olacaksın! Hadi bakalım birlikler sizi bekliyor!” Dışarı çıktıkları sırada, kadınlardan biri sırıtarak Arjuna’ya şöyle dedi: “Utkuyla dönerken bize güzel kumaşlar getirmeyi unutma!” Onlar ayrıldıktan sonra, küçük bir sahne Draupadi’yle öteki kardeşleri karşı karşıya getirdi. Draupadi ne yapmak istiyordu? On üçüncü yıl daha bitmemişti. Neden Arjuna’yı savaşa katılmaya zorluyordu? Draupadi onlara Duryodhana’nın ve kardeşlerinin saldırganların başında bulunduğunu söyledi. “Ama bizi krallıktan atmaları için onlara iyi bir fırsat veriyorsun!” diyerek bağırdı Nakula. “Draupadi sen savaş mı istiyorsun?” Bir kez daha kimi eylemlerin nedenleri karışık, gizli ve ara sıra da çelişkili görülebilir. Ama o gün Draupadi açık seçik şöyle yanıt verdi: “Evet, Nakula. Savaş başlamıştır, bunu biliyorum. Sessiz ve boyun eğmiş olarak dönmeyeceğim. Hiçbir şeyi unutmayacağımı söyledim. Belki denizin kuruduğu ve gökyüzünün rengini yitirdiği görülecek, ama sözümden döndüğümü kimse göremeyecek.” Kralın genç oğlu saldırganlarla yüz yüze gelince, büyük bir ordu ve ünlü komutanlarla karşılaştı. Yanında bir hadım ve eğitimsiz birliklerle yalnız başına Karna ve Duryodhana’yla savaşma düşüncesiyle korkuya kapılarak arabasından atladı ve saklanacak bir yer bulmak için olanca gücüyle kaçmaya başladı. Arjuna da arabadan atladı, onu yakalamak için koştu. Çok şaşıran Karna ve Duryodhana, savaş alanında bir kadının bir gencin arkasından koştuğunu gördüler. Birliklerine dur emri verdiler. Kadın prensi yakaladı ve durdurdu. O anda Karna onu tanıdı. “Arjuna bu,” dedi. Kralın oğluna güven vererek, onu yeniden savaşa yönlendirirken Arjuna gerçekten de kendini belli etmişti. “Gel,” diyordu, soluk soluğa kalmış genç prense. “Ben Arjuna’yım. Bu savaşta senin için hiçbir tehlike yok.” “Arjuna mısın?” “Şaşkınlığı bırak. Arabayı sen kullanacaksın, ben de savaşacağım. Korkma artık.” Genç prens sakinleşti ve ayağa kalktı. Arjuna o zamana kadar gizlediği yayı
Gandiva’yı aldı ve savaş alanında vınlattı. Bütün savaşçılar havayı titreten bu vınlamayı tanıdılar. Arjuna kadın giysilerini çıkarıp kendi kılığına dönüyor ve arabasına oturuyordu. “Evet, Arjuna bu,” diyerek yineledi Karna yavaşça. “On üçüncü yıl daha bitmedi ve o bizim karşımıza çıkıyor!” diyerek bağırdı Duryodhana. “Kendini ele veriyor! O ve kardeşleri on iki yıl daha ormana dönmek zorundalar! Anlaşmaya uymadılar!” “Hadi savaşalım,” dedi Karna basitçe. O sırada sarayda kral Virata kaygılarını yenmek için Yudiştira’yla bir kez daha tavla oynuyordu. “Hiç korkma,” diyordu belki de kendi kendine güven vermeye çalışan sahte brahman.” Arabacısı yamndayken oğlun için hiçbir tehlike yok. Bütün inekleri geri getirecek.” “Çok genç, çok dayanıksız… Ne akla hizmet ettim de onu gönderdim?” “Bırak telâşlanmayı. Bu arabacıyla bütün dünyaya karşı koyabilir.” Bir süre sonra, birden kentin her yanında utku haberi duyuldu. Genç prens çevresinde böğürtülerle utku kazanarak dönüyor, inekleri geri getiriyordu. Sevinçten yerinde duramayan kral müzisyenleri ve dansözleri oğlunu karşılamaya gönderdi, ivedi emir verdi: “Bütün kadınlar ona varsın! Atlara ve ineklere su verilsin! Bütün halk onu kutlasın! Kent çiçeklerle donatılsın!” Sonra, oğlu saraya gelinceye kadar tavla partisine yeniden başlamak istedi. “Olmaz,” dedi Yudiştira, “sevinçli bir oyuncuyla oynanamaz.” “Neden oynanmasın, oyna!” “Oyun felâket yaratır. Yudiştira’yı anımsa!” “Oyna diyorum sana! Bu benim mutlu günüm!” Oğlunun utkusundan sevinç duyan krala Yudiştira şöyle dedi: “O arabacıyla yenilemezdi.” “Oğlum utku kazandı, bundan daha tatlı söz olamaz!” “O arabacıyla utku kesindi.” “Ne söylüyorsun sen?” diye sordu kral, karşısındakinin üstelemesine öfkelenerek. “Gerçeği söylüyorum: O arabacıyla dünyayı yenebilirdi.” “Şu eşcinselden söz etmen bitmedi mi? Oğlumu hor görmen bitmedi mi?” “Böyle bir arabacıyla Tanrıları ve şeytanları bile yenebilirdi!”
“Dilin kopsun! Yeter! Sus artık!” Kral kolunu kaldırıp elindeki zarı fırlattı. Zar Yudiştira’nın yüzüne vurdu, burnu kanamaya başladı. O anda elinde bir bezle Draupadi oraya koştu. “Ne yapıyorsun?” diye sordu kral. “Kanını siliyorum, kanı yere dökülmemeli.” “Niçin?” Draupadi yanıt verme olanağı bulamadı. O anda şamatalar, bağırmalar, trampetler ve renk renk toz bulutları arasında genç prens saraya giriyordu. “Oğlum!” diyerek haykırdı kral. “Gel seni kucaklayayım! Gel bana savaşım anlat!” Duyduğu gururdan ağlayan kral oğlunu bağrına bastı. Ama prens birden Yudiştira’nın kanayan yerini gördü ve sordu: “Kim yaraladı bu adamı?” “Ben,” dedi kral, “hak etti bunu, çünkü ben seni övdükçe, o yalnızca arabacından söz ediyordu.” “Özür dile ondan. Hemen.” “Ben mi? Af dilemek mi?” “Zaten bağışladım seni,” dedi Yudiştira. “Ama kanım yere aksaydı, sen ve krallığın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktın.” “Niçin?” Şunları söyleyerek, genç prens kendisi yanıtladı: “Çünkü bu adam Yudiştira, çünkü arabacım Arjuna, çünkü bu hizmetçi Draupadi, çünkü işte Bhima, Nakula ve Sahadeva.” Yeryüzündeki her hareketin durmuş gibi göründüğü ani sessizlik içinde, kral yavaşça gözkapakiarını kapadı, şöyle dedi: “Gözlerime inanamıyorum. Doğru mu bu?” “Doğru,” dedi oğlu. “Arjuna ordularımın başında benim yerime savaştı. Düşmanlar savaşa devam etmemeyi yeğlediler.” Sarayı alışılmamış bir ışık aydınlatıyormuş gibiydi. Herkes güçlükle soluyarak bakıyordu. Beş kardeş ve karıları birbirlerine sokulmuş, Yudiştira’nın çevresinde toplanmış, sanki tekvücut olmuşlardı. “Sarayımı gizlice onurlandırdınız,” dedi kral. “Sizin için şimdi ne yapabilirim? Arjuna, kızımı sana vereyim.” Arjuna yeni bir karı daha alamayacak kadar yaşlı olduğunu düşünerek, genç prensesi Krişna’nın bacısı Subhadra’dan doğan oğlu Abhimanyu adına kabul etti. Hayranlık uyandıran yiğit bir delikanlı olan ve annesiyle birlikte yaşayan Abhimanyu’yu, Arjuna sürgüne gidişlerinden bu yana görmemişti. Abhimanyu
on altı yaşındaydı. Daha sonra Arjuna, savaş alanında eline geçirdiği birkaç parça kumaşı alarak kendisiyle alay eden kadına yaklaştı. “Bak,” dedi, “işte benden istediğin kumaşlar. Biraz kan lekesi bulaşmış, ama fazla uğraşmadan temizlersin.” Yudiştira krala dönerek: “Virata, şimdi senden ayrılacağız, çünkü sürgün süresi bitiyor.” O zaman kral ona önemle şöyle dedi: “Gitmeden önce bana yanıt ver. Karanlık bir çağa girdiğimizi, her değerin ve her güzelliğin yok olacağım söyledin. Öyleyse savaşmanın ne yararı var?” Yudiştira bu haklı soruyu yanıtlamadan başım eğdi. Virata ekledi: “Ben de oğlum gibiyim. Bir düşünce beni kaygılandırıyor, kafamdan silinmiyor: Bu dünyanın felâkete uğrayacağı doğru mu?” Kralın sorusunu izleyen sessizlikte, tanıdık bir sesin yanıt verdiği duyuldu: “Şimdiden uğradı bile.” Herkes başını çevirip baktı. Çocukla birlikte Vyasa görünmüştü. İlerledi ve durdu. Öyküsünün tam bu anında, kişilerinin sordukları soruyu yanıtlama gereğini duyuyordu kuşkusuz: Gelecekte nasıl yaşanacak? Umutsuzluğun dayanıklı ağında nasıl soluk alınacak, nasıl çalışılacak ve başkaları nasıl sevilip sayılacak? Vyasa kendi üslûbuna uygun bir öyküyle -şimdiye kadar tasarladıklarının belki de en güzeli- yanıtladı: “Evet,” dedi, “uzun zaman önce bütün yaratıklar yok olmuştu. Dünya yalnızca bir deniz, sisli, soğuk ve külrengi bir bataklıktı. Felâketten kurtulan yaşlı bir adam kalmıştı. Adı Markandeya’ydı, sığınacak bir yer, canlı bir varlık bulamadan umutsuzluk ve sıkıntı içinde bitkin bir halde yosun yeşili sularda yürüyor, yürüyordu. Birden nedenini bilmeden geriye döndü, bataklıkta bir ağacın, bir incir ağacının ve bu ağacın dibinde gülümseyen çok güzel bir çocuğun ortaya çıktığını gördü. Vyasa çocuğu onun yanında yere oturmuş olarak gösteriyordu. Soluk soluğa kalmış ve sallanarak yürüyen Markandeya durdu. Çocuk ona şöyle dedi: Bedenimde dinlenecek yer aradığını görüyorum. Bütün seyredenler, sanki bir gizemin kapısı önündeymiş gibi büyük bir dikkatle dinliyordu. “Yaşlı adam birden içinde, uzun bir insan ömrüne karşı tiksinti duydu. Çocuk ağzını açtı, güçlü bir rüzgâr esti, bir fırtına patladı ve Markandeya bu ağıza
doğru çekilip götürüldüğünü duyumsadı. İstemese de bütünüyle ağıza girdi, çocuğun karnının içine düştü. Oraya varınca çevresine bakınırken bir dereyle ağaçlar ve sürüler gördü, su taşıyan kadınlar, bir kent, sokaklar, insan kalabalığı ve ırmaklar gördü, evet çocuğun karnında sakin ve güzel bütün yeryüzünü gördü, okyanusu gördü, sınırsız gökyüzünü gördü. Bu gövdenin sonuna hiçbir zaman erişemeden uzun süre, yüzyıldan fazla yürüdü. Sonra rüzgâr yeniden yükseldi, yukarı doğru çekildiğini duyumsadı, çocuğun ağzından dışarı çıktı ve bu çocuğu incir ağacının altında gördü.” Vyasa kendisine eşlik eden çocuğa döndü. Kuşkusuz daha önceden bu öyküyü bilen çocuk o zamana Vyasa’ya Vyasa’ya dönerek şöyle dedi: “Çocuk gülümseyerek ona baktı ve şöyle dedi: Umarım şimdi dinlenmişsindir.”
ARJUNA’NIN ARJUNA’NIN SEÇÎMİ SE ÇÎMİ Krişna uyuyordu. Duryodhana onun odasına girdi ve yatağının başucuna oturup uyanmasını bekledi. Bir süre sonra Arjuna geldi. Bir baş hareketiyle Duryodhana’yı selâmladı, arkadaşının ayakucuna gösterişsizce oturdu. Krişna gözlerini açıp niçin geldiklerini sorduğu zaman Duryodhana yanıtladı: “Yürüyüş halindeki birlikler yeryüzüne yayılmış. Savaş bize doğru yaklaşıyor. Yardımını istemeye geldim Krişna.” “Ben de,” dedi Arjuna, “kardeşlerim adına.” Krişna önce savaşmak için hiçbir neden olmadığını, bu savaşın kendisini ilgilendirmediğini ve uyumak istediğini söyledi. Her zamanki sert haliyle Duryodhana ona yanıt verdi: “Bütün evren zorbalığa kapılmış. Hiçbir canlı yaratık ‘Bu savaş benim savaşım değir diyemez. Başkaları ölürken kim uyuyabilir ki?” Pandavaların kararlaştırılan günden önce salıverilmiş olduklarını da ekledi. Bu duruma göre, belki de on iki yıl ormanda dolaşmak zorunda kalacaklar. “Ama babam onları bağışlıyor,” dedi Duryodhana. Krallıklarından vazgeçsinler ve özgür öz gür olsunlar.” olsunlar.” Krişna, Arjuna’ya döndü. Arjuna sakin ve kararlı görünüyordu. “Bağışlanma istemiyoruz biz,” dedi. “Kardeşim Yudiştira kendisine ait olan krallığını istiyor. istiyor. Açık açık istiyor ve beklemeyecek.” Bu yanıt Duryodhana’yı çok öfkelendirdi. Bütün yıldız falcılarının -elbette kendi falcılarının- Yudiştira’nın bozguna uğrayacağını, kafasının kırılacağını, kan kusacağını, savaşçılarının ve fillerinin kılıçtan geçirileceğini haber verdiklerini söyledi. “Ben de,” dedi Arjuna, “zaferi duyumsadığımı söylüyorum, zafer benimle birlikte yürüyor. Yaşlanan gözüm geleceği ayna gibi görüyor. Akşamları,
karanlıktaki hayvanlar bir parça kapma k apma umuduyla çevremde toplanıyorlar.” Krişna her ikisini de sevdiğini, aralarında akrabalık bağlarının bulunduğunu, hiçbir tarafı tutamayacağını söyledi. Duryodhana bunu yanıtladı: “Buraya ilk ben girdim, beni tercih edeceksin.” “Doğru,” dedi o zaman Krişna kurnaz bir içtenlikle. “İlk sen girdin, ama gözlerimi açtığım zaman önce Arjuna’yı gördüm. Tercih Tercih edilme hakkı onun.” Krişna, Arjuna’ya dönerek şu seçimi önerdi ona: “Bir yana her şeyiyle donatılmış ve savaşmaya hazır savaşçılarımın tümünü, bir yana da silâhsız ve hiçbir savaşa katılmayacak olan yalnızca kendimi koyuyorum. Hangisini seçersin?” “Seni seçerim,” diyerek hemen yanıtladı Arjuna. “Silâhsız olarak yalnızca beni mi?” “Evet.” Duryodhana açıklık getirmek istiyordu. Krişna’ya sordu: “Öyleyse savaşçılarının tümü benim mi?” “Senin.” “Tam “T am donatılmış olarak mı? Hepsi de savaşmaya kararlı olarak mı?” “Kararlı ve sadık.” “Arjuna’ya karşı savaşmaya da mı?” “Evet, ona karşı da.” “Ya “Ya sen, sen savaşmayacak mısın? Diskini kullanmayacak mısın?” “Ben savaşmayacağım,” dedi Krişna. Duryodhana kalktı, bir zafer narası attı ve çıktı. Arjuna ile Krişna doğmakta olan günün ilk ışığında bir süre yalnız kaldılar. Arjuna, ruh ve madde arasında kesin bir seçim, tehlikeli bir seçim yapmıştı. Krişna bile kararsızdı, ne söyleyeceğini ve ne yapacağını bilmiyormuş gibi görünüyordu. “Beni seçerken neyi düşünüyordun?” diye sordu. “Ben güçlüyüm, senin gücüne gereksinimim yok. Ama arabamı sürmek için bana gereklisin. Her zaman bunu düşündüm. Arabacım ol benim/’ Krişna onun ellerini tutarak şöyle dedi: “Arabanı süreceğim. Söz veriyorum sana.”
KRİŞNA’NIN SON ÇABALARI Her şey savaşın başlayacağını haber veriyordu. İki tarafta hiç durmadan hazırlık yapılıyordu. Kışkırtılan kralların kimi Yudiştira’nın, kimileri de -daha çoğu- halen tahttaki kralın yanında yer alıyorlardı. Düşünde gürzünü sallayan ve çocuklarının öleceğini haber veren Bhima’yı gören babasının korkusu ve telâşı karşısında Duryodhana, ne olursa olsun yenilmeyeceğini söylüyor, şöyle diyordu: “Vaktiyle Bhima tek başına bütün kralları yendi, kimse onu öldüremez, bu bir gerçek, istediği zaman ölecek ve biz onun çevresinde kenetleneceğiz. Drona’yla oğlu Aswatthaman korkunç silâhlarıyla yanımızda. Ayrıca kimsenin yenemediği Karna da var. Bir de bizim yanımızda savaşacak bütün bu krallar! Yedi orduya karşı eksiksiz on bir ordumuz var, utku avcumuzun içinde!” Saltanatının -çünkü babası yönetimi ona bırakmıştı- zenginlik ve sükûnet içinde olduğunu herkes kabul ediyordu. Savaşçılarının bağlılıklarına güveniyordu. “Ozanlar benim için şiirler yazdılar. Çevremde mutluluk gördüm. Düşmanlarımızın geri dönüşünü kimse istemedi! Bana bir krallık verildi, onu bir numara yaptım. Bu krallığı parçalamayacağım, hatta hırpalamayacağım, aldığım gibi sapasağlam teslim edeceğim. Hiçbir şey vermeyeceğim!” Krişna’dan söz edilince, onun kendisine güçlü ordularını verdiğini söylüyordu: Ordularını vermek onu yok etmek miydi? Gerçekte kimsenin emin olmadığı sözde Tanrısallığına gelince, Duryodhana bunda olağanüstü hiçbir şey görmüyordu. “Ben de dindarım!” diyordu. “Okuyarak rüzgârı ve yağmuru durdurabilirim, suları güçlendirebilir im, bana zarar verebilecek şeytan da yok büyücü de! Ne bora, ne de ateş benim nefret ettiklerimi savunamaz!” Duryodhana, kendi efsanesinde yaşayan Bişma’dan Tanrısal kanıt olarak birliklerine komuta etmesini istedi. Bişma önce bu görevi kabul etmedi. Yüz dolaylarında bulunan yaşını öne sürdü. Her zaman krallığı ve ordusu olmadan
yaşadığını söyledi. “Ama sen yenilmez bir kişi değil misin? Benzersiz biri?” “Pandavalar oğullarım gibi, ben yetiştirdim onları, ailemi öldürmeye zorlama beni.” Sürekli ve saplantı bir kinle kendisine karşı çıkan Karna o zaman Bişma’ya kimilerine vaktiyle Sisupala’nın onur kırıcı sözlerini anımsatacak olan şu sözleri söyledi: “Bişma, bizi korkutan, bizi üzen her şey senden geliyor, biz doğmadan çok önce vaktiyle verdiğin şu çılgın sözden: Kadından uzak duracağım, hiçbir zaman çocuk sahibi olmayacağım! Faydası olmayan sonsuz yaşamını yiyip içerek burada kralın yanında geçirdin. Kendini savaştan uzak tutman temiz yaşamında bir leke olacak. Bu isteği geri çeviremezsin. Bana gelince, ben duraksamayacağım. Ne borcum varsa ödeyeceğim.” Kör kral yalvarır gibi ekledi: “Bişma, komutanlığı kabul et. Seninle ve Drona’yla her tehlike yok oluyor, artık hiç korkum olmayacak.” Bişma bağlılığının, verdiği sözlerin ve efsanesinin tuzağına tutularak komutanlığı kabul etmek zorunda kaldı. Ama Karna’nın kesinlikle savaşmaması koşuluyla. “Neden Karna boş dursun?” diye sordu Duryodhana. “Senin yıldızını söndürmesinden mi korkuyorsun?” “Hayır, korkum ondan değil.” “Ya neden?” Bişma sustu ve konuşmadı. Gerçek nedeni, Kama’yla beş kardeş arasında bildiği gizli akrabalığı söyleyemezdi. Karna ilerledi, kılıcını eline aldı ve ihtiyarın ayaklarının dibine koydu. “Peki,” dedi. “Ancak sen öldükten sonra savaşacağım.” Başka bir söz etmeden ayrıldı. Kral ailesinin bütün üyeleri ayrıldılar. Dritaraştra ve her zaman gözü bağlı karısı Gandhari, kendilerini hiç bırakmayan Bişma’yla buluştular. Önlerinde korkunç ve uykusuz bir başka uzun gece başlıyordu. Kör kral belirsiz ve canlı bir varlık gibi çevresinde bir felâketin dolaştığından kuşkulanıyordu. “Oğullarını yakıp kavuran kin aklını karıştırıyor,” diyordu Gandhari. “Senin olmayan şeyi alıkoymak istiyorsun.” Dritaraştra heyecana kapılmaya hakkı olmadığını biliyordu, çünkü tek bir düşüncesi her şeyi yok edebilirdi. Kanın kaygısı, oğullarının tutkusu ve yüksek sorumluluk duygusuyla gizlice kaçma ve hatta ölüm arzusu arasında bocalayan
kral, kendisini sakinleştirmeye çalışan ve şöyle diyen Bişma’nın sesini duyuyordu: “Bu dünyanın üstü de altı da tam bir karanlığa gömülmüş ve yüreğinde pek çok giz yatıyor…” Gün ağarırken Krişna’nın geldiği bildirildi. Barış uğruna son bir çaba için elçi olarak geliyordu. Elçilerin yalnızca görevlerini yaptıktan sonra neşelenmeleri gerektiğini söyleyerek sunulan meyveleri, hoş geldin armağanlarını kabul etmedi. Önce Dritaraştra’yla görüşmek istedi, ama kral onu gerçek söz sahibi olan büyük oğlu Duryodhana’ya gönderdi. Krişna, Duryodhana’ya döndü, şöyle dedi: “Soylu bir ailede doğdun, eğitildin, niteliklisin, konuşuyorsun ve sözünü dinliyorlar. Ama yaşamını yıkıyorsun. Öğütleri dinlemeyenin ham meyve yemiş gibi midesi yanar. Dostları bir süre inler, sonra felâketle karşılaşır, yeryüzü tiksinir ve yüzüstü bırakır onu. Eksiksiz, görkemli ve evrensel bir krallık istiyorsun, kendinin efendisi ol, başkalarını hor görme.” Krişna’nın öğütlerinin üstüne Bişma, Drona ve hatta kör kral ricalarını eklediler. Ama hiçbir şey Duryodhana’nın inadını kıramıyordu. “Konuşurken,” dedi Krişna’ya “hep beni kınıyorsun, her şey her zaman benden biliniyor, benden nefret ediyorsunuz, ama yine de hiçbir zaman en küçük bir kusur işlemiş değilim! Hiçbir zaman! Tavla oyununu Shakuni kazandı, ben hiç karışmadım. Sana bir soru soruyorum Krişna: Barışı sağlayabileceğine inanıyor musun?” “Olabilir, söylediğime inanıyorum, yoksa söylemezdim.” “Ama yalan söylemeden dinliyorsan, içinde savaş bulutlarının yükseldiğini duyumsamıyor musun?” “Galibi olmayan savaşa bir savaş mı denir?” diye sordu Krişna. Herkesin öleceğini bile bile hangi aklı başında bir adam savaşa atılır?” Bu sözlere Duryodhana silâhlarla ölümün güzel bir ölüm olduğunu ve ne olursa olsun hiçbir zaman pes etmeyeceğini söyleyerek yanıt verdi. O zaman Krişna ona son önerisini yaptı: “Yudiştira’nın yanından ayrılırken bana gizlice şunu söyledi,” dedi: “Dritaraştra bize beş köy, yalnızca beş köy bıraksın ve savaş olmasın.” Bu şaşılacak kadar az istek Duryodhana’yı öfkelendirdi, Duryodhana şöyle bağırdı: “Bir kral krallığıyla oynamaz! Bir kral beş köy isteyecek kadar alçalmaz!
Bütün gücüm yerinde. Değil beş köy bir köy bile vermem, iğne ucu kadar toprak vermem!” Bu kez Krişna sesini yükselterek sert yanıt verdi: “Bir noktada rahat ol: Güzel bir ölümün olacak! Yeryüzünün kurbana gereksinimi varsa görkemli bir kıyım göreceğiz! Biliyorsun, tavla oyunu hileliydi! Draupadi herkesin önünde sürüklendi. Sense hiç kusur işlemediğini söylüyorsun.” Beklenmdik bir anda Duryodhana kardeşleriyle birlikte salondan çıktı. Dushassana’nın kışkırtmasıyla, Krişna’nın isteğine uymayı, ona yenilip tutsak olmayı kabul etmiyordu. Ama Krişna onun bu niyetini sezinledi, kör krala ve Gandhari’ye durumu bildirdi. Çok- telâşlanan kral ve karısı, ellerinde silâhlarıyla geri dönen çocuklarını yatıştırmaya çalıştılar. Gandhari Duryodhana’nın kolundan asılarak şöyle diyordu: “Oğlum, kinin önce kendine zarar veriyor. On üç yıldır öfkelisin, sakin ol!” Drona da araya girmeyi denedi. Bişma Duryodhana’ya aklını kaçırdığım, gerçekten deli olduğunu, kendinde Tanrısal bir güç bulunduğuna inanan bir adamı ele geçirmek istediğini bağırarak söyledi. Tepeden tırnağa pırıl pırıl silâhlarla donanmış Krişna, Duryodhana’ya şöyle diyerek ayağa kalktı: “Beni yalnız mı sanıyorsun? Bak.” Put gibi ayakta durdu. O anda olup bitenler konusunda dikkati çekecek biçimde farklı görüşler vardır ve bu farklılıklar her biri Krişna’dan kaynaklanan, kimi zaman çelişkili algıları anlamaya yardım ederler. Bişma’ya göre kararlı bir görüntüydü. Zaten parmağını uzatarak yüksek sesle bu görüntüyü şöyle betimledi: “Bakın! Güldüğü zaman ağzından dil gibi on üç alev çıkıyor, alnında Brahma duruyor, dünyanın koruyucuları kollarında ayakta… Adityaları, Sadhyaları, Vasouları görüyorum… Üstünde koca koca silâhlar yükselmiş… Gözlerinden, burnundan ve kulaklarından ateş ve duman çıkıyor… Tanrısal, evrensel, ürkütücü bir varlık… Teninden bile ışınlar fışkırıyor…” Orada bulunanların çoğu eğilip yerlere kapandılar, ama Duryodhana ve kardeşleri bakar gibi görünüyorlar, ayakta, gülümseyen devinimsiz bir adamdan başka bir şey görmüyorlardı. Ötekilerin davranışına bir anlam veremiyorlardı. Kör kral bağırdı: “Ey Krişna! Bir an için gözlerimi aydınlat, senden bunu istiyorum, seni görmek istiyorum!”
“Evet, işte görüyorsun,” dedi Krişna. O zaman kralın görmeyen gözlerine bir ışık girdi. Kral yalpaladı, kaygılı bir kuş gibi başını kımıldattı, gözlerini kırptı ve birdenbire bağırdı: “Evet, seni görüyorum.” Daha sonra Bişma o sabahki patırtıda ortaya çıkan büyük bir tansıktan söz etti. Gerçekten de görkemli görünüşü, tüm şekilleri içeren Krişna’nın evren biçimini Dritaraştra görmüş gibiydi. Hatta Duryodhana kardeşlerini de alarak hemen dışarı çıkmaya karar verdi. Babası onu tutmaya, bakması ve görmesi için çaba harcamaya çalıştı. Boşuna uğraştı. Kuşkusuz Duryodhana, Krişna’nın görüntüsüne yakalanmak istemiyordu. Ama belki de Tanrının getirdiği bir barışı kabul etmeyerek, dönüşü olmayan savaşı başlatmış oluyordu. Bişma yavaş yavaş sönen alevleri, kaybolan evreni, yok olan ışığı betimliyordu. Krişna yeniden sade bir adam biçimine dönüyordu. “Yeniden karanlığa giriyorum,” dedi Dritaraştra, ellerini çevresine uzatarak. “Artık hiçbir şeyi göremiyorum. Krişna, Krişna, elimden geleni yaptım.” “Ben de,” dedi Krişna yavaşça. Krişna, Pandavaların yanına dönmek için Hastinapura’dan ayrılmadan önce Bişma, Kunti ve Karna’ya rastladı. Bişma’yla görüşmesi kısa sürdü. İki adam uzun süredir tanışıyorlar ve sevişiyorlardı. Krişna’nın yüksek Tanrısal erdemlerini dile getirenler arasında Bişma en gayretli kişiydi. Bunun için Krişna ona kesin düşüncesini sorduğu zaman şöyle yanıt verdi: “Düşüncem her zamanki gibi eylemime yönelik.” “Seni bu savaşa bağlayan hiçbir şey yok. Geri dön.” “Hayır,” diyerek yanıtladı Bişma, “beni besleyenlere sırtımı dönemem.” İhtiyarın doğru kalpliliğini bildiği gibi, karmaşıklığını, çelişkilerini ve gizemli yanlarını da bilen Krişna, o zaman ona şöyle dedi: “Gözlerini kapa, kalbinin en derin yerlerine kadar in. Mutluluk aşkına karşın gizli isteğinin, üstünlük gösterme isteğinin peşinde olmadığından emin misin?” Bişma kendi gizlerini dinleyerek bir süre sustu. Sonra şöyle diyerek Krişna’nın elini sıktı: “Yerim burası, biliyorsun.” Çekip gitti. O zaman Kunti’nin yanına vardı Krişna. Bunca yıldır görmediği oğullarına nasıl bir haber iletmek istiyordu? Kunti’yi ağarmış saçlarıyla gözüpek, kararlı ve katı görünüşlü buldu. İşte onunla gönderdiği haber:
“Yudiştira’ya kötü bir kralın bulaşıcı bir hastalık olduğunu, çağın ahlâkını bozduğunu söyle, korkak bir yaşam için doğmadığını söyle, yoksa sıçan dolu bir delikten, mutlu bir kurtçuktan başka bir şey olmadığım söyle.” Krişna son sınıra, kanıtlarının son sınırına kadar barışı korumak, bütün canlılara korku veren bu savaşa engel olmak istiyordu. Kunti’ye şöyle dedi: “Oğlun bana şöyle yanıt verebilir: Dünyadan bana ne? Kıvançtan ve yaşamdan bana ne?” “Yalnız olmadığını söyle ona. Bütün yaratıklar onun çevresinde, onun davasına yaşıyorlar. Sağlığını yitirirse hasmı olan felâket güçlenir.” “Ya sana şöyle derse: Kalbinde acımaya yer yok mu?” “Yumuşaklık acı ve güçsüzdür. Demir yürekli olsun, çünkü acıma bir zehirdir.” “Ya benim vücudum? Vücuduma sevgim var…” “Oğluma şöyle diyeceğim: Vücudun güzel, vücudun hayranlık uyandırıyor, ama ölümden korkuyorsan neden yaşamı kabul ettin? Çok kısa sürse bile bir meşale gibi parla, uzun uzun tütmekten daha iyidir. Şunu da söyle ona Krişna: Düşmanlarının düşmanı ol, casuslar kullanarak onları izle, güçlü ol, güçlüler sana gelecekler. Arjuna’yla konuş, kendi çocuklarım gibi gördüğüm Madri’nin çocuklarıyla konuş, Bişma’yla konuş, bir annenin bir oğulu böyle zamanlar için doğurduğunu söyle. Bu zamanı geçirirse bir işe yaramayacak ve ömrümün sonuna kadar adını anmayacağım.” Savaştan başka bir yol görmeyen ve istemeyen Kunti ’nin katı tutumunu yumuşatmaktan vazgeçerek kapıya doğru yönelen Krişna geri dönüp sordu: “Ya Karna’ya ne diyeyim?” Krişna onun zayıf noktasına dokunduğunu anladı. Kunti başını çevirdi. Çok yavaş bir sesle yanıtladı: “Biliyorsun, kılıcını bıraktı. Savaşmayacak.” “Ya Bişma sonunda ölürse? Karna savaşa girerse?” Kunti dudaklarını kapadı, kımıldamadan, konuşmadan, görmeden ayaklarının önüne, yere baktı. Krişna kapının basamağında şöyle dedi: “Oğullarının yanına dönüyorum. Onlara diyecek başka bir şeyin var mı?” “Sağlığımın iyi olduğunu söyle onlara,” diyerek yanıtladı Kunti yalın bir sesle. Oraya yakın bir yerde Krişna işsiz ve yalnız Karna’ya rastladı. “Beni mi arıyordun,” diye sordu.
“Hayır,” dedi Karna, sarayda rastgele yürüyordum. Ara sıra yalnız kalmayı severim. Biliyorsun, hakkımdaki dedikodu yüzünden tek başıma, belirsiz ve anlaşılmaz biriyim. Baba ve anne dediklerim benim annem ve babam değiller.” Yıllar boyunca pek seyrek görüşmüşlerdi, birbirlerini iyi tanımıyorlardı. Krişna’ya göre, Karna’nın saygın ya da soğuk denebilecek kadar kibirli bir tavrı vardı. Onun hakkında, görevi ve gücü hakkında gerçekten ne düşünüyordu? Hiçbir zaman bunu açıkça belirtmemişti. Belki de barış için son şansı onda görerek Krişna damdan düşercesine ve sertçe ona şöyle dedi: “Karna, Kunti’nin oğlusun sen.” Karna bir an solumadı, yüzünün rengi değişti. “O evlenmeden önce doğdun sen,” diyerek sürdürdü Krişna, “ama bir kadının çocuğu evlendiği adamın çocuğu olur. Bu duruma göre, sen Pandu’nun oğlusun. Bu nedenle savaşmana engel olmak istiyordu. Çünkü düşmanların kardeşlerin.” “Onlar bunu biliyorlar mı?” diye sordu Kama yavaşça. “Hayır, yalnızca Kunti, Bişma ve ben biliyoruz. Ama nasıl doğduğunu onlara açıklarsam sana parfümler ve altın gönderirler, Draupadi altıncı gün senin karın olur. Bişma yelpazeni sallayacak, Arjuna arabam sürecek, ben de arkandan geleceğim; kardeşlerin, dostların ve annen mutlu olacaklar. Duryodhana artık savaşmaya cesaret edemeyecek.” İkisi de bir süre sustular. Sonra Karna şöyle dedi: “Annem benden vazgeçmiş, beni rastgele bir ırmağa bırakmış. Bir arabacı beni bulup evine götürmüş. Karısı sidiğimi ve boklarımı temizlemiş, sevgilerinin sıcaklığını vermişler bana. Ne bütün yeryüzünü ve ne de yığınla altın versen, ne sevindirerek, ne de korkutarak duygularımı değiştiremezsin. Söz verdim, geri alamam.” Krişna acı ve üzüntü içinde gördüğü ve kararından döndüremeyeceğini bildiği Karna’nın konuşmasını kesmiyordu. “Nasıl doğduğumu açıklama. Kendisinden önce doğduğum için Yudiştira tacım bana bırakacaktır, ben de Duryodhana’ya vereceğim, çünkü ben bir arabacının oğluyum. Bırakalım Yudiştira uzun süre saltanat sürsün. Ağır sözler söylediğim için üzgünüm. Krişna, silâhların Tanrıya sundukları kurbanları kutlayacağız, sen de her şeye göz kulak olacaksın. Trampetlerimiz olacak, savaş naraları atılacak, kan dökülecek, kafataslarıyla kan içeceğiz. Tanrıya sunulan kurbanlar geceyi kaplayacak. Beni ölmüş ve yere uzanmış, Bhima’yı Dushassana’nın barsaklarını yerken, Bişma’yla Drona’yı yıkılmış gördüğün zaman, kadınların ağlaştıklarını duyduğun zaman, krurban töreni bitmiş olacak.
Her şeyi hazırla, ne istediğini biliyorsun.” Bu sıkıntılı ve hatta tutarsız sözlerde Krişna, tedirgin, ama kararlı bir kalbin tüm kaygılarını sezinliyordu. Şaşırmış gibiydi, sordu: “Dünyayı sana veriyorum, kabul ediyor musun?” “Annesinin oğlu olduğumu açıklamadan karşıma Arjuna’yı yerleştir,” dedi Karna. “Pandavaların utkusu kesin,” dedi o zaman Krişna sert bir tatlılıkla. “Git dostlarına şunu söyle: Bakın mevsim ilkbahar, çiçekler açmış, sular serin, her yerde neşe var, bizse ölüme gidiyoruz.” “Sen ki beni tanıyorsun, neden beni allak bullak ediyorsun? Dünyayı yıkmak için geldinse, ne yapayım zaman geldi.” “Hayır, yıkmak için gelmedim.” Krişna şöyle ekleyebilirdi: Tam tersine. Ama hiçbir şeyin Karna’yı kendisinden de güçlü olan eski kuşkularından koparamayacağını duyumsuyordu. Güneş’in oğlu, gözleri yarı kapalı, hiçbir biçimde geleceğin görünmediği sayıklamaların, kimi karanlık hayallerinin öyküsünü anlattı: “Gökten insan eti ve kan yağıyor, gece karanlığında vücutsuz sesler yükseliyor. Atlar ağlıyor. Kırlarda tek gözlü ve tek ayaklı anormal yaratıklar koşuyor. Kuşlar bayraklara tünüyor, gagalarında ateş var, bağırıyorlar: ‘Olgun! Olgunlaşmış!’ Bir inek, bir eşek, bir kadın da bir çakal doğurmuş. Daha yeni doğan bebeler dans ediyorlar. Oğlan çocukları annelerinin bacakları arasında cinsel hazzı öğreniyorlar. Heykeller kollarıyla yazı yazıyorlar. Meşaleler artık aydınlatmıyor. Topallar neşe içinde. Soyları tanıyan yok artık. Şahinler dua etmeye geliyor. Güneş sakat bedenlerin ortasında uyumuş. Zaman evreni yok edecek. Geceleri düşlerimde acı çekiyorum. Düşümde kanlı barsaklar arasında seni gördüm, bir kemik yığınının üstüne çıkmış altın kupadan içen neşe içinde Yudiştira’yı düşte gördüm. Utkunun nereden geleceğini biliyorum. Karna sustu. Gelecekle ilgili tek tek sayılan bu ürkütücü haberden Karna’nın kendisi de etkilenmişe benziyordu. Kuşkusuz bir gün ölümün kaçınılmaz gerçeğinde yaşayan insanların, kendilerini taşıyan dünyanın da çok çabuk ve belki de onlarla birlikte yok olacağını düşünmeyi yeğlediklerini biliyordu. Bunun için insanlar çoğu zaman çağlarının karanlık ve son çağ olduğunu söylerler. Ama Krişna aynı zamatıda Karna’nın görüşünün doğru olduğunu, kırmızı iri kanatlarını açarak her şeyi yok edecek bir savaşın yeryüzüne yaklaştığını da biliyordu. Uzun zamandan beri mutluluğu yakalayamayan Kama ölümle içli dışlı yaşıyordu. Gücüne, kazandığı başarılara, karılarına, cömert bir ırmak gibi ellerinden akan armağanlara karşın, yaşamını yitireceği kaçınılmaz bir savaşa
hazırlanıyordu. “Haklı olmalısın,” dedi Krişna. “Yüreğine dokunamadımsa yeryüzünün yok olması yakındır.” “Gerçek olan bir şey var Krişna: Birlikte büyük bir yolculuk yapacağız.” Krişna kollarını Karna’ya uzattı. İki adam sessizce uzun süre sarılıp kucaklaştılar. Daha sonra Krişna hızla çıkıp gitti. Belli ki elçilik görevinde başarısızlığa uğramıştı. Kendinden daha güçlü gördüğü savaşa yöneliyordu.
BHAGAVAD-GİTA Hepsi trampet sesleriyle hareketlenmiş, hepsi kendilerine uygun silâhlarla donanmış, alacalı savaş giysileri giymiş, öfkeler içinde bağıran, haykıran bilinen dünyanın bütün halkları köpeklerin bir parça ete saldırdıkları gibi yeryüzüne saldırmaya hazır bir durumda Kurukşetra’nın sınırsız savaş alanında toplandılar. İki tarafta her şey hazırdı; atlar, arabalar, savaş filleri, erzak arabaları, ambarlar, fırınlar, yaralı çadırları, ölü yakma odunları, müzisyenler, kâhinler, tedavi uzmanları, eğlence kadınları, zehirli yılanlar. Dritaraştra ve Yudiştira, yanlarında komutanlarıyla, savaşın kurallarını belirlemek için son kez bir araya geldiler. Geleneğe uygun olarak hiçbir zaman geceleri savaşılmamasına, çatışmadan çekilen birine, ne başka adamla dövüşen bir adama, ne bir taşıyıcıya, ne bir arabacıya, ne de savaşa sözle katılıp aşağılayıcı sözler söyleyen şamatacılara vurulmamasına karar verildi. Yine sırta ve bacaklara vurma da yasaklandı. Savaşın genel düzenini gözleyen Vyasa bu fırsattan yararlanarak Dritaraştra’ya gözlerini sunmak istedi. Ama yakınlarının ölümünü görmek istemediğini söyleyerek bunu kabul etmedi kral. Kunti birdenbire üzüntüye kapılarak, bütün bu ölümleri önceden düşünerek betimlemekten çok hoşlandığı için Vyasa’ya sitem etti. Vyasa ona aralarından birini gerçekten isteseydi, bu savaşı durdurabileceği yanıtını verdi. Çocuk, Gandhari ve kimi hizmetçilerle bir tepenin doruğuna yerleşen kör kralın yanında korunmayı uygun buldu. Yudiştira tek başına ve silâhsız olarak Bişma’ya yaklaştı ve kendisine vurma izni istedi. Bişma bu davranıştan çok duygulandı. “Düşmanlarınla birlik halindeyim,” dedi Bişma. “Savaşın bütün gereklerini yerine getir ve utku kazanıncaya kadar savaş.” Drona, Yudiştira’ya ve Duryodhana’ya aynı kaptan birer yudum süt içirdi. Hiçbir şey savaşı durduramazdı. Yudiştira, Bişma’dan istediği izni Drona’dan da istedi. “Bizi eğitene karşı, sana karşı savaşacağız. Seninle dövüşmeme izin ver.”
“Ben de,” dedi Drona, “düşmanlarınla birlik oldum. Ben de senin utku kazanmanı isterim.” “Onların yanında savaş Drona, ama beni düşün.” “Sizi yenemezler.” “Bize utku sözü mü veriyorsun?” “Bişma ve ben canlı kaldığımız sürece bu utku olanaksız,” dedi Drona başını sallayarak. “Utku ve bozgun olanaksız mı?” “Söylediğim gibi.” Yaşlı silâh öğretmeninin yanıtları karşısında ne diyeceğini bilemeyen Yudiştira ona sordu: “Seni yenmenin bir yolu var mı?” “Hayır,” diyerek yanıtladı Drona basitçe, “ölüme hazırlanmam için silâhlarımı bırakmadıkça yok.” “Silâhlarını kimin karşısında bırakabilirsin?” Drona yanıt vermeden önce gözlerini hiç ayırmadan Yudiştira’ya baktı: “Yalanı seçen doğrucu bir adamın önünde.” Bhima Kauravaların ordusuna komuta ediyordu. Karşı tarafta, askeri sorumluluk doğal olarak Arjuna’nındı. Savaşa başlama işaretini o verecekti. Çadırında bu işareti vermeye hazırlanırken Kali’ye, yaralayan ve güven veren, okşayan ve parçalayan şu tuhaf Tanrıçaya uzun uzun yakardı. Draupadi onun yanına geldi. Uzun zamandan beri bu günü beklediğini, bunun son umudu olduğunu, ama son anda Kunti gibi korku ve rahatsızlık duyduğunu söyledi. Kuşkusuz Arjuna’yı öteki kocalarını, ailesini ve çocuklarını yitirme korkusu; belki de bu felâketin kökenini sezmesinden kaynaklanan bir kaygı. O sırada elinde kamçısıyla Krişna geldi. Atların koşulduğunu, arabanın Arjuna’yı beklediğini söyledi. Arjuna Krişna’nın yönettiği arabasına bindi, bütün silâhlarını elinin erişebileceği yere yerleştirdi, savaşa başlama işaretini vereceği boruyu eline aldı ve araba iki ordu arasında ilerledi. Pırıl pırıl parlayan iki sıra savaşçı, filler ve atlar karşı karşıya göz alabildiğine uzanıyordu. Dünya tarihi hiç böylesine kalabalık savaşçı görmemişti. Arjuna aralarında komutanların bulunduğu düşman birliklerinin ortasına kadar ilerledi. Borusunu tuttu, kolunu havaya kaldırdı, dört bir yana göz attı. O anda Bişma’yı, Drona’yı, ailesini, dostlarım gördü. Eli felç olmuş gibi havada kaldı. Birdenbire bacaklarının gücünü yitirdiğini, ağzının kuruduğunu,
teninin yandığını duyumsadı. Ayakta durmakta güçlük çekerek yalpaladı ve yüksek sesle Krişna’ya şöyle dedi: “Bu savaşın getireceği mutluluk nerede? Ailem kılıçtan geçirilecek. Böylesine ağır bir sonuç karşısında insan nasıl utku ister, nasıl eğlenmek ve yaşamak ister?” îki taraftan da ortada çarpık bir durum olduğu fark ediliyordu. Arjuna neden duraksıyordu? Karna’ya ne diyordu? Şöyle diyordu: “Amcalarım, kuzenlerim, yeğenlerim ve ustam Drona, hepsi buradalar. Ailemin ve yakınlarımın ölmelerini isteyemem. Mutluluk benim için bitti artık. Kendimi savunmayı ve burada ölümü beklemeyi yeğliyorum.” Elini açtı. Yayını ve oklarını bırakıverdi. Ordular şaşkınlık içindeydiler. Çocukluğundan beri hep bugünü bekleyen benzeri bulunmaz Arjuna birdenbire umutsuzluğa kapılmış, yayını ve oklarım bırakmıştı. Arjuna savaşmayı kabul etmiyor mu? diye soruyorlardı. Ama nerede kaldı gururu? Savaşma arzusu nerede? Krişna ona şöyle dedi: “Bu çılgınlığın, bu utanç verici zayıflığın nedeni ne? Hadi kalk!” Arjuna başını öne eğiyor, vücudu titriyordu. “Kalkamıyorum,” dedi. “Krişna, üzgünüm, gururumu yitirdim. Titriyorum, aklım başımda değil artık. Yol göster bana.” Krişna dizginleri gevşetti, yere indi, Arjuna’ya yaklaştı. Bu üzüntüde hiçbir kararsızlığın olmadığını, ama o anda ortaya çıkması için gerçek bir neden görülmeyen içindeki bir darlığın söz konusu olduğunu görüyordu. Bu nedenle ona yardım etmek, onunla konuşmak ve eylemin çetin yolunu açıklamak için gerekli zamanı kullanmaya karar verdi. Birbirlerini yok etmeye hazır iki ordu arasında, savaş alanında yapılan bu derse artık “mutlu yaşayanın ezgisi,” Bhagavad-Gita adı verildi. Krişna, Arjuna’ya utkunun ve bozgunun, zevkin ve kederin, insan eyleminin bütün olağan amaçlarının kendisi için önemsiz olması gerektiğini belirterek konuşmasına başladı. Eylem yapmak gerekliydi ama olayın doğuracaklarını, eylemden bütün doğanın elde edeceği yararları düşünmeden. Krişna isteğin unutulmasından, ilgisizlikten ve ilgi olmadan hiçbir eylemin kendi kendine tamamlanamadığından söz etti. Arjuna buna şöyle yanıt verdi: “Bana ilgisizlikten söz ediyorsun, ama beni savaşa ve kıyıma özendiriyorsun.
Verdiğin bilgiler iki anlamlı. Aklımı karıştırıyor.” O zaman Krişna ona vazgeçmesinin yeterli olmadığını, hareketsiz ve yalnız başına durmaması gerektiğini söyledi. Çünkü hepimiz dünyanın hizmetindeyiz ve dünya için gerekliyiz. Ayrıca şunu da ekledi: “Kalk ve savaş, sana bağlanan umutları boşa çıkarma.” “Benden istediğini,” dedi o zaman toz içinde bitkin Arjuna, ” nasıl uygulamaya koymalı? Kararsızım, heyecanlıyım, kafam karışık, durmadan uğulduyor, aklım başımda değil, onu etki altına almak rüzgârı yakalamaktan daha zor gibi geliyor bana.” “Doğru,” dedi Krişna, “ama beni dinle: Öncelikle şöyle diyenlerden ayrılmalısın: ‘Bugün bu kadar kazandım, yarın da bu kadar kazanacağım, zenginim, güçlüyüm, mutluyum.’ Eksiksiz bir yaşam görüntüsü veren bu orta karar sevinçlerin üstüne çık. Bir parça toprakla bir parça altını, bir inekle bir brahmanı, bir köpekle bir köpek yiyeni aynı gözle görmemeyi öğrenmelisin. Yoksa yaptığın her eylem sonuçsuz kalır.” “Ama nasıl karar vermeli? Nasıl seçmeli? İnsan sanki zorlanmış gibi elinde olmadan kötülük yapmaya zorlanır. Niçin?” “Bu zehiri etkisiz kılmanın bir yolu var,” dedi Krişna. “Nedir bu yol?” Krişna bu soruya yanıt vermek için çok uzun ve dolambaçlı bir yol aramak zorunda kaldı, çünkü bilgi, yanından yöresinden parçalanamayan sürekli bir dokudur. Arjuna’yı bir kuruntu ormanına götürdü. Eylemin gizemli yolunda ilerlemeyi sağlayan bilgeliğin eski yogasını öğretmeye başladı. “Bütün insanlar kuruntu içinde doğarlar,” diyordu Arjuna. Kuruntu içinde doğan mutluluğa nasıl erişilir?” Krişna, Arjuna’yı yavaş yavaş, özene bezene zihnin bütün noktalarına götürüyordu. Ona çoğu zaman gizli olan varlığının derin hareketlerini, ne okların, ne de savaşçıların gerekmediği insanın yalnız başına savaş verdiği gerçek savaş alanını gösteriyordu. Ona bütün gerçeği, varoluşun bütün düzeylerini, dünyanın eksiksiz gidişini gösteriyordu. Krişna onu dünyadan uzaklara da götürdü ve şöyle dedi: “Zihin duyumlardan daha büyüktür. Zihnin üstünde düşünceden arınmış katıksız akıl, aklın üstünde de evrensel varlık vardır, îşte sen orada yaşıyorsun, hepimiz orada yaşıyoruz.” Savaş alanında güneş devinimsiz, zaman zaman askıya alınmışa benziyordu. Bütün savaşçılar iki adamı uzaktan görüyorlardı, ama daha sonra bu durumun yalnızca kısa bir süre alacağını kabul ettiler. Ama yine de genel kanıya göre, Krişna’nın konuşması saatlerce sürdü.
“Kuruntularımın birer birer yok olduğunu duyumsuyorum,” dedi Arjuna. “Görebilme yeteneğim varsa, şimdi evrensel biçimini göster bana.” Krişna kalktı, Hastinapura’da elçilik görevindeyken yaptığı gibi, dostuna kendini gösterdi. Arjuna başını kaldırdı. Hem korkmuş, hem dc hayran kalmış dikkatli gözlerle gördüklerini betimlemeye çalıştı: “Ne ağızlarını, ne gözlerini, ne süslerini, nc giysilerini, ne de silâhlarını sayabiliyorum. Sanki gökte binlerce güneş doğuyormuş gibi her şeyi aydınlatan, her yere giren görkemli ve en büyük bir görüntü. Seni görüyorum, bütün dünyaları bir noktada görüyorum. Çılgınca alevlerin içine atılan böcekler gibi, bütün savaşçılar kendilerini ağzına atıyorlar, sen de onları dişlerinin arasında öğütüyorsun. Hepsi yok olmak istiyor ve sen onları yutuyorsun. Vücudunda yıldızları görüyorum, ölümü ve yaşamı görüyorum, sessizliği görüyorum. Söyle bana kimsin sen? iliklerime kadar sarsıldım, korkuyorum.” Krişna sakin bir sesle ona şöyle dedi: “Madde değişkendir, ama ben söylediğin ve düşündüğün her şeyim. Bir ipliğe dizilmiş inci gibi her şey bende yerleşmiştir. Toprağın kokuşuyum, sonsuz uzay yılanıyım, Tanrısal müzisyenlerin başkanıyım, varlığın bilimiyim, her yaratığın yaşamıyım, aldatıcıların oyunuyum, parıldayan her şeyin parlaklığıyım. Yaşlanan zamanım. Bütün varlıklar gece yatar, gündüz ortaya çıkar. Çevremizde gördüğün bu savaşçıların hepsini ben daha önce yendim, ama ölebildiğini ve ölmüş olabildiğini sananın ikisi de yanılıyor. Sana devinim veren bu yaşamı ne silâhlar yok edebilir, ne ateş yakabilir, ne su boğabilir, ne de rüzgâr korkutabilir. Hiç korkun olmasın, kalk çünkü seni seviyorum.” İçine bir güç girdiğini duyumsayan Arjuna’nın gözlerinden evrensel şekil silindi. Krişna yeniden tatlı ve güleç görünümüne girdi. Yine şöyle dedi: “Bu gizemli ve anlaşılmaz zihine şimdi egemen olabilirsin, onun öteki yanını görebilirsin. Nasıl istiyorsan öyle davran. Ben de hiçbir zaman eylemin dışında değilim. Kalk.” Arjuna kalktı. Yayını ve okunu yeniden aldı. “Kuruntum yok oldu,” dedi “yanılgım ortadan kalktı. Senin yardımınla bilgiye yeniden kavuştum. İşte sapasağlamım. Bütün kuşkularım dağıldı, sözüne uygun davranacağım.” Kolunu kaldırdı ve savaş borusunu çaldı. O anda iki ordu birbirine saldırdı, ova yalnızca bir çığlıktı.
BİŞMA ÖLÜMCÜL YARALANIYOR İlk günlerde Bişma savaş alanının en usta savaşçısıydı. Bütün saldırılar onda kırılıyordu. Ona dokunan oklar yaralamadan yere düşüyorlardı. Ancak onun yanında yer alan Drona’nın bilgisiyle ölçülebilen savaş bilgisi de eski Tanrısal bir yetenek olan bu dokunulmazlığa ekleniyordu. Hafif bir arabaya binen Bişma ovada bir dans salonunda oynuyor gibi görünüyordu. Vyasa onu dumansız bir ateşe, durdurulmaz bir güce benzetiyordu. Hiç heyecan duymadan yüzlerce kafayı uçuruyor, onda biri ölen, yaralanan, umutsuzluğa kapılan Pandavalar günden güne utkunun olanaksızlığını görüyorlardı. Gece olunca kurallara tam uyularak borular çalıyor, savaş durduruluyor, herkes geceyi geçirmek için kendi ordugâhına çekiliyordu. Dokuzuncu günün akşamı, vücudunu sıcak yağla ovduran Bişma’nın çadırına birdenbire Duryodhana girdi ve öfkeyle şöyle dedi: “Bişma, bu savaş neden bitmiyor? Hangi gizli güçle düşmanlarımız hâlâ savaşabiliyorlar? Yoksa gizlice onlardan yana mı geçtin? Gücü tansıklı olan sen, ölüme tek yabancı olan sen, onları korumaya mı karar verdin?” “Arjuna’yla Bhima bana karşı,” diyerek yanıtladı Bişma, “bunu sana söyledim, sana söyleye söyleye gırtlağım patladı. Krişna da onları yönetiyor!” Savaşa katılmayan, ama Duryodhana’ya eşlik eden Karna o zaman şöyle dedi: “Bişma savaşı, bağırışları, ölümün sıcak kokusunu seviyor. Kan onun gururu, ama savaştıklarına karşı acıma duygusu var içinde. Çekilsin o ben savaşacağım.” “Evet,” dedi Duryodhana Bişma’ya, “korkuyor ve acıma duyuyorsan çekil.” Öfkelenme sırası bu kez yaşlı adamındı. Vücuduna yağ süren hizmetçileri bir el hareketiyle dışarı çıkardı ve Duryodhana’ya şöyle dedi: “Niçin beni aşağılıyor ve üzüyorsun? Bense senin için ailemi öldürüyorum.” “Yalnızca savaşçıları öldürdün. Komutanlardan hiçbirini, beş kardeşten hiçbirini öldürmedin.” “Belleğin zayıflamış,” dedi Bişma, “zihnin karanlıkta bocalıyor. Ölecek
adam bütün ağaçları altın yüklü görür. Sen öleceksin.” Orada bulunan Dushassana savaş alanında Bişma’nın ölümünü, haykıran sesini işitmekten bir kez daha yakındığı sırada, Bişma’yı Karna’nın, Drona’nın ve öteki komutanların önünde küçük düşürmek isteyen Duryodhana şöyle dedi: “Bişma, beni hayal kırıklığına uğrattın. Senden utku istiyorum, hemen şimdi.” “Yarın,” dedi Bişma. “Evet, yarın en büyük savaşımı yapacağım. Beni yalnız bırak.” Ayrıldıkları sırada Bişma, Drona’ya işaret ederek bir süre yanında kalmasını istedi. Drona’nın hiçbir şey esirgemediği, baba tutkusuyla dünyada tek sevdiği Aswatthaman adlı bir oğlu vardı. Drona saraya gelir gelmez oğlu hem Pandavaların, hem de Kauravaların yanında eğitim görmüştü. Savaş başladığı zaman kırk yaşındaydı. Görünüşte güçlü, ağzı sıkı ve sessizdi, babasına çok bağlıydı. “Oğluna çekilmesini söyle,” dedi Bişma. Drona oğluna bir işaret yaptı, Aswatthaman tek sözcük söylemeden gecenin içine daldı. Saçları aklaşmış iki ihtiyar savaşçı yalnız kalmışlardı. Bişma yavaş sesle şöyle dedi: “Düşümde tanımadığım bir adam gördüm. Bana şöyle seslendi: Drona’nın ölümü benim elimde.” Bir süre sessizlikten sonra, Bişma’nın düşünü kendisine naz yaparak anlatmadığını bilen Drona sordu: “Beni niçin öldürmek istediğini de söylüyor muydu?” “Bunu senin bildiğini söylüyordu. Yüzü kan gibi kırmızı geldi bana.” İki adam sessizce birbirlerine baktılar. İkisi de yaşamlarının ve sözlerinin esiriydiler ve bunun bilincindeydiler. O akşam, ateşin ölgün ışıkları yüzlerini durmadan aydınlatırken, birbirlerini gerçek bir ölüm duygusuyla korkusuzca kabul ediyorlardı. Drona gülümsemek için zorlanarak Bişma’ya şöyle dedi: “Kimse neden ölmesi gerektiğini bilmez. Benden başka kimse.” Ve sessizce çekildi. Bişma yalnız kaldı. Uzaktan müzik sesi, bir ezginin yankısı, metal gürültüleri ve gece kuşlarının sesleri duyuluyordu. Yenilmez yaşlı savaşçı bu gece daha bir dikkatle dinliyordu. Yakınında, yerde ayak sesleri duydu. Başını çevirince, yavaş yavaş kendisine yaklaşan bastonuna dayanmış giysileri ve saçları kir içinde solgun yüzlü bir
kadın gördü. Kadını hemen tanıdı ve selâmladı. Yorgun ve uzaklardan geliyormuşa benziyordu. Kaygılı gözlerini Bişma’dan ayırmıyor, anlamsızca gülümsüyordu. Bişma ayağa kalkarak şöyle dedi: “Seni her akşam bekliyorum, Amba.” “Biliyorum.” “Elli yılı aşkın bir zamandan beri.” “Biliyorum.” “Çılgınlıktan vazgeç, yeryüzünde beni izlemeyi bırak, artık barışalım, çünkü savaş da bir kuruntu.” Amba birden şöyle dedi: “Sana şaşılacak bir haberim var: Ben öldüm.” Bişma bir şey demedi. O anda bu haberi tartışmayı düşünmüyordu. Amba ölmüştü. Ama ziyaretinin nedeni henüz belli değildi. Bişma bekliyordu. Zamanın acelesi yoktu. Amba ölümünün öyküsünü anlattı: “Kimse seninle dövüşmek istemiyordu. Ölümün ölüme nasıl egemen olduğunu araştırarak, dünyanın en yüksek tepesini örten karlara kadar yapayalnız çıktım. Buzların buğularında, yükseklerin rüzgârında bir Tanrının sesini umarak, on iki yıl boyunca ayak parmaklarımdan biri üzerinde dimdik ve sallanmadan durdum. Kaya oluyordum, kar oluyordum. On iki yıl sonra beklediğim ses duyuldu ve şöyle dedi: ‘Ağaç kabukları, ince dallar ve yosun topla/ Söyleneni yaptım. Kuru odun topladım. ‘Çakmak taşlarını birbirine sür, odunu yak, alevlerin gökyüzünü gizlemesini bekle/ Gözlerim açık kendimi ateşe attım. Derim kavruluyordu, kokusunu duyumsuyordum, boğuluyordum, fenalaşmıştım, bağırıyordum, öldüm.” ”Beni öldürmekten vaz mı geçtin?” diye sordu Bişma. Amba yanıt vermeden bir an bekledi, sonra tuhaf bir yumuşaklıkla: “Hayır,” dedi. Bişma o anda hiçbir soru sormadı. Amba kendiliğinden sözlerini sürdürdü: “Ölümün boz topraklarında yeni gücümü bekliyordum. Ne üstte, ne altta, ne içte, ne de dıştaydım. Yalnızca seni düşünerek ter ve buz içindeydim Bişma.” Kimse şunda yanılgıya düşmezdi: Araba’nın sözleri arasında ölümden daha güçlü, öldürme arzusundan ve öç alma sözünden daha kuvvetli bir başka duygu vardı. Kir içinde, bitkin, yalınayak, karanlık ve parlak Amba aşktan söz ediyordu. Şöyle diyordu.
“Senin için yanan ben, bir başkası olarak doğdum. İşte şaşırtıcı ikinci haberim: Bu savaşa katılıyorum ve şimdi bir erkeğim.” “Adın ne?” Amba hemen yanıt vermedi. Önce şöyle dedi: “Bir erkek cinsiyetine ve şekline girdim, çünkü Tanrılar buna karar verdiler, ama değişmeyen kesin bir şey kaldı: Bir kadın kalbi olan kalbimin derinliklerinde yalnızca sen varsın Bişma, sonsuza kadar yalnız sen.” Amba ayrıldı, durdu, başını geri çevirip şöyle dedi: “Şimdi adım Sikhandin. Sikhandin.” Sonra siyah bir şekil alarak karanlığa karıştı. Bişma bir an yalnız kaldı. Çok şaşırmıştı, düş görmediğinden emindi, üzerine çullanan ve hepsi de ölümden söz eden işaretlere bir anlam veremiyordu. O akşam, biraz sonra gecikmiş bir başka ziyaret kuşkularından kurtulmasına yardım etti. Gerçekten de Arjuna, Krişna ve Yudiştira çadırına geldiler. Geceleyin savaşa ara verildiği için, hatları geçmelerine hiçbir şey engel değildi. Bişma onları kabul etti, oturmalarını rica etti. Krişna yaşlı adamın rahatsızlığını hemen fark etti, ama bir şey söylemedi. “Utku bizim için hayal oluyor,” dedi Arjuna, “bayraklarımız utanç içinde, arabalarımız paramparça, süvarilerimizin boyunları vurulmuş. Senin elinle ölenler, onların kanları her yanımızı sarıyor. Yok olacağımızı sanıyoruz. Bişma, seni nasıl yeneceğiz? Hâlâ Dharma’yı izliyorsan, bunu bize söylemelisin.” Bişma yanıt verdi: “Canlı olduğum sürece beni yenemezsiniz. Önce beni öldürmelisiniz. Ben ölünce hepsi ölür.” “Ama ölüm zamanını kendin seçeceğine göre, seni nasıl öldüreceğiz?” dedi Yudiştira. “Elimde silâhlar oldukça kimse beni öldüremez.” “Peki silâhları bırakırsan?” diye sordu Krişna yavaşça. “Evet, silâhları bırakır ve ölmeyi kabul edersem beni öldürebilirler.” “Silâhları kimin karşısında bırakabilirsin?” Bişma, Arjuna’nın bu sorusuna doğrudan doğruya yanıt vermedi. Yudiştira’ya döndü ve şöyle dedi: “Ölümümü istiyor musun? Benden ölmemi istiyor musun?” “Bizi sen yetiştirdin,” diyerek yanıtladı Yudiştira. “Babaların en iyisi gibi sevdik seni. Ölümünü nasıl isterim? Ama şunu anlamalısın: Savaştan çekilmek istediğine ve kimse seni yenemediğine göre, kıyım ölüme kadar sürecek.”
Bişma, Yudiştira’nın sözlerini onayladı. O zaman Yudiştira ona şöyle dedi: “Kararımı verdim ve bu kararı sana bildirmeye geldim. Savaşı durduracağım. Bu savaşın ne olduğunu şimdi görüyorum.” Dört adam bir süre sessiz kaldılar. Bişma, Yudiştira’nın sözlerinden kuşku duymuyordu. Bu durum karşısında silâhları bıraksa, Duryodhana için tam bir utku olacaktı, beş kardeş de bir kez daha yurtsuz, dostsuz, onursuz ve serserice yeniden bir araya geleceklerdi. Dharma’nın yolu bu muydu? Alınyazısının gizli arzusu ve dünyanın gereksinimi bu muydu? O zaman Bişma olasılığına ve doğruluğuna inandığı biricik kararı verdi. “Aranızda dövüşen bir adam var, yalnızca o beni öldürebilir. Bu gücü kazandı o. Adı Sikhandin. Evet, karşımda onu görürsem savaşamam ve beni öldürür.” “Niçin?” diye sordu Sikhandin adlı bu genç savaşçıyı tanıyan Krişna. Bişma soğukça yanıtladı: “Hayır, daha fazla bir şey söylemeyeceğim, istiyorsanız, beni öldürün, ama ölümümü gizli tutun. Arjuna, yarın Sikhandin’i ön sıraya yerleştir, yayını kaldırıp beni vurmasını söyle ona.” Arjuna yaklaşarak ona şöyle dedi: “Çocukken beni kucağına alırdın, ayaklarımdaki tozla giysilerini kirletirdim, baba derdim sana. Birine seni vurmasını nasıl söylerim?” O zaman Bişma bütün katılığıyla Arjuna’yı yanıtladı: “Bir ihtiyar sizi öldürmek için geliyorsa, erdemli bile olsa öldürülmesinde sakınca yoktur.” Ertesi gün hava sisliydi. Savaş korkunç bir biçimde şiddetlendi. Etler parçalanıyor, karınlar deşiliyor, filler insanların göğüslerini yarıyordu. Sis içinde artık baba oğlunu tanımıyor, can çekişenlerin korkunç çığlıkları duyuluyordu: Benim! Seni tanıyor muyum? Kımıldama! Vurma! Beni bırakma! İnsanlar demirden kapı sürgüleri gibi düşmanlarına sarılıyorlardı. Bişma, her zamanki gibi en önde ilerliyor, kımıldamadan vuruyor gibiydi. Elleri sanki özel olarak yetiştirilmiş birliklerle yer değiştiriyormuş gibiydi. Karşısındakiler salkım salkım yere düşüyordu. Arjuna’nın orduları yenilmiş ve geri çekiliyordu. Birden atak ve yalnız genç bir savaşçı ona doğru ilerledi. Savaşçılar arasında adı yayıldı: Sikhandin. I^e istiyor bu çılgın? diye soruyorlardı. Ne pahasına olursa olsun bu siste ölmek mi istiyor? Genç savaşçı durdu. Duraksıyor gibiydi. Arjuna onun gücünü artırmak için
arkasına yerleşti. O anda Bişma onu tamdı, kımıldamadı ve sordu: “Sikhandin misin sen?” “Evet adım Sikhandin. Uzun yaşamın son kapısına varıyor. Bir daha göremeyeceğin bu dünyaya iyi bak.” ”Henüz elimde silâhlarım var,” dedi Bişma. ”Son savaşımı vermeden ayrılamam. Saldır bana.” Arjuna Sikhandin’i Bişma’nın arabasına yaklaşmaya zorladı. Bişma’nın zayıf yanını yakaladıklarını sanan öteki savaşçılar ileri atıldılar. Bişma birkaç el hareketiyle onları yere serdi. Arjuna, Sikhandin’e şöyle diyordu: “Yaklaş ona, hiç korkma. Yalnızca sen onu öldürebilirsin.” “Son anda elim titriyor,” diyerek yanıtlıyordu Sikhandin. “Bu koca ihtiyar nasıl öldürülür? Kafam karışıyor…” “Şimdiden ruhunu teslim etti,” dedi Arjuna. “Kımıldayan bir et yığınından başka bir şey değil artık. Saldır ona!” “Kolumu kaldıramıyorum…” Gerçekten de Sikhandin kolunu kaldırmaya, yayını germeye çalışıyor, ama elleri titriyordu. Bütün gücünü yitirmişti sanki. Bişma bu durumu fark etti ve ölüme doğru bir adım daha attı. Birdenbire bütün heybetiyle doğruldu, silâhlarını bıraktı, arabasından aşağı atladı. Elleri boş, bakışları dik bir durumda Sikhandin’le karşı karşıya geldi, şunu söyledi: “Amba, eski bir günün anısına bu kıyımı burada durduruyorum. Arjuna ve Yudiştira, beni dinleyin. Bedenim benden ayrılıyor, ellerim, kollarım, bacaklarım yaralı ve moralim bozuk, bu nedenle yaşamı önemsemiyorum. İşte gün ve zaman geldi.” Bişma’nın Sikhandin’e Amba dediğini duyan Arjuna, yaşlı adamın neden öldüğünü anladı. Genç savaşçı yayını kaldırmakta hâlâ güçlük çektiği için, Arjuna ona şöyle dedi: “Fırlat okunu! Onu öldürmek için kendini ateşe attın!” Ama Sikhandin şaşkınlıktan her şeyi unutmuşa benziyordu. “Bana neden Amba dedi? diye soruyordu. Niçin? Kinim nereden kaynaklanıyor? Unuttum!” Krişna hızla iki adama yaklaştı ve Arjuna’ya şöyle dedi: “Çabuk ol, Sikhandin’in arkasına gizlen ve okunu fırlat! Bişma’nın yeniden yaşama dönmesine izin verme!” “Yapamam!” diye bağırdı Arjuna. “Fırlat okunu!” Arjuna, Krişna’nın sözüne uyarak Sikhandin’in arkasına yerleşti,
Sikhandin’in kolunu kaldırdı ve okunu fırlatıyormuş gibi gösterdi. Ama fırlayan ok Arjuna’nın okuydu. Kimileri bu okun çığlık atan Bişma’nın göğsüne saplanmadan önce sis içinde Krişna’nın eliyle götürülmüş gibi yavaş yavaş havayı deldiğini de ldiğini söylediler. söylediler. Bu çığlık bütün ovada duyuldu. Bişma oku tanıdı. Arjuna’dan geldiğini, bir yılan gibi etine girdiğini söyledi. Ama kabullendi. Yerinde yalpaladığı sırada o anda binlerce başka ok gelip vücuduna saplandı. Dostları onu savunmak için öne atıldılar. Ölüm anını bekleyen yenilmez adam sonunda devrildi. Yere Yere uzattılar, ama kol ve bacaklarına saplanan oklar onu bir karyola haline getirmişti. Böylece yerden biraz yüksekte yatıyordu. Yalnızca Yalnızca başı arkaya düşüyordu. “Arjuna, bir yastık gerek, yastık ver bana,” dedi. Arjuna toprağa saplanan iki ok fırlattı. Bişma bunların üstüne başını dayadı. Üçüncü bir ok daha atarak Arjuna toprağı deldi. Delikten bir kaynak fışkırdı. Arjuna avcuyla su alıp ihtiyara içirdi. Binlerce ok yarasına karşın Bişma ölmemişti. Hâlâ soluk alıyordu. Arjuna bir dizini yere dayadı. Krişna onun üzüntüsünü fark etti, şöyle dedi: “Yaşamını “Yaşamını noktalamaya kendi karar verdi. Sen öldürmedin onu.” “Onu seviyordum.” “Sen en iyi dostumsun,” dedi o zaman Krişna Arjuna’ya, “kuşkusuz benim ölümümü de göreceksin. Tepenin üstünden Bişma’nın çığlığını duyan Dritaraştra savaşın durmasını emretmişti. Şimdi Gandhari ve oğullarının çığlığıyla birlikte oklardan oluşan karyolaya yaklaşıyordu. Gözleri görmediği için elleriyle oklara dokundu, Bişma’nın yüzünde ellerini gezdirdi. “Bişma,” dedi, “sen olmayınca bütün güvenimi yitirdim. Ömrüm boyunca seni tanıdım, beni korudun. Gerçekten ölecek misin?” “Güneş gökteki en yüksek noktasına gelinceye kadar son yatağımda kalacağım,” dedi. “Şu anda öleceğim, Tanrısal topraklara kavuşacağım. Artık karşı kıyıdayım, seninle oradan konuşuyorum.” Bu kez herkesin bakışları arasında Karna yaklaştı. Bişma’nın ölümünden sonra savaşa katılmak zorunda olduğu biliniyordu. Ama Bişma gerçekten ölmüş müydü? Bişma, başucunda duran Karna’nın ayak sesini tanıdı ve şöyle dedi: “Senin için her zaman nefret konusu oldum.” Bişma yanıt olarak herkesin bakışları arasında Karna’nın elini kendi elinin
içine koymasını istedi. “Karna,” dedi, “kafan bozulmuş senin. Sende olmayan niteliklere sahip olanlardan nefret ediyorsun. Ama sen derin ve güçlüsün, Arjuna kadar güçlüsün. Senden şunu istiyorum: Birleşin, savaşın belini kırın, yeryüzünde tatlı tatlı yaşayın.” Bu çağrı boşta kaldı. “Duryodhana her şeyi verdi bana,” diyerek yanıtladı Karna. “Ona bağlı kalacağım.” “Yalnızca “Yalnızca ölüme bağlı kalınır. kalınır. Ben de bağlılığımı paylaştım, ben de öldüm.” O zaman Karna şu yargıya vardı, savaşın yazgısı belki de Bişma’nın yanıtına bağlıydı: “Senin ölümünden sonra Pandavaların yenilemeyeceği söyleniyor. Bense onları yeneceğimi söylüyorum. Beni yetiştiren şensin, şimdi savaşma hakkı ver bana.” Bişma hafifçe yüzünü Karna’ya döndürdü ve şöyle dedi: “İsteseydin ırmaklar için bir okyanus, bitkiler için bir bulut olurdun.” “Rica ederim Bişma, sen ki ölüler dünyasına giriyorsun, benimle daha uygun bir sesle konuş.” O anda Bişma’nın düşüncelerinin ne olduğunu kimse söyleyemez. Kuşkusuz Krişna’nın şu eski sorusunu anımsıyordu: Ya Dharma’yı koruma uğruna soyun, yok olma durumunda kalsaydı? Bişma bütün savaşçıların bekledikleri bir yanıt vermek zorundaydı. Bişma, Karna’ya şöyle dedi: “Öfke olmadan, gurur olmadan dövüşebilir misin?” “Evet, o hakkı ver bana.” “Mademki yaşam senin için önemsiz,” dedi Bişma başını yeniden geriye sarkıtarak, “git savaşa katıl ve beni güneşin doğduğu doğu yönüne yerleştir.” Yaşlı adamı etlerine batan ve üzerlerinde yattığı okları çıkarmadan alıp götürdüler. götürdüler. Savaş alanının bir kıyısında kendi beğendiği bir yere yerleştirdiler. yerleştirdiler. Savaşa yeniden başlamak için vakit çok geç olduğu için, iki ordu da ordugâhlarına döndü. Karna*nın savaşa katılacağını öğrenmekten mutlu olan Duryodhana onu kucaklıyor, bu sevinci Bişma’nın ölümünden duyduğu kaygıyı yok ediyordu. Hatta Duryodhana, Karna*dan yeni bir başkomutan belirlemesini istedi. Herkes Karna*nın kendisini belirleyeceğini sanırken, o bütün emirlerine uyacağına söz vererek Drona’yı başkomutan olarak önerdi. Duryodhana bütün savaş şekillerini bilen yaşlı silâh öğretmenine hemen komutanlık yetkisini verdi.
Drona istemeye istemeye, ama kendisine verilen onurun bilinciyle komutanlığı kabul etti. Savaşı ertesi günden sonra bitirmeye hazır olduğunu bile söyledi. Duryodhana coşku içinde ona sordu: “Ordularına hangi düzeni aldıracağını söyle bana.” Drona şöyle dedi: “Düşmanlarını yenmenin bir tek yolu var, yarın onu uygulayacağım: Çember düzeni. Arjuna dışında kimse bunu zorlayıp yarmasını bilmez. Yarın Arjuna’yı savaş alanından uzaklaştırmalı, utkuyu garanti ediyorum.” Hemen bir kurnazlık düşünüldü. Onlardan yana olan Trigarttainlerin kralı gün ağarmasından biraz önce kuzeyden saldıracaktı. Yalnızca Arjuna*nın püskürtebileceği yabanıl ve korkunç bir saldırı gerekliydi. Trigarttainlerin Trigarttainlerin kralı bu görevi kabul etti. Bütün gece birliklerini hazırladı. Ama Drona* nın planı daha tam değildi. Gizli gücünü bildiği Jayadratha adlı bir başka prensi çağırdı. Bu prens Pandavalara diş biliyordu. Tanrılardan onları bir kez olsun durdurma gücü alabilmek için -Arjuna dışında hepsini- iki yıl yemeden yaşamıştı. “Gücün yarın etkisini gösterecek,” dedi Drona. “Git hazırlan.” Jayadratha, Drona’nın emirlerini tartışmadan çekildi. Her şey kesinlikle önüne geçilmez bir biçimde inceden inceye düzenlenmişe benziyordu. Yaşlı silâh öğretmeni, Karna ve oğlu Aswatthaman’la baş başa kaldı. Bütün bu askeri etkinliklerin, daldığı hayalden ayıramadığı Aswatthaman birden babasına sordu: “Sık sık Pandavaları sevdiğini, hayranlık duyduğunu, yeryüzünün en güzel çiçekleri arasında olduklarını söylerdin. Gerçekten onları aldatacak ve öldürecek misin?” Drona yanıt vermedi. “Oğlun sana bir soru sordu,” dedi Karna. “Yanıt “Yanıt vermiyor musun?” O zaman Drona gizlerini saklı tutan bir tavır içinde, sükûnet isteyen bir sesle şöyle dedi: “Bir tek yol var. var. Onu biliyorum.”
KARNA VE KUNTİ O gece, elinde yanan bir meşaleyle yalnız bir kadın gölgesinin odasına yaklaştığı sırada, Karna yeni uyumuştu. Uyandı ve karanlıkta fısıldayarak kendini tanıtmadan önce bile kadını tanıdı: “Benim, Kunti…” Krişna’nın açıklamasından sonra, Kunti’nin annesi olduğunu biliyor, ama bu gizi kalbinin en derin yerlerinde saklıyordu. Karna, korkulu ve gecenin serin rüzgârında neredeyse titreyen Kunti’yi yanı başında duyumsuyor, kımıldamıyordu. Kunti, Karna’ya kendisini bir yarışmanın ortasında göz kamaştırıcı olarak gördüğü o eski günü, silâh oyunlarında Arjuna’yı yenebildiğini, hatta onu yenebilecek tek kişi olduğunu kanıtladığını anımsattı. “O anda,” dedi, “bir kadının kalbi sessizce atıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu. Daha sonra sen Arjuna’yı öldüreceğine söz verdin.” “Ne istiyorsun Kunti?” “Seni bulmak, elinden tutup götürmek için geldim.” Karna gözlerini kapadı. Kunti’nin elinin yavaş yavaş yüzünde gezdiğini duyumsuyor, duyumsuyor, bu durum onda tuhaf bir rahatlama yaratıyordu. “Sesin beni geçmişe, çok uzaklara götürüyor,” dedi, “çocukluk günlerime… Sesinin tonu… Alnımda bir el duyumsuyorum… Bir düş mü bu? Yoksa yok olan bir gerçeğin anısı mı? Yaşamım boyunca kafamda hep bir uğultu var: Annem beni bıraktı, annem beni bıraktı… Çoğu zaman uykumda yüzü örtülü bir kadın bana yaklaştı… Sen de bir düş müsün? Bu nasıl bir duygu? Niçin birdenbire düşmanlarımın annesinin çocuğu oluyorum?” “Benimle gel,” diyerek yineledi Kunti. “Öfke, kin ve utku tutkusu, hepsi bana gece sayıklamalarına benzer uydurma gibi geliyor. Beni nereye götürmek istiyorsun?” Kunti bir eliyle meşalesini tutarak, ortasından geçtiği savaş alamna doğru yöneldi ve Karna’ya şöyle dedi:
“Şuraya, öteki ordugâhtaki şu ışıklara.” Karna dirseklerine dayanarak doğruldu. “Düşmanlanma mı? Arjuna’ya mı?” “Evet…” “Annemi orada mı bulacağım?” “Evet…” “Daha ilk saatlerden başlayarak beni yüzüstü bırakmış,” dedi o zaman Karna. “Bir sepete koyup ırmağa bırakmış. En acımasız düşman bile bu kötülüğü yapmazdı. Bana hiç anne sevgisi ve sıcaklığı tattırmadı. Kunti, bu akşam ilk kez benden tedirginlik duyuyorsun. Neden?” “Sana haklarını ve yerini geri vermek istiyorum.” Karna birden ayağa kalktı: “Doğru değil bu,” dedi. “Şimdi savaşa katılacağımı biliyor ve Arjuna’yı öldüreceğimden korkuyorsun.” Kunti oynadığı rolü daha fazla sürdüremezdi. Yıllarca açıklamadığı gizi bu gece ortaya çıkarıyordu. Ve kuşkusuz Karna da gösterdiği tutumuyla gizini açıklamaya zorluyordu onu. Daha önce öğrendiği şeyi onun ağzından da duymak istiyordu kuşkusuz. Kunti Karna’ya şu sözlerle açıkladı gizini: “Karna, sen benim oğlumsun, benden doğan büyük oğlum, annen senden bağışlanmasını istiyor, çok gençtim… Git Arjuna’ya katıl. Birleştiğiniz zaman her şeyi elde edebilirsiniz. Ver bana elini, benimle şu ışıklara doğru gel.” Karna elini verdi. Çadırından dışarı çıktı, uzakta kardeşlerinin uyudukları uzun bir ışık çizgisi gördü. Kalbinde büyük bir halsizlik duyumsuyor, elini sıkan bu eli hiç bırakmamak, bu kadını ailesine, barışa, olası ve yakın bir mutluluğa kadar izlemek istiyordu. Ama yeminlerini, görevini ve verdiği sözü unutamıyordu. Bütün bunların üstünde, rastgele bir ırmağın sularına bırakılan bir beşik imgesi, şu unutulmaz yüzüstü bırakılma, şu koparılıp atılma olayı aklından çıkmıyordu. Durdu, elini geri çekti, şöyle dedi: “Ben bir arabacının oğluyum. Yaptığın hatayı hiçbir şey düzeltemez. Parçaladıklarını hiçbir şey birleştiremez.” Kunti oğluna döndü. Tuttuğu meşale gözlerinden akan yaşları aydınlatıyordu. Karna sözünü sürdürdü: “Gündüzler kanlı, geceler birdenbire hemen hemen sakinleşiyor… Yüreğimde sıkıcı bir serüven duygusu var. Bu büyük kızıl ırmakta bir kez daha
beni yalnız ve kendimle baş başa bırak. Çekil git.” Kunti artık ne söylese yararsız olacağını seziyor, Karna ona seslendiği sırada yavaş yavaş çadırdan uzaklaşıyordu: “Kunti,” dedi Kama, “senin için bir şey yapabilirim. Yudiştira’yı öldürmeyeceğim, sana söz veriyorum. Bhima’yı ve Madri’nin oğluları olan ikizleri öldürmeyeceğim, söz veriyorum. Yalnızca oğlun Arjuna’yı öldüreceğim, çünkü ikimizden birinin ölmesi gerek, onun ya da benim.” Böylece yeminini yenileyerek şu şaşırtıcı sonuca vardı: “Bu durumda savaş bittikten sonra oğullarının sayısını koruyacaksın. Başka bir şey söyleme. Git.” Kunti öteki ordugâhın ışıklarına doğru yola koyuldu. Bir kez bile geri dönüp bakmadı. Karna önceki uyuduğu aynı yere uzandı, karanlıkta gözlerini hiç kapamadan güneşin doğmasını bekledi.
ABHİMANYU’NUN ÖLÜMÜ Arjuna’yla Subhadra’nın genç oğlu Abhimanyu savaşmak için sabırsızlanarak Panduların ordugâhında yaşıyordu. Panduların bağlaşıklarından kral Virata’nın kızıyla evlenmişti ve karısı gebeydi. O sabah Trigarttainlerin acımasız saldırı haberi geldiği ve Krişna’nın buyruğuyla babasının alelacele savaşta yerini aldığını gördüğü zaman Abhimanyu hemen Arjuna’nın yanına vardı, savaşa kendisini de götürmesi için yalvardı. “Savaşacak yaşta değilsin,” dedi Arjuna, “kan içine dalacağız.” “Ben senin oğlunum, güçlüyüm, senin kadar güçlüyüm! Gölgemde silik kalmaktan mı korkuyorsun? Bir çadırda kadınların arasında neden yatıp uyuyayım? Beni de götür!” Arjuna kabul etmedi. Krişna atları kamçıladı, delikanlıyı küskün ve öfkeli bir durumda bırakarak hareket ettiler. Bir saat sonra, ovada yeni bir gürültü duyuldu. Drona’nın komuta ettiği özenle yerleştirilen binlerce adamdan oluşan savaş çemberi metalden yapılmış durdurulmaz acayip bir makine gibi kırıp geçirerek ilerliyordu. Kurala uygun hiçbir savaş düzeni ona karşı duramıyordu. Büyük kalkanlar taşıyan çok sayıda savaşçılarla çevrilmiş sınırsız çember, her şeyi ezerek, öldürmek için hemen açılıp kapanarak kendi çevresinde durmadan dönüyordu. Pandavalar büyük bir korkuya kapıldılar. Düzeni bozulan, dağılan savaşçıları ordugâhlarına kadar geri çekiliyorlardı. Çember sürgülü ölüm makinesi gibi durdurulmayacak bir biçimde ilerliyordu. Drona bildiği her şeyi ortaya koyuyordu. Yudiştira, Bhima ve ikizler öfkeden köpürüyorlardı. Silâhları ellerinde, savaş alanım dümdüz eden bu dev çembere karşı koyacak hiçbir şey bulamıyorlardı. Buna nasıl karşı konulacağım yalnızca Arjuna biliyordu. “Hayır, ben de biliyorum,” dedi birdenbire Abhimanyu’nun sesi.
“Delikanlıya döndüler.” “Savaş çemberinin nasıl parçalanacağını biliyor musun?” diye sordu Draupadi. “Evet, biliyorum.” “Arjuna mı öğretti?” “Hayır, doğmadan önce, Subhadra’nın karnındayken, babamın bu gizden söz ettiğini duymuştum.” “Peki ama anımsıyor musun?” “Kelimesi kelimesine.” Yudiştira delikanlının elini tuttu, bildirdiği haberin doğruluğundan hiç kuşku duymadan hemen kararını verdi: “Abhimanyu, çok zor durumdayız, savaş çemberi bizi yok edecek, baban uzaklarda, seni yardıma çağırıyorum.” “Bir çocuk denecek kadar küçük,” diye mırıldandı Draupadi. “Çocuk da olsam,” diye bağırdı Abhimanyu, “Drona’nın ordusuna saldıracağım, evet onu çökerteceğim, ama…” Bir an güvenini yitirdi. Yüzünde çocuksu görünüm belirdi. Açık yüreklilikle şöyle dedi: “…ama annemin karnında gizin tamamını duyamamıştım.” “Tam olarak ne duymuştun?” “Çemberin nasıl yarılacağım öğrenmiştim, ama çember yeniden kapanırsa nasıl çıkılacağını bilmiyorum.” “Bir gedik aç!” diye bağırdı Yudiştira, “bize gerekli olan bir gedik, senin ardından geleceğiz!” Kalın gürzünü kaldırarak Bhima ekledi: “Bir gedik aç, ben arkanda olacağım!” Koca savaş makinesi bir tufanla karşı karşıyaymış gibi yeri titretiyordu. Hemen Abhimanyu’nun silâhları getirildi, arabası hazırlandı, ordular arkasında toplandı. Annesi Subhadra koşup geldi, onu tepeden tırnağa silâhlanmış gördü ve bağırdı: “Böyle nereye gidiyorsun oğlum? Bu silâhlar da ne?” “Utku yalnızca beni bekliyor. Savaşacağım.” “Sen mi savaşacaksın? Neden? Bütün erkekler öldüler mi?” “Canlı kalanların bana gereksinimi var,” diyerek yanıtladı delikanlı savaş giysisini giyerken, “ailem ve bütün yeryüzü bugün benden yardım bekliyor! Yudiştira desteğimi istedi!” “Düşmanın kim?”
“Şu dönen orduyu görüyor musun? İşte düşmanım!” “Drona’nın oluşturduğu savaş çemberi mi? Abhimanyu, düşünmeden konuşuyorsun, utkuyu görüp anneni unutuyorsun. Ölümün orada!” “Ben olmazsam herkes ölecek, ama gizi biliyorum ve tansıklı güçlerim olacak.” Coşan ve kendini savaşa kaptıran Abhimanyu silâhları elinde, şöyle diyerek annesinin önünde güvenli adımlarla gösteriş yapmaya başladı: “Anne, korkma, gururlu ve dikkatli ol, bak nasıl yürüyorum! Birlikleri bir alev gibi sevk ve idare edeceğim, bütün ordular arkamda gelecek! Bugün babam Arjuna ve bu düşünce beni yüreklendiriyor! Öp beni…” Subhadra oğlunu titreyerek öptü, Abhimanyu birliklerin başına geçti. Kalkanları güneşin ilk ışıklarında binlerce parlaklık saçarak dönen çembere gözlerini dikerek saldırdı. Arkasından Yudiştira, Bhima ve ikizler ve bütün öteki komutanlar birlikleriyle, trampet takımlarıyla harekete geçtiler. Abhimanyu yalan söylememişti. Gerçekten de yöntemi, savaş çemberini yarmanın tek yolunu biliyordu. Bunun için hem ustalık, hem de büyü gerekliydi. Utku aşkıyla coşan ve babasının hayaliyle güçlenen Abhimanyu vazgeçilmez sözleri söyledi, gerekli hareketleri yaptı ve önünde demir çember açıldı. Etkili silâhlarla oraya atıldı, önce oluk oluk kan aktı. Delikanlı doğaüstü bir güçle hareket ediyormuş gibiydi. Çember parçalandı, insanların başını döndürüyordu. Bütün ordusunu bir çocuğun kırdığını gören Duryodhana, Drona’dan kuşkulanarak: “Nerede kaldı verdiğin söz?” diye bağırıyordu. “Sen de mi düşmanlarımıza âşık oldun? Öldür şu haddini bilmez genci! Bizi hor gören şu ölüm makinesi sırıtkanı! Öldür onu!” Ama Abhimanyu’nun ölüm saçan kollarım durdurmak olanaksızdı. Duryodhana’yla Karna’nın birer oğlunun kafalarını uçurdu, Dushassana’yı geri püskürttü ve az kalsın öldürecekti. Sevinç ve utkudan coşarak kan revan içinde bağırıyordu: “Şimdi kim ölmek istiyor? Kuvvetle vurup orduların ortasına fırlatayım!” Kendi tarafındakilere döndü: “Arkamdan gelin! Çemberi yardım! Açılan gediğe atılın.” ‘Tam o sırada, ani kıyımın ortasında soğukkanlılığını koruyan yaşlı Drona Jayadratha’yı çağırdı ve Pandavaların geçmesini engellemek için açılan yolu kapaması emrini verdi. Jayadratha savaş alanının ortasında hareketsiz kaldı, gözlerini kapadı ve yavaş sesle bir cümle söyledi.
O sırada belirgin bir şekilde olağanüstü bir manzara göründü: Bhima, Yudiştira ve ötekiler ordularının başında açılan gediğe saldırdılar ama güçlü ve görünmez bir engele, katılaşmış bir hava duvarına çarptılar, karmakarışık bir durumda yere düştüler. Yeniden kalkıyorlar, yeniden saldırıya geçiyorlar, yara bere içinde soluk soluğa bir kez daha düşüyorlardı. Gediğe girmek, Abhimanyu’yu izlemek olanaksızdı. Delikanlı güvenini ve gücünü yitiriyordu. Bhima’yı, Yudiştira’yı çağırıyor, ama bağırmaları o gün basit bir cümleyle bütün kinini ve gücünü ortaya koyan Jayadratha’nın büyüsü karşısında etkisiz kalıyordu. İçinden nasıl çıkılacağını bilmediği savaş çemberi kan revan içindeki Abhimanyu’nun çevresinde yeniden kapanıyordu. Çevresinde, kendisine uzanan silâhları, bütün düşman komutanları, Drona’yı, Duryodhana’yı, Asvvatthaman’ı ve Karna’yı görüyordu. Hepsi ona karşıydılar. Son bir gösteri yapıyorlarmış gibi gözlerini ona dikip durmadan dönüyorlardı. Drona bile kendi olağanüstü gücüyle büyülenmişe benziyordu. Önce arabasını, sonra yayını, daha sonra da kılıcım parçaladılar. Bu savaşta bütün gücünü, bütün öfkesini ortaya koyan Abhimanyu o anda eline büyük bir gürz geçirerek başının üstünde savurmaya başladı. Gürzünü de kırdılar. Arabasının bir tekerleğini kaparak onları korkutmak için havaya kaldırdı. Bu tekerleği de parçaladılar. Abhimanyu o anda yaşamının sonu geldiğini anladı. Çevresinde dönen adamların gözlerinde ölümü gördü. Yaralı ve bitkin bir durumda dizlerinin üstüne düştü, babasını yardımına çağırdı. Aynı anda onlarca ok vücuduna saplandı ve öldü. Onu öldüren savaşçılar dönmelerini durdurdular. Yaşamını yok ettikleri henüz sıcak olan bu genç vücuda baktılar. Önce Drona silâhını yere bıraktı. Daha sonra Karna, Aswatthaman ve ötekiler de silâhlarım bıraktılar. Az önce adına Abhimanyu denilen bu yaratığa gözlerini dikerek bir süre öylece kaldılar. Sonra sessizce çekildiler. Savaşın o gün için sona erdiği belliydi. Bir süre sonra, kör kral ve Gandhari ölünün yanına geldiler. Gandhari, yeryüzünün tansıklarından biri olduğu söylenen bu delikanlıya elini değdirmek istiyordu. Onlara eşlik eden çocuk Abhimanyu’nun yüzüne baktı ve şöyle dedi: “Şaşırmış bir hali var.” Gandhari ellerini kımıldamayan vücut üzerine koydu. “Dinmiş bir rüzgâr gibi,” dedi. “Onu öldürenler silâhlarını bırakarak ordugâhlarına döndüler, sessizce ağlıyorlar ve şöyle diyorlar. Yerde yatan yalnızca bir çocuk. Görev mi yaptık sanki?
Gece olunca, Abhimanyu’nun ölüsü ordugâha götürüldü. Geriden izleyen çocuk Vyasa’ya sordu: “Bu ölüm sözü nereden geliyor? Ölümü kim yönetiyor? Ölüm nereden geliyor?” Vyasa çocuğa ölümün öyküsünü anlattı: “Başlangıçta evren yok oluşa baş eğmemişti. Ama yaratıcı yeryüzünün yakınmalarını dikkate alarak, bütün canlı varlıkların bir sonu ve yeniden bir başlangıcı olması gerektiğine karar verdi. Siyah ve kırmızı bir kadın yarattı. Canlı olmaktan mutluluk dayan kadın yaratıcıya gülümseyerek baktı, yaratıcı ona şöyle dedi: Git, ihtiyar ve genç, aptal ve akıllı demeden yaratıkların işini bitir. Kadın ağlamaya başladı. Ben bir kadınım, nasıl öldürebilirim, dedi. Zavallıların gözyaşlarından ve ilenmelerinden korkarım. Beni bu yükten kurtar, yaşamı ortadan kaldırmak istemiyorum!” “Yaratıcı ne yaptı?” diye sordu çocuk. “Hiçbir şey yapmadı. Kadının isteğini kabul etmedi. O zaman kadın ıssız bir yere çekildi, berrak su kaynaklarında temizlendi.” “Uzun süre mi?” “Milyonlarca yıl. Acı çekti, yakardı, yalvardı. Yaratıcı yeniden gelip ona göründü. Beni öldürmeye zorlama, dedi kadın. Bırakın insanlar ölümlerine kendileri neden olsunlar, ben değil! O zaman yaratıcı şöyle dedi: Dualarını duydum, bana güvenmeni istiyorum. Akan bütün gözyaşı damlaları elime düşerler. Yaratıkları öldürmekle hiçbir kusur işlemezsin, kimsenin kazanamadığı bir ün kazanacaksın, çünkü hastalıklar, kötülükler, ağır suçlar, savaşlar yarattım, senin yapacağın şey kusur değil, her türlü sevgiyi, her türlü kini bir yana bırak, git hiç acımadan canlıları öldür. Ölüm kimseyi öldürmez.” Vyasa ordugâha girerken şunu ekledi: “Yaratıklar kendileri ölüyorlar, Tanrılara gelince onlar da ölüyorlar…” Arjuna, Trigattainleri yenerek o akşam ordugâha döndüğü zaman, dönüşüyle ilgili hiçbir müzik sesi duymadığı, hiçbir tören havası görmediği için şaşırdı. Kimi insanlar onu görünce başlarını yere eğerek geçiyorlardı. “Bu sessiz karşılama niye? Krişna, yüreğimde yorgunluktan farklı bir güçsüzlük duyumsuyorum. Her zaman koşarak beni sevinçle karşılayan oğlum Abhimanyu’yu göremiyorum…” Ve birden şöyle dedi: “Onu görüyorum.” Annesinin, genç karısının, Draupadi’nin, Yudiştira’nın, Bhima’nın ve ikizlerin başında bekledikleri Abhimanyu yerde yatıyordu. Çevresinde birkaç
lâmba yanıyordu. Savaşçılar sırayla gelerek önünde sessizce eğiliyorlardı. Arjuna arabasından atladı, koştu, oğluna kucağına aldı. Yaralarla delik deşik ve ölmüş olduğunu gördü. Ölüyü bağrına bastı, sonra Subhadra’ya şöyle dedi: “Kim öldürdü onu? Ölüme kim gönderdi?” “Ben,” dedi Yudiştira. Bir şey anlamayan Arjuna kardeşlerine bakıyordu. “Savaş çemberinin nasıl yarılacağım yalnız o biliyordu,” dedi Bhima. “Evet,” dedi Nakula, “kendini ölüme atarak bizi kurtardı.” “Bu kahramanlar bir çocuğu öldürdüler,” dedi Arjuna. “Peki, oğlumu korumadınız mı?” “Koruduk,” dedi Yudiştira, “hepimiz onun arkasındaydık, utkuya götürüyordu bizi, ama Jayadratha yolumuzu kapadı.” “Jayadratha mı?” O zaman Jayadratha’nın önlerine diktiği görünmez duvar karşısındaki başarısızlıklarını ayrıntılarıyla anlattılar. Arjuna acı ve öfke içinde kardeşlerini suçluyor, oğluna ağlıyordu, kadınların hayran kaldıkları, ozanların şiirleştirdikleri, ama şu anda yere uzanmış soluksuz yatan oğluna. “Savaş onu büyüledi,” dedi Subhadra. Yudiştira da şunu ekledi: “Açgözlülük ve korkaklık gösterdim. Bu çocuğun ölümü karşısında bir an bile rahat değilim.” Arjuna, Krişna’ya döndü, şöyle dedi: “Bu durumu biliyordun, ama bana hiçbir şey söylemedin.” “Sana doğruyu söylüyorlar,” diyerek yanıtladı Krişna. O zaman Arjuna Abhimanyu’nun ölüsünü yere koydu, ayağa kalktı, karanlıkta gökyüzüne baktı, şöyle dedi: “Bu akşam yemin ediyorum. Yarın Jayadratha’yı öldüreceğim, güneş batmadan önce onu öldüreceğim. Yeminimi yerine getiremezsem kendimi ateşe atarak ölüler dünyasına kendim gireceğim. Tanrılar ve insanlar tanık olsunlar. Söylediklerim gerçek, suyun denizden ayrılmayacağı kadar gerçek. Jayadratha şimdiden ölmüş demektir.” Abhimanyu’nun ölüsünü cenaze töreni yapmak için bir çadıra götürdüler. Savaşçılar yavaş yavaş çekildiler. Arjuna yıldızların altında Krişna’yla baş başa kaldı. Krişna ona sordu: “Korkunç bir yemin ettin.” “Evet, biliyorum.”
“Yarın Jayadratha’yı çok sıkı bir koruma altına alacaklardır.” “Çevresinde on bir ordu olacak.” “Sözünü tutmazsan ölmek zorunda kalacaksın. Casusları aracılığıyla bunu öğrenmişlerdir. Yarın ovadaki tek yankı senin yaşamm olacak.” “Krişna, beni büsbütün savaşa sürüklemek için mi oğlumun ölmesine izin verdin?” diye sordu Arjuna. O akşam kendisi için önemli olan tek soruydu bu. Krişna her zaman yaptığı gibi, ayrıntılı bir yanıt verdi: “Sizlerle birlikte büyük karanlık çağdan geçiyorum. Genel bir savaş bu. Kardeşlerin ve sen bu savaşı kazanmak zorundasınız, çünkü sizler dünyaların tek ışığısınız. Şu sözlerimi her an anımsa: Kalbin kırılır ya da kibirlenirse, acılı, kaygılı ya da katı olursa ışık kaybolur. Bu akşam acı ve kibir içinde konuştum. Yeminin seni ölüme götürüyor.” Krişna daha yavaş bir sesle şunu da ekledi: “Benim için kimse senden daha değerli değil. Kaygılıyım.” “Öğüt ver bana.” “Çadırıma dönüp düşüneceğim. Bu gece hiçbirimiz uyuyamayacak.”
KRİŞNA VE GÜNEŞ Krişna’nın anımsattığı gibi, Arjuna’nın yeminini hemen öğrendi Duryodhana. Beklenmedik bir fırsat yakaladığını düşündü. Arjuna’nın yeminini düşünerek titreyen ve ordugâhtan ayrılmak isteyen Jayadratha’nın korkularını önemsemeyerek ona kalmasını emretti, bütün savaşçıların sınırsız ve canlı bir zırh gibi çevresini kuşatacaklarına söz verdi. “Her şeyi, her şeyi hazırladım. Kimse yanına bile yaklaşamayacak. Korkma ve benim gibi sevin, çünkü Arjuna seni öldürmeye yemin etmiş. Yarın akşam kendini ateşe atacak ve utku bizim olacak.” Ertesi gün Jayadratha binlerce filin, binlerce arabanın, milyonlarca insanın kuşattığı ahşap bir kule içine yerleştirildi. Karşısında savaş çemberinin gizini bilen Arjuna olduğu için, Drona savaş düzenini değiştirdi ve “ibre” düzeni denilen düzeni seçti. İbrenin en ucuna da kendisi yerleşti. Öldürülmek istenen Jayadratha’ya hiçbir şey erişemez gibi görünüyordu. Duryodhana aynı akşam utku şenlikleri yapılması için emirler bile vermişti. Öte yandan gün doğar doğmaz, Arjuna bütün öfkesiyle, olanca gücüyle saldırdı. Kimi adamları o sabah sancağındaki simgenin bile öfkeden bağırdığını söylediler. Savaşın başlangıcından bu yana, Pandavalar Kauravaları kırıp geçiren hiç böylesinc bir saldırı düzenlememişlerdi. Öğleye doğru, savaşın gidişini izleyen kör kral, utkuya olan güvenini yitirdiğini duyumsadı. Bhima tepenin zirvesine kadar gelip kendisine küstahça kafa tutarak oğullarını arka arkaya öldürdüğünü söyledi. “Her geçen saat umudum sönüyor,” diyordu kör kral. Arjuna yenecek. Oğlum halkımı yok edecek.” Gandhari buna şöyle yanıt veriyordu: “Kabahati oğlunun üstüne atma. Adaleti tanımıyorsun, kalbin seni bırakmış, siyasal bilginin ne olduğu belli değil!” Biraz sonra, savaş alanında yaşlı silâh öğretmeni dinlendiği sırada Duryodhana’yla yüz yüze geldiler. Arjuna’nın saldırılarından yorulan ve cesareti
kırılan Duryodhana bütün üzüntü ve kaygılarını Drona’ya aktardı. İçini kemiren kuşkuları dile getirerek Drona’yı suçlayıp kalbinin Pandavalarla birlikte olduğunu, onları sevdiğini, birliklerini ölüme sürüklediğini söyledi. Drona soğukkanlılığını hiç bozmadan şöyle yanıt verdi: “Savaş düzenimi değiştiremem. Burada acımasız bir oyun oynuyoruz. Oyunun kurbanı bugün Jayadratha. Yalnızca onu düşünüyorum, yalnızca onu savunuyorum.” “Ya gizini bildiğin bütün silâhlara eşdeğer silâh?” “Onu ortaya koymaya hakkım yok,” dedi Drona. “Arjuna’da da Şiva’nın verdiği üstün nitelikli bir silâh var.” “Peki, önce sen saldırırsan?” Drona bu soruya yanıt vermedi. Duryodhana yanlarından geçen ve dinlenecek yer arayan Karna’ya kızdı. Dostunu, ölünceye kadar Arjuna’yla dövüşeceği yerde dinlenirken görünce çok gücendi. Güçsüz ve korkak olduğunu bile söyleyerek sitem etti. “Utkudan önceki son an bu,” diyeret yanıtladı Karna. “Bugün Arjuna oğlunun ölümünden kaynaklanan ölçüsüz bir güçle savaşıyor. Ama günün sonuna kadar dayanırsak, hiç kuşkusuz kendini alevlerin içine atacak.” Günün sonuna kadar dayandılar. Güneş ufka yaklaşırken, binlerce değerli savaşçı Jayadratha’nın korunduğu kulenin çevresini hâlâ kuşatıyorlardı. Arjuna kanını ve soluğunu yitiriyordu. Dövüşüp yere indirdiği her adamın yerine bir başkası dikiliyordu. Bütün gün yaptığı savaştan bitmiş, yıkılmış ve cesaretini yitirmişti. “Drona’yı yenemedim,” dedi Krişna’ya. “Bak güneş batıyor, gün ışıkları kayboluyor, Jayadratha hâlâ yaşıyor, öleceğim ben.” Arabasından aşağı indi. Krişna ona son gayretini göstermesi için yalvarda, ama Arjuna artık ayağa kalkamıyordu. Yayını ve oklarını bıraktı. “Peki, Şiva’nın verdiği silâhı kullan.” “Hayır, yeryüzünü yakıp yok etmek istemiyorum, yalnız öleceğim.” Atlarının dizginlerini bırakarak Krişna da arabadan aşağı atladı. Arjuna’ya yaklaştı, şöyle dedi: “Sana yardım edeceğim, yayını eline ak” “Ne yapabilirsin ki?” Güneşi karartacağım, tam zamanı, güneşi gözden kaybedeceğim.” Krişna bir elini göğe doğru uzattı. Arjuna bu ele baktı ve çevresindeki her şeyin birdenbire karanlığa büründüğünü gördü. Güneş artık görünmüyordu. Pandavalar tarafından utku çığlıklarının yükseldiğini duydular.
“Gerçek gece değil mi bu?” diye sordu Arjuna. “Hayır,” daha değil, ama onlar öyle sanıyorlar. Utku çığlıklarını işitiyor musun? Yeminini yerine getiremediğini sanıyorlar ve şimdiden ölümünü kutluyorlar.” Uzakta gerçekten bu kuleyi çevreleyen canlı zırhın dağıldığını gördüler. Krişna ve Arjuna sessizce yaklaştılar, bir kayaya tırmandılar. Kulenin kapılarının açıldığını, herkesin bağırışları arasında Jayadratha’nın ortaya çıktığını gördüler. Gülümseyerek başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. “Kimse onu korumayı düşünmüyor,” dedi Krişna Arjuna ’ya, “yayını al, okunu seç, sen ki karanlıkta nişan alabiliyorsun.” Arjuna, titizce sivriltilmiş, ucu geniş ve keskin bir ok seçti. “Açıkta ilerliyor,” dedi Krişna, “gülümsüor, kurtulduğunu sanıyor, başını uçur onun!” Arjuna yayını gerdi, gökyüzüne doğru uzanan sırıtkan gırtlağını nişan aldı ve öldürücü oku fırlattı. Jayadratha’nın bir vuruşta kopan başı yere düştü. Savaş alanına hoyrat bir sessizlik çöktü. Arjuna’nın okunu tanıyan Duryodhana ilerledi ve bağırdı: “Ama yeryüzüne karanlık çoktan inmişti! Oku fırlatmaya hakkın yoktu!” “Yanılıyorsun,” dedi Krişna, “çünkü henüz gece olmamıştı. Kuruntundan kurtul Duryodhana. Gökyüzündeki karanlığı yok edeceğim şimdi.” Bir başka el hareketi yaptı. Güneş kalın bir buluttan kurtuluyormuş gibi ortaya çıktı. Her şey yeniden göründü. Duryodhana, Jayadratha’nın başından ayrılan vücudunun yanına yere yıkıldı. Gökten gelen bir tansık utkuyu elinden almıştı, gözyaşları kanla ıslanmış toprağa dökülüyordu. Bhima gelip Arjuna’nın kalkmasına ve yeniden arabasına binmesine yardım etti. Savaş alanını şimdi doğal karanlık kaplıyordu. Gece kuşları ötmeye başlamışlardı. Krişna, yeniden dizginleri tutmadan ve Yudiştira’nın kendilerini beklediği ordugâha Arjuna’yı götürmeden önce, son bir kez Duryodhana’ya döndü, şöyle dedi: “Başını kaldır, bir daha hiçbir zaman göremeyeceğin şeye, şu ikinci kez batan güneşe bak.”
ÖLÜMSÜZ DELİKANLI O gece bütün bu ölümlerin karşısında bunalan ve uyuyamayan Yudiştira karanlıkta yalnız başına yürümek için çadırdan ayrıldı. Abhimanyu’nun savaşmasına izin vererek onun genç yaşta ölümüne neden oluşunu ve sonuçta Arjuna’yı çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya getirişini unutamıyordu. Çevresine bakınırken duyarsız ayışığmda savaş alanı ona sınırsız bir kan gölü gibi görünüyordu. İstemese de içinde tuhaf bir şiir dile geliyor ve böylece sözcükler simgelere karışıyordu: Savaş alanında bir ırmak akar ve ölüler dünyasına dökülür. Ölen filler adalardır, zırhlar timsahlardır, dalga kandır, ağaç gövdeleri vücutlardır ve barsaklar yılanbalıklarıdır. Savaşçıların toz olan kemikleri kumdur, çamurdur, çalkantılar bayraktır, zırhlı başlıklar kaplumbağa, oklar kamıştır, ve kesilmiş eller kaplumbağalardır. Irmak yatağını derinleştiriyor, orada kucaklaşan sevgililer ölülerdir, kalkanlar yaldızlı kayıklardır, yosunlar saçtır, başlar taştır, su kabarcıkları yüzük, mızraklar bastondur, araba tekerlekleri anaforlardır ve kesik parmaklar küçük balıklardır. Küçük tekerlekler bileziktir, kavkılar zillerdir
ve balıkçılar çakallardır. Dalgalar yay, gözyaşları köpüktür, ırmağın şırıltısı iniltidir. Fillerin kesilmiş hortumları yılanlar gibi seğirirler. Irmak akbabaların eğri gölgeleri altında gece ve gündüz akar da akar. Yudiştira, Bişma’nın yanına vardı. Yaşlı adam beyazlar içinde, oklardan karyalosına uzanmış bu dünyadan kesin olarak ayrılacağı günü bekliyordu. Yudiştira yanına oturdu, sıkıntılarından ve kuşkularından söz etti ona. Ölümün bir geçit, bir sona eriş olduğunu kabul edemiyordu. Öldürmek onu korkutuyordu. Yere düşen her adam karşısında, ordugâhında tuhaf bir acı duyuyordu. Her gün her şeyi durdurmak, şiddet karşısında ve Dharma’nın ayakları altında çiğnenenlerin önünde uzlaşmak istediğini belirtiyordu. Bişma’ya şöyle dedi: “Yolculuklarım sırasında ‘ölüm yoktur/ diyen ölümsüz bir delikanlıdan söz edildiğini duydum. Ne demek istiyor acaba?” “Kendisine sor,” diyerek yanıtladı Bişma. “Burada o.” Yudiştira şaşkınlık içinde geri döndü ve gerçekten de yanı başında ayakta duran sakin ve güzel yüzlü bir genç gördü. “Ölümsüz delikanlı sen misin?” “Benim.” “Nereden geliyorsun?” “Hiçbir yerden. Buradayım ben.” “Ölüm yoktur demişsin.” “Öyle dedim.” “Ama yine de Tanrılar bile ölümü önlemek için günah cezası uyguluyorlar.” “İkisi ayrı şey,” diyerek yanıtladı delikanlı. “Ozanlar ölüme değer veriyor, onu övüyorlar, ama ben ölümün savsaklama ve bilgisizlik, uyanıklığın da ölümsüzlük olduğunu söylüyorum. Delikanlı oklardan oluşan karyolanın çevresinde yavaş yavaş yürümeye başladı. Bişma onu dinlemek için gözlerini kapadı. Delikanlı şöyle diyordu: “Ölüm otlar arasında gizlenmiş bir kaplan gibidir. Ölüm için çocuklar yaratıyoruz. Ama ölüm, tozunu silken adamı yemiyor, ölüm sonsuzluk karşısında bir hiç. Rüzgâr ve yaşam sonsuzdan geliyor, ay yaşamın soluğunu soğuruyor,
güneş ayı yutuyor, sonsuzluk da güneşi. Bilge dünyaların ortasında uçuyor. Vücudu yok olup ondan iz kalmayınca ölümün kendisi yok oluyor, vücut da sonsuzu seyrediyor. Kendi kendime veda ettim ve kendimi her varlıkta görüyorum, henüz olmayan her şeyim ben, atalar ve dedelerim, uzayım, doğuşumun nedeni benim, yorulmaz, yok olmaz her şeyin sonuyum.” Delikanlı sustu, ayışığında ovada yavaş yavaş uzaklaştı. Yudiştira gözlerini açmayan Bişma’ya yaklaştı, yavaşça şöyle dedi: “Bütün yaşamımda bilgelerin şöyle dediklerini işittim: Dharma’yı korursanız sizi korur, yok ederseniz sizi yok eder.” Bişma yavaşça başını salladı. Bu cümleyle Yudiştira dünyaların gerçek gizine, bütün canlı varlıklar arasındaki, evrenle yaratık, ayla bir tutam ot arasındaki gizemli ve sağlam dayanışmaya, kaybolması ve bozulması halinde kargaşa yaratacak ve yaşamı ölüme teslim edecek olan bu düzene parmak basıyordu. “Düşmanlarımız yok olacaklar mı?” diye sordu Yudiştira. O anda Krişna’nın şöyle diyen sesini işitti. “Yudiştira, Dharma’yı korumak için ara sıra onu unutmak gerekir.” Krişna yanı başında, az önce ölümsüz delikanlının göründüğü yerde yalnız ve devinimsiz ayakta duruyordu. “Dharma’yı unutmak mı gerekir?” dedi Yudiştira. “Evet, onu korumak için. Ara sıra.” Allak bullak olan Yudiştira, yaşadığı sürece Dharma’yı her şeyin üstünde, mutluluğunun ve yaşamının bile üstünde tutan Bişma’ya baktı. Oklarla delik deşik olan Bişma duyulur duyulmaz soluyordu. Gözlerini açmıyordu. Ay beyaz saçlarını aydınlatıyordu. Yudiştira, Krişna’ya baktı, Krişna’nın için için gülümsediğini gördü.
GATOTKAÇA’NIN BÜYÜK SAVAŞI İki ordu, Jayadratha’nın ölümünden sonraki günü yalnızca çatışmayla geçirdiler. Bir yanda Drona, öbür yanda Arjuna ölüm birliklerini yeniden düzenliyorlardı. Günün sonuna doğru Duryodhana karanlığa kadar süren savaşla ilgili bir toplantı yaptı. Kendisinden söz ederek başladı, çünkü her şeyi ona karşı yönelten bir güçsüzlük içindeydi. Çevresinde toplanan bütün komutanlara bakarak özellikle şöyle dedi: “Çevremde kralların devrildiğini görüyorum, aşağılanmanın doğduğunu, benden nefret edildiğini duyumsuyorum. Kendimi kusurlu ve ikiyüzlü buluyorum. Delilik derecesinde açgözlüyüm, dostlarım bile bunu söylüyorlar. Tutkum dostlarımı ölüme götürüyor.” Kendini aşağılamaya, karalamaya çalışıyormuş gibi böyle daha uzun süre konuşabilirdi, tersini söylemek için kimse de söz almıyordu. Sonra şiddetle Drona’ya çattı. Arjuna’yı sevdiği için onu korumakla suçladı. “Bir kez daha kardeşlerinin, Karna’nın ve oğlun Aswatthaman’ın önünde bana saldırıyorsun. Sana yanıt veriyorum.” Drona konuştu. Onu uzun zamandan beri tanıyanlar bu kadar uzun süre konuştuğunu hiç duymamışlardı. Düşünmeden Duryodhana’yı suçladı. Shakuni ’nin kullandığı zarların gerçek zarlar olmadığını, hasımlarının okları olduğunu söyledi. “Ama sen bu dili anlamadın. Hâlâ utkuyu nasıl umabiliyorsun? Evet, ölüyoruz, senin yüzünden ölüyoruz. Bana gelince, biliyorum sonuma yaklaşıyorum.” Bu sözleri işiten Aswatthaman büyük bir şaşkınlık içinde babasına baktı, şöyle düşünüyormuş gibiydi: Sen de ölebilir misin? Yine de Duryodhana kin duymadığı tek kişi olduğunu söylediği Karna’ya sesleniyordu. Başkomutanlığı ona vermeden -kuşkusuz Karna komutanlığı her şeyden çok istiyordu- bütün gücüyle savaşması ve düşmanı yenmesi için
yalvardı. Yaşamını onun ellerine teslim etti. “Bir Tanrının verdiği ve Arjuna’yı kesin olarak öldürecek demir bir mızrağım var,” dedi Karna. ‘İstersen yarın onu kullanayım.” Karna’nın attığı tafra karşısında Dfona omuz silkti. “Durmadan övünüyorsun,” dedi Karna’ya. “Git savaş!” Karna onu sertçe yanıtladı: “Drona, yaşlı ve güçsüzsün. Yaşlılar artık dünyayı olduğu gibi göremezler, sen bir ihtiyarsın. Bütün kalbin karşı tarafta, bozgunu istiyorsun.” Babasına söylenen bu alçaltıcı sözler karşısında Aswatthaman, Karna’ya saldırmaya ve kafasını kesmeye hazırlanarak ayağa kalktı. Karna kendini korumaya hazırdı. Drona çevik bir el hareketiyle oğlunu durdurdu, silâhını bırakmasını buyurdu. En iyi adamlarının birbirlerine saldırdıklarını gören Duryodhana’nın canı sıkıldı, şöyle dedi: “Karna, Aswatthaman, bu çılgınlık niye? Birbirinizden ve benden ayrılmak zorundaysanız, ozanların artık benden söz etmelerine değmez! Sizler utku sözü vermeseydiniz, hiçbir zaman bu savaşa atılmazdım!” “Göründüğümüz gibi olmayışımızdan kuşkulanıyorsun,” dedi Aswatthaman, “biz de senin için ölmeyi kabul ediyoruz.” Duryodhana birdenbire kılıcını kaldırdı, çok yüksek sesle emir verdi. “Hadi herkes savaşa!” Şaşkınlık içinde ona baktılar. Bu emir bütün savaş kurallarına aykırıydı. Aswatthaman sordu: “Savaşa mı? Gece karanlığında mı?” “Lâmbaları alın!” diyerek yanıtladı Duryodhana. Bir saat sonra, iki ordu geceleyin çarpışıyordu. Her fil üç meşale, her araba beş fener taşıyordu. Binlerce ışık ovayı aydınlatıyordu. Aydınlık yeryüzünden daha yükseklere bile erişiyordu. Sınırsız bir ormanın kıvılcım saçan böceklerle donanmış ağaçları dense yeriydi. Sayısız ışıklara karşın, yine de insanlar çoğu zaman karanlıkta, çamur ve kanla örtülmüş topraklarda vuruşuyorlardı. Dost düşman birbirini tanımıyor, birbirini öldürüyor, kaçanlar ve yaralılar bile kılıçtan geçiriliyordu. Savaşçılar tırnaklarıyla, dişleriyle birbirlerinin saçlarını yoluyor, birbirlerini taşla bile öldürüyorlardı. Dritaraştra, hiçbir geleneğe uymayan bu gece savaşını durdurmak için özel görevliler göndermek istedi. Ama bu görevliler de kılıçtan geçirildi. Ovaya bunaltıcı bir kıyım kokusu yayılıyor ve toprak sanki dünyanın son
gecesindeymiş gibi yanıp kavruluyordu. Karna kıyım ustası gibi ilerliyordu. Hiç böylesine istekle savaştığı görülmemişti, Drona’ya üstünlüğünü kanıtlamak, sonuç olarak onun yerini almak istiyor gibiydi. Birçok saldırı sonunda, bir önceki günün yorgunluğunu üstünden atamamış olan Arjuna’nın birliklerini geri püskürttü. Beklemedikleri bir saldırıya uğrayan Pandavalar savunma düzenlerini kuramıyorlardı. Bhima ölüleri toplayarak savaş alanının bir ucundan öbür ucuna koşuyor, ama düşman ışıklarının ilerleyişini durduramıyordu. Her zaman özellikle Karna’nın gücünden kuşkulanan Yudiştira sonunun yaklaştığını sanıyordu. Gerçek bir saplantıya kapılarak her yerde, bir ot sallanmasında bile Karna’yı görüyordu. “Bu akşam Karna acımasızca ilerliyor, savaşın ortasında geziniyor. Karna’yı nasıl yeneceğiz Arjuna?” “Gidip onunla kendim dövüşeceğim,” dedi Arjuna silâhlarını alarak. Ama Krişna ona engel oldu. Demir mızrağın büyülü gücünü biliyordu. Karna’nın bu mızrağı uzun zamandır Arjuna için sakladığını ve kime karşı fırlatsa onu kesinlikle öldüreceğini de biliyordu. Krişna bir tür hayale daldı ve yavaş sesle şöyle dedi: “Geceyi getirecek güçlü bir büyücü gerek bize. Bu akşam kimse arabacının oğlunu durduramaz. Şayet…” “Kim?” diye sordu Yudiştira. “Şeytan Gatotkaça’yı düşünüyorum, Bhima ve Rakshashi’nin oğlunu, onu anımsıyor musunuz? Babasım kurtarmak için bir gün geleceğine yemin etmişti.” Krişna bir ateş yaktı, Gatotkaça’yı çağırarak değişik bir biçimde üç kez bağırdı. Toprağın derinliklerinde bir titreme duyuldu, sonra bir yarık belirdi, loş ve sarı bir sis içinde şeytan şöyle diyerek çıktı: “İşte geldim. Babam nerede?” “Dövüşüyor,” dedi Krişna, “ama yaralı ve tehdit altında.” “Kim tehdit ediyor?” “Karna.” Kanlı ve birbirinden farklı gözlerle, yeşil bir sakalla, ölüm kapısı gibi yarık bir ağızla, sipsivri dişlerle, kocaman karınlı iriyarı Gatotkaça karşılarında duruyordu. Krişna ona ona şöyle dedi: “İyi dinle Gatotkaça, kendini gösterme zamanın geldi. Büyücü silâhlarını biliyorsun. Arabacının oğlunu senden başka kimse durduramaz. Babana ve amcalarına yaraşır olduğunu göster. Karna’nın gücü korkunç ama seninkiyle boy
ölçüşemez. Ey güneş tutulmasının ve gözbağcılığının şeytanı, ailenin son sığınağısın sen. Gecenin karanlığında, senin krallığında Kama’yı kurban et.” “Ben,” dedi Yudiştira, “arkadan seni koruyacağım.” “Hayır, Kama için ben yeterliyim,” diyerek yanıtladı Gatotkaça, “insan olan babamı ve ailemi kurtaracağım. Yeryüzünde canlı varlık kaldığı sürece yaptığım savaştan söz edilecek.” Kendisini saklamalarını istedi, çünkü hazırlanması gerekiyordu. Bağırarak birçok kez soluğuna başvurdu, soluğu ovada yükselen bir yaz rüzgârı gibi yayıldı. Sonra renkleri durmadan değişen acayip atların, dev gibi atların çektiği ayı postuyla kaplanmış sekiz tekerlekli, demirden yapılmış büyük, siyah bir arabaya bindi. Bayrağı kanla ıslanmış, barsaklarla süslenmişti, üzerinde kanatları göğe değecekmiş gibi görünen bir akbaba vardı. Gece onun gücünü artırıyordu. Yaklaştıkça insanlar kaçışıyor, filler korkularından işiyorlardı. Karna sakince karşı koydu. Galolkaça’nın fırlattığı ilk diski bir okla havada parçaladı. “Elimden canlı kurtulamayacaksın!” diye bağırdı Gatotkaça. Arabasından atlayıp uluyarak havaya yükseldi ve büyüsünün gücüyle ağaçları ve taşları yağmur gibi yağdırmaya başladı. Karna özel oklarla, sarmal oklarla bunları savuşturdu. O zaman Gatotkaça kılık değiştirdi, yüz karın ve yüz baş oldu. Karna’nın oklarından gülerek kaçınıp hemen hemen görülmez bir parmak kadar küçüldü. Birden ölmüş gibi yere düştü, Kauravalar sevinç çığlıkları attılar. Ama yeniden havaya fırladı, kahkahayla güldü, büyüdü, devleşti. Kocaman ağzını açıp, çok sayıda oku gülerek yutuyordu. Birdenbire bir dağa, hemen ovada yükselen kara bir dağa dönüştü, bu dağdan bir çağlayan, çok büyük bir silâh çavlanı akıyordu. Bu dağdan yeryüzünün bütün pırıl pırıl parlayan, hareketli ve ürkütücü silâhları, korkunç bir volkan gibi patlayarak hızla Karna’nın üstüne doğru akıyormuş gibiydi. O zaman Karna özel bir silâh olan bir astra seçip fırlattı, dağ parçalandı. Dağ gülerek bir kan bulutu oldu. Karna bunu da kolay kolay savuşturulamaz Tanrısal silâhlardan biri olan rüzgârın astra’sıyla yok etti. Savaş doğaüstü ve evrensel oluyordu. Gatotkaça yaralı büyük bir kuş gibi yere doğru daldı, onu içine almak için yer yarıldı, oraya daldı, Tanrıların gözünden bile kayboldu. Sonra topraktan yabanıl hayvanlar, ateş başlı yılanlar, demir başlı kuşlar, çirkin ağızlı sırtlanlar ortaya çıkardı. Karna onları da yok etti. Canavarların doğaüstü saldırısına karşı koymaya çalışıyordu. Gözleri ve elleri şeytanın hoşlandığı büyülü bir kasırga karşısında
yorulmaya başlıyordu. Gatotkaça hem yerde hem havada, önde ve arkada, yakında ve uzakta, her biçimde, hatta akıl almaz bir biçimde bile bulunuyordu. Boşluk onun kahkahasıyla çınlıyordu. Şöyle bağırıyordu: “Seninle konuşan seni öldürmeye yemin etti! Seni öldürmeye yemin etti!” Binlerce yankı yineliyordu: Seni öldürmeye yemin etti! Şimşeklerle ve meteorlarla sel gibi kan akıtıyor, kökünden sökülmüş ağaç ve balta fırtınası yaratıyordu. Öfkesinin doruğuna vararak, dereler gibi ter ve kan akıtıyor, Duryodhana’nın ordularım eziyordu. Kırılmış kafalardan, karnı deşilmiş atlardan, parçalanmış fillerden başka bir şey görülmüyordu. Karna’nın Gatotkaça’yı yenemeyeceği belliydi. Duryodhana’yla Dushassana demir mızrağını getirerek Karna’ya yaklaştılar, bu mızrakla şeytanı öldürmesi için yalvardılar. Ama Kama onu kullanamazdı, mızrağı Arjuna için, yalnızca onun için saklıyordu. “Bu korkunç yağmur her şeyi kırıp geçiriyor!” dedi Duryodhana. “Milyonlarca adamım ölüyor. Çabuk ol! Bir an daha beklersen yok olacağız!” Bizzat Drona -ama belki de başka bir gizli akla uyuyordu-Karna’dan mızrağını ortaya çıkarmasını, şeytanı öldürmek için nişan almasını istedi. Karna mızrağını aldı, kolunu kaldırdı. Mızrak karanlıkta parladı. Karna onu yılankavi bir alev gibi gönderdi. Gatotkaça mızrağı görünce tanıdı, yok olacağını anladı. Kaçmak, kılık değiştirmek, korunmak, uzayda bir kez daha kaybolmak istedi, ama artık kımıldayamıyordu. Vaktiyle Tanrının söylediği gibi mızrak kalbini delip gökyüzünün derinliklerinde, yıldızlar arasında kaybolmak üzere uzaklaştı. Yaşamını yitirmeye zorlanan Gatotkaça bütün yeryüzünü titreten son çığlığını attı. Vücudunun genişlediği, şiştiği, devleştiği görüldü, sonra bu durumda bile binlerce savaşçıyı ezerek gümbür gümbür ovaya yıkılıverdi. Bu utku Kauravalarda haykırmalarla, sevinç çığlıklarıyla karşılandı. Karna ordugâha utku kazanarak döndü. Geceyarısı Bişma kendisine bağlı oğlunun ölüsüne yaklaştı ve ağladı. Söylendiğine göre annesi Rakshashi de ağlamak için uçarak ormanın dışına çıkmış. Abhimanyu’dan sonra Pandavala’rın bir başka oğlu daha yaşamını yitirerek yerde yatıyordu. Yudiştira’nın ordugâhını üzüntü kaplamıştı. Kendilerine bağlı şeytana ağlıyorlardı. Ama yine de birden Krişna’nın eline iki meşale alıp her zamanki gülümsemesiyle oynamaya başladığım gördüler. “Niçin seviniyorsun?” diye sordu Yudiştira. “Bhima oğluna ağlıyor, hepimiz üzüntülüyüz, sense oynuyor ve gülüyorsun. Niçin?”
“Gatotkaça, Karna’yı öldürdü,” dedi Krişna oynamasını durdurarak. “Ne söylüyorsun sen?” “O mızrak elinde oldukça kimse Karna’ya kafa tutamıyordu. Arjuna, şimdi sen onu öteki dünyaya gönderebilirsin.” Arjuna ona sordu: “Gatotkaça’yı öleceğini bilerek mi savaşa ittin?” Krişna ağırbaşlılıkla, herkesin dinlediği şu yanıtı verdi: “Karna güneş gibi. İnsan gözlerini dikerek ona bakamıyor, ışınları birer ok. Ama şimdi gerçek bir insan düzeyine indi. Evet, Gatotkaça seni kurtardı. Senin yaşamını korumak için onu ölüme gönderdim. Bu akşam sevinç içindeyim ve bunu gizlemek istemiyorum. Bunu aralarında doğduğum yıkıcılara ölümü göstermek için yaptım ve dünyaların sevgisi uğruna senin dostun oldum.
DRONA’NIN ÖYKÜSÜ O gece Gatotkaça’nın büyük yankı uyandıran ölümünden sonra, Duryodhana saldırıya devam etmek ve savaşı kendi üstünlüğüyle bitirmek istedi. Ama iki ordunun da gücü tükenmişti. Savaşçılar birbirlerine sarılıp ayakta uyuyorlardı. Yürüyerek, vurarak uyuyor, düş görüyorlardı. Ölümlerinin geldiğinin farkına varmadan uyuklayarak ölüyorlardı. Uykuya yenik düşen bu iki ordu karşısında Dr ona, Yudiştira ve Arjuna’ya da danışarak iki saatlik bir mola verdi. Savaşçılar bulundukları yerde toprağa uzandılar. Drona da oğlu Aswatthaman’ın yanına yattı ve uyudu. Herkesin uyuduğu karanlık ve büyük ovada üç kişi ilerliyordu. Vyasa’yla çocuk önde yürüyor, her yana kaygıyla göz atan Ganeşa da onları belli bir arayla izliyordu. Çocuk uzun zamandan beri Vyasa’nın kişilerinin gerçek varlığına alışmıştı. Çarpışmaların, yaralanmaların, ölümlerin gerçek oluşundan bir an kuşku duymadan her savaş olgusunu heyecanla yaşıyordu. Kimi zaman ozanın felâketi durdurma gücü olup olmadığım kendi kendine soruyor, ama bağırışlar, gürültüler, toz ve kan kokusu karşısında bu soru bile unutuluyordu. Drona’nın dinlendiği yere vardılar. Aswatthaman ayak seslerini duyarak ayağa kalktı, babasını korumak için kılıcına sarıldı. Vyasa’yı tanıyınca ona sordu: “Ne istiyorsun?” “Son uykusunda babam görmeye geldim,” diyerek yanıtladı Vyasa. Aswatthaman sanki boğazında bir şey düğümleniyormuş gibi konuşamadan bir süre durdu. Gerçekten Vyasa, başını kalkanına dayayıp yere yatmış Drona’nın uyuyan yüzüne bakıyordu. “Kimse babamı öldüremez,” dedi Aswatthaman cılız bir sesle. “Şu kırmızı gölgeyi görüyor musun?” diye sordu Vyasa eliyle işaret ederek. “Bak, işte onu öldürecek adam.” Yüzü ve elleri kırmızı, kırmızılar giyinmiş bir savaşçı Drona’nın çevresinde
dolanıyordu. Karanlıkta güçlükle fark ediliyor, ayak sesleri hiç duyulmuyordu. Aswatthaman silâhlarım kaparak adama saldırdı. Kırmızı adam basit ve hemen hemen nazik bir hareketle bu saldırıyı savuşturdu. Aswatthaman’ın silâhları adamı yaralamadan, hatta sarsmadan vücudunu birçok yerden gelip geçmiş gibi göründü. “Bir gölgeye saldırarak gücünü tüketiyorsun,” dedi Vyasa. “Bir gölge mi?” diye sordu Aswatthaman, soluk soluğa. “Adam yok mu?” “Var, ama bu akşam burada değil. Şurada, düşmanlarının ordugâhında. Zamanını bekliyor. Senin gördüğün babanın düşü. Her uykuya yatışında Drona bu adamı düşünde görüyor, korkusu adamı onun yanına çağırıyor, adamın şeklini ve hareketlerini gösteriyor.” “Babam korkmaz, gizliden bile olsa. Yüce bir bilime sahiptir o, hiçbir zaman en küçük bir hata yapmamıştır.” “Bir yaşamı yok eden yanlışlığı yaptı,” dedi Vyasa. “Sana inanmıyorum.” “Hangi hatayı?” diye sordu çocuk. O zaman, kırmızı gölge yavaş yavaş çevrelerinde dolanırken, uyuyan silâh öğretmeninin yanı başında Vyasa onlara Drona’nın öyküsünü ve niçin ölmesi gerektiğini anlattı. Drona, çocukluğunda yaşıtı olan Droupada adlı bir çocukla birlikte yetişti. İki arkadaş her şeyi paylaşıyordu. Ömürleri boyunca da hep aynı kalmaya karar verdiler. Yirmi yaşına geldikleri zaman Droııpada’ya babasından bir krallık kaldı. Mal varlığının yarısının her zaman onun olacağını söyleyip güven vererek arkadaşı Drona’dan ayrıldı. Drona’ya gelince, o da brahman, çok yoksul bir brahman oldu, oğlu küçük Aswatthaman’a süt alamayacak kadar bile yoksuldu. Bir gün Aswatthaman yaşıtı olan çocuklarla oynarken, süt olduğunu söyleyerek, çocuklar ona içine biraz alçı karıştırılmış su içirdiler. Aswatthaman sevinç içinde “Süt içtim! Süt içtim!” diye bağırarak köye koştu. Çocuklar acımasızca alay ederek onu izliyorlardı. Yaşamını iyileştirecek başka hiçbir yol bulamayan ve gururu kırılan Drona, dostu Droupada’nın yanına gitti, varlığından bir bölümünü istedi. Ama Droupada, dostluk adına gelen Drona’yı sarayındaki adamlarının önünde çok soğuk karşıladı, geri çevirdi ve şöyle dedi: “Dostluk yok Drona. Bir varsılla bir yoksul arasında, bir kralla bir dilenci arasında dostluk olmaz. Dostluk başkaları arasında bir kuruntudur. Köyüne dön Drona, seni artık tanımıyorum.”
Gücenen ve öfkelenen Drona, Droupada’nın krallığından ayrıldı, yaşam biçimini değiştirmeye karar verdi. Ondan başka hiç kimsenin katlanamayacağı olağanüstü özveriler göstererek, Tanrılardan bütün silâhların bilmini öğrendi, insanların en serti, korkunç bir savaşçı oldu. Hastinapura sarayına kendisini silâh ustası olarak tanıttığı zaman, ünü yeryüzüne yayılalı epeyce zaman olmuştu. O sırada kırk yaşlarındaydı. Beş Pandava’yı yetiştirirken onlardan yardım istedi. Pandavalar da onun isteğini geri çevirmediler. Birlikte Dropada’ya saldırıp yendiler ve tutsak ettiler. Drona, Droupada’yı ortadan kaldırabilir, öldürebilir ya da sürgünle cezalandırabilirdi. Açık bir hoşgörüyü ve cömertliği seçti. Bu davranış kimi zaman yargının yanılgısı olarak kabul edildi. Drona çocukluklarında verdikleri söze bağlı kalarak krallığın yalnızca yarısını aldı, yarısını da Droupada’ya bıraktı. Droupada aşağılanmış ve hakarete uğramış olarak duyumsadı kendini. Bu cömert davranışı, bu paylaşmayı kendine yakıştırmıyordu. Bu kez o da öcünü alacağına yemin etti, öfkesini yatıştırmaları için Tanrıları yardıma çağırdı. Tanrılar ona her ikisi de ateşte doğan, aynı anda iki çocuk verdi. “Bu çocuklardan birinin adı Driştadyumna,” dedi Vyasa çocuğa dönerek. “Elinde silâhlarıyla çevremizde dolanan onun düşsel simgesini görüyorsun. Bir ateşte doğdu, bu nedenle onu kırmızı görüyorsun. Drona’yı öldürmek için doğdu. Drona bunu biliyor.” “Ya öteki çocuk?” “Ötekini tanıyorsun, iyi tanıyorsun. Bütün kadınsal silâhlarıyla bu savaşı durmadan körükledi. Uzun zamandan beri gizli gizli o da Drona’nın ölümünü istiyor. Adı Draupadi.” Yeniden sessizlik oldu. Kırmızı adam karanlıkta uzaklaşıyordu. Gözleriyle onu izleyen ve Vyasa’nın öyküsünü anlamakta biraz güçlük çekiyormuş gibi görünen Aswatthaman sordu: “Peki, babamın hatası neydi?” “Söylemiştim sana, savaşı seçmiş olması. Bu seçim yüzünden ölecek.” O sırada Drona uyandı. Aswatthaman babasına sorduğu sırada Vyasa’yla çocuk karanlığa karıştılar: “Bütün komutanların önünde neden ölümünü bildirdin? Kimsenin yenemediği bir kişi değil misin sen?” Drona ovada birini arıyormuş gibi çevresine bakındı. Ama Driştadyumna’nın gölgesi kaybolmuştu. “Aswatthaman,” dedi Drona, “ibrenin uçundayım ve ölümün gözü üstümde.”
Biraz sonra Duryodhana çıkageldi. Bu molaya çok kızmıştı. Bir kez daha aldatıldığını duyumsadığım belirterek, utkuya ulaşmadığı için Drona’ya sitem etti. Aswatthaman’ı kuzey ordusunun komutanlığına atayarak zaman geçirmeden yola çıkmasını buyurdu, çünkü doğu yönünde ufukta pembe bir çizgi belirmişti. Aswatthaman silâhlarını hazırladı, babasını kucakladı ve yola çıktı. Gün doğuyordu. “Drona, savaşma sırası sende,” dedi Duryodhana. “îşte yazgı günün. Dinle ve bak. Bu sabah Arjuna sana karşı ilerliyor.” O anda ovada, bir yerde Gandiva adlı yayın uğultusunu duydular. Arjuna hazırdı, ilerliyordu. “Yayının uğultusunu tanıdım,” dedi Drona. “Bekliyorum onu.” Ustayla çırak karşı karşıya geldikleri zaman, bütün savaşçılar büyük kavgayı seyretmek için mola verdiler. Bhima da gürzünü bıraktı, uzun zamandır bu çarpışmayı düşlediğini açıkladı. Draupadi de ön sıralara gelmişti, Arjuna’nın kendisine her şeyi öğreten ustasını öldürmeyeceğinden korktuğunu söylüyordu. Vaktiyle, Drona’nın isteği üzerine ilk kez karşılaştıkları zaman, Arjuna yeri geldiğinde ustasıyla öldüresiye savaşacağına yemin etmişti. İşte yeri gelmişti. Orduların oluşturduğu dikkat kesilmiş çemberin ortasında, önce bakışlar ve sözlerle karşılıklı meydan okuyarak birbirlerinin çevresinde arabalarının içinde dolanıyorlardı. Önce Arjuna saldırdı, Drona kendininkileri fırlatmadan onun ilk oklarını savuşturdu. Savaşçı anılarında, iki adamın zaman zaman tam yerinde dövüşmeyi bırakarak kimi vuruşlar için açıkça birbirlerini övücü sözler söyledikleri ve hatta ölüm saldırısına geçmeden önce savaş alanında gülerek birbirlerini kucakladıkları, iki tarafın da ortaya koyduğu benzersiz ustalık, yay ve kılıç kullanmadaki eşsiz yetenek hiçbir zaman görülmemişti. İki saatlik savaşın sonunda Draupadi’nin korkularının gerçekleştiği görüldü. Arjuna açıkça yaşlı ustasının baskısı altında mıydı? Yoksa kendisinden kaynaklanan Drona’yı öldürmek istemeyen gizli bir şey mi vardı? Arjuna güçsüzleşiyor, geri çekiliyordu. Çırak usta karşısında boyun eğiyordu. Kauravaların ordusu sevinç çığlıkları içinde son saldırıya hazırlanıyordu. Drona birçok kez elinde silâhları oldukça kimsenin onu yenemeyeceğini söylemişti. Doğru söylemişti. Pandavaların ordugâhında yaralı ve yorgun Arjuna tedavi ediliyordu. Herkes büyük saldırıyı düşünerek paniğin yaklaştığını sezinliyordu.
“Drona’nın silâhları bırakması gerek!” diyordu Yudiştira. “Bu yaşlı fırtına karşısında kimse tutunamaz, hepsini kılıçtan geçirecek, bütün öfkesiyle kendini savaşa kaptırmış! Silâhları bırakmaya onu nasıl zorlamalı?” O sırada Krişna söz aldı: “Bir tek yol görüyorum,” dedi.“Drona’nın gözü kadar sevdiği yalnızca bir oğlu Aswatthaman var. Bu sabah Aswatthaman uzakta kuzey ordusuna komuta ediyor. Drona’ya oğlunun öldüğünü bildirelim. Cesareti kırılıp umutsuzluğa kapılarak silâhlarını bırakacaktır, o zaman onu öldürebiliriz.” Arjuna ayağa kalktı, şaşkınlık içinde Krişna’ya baktı, şöyle dedi: “Ama Aswatthaman ölmedi! Bu bir yalan olur.” “Biliyorum,” dedi Krişna önemsemeden. Yudiştira bu yalanı kabul etmedi. Krişna’dan başka bir yol bulmasını istedi. Krişna başka bir yol bilmiyordu. Bhima birdenbire gürzünü kaptı ve bağırdı: “Bekleyin beni.” Fillerin durduğu yere doğru hızla uzaklaştı. Herkes gözleriyle onu izliyordu. Çok şiddetli bir gürz sesi duyuldu, arkasından da acı bir böğürtü ve suskunluk. Bir süre sonra Bhima yeniden göründü, şöyle dedi: “İşte oldu, Aswatthaman’ı öldürdüm.” “Kimi?” diye sordu Arjuna. Bhima açıkladı: “Aswatthaman adlı filimizi, onu öldürdüm.” “Aswatthaman adlı bir filimiz mi var?” dedi Yudiştira. “Evet, onu öldürdüm.” Bhima hemen bir tepeye tırmandı, düşman ordusuna doğru dönüp ellerini ses yükselticisi gibi kullanarak olanca gücüyle bağırdı: “Ey Drona! Beni duyuyor musun? Ey Drona!” Uzaklardan Drona’nın sesi duyuldu: “Ne istiyorsun Bhima?” “Aswatthaman’ı öldürdüm.” Ovayı uzun bir sessizlik kapladı. Sonra Drona sesini biraz alçaltarak sordu: “Kimi öldürdün?” “Aswatthaman’ı! Aswatthaman öldü!” Bhima tepeden aşağı indi, kardeşlerinin yanına döndü. Bir süre sonra, herkesin beklediği gibi Drona göründü, yalnızdı. Bhima yineledi ona: “Aswatthaman’ı öldürdüm.”
Drona gözlerini beş kardeşe dikerek sırayla baktı, şöyle dedi: “Oğlumun öldüğüne inanamıyorum. Yalan olmasından kuşkulanıyorum… Yudiştira, sen yalnızca gerçeği söyleyebilirsin, sana soruyorum: Aswatthaman öldürüldü mü?” Yudiştira birdenbire kendisine yöneltilen soruya nasıl yanıt vereceğini bilmiyordu. Her şeyden çok yalandan tiksiniyor, kimi zaman yalanı ağır suçların başında sayıyordu. Bhima ağabeyine şöyle dedi: “Benden kuşkulanıyor. Yanıt ver ona.” O sırada yüzü ve elleri kırmızı Driştadyumna elinde bir kılıçla ortaya çıktı. Drona onu görünce irkildi ve savunma durumuna geçti. Görünen ölümün kendisiydi. Drona bu adamın kendisini öldürebilecek tek kişi olduğunu biliyordu. Kırmızı adamdan belli bir uzaklıkta durup ona seslenerek şöyle dedi: “Driştadyumna, niçin üstüme geliyorsun? Bu sabah ölüm zamanım mı geldi yoksa?” Yüzü kıpır kıpır ve gözleri parlayarak Yudiştira’ya döndü: “Aswatthaman öldürüldü mü, öldürülmedi mi?” diye sordu. O anda bütün savaşın ve dünyanın yazgısı belki de Yudiştira’nın iki dudağındaydı. Drona silâhlarını yalnızca oğlunun ölüm haberini alınca bırakabilirdi. Yoksa Driştadyumna’yı bile yenecek kadar güçlüydü. Yudiştira yüksek sesle şöyle dedi: “Aswatthaman…” Sonra yüzünü başka yana çevirerek dudaklarının arasından mırıldandı: “…fil…” Ve sesini yeniden yükselterek sözünü bitirdi: “…öldürüldü…” Drona birdenbire devinimsizleşti. Elleri açıldı, tuttuğu silâhları bırakıverdi. Sabırsızlıkla onu seyreden Bhima sertçe şöyle dedi: “Drona, seni apaçık görüyorum. Yalnızca öldürmeyi, insanların vücutlarına demir saplamayı sevdin. Yaşamın uzun bir cenaze alayı.” Ama, Drona artık insan seslerini duymuyormuş gibiydi. Kendine özgü ayin yöntemlerine göre ölüme hazırlanıyor, giysilerinin bir kısmını çıkarıyor, bağdaş kurup yere oturuyordu. Krişna olabildiğince çabuk vurması için Driştadyumna’yı yüreklendiriyor, ama kırmızı adam son anda korkuya kapılmış gibi hâlâ duraksıyordu. “Ölümü akıl alır gibi değil,” dedi Arjuna. “Ölümü doğal,” dedi Krişna, Arjuna’ya. “Baksana: Gözleri kapanmış bile,
soluğu durmuş sanki rahatlamış. Yaşamının sınırına bile varmış.” Drona’nın artık kımıldamayan vücudunu hafif bir ışık aydınlatıyordu. Öldürülmeden önce kendiliğinden ölüyordu. Soluğunun ondan ayrıldığı, havaya yayıldığı görülüyordu. Krişna’nın bir işaretiyle Driştadyumna ilerledi ve zaten ölmüş başını kesip kopardı. O anda, önce Bhima’dan çıkan “Drona öldü!” sesi ağızdan ağıza savaş alanına yayıldı. Dağılan, cesareti kırılan, şaşkınlığa uğrayan Kauravalar her tarafta kaçışıyorlardı. Onları durdurmak için Duryodhana boşuna uğraşıyordu. Yine de Drona’nın başsız vücudunun yanında duran Arjuna ve Yudiştira basit bir yalanla utku kazanmayı kabul edemiyorlardı. Birbirlerini ustalarına karşı gerçek bir cinayet işlemiş olmakla suçluyorlardı. Öyle ki, Draupadi onlara sertçe şöyle dedi: “Düşmanlarımızın ölümünden bir cinayet gibi söz edildiğini duyuyorum. Anlamıyorum. Drona hile yapmaması için Shakuni’yi uyarmış mıydı? Dushassana’nın saçlarımdan tutarak beni sürüklemesini engellemiş miydi? Yudiştira, seninle birlikte utanca ve sürgüne katlandım, çünkü ‘onları yok edeceğim, onları yok edeceğim!’ diyerek yineliyordun.” “Şimdi de,” diyerek ekledi Bhima, “bizi aşağılıyor, yaralarımıza tuz basıyorsun.” “Kalk!” diye baırdı Draupadi, yere çöken Yudiştira’ya. O anda Arjuna ustasının üstünü bir örtüyle örtüyordu. “Hayır,” dedi Yudiştira, “artık kalkamıyorum. Savaşı durduracağım.” “En güçlü düşmanımızın öldüğü sırada mı savaşı durduracaksın?” “Ormanlara dönmek, yoksul yaşamak ve bütün krallığı unutmak istiyorum…” Birden ovadaki sesler değiştiği sırada Draupadi, Yudiştira’yı yüreklendirmeye çalışıyordu. Yeni yeni haykırışlar, savaş çığlıkları duyuldu. Nöbetçiler koştular ve Asvvatthaman’ın döndüğünü bildirdiler. “Kaçanlara cesaret veriyor, onları durduruyor, yeniden bir araya topluyor! Toplanan ordu bize doğru geliyor!” Arjuna bulunduğu yerden ayrılmayı yeğledi. Şaşırmış ve yaralanmıştı. Kendini Aswatthaman’ın öfkesine karşı koyacak kadar güçlü göremiyordu. Zaten ağabeyi savaşı durdurmaktan söz ediyordu. Pandavalar, ovanın başka bir noktasına, sağlam olarak değerlendirdikleri mevzilere çekildiler. Duryodhana ve Karna’yla birlikte birliklerinin başında Aswatthaman öfke
içinde çıkageldi. Drona’nın kanlı vücudu karşısında durdular. Aswatthaman bir dizini yere koydu. “Babanı öldürdüler,” dedi Duryodhana. “Ölüm her zaman gözlerinin önündeydi,” dedi Aswatthaman yavaşça. “Ona ağlamaya hakkım yok, ama bütün bedenim öfke içinde.” “Onu koruyamadın,” dedi Duryodhana, “öcünü almalısın.” Aswatthaman sustu. Babasının toprağa karışan kanına bakıyordu. O zaman Duryodhana ona şöyle dedi: “Aswatthaman, senden gerçeği istiyorum: Baban çok güçlü bir silâhın gizini biliyordu. Bu gizi sana verdi mi?” Aswatthaman yavaş sesle yanıt vermeden önce bir an durdu: “Evet…” “O Tanrısal silâh sende mi?” “Babam bana onu sonsuza kadar gizlememi emretti. Yaşamının son anında bile kullanmak istemedi.” “Ama baban öldü, hem de bir yalan yüzünden.” O zaman Aswatthaman şöyle dedi: “Arjuna’da daha korkunç bir silâh olan Pasupata var. Silâhımı kullanırsam, o da kullanılır.” “Ölmezse.” “Bu bilinmeyen bir silâh,” dedi biraz titreyen Aswatthaman. “Dünyanın kalbini parçalar, Tanrıları bile öldürebilir.” Duryodhana şöyle söylemekle yetindi: “Babanın başını kestiler.” Bu sözler üzerine Aswatthaman korkunç silâhını kullanmaya karar verdi. Kauravalardan kendilerini korumalarını istedi, bir baş imgesiyle, babasının vücudundan ayrılan başla yalnız olarak bir tepeye çıktı. Bildiği sözleri söyledi. El kol hareketleri yaptı. Gandhari’yle birlikte bir mağaraya korunmaya götürüldüğü sırada Aswatthaman’ın niyetini öğrenen kör kral, bu uğursuz eylemi durdurmak istedi. “O silâhı kullanmamalı!” diye bağırdı kör kral. “Hepimiz yok oluruz!” Çok geç kalmıştı. Silâh kullanılmıştı. Pandavalar çok büyük bir alevin havaya yükseldiğini ve kendilerine doğru geldiğini gördüler. Filler korkularından böğürüyorlar, yılanlar ovada sıçrıyorlardı. Yükselen alev ağaçları kasıp kayuruyor, insanları yakıyordu. Hava sıcaklığı soluk alınamayacak kadar artıyordu. Bhima kardeşi Arjuna’ya şöyle dedi:
“Çabuk ol! Düşmanlarımıza karşı pasupata’nı fırlat!” “Ez onları!” diyerek ekledi Draupadi. Hiçbiri canlı kalıp ölümümüze sevinmesinler!” Arjuna neye karar vereceğini bilemiyordu. Aswatthaman,ın silâhı uzayı yakıp yıkıyordu. Arjuna Krişna’ya baktı, Krişna birdenbire onlara şunu söyledi: “Çabuk, silâhları yere bırakın, yere yatın ve kımıldamayın! Bir şey düşünmeyin, kafanızdaki her şeyi çıkarın!” Krişna’nın sözlerine hemen uydular, Pandavaların bütün ordusu komutanlarının hayaliyle yüzükoyun yere yattı. Karna, saldırının şiddetini artırması ve daha çok kan dökücü olması tehlikesini göze alarak bu silâha hiçbir şekilde, hatta düşünceyle bile karşı konulmaması gerektiğini ekledi. Bhima bu silâha karşı yalnızca kendisinin savaşabileceğini haykırıp gürzünü sallayarak tek başına ayağa kalktı. Krişna ona ötekiler gibi yere yatmasını emretti ve şöyle dedi: “Silâhını at Bhima! Yere uzan, hiçbir şeye bakma, kafandakileri sil, alevi unut ve yok olduğun anı düşün…” Krişna’nın eseri olan boşluğun gücünün sergilenmesi üstünde, bu Tanrısal korunma gösterisi üstünde birçok yorumcu inceleme ve uygulama yapmışlardır. Ama düşünmeme gücü üstünde bir şey söylememek ve yazmamak en iyisidir. Vyasa her tür kuruntuya kapısını açık bırakarak, bu nokta üstünde fazla bir şey söylememiştir. Pandavalar, bütün düşüncelerinden arınmış vücutlarının üstünden çok sıcak bir esintinin geçiğini duyumsadılar. Doğumlarından önceki hiçliğe sığınıp, varlıklarını gizleyerek yok olmaktan kurtuluyorlardı. Bir süre sonra Krişna başını kaldırdı, şöyle dedi: “Geçti, alev yatışıyor. Sakin rüzgârlar esiyor.” Hepsi ayağa kalktı. Gökyüzü aydınlanmıyordu. Bir kuşun ötüşü duyuldu. Krişna şöyle dedi: “Yaşıyoruz.”
KARNA KOMUTAN OLUYOR Duryodhana büyük alanda gereksiz yere eridiğini gördüğü Tanrısal silâhın başarısızlığı karşısında Drona’nın ölümüyle bile kendisini aldattığını düşündü. Aswatthaman,a başka Tanrısal silâhlan olup olmadığını sorunca, Aswatthaman şu anda yalnızca olağan silâhları bulunduğunu söyledi. Aynı anda gökyüzünü ve savaş alanını seyre dalan, acı ve öfke içinde ne yapacağını bilemeyen Drona’nın oğlu şöyle diyordu: “Anlamıyorum. Bir anda toprağın yandığım ve kurtulduğunu, savaşçıların öldüğünü ve dirildiğini gördüm. Dünyanın yıkıma uğraması çok mu önemli ya da hiç mi önemli değil?” Kimse ona yanıt vermeyi göze alamıyordu. Bütün komutanların önünde Duryodhana, Karna’ya şöyle dedi: “Gün senin günün. Arjuna’yı koruyan iki ihtiyar, Bişma ve Drona öldüler. Kinin büyük, gücün yerinde, bizi karanlıktan kurtar.” “Bana açıkça komutan olmamı mı öneriyorsun?” diye sordu Karna. “Evet.” “Bütün ordularına mı?” “Duraksıyor musun?” “Teşekkür ederim,” diyerek yanıtladı Karna. İstediğin yarın olacak ya da hiç olmayacak. Arjuna’yla karşı karşıya geleceğiz. Utku kazanmadan dönmeyeceğim.” Kesin kararını daha yeni veren Karna’nın yine de duraksadığı görülüyordu. Arjuna’nın olağandışı arabacısı Krişna’yı düşünüyordu. Onun kadar yetenekli birini nereden bulacaktı? O sırada bağlaşıklarından biri olan kral Salya öne doğru ilerledi. Karna’ya arabacısı olmayı önerdi. “Bir krala gereksinimim yok,” dedi Karna. “Bir arabacı arıyorum. Ama kral Salya şaşırtın bir güvenle yanıt verdi:
“Dünyadaki bütün atlar bana boyun eğer. Benden daha iyi arabacı bulamazsın. Senin Arjuna’dan üstünüm dediğini duydum. Ben de Krişna’dan üstünüm.” Bu şaşırtın sözler karşısında bütün gözler Salya’ya çevrildi. Salya kollarım önde çaprazlamış, elinde bir kamçı tutarak gülümsüyordu. Karna ona şöyle dedi: “Krişna kimi zaman olağanüstü bir güçle hareket ediyor. Belki de Vişnu’nun görünüşlerinden biri. Çokları öyle düşünüyor.” “Ama Tanrılar da insanlar gibi paylaşıyorlar,” diyerek yanıtladı Salya gülerek. “Kimileri günün ağarmasıyla Şiva’nın da savaştığını gördüler. Orduları birbirlerine saldırtıyordu.” “Şiva yalnızca yakıp yıkmak istiyor,” dedi Karna o zaman. “Ormanlarda Tanrısal silâhı Arjuna’ya verdi.” Karna’nın yüreğinde bir korku girdiğini sezen Duryodhana, iki eliyle omuzlarından tutarak ona şöyle dedi: “Ama Karna, bu silâhın gizini sen de biliyorsun. Kimse Şiva’nın isteklerini bilmez, kimse onun hangi kılığa girdiğini kestiremez. Ondan daha kurnaz ve daha kapalı olanın karşısında ol.” Daha da kapalı olan Karna, hep gülümseyen kral Salya’ya uzun süre baktı. Kral Salya şöyle konuştu: “Atlarını yönetme konusunda bana güvenirsen savaşı sana kazandırabilirim.” Salya kılığı altında gizlenen kimdi? Konuşan kimdi? Ne pahasına olursa olsun bu savaşı isteyen kimdi? Duryodhana gün ağarırken orduların hazır olmaları için emir verdi, sonra kardeşleriyle birlikte ayrıldı. Karna pek az tanıdığı kral Salya’yla baş başa kaldı. Arabayı ve silâhlan hazırlamaları gerekiyordu. “Korkmuyor musun?” diye sordu Salya. “Kimse yarın güneşin doğuşunu göreceğini söyleyemez,” diyerek yanıtladı Karna. “Bu dünyada hiçbir şey kalımlı değil, sen beni yazgıma sürükleyeceksin. Ama Arjuna’yı benden başka kimse yenemez.” O zaman Salya şaşılacak kadar alaycı bir tavırla ona şöyle dedi: “Sen yalnızca bir palavracısın, kendinden korkuyorsun. Kimse Arjuna’yı yenemez, bunu biliyorsun.” “Kim Arjuna’yı karşıma getirirse ona altın vereceğim, kasabalar ve dansözler vereceğim.” “Biraz sonra göreceksin onu. Niçin varlığını saçıp savuruyorsun? Karna,
senin zamanın doldu, sen sezmiyor musun bunu?” “Biraz önce ‘sana kazandırabilirim/ demiştin.” Salya gülerek ve korku vererek bağırdı: “Hangi hileli savaşa katıldığını sanıyorsun? Kime karşı savaştığını sanıyorsun? Sen bir hiç oğlu hiçsin, seni uyaran hiçbir dostun da mı yok? Bir aslanın karşısında uluyan zavallı bir çakal, yağmur yüklü bir bulut altında viyaklayan bir kurbağasın.” O sırada Karna birden öfkelenerek ayağa kalktı: “Niçin beni öfkelendiriyorsun? Neden beni umutsuzluğa düşürüyorsun? Benim düşmanım mısın? Arjuna’yı senden iyi tanıyorum, ne olduğunu biliyorum, kendini ateşe atacak bir böcek gibi davranmıyorum! Ne yaptığımı biliyorum!” Pırıl pırıl parlayan bir silâh alıp şöyle diyerek Salya’ya uzattı: “Yılan biçimindeki şu zehirli mızrağa bak… Bir dağı bile deler: Bununla Arjuna’yı öldüreceğim, daha sonra da beni korkutmak isteyen senin gibi çirkin budalanın karnını deşeceğim.” Salya gülümsedi, bir şey söylemedi. İki adam birbirlerinden ayrıldılar, Karna yüzünü yere çevirerek bir kenara oturdu. Koşum takımlarını hazırlayan Salya birden ona sordu: “Neyi düşünüyorsun?” “Bir ilenci,” diyerek yanıtladı Karna. “Baltalı adam Paraşurama’nın ilencini mi?” “Nereden biliyorsun?” Salya gülümsedi, yanıt vermedi. Karna’nın bu gizini biliyordu. Hatta şöyle dedi: “Kalçanı bir böcek ısırmış, sen de acıya katlanmıştın… Keşiş uyandığı zaman sana kızmış, şöyle demişti: Kimliğini benden sakladın. Öleceğin zaman belleğini yitirecek, sana öğrettiğim silâhın gizini hemen unutacaksın. O olayı unuttun mu?” Karna sustu, dudakları titredi. “Hayır,” dedi, “henüz unutmadım.” “Kalçandaki o böcek kuşkusuz bir Tanrıydı, Arjuna’yı korumak isteyen İndra’ydı belki de.” “Dayanılmaz Arjuna, eşsiz Arjuna,” diyerek mırıldandı Karna. “Olağanüstü silâhları ve insanüstü elleriyle yarın bana yaklaşacak. Ama onu öldürüp başını bedeninden ayıracağım, ondan önce doğdum ve onu öldüreceğim…” Salya sordu:
“Onu öldüreceğine inanıyorsan, bu korku da neyin nesi?” Karna ayağa kalktı, arabayla uğraşan Salya’ya doğru ilerledi. Arabasını sürmeyi öneren, ardından cesaretini kıran, alay eden, kışkırtan, şaşırtan ve kendisini iyi tanıyan bu tuhaf adama baktı. Bu bir insan mıydı? Yoksa kral kılığına girmiş Krişna’yla boy ölçüşen Şiva’nın kendisi miydi? Karna sakin bir tavırla Salya’ya şöyle dedi: “Kim olursan ol Salya, karanlıkta beni korkutan gizli işaretler var. Önceki gün kırda yürürken dikkat etmeden bir brahmanın ineğini öldürdüm.” “O da sana ilendi mi?” “Evet, bana şöyle dedi: Yüreğine korku girince arabanın tekerleği çamura saplanacak. Bu anlamsız cümle kafamdan hiç çıkmıyor. Evet Salya, sen haklısın, korkuyorum galiba.” Ertesi gün, güneş doğduğu zaman Karna kendini eskisi gibi güçlü buldu. Pandavaların saflarına kızgın bir demir gibi saldırdı. Buğdayları biçen güçlü bir rüzgâr gibiydi, çevresi ölülerle dolup taşıyordu. Öğleye doğru, biraz kuzeyde olan Arjuna’nın Asvvatthaman’a üstünlük sağladığı sırada, Karna birdenbire karşısında Yudiştira’yı buldu. Yudiştira korku içinde, üstün silâhlarla Karna’ya saldırdı. Ama Karna bu silâhları savuşturdu, Yudiştira’ya vurarak yere bile indirdi. Yudiştira’nın yazgısı elindeydi, savunmasız boğazına bıçağım dayıyor, ölümün boz renkli korkusunun ağabeyinin gözlerini bürüdüğünü görüyordu, o anda birkaç gün önce Kunti’ye verdiği sözü anımsadı. “Korkma,” dedi Yudiştira’ya, “seni öldürmeyeceğime annene söz verdim. Git bir yerde saklan, bir daha savaşa dönme. Annen sana entari diksin, gerçek savaşçıların ayağının altında dolaşma” Karna onu aşağılayarak silâhını geri çekti ve savaşacak başkalarını aradı. Yudiştira yarı baygın, kendini kaybetmiş, gücü tükenmiş ve yaralanmış bir halde birkaç kişi tarafından ordugâha götürüldü. Ama o bunu kabul etmiyor, durmadan Karna’ya verip veriştiriyor, belli belirsiz Karna’dan ve yine Karna’dan söz ediyordu. Kendisini boş yere sakinleştirmek isteyen Draupadi’nin kolundan tutarak şöyle dedi: “Ölmediğimi her yana bildirmelisiniz. Saat kaç?” “Öğle zamanı.” “Bilgisizliğin soğukluğunda yaşadım, gerçek yalnızca bir gölge. Karna yaşamımı elinin içine almış okşuyor.” “Konuşma,” diyordu Draupadi. Ama sayıklaması tutarsızlığa götürüyordu onu.
“Bir ormanda güçlerimi yitiriyorum,” diyordu. “Savaşın bütün tohumlarına el koymalı, yok etmeli onları. Git emir ver.” O anda bir ayak sesi duydu. Arjuna yaralanmıştı, bir an için savaşı barakarak geri dönüyordu. Yudiştira şöyle düşündü: Arjuna savaşı bıraktıysa Karna ölmüştür. Kardeşini çadırına, yanına çağırdı, aceleci bir sesle şöyle dedi: “Gel Arjuna, Kama’nın ölümünü ayrıntısıyla anlat bana. Şimdi sana şunu söylüyorum: On dört yıldır her gece Karna’yı düşündüm, korkudan ter içinde kalıyordum, ondan nefret ediyordum, gittiğim her yerde onu görüyordum, evren Karna’yla doluydu. Bugün beni yakaladı, korkuttu, kaçtım. Onu nasıl öldürdüğünü ayrıntısıyla söyle bana.” Kendini toparlayan ve su içen Arjuna kardeşine şöyle dedi: “Karna ölmedi. Kimse öldüremez onu. Alevlenmiş bir ateş gibi, öğle güneşinden yeni güçler ahyormuşça benziyor. Karna’yı öldürmedim, bir yerde Bhima da tehlikede.” “Karna’yı öldürmeden mi dönüyorsun? Kardeşini yalnız mı bıraktın?” Yudiştira şaşkın şaşkın bakarak ağzım burdu, bağırmaya başladı. Deliriyordu sanki. “Anımsasana, her zaman bana şöyle diyordun: Savaşı sürdüreceğim ve Karna’yı öldüreceğim, yemin ederim, onu öldürmek için doğdum! Ben de sana inanmıştım, sonunda beni aldattın! Dünyanın en büyük okçusu, büyülü ve yenilmez savaşçı! Atlar, tansıklı silâhlar emrinde! Krişna da bir arabacı gibi! Daha neyin eksik? Karna’nın karşısında eğiliyor ve korkuyorsan, yayını bir başkasına ver! Ve defol! Korkudan soluk soluğa acınacak bir halde seni böyle kaçarken görmektense, hiç doğmasaydın ya da Kunti seni beş ayhkken düşük doğursaydı daha iyi olurdu!” Arjuna o anda bir silâh kaptı, bağırarak Yudiştira’nın üstüne atıldı: ”Seni öldüreceğim!” O sırada çıkagelen Krişna ve Draupadi, Arjuna’yı durdurmak için öne atıldılar. “Öldürmen gereken kişi burada değil!” diyordu Krişna. “Sus ve kendine gel!” Ama Arjuna sakinleşemiyordu. “Bana korkak diyeni, yayımı başkasına vermemi isteyeni öldürürüm ben! Onu öldürürüm diyorum!” “Ne yaptığını bilmiyorsun sen, kardeşini öldüreceğini nasıl söylersin?” “Doğmadan önce ölmemi diledi, artık benim kardeşim değil o!”
“Görüyorsun acı çekiyor, sayıklıyor.” Draupadi de Arjuna’ya şöyle dedi: “Kama’yı yalnızca senin öldürebileceğini biliyor. Karna öldürülseydi, savaş sona ererdi.” Krişna tarafından sürekli olarak tutulan ve öfkeden vücudu kasılan Arjuna o zaman kardeşine şöyle dedi: “Bana hiç sitem etme, sen her zaman saldırılardan uzak durdun. Evet, Bhima sitem edebilir. O şurada, bir ölü yığının üstünde. Ama sen soğuksun, korkaksın, katı yüreklisin, sana her şeyi veriyorum, Draupadi’nin kucağına yatmış bana onur kırıcı sözler söylüyorsun! Acımasızsın, kılık değiştirmişsin, senden hiçbir iyilik görmüş değilim, ama tavla oynayan şendin, kaybeden şendin, felâketin kaynağı sensin! Saklıyorsun ama kusursuz olan tutkusuna kapilmişsin, en iyi insan olma uğruna her şeyi, evet her şeyi, bütün yaşamımızı, çevrendeki tüm yaşamı vermeye hazırsın!” Bütün taşkın sözlerde olduğu gibi, Sisupala’nın vaktiyle Bişma’ya söylediği onur kırıcı sözlerdeki gibi, Arjuna’nın öfkesinde de gerçek payları vardı. Sustuğu zaman, Krişna ona kılıcını hâlâ elinden bırakmadığını anımsattı. Kimi öldürmek istiyordu? “Kendimi öldürmek istediğimi duyumsuyorum,” dedi Arjuna. O zaman Krişna ona şöyle söyledi: “Kim olduğunu biliyor musun? Kimi öldüreceğini biliyor musun?” Arjuna yanıt vermeden önce bir an düşünceleriyle baş başa kaldı: “Evet, kim olduğumu biliyorum.” “Şu anda söz konusu olan yalnızca senin yaşamın değil. Bütün yeryüzünün gözü senin kılıcında.” Sakinleşen Arjuna, Yudiştira’nın önünde diz çöktü. Ölümcül bir bunalımı atlatıyorlardı. “Bağışla beni,” dedi Arjuna. “Gidip Bhima’yı bulacağım. Karna’yı bugün öldüreceğim.” Yavaş yavaş şaşkınlıktan kurtulan Yudiştira, bu kez de krallıktan çekilmek istedi. “Şimdi artık beni dinlcmemeli ve benden ayrılmalısınız,” dedi. “Bhima çok iyi bir kral olur.” Arjuna aynı gün Karna’yı öldürmek için verdiği sözü yineledi, Yudiştira ona şöyle dedi: “Bugün onu öldürmezsen, bütün yaşamımı yok edersin.” Arjuna ve Krişna, Yudiştira’yla ilgilenmeleri için Draupadi’yle kadınları
orada bırakarak çadırdan çıktılar, arabalarına doğru yürüdüler. Atları ve silâhları değiştirilmişti. Savaşın yeniden başlaması için her şey hazırdı. “Kardeşini ve kralını öldürseydin şimdi halin ne olacaktı?” “Bir an onu öldürmeyi düşündüm,” dedi Arjuna yavaşça. “O halini gördüm.” Arabaya binerken Krişna dostuna şunu da söyledi: “Gençliğinden beri düşündüğün gün geldi. Çatışmanın öfkesiyle kan ter içinde Karna karşına çıkacak.” “Gerçekten ondan güçlü müyüm?” diye sordu Arjuna yavaş sesle. “Ondan korkuyorsan,” diyerek yanıtladı Krişna: “onu küçümseme, olduğu gibi gör.” “Onu küçümsemiyorum. Sana şunu açıklayayım: Bütün vücudum terden sırılsıklam. Krişna, Karna kim? Bana söylemelisin.” Her zaman yaptığı gibi Krişna doğru, ama ustaca bir yanıt verdi, çünkü gerçeğin yönlerinden yalnızca birini gösteriyordu: “Bunu sana şimdi söylüyorum: Karna Güneş’in oğlu.” Arjuna titredi. Işığıyla savaş alanını ezen güneşe doğru gözlerini kaldırmaya çalıştı. Sonra gözleri kamaşarak şaşkınlık içinde şöyle dedi: “Kaybettim. Hiçbir şey güneşin üstünde olamaz.” O zaman Krişna Arjuna’ya sokuldu, şunu söyledi. “Bana ondan daha güçlü olup olmadığını sordun. Kötü bir soruydu. Bugün onunkine karşı olan senin gücün değil. Bir başka güce karşı sınırsız bir güç, çünkü gizli dostlarımız var sanıyorum. Umutsuzluğa kapılma. Yalnız değilsin.” Arjuna yayını eline aldı. Krişna atların dizginine yapıştı ve onlarla konuştu. Arkalarından gelen binlerce insanla hareket ettiler.
DUSHASSANA’NIN BARSAKLARI Aynı gün, Vyasa ve çocuk bir tepenin arkasında savaştan kendilerini koruyorlardı. Büyük gece savaşından sonra bütün kurallar ortadan kalkmış gibiydi. Savaş çamur, kargaşa ve kandan başka bir şey değildi. Giysileri delik deşik ve pislik içinde, silâhları paramparça savaşçılar kural tanımadan, birbirlerinden habersiz savaşıyorlardı. Sert rüzgârla çevreye dağılan iğrenç kokular havaya yayılıyordu. Ganeşa hep Vyasa’yı izliyor, ama genellikle görünmezlik yeteneğini kullanmayı yeğliyordu. Çocuğa gelince, her an kaygılanıyor, ölümlerin son bulmasını istiyordu. “Korkuyorum,” diyordu Vyasa’ya, “Aswatthaman silâhını kullandığı sırada öleceğimi sandım.” “Ben de korktum,” dedi Vyasa. “Sen bu şiirin ozanısın, bu şiir seni öldürebilir mi?” Vyasa yanıt vermeye zaman bulamadan hemen yakınlarındaki toprak sarsıldı. İri bir vücut yere yıkıldı, yeniden doğruldu ve yine yıkıldı. Bhima’ydı bu, gözleri kan içinde, tüm vücudu delik deşikti. Her yanını kırmızı toprak kaplamıştı, tanınmaz haldeydi. Yüz çizgileri belli değildi artık. Üç günden beri hiç uyumadan aralıksız savaşmıştı. Vyasa ona yaklaştı, kucakladı. “Bitkinim,” dedi Bhima. “Vyasa, bir ırmağın serin sularına girmek ve bütün kanlarımı yıkamak isterdim…” Vyasa ona güç verdi, gözlerini sildi, Karna’ya saldıran Arjuna’dan söz etti. “Vyasa, hâlâ her şeye egemensen, neden bizi ölüme zorluyorsun?” diye sordu Bhima boğuk bir sesle. Vyasa bunu şöyle yanıtladı: “Bhima, savaşı burada durdurursam, utku nasıl kazanılacak?” Bhima gözlerini kapadı. Vyasa gerçeği söylüyordu: O anda yalnızca Yudiştira’nın kararıyla savaşın durdurulması düşünülebilirdi. Bu da Pandavaların apaçık yenilgisi demekti.
O anda çekine çekine yaklaşan ayak sesleri duydular. Vyasa’yla çocuk kayalıkların arkasında gizlenmek için hemen oradan uzaklaştılar. Dushassana da elinde iki yüzü keskin bir baltayla geliyordu. Bhima’yı bir çakal gibi izliyor, dikkatli dikkatli onun işini bitirmeye geliyordu. Gözleri toprak ve kan dolu Bhima onu göremiyordu. Ama ayak seslerini, .kokusunu ve soluk alışlarını tanıyordu. “Sen misin Dushassana?” Dushassana yine belli bir uzaklıkta durarak sordu: “Beni görüyor musun?” “Hayır…” “Kalkamıyor musun?” “Yorgunluktan bitkinim, göremiyorum…” Öteki savaşçılar da yaklaşıyor, ikisinin çevresinde bir halka oluşturuyorlardı. Biri bitkin gibiydi, öteki diri ve silâhlıydı. Uzaktan oğluna bağıran Gandhari’nin sesi duyuldu: “Dushassana! Yaklaşma ona!” Ama Dushassana kazandığını sanıyordu, kuşkusuz bu olasıydı. Herkesin gözleri önünde, bir gün karnını deşeceğine yemin etmiş olan bu hiç yontulmamış şişman hayvanı sonunda ezecekti. Bhima’ya doğru iki üç adım yürüyerek şöyle dedi: “Sen yavaş ve hantalsın, beni korkutamazsın.” “Ölenlerin kanları yüzünden ağırlaştım,” dedi BBhima. “Canımı bağışla, savunmasızım…” Dushassana savaş baltasını kaldırdı ve vurdu. Bhima ilk vuruşu atlattı. İkinci vuruşu yapmak için Dushassana öne bir adım daha atarak şöyle dedi: “Kendimi ve kardeşlerimi kurtaracağını!” “Canımı bağışla…” diyordu Bhima. Dushassana ikinci kez vurdu. Kolları üstüne düşen Bhima bağırdı. Yerde kıvranıyordu. Yüreklenen Dushassana annesinin uzaktan çağınşmı duymadan Bhima’nın çevresinde oynamaya başladı, Gandhari şöyle bağırıyordu: “Yaşlı bir fil gibi terliyor, yerinden kımıldayamıyorsun! Orada sona erecek yaşamım düşün!” Dushassana son vuruşu yapmak için iki tarafı keskin baltasını kaldırdı. O anda Bhima ormanda şeytanla savaşırken uyguladığı, vaktiyle Drona’dan öğrendiği savunma vaziyetini anımsadı. Balta indiği anda çevik bir hareketle yana yatarak Dushassana’nın sol dizini kaptı ve öne çekti.
Balta yere vurdu. Dushassana düştü. Bhima bir anda üstün duruma geçmişti. Üstüne oturup gövdesiyle ezerek şöyle dedi: “Zavallı beyinsiz aptal, kimi öldürmek istiyordun?” Dushassana bala yapışmış bir böcek böce k gibi kıvranıyor, debeleniyordu. Karna’yı ve kardeşlerini çağırarak yardım istiyordu. Ama hepsi uzaktaydı. Bu iki adamın acımasızca savaşını seyreden şaşkın ve yorgun savaşçılar çevrelerinde bir halka oluşturuyorlardı. “Bağırmayı kes,” diyordu Bhima. “Ölüm saatin geldi Dushassana. Senin için her şey burada ve şimdi sona eriyor. Draupadi beni duyuyor mu? Gel Draupadi!” Bhima bağırarak Draupadi’yi çağırıyordu. Bir süre sonra Draupadi koşup geldi, savaşçıların oluşturduğu halkayı yardı, o anda bir yeminin yerine geleceğini anladı. “Bak,” dedi Bhima, Draupadi’ye, “iyi bak. Verdiğim sözü yerine getirerek kanını içeceğim.” Sonra Dushassana’ya şöyle dedi: “Bir ya da iki soluğun kaldı. Zavallı yaşamını ve saçlarından tutarak sürüklediğin Draupadi’yi anımsa. Bak ona. Göreceğin son görüntü o olsun.” Dushassana’yı saçlarından yakalayarak, yüzünü zorla Draupadi’ye doğru çevirdi, şöyle dedi: “Şimdi canını alacağım. Haydi ver canını.” İki eliyle birden vargücüyle Dushassana’nın göğsüne vurdu, acı nedeniyle sık sık solumalar arasında kaburga kemiklerinin kırıldığı duyuldu. Bhima ellerini kaldırarak ikinci kez, üçüncü kez vurdu. Savaşçılar başlarını başka yöne çeviriyorlardı. Dushassana son ana kadar bağırdı. Bhima onun vücuduna abandı, iki eliyle karnını deşti. Köpük köpük kan fışkırdığı görüldü. Sonra Bhima barsaklarını tutup kopardı. Barsakları ağzına götürdü, kafasını sıcak karın boşluğuna daldırdı. Çocuk sertçe başka yöne döndü. Bakamıyordu. Dushassana ölüyordu. Bhima doğruldu, seyredenlere şöyle dedi: “Bu düşmanın kanı annemin sütünden daha tatlı, baldan da şaraptan da tatlı, yeryüzündeki en tatlı içkilerden de tatlı…” Bhima o sırada yaklaşması için Draupadi’ye işaret etti. Draupadi ölü vücudun yanına diz çöktü, saçlarını çözüp dağıttı, kanlı karına daldırdı. Daha sonra hiçbir şey söylemeden saçlarını taradı ve başının üstünde topladı. Savaşçılar arasında fısıltılar duyuluyordu. Yüzüne renk gelen, kandan güç almış gibi görünen Bhima ayağa kalktı, savaşçılara yaklaştı, şöyle bağırdı:
“Gözlerinizi kırpıştırarak korkuyla bakmayın bana. Mırıldanarak ‘bu bir insan değil’ demeyin… Soluğunu keserek kanını içiyorum! İmem için bana yalvardı! Ölümünü çok istedi! Karımızın onurunu kırmıştı! Benimle alay edip ‘Koca öküz! Koca öküz!’ diye bağırarak çevremde oynamıştı. Oynama sırası şimdi bende!” Sıçrayışlarıyla yeri sarsarak ölü vücudun çevresinde gerçekten oynamaya başladı. Durduğu zaman son kez düşmanının buruşmuş ve yayılmış vücuduna eğildi. Öcü alınmıştı ama Bhima bundan hiç sevinç duymuyor gibiydi. Dushassana’ya şöyle dediği duyuldu: Eskiden de, şimdi de hiçbir zaman mutluluğu tatmadık. Hadi hoşça kal.” Sonra kendisine destek olan Draupadi’yle birlikte çadırına doğru çekip gitti.
KARNA’NIN TEKERLEĞİ Dushassana’nın korkunç ölümünden sonra, Dritaraştra ve Gandhari savaşı durdurmasını rica etmek için Duryodhana’nın yanına gittiler. Duryodhana’nın çılgınlığa varan öfke ve kararma karşı, Drona’nın oğlu Aswatthaman da direndi. “Bhima kardeşimin karnını deşti, bu durumda savaşı durdurmamı mı istiyorsun? Bütün casuslarım bana Arjuna’nın adamlarının sallandıklarını, kendisinin de yorgunluktan sendelediğini söylüyorlar. Karna da dinlendi. Felâket yön değiştirdi, şimdi düşmanlarımıza doğru ilerliyor! Bunu biliyorum!” Duryodhana iyi niyetle utkunun kazanılabileceğine hâlâ inanıyor gibiydi. Bütün var olma umudunu Karna’ya bağlıyordu. Karna, herkesin uzun zamandır beklediği bir savaşı kazanmak için savaş alanında Arjuna’ya saldırdığı sırada, Duryodhana ve sağ kalan kardeşleri yakındaki bir tepenin yamacına çıktılar. Vyasa’yla çocuk da yanlarındaydı. “İşte geldim Arjuna!” diye bağırıyordu Karna ilerleyerek. “Piçim ben, önemsiz biriyim, sense prenssin, el uzatılamaz birisin… Ama gökyüzü benim için aydınlanıyor, güneş bana güç veriyor! Bugün işini bitireceğim!” Kunti koşarak iki kardeşin arasına girmek istedi ama onu durdurdular. Arabalarını tuhaf Salya’nın ve Krişna’nın kullandıkları Karna’yla Arjuna geniş ovada önce arabalarıyla halkalar çizerek dolandılar. dolandılar. İlk oklarını fırlatmadan önce sözle ve el kol hareketleriyle birbirlerine hakaret ettiler. Sonra, durdurdukları yerde çakılıp kalan iki orduda hayranlık duyguları d uyguları yaratarak saatlerce vuruştular. vuruştular. Birbirine sıkışmış sıralardan atılan oklar havayı delip geçiyor, -daha sonraları söylendiği gibi- güneşi karartıyordu. Ovadaki bütün böcekler, esintiyle gelen bütün hayvanlar, yatan bütün otlar, kanla sulanan bütün ağaçlar, toz içinde gizlenen bütün güçler soluk almadan savaşı izliyorlardı. Yaralanan, kan ter içinde parlayan, adamları tarafından yüksek sesle yüreklendirilen Karna’yla Arjuna o gün, nitelikleri kadar yaşamları boyunca öğrendikleri her şeyi düşünülebilecek en yüksek düzeyde uyguluyorlardı. Atlarla
bile konuşmayı bilen Krişna, Arjuna’nın arabasını ne kadar ustalıkla kullandıysa, kral Salya da o zamana kadar Krişna’nın bilmediği olağanüstü bir arabacı yeteneği ortaya koyuyordu. Karna az bir üstünlük sağladığı sırada birden arabası durdu. Tekerleklerinden Tekerleklerinden biri çamura saplanmıştı. Karna, Arjuna’ya seslenerek bağırdı: “Biraz dur, arabamın tekerleğini kurtarayım! Bu durumda bana vurmaya hakkın yok, biliyorsun bunu.” Kurallara saygılı olan Arjuna arabasını durdurdu, silâhlarını indirdi. Bekliyordu. Atları soluk soluğa kalmıştı. Karna arabasından yere atladı, Salya’nın yardımıyla tekerleğini kurtarmak istedi. Ama bu son derece güç gibi görünüyordu, hemen hemen olanaksızdı. Destek verdiler, olanca güçleriyle yüklendiler, büyük maymun Hanuman’ın kuyruğunu kaldırmaya çalışan Bhima gibi soluk soluğa kaldılar. Arabanın tekerleği çamura esir düşmüştü. Bütün her şeyi dikkatle gözlemleyen Krişna o zaman çok ivedi ve gerekli bir davranış söz konusuymuş gibi Karna’ya şöyle dedi: “Vur! Tam zamanı! Durma!” Arjuna kabul etmedi. Yerdeki bir düşmana vurmaya karar veremiyordu. Karna, Arjuna’ya baktı, şöyle dedi: “Önünde silâhsızım ve korkuyorum. Erdemin türesini biliyorsun, bırak da tekerleğimi kurtarayım.” Krişna buna yüksek sesle şöyle yanıt verdi: “Şimdi erdemden söz ediyorsun, ama Shakuni zarları attığı zaman erdemin neredeydi? Hangi delikte saklanmıştı? Bu sözcüğün arkasına gizlenme, buradan sağ çıkamayacaksın.” Elleri tekerleğe yapışıp kalan Karna öfkesinden ağlıyordu. Salya’nın da yardımıyla parmaklarıyla, tırnaklarıyla tekerleği kımıldatmaya çalıştı. İkisinin de elleri yara bere içinde kaldı, tekerlek bir türlü kımıldamıyordu. “Bir arabanın tekerleği sebepsiz yere durmaz,” dedi Salya. “Kim tuttu bu tekerleği? Bu son düzen de nereden çıktı?” Krişna dizginleri bırakarak *Arjuna’nın arabasından yere atladı. Salya’yla Karna’ya yaklaştı. Herkesin önünde şöyle dedi: “Tekerleğini neyin durdurduğunu sana söyleyeyim. Çamurlu elleriyle onu durduran toprak. Birdenbire savaşa katıldı, kendini savunuyor, bize yardım etmeye karar verdi. Bu arabayı kapıveren ve artık bırakmayacak olan toprak.”
Bütün gözler çamura saplanan tekerleğe çevrildi. Yudiştira şöyle düşünüyordu: Demek ki gizli bağlaşığımız buymuş. Krişna, Arjuna’ya döndü, şöyle söyledi: “Vur! Evet, bitir savaşı!” Arjuna yayı Gandiva’yı kaldırdı. O sırada Salya, Kama’nın ellerinden tutarak aceleyle şu sözleri söyledi: “Karna, bir arabacı gibi kendini ölüme teslim etme! Kalk! Yüksek silâhını anımsa ve onu kullan! Tam sırası! Çabuk ol! Duryodhana tepeden aşağı inerek şöyle dedi: “Ölmeyi kabul etme Karna! Sana emrediyorum, en etkili silâhını kullan!” O zaman Arjuna’nın kolları görünmez bir güç tarafından bir süre durdurulmuş gibi göründüğü sırada, Karna bakalı adamı anımsadı. Ölümü burnunun ucunda görerek, ne olursa olsun uzun süredir sözünü ettiği toplu ölümü seçti. Gizli formülü biliyordu. Bu formülü dile getirse, Tanrısal bir yaratığın silâhı getirip eline vereceğini de biliyordu. “Çağrını yap!” diyordu Salya. “Sözcükleri söyle!” Karna bir elini güneşe doğru kaldırdı. “Evet,” dedi, “çağırıyorum, uzaktaki o yarattığı çağırıyorum…” Silâhı alıyor gibi elini açtı. “Ve ona diyorum ki…” Bütün gözler gökyüzüne çevrildi. Dudakları aralanan Karna hiçbir şey söyleyemiyordu. “Ne oldu sana? Konuşsana,” dedi Duryodhana. Karna gözleri açık, elini uzatarak konuşmak istiyor, ama bildiği sözcükler aklına gelmiyordu. Yanında duran Salya’yla Duryodhana Karna’nın şaşkınlık içinde şöyle mırıldandığını duydular: “Ne söylemem gerekiyor?” Unuttuğu sözcükleri anımsamaya çalışıyordu. “Basit bir cümleydi, birdenbire unutuverdim…” Siyah bir bulut bütün ovayı karanlığa gömerek güneşin önünden geçti. Ölünceye kadar Karna’nın babasının kim olduğunu bilmemesi gerekiyordu. Karna sordu: “Güneş neden görünmez oldu? Bu karanlık da nereden çıktı?” Kimse ona yanıt veremedi. Çamura saplanmış tekerleğe son bir kez dokundu. Az önce kibirle baştan başa dolaştığı karanlık ve sessiz toprağa baktı. Kara kara düşünüyor, eski bir gizem onu öldürüyordu.
“Acaba ne söylemem gerekiyor?” diye sordu bir kez daha. Yüzünde birdenbire iyiliksever bir hava beliren ve hatta heyecanlanan Krişna o sırada sırtını tekerleğe dönmüş orada duran Karna’nın yanına geldi. Karna’yı kucakladı, bir süre bırakmadı. Bir elini omzuna bile koydu. Belli bir uzaklıkta duran Kunti gözlerini güneşe doğru kaldırdı, ama güneş görünmüyordu. Hiçbir şey bulutu kımıldatamıyordu. Krişna, Karna’dan ayrıldı, Arjuna’ya doğru yürüdü, hemen hemen tatlı bir sesle ona şöyle dedi: “Bütün belirtiler onun karşısında. Bitir işini.” Arjuna okunu fırlattı, ok Karna’nın kalbini delip geçti. Koca vücudu toprağa yığılıverdi.
SAVAŞIN SONU Duryodhana, Karna’nın vücuduna kapandı ve onu kucakladı. Bu görkemli ve ölü adama hıçkıra hıçkıra ağladı. Annesi, ister istemez kaybedilmiş gibi görünen bu savaşı durdurmasını ondan bir kez daha isteyince, bunu kabul etmedi. “Yenik bir kral olarak yaşamayacağım,” dedi. “Yolumun en çetin olan son bölümünü katetmeliyim:” “Kardeşlerin ürperiyorlar,” dedi Gandhari, “birliklerin dağıldı, bozgun yüzünden ordugâhında kimse kalmadı, öldüğünü sanıyorlar!” Duryodhana annesinden ayrılarak son savaşçılarını çağırdı. Aralarında binlercesi yaralı bereli ve kanlar içinde yerden kalktılar, parçalanan silâhlarını aldılar, gelip krallarının arkasında durdular. Her savaşın sonunda olduğu gibi, hâlâ savaşmaya kararlı, ama önlerinde ölümden başka bir şey göremeyen yenik savaşçılar bir araya toplanıyorlardı. Kör kral Karna’nın ölüsünün yakmalığa götürülmesine yardım etmek istedi. Oğullarından ikisiyle birlikte omuzlarına aldılar. Her zaman savaşa karşı olan üvey oğlu Vidura yol gösteriyordu. “Hâlâ parçalanmadığına göre yüreğim taştan olsa gerek,” diyordu ihtiyar kral. Duryodhana iki gün vurup kaçarak savaşçılarının başında ovayı baştan başa dolaştı. Savaş alanındaki düzenden hiçbir iz kalmamıştı. Arjuna’yla Bhima yaralarını iyileştirmeye, yeniden güç kazanmaya çalışıyorlardı. İkiz kardeşler Nakula’yla Sahadeva son düşmanlarını kovalaması için Yudiştira’ya yardım ediyorlardı. İkinci günün sonunda neredeyse çembere alınan ve artık direnemeyen Duryodhana büyülü bir hileyle kaçıp kurtulmayı başardı. Bir göle girdi ve çevresindeki suyu dondurdu. Göldeki buz tabakalarım kimse kıramadığı için gözden ve saldırılardan iyice korunarak, bir kadını kucaklar gibi gürzünü göğsüne sıkıştırıp uykuya daldi. Uyurken düşünde görkemli krallıklar, mutlu insanlar gördü. Düşünde türkü söylemeye başladı.
Gölün çevresinde yabanördeği arayan avcılar onun sesini duydular. Yaklaştılar, kaya gibi sertleşmiş buzlu suda onu gördüler. Gördüklerini hemen Yudiştira’ya haber verdiler. Krişna, Draupadi ve beş kardeşiyle birlikte Yudiştira koşarak golün yanına geldi. Yudiştira, Duryodhana’yı çağırdı. Yarı uyanık Duryodhana ona şöyle dedi: “Keyfimi bozma, dinleniyorum.” “Kalk!” diye bağırdı Yudiştira. “Büyülerinden sıyrıl, gel savaş! Tam zamanı!” “Yoruldum. Dinlenmem gerek.” “Savaştan sonra dinlenmeye uzun zamanın olacak.” “Yarin Yudiştira, yarın savaşacağım, sana söz veriyorum. Bütün gece burada kalıp türkü söylemek istiyorum.” “Korkuyor musun?” Yudiştira’nın bu sorusu Duryodhana’yı güldürdü. Şöyle yanıt verdi: “Her yaratığın yüreğine korkunun girebilmesi seni şaşırtıyor mu yoksa? Ama suya girişim korkudan değil, yorgunluktan. Burada serin ve berrak suda keyfim yerinde. Yakılıp yıkılan, ölülerle örtülü bu toprağı sana veriyorum. Yalnızca bir hayvan postuna bürünüp tek başıma ormanlar içinde kaybolmak istiyorum.” “Bana verdiğin toprak senin değil,” dedi Yudiştira sertçe. Onu örten vücutlar senin doymazlığın yüzünden öldüler. Bütün bu kötülükleri sen yeğledin. Şimdi yaşamım istiyorum senden!” Buz ve gece karanlığı nedeniyle toprak rengine dönüşmüş Duryodhana sudan çıkıp dövüşmeyi kabul etti, ama istediği silâhı seçerek teke tek dövüşmek koşuluyla. Yudiştira hiç düşünmeden bu koşulu kabul etti. Krişna ona gürz kullanma konusunda büyük usta olan Duryodhana’nın demir bir heykel karşısında on üç yıl boyunca her gün çalıştığını anımsattı. Neden bu şansı ona veriyordu? İş işten geçmişti. Duryodhana vücudunu saran buz tabakasını parçaladı, gürzünü sallayarak öfkesinden tanınmaz bir halde bağırarak sudan çıktı. Herkes birkaç adım geri çekildi. Özel gürzünü göstererek yalnızca Bhima öne çıktı ve Kşatriaların kurallarına göre vuruşmayı kabul etti. Şiddetle karşı karşıya geldiler hemen. Birbirlerine olanca güçleriyle vurdular. Ama yaralanan Bhima bacaklarında savaşın yorgunluğunu duyumsuyordu. Bunun tersine, gölün suyunda dirilen Duryodhana etkili vuruşlar yaparak Bhima’nın çevresinde fırıl fırıl dönüyordu. Bhima’yı yere düşürmeyi bile başardı, ayağıyla boğazına basarak işini bitirmek için gürzünü kaldırdı.
Sonra, yerdeki bir düşmana vurmaktan vazgeçerek olduğu gibi bıraktı. Gölün kıyısına diz çökerek su içmek için ayrıldığı sırada dinlensin diye Bhima’ya birkaç saniyelik zaman tanıdı. Krişna, Bhima’ya doğru koştu, yaralı olduğunu gördü, ayağa kalkmasını ve güçsüzlüğünü göstermemesini öğütledi. Şunu de ekledi: “Saldır ve aşağıya vur, bacaklarına nişan al…” “Bacaklarına mı?” diye bağırdı Bhima. “Yapamam! Bunu yapmaya hakkım yok!” “Bacaklarına vurmanı söylüyorum sana!” Öne atılan Draupadi de tavla partisinden sonra ettiği yeminini anımsattı ve Bhima’ya yavaşça şöyle dedi: “Kalçasını kır…” Duryodhana yeniden görevine döndü. Bhima savaş kurallarını hiçe sayarak bacaklarına vurdu. Bir vuruşta kalçalarından birini kırdı. Duryodhana acısından ve utancından ağlayarak yere yıkıldı. Yudiştira, Bhima’yı yatıştırmak, düşmanının yüzünü ayağıyla ezmesini yasaklamak zorunda kaldı. Ona doğru eğildi. Duryodhana ona şöyle dedi: “Aşağılık bir şekilde, kuraldışı, bacaklarımdan vuruldum.” Kafası karışan -bir yalandan, yasaklanan bir vuruştan sonra- Yudiştira ne yanıt vereceğini bilemiyordu. Yoksa bu Dharma’nın bir süre unutulması mıydı? Ama nasıl karar vermeli? Doğru olan durumu nasıl seçmeli? Bu unutma, utku kazanma kuralına nasıl dönüştürülmez? Yudiştira’nın duraksamalarım ve pişmanlık duygularını sezinleyen Krişna ona yaralıyı göstererek şöyle dedi: “Gel, o artık ne bir dost, ne de bir düşman. Bir odun parçasına ağlanıp sızlanmaz, gel.” Yudiştira ayrılıyordu. O sırada delinen kalçasından çok kan kaybeden Duryodhana bir dirseğinin üstünde doğruldu ve bağırdı: “Ey Krişna! Bhima’ya bacaklarıma vurmasını söyledin, duymadığımı mı sanıyorsun? Kötülüğün kökeni sensin! Sikhandin fikri senindi! Okunu şen taşıdın! Güneşi sen yanıltmadın mı? Ya o Aswatthaman öldürüldü yalanı? Karna’ya mızrağını kullandırıp güçlü silâhından yoksun bırakmak için Gatotkaça’yı bize karşı gönderen kim? Karna’nın tekerleği çamura saplanınca Arjuna’ya ‘bitir işini!’ diyen sensin! Her zaman sen! Sinsi, kötü ruhlu ölüm hamalı!”
Krişna kendisini inciten alçaltıcı sözleri kesmeden hep sessizce dinliyordu. Duryodhana ağzını rahatça açıp soluk almaya çalışarak sustuğu sırada Krişna ona şöyle dedi: “Haksız konuşuyorsun, seni öldüren tek kişi var, o da sensin.” O anda Yudiştira’nın kolunu tutarak ekledi: “Utkun kusursuz. Hadi kutlayalım.” Ordugâhlarına gitmek için ayrılacakları sırada son bir kez daha Duryodhana’nın sesini duydular. Geri dönüp baktılar, vücudu yara bere ve kan içinde çamurda debelendiğini gördüler. “Evet, gidin,” diyordu, “bu dünyada mutluluk yüzü görmeden yaşayın, ben öbür dünyaya gidiyorum. Kim benden daha mutlu olabilir? Yeryüzüne egemen oldum, gülüp eğlendim, türkü söyledim, dostlarımı ve karılarımı sevdim, hizmetçilerimi korudum… Sıkıntıya düşen herkese elimi uzattım… İnsanca zevklerin hepsini tattım… Gidin yiyin ve oynayın, defolun…” Krişna ona doğru birkaç adım yürüdü, şunu söyledi: “Hiçbir iyi insan her yönüyle iyi değildir. Hiçbir kötü insan her yönüyle kötü değildir. Seni selâmlıyorum Duryodhana. Çektiğin acıda hiçbir zevk göremiyorum. Ama yenilgin bir sevinç.” Duryodhana ürkütücü karanlıkta yalnız kaldı. Adamlarından üçü gelip çevresinde ateş yaktılar. Kurtuluş umudu olmadığını bildiklerinden gece onu bekliyorlardı. Yeryüzündeki son anlarında onunla birlikte olmak için anılarını ve özlemlerini mırıldanarak ezgiyle yavaş yavaş dile getiriyorlardı. Vyasa bu ezgiden izler sakladı: Yüce kral, beyaz şemsiyen şimdi nerede? Fildişi saplı sinekliğin, ipek perdeli tahtirevanın nerede? Havuzlarının mermeri, dansözlerinin zilleri hani? Kalçaların kırılmış yerde sürünüyorsun, gece karanlığında yapayalnızsın, ellerinle kırmızı ve siyah çamuru eşeliyorsun, kala kala bir anlık yaşamın kaldı, hıçkırıyorsun, kan kusuyorsun. Zümrüt kakmalı arabaların hani? Kentlerin, sarayların, haremlerin nerede? Üç yüz bin süvarin, seksen bin filin nerede? Aç kalmış, etle beslenen hayvanlar, sırtlan ve kurt sürüleri vücudunu parçalamak için yaklaşıyorlar. Onları uzaklaştırmak için kollarını boşuna yoruyorsun. Bu gece senin etinle karınlarını doyuracak akbabaların kanat çırpmalarını duyuyorsun. Büyük kral, sen ki yeryüzüne buyuruyordun, sen ki altın gürzünle onca kralın önünde yürüyordun, sen de öldüğüne göre ölüm yollarını öğrenmek çok
zor… Kan konuşmana engel oluyor, gözlerin öfkeden kıpır kıpır, kesik kesik soluk alışların sona erecek, zaman her şeyin üstündedir. Vay senin haline, sokaklarda dilenecek ihtiyar annen Gandhari’nin vay haline. Kör ve deli, yaşlı babanın vay haline, çok şey verdiğin şimdi tatsız tuzsuz yeryüzünde yoksul serseri olan, insanların en adisi biz dostlarının vay haline. Gecenin ilk saatlerinde, uzakta savaşı kazananların çadırı da müzik ve şenlik sesleri duyuluyordu. Daha sonra sessizlik çöktü. O anda kan revan içinde bir adamın geldiği görüldü. Elinde tuhaf bir kılıçla ilerliyordu, kılıç da kanlıydı. Adam yaklaşınca Drona’nın oğlu Aswatthaman olduğu anlaşıldı. Duryodhana’ya şöyle dedi: “Hâlâ yaşıyorsun beni dinle…” Duryodhana bir baş hareketiyle dinlediğini belirtti. O zaman Aswatthaman şu öyküyü anlattı: “Gün sona ererken yalnız ve yaralı olarak ormana sığındım, orada büyük bir ağaçta uyuyan karga yavrularını öldüren bir baykuş gördüm. Zamanımın geldiğini düşündüm. Pandavaların çadırına yaklaştım, birden kapının önünde dikilen iri, korkunç, ateş tüküren bir yaratık, kan seli içinde bana şöyle bağıran bir dev gördüm: Giremezsin! Çadıra giremezsin! Devle savaşmayı denedim, binlerce kolu, binlerce ağzı, alevleri, burgaçlı silâhlan vardı. Bu hayalet devin aşılmaz bir biçimde önümde dikilen korkum olduğunu anladım. Oradan ayrıldım, Tanrıya bir kurban sundum, Tanrı bana sanki elimin bir parçası gibi olan bu kılıcı verdi, bütün gücüyle bedenime girdi.” “Evet, iyi…” diyordu zorla soluk alan Duryodhana. “Geri döndüm, yeni ordumu gördüm. Gece karanlığında yaşayan bütün yaratıklar topraktan ve sudan çıkarak çevremde toplanıyorlardı. Emrimde kazan karınlı ayı, deve ve kaplumbağa başlı çirkin ve ürkütücü yaratıklardan oluşan karanlık, eciş bücüş, vıcık vıcık, yeşilimsi bir ejderha ordusu vardı. Ordugâha girdim. Önce çok değerli halılar üstünde uyuyan babamın katili Driştadyumna’nın çadırına doğru yavaş yavaş ilerledim. Bir tekme vurarak uyandırdım, bağırmak istedi ama yere yıktım, dizlerimle gırtlağına çöktüm, tırnaklarıyla beni yırtıyordu, bir hayvan öldürür gibi öldürdüm onu.” “İyi, iyi…” diyerek mırıldanıyordu Duryodhana. “Sonra insanüstü bir güçle ordugâhın içine daldım. Beş kardeşle karıları ayrılmışlardı, ama gece ordumla birlikte geri kalanları kılıçtan geçirdim. Bhima’nın, Arjuna’nın, Yudiştira’nın oğullarını öldürdüm, ikizlerin oğullarını öldürdüm. Draupadi’nin tek oğlu kalmadı artık…” “Evet, iyi, çok iyi…”
“Sikhandin’i öldürdüm, kılıcımla ikiye ayırdım! Gırtlaklara, sırtlara vuruyordum, kafalar, kollar, burunlar, kulaklar kesiyordum. Gecenin hayvanları, karınları şişmiş ve neşe içinde şöyle diyerek kıtır kıtır et yiyor ve kan içiyorlardı: Çok hoş, çok tatlı, bir harika. Sonra sessizce dışarı çıktım. Abhimanyu’nun genç ve dul karısına rastladım, hamileydi. Bildiğim bir büyüyle karnındaki dölütü öldürdüm. Pandavaların dölü kalmadı artık. İşte böyle. Yapmam gerekeni yaptım. Rahatım.” Aswatthaman başını eğdi, sustu. Alnından ve burnundan akan akan damlaları yere düşüyordu. Çoğu zaman kaybedilen savaşların sonunda yapıldığı gibi korkuya gereksiz bir korku daha ekliyordu. Duryodhana ona şunu da söyledi: “İyi, çok iyi… Görüşeceğiz… Şimdi ölüyorum.” Sonra başını çevirdi ve öldü. Ertesi gün güneş on sekiz milyon ölü vücut üzerinde yükseldi. Çakallar ve akbabalar et kavgası yapıyorlar, toprak ölü kokusu yayıyordu. Kahramanların güzellikleri hayvanların ağızlarında kayboluyordu. Kocalarını ve çocuklarını aramak için önce binlerce kadın ilerledi. Draupadi’yle Gandhari birbirlerine rastladılar. Oğullarından hiçbiri kıyımdan kurtulamamıştı. Yaşlanmış günlerini çocuksuz geçireceklerini biliyorlardı. Yudiştira ve kardeşleri, Asvvatthaman tarafından öldürülen oğullarına ağlayarak yeniden savaş alanına geldiler. Vyasa onları buluşturdu. Kimse kıyım nedeniyle Vyasa’ya sitem etmeyi düşünmedi. Savaşı bırakabileceklerini, bu konuda önlenemeyecek hiçbir alınyazısı olmadığını - Vyasa’nın da söylemiş olduğu gibi- iyi biliyorlardı. Onları acılı gören Vyasa, ölümün gizeminden söz etti. Onlara şunu söyledi: Yüzen iki ağaç parçası okyanusta karşılaşırlar ve bir süre sonra ayrılırlar. Annenle sen, kardeşinle sen, karınla sen, oğlunla sen aynı durumdasınız. Karım, babanı, dostunu çağırıyorsun, ama yalnızca yolda bir karşılaşma bu. Bu dünya dönen bir tekerlek, iki köpekbalığının, ihtiyarlıkla ölümün yüzdüğü zamanın büyük okyanusunda bir geçit. Hiçbir şey sürekli değil, senin bedenin bile.
Hiçbir bağ zamana dayanamıyor. Şu anda atalarını, dedelerini görmüyorsun, ataların da seni görmüyorlar. Ne cenneti görüyorsun, ne cehennemi. Rüzgârı, ateşi, ayı, güneşi, gündüzü, geceyi, ırmakları, yıldızları kim yarattı? Nedeni bilinmeyen bu değişik yaratılışta, her şey kararlı, saptanmış. Kimse kalıcı değil, kimse geri dönmüyor. Zevk, acı, her şey alınyazısıyla belirlenmiş. İstediğine sahipsin. İstemediğine sahipsin. Nedenini kimse anlamıyor. İnsanın mutluluğuna hiçbir şey güvence vermiyor. Neredeyim? Nereye gideceğim? Kimim? Niçin? Ve ne için ağlamalıyım? Vyasa üzüntülü gördüğü Yudiştira’ya daha bir içtenlikle seslenerek şunu da söyledi: “Sesini çıkarmadan borcunu öde, üzüntüyü bırak, neşe içinde ayağa kalk, bir daha toprağı hor görme.” Ama Yudiştira kalkamıyordu. Ne hale getirdiğini gördüğü savaş alanında bitkin bir durumdaydı. Saçları darmadağınık ve yüzünde yorgunluğu okunan annesi Kunti’nin geldiğini görünce, gözleriyle onu izledi. Yudiştira’nın ve herkesin şaşkın bakışları arasında, Karna’nın ölü vücudu önünde durdu Kunti. Arjüna ona bu davranışının nedenini sordu. Kunti şöyle yanıtladı: “Karna, öldürdüğünüz Karna ilk oğlumdu benim, ağabeyinizde On beş yaşındaydım…” Bu açıklama karşısında Pandavalar soluk almadan bir süre durdular. Bütün yaşamları bir anda gözlerinin önüne geldi. Arjuna Kunti’ye şöyle dedi: “Karna kardeşimiz miydi?” “Evet, Arjuna.” “Bunu biliyor muydu?” “Evet, biliyordu.” “Niçin bizden gizledi?”
“Sürekli olarak sizden uzak kalmış, aşağılanmış, size karşı kin beslemişti. Savaştan sonra oğullarımın sayısı değişmesin diye, Arjuna dışında hepinizi koruyacağına, sizi öldürmeyeceğine bana söz vermişti.” Arjuna Krişna’ya sordu: “Sen biliyor muydun?” “Kunti’nin bu gizini sana söylememi Karna yasaklamıştı,” diyerek yanıtladı Krişna. “Verdiği sözü eksiksiz yerine getirdi.” “Sözünü kardeşlerinden üstün mü tuttu?” “Kararına sen de saygı göstermelisin.” Ovaya yeniden sessizlik çöktü. Hepsi güneşin aydınlattığı iri ve devinimsiz ölü gövdeye bakıyordu. Bhima yavaş sesle Kunti’ye şöyle dedi: “Ayakları seninkilere benziyordu, kendi kendime her zaman bunun nedenini soruyordum.” Bir süre sonra Yudiştira kalktı. Kardeşinin ölümüne sebep olduğunu iyiden iyiye anlayarak, sonunda ormanlara gitmeye karar verdiğini açıkladı. Çok uzun süre ve çok acı çekerek elde ettiği krallığından vazgeçiyordu. Kendisini utku kazanmış biri gibi gören herkese şöyle seslendi: “Ah vah diyerek ağlamadan, sevinmeden yalnız başıma bir aptal gibi, bir kör ya da sağır gibi, heyecansız ve amaçsız rastgele dolaşarak, ne ölmek, ne de yaşamak isteyerek meyvelerle ve ağaç kökleriyle besleneceğim, günde iki kez yıkanacağım.” “Yoksulluğun ne övünülecek, ne de üzülecek yanı vardır,” dedi Draupadi. “Şu anda oğullarımdan ayrılsam bile, yaşamayı istiyorum. Yudiştira, ya sana ne demeli? Çılgın bir kral gibi seni tahta mı bağlayalım?” “Evet Draupadi, çılgınım ben, kimse benden daha çılgın olamaz, oğullarım öldürdüm, milyonlarca insan öldürdüm.” “Şimdi seni daha iyi anlıyorum,” dedi Draupadi, Yudiştira krallık nişanlarını koparıp atarken. “Evet, seni anlıyorum: Ormanda mutluydun, sürgünün tadım çıkarıyordun. O tavla partisini kaybedeceğini biliyordun, gizlice kaybetmek istiyordun, her şeyi kaybetmek istiyordun. Hepimiz üzüntü içinde senin arkanda yalınayak kentten ayrıldığımız zaman, ışıl ışıl parlıyordun, kazanmıştın!” O anda Bişma’nın sesi duyuldu: “Gitme Yudiştira!” Oklardan oluşan yatağında sürekli yatan ihtiyar adam uzaktan ellerini Yudiştira’ya doğru uzatıyordu. Yudiştira çok sevdiği bu adamla son bir görüşme yapmadan çekip gidemezdi. Ona yaklaştı. Okların oluşturduğu yatağının yanında kör kralla karısı da vardı. Bişma’nın son soluğunun yaklaştığını hepsi biliyordu,
çünkü güneş gökteki en yüksek noktasına geliyordu. Bişma, Yudiştira’nın ellerini tutarak şöyle dedi: “En doğru ve en gerçekçi insan sensin. İstesen de istemesen de kral olarak kalmalısın. Besbelli bu. Yapraklarla, çiçeklerle süslenmiş kentin beklediği kişi olman için uzun süre acı çektiğin sürgüne gitmen, büyük üzüntü yaratan bu savaş, içindeki çok çetin bu hesaplaşma, kardeşinin ölümüne kadar varan yalanın, öfken ve taşkınlığın gerekliydi.” Yudiştira ihtiyar Bişma’nın yanına diz çöktü, hiçbir şey söylemedi. “Neden hâlâ yaşıyorum?” diye sordu kör kral. “Sana yanıt veremem,” dedi Bişma. “Krallığım yok artık, çocuklarım da kalmadı, bu dünyada ne diye amaçsız dolaşayım?” “Bilmiyorum.” “Bu dünya acımasız Bişma. Bu dünyanın acımasızlığım nasıl anlamalı?” “Acımasızlık çevrende.” “Ondan nasıl kurtulmalı?” Bişma acı içinde kıvranarak yavaş yavaş dirsekleri üstünde doğruldu. Bir yanından Yudiştira, öbür yanından kör kral tutuyordu. îşte onun uzun yıllar belleklerden silinmeyen son öyküsü: “Bir adam karanlık ve yırtıcı hayvanlarla dolu bir ormanda gezinmektedir. Orman çok büyük bir ağla kuşatılmıştır. Adam korkuya kapılır, yırtıcı hayvanlardan kurtulmak için koşar, karanlık bir kuyuya düşer. Bir mucize eseri otlara, birbirine dolanmış köklere takılı kalır. Kuyunun dibinde ağzını açan büyük bir yılanın sıcak soluğunu duyumsar, bu ağıza düşecek, kuyunun kıyısında dev bir fil onu ezecektin Siyah beyaz fareler adamın takıldığı kökleri kemirirler, tehlikeli arılar bal damlaları damlatarak kuyunun üstünde uçuşurlar…” Bişma ellerinden birini öne uzattı. Parmakları biraz titriyordu. “O anda adam dikkatle parmağını uzatır,” dedi yavaşça. “Bal damlalarını yakalamak için uzatır parmağını. Böylesine tehlike içindeyken ve ölümle burun buruna geldiği halde ilgisiz kalamıyor, balın tadı onu harekete geçiriyordu.” “Ya sen?” diye sordu kör kral. “Sen de hâlâ bal istiyor musun?” Bişma’nın elindeki titreme geçti. Yavaşça arkaya bayıldı. Sonunda soluğu ondan ayrılıyordu. Dritaraştra, Yudiştira’yı kollarından tutarak yıkılan bu krallığı onarmaya yardımcı olması için yalvardı. Yudiştira hâlâ bir şey söylemiyordu. Kör kral uzun zamandan beri korktuğu
Bhima’yı çağırdı, kucaklamak istedi. “Gel Bhima,” dedi, “gel seni kucaklayayım.” “Burada, önündeyim,” diyerek yanıtladı Bhima. O sırada Krişna hemen araya girdi. Dritaraştra’riın içinde gizli, ama hep canlı duran çok zorlu bir hınç olduğunu seziyor, bu hıncın güçlerini artırabileceğini biliyordu. Bunin için, ölü bir adamın vücudunu kaldırıp kör kralın kolları arasına yerleştirdi. “Ah! Bhima!” diyordu kral, ölü vücudu kollarının arasında sıkarak, “Ne kadar güçlüsün, uzun süre beni korkutmuştun… Ah! Bhima!..” Sıkmaya, olanca gücüyle sıkmaya başladı. Kendi istemese bile, derin öfkesine yenik düşüyor, öldürücü bir güçle sıkıyordu. Ölü vücudu yukarı kaldırdı, kollarının arasında sıkarak döndürdü, kırılan kemiklerin sesi duyuldu. Bir süre sonra ölüyü bıraktığı zaman yüzü kıpkırmızı olmuş, soluk soluğa kalmıştı, dudakları aralandı, şöyle dedi: ”Onu öldürdüm… Öldürdüm onu…” “Hayır, onu öldürmedin, kaygılanma,” dedi Krişna. “Çok öfkeli olduğunu gördüğüm zaman, Bhima’yı tutup geri çektim. Kollarının arasındaki ölmüş bir adamın vücuduydu.” Krişna birden Gandhari’ye döndü. Onda derin bir acı ve engin bir incitme arzusu sezinlemişti. Oğulunu dalavereyle öldürmüş olmaktan Bişma’yı suçlamaya başladı Gandhari. Ya Dushassana’nın kanı? Onu içmeye nasıl cesaret etmişti? Bütün oğullarının ölümünün sebebi neydi? Bhima kanın dudaklarından ve dişlerinden ileri geçmediğini söylemeye çalıştı. Bu yanıt gözü bağlı kraliçeyi hiç yatıştırmadı. Yudiştira’yı çağırdı, yanına gelmesini emretti. “Oğullarının ölümünden Bhima’yı suçlu görme,” dedi Yudiştira yaklaşarak. “Suçlu benim.” Yudiştira birden acı içinde kıvranarak bağırdı. Eğildi ve ayaklarından birini ellerinin içine aldı. Ayak parmaklarından hafif bir buğu yükseldiği görülüyordu. Ama kim vurmuştu ona? Nasıl? “Bu, Gandhari’nin bakışı,” dedi Krişna o zaman. Gözbağının altından çıkarak ayağına düştü, ayağını yakacak kadar acı yüklüydü!” Bütün bedeni öfkeden titreyen Gandhari o zaman tülle örtülü yüzünü Krişna’ya çevirdi, bir elini ona doğru uzatarak şu ürkütücü sözleri söyledi: “Krişna, sözünü tutmadın, bu savaşa en güçlü silâhlarla katıldın, felâketimize sevindin, oğullarımın ölümünü bir gösteri gibi seyrettin… Krişna, lânet olsun sana. Bir gün yaptıklarının hepsi yıkılacak, dostların dostlarını kılıçtan
geçirecek, akbaba sürülerinin kasıp kavurduğu ölü kentinin duvarlarında kan izleri kuruyup kalacak, başarısızlığa uğrayacaksın, yaşamın allak bullak olacak, yalnız başına yola çıkacaksın, tanımadığın biri yolda seni öldürecek!” Krişna Gandhari’yi sözünü kesmek istemeden dinlemişti. Bitirdiği zaman, serinkanlılıka ona şöyle dedi: “Evet, Gandhari, gördüklerin gerçek. Biliyorum, bütün bunlar olacak. Ama sen görmesen bile bir aydınlık kurtuldu.” “O anda Yudiştira kalktı, Bişma’nın yanından ayrıldı ve eskiden olduğu gibi kararlılıkla şöyle dedi: “Hepiniz benimle gelin.”
UTANKA’NIN BULUTLARI Savaştan birkaç gün sonra, Krişna koruyucuları eşliğinde kentine yeniden girdiği ve uzun bir çölü baştan başa geçtiği sırada, özellikle sabırlı çalışmaları nedeniyle olağanüstü bir güç kazanan ve kendi köşesine çekilmiş olan Utanka adlı ünlü bir keşişi anımsadı. Krişna saygıyla selâmlamak için keşişe uğramaya karar verdi. Krişna’nın arabuluculuk çabalarını bilen keşiş ona sordu: “Söyle bakalım. Arabuluculuk görevinde başarılı oldun mu? Pandavalar ve amca oğulları sayende barış içinde yaşıyorlar mı?” “Haberin yok mu?” dedi Krişna şaşkınlık içinde. “Neden?” “Savaşı tattık!” “Savaşı mı?” “On sekiz milyondan fazla insanın öldüğü korkunç ve tüyler ürpertici bir savaş. Yakıp yıkan ordular birbirlerine saldırdı, yüz kadar kral öldü, tüm evren bir ölüm ağına yakalandı, az kalsın sen bile ölüyordun!” “Peki, sen bu kıyıma engel olmadın mı?” diye bağırdı Utanka. “Yazgıyı ne zekâ, ne çalışma, ne de aklın gücü değiştirebilir. Bunu iyi bilmen gerekir Utanka.” Keşişin yüzü öfkesinden değişti, şöyle dedi: “Bütün bu ölümleri önlemek için hiçbir şey yapmadın mı?” “Elimden gelen her şeyi yaptım,” dedi Krişna. “Bu savaşı önleyebilecekken ırmaklar gibi kan akıttın! Öylesine öfkeliyim ki, öfkem her şeyin üstünde, şimdi seni lânetleyeceğim! Çünkü onları kurtarabilirdin! Ama kalbinde Kauravaları cezalandırdın, ölümleri için çalışıyordun!” “Evet,” dedi Krişna, “Pandavaların kazanmalarım istedim, buna erişmek için her şeyi yaptım, hiçbir şeyden yılmadım, insansı duygularımı içimden söküp
attım, çünkü her şeyin üstünde savunduğum şeyi yerleştiriyordum oraya. Ama hiçbir zaman savaşı istemedim!” ”Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı Utanka. “Bir kez daha yalan söylüyorsun! Seni lânetleyeceğim!” Krişna hızla geriye birkaç adım attı, Utanka’ya şöyle dedi: “Dur! Beni dinle! Yaşamının en büyük hatasını işleyeceksin!” Keşiş bir an öfkesini yatıştırmayı başardı; “Gençliğinden beri yalnızlık içinde topladığın o karşı konulmaz gücünü biliyorum,” dedi Krişna. “Birdenbire sana geri dönecek olan yeri iyi belirlenmemiş bir ilenmeyle gücünü yitirmeni istemem. Senin için, çok seyrek yaptığım bir şey yapacağım. Kim olduğumu sana göstereceğim. Bak.” Gözleri yarı kapalı ve ağzı açık, çölde devinimsiz duran Krişna, o anda Utanka’ya evrensel biçimini gösterdi. Utanka -savaşın başlangıcında Arjuna gibi- bir yaratıkta bütün yaratıkları gördü, sessizliği ve ışığı, ölümü ve yaşamı gördü, zamanın kavranılması güç dolananlarım gördü, bütün dünyaları bir noktada gördü. “Gözlerim kamaştı,” dedi keşiş, diz çöküp kavruk toprağa kapanarak. “Büyülendim ve rahatladım. Teşekkür ederim.” “Şimdi sana bir iyilik yapmak istiyorum,” dedi Krişna her zamanki kişiliğine dönerek. “Ne istersin?” “Hiçbir şey istemem. Seni görmek yetti.” “Sana söz verdim,” dedi Krişna (tuhaf bir üstelemeyle), sana bir iyilik yapmak istiyorum. İsteğini söyle bana. Bir istekte bulunmak zorundasın.” Bir tür oyuna geldiğini sanan keşiş bir an düşündü, sonra sadece şunu söyledi: “Gördüğün gibi bu verimsiz topraklarda yaşıyorum, su bulmakta güçlük çektiğim zaman oluyor. Susadığım her zaman su bulmamı sağla/ “Kabul,” dedi Krişna çekip giderken. Birkaç yıl sonra, Utanka boğazı susuzluktan kurumuş bir halde çölde yürürken Krişna’nın verdiği sözü anımsadı ve onu çağırdı. Birden korkunç bir gürültü duydu, o anda önünde çırılçıplak, kıllı, uzun saçlı, baştan ayağa silâhlı, kir içinde, terlemiş ve sümükleri akmış, kızıl gözlü, çevresinde uluyan bir köpek sürüsüyle en alt tabakadan birine benzeyen avcı kılıklı, ürkütücü bir adam beliriverdi. Bu adam bol bol sidik akan kamışını tutuyordu. Utanka’ya baktı, gülerek şöyle dedi:
“Susadın mı? Hadi, iç.” “Neyi?” diyerek bağırdı keşiş, tir tir titreyerek. “Sana çok acıyorum. Bu suyu kabul et.” Utanka büyük bir utanma duygusuyla karışık görülmemiş bir öfkeye kapıldığını duyumsadı. “Sidiğini mi içmemi öneriyorsun bana?” dedi titrek bir sesle. “Evet, susamışsın çünkü.” O zaman Utanka’nın kızgınlığı daha da arttı. Boğazına kadar öfkelenerek olduğu yerde tepinip ağıza alınmamış küfürler savurdu. Ama avcı katıla katıla güdü, uluyan köpekleriyle gözden kayboldu. Öfkesini yenip sakinleşemeyen keşiş, gırtlağı susuzluktan kuruyarak yeniden yola koyuldu. Biraz ileride, bir kumulun dönemecinde birdenbire gülümseyerek ona doğru gelen ve en ağır sitemlerde bulunan Krişna’yla karşılaştı. “Verdiğin sözü nasıl bozuyorsun? Benimle alay ederek basit bir avcının sidiğini bana nasıl sunuyorsun?” “O avcı bendim,” diyerek yanıtladı Krişna, “ama beni tanımadın. Sana sunduğum o içki ölümsüzlük içkisiydi. Ama sen bir ölümlüsün Utanka. Bir ölümlü de ölümsüz olamaz. Bu nedenle beni anlayamazsın. Beni ve benimle birlikte ölümsüzlük içkisini kabul etmedin. Hoşça kal Utanka. Artık hiç susuzluk çekmeyeceksin, çünkü sana söz verdim, ama ölüme boyun eğeceksin.” Krişna uzaklaştı. Utanka onu bir daha görmedi. Daha uzun yıllar yaşadı, şaşırtıcı serüvenler geçirdi. Ama kalbinin derinliklerinde unutulmaz bir üzüntü saklıyordu, çünkü fırsatı kaçırdığını biliyordu. Yine de istediği anda yağmur getiren ağır ve siyah bir bulut kümesi onu her yerde izliyordu. Bunlara “Utanka’nın bulutları,” diyorlar ve orada oturan insanlar çölde, gökyüzünde bulut görünce sevinçten bağırıyorlardı.
KRİŞNA’NIN ÖLÜMÜ Yudiştira’nın akıllı ve düşünceli yönetiminde, büyük krallık olayların azalmasıyla mutluluğu yeniden yakalayarak barış ve huzur içinde otuz altı yıl geçirdi. Beş kardeş ve Draupadi herkesin sevgisini kazanarak beraberce yaşlandılar. Seksen yaşlarını aştılar, çok uzak ülkelerden bile insanlar gelerek onlara saygılarını sundular. Sanatçılar yaşamlarım tapınakların taşlarına, sarayların duvarlarına yazdılar. Bu otuz altı yılın sonunda, önceden kestirildiği gibi Krişna öldü. Vyasa öyküyü sürekli olarak anlattığı çocuğa Krişna’nın ölümüyle ilgili ayrıntıları söylemesi gerektiğini bildirdiği zaman, Aswatthaman’ın kıyımını unutamayan çocuk yaşlı ozana sordu: “Ama bana şöyle demiştin: Bu şiir soyunun öyküsünü anlatıyor. Ben ölmüş bir soydan mı geldim?” Vyasa ona Abhimanyu’nun genç karısını gösterdi. “Anımsıyor musun?” dedi. “Karnında Arjuna’nın oğlunun çocuğunu taşıyordu. O büyük kıyım gecesi, Astfatthaman onun karnındaki dölütü öldürmüştü. O çocuk ölü doğacak. Ama Krişna ona yaşam verecek, çünkü arkadaşının kanını taşıyor. Yüzyıllar ve yüzyıllar geçecek ve sen bu kadından geleceksin.” “Peki, Krişna ölecek mi?” “Her canlı gibi. Zaman sınırını belirlemiştir.” Çocuk bakışlarını Abhimanyu’nun uzaklaşan genç karısına çevirdi. Kadın kendisinden biraz daha yaşlıydı. Bir elini üzerine koyduğu yuvarlak karnında, çoktan ölmüş ve henüz yaşayan bir varlığın daha belirlenmemiş şeklinin altında kendi yazgısı gizliydi. “Ortaya çıkan karışıklıkta Krişna’nın krallığı parçalanacak,” dedi Vyasa. “Dvaraka’daki iç savaşın çılgınlığım hiçbir şey durduramayacak. O zaman Krişna, Gandhari’nin sözlerini anımsayacak ve şöyle diyecek: Vakit geldi, yalnız başıma çekip ormana gitmeliyim, yorgunluktan nerede düşersem orada
ölmeliyim. Bak.” Yeniden gür bir ormanda bulunuyorlardı. Vyasa elini uzatarak gösterdi, gerçekten de çocuk, ağaçlar arasında tek başına yürüyen yorgun, saçları ağarmış ve ihtiyarlamış Krişna’yı gördü. Krişna uygun bir yere yattı ve uyudu. Birden bir avcı belirdi. Avcı Krişna’nın yalnızca iki ayağını görebiliyordu. Ormanın alacakaranlığında bu ayakları bir ceylanın kulakları gibi algıladı. Bir ok fırlattı, ok ayaklarını parçaladı ve Krişna ölümcül yara aldı. Avcının tanıyarak önünde yere kapandığı Krişna’ya doğru koştu çocuk. Ama Krişna cılız bir sesle ona şöyle diyordu: “Boşuna kaygılanma. Ölüyorum, iyi oldu.” “Krişna!” diye bağırdı çocuk. “Sana soracak çok şeyim vardı!” “Söyle, çabuk…” “Bütün bu oyunlar, bu kötü öğütler niçin?” “Korkunç güçlere karşı savaştım ve elimden geleni yaptım…” “Savaştan önce Arjuna’ya ne dedin?” “Onu kurtuluş yoluna, güvenli ve gerçek yola götürdüm, ama o her şeyi unuttu.” “Hangi kurtuluşa? Hangi yola?” Söylediği her sözcükten sonra Krişna’nın sesi zayıflıyordu. Ama bu dünyaya gözlerini kapamadan önce kendinde şu sözleri söyleme gücü buldu: “Bunlar çok zor sorular, ikinci kez hiçbir şey söyleyemem.” “Sana yalvarıyorum, Krişna!” Krişna’nın suskun başı yavaşça eğreltiotlarının arasına uzandı. Dudaklarında hafif, çok hafif bir gülümseme belirir gibi oldu. Bir an için bütün orman sessizliğe gömüldü. Ağlayan çocuk, o anda Vyasa’nın elini omzuna koyduğunu duyumsadı, bu eşsiz ölü vücut karşısında kendisini olayların akışına, mucizenin geçmesinden sonraki olağan yaşamın gerekliliğine götüren ozanın sesini duydu. Vyasa fazla uzatmadan çocuğa şöyle diyordu. “Krişna artık bizimle birlikte değil. Haydi.”
SON IRMAĞIN KIYISINDA Birkaç gün sonra, yüzüncü yıllarını geride bırakmış çok yaşlı üç kişi, yaşamlarını ormanda noktalamak üzere Hastinapura’dan yaya olarak ayrıldılar. Kör kral Dritaraştra karısı Gandhari’yi ve onlara yol gösterecek Kunti’yi beraberinde götürüyordu. Korunmalarına ve beslenmelerine göz kulak olacak birkaç ağzı sıkı hizmetçi onlara eşlik ediyordu. Bir ırmağın kıyısına vardılar, hiç ölüm korkusu duymadan günlerini orada geçirmeye karar verdiler. Dritaraştra ara sıra “Kralların yaşamlarını yalnizlık içinde geçirmeleri iyidir,” diyordu. Hizmetçiler yiyecekleri yerleştirdiler ve çekildiler. Belirlenen tarihlerde döneceklerdi. Kör kral ve ihtiyar iki kadın yalnızca geçmişten, Bişma’nın doğaüstü gücünden, Drona’nın savaştaki başarılarından ve özellikle tüyler ürpertici savaştan söz ediyorlardı. Kafasının içinde Gandhari her gün silâh sesleri duyuyor, dövülen ve vurulan insanların, kendi çocuklarının iniltilerini işitiyordu. Krişna’nın ölümünü öğrendiler, Kunti onlara ayın çevresinde fark ettiği ışık halkalarını betimledi. Metal parıltılarından, akışını değiştiren ırmaklardan da söz ediliyordu. Rüzgâr her geçen gün biraz daha güçlü esiyordu. Sıçanlar hızla üreyip çoğalıyorlar, uyuyanların saçlarını yiyorlardı. Bütün üzüntülü kehanetler bir kez daha isteklerini yineliyorlardı. Mutfaklarda yiyeceklerin üstünde böcek sürüleri görülüyordu. Alevler sol yana yatıyordu. Bir gün Gandhari uzun uzun iç çekti. Kral bunu duydu, karısına sordu: “Üzüntülü müsün?” “Üzüntüden kaynaklanan iç çekişi değildi bu,” diyerek yanıtladı Gandhari. “Buradaki bütün kokular bana çocukluğumu anımsatıyor.” “Her gün çocukluğunu geçirdiğin güzel ülkeyi özlüyor olmalısın,” dedi kral. “Hayır, seninle evlendiğim günü özlüyorum, öteki düşünceleri öldürdüm.” “Sana inanmıyorum. Çünkü seni aldattılar. Benimle kör olduğumu söylemeden evlendirdiler. Yaşamım berbat ettim.” O zaman Gandhari ona acı bir gülümsemeyle şöyle dedi:
“Başlangıçta dayanamayacağımı ve gözbağımı çıkaracağımı düşünüyordun. Gözbağımı çıkarmamı emredebilirdin, kraldın, bana şöyle diyebilirdin: Hiç olmazsa çocuklarını gör. Ama hiçbir zaman bunu söylemedin.” “Öfkeni duyumsuyorum,” dedi Dritaraştra. “Her zaman da yanımda duyumsadım. Hâlâ duyumsuyorum.” Bir anlık sessizlikten sonra kral sertçe emretti: “Ömrümüz hemen hemen sona eriyor, gözbağını çıkar.” “Hayır,” dedi Gandhari. “Gözlerin kapalı ölemezsin. Çıkar gözbağını! Sana emrediyorum!” Gandhari iki elini yüzüne doğru götürdü. Kunti de Gandhari’ye bakmak için yaklaştı. Ama Gandhari yeminine, kişisel kararına yine de gizlice uydu. Gözbağını gözlerinden çıkarmadı. “Çıkardın mı?” diye sordu kral. “Evet,” dedi Gandhari. “Ne görüyorsun?” “Hiçbir şeyi açık seçik göremiyorum. Gözlerimin ışığa alışması gerek.” Kunti şaşkın şaşkın bakıyordu. “Ya şimdi?” diye sordu kör kral. “Evet,” diyerek yanıtladı Gandhari, tülle örtülü yüzünü yukarı kaldırarak. “Evet, şekilleri, ağaçları, gökyüzünü, geçen iki kuşu fark etmeye başlıyorum. Sen misin Kunti?” “Benim,” diyerek yanıtladı aynı oyunda rol alan Kunti. “Seni hiç görmemiştim.” “Ben de,” dedi Kunti, “senin bakışlarının nasıl olduğunu bilmiyordum.” Şaşkınlıktan ya da korkudan Gandhari birden bağırdı. “Ne oldu?” diye sordu kral. Gandhari yanıt verdi: “Az önce ırmaktan yükselen bir ordu, havaya bembeyaz yükselen büyük insan dalgalan gibi, bütün oğullarımı yarasız, barışık ve neşeli gördüm… Onları artık görmüyorum. Irmak sessizce yeniden kapandı…” “Bir yerde orman yangını var,” dedi kör kral birden. “Evet,” dedi Gandhari ürküntü duymadan. “Sabahtan beri duman kokusu duyuyorum, kaçan hayvanların korkudan bağırışlarını işitiyorum.” “Yangın bize doğru geliyor,” dedi Kunti. Gerçekten de ağaçların çatırtılarını, hayvanların hızla kaçışlarını işittiler.
“Ateşin soluğunu duyuyorum,” dedi Gandhari. “Elini ölünceye kadar tutmayı düşünüyordum, düşündüğümden de kolay olacak bu.” Kral ona ırmağı atlayıp kurtulmasını buyurdu. Ama Gandhari unutulan bu topraklarda artık yaşamak istemediğini biliyordu. “Hadi gel,” dedi krala, “ikimiz birlikte aleve doğru yürüyelim, elini omzuma koy…” Dritaraştra elini kraliçenin omzuna koydu, konuşmadan onunla birlikte yürüdü. Gandhari şunu da söyledi: “Kunti, istiyorsan bizimle birlikte sen de gel.” Kunti karşı yakadan dingin ırmağa, gökyüzüne, yeşil ağaçlara baktı. Vaktiyle kendini alevler içine atan Pandu’nun öteki karısı genç Madri’yi düşündü. Bir başka düşünce ona Karna’yı anımsattı. Sonra güneşe baktı. Daha sonra kararım değiştirdi, Gandhari’yle krala katıldı. Üçü birlikte yükselen alevlerin içine daldılar.
SON TANSIK Zaman gelip yaşlılıktan kamburlaşan Yudiştira’yla beş kardeşi ve karıları, sıranın kendilerine geldiğini, vakitlerinin tamamlandığını sezdikleri zaman, vaktiyle yaptıkları gibi kentten yaya olarak ayrıldılar. Ormana vardılar, eski günlerin kimi kutsal yerlerini, önemli tarihsel kaynakları gördüler. Ama ormanda kalmadılar, kuzeye, dünyaya tepeden bakan dağlara doğru yollarına devam ettiler. Her gün ayaklarının altında çiğnedikleri topraklardan ayrılmaya karar vererek cennetin kapısını bulmak için dağlara tırmanmaya başladılar. Arjuna çektiği çileyi, Şiva’yla karşılaşmasını anımsıyordu. O günlerde elde ettiği korkunç silâhı, Pasupata’yı hiç ortaya çıkarmadan öbür dünyaya götürüyordu. Kaygan yamaçlara tırmanırlarken birden Draupadi sendeledi ve büyük bir çığlık içinde uçuruma düşerek kayboldu. Biraz daha yukarıda bu kez de ikizler tökezleyerek buzların içinde yitip gittiler. Arjuna da kaydı, düştü, kayboldu. Bhima uçurumu görmeden birdenbire çok geniş bir çatlağa düştü. Yudiştira yalnız devam etti. Kentten ayrılışından beri bir köpek, tnımadığı bir köpek sabırla ve sevgiyle onu izliyordu. Rüzgârın etkisiyle sürekli yer değiştiren soğuk bir sisle kaplı en yüksek dağın doruğuna yaklaştığı sırada güçlü bir ses duydu, ses şöyle soruyordu: “Kim geldi buraya kadar? Kimsin?” Yudiştira kim olduğunu, ne aradığını söyledi. “Krallığın otuz altı yıl mutluluk içinde yaşadı,” dedi yüzü görünmeyen ses. “Kralların en iyisi olduğunu kanıtladın, bizim aramızda senin yerin. Bırak o köpeği de gir.” “Bu köpeği bırakamam,” dedi Yudiştira. Köpekler buraya giremez, bırak onu.” “Olmaz. Benimle geldi, benimle girecek.” “Bu cennet köpeklere açık değil! Bırak onu, acımasız bir davranışta bulunmuş olmazsın. Kardeşlerin ve karın buraya geleli epeyce zaman oldu, gel onlara kavuş, o köpeği bırak!”
Yudiştira kardeşlerinin ve Draupadi’nin kendisini cennette beklediklerini öğrenmekten çok mutlu oldu. Sonra buzun üstünde titreyen köpeğe baktı. “Beni seven, yalnız ve savunmasız bir yaratığı bırakamam,” dedi. “Her şeyi bıraktın, bu köpeği de bırak, yoksa bu kapıdan içeri giremezsin.” “Ben de buz gibi rüzgârda köpekle birlikte dışarıda dururum.” Yudiştira hayvanın yanına, karın içine oturdu. O anda soğuk sisin dağıldığını, sıcak bir rüzgârın omuzlarını ısıttığını, yeni bir aydınlığın gökyüzüne yayıldığını ve her şeyi değiştirdiğini duyumsadı. Karşısında iyiliksever bir insan belirdi ve şöyle dedi: “Gir. Bu köpeğin kim olduğunu gören, Dharma o, baban. Vaktiyle bir göl biçimine girmişti, anımsıyor musun? Seni her zaman izledi ve gözledi. Us almaz bölgeye onunla gir.” “Vücudumla mı gireyim?” “Evet, hadi gel…” Yudiştira kalktı. Gözleriyle köpeği aradı, ama artık onu göremiyordu. Önünde, bal ve sevilen çiçek kokuları gelen geniş ve ışıl ışıl bir ülke ortaya çıkmıştı. Yol gösteren bekçiyi izleyerek sevinç içinde ilerledi. O anda karşıdan gelen iki adam gördü. Kardeşleri sanarak kollarını uzattı. Sonra kollarını geri çekti, çünkü karşısındakiler Duryodhana’yla Dushassana’ydı. Gençliklerindeki gibi görkemli giysiler içinde yarasız ve beresiz gülümsüyorlardı. Ellerinde birer şarap bardağı vardı, Yudiştira’yı birlikte içmeye davet ediyorlardı. Yudiştira bekçiye dönerek sordu: “Duryodhana mı bu?” “Evet.” “Burada mı?” “Bütün kardeşleri ve ailesiyle burada.” “Onun yüzünden milyonlarca insan öldü, nasıl burada olur? Nasıl içer? Nasıl güler? Nasıl mutlu görünür?” “Mutlu,” dedi bekçi, “sakin. Burada bütün düşmanlıklar unutuluyor. Kucakla onu!” Yudiştira gerçekten de Duryodhana’nın kollarım kendisine uzattığını gördü. Ona doğru yaklaşmak için bir hamle yapmak istedi, sonra vazgeçti. “Onu kucaklamamı isteme benden,” dedi bekçiye, “yapamam bunu. Bu katil buradaysa kardeşlerim nerede? Karım nerede? Ailemden ayrı olacaksam, neye yarar cennet? Onları görmek istiyorum!”
O zaman bekçi şöyle dedi: “Onları sana göstereceğim. Beni izle.” Bekçi yanan bir meşale aldı, o anda bütün ışıklar yok oldu. Soğuk rüzgârlar uğuldayarak yeniden esmeye başladı. Toprağın derinliklerinde su sızdıran bir dehlizdeydiler. “Beni nereye götürüyorsun?” diye sordu Yudiştira. “Kardeşlerinin yanına. Gel.” “Peki, ama bu pis kokulu, karanlık, sisli ve mide bulandıran bu yol nereye gidiyor?” “Beni izle.” Yudiştira yeraltına dalan kılavuzu sıkıntı içinde izledi. Tutunduğu kayalarda kan ve et kokuları duyuyordu. Kılavuzu ona bu bölgede rastlanan koca ayılardan, aç kurtlardan, demir gagalı kuşlardan söz ederek her an dikkatli bulunmasını söylüyordu. Kayaların üstünden kesik bacaklar, dışarı fırlamış barsaklar akmıştı sanki. Bu boğucu sis de nereden geliyor? Gözlerimden yaş geliyor. Neredeyiz? Kardeşlerim nerede? “Uzaktalar. Daha uzakta. Ben burada kalıyorum. Sen biraz daha aşağı in. Dikkat et, çünkü şu ağaçların yaprakları bıçak gibi keskin. Bu koku seni tiksindiriyorsa benimle dönebilirsin.” Kılavuz durdu, meşaleyi kaldırdı. Yudiştira eğilip baktı, içinden boğuk sesler, iniltiler, ulumalar, tanımadığı hayvan sesleri yükselen büyük, pis ve mide bulandıran bir kuyunun yakınında olduklarını fark ediyordu. Bu bağırışlar arasında birdenbire Karna’nın sesini duydu: “Yudiştira! Gitme!” “Bizimle kal!” diyordu, Draupadi’ninkine benzeyen bir başka ses. “Kal!” diye bağırıyordu Bhima. “Bize serin bir esinti getirdin!” “Kal!” diyordu Arjuna. “Kal! Kal!..” diye bağırıyordu ikizler: Basireti bağlanan, bunalan, görme ve anlama yeteneğini kullanamayan Yudiştira sordu: “Peki, ama siz kimsiniz? Konuşan kim?” O anda cehennemdeki gürültü patırtı arasından arka arkaya yanıt verdiler: “Tanımadın mı yoksa? Karna’yım ben, kardeşin…” “Ben Arjuna’yım…” “Ben Bhima’yım…” “Ben Nakula’yım…”
“Ben Sahadeva’yım…” “Ben Draupadi’yim… Hepimiz buradayız…” Korkunç kuyunun kıyısında Yudiştira dizlerinin üstüne düştü. Şimdi onları zincire vurulup parça parça doğranarak öbür dünyadaki yırtıcı kuşların ve bütün sürüngenlerin önüne atılmış olarak görüyordu. Yudiştira bağırdı: “Demek sizsiniz! Burada! Bu çürümüş vücut kokuları arasında işkencedesiniz!” Pis kokulu siste olanca gücüyle bağırarak başım kaldırdı, sordu: “Km karar verdi buna? Düş mü görüyorum? Kafamdaki bir karabasan mı yoksa? Yaşamım neye yarar? Titizliklerim, çabalarım, düşüncem, yaptığım yardımlar neye yarar? Neden böylesine acımasızca düş kırıklığına uğradım?” Hiçbir ses onu yanıtlamadı. O zaman öfkesi tepesine çıkan Yudiştira meşale tutan kılavuza seslenerek şöyle dedi: “Hiçbir zaman geri dönmeyeceğim! Mademki varlığım aileme güç ve destek veriyor, öyleyse karımın ve kardeşlerimin yanında kalacağım! Git Tanrılara çıldırdığımı söyle! Tanrılar ne işe yarar! Kim oluyor onlar!” Sonunda ışıklar değişti, tatlılaştı. Sis dağıldı, pis kokular yok oldu. Kuyunun yerinde bu öykünün başladığı yerdekine benzer büyük ve sakin bir ırmak akıyordu. Yudiştira ağaçlar, çayırlar, uysal hayvanlar görüyordu. Irmağın kıyısında onu tanıyan ve meyve yiyerek sohbet eden kişiler de görüyordu. Bişma’yı gördü, Drona’yı gördü, Draupadi’yle birlikte bütün kardeşlerini gördü, düşmanlarını, annesi Kunti’yi, kör kralı ve gözbağını çıkarıp atmış Gandhari’yi de gördü. Başı yerinde duran Sisupala’yı gördü, üçkâğıtçı Shakuni’yi gördü, Abhimanyu’yu, Aswatthaman’ı, elleri tertemiz Ekalavya’yı ve Amba’yı gördü. Artık elinde meşale tutmayan öbür dünyanın bekçisinin kendisine doğru gülümseyerek gelen Vyasa olduğunu gördü. Çocukla birlikte büyük bir kitap taşıyan ve başını sallayarak yürüyen Ganeşa onu izliyorlardı. Şaşkınlıktan donakalan, soluğu kesilen, zaman ve mekân konusunda yanılgıya düşen Yudiştira, gerçek bir gizemin ortasında bulunduğunu, anlamını derinleştirmek ve genişletmek için belki de sonsuzluğa eriştiğini belli belirsiz sezinleyerek bir daha soru sormadı. Vyasa bir elini onun omzuna koyarak şöyle dedi: “Bırak bağırmayı. Ne cenneti gördün, ne de cehennemi. Burada ne mutluluk var, ne işkence, ne aile, ne de düşmanlar var. Ayağa kalk ve kendine gel. Burada sözcükler tıpkı düşünce gibi takılıp kalıyor. Son tansıktı bu.”
Ganeşa bir yandan yazarak son cümleyi yineledi: “Son tansıktı bu.” Daha sonra of deyip rahat bir soluk alarak kitabı kapadı. Öykünün sonu geliyordu. Biraz yatışan, kendine gelen Yudiştira ırmağın yakınında ötekilere katılmak için kalktı. Ona yer verdiler, meyve sundular. Biraz daha ileride, ağaçların altında müzik sesi duyuluyordu. Vyasa ve Ganeşa çocuğa bir işaret yaptılar. Çocuk o anda arkadaşlarını yitirdiğini, biraz sonra artık onları göremeyeceğini anladı. Birdenbire çocukluğuna veda ediyormuş gibi yüreği cız etti. Tüm geçmişi, tüm belleği ister istemez silinip yok olacaktı. Yaşamı onu bekliyordu. Ayrılmadan önce Ganeşa büyük kitabı ona verdi. Ozanla Tanrı o anda ötekilere yetişmek için ırmağa doğru yan yana yürüdüler. Koca kitabı göğsüne bastıran çocuk onların ayrılışını seyrediyordu. Tartışmadan, dereden tepeden konuşarak gidiyor gibiydiler. Çocuğa başka bir işaret yapmadılar. Onu çoktan unutmuşlardı belki de. Çocuk yolunu değiştirdi, kente doğru yürümeye başladı. Her şeyi kavradığından, her şeyi anladığından emin değildi. Kuşkusuz ona bunun için çok uzun zaman gerekecekti, belki de bütün bir ömür. Biraz ileride son bir kez bakmak için geriye döndü. Irmağın kıyılarında kimse görünmüyordu. SON
1. Hindistan’dan Birmanya’ya kadar Asya haIkları.
2. Hindistan’ın kuzeyini istila eden Doğu
Akdeniz kavimleri.
3. Sanskritçe yazılmış Brahmanların dört
kitabının adı. (Çev.)
4. Hint felsefesine göre, Tanrısal yasanın maddesel olarak
ilgili kutsal formül, düşünce aracı.
belirmesiyle
5. Hint sanatında üstü insan, altı
yılan görünümünde peri. (Çev.)
6. Sularda
(Çev.)
yaşayan, Tanrılarla insanlar arasında aracı dansöz Tanrılar.