ceviren-MURAT BBC3E
m<ünya>TrJen
James Joyce yirminci yüzyılın en önemli yenilikçi ve öncü yazarlarından biridir. Roman sanatına getirdiği teknik yeniliklor bu çağın neredeyse bütün edebiyatçı ve sanatçılarını etkilemiştir. Bir ölçüde otobiyografik sayılabilecek •olan bu romanda yazar İrlanda'nın Katolik ortam ında bir sanatçının toplumsal göreneklerle çatışarak yetişm e sürecini anlatıyor.
JAMES JO yCE
SANATÇININ BİRGENÇ ADAM OLARAK PORTRESİ Roman
İngilizceden çeviren, MURAT BELGE
birikim Tapılan
«Portrait of the Artist as a Young Man*
Y ayın h a k la n BİRİKİM YAYIMCILIK KOLL. ŞTl. k ap ak Deniz A kşekerci
İK İN C İ BASIM : ŞUBAT 1983 (B irinci B asım : D e Yayınevi, 1£H>5)
BİRİK İM YAYIMCILIK KOLL. ŞTl. A n k ara Caddesi G ür.cer H an 45/18 P.K . 538, S irk eci/İstan b u l
«Et ignotas animum dimittit in artes.» OVID, Metamorphoses, VIII., 18.
BÖLÜM
I
Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zam anlardı onlar b ir küçük mööinek varm ış yoldan aşağı inen ve yoldan aşağı inen bu küçük mööinek tu k u bebek adm da cici b ir küçük çocuğa raslamış... Bu masalı ona babası anattıydı babası ona b ir cam ın arkasm dan bakardı: kıllı bir yüzü vardı. T uku bebek oydu: Mööinek B etty B yrne'ün yaşadığı yerde ki yoldan aşağı iniyordu: B etty B ym e lim onlu pasta satardı. Küçük yeşil çayırda Ah, o yaban gülleri. Bu tü rküyü söylerdi. Bu onun tiirküsüydü. Ah, o yaman güyyeyi. Y atağını ıslatırsan önce sıcak o lu r sonra soğur. A nnesi m u şamba koydu. B ir tu h af kokusu vardı. Annesi babasından daha güzel kokuyordu. Oğlu oynasın di ye piyanoda gemici havaları çalardı. O da oynardı: Tralala lala, Tralala tralalay, Tralala lala, Tralala lala5
Charles Amcayla Danle el çırparlardı. O nlar annesiyle ba basından daha yaşlıydı, am a Charles Amca D ante'den de yaş lıydı. D ante'nin dolabında iki fırçası vardı. Kestane rengi kadife kaplı olanı Michael Davitt içindi, yeşil kadife kaplısı da P arnell için. Dante'ye ne zaman ince kâğıt götürse o da ona b ir pastil ka lem i verirdi. Vance'lar yedi num arada oturuyorlardı. Başka annesi baba sı vardı onların. Eileen'in annesi babası. Büyüdükleri zaman Eileen'le evlenecekti. Masanın altına saklandı. Annesi dedi ki: — Stephen özür dileyecek. Dante dedi ki: — Elbette, yoksa k artallar gözlerini oyarlar.— Gözlerini oyarlar, Özür dile, Özür dile, Gözlerini oyarlar, ö z ü r dile, Gözlerini oyarlar. Gözlerini oyarlar, Özür dile-
Geniş oyun alanları oğlanlarla dolup taşıyordu. H erkes b a ğırıyor, yönetm enler de güçlü sesleriyle onları yüreklendiriyor du. Solgun, serin bir akşam üstüydü ve futbol oynayanların her vuruşunda sıvaşık meşin yuvarlak külrengi ışığın içinden ağır b ir kuş gibi uçuyordu. Takımın açığında, ta çizgide duruyordu, yönetm enin gözünden, oynayanların kaba ayaklarının saldırı sından uzak, ara sıra koşar gibi yapıyordu. Oynayan topluluğun ortasında kendi gövdesinin ufaklığını, zayıflığını duyuyordu, gözleri de zayıftı ve suluydu. Rody Kickham böyle değildi: üçün cü sınıfın kaptanı olacak diyordu herkes. Rody Kickham iyi çocuktu ama Pis Roche çok kötüydü. Rody Kickham 'ın baldırlarında zırhları, yemekhanede de bir sc6
peti vardı. Pis Roche'un elleri kocamandı. Cuma günleri verilen tatlıya yorgana sa n lı it eti diyordu. B ir gün sormuştu: — Senin adın ne? Stephen karşılık vermişti: Stephen Dedalus. Sonra Pis Roche demişti ki: — O ne biçim ad öyle? Ve Stephen b ir şey söyleyemeyince Pis Roche sorm uştu: — Baban neci senin? Stephen karşılık vermişti: — Bev. Sonra Pis Roche sormuştu: — Yargıç mı? Takımın en ucunda ileri geri gidip geliyor, ara sıra da kısa kısa koşuyordu. Ama elleri soğuktan m orarmıştı. Ellerini ke m erli külrengi elbiselerinin yan ceplerinde tutuyordu. Cebinin çevresirideydi kemer. Ayrıca kavga etmeye de yarıyordu. Bir gün b ir oğlan Cantıvell'e demişti ki: — Şimdi döverim seni. Cantwell karşılık vermişti: — G it kendine göre birine çat. Cecil Thunder'ı döv de gö relim. Kıçına bir tekm e atar. Bu çirkin b ir sözdü. Annesi ona okulda kötü çocuklarla ko nuşmamasını söylemişti. Tatlı annesi! K alenin avlusunda ilk ayrıld ık lan gün onu öpmek için şapkasının tülünü iki k a t edip kaldırm ıştı. Ve burnuyla gözleri kıpkırmızıydı. Ama o annesi nin ağlam ak üzere olduğunu görmemezlikten geldi. Tatlı anney di ama ağladığı zaman o kadar tatlı değildi. Ve babası da harçlık olarak iki beş şilinlik vermişti. Ve babası b ir şey istediği zaman eve yazmasını, hiçbir zaman gammazlık etmemesini söylemişti. Sonra rektör, cüppesi uçuşarak, kalenin kapısında annesiyle, ba basıyla el sıkışmıştı ve araba gidivermişti, içinde annesiyle ba basıyla. A rabadan ona seslenmişlerdi, el sallayarak: — Hoşça kal, Stephen, hoşça kal! — Hoşça kal, Stephen, hoşça kal! Kendini bir kargaşalığın girdabında buldu, parlayan göz lerden, çam urlu botlardan ürkerek eğilip bacaklar arasından baktı. Çocuklar boğuşuyor, hom urdanıyor, bacaklar birbirine 7
sürtünüyor, tekm e atıyor, tepiniyordu. Sonra Jaclc Law ton'un sarı botları topu uzaklaştırdı ve bütün öbür bacaklarla botlar topun ardından koştular. O da arkalarından biraz koştu, sonra durdu. Koşmak gereksizdi. Y akında tatil için evlerine dönecek lerdi. Akşam yemeğinden sonra etüt odasında sırasının içine ya pıştırdığı sayıyı yetm iş yediden yetmiş altıya çevirecekti. B urada, soğukta durm aktansa etü t odasında olm ak daha iyiydi. Gökyüzü solgundu, soğuktu, am a kalede ışıklar yanıyor du. Hamilton Rowan acaba hangi pencereden şapkasını hende ğe atm ıştı diye düşündü, hem acaba o günlerde pencerelerin al tında çiçek tarhları v a r mıydı? K aleden çağırıldığı b ir gün uşak ona kapının tahtasında askerlerin kurşun izlerini gösterm işti sonra da cemaatin yediği, şekerli gevrekten verm işti. Kalenin ışıklarını görm ek hoştu, insanın içini ısıtıyordu- K itaplardaki gi bi. Belki Leicester M anastın da böyleydi. Sonra D oktor Cornw eîl'in îm lâ K itabı'nda güzel cüm leler vardı. Şiir gibi am a doğ ru yazmayı öğretm ek için yazılmış cüm lelerdi yalnızca. Leiccster Manastırında Öldü Wolsey, Orada gömdü onu keşişler. Kanker bitki hastalığı, K anser ise hayvanların. Başını ellerine dayayıp ocağın önündeki halıya uzanarak bu cüm leleri düşünm ek güzel olacaktı. Derisine yapışkan, çamurlu, soğuk su değmiş gibi ürperdi. îş yapm ıştı sanki Wells. K üçük enfiye kutusunu W ells'in bayat kestanesiyle değiş tokuş etmedi diye hendeğe yuvarlam ıştı onu. Ne soğuk, ne yapışkandı su öy le! Çocuğun biri b ir kere içine koca b ir sıçanın atladığını gör m üştü. Annesi D ante'yle ateşin yanında oturuyor, B rigid'in çay getirm esini bekliyordu. A yaklşrun ocağın demirine dayam ıştı; işlemeli terlikleri sıcacıktı şimdi, öyle de güzel, ılık kokuyor lardı ki! D ante çok şey bilirdi. Mozambik kanalının nerede ol duğunu, A m erika'nın en uzun nehrini, ayın en yüksek dağının adını hep o öğretmişti. A m ali Baba, D ante'aen çok biliyordu çünkü papazdı am a babası da, Charles Amca da Dante nin akıl lı kadın, okumuş kadın olduğunu söylerlerdi. Ve D ante yem ek
8
ten sonra o sesi çıkarınca, sonra da elini ağzına götürünce: yürekyanm asıydı bu. İlerilerden b ir ses haykırdı: — H erkes içeri! Sonra üçüncü ve daha aşağı sıralardan başka sesler de hay kırdı: — H erkes içeri! H erkes içeri! Oyuncular toplandılar, yüzleri kızarm ıştı, çam ura bulan mışlardı. O da aralarına karıştı; içeri gireceği için sevinçliydi. Rody Kickluım topu sıvaşıl; sırım ından tutuyordu. B iri son bir vuruş için isledi: ama o, çocuğa karşılık bile verm eden yürüdü. Simon Moonan verm e dedi çünkü yönetm en bakıyordu. Çocuk Simon Moonan'a döndü: — Neden dırlandığım hepimiz biliyoruz. McGlade'in kılcısısm da ondan. Tuhaf b ir sözdü kıl. O çocuk Sinıon Moonan'a öyle dedi çünkü Simon Moonan yönetmenin takm a kolluklarım arkadan birbirine bağlar, yönetm en de kızmış görünürdü. Ama ses çir kindi. B ir gün Wicklo\v Otelinin yüznum arasında ellerini yıka mıştı. Sonra babası zincirindeıi tutup kapağı kaldırınca k :rli su la r yalağın deliğinden akıp gitmişti. Hepsi boşalınca delik öyle b ir ses çıkarmıştı: kili- Birazcık daha seslice. Bunu, b ir de yüznum aranın beyaz görünüşünü anm ak onu önce üşüttü, sonra ısıttı. İki mumluk vardı çevirmek için sonra su akıyordu: soğuk, sıcak, önce üşüdü, sonra biraz ısındı: hem m uslukların üstünde ad lan da yazılıydı. Çok tuhaf şeydi buVe koridordaki hava da onu üşüttü. Hem tu h af hem nem liydi. Ama yakında gazlı kalorifer yanacaktı ve yanarken hafif b ir ses çıkarıyordu bir küçük tü rk ü gibi. Hep aynı: oyun oda sında çocuklar susunca duyuluyordu. A ritm etik saatiydi. A m ali Baba tah tay a güç b ir işlem y a zarak: — Haydi bakalım , kim kazanacak? Haydi, York! Haydi, Lancaster! dediStephen elinden geleni yaptı am a işlem çok zordu, aklını karıştırdı. Ceketinin ön cebine iğnelenmiş ipek arm a üstünde ki beyaz gül titrem eye başladı. A ritm etiği iyi değildi, am a Y ork 9
yenilm esin diye elinden geleni yaptı. A rnall Babanın yüzü, çok karanlıktı am a kızgın değildi: gülüyordu. Sonra Jack Law ton parm aklarını şaklattı ve A rnall Baba deftere bakarak: — Doğru. A ferin Lancaster'e! Kırm ızı gül kazandı. Haydin York'lular! Çalışın! dedi. Jack La\vton eğilip ona doğru baktı. Ü stündeki kırm ızı gül le ufak ipek arma çok güzel duruyordu çünkü sırtında mavi de nizci elbiseleri vardı. Stephen kendi yüzünün de kızardığım d u y a r gibi oldu, kim birinci gelecek diye girişilen bahisleri h a tır layınca, Jack L aw ton mu yoksa o mu diye. Kimi h a fta lar birin cilik arm asını Jack Law ton alıyordu, kimi h aftalar da o alıyor du- ö te k i işlem üstünde çalışırken A rnall B aba'm n sesini işittik çe beyaz ipek arm ası titredi durdu- Sonra bütün coşkunluğu ge çiverdi ve yüzünün serinliğini duydu. Böyle serinlediğine göre yüzü beyazlaşmış olmalı diye düşündü. İşlemi çözemedi am a a r tık um ursam ıyordu. Ak güller, al güller: bunlar çok güzel re n k lerdi düşünm ek için. Sonra birincilik, ikincilik, üçüncülük k a r t larının renkleri de çok güzeldi: pembe, krem , eflâtun. Eflâtun, krem , pembe güller çok güzeldi düşünm ek için. Belki b ir yaban gülü olurdu bu renklerde ve küçük yeşil çayırdaki yaban gülle rinin türküsünü hatırladı. Ama yeşil gül bulunm azdı. Ama bel ki yeryüzünün bir köşesinde bulunurdu. Zil çalınca sınıflar sırayla odalardan çıkıp yem ekhaneye doğru koridorlardan yürüdüler. Tabağındaki iki terayağ izine b ak tı durdu am a ıslak ekmeği yiyemedi- Masa örtüsü ıslaktı, gevşekti. Ama beyaz önlüklü sakar yam ağın fincanına doldur duğu sıcak açık çayı içip bitirdi. Acaba yam ağın önlüğü de nem li mi diye düşündü, ya da acaba bütün beyaz şeyler nem li ve so ğuk mu olur diye. Pis Roche'la S aurin ailelerinin k u tu la r için de yolladığı kakaodan içtiler. Çay içm ediklerini söylüyorlardı; dom uzlara göre diyorlardı çay için. B ab alan yargıçtı, öyle de niyordu. Çocukların hepsi S tep h en a garip görünüyordu. Hepsinin anneleri, babaları, değişik sesleri vardı. Evde olup başını anası nın kucağına koymayı özledi. Ama olamazdı ki: onun için, oyun, çalışma, dua bitsin de yatağına yatsın istediB ir fincan daha sıcak çay içti. Fleming: 10
— Ne o? dedi. B ir yerin mi ağrıyor, nen var? — Bilmiyorum/ dedi Stephen. — İşkem benden rahatsızsın, dedi Fleming, yüzün solmuş; Geçer. — Evet, dedi Stephen. Ama rahatsızlığı orasından değildi. H astalık yüreğinde di ye düşündü, insanın yüreği hasta olabilirse eğer. îyi çocuktu Flem ing, ilgi gösterm işti. Ağlam ak istedi. D irseklerini masaya dayayarak kulaklarını açıp kapam aya başladı. H er açışında ye mekhanenin gürültüsünü duyuyordu. Gece giden treııierinki gi bi gürlüyordu. Sonra kapayınca kükrem e uzaklaşıyordu, tüne le giren bir treninki gibi. D alkey'de o gece tren böyle kükrem iş ti, sonra da, tünele girdiği zaman, kükrem e kesilmişti. Gözleri ni kapattı ve tren ilerledi, kükreyerek sonra susarak; gene kük reyerek, susarak. Hoş oluyordu kükreyip sustuğunu duymak ve sonra tünelden dışarı gene kükreyerek ve sonra gene durup. Sonra büyük çocuklar yem ekhanenin ortasındaki h asır bo yunca inmeye başladılaf, Paddy, Hatlı, Jim m y Magee, sonra si gara içmeye izinli ol ah o İspanyol, yün takke giyen ufak tefek Portekizli. Sonra aşağı sınıfların m asalarıyla üçüncü sınıfın m a saları. Ve h er çocuğun yürüyüşü değişikti. Oyun odasının bir köşesine oturup domino oynayanlara b a kıyorm uş gibi göründü, bir iki kere gazın şarkısını b ir an için duyabildi. Kapıda birkaç çocukla yönetm en duruyor, Simon Moonan da takm a kolluklarını düğüm lüyordu- O nlara Tullabeg hakkında b ir şeyler söylüyordu. Sonra kapıdan uzaklaştı ve Wells, Stephen'a yaklaşarak: — Söyle bakalım , Dedalus, yatağına yatm adan önce anneni öper misin? dedi. Stephen karşılık verdi: — öperim . Wells öbür çocuklara dönerek: — Bakın burada h e r gece yatm adan önce annesini öpen bi r i var. Ö bürleri oyunlarını bırakıp gülerek döndüler. Bakışları al tında kızardı: — öpm em . 11
Wells: — B akın burada h e r gece yatm adan önce annesini öpme yen biri var, dedi. Hep birden gene güldüler. Stephen da onlarla gülmeye ça lıştı. B ir an içinde gövdesinin ateş gibi kızdığını karm akarışık olduğunu duydu. Bu soruya verilecek doğru karşılık neydi? îk i şey söylemişti vc W eîls hâlâ gülüyordu. Ama herhalde W ells doğrusunu biliyordu, çünkü dilbilgisi üç'teydi. W ells'in annesini gözünün önüne getirm eye çalıştı am a W ells'in yüzüne bakm a ya yüreği kalm am ıştı. W ells'in yüzünden hoşlanm ıyordu. Enfi ye kutusunu değiş tokuş etm edi diye b ir gün önce onu hendeğe yuvarlayan "VVelIs'di. Pis bir şakaydı bu; herkes Öyle demişti: Hem su da ne soğuk ne sıvaşıktı. Sonra çocuklardan biri koca b ir sıçanın hop diye içine atladığım görm üştü b ir kere. Hendekteki soğuk sıvaşık çam ur b ü tü n gövdesini kapladı ve etü t zili çalıp çocuklar oyun odalarından sıra sıra çıkarken koridorun, m erdivenlerin soğuk havasını elbiselerinin içinde duydu. H âlâ ne söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Annesini öpmesi doğru m uydu, yanlış mı? Ne dem ekti bu, öpmek? iy i geceler dem ek için o yüzüati şöyle k a ld ırır annesi de yüzünü şöyle indirirdi, öpüşm ek buydu işte. Annesi dudaklarını onun yanağına koyardı; dudakları yum uşak olur, yüzünü ıslatırdı; b ir de minicik ses çıkarırlardı: öpp. İnsanlar yüzleriyle neden y a parlardı bunu? E tü t odasında otururken sırasının kapağını açarak içine y a pıştırılm ış sayıyı yetm iş yediden yetm iş altıya çevirdi. A m a No el tatiline daha çok vardı. Ama günün birinde gelecekti çünkü dünya hep dönüyordu. Coğrafyasının ilk sayfasında dünyanın resm i vardı: b u lu t ların ortasında kocaman bir top. Flem ing'de b ir kutu boya k a lem i vardı, b ir gece e tü tte dünyayı yeşil, b ulutları da kahveren giye boyamıştı. D ante'nin dolabındaki iki fırça gibiydi, Parnell için olanı yeşil kadife kaplı, Michael D av itt için olanı da kesta ne rengi kaplı. Ama Flem ing'e o söylememişti bu renklere bo yamasını. Fleming kendi öyle boyamıştı. Dersini çalışm ak için coğrafyayı açtı; am a bir tü rlü Ame rika'daki yerlerin adlarını öğrenemiyordu. Gene de hepsi de12
ğlşik adı olan değişik yerlerdi. Hepsi başka ülkelerdeydiler, ül keler kıtalardaydı, k ıtalar yeryüzünde, yeryüzü evrendeydi. K itabın başındaki boş sayfayı çevirip oraya kendi yazdıkla rını okudu: kendi, adı, nerede olduğu. Stepîıen Dedalus Hazırlık Sınıfı Clongowes Wood Okulu Snllins Kildare ili İrlanda Avrupa Dünya Evren B unlar onun yazısıydı bir gece de Fleming şaka olsun diye öteki sayfaya: Stephen Dedalus benim adım, İrlanda'dır vatanımClongowes'da yaşarım Cennet ise umudumdiye yazmıştıSatırları tersinden okudu am a o zaman şiir olm uyordu. Son ra sayfayı kendi adına gelinceye dek yukardan aşağıya okudu. Bu oydu işte: sonra b ir daha okudu- Evrenden sonra ne geliyor du? Hiçbir şey- Ama evrenin çevresini saran b ir şey var mıydı onun bitip hiç yerinin nereden başladığını gösterecek? D uvar olamazdı; Ama orada h er şeyin çevresini saran incecik b ir çiz gi olabilirdi. H er şe\n, h e r yeri düşünm ek çok büyük oluyordu. Yalnız Tanrı yapabilirdi bunu. N e kocaman b ir düşünce oldu ğunu düşünmeye çalıştı; am a o yalnız T a n rıy ı düşünebiliyordu. Onun adı nasıl Stephen'sa T anrı'nm adı da Tanrı'ydı. Dieu Tann 'n ın Fransızeasıydı ve o da T anrı'n m adıydı; ve ne zam an bi risi T ann'ya yalvarsa ve Dieu dese T anrı b ir Fransız'ın yalvar dığını hemen anlardı- Ama, h e r ne k ad ar yeryüzünün çeşitli ail13
îerinde Tanrı için çeşitli adlar varsa d a h er ne kadar Tanrı ya k aran bütün bu insanların çeşitli dilleriyle ne söylediklerini an lıyorsa da, gene de Tanrı hep aynı T anrı olarak kalıyordu ve T anrı'nm asıl adı Tanrı'ydı. Böyle düşünüp durm ak onu çok yordu. Başı çok büyüm üş gibi geldi. D sayfaya dönüp kahverengi b u lu tlar ortasında du ran yeşil yuvarlak dünyaya yorgun yorgun baktı. Acaba hangi si daha doğru diye düşündü, yeşili tu tm ak mı, yoksa kestane renkliyi tutm ak mı, çünkü D ante b ir gün m akasıyla P arnell için olan yeşil kadifeyi fırçadan söküp ona P arn ell'in kötü b ir adam olduğunu söylemişti. Acaba şimdi evde bu konu üstüne ta rtışı y orlar mı diye düşündü. Buna politika deniyordu. İki ta ra f olu yordu: B ir yanda D ante, b ir yanda babasıyla M r Casey vardı, ama annesiyle Charles Amca hiçbir taraftan değildi. H er gün gazetede bir şey oluyordu bu konuda. Politikanın ne demek olduğunu bilmemek, evrenin nerede bittiğini bilmemek onu üzüyordu- K endini küçük ve zayıf bul du. N e zaman şiirdeki, söz sanatındaki çocuklar gibi olabilecek ti acaba? Büyük sesleri, büyük pabuçları vardı, hem de trigo nom etri okuyorlardı. O zaman daha çok uzaktaydı. Önce tatil sonra Öbür söm estir sonra gene tatil sonra b ir sömestir daha son ra da gene tatil. Trenin tünelden girişi, çıkışı gibiydi, kulakla rını açıp kaparken çocukların yem ekhanede yemek veyişi gibiy di. Sömestir, tatil; tünel, dışarı ses, sus. Ne k ad ar uzaktı! En iyi si yatıp uyum aktı. Ama önce kilisede dua, sonra yatak. Titredi, esnedi. Ç arşaflar biraz ısındıktan sonra y atak pek güzel olacak. İlk başta öylesine soğuk oluyorlar ki. tik başta nasıl soğuk ol duklarını düşünm ek titre tti onu. Ama sonra ısınıyorlardı o za m an uyayabilirdi. Yorgun olmak pek tatlıydı. Gene esnedi. Ge ce duası som*a yatak: titredi, esnemek istedi. Bir, iki dakikaya k adar çok tatlı olacaktı. Soğuk, titreyen çarşaflardan sıcak b ir dalganın süzülerek yayıldığını duyar gibi oldu, tepeden tırn a ğa ısınana dek daha sıcak, öylesine sıcak am a gene de hafifçe titredi, esnemek istedi. Gece duası için zil çaldı, o da öbürlerinin ardından e tü t oda sından çıkarak sıraya girdi ve m erdivenden aşağı ve koridorlar dan kiliseye. K oridorlar karanlık aydınlanm ıştı ve kilise k aran 14
lık aydınlanm ıştı. Yakında her şey kararacak, uyuyacaktı. K ili sede soğuk gece havası vardı ve m erm erler gece denizi rengindeydi. Deniz gece gündüz soğuktu am a geceleyin daha soğuktuBabasının evinin yanındaki setin altında soğuk ve karanlıktı. Ama çaydanlık ocağın yanında olurdu punç yapm ak için. Kilisenin yönetm eni tepesinde dua ediyordu ve belleği bi liyordu yanıtları: E y Isn, ağzım ızı nç
Dillerimiz Senin tfvtfünii bildirsinYardımımıza gel, Ulu Tnnrı! Ey İsa, tez gel yardımımıza! Kilisede soğuk gece kokusu vardı. Ama kutsal bir kokuy du bu. Pazar törenlerinde kilisenin arkalarında diz çöken yaş lı köylülerin kokusuna benzemiyordu. O koku havanın, yağm u run, toprak ve pam uklu kumaşın kokuşuydu- Ama çok kutsal köylülerdi onlar. Arkasından ensesine soluyorlar ve iç çekiyor lardı dua ederken- Biri Clane'de oturduklarını söyîediydi: ora da küçük evcikler vardı ve evciklerden birinin kapısında ku cağında çocukla duran bir kadın görm üştü arabalar Sallins'den gelirken. B ir gece için o evde tüten tezek ateşinin karşısında uyu m ak ne güzel olurdu kim bilir, ateşle aydınlanm ış karanlıkta, sıcak karanlıkta, köylülerin kokusunu soluyarak, hava, yağm ur, toprak, pam uklu. Ama ah, orada ağaçların arasındaki yol ka ranlıktı! K aranlıkta insan yolunu şaşırırdı. O raların nasıl oldu ğunu düşünmek korkuttu onu. Kilise yönetm eninin sesinin son duayı okuduğunu işittiAğaçlarm altındaki karanlık dışarıya karşı o da okudu bu duayı. Y alvarıyoruz Sana ey Tanrı, bu yeri ziyaret e t ve düşm anın tuzaklarını uzaklaştır buradan. K utsal m eleklerin burada bi zi erince kavuştursunlar ve takdisin Efendimiz İsa yoluyla üstüm üzden eksik olmasın. Amin. Y atakhanede soyunurken parm akları titriyordu. P arm akla rına çabuk olun dedi. Işık sönmeden soyunması diz çöküp duası* 15
nı okuyup yatağına girmesi gerekiyordu ölünce cehenneme git memek için. Hızla çoraplarım çıkarıp geceliğini çabucak giydi ve yatağının yanında diz çökerek hızla duasını okudu, ışıkların sön mesinden korkarak. M ırıldanırken om uzlarının titrediğini duy du: Tanrı annemi, babamı kutsa ve onları bana bağışla! T anrı küçük kardeşlerim i kutsa ve onları bana bağışla! Tanrı D ante'yle Charles Amcamı kutsa ve onları bana ba ğışla! Haç çıkararak hızîa yatağına tırm anıp geceliğinin etekleri ni ayaklarının altına sıkıştırdı, soğuk beyaz çarşafların altındakıvrıldı, tir tir titreyerek. Ama ölünce cehenneme gitmeyecek ti; titrem e de geçecekti. B ir ses yatakhanedeki çocuklara iyi ge celer diledi. B ir an için örtünün üstünden bakınca yatağını sa ran onu her yandan çeviren s a n perdeleri gördü. Işık sessizce söndü. Yönetmenin ayakkabıları uzaklaştı. Nereye? M erdivenden aşağı, koridorlara mı yoksa uçtaki odasına mı? K aranlığı gör dü. Geceleri oralarda dolaşan, gözleri araba fenerleri kadar b ü yük köpek doğru m uydu acaba? B ir katilin hortlağıym ış diyor lardı. Uzun b ir korku ürpertisi gövdesini dolaştı. K alenin ka ranlık giriş avlusunu gördü. Eskimiş giyimleriyle yaşlı uşaklar m erdivenin üstündeki ü tü odasm daydılar. Çok eskidendi. Yaş lı uşaklar sessizdi. Orada b ir ateş yanıyordu ama avlu gene de karanlıktı. Avlunun m erdivenlerinden b ir k araltı tırm anıyordu. S ırtında m areşallerin beyaz pelerini vardı; yüzü soluk ve garip ti; elini gövdesine bastırm ıştı. G arip gözleriyle yaşlı uşaklara baktı. O nlar da ona b ak tılar ve efendilerinin yüzünü, pelerinini gördüler ve Ölümcül bir yara aldığım anladılar. Ama baktıkla rı yerde yalnız karanlık vardı: yalnız karanlık sessiz hava. Efen dileri ölüm yarasını denizlerin ötesinde, P rag'daki savaş m eyda nında almıştı. M eydanda duruyordu; elini gövdesine bastırm ış tı; yüzü soluk ve garipti ve bir m areşalin beyaz pelerinini giy mişti. Of ne soğuk ne tuhaftı düşünm ek bunlan. B ütün karanlık 16
soğuktu, tuhaftı. Soluk garip yüzler vardı orada, araba feneri gibi kocaman gözler- K atillerin hortlakları, denizler Ötesindeki savaş m eydanlarında ölümcül y aralar almış m areşallerin gölge leriydi bunlar. Ne anlatm ak istiyorlardı ki yüzleri öylesine ga ripti? Y alvarıyoruz Sana, ey Tanrı, bu yeri ziyaret et vo düşm anın— Tatilde eve dönmek! çok güzel olacaktı: çocuklar söylemiş ti ona. B ir kış sabahının erken saatinde kale kapısının önünde arabaya binmek. A rabalar çakılların üstünden geçiyorlar. Rek tö r için üç kere sağol! Sagoü Sağol! Sağol! A rabalar kilisenin önünden geçerlin ı bütün kasketler ha valanıyor. G üle oynaya yollardan geçti Ut. A r..bunlar kırbaç larının ucuyla Bodenstov/n'u gösteriyorlan1 1 Çocı11'. lar alkış tu t tu. Şen Çiftçi'nîn çiftliğini geçtiler. Alkı:.- üstüne .i l l i ü s t ü n e al kış. Clane'in içinden geçtiler, alkışlayıp a Huylanarak. Köylü ka dınlar kapı eşiklerinde, köylüler orada buruda duruyorlardı. V ardı o güzelim koku kış havadar Clam* kokusu: yağm ur, kışlı hava, için için yunun I<••'.« k bir de pamuklu T ren çocuklarla doluydu: upuzun bir çikolata tren ki k ap lam aları krem adan. K ondüktörler oraya buraya gidip kapılan açıyor, kapıyor, kilitliyor, açıyor. 5.:»<•!v<-i l li, gümüş renkli adam lar; gümüşsü düdükleri vardı ve anahtarları hızlı müzik yapı yordu: şık, şık: şık, şık. Ve tren engebesiz topraklardan koşturarak Ailen tepesini geçti. Telgraf direkleri geçiyor, geçiyordu. Tren gidiyor, gidi yordu. Biliyordu tren. Babasının evinin avlusunda fenerler, ye şil dallardan ipler vardı. Pencerelerin arasındaki aynalarda ço b an püskülleriyle sarm aşıklar vardı ve avizeler dolanmış, kırm ı zılı yeşilli, çoban püskülleri, sarm aşıklar vardı. D uvarlardaki es ki portrelerde kırm ızı çoban püskülleriyle yeşil sarm aşıklar var dı. Çoban püskülleriyle sarm aşıklar onun için, Noel için. Ne tatlı— Bütün herkes. Hoşgeldin, Stephen! Hoşgeldin sesleri. An nesi öptü. Doğru mu bu? Babası polis m üdürüydü şimdi: yar gıçtan da büyük. Hoşgeldin, Stephen! 17
G ü rü ltü ler— Tel boyunca kayan perde halkalarının sesi vardı, leğenler de şıpırdayan su sesi vardı. Y atakhanede kalkma, giyinme, y ı kanm a gürültüsü vardı: Yönetmen b ir aşağı, b ir y u k arı y ü rü y ü p çocuklara iyi giyinm elerini söylerken b ir el çırpm ası sesi vardıSoluk bir günışığı geri çekilmiş s a n perdeleri, dağınık y atak la rı göz önüne serdi- Yatağı çok sıcaktı, yüzüyle gövdesi de çok sıcaktı. Doğrulup yatağının kenarına oturdu. Güçsüzdü. Ç oraplannı giymeye çalıştı. Ç oraplar kötü, kaba geldi. G ünışığı tuhaftı, soğuktu. Fleming: — iy i değil misin? dedi. Bilm iyordu; Fleming: — Yat yatağına, dedi- İyi olm adığını McGlade'ye söylerim. — Hasta. — Kim hasta? — McGlade'e söyleyin. — Y atağına gir. — H asta mı? Ayağından sarkan çorabım çıkarırken çocuğun biri de kol ların ı tuttu. Sıcak yatağına tırm andı. Ç arşafların arasına kıvrıldı, ılık ışıldam alarına sevinerekÇocuklarm sabah töreni için giyinirlerken kendisi için konuş tu klarını duydu. K ötü şaka, diyorlardı, hendeğe yuvarlam ak. Sonra sesleri durdu; gitmişlerdi. Y atağının yanından- b ir ses: — Dedalus, bizi söylemezsin, değil mi? dedi. W ells'in yüzü oradaydı. O yüze bakınca W ells'in korktuğu n u gördü. —- İsteyerek olmadı- Söylemezsin, değ:l mi? Babası ne olursa olsun kimseyi ele vermemesini söylemiş ti- Başını sallayarak hayır dedi ve sevinç duydu. Wells: — İsteyerek olmadı, vallahi. Şaka olsun diye. Affet. Yüz ve ses gittiler. K orktuğu için üzgündü. B ir hastalık ol m asından korkuyordu. K anker b ir bitki hastalığıdır, kanserse hayvanların: ya da b ir başka değişik. Bu çok daha önceydi, son 18
ra akşam ışığında oyun m eydanındayken, takım ının ucunda ora dan oraya sürüklenirken, kül rengi ışığının içinden alçak uçan ağır bir kuş. Leicester M anastın ışıklı. Wolsey orada öldü. K e şişleri kendileri gömdü onu. W ells'in yüzü değildi, yönetm eninkiydi. Y alandan yapm ı yordu. H ayır, hayır: gerçekten hastaydı. Y alancıktan değildiSonra yönetm enin eîirii alnında duydu; ve yönetm enin soğuk nem li eline karşılık alnının sıcak nemliliğini duydu. Sıçana do kunm ak böyle olurdu işte, sıvaşık, ıslak, soğuk. H er sıçanın iki gözü vardı dışarı baksın diye. Kaygan sıvaşık k ü rk ler, sıçra m ak için b ir aray a toplanm ış m inik minik ayaklar, sıvaşık k a ra gözler dışarı bakm ak için. O nlar anlarlardı sıçram anın ne ol duğunu. A m a sıçanların kafaları trigonom etriyi anlam azdı. Öl dükleri zaman yan yatarlardı. K ürkleri k ururdu o zaman. Y al nızca ölü şeyler olurlardı. Yönetmen gene oradaydı ve onun sesiydi kalkm ası gerek tiğini, Papaz B aba'm n kalkıp giyindikten sonra revire gitsin de diğini söyleyen. Ve elinden geldiği k ad ar hızla giyinm eye ça b alarken yönetmen: — Michael Kardeşe gideceğiz çünkü u f olduk, derli îyiliğindend: bu. Onu güldürm ek içindi. Ama yanakları, du dakları, titreyip durduğu için gülemedi: o zaman da yönetmen kendi başına gülm ek zorunda kaldı. Yönetmen haykırdı: — M arş marş! Soğanayak! Sarm ısakayak! B irlikte m erdiveni inerek banyoyu geçip koridordan y ü rü düler. Banyo kapısının yanından geçerken belli belirsiz b ir kor kuyla sıcak tezek renkli bataksuyunu, sıcak nemli havayı, şa p ırtı seslerini, ilâca benzeyen o havlu kokularını hatırladı. Michael K ardeş revirin kapısında duruyordu ve sağındaki karanlık odacığın kapısından ilâcımsı b ir koku geliyordu. R af lardaki şişelerden geliyordu bu. Yönetmen, Michael K ardeş'le konuştu ve Michael K ardeş cevap verdi ve yönetm enle efendim diye konuştu. K ır düşmüş kızılımsı saçları vardı, ve tuhaf bir görünüşü. H er zaman kardeş kalm ası tuhaftı. K ardeş olduğu için onunla efendim li konuşulam am ası ve görünüşünün değişik 19
olması da tuhaftı. Ycterince kutsal mı değildi ya da neden öbür lerine bir tü rlü yetişemiyordu? Odada iki yatak, yatağın birinde de b ir çocuk vardı: ve içe ri girdikleri zaman seslendi: — M erhaba, K üçük Dedalus'muş. Ne oldu? Dilbilgisi üç'den b ir çocuktu. Stephen soyunurken Michael K ardeş'den tereyağlı kızarm ış ekmek istedi. — Haydi, ne olur! dedi. — Yağ mı? dedi Michael Kardeş. Sabah doktor gelince ta burcu kâğıdını alacaksın— ö y le ini? dedi çocuk. D aha iyileşmedim. Michael K ardeş tekrarladı: — Taburcu kâğıdını alacaksın. Söylüyorum işte. K ülleri silkelem ek için ateşe eğildi. T ram vay atlarının uzun s ırtla n gibi uzun b ir sırtı vardı. B üyük b ir ciddiyetle ocağın de m irini silkti ve dilbilgisi üç'den çocuğa doğru başını salladı. Sonra Michael K ardeş gitti. Dilbilgisi üç'den çocuk da az sonra yüzünü duvara dönüp uyuduB u revirdi. H astaydı, öyleyse. Annesine, babasına söylemek için eve yazm ışlar mıydı acaba? Ama papazlardan birinin gidip kendi söylemesi daha çabuk olurdu- Y a da papazın götüreceği m ektubu o yazardıSevgili anneciğim, Ben hastayım- Eve dönmek istiyorum . Ne olur gelip beni eve götürün. Revirdeyim. Sizi seven oğlunuz, Stephen Ne kadar uzaktaydı onlar! Pencerenin dışında soğuk güneş ışığı vardı. Acaba ölür müyüm diye düşündü. Güneşli b ir gün de de pekâlâ ölebilirdim Belki annesi gelmeden ölürdü. O za man kilisede onun için bir ölüm töreni yapılırdı; L ittie öldüğün de nasü yapıldığını çocuklar anlatm ıştı. B ütün çocuklar tören de olacaklardı, k ara lar içinde, yüzleri yaslı. Wells de orada ola caktı am a kim se suratına bakm ayacaktı. R ektör karalı, sırm alı pelerinini giyip gelecekti; M ihrabın ve üstüne tabut: konan ta h tın çevresinde uzun sarı m um lar olacaktı. Sonra tabutu ağır ağır 20
kiliseden dışarı taşıyacaklardı ve ıhlam ur ağaçlı ana sokağın ilerisindeki küçük cem aat m ezarlığına gömülecekti. Sonra We31s de yaptığına pişman olacaktı. Ve çan ağır ağır çalacaktı. Çan sesini duyar gibi oluyordu- Brigid'in öğrettiği şarkıyı kendi kendine m ırıldandı. Çın çın! Kale çam! Hoşça kal, anneciğim! Bslıi kilise mezarlığına gömün beni En büyük atabeyimin yanma. Tabutum kara olacak, Arkamda altı melek, İlcisi İlâhi söyleyecek, İkisi dua edecek. İkisi de ruhumu götiirccck. N e güzel ne acıklıydı bu! O eski kilise m ezarlığına gömün beni dediği yerde ne kadar güzeldi sözler! B ir ü rp erti gövdesini dolaştı. N e acıklı ne kadar da güzel! Sessizce ağlam ak istedi ama kendisi için değil: sözler için, öylesine güzel, öyle acıklı, musiki gibi- Çan! Çan! Hoşça kal! Of hoşça kal! Soğuk güneş ışığı daha hafifti, Michael K ardeş b ir çanak e t suyuyla yatağının yanında duruyordu. Buna sevindi çünkü ağzı hem ateş gibiydi heııı de kurum uştu. Oyun alanlarında oy nadıklarını işitebiliyordu. Okulda gün sanki kendisi de oraday mış gibi sürüp gidiyordu. Sonra Michael K ardeş gidiyordu ve dilbilgisi üç'den çocuk geri dönüp gazetedeki haberleri anlatm asını istedi- Stephen'a adının A thy olduğunu, babasının b ir yığın cins, iyi engel aşan yarış atları beslediğini anlattı, ve babasının istediği zaman M i chael K ardeş'e bolca bahşiş verdiğini çünkü Michael K ardeş'in iyi adam olduğunu, ona h e r zaman kaleye h er gün gelen gaze tedeki haberleri anlattığını söyledi. Gazetede h er çeşitten haber bulunurdu: kazalar, vapur kazları, spor, politika. — Şim di gazetelerde hep politika var, dedi- Seninkiler de politikadan konuşur mu? — Eve^ dedi Stephen. 21
— B enim kiler de, dedi. B ir an düşündükten sonra: — T uhaf b ir adm var, dedi, Dedalus, benim adım da tuhaf, Athy. Benim adım b ir ken t adı. Seninki Latince gibi. Sonra sordu: — Bilmece bilir misin? Stephen: — P ek bilm em , dedi. — Bakalım bunu bilecek misin? K ildare ili neden b ir ada m ın pantolon bacağına benzer? Stephen düşündü taşındı, sonra: — Bilemeyeceğim, dedi. — jtçinde b ir b ald ır var da ondan, dedi. A nlıyor musun? A thy, K ildare ilinde b ir kent ve b ir baldır d;ı öteki baldır. — H a, anladım , dedi Stephen. — Bu eski b ir bilmece, dedi. Biraz sonra: — B ak dedi— Ne var, diye sordu Stephen. — Biliyor m usun, dedi- Bu bilm eceyi başka yoldan da so rabilirsin. — Öyle mi? dedi Stephen. — Aynı bilmece. Öteki soruş yolunu biliyor musun? — Hayır,j dedi Stephen. — A klına gelm iyor m u öteki yol? K onuşurken y atak örtülerinin üstünden Stephen'a bakıyor du- Sonra yastığına yaslanarak: — B aşka bir yolu v a r ama söylemeyeceğim, dedi. Neden söylemiyordu? A t yetiştirdiğine göre onun babası da Saurin'le Pis Roche'un babası gibi yargıç olmalıydı. K endi b a basını düşündü, annesi piyano çalarken nasıl şark ı söylediğini, a ltı peni istediği zam an nasıl hep b ir şilin verdiğini ve öbür ço cukların b abalan gibi yargıç olmadığı için onun hesabına üzül dü. Öyleyse neden buraya, öbürlerinin yanm a yollam ışlardı onu? Ama babası onu orada tanıyacaklarını çünkü büyük am casının elli y ıl önce orada K urtarıcının önünde b ir konuşm a yap mış olduğunu anlatm ıştı. O çağların ir.sanlan eski giyim lerin 22
den tanınıyordu- Çok ağırbaşlı görüyordu o çağları: Clonj;ov/t\. iu çocukların pirinç düğmeli mavi ceketler, sarı yelekler, tavş:ın postundan şapkalar giyerek büyükler gibi bira içtiği ve tavşı.n kovalam ak için tazı besledikleri zam anlar acaba onlar mıydı di y e düşündü. Pencereye bakınca gün ışığının zayıfladığını gördü. Oyun alanında bulutlu külrengi b ir ışık olurdu şimdi. O yun alanın dan g ü rü ltü işitilm iyordu. Tem aları çalışıyor olm alıydı sınıf ya d a belki A m ali Baba kitaptan okuyordu. Ona hiç ilâç verm em eleri tuhaftı. Belki Michael K ardeş ge ri gelirken getirecekti. Revirde insana berbat şeyler içirdikleri n i söylüyorlardı. A m a şimdi öncekinden daha iyiydi- Y avaş ya vaş iyileşmek hoş olacaktı- O zam an kitap okuyabilirdi- K itap lık ta Hollanda üstü n e b ir kitap vardı. İçinde pek güzel yabancı isimler, tu h af görünüşlü kentlerin, gem ilerin resim leri vardıö y le m utlu ediyordu ki insanı bunlara bakm ak. Nc k ad ar solgundu penceredeki ışık! Ama böylesi güzeldiA teş duvarda yükselip alçalıyordu. D algalara benziyordu. Bi risi yeniden köm ür koym uştu ve sesler duydu. K onuşuyorlardı. D algaların sesiydi. Y a da dalgalar yükselip alçalırken kendi araların d a konuşuyorlardı. D algalar denizini gördü, uzun karan lık dalgalar yükselip a l çalıyor, aysız gecede kapkaranlık. Geminin içine girdiği dalga k ıranın ucunda m inik b ir ışık yanıp sönüyordu: lim ana giren ge m iyi görmek için su kenarında toplanm ış b ir insan kalabalığı gördü. G üvertede duran uzun boylu b ir adam karanlık düz top ra ğ a bakıyordu: dalgakıranın ışığında yüzünü gördü, Michael K ardeş'in yaslı yüzünü. Elini kalabalığa doğru kaldırdığım gördü ve saların üstün den yaslı yüksek bir sesle, — Öldü, dediğini duydu. Kilisede yalarken gördük. K alabalıktan bir üzüntü haykırışı yükseldi. — Parnell! P am ell! Öldü! Üzüntüyle inildeyerek dizleri üstüne çöktüler. Ve sırtınd a kestane rengi kadife b ir elbiseyle om uzlarından sarkan yeşil kadife pelerini içinde Dante'yi su kenarında diz 23
çökmüş insanların arasından gururla ve sessizce geçerken gör dü. K ıpkırm ızı kocaman bir ateş ocağın içinde alevleniyordu ve şamdanın sarm aşıklarla sarm alanm ış dallarının altında Noeî masası kurulm uştu. Eve biraz geç gelm işlerdi ama yem ek bâlâ hazır değildi: am a annesi bir dakkada h azır olur demişii. K ap ı nın açılmasını, ağır maden kapaklı büyük tab ak lan taşıyan hiz metçilerin içeri girmesini bekliyorlardı. Hepsi bekliyordu: uzakta, pencerenin gölgesinde oturan Charles Amca, ocağın iki yanındaki koltuklarda oturan D ante ile M r Casey, onların arasında bir .san dalya d a Siephen, ayakları kabartm a süslü ocak taşında- Mr Ded.'dus .şöminenin üstündeki aynada kendini süzdü, bıyıklarının ucunu düzeltti, sonra ceke tinin k u v ru k lan n ı ayırarak sırtını parıldayan ateşe döndü: gene de ara şıra elini ceketinin kuyruğundan çekip bıyıklunnı b u ru yordu. M r Casey başını \vr yana eğdi, gülüm seyerek g ırtlak bez lerine parm aklarıyla dokundu. Ve Stephen da gülümsedi çün kü M r Casey'nm boynunda bir güm üş kesesi olmadığını artık biliyordu. M r Casey'nin çıkardığı o güm üşlü sesin onu nasıl a l dattığım düşünmek güldürdü Stephen'ı. Sonra güm üş kesesi orada, m ı saklı diye M r Casey nin elini açm aya uğraşınca p a r maklarım açılmadığım görm üştü: M r Casey de bu üç parm ağı K raliçe V ictoria'ya doğumgünii arm ağanı verirken sakatladığı nı söylemişti. M r Casev uykulu gözlerle Stephen'a gülüm seyerek boynu nu sıvazladı: M r Dedalus da ona: — Evet. Eh şimdi, bu iyi. iyi yürüdük, değil mi, John? Evet... Acaba bu gece yemeğe oturabilecek miyiz? Evet... A dam akıllı bir oksijen aldık bu gün Burun'd?.. Gerçekten. Sonra D ante'ye dönerek: — Bugün hiç dışarı çıkmadınız mı, M rs Riordan? dediDante suratını asarak kısaca: — H ayır, dedi. M r Dedalus ceketinin kuyruklarını elinden bırakarak bü feye doğru gitti. Dolaptan büyük bir taş viski çanağı çıkararak 24
sürahiyi yavaş yavaş doldurdu- A ra sıra eğilerek ne k ad ar dol durduğuna bakıyordu. Çanağı dolaba yerleştirdikten sonra vis kin*# birazını iki bardağa boşalttı, biraz su ekledi, bardakları ala ra k şömineye yaklaştı. — B ir yudum cuk, John, dedi. İştahım açsın diyeM r Casey bardağı aldı, içti, şöminenin üstüne bıraktı. Son ra: — Arkadaşımız Cristopher'ı düşünm ekten kendimi alam ı yorum, dedi. T utulduğu kahkaha v e öksürük nöbetini geçiştirdikten son ra: — ... o herifler için o şam panyayı yaptığını düşünm ekten, diye ekledi. M r Dedalus yüksek sesle güldü: — C hristy mi? dedi. Onun kel kafasındaki siğillerin b ir te kinde bütün b ir tilki sürüsünde olduğundun fazla kurnazlık var: Başını yana eğdi, gözlerini yumdu, dudaklarım sıkı sıkıya yaladıktan sonra bir otelci sesiyle, konulm aya başladı. — Hem seninle konuşurken öyle tatlı b ir dili v ar ki, bili yorsun ya. Gerdanı da öylesine nemli v© sulu. T anrı yardım cısı olsun. M r Casey hâlâ öksürük ve kahkaha nöbetiyle, uğraşıyorduBabasının yüzüyle sesinde otelciyi görüp duyunca Stephen gül dü. M r Dedalus gözlüklerini kaldırdı. Ona doğru eğilerek hafif ve iyi yürekli bir sesle: — Sen neye gülüyorsun, bacaksız? dediH izm etçiler girerek tabakları masanın üstüne yerleştirdiler. M rs Dedalus arkalarından gitti, herkesin yeri ayrıldı. — Başa otur, dediM r Dedalus m asanın ucuna giderek: — Şöyle geçin, M rs Riordan, dedi. John, otur, canım. Charles Amcanın oturduğu yere bakarak: — H aydi bakalım, bayım, dedi. Sizi burada b ir kuş bekli yor. vM? H erkes yerine oturunca elini tabağın kapağına koydu, aç m adan geri çekerek, hızla: 25
— Haydi, Stephen, dedi. Yemek öncesi şükran duasm ı okum ak için ayağa kalktı: Bizi kutsa, Tanrım, Efendimiz îsa yoluyla almak üzere olduğumuz cömertliğinin bu armağanlarını da kutsa. Amin. Hepsi haç çıkardılar. M r Dedalus sevinçle iç geçirerek ke n arları pırıldayan dam lacıklarla incilenen ağır kapağı tabaktan kaldırdı. Stephen, doldurulm uş ve şişe geçmiş olarak b ir sü re m u t fak m asasında yatm ış olan tom bul hindiye baktı. Bu hindi için babasının D'Olier Sokağındaki D unn'm kasap dükkânında yirm i b ir şilin ödediğini biliyordu- Adam da ne kadar iyi olduğunu gös term ek için habire hayvanın göğüs kemiğini r.îirtmüş durm uş tu: adamın sesini de hatırladı: — B unu aim, bayım. Esaslı parça bu Clongowes'da M r B arrott sopasına niçin lıindi derdi acaba? A m a Clongo\ves uzaktaydı: hem tabaklardan, çanaklardan h in diyle jam bonun ve kerevizin sıcak yoğun kokusu yükseliyordu ve şöminede ateş alev alev, kıpkırm ızıydı, ve yeşil sarm aşıkla kırm ızı çoban püskülü öyle m utlu ediyordu ki insanı v e yemek bitince içine soyulmuş badem lerle defne y a p ra k la n sıkıştırılm ış, çevresinde mavimsi b ir alev yanan, tepesinde de küçük b ir ye şil bayrak sallanan kocaman erik tatlısı yem ek odasına getirile cekti. Onun ilk Noel yemeğiydi bu- Çocuk odasında bekleyen k ü çük kardeşlerini düşündü, kendisinin de çok kere beklediği gi bi; tatlı gelene dek- D ik yakasıyla Eton ceketinin içimde kendini hem tuhaf hem de büyüm üş buluyordu: sonra sabahleyin an nesi onu kilisedeki tören için giydirilm iş olarak aşağı k ata in dirince babası ağlamıştı. K endi babası akim a gelmişti de on dan. Charles Amca da öyle söylemişti. M r Dedalus tabağın kapağını yerleştirip iştahla yemeye başladı- Sonra: — Zavallı C hristy, dedi- D olandırıcılıktan çarpıldı gövde si neredeyse. — Simon, dedi M rs Dedalus, M rs R iordan'a hiç salça v er medin. 26
M r Dedalus salça tabağını kaptı. — Vermemiş miyim, dedi. Mrs Riordan, acıyın bu köre. D ante elleriyle tabağını örterek: — Eksik olmayın, istemiyorum, dediM r Dedalus, Charles Amcaya döndü. — Siz nasılsınız, bayım? — D em ir gibi, Simon. — Seıı, John? — H er şey tam am . Sen işine bak. — Mary? Al, Stephen, saçını kıvırcık yapsın diye bu. Stephen'm tabağına bolca salça koyduktan sonra tabağı gen e m asaya yerleştirdi. Sonra Charles Amcaya etin yum uşak olup olmadığını sordu. Ağzı dolu olduğu için C harles Am ca konuşam ıyordu; am a başıyla iyi olduğunu işaret etti. — Bizim arkadaş piskoposa iyi k a t, ılık verdi. Ne dersin? dedi M r Dedalus. — Bu kadar iyi olabileceğini ugaBnnzclım, dedi M r Casey. — T anrı'nm evini bir oy sandığı pilti kullanm aktan vazge çersen ben
— Ne olursunuz, hiç olmazsa yılın bu gününde politika ta r tışm asına başlam ayın, dedi. — Çok doğru, dedi Charles Amca, Haydi, Simon, y eter a r tık. Başka söz istemez. — Evet, evet, dedi M r Dedalus aceleyle. Yiğitçe kapağı kaldırarak: — H aydi bakalım , kim daha hindi istiyor? dedi. Kimse k arşılık vermedi. Dante: — Tam b ir katolige uygun konuşm a, dedi. — Mrs Riordan, yalvarırım size, dedi Mrs Dedalus. Ne olur bırakın bu tartışm ayı. D ante, ona dönerek: — B urada böyle oturup kilisemin yöneticilerine sövül düğü nü dinleyeyim m i istiyorsunuz? dedi. — O nlara b ir şey söyleyen yok, dedi M r Dedalus, politika y a burunlarını sokm adıkları sürece. — İrlanda'nın piskoposları ve papazları konuştular, dedi Dante, em irlerine boyun eğilmelidir. — P olitikadan vazgeçsinler, dedi M r Casey, yoksa h alk da onların kiliselerinden vazgeçiverir. — Duyuyor musunuz? dedi D ante, M rs Dedalus'a dönerek— M r Casey! Simon! dedi M rs Dedalus, bitsin artık bu — Yazık! Yazık! dedi C harles Amca. — Ne? diye haykırdı M r Dedalus. thgilizler öyle istedi diye onu yalnız mı bırakm alıydık? •— Önderlik edecek değeri kalm am ıştı artık, dedi D ante. G ünahı apaçık ortadaydı. — Hepimizin günahları var, hem de kapkara günahlar, de di M r Casey soğuk b ir sesle. — Y azıklar olsun ayıbı getiren adama! dedi M rs. Riordan. Boynuna bir değirmen taşı bağlayıp denize atmak yeğdir benim küçüklerimi ayıba bulaştıracağına. B u n lar K utsal R uh'un sözle ri... — Bana sorarsanız adam akıllı çirkin sözler, dedi M r Deda lus serinkanlılıkla. — Simon! Simon! dedi Charles Amca. Çocuk. •— Evet, evet/ dedi M r Dedalus. Şeyi demek istiyordum — 28
T rendeki ham alın kullandığı çirkin sözleri demek istiyordum. P eki, tamam. Gel, Stepken, göster bakayım tabağım, arkadaş. Y e bakalım şimdi, lıaydi. Stephen'm tabağını tepeleme doldurduktan sonra Charles A m cayla M r Casey'e de hindiden iri parçalar ve bolca salça v er di- M rs Dedalus az yiyordu. Danle eleri kucağında oturuyordu. Y üzü kızarm ıştı. M r Dedalus çatal bıçakla tabağın dibini ta ra d ık tan sonra: — Bakın şurada papanın burnu dedikleri güzel b ir parça v ar. E ğer herhangi bir bay ya da bayan... E t parçasını çatalın ucunda tu tu p gösterdi. Kimse ses çıkar m adı. K endi tabağına koyarak: — Hiçbiriniz önceden sormadığımı söyleyemezsiniz, dediKendim yesem iyi olacak galiba çünkü son günlerde sağlık du rum um iyi gitm iyor. Steplıen'a göz k ırp a ra k kapağı yerine koyduktan sonra ye m eye başladı. O yerken kimse konuşm uyordu. — Bakın hava iyi gitti bugün, dedi. Aşağıda bir yığın da yabancı vardı. Kimse konuşmadı — Geçen Noel olduğundan daha fazla yabancı varm ış gibi geldi bana, dedi. Y üzlerini tabaklarına eğmiş oturan öbürlerine baktı. Hiçbi rinden karşılık alam ayınca b ir an durdu, sonra acı b ir sesle : — Noel yemeğim de rezil oldu zaten, dedi. — Kilisenin yöneticilerine saygı duyulm ayan b ir evde ne talih ne de inayet olabilir, dedi Dante. M r Dedalus çatalım bıçağını gürü ltü y le tabağına fırlattı. — Saygı! dedi. Çenesi düşük Billy'ye mi ya da A rm agh'daki bok tuluır.una mı? Saygı! — Kilisenin Prens'leri, dedi M r Casey, durgun b ir aşağıla mayla. — Lord L eitrim 'in arabacısı, evet, dedi M r Dedalus. — O nlar T a n n rnm sevgili kulları, dedi D ante. V atanlarının .gurur kaynağı. — Bok tulum u, dedi M r Dedalus, kabaca. Dinlenii'ken yü 29
zü güzel oluyor. B ir soğuk kış gününde jam bonuyla lahanasının başında tıkınırken görmelisiniz o herifi. Hay canına yandığı mın! Yüz çizgilerine bir hayvanlık ifadesi verip dudakların» şa pırdattı. — Simon, Stephen':n önünde böyle konuşm amalısın. Doğ ru değil. —■B üyüdüğü zam an b ü tü n b u n ları hatırlayacak o, dedi D ante, köpürerek — kendi evinde T anrı'nm , dinin, papazların^ nasıl anıldığını hatırlayacak. — O papazlarla yardakçılarının P arnell'in gönlünü nasıl kırdıklarım , nasıl onu mezarına k ad ar kovaladıklarını da .hatır lasın, diye bağırdı M r Casey m asanın öteki yanından Dantc'ye-' Büyüdüğü zam an onu da hatırlasın. — Orospu Çocukları! diye haykırdı M r Dedalus. Z or d u ru ma düşer düşmez kalleşlik ettile r ona. Lağım sıçanları gibi par> çalam ak için üstüne üşüştüler. A lçak köpekler! B enziyorlar da köpeğe! tsa adına, benziyorlar! — G erekeni yaptılar, dedi D ante. Papazlarının, piskoposla rın ın dediğini y ap tılar. V a r olsunlar! — T anrı'm , koca yılın bir tek gününde bile bu sıkıcı ta rtış m alardan 'kurtulam adığınım görm ek ne kadar üzüc.ü b ir şey, dedi M rs Dedalus. C harles Amca uysal b ir tavırla ellerini kaldırarak: — H aydi artık, haydi artık , haydi artık! dedi. D üşüncele rimiz ne olursa olsun söyleyeceklerim izi bu kızgınlığa, bu kö tü sözlere başvurm adan söyleyemez miyiz? Ne kötü şey bu. M rs Dedalus, D ante'ye alçak sesle bir şeyler söyledi ama D ante pes perdeden: — Susmayacağım. Dinini satm ış katolikler kiliseme söver, üstüne tü k ü rürlerse ben dinimi, kilisem i savunacağım, dediM r Casey tabağım kabaca sofranın ortasına itti, dirsekleri ni m asaya dayayıp kısık b ir sesle M r Dedalus'a: — Çok ünlü bir tü k ü rü k hikâyesi anlatm ış m ıydım sana? dedi. — H ayır, John, dedi M r Dedalus. — Peki öyleyse, dedi M r Casey. Öğretici yam zengin bir 30
hikâyedir. Yakm bir zam anda şimdi içinde bulunduğum uz WiekIow ilinde geçmişti. Sözünü kesip D ante'ye dönerek sessiz b ir kızgınlıkla: — Size de şu kadarını söyleyeyim ki, bayan, eğer benden söz ediyorsanız, ben dininden dönmüş b ir katolik değilim. Ben den önce babam , onun babası, onun da babası nasıl katolik idiy se ben de öyle b ir katoliğım ve bizler inancımızı satm aktansa öl m eyi yeğ tuttuk. — öyleyse şimdi konuştuğunuz gibi konuşm aktan daha çok utanç duym anız gerekir, dedi Dante. — H ikâyeyi, John, dedi M r Dedalus gülüm seyerek. H ikâye yi dinleyelim. — K atolikm iş, dedi D ante alayla. Bu gece b u rad a duyduk larım ı protestanlarm en koyusu söylemezdi. M r Dedalus b ir k ö y ozanı gibi başını iki yana sallayarak y a n ık yanık m ırıldanm aya başladı. — Size bir daha söylüyorum , ben prötestan falar, değilim, dedi M r Casey kızararak. M r Dedalus, başını h âlâ sallayarak, hom urtulu, b u rundan gelm e b ir sesle şarkı söylemeye başladı: Kiliseye hiç gitmeyen Bütün katolikler, gelin. Çatalını, bıçağını keyifle yeniden eline alarak yem eye ko yuldu. M r Casey'e: — H ikâyeyi anlat, John, dedi. Y em ekleri sindirm em ize y ar dım eder. K avuşturduğu elleri üstünden gözlerini m asaya dikm iş olan M r Casey'nin yüzüne sevgiyle baktı Stephen. A teşin yanında onun yakınm a oturup karanlık, kızgın yüzüne bakm ak Koşuna gidiyordu. Ama koyu renk gözleri hiç kızgın olmazdı ve sesi ni dinlemek hoştu. Ama neden öyleyse papazlara karşıydı? Çün k ü o zaman D ante haklı olmalı. Ama babası D ante'nin b ir za m an lar rahibeyken erkek kardeşi o incik boncuk karşılığında yerlilerden o parayı alınca A lleghanyler'deki m anastırdan ay rıldığını anlatmıştı. Belki bu yüzden P am ell'e karşı böyle sert 31
ti. Ve Stephen'm Eileen'le oynamasından hoşlanm ıyordu cönkü Eileen protestandı. Dante küçükken protestanlarla oynayan ço cuklar görm üştü ve protestanlar K utsal B akire ile alay ederler miş. Fildişi Kulo derlerdi, A lim Ey! B ir kadın nasıl fildişi kule ya da altın ev olabilir? Kim haklıydı o zaman? Sonra Clongowes revirindeki akşam ı hatırladı, karan lık su lan , dalgakıranın ucundaki ışığı ve olanı duydukları zaman insanlardan çıkan yas lı iniltiyi. Eileen'in uzun beyaz elleri vardı. B ir akşam oynarlarken el leriyle Stephen'm gözlerini kapam ıştı: uzun, beyaz, ince, soğuk/ yum uşak. Buydu fildişi: soğuk beyaz b ir şey- Fildişi K ule bu de mekti. — H ikâye oldukça kısa, hem do tatlı, dedi M r Casey. A rcklow 'da b ir gündü, zehir gibi soğuk bir j»ün, önderim izin ölüm ün den az önce. T anrı yardımcısı olsun. Yorulm uş gibi gözlerini kapatarak duruladı. Mr D edalus ta bağından aldığı kem ikten eti dişiyle sıyırırken: — öldürülm eden az önce dem ek istiyorsun yani, dedi. M r Casey gözlerini açtı, içini çekti, devam etti: —~ A rcklow 'da olduğum bir gündü. B ir toplantıya gitmiştik. T oplantı bittikten sonra istasyona v a rm a k için kalabalığın için den geçmemiz gerekiyordu. Böyle yuhalam a, ıslıklam a duym a m ışındır. .Sövmenin h e r çeşidini yağdırdılar üstüm üze. B ir de yaşlı k a rı vardı aralarında, sarhoş b ir m am a îaiandı herhalde, ve yalnız benim le ilgileniyordu- B urnum un dibinde çığlıklar atarak, bağırarak yanım sıra zıplayıp sıçrıyordu: Papaz düşm a nı! P aris parası! M r Fox! K itiy O'Shea! — Ya şen ne yaptın, John? diye sordu M r Dedalus. — B ırak tım bağırsın, dedi M r Casey. H ava soğuktu ve gön lüm ü hoş tutm ak için (kusurum a bakm ayın, bayan) ağzıma b ir tutam Tullam ore almıştım. Zaten bir şey söyleyemezdim çünkü ağzım tü tü n suyuyla doluydu. — Ee, John? — Evet. B ıraktım gönlünce bağırsın K itty O'Shea falan d i ye- Ama sonunda o kadın için öyle b ir söz etti ki o sözü burada tekrarlayarak bu Noel masasını, ve bayan sizin, kulaklarınızı, kirletm ek istemem. 32
D uraladı. M r Dedalus başını kem ikten kaldırarak sordu: — Sen ne yaptın, John? — I\re mi yaptım ! dedi M r Casev. O sözü söylediği zaman çirkin yüzünü burnum un dibine sokmuştu. Benim ağzım da tü tü n ü n suyuyîa doluydu. Ona doğru eğilip tıpkı şöyle tuh deyi verdim . Yana dönerek tü k ü rü r gibi yaptı. — Tnh deyiverdim , tam gözünün içine. Elini gözüne vurarak kısık bir aci çiğliği attı. — Amanın, îsa, Meryem, .Tozef! dedi. K ör oldum! K ör ol dum! Boğuldum! B ir öksürük ve kahkaha nöbetine tutu larak durdu, b îr da ha: — Gözüm çıktı, gözüm, diyerek. M r Dedalus sandalyasında arkasına yaslanarak sesli sesli gülerken Charles Amca baş» «ı iki vana sal:adı. D ante çok kızgın görünüyordu vo onlar gülerken: — Çok hoş! Hıh! Çok ho?! diyordu. Kadının gözüne tükürm ek hoş defti İdi. A m a kadın K ittv O'Shea için ne söylemişti ki, M r Casey b u n u tekrarlam ıyordu? M r Casey'nin İnsan toplulukları arasın dan ilerlediğini, b ir arabadan söylevler verdiğini -düşündü. B u ttun için hapse girm işti. Çavuş O'N’ciU'in bir gece eve geldiğini, avluda babasıyla kısık bir sesle konuşurken b ir yandan da şap kasının kenarını sinirli sinirli çiğnediğini hatırladı. Ve o gece M r Casey Dublin'e trenle gitmemişti. Onun yerine kapıya bir araba gelmişti, ve babası Cabinefceely yolu diye b ir şeyler söy lemişti. O da babası da İrlanda ve P am ell tarafındavdı: Dante de öyleydi çünkü b ir gece m eydanda bar.do çalarken God Savc tlıe CJucen'e şapkasını çıkartan bir adam ın kafasına şemsiyesiyle vurm uştu, m arş bitince. M r Dedalus aşağılayıcı b ir hom urtu sesi çıkardı. — Ah, John, dedi. Onlar için doğrusu bu. Bizler papaz bo yunduruğunda talihsiz b ir ulustuk hep. Ü stelik hep öyle k ala cağız sonuna kadarCharles Amca başını sallayarak: 33
— Kötü! Kötü! dediM r Dedalus b ir daha: - Papaz boyunduruğunda T anrı'dan yoksun b ir ulus, dediSağındaki duvarda asılı duran büyükbabasının resmini gös tererek: — Şurdaki yaşlı adamcağızı görüyor musun, John? dedi. En koyu baskı günlerinde en iyi İrlandalı'ydı. Beyaz Gömlekli'Ierden olduğu için idama m ahkûm edilmişti. Şu papaz a rk a daşlarım ız üstüne bir sözü vardı. Yaşadığım sürece bu h e rifle r den hiçbirine evim de yemek yedirm em , derdi. D ante öfkeyle sözünü kesti: — Papaz boyunduruğunda b ir ulussak bundan g u ru r duy malıyız! Onlar T anrı'nm göz bebemi. OuTura dokunmayın, diyor îsa, çünkü onlar Ben im göz bebeğim. — öyleyse vatanımızı sevemez miyiz? diye sordu M r Ca sey. Bize önderlik etm ek için doğmuş b ir adamın arkasından gitmemiz gerekm ez mi? — V atanını satmış b ir adam! diye cevap verdi D ante. Va tan haini, b ir ahlâk düşkünü! Papazların hakkı vardı onu b ırak m akta. Papazlar h e r zaman İrlan d a’nın gerçek dostu oldular. — Ya, demek öyle oldular? dedi M r Casey. Y um ruğunu m asaya koydu. Suratım öfkeyle asarak p a r m aklarını b ir b ir uzatmaya başladı. — İrlanda piskoposları birlik zam anında Piskopos Lanigan'ın Com w allis M arki'sine bağlılığını bildirmesiyle bizlere hainlik etm ediler mi? Piskoposlarım ızla papazlarm uz 1029 yılında vatanım ızın örneklerini katolik özgürlüğü karşılığında sat amadılar mı? Fenian hareketini kürsüde ve günah çıkarm a oda sında kötülem ediler mi? Terence Bellev/ MacManus'un k ülleri ne saygısızlık etm ediler mi? K ızgınlıktan yüzü alev alev yanıyordu- Söylenen sözlerin verdiği coşkunlukla kendi yanaklarının da kızardığım sezdi Stephen. M r Dedalus kaba bir aşağılamayla kıkırdadı. — T anrı adına, diye haykırdı. Şu m eret Paul G uüon'ı unut muştum! T anrı'nm bir başka göz bebeği! Dante m asaya eğilerek M r Casey'e bağırdı: 34
— Haldıl Haklı! Her zaman haklıydı onlar! Tanrı, :ıhlûk, din h er şeyden Önce! Ne denli ateşlendiğini gören Mrs Dedalus, Dante'ye: — M rs Riordan, onlara karşılık vereceğim diye sinirlenm e yin, dedi— T anrı, din her şeyden önce diye haykırdı Dante. Tanrı, din, dünyadan önce! M r Casey sıkılm ış yum ruğunu kaldırarak m asaya güm di ye indirdi. — Peki öyleyse, diye bağırdı, boğuk b ir sesle, madem ki öy le, îrlanda'ya T a n n gerekmez! —- John! John! diye haykırdı Mr Dedalus, M r Casey'nin ceketinin koluna yapışarak. Dante çevresine bakındı- Yanakları titriyordu. M r Casey sandalyasm dsn zorlukla doğrularak m asanın üstünden ona doğ ru eğildi, örümcek ağı süpürürm üş gibi, bir eliyle gözlerinin önündeki havayı iterek. — İrlanda T anrı istemiyor! diye bağırdı. İrlanda'da Tanrı'd an bıktık artık! G itsin bu Tann! ... Dinsiz! İblis! diye bir çığlık ati i Dante, ayağa kalkarak ve nerdeyse M r Casey’nin yüzüne tükürerek. Charles Am cayla M r Dedalus, M r Casey yi yeniden sandalyasm a çektiler. İkisi de altlını başına toplam asını söylüyorlar dı. K aranlık ve alev alev gözlerini ileri dikmiş, habire: • - Gitsin Tanrı! diyordu. Dante sandâlyasını sertçe bir yana iterek m asadan k alk tıDüşürdüğü peçete halkası halının üstünde yavaşça y uvarlana rak kolluklardan birinin ayağında durdu. M r Dedalus hızla kal k arak onun ardından kapıya gitti. K apıya varınca Dante hırsla döndü, odadakilere doğru bağırdı- Y anakları krpkrrm zıvdı ve sinirden tir tir titriyordu: — Cehennem kaçkını İblis! Biz kazandık! Ezdik geberttik onu! Zebani! Kapıyı çarpıp çıktıM r Casey kollarını ku rtararak bir üzüntü hıçkırığıyla b ir den başını eğdi. 35
— Zavallı Parnell! diye haykırdı yüksek sesle. Öldü benim kralım ! Yüksek sesle acı acı hıçkırdı. K orkudan allak bullak olmuş yüzünü kaldırınca, Stephen babasının gözlerinin yaşla dolu olduğunu gördü. e*5t Çocuklar ikişer üçer toplanm ış konuşuyorlardı. Biri: - - Lyoıjs tepesi yakınında yakalanm ışlar, dedi. — Kim yakalamış? — M r Gleeson'la papaz. A rabadaym ışlar. Gene aynı çocuk: — Ü st sınıflardan bir çocuk söyledi, dedi. Flem ing sordu: — îy i am a, neden kaçmışlar? Anlatsana. — Neden olduğunu ben biliyorum , dedi Ceeil Thunder. R ektörün odasından para yürütm üşler de ondan. — K im yürütm üş? — Kicfcham'ın kardeşi. Hepsi paylaşm ışlar. Ama bu hırsızlıktı. Nasıl yap arlard ı bunu? — Amma iyi biliyörm üşsün sen de be, Thunder! dedi V/ells. Niye tüydüklerini ben biliyorum. — Haydi, söylesene. — Söyleme dediler, dedi Weİls. — H aydi söyle, Wel!s, dediler hep birden. Bize söylemekten ne çıkar? Kimseye anlatmayız. îşitm ek için Stephen başını öne eğdi- Bi.r gelen olup olma dığını görm ek için \Vells sağa, sola bakındı. Sonra kısık b ir sesle: — Kilise kilerinde saklanan şarap v ar ya? dedi. — Evet. — Onu içm işler işte. Kimin içtiği de kokudan anlaşılmışOnun için kaçm ışlar, anladınız m ı şimdi? İlk konuşan çocuk da: 36
— Evet, ü st sınıftaki çocuktan ben de böyle duymuştum, dedi. B ütün çocuklar sustular. Stephen konuşm aktan çekinerek aralarında durdu, dinliyordu- Gövdesini saran h afif b ir korku dalgası gücünü kesti. Bunu nasıl y a p a b ilirle rd i K aranlık ses siz kileri düşündü. İçlerinde katlanm ış cüppelerin sessizce y at tığı koyu renk tahta dolaplar vardı orada. Kilise değildi gerçi am a gene de alçak sesle konuşmak gerekirdi. K utsal b ir yerdiGemi taşıyıcısı olm ak üzere giydirilm ek için oraya gittiği yaz akşam ını hatırladı, korudaki küçük m ihraba alayla gidildiği ak şam . Garip kutsal b ir yer. B uhurdanı taşıyan ço cık orta zinci rinden tu tu p sallam ıştı köm ürler sönmesin diye. Mangal köm ü rü deniyordu buna: çocuk yavaş yavaş sallarken sessizce yan mış, hafif, ekşi b ir koku çıkarm ıştı. Sonra hepsi h ırkalarını gi yince gemiyi rektöre uzatarak durm uştu ve rek tö r de içine bir kaşık dolusu günlük atmıştı ve günlük de kırm ızı korların üs tü n d e tıslam ışti. Çocuklar alanda b ire r ikişer toplanm ış konuşuyorlardı. Ço cuklar küçülm üş gibi geliyordu ona: Çünkü bisikletçilerden biri onu yere yıkm ıştı b ir gün önce, dilbilgisi ik fd en b ir oğlan- Ço cuğun bisikleti onu hafifçe çakıllı taşa savurunca gözlükleri üç parça olmuştu ve ağzına da biraz çakıl girm işti. Onun için çocuklar küçülm üş gibi görünüyorlardı, küçül m üş ve uzakta ve kale direkleri öylesine incecik ve uzakta ve yum uşak külrengi gökyüzü öylesine yüksekte. Ama futbol saha larında oyun yoktu, çünkü k rik et mevsimi yaklaşıyordu artık: Kim isi B am es baş olacak diyordu, kim i de Flowers. Ve bütün oyun alanlarında rak e t oynuyorlar, k rik et oynuyorlardı. O radan buradan yum uşak külrengi havanın içinden k rik et sopalarının sesi geliyordu. Pik, pek, pok, pak diyorlardı: b ir çeşmeden y a vaş yavaş taşar, yalağa dam lıyan küçük dam lalar. O zamana k ad ar susan A thy birden: — Hepiniz aldanıyorsunuz, dedi. Hep birden m erakla ona doğru döndüler. — Neden? — Biliyor musun? —- K im söyledi? 37
— A nlatsana, Athy. A thy önünde bir taşı tekm eleyerek yalnız başına yürüyen Simon M oonan'ı parm ağıyla gösterdi. — Ona sorun, dedi. Çocuklar oraya baktılar, sonra: — N eden ona? dediler. — O da mı içinde? A thy sesini alçaltarak: — O çocuklar niçin tüydüler biliyor musunuz? dedi- Size söylerim am a kimseye anlatm ayacaksınız. — Söyle A thy. A nlat. Madem biliyorsunB ir an du rd u sonra esrarlı b ir tavırla: — B ir gece Simon Mooııan ve Fil Böyle'la alanda y ak alan m ışlar, dediÇ ocuklar ona bakarak sordular: — Y akalanm ışlar mı? N e yaparken? Athy: — Ç alışırlarken, dedi. H erkes susm uştu: ve Athy: — Onun için işte, dediStephen çocukların yüzüne baktı am a onlar hepsi oyun ala n ın a doğru bakıyorlardı. Birisine ne olduğunu sorm ak istedi. N e dem ekti alanda çalışmak? Ü st sm ıftan beş çocuk ne diye kaçm ışlardı bunun için? Şaka bu diye düşündü. Simon Moonan'ın giyecekleri güzeldi, b ir gece de o kapıdayken futbol on beş'den çocukların yem ekhane halısı üstünde yuvarladıkları krem alı şeker topağını gösterm işti Stephen'a. Bective R angers'la maç olduğu geceydi; topu tıpkı kırm ızılı, yeşilli b ir elma gibi yap m ışlardı, am a açılıyordu, içi de krem alı şekerlerle doluydu. Bir gün Böyle filin iki dişi v ard ır diyeceği yerde iki fili v a rd ır de m işti onun için F il Böyle adm ı takm ışlardı ona, ama h e r zam an tırnaklarım düzeltip durduğu için kimisi de Bayan Böyle diye çağırıyordu. Eileen'in de uzun ince serin ak elleri vardı çünkü kızdı. F il dişi gibi; yum uşak ama. Fildişi K ule buydu işte ama protestanlar anlam ıyor, alay ediyorlardı. B ir gün otele doğru b akarak ya33
nrnda durm uştu Eileen'in. B ir garson direğe bayrak çekiyor, tazınuı biri de güneş vurm uş çimende oraya buraya seğirtiyorcfoEileen elini Stephen’m cebine, onun da elini sokmuş olduğu ce bine sokm uştu ve o zaman elinin serinliğini, inceliğini, yum u şaklığını duym uştu. însanm cebi olması tu h af b ir şey dem işti; sonra durup du rurken kaçıvermiş, yolun aşağı doğru eğimlencn kıvrım ından koşarak inip gitm işti. Açık renk saçları güneş al tın d a parlayan altın gibi arkasından uçuşmuştu- Fildişi Kule. A ltın Ev. Böyle şeyleri düşünm ekle anlıyordu insan ne demek olduklarını. Ama niye alanda? Şey yapm ak isteyince giderdin oraya. K ara m erm er k atları vsrdı ve b ü tü n gün minik deliklerden su dam lardı ve tuhaf bir bayatlam ış su kokusu olurdu oradaA yaky ollarından birinin kapısının arkasında iki eliyle birer tuğla tu tan Roma elbiseleri içinde sakallı b ir adam ın kırm ızı kalem le çizilmiş b ir resm i vardı; altında da resm in adı yazılıy dı: BaTbus duvar örüyordu. Çocuğun biri şaka olsun diye çizmişti. G ülünç bir yüzü v a r dı am a sakallı adam ları çok andırıyordu. B ir başka ayakyolunun duvarındaysa çok güzel geriye y atık b ir elyazısıyla şöyle yazılm ıştı: Julius Ceasar Calico Bclly'yi yazdıBelki bunun için buraya gelmişlerdi, çünkü b u rad a kimi çocuklar şaka olsun diye bir şeyler yazarlardı- Ama ne clsa A thy'nin söyledikleri ve söyleyişi tuhaftı- Şaka değildi, çünkü kaçmışlardı. Ö bür çocuklarla oyun alanının öte yanına baktı, korkmaya başladı. E n sonunda Fleming: -- Başkalarının yaptığı işin cezasını biz hepimiz mi çeke ceğiz? dedi. - Geri dönmeyeceğim, göreceksiniz bakîn dönüyor m u yum, dedi C edi Thunder. Yemekhanede üç günlük konuşm a y a sağı, he:1dakika başında altı vuruş,, sekiz vuruş dayaklan. — Evet, dedi Wells. Sonra B arre tt de yeni bir kağıt k atla ma yolu bulmuş, öyle ki kağıdı açıp kaç sopa yiyeceğine b ak tık 39
tan sonra gene katlavaım yorsun. Ben de geri dönmeyeceğim. — Evet, dedi Cecil T hunder sonra e tü t yönetm eni de bu gün dilbilgisi iki'ye gelmişti. — îsyan edelim, dedi Flem ing. N e dersiniz? H epsi susuyordu. H ava çok sessizdi, k rik e t sopalarının sesi duyuluyordu am a öncekinden daha hafif: pik, pok. W ells sordu: — N e yapacaklar onlara acaba? — Sim on M oonan'la Fil dayak yiyecekler, dedi A thy, ü st sınıftan olanlar dayak yem ekle ta r t arasında seçme yapacaklar. — P eki hangisini seçiyorlar? diye sordu ilk konuşan çocuk. — C orrigan'dan başkası ta r t alm ayı seçiyor, diye cevap v er di A thy. Onu da M r Gleespn dövecek. — Ben biliyorum neden, dedi Cecii T hunder. O haklı, öte k iler haksız, çünkü biraz sonra dayağın acı: ı r;eçer cm a okuldan ta r t alan insan yaşadığı sürece böyle tanınır. Hem sonra Gleeson çok dövmez onu. — O nun için öylesi daha iyi olur. — Simon M oonan'la Fil'in yerin d e olm ak istemezdim, dedi Cecil T hunder. Ama sanm ıyorum m eydan dayağı yiyeceklerini. Belki iki dokuz yerler. — Yok, yok, dedi A thy. îk isi de en nazik noktadan yiye cekler sopayı. W ells üstünü başını ovarak ağlam aklı b ir sesle: — Ne olursunuz, efendim , b ırak m ber.i artık! diye haykırdıA thy sırıtarak ceketinin yenlerini sıvadı: Elden ne gelir? Olup bitmeli. Sen de sıva donunu Göster poponu. Çocuklar gülüştüler; ama Stephen biraz korktuklarını sez di. Yum uşak külrengi havanın sessizliği içinde oradan b u radan k rik et sopalarının sesini duyuyordu: pok. D uyulacak çeşitten b ir sesti ama top raslarsa acıtırdı- Raket, de ses çıkarırdı am a bu nun gibi değil. Çocuklar içi kurşu n dolu deriyle balina kem i ğinden' yapılm a diyorlardı: acaba acısı nasıl o lu r diye düşün 40
dü. Ç eşit çeşit sesler vardı. înce uzun kam ışların tiz ıslıklı b ir sesi oluyordu; düşündü onların acısı nasıl olur diye B unu dü şünm ekten ü rp erd i v e üşüdü; sonra A thy'nin dediği de. A m a bunda gülünecek ne vardı? Ü rp ertti onu; am a ne zam an p an to lonunu indirsen ü rp e rir gibi olurdun da ondandı galiba. B an yoda soyunurken de böyleydi. Acaba kirn sıyıracak diye düşün dü, öğretm en m i, çocuk m u? Of nasıl öyle ğülebiürlerdi buna? A thy'nin sıvalı kollarına, nasırlı m ürekkepli ellerine b a k tı. M r Gleeson'un nasıl kollarını sıvayacağını gösterm ek için k ollarını sıvam ıştı. A m a M r Gleeson'un p arlak kollukları, tem iz beyaz bilekleri, tom bul beyaz elleri vardı, tırn ak lan da uzun ve sivriydi. Belki B ayan Böyle gibi törpülüyordu tırnaklarını. Ama çok uzun çok sivriydi tırnakları. Öylesine uzun ve kötü y ü rek liy d iler ki oysa beyaz tom bul eller kötii def'i’ nazikti. K am ışın tiz, ıslıklı sesini, kötü yürekli uzun tırn a k la n , soyununca göm leğin ucunda duyulan üşüm eyi düşününce ü rp e re ı# . k o rk arak titred i ama tem iz güçlü, yum uşak o beyaz tombul elleri aklına getirince içinden garip durgun b ir zevk duygusu geçti. Cecil T hunder'm dediklerini düşündü: M r Gleeson'm Corrigaıı'ı çok dövmeyeceğim. Flem ing, işine Öylesi g elir demişti. Ama ondan dolayı değildi bu. Ta ilerlerden b ir ses haykırdı: — H erkes içeri! B aşka sesler de katıldı: — H erkes içeri! H erkes içeri! Yazı dersinde kollarını kavuşturup oturdu, kalem lerin ya vaş hışırtısını dinleyerek. M r H arford oraya buraya gidip k ır m ızı kalem le küçük işaretler koyuyor, kim i zam an da kalem tu t m asını öğretm ek için b ir çocuğun yanına oturuyordu. Başlığı kendi kendine hecelem eye çalışmıştı, oysa 2 aten biliyordu, çü n k ü kitabın sonuydu. Düşüncesiz coşkunluk yolunu şaşırm ış b ir gem iye benzer. Ama harflerin çizgileri incecik göze görünm ez ip lik ler gibiydi, sağ gözünü sımsıkı yum up sol gözüyle bakınca büyük harflerin b ü tün kıvrım larım ancak görüyordu. Ama M r H arford çok iyi adam dı, hiç kızmazdı. B ütün öbür Öğretmenler kızıp k ö prürürlerdi kimi zaman. A m a ü st sınıflar d ak i oğlanların yaptığı işin sıkıntısını n e diye onlar çekecekti? 41
■\Vel]s'in dediğine b a k ılır a kiler dolabında saklanan kutsal şa rab ı içmişlerdi ve kim in içtiği kokudan belU olmuştu. Belki ka çırıp bir yerde satm ak için bir kutsal ekmek kabı çalmışlardı. Çok korkunç b ir günah olmalıydı bu, oraya gece sessizce g it m ek ve çalm ak o p ırıl pırıl altın şeyi içine Tanrı konup bereket duası sırasında çiçeklerle m um lar arasında m ihraba yerleştiri len iki yandan bulut bu lu t günlük yükselirken ve oğlan b u h u r danı sallarken ve Dominic K elly koroda birinci bölüm ü yalnız söylerken. Ama çaldıkları zam an içinde T anrı yoktu elbette. A m a gene de garipti hem büyük günahtı el bile sürm ek ona. De rin b ir korku içinde düşündü b u işi; korkunç, garip b ir günah: kalem ler hafif hafif hışırdarken sessizlikte bunu düşünm ek tit re tti onu. A m a dolaptaki kutsal şarabı alıp içmek sonra koku yü zünden yakalanm ak da büyük bir günahtı: ama korkunç ve ga rip değildi. Yalnızca biraz mide bulandın! yanı vardı şarap ko kusundan dolayı. Çünkü kilisede ilk kutsal kom inyonunü yap tığı gün gözlerini yum up ağzını açmış, dilini biraz uzatm ıştı: kutsal kominyonu verm ek için rek tö r ona doğru eğildiğinde tö ren şarabından sonra rektörün ağzında da hafif şarapsı b ir ko k u duym uştu. Kelime güzeldi çok: şarap. İnsanın akim a koyu erguvan rengini getiriyordu, çünkü Yunanistaüı'da beyaz tapı n akları andıran evlerin dışında yetişen üzüm ler koyu erguvan renkteydi- Ama rektörün soluğuna karışm ış hafif koku ilk kom inyonunun sabahında biraz içini bulandırm ıştı. İlk kominyon sabahı insanın hay atta eıi m utlu günü olurdu. B ir gün b ir yığm generaller Napoleon'a en m utlu gününün hangisi olduğunu sor m uşlardı. Büyük b ir savaş kazandığı y a da im parator olduğu günü söyleyeceğini sanmışlardı- Oysa Napoleon: — Baylar, hayatım ın en. m utlu günü ilk kominyonumu yap tığım gündür, demişti. A rnall B aba içeri girdi ve Latince dersi başladı; kollarını kavuşturm uş, sırasına yaslanmış oturuyordu. Arnall Baba def terlerini geri verdi ve ödevlerin rezalet olduğunu söyledi, dü zeltm elerle birlikte baştan yazılm aları gerekiyordu:- Ama cn kötüsü Flem ing'inkiydi çünkü b ir m ürekkep lekesi yaprakları birbirine yapıştırm ıştı: ve A raall B aba defteri ucundan tutup .göstererek herhangi bir öğretm ene böyle b ir ödev verm enin 42
h a k a ret anlam ına geleceğini söyledi. Sonra Jack Law ton'dan m are fiilini çekmesini istedi am a Jack Lav/ton ablatif halinin tekilinde takılıp kaldı, çoğula geçemedi. — Utan, utan, dedi A rnall Baba sertçe. Sözde sınıfın en iyi si olacaksın! •Sonra onun yanm dakine, onun yanm dakine, onun da yanındakine sordu. Kimse bilemedi. A rnall Baba iyice sessizleşmişti, h er çocuğun cevap verm eye çalışıp beceremeyişiyle daha sessiz leşiyordu. Ama yüzü kararm ıştı ve gözleri alev alevdi sesinin durgunluğuna karşılık. Sonra Flem ing'e sorunca Fleming bu fii lin çoğulu olmadığını söyledi- A rnall Baba birdenbire kitabm ı kapatıp bağırdı ona: — G it sınıfın ortasında diz çök. Rastladığım en tembel ço cuklardan biri sensin. Sizler de ödevlerinizi baştan yazın Fleming ağır ağır yerinden kalkarak en arkada duran iki sı ran ın arasında diz çöktü. Öbür çocuklar def terlerinin; üstüne eği lerek yazm aya koyuldular. Sım fa b ir sessizlik çöktü; Sıephen çekinerek A rnall B aba'nm esm er yüzüne baktığı zaman, kızgın lık tan suratının hafifçe kızarmış olduğunu gördü. A rnall B aba'nm sinirlenmesi günah mıydı acaba yoksa ço cukların dalıa iyi çalışm alarını sağladığı için kızmaya izini v ar mıydı ya da yalnızca kızmış gibi mi görünüyordu. İzini vardı da ondan, çünkü b ir papaz neyin güiıah olduğunu bilir, günahsa yapm azdı. Ama yanlışlıkla bir kere olursa günah çıkarm aya gitm ek için ne yapm alıydı? Belki vaize günah çıkartırdı. Vaiz işleyecek olsa o da rektöre giderdi: rektör provinsiyale: provinsiyal de cizvitlerin başkam na. Buna mezhep düzeni deniyordu: babasının hepsi için akıllı adam lar olduklarını söylediğini işitm işti. Cizvit olm asalar hepsi de önemli adam lar olabilirlermiş. A rn all Baba ile P addy B arrett'm , M r McGlade'ie M r Gleeson'un cizvit olmasalar ne olabileceklerini düşündü. Zordu bunu düşün mek, çünkü o zaman onlaıı başka renkte ceketler ve pantolon lar, başka çeşit şapkalar giyerken, bıyık, sakal bırakırken göz önüne getirm ek gerekiyorduKapı sessizce açıldı ve kapandı. Sınıfta hızla bir fısıltı do laştı: etüt yönetmeni. B ir anlık bir ölüm sessizliği, sonra raketin 43
en sondaki sıraya çarpışının sesi. Stephen'm korkudan yüreği hopladı. — D ayaklık kimse v a r m ı burada, A rnall Baba? dedi etüt yönetmeni. Bu sınıfta dayak isteyen b ir haylaz tem bel yaram az var mı hiç? Sınıfın ortasına gelince dikleri üstünde duran Fleraing'i gördü. — Halıa! diye haykırdı- Kim bu oğlan? Neden böyle diz çökmüş burada? Adın ne senin bakayım? — Fleming, efendim—H aha, Fleming! Haylazın biri elbet, Gözünden anlaşıh-; y o r zaten. Neden diz çökmüş bu, A rnall Baba? — Latince ödevini kütü yaptı, dedi A rnall Baba, üstelik dilbilgisi sorularının hiçbirini bilemedi— Elbette bilemez! diye haykırdı e tü t yönetmeni. E lbette bilemez! Doğuştan haylaz! Gözünden anlıyorum. Elindeki raketi sıraya v u rarak bağırdı: — K alk, Fleming! K alk bakayım! Flem ing yavaşça ayağa kalktı— U zat bakalım! diye bağırdı etü t yönetmeni. Flem ing elin- uzattı. R sket hızla şaklayan b ir ses çıkararak elinin üstüne indi: bir, iki, liç, dört, beş, altı— Ötekini! R aket bir daha a ltı hızlı şaklam ayla inip kalktı— Diz çök! diye haykırdı e tü t yönelmeni. Flem ing ellerini koltuk altların a bastırarak: diz çöktü, acı dan yüzü gerilm işti; am a ellerinin ne se rt olduğunu Stephen bi liyordu, çünkü Flem ing hep çam sakızıyla ovalardı ellerini- Ama belki de büyük bir acı çekiyordu, çünkü raketin sesi korkunçtu. Stephen'm yüreği atıyor, çırpm ıyordu. — Dersinize bakm hepiniz! diye bağırdı etüt yönetmeni. Tembel, haylaz yaram azlar istem iyoruz burada, tembel haylaz düzenbaz yum urcaklar sizi, tşinize bakın diyorum size. Dolan B aba h e r gün gelecek sizi görmeye. Y arın da gelecek Dolan Baba. Çocuklardan birini raketiyle dürterek: — Sen, çocuk! Ne zam an gelecekmiş Dolan Baba? dedi. 44
— Yarııı, efendim , dedi Tem Furlong'un sesi— Yarın, gene yarın, gene yarın, dedi etü t yönetmeni. İyi ce aklınıza koyun bunu. K er gün Dolan Baba. Yazın bakalım. Sen, çocuk, kim sin sen? Stephen'm yüreği birden yerinden oynadı. — Dedalus, efendim. — Neden sen de ötekiler gibi yazmıyorsun? — Benim... şeyim... K orkusundan konuşamıyordu. — Neden yazm ıyor, Arftaîl Baba? — Gözlüğünü kırm ış, derli A m ali Baba, onun için izin ver•dim. — K ırm ış mı? N eler işitiyorum? N edir senin adın? dedi e tü t yönetmeni. — Dedalus, efendim . — Gel buraya, Dedalus. Tembel düzenbaz bacaksız seniY üzünden anlıyorum düzenci olduğunu. Nerede kırdın gözlüğü nü? Stephen sınıfın ortasına sendeleyerek geldi, korkudan ve aceleden iyice körleşm işti. — N erede kırdın gözlüğünü diye tekrarladı etü t y ö n et meni. — Çakıllı yolda, efendim. — Haha! Çakıllı yol! dedi etü t yönetmeni. Ben bilirim o n u m arayı. Stephen şaşkınlıkla gözlerini yukarı kaldırdı ve b ir an için Dolan Baba'mn külrengiak yaşlıca yüzünü, iki yandan saçlar kabaran kelim si külrengiak başını gözlüğünün çelik çerçevesi ni, gözlüğünün ardından bakan hiç - renksiz gözlerini gördü. N e den bu num arayı bildiğini söylüyordu? — Tem bel haylaz yaram az bacaksız! diye haykırdı e tü t y ö netm eni. Gözlüğümü kırdım! Eski num aralar! U zat bakayım eli ni çabuk! Stephen gözlerini kapayarak avucu yukarı doğru dönük, tit reyen elini uzattı. Etüt, yönetm eninin bir an kapalı duran p a r m aklarım açtığını duydu sonra da rak e t vurulm ak üzere k ald ı rılırk en cüppe yeninin hışırtısını işitti. O rtasından kırılan bir 45
sopanın çıkaracağı sesi andıran b ir sesle inen kızgın -yakıcı ba tan sızlatan b ir vuruşla, titreyen eli ateşe atılm ış b ir yaprak gi bi büzülüverdi: vuruşun sesiyle verdiği acıdan gözlerine kay n ar gözyaşları akın etti. K orkudan bütün gövdesi tir tir titriy o r du, kolu titriyordu, büzülm üş tutuşm uş m orarm ış eli rüzgâra tu tulm uş kopmak üzere b ir yaprak gibi titriyordu. B ir çığlık, ser best bırakılm ak için bir yakarış dilinin ucuna kadar geldi. Ama gözleri gözyaşı arıyla haşlandığı, bütün organları acı ve korkuy la titrediği halde sıcak gözyaşlarını, gırtlağını k avuran çığlığı tuttu. — ö tek i el! diye haykırdı etüt yönetmeni. Stephen yaralanm ış, sarsılan sağ kolunu geri çekip sol eli ni uzattı. Raket kalkarken cüppenin yeni gene hışırdadı ve hız la şaklayan ses, haşin çıldırtıcı sızlatıcı haşlayan sancıyla eli, avucu, parm akları m orlaşm ış ve titreyerek kapandı, büzüldü. K aynar su gözlerinden boşandı; utançla acıyla korkuyla yanartık sarsılan kolunu çekti ve ağzından b îr acı ulum ası yükseldi. Göv desi korkuyla titriyordu ve gırtlağından gelen kavurucu çığlığı, gözlerinden alev alev yanaklarına dökülen kaynar yaşları u ta narak, kızarak duydu— Diz çök! diye haykırdı etü t yönetmeni. Stephen sızlayan ellerini iki yanm a b astırarak çabucak diz çöktü. Ellerinin dövülmüş, acıdan şişmiş olduklarım düşünün ce sanki kendinin, değil de b ir başkasının elleriym iş gibi acıdı onlara. Son hıçkırıkları boğazında y atıştırarak ve yakıcı sızlatıcı acıyı iki yanm a bastırılm ış duyarak diz çökerken, avuçları yukarı gelm ek üzere uzattığı ellerini, parm aklarının duruşunu düzelten e tü t yönetm eninin dokunuşundaki katılığı, havada ça resizce sallanan dövülmüş şişmiş kızarm ış avuç ve parm ak k ü l çesini düşündü. — Çalışmanıza bakın, hepiniz, diye haykırdı etü t yönetm e ni kapıdan. Dolan B aba her gün gelip bakacak dayak isteyen tembel haylaz yaramaz bacaksızlar var mı yok mu diye. K er gün. H er gün. K apı arkasından kapandı. Sınıf sessizlik içinde yazmaya devam etr.i. Arrtall Baba ye rinden kalkarak çocukların arasına girdi, yum uşak b ir sesle on 46
lara yardim ediyor, yaptıkları yanlışları söylüyordu. Sesi çok: nazik, çok yum uşaktı. Sonra yerine döndü ve Flem ing'le Stephen'a: — Siz ik iniz yerinize dönebilirsiniz, deui. Flem ing'le Stephen kalktılar, yerlerine giderek oturdular. Utancından kıpkırm ızı kesilen Stephen güçsüz ellerinin biriyle çabucak bir kitap açarak üzerine doğru eğildi, yüzü neredeyse kitab a değiyordu. Haksızlıktı, kötülüktü bu çünkü doktor Stephen'a gözlüksüz b ir şey okum am asını söylemiş, o da yeni göz'ük göndermesi için hemen o sabah babasına m ektup yazm ıştı, ü ste lik A rnall Baba yeni gözlüğü gelinceye kadar çalışmasa da alabileceğini söylemişti. Sonra da bütün sınıfın önünde düzenbaz diye adlan dırılm ak, üstelik de dövülmek sınıfta h er zaman ya birincilik ya da ikincilik k artı aldığı, Y ork'luların önderi olduğu halde! E tü t yönetmeni bunun num ara olduğunu nereden bilebilirdi ki? Yö netm enin parm aklarının avucunu açmak için eline değdiğini duymuş, önce elini sıkacağını sanmıştı çünkü parm aklar; yum u şak ve güçlüydü: am a bir. an sonra cüppe yeninin h-ışırtısmı,. sonj:a da şaklam ayı işitmişti. Bundan sonra ona sınıfın ortasın da diz çöktürm ek de haksızlık, kötülüktü: A rnall Baba ikisinebirden yerlerine dönebileceklerini söylemiş, aralarında b ir ayı n ın yapmamıştı. Ö devleri düzelten A rnall B ab an ın alçak, y u m uşak sesine kulak verdi. Belki pişm an olm uştu şimdi, ivi ol mak istiyordu. Ama haksızlıktı, kötü yüreklilikti. E tü t yönetm e ni papazdı am a bu haksızca, kötü yüreklice b ir şeydi. Kü] rengi ak yüzü, çelik çerçeveli gözlüğün ardından bakan hiç renksiz gözlerinde de kötülük vardı çür.kii güçlü yum uşak p arm akla rıyla avucunu açmıştı daha hızlı, daha yüksek ses çıkararak v u rabilm ek için. — Pis bir domuzluk bu, başka b ir şey değil, dedi Fleming koridorda, sınıflar sıra halinde yem ekhaneye doğru giderken.. K endi suçu olmayan b ir şeyden dolayı b ir çocuğu dövmek do m uzluktan başka b ir şey değil— Gözlüğünü gerçekten istem eyerek kırdın, değil mi? di y e sordu Pis Roche. 47
Flem ing'in sözleriyle Stephen'in yüreği dolm uştu, karşılık verm edi. — Elbette istemeyerek! dedi Fleming. Ben olsam boyun eğ mezdim. Gider rektöre anlatırdım . — Evet, dedi Cecil T hunder hırsla. Üstelik rak eti omuzu n u n gerisine k ad ar kaldırdığını gördüm. Buna hakkı yok. — Çok acıttı mı? diye sordu Pis Roche— H em de çok, dedi Stephen. — Ben olsam boyun eğmem, diye tek rarlad ı Fleming. Ne K elkaîa'dan ne de başka bir K elkafa'dan. Pis, dom uzuna b ir nu~ m ara bu, başka b ir şey değil. Hem en yem ekten sonra doğru rek tö re gidip anlatırdım ben olsam. — Evet, öyle yap. Sen de öyle yap, dedi Cecil Thunder. — Evet, evet. R ektöre gidip anlat sana ne yaptığını, Deda lus, dedi Pis Roche. Çünkü yarın gelip gene döveceğini söy ledi. — Evet, evet. R ektöre söyle, dediler hep birden. Ve dilbilgisi iki'den orada durup dinleyen çocuklar vardıİçlerinden biri: — Senato ve Roma vatandaşları D edalus'un haksız yere ce za gördüğünü bildirdiler, dedi. Doğru değildi; haksızca, kötü yüreklice b ir şeydi; yem ek hanede otururken o utanç verici durum unu ikidp b ird e h atırla yıp aynı acıyı çekti, öyle ki sonunda yüzünde gerçekten b ir dü zenbazı andıracak bir şey olup olmadığını m erak etm eye baş ladı, aynası olsa bakacaktı. Ama olamazdı; adaletsin, haksız, k ö tü bir şeydi. Paskalya'dan önceki büyük oruç sırasında verdikleri k a ra r mış balık dilim lerini yiyemedi. P atateslerinden birinin üstü n de de k ü rek izi vardı. Evet, çocukların söylediği gibi yapacaktı-. Rektöre giderek haksız yere cezalandırıldığını anlatacaktı. Bu na benzer bir şeyi daha önce tarih te de biri yapm ıştı, tarih ki taplarına Şaşmı koydukları büy ü k b ir adam. R ektör de onun haksız yere cezalandırıldığını bildirecekti, çünkü Senato ve Ro m a vatandaşları bunu yapan adam ların haksız yere cezalandı rıldıklarını bildirm işlerdi hep. Richmal M agnaîl'ın S o ru ların d a adı geçen büyük adam lardı onlar. T a rih hep bu adam ları, yap 48
tıkları işleri anlatıyordu ve P e ter P arley 'in Yunan ve Roma ö y küleri de onların hakkındaydı. P ete r P arley kendisi birinci yap ra k ta b ir resim deydi. B ir kır içinden b ir yol geçiyordu, yanında da otlar, küçük çalılar vardı: P e te r P arley 'in protestan papazla rı gibi geniş kenarlı b ir şapkasıyla kocaman b ir sopası v ard ı ve o yolun üstünden hızla Yunan'a ve Rom a'ya doğru yürüyordu. Yapacağı iş kolaydı. B ütün yapacağı yemek b ittik ten son ra ve sırası gelip o da dışarı çıkınca yürüm ekti am a dışarıya koridora değil de sağdaki m erdivenden yukarı kaleye doğru. Bü tü n yapacağı buydu işle: sağa dönüp m erdiveni hızla çıkm ak ve daha b ir dakika geçmeden kaleyi geçip rektörün odasına giden basık karanlık d ar koridorda bulacaktı kendini. Hem b ü tü n ço cuklar haksızlık olduğunu söylemişlerdi, senatoyla Roma h a lk ı n ı söyleyen dilbilgisi iki'den o çocuk bile. Ne olacaktı? Ü st sıralardaki çocukların yem ekhanenin üs tünde ayağa kalktıklarım , halının üstünden yürüyerek aşağı inerlerken ayak seslerini duydu: Padöy Rath, Jiraray Magee, İspanyol, Portekizli, beşincisi de M r Gleeson’un m eydan dayağı atacağı Corrigan'dı. Bunun için e tü t yönelm eni ona düzenbaz demiş, durup dururken dövm üştü: ağlam aktan yorgun düşen gözlerini zorlayarak iri yarj C orrigan'ın geniş om uzlarına, sa r kık duran büyük kara kafasına çocukların sırasında geçerken baktı. Ama o b ir şey yapm ıştı, üstelik M r Glecson çok dövm eye cekti: sonra C orrigan'ın yıkanırken ne kadar kocaman göründü ğü aklına geldi. D erisinin rengi banyonun ucundaki kesek - re n k li sığ bataklıksuyu gibiydi ve banyodan çıkıp yürüdüğü zaman ayakları ıslak çiniler üstünde şaplardı ve h er adımında kalçala rı biraz sallanırdı çünkü şişmandı. Yemekhane y arı yarıya boşalmıştı. Çocuklar hâlâ sırayla dı şarı çıkıyorlardı. M erdivenden yukarı çıkabilirdi, çünkü yem ek hane kapısının dışında ne papaz ne de yönetm en olmazdı- Ama gidemezdi. R ektör de etü t yönetm eninden yana çıkacak, bunun b ir öğrenci num arası olduğunu sanacak, sonra e tü t yönetm eni de eskisi gibi h e r g ü n gelecekti, yalnız böylesi daha da kötü ola caktı, çünkü gidip onu rektöre şikâyet eden bir çocuğa çok kızacaktı. Çocuklar ona gitmesini söylem işlerdi ama kendileri git mezlerdi. H er şeyi unutm uşlardı zaten. Yok, yok, en iyisi her 49
şeyi unutm aktı, hem belki e tü t yönetm eni laf olsun diye her gün geleceğini söylemişti. Hayır, en iyisi b ir k enara saklam aktı, çünkü küçük olunca çoğu zam an böylelikle k u rtu lu rd u insanM asasında oturan çocuklar kalk tılar. O d a k alk arak sıra* ya girdi. K arar verm esi gerekiyordu. K apıya yaklaşıyordu. Ço cuklarla yola devam ederse b ir daha rektöre çıkam azdı çünkü hiçbir zam an oyun alanından bunun için ayrılamazdı- G ittiği halde gene dayak yiyecek olursa o zam an da çocuklar küçük Dedalus'un etü t yönetm enini rektöre söylemeye gittiğini anlatıp alay edeceklerdi. H alının üstünde yürüyordu ve önünde kapıyı gördü. Ola mazdı bu iş: gidemezdi. K ötü yürekli hiç - renksiz gözlerle ken disine bakan e tü t yönetm eninin çjplak başını düşündü ve etüt yönetm eninin ona iki kere adını soran sesini işitir gibi oldu. Bü k ere söylendikten sonra neden aklında tutam ıyordu bu adı? B i rincisinde dinlem iyor m uydu, yoksa İkincisinde adıyla alay mı etm ek istiyordu? T arihteki büyük adam ların d a böyle adları vardı am a kimse onlarla alay etm iyordu. Alay etm ek istiyorduy sa o kadar, önce kendi adıyla alay etm eliydi. Dolan: çam aşırcı kadınların adlarına benziyordu. K apıya varm ıştı. Çabucak sağa dönerek m erdivenlerden çıktı ve daha geri dönm eye k a ra r verecek zam an bulam adan, kaleye giden basık karanlık, d ar koridora girmişti bile. K ori dor kapısının eşiğini atlarken, bakm ak için başını çevirmeden, aşağıdan geçen bütün çocukların kendisine baktık ların ı gördü. D ar karanlık koridor boyunca yürüdü. Cem aat odalarının k apıları olan küçük kapıların yanından geçti. K aranlığın içinde? ileriye, sağa, sola bakarak bunların p o rtreler olm aları gerektiği ni düşündü. O rtalık karanlıktı, sessizdi ve gözleri de ağlam ak tan güçlerini yitirm işlerdi, onun için görem iyordu. Ama bunla rın o gerçekten sessizce ona doğru bakan azizlerin ve cizvit b ü yüklerinin portreleri olduğunu düşündü: aziz Ignatius Loyola elinde açılmış bir k itap tu tu y o r ve kitabın içinde Ad M ajorom Dei Gloriam sözünü gösteriyordu; aziz Francis X avier göğsünü işaret ediyordu; Lorenzo Ricci başında sınıf yönetm enlerini an d ıran beresiyle, kutsal gençliğin üç azizi — aziz Stanislaus Kostka, aziz Aloysius Gonzago v e K utlu John Berchmans, üçünün 50
yüzü de gençti çünkü genç ölm üşlerdi, ve sonra P e te r Kenny Baba kocaman b ir kaputa sarılm ış b ir sandalyada oturuyor. Girişin üstündeki sahanlığa varm ıştı. Çevresine bakındı. Ham ilton R ow an buradan geçmişti ve askerlerin kurşun izleri buradaydı. Eski uşaklar beyaz m areşal pelerinli horlağı burada görm üşlerdi. Yaşlı bir uşak sahanlığın öteki yanım süpürüyordu. Ona rek tö rün odasını sordu. Yaşlı uşak ilerdeki kapıyı parm ağıyla gösterdi ve Stephen kapıya gidip çalarken arkasından baktı. H içbir karşılık gelmedi. D aha hızlı vurdu. Kısık b ir sesin: — îçeri gel! dediğini duyunca yüreği yerinden oynadıTokmağı çevirip kapıyı açtı ve yeşil yünlü kum aşla kaplı ikinci kapının tokm ağını bulm aya çabaladı. Buldu, kapıyı açtı, içeri girdi-. R ektörü b ir m asaya oturm uş yazı yazarken gördü. M asa nın üstünde b ir kafatası ve odada ciddî, tu h af b ir koku vardı, koltukların eskimiş deri kaplam aları gibi. îçinde bulunduğu ciddî yerden ve odanın sessizliğinden do layı yüreği hızla atıyordu: kafatasına ve rektörün aydınlık yüzü ne baktı— Evet, küçük adam, dedi rektör, ne istiyorsun? Stephen boğazına takılan şeyi yutkunarak: — Gözlüğümü kırdım , efendim , dedi. R ektör ağzını açarak: — A! dedi / Sonra gülüm sedi ve, — Gözlüğümüzü kırdığım ız zam an eve yazıp yenisini iste riz, dedi. — Eve yazdım , efendim, dedi Stephen, A rnall B aba da ye nisi gelinceye k ad ar çalışmamamı söyledi. — Çok doğru, dedi rektör. Stephen o şeyi gene yutkunarak bacaklarıyla sesinin tit rem esini durdurm aya çalıştı. — Ama, efendim... — Evet? — Dolan Baba bugün gelip beni dövdü ödevimi yazmıyo rum diye. 51
R ektör ses çıkarm adan ona baktı, kanın yüzüne akın e tti ğini ve yaşların gözlerine akın etm ek üzere olduğunu duydu. — Adın Dedalus, değil mi? dedi rektör— E v e t efendim. — Nerede kırdın gözlüğünü? — Çakıllı yolda, efendim. Çocuğun b iri bisiklct-evinden ç ı kıyordu ben de düştüm o zam an kırıldı. Çocuğun adını bilm i yorumR ektör gene ses çıkarm adan onu süzdü. Sonra gülüm seye rek: — Demek bir yanlışlık olmuş; eminim Dolan B aba bilm i yordu, de d'. — A m a söyledim ona kırdığım ı, efendim, gene dövdü beni. — Yenisi için eve yazdığını da söyledin mi? dedi rektör— H ayır, efendim—- İşte öyleyse, dedi rektör, demek Dolan Baba anlamamış. B irkaç gün ders yapm am an için sana izin verdiğimi söyleyebi lirsin. Stephen hemen cevap verdi, çünkü titrem esinin konuşm a sına engel olacağından korkuyordu: — E vet efendim, am a Dolan Baba yarm gene gelip beni dö veceğini söyledi. - - Pekâlâ, dedi rek tö r, b ir yanlışlık olmuş ve Dolan Baba ile ben kendim konuşacağım- O ldu m u şimdi? Stephen yaşları gözlerinde duydu, m ırıldandı: —Evet, evet, efendim, teşekkür ederim. R ektör, masanın kafatası duran yanından elini uzattı ve elini bir an için bu elin içine koyan Stephen serin nemli b ir avuç duydu. — İyi günler o halde, dedi rektör, elini çekerek ve selam vererek. — İyi günler, efendim, dedi StephenSelam verdi ve sessizce odadan çıktı, kapıları dikkatle, ya vaşça kapattı. Ama sahanlıkta d u ran yaşlı uşağı geçip b ir daha basık dar k aran lık koridora girince gittikçe hızlanarak yürüm eye başla dı. Sıkıntılı karanlığın içinden heyecanla hızla geçti. K oridorun 52
sonunda dirseğini kapıya çarptı, m erdivenleri hızla inerek iki koridoru koşar adım geçti ve açık havaya çıktı. Oyun alanlarında çocukların bağırışlarım işitebiliyordu. Koşmaya başladı, hızla koşarak çakıllı yoldan karşıya geçti ve soluk soluğa üçüncü sınıfın alanına ulaştı. Çocuklar koştuğunu görm üşlerdi. Çevresinde halka oldu lar, işitebilm ek için birbirlerini itiyorlardı— Anlat! Anlat! — Ne dedi? — îçeri girdin mi? — Ne dedi? — Anlat! Anlat! Ne söylediği, rektörün ona ne dediğini anlattı, antatmafşi b i tince bütün çocuklar keplerini havaya fırlatarak haykırdılar: — H urraa! K eplerini y akalar yakalam az yeniden fırlattılar havaya ve gene haykırdılar: — H urraa! H urraa! B irbirlerinin bileklerini tu tarak b ir beşik yaptılar, Stephen'ı bunun üstüne çıkarıp kurtulm aya çahşm caya kadar öy lece taşıdılar. O kurtulunca keplerini gene havaya atarak ve o n lar döne döne çıkarken ıslık çalıp haykırarak dört b ir yana koşuştular: — H urraa! K elkafa Dolan için üç kere yuh çektiler, Conmee için de üç kere sağol diye bağırdılar, Clongov/es’a gelmiş en iyi re k tö r ol duğunu söylediler. Yumuşak külrengi havada bağırtılar sönüp g itti. Yalnız k al dı. M utluydu, serbestti; am a ne olursa olsun Dolan B aba'ya k a r şı g u ru r duym ayacaktı. Çok uslu ve uysal olacaktı: guru r duy m adığını gösterebilm ek için ona b ir iyilik etm e fırsatı çıksa diye düşündü. H ava yumuşak, külrengi ve ılıktı, akşam oluyordu. H ava da akşam kokusu vardı, Binbaşı B arto n 'm oralarda yürüm eye çıktıklarında soyup yemek için tu rp söktükleri zaman kırlarda 53
tarlaların kokusu, ceviz ağaçlarının bulunduğu, kam eriyenin ile risindeki küçük korudaki koku. Ç ocuklar çeşitli v u ru şlar çalışıyorlardı k rik et için. Y um u şak külrengi sessizlikte topların sesini işitebiliyordu: sessiz ha vanın şurasından burasından da rak et sesleri geliyordu, pek, pok, pak: b ir çeşm enin taşan yalağına yavaşça düşen su dam laları gibi.
54
BÖLÜM II C harles Amca o kadar kara bir tütün içiyordu ki sonunda yeğeni ona sabah piposunu bahçenin ucundaki küçük b ir k u lü bede içmesini imâ etm ek zorunda kaldı— Hay hay, Simon. Olur, Simon, dedi yaşlı amcası serin kanlılıkla. N erede istersen. K ulübede de pekâlâ içebilirim. Daha afiyetli olur. — Allah belâmı versin, dedi M r Dedalus açık gönüllülükle, bu berbat tü tünü nasıl içebildiğim anlıyorsam. B aru t gibi b ir şey, T anrı hakkı için. — Çok güzel b ir tütündür, Simor., diye cevap verdi yaşlı amca. Serin ve sükünet verici. Böylece h er sabah Charles Amca bahçedeki kulübeye ilti ca etm eye başladı, ama daha önce başının arkasındaki saçları titizce yağlıyor ve tarıyor, yüksek şapkasını da fırçalayıp giyi yordu. Piposunu içerken yüksek şapkasının kenarıyla piposunun çanak kısm ı kulübe kapısının ilerisinden belli belirsiz seçiliyor du. K am eriyem dediği, kedi ve bahçe takım larıyla paylaştığı pis kokulu kulübeyi aynı zam anda m usiki odası olarak d a k u llan ı yordu: h e r sabah en sevdiği şarkılardan birini halinden m em nun bir tavırla m ırıldanırdı: O, İtrin e mc a bovver ya da Blue Eyes and Golden H air y a da The Groves of B laraey, külrengi mavi dum an halkaları piposundan ağır ağır yükselip tem iz h a vaya karışırken. Blackrock'da geçirdikleri yazın ilk yarısında C harles Am ca Stephen'm devam lı arkadaşıydı. Charles Amca, derisi güneş ten yanmış, yüzünün çizgileri sert, beyaz favorili sağlam bir adamdı. Çalışma günlerinde C arysfort Caddesi'ndeki evle şehrin ana caddesinde ailenin alış veriş ettiği dükkânlar arasında gidip 55
gelirdi. Stephen bu gezintilere katılm aktan hoşlanıyordu, çünkü Charles Amca tezgâhın önünde açık duran kutu ya da fıçılarda ki yiyeceklerden avuç avuç verirdi ona cömertçe. B ir avuç üzüm le talaş ya da üç, d ö rt Am erikan elm ası alıp cömertçe yeğeni nin eline verirdi, dükkâncı rahatsız b ir gülümsemeyle b ak ar ken; Stephen bunları alm akta yapmacık b ir isteksizi :.k gösterdi ği zaman suratını asar ve: — Al şunları bakalım. İşitiyor musun? Midene iyi gelir, derdi. Evden istenen m alların listesi bitince ikisi birlikte parka gider, Stephen'm babasının eski bir arkadaşı olan Mike Flvnn'i b ir sırada oturm uş kendilerini beklerken bulurlardı. Sonra S te phen parkın çevresinde koşmaya başlardı. Mike Flynn elinde sa atle tren istasyonuna yakın olan kapıda beklerken S.tephen onun istediği gibi, başı yukarıda, dizlerini k ald ırarak ve ellerini y a n ların dan aşağı dümdüz sarkıtarak yoldan koşardı. Sabah çalış ın ası bitince yetiştirici söyleyeceklerini söyler, kimi zaman da bunları gösterm ek için o mavi eski bez ayakkabılarıyla’gülünç b ir şekilde birkaç m etre koşardı. Şaşkın çocuklardan ve dadı lard an m eydana gelme küçük bir çem ber çevrelerini sarar, Charles Amcayla oturup spordan ve politikadan konuşmaya bsş: ladıktan sonra bile bekleşirlerdi. Babasından Mike Flvnn'in birçok iyi koşucu yetiştirm iş olduğunu duyduğu halde, Stephen çok kereler, sigara sardığı uzun lekeli parm aklarına doğm eği lirken, öğretm eninin sarkık, tıraşsız yüzüne ve uzun şişi p ar m aklar sarm a işini bitirip tü tü n kırıntıları, lifleri tütün kesesine dökülürken birden sigaralardan başını kaldırıp mavi uzaklık lara boş bir bakışla takılan durgun fersiz mavi gözlerle acıya rak bakardı, Eve dönerlerken çoğu kere Charles Amca kiliseye uğrar, çanak Stephen'm erişemeyeceği bir yerde olduğu için o el ir.i su ya sokar, sonra da suyu canlı bir tavırla Stephen'm elbiseleri ne, avluya serperdi. Dua ederken kırm ızı mendilinin üstüne diz çöker, kilit kelim elerin h er sayfanın altına yazılmış olduğu, tu tanların elleriyle kararm ış b ir dua - kitabını hafif b>r sesle okur du. Stephen, bu dindarlığı paylaşmasa da ona saygı göstererek yanında diz çökerdi- Çok zaman amcasının bu kadar ciddiyetle 56
neye dua ettiğini düşünürdü. Belki A raf'daki ruhlar, ya da m u t lu bir ölümün huzuru için dua ediyor, y a da belki T anrı'dan C ork'da yeyip bitirdiği büyük servetin bir kısmını gönderm e sini istiyordu. P azar günleri Stephen babası ve amcasıyla açik hava ge zintisine çıkardı. Yaşlı amca nasırlarına rağm en çevikti v r ço ğu zaman on, on iki mil yol y ü rürlerd i. Küçük Stülorgan köyün de yollar ayrıhrdı. Ya sola, Dublin dağlarına, ya da G eatstow yolundan Dundrurrv'a doğru giderler, Sandvford'dan eve döner lerdi. Yolu arşınlarken ya da yol kenarında pis bir içki evinin tezgâhında dururken büyükler gönüllerinde yatan konulardan, İrlanda politikasından, M unster ve kendi aile efsanelerinden ko nuşurlar, b ü tün bunlara Stephen istekle kulak verirdi. A nlaya madığı kelim eleri ezbere öğreninceye k ad ar kendi kendine te k ra rla r dururdu: bu kelimelerin arasından onları saran gerçek dünyanın birkaç görüşünü kapardı- Onun da bu dünyanın h a yatı içinde yerini alacağı saat yaklaşıyor gibiydi, ve ne olduğu nu pek belli belirsizce kavrayabildiği am a kendini beklediğini sezdiği büyük role gizlice hazırlanm aya başlamıştıA kşam lar ona kalıyordu; yırtık pırtık Monte K risto Kontu çevirisini okuyordu- Bu karanlık intikam cı, çocukluğunda tu h af ve korkunç olan şeyler hakkında duyduğu ya da düşündü ğü n e varsa onun yerini alıyordu. Geceleri, kâğıt ç'çeklerden, renkli ince kâğıtlardan, çikolata sarılan yaldızlı kâğıtlardan,m asanın üzerinde olağanüstü bir ada m ağarası kuruyordu. Çü rüklüğünden bıkıp bu manzarayı yıktığında, akim a parlak M ar silya, güneşli pencere kafesleri ve Mercedcs gelirdiBlackrock'un dışında, dağlara uzanan yolda, gül fidanlarıy la dolu b ir bahçe içinde beyaz badanalı küçük b ir ev dururdur b u evin içinde bir başka Mercedes’in yaşadığını söylerdi kendi kendine- Evden uzaklaşırken de eve dönerken de uzaklığı bu binaya göre ölçerdi: kitapta olanlar k ad ar güzel b ir dizi serüve ni, imgeleminde yaşar, bunların sonuna doğru, daha yaşlı v e daha kederli olarak, çok yıllar önce sevgisine karşılık verm eyen Mercedes'le birlikte ayın aydınlattığı bahçede d u ru r ve acılı, onurlu bir yadsım a hareketiyle: — Madam, m isket üzüm ünü hiç sevmem, derdi. 57
A ubrey Mills adında bir çocukla arkada? olarak onunla b ir lik te b ir serüvenciler çetesi kurdu. A ubrey'nin düğme iliğinden sarkan bir düdüğü vardı ve kem erine b ir bisiklet lâm bası tuttur^ m uştu, öbürleri kem erlerine hançer gibi, küçük değnekler ta kıyorlardı. Napoleon'un ne kadar sade giyindiğini okumuş olan S tephen süslenmemeye k a ra r verm işti ve böylcce em ir verm e den önce yaverinden akıl danışm anın zevkini fazlalaştırm ıştı. Ç ete ih tiy ar kızların bahçelerine saldırılarda bulunuyor, y a da kaleye giderek yosun bürüm üş çentikli kayaların üstünde b ir sa vaş yapıyor, savaştan sonra eve, burunlarında kum salın bayat kokuları, elleriyle saçlarında yosunların pis kokulu yağları, yor g u n kaçaklar olarak dönüyorlardı. A ubrey'le Stephen'm birlikte arkadaş oldukları b ir sütçü vardı, çok kere süt arabasıyla ineklerin çayıra çıkarıldığı Çarrickm ines'a gidiyorlardı. A dam lar süt sağarken çocuklar sıray la uysal kısrağa binip çayırda dolaşırlardı. Ama .sonbahar gelin ce inekler çayırdan indi: pis kokulu yeşil sidik birikintileri, sı vı gübre yığınları, yem liklerde buharı tü ten kepekleriyle Stradbrook inek ahırlarının ilk görünüşü Stephen'm yüreğini bulan dırdı. Güneşli günlerde k ırlarda o kadar güzel görünen inekler den iğrendi, verdikleri süte bile bakam az oldu. E ylül'ün gelişi onu bu yıl dertlendirm edi çünkü Clongow es'a geri gönderilmeyecekti. Milce Flynn hastaneye kaldırılın ca p ark tak i koşu çalışm aları sona erdi. A ubrey okuldaydı, ak şam ları ancak b ir iki saati boş oluyordu. Çete dağıldı, artık ne gece baskınları, ne de kayalar üzerinde savaşm alar vardı. S te phen kim i zaman akşam sütünü dağıtan arabayla dolaşıyordu, b u serin gezintiler ah ır avlularının pisliği anısını akim dan sildi; sütçünün ceketinde inek kılları, ot tohum ları görmekten iğren mez oldu. A raba ne zam an bir evin önünde dursa iyi silinmiş b ir m utfağı, yarı aydınlık b ir avluyu ya da hizm etçinin bakra cı nasıl tutacağım , kapıyı nasıl kapatacağını görm eye çalışıyor du. Bunun da yeterince ta tlı b ir hay at olacağım düşündü, her akşam böyle yollardan geçip sü t dağıtm anın, eğer elinde kalın eldivenleri, cebinde arada sırada atıştıracak fındık fıstıkla do lu b ir kesekâğıdı olursa. A m a yüreğini bulandıran ve parkın çevresinde koşarken ansızın bacaklarının gücünü kesen o ön 58
sezi, uzun lekeli parm aklarına doğru y aslanır gibi eğilirkenki sarkık tıraşsız yüzüne inançsızca bakm asına yol açan o sezgi, gelecek üzerine düşündüklerini yıkıyordu. Belli belirsiz b ir şe kilde babasının sıkıntıda olduğunu, Clongowes'a bunun için gönderilmediğini anlıyordu. B ir süredir evindeki küçük değişik liğin farkındaydı; ve değişemez kabul ettiği bu şeylerde olan değişiklikler çocuksu dünya kavram ını az da olsa zedelemişti. R uhunun karanlığında ara sıra kıpırdandığını duyduğu yüksel m e tutkusu boşalacak bir y er aram ıyordu. Rock Road'un tra m vay rayı üstünde kısrağın nal takırtıların ı ve arkasında sallanıp tangırdayan büyük bakracı işitirken dış dünyanm kine benzer b ir alacakaranlık onun zihnini de karartıyordu. Gene M ereedes'e döndü, kafasında onun imgesini canlan d ırırken, tu h af b ir tedirginlik duygusu kanm a süzüldü. Kimi zam a n 'b ir ateş onu sarıyor, akşam lan yalnız başına sessiz yolda yürüm eye zorluyordu. Bahçelerin huzuru, pencerelerdeki dost ışıklar tedirgin yüreğine yumuşacık b ir etki ?İsıtıyorlardı. Oy nayan çocukların gürültüsü canını sıkıyor, Clongowes'da duy duğundan daha da keskin olarak, ötekilerden başka tü rlü ol duğunu ona duyuruyordu. Oynamak istemiyordu. Ruhunun sü rek li olarak gördüğü maddesiz imgeyle gerçek dünyada da k a r şılaşm ak istiyordu. Onu nerede ve nasıl aram ası gerektiğini bil m iyordu, am a b ir önsezi, kendi belirli b ir eyleme girişmeden de, bu imgenin gelip onu bulacağını söylüyordu. Sanki Önceden b ir birlerini tanım ış ve buluşm ak üzere sözleşmişler gibi sessizce karşılaşacaklardı, belki kapılardan birinin önünde ya da daha gizli b ir yerde. K aranlık ve sessizliğin ortasında, yalnız başları n a kalacaklardı: ve o üstün şefkat anında birden değişi verecek ti. îm genin gözleri önünde solarak elle tutulm az bir şey olacak sonra bir an içinde değişecekti.
îk i büyük sarı yük arabası bir sabah kapının önünde d u r muş, içinden çıkan adam lar söküp götürm ek üzere eve doluşm uşlardı. Eşyalar, saman tutam ları ve ip parçalarıyla dolu ön bahçeden taşınmış, kapıdaki kocaman arabalara yüklenmişti50
H er şey düşmeyecek gibi yerleştirildikten sonra arabalar g ü rü l tüyle yola çıkmıştı: ve gözükızarık annesiyle vanvana oturduğu vagondan Stephen arabaların Mcrrion Road'a doğru yalpalaya rak gittiklerini görmüştü. Şöminedeki ateş bir türlü yanm ıyordu o akşam onun için M r Dedalus alevi çeksin diye ateş demirini ıskarava yasladı. H a lisiz, yarı döşeli odanın bir köşesinde uyuklayan Charles Amca nın yanında aile resim leri duvara dayalı duruyordu. Masanın üstündeki lamba, taşıyıcıların ayaklarıyla çam urlarm ış döşeme tahtaları üzerine zayıf bir ışık veriyordu. Stephen babasının y a nında bir taburede oturuyor, uzun ve uyarsız bir monolog din liyordu- İlkin bundan bir şey anlam adı ama zaman geçtikçe ba basının düşm anlan olduğunun ve yakında birtakım çarpışm alar yapılacağının farkına vardı- Çarpışmaya kendinin de katılacağı nı, onun sırtına da bazı ödevler yükleneceğini sezdi- Blaçkrock'un rahatlığından, eğlencelerinden bu birden kaçış, sıkıntılı sisli şehirden geçiş, bundan sonra iç'nde yaşayacakları bu çıplak, ne şesiz evin düşüncesi gönlünü k ararttı; ve gene bir sezgi, gelecek te ilgili bir önsezi duydu içinde- Hizmetçilerin niçin avluda top lanıp fısıldaştıkianm , babasının niçin ateşe sırtını çevirip kili min üstünde durduğunu, oturup yemek yemesini söyleyen C har les Amcayla yükses sesle konuştuğunu da anladı— Henüz bir sıkımlık can var bende, Stephen, arkadaşım, dedi M r Dedalus, ölgün ateşi alevli b ir güçlükle karıştırırkenDaha ölmedik, evlât. Hayır, îsa Efendimiz adına (Tanrı beni b a ğışlasın) daha çok v ar ölmemizeDublin yeni ve karm aşık b ir duyumdu. Charles Amcanın aklı öylesine dağılmıştı ki, artık küçük işler için şehre bile gönderem iyorlardı onu ve yeni eve yerleşm enin yarattığı düzensiz lik Stephen'ı Blackrock'dakinden daha serbest bırakm ıştı. Baş langıçta, yakındaki meydanda uslu uslu dolaşmakla yetin'vor, ya da, en fazla, yan sokaklardan birinin yarısına kadar gidiyordu: ama kafasında şehrin kabataslak bir haritasını kurduktan sonra güm rük yapılarına varıncaya kadar ana caddelerden birinden yürüdü korkmadan. Kimse hesap sorm adan doklar ve rıhtım lar arasından geçti, su yüzeyinde kalın s a n b ir köpük yığınının o rta sında dalgalanarak yüzen m an tarlan n çokluğuna, rıhtım hamal60
larım n kalabalığına, sarsılarak giden arabalara, polislerin taran m amış sakallarına şaşkınlıkla bakarak. D uvarlar boyunca yığı lan ya da gemi am barlarından vinçlerle savrularak çıkarılan y ü k balyalarının ona hatırlattığı, hayalın yüceliği ve tuhaflığı, onda, akşam ları bahçe bahçe dolaşıp Mercedes'i aram asına yol açan tedirginliği yeniden uyandırdı. Bu yeni canlı hayatın orta sında kendini bir başka Marsilya'da sanabilirdi, ama parlak gök yüzünü, şarap dükkânlarındaki güneşle ısınmış pencere kafes lerini göremiyordu. Rıhtım lara, ırmağa, basık gökyüzüne bak tıkça belirsiz b ir memnuniyetsizlik onu sarıyordu, ama gene de ondan kaçan birini gerçekten arıyorm uş gibi h er gün aşağı yu k a rı dolaşm akta devam etti. Bir, iki kere annesiyle akrabalarını görmeye gitti: Noel için ışıklandırılm ış ve süslenmiş sevinçli dükkânlar örtünden geçtik leri halde hayata karşı acılaşmış o sessizlik havasından sıyrıl madı. Acılığının vakm ve uzak nedenleri çoktu. Genç olduğu ve çeşitli tedirgin budalaca itkilerin elinde kaldığı için kendine, ay rıca çevresindeki dünyayı bir pislik ve içtensizlik görünüşüne getiren talih değişikliğine kızıyordu. Ama kızgınlığı bu görü nüşe hiç bir şey kazandırmıyordu. Gördüğünü sabırla kaydedi yor, kendini bundan ayırıyor ve kırgınlığını gizlice tadıyorduHalasının m utfağında arkalıksız b ir iskemlede oturuyordu. Ocağın Japon lakesi ile cilalanmış duvarına yansıtıcı olan bir lam ba asılmıştı ve bunun ışığıyla halası dizleri üstünde duran akşam gazetesini okuyordu- Uzun b ir süre gazetedeki gülümse yen resme baktıktan sonra düşünceli b ir tavırla: — Güzel Mabel Hunter! dedi. Kıvırcık saçlı bir kız resinle bakm ak için parm ak uçları üstünde uzanarak yavaşça: — Neyin içinde duruyor, çam ur mu? dedi. — Pandomimada, canımÇocuk bukleli başını annesinin koluna yasladı, resm e b a karak büyülenmiş gibi mırıldandı: — Güzel Mabel Hunter! Büyülenmiş gibi, gözleri uzun zaman yapmacık bir m asu miyetle için için alay eden o gözlere takılıp kaldı, hayranlıkla m ırıldandı: 61
— Ne kadar eşsiz bir yaratık, değil mi? Ve köm ür yükü altında çarpık çarpık yürüyerek sokaktan içeri giren oğlan bu sözleri işitti. Yükünü hem en yere bırakarak görmek için kızın yanına seğirtti. Gazeteyi kızarm ış ve k a ra r mış Sileriyle açtı, kızı om uzlayarak ve görmediğinden yakına rak. Eski karanlık pencereli evin üst katındaki daracık kahval tı odasında oturuyordu. Ateşışığı duvarda titriyor, pencerenin ötesinde hayalim si b ir alacakaranlık nehrin üstüne çöküyordu. Ateşin önünde yaşlı bir kadın çay yapm aya çalışıyor, bu işle uğ raşırken bir yandan da kısık bir sesle papaz ve doktorun no de diklerini anlatıyordu. Son günlerde kadında gördükleri b irta kım değişiklikleri, tuhaf huylarını, sözlerini de söylüyordu. O ise bunları dinleyerek oturuyor ve gözleriyle izliyordu köm ür le r arasında açık yatan serüven yollarını, kem erlerle m ahzen ler, kıvrıla kıvrıla giden galeriler ve sivri çıkıntılı m ağaralar. Birdenbire kapıda b ir şeyin varlığının farkına vardı. Kapı aralığının karanlığında bir kurukafa asıîı duruyordu Ateşin ba şında konuşanların seslerini duyarak gelen maymun gibi yıp ranm ış bir yaratık vardı orada- Sızıldanan b ir ses geldi kapıdan: — Josephine mi o? diye sorarak. Çayla uğraşan kadın ateşin başından neşeyle karşılık verdi: — Hayır, Ellen, bu Stephen. — Ah . . . Ah, iyi akşam lar, Stephen. Selama karşılık verirken kapıdaki surata budalaca b ir gü lümsemenin yayıldığını gördü— B ir şey mi istiyorsun, Ellen? diye sordu ateşin başında ki kadın. Ama o soruya cevap vermedi ve: — Josephine sanmıştım. Seni Josephine sandım, Stephen, dedi. Bunu birkaç kere tekrarladıktan sonra güçsüz bir sesle gül meye koyuldu. Harold's Cross’da b ir çocuk partisinin ortasında oturuyor du. Sessiz, tetikte davranışı huy haline gelmişti, oyunlara pek katılm ıyordu. Çocuklar dans edip tepiniyor, o, neşelerini pay laşmaya çalıştığı halde, parlak şapkalar ve başlıklar arasında 62
kendini karanlık b ir kim se olarak görüyordu. Ama şarkısını söyleyip odanm kuytu b ir köşesine çekildik ten sonra yalnızlığının tad ’.na varm aya başladı- Akşamın başlan' gıcında ona yapm acık ve önemsiz görünen neşe, şimdi yatıştırıcı bir hava akıntısı gibiydi, duyulan önünden sevinçle geçer k a nındaki ateşli titreşim leri başkalarının gözlerinden saklarken, dans edenlerin çemberinden, musiki ve kahkahaların ortasın dan onun bakışı Stephen'm durduğu köşeye doğru övgüyle, alay la, m erakla uzanıp yüreğine heyecan veriyordu. Çocukların en geç kalanları avluda paltolarını giviyorladı: p arti bitmişti. Kız üstüne b ir şal atm ıştı, birlikte tram vaya doğ ru giderlerken, taze ılık soluğunun buğuları atkılı başının üze rinden keyifle uçuyor, camlaşmış yolun üstünde ayakkabıları neşeyle pıtırdıyordu. Son tramvaydı- Sıska boz a tla r da bunu biliyor ve duru geceyi uyarırcasm a çıngıraklarını sallıyorlardı- Biletçi sürüçüyle konuşuyor, fenerin yeşil ışığı altında ara sıra ikisi de uyuk luyordu. A rabanın boş koltuklarına birkaç renkli bilet saçılmış tı. Yol üzerinde hiçbir ayak sesi duyulm uyordu. Sıska boz atla rın burunlarını birbirlerine sürtm esinden ve çıngırakların çal masından başka hiçbir ses gecenin huzurunu bozmuyordu. B ir şey dinler gibi durdular. Stephen üst basam akta, o alttakinde. Birkaç kere onun basamağına tırm andı sonra gene kendininkine döndü konuşmaları arasında ve b ir iki kere de basa m akta onun yakınında durdu, aşağı inmeyi unutarak, sonra in di gene- Onun kıpırtılarına bakarken su yüzeyindeki m an tarlar gibi oynadı yüreği. Atkının altında gözlerinin ona neler anlattı ğını işitti ve y a n karanlık bir geçmişte, gerçek ya da düşsel, anla ttık la n öyküyü önccden de dinlemiş olduğunu sezdi- ö z e n ti lerini Öne sürdüğünü gördü, güzel elbisesini, atkısını, uzun si yah çoraplarını, ve kendisinin bütün bunlara binlerce kere k a pıldığını anladı. Ama hoplayıp zıplayan yüreğinin gürültüsünü bastıran bir ses yükseldi içinden, sahip olabilmek için sadece eli ni uzatm asının yeteceği o arm ağanı alıp almayacağını sordu. Ve Eileen'le yanyana otele, direğe b ir dizi bayrak çeken garsonla ra, güneş vurm uş çimende oraya buraya koşuşan tazıya bakarak durduklannı, sonra birden onun bir kahkaha atarak yolun eğim 63
li kıvrım ından aşağı koşup gittiğini hatırladı- O zaman olduğu gibi şimdi de gönülsüzce duruyordu, önündeki şeylerin durgun b ir seyircisiymiş gibi— Bu da ona sarılmam ı isliyor, diye düşündü. Benimle tram vaya gelmesi bu yüzdendi. Üst basam ağa çıktığında kolay ca sarılabilirim ona: kimseler yok. Onu tutabilir, öpebilirim. Ama hiçbirini yapmadı: boş tram vayda yalnız başına otu rurken biletini parça parça etti ve oluklu basamağa neşesizce dikti gözlerini. Ertesi gün çıplak üst kat odasında saatlerce masa başında oturdu. Önünde yeni bir kalem, yeni bir hokka, yeni yeşil bir defter duruyordu. Birinci sayfanın başına alışkanlıkla cizvit parolasının baş harflerini yazmıştı: A. M. D. G. Sayfanın ilk sa tırında yazmaya çalıştığı şiirin başlığı vardı: E — C — ye- Böy le başlamanın doğru olduğunu biliyordu çünkü Lord Byron'un bütün şiirlerinde buna benzer başlıklar görm üştü Bu başlığı ya zıp altına da süsleyici bir çizgi çektikten sonra hayal kurm aya, defterin kabına resim ler çizmeye koyuldu. Kendini B ray'de, No el yemeği tartışm asının sabahında masaya oturmuş, babasının ikinci hisse uyartılarından birinin arkasına Parnell üzerine bir şiir yazmaya çalışırken gördü. Ama beyni temayla uğraşm ak is tememiş, o da, vazgeçerek, kâğıdı bazı arkadaşlarının ad lan ve adresleriyle doldurm uştu: Iloderick Kickham John Lav/ton A ntohny MacSwiney Simon Moonan Şimdi gene beceremeyecekmiş gibi görünüyordu, ama olay üzerinde kafasını zorlayınca kendine güvenini sağladı. Bu süreç sırasında bayağı ve imlemsiz saydığı bütün öğeler sahne dışı ol du. Ne tram vayın, ne tram vaycıların, ne de atların hiçbir izi kal madı: ne o, ne de kendisi görünür bir şekilde göz önüne çıktı Ş iirler yalnız geceyi, güzel kokulu rüzgârı ve aym b a k ir p ırıltı sını anlatıyordu. Yapraksız ağaçiann altında sessizce d u ru rlar ken kahram anların gönüllerinde tanım lanm ayan b ir üzüntü giz 64
liydi ve, ayrılm a anı gelince, bir tanesinin vermekten kaçındığı Öpücüğü ikisi birden verdiler. Bundan sonra, savfanm dibine ~j. D. S. harfleri yazılmıştı, ve, defteri sakladıktan sonra anne sinin yatak odasına giderek konsolun üstünde duran aynada uzun zaman yüzünü inceledi. Ama rahatlığının, özgürlüğünün süresi sonuna vakiasjvordu. Bir aksam babası eve yemek boyunca dilini acon haberler le dolu geldi. Stenhen babas.mn dönmesini bekliyordu çünkü o gün patatesli kovım eti vardı ve bahasının, ekm esini vemeŞin suvuna banmasına izin vereee/*:ni bilivordu. Ama kovun *»t:nin tadına varam adı, çünkü Clongoweş lakırdısı ta b a m ı b ir iğrenç lik köpüğüyle sıvamıştı— Burun buruna geldik, divordu M r Dedalus dördüncü k e re olarak, tam alanın kösesini dönerken. — Övlevse, dedi Mrs Dedalus, herhalde düzene kovmayı becerebilecektir. Belvedere isini demek işiyorum . — Elbette becerecek, dedi M r Dedalus, mezhep provinsiyali olduğunu söylemedim mi? — H ıristiyan kardeşlere gönderme fikrinden hiç hoşlanmamıştım zaten, dedi Mrs Dcdaîus. — Hıristiyan kardeşlerin cehenneme kadar volu var, dedi Mr Dedalus. Paddy S tink’lc* mi yoksa Mickv M ud'la mı güsin? Yok, yok. madem ki onlarla haşladı, sonuna kadar cizvi.tlorden ayrılmasın- ilerde ona yardım ları olur. O adam lar iyi b ir yer bu lu r insana. —Sonra çok zengin bir mezhep onlarınki, değil mi, Simon? Oldukça. İyi yaşarlar, söylüyorum sana. Cîbngöwes'da yemeklerini gördün. Tanrı adına, yemeklik kaz gibi besiye çe kiyorlar kendilerini. M r Dedalus tabağını Stephen'a iterek içinde kalanları bi tirmesini söyledi. — Haydi bakalım, Stephen, dedi, artık davranm an gerek, ahbap. Tatilin uzun sürdü. — Ah, şimdi çok sıkı çalışacağına güveniyorum, dedi Mrs Dedalus, hele M aurice'ie birlikte olursa. — Hey Ulu T ann'm , Maurice'i unutmuştum, dedi M r Deda-
65
lus. Gel bakalım, Maurice, kalın kafalı yaram az seni! Biliyor musun ki seni bir okula gönderiyorum k. e. d. i. diye yazmasını öğreneceksin. B ir de güzel mendil alacağım burnunu kuru tu tasın diye. Ne eğlence, değil mi? M aurice babasına sonra da kardeşine bakıp sırıttıM r Dedalus gözlüğünü gözüne yerleştirip oğullanna dik dik baktı. Stephen babasının bakışına karşılık vermeden ekm e ğini çiğniyordu— Aklıma gelmişken, dedi M r Dedalus sonunda, rektör ya da daha doğrusu provinsiyal seninle Dolan Baba hakkında bir hikâye anlattıydı bana. Küstah bir haylaz olduğunu söyledi. — Dememiştir öyle, Simon! — Demedi elbette, dedi Mr Dedalus. Ama bütün olayı an lattı. Konuşuyorduk, anlarsın ya, laf lafı açtı. Ha, bu arada, lon cadaki işi kim in alacağını söyledi dersin? Ama sonra söylerim bunu- Evet, dediğim gibi, karşılıklı çene atıyorduk arkadaşça, derken şu bizim arkadaşın hâlâ gözlük takıp takmadığını sor du, sonra da bütün hikâyeyi anlattı. — Kızmış mıydı, Simon? — Kızmak! O mu? Küçük kahram an! dediM r Dedalus provinsiyalin genizden gelme görgülü sesini tak lit etti. — Dolan Baha'yla ben, yemekte olanı anlattığım da hepsine. Dolan Baha’yla ben epey güldük bu içe- Yaptığına dikkat etssn iyi olur, Dolan Baha, dedim, yoksa küçük Dedalus sana dayak cczası verecek. B ir güldük, bir güldük bu söze. Ha! Ha! Ha! Mr Dedalus karısına dönerek kendi tabiî sesiyle ekledi : — Çocuklara karşı tutam larını gösteriyor. Cizvit gibisini hayatında bulamazsın diplomatlık etmekte! Provinsiyalin tonunu takınarak tekrarladı: — Yemekte anlattım hepsine, Dolan Baba, ben. hepimiz yürekten güldük. Ha! Ha! Ha!
Yedinci Pazar Yortusu için hazırlanan oyunun oynanacağı gece gelmişti, giyinme odasının penceresinden Stephen üzerine 66
boydan boya Çin fenerlerinin asılı olduğu ip gerilmiş olan kü çük çimene bakıyordu. Yapının m erdivenlerinden inerek tiy at roya giren ziyaretçileri gözlüyordu. Gece elbiseleri giymiş ço cuklar, eski Belvedere'îiler, tiyatronun girişinde birer, ikişer du ruyor, gelenleri yerlerine götürüyorladı- Ansızın yanan b ir fe nerin parıltısında papazlardan birinin gülümseyen yüzünü ta nıyabiliyordu. Kutsal Ekmek m ihraptan kaldırılm ış, mihraotaki kürsüyle onun önündeki boşluğu serbest bırakm ak için öndeki sıralar a r kaya çekilmişti- D uvarlarda barfiksler vardı, bunların yanında lobutlar duruyordu ve halterler b ir köşeye yığılmıştı: dağınık kahverengi çıkınlarda sayısız lastik pabuçların, atletleri)-, şort ların ortasında iri, deri kaplı atlam a tahtası, beden eğitimi gös terileri sonunda sahneye taşınıp kazanan takım ın ortasına y er leştirilm ek üzere sırasını bekliyorduStephen iyi deneme yazmakla tanınm ış olmasından dolayı beden eğitimi kulübünün sekreteri seçildiği halde, programın birinci kısmında yer almıyor, ikinci kısmı meydana ;?ctiren oyun da baş rolü, gülünç bir pedagog rolünü oynuyordu. Yapısı ve ağır başlı davranışı yüzünden bu rol ona verilmişti, çünkü artık Belvedere'deki ikinci yılının sonunda, ikinci sınıflaydı. Beyaz beden eğitimi giyimleri içinde yirm i kadar küçük ço cuk sahneden aşağı koştular ve bitişik bölümden geçerek kili seye girdiler. Bölümler ve kilise, hevesli öğretm enler ve çocuk larla doluydu. Tombul, dazlak başçavuş ayağıyla atlam a tah ta sının yaylarını deniyordu. Lobutlarla Özel bir gösteri yapacak olan uzun pardesülü zayıf genç adam, yaldızlı lobutları derin yan ceplerinden başların: uzatmış, yakında duruvor ve ilgiyle çevresine bakmıyordu- B ir başka takım sahneye çıkmaya h a zırlanırken tahta güllelerin kof takırtısı işitildi: b ir an sonra he yecanlı yönetmen çocukları bir kaz sürüsü gibi bölümden dışarı koşturuyor, cüppesinin kanatlarını sinirli sinirli çr.pıyor, geri kalanlara acele etm elerini haykırıyordu- Kilisenin ucunda kü çük bir Napolili köylüler kümesi adım larını talim ediyor, kim i si kolarm ı başlarının üzerinden döndürüyor, kimisi de kâğıt tan menekşelerle dolu sepetlerini sallayarak selâm veriyordu. Kilisenin karanlık bir köşesinde m ihrabın İncil okunan yanın 67
da şişman yaşlı b ir kadın bol siyah etekleri arasında diz çöktü. Ayağa kalktığında, bukleli san bir perukayla eski biçimde h a sır bir şapka giymiş, kaşları siyaha boyanmış, yanakları hafif çe allıklanarak pudralanm ış, pembe elbiseli b ir işi ortaya çıktı. Bu gene kız görünüşlü kimsenin be!:rişiyle kısık bir m erak m ı rıltısı kiliseyi dolaştı. Yönetmenlerden biri, gülüm seyerek ve ba şını sallayarak karanlık köşeye yaklaştı, şişman yaşlı kadına eği lerek selam verdikten sonra, nazik b ;r sesle: — Yanınızdaki genç güzel bir hanım mı, yoksa b ir bebek mi, Mrs Tallon? dediSonra, hasır şapkanın altında gülüm seyen boy?.:ı yüze bak mak için eğilerek, şaşkınlıkla: — A, hayır, B ertie Tallon'mış meğerse, dedi. Stephen pencerenin yanındaki yerinden papazia yaşlı ka dının gülüştüklerini, güneş - şapkası dansını kendi başma oyna yacak olan küçük oğlanı görmek için ileri giderken çocukların arkasında hayranlıkla m ırıldandıklarını işitti. Sabırsız b ir h are k et yapm aktan kendini alamadı. Tuttuğu perdeyi bıraktı, üstün de' durduğu sıradan inerek kiliseden dışarı yürüdü. Okuldan çıktı, bahçenin kenarındaki saçak damın siltında durdu. Karşıdaki tiyatrodan seyircilerin boğuk gürültüsü, as k erler bandosunun ansızın tiz boru sesleri geliyordu. Işık, cam çatıdan v u k an doğru yayılıyor, tiyatroyu, evlerden tekneler ara sına dem ir atmış, fenerlerinin dayanıksız telleriyle rıhtım a bağ lanmış, şenlikli bir Nuh gemisi gibi gösteriyordu. Tiyatronunyan kapısı birdenbire açıldı ve bir ışık oku çimenlerin üstünde uçtu. Gemiden ansızın b ir musiki, bir valsin prelüdü yükseldi: yan kapı yeniden kapanınca dinleyen musikinin hafif ritmini işitebiliyordu. Giriş notalarının uyandırdığı duvğu ağır!ıklan ve akışlarındaki esneklik, bütün günlük tedirginliğinin, biraz önceki sabırsız hareketinin nedeni olan o anlatılamaz duyguyu yüzeye çıkardı. Tedirginliği bir ses dalgası gibi boşaldı içinden: akan musikinin gelgitine kapılmış gemi yol alıyor, fenerler ta kılı tellerini ardından çekiyordu. Sonra minik b ir topçu ateşi ni andıran bir gürültü sesin akışını durdurdu. Talita gülleli ta kım ın sahneye çıkışım karşılayan alkıştı bu. Saçağın ötedeki ucunda sokağın yakınında karanlığın için 63
de pembe bir ışık beneği görünüyordu, oraya doğra giderken hafif, baharatlı bir koku duydu. B ir kapının kem en altına sı ğınmış iki çocuk sigara içiyorlardı, daha y a n la m a varm adan H eron'u sesinden tanıdı. — îşte geliyor soylu Dedalus! diye haykırdı gırtlaktan gel me b ir ses. Hoşgeldin güvenilir arkadaşımız! Bu karşılama, Heron doğulular gibi selâm verip bastonuy la toprağı dürtüklem eye başlarken hafif neşesiz bir gü'üşîp so na erdi. — İşte geldim, dedi Stephen, durarak ve gözlerini H eron'dan arkadaşına çevirerek. Arkadaşını tanım ıyordu, ama karanlıkta, yanan sigara uç larının yardım ıyla, üstünde b ir gülümsemenin yavaşça gezindiği, soluk züppemsi bir surat, pardesülü uzun bir boy ve b ir şapka seçebildi. Heron tanıştırm a sıkıntısına girmeden söze başladı: — Arkadaşım W allis'e bu gece öğretmen rolünde rektörün taklidini yapsan ne büyük m atrak olacağını söylüyordum. Kor kunç alay olurdu. Heron arkadaşı için rektörün bilgiç bas sesinin başarısız bir benzetmesine girişti, sonra, başarısızlarına gülerek Stephen'dan taklit yapmasını istedi. — Haydi, Dedalus, dedi, son çok iyi yaparsın- Kiliseyi din lemeyen sizin gözünüzde dinsiz ve meyhaneciden farksız olma lıdır. Sigarası ağızlığına sıkışan W allis'den gelen hafif b ir kızgın lık sözü taklidi y an d a bıraktı. — Allah kahretsin şu pis ağızlığı, dedi, ağrından çıkarıp ağızlığa som urtarak ve hoşgörüyle gülerek- Hep böyle yapışı yor. Ağızlık kullanır mısınız? — Sigara içmem, dedi Stephen— Hayır, dedi Heron, Dedalus örnek bir gençtir. Sigara iç mez, meyhanelere gitmez, flört etmez, hiçbir şevi lanetlemez ya da h er şeyi lanetlerStephen başını salladı ve rakibinin, kuş gibi gagalı, kızar mış, hareketli yüzüne bakıp gülümsedi. Vincer.* Heron un bir kuş adına olduğu gibi kuş yüzüne de sahip olmasının tuhaflığı nı çok kereler düşünmüştü. Alnında tüylü ibik gibi b ir saç deme 69
ti vardı: alm dar ve kemikliydi ve açık renkli, a^latımsız, b ir birine alabildiğine yakın fırlak gözleri arasında ince kıvrık bir burun duruyordu. R ahipler okul arkadaşıydı. Sınıfta birlikte oturuyorlar, kilisede birlikte diz çöküyorlar, yemeklerden, dua lardan sonra birlikte konuşuyorlardı- Birinci sınıftaki çocuklar hiçbir özelliği bulunm ayan kişiliksiz kim seler oldukları için, Stephen'la Heron ders yılı boyunca neredeyse okulun başkanlan olmuşlardı. Rektörden bir günlük tatil istemeye, ya da b ir ço cuk için izin almaya hep onlar çıkardı. — Ha, aklıma gelmişken, dedi Heron birdenbire, senin pe deri gördüm demin. Stephen’m yüzündeki gülümseme soldu. Bir çocuk ya da öğretmenin babası hakkında söylediği herhangi bir söz o anda bütün huzurunu kaçırıyordu. T-Ieron'un daha riclf’j* .söyleyeceği ni ürkek bir sessizlikle bekledi- Ama Heron yüzüyle b ir şeyler anlatm ak ister gibi onu dirseğiyle dürterek: — Çok sinsi herifsin sen, dedi— Niçin? dedi Stephen. — İnsan senin ağzında bakla ıslanmaz sanıvcr, dedi H e ron. Ama korkarım çok sinsi adamsın. — Ne söylemek istediğini sorabilir miyim? de.di Stephen kibarca. Sorabilirsin ya, diye cevap verdi Heron. Gördük onu, değil mi, Wallis? Çok da güzel kızmış yani. Hem de meraklı! Stephen hangi rolü oynayacak, M r Dedalus? Stephen şarkı söy lemeyecek mi, M r Dedalus? Seninki de ona gözlüsünün ardın dan öyle bir bakıyordu ki sanırım o da yakaladı r.urnsrarı e.rtık- Ama ben olsam hiç aldırmam. T anrı hakkı için. Dehşet bir kız, değil mi, Wallis? — Hiç kötü değil, diye cevap verdi \Vallis durgunca ağızlı ğını ağzının köşesine bir daha yerleştirirken. B ir yabancının yanında söylenen bu kaba sözler karşısın da Stephen'm zihninden bir anlık b ir öfke oku uçtu B ir kızın gösterdiği ilgi ve saygıda ona gülünç görünen bir şey yoktu. B ü tün gün boyunca Harodl's Cross'daki tram vayın basam akların da ayrılışlarından başka bir şey düşünmemişti, bıı olayın için den geçirdiği kırgın duygular akımını ve hakkında yazdığı şiiri. 70
Bütün gün kafasında onunla yeni bir karşılaşırm a kurm uştu çünkü oyuna gelcceğini biliyordu- Eski tedirgin küskünlük p arti gecesinde olduğu gibi göğsünü sarm ıştı gene, ama bu kere şiir le boşalma yolu bulamamıştı. O zamanla b u zaman arasında iki yıllık bir çocukluğun büyüm e ve bilgisi durm uş, böyle bir boşal mayı önlemişti: ve bütün gün boyunca içindeki karam sar seve cenlik akımı karanlık atılış ve anaforlarla ileri akıp gene ken dine dönmüş, sonunda yönetmenin şakaları ve küçük, boyanmış oğlan ondan bir sabırsızlık hareketi koparm caya kadar yormuş tu onu. — Onun için artık kabul edebilirsin, dîye devam eti ; Heron, bu sefer seni adamakıllı yakaladığımızı. Bundan sonra aziz num arası yapamazsın bana. Hafif, neşesiz bir kahkaha çıktı ağzından, biraz önceki gibi eğilerek bastonuyla Stephen'm baldırına hafifçe vurdu, şakacı b ir cezalandırmada bulunur gibi. Stephen'm kızgınlığı geçmişti bile. Ne sevineli ne de şaşk-.ndı, sadece şakanın sona ermesini istiyordu. Om budalaca bir kabalık gibi görünen bu sözlere pek kızmıyordu çünkü zihnin deki serüvenin bu konuşm alarla herhangi bir tehlikeye girm e diğini biliyordu: rakibinin yapmacık gülüşü onun yüzüne de yan sım ıştı— Kabul et! diye tekrarladı Heron, gene bastonuyla Stephcn'm baldırına vurarak. Vuruş gene şaka yolluydu ama birincisi gibi hafif değildi. Stephen derisinin sızladığını, biraz ve neredeyse acısızca yan dığını duydu; uysal bir tavırla başını eğerek, arkadaşının şaka cı havasına uymak ister gibi, Ccnfiteor'u okumaya başladı. Episod iyi bitti. Çünkü Heron da, \ValHs de dine karsı bu saygı sızlığa bol bol güldüler. İtiraf Stephen'm yalnızca dudaklarından geldi, ve dudak ları kelimeleri söylerken, ansız bir ar.ı, sanki büyü voluylâymışçasına, onu başka bir sahneye taşıdı, Heroıı'un gülümseyen du daklarının kenarlarında soluk, kötü gamzeleri gördüğü, basto nun baldm nda bildik vuruşunu duyduğu, ve bildik paylama sö zünü işittiği anda: — Kabul et. 71
Okulda birinci devrenin sonlarına doğru, altıda olduğu sı ralardaydı. Duygun kişiliği hâlâ bilinemeyen. çirkin b ir yaşa ma yolunun kırbaç yaralarından sızlıyordu- Dublin'in sıkıcılığı karşısında ruhu hâlâ yatışmamıştı ve neşesi yoktu. îki yıl süren bir hayal kurm a döneminden çıkarak ker.dini yepveni b ir ortam içerisinde bulm uştu, bu ortamda yer alan her olay ya da insan onu yakından etkiliyor, yüreksizleştiriyor ya da büyülüyor ve, ister büyülesin, ister yüreksizleştirsin, her zaman tedirginlikle ve acı düşüncelerle dolduruyordu. Okul hayatından serbest ka lan boş zamanı, alayları ve seri sözleri beynindin çıkıp kendi incelmemiş yazılarına dökülünceye kadar orada b ir ma yalanmaya yol açan birtakım yıkıcı yazarlarla birlikte geçiyor du. Deneme yazm ak bütün haftasının başlıca çalışmağıydı, her Salı, evden okula yürürken, yolda karşılaştığı şevVf»re göre alınyazısım okur, önünde giden birisiyle kendini yansan düşm an la r yerine koyar, belirli bir hedefe varm adan önco onu geçmek için yürüyüşünü hızlandırır ya da yoldaki taşlarır arasına titiz ce basarak haftanın deneme yazısında birinci olu? olamayaca ğını konuşurdu kendi kendineB ir Salı günü zaferlerinin gidişi kabaca bozulmuştu. İngi lizce öğretmeni M r Tate parmağıyla onu gösterdi ve duygu suzca: — Bu çocuğun denemesinde dinsizlik var, de*?! Sınıfın üstüne bir sessizlik çöktü. M r T ate sekizliği bozma dı, fazlasıyla kolalanmış gömleğinin yakasıyla k o llan hışırdar ken eliyle bacağını tutarak durdu- Stephen başını kaldırıp b a k madı. Nemli bir ilkbahar sabahıydı, gözleri hâlâ jrtv*.ftı, sız ıy o r du- Başarısızlığının, yakalanışının bilincindeydi, zihnînin, evinin bakımsız çirkinliğini biliyordu, çentikli yakasının nem 1) kenarı nı boynunda duyuyorduM r Tate'den gelen kısa, sesli bir gülüş sınıfı biraz rah at lattı— Belki kendin de bilmiyorsun, dedi adam. — Nerede? diye sordu Stephen. M r Tate kâğıtları karıştıran elini çekerek kâğıdı m asaya yaydı. 72
— Burada. Yaratıcı'm ız ve ruh hakkında. Hmni • H m m .. H m m .. Hah! Hiçbir zaman daha yakma gelebilme olanağı ol madan- Bu dinsizlik. Stephen mırıldandı: — Hiçbir zaman erişme olanağı olmadan demek istedim. — H a ... Evet! Eri.şme. O zaman başkaAma sınıf bu kadar çabuk yatışmadı. Ders bitlikten sonra kimse onunla olay hakkında konuşmadığı halde çevresinde, be lirsiz, genel, kötü niyetli b ir sevinç sezebildi. Böylece herkesin önünde azarlanışından birkaç gece sonra b ir mektupla D rum condra Yolu'ndan giderken bir sesin h ay k ır dığını duydu: — Dur! Döndü, alacakaranlıkta kendi sınıfından üç cocuğun ona doğru yaklaşm akta olduğunu gördü. Bağıran Heron'du, yanın daki iki yaverinin arasında yürüyüş hızına göre bin d ek i ince sopayla önündeki havayı yararak geliyordu. Arkadaşı Boland, yüzünde geniş b ir sırıtm ayla yanında yürüyor, Nach de birkaç adım geriden soluyarak, kocaman, kızıl saçlı katasım sallayarak geliyordu. Çocuklar birlikte Clonc’iffo Y oluna sapar şaprŞâz kitaplar dan, yazarlardan konuşmaya başladılar, hangi kitapları okuduk larını, evde babalarının kitaplıklarında kaç tane kitap olduğu nu anlatarak. Stephen bunları biraz şaşarak dinledi çünkü, Boland sınıfın budalası, Nash de tembeliydi. Gerçekten de, en sev dikleri yazarlar üstüne biraz konuştuktan sonra, Nash en b ü yük yazarın Captain M arryat olduğunu ileri sürdü. — Saçma! dedi Heron, Dedalus'a sor. En büyük yazar kim, Dedalus? Stephen sorudaki a la y a tonu sezdi ve 1 — Düzyazı mı demek istiyorsun? dedi— Evet. — Nev/man, bence. — Kardinal Newman mı? diye sordu Boland — Evet, diye cevap verdi Stephen. Stephen'a dönüp söze başlarken Nash'in çilli yüzündeki sı rıtm a genişledi: 73
— K ardinal Nevvman'ı beğeniyor musun, Dedalus? — En güzel düzyazı üslûbunun Newman'da olduğunu söyleyen çok insan var, dedi Heron öbürlerine açıklayarak. Ama o şair değil elbette. — Ya en iyi şair kim, Heron? diye sordu Boland. — Lord Tennyson, başka kim olacak, diye ccvap verdi Heron. — Öyle ya, evet, Lord Tennyson, dedi Nash. B ütün şiirleri var bizim evde, bir kitaptaBunun üstüne Stephen sessizce kendi kendine verdiği söz leri unutarak patladı: — Tennyson şair ha! Manzumeciden ileri gidermez o! — Haydi, sen de! dedi Heron. Tennyson'ın on büyük şair olduğunu herkes bilir. — Peki ya sen kimdir diyorsun en büyük şair? diye sor du Boland, yanındakini dürterek. — Byron, elb ette, dedi Stephen. Heron'un öncülüğüyle üçü birden alay ederek güldüler. — Neye gülüyorsunuz? diye sordu Stephen. — Sana, dedi Heron. Byron en büyük şairnrüş! Ancak eği tim görmemiş insanlara göre şairdir Byron — Çok iyi bir şair olmalı! dedi Boland. — Sen çeneni kapalı tutsan daha iyi edersin, dedi Stephen, yiğitçe ona dönerek- Senin şiirden bütün anladığın bahçedeki tuğlalara yazdığın kadar, hani su seni cezalandıracakları şey. Gerçekten, Boland'm okuldan evine atla giden bir sınıf a r kadaşı için bahçedeki tuğlalara bir beyit yazdığı söylenirdi: Tyson atla tutmuşken Kudiis yolunu Düşüp yaraladı Alec Kafoozelum'unu Bu çıkış iki yardakçıyı susturdu ama Heron foyam etti: — Üstelik Byron dinsiz hem de ahlâksızdır. — Ne olduğu benim um urum da değil, diye haykırdı Ste phen öfkeyle. — Dinsiz olup olmadığı um urunda değil mi7 dedi Nash. -- Sen ne bilirsin bu işleri? diye bağırdı Stephen. Derste 74
yaptırılan çeviriden başka tek dize oküm^jûışsmdır hayatında; ne sen, ne de Bol and— Byron'ın kötü b ir adam olduğunu ben biVlyprum, dedi Bol and. — Haydi, tu tu n şu dinsizi, diye seslendi Heron. B ir an içinde Stephen sımsıkı yakalanmıştı. — Tate geçen gün seni yerinden hoplattı, diye devam etti Heron, şu denemendeki dinsizlikten dolayı. — Yarın anlatacağım ona, dedi Boland. • - öy le mi? dedi Stephen. Ağzını açmaya korkarsın. — K orkarım ha? — Evet, ödün kopar. Adam gibi konuş! diye haykırdı Heron sopasıyla Stephen'ın bacaklarına vurarak. Saldırılarının işareti bu oldu- Boland lağım ::uvunda yatan uzun bir lahana kökünü yakalarken Nash Stephnn'm kollarını arkadan kavradı- Sopayla budaklı sapın vuruşları altında boğu şan, tekm eler atan Stephen dikenli telden çite doğru sürüldü. — Byron'm iyi olmadığını kabul et. — Hayır. — Kabul et— Hayır. — Kabul et— Hayır. Hayır. Sonunda öfke dolu birkaç savruluştan sonra kendini k u rta rabildi. Ona işkence edenler Jor-.es Y oluna doğru kaçtılar, güle rek ve alay ederek, o da, gözleri yaşlarla körleşerek, yum rukla rım çılgınca sıkıp savurarak ve hıçkırarak arkalarından gitm e ye çalıştı. Dinleyicilerinin gülüşleri arasında hâlâ Oonfiteor'u okur ken ve bu kötülük dolu episodun sahneleri keskince ve hızla ka fasından geçerken o zaman ona işkence edenlere karşı neden için de kin beslemediğine şaştı. Korkaklıklarının, kötülüklerinin en ufak parçasını bile unutmamıştı, ama olayın arası onda b ir kız a n lık ir .',:! irmiyordu. K itaplarda rasladığı bütün ateşi i aşk ve nefret bel imlemeleri bu yüzden ona gerçekt en uzak görünm üş tü. Daha o gece, Jones Yolu’ndan evine doğru sendeleyerek 75
ilerlerken bile, bir kuvvetin kendisini, bir yemişin yum uşak ol gun kabuğundan soyulurundaki kolaylıkla, kızgınlığından yok sun bıraktığını duymuştuîk i arkadaşıyla saçağın sonunda durup kaldı, konuşm aları nı, ya da tiyatrodan gelen alkış seslerini hareketsiz dinleyerek. O da orada öbürlerinin arasında oturuyor, belki or.un sahne de görünmesini bekliyordu. Görünüşünü hatırlam aya çalıştı am a olmadı. Sadece kukulete gibi duran bir örtüyü haçına sardığını ve koyu renk gözlerinin onu davet ettiğini, ürküttüğünü h a tır lıyordu. Acaba kendisi de onun düşüncelerini dol burm uş m uy du böyle? Sonra karanlıkta, öbürleri görmeden, bir elinin p a r m ak uçlarım öbür elinin avucuna dayadı, hafifçe neredeyse hiç dokunm adan. Ama onun parm aklarının yaptığı basınç daha h a fif, daha sürekli olmuştu: ve birden dokunuşlarının anısı bey ninden ve gövdesinden görünmez b ir dalga gibi geçti. B ir çocuk onlara doğru geldi, saçağın altından koşarak. H e yecanlı, soluk soluğavdı. — Hey, Dedalus, diye haykırdı, Doyle çok kızdı sana. He men içeri gidip giyinmelisin oyun için. Çabuk olsan iyi edersin. — Şimdi geliyor, dedi Hem n haberciye, tepeden bakan bir yayvanlıkla, canı istediği zaman. Çocuk, H eron'a dönerek tekrarladı: — Ama Doyle çok kızdı— Doyle'a saygılarım la birlikte cam cehenneme dediğimi bildirir misin? diye karşılık verdi Heron. — Peki, gitmeliyim artık, dedi Stephen, bö\r1e şeref mese lelerine fazla önem verm iyordu. — Ben olsam gitmem, dedi Heron, kahrolayım gidersemYüksek sınıftan çocuklara böyle haber yollanma?’. Kızmışmış, bak hele. Onun o kötü oyununda rol alman yeter de a rta r bile. Son günlerde rakibinde gözüne çarpan bu kavgacı yoldaşlık havası Stephen'ı sessizce boyun eğm e yolundan çıkarmamıştıBüyük adam olmanın pek güzel belirtileri olarak göremediği bu çeşit yoldaşlığın içtenliğinden şüphe ediyor, bu alevliîiğe giivenemiyordu. B urada ortaya atılan şeref meselesi, b*.ı gibi bütün meseleler gibi, ona önemsiz geliyordu- Bir yandan zihni kendi elle tutulm az hayaletlerini kovalarken ve bu kovalam adan ka 76
rarsızlıkla vazgeçerken bir yandan da çevresinde babasıyla öğ retm enlerinin ona h er şeyden önce b :r efendi olmasını ve her şev den önce iyi bir kâtöl;k olmasını sövleven seslerini işitmişti. Bu sesler şimdi kulaklarına uğultu gibi geliyordu. Gimnazvum açıl dığı zaman bir başka sesin ona güçlü, erk^k, saflıklı olmasını söylediğini işitmişti ve ulusal kalkınm aya doğru harek et okulda kendini duyurm aya başladığı zaman gene bir baskc. ses cna vurduna sadık kalm asını, yurdunun dilini ve g e l e n e ğ i yükseltm e ye vardım etmesini buyurm uştu Aşağılık dünya d i. önceden gör düğü gibi, dünyevî bil- ses ona çalışarak babasının bozulan idle rini düzeltmesini söyleyecekti ve bir yandan, okul arkadaşları nın sesi ondan savgıde^er bir adam olmasını, onları suçlama lard an kurtarm asını ya da cezalarını bağışlatm asını ve okula ta til günleri kazandırm ak için elinden geleni yapriinsmı istiyordu. Ve onun hayaletleri kovalarken kararsızlık içinde duralam ası na bu uğultulu çağırıların gürültüsü yol açıyordu B unlara an cak bir zaman için kulak veriyordu am a sadece enlarçfen uzak olduğu zam anlar m utlu oluyordu, onların seslenmelerinin öte sinde, yalnız başına ya da hayalet;m si yoldaşlarının arasında ol duğu zamanlar. Kilisenin yanındaki küçük bölmede tombul t; ze yüzlü bir eizvitle biçimsiz mavi elbiseler giymiş yaşlıca b ir ad&ft boyalar v e tebeşirlerle dolu bir kutuyla uğraşıyorlardı. Bovanmaları bi ten çocuklar orada burada dolaşıyor, ya da tu tu k bir halde k ı m ıldam adan duruyorlardı, kaçak parm ak uçlarıyla sakınganca yüzlerini yoklayarak. Bölmenin ortasında o sırada okula konuk gelmiş olan genç bir cizvit, ellerini yan ceplerire alabildiğime sokmuş, topuklarından parm ak uçlarına, sonra te k ra r geriye tem poyla sallanıyordu. Küçük kafasının parlak k*zıl buklele riyle yeni tıraş edilmiş yüzü cüppesinin lekesiz saygıdeğer te mizliği ve lekesiz ayakkabılarıyla iyi uyuşuyordu Bu sallanan biçimi gözlerken ve kendi hesabma papazın alaycı gülümsemesindeki efsaneyi okumaya çalışırken Stepher.'m aklına daha Olongovves'a gönderilmeden önce bahasından duy duğu, cizvitlerin h er zaman giyinişlerinden a n la ta c a ğ ı sözü geldi- Avnı anda babasının zihniyle bu gülümseyen iyi giyim li papazmki arasında bir benzerlik gördüğünü düşündü: papa 77
zın görevinde, ya da şu sırada yüksek sesli konuşma ve şaka laşm alarla sessizliği bozulan ve havası gaz alevlerinin, yağla rın kokusuyla keskinleşen bölmenin görevinde kutsallıktan bir uzaklaşma olduğunun farkındaydı. Yaşlıca adam alnına kırışıklar çizer, çenesi siyaha, maviye boyanırken, ona yüksek sesle konuşmasını, sözlerini açıkça söy lemesini anlatan tombul genç cizvitin sesini dalgın dalgın din ledi. Bandonun The Liiy of K illanıcy’i çaldığını duydu, birkap dakika sonra perdenin açılacağını biliyordu. Sahneye çıkm ak tan korkm uyordu ama oynayacağı rolü düşünm ek onu utandı rıyordu . Söyleyeceği sözlerden birkaçının anısı boyalı yanakla rını kızarttı. Onun ağırbaşlı büyüleyeci gözlerinin seyirciler a ra sında kendine dikildiğini gördü ve bu imge b ir anda bütün kuş kularını süpürüp atarak istemini sağlam laştırdı. B ir başka ya radılış ona ödünç verilmiş gibiydi: çevresindeki gençlik ve coş kunluğun bulaşıcılığı küskün güvensizliğini' girerek onu yeni den biçimlendirdi. B ir ender an için oğlan çocukluğun gerçek giyimlerini kuşanmış gibi oldu- Sahnenin kenarındaki odacık ta öbür oyuncular arasında dururken, inip kalkan dekor tuvali iki güçlü papaz tarafından sert asılm alarla çalkalanarak yukarı çekilirken çocukların ortak neşesini o da paylaştı. B ir iki saniye sonra kendini sahnede, gösterişli gaz ışığı ve loş dekorlar arasında buldu, boşluğun sayısız yüzleri önünde rolünü oynarken. Çalışmalar sırasında bağlantısız, cansız bir nesne olarak bildiği oyunun birdenbire kendine özgü bir hayat kazanmasına şaştı. Sanki oyun şimdi kendi kendisini oynuyor, o ve arkadaşları rollerini yaparak ona yardım ediyorlardı. P er de son olarak indikten sonra boşluğun alkışla dolduğunu işitti ve, yan tarafta bir çatlaktan, önünde oynadığı basit gövdenin büyütenmişçesine biçim değiştirdiğini, yüzlerden kurulu boşlu ğun her yanda parçalanıp hareketli küm eler halinde dağıldığı nı gördü. Sahneden çabucak ayrılarak kendini giydiklerinden k u r tardı, sonra kiliseden geçerek okul bahçesine çıktı- Oyun böyle likle sona erdikten sonra sinirleri bir başka serüven istiyordu Bu serüvene yetişmek ister gibi hızla ileri yürüdü. Tiyatronun bütün kapıları açılmış, seyirciler dışarı boşalmıştı- B ir geminin 78
palam arları olarak gördüğü tellerde neşesizce yanan birkaç Ti ner gece meltemiyle sallanıyordu. Bahçeden yükselen basamak ları aceleyle tırm andı, bir avı kaçırm am ak hırsıyla, avludaki ka labalığın arasından ve çıkanların akınını seyreden, selam veren, ziyaretçilerle el sıkışan iki cizvitin yanından itiş kakışla yolunu buldu. Sinirli sinirli yoluna devam etti, artan bir acele etm e h a vası takınarak ve pudralı başının gerisinde bıraktığı gülümse melerin, bakışların, dürtüşlerin şöyle böyle farkında olarak. B asam akların tepesine varınca ailesinin birinci lambanın altında onu beklediğini gördü. B ir bakışta küm enin içindeki herkesin tanıdık olduğunu farketti, basam aklardan aşağı öfkey le koştu— George sokağında bir haber bırakm am gerek, dedi ba basına aceleyle- Arkanızdan varırım eve. Babasının sorularını beklemeden yolun öte yanma koştu, büyük bir hızla tepeden aşağı inmeye başladı- Ne yana y ü rü d ü ğünü pek bilmiyordu. G urur, umut, istek —ezilmiş o llar gibi— yüreğinden zihninin gözleri Önünde çıldırtan günlük dum anlan tüttürüyordu. Yaralanm ış gurur, yitik umu', ve şaşkın istekten çıkan dum anların kargaşalığı arasında tepeden aşağı yürüdüAcı çeken gözlerinin Önünde yoğun, çıldırtıcı dum anlar yukarı yükseliyor, hava yeniden açık ve soğuk olana dek üzerinden gerilere uçup gidiyorlardı. Bir zar hâlâ gözlerini perdeliyordu ama artık gözleri yan mıyordu. Onu her zaman kızgınlıktan, tiksintiden sıyıran gü ce benzer bir güç adım larına durgunluk getirdi. Kımıldamadan durdu, morgun sıkıntılı sundurmasına, oradan da yandaki ka ranlık, kaldırım taşlı yola baktı. D ar yolun yanındaki duvarda ki Lotts kelimesini gördü, ekşi kokan ağır havayı yavaşça içi ne çekti. — Bu a t sidiği ve çürük saman, diye düşündü. Güzel b ir ko ku koklamaya. Yüreğimi durgunlaştıracak- Yüreğim oldukça durgun şimdi. Geri döneceğim.
K ingsbridgede demiryolu vagonunun köşesinde Stephen b ir kere daha babasının yanm a oturm uştu. Babasıyla gece tre79
Rinde Cork'a gidiyordu. Tren buharlar çıkararak istasyondan ayrılırken yıllar önceki çocukça şaşkınlığını, Clongowes'da ilk gününün bütün olaylarını hatırladı. Ama şimdi şaşkınlık duy m uyordu. K araran toprakların, yanından kayarak geçtiğini, her dört saniyede b ir sessiz telgraf direklerinin pcncercnin yanı sı ra hızla aktığını, bir iki sessiz nöbetçinin beklediği küçük ışıl dayan istasyonların tren tarafından geri atıldığını, b ir koşucu nun geri fırlattığı kıvılcım lar gibi karanlığın içinde b:r an pı rıldadıklarını görüyordu. Babasının Cork'u ve gençliğini anışmı onunla duygudaş ol madan dinledi, ölmüş bir arkadaş imgesinin belirdiği ya da anı ların sahibi ansızın şimdiki ziyaretinin amacın: hatırladığı za m anlarda b ir iç çekişi ya da cep m atarasından içilen yudum lar la kesilen bir Öyküydü bu. Stephen işitiyor ama acıynrmyordu. Ö lm üşlerin im geleri hepsi yabancıydı ona, Charles Amcanınkinden başkası, bu imge de son zam anlarda belleğinden s ilili yordu- Ama babasının m allarının açık artırm ayla satılacağını bi liyordu, böylelikle m irasından yoksun bırakılırında dünyanın hayallerini kabaca yalanladığını duydu M avborough'da uykuya daldı. Uyandığında tren M nl'ov/u geçmiş, babası da karşı koltukta uzanıp uyum uştu. Şafağın so ğuk ışığı ortalığı sarm ıstı, insansız tarlaları ve kapısı kapalı ev cikleri. Sessiz araziyi gözler ya da zam an zaman babasının derin soluğunu ya da ansız uykulu kıpırtılarını işHirken uykunun korkunçluğu zihnini uğraştırdı- Görünmeden uyuyanlarla sarıl mış olmak onu tuhaf bir korkuya düşürdü, sanki kendine bir zarar vereceklerm iş gibi, ve bir an önce sabah olması için dua etti. Ne Tanrı'ya, ne de bir azize yöneltilmemiş olan duası, iişütücü sabah meltemi kapı eşiğindeki aralıktan sızıp ayaklarına ge lirken bir ürpertiyle başladı ve trenin direten ritm ine uydurduğu b ir saçma kelim eler diz;siyle sona erdi; sessizce, dörder saniye lik aralarla, ve telgraf direkleri musikinin dört nala akan nota larını tam zam anında gelen ölçülerle sürdürdüler. Bu öfkeli m u siki korkusunu yatıştırdı, pencereye yaslanarak yeniden gözkapaklarını kapattıDaha sabahın erken saatlerindeyken şıngırtılarla Cork'a vardılar ve Stephen uykusunu V ictoria Oteli’nin bir odasında 80
tam am ladı. P arlak sıcak güneş ışığı pencereden içeri doluyor du ve sokakta arabaların gürültüsünü işitebiliyordu. Babası tu v alet masasının önünde duruyor, saçını, yüzünü, bıyığını büyük b ir titizlikle inceliyor, m usluğun üstüne doğru boynunu uzatı yor, daha iyi görmek için yan dönüyordu. B unları yaparken ga rip am a sevimli bir şive ve sözlerle kendi kendine hafif sesle şark ı söylüyordu: «Gençlik ateşidir D elikanlıları evlendiren, Onun için sevgili, ben A rtık durm am burdaTedavi edilmeyen, Y aralanır elbet, Onun için ben. Gideceğim Amerika'ya«Sevgilim benim güzel Sevgilim benim tatlı: Tıpkı viski gibi. Taze olduğunda; Ama yaşlanıp Soğuyunca üstelik, Solar ve ölür Dağlardaki çiğ gibi.» Pencerenin dışındaki sıcak güneşli kentin bilincinde olmak, babasının garip acı m utlu türküye fistolarla tutturulm uş sesi Stephen'm beyninden gecenin bütün sıkkın sislerini dağıttı. Ç a bucak giyinmeye başladı, şarkı bitince: — B ütün öbür şarkılarından çok daha iyi bu, dedi. — Daha mı çok beğendin? diye sordu M r Dedalus. — Hoşuma gitti, dedi Stephen. — Güzel eski bir havadır, dedi M r Dedalus, bıyıklarının uçlarını burarak. Ama, ah, Mick Lacy'yi dinleyecektin bunu söylerken! Zavallı Mick Lacy! A raya bir iki nota sokardı, be 81
nim bilmediğim. Benim o dediğin şarkıları söyleyecek çocuk oydu işte. 1 M r Dedalus kahvaltıda sütlü yulaf ısm arlamıştı, yemek bo yunca garsona şehir haberleri sorup durdu. Çoğunlukla b ir ad dan söz ederken akıllarında başka şeyler oluyordu, garson sim di yaşayan adamı, M r Dedalus ise babasını ya da dedesini an latıyordu— Umarım bari Queens' College'i başka yere taşım am ış ol sunlar, dedi M r Dedalus, çünkü şu benim oğlana gösterm ek is tiyorum orayı. M ardyke boyunca ağaçlar çiçek açmıştı. Okul topraklarına girdiler, geveze kapıcı onları alandan geçirdi. Ama çakıl taşlı yoldan yürüyüşleri beş on adımda b ir kapıcının b ir cevabıyla kesiliyordu. — Ya, n e diyorsunuz? Demek zavallı Porttlebelly öldü. — Evet, efendim, öldü, efendim. Bu duruşlar sırasında Stephen, konudan bıkmış, yavaş yol culuklarına yeniden başlam ayı sabırsızca bekleyerek, diken üs tünde duruyordu. Alanı geçtiklerinde sabırsızlığı ateş derecesi ne varmıştı- K urnaz, şüpheci bir adam olduğunu bildiği baba sının kapıcının uşakça davranışları karşısında nasıl olup da al dandırm a şaşıyordu; sabahleyin onu eğlendiren canlı güney ağ zı şimdi kulaklarım tırm alıyorduAnatomi odasına girdiler ve burada M r Dedalus, kapıcının yardım ıyla, sıralara kazıdığı adını aradı. Stephen geride durdu, am fiteatrın karanlığı, sessizliği, taşıdığı yorgun ve geleneksel resm î çalışma havası daha da fazla içini boğmuştu. S ıranın üs tünde koyu renk, lekeli tahtaya birçok kereler kazılmış Dollük kelimesini okudu. Bu ansız efsane kanım yerinden oynattı: çev resinde okulun şimdi bulunm ayan öğrencilerini duym aya başla dı ve varlıklarından ürktü. Babasının anılarıyla yüzeye çık ara madığı b ir görünüş, onların hayatlarının görünüşü sıraya kazıl mış kelim eden sıçrayarak karşısında durdu. Bıyıklı, geniş omuz lu bir öğrenci çakıyla harfleri kazıyordu, ciddiyetle- B aşka öğ renciler onun yanında duruyor ya da oturuyor, yaptığı işe gü lüyorlardı. Biri dirseğini dürttü. îri y a n öğrenci asık b ir yüzle 82
ona doğru döndü. Hol, gri elbiseler giymişti, koyu renk avakka bıları vardı. Stephen'm adı söylendi. Bu görüntüden elinden geldiğince uzak kalabilmek için am fiteatrın basam aklarından aceleyle ine rek babasının adına yakından bakarken kızaran yüzünü sakladı. Ama alandan geriye, okulun kapısına doğru ilerlerken ke limeyle görüntü gözlerinin önünden zıplayıp sıçrıyordu. Şim di y e kadar kendi zihninin hayvanca ve bireysel b ir sağlıksızlığı olarak kabul ettiği şevin bir izini dış dünyada da görmek çarp mıştı onu- Canavarca hayalleri belleğine üşüştü. B unlar da onun önünde ansızın ve köpürerek sadcce birkaç kelimeden ortaya çıkmışlardı. O da kısa zamanda onlara boyun eğmiş, aklından geçmelerine, aklını aşağılaştırm alanna göz yummuş, h er zaman nereden, hangi canavarca im geler ininden geldiklerini düşün müş, gözünün önünden akıp geçerlerken başkalarına lcarşı ken dini zayıf bulmuş ve utanmış, rahatı kaçmış, kendinden iğren in işti— Hah, işte! Bak işte orada dükkânlar! diye haykırdı Mr Dedalus. D ükkânlardan söz ettiğim i çok duym uşsundur, değil mi, Stephen? Kaç kereler gitmişizdir oraya adımız işaretlendik ten sonra, sürü halinde. I-Iarry P eard'la ufak Jack Mountain, sonra Bob Dyas, Maurice M oriarty, o Fransız, Tom O'GradyHe Mick Lacy hani sabah sana anlatıyordum , sonra Joev Corbet, o zavallı iyi yürekli Johnny Keevers. M ardvke'nin kenarındaki ağaçların y ap rak lan güneş ışığı altında kıpırdayıp fıs ıld ıy o rla rd ı; B ir kriket takım ı geçti, k a zaklar giymiş çevik gençler, içlerinden biri elinde uzun yeşil bir kriket çantası taşıyarak. Sessiz bir yan sokakta soluk üniform a lı beş Alm an'dan m eydana gelme b ir bando eski püskü pirinç musiki araçlarıyla toplanm ış duran adamlara, rahat görünüşlü haberci çocuklara bir şeyler çalıyordu- Beyaz başlıkla önlük giy miş bir hizmetçi kız sıcak güneş parıltısında b ir dilim kireç ta şı gibi ışıldayan b ir pervazın üstünde duran çiçek saksılarını su luyordu. Havaya açık bir başka pencereden piyano sesi geliyor, notalar gitgide yükselip tizleşiyordu. Stephen babasının yanında yürüyor, önceden işittiği hikâ yeleri bir daha dinliyor, babasının gençlik arkadaşları olan da 83
ğılm ış ya da ölmüş cümbüşçülerin adlarını yeniden duyuyorduH afif b ir bulantı iç geçirdi yüreğinde. Belvedere'dcki kendi çift anlam lı durum unu hatırladı, serbest b ir çocuk, kendi yetkisin den korkan bir önder, gururlu, duygun, şüpheci, zihnindeki k ar gaşa karşısında hayatının pisliğiyle savaşıyor. Sıranın lekeli tah tasına kazınan harfler gözlerini ona diktiler, gövdesinin zayıf lıklarıyla, sonucu olmayan coşkularıyla alay ederek, kafasından geçirdiği çılgın, kirli cümbüşlerden dolayı onu kendinden tik sindirerek- G ırtlağında toplanan balgam yutulm ayacak kadar acı ve iğrenç b ir hale geldi, hafif bulantı beynine tırm andığı için b ir an gözlerini kapatarak karanlıkta yürüdü. Babasının sesini hâlâ işitebiliyordu: — B ir gün kendi başına buyruk kaldığın zaman, Stephen —ve diyebilirim ki bugünlerden birinde kalacaksın— ne y ap ar san yap, yalnız efendi adam larla ahbaplık etmeyi unutma- Sa na söylüyorum, ben gençken çok eğlendim. İyi insanlarla a rk a daş oldum. Hepimizin elinden bir şeyler gelirdi. Birimizin sesi güzeldi, biri iyi rol yapardı, biri güzel kom ik şarkılar söylerdi, b ir başkası iyi kürek çekerdi ya da iyi rak et oynardı, öbürü çok güzel hikâye anlatırdı, falan filan. H er zaman yapacak bir iş bulurduk, günüm üzü hoşça geçirirdik, hayatı biraz görürdük, hiçbirim iz de bunlardan bir şey kaybetm edik. Ama hepimiz efendiydik, Slephen — hiç olmazsa öyle olduğumuzu umuyo rum — ayrıca da sapma kadar dürüst sağlam İrlandalIlardık. Se nin de bu çeşit insanlarla düşüp kalkm anı istiyorum, ciğeri sağ lam adam larla. Seninle arkadaş gibi konuşuyorum, Stephen. B ir oğulun babasından korkm ası gerektiğine inanmıyorum. H syır, ben gençken büyükbabanın bana davrandığı gibi davranıyorum sana karşı. Baba oğuldan çok kardeş gibiydik biz- O beni ilk si gara içerken yakaladığı günü hiç unutmayacağım- South T erra ce'ın ucunda duruyordum b ir gün kendim gibi bir iki yum urcak la, ve hepimiz de ağzımızın köşesine birer pipo sıkıştırdığımız için kendimizi koca adam sayıyorduk. Derken birden peder ge çiverdi. Tek kelime söylemedi, durm adı bile- Ama ertesi günü, P azar yani, ikimiz yürüyüşe çıkmıştık, eve dönerken b ir sigara tabakası çıkardı: — Aklım a gelmişken, Simon, senin sigara iç tiğini bilmiyordum, dedi, ya da buna benzer bir şey. D urum u 84
idare etmeye çalıştım tabiî, becerebildiğim kadar. —- İy i b ir şey içmek istiyorsan, dedi, şunlardan birini dene. Dün gece Am eri kalı kaptanın biri Queensto\vn'da bana hediye etti de. Stephen babasının sesinin hıçkırığı andırır şekilde güldü ğünü işitti. — O zam anlar Cork'un en yakışıklı erkeği oydu- ne yakı şıklıydı ama, T anrı hakkı için! Sokaktan geçerken arkasından bakm ak için dururdu kadınlarHıçkırığın babasının gırtlağından yüksek sesle geçtiğini işi terek sinirli bir itkiyle gözlerini açtı. Ansızın gözüne vuran gün ışığı gokyüzüyle b u lutlar koyu pembe ışıktan gölümsii aralık larla karanlık yığınlardan meydana gelme olağanüstü b ir d ü n yaya çevirdi. Beyni de sağlıksız, güçsüzdü. Dükkânların tabela larındaki harfleri zorlukla seçebiliyordu- Canavarca hayat biçi'mi yüzünden kendini gerçeklik sınırlarının dışına atm ış gibiydiGerçek dünyada ona dokunan ya da b ir şeyler söyleyen tek nes ne yoktu bu dünyada kendi içindeki gazap dolu haykırm alardan yankılar işitmediği sürece. Dünvanm ya da insanların hiçbir ça ğırışını yam tlayam ıyordu, yazın, sevincin, arkadaşlığın sesi k a r şısında dilsiz ve duyarlıksızdı. babasının sesi onu yormuş, acıla ra boğmuştu. K endi düşüncelerinin kendinin olduğunu bile zor lukla anlayabiliyordu, ağır ağır kendine şunları tekrarladı: — Ben Stephen Dedalus'um. Adı Simon Dedalus olan b a bam ın yanında yürüyorum . Cork'da, İrlanda'dayız. Cork b ir şe hirdir. Odamız Victoria Oteli'nde. Victoria, Stephen, Simon. Si mon, Stephen, Victoria. Adlar. Çocukluk anıları birden loşlaştı. Canlı anlardan birini h a tır lam ak istedi ama olmadı. Yalnız ad lan hatırlıyordu. Dante, Parnell, Clane, Clongowes- Dolabında iki fırça saklayan yaşlı b ir kadın küçük b ir çocuğa coğrafya öğretm işti. Sonra evden oku la gönderilmiş, ilk kominyonunu yapmış, kriket kasketinin için de ince peksim et yemiş, revirdeki küçük b ir yatak odasının du varında ateş ışığının zıplayıp dans ettiğini seyrederek ölmeyi düşünmüş, siyahlı sarılı cüppesiyle rektörün ona ölüm duası oku duğunu, ıhlam ur ağaçlı ana caddedeki küçük cem aat m ezarlı ğında göm üldüğünü kurm uştu. Ama o zaman ölmemişti. P am ell ölmüştü- Kilisede ölü için dua töreni, cenaze alayı olmamıştı. 85
ölm em iş am a güneşin altında ince b ir zar gibi solup gidivermişti. Kaybolmuş ya da varoluştan çıkıp gitmişti çünkü artık varo luşun içinde değildi. Ne kadar tuhaftı onu düşünmek varoluşun içinden böylece geçip giderken, ölerek değil de güneşin altında solup silinerek ya da kaybolup evrenin b ir tarafında unutulup giderek! Küçük gövdesini bir anlığına yeniden görünürken gör mek tuhaftı: gri, kem erli elbiseler giymiş küçük b ir çocuk. Elle ri yan ceplerinde, pantolon paçaları dizlerinde lastik şeritlerle sıkılmıştı. M alların satıldığı günün akşamında Stephen uysalca baba sının arkasından şehirde m eyhane m eyhane dolaştı. Pazardaki satıcılara, meyhanelerdeki kadın, erkek garsonlara, sadaka iste yen dilencilere M r Dedalus aynı öyküyü anlattı — eski b ir Corklu olduğunu, otuz yıldan beri Dublin'de Cork şivesinden k u r tulm aya çalıştığını, yanında gezdirdiği P eter Pickackafax'in en büyük oğlu, ama sadece Dublinli b ir serseri olduğunu. Sabah erkenden Newcombe kahvesinden yola çıkmışlardı'. B urada M r Dedalus'un fincanı tabağın üstünde g ürültü çıkara rak titrem iş, Stephen babasının bir gece önceki içki âleminin utanç verici işaretini sandalyasını çekerek, öksürerek örtm eye çalışmıştı. K üçük düşürücü olaylar birbirini kovalamıştı — pa zardaki satıcıların yapmacık gülümsemeleri, babasının k ırıştır dığı garson kızların kırıtm aları, cilveleri, babasının arkadaşları nın okşayıcı, yüreklendirici sözleri. Ona tıpkı büyükbabasına benzediğini söylemişler, M r Dedalus da çirkin bir kopya oldu ğunu kabul etmişti. Konuşmasında Cork şivesinin izlerini b u lup çıkarm ışlar, Lee'nin Lıffey'den çok daha güzel b ir nehir ol duğunu itiraf ettirm işlerdi. Latince'sini denemek isteyen b ir ta nesi ona Dilectus'dan kısa parçalar çevirttirm iş, Tempora mutantur nos et mutamur in illis demenin mi yoksa Tempora mutantur et nos mutamur in illis demenin mi daha doğru olduğunu sor m uştu. B ir başkası, canlı b ir yaşlı adam, Dublin kızlarının mı ya da Cork kızlarının mı daha güzel olduğunu sorarak onu utan ca boğmuştu. — ö y le işlerle uğraşmaz o, dedi M r Dedalus. Ü stüne var ma. O çeşit saçm alıklara önem verm eyen sağlam kafalı, düşün celi b ir çocuktur. 86
— öyleyse babasının oğlu değil, dedi ufak tefek yaşlı adam. — Doğrusu bundan emin olamam, dedi M r Dedalus, gu ru rla gülümseyerek. — Senin baban, dedi ufak tefek yaşlı adam Stephen'a, za m anında Cork'un en yiğit çapkınıydı- Biliyor muydun sen bu nu? Stephen önüne bakarak içine sürükleniverdikleri meyha nenin taş zeminini inceledi— Aklına böyle şeyler sokma, dedi M r Dedalus. Yaradan'ına bırak onu. —Elbette, elbette bir şey sokmam kafasına. Dedesi olacak yaştayım. Dedeyim de üstelik, dedi ufak tefek yaşlı adam S tep hen'a. Biliyor musun sen? — Öyle mi? dedi Stephen. — Öyleyim ya, dedi ufak tefek yaşlı adam. Sundav's Wcll'de iki tane tosun gibi torunum var- Bak şimdi! Kaç yaşındayım dersin? Dedeni kırmızı binici ceketiyle tazıları arasında at üs tünde gördüğümü de hatırlarım üstelik. Sen daha dogmadan ön ce-— Evet, daha aklımıza bile gelmemiştin, dedi M r Dedalus— Gördüm ya, diye tekrarladı ufak tefek yaşlı adam. Da ha neler gördüm- Dedenin babasını da gördüm, koca John Step h en Dedalus, ama ne erkek adamdı o ya. Al işte! Al sana bir anı! —- Üç kuşak — yok, dört kuşak, dedi oradakilerden b ir baş kası. Yahu, Johnny Cashman, yüzyıllık adam oluyorsun yakın da... — Bak sana doğrusunu söyleyeyim, dedi ufak tefek yaşlı adam . Tam yirmi yedi yaşındayım— Ne kadar hissediyorsak o k ad ar yaşlıyızdır, Johnny, de di M r Dedalus. Şu önündekini bitir de b irer tane daha içelim. Hey, Tim misin, Tom musun, aynısından ver bize. T a n n hakkı için, ben kendi hesabıma on sekizden yaşlı hissetmiyorum k en dimi. Bakın işte şu benim oğlum benim yarı yaşımda yok, ge ne de ondan daha erkek adamım h er zaman için. — O kadar da değil, Dedalus, dedi biraz Önce konuşan adam. Sanırım biraz geride kalma sıran geldi artık. 87
— Yok canım, T anrı adına! diye diretti M r Dedalus. İste diğin gün şarkı varışına varım onunla, ya da yüksek atlam aya, ya da kırlarda tazıların ardında koşarım onunla, otuz yıl önce K erry Boy'la yaptığım gibi, hem de o zam anlar onun gibisi yok tu hiç. — Ama burada o seni geçecek, dedi ufak tefek yaşlı adam, alnına vurarak ve boşaltm ak üzere bardağını kaldırarak. — Um arım o da babası kadar iyi adam olsun. Başka sözüm yok, dedi Mr Dedalus. — O kadar olsa y eter de artar, dedi ufak tefek yaşlı adam. — Ve Tanrı'ya şükürler olsun, Johnnv, dedi M r Dedalus, bu kadar uzun yaşadık ve bu kadar az kötülük ettik. — O kadar da çok iyilik ettik, Simon, dedi ufak t.efek yaş lı adam ciddiyetle. Tanrı'ya şükü rler olsun ki bu k ad ar uzun yaşayıp bu kadar iyilik ettik. Babasıyla iki eski dostu geçmişin anılarına içerken Stephen tezgâhtan üç bardağın kalkışına baktı- B ir raslantı ya da mizaç uçurum u onu onlardan ayırıyordu- Zihni onlarınkinden daha yaşlı gibiydi: çabalarının, m utluluklarının, hayıflanm alarının üstünde daha genç b ir dünyanın üzerinde b ir ay gibi soğukça parlıyordu. O nların kanını kaynatan h a y a t ve gençlik onda yok tu- Ne başkalarıyla arkadaşlık etmenin tadını, ne kaba erkek sağlıklığm ı ne de ana baba sevgisini biliyordu. Ruhunu k arış tıra n soğuk, kötü, sevgisiz bir hırstan başka tek şey yoktu. Ço cukluğu ölmüş ya da yitip gitmiş, yanında basit sevinçlere kapılabilen ruhunu da alıp götürm üştü ve hayatın ortasında ayın çorak kabuğu gibi sürükleniyordu. «Yorgunluktan mı soldun Göklere tırm anıp yeryüzüne bakm aktan, Kimsesiz gezinerek?--» Shelley'den bu şiir parçacığının dizelerini kendi kendine te k ra r etti, in san ın acı etkisizliği ile insanlığın dışında yüce edim lilik döngülerini değiştirerek işleyişi onu dondurdu ve ken di İnsanî, etkisiz üzüntülerini unuttu.
88
Stephen babasıyla, îskoç nöbetçisinin dolaştığı sütunlu yoldan geçip m erdivenden çıkarken annesiyle kardeşi ve bir yeğeni ses siz Foster M eydam 'm n köşesmde bekliyorlardı- Büyük avluya girip veznenin önünde durduklarında Stephen İrlanda bankası nın m üdürüne kendisine otuz üç İngiliz lirası verilmesi için su nacağı buyruk kâğıdını ortaya çıkardı; sergi ve deneme yazı sının arm ağanı olan bu para tu ta n veznedeki adam tarafından kendisine kısa b ir zam an içinde kâğıt ve m aden p aralar halin de ödendi. Yapma b ir soğukkanlılıkla paraları cebine indirdi ve, babasının çene çaldığı dostluk gösteren veznedarın geniş vezne nin ötesinden elini sıkıp ileride büyük başarılar dilemesine izin verdi. Seslerinden sabırsızlanıyor, ayaklarını kıpırdatm adan tu tamıyordu. Ama veznedar hâlâ sonradan gelenlerin işini görm ü yor, zamanın değiştiğini ve bir çocuğa parayla elde edilebile cek en iyi eğitimi sağlam aktan daha iyi hiçbir şey yapılam aya cağını anlatıyordu. M r Dedalus avluda oyalandı, çevresine, ta vana bakarak ve onu dışan çıkarm aya çabalayan Stephen'a es ki İrlanda parlam entosunun avam kam arasında olduklarını söy leyerek. — T anrı bizlere acısın! dedi dindarca, o günlerin adam ları nı düşün, Stephen, Hely Hutehinson, Flood, H enrv G rattan, C harles Kendal Bushe, sonra bir de şu şimdiki soylulara bak, İrlanda halkının içerde ve dışardaki önderlerine. T anrı hakkı için, on dönüm lük m ezarlığa eskilerle birlikte gömmezdim bu herifleri. Yok, Stephen, yok arkadaşım , güzel Temmuz ayının b ir tatlı Mayıs sabahında yola çıkmışım gibi olurdu bu. Keskin bir Ekim rüzgârı bankadan doğru esiyordu. Ç am ur lu yolun kenarında duran üç kişinin yanakları gerilmiş, gözleri sulanmıştı. Stephen incecik şeyler giymiş annesine bakarak b ir kaç gün önce B arnardo'nun vitrininde yirm i sterlinlik b ir m an to gördüğünü hatırladı. — Bu iş de bitti, dedi M r Dedalus. — Yemeğe gidelim, dedi Stephen. N ereye gidelim? —- Yemek? dedi M r Dedalus. ö y le ya, gidelim bari, ne d er siniz? — Pahalı olmayan bir yere, dedi M rs Dedalus. — U nderdone nasıl? 89
— Evet. Şöyle sessiz bir yer olsun. — H aydi gelin, dedi Stephen çabucak. P ahalı olması önem li değil. önlerinden kısa sinirli adım larla yürüdü, gülüm seyerek. Ona ayak uydurm aya çalıştılar, gülüm seyerek onlar da acele sine. — Ağırdan al biraz, dedi babası. Y arım mil koşusuna çık madık, değil mi? Hızlı b ir eğlenme mevsimi süresince kazandığı paralar Stephen'm parm akları arasından akıp gitti. Şehirden kocaman ■bakkaliye, şekerlem e, k u ru yemiş paketleri geldi- H er gün aile si için bir yemek listesi doldurdu ve h er gece üç, d ö rt kişiyi Ingom ar ya da The Lady of Lyons'u görmek üzere tiyatroya gö tü rd ü . Ceketinin ceplerinde konuklar: için Viyana çikolatası ta şıyor, pantolon cepleri gümüş ve bakır paralarla şişiyordu. H er kese arm ağan aldı, odasını bir yığın eşyayla doldurdu, önergeler yazdı, kitaplarını rafların üstünde ileri geri getirip götürdü, her çeşit fiyat listelerini gözden geçirdi, h er üyenin b ir ödev yüklen diği aile içi bir ortak fayda tasarısı hazırladı, ailesi için ödünç p a ra alacak bir banka açarak isteyenlere p ara verdi ve böylece makbuz doldurm anın, ödünç verilen para üzerinden faizleri he saplam anın tadını çıkardı. Başka yapacak b ir şeyi kalm ayınca tram vaya binip şehirde yukarı aşağı dolaştı. Sonra eğlence m ev simi sona erdi. Pem be em aye boya kutusu dibine vardı, yatak odasının tahta kaplam ası bitmemiş, kötü sıvanmış boyasıyla kaldıEv olağan hayatına döndü. Annesi a rtık parasını atıp sa vurduğu için onu azarlam ak fırsatım bulamıyordu- O da okulda eski hayalına döndü ve bütün o tuhaf, serüvenli iş ta sa n la n su-! ya düştü. O rtak fayda kalmadı, ödünç para veren banka kasa larıyla defterlerini göze çarpan zararlarla kapattı, kendi çevre sinde kurduğu h ay at kuralları kullanılm az hale düştüAmacı ne k ad ar budalacaydı! D ışarıdaki kirli hayat gelgi tine karşı düzen ve zariflikten yapılm a b ir dalgakıran kurm aya, davranış kuralları, etkin ilgiler, yeni oğul - ana - baba ilişkile riy le içindeki dalgaların güçlü tekrarlanışlarm a set çekmeye uğ raşm ıştı. Boşuna. S ular içerden olduğu gibi dışardan da kurduğu 90
duvarlardan taşarak aşmıştı: gelgitleri, parçalanan m endireğin üstünde b ir kere daha öfkeyle itişip d ü rt üşmeye başlamıştı. Kendi faydasız tek başınalığmı da açıkça görüyordu. Yak laşm aya çalıştığı hayatların b ir tek adım daha yakınm a gideme miş, onu anadan, kardeşlerinden ayıran tedirgin utanç ve kin üstüne bir köprü kuram am ıştı. Onlarla neredeyse aynı kandan olmadığım, aralarında gizemsel bir üvey akrabalık, üvey çocuk ve üvey kardeş ilişkisi bulunduğunu duyuyordu. Yüreğinin, önlerinde başka h er şeyin boş ve yabancı k al dığı ateşli tutkularını yatıştırm aya çalıştı, ölüm cül b ir günah içinde olmasına, hayatının yalan ve yapm acılıktan m eydana gelm e bir doku halinde gelişmesine fazla aldırm ıyordu, teinde ki, kafasında ku ru p durduğu o korkunç kötülükleri kavram anın yabanıl isteğinden başka hiçbir şey onca kutsal değildi. B akış larını çeken herhangi bir imgeyi sabırla kirletm ekle yüceldiği o gizli çalkantıların utanç verici ayrıntılarına sinikçe katlandıGece, gündüz dış dünyanın bozulmuş, burkulm uş imgeleri a ra sında kımıldıyordu. Gündüzün ona temiz ve masum görünen bir kadının biçimi geceleri uykunun dolanan, sarılan karanlığında su ratı şehvetli b ir kurnazlıkla değişmiş, gözleri hayvanca bir zevkle parlayarak üstüne doğru geliyordu- Ama sabah, karanlık cümbüşlü çalkantının loş anısıyla, keskin ve aşağılatıcı günah duyusuyla ona acı veriyordu. Gezintilerine döndü. T üllere bürünm üş güz akşam ları onu sokak sokak sürüklüyorlardı y ıllar önce Blackrock'un sessiz caddelerinde sürükledikleri gibi. Ama a rtık düzenli Ön bahçe lerin, pencerelerde sevecen ışıkların görünüşü onun üzerine yu muşak bir etki akıtm ıyordu. Ancak zaman zaman, isteğinin du-‘ raklam aları arasında, onu eriten duyu bolluğu daha hafif b ir gevşekliğe yer verdiğinde, belleğinin ardından M ercedes'in im gesi geçiyordu. D ağlara doğru uzanan yolda küçük beyaz evi. gül fidanlarıyla dolu bahçeyi yeniden görüyor, orada, y ılla r sü ren ayrılık ve serüvenlerden sonra ay ışığının aydınlattığı o bahçede onunla durarak yapacağı acıklı gururlu yadsım a h are ketini hatırlıyordu. B u anlarda Claude M elnotte'un yum uşak konuşm aları dudaklarına yükselerek, tedirginliğini rahatlatırdı. O zam anlar istekle beklediği o buluşmayla, o zamanki um utlarıy 91
la şim dikiler arasında yatan korkunç gerçeğe karşın, zayıflığın, çekingenliğin, yaşantısızlığın üzerinden düşüvereceğini imgele diği o kutsal karşılaşmayla ilgili yumuşak b ir uyarm a onu yok luyordu. Böyle anlar geçiyor, eritici hırs alevleri gene içinde yan m aya başlıyordu. Şiirler dudaklarından dökülüyor, kelimeye dö külm eyen haykırışlar, söylenmeyen hayvanca sözler beyninde b ir çıkış yolu arayarak koşuşuyordu. K anı başka!dırm ıştı. K a ranlık ıslak sokaklarda ara yolların, kapı ağızlarının kasvetine bakarak, gelebilecek herhangi bir sesi istekle bekleyerek b ir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Avı tarafından aldatılm ış b ir ya banıl hayvan gibi inildiyordu kendi kendine. K endi cinsinden biriyle günah işlemek, bir başka varlığı kendisiyle birlikte gü naha zorlamak ve onunla bu günahla birlikte yücelm ek istiyor du. K aranlığın içinde b ir varlığın, b ir sel gibi onu sadece ken disiyle dolduran kurnaz, m ırıltılı b ir varlığın tepesinde direnilmez b ir şekilde kıpırdadığını duyuyordu. Mırıltısı uykuda olan b ir çokluğun m ırıltısı gibi kulaklarını sarıyordu; kurnaz akıntı ları onun varlığına sızıyordu. Bu sızmanın korkunç acısını d u yarken elleri ihtilâç içindeymişçesine sıkıldı ve dişleri kenetlen di. Ondan kaçan ve onu yüreklendiren o çelimsiz baygın biçime doğru kollarını uzattı sokakta: o kad ar zam andır gırtlağını sıkan çığlık dudaklarından fırladı. B ir cehennem dolusu acı çeken in sandan bir um utsuzluk uluması gibiydi çıkardığı çığlık ve gazap la yüklü bir dilek uluyuşuyla sönüverdi, b ir kendini günaha sa lıverm e çığlığıydı, b ir avakyolunun su lar sızan duvarına k a ra lanm ış müstehcen b ir yazının yankısından başka b ir şey olma yan bir çığlıktı. Dar, pis sokaklardan m eydana gelmiş b ir labirente girm iş ti. İğrenç sokak aralarından kısık cümbüş ya da kavga sesleri, ya da sarhoşların yayvan şarkılarını duyuyordu- A ldırm adan ileri yürüdü, Yahudi m ahallelerine gelip gelmediğini düşünerekUzun, rengârenk elbiseli kadınlarla kızlar evden eve giderek sokaktan geçiyorlardı. H areketleri rahattı, parfüm kokuyorlar dı. Ansızın titrem eye başladı, gözü karardı. Gaz lam balarının s a n ışıkları bocalayan görüşü önünde buğulu gökyüzüne karşı yükseliyor, b ir m ihrabın önündeym iş gibi yanıyorlardı- Kapı92
larm önünde, ışıklandırılm ış avluların içinde sanki b ir din töre ni için sıralanm ışa benzeyen küm eler duruyordu. Başka b ir dün yadaydı: yüzyılların uyuklam asından uyanmıştı. Yüreği gürültüyle çarparak sokağın ortasında kıpırdam a dan durdu. Uzun, pembe elbise giymiş genç b ir kadın onu d u r durm ak için elini omuzuna koymuş, yüzüne bakmıştı. Neşeli b ir tavırla: — İyi geceler, Willie, şekerim! dedi. Odası sıcak, ışıklıydı. Yatağın yanındaki geniş koltukta b ir bebek bacakları ayrılarak oturtulm uştu- Daha rahat görünebil m ek için dilini konuşturm ak istedi, kadının elbisesini çıkarışı na bakarak, kokulu başının gururlu, bilinçli kım ıldanışlarını gö rerek. Odanın ortasında dururken kadın yanm a geldi ve neşeli, aynı zamanda ciddî bir tavırla ona sarıldı. Y uvarlak kollarıyla sıkı sıkı tutarak onu kendine doğru çekti ve o, kadının yüzünün ciddî bir durgunlukla kendine doğru kalkm ış olduğunu görerek, göğsünün ılık durgun inip kalkışını duyarak, neredeyse isterik zir ağlamayla boşanacaktı. M utlu gözlerinde sevinç ve rahatlay aşlan pırıldadı, dudakları aralandı am a konuşma için değik Kadın ona küçük serseri diyerek şıngırdayan kolunu uza tıp eliyle saçını okşadı— Öp beni, dedi. Dudakları onu öpmek için eğilmiyordu. Onun kollarında sı k ı sıkı tutulm ak, hafif, hafif, hafifçe okşanm ak istiyordu. K adı nın kollarında birdenbire güçlü, korkusuz ve kendinden emin buldu kendini. Ama dudakları onu görm ek için eğilmiyordu. Ansız bir hareketle kadın onun başım eğdi ve dudaklarını kendininkilerle birleştirdi ve o bu hareketlerin anlam ını y u k a rı, kendisine bakan açık yürekli gözlerde okudu. Bu artık çok fazlaydı onun için. Gözlerini kapadı, kafasıyla, gövdesiyle ken dini teslim etti kadına, yum uşakça aralanan dudakların k a ra n lık basıncından başka dünyada hiçbir şeyin bilincine varam ayarak. Kadının dudakları sanki belli belirsiz b ir konuşma taşıtıy m ışlar gibi dudaklarına olduğu kadar beynine de basınç y ap tı lar; bu dudakların arasında, günah hayranlığından daha k aran lık, ses ya da kokudan daha yumuşak, bilinmez uysal b ir basınç duydu. 93
BÖLÜM
III
A ralık ayının hızlı alacakaranlığı sıkıcı günden sonra soy tarı gibi yuvarlanarak gelmişti ve o, okul odası penceresinin sı kıcı dörtköşeliğinden dışarı bakarken midesinin yemek istediği ni duydu. Akşam yemeğinde etli türlü olacağını um du, koyu, bi berli, unla koyultulm uş salçanın içine kepçeyle boşaltılacak şal-' gam lar, havuçlar, ezik patatesler, yağlı koyun eti parçalan. Dol d u r içine hepsini diye öğüt veriyordu midesi ona. K aranlık gizli b ir gece olacaktı. Erkenden gece karanlığı çöktükten sonra genelevler mahallesinin orasını burasım sari lam balar aydınlatacaktı. Sokaklarda dolambaçlı b ir yol izleye cek, korku ve sevinç titreşim leri arasında gittikçe daha çok y ak laşacak, sonunda ayakları onu ansızın b ir köşeden döndürüvereceklerdi- Geceye hazırlanan orospular, uykularından sonra tembel tembel esneyerek, saç yığınları arasına firketelerini yer leştirerek, tam o sırada evlerden çıkıyor olacaklardı. Kendi ira desinin ansızın kıpırdanışını, ya da onların yumuşak, kokulu e t lerinden günaha düşkün ruhuna ansızın gelecek bir çağrıyı bek leyerek dingin adım larla yanlarından geçecekti. Ama o bu çağ rının ardından sinsi sinsi yürürken, yalnızca onun istekleriyle sersemleyen duy u lan , kendilerini yaralayan ya da utandıran h e r şeyi keskince sezeceklerdi; gözleri, örtüsüz b ir masanın üs tünde b ir şarap bardağından kalan halka izini ya da hazır ol d u ran iki askerin fotoğrafını ya da süslü püslü bir tiyatro progra mını; kulakları, yayvan selamlaşma sözlerini: — M erhaba, Bertıe, niyetin v ar mı? — Sen misin, yavru? — On num ara. Körpe Nelly seni bekliyor. 94
— îyi geceler, kocacığım! Şöyle biraz bir şey yapm aya gel i yor musun? D efterinin sayfasındaki eşitleme, b ir tavus gibi gözlü ve be nekli, genişleyen kuyruğunu yaym aya başladı; b elirtilern d ek i gözlerle yıldızlar elendikten sonra, yavaş yavaş katlanıp kapan dı. Görünüp yok olan belirtiler açılıp kapanan gözlerdi; açılıp kapanan gözler doğan ve söndürülen yıldızlardı. Koca yıldızlı hayat döngüsü yorgun zihnini dışarı, çemberine ve içeri, m er kezine doğru götürüyordu, uzaktan b ir musiki bu dışarı ve içe ri gidişlere eşlik ederken. Ne musikisi? Musiki yaklaşınca ke lim eleri hatırladı, Shelley'nin yorgunluktan solmuş, arkadaşsız gezinen ay üzerine şiir parçacığının kelimeleriydi. Yıldızlar ufa lanm aya başladı, incecik yıldız tozundan bir bulut uzaydandüştü. K ör ışığın daha da hafifçe vurduğu sayfada b ir başka eşit leme yavaş yavaş açılmaya, genişleyen kuyruğunu yaym aya başladı- Bu, onun yaşantılar ardında giden ruhuydu, gür.ah gü nah açıyordu kendini, yanan yıldızlarının tehlike ateşini çevre ye yayıyor, sonra te k ra r kendinde toplanıyor, yavaşça soluyor, kendi ışıklarını, ateşlerini söndürüyordu. A rtık sönmüşlerdi: so ğuk karan bk, kaosu doldurdu. Soğuk aydınlık b ir aldırmazlık hüküm sürüyordu ruhundaO ilk zorlu günahında içinden bir canlılık dalgasının d ışan çık tığını duymuş, bu aşırılıkla gövdesinin ya da ruhunun sakatla nacağından korkm uştu. Oysa canlı dalga göğsünde onu kendi içinden d ışan taşımış, sonra geri çekildiğinde gene eskisi gibi bı rakm ıştı: gövdesi ya da ruhunun hiçbir yeri sakatlanm am ış, ikisi arasında karanlık bir banş kurulm uştu- İçinde coşkunun kendini söndürdüğü kaos onun soğuk, kaygısızca kendini bilmeseydi- B ir değil birçok kere ölümsüz günahlar işlemişti ve, yal nız ilk günahıyla da sonsuz lânetlem e tehlikesiyle karşı karşıya bulunm aktan başka, bundan sonra gelen h e r günahla suçunu, cezasını artırm ıştı. G ünleri ve işleri ve düşünceleri günahını ödeyemezdi, kutsayan lütuf kaynaklan a rtık ruhunu ferahlat m ıyordu çünkü. En fazla, kutsam asından kaçtığı dilenciye vere ceği sadakayla kendine bir çeşit lütfü yorgunca kazanmayı uıriabilirdi. Adanmışiık uçup gitmişti. Ruhunun kendi yok oluşunu 95
hırsla beklediğini bildikten sonra dua etm ek neye yarardı? Bir çeşit gurur, bir çeşit korku, onu geceleri T a n rıy a b ir dua et m ekten bile alıkoyuyordu, T anrı'm n b ir gece o uyurken haya tım alabileceğini, m erham et dilenmeye fırsat bulamadan ru h u nu cehenneme fırlatacağını bildiği halde- Günahından duyduğu gurur, sevgisiz T a n n korkusu. H er şeyi gören ve h er şeyi bilen'e karşı yapma bir saygı gösterisiyle ödenemeyecek k ad ar büyük b ir suç işlemiş olduğunu ona söylüyordu— Haydi bakalım , Ennis, omuzlarının üstünde b ir kafa ta şıyorsun ama o k a d an şu benim sopamda da var. B ir asanın ne olduğunu bile anlatam ayacağını mı söylemek istiyorsun? Verilen saçma cevap arkadaşlarına karşı duyduğu aşağıla m a duygusunun kıvılcım larını canlandırdı. B aşkalarından ne atanıyor, ne de korkuyordu. Pazar sabahları kilise kapısının önünden geçerken şapkasız, dörder kişilik sıralarla duran tapım cılara bakardı, göremedikleri, işitem edikleri törende nıhlarıvla hazır bulunuyorlardı. Alıkça dindarlıkları, kafalarına sürd ü k leri ucuz yağın mide b’^andırıcı kokusu dua ettikleri m ihraptan iğrendirirdi onu. İkiyüzlülük kötülüğüne ötekilerle birlikte o da düşüyor, kendinde bulunduğuna herkesi o kadar kolaylıkla inandırdığı saflığın onlarda olacağına inanmıyordu. Y atak odasının duvarında ışıklandırılm ış b ir kâğıt tomarı, K utsal Bakire M eryem 'in kardeşlik birliği kolejinde yöneticili ğinin belgesi asılıydı- Cum artesi sabahlan kardeşlik birliği kili sede küçük bir dua okumak üzere toplandığında onun yeri m ih rabın sağında yastıkh küçük bir dua sırasıydı ve burada kendi kısmından çocukların yanıtlarını yönetirdi. Yerinin yapmacıklığı ona acı verm iyordu. Kimi anlarda bulunduğu şerefli yerden kalkm ak ve hepsinin önünde değersizliğini açığa vurm ak için den geliyorsa da suratlarına bir kere bakm ak onu yatıştınyorduK ehanet İlâhilerinin imge örgüsü çorak gururunu rahatlatıy o r du. M eryem'in yüceliği ruhunu tutsak ediyordu: K rallardan gel me soyunu simgeleyen ve alâm etleri olan nardin, san sakız, gün lük insanlar arasında onun kültünün çağlar süren devam lı ge lişmesini simgeleyen çiçeğıgeç bitki ve geçaçan ağaç- Okuma sı rası duanın sonlarında ona gelince vicdanını m usikiylr u y u ta rak belli belirsiz b ir sesle dersi okurdu96
Quasi cedrus exaltata sum in Libanon et quasi cupressus in monte Sion. Quasi palma exaltata sum in Gad'es el quasi plantatio rosac in Jericho. Quasi uliva speciosa in campis et quasi platanus exaltata sum juxta aquam in plateis. Sicut cinnamomum et balsamum aromatizans odorem dedi et quasi myrrha electa dedi suavitatem cdorisOnu Tanrıdan ayıran günahı günah işleyenlerin sığmağına yaklaştırdı- M eryem'in vgözleri ona yum uşak b ir acımayla bakar gibiydi; narin eti üstünde hafifçe pırıldayan tuhaf b ir ışık olan kutsallığı yanına yaklaşan günahkârı alçaltmıyordu- Günahı üs tünden atm ak ve onu buraya sürükleyen itkiden dolayı pişm an lık duymak zorunda kalsaydı, bu, M eryem'in şövalyesi olma is teğinden ileri gelecekti. Bedenî hırsının taşkınlığı kendini h a r cayıp yok olduktan sonra ruhu sıkılganca b ir daha onun barına ğına girecek idiyse eğer, alâmeti «parlak ve musikili, cenneti an latan ve huzur kazandıran» sabah yıldızı olan on?, dönük ola caktı bu ruh, üzerlerinde hâlâ çirkin ve utanç verici sözler du ran dudaklarla hafifçe onun adları söylendiğinde alınan tad şehvetli bir öpücüğünküydü. Tuhaftı bu- Nasıl olabileceğini düşünm eye çalıştı. Ama okul odasında derinleşen alacakaranlık düşüncelerini örttü. Zil çaldıÖğretmen b ir dahaki derse hazırlanacak işlemleri söyleyip g it ti. Stephen'm yanında Heron hiçbir ezgiye uymaksızın m ırıl danmaya başladıBenim iyi arkadaşım Bombados. Bahçeye çıkan Ennis geri döndü: — O çocuk rektörü arıyor, diyerek. Stephen'm arkasında uzun boylu b ir çocuk ellerini oğuşturdu: — Bu çok iyi- B ütün bir saati aşabiliriz, ikinci yarıya kadar gelmez. Sonra da sen kateşizm üstüne soru sorarsın, Dedaîus, dedi. A rkasına yaslanan ve deflerine tembel tembel b ir şeyler karalayan Stephen, Heron'un ara sıra kestiği konuşmayı din liyordu: 97
— K apatın çenenizi, be. Kesin gürültüyü! Kilise öğretilerinin katı yollarını sonuna k ad ar izlemekten ve sadece kendi lanetlenm esini daha derin olarak işitmek ve duym ak için karanlık sessizliklere nüfuz etm ekten kıraç bir tad alması da tuhaftı. Aziz Jam es'in b ir kom utu bozanın onunu da bozmaktan suçlu olacağını söyleyen cümlesi kendi, durum unun karanlığında el yordam ıyla yol bulm aya çalışmcaya kadar ona ağız kalabalığı gibi gelmişti. Cinsel hırsın, kötülük tohumundan bütün öbür ölümcül günahlar fırlam ıştı: kibir, başkalarını aşa ğı görme, yasa dışı zevkleri satın alm ak için para kullanm akta aç gözlülük, kusurlarını bulamadığı kimselere karşı kıskançlık ve dindarlara karşı iftiracı hom urdanm alar, yem ekten oburca zevk alma, isteklerini kurarken benliğini saran küt, sevg'siz öf ke, bütün varlığının içine çökmüş olduğu bedenî ve ruhî mis kinlik. Sırada oturup rektörün kurnaz, sert yüzüne durgun durgun bakarken zihni kendisine önerilen tuhaf sorulara sarılıp çözül dü. B ir adam gençliğinde bir lira çalmış sonra da bununla ko caman b ir servet yapmışsa ne kadarını geri vermek zorunday dı, yalnız çaldığı lirayı mı, biriken faizini mi, yoksa bütün o kocaman servetini mi? Kiliseden olmayan biri v a ffz yaparken sözleri söylemeden önce suyu dökerse çocuk vaftiz olmuş sayı lır mı? Maden suyuyla yapılan vaftiz geçerli sayılır mı? Nasıl olur da îsa'nm M attada ilk söylediklerinde yüreği yoksul olan ların cennete gidecekleri bildirilirken, sonra İkincisinde uysal ların da o toprağa sahip olacakları bildirilir? Eğer İsa gövdesi ve kanıyla, ruhu ve kutsallığıyla hem ekmekte, hem de şarap ta varsa, Aşai Rabbani töreni niçin hem ekmek, hem şarap üs tüne kurulu? Kutsal ekmeğin küçücük b ir parçası İsa'nın bütün kanıyla etini mi içinde taşır yoksa etle kanm yalnız b ir parça sını mı? Eğer şarap kutsandıktan sonra sirke olur, ekmek de çürüyüp ufalanırsa, İsa hem Tanrı, hem de insan olarak gene bunların içinde bulunabilir mi? — Geliyor! Geliyor! Çocuğun biri pencerenin önünde durduğu yerden rektörün geldiğini görmüştü. Bütün kateşizm kitapları açıldı, bütün baş la r sessizce kitaplara eğildi. R ektör içeri girip kürsüde yerini a l 98
dı. A rkasında oturan uzun boylu çocuğun attığı hafif b ir tekm e Stephen'ı güç b ir soru sormaya körükledi. R ektör derste kateşizm sormadı. Ellerini kürsünün üstün de kavuşturarak söze başladı: — Çekilme günleri, şölen günü Cum artesi'ye raslayan aziz Francis X avier şerefine, Çarşamba günü öğleden sonra başla yacaktır. Çekilme Çarşamba'dan Cuma'ya kadar sürecektir. Cu ma günü bütün öğle üstü saatlerinde, tesbihli dualardan sonra, günah çıkarılacak. Bazı çocukların özel günah çıkarıcıları v ar sa bunları değiştirmemek belki daha iyi olur. Cumartesi saba hı dokuzda Aşai Rabbani töreni ve bütün okul için genel kominyon yapılacaktır. Cumartesi okul yok. Ama Cum artcsi'yle Pazar'ın tatil olmasına bakarak bazı çocuklar Pazartesi günü de okul olmayacağım sanabilirler. Bu yanlışı yapmamaya dikkat edin. Layvless, sen bu yanlışı yapacağa benzersin. — Ben mi, efendim? Niye efendim? Rektörün sert gülümsemesinden sınıfa küçük sessiz b ir ne şe dalgası yayıldı. Stephen'm yüreği kuruyan bir çiçek gibi kor kuyla bükülüp solmaya başladı yavaş yavaş. R ektör ağır başlı bir tavırla konuşm aya devam etti: — S anınm hepiniz, okulunuzun koruyucusu olan aziz F ran cis X avier in hayat hikâyesini biraz bilirsiniz. Eski ve şerefli bir İspanyol ailesindendi, aziz Ignatius'un izinden ilk gidenlerin ara sında olduğunu hatırlayacaksınız. Francis X avier'in üniversite de felsefe profesörü olarak bulunduğu Paris'de karşılaşm ışlar dı. B u genç ve parlak soylu kişi ve edebiyatçı, şanlı kurucum u zun fikirlerine bütün kalb: ve ruhu ile daldı ve kendi isteği üze rine aziz Ignatius tarafından H intlilere vaaz verm eye gönderil diğini biliyorsunuz. Bildiğiniz gibi, H indistan resulü olarak anı lır. Doğuda, A fr'ka'dan Hindistan’a, H indistan'dan Japonya'ya, memleket m em leket dolaştı ve halkı vaftiz etti. B ir ay içinde on bin kadâr putperesti vaftiz ettiği söylenir. Anlatıldığına göre, vaftiz ettiği insanların başı üstüne kaldı ra kaldıra sağ kolunda kuvvet kalmamış- Bundan sonra Çin'e giderek daha da çok in sanın ruhunu T an n 'y a kazandırm ak istedi ama Sansiyan ada sında hummadan öldü. Büyük azizdi, aziz Francis Xavier! Tann 'n ın büyük askerlerindendi! 99
R ektör biraz duraladı, sonra kavuşturduğu ellerini önünde savurarak devam etti: — D ağları yerinden oynatan im an vardı onda. B ir ay için de Tanrı'ya on bin ruh kazandırm ak. İşte gerçek fatih, mezhe bimizin parolasına sadık: ad majorem Dei gloriam! Cennette b ü y ü k gücü olan b ir azizdir, unutm ayın: üzüntüm üzde bizim için çalışmak gücüne, ruhum uzun yararına olduğu sürece dua ede rek istediğimiz h er şeyi bize kazandırm ak gücüne, hepsinin üs tünde, günah işlediğimiz zaman bize pişm an olmamızı sağlama gücüne sahiptir. Büyük b ir azizdir, aziz Francis Xavier! Ruhla rın büyük balıkçısıdır! K avuşturduğu ellerini sallam aktan vazgeçti, alnına dayadı, elinin iki yanından koyu renkli, haşin gözlerle keskince baktı dinleyicilerine. Sessizlikte gözlerinin koyu renkli ateşi alacakaranlığı es m er bir aleve çevirdi- Stephen'm yüreği, uzaklardan sam yelinin geldiğini sezen b ir çöl çiçeği gibi kuruyup gitmişti. A
— Sadece son şeyleri hatırlayın, hiçbir zaman günah işle mezsiniz — Vaizler K itabı, yedinci bap, kırkıncı ayetten alın m ış kelim eler, îsa yolunda küçük kardeşlerim . Baba, Oğul ve K utsal Ruh adına. Amin. Stephen kilisenin en ön sırasında oturuyordu. A rnall B a ba m ihrabın solunda b ir m asada oturm uştu. Om uzlarına ağır b ir pelerin atm ıştı; soluk yüzünün derisi çekilmiş, sesi nezleden boğuklaşmıştı. Eski öğretm enin böylesine tuhaf b ir şekilde y er den bitiveren gövdesi Stephen'm aklına Clongo\ves'daki haya tını getirdi :çocuklarla kaynayan geniş oyun alanları; dörtköşe hendek; kafasında orada gömülmeyi kurduğu, ıhlam ur ağaçlı ana caddenin yanındaki küçük m ezarlık; hastayken yattığı re virin duvarına v u ran ateş ışığı; Michael K ardeş'in kederli yüzüBu anıları hatırlarken ruhu gene bir çocuk ruhu oldu. — îsa yolunda küçük kardeşlerim , bugün burada, dış dün yanın hareketli gürültüsünden kısa b ir an için uzakta, azizlerin en büyüklerinden birini, Hindistan resulü, aynı zamanda okulu nuzun koruyucu azizi olan aziz Francis X avier'i kutlam ak ve 100
borcumuz olan saygıyı ona gösterm ek üzere toplanm ış bulunu yoruz. Y ıllar ve yıllardan beridir, sevgili küçüklerim , içinizden herhangi birinin hatırlayabileceği, ya da benim hatırlayabi İçre ğim den çok daha eski zam anlardan beri, bu okulun çocukU.n. içinde bulunduğum uz şu kilisenin içinde, koruyucu azizlerinin şölen gününden önce yıllık çekilişlerini yapm ak için b ir araya gelm işlerdir. Zaman geçmiş, geçerken de değişiklikler yapm ış tır. Son yıllarda bile çoğunluğunuzun hatırladığı birçok deği şiklik olmadı mı? Birkaç yıl önce şu ön sıralarda oturan çocuk ların birçoğu şimdi belki uzak ülkelerde, kavurucu tropik ik lim lerinde bulunuyor, ya da kendilerini mesleklerinin g erek tir diği ödevlere, ya da sem inerlere verm işler, ya da derin deniz lerin ulu yüzeylerinde geziyorlar, ya da, olur ki, büyük Tanrı, onları başka b ir hayata, buradaki hizm etlerinden uzaklara ça ğırm ıştır. Ve gene de yıllar geçip gider, iyi ya da kötü değişik liklere yol açarken, büyük az:zin anısı, katolik Ispanya'nın en büyük evlâtlarından birinin adını ve şanını bütün çağlara ulaş tırm ak için K utsal Ana'rmz olan K ilise'nin ayırdîğı şölen gü nünden önceki günlerde yıllık çekilme törenlerini tekrarlayan bu okulun çocukları tarafından kutlanıyor. — Şimdi, bu çekilme kelim esinin anlam ı nedir, ve niçin herkesçe T a n rın ın ve insanların gözleri önünde gerçek b ir H ı ristiyan hayatı yaşam ak isteyen herkes için en çok övülmeye değer bir h arek et olarak tanınır? Çekilme, sevgili çocuklarım, bir süre için şu hayatım ızın sıkıntılarından, şu bayağı dünyam ı zın sıkıntılarından, vicdanımızın durum unu incelemek, kutsal dinimizin gizleri üstüne derin derin düşünm ek ve niçin burada; bu dünyada bulunduğum uzu daha iyi anlam ak için uzaklaşm ak dem ektir. Şu birkaç gün içinde önünüze son dört şeyle ilgili b a zı düşünceler sunm ak istiyorum- Bunlar, kateşizm den de bildi ğiniz gibi, ölüm, yargılam a, cehennem ve cennettir. Bu birkaç gün içinde bunları bütünü ile anlam aya çalışacağız, öyle ki, bun ları anlam akla ruhum uza sonsuz b ir kazanç sağlamış olalım. Şu nu da unutm ayın ki, sevgili çocuklarım , bu dünyaya b ir tek ve yalnız bir tek şey için gönderilmiş bulunuyoruz: T a n rın ın k u t sal isteğini yerine getirm ek ve Ölümsüz ruhlarım ızı kurtarm ak için. Bunun dışında hiç bir şeyin değeri vöktur. Gerekli olan bir 101
te k şey vardır, o da ruhun kurtuluşu. Çünkü b ir adam bütün dünyayı kazanıp da ölümsüz ruhunu kaybeder ya da zararlandırırsa, ne kâr eder? Ah, sevgili çocuklarım, inanın bana, bu kö tü dünyada böyle b ir kaybın yerini tutacak hiçbir şey yoktu. — Bu yüzden, sevgili çocuklarım, şu birkaç gün içinde, ge rek çalışma, gerek eğlence, ve gerekse yükselm e hırsı ile ilgili h e r çeşitten dünyevî düşünceleri zihinlerinizden atmanızı, ve b ü tün dikkatinizi ruhlarınızın durum u üstünde toplamanızı is teyeceğim. Çekilme günleri sırasında bütün çocukların sessiz ve dindarca b ir tav ır takınm alarının ve gürültülü, yakışıksız eğ lencelerin hepsinden uzak durm alarının beklendiğini h a tırla t m am bilmem gerekiyor mu? Bütün sınıflardan çocuklar, elbet te, bu geleneğin bozulmamasına çalışacaklardır, ve özellikle K u t sal Bakire M eryem kardeşliği ve K utsal M elekler kardeşliği yö netm enleri ile görevlilerinin okul arkadaşlarına iyi b irer örnek olacaklarını umuyorum. — Böylece, aziz Francis adına olan bu çekilmemizi bütün kalbimiz, bütün aklım ızla yerine getirm eye çalışalım. O zaman T a n n bütün yıllık çalışmalarınızı kutsayacaktır. Ama, h er şeyin üstünde ve h er şeyin ötesinde, bu çekilme törenini öyle b ir şe kilde yerine getirin ki, ilerde okulunuzdan uzakta ve belki bam başka b ir çevre içinde olduğunuz zaman bile geri dönüp bu gün lere övünçle bakabilesiniz, geri dönüp sevinç ve şükranla bakabilesinız ve sizlere böylesine dindarca, şerefli ve mümince b ir H ıristiyan hayatının ilk tem ellerini atabilm e fırsatını verdiği için T anıı'ya teşekkürlerinizi sunabilesiniz. Ve eğer, ki bu ola bilir, bu anda şu önümdeki sıralarda T anrı'nm kutsal inayetin den yoksun kalm ak, ve acı günahlar arasına düşm ek gibi ağıza alınm az bir talihsizlik yükü altında kalm ış herhangi bir zavallı varsa, yürekten inanır ve dilerim ki bu çekilme töreni o zaval lının hayatında b ir dönüm noktası olabilsin. Böyle b ir ruhun içten b ir pişmanlığa varabilmesi, ve aziz Francis günündeki kut sal kominyonun T anrı ile bu ruh arasında devamlı bir aîıit olma sı için T ann'ya, m üm in hizm etkârı Francis Xavier'in erdem le rinden yardım dileyerek yalvarırım - G erek doğru, gerek eğri, gerek aziz, gerek günahkâr, bu çekilme törenini hiç unutm asın. — Bana yardım edin, İsa yolunda küçük kardeşlerim . D in 102
darca dikkatiniz ile, kendi adanmışlığınız ile, dış davranışları nız ile, bana yardım edin. Ç ıkarın atın zihninizden b ü tü n dün yevî düşünceleri ve yalnız sondaki şeyleri düşünün, ölümü, yar gılam ayı, cehennem ve cenneti düşünün. Bunları hatırlayan, di yor Vaizler kitabı, hiçbir zaman günah işlemeyecektir. Son şey leri hatırlayan h e r zaman onları gözönünde tutarak harek et ede cek ve düşünecektir, iyi bir hayat yaşayacak, iyi bir ölümle öle cektir, bu dünyevî hayatta çok şey feda etmişse ilerdeki hay at ta, sonu olmayan o kırallıkta, yüzlerce ve binlerce kere daha faz lasını kazanacağım bilecek ve buna inanacaktır — bu kutsam a nın, sevgili çocuklarım, hepinize ulaşacağını yürekten dilerim/ Baba, Oğul, ve K utsal Ruh adına. Amin! Sessiz arkadaşları arasında evine doğru yürürken koyu bir •sis zihnini sarm ış gibiydi- Dağılmasını ve sakladığı şeyi ortaya çıkarm asını sersemlemiş bir halde bekledi. Yemeğini suratsız b ir iştahla yedi ve yemek sona erip yağa bulanmış tabaklar terk edilmiş b ir şekilde m asanın üstünde dururken, ağzındaki yağı diliyle tem izleyerek ve dudaklarına sıvaşan yağı yalayarak aya ğa kalkıp pencereye gitti. Demek avını yedikten sonra ağzını ya layan hayvanın durum una düşm üştü. A rtık sona varm ıştı; belli belirsiz bir korku pırıltısı zihnini saran sisi delmeye başladı. Yü zünü pencere pervazına dayayarak kararan sokağa doğru bak tı- K ör ışığın içinden birtakım şekiller oraya, buraya gidiyor lardı. Ve buydu hayat. Dublin adının harfleri zihninde ağırlık yaparak duruyor, yavaş, kabaca b ir diretm eyle birbirlerini ora dan oraya kavga edercesine iteliyorlardı. Ruhu yoğun b ir yağın içine doğru yayılıyor ve orada donuyor, durgun korkusunun için de ciddî olarak tehdit eden bir alacakaranlığın gittikçe daha de rinlerine dalıyor, bu arada onun olan gövde, kayıtsız ve lekeli, kararm ış gözlerden dışarıyı gözleyerek, çaresiz, rahatsız ve in san, ona bakacak öküzümsü tanrın ın önünde duruyordu. Ertesi gün ölüm ve yargılanm ayı getirdi, ruhunu kayıtsız um utsuzluğundan yavaşça uyandırarak. Vaizin kısık sesi ruhu na ölüm üflerken belli belirsiz korku pırıltısı b ir ruhî dehşet haline geldi. Bunun acısına katlandı, ö lü m - soğukluğunun dış ■organlarına dokunuşunu ve yüreğine doğru sürünerek ilerleyi103
çini duydu, gözlerinin üstüne Ölüm perdesinin inişini, beyindeki parlak merkezlerin b irer birer fenerler gibi sönüşünü, son te r dam lalarının derisinden dışarı sızışını, ölen organların güçsüz lüğünü, dilin tutuluşu, dolaşışı, cansız kalışını, yüreğin yavaşla yan, daha da yavaşlayan atışını, neredeyse bütün bütün durarak, soluğu, zavallı soluğu, zavallı insan ruhu, hıçkırıp iç çekerek, gırtlakta hırıldayıp takırdayarak. Çaresiz! Çaresiz! O - o ken disi — boyun eğdiği bedeni ölüyordu. Mezara, bedeniyle. B ir tahta sandığa koyup çivileyin, cesedi. K iralanm ış adam ların omuzunda taşıyın evden dışarı. İnsanların gözü önünden fırla tın onu toprakta bir uzun deliğin içine, mezara, çürüsün diye, sü rünen ku rtlar yığınını beslesin, seğirten şişgöbekli sıçanlar onu yesin bitirsin diye. Ve arkadaşlar daha hâlâ göz yaşları içinde yatağın vamnda dururken günah işleyenin ruhu yargılanıyordu. Bilinçliliğin son anında bütün dünyevî hayat ruhun görüşü önünden geçiyor, ruh daha düşünecek zaman bulamadan beden ölüyor ve ruh kor ku içinde yargılanm a yerinde duruyordu. Uzun zamandan b e ri m erham et gösteren T an n o zaman âdil olacaktı. Ne zaman d ır sabretmiş, günahkâr ruhu yola getirm eye çalışmış, ona piş m an olma fırsatı tanımış, bir süre daha bağışlamıştı. Ama bu zaman geçmişti. Günah işleyip eğlenmeye zaman olmuştu, Tanr ı 'y l a ve O'nun kutsal kilisesinin öğütleriyle alay etmeye za man olmuştu. O'nun yüceliğini yadsımaya, buyruklarını hiçe saymaya, insan kardeşlerinin gözlerini boyamaya, günah ardına günah işleyip kötü 3'ola gidişini başkalarından saklamaya zaman olmuştu. Ama o zaman artık yoktu- Şimdi sıra Tanrı'ya gelmiş ti; ve O aldatılamaz, kandınlam azdı. O zaman her günah sak landığı yerden çıkıp ortaya gelecekti, kutsal iradeye en fazla başkaldıran da, bozuk yaradılışımızı en fazla aşağılatan da, eri küçük kusur da, en iğrenç alçaklık da. Büyük bir im parator, bü yük b ir kom utan, bilginlerin en bilgini eşsiz b ir mucit olmak o zaman neye yarardı ki? Tanrı'nm yargılam ası karşısında h er kes birdi. İyilerin armağanını, kötülerin cezasını O verecekti. İnsan ruhunun yargılanmasına bir tek salise yeterdi. Gövde nin ölümünden tek bir salise sonra ruh teraziye konup tartılm ıştı bile. Yargılanma bitmiş, ru h m utluluğa kavuşmuş ya da A raf 104
hapishanesine gitmiş ya da çığlık çığlığa Cehenneme fırlatıl mıştıBu kadarla da kalmıyordu. T an rı adaletinin insanlara hak lı gösterilmesi gerekiyordu: özel yargıdan sonra sıra genel y ar gıya geliyordu. Son güne varılmıştı. Kıyamet günü gelip çat mıştı- Gökyüzündeki yıldızlar rüzgârın sarstığı b ir incir ağa cından saçılan incirler gibi yeryüzüne döküleceklerdi- Evrenin büyük aydınlatıcısı olan güneş kıldan bir hırka gibi olmuştu. Ay, kankırmızıydı- Gök kubbe dürülen b ir kâğıt tomarıydı. Se madaki m eleklerin prensi başrr.elek Mikail, şanıyla, dehşetiyle gökyüzünde belirmişti. Bir ayağı denizde, bir ayağı karada, bo rusuyla zamanın tunç sesli ölümünü öttürüyordu. M eleğin bo rusundan çıkan üç sayha evreni doldurdu- Zaman var, zaman vardı, ama zaman olmayacak artık. Borunun son sayhasında ev rensel insanlığın ruhları, zenginiyle, yoksuluyla, soylusuyla .soy suzuyla, bilgesiyle cahiliyle, iyisiyle, kötüsüyle, Jehoshaphat va disine doğru akın edecekti. Şimdiye dek varolan h er insanın ru hu, daha bütün doğacakların ruhu, bütün Âdemoğulları o en üs tün günde toplanmış olacaklar. Ve işte, yüce yargıç geliyor! Tann 'n ın uysal Kuzu'su değil artık, yumuşacık N aşıralı îsa değil artık. Acıların Adamı değil artık, İyi Yürekli Çoban değil artık, işte geliyor bulutların üstünde, büyük gücü ve ululuğuyla, ya nında meleklerden dokuz koro, meleklerle başmelekler, güçler le erdemler, kerubilerle serafiler, hepsi geliyor, h er şeye kadir Tanrı, ebedî Tanrı. O konuşuyor ve O'ttun sesi uzayın en uzak kö şelerinde duyuluyor, dibi olmayan kuyuda bile. Yüce Yargıç, onun verdiği yargıdan kurtulunm ayacak ve kurtulunaroaz. Doğ ruları kendi tarafına çağırıyor, krallığa girmelerini söylüyor on lara, sonsuz m utluluk onlar için hazırlanmış. Eğrileri uzaklaş tırıyor kendinden, öfkeyle haykırıyor: Gidin benden ey lânetli ler, şeytan ve melekleri için hazırlanm ış sonsuz ateşe gidin. Tanrı'm ne büyük b ir acı bekliyor o sefil günahkârları! A rkadaş a r kadaştan koparılıp almıyor, çocuklar ana, babalarından, karı la r kocalarından sökülüp alınıyor. Zavallı günahkâr uzatıyor kollarını bu dünyevî hayatta sevdiklerine, kendi halinde dindar lıklarıyla belki de alay etmiş okluğu kimselere, ona öğüt verip onu doğru yola çekmek isteyenlere, iyi b ir ağabeye, şefkatli b ir
105
ablaya, onu o kadar seven ana ve babaya. Ama artık çok geç; doğru olanlar şimdi gözlerinin önünde iğrenç ve kötü kişilikle riyle beliren sefil lânetlilere sırtlarım çeviriyorlar. Ey siz: iki yüzlüler, ey beyaz badana sürünm üş m ezarlar, içinizde ruhunuz iğrenç bir günah bataklığıyken insanlara karşı gülüm ser b ir su ra t takm an ey günahkârlar, o korkunç günde ne olacaksınız? Ve o gün gelir, gelecektir, gelmelidir: ö lü m günü, yargılan ma günü, ölm ek, öldükten sonra da yargılanm ak insana vergi dir. ölü m kesindir. Kesin olmayan ne zaman ve nasıl ölüneceği, uzun bir hastalıkla mı, yoksa beklenmedik b ir kazayla mı: Tann ’nm Oğlu sizin O'nu beklemediğiniz b ir anda gelir. Onun için h er an hazır olun, madem ki her an ölebilirsiniz. Hepimizin so n u ölüm. îlk anamızla babamızın günahlarından yeryüzüne ge len ölüm ve yargılanma, dünyevî varlığımızı kapayan karanlık kapılan, görülmeyen ve bilinmeyene açılan kapılar, aralarından h er ruhun tek başına, sevaplarından başka bir şeyden yardım görmeden, arkadaşın, kardeşin, babanın, öğretmenin desteği ol madan, tek başına ve titreyerek geçmesi gereken kapılardır. Bu düşünce her zaman gözümüzün önünde o'.sun, o zaman günah işleyemeyiz. G ünahkâra dehşet veren ölüm, doğru yolda y ü rü yen, hayatta görevini yerine getiren, sabah ve akşam dualarını okuyan, kutsal törenlere sık sık katılıp iyi, merhametli işler y a pan için kutsanmış bir and;r. D indar ve imanlı katolik için, doğ ru adam için, ölüm korkulacak bir şey değildir. Büyük İngiliz y azan Addison değil miydi, ölüm döşeğindeyken, bir Hıristiyanın ölümü nasıl karşıladığını göstermek için kötü yürekli genç W arwick kontunu çağıran? O, yalnız o, dindar ve imanlı H ıristi yan şu m ısraları söyleyebilir: Ey mezar, nerde senin zaferin? Ey ölüm, hani senin zehirin? H er kelime onaydı. T ann'nın bütün gazabı onun iğrenç ve gizli günahına yönelmişti. Vaizin bıçağı açığa vurulm uş vicda nının derinliklerine girm işti ve şimdi ruhunun günahlarla çü rüdüğünü duyuyordu. Evet, vaiz haklıydı. Sıra Tanrı'ya gel mişti. İnine saklımmış bir hayvan gibi ruhu kendi pisliklerinin 106
üstünde yatm ıştı am a meleğin borusundan çıkan sesler onu gü nahının karanlığında kovalayıp ışığa getirmişti. Melek tarafın dan haykınlan kader kelimeleri onun kibirli huzurunu b ir anda param parça etmişti. Son günün rüzgârı zihninden esti; günah ları, imgeleminin m ücevher - gözlü orospuları, korkudan fare le r gibi cıyaklayarak, fırtınanın önünden kaçışarak, b ir saç ye lesinin altına üşüştüler. Eve doğru giderken alanı geçtiğinde b ir kızın hafif kahka hası yanan kulağına çalındı. Küçük neşeli ses yüreğini boru - se sinden daha güçlü dağladı ve yürürken, bakışlarını yerden ayır m aya cesaret edemeyerek dönüp birbirine geçmiş gölgeli çalıla ra doğru göz attı. Dağlanmış yüreğinden taşan utanç bütün v a r lığım kapladı. Emma'mn imgesi önünde belirdi, onun bakışlala n altında utanç seli yüreğinden gene taştı. Zihniyle onu nele rin boyunduruğu altına aldığım, hayvanca şehvetiyle masumi yetini nasıl parçalayıp çiğnediğini bir bilseydi kızcağız. Bu muy du çocukluk aşkı? Bu muydu şövalyelik? Bu muydu şiir? Şeh v et cümbüşlerinin kirli ayrıntıları burun deliklerinde kokuş m uştu. Şöminenin bacasında sakladığı kuruma bulanmış resim zarfı, ve bu resimlerin utanmasız ya da utangaç ahlâksızlığının varlığında saatler boyu düşünce ve hareketleriyle günah işle yerek yatmak; maymunumsu yaratıklarla, pırıldayan m ücevher gözlü orospularla insanlandırdığı canavarca düşleri; suçlu itira fın sevinci içinde yazıp günlerce gizlice taşıdıktan sonra bir kız belki gelip bulur ve gizlice okur diye gece karanlığından fay dalanarak bir tarlanın köşesindeki otlar araşm a ya da menteşesiz bir kapının altına ya da hendekler içinde bir deliğe sakla dığı iğrenç uzun m ektuplar. Çılgınlık! Çılgınlık! B ütün bunla r ı yapmış olabilir miydi? iğrenç anılar beyninde yoğunlaşırken soğuk bir ter alnına yayıldıUtanç acılan geçtikten sonra ruhunu miskin güçsüzlüğün den uyandırm aya çalıştı. Tanrı ve K utsal B akire ondan çok uzaklardaydı: Tanrı çok büyük ve sert, K utsal Bakire'yse çok saf ve mukaddesti. Ama geniş bir arazide Emma'mn yanında durduğunu, alçak gönüllülükle, göz yaşları içinde, eğilip yenini dirseğinden öptüğünü imgeledi. Sevecen, aydınlık akşam havasında, geniş arazide, gökyü 107
zünün soluk yeşil denizi ortasında batıya doğru sürüklenen bir bulutun altında, yanlış yola gitm iş iki çocuk olarak yanyana durdular. Yanılgıları, iki çocuğun yanılgısı olduğu halde, Tanrı'm n ululuğunu çok kızdırmıştı; am a güzelliği «dünyevî güzellik gibi bakması tehlikeli değil, işareti olan seher yıldızı gibi, parlak ve musikili olan» o kimseyi kızdırmamıştı. Ona doğru çevir diği gözlerde kızgınlık ya da sitem yoktu. İkisini cl ele tu tu ştu r du ve gönülleriyle konuşarak şöyle dedi: — El ele tutuşun, Stephen ve Emma. Cennette çok güzel b ir akşam şimdi. Siz yanıldınız am a h e r zaman benim çocuklarımsınız. Bir gönül bir başka gönülü seviyor. El ele verin, sevgili çocuklarım, bir arada m utlu olacaksınız, gönülleriniz birbirlerini sevecek. Kapanm ış pancurlardan süzülen cansız kızıl ışık kiliseyi doldurm uştu; pancurun son kapağı ile pervazın arasındaki ara lıktan solgun b ir ışık huzmesi bir m ızrak gibi içeri giriyor, m ih rabın üstünde m eleklerin savaşlarla yıpranm ış halkalı zırhları gibi parıldayan pirinç kakmalı şam danlara değiyordu. Kiliseye, bahçeye, okula yağm ur yağıyordu. Sonsuza ka dar yağacaktı, gürültüsüzce. Su santim santim yükselecekti, ot larla fundaları örterek, ağaçlarla evleri örterek, anıtlarla dağ tepelerini örterek. B ütün hayat boğulup gidecekti, gürültüsüzce: kuşlar, insanlar, filler, domuzlar, çocuklar: gürültüsüzce yeryü zünün enkaz süprüntüleri arasında yüzen cesetler. K ırk gün kırk gece yağacaktı yağm ur sular yeryüzünü örtene kadar. Olabilirdi. Niçin olmasın? — ö lü le r D iyarı boğazını genişletti ve ağz»nı ölçüsüz açtı — îşaya'nın kitabı, beşinci bap, on dördüncü ayetten alınma söz ler, îsa yolunda sevgili küçük kardeşlerim . Baba, Oğul ve K u t sal Ruh adına- AminVaiz cüppesinin iç:ndeki bir cepten zincirsiz b ir saat çıkar dı, yelkovanı bir süre gözden geçirdikten sonra saati sessizce önündeki masaya koydu. Hafif bir ses tonuyla konuşm aya başladı. — Âdem ile Havva, sevgili çocuklarım, bildiğiniz gibi, ilk atalarım ızda ve Tanrı onları, Şeytan ile ayaklanan m elekleri nin düşüşüyle cennette boş kalan yerleri doldurm ak için yarat* 1C3
tı. Bize anlatıldığına göre Şeytan sabahın oğlu, pırıl pırıl ve kudretli bir melekti; gene de düştü ve onunla birlikte cennette ki m eleklerin üçte biri de düştü: düştü ve ayaklanan m elekleriy le birlikte cehenneme fırlatıldı. Günahının ne olduğunu bilemi yoruz. Din bilginleri bu günahın guru r olduğunu, b ir an için gelip geçen günahkârca bir düşünce olduğunu sanıyorlar: pon serviam : hizmet etmeyeceğim. İşte o anda mahvoldu. B ir anlık günahkârca düşünceyle ulu Tanrı'yı öfkelendirdi ve Tanrı onu cennetten cehenneme a ttı sonsuza kadar— Tanrı Âdem ile Havva'yı yaratarak onları Şam ovasına, güneş ışığı ve renkle dolan, h er çeşit bitkilerle taşan o bahçeye yerleştirdi. Verimli toprak bütün bereketini sundu onlara: kuş lar ile hayvanlar onlara istekle hizm et etti: gövdemize m iras k a lan kötülükleri, hastalığı, yoksulluğu, ölümü tanım ıyorlardı: B üyük ve cöm ert bir T anrı'nm onlara verebileceği h er şey ellerindeydi- Ama Tanrı onlara bir tek şart koşmuştu: sözüne bo yam eğeceklerdi. Yasak ağacın meyvasını yemeyeceklerdi. — Heyhat, sevgili küçük çocuklarım, onlar da düştüler. ISir zam anlar pırıl pırıl bir melek, sabahın oğullarından biriyken şim di iğrenç b ir zebani olan Şeytan, yeryüzündeki hayvanların en kurnazı olan yılanın kılığına girerek onlara geldi- Kıskandı onları. Düşmüş olan o, bir insanın, topraktan yaratılm a bir v a r lığın, onun kendi günahı yüzünden sonsuza kadar ceza olarak elinden kaçırdığı şeylere sahip çıktığını düşünmeye dayanam a dı- Kadına, o daha zayıf yaratığa sokuldu, tatlı dilinin bütün zelıirini onun kulağına akıttı, ona dedi ki —• Ey T an rım , ne büyük küfürdü bu! — o ve Âdem bu yasak mey vay: yediklerinde tan rıla r g'bi, hayır. Tanrı gibi olacaklardı. Havva bu büyük kışkır tıcının hilelerine dayanamadı- Elm ayı yedi ve sonra ona karşı koyacak m anevî cesareti kendinde bulamayan  dem 'e de verdiŞeytan'm zehirli dili işini başarm ıştı. îkisi de düştüler. — Sonra, o bahçede, Tanrı'nm. yaratığı insandan hesap so ran sesi işitildi: cennetteki m eleklerin prensi Mi kail, elinde alev den bir kılıçla suçlu çiftin önünde belirdi ve onlara Aden bah çesinden dünyaya, hastalık ve çabaiam alar, kötülük ve üzüntü ler, didinme ve zorluklar dünyasına sürdü ekm eklerini alın!arı nın teriyle kazansınlar diye. Ama gene de ne kadar m erham et 109
liydi Tanrı- Zavallı, düşmüş atalarım ıza acıdı, /'amanı gelince onları kurtaracak, onları bir daha T an n 'n ın çocukları ve cennet krallığının mirasçısı kılacak B iri'ni göndereceğine söz verdi: ve o Biri, düşmüş insanın o K urtarıcı'sı, T an rın ın tek Oğul'u ola caktı, Kutsal Üçlem'in İkinci Kişisi, Ebedî Kelâm olacaktı. — O geldi Tertemiz bir bakireden, bakire ana M eryem'den doğmuştu. Yahudiye'de yoksul b ir inek ahırında doğmuş, özel görevine sıra gelinceye kadar otuz yıl basit b ir marangoz olarak yaşamıştı. Ve sonra, insanlara karşı sevgiyle dolu olarak ortaya atılm ış ve insanları yeni İncili dinlem eye çağırmıştı. — O n u dinlediler mi? Evet, dinlediler ama dediklerini duy m adılar. Bayağı bir suçlu gibi yakalanıp bağlandı, b ir budala gibi alaya alındı, bir hırsıza yol verm ek için itilip kakıldı, beş bin kırbaç yedi, dikenli bir taçla taçlandırıldı, Yahudi kalabalığı ile Romalı askerler tarafından sokaklarda sürüklendi, elbisele ri çıkarılarak bir darağacına asıldı ve gövdesinn yanı b ir mız rakla delindi ve Efendi'mizin yaralı gövdesinden kan ve su durmamasıya boşandı. — O zaman bile, o en korkunç acılan çekerken de, M erha metli K urtarıcı'm ız insanlara acım aktan geri kalmadı. O rada bile, Calvary tepesindeyken de, K utsal K atolik Kilisesini k u r du, ve verilen söze göre cehennem kapıları bu kilise üyelerine karşı işe yaram ayacaktır. Bu kiliseyi çağlardan yapılm a kaya la r üstüne kurdu, inayetini armağan etti bu kimseye, ve söz v e r di ki O'nun Kilisesinin dediğinden çıkm ayan insanlar sonsuz h a y atı kazanabileceklerdir; ama eğer, kendileri için yapılan bun ca yardım dan sonra, gene de kötülüklerini sürdürürlerse, onla ra sonsuz işkenceden başka bir şey kalm ayacaktır: Cehennem. Vaizin sesi kesildi- Durakladı, b ir an avuçlarını bitiştirdi, sonra gene ayırdı. Devam etti: — Şimdi bir an için, elimizden geldiği kadar, kızgın b ir T an rı adaletinin günahkârlara sonsuz ceza olarak var ettiği lânetli le r yatağının ne biçim b ir yer olduğunu kavram aya çalışalım. Cehennem dar ve karanlık ve pis kokulu b ir hapishane, ateş ve dum anlarla dolu, zebaniler iîe kayıp ru hların dolaştığı b ir y er dir. Bu hapishanenin darlığı T anrı tarafından; O'nun yasalarıy la bağlanm ayı yadsıyan kimseleri cezalandırmak için özellikle
110
tasarlanm ıştır. Yeryüzündeki hapishanelerde zavallı mahpusun hiç olmazsa kıpırdam a özgürlüğü vardır, hücresinin dört duva rı arasında ya da hapishanesinin kasvetli avlusunda bile olsa. Cehennem böyle değil. Orada, lânetli sayısının çokluğundan do layı, m ahpuslar korkunç hapishanelerinin içinde-üstüsto yığıl m ışlardır, ve söylenildiğine göre bu hapishanenin duvarları be? bin kilom etre kalm lığındadır; ve lanetlenm işler öylesine sımsı kı bağlı ve çaresizdirler ki, kutsal b ir azizin. Aziz Anselm'in ben zerlikler üstüne yazdığı kitabında olduğu gibi, gözlerini kem iren b ir kurdu tutup atacak kadar bile kımıldayam am aktadırlar— H er yeri saran b ir karanlığın içinde yatarlar. Çünkü, h a tırlayacağınız gibi, cehennem ateşi ışık vermez. T an rın ın komu tuyla Babil'deki ocak nasıl ısısını kaybettikten sonra da ışığını verm ekte devam ettiyse, cehennem ateşi, ısı yeğinliğini sürdü rür, ama sonsuzluğa kadar karanlık yanar. Sonu gelmez b ir ka ranlık fırtınası v a rd ır orada, yanan kükürtten çıkan karanlık alevler ve karanlık dum anlar, bunun ortasında b ir solukluk hava alam ayan yığın yığın gövdeler. F irav u n lar ülkesine çarpan bü tün felâketler arasından yalnız bir felâke:e, karanlığa, korkunç denmişti, öyleyse, sadece üç gün değil, bütün bir sonsuzluk bo yu sürecek olan cehennem karanlığına nasıl b ir ad bulmalıyız? — Bu dar ve karanlık hapishanenin dehşetini orayı saran korkunç leş kokusu arttırm aktadır. Yeryüzünün bütün pisliği, yeryüzünün bütün çürüm üş çöp ve süprüntüleri, söylendiğine göre, son günün korkunç yangını yeryüzünü temizledikten son ra, kocaman ve kokuşmuş bir lağıma akın eder gibi oraya boşa lacaktır. Sonra orada büyük niceliklerle yanan ve büt.iirı cehen nemi dayanılmaz leş kokusuyla dolduran k ü k ü rt de var; ve lâ netlilerin gövdeleri de öylesine boğucu b ir koku çıkarıyor ki, aziz Bonaventura'm n dediğine göre, bunlardan birinin kokusu bütün dünyayı sarm aya yeter. Şu bizim dünyamızın havası, o tertem iz hava, uzun zaman kapalı kaldığında solunamaz b ir du rum a girer. Düşünün şimdi Cehennemin havası nasıl olmalı. B ir m ezarda çürüyen ve ayrışan iğrenç ve kokuşmuş b ir cesedi, o pelteleşmiş, bozuk sıvı birikint'sini gözünüzün önüne getirin. Böyle bir cesedin alevlere atıldığını, yanan kükürt ateşiyle kav rulduğunu, yoğun, boğucu, mide bulandırıcı, iğrenç ayrışm a bu 111
harları çıkardığını gözünüzün önüne getirin. Sonra bu hasta edi ci leş kokusunun pislik dolu karanlıkta yığılmış yatan milyon la r ve milyonlarca kokuşmuş kadavradan m ilyonlar ve milyon larca kere daha çoğalarak çıktığını düşünün, çürüyen, m antarla şan o kocaman insan kümesini gözünüzün önüne getirin. B ütün bunları gözönüzün önüne getirince cehennemdeki kokunun deh şeti hakkında bir fikir edinirsiniz. — Ama gene de, ne kadar korkunç olursa olsun, lânetlilere çektirilen en büyük fiziksel acı bu koku değildir. Zorbanın in san kardeşlerine çektirdiği en büyük işkence ateş işkencesidir. Parm ağınızı bir an için mum alevine tutun, ateşin verdiği acıyı duyacaksınız. Ama yeryüzündeki ateş insana yararlı olsun, onun içinde hayat kıvılcımını bulundursun ve faydalı zenaatlarda ona yardım etsin diye Tanrı tarafından yaratılm ıştır, oysa cehennem ateşi bambaşka b ir niteliktedir ve T anrı tarafından, pişmanlık getirm eyen günahkârı cezalandırm ak, ona işkence etm ek için yaratılm ıştır. Yeryüzündeki ateş, sardığı nesnenin yanış oranına göre bu nesneyi yakıp kül eder, öyle ki insan dehası ateşin eyle mini durduracak ya da bozacak kim yasal bileşim ler bulm ayı bi le başarm ıştır. Ama cehennemde yanan kükürtlü sülfür h er za m an ve h er zaman anlatılam az bir gazapla yanm ak üzere özel likle hazırlanm ıştır. Ayrıca, yeryüzündeki ateş, yaktığı nesneyi aynı zamanda yok eder, bu yüzden, yanışı ne kadar yeğinse o kadar az sürer; am a cehennem ateşi yaktığı şeyi yok etmeme özelliğini taşır, inanılmaz bir yeğinlikle, am a sonsuza k ad ar y a nar. Ayrıca, yeryüzündeki ateş n e kadar kızgın ve yavgm olursa olsun ancak bir yere kadar uzanır; am a cehennemdeki ateş gölü sınırsızdır, kıyısızdır, dipsizdir. K ayıtlarda şu da v ar ki şeytan, kendisi bile, bir askerin sorusuna karşılık, koca bir dağın cehennem okyanusuna atıldığında b ir saniye içinde bal mumu gibi yanıp gideceğini itiraf etm ek zorunda kalm ıştı. Ü ste lik bu korkunç ateş lânetlilerin gövdelerini yalnız dışardan y ak m ayacak, kötü yola sapan h er ruh kendi içinde bir cehennem olacak, bitmeyen ateş iç organları da yakıp kavuracak. Ey Tanrı'm , ne kadar korkunç bu zavallıların kaderi! D am arlarda kan haşlanıp kaynıyor, kafasında beyin kaynıyor, göğüste yürek 112
yanıp çatlıyor, barsaklar kor gibi yanan b ir lâpa yığını olmuş, yumuşacık gözler ateşte erimiş bilyeler gibi alev içinde. — Ama bu ateşin gücü ve niteliği ve sınırsızlığı hakkında b ü tü n söylediklerim, yeğinliğiyle karşılaştırıldığında b ir hiçtir, İlahî güçler tarafından hem ruhun hem de gövdenin cezalandı rılm ası için seçilmiş bir araç olmasından ileri gelen o yeğinliğiy le. Doğrudan doğruya T ann'nın öfkesinden gelen bir ateştir bu, kendi etkinliğiyle değil, İlahî öcün bir aracı olarak hareket ederVaftiz suları nasıl gövdeyle birlikte ruhu da temizliyorsa. Ce hennem ateşleri de hem ruha hem de ete işkence eder. Etimizin h e r duyusu, ruhum uzun her melekesi b ir arada işkence görür: gözler nüfuz edilemez, sonsuz karanlıkta, burun iğrenç kokular la, kulaklar çığlık, uluma, lâııetlem elerle, tatm a duyusu iğrenç m addeler, cüzzam çıbanı gibi pisliklerle, adı olmayan boğucu iğ renç şeylerle, dokunma duyusu kor gibi kargılar, m ızraklarla, za lim alevlerle. Ve duyuların bu çeşitli işkenceleri yoluyla ölümsüz ruhun özüne de işkence edilir sonsuza kadar. H er şeye kadir T ann 'nın kızgın yüceliği ile dipsiz kuyunun içinde tutuşturduğu ve T a n n Üçlemi'nin öfke soluğuyla h er an artan b ir gazapla kö rüklenen, fersahlar, fersahlarca parıl parıl yanan ateşlerin or tasında. • - En son olarak, bu cehennemi hapishanedeki işkencenin çevredeki lânetliler yüzünden bir k at daha arttığını düşünün. Kötü b ir şeyin varlığı bu dünyada o k ad ar iğrençtir ki bitkiler, sanki içgüdüleriyle, onları öldürecek ya da incitecek şeylerden kaçınırlar. Cehennemde bütün yasalar tepetaklak olm uştur — aile ya da memleket, bağlılık, ilişki düşüncesi ortadan kalkm ış tır. Lânetliler ulur, çığlıklar atar birbirlerine, çektikleri işken celer ve öfkeleri kendileri gibi işkence çeken ve öfkelenen baş kalarının varlığıyla yeğinleşir. H er çeşit insanlık unutulur. Acı larla kıvranan günahkârların feryatları kocaman kuyunun en uzak köşelerine kadar ulaşır. Lânetlcnenlerin dillerinden Tanrı'y a karşı sövgüler, yanlarında acı çekenlere karşı nefret, gü nahlarında suç ortaklığı eden ru hlara karşı kargım alar dökülür. Eski zam anlarda babasını öldüren, katil elini babasına kaldıran adam b ir çuvalın içine b ir horoz, bir m aym un ve b ir yılanla b ir likte sokularak denizin derinliklerine fırlatılırdı. Günümüzde 113
zalimce görülen böyle bir yasayı kuran o günkü yasam akların niyeti suçluyu zararlı ve tiksindirici hayvanların yanına koya rak cezalandırmaktı- Ama, cehennemde acılar arasında kahro lanların, günahlarında yardımcı olanları, onları günaha kışkır tanları gördükleri zaman, sözleriyle kötü düşünmenin ve kötü yaşamanın ilk tohumlarını akıllarına düşürenleri, âhlaksızca öğütlerle onları günaha sürükleyenleri gördükleri zaman, işveli gözleriyle onları erdem yolundan çıkaranları gördükleri zaman, kurum uş dudaklarından ve yanan boğazlarından taşan lânetlem eleriyle karşılaştırdığımızda, bu dilsiz hayvancıkların gazabı nedir ki! Suç ortaklarına döner, onları azarlar, lanetler Cehennemdekiler. Ama artık ellerinden gelen bir şeyleri, um utları kalm amıştır: pişmanlık zamanı geçmiştir. — En son olarak şeytanlar kalabalığının, gerek kışkırtıcı ve gerek kışkırtılan, bu kahrolmuş ru h lara çektirdiği korkunç işkenceyi düşünün. Bu şeytanlar kahrolm uşlara iki yoldan azap verirler, bir kendi varlıklarıyla, bir de suçlamalarıyla. Bu şeytanların ne derece korkunç olacakları düşüncelerimize sığmaz Sienalı Aziz Catherine bir kere bir şeytan görmüştü. Böylesine korkunç bir canavara bir an bakm aktansa hayatının sonuna ka d ar kızgın köm ürler üstünde yürümeye katlanacağını yazıyor. Bir zam anlar çok güzel melekler olan bu şeytanlar, o zaman ne kadar güzel idiyseler şimdi de o kadar iğrenç ve çirkin olmuş lardır. Mahvedip cehenneme sürükledikleri o zavallı ruhlarla alay eder dururlar. Onlar, o kötü zebanilerdir cehennemde vic danımızın sesi haline gelen. Neden günah işledin? A rkadaşla rının kışkırtm alarına neden kulak verdin? Dindarca davranış lardan, iyi işler yapm aktan neden yüz çevirdin? G ünahtan ne den kaçınmadın? K ötü arkadaşından neden ayrılmadın? Neden o şehvetli alışkanlıklardan, o kirli alışkanlıklardan vazgeçme din? Neden dinlemedin günahlarını çıkaranın öğütlerini? B irin ci ya da ikinci ya da üçüncü ya da dördüncü ya da yüzüncü ke re suç işledikten sonra seni bağışlamak için sadece pişman ol manı bekleyen T anrı'va dönmedin, yaptıklarından pişmanlık getirmedin, neden? Pişmanlık zamanı geçti artık. Zaman var, zaman vardı, am a zaman olmayacak artık! Gizli gizli günah işle yecek, o tembelliğe, o kibire kendini kapıp koyuverecek, ya 114
sadışı şeyleri isteyecek, hayvan tarafınızın dürtm elerine teslim olacak, kırlardaki hayvanlar gibi yaşayacak zaman vardı, hayır, hayvanlar gibi bile değil, çünkü onlar ne de oîsa hayvandırlar ve kendilerini yönetccek m antıktan yoksundurlar: zaman vardı, am a zaman olmayacak artık. Tanrı nice seslerle konuştu senin le ama O'nu dinlemedin. Yanaşmadın yüreğindeki kibiri, öfkeyi ezmeye, kötüye gitmiş iyilikleri düzeltmeye, kutsal kilisenin ku rallarına'boyun eğmeye, dinî ödevlerini yerine getirmeye, o kö tü arkadaşlardan ayrılm aya, o tehlikeli kışkırtm alardan kaçın m aya. İşkenceci zebaniler böyle konuşur işte, alay ve suçlama larla, tiksinti ve iğrenmeyle. Evet, iğrenmeyle! Çünkü onlar, o şeytanlar bile, günah işlediklerinde, ancak o melek yaradılışla-' rm dan gelebilecek b ir günah işlediler, aklî bir başkaldırmaydı onlarınkisi: ve onlar, o iğrenç şeytanlar bile, alçalmış insanın iş lemekle Kutsal Ruh'un tapınağını sövdüğü ve kirlettiği, kendi ni kirlettiği ve m undar kıldığı o ağıza alınamaz günahları düşün m ekten tiksintiyle v e iğrenmeyle gözünü çevirir. — Ey benim İsa yolunda küçük kardeşlerim, dilerim Tanrı'd an ki bu sözleri dinlemek bizim alnımıza yazılı olmasın! Bi zim alnımıza yazılı olmasın diyorum! B ütün yüreğimle yakarı rım Tanrı'ya ki bugün bu kilisede bulunanlardan b ir tek ruh o korkunç son hesaplaşma gününde Yüce Yargıç'm gözünden ırak durm asını buyuracağı zavallı yaratık lar arasında olmasın, içi mizden hiçbirinin kulaklarında o korkunç yadsıma hükm ü çın lamasın: Gidin benden, ey lânetliler, şeytan ve melekleri için hazırlanmış sonsuz ateşe gidin! Bacakları birbirine çarparak, kafasındaki deri bir hortlağın eli değmiş gibi titreyerek kilisenin ortasındaki geçitten yürüdü. Merdiveni çıkarak duvarlarında paltolarla yağm urlukların baş sız, biçimsiz ve sularını dam latarak darağacına çekilmiş suçlular gibi asılı durdukları koridora girdi. H er adımında şimdiden öl müş olmasından, kılıf olan bedeninden ruhunun koparılıp alın masından, uzay içinde tepetaklak aşağılara doğru uçmaktan korkuyordu. Ayaklarıyla zemini kavrayamadı ve sırasına düşer gibi oturdu, rasgele bir kitap açıp karıştırarak. H er kelimesi onun içindi. Doğruydu. Tanrı her şeye kadirdi. Tanrı onu şimdi ça 115
ğırabilirdi, sırasında otururken çağırabilirdi, çağırıldığının bilin cine bile varam adan. Tanrı çağırmıştı. Evet? Ne? Evet? Ateşin aç alevlerinin üzerine doğru geldiğini duyan eti çekildi, çevre sinde boğucu havanın girdabını duyarak kurudu, ölm üştü. Evet. Yargılanmıştı. Bir ateş dalgası gövdesini yalayıp geçti: birinci si. Gene bir dalga. Beyni yanmaya başladı. Bir başkası. K afata sının çatırdayan barınağında beyni kaynıyor, kabarcıktan]yor du. Kafasından bir taç gibi alevler fışkırdı, sesleri andıran çığ lıklarla: — Cehennem! Cehennem! Cehennem! Cehennem! Cehen nem! Yakınında sesler konuştu: — Cehennemde. — îyice içinize işletti galiba— Ne diyorsunuz. Ödümüzü kopardı— Sizlere böyleşi gerek: başka türlü çalışmazsınız dersle rinizi. Güçsüzce arkasına yaslandı sırada- Ölmemişti. Tanrı gene bağışlamıştı onu- H âlâ bildiği okul dünyasındaydı. M r Tate ile V incent Heron pencerenin yanında duruyor, konuşuyor, şaka laşıyor, dışarıdaki kasvetli yağmura bakıyor, başlarını kımıldatsyorlardı. — Şu hava bir düzelse- Birkaç arkadaşla bisiklete binip Malahide taraflarına gitmeyi kararlaştırm ıştık- Ama şimdi diz bo yu çam ur vardır yollarda.— Belki düzelir, efendimO kadar iyi tanıdığı sesler, gündelik kelim eler .'esler du rup da öbür çocuklar durgun durgun yemeklerini çiğnerken ve sessizlik ağır ağır geviş getiren sığırların sesleriyle dolarken sınıftaki dinginlik, yanan ruhunu huzura kavuşturdu. Hâlâ zaman vardı- Ey Meryem, günahkârların sığmağı, onun bağışlanmasını sağla! Ey Kirlenmemiş Bakire, ölümün uçurum undan onu kurtar! İngilizce dersi tarihle başladı. K rallar, gözdeler, entrikacı lar, piskoposlar adlarının peçeleri arkasında dilsiz hayaletler gi bi geçtiler. Hepsi ölmüştü: hepsi yargılanmıştı. B ütün dünyayı kazanmak ne işine yarardı kişinin ruhunu kaybedecek olduktan 116
sonra? Sonunda anlam ıştı: ve bütün insan hayatı çevresinde y a tıyordu, üstünde kanncam sı insanların kardeşçe didindiği gibi huzur ovası, ve ölüleri sessiz toprak yığınları altında uyuyorYanında oturanın dirseği ona dokundu ve yüreğine dokunuldu: ve öğretmeninin bir sorusunu cevaplandırmak için konuştuğu zaman sesinin alçakgönüllülüğün, pişmanlığın rahatlığıyla do lu olduğunu işitti. Ruhu gittikçe pişm anlıktan gelme huzurun derinliklerine çöktü, artık korku acısı çekemiyor, derinlere çökerken bir küçük dua gönderiyordu. Evet, evet, daha hâlâ kurtulabilirdi; yürek ten pişmanlık getirecek ve bağışlanacaktı; o zaman yukardakiler, cennettekiler, geçmişi örtm ek için onun neler yapabileceğini göreceklerdi: bütün b ir hayat, hayatın h er saati. Sadece biraz beklemeli. — Hepsi, Tanrı! Hepsi, hepsi! B ir haberci gelip kilisede günah çıkarılmaya başlandığun söyledi. Dört çocuk odadan çıktı: koridordan başkalarının da geçtiğini duydu. Titretici bir soğukluk esti yüreğinden, küçük b ir rüzgârdan güçlü değildi; gene de, dinleyerek ve sessizce acı çekerek, kendi yüreğinin kasına kulağını dayamış gibiydi, aç:lıp kapandığını duyuyor, karıncıkların çırpıntısını dinliyordu. Kaçış yoktu. Günah çıkarmalıydı, ne yaptığını, ne düşün düğünü sözle anlatmalıydı, bütün günahlarını. Nasıl? Nasıl? — Baba, ben... Düşünce, yum uşak etinin içinde soğuk parlak bir kılıç gi bi kaydı: günah çıkarm ak. Ama orada okul kilisesinde olamaz dı. Hepsini anlatacaktı, düşündüğü ve yaptığı bütün günahları, içtenlikle; ama orada okul arkadaşlarının arasında değil. O ra dan çok uzaklarda b ir karanlık köşede utancını m ırıldanarak vu racaktı dışan; okul kilisesinde günah çıkarm ayı göze alamadığı için alçak gönüllülükle Tanrı'dan ona kızmamasını istedi ve tam bir ruh alçalması içinde, çevresini saran çocuksu gönüllerden sessizce özür diledi. Zaman geçti. Gene kilisenin ön sırasına oturdu. D ışarda gün ışığı azal mıştı bile, cansız kırmızı pancurlardan içeri hafifçe süzülürken 117
son günün güneşi batıyor ve bütün ru h lar yargılanm ak için top lanıyor gibiydi. — Gözlerinin önünden atıldım: M ezmurlar Kitabı, otuzun cu mezmur, yirm i üçüncü satırdan alınmış kelimeler, îsa yolun da küçük kardeşlerim. Baba, Oğul ve K utsal Ruh adına. Amin. Vaiz, yum uşak, dostça bir sesle konuşmaya başladı. Yüzü müşfikti, ellerinin parm aklarını hafifçe bitiştirm iş, parm ak uç larının b ir araya gelmesiyle çelimsiz b ir kafes yapmıştı. — Bu sabah, cehennem üzerinde düşünürken, mezhebimi zin kutsal kurucusunun manevî çalışm alar kitabında y er bi leştirmesi dediği şeyi yapmaya uğraştık. Yani, başka b ir söyle yişle, zihnimizin duyulun ile, imgelemimizde, o korkunç yerin m addî özelliklerini ve ce'hennemdekilerin çektiği fiziksel işken celeri imgelemeye çalıştık. Bu akşam birkaç dakika cehennem deki manevî işkencelerin özelliklerini düşüneceğiz. — Biliyorsunuz ki günah iki yönlü b ir kötülüktür. B ir yan dan, aşağılık içgüdülerin dürtm elerine, çirk’n ve hayvanca ola na, yozlaşmış yaradılışımızın alçakça boyun eğmesidir; aynı za manda, daha yüksek yaradılışımızın öğütlerine, temiz ve k u t sal olana. Kutsal Tanrı'nin Kendisi'ne sırt çevirm ektir. Bu yüz den ölüm lülerin günahları cehennemde iki ayrı çeşitten ceza ile, fiziksel ve m anevî olarak cezalandırılır. Şimdi bütün bu manevî acıların en büyüğü kaybedilenlerin acısıdır; bu o kadar büyüktür ki, kendi başına bütün öbür acı lardan daha büyüktür. Aziz Torna, kilisenin en büyük bilim ada mı, ki kendisine melek filozof denir, bunun en büyük lanetlen m e olduğunu söylüyor: insan anlayışının kutsal ışıktan b ü tü nüyle yoksun kalması ve sevgisinin inatla T anri'nm iyiliğine yüz çevirmesi. Düşünün ki Tanrı'nın iyiliği bitimsizdir, demek böy le bir varlığın kaybı, bitimsizce acılı b ir kayıp olmalıdır- Şu ya şadığımız hayatta böyle bir kaybın ne olması gerektiğini açık açık düşünemeyiz, ama cehennemdeki lânetliler, işkencelerinin büyüklüğünden dolayı, neyi kaybettiklerini çok iyi an larlar ve bunu kendi günahları yüzünden ve sonsuza kadar kaybetmiş olduklarım bilirler. Ölüm anında gövdenin bağları kopar ve ruh hem en varoluşunun merkezi olan T anrı'ya doğru uçar. H a tır layın, sevgili küçük çocuklarım, ruhlarım ız Tanrı ile olmak is 118
terler. Bizler Tanrı'dan geliriz, Tanrı ile yaşarız, T an rıy a aitiz: biz O'nunuz, ayrı İmam açasın a O nunuz. Tanrı her insan ru hunu kutsal bir sevgi ile sever, ve h e r insan ruhu o sevginin içinde yaşar. Başka tü rlü nasıl olabilirdi? tçimize çektiğimiz her soluk, beynimizden geçen her düşünce, hayatın her anı, Tanrı'nın tükenmez iyiliğinden çıkar. Ve eğer bir anaya çocuğundan ayrılm ak, bir adam a ocağından, evinden sürgün edilmek, arka daşa arkadaştan uzak kalmak bir acıysa, ruhu hiçlikten varoluşa çağıran, onu hayatta destekleyen ve Ölçüsüz sevgiyle seven o sı nırsız iyi ve seven Yaradan'ın önünden kovulmak zavallı ruha ne acılar, ne üzüntüler çektirir. Demek bu, sonsuza kadar en büy ü k iyilikten, yani Tanrı'dan ayrılm ak, ve bu ayrılığın üzün tüsünü duymak, hiçbir zaman durum un değişmeyeceğini bil mek: yaratılm ış ruhun dayanabileceği en büyük işkence budur, poena damni, kaybetm e acısıdır. Cehennemdeki lânetlilerin ruhlarım işkenceler içinde kıvrandıracak ikinci acı vicdan acısıdır. Nasıl ölü gövdede çürüm e den ötürü ku rtlar ürerse, kahrolm uşlann ruhlarında günahın çürümesinden sürekli bir pişmanlık doğar; vicdan azabı, Papa Üçüncü Innocent'ın söyleyişiyle, üçlü iğnenin kurdudur bu. Bu kötü kurdun soktuğu ilk iğne eski iyi şeylerin anısı olacaktır. Ey Tanrı, ne korkunç bir anıdır bu! H er şeyi yutan ateşin orta sında kibirli kral, sarayının görkemini hatırlayacak; bilge ama kötü adam, kitaplığını, araştırm alar yaptığı araçları; sanat zevk lerini seven kişi, m erm erlerini, resim lerini, daha başka değerli sanat hâzinelerini; yemek masasının zevklerine bayılansa, o bol luklu şölenleri, ustalıkla hazırlanmış yemekleri, seçme şarapla rı; cimri, sakladığı altınları hatırlayacak; hırsız, kötü yoldan kazanılmış servetini; kızgın ve kinci ve insafsız katiller, başar m akla övündükleri kanlı işleri; temiz olm ayanlar ve zina ya panlar, ağıza alınmaz, pis zevklerini. B ütün bunları hatırlaya cak ve günahlarından dolayı kendilerinden iğrenecoklerdir. Çünkü çağlar ve çağlar boyunca Cehennemin ateşini çekmeye m ahkûm olanlara bütün bu zevkler kim bilir ne kadar sefil gö rünecektir. Dünyanın süprüntüleri, birkaç maden parçası, boş şerefler, bedenin rahatlığı, sinirlerin gıcıklanması uğruna Cen netteki m utluluğu kaçırdıklarını düşündükçe nasıl köpürüp öf119
keleneceklerdir kimbilir. Pişman olacaklardır elbette: vicdan, kurdunun ikinci iğnesi de budur zaten, işlenen günahların geç kalmış ve faydasız pişmanlığı. Kutsal adalet, bu sefil zavallıla rın akıllarının h er zaman suçlu bulundukları günahlarla uğraş masında diretir ve üsteik de, aziz Augustine'in de söylediği gibi, Tanrı bunlara kendi günah bilgisini de verecektir, günah onlara T ann'nın Kendi gözlerine göründüğü gibi bütün iğrenç kötülü ğüyle görünsün diye. G ünahlarının pisliğini görecek ve pişman olacaklar ama artık geç, sonra ellerine geçirip kullanm adıkları iyi fırsatlar için ağlayacaklardır. Vicdan kurdunun sonuncu ve en acı iğnesi budur. Vicdan diyecek ki: pişmanlık getirecek za m anın da, fırsatın da vardı, am a tövbe etmedin. Annen, baban seni dindar yetiştirdiler. Kilisenin törenleri, inayeti, endülüjansları sana yardımcıydı. T a n rın ın vekili sana vaaz veriyor, yol dan çıkınca geri çağırıyor, ne kadar çok ve kötü olursa olsun günahlarını bağışlıyordu, sadece günah çıkarman ve pişman ol man gerekti. Ama hayır. Tövbe etmedin. Kutsal dinin vekilleriy le alay ettin, günah çıkarma hücresine ssrt. çevirdin, günah ça m urunda gittikçe derinlere batarak yuvarlandın durdun. Tanrı seni çağırdı, tehdit etti, senden O'na dönmeni diledi. Ne büyük utanç, ne büyük bir sefillik! Evreni Yöneten senden, çarmırdan b ir yaratıktan, seni yaratan O'nu sevmeni ve O'nun yasasına u y manı rica etti. Ama hayır. Dinlemedin sözünü. Ve şimdi, eğer hâlâ anlayabiliyorsan, bütün Cehennemi gözvaşlannla sele boğsan bile, bütün bu pişmanlık denizi ölümlü hayatında gözünden damlayacak bir tek gerçek pişmanlık gözyaşının sana kazandıra cağını kazandırmaz. Pişmanlık getirebilm en için bir an daha dünyada yaşayabileyim diye yalvarırsın: boşuna. O zaman geç miştir: bir daha gelmemek üzere geçmiştir. — îşte, Cehennemdeki zavallıların yüreklerinin özünü ke m iren engereğin, vicdanın üçlü iğnesi budur. Öyle ki bu zaval lılar cehennemi acılarının içinde aptallıklarını hatırlayıp ken dilerini lânetlerler, onları böyle mahveden kötü arkadaşları lânetlerler, hayattayken onlan kışkırtıp şimdi sonsuzlukta onlar la alay eden şeytanları lânetlerler, ve h attâ iyiliğini ve sabrını aşağı ve küçük gördükleri ama adalet ve gücünden kaçam adık ları o En Üstün V arlık'a bile küfü r ve lânet ederler. 120
— K ahrolm uşların bundan sonra çektiği bir başka m ane vî acı da genişleme acısıdır. İnsan, bu dünyevî hayalında, b ir çok kötülükleri yapabilir ise de, bunların hepsini b ir arada ya pamaz, çünkü nasıl bir zehir öbürünü yok ederse, kötülüğün bi> ri de Ötekini ortadan kaldırır. Cehennemde, tersine, işkencenin biri öbürüne karşı çıkıp sıfıra indireceğine, ona daha da fazla bir güç kazandırır: ve, üstelik, iç m elekeler dışsal duyulardan daha yetkin oldukları için, acıya da daha çok katlanabilirler. H er duyu nasıl kendine uygun bir işkenceyle kavranıyorsa, manevî m elekeler de tıpkı böyledir; hayal kurm a melekesi korkunç im gelerle, duygunluk melekesi birbirini kovalayan istek ve öfke lerle, zihin ve anlayış o ürkünç zindanda hüküm süren dışsal ka ranlıktan bile daha korkunç bir iç karanlıkla- Bu zebanileşmiş ruhların içine girmiş olan kötülük, güçsüz de olsa, sınırsız ge nişlikle bir şerdir, zamanca sonsuzdur, günahın habisliğini ve T an n'nm günaha karşı nefretini aklımızda tutm adıkça bir tü r lü kavrayamayacağımız korkunç bir fenalık durum udur. — Bu genişlik acısına karşıt olan ama onunla birlikte varo lan bir başka acı da yeğinlik acısıdır. Cehennem, kötülükler merkezidir ve, bildiğiniz gibi, nesneler merkezde uzak nokta larda olduğundan daha yeğindirler. Cehennemin acılarını biraz cık olsun hafifletecek ya da yum uşatacak hiçbir karşıtlık ya da karışım bulunmaz orada. Hayır, kendi içlerinde iyi olar. nesne ler cehennemde kötü olur. Başka yerlerde üzüntü çekenlere bir rahatlık kaynağı olan yoldaşlar orada sürekli b ir işkence mey dana getirir: akla en büyük iyilik kabul edip onca ardından koş tuğumuz bilgi, orada bilgisizlikten de daha büyük bir tiksintiy le karşılanır: yaradılışın efendisinden ormandaki en basit bitki ye kadar h er yaratığın istekle aradığı ışık, orada iğrençlikle karşılanır- Bu hayatta acılarımız ya çok uzun sürmez ya da çok büyük değildir çünkü doğa onları ya alışkanlıklarla yener ya da ağırlıklarıyla derinlere batırarak sona erdirir. Ama Cehen nemdeki acılara alışkanlık fayda etm ez çünkü bunlar korkunç b ir yeğinliğe sahip oldukları gibi aynı zamanda sürekli b ir çe şitlilik içindedirler de, yani her acı bir başkasından alev alır son ra da kendine ateş vereni büsbütün hırçın yeni alevlerle besler. Ve doğa bu yeğin ve çeşitli işkencelerin ağırlığı altında ezilip öl 121
mek yoluyla da kendini kurtaram az, çünkü ruh desteklenir ve tu tu lu r çektiği acılar daha büyük olsun diye. Sınırsız işkence ge nişliği, inanılmaz acı çekme yeğinliği, sonsuz azap çeşitliliği — iş te, günahkârların yaptıklarına öfkelenen kutsal yücelik böylesini ister: işte, küçük görülen ve yoz bedenin şehvetli, aşağılık zevkleri uğruna bir kenara fırlatılan cennet, kutsallığı böylesini gerektirir; suçsuz T an n Kuzusu'mm, insanların temizlemşi adı na akıtılan, aşağının açağısı tarafından çiğnenen kanı bunun böyle olmasında diretir. — O dehşetli yerdeki bütün işkencelerin son ve tam am la yıcı işkencesi cehennemin sonsuzluğudur. Sonsuzluk! Ey, kor kunç ve uğursuz kelime. Sonsuzluk! Hangi insanın aklı k av ra yabilir bunu? Ve şunu da unutm ayın, b ir acı çekme sonsuzlu ğudur bu. Cehennemin acıları bu denli korkunç olmasalardı bi le, sonsuza kadar sürecekleri için, gene de bitm ez tükenmez ola caklardı. Ama bitmez tükenmez olduklan gibi bunlar aynı za manda, sizin de bildiğiniz gibi, katlanılm az derecede yeğin, da yanılmaz derecede geniştirler. Bir böceğin sokmasıyla verdiği acıyı bile sonsuza kadar çekmek korkunç b ir işkence olurdu. Dü şünün öyleyse, cehennemin çeşitli işkencelerini sonsuza kadar çekmek ne demektir? Sonsuza kadar! Bütün b ir sonsuzluk! Bir yıl değil, bir çağ değil, ta sonsuzluğa dek. Bu sözlerin m üthiş anlamım düşünmeye çalışın. Deniz kıyısında, kumsaldaki kum ları çok kere görmüşsünüzdür. Minik tanecikler ne kadar da in ce olur! Ve bir çocuğun oynarken eline aldığı bir avuç kumu meydana getirm ek için kaç tane minik tanecik gerekir. Şimdi bu kumdan yapılma bir dağ düşünün, b ir milyon mil yükseklik te, dünyadan gökyüzünün en yüksek noktalarına k ad ar uzanı yor olsun, genişliği de bir milyon mil olsun, en uzak köşelere k ad ar ulaşsın, kalınlığı da gene bir milyon mil olsun; ve bu ko caman yığındaki sayısız kum taneciklerinin orm anda yaprak lar, yüce okyanusta su damlaları, kuşlarda tüyler, balıklarda pullar, hayvanlarda kıllar, ulu hava boşluğunda atom lar oldu ğu kadar çoğaldığını düşünün: ve her milyonuncu yıl sona e r diğinde bir küçük kuşun bu dağa gelip o minik taneciklerden birisini gagasına alıp taşıdığını düşünün. Kaç tane milyon k e re milyon yüzyıl geçmelidir bu kuş o dağın bir metre karesini 122
taşıyıncaya kadar ve kaç tane eon kere eon çağ geçmelidir bü tün dağı taşıyıp götürünceye dek? Gene de bu kocaman zaman süresinin sonunda sonsuzluğun bir tek anı geçmiş olmaz. Bu m ilyarlarca ve trilyonlarca yıldan sonra sonsuzluk daha başla m am ıştır bile- Ve hepsi taşınıp gittikten sonra bu dağ yeniden yükselse, ve kuş yeniden gelip tane tane dağı bir daha taşısa, ve dağ gökyüzünde yıldızlar, havada atom lar, denizde su dam laları, ağaçlarda yapraklar, kuşlarda tüyler, balıklarda pullar, hayvanlarda k ılla r olduğu kadar yükselip yok olsa, o ölçüsüz ce ulu dağın bütün bu yükselip batm alarının sonucunda sonsuz luğun bir tek anı bile geçmiş olmaz; o zaman bile, böyle bir dö nemin sonunda, sadece düşüncesinin başımızı döndürdüğü bu zaman eonundan sonra da, sonsuzluk henüz b u lam am ıştır bile— Kutsal bir aziz (bizim kendi babalarımızdan biri olduğu nu sanıyorum) bir kere cehennemi görebilmişti. Büyük, k aran lık ve kocaman bir saatin tiktakîsm ası dışında sessiz b ir avlu da duruyorm uş gibi gelmişti ona. Saatin sesi durmamacasına sürüyordu; ve bu aziz tiktak sesinin aynı kelimelerin bitip tü kenmeden tekrarlanm ası olduğunu sandı — hep, hiç; hep, hiç. Hep Cehennemde olmak, hiç Cennette olmamak; hep Tanrı'dan uzak kalmak, hiç bağışlamaya kavuşmamak; hep alevlerle kav rulm ak, k u rtla r tarafından kemirilmek, yanan kargılarla dağ lanm ak, hiç bu acılardan kurtulm am ak; vicdan tarafından hep iğnelenmek, anılarla öfkelenmek, karanlık ve umutsuzlukla do lu olmak, hiç kaçamamak; aldattıklarının acılarıyla zebanice eğlenen iğrenç cinlere hep küfür ve lanet etm ek, kutsanmış ru h ların pırıl pırıl giyimlerini hiç görmemek; ateş kuyusunun için den, b ir an, tek bir an bu korkunç acıdan kurtulabilm ek için Tanrı'va hep yakarm ak, hiç, bir an için bile, Tanrı'nm bağış lamasına erememek; acıdan hep kıvranm ak, huzura hiç varm a mak; hep kahrolmak, rahatı hiç bulm amak; hep, hiç; hep, hiçOf, ne korkunç bir ceza bu! B ir sonsuzluk boyu tükenmek azap, bedenî ve ruhî sonsuz işkence, bir tek um ut ışığı olmaksızın, b ir an bile dinmeksizin, yeğinliğinde sınırsız azap, bitimsizce çeşitli acı, sonsuza kadar kemirdiğini sonsuza kadar sürdüren işkence, bedeni didiklerken ruhu durm am asıya yiyip bitiren acı, b ir sonsuzluk, öyle ki h er anı kendi başına b ir azap sonsuzluğu. 123
Ölümcül günahlarıyla ölenlere güçlü v e adil T a n rın ın uygun gördüğü korkunç ceza budur işte. — Evet, adil Tanrı. H er zam an insanca akıl yürüten insan la r, b ir tek önemli günah için T anrı'm n cehenncm ateşleri a ra sında sonsuz ve bitimsiz bir ceza vermesine şaşarlar. Böyle akıl y ü rü tü rle r çünkü, bedenîliğin çirkin yanılgısından ve insfen an layışının karanlığından dolayı, ölümcül günahın iğrenç kötü lüğünü kavravam azlar. Böyle akıl y ü rü tü rle r ;çünkü kavrayam azlar ki bağışlanabilir günahlar bile o k ad ar çirkin ve iğrenç tir ki h er şeye kadir Y aratan bir tek bağışlanabilir günahı, b ir ya lan, bir kızgın bakış, b ir anlık istekli tem bellik gibi bağışlana b ilir b ir günahı dünvam n kötülüğünü ve sefilliğim, yani savaş ları, hastalıkları, hırsızlıkları, suçları, ölüm leri, cinayetleri d u r durm ak üzere cezasız bıraksa, O, h e r seve kadir büyük Tanrı,’ böyle yapam azdı çünkü günah ister düşüncede ister eylemde olsun O'nun yasasına bir karşı kovm adır ve eğer O karşı ko yanı cezalandırm âzsa Tanrı, Tanrı olmazdı. — B ir günah, başkaldırıcı aklî g ururun b ir tek anı, Şevtan'ı ve m elekler ordusunun üçte birini şanından yoksun kıldı. Bir günah, budalalık ve zayıflığın b ir tek anı, Âdem ile H avva'yı Aden bahçelerinden sürgün ederek yeryüzüne ölümü, acıyı ge tirdi. Bu günahın sonuçlarını yeniden düzeltm ek için T anrı'nin Tek Oğlu yeryüzüne indi, yaşadı, acı çekti ve en korkunç b ir ölümle öldü, üç saat boyu bir çarm ıhta asılı kaldı. — Ey benim Isa yolunda küçük kardeşlerim , şimdi biz bu iyi yürekli K urtarıcı'm ızı kızdırm alı, O 'nun öfkesine yol aç malı mıyız? O didiklenmiş, yaralanm ış cesedi b ir daha çiğneme11 miyiz? öyleyse üzüntü ve sevgi dolu olan o yüze tük ü rm şli miyiz? K ötü yahudiler ve hayvan askerler gibi biz de, bizim uğ rum uza üzüntüler cenderesinden tek başına geçmiş nazik ve duygudaş K urtarıcım ızla alay mı etmeliyiz? G ünahın h e r ke lim esi O 'nun yum uşak gövdesinde b ir yeni yaradır. H er günah eylemi O 'nun başını delen b ir dikendir. Bile bile boyun eğdiği miz h er kirli düşünce o kutsal ve sevgi dolu yüreği parçalayan keskin bir m ızraktır- Hayır, hayır. H içbir insanoğlu kutsal yü celiği böyle derinden kızdıran, acınm sonsuzluğuyla cezalandırı lan, T anrı'ıım Oğlu'nu yeniden çarm ıha gerip O'nu bir alay ko 124
nusu eden şeyleri yapamaz. T anrı'dan dilerim ki benim önemsiz sözlerim bugün bu rada b ir bağışlanma durum unda olanların kutsallığını pekiştir sin, kararsız olanları güçlendirsin, aranızda varsa eğer, yoldan çıkanların zavallı ru hunu yeniden bağışlanm a durum una erd ir sin- T anrı'ya yalvarıyorum , siz de yalvarın benimle, günahları m ızdan pişman olalım. Sizden, hepinizden, burada, bu basit k i lisede T an n 'n ın huzurunda diz çökmenizi ve benimle birlikte tövbe duasını okumanızı istiyorum. O, orada, m ihrapta, insan oğluna karşı sevgiyle yanm aktadır, sıkıntıda olanîann y a rd ı m ına koşmaya hazırdır. Korkm ayın. G ünahlarınız ne kadar çok v e ne k ad ar kötü olursa olsun, tövbe ederseniz bağışlanırsınız. H içbir dünyevî utanç sizi engellemesin. T an n gene günahkârın sonsuz ölüm ünü değil, doğru yola dönüp yaşamasını isteyen m erham etli T anrı'dır. — O sizi K endine çağırıyor. Siz O 'nunsunuz. O sizi b r hiç ten yarattı. O sizi ancak bir T ann'n ın sevebileceği gibi sevdi. Siz O'na karşı günah işlediyseniz bile sizi kucaklam ak için kol la n açıktır. O'na gel, zavallı günahkâr, boşunalığı, yanlışları içinde zavallı günahkâr. K abul zamanı şim didir. Saat gelip çat mıştırPapaz ayağa kalktı, m ihraba doğru dönerek kiliseye çök m üş karanlığın içinde kutsal çadırın önündeki basamağa diz çöktü; kilisede bulunan herkes diz çöküp en küçük g ü rültüler dininceye kadar bekledi- Sonra başını k ald ırarak tövbe duası nı coşkuyla kelime kelim e okudu. Çocuklar da ona kelime k eli me cevap verdiler. Stephen, dili dam ağına yapışmış, başını eğ di, yürekten dua ederek. — — — — — — — —
Ey T annm ! — Ey Tanrım ! — Yürekten üzgünüm — Yürekten üzgünüm — seni kızdırdığım a — seni kızdırdığım a — ve tiksiniyorum günahlarımdan — ve tiksiniyorum günahlarımdan — 125
— — — — — — — — — — — — — — — —
her kötülüğün üstünde — her kötülüğün üstünde — çünkü bunlar Seni kızdırır, Tanrım çünkü bunlar Seni kızdırır, Tanrım Sen ki benim bütün sevgime — Sen ki benim bütün sevgime — her bakımdan lâyıksın — her bakımdan lâyıksın — ve söz veriyorum — ve söz veriyorum — kutsal inayetinle — kutsal inayetinle — bir daha kızdırmamaya seni — bir daha kızdırmamaya seni — ve hayatımı düzeltmeye — ve hayatımı düzeltmeye —
Yemekten sonra odasına çıktı ruhuyla yalnız kalabilmek için, ve ruhu her basam akta iç çekiyordu sanki: h er basamağa ruhu da ayaklarıyla birlikte tırm anıyor, yükseldikçe içini çeki yordu, tutkalım sı karanlık bölgesinden geçerken. K apının önündeki sahanlıkta duraladı, sonra, porselen tok mağı yakalayarak, kapıyı hızla açtı- Korkuyla bekledi, yüreği kıvranarak, eşikten geçerken ölümün alnına değmemesine, k a ranlıkta yaşayan zebanilerin, üzerinde hakim iyet kazanm am ala rına sessizce dua ederek- Kapının eşiğinde karanlık bir m ağara nın girişindeymiş gibi bekledi. Yüzler vardı orada: bekliyor, göz lüyorlardı. — Çok iyi biliyorduk elbette ki bunun ışığa çıkması zorunlu olduğu halde ruhî bakım dan tam yetkili olanı kesinlemek için çalışmaya kendini zorlamak için çalışmakta oldukça büyük zor luk çekecekti ve böylece biz elbette çok iyi biliyorduk — M ırıldanan yüzler bekliyor, gözlüyordu; m ırıltılı sesler m a ğaranın karanlık kabuğunu dolduruyordu. Eti, ruhu gergin b ir korku içindeydi ama başını mertçe dik tutarak kesin adım larla 126
odadan içeri yürüdü. B ir kapı, bir oda, aynı oda, aynı pencere. K aranlıkta m ırıldanarak yükselir gibi olan bu sözlerin hiç bir anlamı olmadığını durgunca anlattı kendine. Bunun sadece k a pısı açık duran kendi odası olduğunu söyledi kendine. Kapıyı kapattı, yatağına doğru hızla yürüyerek orada diz çöktü, ellerini yüzüne kapadı. Elleri soğuk ve nemliydi ve organ ları soğuktan sızlıyordu. Bedenî rahatsızlık, soğuk ve yorgunluk kuşattı onu/ düşüncelerini bozguna uğratarak. Neden diz çök m üştü orada akşam dualarım okuyan b ir çocuk gibi? Ruhuyla yalnız kalmak, vicdanını incelemek, günahlarıyla yüzvüze gel mek, günahlarının ne zaman, nasıl ve ne yüzden işlendiğini h a tırlam ak, günahlarına ağlamak için. Ağlayamıyordu. Onları bel leğine çağıram ıyordu. Sadece ruhuyla bedeninin ağrıdığını, bü tü n varlığının, anılarının, isteminin, anlayışının, etinin uyuşuk ve yorgun olduğunu duyuyordu. Şeytanların işiydi bu, düşüncelerini dağıtıp vicdanını ö rt mek, korkak, günahla yozlaşmış etinin kapılarında ona saldır mak: zayıflıklarını bağışlaması için T anrı'va uysalca yakararak yatağın içine sürüklendi, battaniyelere sıkı sıkı sarındı, yüzünü gene elleriyle kapadı. Günah işlemişti. Cennete karşı ve Tanrı önünde öyle büyük günahlar işlemişti ki artık T anrı'nm çocu ğu diye anılacak değeri kalmamıştı. O, Stephen Dedalus, bunları yapabilir miydi? Vicdanı iç ge çirdi karşılık olarak. Evet, yapmıştı bunları, gizlice, kirlice, tek r a r tekrar, günahkâr pişm anlıkızlığıyla sertleşmiş, ru h u yoz laşmanın yaşayan bir yığınıyken m ihrabın önünde b ir k u tsal lık maskesi giymeye bile-cesaret etm işti. Nasıl olmuş da Tanrı vurup öldürmemişti onu? Cüzamlı günahları çevresini sardı, ü s tüne soludu, her yandan üstüne eğildi- B ir dua ederek bunları unutm aya çalıştı, gittikçe büzülerek ve gözkapaklarım sımsıkı kapatarak: ama ruhunun duyuları kapanm ıyordu, gözleri iyice kapalı olduğu halde günah işlediği yerleri görüyor, elleriyle k u laklarını bastırdığı halde işitiyordu. B ütün iradesiyle işitmemeye, görmemeye çalıştı. Bedeni isteğinin baskısıyla sarsılıp ru h u nun duyuları kapanm eaya kadar istedi. B ir an kapanıp sonra gene açıldılar. Gördü.. Sert yosunlar, dikenler, püsküllü ısırganlarla dolu b ir ta r 127
la Uzun ve .sık bitkilerin arasında orada burada, ezik m isket ler, pıhtılar vo kangallar halinde katı salgılar yatıyordu. Küln-nj'lyoçil dikenli otların bütün pisliğinden yukarı doğru çabala yan hafif bir batak ışığı- Işık kadar hafif ve iğrenç kötü bir korku misketlerden, bayat, kabuk tutm uş gübreden miskince lcıvnmlamyor. Y aratıklar vardı tarlada: bir, üç, altı: yaratık lar tarlada kıpırdıyordu, b ir oraya, b ir buraya. İnsan suratlı keçi gibi y ara tıklar, boynuzlu alınlı, hafif sakallı ve lastik silgi gibi gri renk li. K ötülüğün hainliği ışıldıyor katı gözlerinde, oraya buraya kıpırdanırlarken, uzun kuyruklarını arkalarından sürükleye rek. Kötü yürekli hainliğin gagası açıklığı kocamış kemikli su ratlarını kurşun renginde aydınlatıyor. B ir tanesi kaburgala rındaki yırtık fanila yeleğe sarılm ıştı, b ir başkası sakalının püsküllü otlara takılmasından tekdüze yakm ıyordu. T akırda yan m isketler arasında uzun kuyruklarını sürükleyerek o tlar d a oraya buraya kıvrılarak gezinirlerken, tarlanın çevresinde h ışırtılar çıkararak yavaş halkalarla dönüp dururlarken, salyasız dudaklarından hafif b ir ses çıkıyordu. Yavaş h alk alar ha linde kıpırdanıyorlardı, birleşm ek için halkalar gitgide daralı yordu, birleşm ek için, dudaklarından hafif sesler çıkararak, uzun savrulan kuyrukları bayat bokla sıvaşmış, korkunç su rat ların ı yukarı kaldırarak... İmdat! Yüzünü, boynunu kurtarm ak için örtüleri çılgınca fırlat tı. Bu onun Cehennemiydi. G ünahlarına ayrılan Cehennemi görmesine T an n izin vermişti: pis kokulu, hayvanca, kötü, keçimsi, şehvetli zebanilerle dolu bir Cehennem. Onun için! Onun için! Yayılan pis koku gırtlağından içeri boşalarak, barsaklannı pıhtılaştırıp tiksindirerek, yatağından sıçradı. Hava! Cen n et havası! Mide bulantısından inleyerek ve neredeyse bayıla cak halde pencereye doğru sendeledi. Musluğun yanında için den bir çalkalanm a geldi; soğuk alnını deli gibi yakalayarak acılar içinde bol bol kustu. Nöbet sona erince halsiz halsiz pencereye yürüdü, camı kaldırdı, pencerenin içine oturarak dirseğini pervaza dayadı. 128
Yağmur çekilmişti; kıpırdayan buğular arasm da şehir b ir ışık noktasından ötekine sarımsı pustan yum uşak b ir koza örüyor du kendine. Gökyüzü durgun, hafifçe aydınlık, havayı solumak, sağanakların sırılsıklam ettiği bir çalılığın içindeki gibi tatlıy dı; huzurun, pırıldayan ışıkların, hafif güzel kokunun ortasın da kendi kendine bir antlaşm a yaptı D ua e t t i : — O bir kere Cennetteki şanıyla yeryüzüne inmek istemişti ama biz günah işledik; rahatlıkla gelemedi bize, yüceliğini perdeleyerek ve ışığını karartarak geldi, çün kü O, Tann'ydı. Böylece O Kendisi geldi güçlü değil za yıf olarak, ve bize seni yolladı. Kendi yerine bir yaratık diye, bir yaratığın bizlere uygun güzelliği ve parlaklığıy la, seni gönderdi. Ve şimdi senin yüzün ve senin biçimin, sevgili ana, bizlere Sonsuz'u anlatıyor; dünyevî güzellik gibi bakması tehlikeli değil, işareti olan seher yıldızı gibi, parlak ve musikili, temizliği soluyarak, cenneti söyleyip huzur vererek. Ey gündüz habercisi! Ey hac yolcusunun ışığı! Kılavuzluk et bize şimdiye dek ettiğin gibi. Karanlık gecede, çıplak yabanlıkta bizi îsa Efendi'mizs götür, bizi yuvamıza ulaştır. Gözleri yaşlardan kararm ıştı, alçakgönülle gökyüzüne ba kıp kaybettiği m asumiyetine ağladı. Akşam basınca evden çıktı, nem li ve karanlık havanın ilk değişi ve arkasında kapanan kapının sesi, dualar ve gözyaşiarıy la yatışan vicdanını yeniden sızlattı- İtira f et! İtiraf et! Vicda nı b ir gözyaşı ve bir duayla yatıştırm ak yetmezdi. KutS 2 İ ru hun vekili önünde diz çökmeli, saklı günahlarını dosdoğru ve tövbe ederek anlatm alıydı. Onu içeri alm ak için açılan kapının alt tahtası eşiğe b ir kere daha sürtünm eden, m utfakla akşam yemeği için hazırlanm ış masayı b ir kere daha görmeden önce diz çökmüş ve itiraf etmiş olacaktı. Oldukça basit bir işti. Vicdanının sızısı dindi ve o, karan lık sokaklardan ileriye hızla yürüdü. Bu sokakta o kadar çok kaldırım taşı vardı ve şehirde o kadar sokak ve yeryüzünde o kadar çok şehir- Ama 129
sonsuzluğun sonu yoktu- Ölümcül günah işlemişti. B ir kerelik de olsa ölümcül günahtı. B ir an içinde oluverirdi- Ama nasıl bu kadar çabuk? G örerek ya da görmeyi düşünerek. Gözler gö rü r, daha görmek istemeden. Sonra bir an içinde oluverir. Ama bedenin o parçası an lar m ı ya da ne? Yılan, yeryüzünün en kurnaz hayvanı. B ir anda isteğe kapılıp sonra da isteğini baş ka anlara günahkârca uzattığına göre, anlıyor olmalı. D uyu yor, anlıyor ve istiyor. Ne korkunç şey! Kim yapmış onu öyle; gövdenin hayvansal bir parçası hayvanca anlayabiliyor ve is teyebiliyor? Öyleyse bu onun kendisi mi yoksa aşağılık b ir ru hun harekete geçirdiği insanlık dışı bir şey mi? Hayatının kör pe iliğinden beslenen ve şehvet hırsının çam uruyla semiren uyu şuk yılansı hayatı düşünm ek içini bulandırdı. Peki niçin böyleydi? Of, niçin? Düşüncenin gölgesi içinde ürkekleşti, bütün şeyleri ve b ü tün insanları yapmış olan Tanrı'nm korkusuyla kendini alçalt tı. Çılgınlık. Kim geçirebilirdi aklından böyle bir düşünceyi? K aranlıkta ürkek ve kendini alçaltmış, beynine bir şeyler fısıl dayan zebaniyi kılıcıyla kovması için koruyucu meleğine ses sizce dua etti. Fısıltı kesildi ve o zaman açıkça anladı ki kendi» ruhu, iste yerek, düşünceyle, sözle, eylemle, kendi bedeni yoluyla günah işlemişti. İtiraf et! H er günahını itiraf etmesi gerekiyordu. Yap tıklarını nasıl anlatırdı papaza? A nlatm alı, anlatmalı. Ya da nasıl anlatırdı utancından ölmeden? Ya da böyle şeyleri nasıl yapmış olabilirdi utanm adan? Çılgın! İtira f et! Of, edecekti ge ne özgür ve günahsız olmak için! Belki papaz anlayacaktı. Of, sevgili Tanrı! Az ışıklı sokaklardan yürüdü, yürüdü, bir an duralam ak tan korkuyordu, kendisini bekleyen şeyden kaçmıvormuş gibi olmamak için, ve böylesine istekle yol aldığı şeye varm aktan korkuyordu- Bağışlanma durum unda b ir ruh. Tanrı ona sevgiy le baktığında ne kadar güzel olmalı. K aldırım taşlarında çirkin ve kılıksız kızlar oturuyordu se petlerinin önünde. Islak saçları alın lan n a sarkıyordu. Güzel de ğildi onları çam urlar içinde otururlarken görmek. Tanrı ru h la rını görüyordu; ve eğer bağışlanmış durum da idiyseler pırıl p ı 130
rıl olmalıydı onları görmek: ve onları gören Tanrı, onları sevi yordu. Nasıl düştüğünü düşününce, şuradaki ruhların Tanrı'ya kendinirtkinden daha yakın olduğunu duyunca kavurucu bir utanç soluğu donukça esti ruhundan- Üstünden esti ve üzerle rinde T an n sevgisinin şimdi daha çok, şimdi daha az ışıldadı ğı m ilyonlar ve milyonlarca başka ru h lara doğru gitti, yıldız la r gibi, şimdi daha parlak, şimdi daha karanlık yam p söne rek. Ve parlayan ru h la r geçip gittiler, yanıp sönerek, kım ılda yan bir soluğun içinde erimiş. B ir ruh kaybolmuştu; minicik b ir ruh: onunki- B ir kere yanar gibi oldu, sonra söndü, unutul du, kayboldu. Sonrası: kara, soğuk, boş ıssızlık. Bulunduğu yerin bilinçliliği yükselip alçalarak geri dön dü ona ağır ağır, aydınlanmamış, duyulmamış, yaşanmamış ulu b ir zaman süresi üzerinden. Çirkin m anzara kendini bileştirdi çevresinde; gündelik sesler, dükkânlarda yanan gaz alevleri, balık, içki, ıslak talaş kokuları, gidip gelen adam lar, kadınlar. Elinde yağ tenekesiyle yaşlı bir kadın sokağın öte yanm a geç m ek üzereydi. Eğildi ve kadına yakınlarda b ir kilise olup olm a dığım sordu. — Kilise mi, efendim? Evet, efendim. Kilise Sokağı Şapeli. — Kilise? Tenekeyi öbür eline geçirerek yolu gösterdi; pis kokulu kurum uş sağ elini şalının püskülleri altından uzatan kadına doğru eğildi, kadının sesi onu hüzünlendirm iş hem de yatıştırmıştı. — Teşekkür ederim. — B ir şey değil, efendim. Yüksek m ihrabın üstündeki m um lar sönmüştü am a günlük kokusu hâlâ loş kubbenin altında süzülüyordu. Dindar yüzlü sakallı işçiler yan kapıların birinden b ir örtü çıkarıyorlar, ki lise zangoçu yum uşak hareketler ve sözlerle onlara yardım edi yordu. H âlâ oyalanan müm inlerden birkaçı yan m ihraplardan birinin önünde dua ediyor ya da günah çıkarm a odalarına y a kın sıralarda diz çöküyordu. Uysalca yaklaşarak son sırada diz çöktü, kilisenin huzuru, sessizliği, günlük kokan gölgesi onu r a hatlatm ıştı. Üstüne diz çöktüğü ta h ta dardı, yıpranm ıştı, ya131
nm da diz çökenler de alçakgönüllülükle Isa yolunda giden kim selerdi- İsa da yoksulluk içinde doğmuş, bir m arangoz dükkâ nında çalışmıştı, tahta kesip rendeleyerek; ve T a n n 'm n k rallı ğını önce yoksul balıkçılara anlatm ış, bütün insanlara uysal o’.m ayı, alçakgönüllü olm ayı öğretmiştiY üzünü eğdi ellerine, gönlüne uysal ve kurum suz olması nı söyledi, o da yanında diz çökenler gibi olabilsin, duaları on larınkiler gibi kabul edilsin diye. Dua etti onların yanında, ama zordu. Ruhu günahla kirlenm işti, İsa'nın o akıl erdirilm ez T an rı haliyle K endi yanm a çağırdığı m arangozların, balıkçıların, gösterişsiz bir zenaatla uğraşan, ağaçların tahtasını alıp b ir biçi me sokan, ağlarını sabırla onaran o yoksul ve sade insanların b a s it inancıyla bağışlanma dilemeyi göze alamadı. O rtadaki yoldan uzun boylu b ir karaltı geldi ve tövbe eden le r arasında bir kıpırdanm a oldu; son anda, çabucak yukarı b a kınca, bir kapuşen papazının uzun k ır sakalıyla kahverengi gi yim lerini gördü- Papaz hücreye girerek gözden kayboldu. îk: tövbekar kalktı, iki yandan günah çıkarm a hücresine girdi. T ah ta kepenk çekikli ve b ir sesin belli belirsiz m ırıltısı sessizliği bozdu. D am arlarında kam m ırıldanm aya başladı, kendi alınyazısını işitm ek için uykusundan kaldırılan g ü nahkâr b ir şehir gibi m ırıldanıyordu. Kıvılcım tanecikleri yağdı ve tozumsu küller yağdı hafif hafif, insanların evlerine düştü. O nlar kıpırdandı lar, uykularından uyandılar, ısınan havadan rahatsız olarak. K epenk açıldı. Tövbekâr, hücrenin yanından belirdi. Öte yandaki açıldı. İlk tövbekâvm diz çöktüğü yere bir kadın g ir di sessizce ve beceriklice- Belli belirsiz m ırıltı yeniden başladı. H âlâ çıkabilirdi kiliseden. Ayağa kalkar, bir ayağını öbü rünün önüne atar, yavaşça y ü rü r sonra koşar, koşar, koşardı hızla karanlık sokaklardan. H âlâ kaçabilirdi utançtan uzaklaraKeşke başka herhangi korkunç suç olsaydı da o günah olma saydı! Keşke cinayet olsaydı! Küçük kızgm kıvılcım lar yağıp değdi ona h er yandan, utanç dolu düşünceler, utanç dolu k e lim eler, utanç dolu eylem ler. Durm adan yağan ince parlak k ü l le r gibi bütün b ü tün kapladı utanç onu. Bunu kelim elerle an latmak! Boğulan çaresiz ru h u ölüp gidecekti. 132
Kepenk açıldı. H ücrenin öbür yanından bir tövbokûı İn lirdi. Bu yandaki kepenk açıldı. Ö bür tövbekarın çıktıf;ı v« ■* bir tövbekar girdi. Yumuşak, fısıltılı b ir ses buğulu bulutçuk lar halinde uçtu hücreden dışarı. Kadındı: yumuşak fısıltılı bulutçuklar, j^umuşak fısıltılı buğu, fısıldayarak, yok olarak Sıranın tahtadan kolunun arkasına saklanarak yum ruğuy la göğsünü dövdü alçakgönüllülükle. Başkalarıyla ve Tanrı'yla yan yana olacaktı- Komşusunu sevecekti. Onu yaratan, onu seven T anrı'yı sevecekti. Öbürleriyle b ir arada diz çöküp dua edecek ve m utlu olacaktı. Tanrı yukardan ona bakacak ve öbür lerine bakacak ve hepsini sevecektiîyi olmak kolaydı. T anrı'm n boyunduruğu tatlı ve hafifti. D aha iyiydi hiç günah işlememek, hep çocuk kalmak, çünkü T anrı küçük çocukları severdi ve O'na gelm elerine izin v erir di. Günah işlemek korkunç, üzücü b ir şeydi- Ama gerçekten pişman olan zavallı günahkârlara karşı Tanrı m erham etliydi. Ne kadar doğruydu bu! Bu iyilikti gerçektenKepenk ansızın açıldı. Tövbekâr dışarı çıktı. Sıra onundu. K orkuyla ayağa kalktı, körcesine hücreye yürüdü. Sonunda gelip çatmıştı. Sessiz karanlığın içinde diz çök tü ve gözlerini tepesinde asılı duran beyaz haça dik*i. Tanrı görebilirdi pişm an olduğunu- Bütün günahlarını anlatacaktıG ünah çıkarm ası uzun, çok uzun sürecekti. O zaman kilisede bulunanların hepsi anlayacaktı ne büyük b ir günahkâr olduğu nu. A nlasınlar. Doğruydu. Ama T anrı söz vermişti pişm anlık getirirse onu bağışlamaya. Pişmandı. Ellerini kavuşturarak be yaz şekle doğru kaldırdı, kararan gözleriyle dua ederek, bütün titreyen gövdesiyle dua ederek, kaybolmuş bir yaratık gibi b a şını iki yana sallayarak, sızlanan dudaklarıyla dua ederek— Pişmanım! Pişmanım! Of pişmanım! Kepenk tık diye açıldı ve yüreği göğsünde hop etti. K afes te yaşlı bir papazın yüzü vardı, ondan yana bakmıyoi'du, eline dayanmıştı. Haç çıkardı, papazdan, günah işlediği için kendisi n i kutsam asını diledi- Sonra başını eğerek Confiteor'u okudu korkuyla. En ağır günahım sözlerine gelince soluk soluğa d u r du. 133
— Son günah çıkarışından beri ne k ad ar zaman geçti, ço cuğum? — Uzun zaman, peder. — B ir ay mı, çocuğum? — Daha uzun, peder. — Üç ay, çocuğum? — Daha uzun, peder. — A ltı ay? — Sekiz ay, peder. Başlamıştı. Papaz sordu: — O zamandan beri n eler hatırlıyorsun? G ünahlarını itiraf etm eye başladı: kaçırdığı törenler, okun m ayan dualar, yalanlar. — Başka b ir şey v a r mı, çocuğum? ö fk e günahları, başkalarını kıskanm a, oburluk, gurur, söz dinlememek. — Başka bir şey, çocuğum? Ç are kalm am ıştı. M ırıldandı: — Ben safiyetsizlik günahları işledim, peder. P apaz başm ı çevirmedi. — K endi kendine mi, çocuğum? — B ir de - -. başkalarıyla da. — K adınlarla mı, çocuğum? — Evet, peder. — Evli kadınlar mıydı, çocuğum? Bilmiyordu. G ünahları dudaklarından döküldü, teker te ker, utanç dolu dam lalarla ruhundan döküldüler, b ir yara, çir kin bir kötülük deresi gibi irinli ve çam urlu. Son günahları sızmp aktılar, ağır, pis. Söyleyecek b ir şey kalm am ıştı. Başını eğ di, yorgun düşmüştü. Papaz sesini çıkarm ıyordu. Sonra sordu: — Kaç yaşındasın, çocuğum? — On altı, peder. Papaz birkaç kere elini yüzünde dolaştırdı. Sonra, alnını eline dayayarak kafese doğru eğildi, gözleri hâlâ başka yere dönük olarak yavaşça konuştu. Sesi yorgun ve yaşlıydı. — Çok gençsin, çocuğum dedi, yalvarırım sana, bu gü 134
nahından vazgeç. Çok korkunç bir günah bu. Bedeni de, ru hu da öldürür. Birçok suçun, birçok talihsizliğin kökü budur. Vazgeç, çocuğum, T an n 'y ı seviyorsan vazgeç. Şerefsiz, erk ek liğe sığmaz b ir şeydir bu. Bu çirkin huyun seni nerelere sü rükleyeceğini, nerede sana karşı çıkacağım bilemezsin. Bu gü nahı işlediğin sürece, çocuğum, T a n rın ın gözünde bir k u ru ş luk değerin olmaz. Meryem anam ıza sana yardım etmesi için yalvar. O sana yardım edecektir, çocuğum. Bu günah aklına geldiği zam an K utsal M eryem'e dua et. Eminim bunu yapacak sın, değil mi? B ütün günahlarından pişmansın, emnim ki piş mansın. Ve T anrı'ya söz vereceksin, O 'nun kutsal inayetiyle bir daha bu günahı işleyip O'nu kızdırmamaya. Bu büyük sözü ve receksin Tanrı'ya, değil mi? — Evet, peder. Yaşlı ve yorgun ses sarsılan kavrulan yüreğine ta tlı bir yağm ur gibi indi. N e tatlı ve kederli! — Böyle yap, zavallı çocuğum benim. Şeytan seni kötü yola sürüklem iş. Bedenini bu şekilde lekelemen için seni kış kırttığı zaman onu Cehenneme kov — Efendi'mizden nefret eden o iğrenç ruhu. Şimdi söz ver T anrı'ya ki o günahtan vaz geçeceksin artık, o çirkin, çok çirkin günahtan. Gözleri yaşlardan görmez olmuştu. Tanrı m erham etinin ışığı karşısında başını eğdi, günahlarının bağışlandığını bildi ren o ciddî sözleri dinledi, papazın eliyle kendisini kutsadığını gördü. T anrı seni kutsasın, çocuğum. Benim için dua et. Tövbe etm ek için diz çöktü, karanlık kilisenin b ir köşe sinde dua etti; arınm ış yüreğinden boşalan duaları beyaz bir gülün yüreğinden gelen koku gibi Cennete doğru aktı. Çamurlu sokaklar şendi. Eve doğru ilerledi, onu saran, or ganlarını çevikleştiren görünmez inayetin bilincindeydi. H er şeye rağm en başarm ıştı gene de. İtira f etmiş, Tanrı da onu ba ğışlamıştı. Ruhu gene güzelleşmiş, kutlanm ıştı b ir kere daha, kutlu ve m utluTanrı isteyince ölmek çok güzel olacaktı. T an rın ın ina yetiyle herkesle birlikte huzur, erdem, sabır dolu b ir hay at y a şam ak çok güzeldi. 135
M utfakta ateşin yanına oturdu, sevincinden konuşmaya ce saret edemiyordu. O ana kadar hayatın ne kadar güzel ve hu zur dolu olabileceğini bilmemişti. Lambaya yapıştırılm ış yeşil dört köşe kâğıt sevecen bir ışık salıyordu. Büfenin üstünde b ir tabak sosisle beyaz puding, rafta da yum urtalar vardı. Sabah okul kilisesindeki kominyondan sonra kahvaltı içindi bunlar. Bevaz nuding, yum urta, sosis, fincan fincan çay. Ne kadar ba sit ve (»üzeldi hayat aslında! Ve bütün b ir hayat vardı önünde. Uykuya daldı bir düşte. Kalktı b ir düşte ve sabah oldu ğunu gördü. Uyanan bir düşte okula doğru gitti sessiz b ir sa bahın içinden. Bütün çocuklar oradaydı, yerlerinde diz çökmüşlerdi. O da aralarında diz çöktü, m utlu ve çekingendi. M ihrabın üstüne güzel kokulu beyaz çiçekler yığılmıştı; ve sabah ışığında be yaz çiçeklerin arasında duran m um ların soluk alevleri kendi ruhu gibi duru ve sessizdi. Sınıf arkadaşlarıyla birlikte m ihrabın önünde diz çöktü, el lerden yapılma canlı bir çitin üstünden m ihrabın bezini tu ttu onlarla birlikte. Elleri titriyordu ve papazın elinde kutsal ek mek kabıyla bir kominyoncudan öbür kominyoncuya dolaştığı nı işitince ruhu titredi— Corpus Domini nostri. Olabilir miydi bu? Günahsız ve uysal diz çökmüştü ora da; kutsal ekmeği dilinin üstünde tutacak ve Tanrı arınmış göv desine girecekti. — în vitam e tema m. Amcn. B ir başka hayat! Bir bağışlanma, erdem , m utluluk hayatı! Doğruydu. Biraz sonra uyanacağı bir düş değildi. Geçmiş, geç mişti . — Corpus Domini nostri. Kutsal ekmek kabı ona ulaşmıştı.
336
BÖLÜM
IV
Pazar günü K utsal Üçlük'e adanm ıştı, Pazartesi Kutsal Ruh'a, Salı Koruyucu M eleklere, Çarşam ba Aziz Joseph'e, P er şembe En K utsal Mihrap T örenine, Cuma Acı Çeken îsa'ya> Cu m artesi K utsal B akire Meryem'e. Ker sabah bir kutsal imge ya da gizemin önünde kendini yeniden kutsuyordu. Günleri her düşünce ya da eylem anını erken bir duayla yüksek P ap an ın amaçlarına kahram anca ada m akla başlıyordu- Soğuk sabah havası kararlı dindarlığını bi lerdi; dua eden bir iki kişinin arasında yan m ihrabın önünde diz çökerken çoğu zaman, sayfaları arasında boş y ap rak lar bu lunan dua kitabında papazın m ırıltısını izlediği sırada, k aran lığın içinde, eski ve yeni ahitleri temsil eden iki m um un ara sında duran hırkalı biçime bir an bakar, katakom blarda yapı? lan bir törende diz çökmüş olduğunu düşünürdü. Günlük yaşayışı sofuluk alanlarına adanmıştı. Ünlemelerle, dualarla araftaki ru h lar için günlerden, karantinalardan, yıl lardan yüzyıllar biriktiriyordu onlar için yaptığını çok görm e den; am a bunca efsanevî dinî pişmanlık çağını bu kadar kolay ca biriktirm ekten duyduğu manevî zafer, dua etm e hırsını bü tünüyle doyurmuyordu, çünkü acı çeken ruhlar için ettiği dua larla ne kadar geçici cezayı bağışlattığını hiçbir zaman bilem e yecekti; Cehennem ateşinden yalnızca sonsuz olmamasıyla ay rılan A raf ateşinde ettiği tövbelerin b ir damlacık nemden da ha fazla işe yaram ayacağından korkarak her gün ruhunu gere ğinden fazla işlerin gittikçe genişleyen çem berinden geçmeye zorluyordu. H ayatta doldurduğu yerin gerektirdiği ödevler olarak gör düğü şeyler bölünen günlerinin her parçası kendi m anevî ener137
ji merkezinin çevresinde dönüyordu. H ayatı sonsuzluğa y ak laşm ıştı sanki; h er düşünce, kelime ve iş, her bilinçjilik anı, Cennette ışıldayarak yeniden titreşiyor gibiydi; ve kimi za m an bu dolaysız titreşim ler duyusu öyle canlı oluyordu ki, so fu ruhunun parm aklar gibi kocaman b ir otomatik kasa makinasm ın tuşlarına bastığını, sonra da alışverişinin toplamının Cennette hemen belli olduğunu görü r gibi oluyordu, bir rakam gibi değil de, narin b ir günlük sütunu ya da incecik b ir çiçek gibi. Durm am asıya tekrarladığı teşbih duaları da — çünkü teş bihini pantolon cebinde taşıyordu sokakta yürürken çekebil m ek için — kendüerini öylesine belirsiz ve dünya dışı b ir m ad deden yapılm a çiçekli taçlar haline sokuyorlardı ki, onun gözü ne adsız oldukları gibi, renksiz ve kokusuz da görünüyorlardıG ünlük üç teşbih duasını da okuyordu ruhu üç dinbiîimsel e r dem in h e r birinde güç kazansın diye, onu yaratan B aba'ya imanda, onu k u rta ra n Oğul'a um utta ve onu kutsayan K utsal R uh'a sevgide; ve bu üç kere üçlü duayı Uç kişi'ye Meryem yoluyla, Meryem'in sevinçli, kederli, şanlı gizemleri adına su nuyordu. H aftanın yedi gününün herbirinde gene dua ediyordu K ut sal R u h u n yedi arm ağanından biri ruhuna insin, geçmişte ru hunu kirleten yedi ölümcül günahı günü gününe dışarı kov sun diye; h er arm ağan için seçilmiş gününde dua ediyordu, ru huna ineceğine inanarak, aklın, anlayışın ve bilginin birbirin den çok değişik yapıda olması ve h e r biri için öbürlerinden ay r ı günlerde dua edilmesi gereği ona zaman zaman tuhaf görün düğü halde. Gene de manevî ilerlemesinin gelecekteki b ir aşa m asında bu zorluğun ortadan kalkacağına ve günahkâr ru h u nun şimdiki zayıflığından kurtulduğu zaman Çok Kutsal Üçlük'ün Üçüncü Kişi'si tarafından aydınlatılacağına inanıyorduSim geleri bir kum ruyla güçlü bir rüzgâr olan, karşısında işle nen günahlar hiçbir zaman bağışlanmayan, yalım yalım alev lerin kıpkızıl renginde cüppeler giymiş papazların yılda b ir ke re ayin yaptıkları sonsuz gizemli saklı V arlık'm , göze görün meyen Kutsal R uh'un barındığı İlahî karanlığı ve sessizliği dü şününce buna daha d a fazla, ve korkuyla, inanıyordu.
138
Okuduğu din kitaplarında Üçlüğün Üç Kişisi'nin doğa ve akrabalıklarının karanlık gölgelere büründüğü imge örgüsünü — bütün sonsuzlukta bir aynadaym ış gibi Kendi K utsal Yetlönlikleri'ni görüp düşünen ve böylece sonsuza k ad ar olmak üzere Sonsuz Oğul'u doğurtan Baba ve Baba ile Oğul'dan, bü tü n sonsuzluktan meydana gelen K utsal Ruh — görkemli an laşılm azlıklarından dolayı daha kolayca kabul edebiliyordu, bü tü n sonsuzluk boyunca, o daha dünyaya gelmeden çağlarca ön ce, daha dünya kendisi varolm adan çağlarca önce T an rın ın onun ruhunu sevmiş olması gibi basit b ir olgudan çok daha ko layca kabulleniyordu. Sevgi ve nefret tutkularının adlarm ı sahnede ve kürsüde ciddiyetle söylediklerini işitm.işti, kitaplarda ciddiyetle yazıl m ış olduğunu görm üştü ve ruhunun bunları niçin uzun bir sü re, içinde barındıram adığını ve dudaklarını inançla bu adlan söylemeye niçin zorlamadığını düşünm üştü. Çok kereler kısa b ir öfkeye tutulm uştu ama hiçbir zaman bunu kalıcı bir tutku haline getirememiş, gövdesi bir dış deri ya da kabuktan kolay ca sıyrılıyorm uş gibi kendini bu öfkeden dışarı çıkarken gör m üştü. înce, karanlık ve m ırıltılı b ir varlığın kendi varlığına sızdığım, kısa günahkâr bir şehvetle onu ateşlediğini duymuş tu: bu da avucundan kayıp gitmiş, zihnini aydınlık ve ilgisiz bırakm ıştı. Görünüşe göre ruhunun içinde barındırabileceği tek sevgi bu, tek nefret de oydu. Ama artık sevginin gerçekliğine inanm am azlık edem iyor du, çünkü T an n kendisi bile onun bireysel ruhunu kutsal bir sevgiyle sonsuzluk boyunca sevmişti. Ruhu manevî bilgiyle zenginleştikçe, bütün dünyanın Tanrı gücü ve sevgisinin tek, kocaman sim etrik dışavurum unu şekillendirdiğini gördü yavaş yavaş. H ayat kutsal bir armağan haline geldi çünkü her anı ve h e r duyum u için, bir ağacın dalında sallanan tek b ir yaprağın görünüşü bile olsa, ruhu Tanrı'ya övgü ve şükranını sunm alıy dı- B ütün elle tutulur maddesine ve karmaşıklığına karşın yer yüzü, onun ruhu için, sadece kutsal güç, sevgi ve evrenselliğin b ir teoremi olarak vardı. Doğadaki kutsal anlam ın ruhuna k a zandırdığı bu duyu öylesine bütün ve sorguya yer verm ez çe şittendi ki yaşam akta devam etmesinin ne bakım dan gerekli ol 139
duğunu bir tü rlü anlayam ıyordu. Ama kutsal amacın bir p ar çasıydı bu da ve fazla kurcalam aya cesareti yoktu, hele kutsal amaca karşı herkesten fazla, derin ve iğrenç günahlar işlemi? biri olarak. Tek sonsuz h e r yerde varolan yetkin gerçekliğin bilinciyle uysallaşan ve alçalan ruhu yeniden sarıld: dindarlık lar, törenler, dualar, aşayi rabbaniler, nefsi körletm eler yüküne ve ancak o zam an büyük sevgi gizemi üstüne kafa yorm aya baş ladığından beri ilk olarak, içinde, yeni doğmuş b ir hayat ya da ruhun kendi erdemi gibi b ir şeyin sıcak kıpırtılarını duydu. K u t sal resimlerdeki vecde geliş duruşu, yana açılan ve yukarı kal kan eller, bayılm ak üzere olan birini andıran aralık dudak ve gözler, alçalan, zayıf ruhun Yaradan önünde dua etmesinin bir imgesi haline geldi. Ama m anevî yükselme duygusunun tehlikeleri hakkm da önceden uyarılm ıştı, onun için en küçük, en aşağı ödevlerin den vazgeçmeye bırakm ıyordu kendini, sakıncalarla dolu bir kutsallığı başarm aktan çok sürekli nefis körletm esiyle günah kâr geçmişini temizlem eye çabalıyordu. D uyularının her birini sıkı, sert bir yönetim altında tutuyordu. Görm e duyusunu k i r letm ek için sokakta gözleri yere eğik yürüyor, sağa, sola, hele arkasına hiç bakmıyordu- Kadınların gözleriyle her karşılaş madan kaçıyordu gözleri. Zaman zaman iradesinin ansız b ir ça basıyla da engelliyordu gözlerini, örneğin yarı kalmış b ir cüm lenin ortasındayken birdenbire gözünü çevirip kitabı kapatarak. İşitm e duyusunu körletm ek için o sıralarda ergenlikle çatalla şan sesini denetlem eye hiç uğraşmıyordu, ne şarkı söylüyor, ne de ıslık çalıyordu, bıçakların bileği taşı üstünde bilenmesi, ocak küreğiyle köm ür toplanması, halının hışırtısı gibi sinirle rini altüst ederek bozan gürültülerden kaçm aya kalkışmıyordu. Koku alma duyusunu ezmek daha zor oldu çünkü ister gübreya da katran gibi dış dünyadan, ister kendi gövdesinden gel m e olsun, pis kokulara karşı hiçbir içgüdüsel iğrenme gelm iyor du içinden, üstelik bütün bu kokularla birçok garip karşılaştır m alar, deneyler yapm ıştı. Bu duyusunu iğrendiren tek koku nun uzun zaman beklemiş sidikte olan çeşitten bayat, bakksı, belirli bir koku olduğunu anladı sonunda; ve fırsatını buldukça bu tatsız kokuya katlandı. Tad alm a duyusunu körletm ek için
140
yem ek yem ekte se rt k u rallar uygulam aya başladı, kilisenin oruçlarını en küçük ayrıntısına kadar yerine getirdi, başka şey le r düşünerek aklını çeşitli yem eklerin tadlarından çelmeye uğ raştı. Ama yaratıcılığın ;>n yılmaz dehasını dokunma duyusu n u körletm eye çalışırken kullandı. Y atakta hiçbir zaman iste y erek başka yana dönmedi, en rahatsız biçimlerde oturdu, her kaşıntıya, h er acıya sabırla dayandı, ateşin ısısından uzak kaldı, törenlerde İncil okunması zam anları dışında hep dizlerinin üs tü nde durdu, açık hava üşülsün diye boynunu, yüzünü k u ru lam adı ve teşbih çekmediği zam anlarda ellerini bir koşucu gibi kaskatı tu ttu yanında, ne cebine soktu, ne de arkasında kavuş turdu. Ölümcül bir günah işleme isteği uyanm ıyordu içinde. Ama bütün bu dindarlık ve istekli kısıtlanm aların sonunda kendini birtakım çocukça ve değersiz kusurların insafına kalmış görmek onu çok şaşırttı. Duaları, oruçları, annesi aksırdığı zaman ya da dua ederken rahatsız edilince öfkelenm ekten hiç de alıkoym u yordu onu. Bu çeşitten öfkelerini dışa dökmeye iten güdüyü durdurm ak için iradesiyle çok büyük bir çaba harcam ası gere kiyordu- öğretm enlerinde çok k ereler dikkat ettiği, önemsiz şeylerden p atlak veren öfke görünüşlerini, titreyen ağızları, bü zülen dudakları, kızaran yanakları hatırladı, ve bu k arşılaştır m a, alçakgönüllü olmak için bütün uğraşm alarına karşın, cesa retin i kırdı. H ayatını başka hayatların ortak gelgitine katm ak onun için bütün dualardan, oruçlardan daha zordu, ve bunu is tediği gibi yapm akta sürekli olarak gösterdiği başarısızlık en so nunda kuşkuların, çekingenliklerin artm asıyla birlikte, manevî b ir kuruluk duyum u y arattı ruhunda. Ruhu, aşayi rabbani tö renlerinin bile kurum uş kaynaklara benzediği bir ıssızlık dö nem inden geçti. G ünah çıkarma, kuşkulu, pişmanlığı duyulm a m ış kusurlarım boşaltan bir kanal oldu- K utsal Aşayi Rabbani'ye yaptığı yolculukların bazılarında başardığı manevî kominyonlardaki o eritici, bakir, kendini teslim etm e anlarına şarap töreninde bile ulaşam adı. Bu yolculuklar için kullandığı kitap, Aziz Alphonsus Liguori'nin yazdığı, h arfleri soluk, yaprakları kuru, eski, unutulm uş kitaptı. Neşideler'deki imge örgüsüyle kominyoncunun dualarını birbirine karıştıran bu sayfalar ru 141
hunun önüne ateşli sevginin ve bakirce yanıtların soluk dünya sını seriyordu sanki. İşitilmez bir ses ru h u n u okşar, ona adlar ve zaferler anlatır, b ir evlenmeye gider gibi kalkm asını ve gel mesini, A m ana'dan ve panterlerin dağlarından b ir yavuklu ola rak ilerilere bakmasını söyler gibiydi; ve sanki ruh da aynı işi tilmez sesle cevap veriyor, kendini teslim ediyordu: Inter ubera mea commorabitur. D ualarında, kendini düşünceye verdiği anlarda gene ona b ir şeyler m ırıldanm aya başlayan bedeninin diretken sesleri ru hunu bir kere daha kuşatm ıştı, onun için kendini bırakm a fik rinin sakıncalı bir çekiciliği vardı zihninde. Bir tek kabullenme, eylemiyle, tek bir düşünce anında, b ü tü n yaptıklarını bozabi leceğini bilm ek ona yeğin bir güçlülük duygusu veriyordu. Bir selin çıplak ayaklarına doğru yavaş yavaş ilerlediğini ve ken disinin de ilk hafif uysal gürültüsüz dalgacığın yanan derisine değmesini beklediğini duyuyor gibiydi. Sonra, tam o değme anın da, günahkârca b ir boyun eğmenin hemen eşiğinde, kendini sel den çok uzaklarda, kuru bir kum salda dururken buluyor, ira desinin ani b ir eylemiyle ya da ani b ir ünlem le kurtüluveriyordu; ve uzaktaki selin gümüşsü ufkunu görünce, ayaklarına doğru yavaş ilerlemesine yeniden başlayışına bakınca, boyun eğmediğini, h er şeyi bozmuş olmadığını bilmekten ileri gelen yeni bir güçlülük ürpertisi ve doyumu ruhunu sarsıyordu. K ışkırtıcı seli birçok kereler böylece atlattıktan sonra te dirgin oldu, elinden kaçırm aya yanaşmadığı T an n ihsanının şimdi ondan bu şekilde azar azar çalınıp çalınm adığını düşün dü. Kendi aşılanmazlığma olan kesin inancı söndü ve hemen a r dından farkına varam adan ruhunun gözden düştüğü korkusu na kapıldı. H er kışkırtılm a ânında dua ettiğini, dilediği ihsanı T a n n 'n ın ihsan etm e derecesinde ona verm iş olması gerektiği ni kendine söyleyerek güç belâ, eskisi gibi bağışlanmış d u ru m unun bilinçliliğine varabildi- K ışkırtm alarının sıklığı ve sert liği azizlerin çektikleri şeyler hakkında işittiklerinin ne k ad ar doğru olduğuna inandırdı onu en sonunda- K ışkırtm alann sık lığı ve sertliği ruhundaki kalenin h âlâ yıkılmadığını ve şeyta nın onu yıkm ak için saldırıp durduğunu gösteriyordu. Çok kereler, kuşkularını ve eksikliklerini itiraf eder 142
ken — duada bir anlık dikkatsizlik, ruhunda önemsiz bir Öfke kıpırtısı, konuşmasında, davranışında belli belirsiz b ir başına buyrukluk gibi — papaz onu bağışlamadan önce geçmiş haya tından bir günahı söylemesini istiyordu. O da bunu alçakgönül lülükle, utançla söylüyor, yaptığına b ir kere daha pişman olu yordu- Ne kadar kutsal bir hayat vaşasa, nice erdemlere, yetkin liklere erişse gene de bütün bütün bu günahından kurtulam aya cağım düşünmek onu alçaltıyor, utandırıyordu. İçinde h e r za man tedirgin bir suçluluk duygusu bulunacaktı; itiraf edecek, pişm an olacak, bağışlanacak, gene itiraf edecek, pişman ola cak, gene bağışlanacaktı, am a meyva verm eyecekti bunlar. Bel ki cehennem korkusuyla ondan söküp aldıkları o ilk acele iti rafı işe yaram am ıştı? Belki, kaçınılmaz kaderiyle ilgilenmişti yalnız, günahına içtenlikle üzülmemiş!!? Ama itirafının işe y a radığını ve günahına içtenlikle üzüldüğünü gösteren er. iyi işa ret, biliyordu ki, yaşayışını düzeltmiş olmasıydı— Yaşayışımı düzelttim, düzeltmedim mi yani, diye sordu kendi kendine.
M üdür pencere kem erinin içinde duruyordu, sırtını ışığa çevirmiş, dirseğini kahverengi çarm ıh biçimli gölgeliğe daya mıştı, öbür gölgeliğin kordonunu yavaş yavaş sallar, ilmik ya parken konuşuyor ve gülümsüyordu. Stephen karşısında duru yor, gözleriyle bir an için dam ların üstünde solan uzun yaz gü nünün ışığını ya da papazsı parm akların yavaş, becerikli h are ketlerini izliyordu. Papazın yüzü bütünüyle gölgedeydi, ama a r kasında solan gün ışığı oluklu şakaklarına ve kafatasının kıv rım larına vuruyordu. Stephen ayrıca da kulaklarıyla izliyordu papazın sesindeki vurgulan ve kesintileri, ağırbaşlılıkla, dostça çeşitli konulardan, sona eren tatilden, mezhebin yabancı ülke lerdeki okullarından, öğretm enlerin değiştirilmesinden söz ederken. Ağırbaşlı ve dostç-a sos rah at ra h a t sürdürüyordu öy küsünü ve kesinti olduğu zaman Stephen saygılı sorularla sesi yeniden başlatm aya kendini borçlu hissediyordu. Ö ykünün b ir önsöz olduğunu biliyor, zihniyle sonucu bekliyordu. M üdürün 143
kendisini çağırdığı haberini aldığından beri zihni bu haberin an lamını kavram aya çalışmıştı; okulun konuk odasında oturup m üdürün içeri girm esini beklediği o rahatsız zaman boyunca gözleri duvarlarda asılı duran ciddî resim lerin birinden öbürü ne atlamış, zihni b ir tahm inden ötekine sıçram ıştı çağırılması m n anlamı hemen hem en aydınlanıncaya kadar. O zaman, bek lenm edik bir nedenin m üdürü içeri girm ekten alıkoymasını tam dilerken, kapı tokm ağının dönüşünü ve bir cüppenin luşırtısın ı işitmişti. M üdür Dominiken ve Fransisken m ezheplerinden, Aziz Tomaryla Aziz Bonaventure arasındaki arkadaşlıktan konuş m aya başladı. Kapuşenlerin giyimleri, onca, biraz fa z la Stephen'm yüzü papazın hoşgörür gülümsemesini yansıttı, kendi kanılarını söylemeye pek m eraklı olmadığı için dudakla rıyla şüpheli bir hareket yaptı. — Galiba, diye devam etti m üdür, kapuşenler de araların da konuşuyorlar bu giyimden vazgeçip öbür Fransiskenlere uy m ak için. — M anastırlarda gene öyle giyinirler herhalde? dedi Ste phen. , — Elbette, dedi m üdür. M anastır için iyi ama dış ard a böy le giyinmek pek uygun düşm üyor bence, sence öyle değil mi? — Biraz rahatsız olmalı, sanırım— Elbette rahatsız elbette rahatsız ya- Düşün bîr kere ben B elçika'dayken bunları görürdüm h er çeşit havada bisikletle dolaşırlardı dizlerine kadar o şeyle! Gerçekten gülünçtü halleri. Les .i»pes derlerdi Belçika'da bunlara. Sesli harf belli belirsiz duyulacak şekilde ayarlanm ıştı. — Ne derler? — Les jupes. — Ah! Papazın gölge vurm uş yüzünde göremediği gülümsemeye karşılık gene gülümsedi Stephen, gülümsemenin imgesi ya da hayaleti hızla geçti aklından hafif tedbiri i vurgu kulağına çar pınca. Durgun durgun önünde solan gökyüzüne baktı, akşam se rinliğine, yanağında yanan mimk alevi saklayan yumuşak sa n pırıltıya memnun olarak. 144
K adın giyim eşyalarının ya da bunların yapımında kulla nılan belirli yumuşak ve narin m addelerin adları h er zaman ak lına narin ve günahkâr bir koku getirirdi. Çocukken atlara ko şulan dizginlerin ince ipekli şeritler olduğunu sanırdı onun için Stradbrooke'da koşum ların yağlı derisine dokununca sarsılm ış tı. B ir kadın çorabının pürtüklü dokusunu titreyen p arm aklan altında ilk olarak yokladığında da gene böyle sarsılm ıştı çün kü, bütün okuduklarından kendi durum unun b ir yankısı ya da kehaneti olmayan hiçbir şeyi aklında tutm adığı için, ruhu ya da körpecik hayatla kımıldayan kadını sadece yum uşak sözlü cümlecikler ortasında ya da gül-vum uşak m addeler içinde gör meyi göze alabiliyordu. Ama papazın ağzından çıkan söz safça değildi çünkü bir papazın bu konularda böyle hafif sözler etmemesi gerektiğini biliyordu. B ir amaçla hafifçe söylenmişti söz ve gölgedeki göz lerin yüzünü araştırdığını sezdi. Cizvitlerin kurnazlığı hakkın da b ü tün okuduklanm , işittiklerini kendi yaşantısıyla döğrulayam adığı için bir kenara koymuştu, öğretm enleri hoşlanm adı ğı kim seler bile olsa, akıllı ve ciddî papazlar, atletik ve ateşli yönetm enler olarak görünm üşlerdi ona- Soğuk suyla yıkanan, tem iz soğuk çam aşırlar giyen adam lar olarak düşünüyordu onla n . Clongowes ve Belvedere'de aralarında yaşadığı bütün bu y ılla r boyunca yalnız iki kere sopa yem işti ve, h e r ne kadar bunlar haksız verilmiş cezalarsa da, çok kereler h ak lı cezadan kurtulduğunu biliyordu. B ütün bu y ıllar boyunca öğretm enle rinin ağzından saygısızca bir söz çıktığını işitmemişti: ona H ı ristiyan öğretisini veren, iyi bir hayat yaşam aya zorlayan, kötü günahlar işlediği zaman yeniden ihsana kavuşturan hep onlardı. Clongowes'da küçük bir çocukken onu çekingen yapan ve Belvedere'de o belirsiz durum unda gene çekingen yapan onlan n varlığıydı. Okul hayatının son yılm a kadar bu duygu hiç eksilmemişti içinden. B ir kere bile söz dinlememeziik etmemiş, ateşli arkadaşlarının onu sessizce söz dinlem e huyundan vaz geçirm elerine izin vermemişti; öğretm enlerinden birinin bir önermesini şüpheyle karşıladığı zam anlarda bile şüphesini açık ça söylemek küstahlığında bulunm am ıştı. Son günlerde bu adam ların yargılanndan bazıları ona biraz çocukça görünm üş 145
tü ve sanki alışılmış b ir dünyadan yavaş yavaş ayrılıyorm uş, b u dünyanın dilini son olarak b ir kere daha işitiyorm uş gibi b ir çeşit üzüntü, b ir çeşit acıma duym uştu içinde. B ir gün birkaç çocuk kilisenin yanındaki saçağın altında b ir papazın çevresin de toplanmışken papazın şöyle konuştuğunu işitmişti: — Lord M acaulay'in hayatı boyunca hiçbir ölümcül günah işlememiş b ir adam olduğuna inanıyorum , yani, bile bile ölüm cül günah işlememiş demek istiyorum. Çocuklardan bazıları papaza Victor Hugo'nun en büyük Fransız yazan olup olmadığını sorm uşlardı. Cevap olarak pa paz Victor Hugo'nun kiliseye karşı döndükten sonra K atolik olduğu zam anlardakinin yansı k ad ar bile yazamadığını söy ledi. — Ama birçok önemli Fransız eleştirm en, dedi papaz, Vic to r Hugo'nun, çok büyük olduğu halde, Louis Veuillot'nunki kadar temiz bir Fransız üslûbuyla yazamadığını söylüyor. Papazın anıştırm asıyla Stephen'm yanağında tutuşan m i nik alev söndü, gözleri hâlâ renksiz gökyüzüne durgunca dikil miş duruyordu- Ama dinlenmek bilmez b ir kuşku zihninden oradan oraya uçuyordu. Önünden maskeli anılar geçti hızla: sahnelerle kişileri tanıdı ama b ü tü n bunlarda çok önemli bir durum u kavrayam adığının bilincindeydi. Kendini Clongowes'un alanlannda dolaşır, oyunları seyreder, kriket şapkasının için den şeker yerken gördü. Birkaç cizvit bisiklet yolunda kadın larla birlikte yürüyorlardı- Clcngowes'da kullanılan belirli de yim lerin yankıları zihninin ıssız m ağaralarında ses verdi. Konuk odasının sessizliği içinde kulakları bu uzaktan ge len yankıları dinliyordu ki papazın değişik b ir sesle ona b ir şey le r söylediğini farketti. — Bugün seni çağırttım , Stephen, çünkü seninle çok önem li b ir konuda görüşm ek istiyordum. — Evet, efendim. — İçinde bir çağın duydun mu hiç? Stephen evet demek için dudaklarını araladı sonra birden konuşm aktan vazgeçti. Papaz karşılık bekledikten sonra ekle di. 146
— Yani, içinde, ruhunda, mezhebe girm e isteğini hiç duy dun mu? Düşün. — Zam an zaman düşündüğüm oldu, dedi Stephen. Papaz gölgeliğin kordonunu elinden bıraktı, ellerini bitiş tirdi, çenesini ağır ağır eline dayadı, kendi kendine konuşur gi biydi. — Böyle bir okulda, dedi sonunda, T an n 'n ın dinî hayata çağıracağı bir ya da belki iki, üç çocuk olur. Böyle b ir çocuk öbürlerinden dindarlığıyla, başkalarına örnek oluşuyla ayrılırOnlar, ona b ir önder gibi bakarlar; belki de onu yönetmen se çerler. Sen de, Stephen, bu okulda böyle bir çocuk oldun, K ut sal Bakire Meryem'in kardeşler birliğine yönetm en seçildinT ann'nın bu okulda Kendine çağırmayı düşündüğü çocuk belki de sensinPapazın sesindeki ciddiyeti destekleyen güçlü bir guru r tit reşim i Stephen'm yüreğini canlandırdı. — Bu çağırıyı duymak, Stephen, dedi papaz. H er şeye ka d ir Tanrı'nin bir insana arm ağan edebileceği en büyük şereftir. Yeryüzünde hiçbir kral, hiçbir im parator T an n 'n ın papazına verdiği güce sahip değildir. Cennetteki hiçbir melek ya da başmelek, hiçbir aziz, hattâ Kutsal B akire bile T an n 'n ın papazı ka d ar güçlü olamaz: anahtarların gücü, günaha bağlama ve günah tan çözme gücü, cin çıkarm a gücü, T ann'nın yaratıklarımdan onlara hâkim olan kötü ruhları uzaklaştırm a gücü; Cennet'in yüce Tanrı'sm ı yeryüzüne, m ihraba indirip O'nu ekmek ve şa rap biçimine sokma gücü, yetkisi. Ne korkunç b ir güç bu, Ste phen! Bu gururlu söylevde kendi gururlu düşüncelerinin b ir yan kısını işiten Stephen'm yanağında b ir alev çırpınm aya başladı gene. Kaç kereler kendini bir papaz olarak m eleklerle azizlerin bile saygı duyduğu o korkunç gücü dinginlikle, alçakgönüllü lükle kullanırken görm üştü! Ruhu çok seviyordu bu isteği giz lice düşünmeyi. Hızla günah çıkarm a hücresine giren, m ihrabın basam aklarını tırm anan; günlük yakan, dua sırasında diz çöken, papazlığın, gerçeğe benzerlikleri ve gerçekten uzaklıklarıyla ona zevk veren karanlık görevlerini yerine getiren genç ve ses siz tavırlı bir papaz olarak görm üştü kendini- D üşüncelerindi 147
yaşadığı loş hayatta, çeşitli papazlarda dikkat ettiği sesleri, h a reketleri benimsemişti. Şu papaz gibi yana doğru diz çökmüş, b ir başka papaz gibi buhurdanı azıcık sallamış, cüppesi, halkı kutsadıktan sonra yeniden m ihraba dönen öbür papazmki gibi savrulup açılmıştı. İmgelediği bu y a n karanlık sahnelerde en çok hoşuna giden ikinci yeri doldurm ak olmuştu. Tören yapan papazın yüceliğinden kaçmıştı, çünkü bütün bu belli belirsiz tan tanaların kendinden sona ermesi ya da din töreninin ona bu derece açık ve kesin bir görev vermesi hoşuna gitm iyordu. Da h a küçük çapta kutsal görevlerdi onun istediği, debdebeli Aşayi Rabbani töreninde dekan yardım cısının cüppesini giymek, h al kın gözüne çarpm adan, omuzları peçeyle örtülü, peçenin kıv rım ları arasında kutsal ekmek kabını tutarak ya da, kurban tö ren i bittiğinde, altın işlemeli cüppesiyle dekan olarak tören ya pan papazın aşağısında, ellerini kavuşturup yüzünü halka dö nerek durm ak, ite nıissa est ilahisini söylemek. Kendini tören y ap ar gördüğü zam anlar çocuklar için dua kitaplarının tören resim lerindeki gibiydi, kurban m eleğinden başka kimsenin bu lunmadığı boş bir kilisede, çıplak b ir m ihrapta, kendinden d a h a çocuksu olm ayan bir yardım cıyla birlikteydi. Y arı karanlık kurban ya da kutsal, ekmek törenlerinde iradesi gerçeklikle karşılaşm ak üzere çekilir gibiydi; ister öfkesini ya da gururunu örtm ek için sessizliğe bürünsün, ister kendi istediği b ir kucak laşmaya katlansın, onu eylemsizliğe iten şey kesin, belirli b ir tö renin eksikliğiydi bir bakıma. Saygılı b ir sessizlikle papazın çağrısını dinledi ve kelim ele rin arasından b ir sesin ona yaklaşm asını söylediğini, gizli bilgi ve gizli güç teklif ettiğini daha açık seçik olarak işitti. Simon Magnus'un günahını, K utsal R uh'a karşı işlendiğinde hiçbir za m an bağışlanam ayan günahın ne olduğunu o zaman öğrenecek ti. Başkalarından, gazap çocukları olarak döllenip doğanlardan saklanan karanlık şeyleri bilecekti. Başkalarının günahlarını, günahkâr isteklerini ve günahkâr düşüncelerini ve günahkâr eylem lerini öğrenecekti, günah çıkarm a hücresindeyken kadın larla kızlann dudakları kararm ış kilisenin utancı altında kulak larına fısıldayacaktı bunları; am a kutsam asıyla bağışıklaşan ru hu pisliklere bulaşmadan m ihrabın ak huzuruna varacaktı. K u t 148
sal ekmeği yukarı kaldırıp ikiye böldüğü ellerinde günahın hiç bir izi kalmayacaktı; T ann'nın gövdesini seçemeden kendi la netlemesini yiyip içmesine yol açacak hiçbir günah izi dudak larında kalm ayacaktı dua ederken. Gizli bilgisine, gizli gücüne sahip olacak, m asum lar kadar günahsız, Melchisedec mezhebi ne göre sonsuza kadar papaz kalacaktı. — H er şeye kadir Tanrı sana Kendi kutsal iradesini açsın diye yarın sabah dua edeccğim, dedi m üdür. Ve sen de, Stephen, kutsa] azizine, ilk m artire dua et, T anrı katında onun sözü çok geçer, ki Tanrı senin zihnini aydınlatsın. Ama, Stephen, çağı rıldığından emin olmalısın, sonradan çağırılmadığım anlaman çok korkunç olur. Bir kere papaz oldun mu her zaman papaz kalm an gerektiğini düşün. Papaz sınıfına giriş vaftizi b ir kere lik tir çünkü ruhun üstünde hiçbir zaman silinemeyecek b ir iz bırakır, bunu kateşizmden de biliyorsun. Bu işi önceden ölçüp biçmelisin, sonradan değil- Çok ciddî b ir sorudur bu, Stephen, çünkü ölümsüz ruhunun kurtuluşu buna bağlı olabilir. Ama b ir likte yakaracağız TanrıyaSalonun ağır kapısını açık tutarak elin' uzattı, daha şim di den b ir manevî hayat arkadaşıymış gibi. Stephen m erdiven ba şındaki geniş sahanlığa çıkarken yum uşak akşam havasının ok şayışını duydu. F indlater kilisesine doğru dört genç adam yü rüyordu kol kola, başlarını sallayarak ve önderlerinin akordiyonundan çıkan çevik ezgiye ayak uydurarak. Musiki b ir an için de, ansızın duyulan musikinin ilk notalarında her zaman oldu ğu gibi, zihninin garip örgüleri üstünden geçti, acısızca ve gü rültüsüzce dağıtarak onları ani bir dalganın çocukların kum dan kulelerini dağıttığı gibi- Saçma ezgiye gülüm seyerek bakışları nı papazın yüzüne doğru kaldırdı ama orada batan günün sevinçsiz yansımasını görünce bu arkadaşlığa hafifçe katılm ış olan elini ağır ağır kurtardıBasamaklardan inerken kendi kendine sıkıntılı konuşması nı silen izlenim, okul kapısının eşiğinden batık günü yansıtan neşesiz bir maskeydi. O zaman, okul hayatının gölgesi b-:lincin den ciddiyetle geçti- Ciddî ve düzenli ve tutkusuz bir 'hayattı onu bekleyen, maddî sıkıntıları olmayan b ir hayat. Papaz aday ları koğuşunda ilk gecesini nasıl geçireceğini; ilk sabahında na149
sil bir karam sarlıkla uyanacağım düşündü. Clogovves'un uzun koridorlarının ağır kokusu geldi burnuna ve yanan gaz alevleri nin tedbirli m ırıltılarını işitti. B ir anda varlığının her yanından bir tedirginlik ışıltısı yayılmaya başladı. Nabzı daha hızlı a t m aya başladı, bir anlamsız kelim eler uğultusu m antıklı düşün celerini oraya buraya şaşkınlık içinde kovaladı. Ciğerleri kaba rıp söndü sıcak nemli yaşatmaz b ir hava soluyormuşçasma ve Clongowes'un banyosunda, uyuşuk tezek-renkli suyunda asılıp kalan nemli sıcak havayı yeniden kokladı. Bu anılarla uyanan, eğitimden de dindarlıktan da güçlü b ir içgüdü bu hayata h er yaklaşışm da canlanıyordu, kurnaz ve düşmanca bir içgüdüydü bu, ve boyun eğmemek üzere silâhlan dırıyordu onu. Bu hayatın soğukluğu, düzeni onu itiyordu. K en dini sabahın ayazında kalkar, öbürleriyle birlikte sabah duası için sıralanır, midesinin baygınlık veren bulanmasına karşı du alarıyla boşuna uğraşırken gördü. Kendini okul topluluğuyla birlikte yemeğe oturm uş gördü. Öyleyse ne olmuştu onu yaban cı bir dam altında yiyip içmekten çekindiren o köklü utangaç lığına? Ne olmuştu ruhunu onu h er zaman kendini başkaların dan ayrı bir v arlık olarak görmeye iten gururuna? Papaz Stephen Dedalus, S. J. Bu yeni hayattaki adı gözlerinin önünde h arf haline geldi, ve bunu tanım lanm am ış bir yüz ya da yüz renginin zihnî duyu m u izledi. Renk soldu ve güçlendi soluk kirem it kırmızısının de ğişen parıltısı, gibi. Kış sabahlan papazların, tıraşlı gıdılarında sık sık gözüne çarpan et rengi kırm ızımsı parıltı mıydı bu? Su r a t gözsüz, ekşi ve dindardı, bastırılm ış öfkenin pembe benek le ri yayılmıştı üstüne. Kimi çocukların F ener Çene, kim ilerinin de Tilki Campbell dedikleri b ir cizvitin zihnî hayaleti değil m iy di bu? O an G ardiner Sokağındaki cizvit evinin önünden geçiyor du ve mezhebe girdiği zaman hangi pencerenin kendisine ai't. olacağını aklından geçirdi belli belirsizce. Sonra akim dan geçir diği şeyin belli belirsizliğini aklından geçirdi, ruhunun şim di ye kadar kendi tapm ağı diye düşündüğü şeyden uzaklığına, kendi girişeceği tam m lı ve geri alınmaz b ir eylem zaman ve sonsuzluk içinde sonsuza kadar özgürlüğünü elinden almak teh-
150
ditini savurunca bunca yıllık düzen ve boyun eğmenin onu ne k ad ar çelimsiz bağlarla tuttuğuna şaştı. Ona kilisenin m ağrur iddialarını ve papazlık görevinin gizemini ve gücünü söyleyip duran m üdürün sesi belleğinde boşuna kendini tekrarlayıp dur-: du. Ruhu orada değildi bu sözleri işitmek, kucaklam ak için ve şimdi biliyordu dinlediği yüreklendirici konuşm anın boş, k u ral ların gerektirdiği bir öykü durum una düştüğünü. M ihrabın önünde bir papaz olarak hiçbir zaman buhurdan sallamavacaktı. Alınyazısî toplumsal ya da dinî mezheplerden sıyrılm ak ola caktı. Papazın çağırışındaki bilgelik gönlüne dokunmamıştıKendi bilgeliğini başkalarından uzakta öğrenm ekti alınyazısî ya da başkalarının bilgeliğini yeryüzünün tuzakları arasında tek başına dolaşarak öğrenmek Yeryüzünün tuzakları yeryüzünün günah yollarıydı. Düşe cekti. Henüz düşmemişti am a düşecekti sessizce, b ir an içinde. Düşmemek zordu, çok zordu; ve duyar gibi oldu ruhunun ses siz kayışını, gelecek b ir anda kayacağı gibi, düşerek, düşerek, am a henüz dürmemiş hâlâ düşmemiş, ama düşmek üzere. Tolka deresinin üstündeki köprüden geçerken gözlerini bir an için salam biçimli yoksul kulübeler kümesinin ortasındaki direkte bir horoz gibi duran soluk mavi renkli K utsal Bakire türbesine çevirdi. Sonra, sola doğru dönerek, kendi evine giden yola saptı- Irm ağın üstünde yükselen topraktaki m utfak bahçe lerinden çürük lahanaların ekşi p ’s kokusu geliyordu hafifçe ona doğru. Babasının evindeki bu düzensizliğin, kötü idarenin, karışıklığın ve bitkisel hayattaki bu çürüm enin ruhunu, kaza nacağını düşünerek gülümsedi. Şapkalı adam adını taktıkları, evlerinin arkasındaki m utfak bahçelerinde tek başına yaşayan rençberi düşününce kısa bir gülüş koptu dudaklarından. Şapka lı adamın nasıl çalıştığını, gökyüzünün dört noktasını hesapla dıktan sonra nasıl üzüntüyle küreğini toprağa daldırdığını dü şününce istemeden güldü ikinci kere. Verandanın kilitsiz kapısını iterek açtı ve çıplak avludan m utfağa girdi- B ütün kardeşleri masanın çevresinde oturuyor lardı. Çay bitm işti hem en hemen ve sulandırılm ış ikinci çayın sonu çay fincanı ödevini gören küçük cam kâselerin, reçel k a vanozlarının dibinde kalmıştı- Üzerlerine dökülen çayla kahve 151
rengi olan şekerli ekm ek lokm aları ve kırıntıları masanın üs tünde oraya buraya atılm ıştı. T ahtanın orasında, burasında k ü çük çay kuyucukları vardı, kırık fildişi saplı bir bıçak saldırı ya uğram ış b ir mey vali pastanın yum uşak özüne saplanmıştı. Ölen günün kederli sessiz gri-m avi pırıltısı pencereden v e açık kapıdan içeri süzülüyor, Stephen'm gönlündeki ani b ir piş m anlık içgüdüsünü kaplayıp sessizce yatıştırıyordu. O nlara ve rilm eyen h er şey ona, en büyüğe, cöm ertçe verilm işti; am a ak şam ın hafif pırıltısı yüzlerinde hiçbir gayz göstermiyordu. Masaya, yanlarına oturarak annesiyle babasının nerede ol duğunu sordu. Biri cevap verdi: — Egev agaragam agayaga gigittigileger. B ir taşınm a daha! Belvederc'de Fallon adında b ir oğlan s a lak salak gülerek niçin bu kadar sık taşındıklarını ikide birde sorm uştu ona. Soruyu soranın salakça gülüşünü yeniden işitir gibi oluca bir aşağılam a somurtması alnını karartıverdi. Sordu: — Niçin yeniden taşındığımızı sorm am doğru olur mu aca ba? — Çügünkügü egev sagahigibigi bigizigi kogovagacagak. Ocağın öbür ucundan en küçük kardeşinin sesi Oft i?, tbe Stilly Night havasını söylemeye başladı, ö b ü rle ri b irer b ire r k atıldılar ona, öyle ki sonunda bütün b ir koro m eydana geldi. Saatlerin saati şarkı söylerlerdi böyle, ezgi ezgi arkasından, k o ro koro arkasından, son solgun ışık u fu k ta ölünceye, ilk k aran lık gece b u lu tlan belirip gece basıncaya kadar. O da söyledikleri havaya katılm adan önce bir an d u ru p dinledi. Küçük taze günahsız seslerinin ardındaki yorgunluk tı nısını dinliyordu acılı b ir ruhla. D aha h ay at yolculuğuna a tıl madan yolda yorulup gitm işlerdi bile. M utfaktaki seslerin korosunun yankılanıp çoğaldığım son suz çocuk kuşaklarında sonsuz yan k ılar yaptığını ve b ü tü n bu yankılarda yorgunluk ve acı notasının yankılandığını işitti. H ep si de daha içine girm eden yorulm uşlardı hayattan. Ve Nev/man'm bu notayı V ergilius'un kesik dizelerinde de işittiğini h atırla dı, «çocuklarının h e r zamanki yaşantısı olan acıyla yorgunluğu 152
ve daha iyi şeylerin um udunu dile getiren D oğanın kendi sesi gibi.» A
A rtık bekleyemiyordu. Byron m eyhanesinin kapısından C lontarf Kiliscsi'nin k ap ı sına, C lontarf K ilisesinin kapısından Byron m eyhanesinin k a pısına, oradan te k ra r kiliseye ve sonra gene meyhaneye ağır adım larla yürüm üştü ilkin, adım larını titizce yoldaki taş örgü sünün aralıklarına atarak, sonra ayaklarının ritm ini şiirlerin ritm ine uydurarak. Tam bir saat önce babası, özel öğretm en Dan Crosby ile birlikte içeri girm işti, üniversite hakkında bir şeyler öğrenm ek için. Tam bir saat aşağı, yukarı gidip gelmişti, bekle yerek: ama artık bekleyemiyordu. Ansızın B ull'a doğru döndü, babasının tiz ıslığıyla geri ça ğırılm am ak için hızla yürüyerek; ve birkaç saniye sonra polis karakolunun yanından saparak kurtulm uştu. Evet, annesi bu fikre karşıydı, neşesiz sessizliğinden oku m uştu bunu. Ama annesinin inançsızlığı babasının kıvancından daha çok iğneliyordu içini ve soğukça düşündü kendi ruhunda solan inancın annesinin gözlerinde yaşlanıp güçlenişini nasıl seyrettiğini. Loş b ir karşı koyma duygusu kuvvetlerini topladı içinde ve zihnini b ir bu lu t gibi k ararttı annesinin sadakatsızlığm a karşı ve bir bulut gibi geçip gittiğinde, zihnini ra h a t ve an nesine karşı ödevini bilir durum da bıraktı, belli belirsiz ve üzün tü çekmeden hayatları arasında ilk gürültüsüz ayrılışın farkına vardırtılm ıştı. Üniversite! Çocukluğunda onun bekçileri olan, onlara bo yun eğmesi ve am açlarına hizm et etmesi içir, onu aralarında tu t m aya uğraşan nöbetçilerinin meydan okum asından öteye geç m işti demek. M emnunluk ardından g u ru r yükseltti onu uzun yavaş dalgalar gibi. Hizm et etm ek için doğduğu am a henüz gö rem ediği amaç onu göze görünmez b ir keçi yolundan kaçırmış, kurtarm ıştı, ve şimdi eliyle çağırıyordu uzaktan ve yeni b ir se rüven önünde açılm ak üzereydi. Kesik m usiki notalarının b ir ton yukarı sıçrayıp bir çeyrek düştüğünü, işitir gibi oldu b ir ton 153
yukarı ve b ir m ajör üçte bir aşağı, bir gece y an sı korusundan, alev alev, kesintilerle sıçrayan üçlü-yalazlanan alevler gibi. Cin lerin çaldığı b ir prelüddü bu, sonsuz ve şekilsiz; ve, alevler za m anın içinden fışkırıp musiki yabanıllaşır, hızlanırken, d allar la otlann altında yabanıl y aratık ların koşuştuğunu, ayak ları nın yap rak lar üzerinde yağm ur gibi pıtırdadığını işitir gibi ol du. A y ak lan pıtırdayan uğultularla geçti zihninin üstünden, tavşanlarla adatavşanlarm ın ay ak lan , karacalarla geyiklerin antilopların ayakları, sonunda hiçbir şey işitemeyip sadece Newm an'm m ağ ru r veznini hatırlayıncaya kadar: — A y ak lan karaca ay ak lan gibi ve ebedî kollan n altındaBu loş imgenin gururu yadsıdığı görevin onurunu akim a getirdi yeniden. B ütün çocukluğu boyunca kendi alınvazısı ola rak düşündüğü şeyi kurup durm uştu kafasında ve çağırıya bo yun eğme anı gelip çatınca yüz çeviriverm işti bundan b ird en b i re, b aşına b u y ru k bir içgüdüye boyun eğerek. Şimdi zaman a ra da yatıyordu: mezhebe giriş töreninin yağı hiçbir zaman sürülm eyecekti gövdesine. Yadsımıştı- Niçin? Dollym ount'daki yoldan denize doğru dendü ve d ayanık sız tahta köprüden geçerken payandaların ağır pabuçlar giymiş ay aklann basışıyla sarsıldığını duydu. H ıristiyan kardeşlerden b ir bölük B ull'dan dönüyordu ve köprüden ikişer ikişer geçm e ye başlam ışlardı. Çok geçmeden bütün köprü titreyip çınlam a ya başladı. K aba su ra tla r yanından ikişer ikişer geçti, denizin yansım asıyla s a n , kırm ızı, ya da çü rü k m oru lekeler vu rm u ş tu yüzlerine v e o, rahatça, aldırm adan bu yüzlere bakm aya ça lışırken, hafif bir kişisel utanç ve acıma lekesi kapladı onun da yüzünü. K endine kızarak yüzünü saklam aya çalıştı onların göz lerinden aşağıya köprünün altm daği sığ girdaplı suya bakarak am a orada da yansıdığım görüyordu ağır ipekli şapkalarıyla gös terişsiz şeritim si yakalarının ve bol bol sarkan papaz giyim le rinin. — H ickey Kardeş. Quaid Kardeş. MacArdle Kardeş. Keogh K ardeş. — D indarlıkları da adları, yüzleri, giyim leri gibi olmalıydı-
154
Kurum suz ve tövbekar gönüllerinin, onunkinden çok daha zen gin b ir adanm a vergisi ödediklerini, alçak gönüllü arm ağanları nın onun inceden inceye işlenmiş hayranlığından on kere daha fazla cana yakın olduğunu kendine anlatm ası boşunaydı. O nlara karşı geniş yürekli olmayan kendini zorlaması, gururundan sıy rılm ış, dilenci paçavraları içinde bitkin b ir halde kapılarına gel diği gün ona karşı geniş yürekli olacaklarını, kendilerini sevdik leri kadar onu da seveceklerini kendine anlatm ası boşunaydıBoşuna ve acılaştırıcıydı, sonunda, tartışm ak kendi tutkusuz k e sinliğiyle, sevgi kom utunun komşumuzu da kendimizi sevdiği miz tu tarlık ve yeğiniikte değil, kendimize verdiğimizle aynı çe şitten b ir sevgiyle sevmemizi söylemesi konusunda. Hazînesinden b ir cümlecik çıkarıp söyledi kendine yavaşça: — Denizin taşıdığı benekli b u lu tlar günü. Cümlecik, gün ve görünü bir akortta uyum lanıyordu. K e lim eler. R enkleri miydi acaba? Parlayıp solmaya b ıraktı onla rı, renk, renk ardından: şafağın altın sarısı, elm a bahçelerinin alıyla yeşili, dalgaların masmavisi, bulutların külrengi saçaklı yünü. Hayır, renkleri değildi: duruşu ve dengesiydi. Öyleyse kelim elerin ritim le inip çıkışlarım efsane ve renk çağrışım ların d an daha çok mu seviyordu? Yoksa, zihninin çekingenliğinden başka görüşü de zayıf olduğu için, parıldayan duyum lam r y er yüzünün çok-renkli ve birikimi bol b ir dilin prizm asında yan sım asından aldığı zevk daha mı azdı, aydınlık, esnek, ritim!i düzyazıda en yetkin aynasını bulan bireysel duyguların iç d ü n yasını inceleyerek elde ettiği zevkten? T itreyen köprüyü geçip se rt toprağa bastı yeniden. O an da hava soğumuş gibi geldi ona ve, yan gözle suya doğru b ak tığında, bir boranın ansızın suları k a rartıp karıştırdığını gördüYüreğinde hafif b ir çarpıntı, boğazında hafif b ir yutkunm a, de nizin soğuk insanötesi kokusundan etinin nasıl ürktüğünü b ir k e re daha anlattı ona; am a gene de, solda yatan çıplak tepelere döneceğine ırm ağın ağzına doğru yönelen kayaların om urga sından düm düz devam etti yoluna. Irm ağın körfezleştiği yerdeki külrenkli su yüzeyini p erd e lenmiş bir güneş ışığı hafifçe aydınlatıyordu- Ağır-akan Liffey'nin yolu boyunca uzaklarda narin gemi direkleri gökyüzünü çiz155
/-.iliyor.
l a n havluları soğuk deniz suyuyla ağırlaşm ıştı; ve soğuk deniz köpüğüne bulanm ıştı keçeleşmiş saçları. Ç ağırılanna boyun eğerek durdu ve alaylarım rah at söz lerle karşıladı. Ne k ad ar kişiliksiz görünüyorlardı: uzun, ilik lenmemi? yakası olm adan Shuley, yılansı tokalı kızıl kayışı ol m adan Ennis, kapaksız yan copli Norfolk ceketi olm adan Cönnolv! B ir acıydı onları görm ek, ve kılıç gibi b ir acıydı acık lı çıplaklıklarım iğrençleştiren ergenlik belirtilerini gör mek. Belki ruhlarındaki gizli korkudan kaçıp kalabalık ve gü rültülü olm aya sığınm ışlardı. Ama o, onlardan ayrı ve sessiz, kendi gövdesinin gizeminden nasıl korktu ğ u n u hatırlıyordu. — Stephanos Dedalos! Bous Slephanoumenos! Bous Stephaneforos! Bu çeşit alayları yeni değildi ve şimdi uysal gururlu ege menliğini okşuyordu. Adı hayatında ilk olarak b ir kehanetm iş gibi göründü gözüne. K urşun renkli ılık hava öylesine zamandışı, kendi ruh hali o kadar sıvım sı ve kişiliksizdi ki, bütün çağ lar aynı gibiydi onun için. Az önce, eski İskandinav kırallığının hortlağı sislerle sarm alanm ış kentin giyim lerinden ona doğ ru bakm ıştı. Şim di, b u akla durgunluk veren düzencinin adını işitince, karanlık dalgaların gürültüsünü duyar, dalgaların ü s tü n d e uçarak yavaş yavaş gökyüzüne tırm anan kanatlı b ir biçim g ö rü r gibi oldu. Ne dem ekti bu? K ehanetler ve sim gelerle dolu b ir orta çağ kitabını açacak garip b ir araç mıydı, denizin üstü n de güneşe doğru uçan atmacamsı b ir adam, hizm et etm ek için doğduğu ve çocukluğunun, ergenlik çağının sisleri arasında a r dından gittiği am acın bir kehaneti miydi, atelyesinde yeryüzü n ü n miskin m addesinden yeni yükseklerde uçan duyum lsnm az yok olmaz bir varlığı yeniden döver, sanatçının b ir simgesi m iy di? Yüreği titred i; soluğu hızlandı ve sanki güneşe doğru uçuyorm uşçasm a yabanıl bir ruh gezindi organlarında. Y üreği coş kun b ir korkuyla titredi ve ruhu uçuyordu. Y eryüzünün ötesin de uçuyordu ru h u ve tanıdığı gövdesi b ir solukta arınm ış, k e sinsizliğinden kurtulm uş, ruhun tözüyle k arışarak ışıl dam işti. B ir uçuş coşkunluğu gözlerini ışıl ışıl yaptı ve soluğunu yabanıl ve rüzgârların taşıdığı gövdesini titreşim li yabanıl ışıl ışıl. 157
— Bir! îkü... Dikkat! — Amanın, Boğuldum! — Bir! îki! Üç ve hayda! — ö b ü rü ! Öbürü! — Bir!... Oy! - Stephaneforos! Yüksek sesle haykırm a isteğinden acıdı boğazı, yüksekler de bir atm aca ya da kartal gibi haykırm ak, rüzg ârlara h ay k ır m ak kurtuluşunu, delercesine. Bu, hayatın çağırışıydı ruhuna ödevler dünyasının sıkıcı kaba sesi değil, m ihrabın soluk hizm e tine çağıran insanlıksız ses değil. B ir anlık yabanıl uçuş k u r tarm ıştı onu ve dudaklarının içerde tu ttu ğ u zafer çığlığı beyni ni oyuyordu— Stephaneforos! B unlar neydi ki şim di ölüm gövdesinden silkelenmiş kefen lerden başka — gece gündüz içinde yürüdüğü korku, çevresine b ir halka çeviren kesinsizlik, içerden, dışardan onu aşağılatan utanç — kefenlerden, m ezar giysilerinden başka neydi? Ruhu çocukluğunun m ezarından m ezar giysilerini iterek çıkm ıştı. Evet! Evet! Evet! Adını taşıdığı büyük düzenci gibi o da ruhunun özgürlüğünden ve gücünden g u ru rla yaratacaktı yaşayan şeyi, yeni ve yükseklerde uçan ve güzel, duyıım lanmaz, yok olmaz bir şeyi. Sinirlice doğruldu taş parçasından çünkü kanındaki alevi söndürem iyordu artık. Y anaklarının yandığını, gırtlağının tü r külerle dolup yutkunduğunu duydu. Y eryüzünün en uzak köşe lerine doğru yola çıkm ak için yanan ayaklarında gezgincilik şehveti vardı- İleri! îleri! diye bağırıyordu sanki yüreği. D eni zin üstünde akşam kararacak, ovalara gece basacak, gezgincinin önünde tanyerleri ağarıp yabancı topraklarla tepelerle yüzler gösterecekti ona- Nerede? K uzey'e baktı, H ow th'a doğru. Deniz yüzeyi dalgakıranın sığa bakan yanındaki yosun çizgisinden aşağı inm işti, su lar sa hil boyunca hızla çekiliyordu. Daha şimdiden uzun yum urta bi çimli b ir kum tüm seği dalgacıkların ortasında ılık ve k u ru ya tıyordu. Orada, burada sıcak kum adacıkları sığlaşan gelgitin üstünde parlam aya başlam ıştı ve adacıkların çevresinde, uzun
158
kumsal boyunca ve sahilin sığ akın tıları arasında hafif elbise le r giymiş biçim ler suya girm iş geziniyor, çu k u rlar kazıyordu. B irkaç saniye içinde yalınayak kaldı, çoraplarını d ü rü p cep lerine tıkm ıştı, bez ayakkabıları da bağlarından düğüm lenm iş olarak om uzlarından sallanıyordu, kayaların arasındaki sü p rü n tülerden sivri uçlu tuzyeniği bir sopa seçip eğimden dalgakıra n a doğru yuvarlanan taşlar arasında koşarak indi. Kum salda uzun bir dere vardı, içine basarak y ü rü rk en deniz yosunlarının bu bitip tükenm ez sürüklenişine şaştı. Z ü m rü t yeşili, kara, al ve zeytunî renkleriyle akıntının altında kım ıldıyor, sallanıyor, dönüyorlardı. Bitip tükenm ez sürüklenm iş yosun lardan derenin suyu kararm ıştı ve yüksekte sürüklenen b u lu t ları yansıtıyordu. B ulutlar tepesinde sürükleniyordu sessizce ve sessizce deniz yosunları sürükleniyordu ayaklarının dibinde ve kurşun renkli ılık hava durgundu ve yeni yabanıl b ir hayat tü rk ü söylüyordu dam arlarında. Neredeydi çocukluğu şimdi? K endi alınyazısırtdan kaçan, yaralarının utancını tek başına düşünen ve çirkinlikle yapm a cıktan ku ru lu evinde dokununca dağılan soluk kefenler ve çelenklere bürünüp kıraliçelik süren ru h u neredeydi? Ya da, o neredeydi? O, yalnızdı. Kimsenin ilgisini çekm iyordu, m utluydu, h a yatın yabanıl yüreğine de yakındı. Yalnız ve genç ve basma buyruk ve yabanıl yürekliydi, ve yabanıl hava ıssızlığı ve tu z lu sular ve kabuklarla yosunlardan deniz ü rünleri ve perdeli kurşu nî günışığı ve şen-giyimJi hoş-giyimli çocuk ve genç kız biçimleri ve havada çocuksu ve kızımsı sesler ortasında y al nızdı. Önünde derenin orta yerinde b ir genç kız duruyordu, y al nız ve kıpırtısız, denize doğru bakarak. Büyülenerek garip ve güzel bir deniz kuşu biçimine getirilm iş birine benziyordu. Uzun ince çıplak bacakları bir turnanm kiler gibi narindi ve tertem iz di, yalnız züm rüt renginde ince b ir yosun b ir işaret olarak y e r leştirm işti kendini ete. Daha dolgun, ve fildişi gibi açık renk bacakları neredeyse kalçalarına k a d a r çıplaktı ve donunun be yaz dantelleri ak yum uşak kuş tü y ü n ü andırıyordu. K oyu m a vi eteği beline yiğitçe dolanıp iliştirilm iş, arkasında b ir kum 159
ru n u n kuyruğu gibi düğüm lenm işti. Göğsü b ir kuşunki gibiydi, yum uşak ve küçük, küçük ve yum uşaktı koyu renk tüylü b ir kum runun göğsü gibi. Ama uzun açık renk saçları genç kızı ni şiydi: ve genç kızımsı, ve ölüm lü güzelliğin harikalığıyla bezen m işti yüzü. Yalnız başına v e kıpırtısız, denize bakıyordu; onun varlığı n ı ve gözlerinin tapınm asını sezince gözleri ona doğru çevrildi bakışına sessizce katlanarak, utangaçlık ya da işveliiik göster m eden. Uzun, uzun b ir süre katlandı bakışına, sonra gözlerini yavaşça onunkilerden ay ırarak dereye doğru çevirdi, suyu aya ğıyla hafifçe oraya buraya ite re k - H afif hafif kıpırdayan su yun ilk küçük gürültüsü sessizliği bozdu, alçak, hafif ve fısıltılı, u y k u çanları kadar hafif; oraya buraya, oraya buray a ayağıyla k arıştırarak ; ve hafif b ir alev titredi yanağında— Ey ulu Tanrı! diye haykırdı S t e p h e n 'r u h u , dünyevî b ir sevinç taşmasıylaAnsızın kıza sırtını dönüp kum sal boyunca yürüm eye baş ladı. Y anakları yanıyordu; gövdesi tutuşm uştu; eli ayağı titri yordu. île ri ve ileri ve ileri ve ileri yürüdü, kum ların ta ötesi ne kadar, yabanılca tü rk ü söyleyerek denize, ona h ay k ıran h a yatın gelişini karşılam ak için haykırarak. Kızm imgesi ruhuna işlemişti sonsuza k ad ar ve h içb ir söz bozmamıştı coşkusunun kutsal sessizliğini. Kızın gözleri onu ça ğırm ış, ve ruhu hop etm işti bu çağırıya. Yaşamak, yanılm ak, düşmek, kazanm ak, h ayattan hayatı yaratm ak! Y abanıl b ir m e lek belirdi önünde; ölüm lü gençlik ve güzelliğin meleği, haya tın şen saraylarından b ir haberci, b ü tü n yanılgı ve zafer yolla rının kapılarını ona açm ak için. İleri ve ileri ve ileri ve ileri! D urdu birdenbire ve sessizlikte yüreğini işitti. N erelere gel mişti? S aat kaçtı? Y akınında hiçbir insan biçimi görünm üyor, havadan hiçbir ses gelm iyordu. Ama gelgit dönmek üzereydi ve gün hatm aya yüz tutm uştu. K araya dönüp sahile doğru koştu ve, keskin ça kıllara aldırm adan eğimli kum saldan tırm anırken, perçem li kum tepecikleriyle çevrelenm iş b ir k u y tu köşe buldu v e he m en uzandı oraya akşam ın huzuru, sessizliği kanının taşkınlığı nı yatıştırsın diye. 160
Tepesinde kocam an ilgisiz kubbeyle gökyüzü varlıklarının dingin süreçlerini duydu; ve altındaki toprak, onu taşıyan top rak, onu göğsüne yatırm ıştı. Uyku gevşekliği içinde gözlerini yum du. Toprağın ve top rağı gözleyenlerin kocaman döngüsel kıpırtılarını duymuşçası na titredi gözkapakları, bir yeni dünyanın garip ışığını duym uş çasına titrediler. A kla sığmaz, y arı karanlık, denizlerin altı gi bi belirsiz, bulutsu biçim ler ve varlıkların dolaştığı bir yeni dün yaya bayılıp düşer gibiydi ruhu. B ir dünya, b ir pırıltı mı ya da b ir çiçek mi? P arlayarak ve titreyerek, titreyerek ve açılarak, süzülen b ir ışık, açılan bir çiçek, sonsuza k ad ar kendini te k ra r lay arak yayıldı, kıpkızıl açılarak ve süzülerek ve açılarak ve solarak ve en solgun güle, yapraktan yaprağa, ışık dalgasından ışık dalgasına, bütün gökyüzünü yum uşak kızarıklıklarıyla sele boğarak, h er kızarıklık bir öncckinden daha derin olarak. Uyandığında akşam bastırm ıştı ve döşeğinin kum larıyla k u ru otları a rtık parlam ıyordu. A ğır ağ ır doğruldu, uykusunun vecdini hatırlayınca içini çekti bu sevince. Kum lu tepenin doruğuna tırm an arak çevresine bakındı. Ak şam bastırm ıştı. Genç ayın halkası ufuk çizgisinin soluk ıssızlı ğını ortadan yarıyordu, güm üşten b ir çemberin külrengi kum la r a gömülmüş halkası; ve gelgit hızla sokuluyordu k araya doğ ru dalgaları alçak perdeden fısıldayarak ve uzak gölcüklerde kalan birkaç son biçimi adalaştırarak.
16i
BÖLÜM
V
Üçüncü sulu çay fincanım dibine kadar boşaltarak yanın da saçılmış duran kızarmış ekmek kabuklarını çiğnemeye ko yuldu, leğenin koyu renk gölüne dalgın dalgın bakarak. Sarı sı zıntı b ir batak deliği gibi toplanm ıştı, leğenin içindeki ve altın daki birikinti ona Clongowes'daki banyonun koyu tezek-renkli suyunu hatırlattı. Tefeci alm dılannm kutusu dirseğinin yanın da duruyordu, daha henüz talan edilmişti, yağlı parm akları ara sına tembelce tek er te k er aldı mavili beyazlı, üstü çizilmiş, k ir lenmiş, katlanm ış ve Daly ya da MacEvoy gibi tefecilerin adım taşıyan alm dılan. 1 Çift Potin. 1 îş gömleği. 3 Eşya ve beyaz masa örtüsü. 1 E rkek donu. Sonra bunları bir kenara koyarak düşünceli düşünceli k u tunun b it pislikleriyle beneklenm iş kapağına baktı ve belirsiz b ir sesle sordu: — S aat şimdi ne kadar ileri gidiyor? Annesi şömine rafının ortasında yan yatan kırık dökük ça la r saati dik tutup on ikiye çeyrek kala olduğunu gösterdikten sonra gece yan yatırdı. — B ir saat yirm i - beş dakika, dedi. Şimdi onu yirm i geçi yor olmalı. Saatçik biliyor senin erken davranıp derslerine ye tişm en gerektiğini. — Doldurun şunu da yıkanayım , dedi Stephen. — K atey, doldur şunu da Stephen yıkansın. — Booty, doldur şunu da Stephen yıkansın. 162
— Dolduramam, ben çivit alm aya gidiyorum. Sen doldur, Maggie. Emaye leğen küvetin çukuruna yerleştirilip yıpram k kese de yanm a fırlatılınca, annesinin boynunu ovmasına, kulak larıy la burun deliklerine dalıp çıkmasına izin verdi. — Kendini anasına yıkatacak k ad ar kirlenen üniversite öğ rencisinden hayır gelmez, dedi annesi. — Ama senin hoşuna gidiyor, dedi Stephen hiç bozmadan. Y ukarı kattan kulak tırm alayıcı bir ıslık duyulunca annesi eline ıslak bir tulum tutuşturuverdi. — K urun ve çabuk çık burdan T anrı'yı seversen, dedi. öfkeyle uzatılan ikinci tiz bir ıslık kızlardan birini m erdi ven başına getirdi. — Ne var, baba? — Kardeşin olacak miskin orospu h âlâ orada mı? — G itti, baba. — Emin misin? — Evet, baba— Hm! Kız geri geldi, çabuk olması ve ark a kapıdan acele çıkm a sı İçin eliyle işaretler ederek. Stephen gülerek, — Orospuyu erkek sanıyorsa cinsiyet hakkında tuhaf fi kirleri olmalı, dedi. — Utanmalısın, Stephen, dedi annesi, o yere ayak bastığın güne yanacaksın bir gün. Ben biliyorum nasıl değiştin oraya g ittin gideli— Hoşça kaim , dedi Stephen, gülüm seyerek ve parm akla rının uçlarıyla bir öpücük göndererek, Setin arkasındaki d ar yol çamur içindeydi. ıslak çöp yığın la rı arasında adım atacak yer seçerek yavaş yavaş yürürken du varın ötesindeki rahibe tım arhanesinden deli b ir rahibenin çığ lık lar attığını işitti. — îsa! Ey îsa! İsa! Başını Öfkeyle savurarak sesi kulaklarından silkeledi ve ilerlem eye çabaladı, ufalanan sü p rü n tü ler arasında sendeleye rek, bir tiksinti ve acılaşma sancısı kem iriyordu yüreğini. B a basının ıslığı, annesinin dırıltıları, görünm eyen b ir delinin çığ 163
lığı, gençliğinin alçak gönüllü gururunu yaralayan ve teh dit eden bir sürü sesler gibi geliyordu ona şimdi. Söverek kov du bunların yankılarını yüreğinden; ama, caddeden aşağı yürür, sularını dam latan ağaçlar arasından külrengi sabah ışığının çev resine vurduğunu duyar ve ıslak yapraklarla kabukların garip yabanıl kokusunu alırken ruhu acılarından kurtuldu. Caddenin yağm ur yüklü ağaçları, h er zaman olduğu gibi, G erhart H auptm ann'ın oyunlarındaki kızlarla kadınların anıla rını akim a getirdi; onların solgun kederlerinin anısıyla ıslak dal lardan yayılan ince koku sessiz sevinçle dolu bir ruh hali için de birbirine karıştı. Şehir içinde sabah yürüyüşü başlamıştı, Fairviev/ııun çam urlu topraklarından geçerken Nev/man'ın manastırım sı gümüşümsü düzyazısını düşüneceğini; erzak ma ğazalarının vitrinlerine tembelce bakarak N orth Strand yolu boyunca yürürken Guido Cavalcanti'nin karanlık mizahını ha tırlayıp gülümseyeceğini; Tal’o ot A lan ın d a B aird'in taşç: dük kânından geçerken tbsen'in ruhunun keskin bir rüzgâr gibi, ba şına buyruk bir çocuksu güzellik ruhu gibi içinden eseceğini; ve Liffey'nin berisinde pasaklı bir gemi levazımatçısımn dükkâ nından geçerken Ben Jonson'un şarkısını tekrarlayacağını bili yordu. Daha yorgun değildim yattığım yerele Zihni Aristoteles ile Akinalı Tornanın hayaletimsi kelime leri arasında güzelliğin özünü araştırm aktan bıktığı zaman ço ğunlukla eğlenmek için Elizabeth Çağı şairlerinin sevimli şar kılarına dönüyordu. Zihni, şüpheci b ir keşiş kılığında, bu çsğın pencereleri altındaki gölgede duruyordu sık sık, lavtacıların ağırbaşlı ve alaycı musikisini ya da yeleklerin açık yürekli kah kahasını dinlemek için, fazla açık saçık b ir gülüş ya da fuhuş, düzmece şeref hakkında zamanla lekelenmiş bir cümlecik keşiş: ce gururunu iğneleyip onu saklandığı yerden kovalaymcaya ka dar. Gençlikle arkadaşlık etm ekten alıkoyacak derecede onu sanp sarm aladığı sanılan ve bütün günlerinde kafasında k u r duğuna inanılan bilgi, Aristoteles'in poetikasmdan, psikolojiden ve Synopsis Philosophiae Scholasticae ad montem divi Thomac'164
den alınma, birkaç cümleyi geçmeyen b ir ambardı. Şüphe ve kendine inançsızlıktan meydana geliyordu düşüncesi, kimi an larda sezgi şim şekleriyle aydınlanıyordu, ama o kadar açıkça görkemli şimşeklerdi ki bunlar böyle anlarda yeryüzü ateşte erimiş gibi yok olup gidiyordu ayaklarının dibinde; sonra dili ağırlaşıyor, başkalarının gözlerine karşılık vermeyen gözlerle bakıyordu, çünkü güzellik ruhunun onu b ir pelerin gibi kapla dığını ve hiç olmazsa kurduğu hayallerde soylularla tanıştığını duyuyordu. Ama bu kısa sessizlik gururu artık onu desteklemez hale gelince kendini yeniden gündelik yaşam ların ortasında, şehrin çirkinliği, gürültüsü vc uyuşukluğu arasında korkusuz ca ve hafiflemiş bir yürekle kendi yolundan giderken buluşuna seviniyordu. Kanalın tahta perdelerine yaklaşınca bebek yüzlü, kenar sız şapkalı verem li adamın köprünün eğiminden hafif adım lar la ona doğru geldiğini gördü, çikolata renkli mantosuna sımsı kı bürünm üş, sarılı şemsiyesini maden bulm ak için kullanılan çubuklar gibi birkaç karış önünde tutm uştu. On b ir olmalı diye düşündü ve saati görmek için bir m andıranın içine göz attı. M an dıradaki saat beşe beş kalayı gösteriyordu ama, arkasını döner ken, yakınlarda b ir saat sesi işitti, göze görünmeden ardı ardına on b ir vuruş sıraladı saat hızlı bir kesinlikle. Saati işitince gül dü, çünkü McCann'i hatırlam ıştı, avcı ceketi, deri pantolonu, sarışın sakalıyla Hopkins'in köşesinde rüzgâra karşı durm uş ko nuşurken görür gibi oldu onu: — Dedalus, topluma karşı b ir varlıksın sen, kendi içine kapanmışsın. Ben böyle değilim. Ben dem okratım ve gelece ğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde bütün sınıf ve cinsiyetlerin toplumsal özgürlüğü ve eşitliği için çalışacağım, uğraşacağımOn bir! Demek bu derse de geç kalmıştı. Ne günüydü bu? B ir gazetecinin önünde durup yaftadaki başlığı okudu. Perşem be. Ondan on bire İngilizce; on birden on ikiye, Fransızca; on ikiden bire, fizik. İngilizce dersini geçirdi kafasından ve kendi tedirginliğini, çaresizliğini duydu, derse bu kadar uzak olduğu halde. Sınıf arkadaşlarının, not etm eleri söylenen notları not defterlerine yazarken uysalca eğilmiş başlarım düşündü, ad ta-
165
m m lam aları, özsel tanım lam alar ve örnekler ya da doğum, ölüm tarihleri, başlıca eserler, bir öven b ir de yeren eleştiri yanyana. Onun kendi başı eğik değildi çünkü düşünceleri ötelerde dola: şıyordu ve ister küçük sınıfa ister pencereden ıssız yeşil bah çeye bakınsın, neşesiz kiler - nemi ve çürüm e kokusu orta saldı rıyordu. Kenöininkinden başka bir kafa, tam önünde ve ilk sıra larda, eğilen arkadaşları arasında dimdik duruyordu çevresin deki uysal dindarlar için mihraba kendi uysallık göstermeden yakaran bir papazın başı gibi. Cranly'yi düşündüğü zaman bü tün gövdesinin değil de yalnız başıyla yüzünün imgesini gözü önünde canlandırabilmesi nedendi acaba? Şimdi bile, sabahın kurşun renkli perdesine karşı bir düş'üıı hortlağı gibi görüyor du önünde, kopmuş bir kafa ya da ölüm maskesinin yüzü, kaş larının üstünde katı kara dik saçı demirden bir taç gibi- Papazımsı bir yüzdü, papazımsıydı solukluğuyla, geniş burun delikle riyle, gözlerin altındaki ve çenedeki gölgeyle, uzun ve kansız ve hafifçe gülümseyen dudaklarıyla papazımsıydı: günler, geceler boyunca Cranly'ye ruhunun karmaşasını, rahatsızlığını, özlemi ni anlatan ve arkadaşının dinleyen sessizliğiyle karşılaşan Ste phen, bu suratın itiraflarını dinlediği kimseleri bağışlama gü cü olmayan suçlu bir papaza ait olduğunu kendi kendine söyle yecekti ama koyu renkli kadınsı gözlerinin bakışını belleğinde yeniden duydu. Bu imge yoluyla garip karanlık bir kurgu mağarası canlan dı gözünde ama hemen sırt çevirdi buna, daha icari girm e za manının gelmediğini düşünerek. Ama arkadaşının kayıtsızlığın dan yayılan gece karanlığı çevresindeki havaya gevşek ve ölüm cül bir soluk salar gibiydi ve kendini sağında, solunda gelişigü zel b ir kelimeden öbürüne duygusuz bir şaşkınlıkla göz atarken buldu, kelim eler öylesine sessizce b ir anlık anlamdan boşalıyor lardı ki her değersiz dükkân efsanesi zihnini b ir büyünün keli meleri gibi bağlayıncaya ve bir d ar yolda ölü dil yığıntıları ara sında yürüyen ruhu eskiyişiyle iç geçirip kuruvuncaya, buru* şuncaya kadar. Kendi dil. bilinci çekilip boşalıyordu beyninden ve başıboş ritim ler halinde toplanıp dağılan kelim elere dam lı yordu yavaş yavaş: 166
Sarmaşık sızlanır duvarda, Sızlanır ve sarmaşır duvarda, San sarmaşık duvarda, Sarmaşık, sarmaşık duvarda. Görülmüş şey miydi böyle deli saçması? Hey ulu Tanrı! Kim görm üştü sarmaşığın duvarda sızlandığım? Sarı sarmaşık; bunda bir şey yoktu. Sarı fildişi, b ir de. Peki ya fildişi sarm a şık? Kelime beyninde parlıyordu şimdi, fillerin benekli dişle rinden kesilip alınmış bütün fildişinden daha duru, daha p ar lak. Ivory, ivoire, avorio, ebur. Latince'de ilk öğrendiği örnek lerden biri: îndia mittit ebur; ve ona Ovid'in Değişimler'ini do muz kasapları, domuz çobanları ve domuz eti dilimlerinin de araya girmesiyle iyiden iyiye tuhaflaşan ağdalı bir saray İngi lizce'siyle kurm asını öğreten rektörün kurnaz kuzeyli yüzünü hatırladı. Latince koşuk kuralları üstüne bildiği' birkaç şeyi Portekizli bir papazın yazdığı param parça b ir kitaptan öğren mişti. Contrahit orator, variant in carmine vatcs. Roma tarihinin buhranları, zaferleri ve parçalanm aları ona intanto discrimine gibi bayat kelim elerle sunulm uştu ve şehir ler şehirinin toplumsal yaşayışına rektörün b ir çanağı madenî dinarlarla doldurur gibi görkemli b ir sesle okuduğu implere ollam denariorum kelimeleri arasından bakmıştı. Zamanla yıp ranmış H oratius'unun sayfalan kendi parm akları soğuk oldu ğunda bile soğuk gelmezdi insanın eline; insanca sayfalardı bunlar ve elli yıl önce John Duncan Inverarity ile kardeşi William Malcolm Inverarity'nin insan parm aklan tarafından k arış tırılm ışlardı. Evet, kararm ış bir yaprak üstünde soylu isim ler di bunlar ve, onun gibi kötü bir Latinceci'ye göre bile, kararm ış şiirler bütün bu yıllar boyunca menekşe, lavanta çiçeği ve m i ne içinde yatm ış gibi güzel kokuluydu; ama gene de incitiyor du onu dünyanın kültür şöleninde utangaç b ir konuktan başka bir şey olamayacağını, içinden b ir estetik felsefesi bulup çıkar 167
maya uğraştığı keşişimsi öğretimin şu yaşadığı çağda hanedan armacılığı ya da şahin avcılığının garip lehçesinden daha üstün tutulm adığını düşünmek. Şehirin bilgisizliği içine hantal bir yüzüğe takılm ış yavan b ir taş gibi ağırlık vererek oturtulm uş gri ü çlü k anıtı solunda aklını aşağıya doğru çekiyordu ve ayaklarını düzelmiş vicda nının pırangalarından kurtarm ak için uğraşıp dururken İrlan da ulusal şairinin eğlenceli anıtına yaklaştı. Kızmadan baktı anıta; çünkü, bedenî ve ruhî uyuşukluk gö ze görünmez k u rtla r gibi sürüklenen ayaklarında, pelerinin kıv rım larında, kölemsi kafasında süründüğü halde, onursuzluğu nun bilincine alçakgönüllülükle varm ış gibiydi anıt. B ir Miletuslu'dan ödünç aldığı pelerine bürünm üş b ir Firbolg'du; ark a daşı Davin'i, köylü öğrenciyi düşündü. Şaka olsun diye arala rında kullandıkları bir addı bu, ama genç köylü terslik çıkar m adan katlanıyordu takm a adına: — öyleyse olsun, Stevie, kaim kafalı olduğumu söylüyor sun. Nasıl istersen öyle çağır beni. Birinci adının bu evcilleştirilm iş şekli ilk işittiğinde hoşu na gitmişti Stephen'm , çünkü başkaları onunla olduğu k ad ar o da başkalarıyla resm îydi konuşm alarında. Davin'in G rantham sokağındaki odasında oturup arkadaşının d u v ar yanında çifter çifter duran biçimli ayakkabılarına şaşar, arkadaşının yontul mamış kulağına kendi özlemiyle kederinin peçeleri olan şi’rleri, vezinleri okurken çoğu zaman dinleyicisinin kaba saba Firbolg zihni onun zihnini kendine doğru çekip geri fırlatm ıştı, ilgisi nin sessiz doğal görgülülüğüyle ya da eski îngiliz konuşm ası nın tatlı bir söyleyişiyle ya da kaba bedenî beceriklilikten a l dığı zevkin zoruyla kendine çeker — çünkü Davin K elt şairi Michael Cusack'ın dizi dibinde oturm uştu — b ir zekâ kalınlığı ya da bir duygu körlüğü ya da gözlerinde belirsiz bir dehşet b a kışıyla çabucak ve ansızın itiverirdi, geceleri hâlâ ışık söndür me çanından ürkülen kıtlığa boğulmuş b ir İrlanda köyünün r u hî dehşetiydi bu gözlerde görülen. Sporcu amcası Mat Davin'in b aşan anılarıyla yanyana otu ran genç köylü İrlanda'nın yaslı efsanesine tapıyordu. Okul a r kadaşları okuldaki tekdüzeli hayatı ne pahasına olursa olsun 168
önemli yapmaya çalışan dedikodularında onu gizli kurtuluş cephesinden bir genç olarak göstermeye bayılırlardı- Dadısı ona Iıiandaca öğretmiş, kaba saba imgelemini İrlanda m itlerinin kesintili ışıklarıyla biçimlendirmişti. H içbir bireysel zihnin tek satır güzellik bulup çıkaram adığı ve öykülerinin çağlardan ge riye gidildikçe birbirlerine karşı bölündüğü m itlerin önünde, katolik dininin önündeki tutum uyla duruyordu, geri zekâlı ve sadık bir köle tutum uyla. İngiltere'den ya da İngiliz k ültürü yoluyla gelip ona ulaşan h er düşünce ya da duyguya karşı zihni silâhlarını kuşanıp öyle duruyordu, b ir parola bekleyerek: ve İngiltere'nin ötesinde dünyada tek bildiği Fransa'daki yabancı la r lejyonuydu, ara sıra bu lejyona girm ek istediğini söylerdi. Bu tutkusunu genç adamın mizah anlayışına ekleyen S te phen çok kereler evcil bir kaz olduğunu söylemişti ona, ark a daşındaki, Stephen'm kurgusallığa yatkın zihniyle îrlandalı h a yatının saklı yolları arasında d u ru r gibi görünen konuşma ve ey lem isteksizliğine yöneltilen sihirli b ir ton vardı bu takm a addaB ir gece genç köylü, ruhu Stephen'm entelektüel başkal dırm anın soğuk sessizliğinden kurtulm ak için başvurduğu sert y a da zengin konuşmayla iğnelenmiş, garip b ir görüm uyandır m ıştı Stephen'm önünde. İkisi birlikte yoksul Y ahudilerin otur duğu karanlık ve d ar sokaklardan D avin'in pansiyonuna doğru yavaş yavaş yürüyorlardı. — Başımdan bir şey geçti, Stevie, geçen sonbahar kışa doğ ru, hiç kimseye anlatm adıydım bunu, anlattığım tek insan sen olacaksın. Ekim miydi yoksa Kasım mıydı tam hatırım da değil şimdi. Ekim 'deyüi herhalde çünkü daha buraya kaydolmaya gel memiştimStephen gülüm ser gözlerini arkadaşının yüzüne çevirmiş ti, onun kendisine güvenmesine sevinmiş, basit konuşmasına duygudaş oluvermişti. — O gün bütün gün kendi yerim den uzakta B uttcvant'daydım — sen burayı bilir misin bilmem — Crokelu çocuklarla K or kusuz Thurle takım» arasında sırık atm a yarışına gitmiştim ve. Tanrı seni inandırsın, Stevie, adam akıllı zoz-lu bir yarışm a ol du o gün. Kuzenim Fonsy D avin Lim erick'den soyunmuştu ama hep ön safta kalıp çılgınlar gibi de bağırdı. Hiç unutam am o gü 169
nü. B ir seferinde Crokelular'dan biri sopasını öyle b ir savurdu ki kıl kaldı kafasına yiyordu. Yalansa canım çıksın, bir çarpsay dı sopa hesabını görürdü. — K urtulduğuna sevindim, dedi Stephen, gülerek, am a ba şına gelen garip olay bu değildir herhalde? — Yok, bunlar seni pek ilgilendirmiyor herhalde ya, her neyse, oyundan sonra öyle b ir patırtı vardı ki dönüş trenini ka çırdım ve üstelik beni o taraflara atacak hiçbir araba bulamadım çünkü, aksilik, avnı gün Castletownroche'da bir toplantı yapılı yordu, memleketin bütün arabaları oraya toplanmıştı. Onun için ya geceyi orada geçirmek ya da bütün yolu yürüm ekten başka yapacak şey kalm am ıştı. Ben de başladım yürüm eye ve Ballyhoura Tepelerinin oraya geldiğimde karanlık basmaya başlam ış tı, bu dediğim yer de Kilmallock'dan şövle on mil uzaktadır ve oradan sonra uzun ıssız bir yol vardır. Yol boyunca ne b ir tek ev görürsün ne de bir ses işitirsin. Göz gözü görm üyordu nere deyse. B ir iki kere bir çalının altına sığınıp pipomu tazeledim ve inan olsun kırağı düşmemiş olsa y a ta r uyurdum orada. So nunda, tam bir kıvrım ı dönerken, penceresinde ışık yanan b ir ufak kulübe gördüm. Gidip çaldım kapısını. B ir ses içerden kim o diye sordu ben de B uttevant'daki m açtan döndüğümü, y ü rü yerek gittiğimi ve b ir bardak su istediğimi söyledim. Çok geç meden genç bir kadın kapıyı açıp büyük bir çanakla süt g etir di. Yarı soyunuktu ben kapıyı çaldığımda yatm aya hazırlanıyor m uş gibi, saçım da çözmüştü, biçiminden mi, suratının görünü şünden mi nedense gebe olduğunu anladım. K onuşarak epey alı koydu beni kapıda, bana da tuhaf göründü bu çünkü göğsü, om uzları falan çıplaktı. Yorgun muyum diye sordu, istersem ge ce orada kalabileceğimi söyledi. Evde yalnız başınaymış çünkü kocası o sabah Queenstov/n'a gitmiş kızkardcşini geçirmeye. Ve1 konuştuğu bütün bu süre boyunca, Stevie, gözünü yüzüme dik mişti ve o kadar yakın duruyordu ki soluğunu duyuyordum. Ça nağı geri verince elimden yakaladı beni içeri çekmek için: «Gel bu gece burda kal. Korkacak bir şey yok. Bizden başka kimse yok evde...,» dedi. Girmedim, Stevie. Teşekkür edip yola koyul dum, kaçar gibi. İlk dönemece gelince arkam a baktım hâlâ k a pıda duruyordu. 170
Hikâyenin son kelimeleri şakıdı belleğinde ve hikâyedeki kadının görüntüsü okul arabaları geçerken Clane'de kapılar da dururken gördüğü başka köylü kadınların görüntülerinde yansıdı, kadının ve onun kendi ırklarının bir tü rü olarak, ken disinin bilincine karanlıkta, gizlilikte, yalnızlıkta uyanan ve aldatmasız bir kadının sesi ve hareketleriyle yabancıyı yatağına çağıran yarasamsı bir ruh. B ir el tu ttu kolundan ve genç b ir ses haykırdı: — Efendi, efendi, ben sizin kızmızım, efendi! Siftah ola cak, efendi. Şu güzelim demeti alıverin. Almaz mısınız, efendi? Ona doğru uzattığı mavi çiçekler ve genç mavi gözleri o anda ona aldatm asızlık imgeleri olarak göründü ve bu imge yok olup önünde yalnızca kızın yırtık pırtık giyimleri, ıslak sert sa çı ve arsız yüzü kalıncaya kadar durup bekledi. — Haydi, efendi! Hizmetinizdeki kızı unutmayın! — Param yok, dedi Stephen. — Şu güzel olanlarını alın, almaz mısınız? Çok ucuz v eri rim— Söylediğimi işittin mi? diye sordu Stephen, kıza doğru eğilerek. Sana param olmadığını söyledim. Şimdi b ir kere da ha söylüyorum. — Peki, am a Tanrı'nm izniyle b ir gün olur, efendi, diye cevap verdi kı.z bir an sonra. — Belki, dedi Stephen, ama sanmıyorumSam imiyetinin şikâyete dönmesinden korktuğu ve o malını b ir başkasına, b ir İngiliz turistine ya da Trinity'den b ir öğren ciye sunmadan önce oradan uzaklaşmak istediği için hızla ayrıl dı kızın yanından. O sırada içinde bulunduğu G rafton Sokağı bu yüreksizleşmiş yoksulluk anını uzatıyordu. Sokağın başına Wolfe Tone anısına bir anıt dikilmişti, ve bu törende babasıyla birlikte bulunduğu aklına geldi. O ucuz saygı gösterisini tiksin tiyle hatırladı. Bir araba içinde dört Fransız vardı, b ir tanesi, tombul, güler yüzlü genç b ir adam, ucuna k art yapıştırılm ış bir değnek tutuyordu, kartın üstünde Vivc l'Irlande! yazılıydı. Ama Stephen's G reen'de ağaçlar yağm ur kokuyordu, yağ m urla ıslanmış toprak da o ölümlü kokusunu çıkarıyordu, nice yüreklerden gelen ince bir günlük dumanı tütüyordu göğe doğ
ru. Yaşlıların ona anlattığı gönlü yüce, rüşv et m eraklısı şehrin ruhu kurum uş ve şimdi topraktan çıkan şu hafif ölüm lü koku haline gelmişti ve bir an sonra burgun okuldan içeri girdiğin de Buck Egan ile Burnchapel W haley'ninkinden daha başka b ir yozlaşmanın bilincine varacağını biliyordu. Y ukarı, Fransızca dersine gitm ek için çok geçti. Avluyu geçti, fizik odasına giden soldaki koridora girdi. K aranlık ve ses sizdi koridor am a gözetlemesiz değildi. Niçin duym uştu gözet* lemesiz olmadığını? Buck W haley zam anında burada gizli bir m erdiven olduğunu işittiği için miydi? Yoksa cizvit evi İrlanda topraklarının dışındaydı da yabancılar arasında m: dolaşıyordu? Tone ile ParneİTin İrlanda'sı uzaydan bile silinmişti. Odanın kapısını açarak tozlu pencerelerden içeri sızmaya çabalayan soğuk kül renkli ışıkta durdu. Ocağın önünde çömelm iş b ir cisim vardı, sıskalığından ve griliğinden bunun ateşi yakmaya çalışan etü t dekanı olduğunu anladı- Stephen kapıyı sessizce kapayıp ocağa yaklaştı. — Günaydın, efendim! Size yardım edebilir miyim? Papaz hızla ona bakarak, — B ir dakika, M r Dedalus, şimdi göreceksiniz, dedi. Ateş yakm akta da bir san at vardır. Hem güzel sanatlar var, hem de faydalı sanatlar. Bu da faydalı sanatlardan biri. — öğrenm eye çalışırım, dedi Stephen. — Köm ürü fazla koymamalı, dedi dekan, beceriklice ça lışırken, sırlardan biri budur. Cüppesinin yan ceplerinden dört yarı-yanm ış mum çıka rarak bunları ustalıkla köm ürlerin ve dürülm üş kâğıtların a ra sına yerleştirdi. Stephen ses çıkarm adan seyretti onu. Ateşi yakm ak için ocağın başına böylece diz çöker, kâğıt parçalarıy la mum diplerinin dağılım ıyla uğraşırken h er zamankinden d a ha fazla benziyordu boş bir tapm akta kurban yerini hazırlayan b ir hizm etkâra, bir leviye. B ir levinin gösterişsiz keten h ırk a sı gibi, soluk yıpranm ış cüppe, K utsal K itap'da anlatılan gi yim lerden sıkılacak ve rahatsız olacak adam ın diz çökmüş b i çimini sarm alıyordu- Gövdesi Tanrı'ya alçak gönüllülükle hiz m et etm ekten kocayıp gitm işti — m ihraptaki ateşi yakm aktan, gizli haberler taşım aktan, dünyevî kişilere yaranm aya çalış 172
m aktan, em ir aldığında zaman kaybetm eden hançeri vurm ak tan — am a gene de azizlere ya da piskoposlara özgü güzelliğe kavuşam am ıştı. H ayır, ruhu kocayıp gitm işti bu hizm ette de ışığa, güzelliğe doğru gelişememiş, kutsallığının tatlı kokusu nu h er yana yayam am ıştı — körelm iş iradesi kendi boyun eği şinin coşkusuna katılm ıyordu, güm üş uçlu tüylerle kırçıllaş m ış zayıf ve sinirli gövdesinin sevgi ya da çarpışm a coşkusu n a katılam adığı gibi. Dekan geriye kaykılaçak çom akların tutuşm asını gözlediStephen, sessizliği doldurm ak için, — Ateş yakm ayı beceremezdim her halde, dedi— Siz bir sanatçısınız, değil mi, M r Dedalus? dedi dekan, yukarı doğru bakarak ve soluk gözlerini kırpıştırarak. Sanat çının hedefi güzeli yaratm aktır. Güzelin ne olduğuna gelince, o başka bir konu. Yavaş yavaş ve kuru kuru ellerini ovuşturdu bu zorluğun üstüne. — Bu soruyu şimdi çözebilir misiniz? diye sordu. — Akinalı, diye cevap verdi Stephen, pulcra sunt quac vîsa placeni der. — önüm üzdeki şu ateş, dedi dekan, gözlerimize zevk ve recektir. Bundan dolayı güzel mi olacak? — Gözümüzle kavradığım ız sürece, ki burada bu estetik kavrayış olacaktır sanıyorum, güzel olacaktır. Ama Akinaîı ay nı zamanda Bonum est in quod ten dit appetitus diyor. Sıcaklı ğa karşı hayvansal isteği doyurduğu sürece ateş iyidir- Ama cehenemde kötüdür. — Tastam am , dedi dekan. Taşı gediğine koydunuz. Çevikçe ayaklanıp kapıya doğru gitti, kapıyı aralayarak konuştu: — Bu gibi durum larda hava akım ının işe yaradığı söyle nir. Hafifçe topallayarak ama zinde adım larla yeniden ocağa yaklaşırken Stephen soluk sevgisiz gözlerden b ir cizvitin sessiz ruhunun kendisine baktığını gördü. Ignatius gibi topaldı ama gözlerinde Ignatius'un coşkunluk kıvılcım ları yanmıyorduMezhebin, gizli öyküleri anlatılan gizli kurnaz bilgelik kitap173
lartndan bile daha kurnaz ve daha gizli olan efsanevî desise leri de ruhunu havarilik enerjisiyle ateşlememişti. Görünüşe göre dünyanın hilelerini, bilgisini ve kurnazlığını aldığı em ir le r gereğince; Tanrı'yı yüceltmek yolunda kullanıyor, ne bunla rı evirip çevirmekten zevk alıyor ne de içlerinde yatan kötü lükten tiksiniyor, dirençli bir boyun eğme tavrıyla bunları ken di kendilerine döndürüyor ve bütün bu sessiz hizmetlerine k a r şılık olarak efendisini hiç sevmez, hizmet ettiği amacı da pek az severmiş gibi görünüyordu. Similitcr atquc senis beculus, kurucunun da olmasını istediği gibi, yaşlı bir adamın elinde b ir değnek gibiydi, gece basınca ya da hava bozunca yolda üzeri ne yaslanılmak, bir bahçe sandalyasında b ir hanımefendinin çi çek demetiyle yanyana uzatılmak, tehlike durum unda savrul m ak için kullanılıyordu. Dekan ocağa dönerek çenesini sıvazlamaya başladı. — Estetik sorulan hakkında çalışmalarınızı ne zaman gö receğiz? diye sordu. — Benim mi? dedi Stephen şaşarak. On beş günde bir zor belâ b ir fikir buluyorum, talihim yolunda giderse— Bu sorular çok derindir, M r Dedalus, dedi dekan. Moh e r kayalarından derinlere bakmak gibi b ir şeydir bu- Birçok la n derinliklere iner ve hiçbir zaman geri dönmez. Ancak usta dalgıç bu derinliklere iner, a ra ştın r ve tekrar yüzeye çıkar. — Kurgu demek istiyorsanız, efendim, dedi Stephen, özgür düşünce diye bir şey olabileceğine inanmıyorum, çünkü her düşünce kendi kurallarıyla bağlanmıştır. — Ha! Ben kendi adıma Aristoteles ya da A kinalinm bir fik rinin ışığında çalışabilirin şimdilik. — Anlıyorum. Ne demek istediğinizi anlıyorum. — O nlann ışığında kendi başıma b ir şeyler yapıncaya ka dar bana yardım etm eleri ve yol göstermeleri bakım ından ge rek duyuyorum onlara. Lamba is ya da koku çıkarırsa fitilini keserim. Yeterince ışık vermezse onu satıp başkasını alırım. — Epiktetos’un da bir lambası vardı, dedi dekan, ölüm ün den sonra pek ucuz b ir fiyatla satıldı. Felsefî konuşmalarını bu lam banın ışığında yazdı. Epiktetos'u biliyor musunuz? 174
— Ruhun bir kova dolusu suya benzediğini söyleyen yaş lı b ir efendi, dedi Stephen kabaca. — O gösterişsiz söyleyişiyle, b ir gün tanrılardan birinin yontusu önüne demirden bir lamba koyduğunu ve bir hırsızın lam bayı çaldığını anlatıyor. Bunun üstüne ne yaptı filozof? Çalma eyleminin bir hırsızın kişiliğine uygun olduğunu düşü nerek ertesi gün dem ir değil topraktan b ir lamba almaya k a ra r verdi. Dekanın m um larından erimiş b ir donyağı kokusu gelerek Stephen'm bilincine yayıldı kelim elerin şıngırtısıyla birlikte, kova ve lamba ve lamba ve kova. Papazın sesinde de s e r t şıng ırtılı bir ton vardı. Stephen'm zihni içgüdüsüne uyarak duraladı, garip ton, imge örgüsü ve papazın yanlış b ir merkeze asıl mış sönük bir lam baya ya da ışıldağa benzeyen yüzüyle önlen mişti. Neydi bunun ardında ya da içinde yatan? Boğucu bir ruh uyuşukluğu m u yoksa kavrayışla yüklü ve Tanrı kasvetine m uktedir bir gökgürültüsü bulutunun boğuculuğu mu? — Benim demek istediğim başka çeşitten bir lambaydı, efendim, dedi Stephen. — Şüphesiz, dedi dekan— Estetik tartışm alarda bir zorluk, dedi Stephen, keli melerin edebî geleneğe mi, yoksa sokak geleneğine göre mi k u l lanıldığını anlam aktır. Nc\vman'ın b ir cümlesinde K utsal Bakire'nin bütün azizler arasında al-konduğunu söylediğini h a tır lıyorum. Sokak konuşmasında bu kelim enin bambaşka bir kul lanılışı var. Umarım sizi alıkoymuyorum. — Katiyen, dedi dekan nezaketle. — Hayır, hayır, dedi Stephen, gülümseyerek, demek isti yorum ki.— — E v e t evet, dedi dekan çabucak., ne demek istediğinizi anlıyorum: Alıkoymak. Alt çenesini ileri uzatarak kuru kısa bir öksürük sesi çı kardı— Lambaya dönelim, dedi. Lambaya yağ verm ek de çok ince bir meseledir. Temiz yağı seçmeli ve dökerken taşmama sı için dikkatli davranm alıdır, huninin alabileceğinden daha fazla yağ koymamalıdır.
175
— Ne hunisi? dedi Stephen. — İçinden lam baya yağ döktüğünüz huni. — O mu? dedi Stephen. Huni mi onun adı? Ağazlık değil mi o? — Ağazlık da nesi? — O işte. Şey . . . huni. — Ağazlık mı diyorlar buna İrlanda'da? diye sordu dekan. Hayatım da işitmemiştim bu kelimeyi. — Aşağı D rum condra'da ağazlık derler, dedi Stephen, gü lerek, en iyi İngilizce de orada konuşulur. — Ağazlık, dedi dekan düşünceli düşünceli. Çok ilginç bir kelime. Sözlükte aram alıyım bu kelimeyi. Evet, m uhakkak ara malıyım. D avranışlarındaki nezaket biraz yapmacık görünüyordu ve Stephen İngiliz katoliğine meseldeki ağabeyin m üsrif kardeşine baktığı gibi bakıyordu. G üm bürtülü ihtidaların izinden gelen önemsiz bir m ürit, İrlanda'da bir zavallı İngiliz, cizvit tarihine o garip entrikalar, acılar, kıskançlıklar, boğuşmalar, haysiyet sizlikler oyununun neredeyse sona erm iş olduğu b ir aşam asın da girm işti — sonradan gelen biri, gecikmiş bir ruhtu. Nereden başlam ıştı acaba? K urtuluşu yalnız İsa'da gören ve kilise kurum la n n ın boş debdebesinden tiksinen, Anglikan kilisesine karşı çı kan ağırbaşlı kim seler arasında doğmuş ve büyüm üştü belki. Mezhepçilik kargaşalığı, çalkantılı din ay n lığ ı lakırdıları, altı ilke adamı, garip insanlar, tohum ve yılan vaftizcileri, aşırı bağ naz kalvinistlerin ortasında kendi içinden gelecek b ir inanca ih tiyaç mı duymuştu? Gerçek kiliseyi birdenbire mi buluvermişti kilisede okunup üfleyerek ya da K utsal Iluh alayı gibi şeyler üstüne kurulu b ir akıl yürütm e işleminin incecik eğril miş çizgisini bir pam uk yumağı gibi sonuna k ad ar açıvererek? Yoksa İsa Efcndi'miz ona dokunup ardından gelmesini mi söyle mişti, oturan para sayan o havariye olduğu gibi, çinko çatılı bir kilisenin kapısında oturm uş esner ve kilisede topladığı k u ru ş ları sayarken? Dekan b ir kere daha tekrarladı kelimeyi. — Ağazlık! Evet, çok ilginç! — Demin sorduğunuz soru daha ilginç bence. Sanatçının 176
to prak külçeleriyle dile getirm eye çabaladığı o güzellik nedîı% dedi Stephen soğuk b ir sesle. Küçücük kelime duygunluğunun bu nazik ve uyanık düş m ana doğru çevrilm iş kılıcının ucu haline gelmiş gibiydi. K o nuştuğu adam ın Ben Jonson'un yurttaşı olduğunu b ir üzüntü sızlamasıyla duydu içinde. Düşündü: — Konuştuğum uz dil benim olm adan önce onun dili. Ev, İsa, bira, usta kelim eleri ikimizin ağzından ne k ad ar bam baş ka çıkıyor! Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuşa m ıyorum, yazamıyorum- Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için h e r zaman sonradan edinilme b ir dil o larak kalacak. K elim elerini ben yapmadım, ben benimseme dim. Sesimle kendimden itiyorum bu kelimeleri. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum . —■Sonra güzelle yüce arasında b ir ayrım yapm ak, diye ek ledi dekan, manevî güzellikle maddî güzellik arasında b ir ay rım yapmak. Sonra h er sanata hangi çeşit güzelliğin en uygun olduğunu araştırm ak. Değinebileceğimiz ilginç noktalar bunlar. D ekanın pek, kuru tonundan birdenbire yılan Stephen sus tu ; ve sessizliğin içinde ayakkabılarla karışık seslerden b ir gü rü ltü m erdivenleri tırm andı. — Bu kurgulan sürdürm ekte, dedi dekan scnuçlavıcı bir sesle, açlıktan ölmek tehlikesi de var. tik önce diplomanızı al malısınız. Birinci hedefiniz bu olmalı- Sonra, yavaş yavaş, yo lunuzu seçersiniz. H er bakım dan demek istiyorum, hayatınızda ki ve düşüncelerinizdeki yolunuz. îlk başlarda yokuş tırm anm ak zorunda kalabilirsiniz. Bakın M r Moonan'a. Doruğa ulaşıncaya kadar çok zaman geçti. Ama sonunda vardı oraya. — Ondaki yetenek belki bende yoktur, dedi Stephen yu m uşak b ir sesle. — B unu bilemezsiniz, dedi dekan zekice. İçimizde ne oldu ğunu hiçbir zaman söyleyemeyiz. Sizin yerinizde olsam karam sar olmazdım. Pcr aspera ad astra. Hemen ocaktan uzaklaşarak sahanlığa doğru gitti ilk sanat .sınıfının içeri girişini yukarıdan görm ek içinStephen şömineye yaslandığı yerden onun sınıftaki h er öğ renciyi canlılıkla ve birbirinden ayırm adan selâm ladığını işitti, 177
daha kaba saba öğrencilerin yüzündeki açık yürekli gülümseme leri görür gibi oldu- Issızlayıcı bir acıma çiğ gibi yağm aya baş ladı kolayca acılaşan yüreğine, şövalye Loyola'nın bu iman dolu hizmetçisi için, papazların bu varı kardeşi, konuşmasında on lardan daha satılık, onlardan daha sağlam ruhlu, hiçbir zaman ruhanî babam diyemeyeceği bu adam için; ve bu adamla ark a daşlarına, tarihleri boyunca T ann'n ın mahkemesinde gevşek, ateşsiz ve işini bilir kim selerin ru h la n için dua etm elerinden dolayı yalnız dünyevî olm ayanlar değil, dünyevî olanlar da dünya düşkünü demişlerdi. Profesörün içeri girişi kurşun renkli, örümcek ağı. tutm uş pencereler altında karanlık am fiteatrın en yukarıdaki sıraların da oturan öğrencilerin ağır botlarından çıkan birkaç yaylım ate şiyle belirtildi. Yoklamaya başlandı ve h er tondan cevaplar ve rildi adlara P eter B yrne'ün adına gelinceye kadar. — Burada! Y ukarıdaki sıradan derin bir bas sesi cevap verdi, başka sıralardan itiraz niteliğinde öksürükler bunu izledi. Profesör biraz durakladı ve bir sonraki adı okudu: — Cranly! Cevap yoktu. — M r Cranly! Arkadaşının çalışm alarını düşünürken b ir gülümseme gelip geçti Stephen'm yüzünden. - Leopardsto\vn'ı deneyin! dedi bir ses arkadaki sıradan. Stephen hızla arkasına döndü am a M ovnihan'm kurşun renkli ışıkta çizgileri beliren uzun burunlu yüzünden b ir şey an laşılmıyordu. Bir form ül yazdırıldı. D efter hışırtıları arasında Stephen gene arkasına dönerek: — T ann'yı seversen biraz kâğıt ver bana, ne olur, dedi. — O kadar sıkışık durum da mısın? diye sordu Moynihart geniş bir sırıtm ayla. Defterinden bir yaprak koparıp uzattı, fısıldayarak: —' Zorunluluk anında herhangi vatandaş ya da kadın bu nu yapabilir. Uysalca defter yaprağına yazdığı form ül, profesörün dola şan ve açılan form ülleri, güç ve hızın hayalet gibi simgeleri 178
Stephen'm zihnini büyülüyor ve bezdiriyordu. Yaşlı profesörün ateist ve mason olduğunu söylüyorlardı. Of şu kurşunî ağır tat sız gün. Matematikçi ruhlarının gittikçe seyrclen ve solan alaca karanlığın bir düzeyinden öbür düzeyine uzun narin dokularını uzatarak, gitgide ululaşan, uzaklaşan dokunulmazlaşan b ir ev renin son halkalarına kadar hızlı girdaplar ışıldatarak içinde ge zinebilecekleri sızısız sabırlı b ir bilinçlilik limbosuydu. — Böylelikle, eliptik ve elipsoid arasında bir ayrım yapm a mız gerekm ektedir. Belki aranızdan bazıları Mr W. S. G ilbert'in eserlerini bilirsiniz. Şarkılarından birinde, Eğri bir bez üstünde Kıvrık bir isteka Ve eliptik bilardo toplarıyla oynamaya m ahkûm edilen bir bilardo şampiyonundan bahse der. — Biraz önce bahsettiğim esasî m ihverli b ir elipsoid şekli ne sahip b ir topu anlatm ak istiyor. Moynihan, Stephen'm kulağına eğilerek m ırıldandı: — Benim de en pahalısından elipsoid toplarım var! Kova layın beni, kadınlar, süvari alayında subayım ben! A rkadaşının kaba mizahı bir yel gibi esti Stephen'm zih ninin m anastırından, duvarlarda gevşekçe asılı duran papaz gi yim lerini şen b ir hayata savurarak, yönetimsizliğin sebt günün de onları dalgalandırıp raks ettirerek. Yele tutulm uş giyim ler den cem aatın biçimleri belirdi, etü t dekanı, k ır saçlardan kas ketiyle iri yapılı, canlı veznedar, başkan, dindar şiirler yazan kuş tüyü saçlı ufarak papaz, iktisat profesörünün bodur köylü biçimi, bir antilop sürüsünün ortasında yüksekteki yaprakları yiyen bir zürafa gibi sahanlıkta sınıfının arasında duran ve bir vicdan sorununu konuşan zihnî bilim ler profesörünün uzun bi çimi, kardeşler birliğinin ağırbaşlı dertli yönetmeni, dalaveracı gözlü tombul toparlak kafalı İtalyanca profesörü. Rahvan gi* derek ve sendeleyerek, yuvarlanarak ve raks ederek geldiler, cüppelerinin eteklerini birdirbir oynamak için toplayarak, bir birlerini çekiştirerek derin yapmacık kahkahalarla gülerek, b ir 179
birlerinin ardına şaplak atıp kaba kötülüklerine gülerek, b ir birlerini laubali takm a adlarla çağırarak, b ir el şakasına ansız b ir onurlulukla itiraz ederek, ikişer ikişer ellerini siper edip fısıldaşarakProfesör yan duvardaki cam m ahfazalara gitmişti, raftan b ir tel indirdi, üstündeki tozu üfledi, dikkatle masaya getirdik ten sonra dersine devam ederken b ir parm ağını telin üstünde tu ttu . M odern bobinlerdeki tellerin son günlerde F. A. M srtino tarafından icad edilen platinoid adında b ir terkipten yapıldığı nı izah etti. Mucidin isminin ve soyadının baş harflerini açıkça telâf fuz etti. Moynihan fısıldadı arkadan: — Hey gidi koca Fazla A ttm M artini! — Soruver bakalım , diye fısıldadı Stephen yorgun b ir ne şeyle, elektrikle öldürm ek istediği biri v ar mıymış? İsterse b e ni alabilir. Profesörün bobinlere eğildiğini gören Moynihan sırasından kalktı ve sağ elinin parm aklarını gürültüsüzce şıklatarak vızıl danan bir sokak çocuğunun sesiyle haykırm aya başladı: — Öğretmenim, baksanıza! Bu çocuk kötü bil- laf söylüyor, öğretmenim. — Platinoid, dedi profesör ciddiyetle. Alman güm üşüne tercih edilir çünkü ısı değiştirm elerinde daha alçak b ir m uka vem et koefisyantına sahiptir. Platinoid tel tecrit edilir ve teli tecrit eden ipek volkanitten yapılm a bobinlere parm ağım ın oldu ğu yerden sarılır. Tek k a t sarıldığı takdirde bobinlerde b ir eks tra cereyan husule gelir. Bobinler sıcak parafin içinde işba edilir. Stephen'm Aşağısındaki sıradan keskin bir Uisterli sesi çıktı: — Uygulamalı bilimden soru gelecek mi? Profesör ciddiyetle arı bilim ve uygulam alı bilim terim le riyle hokkabazlık etm eye başladL- A ltın gözlük takmış ağır ya pılı bir öğrenci soruyu sorana şaşkınlıkla baktı. Moynihan a r kadan normal sesiyle mırıldandı: — Şu Mac A lister'in de hakkını korum akta eşi yokStephen aşağısındaki karm akarışık sicim renkli saça bo ğulm uş uzun kafatasına soğuk soğuk baktı. Soru soranın sesi, şi 180
vesi, zihni onu rahatsız ediyordu, bu rahatsızlığın istekli b ir kö tü yürekliliğe sürüklem esine izin verdi, babası bu öğrenciyi oku m ak için Belfast'a yollasa daha iyi eder, üstelik tren parasın dan da kurtulurdu diye düşündürdü zihnini. Aşağıdaki kafatası bu düşünce okunu karşılam ak için dön medi ama gene de ok yaym a geri geldi; çünkü b ir an öğrenci nin rengi uçuk yüzünü gördü— Bu düşünce benim değil, dedi kendi kendine hızla- A r kadaki sırada oturan komik İrlandalı'dan. gelmişti düşünce. Sa bır. Irkının ruhunu kim satmış, seçilmiş kişilerine kim hainlik etmişti, kes-nlikle söyleyebilir miydi bunu — soruyu soran m ıy dı, yoksa onunla alay eden mi? Sabır. Epiktetos'u hatırla- Bel ki kişiliği gerektiriyordu böyle b ir soruyu böyle b ir anda ve böyle bir tonla sormayı ve bilim kelimesini tek heceliymiş gibi söylemeyi. Profesörün uğuldayarak vızlayan sesi sözünü ettiği bobin lere ağır ağır dolandı durdu, bobin direnme om larını çoğalttık ça ses de uykulu enerjisini ikileyerek, üçleyerek, dörtleyerek. M oynihan'm arkadan gelen sesi uzak b ir çanı yankıladı: —- Kapanma zamanıdır; baylar! Girişteki avlu kalabalık ve konuşm alarla gürültülüydü. K a pının yakınında t>ir m asanın üstünde çerçeveli iki fotoğraf, ara larında düzensiz bir im zalar kuyruğu taşıyan uzun bir kâğıt tom arı vardı. MacCann öğrenciler arasında çevik adım larla do laşıyor, hızlı hızlı konuşuyor, karşı çıkışlara karşılık buluyor, çocukları birer ikişer masaya götürüyordu. İç avluda etü t de kanı genç bir profesörle konuşuyor, çenesini ciddiyetle sıvazlı yor ve başını sallıyordu. Kapıdaki kalabalığın karşısında Stephen kararsızca duraladı. Yumuşak bir şapkanın geniş aşağı doğru yaprağının altın dan Cranly'nin koyu renk gözleri onu gözlüyordu-- İmzaladın mı? diye sordu StephenCranly uzun ince-dudaklı ağzını kapadı, b ir an kendisiyle konuştu-ve cevap verdi: — Ego halbeo. — Ne içinmiş? — Quod? 181
— Ne içinmiş? Cranly soluk yüzünü Stephen'a çevirdi, yum uşak ve acı bir sesle: Pcr pax universalis, dedi. Stephen Ç ar'ın fotoğrafım göstererek: — Sarhoş b ir îsa yüzü var, dedi. Sesindeki aşağılama ve öfke C ranly'fim gözlerini avlu du varlarına durgun durgun bakm aktan geri çağırdı. — Kızgın mısın? diye sordu. — Hayır, diye karşılık verdi Stephen. — Canın mı sıkkın? — Hayır. — Credo ut sanguinarius mendax estis, dedi Cranly, quxa facics vostra monstrat ut vos in damho malo humore estis. Moynihan masaya giderken Stephen'm kulağına fısıldadı: MacCann en yüksek noktaya vardı. Son dam layı dök m eye hazır. Yepyeni dünya. Tahrik edici yok ve orospulara oy hakkı. Stephen bu gizli haberin veriliş tarzına gülümsedi ve Moy nihan geçip gittikten sonra yeniden C ranly'nin gözlerini karşıla m ak üzere döndü: — Niçin onun böyle serbestçe içini bana döktüğünü belki sen söyleyebilirsin, dedi- Söyleyebilir misin? Cranly'nin k a şla n karanlıkça çakıldı- M oynihan’ın eğilip kâğıda imza attığı m asaya takıldı gözleri, sonra neşesiz bir ses le konuştu: — Ş eker b ir çocuk! — Quis est in malo humore, dedi Stephen, ego aut vos? C ranly bu alaya aldırm adı. Ekşi b ir yüzle verdiği yargıyı düşündü, sonra aynı neşesiz güçle tekrarladı: — Budala sersem bir şeker parçasından başka b ir şey değil bu herif! B ütün ölmüş arkadaşlıklar için m ezar taşı yazıtı olarak söy lerdi bu sözleri, belleğinde de aynı tonda tekrarlanıp tek rarlan m ayacağını düşündü Stephen. Ağır yum rum su cümlecik yavaş ça batıp uzaklaştı işitm e alanından b ataklıkta bir taş gibi. Bu nun da daha birçoklan gibi batışını gördü Stephen, ağırlığının 182
yüreğini ezdiğini duydu. Cranly'nin konuşmasında, Davin'inkinin tersine, ne Elizabeth çağı İngilizce'sinin zengin cümlecikle ri, n e de İrlanda deyimlerinin tatlı söylenişleri vardı- Yayvan lığı Dublin rıhtım larının donuk çürüyen lim an tarafından ter.? •çevrilen yankısı, enerjisiyle Dublin'in kutsal söz söyleme sana tının Wicklow kilise kürsüsü tarafından neşesizce ters çevrilmiş yankısıydı. MacCann avlunun öbür ucundan çevik adım larla onlara doğru yürürken C ranly'nin çatık kaşları düzeldi. — Geldin demek! dedi MacCann esenlikle. — Geldim işte! dedi Stephen. — H er zamanki gibi geç kalarak. İlerici eğilimi, zam anın da gelme saygısıyla bağdaştıram ıyor musun? — Bu sorunun sırası değil, dedi Stephen. B ir sonraki işimi ze gelelim. •Gülümseyen gözleri propagandacının göğüs cebinden bakı nan yaldızlı sarılı sütlü çikolata parçasına çakılmıştı. Küçük' bir dinleyici halkası zekâların savaşını işitm ek için çevrelerini sar mıştı. Zeytuni derili, düz kara saçlı bir öğrenci yüzünü ikifeinin arasına soktu, her cümlede birinden öbürüne bakarak, h e r uçan cüm leyi açık nemli ağzıyla yakalam aya uğraşır gibiydi. Cranly cebinden küçük gri bir el topu çıkarıp evire çevire dikkatle in celemeye koyuldu— B ir sonraki işimiz? dedi MacCann. Hmm! Yüksek perdeden bir gülme öksürüğü çıkardı, geniş geniş gülümsedi ve küt çenesinden sarkan sam an renkli keçi sakalı na iki kere asıldı. — B ir sonraki işimiz yazılı belgeyi imzalamak. — İmzalarsam bana b ir şey ödeyecek misin? diye sordu Stephen. — Senin ülkücü olduğunu sanıyordum , dedi MacCann. Çingenemsi Öğrenci çevresine bakındı ve belirsizce m eler gibi seslendi seyircilere. — Vay canına, amma tuhaf düşünce- Çok tüccarca b ir dü şünce bu bence. Sesi sessizlikte solup gitti. Sözlerine aldıran çıkmadı. Gö W
.•
183
rünüşü atı andıran zeytuni yüzünü Stephen'a çevirdi, onu y e niden konuşmaya çağırarak. MacCann akıcı bir enerjiyle Ç ar'ın bildirisi, Stead, genel silâhsızlanma, uluslararası anlaşm azlıklarda uzlaştırıcı! ık, çağın belirtileri, m üm kün olduğu kadar çok sayıda insana m üm kün olduğu kadar büyük b ir m utluluğu m üm kün olduğu k ad ar ucu za sağlama işini toplum a mal ettiren yeni insancılığı ve yeni y a şayış İncilini anlatm aya başladı. Çingene öğrenci cümlenin bitişini haykırarak y anıtladı: — Evrensel kardeşlik adına üç k ere sağol çekelim! — Sen başla, Tem ple, dedi yanındaki tombul kırm ızı yüz lü öğrenci. Sonra ben sana bir kadeh ısm arlarım . — Ben evrensel kardeşliğe inanıyorum , dedi Temple, koyu ren k beyzî gözleriyle çevresine bakınarak. M arx b ir budaladan başka b ir şey değildirC ranly tedirgince gülüm seyerek öğrenciyi susturm ak için kolunu sımsıkı yakalayıp tekrarladı: — Yavaş, yavaş, yavaş! Tem ple kolunu kurtarm aya s&vaştı am a devam etti, hafif b ir köpük yayılm ıştı ağzına: — Sosyalizm'i b ir îrlandalı buldu ve A vrupa'da düşünce özgürlüğünü savunan ilk adam da Collins'di. ik i yûz yıl önce. Papazların düzenlerini açıkladı, M iddlesexli filozof. John Anthony Collins şerefine üç kere sağol! H alkanın ucundan cılız b ir ses cevap verdi: — Pip! pip! M oynihan, Stephen'm kulağının yanında fısıldadı: — Ya John A nthony'nin zavallı küçük kız kardeşinden ne haber: Lottie Collins kaybetti donunu; Sevabına vermez misin şeninkini? Stephen gülünce sonuçtan mem nun kalan Moynihan ger.e m ırıldandı: — Her iki halde d e beşer k âğ ıt oynayalım John A nthony Collins'e. 184
— Cevabını bekliyorum , dedi MacCann kısaca. — Olay ber.i zerre kadar ilgilendirm iyor, dedi Stephen bezgin b ir sesle. Bunu çok iyi biliyorsun. Ne demeye böyle sah n e le r yaratıyorsun? — Çok iyi! dedi MacCann dudaklarım şaplatarak. Demek siz gericisiniz? — T ahtadan kılıcını savurm akla beni korkutacağını mı sa nıyorsun? diye sordu Stephen. — Mecazlar! dedi MacCann k ü t b ir sesle. Olgulara gel. Stephen kızararak yana döndü. MacCann kazandığı yeri elinden kaçırm adan düşmanca b ir m izahla devam etti: — Sanırım ikinci derecede şairler evrensel barış gibi önem siz soruların üstündedir. Cranly başım dikti ve el topunu b ir barış simgesi gibi iki öğrencinin arasında tuttu. — Pax süper totum sanguinarium globum, diyerek. Stephen durup seyredenleri iteleyerek omuzunu öfkeyle Ç a rın resm i yönüne çevirdi: — İkonanız size kalsın, file de b ir İsa'mız olacaksa eğer, m eşru bir İsa'm ız olsun— Vay anasına, bu çok güzel işte! dedi çingene öğrenci çevresindekilere. Çok güzel söz. Çok sevdim bu sözü. Boğazında biriken tükürüğü o sözü yutarm ış gibi yuttu ve, yünlü kasketinin tepesiyle oynayarak, Stephen'a sordu: — K usura bakm ayın, bayım, şimdi söylediğiniz sözle ne de m ek istediniz? Y anındaki öğrencilerin arasında sıkıştığını fark ederek on lara: — Bu sözle ne demek istediğini m erak ediyorum, dodiGene Stephen'a dönerek fısıldadı: — İsa'ya inanır misini/'? Ben insana inanıyorum- Sizin in sana inanıp inanmadığınızı bilm iyorum elbette. Sizi çok beğe niyorum , bayım- B ütün dinlerden bağımsız olan insanın kafası nı çok beğeniyorum. Isa'nın zihni hakkında kanınız bu m udur? — Haydi bakalım, Temple, dedi tom bul kırm ızı yüzlü öğ renci, alışageldiği gibi ilk fikrine dönerek, kadeh seni bekliyor. »
185
•
— Benim budala olduğumu sanıyor, diye açıkladı Temple Stephen'a, çünkü aklın gücüne inanıyorum. Cranly, Stephen'la hayranının koluna girerek konuştu: — Nos ad marnım ballum jocabimus. Sürüklenip götürülürken Stephen'm gözü MacCann'in kı zarmış küt-çizgili yüzüne ilişti. — Benim imzam bir şey değiştirmez, dedi nezaketle. Sizin kendi yolunuzdan gitmeye hakkınız var. Bırakm ben de ken di yolumdan gideyim. — Dedalus, dedi MacCann hışırtılı b ir sesle, iyi b ir insan olduğuna inanıyorum, ama henüz başkacıl olmanın onurunu ve insan bireyinin sorum luluğunu öğrenmen gerekiyor. B ir ses konuştu: — Entelektüel huysuzlukların bu harekete karışmam ası karışm asından daha iyi. M acAlister'in sesini kaba tonundan tanıyan Stephen sesin geldiği yöne bakm adı. Cranly öğrenci küme'sinin arasından ağır başlı bir tavırla yürüdü, Stephen'la Temple'ı yardım cıları ara sında mihraba doğru ilerleyen bir ayin papazı gibi birbirine halkalayarak. Temple, C ranly'nin göğsünün üzerinden öteki yana istek lice eğilerek, — İşittiniz mi MacAlister'in ne dediğini? dedi. O oğlan sizi kıskanıyor. Görmüş müydünüz hiç bunu? Bahse girerim ki Cranly görm em iştir. Canına yandığımın, hemen gördüm ben. İç avludan geçerlerken etü t dekanı konuştuğu öğrenciden kaçma çabalan içindeydi. M erdivenin alt başında duruyordu, b ir ayağım ilk basamağa atmıştı, havı dökülmüş cüppesi kadın s ı bir özenle sarılm ıştı gövdesine merdivenden tırm anışa hazır olarak, durm adan başını sallıyor, — Şüphesiz, M r Hackett! Çok güzel! Hiç şüphesiz! diye tek rarlıyordu. Avlunun ortasında kardeşler birliğinin yönetmeni y atılılar dan biriyle içtenlikle konuşuyordu, yum uşak kavgacı b ir sesleK onuşurken çilli alnını biraz karıştırıyor ve cümleciklerin ara sında minik kem ikten kalemini dişliyordu. — Umarım yazılan çocukların hepsi gelir. Birinci sanatlar 186
■sınıfının geleceği kesin. İkinci sanatlar sınıfının da- Yeni gelen leri elde etmeliyiz. Temple gene Cranly'nin önünden eğildi kapıdan geçerler ken ve tez b ir fısıltıyla, —- Bu adamın evli ojiduğunu biliyor musunuz? dedi- Din de ğiştirmeden önce evli bir adammış. B ir yerlerde b ir karısıyla çocukları varmış- Canına yandığımın, hayatım da duyduğum en garip düşünce bu! Ha? Fısıltısı sinsi kıkırtılı bir gülüşe döndü. Kapıyı geçer geç mez Crar.lv onu ensesinden yakalayarak sarstı. — Seni koca avanak budala seni! Şu sersem salak dünya da senden daha kocaman bir şebek olmadığına istediğin yemini öderim! Temple kıvrandı kurtulm ak için, hâlâ sinsi b ir m em nunluk la gülüyordu; Cranlv her kabaca sarsışında hep aynı sözleri tek rarlıyordu: — Koca sersem avanak! Yosunlu bahçeyi birlikte geçtiler. Ağır, bol bir pelerine bü rünm üş başkan yollardan birinden dua okuyarak onlara doğru geliyordu. Yolun sonunda dönmeden durdu ve gözlerini yerden kaldırdı. Öğrenciler selam verdiler, Temple gene kasketinin te pesiyle oynuyordu. Sessizce yürüdüler. Dar yola yaklaşırken Stephen oynayanların ellerinin vuruş seslerini, topun ıslak şak lam alarım ve Davin'in her vuruşta coşkuyla bağıran sesini işi tebiliyordu. D avin'in üstüne oturup oyunu izlediği kutunun çevresinde üç öğrenci de durdular. Temple hemen Stephen'e yanaştı: — K usura bakmayın, size sorm ak istiyordum, Jean Jacques Rousseau'nun içtenlik sahibi bir adam olduğuna inanıyor m u sunuz? Stephen kendini tutam ayıp açık açık güldü. Cranly, aya ğının dibinde otlann arasında yatan kırık b ir fıçının tahtasını kaptığı gibi hızlı döndü ve sert bir sesle, — Bana bak Temple, dedi. İşte şimdi söylüyorum sana, T anrı adına yemin ederim ki bir daha ağzını açıp herhangi bi rine herhangi konuda bir laf daha söylersen seni süper spottum öldürürüm . 187
— O da senin gibiydi h er halde, dedi Stephen, duygusal b ir adamdı— Kahrolası, lanet-olası! dedi C ranly kabaca. Konuşmasana şununla. H a Tem ple'la konuşmuşsun, ha bir oturakla, ikisi de aym şey- Evine dön sen, Temple. T an n v ı seversen, evine dön. — Senin ne dediğin um urum da değil Cranly, diye cevap verdi Temple, havaya kalkm ış fıçı tahtasının erişme alanından uzaklaşıp Stephen'ı parm ağıyla göstererek- Bu kurum un için de bireyci kafaya sahip olarak görebildiğim lek adam o. — Kurum! Birey! diye haykırdı Cranly. Evine dön, k a h rolası herif, iflâh olmaz bir budalasın sen. — Ben duygusal bir insanım, dedi Temple- Bunu çok doğ ru dile getirdin. Ve duygusalcı olm aktan kıvanç duyarım. Sinsice gülüm seyerek yolun kenarına çekildi Cranly boş, anlamsız bir yüzle onu seyrediyordu. — Şu herife bakın! dedi. H ayatınızda böyle b ir d u v ar dibi kertenkelesi gördünüz mü? Yüksek tepeli kasketini gözlerine yıkıp duvara yaslanmış duran b ir öğrenciden, gelen garip bir kahkaha bu sözlerini se lam ladı. Tiz perdeden çıkan ve böylesine kaslarla dolu b ir y a pıdan gelen kahkaha fillerin kişnemesini andırıyordu- ö ğ ren ci nin gövdesi tepeden tırnağa sarsıldı, neşesini rahatlatm ak içirt iki elini kasıklarına bastırdı. — Lynch uyanıkm ış meğer, dedi Cranly. Lynch, cevap olarak, doğruldu ve göğsünü şişirdi. — Lynch göğsünü şişiriyor, dedi Stephen, b ir hayat eleş tirisi olarak. Lynch göğsünü seslice döverek konuştu: — Geniş göğsüme laf eden mi var? Cranly bu meydan okumaya karşılık verdi ve ikisi kapıştı lar. Boğuşmaktan yüzleri kızarınca soluyarak ayrıldılar- S te phen, oyuna dalıp öbürlerinin konuşmasına hiç aldırm ayan Davin'e doğru eğildi. — Benim küçük evcil kaz'ım dan ne haber? diye sordu. O c}a imza attı mı? Davin başım evet der gibi sallayarak sordu: — Ya sen, Stevie?
188
Stephen başını salladı. — Korkunç bir adamsın, Stevie, dedi Davin, kısa piposunu ağzından çıkararak, h er zaman yalnızsın. — Evrensel barış önergesini imzaladığına göre, dedi Ste phen, odanda gördüğüm o küçük defteri de yakarsın artık. Davin'den karşılık gelmeyince Stephen defterden sözler söylemeye başladı: — Uzun adım, fianna! Sağa çak, fianna! Fianna, sayıyla se lam çak, bir, ki! — Bu iş başka iş, dedi Davin- Ben her şeyden önce İrlan dalI b ir ulusçuyum. Ama sen burada da yoksun. Sen burun k ı vırm ak için doğmuşsun, Stevie. — K riket sopalarınla devrim i yapınca, dedi Stephen, onsuz edilemez casuslara gerek duyduğunda bana söyleyiver- Bu okul da sana b ir iki tane bulurum . — Seni anlayamıyorum, dedi Davin. Gün oluyor İngiliz ede biyatına karşı konuşuyorsun. Şimdi de İrlandalI casuslara karşı sın. Adın da, fikirlerin de bir tuhaf zaten .. Doğru söyle, sende hiç îrlan d alılık v a r mı? — Benimle birlikte şecereler bürosuna geliver, orada sana ailemi gösteririm, dedi Stephen. — öyleyse bizden biri ol, dedi Davin. Niçin İrJandaca öğ renmiyorsun? Neden ilk dersten sonra birlik sınıfından çıktın? — Nedenlerden hiç olmazsa birini biliyorsun, diye cevap verdi StephenDavin başını sallayarak güldü— Haydi, haydi, dedi. Şu bildiğimiz genç bayanla Moran Baba yüzünden mi demek istiyorsun? Ama bütün bunları sen kendi kafandan çıkarıyorsun, Stevie. Yalnız biraz gülüp konu şuyorlardı aralarında, hepsi o kadar. Stephen duraladı ve bir elini arkadaşça Davinin omuzuna koydu. , — İlk tanıştığımız zamanı hatırlıyor musun? dedi- İlk k ar şılaştığımız sabah bana birinci sınıfın yolunu sorm uştun, vur guyu birinci heceye yükleyerek. H atırlıyor musun? Sonra eizvitlere de peder diyordun, hatırlıyor musun? Senin hakkında kendime sorup duruyorum : Konuşması kadar masum mu? 189
— Ben basit b ir insanım, dedi Davin. B unu sen de biliyor sun. Bana o gece H arcourt Sokağında özel hayatınla ilgili o şey leri söylediğin zaman, Tanrı sözüme tanık olsun, Stevie, akşam boğazımdan yemek geçmediydi. Bayağı kötü olmuştum. O gece uzun zaman uyuyam adım . Niye anlattın bana onları? — Sağol, dedi Stephen. B ir canavar olduğumu söylem ek istiyorsun. — H ayır, dedi Davin. Ama keşke anlatm asaydm bana. Stephen'm arkadaşlığının durgun yüzeyi altında b ir gelgit kabarm aya başladı. — Bu ırk ve b u ülke ve bu hayat beni ortaya çıkardı, d e di. Olduğum gibi dile getireceğim kendim i. — Bizden biri olmaya çalış, diye tekrarladı Davin. Senin de gönlün İrlandalI am a fazla gururlusun. — Benim atalarım kendi dillerini atıp başka b ir dil edindi ler, dedi Stephen. B ir avuç yabancının o n lan boyunduruk a ltı na almasına izin verdiler. Onların yaptığı borçları ben kendi hayatım ve kendi kişiliğimle öder miyim sanıyorsun? Ne için yani? — özgürlüğüm üz için, dedi Davin. — Tone zam anından P arnell'e k ad ar hiçbir onurlu ve iç tenlikli adam sizler için hayatını, gençliğini, sevgisini verm edi, am a siz onu düşm ana sattınız, ya da kötü anında ona yardım etm ediniz ya da ona sövüp bir başkasının ardına takıldınız. Şim di de sizlerden biri olmamı söylüyorsunuz. Öldüğünüzü g ö rü rüm de gene katılm am size. — O nlar ülküleri uğruna öldüler,.Stevie, dedi Davin. Bizirn de günüm üz gelecek, inan bu sözüme. Kendi düşüncelerini izleyen Stephen b ir an sesini çık ar madı. — Ruh, ilk olarak o sana söylediğim anlarda doğar, dedi belirsiz b ir sesle. Yavaş ve karanlık olur ruhun doğuşu, bedenin doğuşundan daha gizemlidir. Bu ülkede b ir adamın ruhu do ğunca uçmasını önlemek için ağlar atıy o rlar üstüne. Sen banar ulusçuluğun, dilin, dinin sözünü ediyorsun. Bense bu a ğ lard an kaçmaya çalışacağım. D avin piposunun küllerini silkti. 190
— B unlar benim için çok derin, Stevie, dedi. Ama insanın yurdu h e r şeyden önce gelir. îlk önce İrlanda, Stevie- Şair ya da gizemci olacaksan bundan sonra olursun. — İrlanda nedir, biliyor musun? diye sordu Stephen soğuk bir sertlikle, İrlanda kendi yavrularım yiyen o kocamış dişi do m uzdur. D avin oturduğu kutudan kalkıp oynayanlara doğru y ü rü dü, başını üzüntüyle sallayarak. Ama üzüntüsü b ir anda geçi verdi ve C ranly ile oyunlarını bitirm iş olan oyunculardan b ir ikisiyle ateşli bir tartışm aya girişti. D ört kişilik b ir maç düzen lendi, yalnız C ranly kendi topuyla oynanm asında diretiyordu. Elinde iki üç kere zıplattıktan sonra güçle ve hızla fırlattı to p u çizginin ucundaki noktaya, topun sesine cevap olarak h ay kırdı: — îş te ruhun! K azanılan sayılar fazlalaşm aya başlayıncaya kadar S te phen, Lynch l e birlikte durdu. Sonra onu çekerek götürdü. Lynch boyun eğdi: — Biz dahi gidelim ,.C ranly'nin dediği gibi. Stephen bu hafif alaya gülümsedi. Bahçeden ve titrek kapıcının çerçeveye bir duyuru iğnele diği avludan geçtiler- M erdivenin başında durdular, Stephen ce binden b ir paket sigara çıkararak arkadaşına uzattı. — Parasız olduğunu biliyorum, dedi— Sarılıklı küstahlığına îânet olsun, diye cevap verdi Lynch. Lynch'in kültürünün bu ikinci ispatı Stephen'ı yeniden gü lüm setti. — Sarı rengiyle sövmeye k a ra r verdiğim gün, dedi, A vru pa k ü ltü rü için büyük b ir gün oldu. Sigaralarım yakarak sağa döndüler. Kısa b ir sessizlikten sonra Stephen başladı: — A ristoteles acım a ve dehşeti tanım lam am ıştı. Ben tanım ladım . Ben diyorum ki... Lynch durdu ve dobra dobra konuştu: — Sus! Dinleyemem! Hastayım. D ün gece Horan ve G oggins'le sapsarı sarhoş oldum. 191
Stephen devam etti: — Acıma, insan zihnini insan ıstıraplarında ciddî ve sürek li olan şey karşısında yakalayan ve ıstırap çeken insanla b ir leşi iren duygudur. Dehşet, insan zihnini insan ıstıraplarında cid dî ve sürekli olan şey karşısında yakalayan ve gizli nedenle b ir leştiren duygudur. — T ek rar et, dedi Lynch. Stephen tanım ları ağır ağır tekrarladı. — B irkaç gün önce L ondra'da b ir kız b ir a t arabasına bin di, diye devam etti. Y ıllardır görm ediği annesiyle buluşm aya gidiyordu. Sokağın köşesinde b ir kam yonun şaftı arabanın pen ceresini yıldız biçiminde parçaladı. K ırılan camın ince uzun b ir iğnesi genç kızın yüreğini deldi. Kız o anda öldü. Gazeteci bu n u tra jik b ir ölüm olarak anlatıyordu. T rajik değildir oysa. Benim tanım lam am ın terim lerine göre dehşetten ve acımadan uzaktır— T rajik duygu, aslında iki yöne bakan b ir yüzdür, dehşe te doğru ve acım aya doğru bakar, b u n lar da onun iki görünüşü dür. G ördüğün gibi yakalam ak kelim esini kullanıyorum . Trajik duygunun dural, statik olduğunu söylemek istiyorum . Y a da, dram atik duygu böyledir. K ötü sanatın uyandırdığı duygu de vimsel, kinetiktir, istek ya da tiksintiyi uyandırır. îstek bizi bir şeyi elde etm eye, b ir şeye doğru gitm eye iter; tiksinti bizi terk etmeye, b ir şeyden uzaklaşm aya iter. îste r m üstehcen, ister öğretim ci olsun, bu duygulan h arek ete geçiren san atlar kötü sa n atlardır. D em ek estetik duygu (genel terim i kullandım) dural olm alıdır. Zihni yakalam alı, istek v e tiksintinin üstünde tu tm a lıdır. — Sanatın isteği uyandırm am ası gerektiğini söylüyorsun, dedi Lynch. B ir gün müzede Praksiteles'in V enüs'ünün arkası n a kurşun kalem le adımı yazdığımı anlatm ıştım sana. Bu istek değil iniydi? — Ben norm al yaradılışlardan söz ediyorum, dedi Stephen. O şirin karm elit okulunda b ir küçük oğlanken kurum uş tezek yediğini de söylem iştin bana. Lynch gene bir gülm e kişnem esi kopardı ve gene iki elini kasıklarına bastırdı am a ceplerinden çıkarmadan. 192
— Yedim! Yedim ya! diye haykırdı. Stephen arkadaşına döndü ve b ir an yiğitçe gözlerine bak tı. Lynch gülm eyi kesti ve uysallaşan gözleriyle bu bakışa k a r şılık verdi. Yüksek sivri kasketin altındaki ince uzun düzlen m iş kafatası S tephen'm zihnine ibikli b ir sürüngen imgesini ge tird i. Gözler de sürüngen gibiydi, pırıltıları, bakışları. Ama o •anda bakışları, uysallaşmış ve dikkatlileşm iş, b ir minicik insan yönüyle aydınlanm ışlardı, keskin ve kendine karşı acılaşmış, kurum uş bir ruhun penceresiyle. — îşin o kısm ına gelince, dedi Stephen nezaketle özetle yerek, hepimiz hayvanız. Ben de hayvanım . — Öylesin, dedi Lynch. — A m a şu sırada zihnî bir dünyada bulunuyoruz, diye de vam etti Stephen. Yakışıksız estetik yollarla uyandırılan is te k ve tiksinti, yalnızca kendi doğal özellikleriyle devimsel ol d u k ları için değil, fizikselden daha öteye varam adıkları için de gerçek estetik d uj'gular değildirler. Etimiz, sin ir sistemimizin katıksız bir tepke eylem iyle korktuğundan kaçar ve istediği şe yin canlandırışına karşılık, verir. Biz daha sineğin gözümüzden içeri girm ek üzere olduğunu anlam adan göz kapağım ız kapa nır— H er zaman değil, dedi Lynch eleştirel b ir tonda. — Aynı şekilde, dedi Stephen, senin etin çıplak b ir yontu n u n canlandırışına karşılık verdi, am a dediğim gibi, bu sinirle rin tepke eylem inden başka b ir şey değildi- Sanatçının dile ge?tird iğ i güzellik bizde devimsel olan b ir duygu ya da katıksızca fiziksel olan bir duyum uyandıram az. B ir estetik durallığı, ü l k üsel b ir acım a y a da ülküsel bir dehşeti u y an d ırır ya da uyandırm alıdır, ortaya çık arır ya da çıkarm alıdır, çağınlıp getirilen, uzatılan ve sonunda benim güzellik ritim i dediğim şey tarafın dan eritilen bir d u rallık tır bu. — N edir b u kesin olarak? diye sordu Lynch. — Ritim, dedi Stephen, herhangi b ir estetik bütünde p a r çanın parçayla, ya d a bir estetik b ü tü n ü n parçası ya da p a rç a larıy la, ya da herhangi bir parçanın parçası olduğu estetik b ü tü n le olan ilk biçimsel estetik ilişkisidir. — E ğer ritim buysa, dedi Lynch, bakalım güzellik hakkm 193
da ne diyeceksin; sonra şunu da unutm a ne olur, bir kere tezek yemiştim ama, güzellikten başka hiçbir şeye hayran değilim. Stephen selam v erir gibi şapkasını çıkardı. Sonra hafifçe k ı zararak elini Lynch'in kalın tü it yenine koydu. — Biz haklıyız, dedi, öbürleri haksız. B unların hakkında konuşm ak ve bunların niteliklerini anlam aya çalışm ak ve, an ladıktan sonra, katışık topraktan ve onun doğurduğundan, ru hum uzun zindan kapıları olan sesten ve biçimden ve renkten, yavaş yavaş, alçakgönüllülükle, sebatla, anladığım ız güzelliğin b ir imgesini dile getirm eye, yeniden yoğurm aya çalışmak - sa n a t budur. K analın üstündeki köprüye varm ışlardı, yollarını değişti rerek ağaçların yanısıra yürüdüler. Uyuşuk! sularda yansıyan kaba külrengi b ir ışık ve başlarının üstünden gelen ıslak dal ko kusu Stephen'm düşünce akım ıyla savaşıyor gibiydi. — Ama sorum a cevap verm edin, dedi Lynch. Sanat nedir? Dile getirdiği güzellik nedir? — Sana söylediğim ilk tanım lam a buydu, uykucu rezil se ni, dedi Stephen, bu sorunu kendi kendim e düşünm eye başla dığım zaman söylediğimdi. H atırlıyor m usun o geceyi? C ranly öfkelenip Wicklow jam bonunu anlatm aya başlam ıştı. — H atırlıyorum , dedi Lynch. O koca şişko dom uzlan a n la ttıydı— Sanat, dedi Stephen, duyum !anabilir ve akıl tarafından kavranabilir gereçlerin estetik b ir amaç uğruna insanca kulla nılm asıdır. Domuzları hatırlıyorsun da, bunu unutuyorsun. K ahreder adamı bu çift, sen ve Cranly. Lynch çiğ külrengi gökyüzüne doğru yüzünü b u ru ştu rarak konuştu: — E stetik felsefeni dinleyeceksem eğer, hiç olmazsa b ir si gara daha v er bana. B unlar benim um urum da değil. K adınlar bile um urum da değil. Sana da, her şeye de lân et olsun. Ben y ıl da beş yüz getiren bir iş istiyorum . Sen bana bunu verem ezsin. Stephen sigara paketini ona verdi. Lynch kalan son siga rayı aldı ve sadece, — Devam et, dedi. — Akinalı, dedi Stephen, kavranılışıyla zevk veren şeyin
194
güzel olduğunu söyler. Lynch başım salladı— H atırlıyorum , dedi, Pulcra su n t quae vişa placent. — Bu visa kelimesini, dedi Stephen, h er çeşit estetik k av rayışı kapsam ak için kullanır, ister görme, ister işitme, isterse kavrayışın başka herhangi b ir yoluyla olsun. Bu kelime, belir siz olduğu halde, isteği ve tiksintiyi canlandıran iyi ya da kötü yü uzak tutm aya yeterlidir. Besbeili, devim sellik değil, durallık anlam ına gelm ektedir. P eki y a doğru? Doğru da b ir zihin du rallığı yaratır. Dik açılı b ir üçgenin karşı kenarına kurşun k a lem le adını yazmadın— Yazmadım, dedi Lynch, P raksiteles V enüs'ünün karşı kenarım göster bana. — Demek bu da duraldır, dedi Stephen. Sanırım Piaton güzelliğin doğrunun görkemi olduğunu söylemişti. B unun b ir anlam ı olduğunu sanm ıyorum , ama güzelle doğru akrabadırDoğru, akıl tarafından kavranabilir şeylerin en doyurucu ilişki leriyle yatıştırılan akıl tarafından görülür; güzellik, duyum lan abilir şeylerin en doyurucu ilişkileriyle yatıştırılan imgelem tarafından görülür. Doğru yönünde atılacak ilk adım akim k en disinin çerçevesini ve sınırını anlam ak, akla vurm a eyleminin kendisini kavram aktır. Aristoteles'in b ü tü n felsefe sistemi p si koloji üzerine kitabına dayanır ve bu da, bence, aynı yüklem in aynı zamanda ve ay n ı ilişki içinde aynı konuya hem bağlı, hem de bağsız olmayacağı önermesine dayanm aktadır. Güzellik yö nünde atılacak ilk adım imgelemin çerçevesini ve sinirim anla m ak, estetik kavrayış eyleminin kendisini görm ektir. B uraya k a d a r anlaşıldı mı? — Peki am a güzellik nedir? diye sordu Lynch sabırsızcaYap bakalım tanım lam anı. Gördüğüm üz ve hoşlandığımız b ir şey. Senin ve A kinalı'nın söyleyeceği daha iyi b ir şey yok mu? — K adını ele alalım, dedi Stephen. — Alalım y a kadını, dedi Lynch ateşlice. — Yunanlı, T ürk, Çinli, K ıpti v e Hotanto, dedi Stephen, hepsi dişi güzelliğinin b ir başka çeşidini beğenir. İçinden kaça m ayacağımız b ir lab iren ttir bu görünüşte. Ama ben iki çıkış yo lu görüyorum . Birincisi şu varsayım : erkeğin kadında beğendi 195
ği h er fizikse] nitelik, kadının insan türünü devam ettirm ek yö nünden çeşitli işlevleriyle dolaysızca ilişkindir. Böyle olabilir. Yeryüzü senin sandığından bile daha kasvetli bir yer, Lynch. K endi adım a ben bu çıkış yolundan hoşlanm ıyorum . Estetikten çok insan dölünü iyileştirm e bilim ine götürüyor bizi. Seni la birentten çıkarıp yeni bir tantanalı konferans odasına götürü yor, ve orada MacCann, b ir elinde T ürlerin Kökeni, öbür elinde încil, Venüs'ün iri böğürlerini, senin gürbüz çocuğunu doğura cağı için, kocaman memelerini de, çocuklarını ve senin çocuk larını iyi emzireceği için beğendiğini söylüyor. — öyleyse MacCann k ü k ü rt sarısı b ir yalancı, dedi Lynch enerjiyle. — B ir çıkış yolu daha kalıyor, dedi Stephen gülerek. — O ne ola ki? dedi Lynch. — Şu varsayım , diye başladı Stephen. K ullanılm ış dem ir yüklü uzun b ir kızak Sir P atrick Dun hastanesinin köşesinden ortaya çıkarak Stephen'm konuşm ası nın sonunu kaba saba bir g ü rültü lü ve şangırtılı m aden şam a tasıyla örttü. Lynch kulaklarını tıkayarak k ü fü r üstüne küfü r etti kızak geçinceye kadar. Sonra görgüsüzce döndü topukları üstünde. Stephen da dönüp arkadaşının kızgınlığı geçinceye k a d ar bekledi. — Ö bür çıkış yolu bu varsayım dır, diye tekrarladı Stephen, aynı nesne bütün insanlara güzel görünmese bile, güzel b ir nes neyi beğenen bütün insanlar bunda bütün estetik kavrayış aşa m alarını doyuran ve onlan karşılayan belirli ilişkiler bulurlar. Öyleyse, sana şu şekilde ve bana da bu şekilde görünen bu duyum lanır ilişkiler, güzelliğin gerekli nitelikleri olm alıdır. Şim di, bir kuruşluk akıl daha alm ak için eski arkadaşım ız aziz Tom a'ya dönebiliriz. Lynch güldü. — Neşeli şişko bir keşiş gibi te k ra r tekrar A kinalı'dan bir şeyler söylemen çok hoşuma gidiyor. Kendi kendinle alay mı ediyorsun, ne? — M acAlister olsaydı, diye cevap verdi Stephen, benim es tetik teorim e Akinalı'nın uygulanm ış şekli derdi. Estetik felse fenin bu yanında kaldıkça, Akinalı sonuna kadar y eter bana. 196
Sanatsal döllenmenin, sanatsal gebeliğin ve sanatsal doğumun oluşumuna geldiğimizde, yeni terim lere ve yeni kişisel yaşan tılara gerek duyacağım. — Elbette, dedi Lynch. Akinaîı ne de olsa, bütün o aklına karşın, tastam am iyi yürekli şişko b ir keşişti. Ama yeni terim lerle yeni kişisel yaşantıları başka b ir gün anlatırdın bana. Ça buk ol da birinci bölüm ü bitir. — Kim bilir, dedi Stephen, gülüm seyerek, belki Akinaîı beni senin anladığından daha iyi anlardı. Kendisi de şairdi za ten. Büyük Perşem be için bir İlâhi yazmıştı. Pange lingua gloriosi kelim eleriyle başlıyor. İlâhi yazm akta en büyük şan önün d ü r diyorlar. Çok ince işlenmiş, h u zu r verici b ir iJâhi. Hoşuma gidiyor; ama o yaslı ve ulu yürüyüş İlâhisinin, Venantius Fortunatus'un Vexil!a Regis'inin yanına konabilecek hiçbir İlâhi tanı mıyorum. Lynch derin bas bir sesle hafifçe ve ciddiyetle şarkıyı söy lemeye başladı: Impleta sunt qua® concinit David fideli carmine Dicendo nationibtfs Regnavit a lingo Deus. — Çok güzel! dedi, pek memnun kalm ış bir halde. Çok gü zel musiki! Lov/er Mount Sokağına saptılar. Köşeye birkaç adım kala ipekli bir fu lar takm ış şişman genç b ir adam onları selam ladı ve durdurdu. — Sınavların sonuçlarını işittiniz mi? diye sordu. Griffin geri çevrildi- H alpin'le O’Flynn iç yönetimden geçtiler. Moohan H intçe'de beşinci oldu. O'Shaughnessy on dördüncülük aldsC lark'daki trlandalı oğlanlar dün gece yemek verdi onlara. Hep si birden H int baharatı yediler. Soluk, şişirilm iş yüzünde iyi yürekli b ir kötülük görünü yordu, verdiği başarı haberleri arasında ilerlerken, ufak yağla çevrik gözleri görülmez, cılız, vızıltın sesi de işitilmez oklu. Stephen'm bir sorusuna karşılık gözleriyle sesi pusuda sak landıkları yerden çıktılar gene. 197
— Evet, M acC ullaghla ben, dedi. O m atem atik alıyor ben de anayasa tarihi. Yirm i tane ders var. Ben botanik de alıyorum . Biliyorsunuz, açık hava kulübünde üyeyim ben. Ö bür iki kişiden tantanayla uzaklaşarak tombul yüneldivenli bir el yerleştirdi göğsünün üstüne ve buradan m ırıltılı vızıltılı bir gülm e çıktı. — B ir daha açık havaya çıkışında bize biraz şalgamla soğan getiriver, dedi Stephen k u ru bir sesle, türlü pişirelim. Şişm an öğrenci hoşgörürcesine güldü ve cevap verdi: — Açık hava kulübündeki bizler hepimiz adam akıllı saygı değer kimseleriz. Geçen Cum artesi G lenm alure'a gittik, yedimiz birden. — K adınlarla m ı gittiniz, Donovan? dedi Lynch. Donovan elini gene göğsüne yerleştirdi. — Amacımız bilgi edinm ektir, dedi. Sonra hızla ekledi: — İşittiğim e göre estetik hakkında b ir denem e yazıyormuşsun. Stephen anlam ı belirsiz bir reddetm e işareti yaptı eliyle. — Goethe ve Lessing bu konuda pek çok şey yazm ışlar dır/ dedi Donovan, klasik okul, rom antik okul falan filan. Laocoon'u okuduğum zaman pek ilginç bulm uştum . İdealist, Alman ve fazlasıyla derindi elbette. Ö bürleri konuşm adılar. Donovan kibarca veda etti onlara. — Gitmeliyim, dedi yum uşak ve iyiliksever b ir sesle, bir inancım v ar ki neredeyse iman derecesine yükseliyor, kız k a r deşim in bugün Donovan ailesinin akşam yemeği için gözleme yaptığım sanıyorum. — Hoşça kal, dedi Stephen arkasından. B ana ve ark ad a şıma getireceğin şalgam ları unutmaLynch arkasından baktı durdu, yüzü b ir şeytan maskesi h a lin e gelinceye kadar yavaş b ir aşağılam ayla büktü dudağını: — Şu değersiz gözleme düşkünü bokun iş bulacağını dü şün, dedi sonunda, ve ben de ucuz sigaralar içmek zorunda k a layım! Yüzlerini M errison M eydânı'na çevirip b ir süre sessiz y ü rü düler. 198
Güzellik hakkında söylediğimi bitireyim , dedi Stephen D uyum lanabilir şeylerin cn doyurucu ilişkileri böylelikle sa natsal kavrayışın gerekli evrelerine uym alıdır. Bunları b ulur san evrensel güzelliğin niteliklerini de bulm uş olursun- Ad pulcritudincm tria requiruntur integritas, consonantia, claritas, di yor Akinalı. Ben bunu şöyle çeviriyorum: Güzellik için üç şey gereklidir, bütünlük, uyum ve aydınlık. B unlar kavrayış evre lerine uyuyor mu? D inliyor musun? — Elbette dinliyorum, dedi Lynch* Bokumsu b ir aklım ol duğunu samyorsan Donovan'ın ardından koş da seni dinlemesini dile ondan. Stephen küçük bir kasap çırağının ters çevirip başına geçir diği sepeti gösterdi— Şu sepete bak, dedi— Görüyorum, dedi Lynch. — Sepeti görm ek için, dedi Stephen, zihnin ilk olarak se peti görünebilir evrenin sepet olmayan başka parçalarından ayı rır. K avrayışın ilk evresi kavranılacak nesnenin çevresine sınır layıcı bir çizgi çekm ektir. Estetik b ir imge bize ya uzay ya da zam an içinde sunulur, tşitilebilen zamanın içinde görülebilense uzay içinde sunulur. Ama, ister zamanda, ister uzayda olsun, es tetik imge önce gerisindeki ölçüsüz uzay ve zamanda kendini sı nırlam ış ve kendini kapsamış olarak kavranılır. Bunu tek b ir nesne olarak kavrarsın. Tek b ir bütün olarak görürsün. B ütün lüğünü kavrarsın- Integritas budur işte. — Tam isabet! dedi Lynch gülerek. Devam et. — Sonra, dedi Stephen, şeklinin çizgilerini inceleyerek b ir noktadan öbür noktaya geçersin; kendi sın ırla n içinde parçala rının birbirleriyle dengede olduğunu görürsün; yapısının ritm i ni duyarsın- Başka bir deyişle, dolaysız algılam anın bireştirm esini, kavrayışın çözümlemesi izler. Önce tek b ir şey olduğunu, am a şimdi de bir şey olduğunu duyarsın. K arm aşık, çoğaltıla bilir, bölünebilir, aynlabilir, parçalarından m eydana gelme, par çalarının ve parçalarının toplamının sonucu olduğunu, uyum lu olduğunu kavrarsın. Consonantia da budur. — Tam gözünden vurdun gene! dedi Lynch zekice. Claritas'ın ne olduğunu da söylersen puroyu hakkedersin. 199
— Kelimenin yan anlam lan pek kesin değil, dedi StephenA kinah kesin olmayan bir terim kullanıyor gibi. Uzun süre işin içinden çıkaram adım . Simgecilik ya da idealizm gibi b ir şey düşündüğüne manası geliyor insanın, güzelliğin en üstün nite liği başka b ir dünyadan gelen ışık olduğuna göre, m adde bunun frkinin bir gölgesi ve bunun gerçekliğinin b ir simgesidir. Claritas terim iyle herhangi bir şeydeki kutsal amacın sanatçı tara fından bulunm ası ve temsil edilmesini, ya da estetik imgeyi ev rensel imge durum una getirecek, kendine özgü koşulların öte sinde ışıldatacak bir genelleme gücünü anlatm ak istediğini san m ıştım. Ama bunlar edebî konuşmalar. Ben bunu böyle anlı yorum. Şu sepeti tek bir şey olarak k av rar, sonra onu şekline göre çözümler ve bir şey olarak kavrarsan, m antık ve estetik sı nırları içinde yapılabilecek tek bireşim i yapmış olursun. O ldu ğun şey olduğunu ve Olduğundan başka hiçbir şey olmadığını gö rürsün- Sözünü ettiği aydınlık skolastik düşüncenin quidditas'i, yani nelik niteliğidir. Sanatçı bu en üstün niteliği estetik imgeimgeleminde ilk olarak döllendiği zaman duyar. Bu gizemsel anda zihnin durum unu Shelley o güzelim dizede solan b ir köm ü re benzetmişti. Estetik imgenin bütünlüğüyle yakalanan, uyum uvla büyülenen zihnin, aydınlık içinde, o imgenin en üstün güzellik niteliğini ve duru aydınlığını kavradığı an, estet:k zev kin ışıltılı sessiz durallığıdır, ve bu m anevî durum , İtalyan fizyo logu Luigi G alvani'nin nerdeyse Shelley kadar güzel b ir söyle yişle yüreğin büyülenm esi diye anlattığı o yürek durum una çöle benzer. Stephen sustu, arkadaşı konuşmadığı hald e sözlerinin çev relerinde düşünceyle - büyülü b ir sessizlik yarattığını sezdi. — Söylediklerim , diye başladı gene, kelimenin geniş an la m ıyla güzelliğe değiniyor, kelim enin edebiyat geleneğindeki a n lam ıyla güzellikten konuştuğum uz zaman verdiğimiz yargı ön ce sanatın kendisinden, sonra da o sanatın biçiminden etkilenir. Açıkça görülüyor ki imge, sanatçının kendi zihni ya da duyum larıyla, başkalarının zihin ya da duyum ları arasına yerleştiril m elidir. Bunu aklında tutarsan sanatın zorunlulukla kendini b ir birinden doğan üç biçime böldüğünü görürsün. Bu biçim ler şun lardır: lirik biçimde sanatçı imgesini kendisiyle dolaysız b ir iliş 200
k i içinde sunar; epik biçimde imgesini kendisi ve başkalarıyla dolaylı bir ilişki içinde sunar; dram atik biçimde, imgesini başka larıyla dolaysız b ir ilişki içinde sunar. — B unu bana birkaç gece önce anlattıydm da, dedi Lynch, o unutulm az tartışm aya girdiydik. —• Evde b ir kitabın var, dedi Stephen, içine yazdığım so ru la r seninkilerden bile daha eğlenceli. O nlan cevaplandırm a ya uğraşırken şimdi açıklam aya çalıştığım estetik teorisini bul dum. Al sana kendime sorduğum sorulardan birkaçı: Güzel ya pılmış bir sandalya trajik midir, komik mi? Ben görmek ister sem Mona Lisa iyi olur mu? Philip Crampton'm büstü lirik mi dir, epik midir, dramatik midir? Değilse, niçin değildir? — Sahi, niçin değildir? dedi Lynch gülerek. Bir tahtayı gelişigüzel yontan bir adam, diye devam etti Stephen, bu tahtayla bir inek imgesi meydana getirirse, bu imge bir sanat eseri olur mu? Olmazsa, niçin olmaz? — îşte bu çok güzel, dedi Lynch, gene gülerek. Tam skolastizm kokuyor. — Lessing, dedi Stephen, üzerine yazm ak için birkaç hey kel seçmemelivdi- B u sanat, daha aşağı olduğu için, adını e tti ğim biçimleri birbirinden açıkça ayrılm ış olarak göstermez. En yüksek ve en m anevî sanat olan edebiyatta bile biçimler çoğu zaman karışır. L irik biçim aslında b ir anlık duygunun, çağlar ön ce küreğe asılan ya da yokuş yukarı taş taşıyan adamı neşelen diren ritm ik haykırışın en basit yoldan sözlerle giydirilm esidir. L iriği söyleyen kimse kendi duygulanışının bilincinden çok duy gu anının bilincindedir. Sanatçı kendini b ir epik olayının m erke zinde olarak uzun süre düşündüğü zaman bu biçim, duygusal çe kim merkezi sanatçıdan ve başkalarından eşit derecede b ir uzak lığa varıncaya kadar ilerler ve böylece en basit epik biçiminin li rik edebiyattan geliştiği görülür. A nlatı artık katıksızca kişisel değildir. Sanatçının kişiliği anlatının içine geçer, kişilerle eyle min çevresinde dirim sel b ir deniz gibi akar durur. Bu süreci b i rinci kişiyle başlayan ve üçüncü kişiyle sona eren şu eski İngiliz baladı, T urpin H ero’d a kolayca görebilirsin. K işilerin çevresinde akıp kabaran dirim sellik h er kişiye ona gerekli ve elle tutulm az bir estetik hayat kazandıracak k ad ar dirim sel bir güçle doldu 201
ru nca dram atik biçime erişilir, ilk başta b ir haykırm a ya da b ir vezin ya da b ir ru h haliyken akıcı ve yalaklanan b ir anlatıya dö külen sanatçının kişiliği, sonunda kendini varoluşun dışına arı tır, kendini kişiliksizleştirir yani. D ram atik biçimdeki estetik im ge insan im geleminde arm an ve buradan te k ra r dışarı uzatı lan hattır. M addenin yaratılm ası gibi başarılır estetik y a ra tıl m anın gizemi. Sanatçı, yaratan T anrı gibi, eserinin içinde ya da arkasında ya da ötesinde ya da üstünde kalır, göze görünmez, varoluşun dışına arınm ıştır, ilgisizdir, b ir k enarda tırn ak ların ı keser— Onları da varoluşun dışına arındırm aya çalışır h e r halde, dedi Lynch. Yüksek tü llü gökyüzünden ince b ir yağm ur yağm aya baş layınca sağanak bastırm adan önce ulusal kitaplığa varm ak için d ü k yoluna saptılar— Ne demek istiyorsun, diye sordu Lynch asık b ir yüzle, b u sefil, T an n 'd an yoksun adada güzellikti, imgelemdi, b ir sü rü gevezelikle ne demek istiyorsun? Bu ülkeyi y arattık tan sonra sanatçının eserinin içine ya da arkasına saklandığına şaşmamalıY ağm ur hızlandı. K ildare evinin yanındaki geçitten geçtik lerinde birçok öğrencinin kitaplık saçağı altına sığındığını gör düler. Cranly, bir sütuna yaslanm ış, sivrilttiği b ir kibritle düş lerin i karıştırıyor, yam ndakilerin konuşm asını dinliyordu. G iriş kapısının yanında birkaç kız duruyordu. Lynch, Stephen'a fı sıldadı: — Senin sevgilin dc buradaStephen hızla yağan yağm ura aldırış etm eden öğrenci k ü m esinin aşağısındaki basam akta yerini sessizce aldı, gözlerini ara sıra kıza doğru çevirerek- Kız da arkadaşlarının arasında sessizce duruyordu. K ırıştıracak papaz yok da ondan, diye d ü şündü bilinçli bir acılıkla, onu en son nasıl gördüğünü h a tırlay a rak . Lynch haklıydı. Teorilerden ve cesaretten boşalan zihni k a yıtsız bir huzura erdiÖ ğrencilerin araların d a konuşm alarını dinledi. Son tıp sı navını veren iki arkadaştan, transatlantiklerde y er bulm aktan, paralı, parasız doktorluklardan konuşuyorlardı. 202
— O nlar hepsi köpük. İrlanda'da taşra doktorluğu daha iyi. — Hynes iki yıl Liverpool'da kaldı, o da aynı şeyi söylü yor. R ezalet b ir delikm iş orası. Doğumdan başka b ir iş çıkmıy ormuş. — Yani burada taşrada iş bulm anın öyle zengin b ir şeh ir d e çalışm aktan daha iyi olduğunu m u söylemek istiyorsun? Be nim tanıdığım biri var... — H ynes'da kafa yo k tu r zaten. Çok inekledi de öyle b itir di/ başından sonuna k a d a r inekledi. — Sen H ynes'a boş ver. Büyük ticarî şehirlerde dünyanın p arası yapılır. — B ulunduğun m ahalleye bağlı. — Ego credo ut vita pauperum est simplicitcr atrox, simplicitcr sanguinarius atrox, in Liverpoolio. Sesleri uzaktan goiiyormuşçasına kesintili nabız atışlarıyla ulaşıyordu kulaklarına. Kız arkadaşlarıyla birlikte gitm eye h a zırlanıyordu. Çabuk hafif sağanak geçmişti, kararm ış toprağın b ir üfleyiş soluduğu dört köşe alanın fundalarında p ırlan ta salkım ları halinde oyalanıyordu. Biçimli ayakkabıları pıtırdıyordu sütunlu m erdivenin basam aklarında dururlarken, hafif sesli ve şen konuşurlarken, gözlerini bulutlara kaldırır, son birkaç yağm ur dam lasına karşı şem siyelerini kurnaz açılarla tu tar, sonra gene kapatırlarken, eteklerini masumca tu tarlark en . A m a ya onu gereğinden sert yargıladıysa? Ya hay atı saat lerin sade bir gül bahçesiyse, hayatı b ir kuşun hayatı gibi sade ve garipse, sabahları şakrak, bütün gün tedirgin, günbatım ında yorgunsa? Gönlü b ir kuş gönlü gibi sade ve başına buyruksa?
Şafağa doğru uyandı. Ne tatlı b ir musiki! Ruhu baştan b a şa çiyle nemliydi. U yurken organlarından soluk serin ışık d al gaları geçmişti- K ıpırtısız yattı, ruhu hafif tatlı m usikinin bilin cinde serin sular ortasında yatarm ış gibi. Zihni yavaşça titreşim li b ir sabah bilgisine, bir sabah esinlenm esine uyanıyordu. B ir 203
ru h doldu içine, en arınm ış su lar gibi arı, çiy kadar tatlı, musi ki gibi dokunaklı. Ama nasıl da yum uşacık içesolunuyordu, ne kadar tutkusuzca, sanki m elekler kendileri üzerine soluyorlarmışçasma! Ruhu yavaş yavaş uyanıyordu, bütünüyle uyan m aktan ürkerek. Çılgınlığın uyandığı, tu h af bitkilerin ışığa açıl dığı, kelebeğin sessizce uçtuğu o esintisiz şafak saatiydi bu. Yüreğin büyülenmesi! Gece büyülüydü. Bir d üşte ya da görüntüde m eleklerin hayatındaki coşkuya erm işti. B üyülenm e nin bir anı m ıydı yalnızca, yoksa uzun saatler ve y ıllar ve çağ la r mıydı? Olanın ya da olabilecek olanın esinlenm e anı şimdi bir do lu bulutlu durum ların h er yanından yansıyor gibiydi. An, b ir ışık noktacığı gibi ışıldıyordu ve şimdi bulut üstüne bulutlu be lirsiz durum dan seçikleşmemiş biçim anm batarken ardında b ı raktığı aydınlığı yum uşakça perdeliyordu. Oh! İmgelemin ba kire dölyatağında kelâm ete kem iğe bürünm üştü. M elek Cebra il bakirenin yatak odasına varm ıştı. Batış sonrasının aydınlığı ak alevin geçtiği ruhunda derinleşti, derinleşip b ir gül ve coş k u lu ışık oldu. Gül ve coşkulu ışık genç kızın garip ve başına b u yruk gönlüydü, hiçbir erkeğin bilmediği ve bilemeyeceği gi bi garip, yeryüzünün yaratılışından da önce başına buyruk; ve bu coşkulu gülsü ışıltının tuzağına düşen m elekler korosu gök yüzünden dökülüyordu. Bıkmadın mı coşkulu davranışlardan, Tuzağı gökten düşen meleklerin? Anma artık o büyülü günleri. Dizeler zihninden geçip dudaklarına ulaştı ve, m ırıldanır ken şiiri, bir vilanelin ritm ik akışını dudaklarında duydu. G ül sü ışıltı kelim e ışınlarını ortalığa yaydı; davranışlar, dağlam a lar, günler, övgüler. Işınlar yeryüzünü kavurdu, insanlarla m e leklerin yüreklerini tüketti: onun başına buyruk gönlü olan gül den yayılan ışınlar. Gözlerinle dağladın kişinin yüreğini Ve n e istccîinse y a p tm ona. Bıkmadın mı coşkulu davranışlardan? 204
Ve sonra? Ritim ülgünleşti, kesildi, yeniden akm aya ve çarp m aya başladı. Ve sonra? Y eryüzünün m ihrabından yükselen duman, günlük. Alevin üstünde dumanı Övgünün Yükselir okyanustan çepeçevre. Anına artık o büyülü günleri. Dum anlar tü ttü bütün topraktan, buğulu okyanuslardan, onun övgüsünün dumanı. Yeryüzü sallanan, salınan b ir b u h u r dan, bir günlük küresi, bir elipsoid k ü re gibiydi. Ritim o anda öldü; yüreğinin haykırısı yarıda kesilm işti. Dudakları ilk dize leri bir daha b ir daha tekrarlam aya başladı; sonra düşe kalk a yarım dizeleri yokladı, kekeleyerek ve şaşkın, sonra durdu. Yü reğin haykırısı kesilmişti. Peçeli esintis:z saat geçmişti ve çıplak pencerenin p ervaz la rı aradında sabah ışığı toplanıyordu- B ir çan hafifçe çaldı çok uzaklarda. B ir kuş cıvıldadı; iki kuş, üç. Çan da kuş da sustu; ve ölgün ak ışık doğuya batıya yayıldı, yeryüzünü kaplayarak, yüreğinin gülışığmı kaplayarak. H er şeyi unutm aktan korkarak birdenbire dirseği üstünde doğrulup kâğıt kalem için bakındı- M asanın üstünde b ir şey yoktu; yalnız akşam yemeğinde içinden pilav yediği çorba ta bağı ve mumdan sarm aşıkları, son alevle yanm ış kâğıttan dipli ğiyle mum. K olunu yorgunca yatağın ayak ucuna uzattı, orada asılı ceketinin ceplerini yoklayarak. P arm ak ları b ir kurşun ka lem , sonra da b ir sigara paketi buldu- A rkasına yaslandı, pake ti y ırtarak son sigarayı pencerenin içine yerleştirdi ve vilanelir. kıtalarını küçük düzgün h arflerle s e rt karton yüzeye yazmaya başladıYazıp bitirdikten sonra yum ru yastığa dayandı, şiiri yeni den m ırıldanarak. Başının altındaki düğüm düğüm yün y u m ru la rı kızın konuk odasının divanındaki düğüm düğüm a t kılı yum rularını h atırlattı, gülüm seyerek ya da ciddî, niçin geldi ğini kendine sorarak, ne kendinden ne de kızdan m em nun k a larak, m etruk büfenin üstündeki K utsal K alp fotoğrafına ba kıp kahrolarak otururdu o divanda. K onuşm aların yavaşladığı 205
b ir anda onun kendisine yaklaşarak tuhaf şarkılarından birini söylemesi için yalvardığım görür gibi oldu. Sonra kendini eski piyanonun başında otururken gördü, lekeli tuşlarından akorları yum uşacık çıkararak ve şarkı söyleyerek, odada yeniden yük selen konuşm a sesleri arasında, Elizabeth çağından b ir ince şar kı söylerdi şömineye yaslanm ış duran ona, b ir yaslı v e tatlı ay rılm a isteksizi, A gincourt'un zafer şarkısını ya da Greensleeves'in sevinçli havasını. O şarkı söyler ve öbürü de dinler ya da dinler gibi yaparken gönlü ferah olurdu am a eskilikle cana ya kın şark ılar sona erip odadaki sesleri yeniden işitince kendi alay cılığım hatırlardı: genç erkekleri birinci adlarıyla çağırm aya bi raz erken başlanan bir ev. Kim i anlarda gözleri ona inanacak gibi olurdu ama boşu na beklem işti. K arnaval balosunun gecesinde olduğu gibi ha fifçe dans ederek geçiyordu şimdi belleğinden, beyaz elbisesinin eteğini azıcık kaldırm ış, saçında oynayan beyaz b ir çiçekle. H a fif adım larla dans ediyordu halkada. Ona doğru dans ederek geliyordu ve, gelirken, gözlerini biraz kaçırıyordu, yanağı h a fifçe kızarm ıştı. Eller zincirinin b ir duraklam asında eli b ir an elinde yatm ıştı, yum uşak b ir alış veriş malı. — Yüce b ir yabancısın sen şimdi. — Evet. Keşiş olmak için doğmuşum ben. — K orkarım dinsizsin. — Çok mu korkarsın? K arşılık olarak eller zinciri boyunca dans ederek uzaklaş m ıştı ondan, hafifçe ve tedbirlice dans ederek, kim seye kendini verm eyerek. Beyaz çiçek onun dans edişiyle oynuyordu v e göl geye girince yanağındaki kızarıklık daha çok belli oluyordu. B ir keşiş! M anastın sefilleştiren biri olarak kendi imgesi geldi gözünün önüne, dinsiz b ir Fransisken, hizm et etm eye is tekli ve isteksiz, G herardino da Borgo San Donnino gibi ald at m ak sözlerden kıvrak b ir ağ örerek ve onun kulağına fısıldaya rak. Hayır, bu onun imgesi değildi. Bu, geçen gün onu kum ru gözleriyle kendisine bakarak ve îrlandaca dilbilgisi kitabının yapraklarıyla oynayarak yanında d u ru rk en gördüğü genç papa zın imgesiydi. 206
— Evet, evet, kadınlar bize yaklaşıyor. H er gün görüyorum yaklaştıklarım . K adınlar bizimle birlikte- Dilimizin en büyük yardım cıları onlar. — Ve kilisemizin, M oran Baba? — Kilisemizin de. Orada da sokuluyorlar bize. O rada da işler yolunda gidiyor. Kilise için hiç üzm eyin kendinizi. Hah! küçük görücü bir tavırla odadan çıktığına iyi etm iş ti. K itaplığın m erdivenlerinde sefam verm em ekle iyi etmişti! Onu papazıyla kırıştırm aya bırakm akla, H ıristiyanlığın bulaşık çı kızı olan b ir kiliseyle oynaşmaya bırakm akla iyi etmişti. Kaba hayvanca öfke son gitm eye gönülsüz coşku anını ru hundan kovaladı. K ızın güzel imgesini hırsla kırıp parçalarını h e r yana savurdu. H er yandan bu im genin saptırılm ış yansım a la rı belleğine üşüştü: ona hizm etinde olduğunu söyleyen ve on dan siftah isteyen y ırtık pırtık giyim li, ıslak, sert, saçlı, arsız yüzlü çiçekçi kız, komşu evin m utfağında yıkadığı tabakların şangırtısını b astırarak bir taşra türkücüsünün yayvan sesiyle By K illam ey's Lakes and Fells türküsünün ilk kıtasını söyle yen hizmetçi kız, Cork Hill yakınındaki yolda ayakkabısının patlak tabam dem ir ıskaraya takılıp yere düştüğü zaman ona bakıp neşeyle gülen bir kız, Jacob bisküvi fabrikasından çık ar ken küçük olgun ağzına bakıp çarpıldığı ve omuzunun üstünden ona seslenen kız: — Bende gördüklerin hoşuna gitti mi, düz saçlarım la kı vırcık kaşlarım ? Kızın imgesine ne kadar sövse ve alaya alsa, öfkesinin ge ne de ona karşı gösterilm iş bir saygı olduğunu sezdi- Sınıftan b ü tünüyle içten olmayan bir aşağılam ayla çıkmıştı, ırkının gizi belki de uzun kirpiklerinin tez b ir gölge fırlattığı koyu gözleri nin ardında yatıyordu bu kızın. Sokaklarda yürürken yurdunun kadınlığının b ir örneği olduğunu kendi kendine acı acı anlat mıştı, k aran lık ta v e gizlilikte ve yalnızlıkta kendi bilinçliliğine uyanan yarasam sı b ir ruh, bir süre avunuyordu, sevgisiz ve g ü nahsız, uysal sevgilisiyle ve sonra b ir papazın kafes pencereli kulağına m asum suçlarını fısıldam ak için onu bırakıyordu. K ı zın, adı, sesi, yüzünün çizgileri afallam ış onurunu inciter. âşı ğına sövüp sayarak boşaldı öfkesi: papaz edilmiş b ir köylü, b ir 207
k ard eşi D ublin’de polis görevlisi, öbür kardeşi M oycuilen'da m eyhaneci çırağı- R uhunun utangaç çıplaklığını bu adam a aça caktı demek, ona, kendisine sonu gelmez imgelemin, gündelik yaşantı ekmeğini h e r zam an yaşayan hayatın ışıklı gövdesine çeviren papazına değil de, bu adama. K utsal ekm eğin ışıklı imgesi b ir anda acı ve um utsuz dü şünceleriyle birleşti yeniden, ikisinin birleşik haykırışları bir şükran İlâhisiyle kesilm eden yükseldi. Kesik haykırışımızla yaslı şarkılarımız Yükselir bir kutsal ilahiyle Bıkmadın m ı coşkulu davranışlardan? Kurban eden eller kaldırırken Ağzma kadar dolu kutsal çanağı. Anma artık o büyülü günleri. İlk dizelerden başlayarak yüksek sesle okudu şiiri musiki ve ritim zihnini dolduruncaya, sakin b ir hoşgörüye döndürünceye kadar; sonra titizlikle yazdı dizeleri görerek daha iyi duya bilm ek için; sonra yastığına b ırak tı kendini. Dolu b ir sabah ışığı gelmişti. H içbir ses işitilm iyordu; am a çok geçm eden çevresindeki bütün hayatın alışılageldik g ü rü l tü ler, kısık kaba sesler, uykulu dualarla uyanacağını biliyordu. B u h ay attan kaçm aya çalışarak duv ara doğru döndü, yorganına b ir kukulete gibi sarınıp y ırtık d u v ar kâğıdının kocam an fazla açmış kızıl çiçeklerine baktı. O nların kızıl aydınlıklarıyla, tü kenen sevincini ısıtm aya çalıştı, y attığ ı yerden y a k a n gökyüzü ne doğru baştan aşağı kızıl çiçeklerle örülm üş b ir güldenyol d ü şündü. Bıkkın! Bıkkın! O da bıkm ıştı coşkulu davranışlardan. Yavaşça yayılan b ir sıcaklık, gevşek b ir yorgunluk, kukuletesine sımsıkı sanlı kafasından om urgası boyunca inerek geç ti içinden. înişi duydu ve kendini yatarken görerek gülüm sedi. B irazdan uyuyacaktı. A radan on yıl geçtikten sonra gene ona şiir yazm ıştı. On y ıl önce o sarm ıştı şalını başına b ir kukulete gibi, ılık soluğun dan gece havasına buğular yollayarak, ayağını camlaşmış yolda p ıtırd atarak . Son tram vaydı; sıska boz a tla r bunu biliyor ve d u 208
ru geceyi uyarırcasm a çıngıraklannı sallıyorlardı. Biletçi sürü cüyle konuşuyor, fenerin yeşil ışığı altında ara sıra ikisi de uyukluyordu. Tram vayın basam aklarında durm uşlardı, kendisi ü st basam akta kız da alt basamakta. Kaç kere çıkmıştı kız onun durduğu basamağa konuşm aları arasında ve sonra gene inm iş ti ve bir iki kere onun yanında kalm ıştı aşağı inmeyi u n utarak ve sonra inmişti. B ırak bunları! Bırak! Çocukların bilgeliğinden şimdiki budalalığına kadar on yıl. Ş iiri ona gönderirse? K ahvaltıda yüksek sesle Okunurlardı y u m urta k abu klan kırılırken. G erçekten budalalık! Erkek k a r deşleri gülecek, güçlü katı parm aklarıyla kâğıdı birbirlerinden kapm aya çalışacaklardı. Tatlı dilli papaz, amcası, koltuğunda otururken kâğıdı gözünden uzak tu ta ra k okuyacak, okurken gü lümseyecek ve şiirin biçimini beğenecekti. Hayır, hayır: budalalıktı bu. Şiiri gönderse bile gösterm ez di başkalarına. Hayır, hayır: yapamazdı bunu. Ona karşı haksızlık ettiğini sezer gibi oldu. Ne k ad ar m a sum olduğunu düşününce neredeyse ona acıdı, kendisinin g ü nah yoluyla bilgisine varana k ad ar b ir tü rlü anlayam adığı b ir masumluk, m asum ken ya da yaradılışının garip utancı henüz kendini göstermeden önce onun da anlayam adığı b ir m asum luk. Sonra onun ruhu da kendi ruhunun günah işlediği zaman yaşa dığı gibi yaşam aya başlamıştı, sonra, kadınlığın k aran lık u tan cıyla onuru kırılan ve yaslılaşan çelimsiz solgunluğunu ve göz lerini hatırlayınca ona karşı sevecen b ir duygudaşlık gönlünü kapladı. Ruhu coşkudan gevşekliğe geçerken o neredeydi? M anevî hayatın gizemli yollarıyla onun ru h u da şu aynı anlarda kendisi ne gösterdiği saygının bilincine varm ış olabilir miydi? Belki. B ir istek parlam ası gene yaktı ruhunu ve ateşleyip doyur du gövdesini. Bu isteğinin bilincinde güzel kokulu uykusundan uyanıyordu, vilanelinin kışkırtıcısı. Gözleri, koyu ve baygın ba kışıyla açılıyordu onun gözlerine. Çıplaklığı teslim oluyordu ona, ışıltılı sıcak, kokulu ve cöm ertorganlı, parlayan bir bulut gi bi kucaklıyordu onu, sıvımsı yaşayışlı b ir su gibi kucaklıyordu •onu; ve buğudan b ir bulut ya da uzayın çevresinde çağlayan su 209
lar gibi konuşmanın sıvı harfleri, gizem Öğesinin simgeleri, bey ninden aktı geçti. Bıkmadın mı coşkulu davranışlardan, Tuzağı gökten düşen meleklerin? Anma artık o büyülü günleri. Gözlerinle dağladın kişinin yüreğini Ve ne istedınse yaptın ona. Bıkmadın mı coşkulu davranışlardan? Alevin üstünde dumanı övgünün Yükselir okyanustan çepeçevre. Anma artık o büyülü günleri. Kesik haykırışlarla yaslı şarkılarımız Yükselir bir kutsal İlâhiyle. Bıkmadın mı coşkulu davranışlardan? Kurban eden eller kaldırırken Ağzına kadiır dolu kutsal çanağı. Anma artık o büyülü günleri. Ve sen sahipsin yine tutsak bakışlarımıza Baygın gözlerin ve cömert vücudunla. Bıkmadın mı coşkulu davranışlardan? Anma artık o büyülü günleri.
Bunlar ne kuşlarıydı? Kitaplık merdivenlerinde durup on lara baktı, dişbudaktan sopasına yorgunca yaslanarak. Molesworth Sokağında bir evin fırlak omuzunun çevresinde dönüp duruyorlardı. Geç Mart akşamının havası uçuşlarını belirginleş tiriyordu, ok gibi koyu titreyen gövdeleri gökyüzünde duman lı hafif mavi gevşeksarkan bir bezde gibi belirtik uçuyordu. 210
Uçuşlarını seyretti; biı* kuş bir kuş daha: bir koyu renk ışıl tı, b ir ansız dönüş, b ir kanat çırpıntısı. Ok gibi, titreyen gövde leri hepsi geçmeden önce onları saym aya çalıştı: altı, on, on bir: ve düşündü tek mi çift mi sayıları diye. On iki, on üç: çün k ü iki tanesi de döne döne gökten indi. Alçaktan yüksekten uçu yorlardı am a hep düz ya da eğik çizgilerde döne döne ve hep soldan sağa doğru, b ir hava tapm ağında döne döne uçarakÇığlıklarını dinledi: duvar kaplam asının arkasında cıy ak layan fareler gibi: tiz iki k a t bir notadan. Ama çığlıkları uzun ve tiz ve fırıltılıydı, farelerin tersine, üçte b ir ya da d ö rtte b ir düşüyorlar ve titreşim yapıyorlardı uçuşan gagalar havayı y a rarken. Çığlıkları tiz ve belirgin ve inceydi ve fırıl fırıl dönen m akaralardan açılan ipekli ışık iplikleri gibi dökülüyorlardı. İnsanlık dışı yaygara yatıştırdı içinde annesinin hıçkırık larıyla yakınm alarının diretkence m ırıldandığı kulaklarını ve gevşek gökyüzünün havadan tapm ağı çevresinde dönen ve ç ır pınan ve yön değiştiren koyu renk çelimsiz titreyen gövdeler y atıştırıld ı hâlâ annesinin yüzünün imgesini gören gözlerini. ' Niçin bakıyordu verandanın basam aklarından yukarı doğ ru, tiz iki katlı çığlıklarını duyarak, uçuşlarını seyrederek? îyiyi mi kötüyü mü bildiriyordu bu? Cornelius A grippa'nın b ir cümlesi uçtu zihninden ve sonra oraya buraya uçuştu biçimi ol mayan düşünceler Sw edenborg'dan kuşlarla akıldaki şeylerin uyuşması hakkında ve nasıl havadaki yaratıkların bilgileri v ar d ır ve bilirler zam anlarını mevsim lerini çünkü on) ar, insanla rın tersine, hayatlarının düzeni içindedirler ve akılla bu düzen lerini yoldan çıkarmamışlardır. Ve çağlar boyunca insanlar y u k arı bakmışlardı onun bak tığı gibi uçan kuşlara. Üstündeki sütunlu saçak eski b ir tapm a ğı ve yorgunca yaslandığı dişbudaktan sopası da b ir bilicinin k ıv n k asasını belirsizce düşündürttü ona. Bilinmez korkusunun duyusu yorgunluğunun yüreğinde kıpırdandı, sim geler v e be lirtiler korkusu, adını taşıdığı söğütörgüsü kanatlarıyla tu tsak lıktan uçup kaçan atmacamsı adamın korkusu, yazarlar tanrısı, eşsiz balıkçıl kafasında ucu sivri bir ay taşıyan ve kam ışıyla b ir kil tuğlaya yazan Thoth'un korkusu. Tanrının imgesini düşünürken gülüm sedi çünkü gözünden 211
uzakta tu ttu ğu b ir belgeye virgüller koyan k ü t burunlu ve perukalı bir yargıç getiriyordu akim a ve trlandaca b ir sövgüye benzemese tanrının adım hatırlayam ayacağını düşündü. Buda lalıktı bu. Ama bu budalalık için mi bırakm ak üzereydi içinde doğduğu dua ve sağduyu evini ve içinde yetiştiği hayat düze nini. Tiz çığlıklarla geri döndüler evin fırlak omuzuna, solan gökte koyuca uçarak. Ne kuşlarıydı? Güneyden geri gelen k ır langıçlar olmalı diye düşündü. Öyleyse o da gitmeliydi çünkü b u nlar hep giden ve hep gelen kuşlardı insan evlerinin saçak larında kalıcılığı olmayan evler kuran h e r zaman ve h er zaman k urdukları evleri gezgincilik uğruna te rk eden. Eğin yere yüzlerinizi, Oona ve Aleel, Bakıyorum onlara, baktığı gibi kırlangıcın Saçağın altındaki yuvasının üstünden Gürültülü sulan gezinmeden önce. Birçok suların gürültüsü gibi yum uşak sıvı b ir sevinç bel leğinden aktı ve yüreğinde suların üstünde solan gevşek gök yüzünün sessiz boşluklarının, okyanus sessizliğinin, akan su la n n üstünde deniz alacakaranlığının içinde uçan kırlangıçların h u zurunu duydu. Yumuşak uzun sesli harflerin gürültüsüzce çarpıp devril diği yerde kelim elerin içinden yum uşak sıvı bir sevinç aktı, kum salı yalayıp geri çekilerek ve dalgacıklarının beyaz çıngı raklarım dilsiz bir vuruş ve dilsiz b ir sesle sallayarak, ve yum u şak alçak baygın haykırış; ve dönen ok gibi dalan kuşlarla üze rindeki solgun gökyüzü boşluğunda aradığı kehanetin kulenin tepesinden uçan b ir kuş gibi, sessizce ve çabucak, kendi gönlün den geldiğini anladı. Ayrılışın mı simgesi yoksa yalnızlığın mı? Belleğinin k u la ğına hafifçe m ınldanan şiir, hatırlayan gözlerinin önünde yavaş yavaş ulusal tiyatronun açılış gecesinde avludaki sahneyi m ey dana getirdi. Balkonun kenarında te k başınaydı, bezgin gözler le localarda oturan Dublin kültürüne, cafcaflı sahne giyim lerine ve fazla süslü sahne lam balarıyla çevrelenm iş insan kuklaları 212
na bakıyordu. A rkasında oturan iriyarı polis m em uru hemen rol yapm aya başlayacak gibiydi. O raya buray a dağılmış öğrenci arkadaşlarının yuhlam aları, ıslıklan, alaycı bağırtılan salonda kaba esintilerle dolaşıyordu— İrlanda'ya iftira! — Alman malı bu oyun! — Dine küfür! — Biz hiçbir zaman imanımızı satmadık! — Hiçbir İrlanda kadım böyle şey yapmadı! — A m atör dinsiz istemiyoruz! — Budizm m eraklılarına yer yok burada! Y ukarısındaki pencerelerden ansızın, hızlı bir tıslam a se si gelince okuma odasında ışıkların yakıldığını anladı. Şimdi durgunca aydınlatılm ış olan sütunlu avluya girdi, m erdiveni tır mandı ve takırdayan turnikeden geçerek içeri yürüdü. Cranly sözlüklerin yakınında oturuyordu. Baş sayfası açık olan kalın bir kitap önündeki tahta dayanakta duruyordu. Sandalyada arkasına yaslandı, yüzünü günah çıkaran b ir papaz gi bi, bir d e rg n in satranç sayfasından ona zor b ir durum okuyan tıp öğrencisinin yüzüne doğru uzattı. Stephen sağına oturunca m asanın öbür yanındaki papaz elinde tuttuğu The Tablet sa yısını öfkeyle k ap attı ve ayağa kalktı. Cranlv ra h a t ve belirsiz bir gözle baktı arkasından- Tıp öğrencisi daha alçak bir sesle devam etti: — Piyon şahın dördüncü karesine. — Gitsek iyi ederiz, Dixon, diye uyardı Stephen. Şikâyet etm eye gitti. Dixon dergiyi kapatıp gururla ayağa kalktı, — A dam lanm ız safları bozmadan geri çekilm iştir, diye rek. — Topları ve sığırlarıyla, diye ekledi Stephen, C ranly'nin baş sayfasında öküz Hastalıklan yazılı kitabını göstererek. M asalar arasında bir yoldan geçerlerken Stephen, — Cranly, dedi, seninle konuşm ak istiyorum. C ranly cevap vermedi, başını da çevirmedi. K itabını masa nın üstüne bırakarak dışarı çıktı, sağlam ayakkabıları döşome213
de k ü t sesler çıkarıyordu. M erdivende duraladı ve Dixon'a dal gın dalgın bakarak tekrarladı: — Piyon şahın dördüncü bok karesine. — Hoşuna gidiyorsa böyle de söylesen olur, dedi Dixon. Yavaş, tonsuz b ir sesiyle kibar tav ırları vardı ve tombul te miz elinin parm aklarından birinde a ra sıra m ühürlü b ir yüzük taşıyordu. A vludan geçerlerken cüce yapılı b ir adam onlara doğru geldi. M inik şapkasının kubbesi altında tra ş olm am ış yüzü se vinçle gülüm semeye başladı ve m ırıldandığı işitildi. Gözleri b ir m aym ununkiler gibi m elankolikti. — iy i akşam lar, efendiler, dedi tüybürüm üş maymunsu yüz— M art ayı için hava sıcak sayılır, dedi Cranly. Y ukarıda pencereleri açmışlarDixon gülüm sedi ve yüzüğünü çevirdi. K aram sı, mavmunk ın şık lı yüz insan ağzım nazik b ir sevinçle büzdü ve sesi mırm ırlandı: — M art ayı için harikulade b ir hava. G erçekten harik u la de. — Y ukarda iki genç güzel hanım bekliyor, yüzbaşım, bek lem ekten bıkm ışlar, dedi DixonC ranly gülüm sedi ve iyi yürekli b ir sesle konuştu: — Yüzbaşının b ir tek sevgilisi vardır: S ir W alter Scott. ö y le değil mi, yüzbaşım? — Şimdi nesini okuyorsunuz, yüzbaşım? diye sordu Dixon. The Bride of Lam raerm oor'u mu? — Koca Scott'a bayılırım , dedi esnek dudaklar, bence pek güzel yazıyor. S ir W alter Scott'a erişecek yazar y o k tu r dünya da.. Zayıf büzük kahverengi b ir eli övgüsüne tem po tu tarak ne zaketle havada salladı ve zayıf çabuk göz k ap ak lan acıklı gözle rinin üstünde açılıp kapandılar. Konuşması daha acınası geliyordu S tephen'm kulağına: al çak v e nemli, yanlışlıklarla bozuk nazik b ir şivesi vardı ve, b u nu dinlerken, anlatılan hikâye doğru mu, k urum uş yapısında do214
iaşan zayıf kan gerçekten soylu m u ve aile içi b ir birleşmeden m i gelme diye düşündü. P ark ın ağaçları yağm urla ağırlaşm ıştı; ve b ir kalkan gibi külrengi yatan göle yağm ur durgunca ve bitmemesiye yağıyor du. B ir kuğu sürüsü orada uçuyordu, aşağıda suyla kıyı onların yeşil - beyaz sıvaşıklıklanyla kirlenm işti. Y ağm urlu külrengi ışı ğın, ıslak sessiz ağaçların, tanık duran kalkansı gölün, kuğula rın zoruyla kucaklaştılar. Sevinçsiz vc tutkusuz kucaklaştılar/ kolu kız kardeşinin omuzundaydı- G ri yünlü b ir pelerin kızın bir om uzundan beline kadar çaprazlam a sarılm ıştı ve açık renk saçlı başı istekli bir utançla eğilmişti. Erkeğin kızılkahverengi saçlarıyla sevecen biçim li güçlü çilli eleri vardı. Yüz? G örünür de yüzü yoktu. Erkek kardeşin yüzü kızın açık renkli yağm urkokulu saçma eğikti. Çilli vc güçlü ve biçimli ve okşayan el Davin'indi. B u düşünceye ve düşünceyi uyandıran kurum uş m ankene öfkeyle su rat astı- Babasının B an try çetesindeki alayları sıçradı belleğinden. B unları biraz ötede tu ttu ve tedirgince kendi dü şüncesini yeniden incelemeye başladı. Niçin C ranly'nin elleri değildi bunlar? D avin'in sadeliği ve m asum luğu daha mı d erin den sokmuştu onu? Dixon'la birlikte avludan geçtiler, C ranly'yi bin tü rlü me rasim le cüceye veda etm eye bırakarakS ütunlu saçağın altında Temple küçük b ir öğrenci kümesi'yle duruyordu. İçlerinden biri haykırdı: — Dixon, gel de dinle. Temple tam form unda. Tem ple koyu çingene gözlerini çocuğa çevirdi. — Sen ikiyüzlünün birisin, O'Keeffe, dedi. D ixon'a gelin ce o da yalnız bir gülümseyici. Vay anasına, bu çok iyi b ir edebî deyim oldu. Sinsi sinsi güldü, Stephen'm yüzüne bakarak, te k ra rlay a rak: — V ay canına, çok hoşuma gitti bu isim- Gülümseyici. B asam aklarda duran şişman b ir öğrenci konuştu: — Sen şu m etrese dön, Temple. Biz asıl onu dinlem ek is tiyoruz. 1 — îm anı vardı, dedi Temple. Ü stelik de evli b ir adamdı. 215
Sonra papazlar da orada yemek yerlerdi. Canına yandığınım, hepsi bir kere elden geçirmiştir, herhalde. — Avcıyı kurtarm ak için buna kiralık arabaya binm ek di yelim, dedi Dbcon. — Söyle bakalım, Temple, dedi O'Keeffe, midende kaç ki lo şarap var? — E ntelektüel ruhunun topunu bu cümlene boşalttın, O'Keeffe, dedi Temple, karşısındakini açıkça aşağılayarak. Ayaklarını süre süre gruptan ayrıldı ve Stcphen'Ia konuş tu. — F orsterlar'ın Belçika kıralları olduğunu biliyor m uydu nuz? diye sordu. Cranly, şapkası ensesine itilmiş, titizce dişlerini karıştıra rak giriş avlusundan çıktı. — îşte akıl kum kum ası da geldi, dedi Temple. Sen biliyor m uydun Forsterlar'ın böyle olduğunu? D urup karşılık bekledi. Cranly kaba saba kürdanının ucuy la dişlerinden bir incir çekirdeği çıkarıp dikkatle inceledi— Forster ailesi, dedi Temple, Fiandı* kıralı Birinci Baldw in’in soyundan gelir. Ona Forester derlerdi. Forester'la F ors te r aynı isimdir. Birinci Bald\vin'in soyundan biri, yüzbaşı F ra n cis Forster, İrlanda'ya yerleşti ve Clanbrassil'in son kabile reisi nin kızıyla evlendi. Sonra bir de Blake F o rsterlar vardı. O da ay rı b ir dal. — Flandr kıralı Baldhead'den, diye tekrarladı C ranly açık ta parlayan dişlerinin köklerine yeniden istekle saldırarak. — B ütün bu tarihi nereden öğrendin? diye sordu O'Keeffe— Senin ailenin bütün tarihini de bilirim , dedi Temple, Stephen'a dönerek. G iraldus Cambrensis senin ailen hakkında ne d :yor, biliyor musun? — Onun soyu da mı Baldwin'den gelme? diye sordu uzun boylu, koyu renk gözlü, veremli b ir öğrenci. — Baldhead, diye tekrarladı Cranly, dişleri arasındaki boş luğu emerek. — PemobiKs ct pervetusta familia, dedi Temple, S te phen'a. 216
A şağılarında basam aklarda duran .işman öğrenci k:saca osurdu. Dixon ona doğru döndü, yum uşak b ir sesle: — Melek m iydi o konuşan? Cranly de döndü ve şiddetle am a öfkelenmeden, — Goggins, dedi, hayatım da gördüğüm en pis herifsin, an lıyor musun? — Ben de bunu söylemek üzereydim, diye cevap verdi Goggins pekçe. Kimseye bir zararı dokunmadı, değil mi? — Umarız, dedi Dixon incelikle, bilim dünyasında paulo post futurum adıyla tanınan çeşitten değildi— Gülümseyicinin biri olduğunu söylememiş miydim? de di Temple, sağına soluna dönerek. Bu adı takmamış mıydım ona? — Taktın. Sağır değiliz, dedi verem li öğrenci. C ranly hâlâ basam akta duran öğrenciye ters ters bakıyor du- Sonra, bir iğrenm e hom urtusuyla, sertçe itiverdi onu m erdivenden aşağı. — Defol git şurdan, dedi kabaca. Defol git, bok çuvalı. Bok. çuvalının birisin sen. Goggins aşağî yola sekti ve hemen eski yerine döndü neşe sini bozmadan. Temple, Stephen'a dönerek sordu: — V eraset kurallarına inanır mısın? — Sarhoş m usun nesin, ne demek istiyorsun? diye sordu Cranly, yüzünde bir şaşkınlıkla ona doğru dönerek. — Y eryüzünde yazılagelmiş en derin cümle, dedi Tem ple coşkuyla, zoolojinin son cümlesidir. Çoğalma ölüm ün başlangı cıdır. Uysalca Stephen'm dirseğine dokunarak istekle devam et ti: — Bunun ne kadar derin olduğunu duyuyor musun çünkü sen şairsin? C ranly uzun işaret parm ağıyla Tem ple'ı gösterdi. — Şuna bakın! dedi aşsğılarcasına ötekilere. İrlanda'nın um uduna bakın! Sözlerine ve hareketine güldüler. Temple yiğitçe ona dön dü: — Cranly, sen her zaman dalga geçersin benimle, biliyo 217
rum . Ama ben senden aşağı değilim. Seni kendim le k arşılaştır dığım zaman ne düşünüyorum , biliyor musun? — Dostum, dedi C ranly kibarca, düşünemezsin, biliyor m u sun, düşünm e yeteneğinden büsbütün yoksunsun sen. — A m a biliyor m usun, diye devam etti Temple, seni ken dim le karşılaştırdığım zaman ne düşünüyorum ? — Söyle bakalım , Temple! diye bağırdı şişman öğrenci b a sam aklardan. T aksit ta k sit çıkar baklayı ağzından! Tem ple sağm a soluna döndü, konuşurken güçsüz el kol h a reketleri yaptı. — Ben taşak herifin biriyim., dedi, um utsuzluk içinde b a şını sallayarak, öyleyim ve öyle olduğum u biliyorum . Ve kabul ediyorum öyle olduğumu. Dixon hafifçe omuzuna vurdu ve yum uşak b ir sesle. — Ama bu sana çek şey kazandırıyor, Temple, dedi. — Ama o, dedi Tem ple, parm ağıyla C ranly'yi göstererek, o da benim gibi taşak herifin biri. Yalnız öyle olduğunu k en d i si bilm iyor. A ram ızda görebildiğim tek fark buKopan kahkahalar sözlerini boğdu. Ama o Stephen'a dön dü v e ansızın isteklilikle, — Bu kelime çok ilginç b ir kelim e. Eski İngilizce'de tek iki li sayı bu. B iliyor m uydun? dedi— ö y le mi? dedi Stephen oralarda değilm iş gibi. C ranly'nin yapm acık bir sabır gülüm sem esiyle aydınlanm ış pekçizgili acı çeken suratım gözlüyordu. K aba isim, suratından; sövülm eye alışmış eski bir taş imgenin üstüne boşaltılm ış pis b ir su gibi geçmişti; ve, onu gözlerken, selâm verm ek için şap kasını k ald ırarak alnında dem irden b ir taç gibi kaskatı duran k a ra saçlarını ortaya çıkardığını gördü. Kız kitaplığın verandasından geçti ve Stephen'm arkasın d a n C ranly'nin selâm ına karşılık verm ek için başını eğdi. O da mı? C ranly'nin yüzü kızarm am ış m ıydı? Yoksa Tem ple'm söz lerinden mi böyle olm uştu? Işık azalm ıştı. Görem iyordu. A rkadaşm ın kayıtsız sessizliğini, kaba sözlerini, S tephen'm coşkulu dağınık itiraflarım param parça ediveren o ansız kaba konuşm alarını açıklıyor m uydu bu? S tep h en çabucak hoşgörm üştü çünkü aynı kabalıkları kendi de yapıyordu. Ve T anrı'ya 218
dua etm ek için M alahide yakınlarında b ir koruda ödünç aldığı gıcırtılı bisikletten indiği b ir akşam ı hatırladı. Kutsal b ir top ra k ta durduğunu ve kutsal b ir saatte olduğunu bilerek k olları nı açmış, ağaçların ciddî katedral kubbesi karşısında kendinden geçerek konuşm uştu. V e sonra iki polis köşeyi dönüp belirince duasını yarıda kesmiş, son pandom im aen bir havayı tiz b ir ıs lıkla çalmıştı. Dişbudak sopasının yenik ucunu sütunun altlığına vurm a y a başladı. C ranly işitmemiş m iydi sözünü? Ama daha bekleye bilirdi. Çevresindeki konuşm alar b ir sü re durdu ve yukarıdaki pencereden yum uşak b ir tıslam a sesi geldi gene. A m a havada başka ses yoktu ve tem bel gözlerle uçuşlarını izlediği kırlangıç la r uykudaydı. A lacakaranlıkta geçip gitm işti kız. Ve bu yüzden hava ses sizdi b ir yum uşak tıslam a sesi dışında. Ve bu yüzden çevresin deki diller dırıltılarını kesm işlerdi. K aranlık çöküyordu. Karanlık çöküyor havadan. H afif bir ışık gibi yalazlanan titrek b ir sevinç b ir p eri ordu su gibi oynaşıyordu çevresinde. Ama niçin? Kızm k a ra ra n h a vanın içinden geçişi mi yoksa k a ra renkli sesli h arfleri ve zen gin, lavtaya benzer açılışıyla şiir mi? Y anlarından ayrıldığı öğrencilerden hayal kurduğunu sak lam ak için sopasıyla taşa hafif h afif v u rarak sütunlu saçağın ucundaki daha derin gölgelere doğru ağır adım larla yürüdü: ve zihnini Dow land'm , B yrd'ün N ash'in çağını geri çağırm aya bı raktı. Gözler, isteğin karanlığından açılan, ışıyan doğuyu loşlaş tıra n gözler. Neydi ki baygın zerafetleri fuhşun yum uşaklığın dan başka? V e neydi ki pırıltıları ağızdan salyalar akan b ir Stua rt'm sarayındaki lağım çukurunu perdeleyen köpüğün p ırıltı larından başka. V e anıların diliyle ta ttı am berli şarapları, tatlı m usiki havalarının ölgün düşüşlerini, m ağ ru r pavan dansının ve anıların gözüyle gördü Covent G arden'daki balkonlarında emici ağızlarıyla kırıştıran iyi yürekli kibar hanım ları ve m eyhane lerde çiçekbozuğu yosm aları ve sevinçle kendilerini verdikleri 219
sevgililerine kollarını te k ra r te k ra r sarm alayan evli genç k a dınları. Geçmişten çağırdığı im gelerden zevk alm adı. Gizli ve tutuşturucuydu b u n lar am a onun imgesi bun larla karışm ıyordu birbirine. Onu düşünm enin yolu bu değildi. Eskiden bile böyledüşünm ezdi onu- Zihni öyleyse kendine inanam ıyor m uydu? Es ki sözler, C ranly'nin parlayan dişlerinden topladığı incir çek ir deklerinin yerinden çıkarılm ış tatlılığıyla ta tlı yalnızca. B ir düşünce ya da görüntü değildi gerçi am a belli belirsiz ce biliyordu onun biçiminin şehirde evine doğru gittiğini, ö n c e belli belirsiz am a sonra daha keskin o larak onun vücudunun ko kusunu aldı. Bilinçli bir tedirginlik duygusu kanını coşturdu. Evet, onun vücuduydu kokladığı, yabanıl ve baygın b ir koku, m usikinin üzerinden isteklice aktığı ılık organlar ve onun etinin üstlerinde arınm ış b ir kokuyla bir çiy bıraktığı gizli yum uşak çam aşırlar. Ensesinin oyuğunda bir b it sürünüyordu, başparm ağıyla işaret parm ağını gevşek yakasından içeri beceriklice sokarak y a kaladı onu. Y uvarladı gövdesini, b ir pirinç tanesi gibi yum uşakr gene de p ü tü r p ü tü r, iki parm ağı arasında b ir süre yere b ıra k m adan önce ve düşündü ölecek mi, yaşayacak mı diye. A klına C ornelius a Lapide'den, bitlerin T an rı tarafın d an öbür hayvan larla birlikte altıncı günde yaratılm adığını, insan terinden doğ duklarını söyleyen tu h af bir cüm le geldi -Ama ensesinde d e ri nin kaşıntısı zihnini sızlattı ve kızarttı. K ötü giydirilm iş, kötü beslenmiş, bitlere yem olm uş gövdesinin hayatım düşününce ansızın b ir um utsuzluk seyirm esiyle yum du gözlerini ve k a ra n lık ta bitlerin p ü tü r p ü tü r parlak gövdelerinin havadan y ağ d ık larını, yağarken de fırıl fırıl döndüklerini gördü- Evet, ve k a ranlık değildi havadan çöken. AydınlıktıAydınlık çöküyor havadan. N ash'in dizesini bile doğru hatırlam am ıştı. U yandırdığı b ü tü n im geler yalancıydı. Zihni h a şa ra t doğuruyordu. Düşüncele ri m iskinlik terinden doğma bitlerdi. S ütunlu saçak boyunca çabucak yürüyerek öğrenciler küm e'sine yaklaştı. Pekâlâ, giderse gitsin, cehennem e k ad ar yolu 220
var? H er sabah beline k ad ar yıkanan ve göğsünde k a ra kılları olan tem iz b ir sporcuya âşık olsun. O îadursunC ranly cebindeki depodan b ir başka kuru incir çıkarm ış a ğ ır ağır ve seslice çiğniyordu. Tem ple b ir sütunun alınlığına o tu ru p arkasına yaslanm ıştı, kasketini uykulu gözlerine doğru indirm işti. B odur bir genç adam göründü verandadan, kolunun altına deri bir çanta sıkıştırm ıştı. Döşeme taşlarını botlarının topuklarıyla ve ağır şemsiyesinin prinç başlarıyla döverek g ru ba doğru yürüdü. Sonra, şemsiyesini selam niyetine kaldırarak, hepsine birden, — iy i akşam lar, baylar, dediGene taşlara vurdu ve başı hafif sinirli b ir k ıp ırtıy la tit rerk en kıkırdadı. Uzun boylu verem li öğrenci, Dixon ile O'Keeffe îrlandaca konuşuyorlardı, ona cevap verm ediler. O zamon, C ranly'ye dönerek, — îy i akşam lar, Özellikle sana, dedi. Bunu belirtm ek için şemsiyesini salladı v e yeniden k ık ır dadı. H âlâ inciri çiğneyen C ranly çenesinin sesli h arek etleriy le cevap verdi: — îyi? Evet. îyi akşam. B odur öğrenci ciddiyetle baktı ona ve şem siyesini nazikçe, azarlarca salladı. — G örüyorum ki, dedi, herkesin bildiği b irtakım şeyler söylem ek üzeresin. — Hmm, diye cevap verdi Cranly, yarı çiğnenmiş incirden kalanı sertçe uzattı bodur öğrenciye yemesini işaret ederek. B odur Öğrenci inciri yem edi ama, kendi özel mizah anlayı şına uyarak, h â lâ kıkırdayarak ve sözlerini şem siyesiyle dürtükleyerek ciddiyetle konuştu: — Niyetin... Sustu, incirin çiğnenmiş özünü gösterdi ve, — Şunu dem ek istiyorum , dedi. — Hmm , dedi C ranly az önceki gibi. — N iyetin bu mu şimdi, dedi bodur Öğrenci, ipso facto, ya d a, tab ir caizse diyelim? Dixon gruptan döndü. — Goggins seni bekliyordu, Glynn, dedi. Seninle Moyni221
han'ı aram ak için A delphi'ye gitti. N e v a r onun içinde? diye sordu, Glynn'in koltuğundaki çantaya vurarak. — Yazılı kâğıtları, diye cevap verdi G lynn. ö ğ rettik lerim den yararlanıp yararlanm adıkların ı anlam ak için h er ay b ir y a zılı yapıyorum . O da çantasına vurdu, nazikçe öksürerek gülümsedi. — ö ğ rettik lerin ! dedi Cranly kabaca. Senin gibi boklu b ir şebekten ders öğrenm eye gelen yalınayak çocukları dem ek is tiyorsun herhalde. T anrı onlara yardım cı olsun! İncirden artakalanı da ısırıp sapını fırlattı— Çocukların bana gelm elerine katlanıyorum , dedi Glynn dostça. — Boklu b ir şebek, diye tekrarladı C ranly kelim elere basa rak, üstelik dine söven boklu b ir şebek! Tem ple ayağa kalktı, C ranly'yi itip geçerek G lynn'e, — Şu şimdi söylediğin söz, dedi, bırakın çocukları bana gel sinler sözü İncilden. — Sen uyam ana devam etsene, Tem ple, dedi O'Keeffe. — Pekâlâ, dedi Tem ple, hâlâ G lynn'le konuşarak, m adem ki îsa çocukların kendine gelm elerine katlandı kilise niçin v af tiz olm adan ölürlerse Cehenneme yolluyor çocukları? Bu ne den? — Sen kendin vaftiz oldun mu, Temple? diye sordu verem li öğrenci. — Ama niçin Cehennem e gönderiliyorlar, İsa hepsi bana gelsin demişken? dedi Temple, gözleri G lynn'in gözlerini araştı rarak . Glynn öksürdü ve nazikçe konuştu, sesindeki sinirli k ık ır dam ayı güçlükle zaptederek ve her söylediği kelim eyle birlikte şemsiyesini sallayarak. — Söylediğin gibi bu iş böyleyse, sözlerim in üstünde d ire nerek ben de soruyorum , bu böylelik nereden geliyor? — Çünkü kilise b ü tü n yaşlanm ış g ü n ah k ârlar gibi k atı y ü reklidir, dedi Temple. — Bu noktada öğretilere bağlı kalıyor m usun, Temple? di ye sordu Dixon tatlı diliyle. — Vaftiz olmamış çocukların Cehenneme gideceğini aziz 222
A ugustine söylüyor, diye cevap verdi Temple, çünkü o da y aş lanmış* k a tı yürekli b ir günahkârdı. — ö n ü n d e saygıyla eğilirim, dedi Dixon, ancak, böyle du ru m la r için b ir lim bonun v ar olduğunu sanıyordum . — K onuşm a şununla, Dixon, dedi C ranly hayvanca. K onuş ma onunla ve suratına da bakm a. Keçiyi nasıl sürersen öyle sür şunu evine üğendireyle. — Limbo! diye haykırdı Temple. Bu da çok esaslı b ir bu luş. Cehennem gibi. — Yalnız b ü tü n tatsızlıklar dışarda bırakılm ış olarak, de di Dixon. Döndü ve ötekilere gülüm seyerek, — U m anm burada bulunan herkesin düşüncelerine sözcü lü k ediyorum , dedi. — Ediyorsun, dedi Glynn pek b ir tonla. Bu noktada b ü tü n İrlanda birleşm iş durum da. Şemsiyesinin prinç başlığını sütunlu saçağın taş döşemesi ne vurdu. — Canına yandığım ın, dedi Temple. Şeytan'm kurşun re n k li karısının bu buluşuna büyük saygım var. Cehennem Boma icadıdır, Rom alıların su rları gibi, sağlam ve çirkin. Ama lim bo kim in malı? — Şunu al da bebek arabasına oturt, Cranly, diye seslen di O'Keeffe. Cranly, Tem ple'a doğru hızlı b ir adını attı, durdu, ayağını y e re v u rarak bir tavuğa bağırır gibi bağırdı: — Kış, kış, kış! Tem ple çevikçe uzaklaştı. — Limbo nedir, biliyor musunuz? diye haykırdı. Böyle b ir düşünceye bizler Roscommon'da n e deriz, biliyor musunuz? — Kışt! Canı çıkasıca! diye hay k ırd ı Cranly ellerini çırpa rak. — Ne kıçım ne de dirseğim deriz! diye haykırdı Tem ple aşağılayıcı b ir tonla. Bence limbo b u d u r işte. — V er bana şu sopayı, dedi Cranly. Dişbudak dalını S tephen'm elinden sertçe kaptığı gibi ba sam aklardan aşağı sıçradı: am a kovalandığını işiten Tem ple ala223
cakaranlığm içinden bir yaban hayvanı gibi çevik ve ayağına tez, kaçtı. C ranly'nin ağır botlarının m eydanda g ü rü ltü ler çıka ra ra k saldırdığı ve sonra, h e r adım da çakılları kızgınca tekm e ley erek ve başarısız, ağır ağır döndüğü işitildiA dım ları öfkeliydi, öfkeli b ir h areketle sopayı geri tu tu ş tu rd u Stephen'm d in e . Stephen bu öfkenin b ir başka nedeni ol duğunu sezdi ama, sabırlı görünm eye çalışarak, arkadaşının koluna hafifçe dokunup yavaş sesle, — Cranly, dedi, seninle konuşm ak istediğimi söyledim. Haydi, gel. C ranly birkaç saniye ona baktıktan sonra sordu: — Şim di mi? —Evet; şimdi, dedi Stephen. B urada konuşamayız. H ay di, gel. M eydanı konuşm adan birlikte geçtlier. Siegfried’deki kuş sesi ıslıkla çalınarak verandanın basam aklarından izledi onlarıC ranly dönünce ıslığı çalan Dixon seslendi: — Nereye gidiyorsunuz yahu? Hani oyun oynuyorduk, Cranly? Du havada karşıdan karşıya bağrışarak Adelphi Oteli'n d e oynanacak b ir bilardo oyununu k ararlaştırd ılar. Stephen tek başına yoluna devam etti ve M aple O teli'nin karşısındaki K ildare Sokağının sessizliğinde beklem ek için durdu, gene sa bırlıydı. Otelin adı, renksiz cilâlı b ir tahta, ve renksiz cephesi kibarca aşağı gören b ir bakış gibi incitti onu. tçinde İrlanda soy lularının kaygan hayatlarının durgunca barındığım düşündüğü otelin hafifçe aydınlatılm ış salonuna kızarak baktı. O rdudaki ta y inleri ve toprak sim sarlarını düşünüyorlardı orada: k ır yolla rında köylüler onlara selam duruyordu; bazı Fransız yem ekleri nin adım biliyor, deridarlığında şivelerini delip geçen tiz taşra lı sesleriyle garsonlara em ir yağdırıyorlardı. Nasıl delebilirdi vicdanlarını y a da nasıl gölgesini görebi lird i kızlarının im gelem leri üstüne, babaları daha onları doğurt m adan, kendilerininkinden daha az soysuz b ir ırk yetiştirebilm eleri için? D erinleşen alacakaranlıkta bağlı olduğu ırkın dü şünceleriyle isteklerini y arasalar gibi karan lık köy yollarında, dere kenarlarında ağaçların altında ve gölbenekli bataklıkların 224
yakınanda uçuşurken duydu içinde. D avin o gece yoldan geçer ken b ir kadın kapısında beklem iş ve ona b ir bardak süt v erir ken neredeyse çekip yatağına sürüklem işti; çünkü D avin'de giz li olabilecek b ir insanın uysal gözleri vardı. Ama hiçbir kadın gözü onu kandırm aya çalışmamıştı. Biri kolunu yakaladı ve C ranly'nin sesi konuştu: — Biz dahi gidelim. Ses çıkarm adan güneye doğru yürüdüler. Sonra Cranly, — Şu sersem budala, Temple! Yemin ediyorum, bak, b ir gün öldüreceğim bu herifi, dedi. Ama sesi artık öfkeli değildi ve Stephen acab şimdi kızın1 verandada kendisine selam verişini düşünüyor m u diye ak lın dan geçirdi. Sola döndüler ve aynı şekilde yürüdüler. B ir süre gittikten sonra Stephen konuştu: — Cranly, bu akşam tatsız bir kavga oldu. — Seninkilerle mi? diye sordu Cranly. — Annemle. I — Din konusunda? — Evet, diye cevap verdi Stephen. B ir sessizlikten sonra C ranly sordu: — A nnen kaç yaşında? — Çok yaşlı değil, dedi Stephen. Paskalya ödevlerim i ye rine getirm em i istiyor. — G etirecek misin? — Getirm eyeceğim, dedi Stephen. — Niçin? dedi Cranly. — Hizm et etmeyeceğim, diye karşılık verdi Stephen. — Bu sözü daha önce de duym uştum , dedi C ranly durgun b ir sesle. — Şim di bir kere daha söyleniyor, dedi Stephen kızgın ca. Cranly, Stephen'm kolunu sıktı. — Sakin ol, arkadaş, sakin ol, dedi. Çabuk kızan adam ın birisin, biliyor musun? K onuşurken sinirli sinirli güldü ve S tephen'm yüzüne duy gulanm ış, dost gözlerle bakarak, 225
— Çok çabuk kızdığını biliyor musun? dedi. — Galiba öyleyim, dedi Stephen, arkadaşının gülüşüne ka tılarak. Son günlerde birbirine yabancılaşan zihinleri şimdi birden bire yaklaşm ış gibiydi, biri ötekine. — K utsal ekm ek törenine inanıyor musun? diye sordu Cranly. — H ayır, dedi Stephen— tnanm ıyor m usun öyleyse? — Ne inanıyorum , ne de inanm ıyorum , diye cevap verdi Stephen. — Çok insanlar şüpheye düşer, d in d ar insanlar bile, ama şüphelerini yener ya da b ir yana koyarlar, dedi Cranly. Bu k o nuda şüphelerin çok mu kuvvetli? — Şüphelerim i yenm ek istemiyorum , diye cevap verdi Stephen. B ir an için şaşkınlaşan Cranly cebinden b ir başka incir çı karıp ağzına atm ak üzereydi ki Stephen konuştu: — Yeme şunu, ne olursun. Ağzın çiğnenmiş incirle doluy ken tartışam ayız bunu. C ranly altında durdukları lam banın ışığında inciri incele di. Sonra iki burun deliğiyle birden kokladı, küçük b ir parça ısırdı, ısırdığı parçayı tü k ü rd ü ve inciri kabaca lağım ızgarası na fırlattı. încire doğru dönerek: — Uzaklaş benden, ey lânetli, sonu gelmez ateşe git! de d iStephen'm koluna girip yürüm eye devam ederken konuş tu: — Y argılanm a gününde bu sözlerin sana söylenmesinden korkm uyor musun? — Ya öbür yandan bana ne veriliyor? diye sordu Stephen. E tüt dekanıyla yanyana b ir m utluluk sonsuzu mu? — O rada onun da yüceleceğ:ni unutm a, dedi Cranly. — Evet, dedi Stephen biraz acı b ir tonla, parlak, çevik, ge çilmez ve, h e r şeyin üstünde, kurnaz olacak o zaman. — İnanm adığım söylediğin dinle zihninin böylesine dolu olması çok tu h af bir şey, biliyor m usun, dedi C ranly tutkusuz226
ca. O kuldayken in an ır miydin? Bahse girerim ki inanırdın. — înanırdım , diye cevap verdi Stephen. — Peki o zaman daha m utlu muydun? diye sordu Cranly yavaşça, şimdi olduğundan daha m utlu m uydun, sözgelişi? — Çoğu zaman m utlu, dedi Stephen, ve çoğu zaman m ut suz. O zaman başka b ir insandım. — Nasıl başka bir insan? N e demek istiyorsun bu sözle? — Şim di olduğum gibi, olmam gerektiği gibi değildim de m ek istiyorum , dedi Stephen. — Şimdi olduğun gibi değildin, olman gerektiği gibi değil din, diye tekrarladı Cranly. Sana b ir şey sorayım. Anneni sevi yor musun? Stephen ağır ağır başını salladı. — Ne demek istediğini anlam ıyorum , dedi sadece. — Hiç kimseyi sevmedin mi? diye sordu Cranly. — K adınları mı demek istiyorsun? — Öyle demek istem iyorum , dedi C ranly daha soğuk b ir tonla. H erhangi bir insana ya da herhangi b ir şeye karşı hiç sevgi duyup duym adığını soruyorum . Stephen arkadaşının yanında yürüm eye devam etti, sık k ın ca yola bakarak. — T a n n 'y ı sevmeye çalıştım , dedi sonunda. Şim di anlıyo rum k i becerememişim. Çok zor bir şey bu. Kendi iradem i Tann 'n ın iradesiyle birleştirm eye çalıştım h e r an. Bunu başardı ğım oldu arada. Belki gene de yapabilirim bunu C ranly bir soruyla sözünü kesti: — Annen m utlu bir hayat yaşadı mı? — Ne bileyim? dedi Stephen. — Kaç çocuğu oldu? — Dokuz yada on, diye cevap verdi Stephen. B azıları öldü. — P eki baban... C ranly b ir an sözünü kesti; sonra ger.e konuştu: Aile durum una burnum u sokm ak istem iyorum . Ama baban hali vakti yerinde denilebilecek gibi miydi? Yani, daha sen büyürken demek istiyorum? — Evet, dedi Stephen. — Neciydi? diye sordu Cranly b ir sessizlikten sonra. 227
Stephen hiç düşünm eden babasının işlerini saym aya baş ladı — B ir tıp öğrencisi, bir kürekçi, b ir tenor, am atör aktör, bağırıp çağıran b ir politikacı, küçük b ir toprak sahibi, küçük b ir yatırım cı, b ir içkici, iyi b ir adam, hikâyeler anlatan biri, bi rinin kâtibi, içki dam ıtm a fabrikasında b ir şey, vergi tahsildarı, b ir müflis ve şim diki durum da kendi geçmişinin övgücüsü. Cranly, S tephen'm kolunu daha çok sıkarak güldü. — En güzeli dam ıtm a fabrikası, dedi. — Bilmek istediğin başka şey v ar mı? diye sordu Stephen. — Şimdi durum unuz iyi mi? — ö y le b ir görünüşüm v ar mı? dedi Stephen açıkça. — Demek, dedi C ranly düşünceli düşünceli, bolluğun k u cağına doğmuştun. Geniş geniş ve yüksek bir sesle söyledi bunu teknik deyim leri söylediği gibi, sanki dinleyicisine bunları inanm adan söyle diğini anlatm ak isterm iş gibi. — Annen epey bir acı çekmiş olmaLı, dedi sonra. Onu acı lardan kurtarm ayı daha fazla istemez miydin... ya da ister miydin? — K urtarabilseydim , dedi Stephen, bu bana çok pahalıya m al olmazdı. — öyleyse k u rta r, dedi Cranly. O nun istediğini yap. Ne kaybedersin ki? Dine inanm ıyorsun -Sadece bir şekil bu: başka b ir şey değil. O zam an onu da huzura kavuşturacaksınSustu ve, Stephen cevap verm ediği için, sessiz durdu. Son ra, kendi düşünce sürecini sese döker gibi konuştu: — Şu kokuşuk bok yığını dünyada hiçbir şeyden emin ola m ıyoruz ana sevgisinden başka. A nan seni dünyaya getiriyor, seni önce kendi içinde taşıyor. Onun ne duyduğunu biz n ere den bilebiliriz? Ama ne duyarsa duysun, duydukları, hiç değilse, gerçek olm alıdır. Gerçek olm alıdır. Bizim fikirlerim iz, ihtirasla rım ız ne ki? Oyun. Fikirler! Ne yani, şu sersem Tem ple keçisi nin bile fikirleri var. M acCann'in de fikirleri var. Yola düzül m üş h er eşek kendini fik ir sahibi sayıyor. Kelim elerin ardındaki söylenm eyen söylevi dinleyen S te phen kayıtsız görünm eye çalışarak cevap verdi: 228
— Doğru hatırlıyorsam , Pascal annesinin kendisini öpmesi n e izin verm iyordu, çünkü kadın cinsinin kendine değmesinden korkuyordu. — Pascal domuzun biriydi, dedi Cranly. — Sanırım Aloysius Gonzaga da aynı fikirdeydi, dedi Stephen. — öyleyse o da başka b ir domuzdu, dedi Cranly. — Kilise aziz olduğunu söylüyor, diye i t ’raz e tti Stephen— Benim um urum da değil kimin ona ne dediği, dedi Cranly kabaca ve düpedüz. Ben domuzun biri diyorum. Stephen, kelim eleri zihninde düzgünce hazırlayarak devam etti: — İsa'nın da herkesin ortasında annesine pek kibarca dav ranm adığı görülüyor, am a cizvit dmbilimcisi ve İspanyol asil zadesi olan Suarez bu konuda onu savundu. — İsa'nın görünm eye çalıştığı gibi olmadığını hiç d üşün dün mü? diye sordu Cranly. — Bunu düşünen ilk insan, diye cevap verdi Stephen, İsa' nın kendisiydi— Yani, dedi Cranly, konuşurken katılaşgrak, bilinçlice iki yüzlü olduğunu, o zam anlar Y ahudiierin beyaza boyalı m ezar dedikleri gibi olduğunu hiç düşündün mü? Ya da, daha basit bir deyişle, bir rezil olduğunu? — Doğrusu bunu hiç düşünm edim, diye cevap verdi S te phen Ama beni doğru yola getirm eye mi, kendini doğru yol dan çıkarm aya mı çalıştığını m erak ettim . A rkadaşının yüzüne dönüp b ak tı ve orada b ir irade zoru nun incelikle önemli kılm aya çalıştığı çiğ b ir gülümseme gördü. C ranly yalın aklı başında b ir tonla birdenbire so rd u : Doğ ru söyle- Söylediklerim seni çarptı mı? — Az çok, dedi Stephen. — Peki niçin çarpıldın? diye diretti Cranly aynı tonla, m a dem dinimizin yanlış olduğuna, İsa'nın T an n 'n ın oğlu olmadı ğına inanıyorsun? — Ondan hiç de emin değilim, dedi Stephen. M eryem'in oğlundan çok T an n 'n ın oğluna benziyor. — Öyleyse bunun için mi din ödevlerini yerine getirm iyor 229
sun? diye sordu Cranly, bundan da emin olmadığın için mi, k u t sal ekmeğin sadece b ir somun ekm ek değil de, T anrı'nm oğlu nun bedeni ve kam olduğuna da inandığın için mi? — Evet, dedi Stephen hafifçe, böyle sanıyorum ve bundan korkuyorum . — A nlıyorum , dedi Cranly. B itiriş tonuna şaşalayan Stephen tartışm ayı hemen yeni den açtı: — Çok şeyden korkuyorum : köpeklerden, atlardan, ateşli silâhlardan, denizden, gök gürültüsünden, m akinalartlan, gece leri k ır yollarından. — P eki b ir ekm ek parçasından niçin korkuyorsun? — K orktuğum u söylediğim bu şeylerin ardında kötü niyet li b ir gerçeklik yattığım düşünüyorum , dedi Stephen— Öyleyse, dedi Cranly, ödevlerini inanm adan yerine ge tireceğin için katolik T ann'sının seni öldürüp lanetlem esinden mi korkuyorsun? — K atoliklerin T an n 'sı bunu şimdi de yapabilirdi, dedi Stephen. A rdında yirm i yüzyıllık otorite ve saygı birikm iş b ir simgeye yalancıktan tapındığım zam an ruhum da m eydana ge lecek kim yasal eylem den daha çok korkuyorum . — B üyük b ir tehlike anında bu günahı işler miydin? diye sordu Cranly. Cezalandırılm a günlerinde yaşasaydın diyelim? — Geçmiş için cevap veremem, diye cevap verdi Stephen. Sanırım işlemezdim. — Öyleyse, dedi Cranly, protestan olmak niyetinde m i sin? — îm anım ı kaybettiğim i söyledim, dedi Stephen; kendi m e saygımı kaybettiğim i değil. M antıklı ve uyarlı b ir saçm alık tan çıkıp m antıksız ve uyarsız bir saçm alığı kucaklam ak özgür lü k olur mu? Pem broke kazasına doğru yürüm üşlerdi, caddelerden yavaş yavaş geçerlerken, ağaçlarla villaların dağınık ışıkları zihinle rini rah atlattı. Ç evrelerine yayılm ış zenginlik ve durgunluk h a vası yoksulluklarını y atıştırır gibiydi. B ir taflan çitinin ardında ki pencereden ışık parlıyor ve bıçaklarını bileyen hizmetçi kızm 230
şark ı söyleyen sesi geliyordu. Kısa, kesik notalarla söylüyordu şarkısını: Rosie O'Grady. C ranly dinlem ek için durdu: — Mulier cantat. Latince kelimenin yum uşak güzelliği büyüleyici b ir doku nuşla dokundu akşam karanlığına, m usikinin ya da b ir kadın elinin dokunuşundan daha hafif ve kandırıcı b ir dokunuşla. Zi hinlerindeki kavga yatışm ıştı. Kilise törenlerindeki haliyle b ir kadm biçimi karanlığın içinden sessizce geçti: beyaza bürünm üş b ir biçim, bir oğlan çocuk gibi ufak ve ince, ve düşük kem erli. B ir oğlan çocuğunki gibi çelimsiz ve tiz olan sesi uzaklarda b ir korodan tu tkulu şarkının ilk söylenişinin bunaltısını ve g ü rü l tüsünü delen ilk kelim eleri ezgilerken işitildi: — Et tu cura Jesu Galiloco eras. V e bütün gönüller duygulanıp onun genç b ir yıldız gibi ışıl d ayan sesine döndü, propariksitonu ezgilerken daha belirli ve ezgi ölürken daha belirsiz ışıldayan sese. Şarkı sesi kesildi. B irlikte yü rü rlerk en C ranly nakaratın sonunu iyice vurgulandırılm ış bir ritim le tekrarlıyordu. Ve biz evlendiğimiz zaman, Çok mutlu olacağız Çünkü tatlı Rosie O'Grady'yi seviyorum Vc Rosie O'Grady seviyor beni. — îşte sana gerçek şiir, dedi. îşte gerçek sevgi. Tuhaf bir gülüm sem eyle Stephen'a yan yan bakarak, — Bunu şiir olarak düşünüyor musun? Ya da kelim elerin anlam ım biliyor musun? dedi. — ö n ce Rosie'yi görmem gerek, dedi Stephen. — Onu bulm ası kolay, dedi Cranly. Şapkası alnına doğru düşm üştü. Geriye itince Stephen ağaçların gölgesinde karanlıkla çevrelenm iş solgun yüzünü ve kocam an koyu ren k gözlerini gördü. Evet. Yüzü yakışıklı, göv desi güçlü ve katıydı. Ana sevgisini anlatm ıştı. Demek o da du yuyordu kadınların acılarını, bedenlerinin, ruhlarının zayıflı ğını: ve onları güçlü, kararlı koluyla koruyacak, zihnini onların önünde eğecekti. 231
Gitmeli öyleyse: gitme zamanı geldi. Stephen'm yapayal nız yüreğinde konuşan hafif b ir ses ona gitmesi gerektiğini ve arkadaşlığının sona erm ek üzere olduğunu söylüyordu. Evet; gi decekti. B ir başkasına karşı çarpışm ayacaktı. Rolünü biliyor du. — Belki giderim , dedi. — Nereye? diye sordu Cranly. — Gidebildiğim yere, dedi Stephen. — Evet, dedi Cranly. Şimdi burada yaşaman senin için güç olabilir. Ama bunun için mi gitm ek istiyorsun? Gitmem gerekiyor, diye cevap verdi Stephen. — Çünkü, diye devam etti Cranly, eğer gitm ek istemezsen kendine b ir sürgün, b ir dinsiz ya da yasadışı b ir adam olarak bakamazsın. înanan birçok insanlar da senin gibi düşünüyor. Şaşar mısın buna? Kilise dediğin o taş yapı, h attâ papazlarla dogmaları değildir yalnızca. Kiliseye doğmuş olan b ü tü n insan lardır. H ayatta ne yapm ak istediğini bilm iyorum . H arcourt So kağı istasyonunda durduğum uz gece bana söylediğin sev mi? — Evet, dedi Stephen, C ranly'nin düşünceleri yerlerle bağ lantılı olarak hatırlam a huyuna gülüm sem ekten kendini ala m ayarak- Doherty ile yarım saat Sallygap'dan L arras'a en kısa yol hangisidir diye çekişip durduğun gece. — Sersem! dedi Cranly durgun b ir aşağılamayla. Sallygap L arras yolu hakkında ne bilir ki o? Ya da ne hakkında ne bilir ki zaten? O koskoca bulaşık tası gibi kafasıyla! Yüksek sesle uzun uzun güldü. — Pekâlâ? dedi Stephen. Gerisini de hatırlıyor musun? — Senin ne dediğini, ha? diye sordu Cranly- Evet, h a tırlı yorum . R uhunun kendisini prangasız b ir özgürlükle dile getire bileceği hayat ya da sanat tarzını bulmak. Stephen saygıyla şapkasını çıkardı. — özgürlük! diye tekrarladı Cranly. Ama sen dine söve cek kadar özgür değilsin henüz. Söyle bakalım, hırsızlık eder miydin? — Daha önce dilenirdim , dedi Stephen. — D ilenm ekten para bulam azsan, hırsızlık eder miydin? — M ülkiyet haklarının geçici olduğunu, belirli d u ru m lar 232
da hırsızlığın yasadışı olmadığını söyletm ek istiyorsun bana, di ye cevap verdi Stephen. H erkes böyle harek et ederdi. Onun için sana bu cevabı vermeyeceğim. Cizvit dinbilimcisi Ju an M anana' de T alavera'ya başvur, kralını öldürm enin hangi durum larda yasaya uyacağım, zehiri bir bardakla sunm anın mı, yoksa elbi sesine ya da eyerine sürm enin mi daha doğru olduğunu söyle yecektir sana. B aşkalarının beni soym alarına izin verip verm e yeceğimi sor sen hana, ya da soyarlarsa, onları adalete verip vermeyeceğim i sor. — V erir miydin? — B unu yapm ak bana en az soyulmak kadar acı verirdi sanıyorum, dedi Stephen. — Anlıyorum , dedi Cranly. K ibritini ç ık a n p iki dişi arasındaki boşluğu temizlemeye koyuldu. Sonra ilgisizce. — ö rn eğ in , b ir bakireyi kirletir miydin? — K usura bakm ayın ama, dedi Stephen kibarca, çoğu genç efendilerin ihtirası değil m idir bu? — öyleyse senin görüşün nedir? diye sordu Cranly. Bu son cümlesi, mangal köm ürünün dum anı gibi ekşi koku lu ve yüreksizleştiriciydi; Stephen’m, üstünde tüten dum anlar düşünceye dalm ış gibi olan beynini kızıştırdı. — Bana bak, Cranly, dedi. Bana ne yapacağımı ve ne yap mayacağımı sordun. N e yapacağımı ve ne yapm ayacağım ı an mayacağımı sordun. Ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı anlatayım sana. îste r evim, ister yurdum , ister kilisem olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim: ve kendim i olabildiği kad ar özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile ge tireceğim b ir hayat ya da sanat tarzı bulm aya çalışacağım, ken dimi savunm ak içir, de kullanm asını bildiğim silâh lan kullanaca ğım, sessizlik, sürgün ve kurnazlık. Cranly kolunu yakaladı ve geriye, Leeson P ark ı na g ö tü r mek ister gibi sürükledi onu. Sinsice güler gibiydi ve Stephen'm kolunu bir ağabey sevgisiyle sıkıyordu. — Kurnazlıkm ış! dedi- Sen ha? Sen zavallı şair, ha! — Ve gene itiraf ettirdin bana, dedi Stephen, arkadaşının dokunuşuyla duygulanarak, daha nice şeyleri itiraf ettirdiğin gi
233
n
*
bi, değil mi? — Evet, çocuğum, dedi C ranly, h â lâ neşeyle. — K orkularım ı itiraf ettirdin. A m a sana korkm adığım şey leri de söyleyeceğim. Yalnız kalm aktan, b ir başkası için te rk edilm ekten ve bırakabileceğim neyim varsa bırakm aktan kork m uyorum . B ir yanlış yapm aktan korkm uyorum , büyük bir yan lış yapm aktan bile, h ay at boyu b ir yanlış, ve belki sonsuz kadar uzun b ir yanlış. Yeniden ciddileşen C ranly yürüyüşünü yavaşlattı ve, — Yalnız, yapayalnız, dedi. B undan korkm uyorsun. B u ke lim enin ne dem ek olduğunu biliyor m usun? Yalnızca başka h e r kesten ayrı olm ak değil, bir arkadaşı bile olmamak. — B unu göze alacağım, dedi Stephen. — B ir arkadaştan da daha fazla olacak, insanoğlunun en soylu ve en sadık arkadaşından bile fazla olacak hiç kim sesi bu lunm am ak, dedi Cranly. K elim eleri kendi yaradılışında derin b ir tele çarpm ış gibiy di. K endini mi anlatm ıştı, olduğu gibi ya da olmak istediği gibi kendini? Stephen birkaç saniye sessizce gözledi arkadaşının y ü zünü. Soğuk bir keder vardı orada. K endini anlatm ıştı, korktuğu kendi yalnızlığım . — Kim i anlatm ak istiyorsun? diye sordu Stephen sonun da. C ranly cevap verm edi.
20
M art. Başkaldırm am konusunda C ranly ile uzun konuş
ma. Görkem li edasını takınm ıştı. Ben esnek ve tatlı dilli. İnsa nın anasına sevgisi açısından saldırdı. Annesini gözümün örrüne getirm eye çalıştım : getirem edim . Düşüncesiz b ir anında, b ir ke re, kendi doğduğunda babasının altm ış beş yaşında olduğunu söylemişti. Onu görebiliyorum . G üçlü çiftçi tipi. Tuz biber re n k li elbise. D ört köşe ayaklar. K ırpılm am ış, kırçıl sakal. At y arış larına gidiyor olmalı. L arras'da D w yer B aba'ya üyelik ücretini sektirm eden ödüyor, am a çok çok değil. Bazan gece basınca kız larla konuşuyor. Ama annesi? Çok m u genç, çok m u yaşlı? B i 234
rincisi pek olmaz. Olsaydı, Cranly öyle konuşmazdı. Demek y;ışlı. H erhalde, hem de ihm al edilmiş. Dolayısıyla C ranly'nin ru h u n d a um utsuzluk: tükenm iş kaşıkların çocuğu. 21 Mart, sabah. Bunu dün gece yatakta düşündüm am a ek lem e yapam ayacak k ad ar tem bel ve özgürdüm . Özgür, evet. T ü kenm iş kasıklar Elizabeth ile Zekeriya'nın. Demek ilk haberci oM adde: çoğunlukla domuz pastırm ası ve k u ru incir yiyor. Çe kirgelerle yaban balını oku. Ayrıca, onu ne zam an düşünsem, g r i bir perde y a da îsa resim li bez üstünde çizgileri belirli h a şin kopuk b ir kafa ya da ölüm maskesi geldi gözümün önüne. B aşım vurm a diyorlar buna kilisede. L atince kapısında aziz Y ahya ile şaşkınım şim dilik. N e görüyorum ? Kilidi kaldırm a y a çalışan başı vurulm uş b ir haberci. 21 Mart, gece. Özgür. R uh özgür ve düşünce özgür. Ö lüler ö lü leri gömsün. E vet. Ve ölüler ölülerle evlensin. 22 Mart. L ynch'le birlikte yapılı b ir hastabakıcının arkası na düştük. F ikir Lyneh'den. Sevmedim. îk i sıska aç tazı b ir ine ğin ardından yürüyor. 23 Mart. O geceden beri görm edim onu. Hasta? Belki ate şin yanında oturuyor om uzunda anasının şalıyla. Ama sinirleri bozuk değildir- B ir çanak güzel lâpa? H adi yemez misin? 24 Mart. Annem le tartışm aya girdim . Konu: K-B-M. Cinsi yetim ve gençliğim yüzünden tartışm aya elverişli durum da de ğilim. M eryem 'le oğlu arasm dakilcrc karşılık olarak tu tu lan îsa ile Baba arasındaki ilişkilerden kaçm ak. D inin b ir doğum e vi olmadığını söyledim. Annem hoş görüyor. T uhaf b ir kafam ol duğunu v e çok okuduğum u söylüyor. Doğru değil- Az okudum , daha az anladım. Sonra rahatsız b ir kafam olduğu için im ana geleceğimi söyledi. Kilisenin günah a rk a kapısından çıkıp piş m anlığın gün ışığı ile birlikte ön kapıdan yeniden içeri girm ek bu. Pişm an olamam. Böyle söyledim ve altı peni istedim- Üç pe n i aldım. Sonra okula gittim . K üçük toparlak kafa dalaveracı gözlü Ghezzi'yle yeni çekişme. Bu sefer B runo Nolan hakkında. İta l yanca başlayıp kuşdili İngilizce ile b itti. B runo'nun korkunç bir dinsiz olduğunu söyledi. Bense korkunç yakıldığını söyledim. B unu biraz üzülerek kabul etti. Sonra risotto alla bcrgamasca 235
dediği şeyin reçetesini verdi- Yum uşak o 'la n söylediğinde dolu etli dudaklarını harfi öpermiş gibi uzatıyor. Ö ptü m ü acaba? Ve pişman olabilir mi? Evet, olabilir: ve iki yuvarlak dalaveracı gözyaşı akıtır, iki gözünden birer tane. Stephen'm , yani benim, bahçesinden geçerken, benim de ğil onun y u rttaşlarının geçen gece C ranly'nin dinimiz dediği şeyi icad ettiğini hatırladım - O nlardan dördü, doksan yedinci pi yade alayının askerleri çarm ıhın dibine o tu rd u lar ve çarm ıha gerilenin pelerini için zar attılar. K itaplığa gittim . Üç eleştiri okum aya çalıştım. Boşuna. O h âlâ gelm iyor. Telâşlı mıyım? Ne için? B ir daha gelmeyeceği için. Blake şöyle yazdıydı: Acaba WilHam Bond ölecek mi Çünkü gerçekten pek hasta. Heyhat, zavallı William! R otunda'da b ir kere diyoram aya gitm iştim . Sonunda b ü yük zatların filim leri gösterildi. A ralarında W illiam Evvart G ladstone, o sıra yeni ölmüş. O rkestra, Ah Wi!lic, seni çok özledik'i çaldı. B ir kaba saba köylüler ırkı! 25 Mart, sabah. Sıkıntılı düşler dolu b ir gece. İçimi boşalt m ak istiyorum. Uzun kıvrım lı bir galeri. Y erden karanlık buğu sütunları yükseliyor. T aşlara oturtulm uş efsanevî kralların im geleriyle kalabalık. Elleri dizlerinde yorgunluk belirtircesine k av u ştu ru l m uş vc gözleri koyulaşmış, çünkü insanların yanılgıları koyu renk buğular halinde bitip tükenm eden tü te r önlerinde. G arip biçim ler ilerliyor bir m ağaradan gibi. İn san lar ka d ar boylu değiller. B iri öbüründen ayrıym ış gibi durm uyor. Yü 2 -le ri fosforlu, daha koyu çizgilerle. Bana bakıyorlar ve gözleri benden bir şey soruyor sanki. K onuşm uyorlar. 30 M art. B u akşam C ranly kitaplığın verandasında D ;xon'la kızın kardeşine bilm eceler soruyordu. B ir anne çocuğunu N il'e düşürm üş. H âlâ anne konusu. Tim sahın biri çocuğu kapıyor. A n n e çocuğunu geri istiyor. Timsah diyor ki benim çocuğu n e y a 236
pacağımı, yeyip yemeyeceğimi bilirsen geri veririmBu zihniyet, derdi Lepidus, senin kendi çam urundan kond» güneşinle ürem iştir. Y a benimki? O d a öyle değil mi? A t gitsin Öyleyse Nil ça m uruna! 1 Nisan. B u son sözü beğenmedim. 2 Nisan. Onu çay içer ve çörek yerken gördüm Johnston'da, M ooney ve O 'B rien'ınki. D aha doğrusu, vaşak gözlü Lynch g ö rd ü biz geçerken. Cranly'yi onun kardeşinin çağırdığını söy lüyor. Tim sahını da getirdi m i yam nda? T oplantının ışığı o mu şimdi? Neyse, yakaladım onu. itira z ederim ki yakaladım . B ir k ü e Wicklo\v kepeğinin ardm da sessizce ışırken3 Nisan. FindJater K ilisesinin karşısındaki tütüncüde Dav in 'e rasladım . K ara b ir kazak giym işti ve b ir k rik et sopası v ar dı elinde. G ittiğim in doğru olup olm adığını sordu ve niçin. Tara 'y a en kısa yolun H olyhead'den geçtiğini söyledim. Tam o sı r a babam girdi. Tanıştırm a- Babam nazik ve gözlemci. D avin'e soğuk b ir şey içer misin diye sordu. Davin içemedi, toplantıya gidiyordu. D ışarı çıktığım ızda babam gözünden d ü rü stlü k aktı ğını söyledi- K ü rek kulüplerinden birine niçin girm ediğim i sor du. Düşünecekm iş gibi yaptım . Sonra Pennyfeather'ın gönlünü nasıl kırdığım anlattı- H ukuk okum am ı istiyor. Benim için bi çilm iş kaftanm ış, öyle diyor. Ç am ur artınca tim sahlar da a rtı yor. 5 Nisan. Y aban ilkbahar. Seğirten bulutlar. Ey hayat! Üze rin e elm a ağaçlarının narin çiçeklerini attığı karanlık girdapU bataksuyu akıntısı- Y apraklar arasında genç kız gözleri. K ızlar m asum v e sıçrayarak. Hep sarışın ya da kum ral: hiç esm er yok. D aha b ir hoş kızarıyor yüzleri. Hop - la! 6 Nisan. E lbette ki hatırlıyor işte geçmişi. B ütün kadınlar h a tırla r diyor Lynch. Sonra çocukluğunu da h atırlıy o r — be nim kini de, ben de çocuk olduysam hayatta. Geçmiş şimdinin içinde e rir ve şim di yaşar geleceği doğurduğu için yalnızca. K a dın heykelleri, Lynch haklıysa, hep baştan aşağı giyinik olmalı, b ir elleri üzüntüyle ark a tarafların ı yoklayarak. 6 Nisan, dalıa sonra- Michael R obartes unutulm uş güzelliği h atırlıy o r ve kollarıyla onu sardığı zaman kollarında sıktığı y er 237
yüzünden çoktan silinm iş b ir güzellik. Böyle olmaz. Hiç olmaz. Ben kollarım da yeryüzüne henüz gelm em iş güzellik sıkm ak is tiyorum . 10 Nisan. H afifçe, ağır gecenin altında, hiçbir okşam anın kıpm latam adığı yorgun sevgili gibi düşlerinden düşsüz b ir u y kuya dönen kentin sessizliği içinden, yol üstünde nal sesleri. O k a d a r hafif değ;l şimdi köprüye yaklaşırlarken; ve b ir an, k a rarm ış pencereleri geçerken, sessizlik varılıyor korkuyla b ir ok la gibi. Şim di uzaktan işitiliyorlar, ağ ır gecenin ortasında süs taşları gibi ışıyan nallar, b ir koşu uyuyan tarlaların ötesinden h angi yolculuk sonuna — hangi yüreğe? — hangi h ab erleri ta şıyarak? 11 Nisan. Dün gece yazdığım ı okudum . Belirsiz b ir duygu nun belirsiz sözleri. O sever miydi bunları? S anırım severdi- ö y leyse ben de sevmeliyim. 13 Nisan. Şu ağazlık hanidir zihnim i kurcalıyor. Sözlükte baktım ve îngilizco olduğunu gördüm , üstelik adam akıllı da es ki köhne İngilizce. L anet olsun e tü t dekanına da, hunisine de! N e dem eye geldi b u ray a bize kendi d ’lini öğretm eye mi, yoksa bizden öğrenm eye mi! H angisini yaptıysa lân et olsun herife! 14 Nisan. Jo h n A lphonsus M ulrennan geri geldi İrlan d a'n ın batısından. A vrupa ve Asya gazeteleri lü tfen kopya et. D ağda b ir kulübede yaşlı b ir adam a rasladığını anlattı. Yaşlı adam ın kırm ızı gözleriyle piposu varm ış. Yaşlı adam îrlan d aca konuşu yorm uş. M ulrennan îrlandaca konuşm uş. Sonra yaşlı adam la M ulrennan İngilizce konuşm uşlar. M ulrennan evrenle yıldızla rı anlatm ış ona. Yaşlı adam oturm uş, dinlem iş, pipo içmiş, tü k ü r m üş. Sonra demiş: — Eh, yeryüzünün öteki ucunda korkunç garip y a ratık lar olmalı. K orkuyorum ondan. Kırm ızı çevreîi boynuzum su gözlerin den korkuyorum - Boğuşm am gereken kişi o b u gece sabaha k a dar, o ya da ben ölüp düşene kadar, sinirli gırtlağından yakala yıp... N eye kadar. O bana boyun eğene k a d a r mı? Yok. K ötülük değil niyetim . 15 Nisan. B ugün G rafton Sokağında onunla b u ru n b u ru n a geliverdim- K alabalık bizi bir araya sürükledi. İkim iz de d u r 238
duk: Bana niçin hiç gelmediğimi sordu, hakkım da b ir sürii hi k ây e duyduğunu söyledi. B unlar zaman kazanm ak içindi. Ş iir yazıyor muyum ? diye sordu- Kim in hakkında? diye sordum ona. B unun üstüne büsbütün şaşırınca acıdım ben de ve kızdım ken dime. Hemen o süpabı kapayıp m anevî - kahram an soğutucu aracı açtım ki b ü tü n ülkelerde patenti D ante A ligh’eri'y e aittirK endim i ve tasarılarım ı anlattım b ir çabuk. B ütün bunların ara sında yazık ki devrim ci nitelikte b ir ansız h arek et yanıverdim . H avaya bir avuç bezelye serpen birine benzedim gal'ba. H alk bize bakm aya başladı- B ir dakika geçm eden elimi sıktı ve g it tiğim zam an söylediklerim i yapacağımı um duğunu söyledi. D ostluk diye ben buna derim işte, siz demez misiniz? Evet, bugün hoşum a gitti. Az mı çok mu? Bilm iyorum . O n dan hoşlandım ve b u yeni b ir duygu gibi görünüyor bana. O za m an, bu durum da, geri kalan h er şey, düşündüğüm ü düşündü-1 ğüm ve duyduğum u duyduğum h er şey, bundan önceki h e r şey, aslında... Of, boş v e r be ahbap! Uyu gitsin! lfi Nisan. Uzağa! Uzağa! K ollarla seslerin büyüsü: yolların ak kolları, v erd ik leri sı cak kucaklaşm alar sözü ve aya karsı dikilen boylu gem ilerin k a ra k o llan , uzak ülkeleri anlatan öyküleri. Şunu dem ek için uza nıyorlar: Biz yalnızız — gel. Vc sesler de konuşuyor onlarla b ir likte: biz senin kandaşlarınız. Ve hava kalabalıklarıyla yoğun beni, kandaşlarını çağırırlarken, gitm eye h azırlan ırlark en , coş k u n ve korkunç gençliklerinin kanatlarını çırparak. 26 Nisan. Eskiciden alınm a yeni elbiselerim i annem düze ne koyuyor. Dua ettiğini söylüyor evim den v c arkadaşlarım dan uzakta yüreğin ne olduğunu ve ne duyduğunu kendi hayatım da öğrenebileyim diye. Amin. Dilerim öyle olsun. Hoşgeldin, ey h a yat! M ilyonuncu k ered ir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiy le karşılaşm ak ve ruhum un nalbantm da ırkım ın yaratılm am ış vicdanını dövm ek için27 Nisan. Koca ata, koca düzenci, şim di ve h e r zam an y a r dım cı ol bana. SON Dublin, Triyeste
1904 1914.