TÜRKÇE ÖĞRENİYORUZ 4 Türklseh aktlv
Mehmet Hengirmen
engin
Yazışma Adresi : Mehmet Hengirmen Süleyman Bey Sok. No: 17/11 Maltepe / ANKARA
Her hakkı saklıdır. Kopye edilemez. Ali rights Reserved can not be copied.
Engin Yayınevi Basım Tarihi Basımevi Karikatürler
: Süleyman Bey Sok. 17/11 06570, Maltepe - Ankara : Ocak 1993 : Nurol Matbaacılık A.Ş. 433 32 24 - 25 ANKARA : İbrahim Apatay
İÇİNDEKİLER 1 İA İB
Dünyanın Yedi Harikası Diyana (Artemis) Mabedi ve Mozoles'in Anıtı Meryem Ana Kilisesi
5 7 10
2 2A 2B
Büyük İskender Büyük İskender ve Diyojen Söyle Sevda İçinde Türkümüzü
12 16 17
3 3A 3B
İstanbul'da Topkapı Müzesinde Sultan Murat'la Bekri Mustafa
19 21 23
4 4A 4B
Dolmabahçe Sarayında İstanbul'u Dinliyorum Mevlana
26 30 32
5 5A 5B
Boğaziçi Vapuru Mimar Sinan Eğri Minareli Cami
35 37 39
6 6A 6B
Anıtkabirde Atatürk'ün Özellikleri Atatürk İçin Ne Diyorlar?
42 44 46
7 7A 7B
Çalışan Kadınlar Kreşte Müjde Dişisi de Geliyor
50 53 55
8 8A 8B
Bayramlar Ramazan İlim
56 58 61
9 9A 9B
Eskici İslamda Bilim ve Teknolojinin Değeri Onlar
63 67 69
10 10A 10B
Eş Seçimi Dirilmeyi Bekleyenler Güzel ve Dinç Kalmak İçin Neler Yapmalıyız?
71 73 76
11 11A IİB
Fal Merakı Kadınlar Niçin Erkeklerden Farklı Düşünürler? Fahriye Abla
79 81 84
12 12A I2B
Türkçe Reçete Dünyanın Yedili Gizemi Paraşüt Talimi Sırasında
86 90 94
13 13A 13B
Geciken Teşhis Ağrısız, Sızışız Ameliyat Kesip Biçmeden, Kan Akıtmadan Tedavi Eden Işın : Lazer
96 98 100
14 14A I4B
Bir Çocuk Yetişiyor Ahmed Yesevî Doğuracağına İnanıyorsun da...
102 104 108
15 ISA IMl
Yunus'un Şiir Dünyası Galaksinin Merkezinde Ne Olabilir? Tesadü İler Zinciri
110 113 115
Ift IftA İM»
TUrkçcnin Gücü Yolcu İle Yılan (,'ıkıp Yücesine Seyran Eyledim
117 119 121
17 I7A 1711
Mendil Allında TUrkçcnin Dünya Dilleri Arasındaki Yeri Srssl/Gemi
123 125 129
IH IHA İKİ»
Sebze Yiyiciler Ttirk Dilinin Bugünkü Durumu ve Yayılma Alanları Bana mı İnanacaksın Eşeğe mi?
131 133 144
19 I9A 19B
Yayla Başka Gezegenlerde Hayat Memleket İsterim
146 147 152
20 20A 20B
Duha Koca-Oğlu Deli Dumrul Boyu Ruh Sağlığı İçin Dokuz Yol Doksan Dokuz Olsun
154 160 161
£ f c > > - , ; •-.- '".
DÜNYANIN YEDİ HARİKASI Bay Wolfgang Berlin Üniversitesinde sanat tarihi dersleri veriyordu. En bü yük merakı eski eserleri yakından görüp incelemek, bunların fotoğraf ve slaytla rım çekmekti. Öğrencileri onun derslerini hiç kaçırmaz, eski eserlere ait hikaye ve efsanelerini büyük ilgi ile dinlerdi. Bay VVolfgang'ın eski eserlere karşı olan bu merakı zamanla eşi ve çocuk larına da geçmişti. Özellikle Martina ve Barbara babalarının her gittiği yere bir likte gitmek istiyor, onun yanında olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorlardı. Bu yüzden Bay VVolfgang arabasının arkasına küçük bir karavan almış, eşi ve çocuklarıyla Avrupa'yı baştan başa gezip dolaşmıştı. Martina, bir gün babasına dünyanın yedi harikasını görüp görmediğini sor du. Bay VVolfgang büyük bir üzüntüyle "Hayır" cevabım verdi. Sonra hemen "İsterseniz bu yıl yaz tatilinde dünyanın yedi harikasını görebiliriz" dedi. Marti na büyük bir sevinçle babasının boynuna sarıldı. "Dünyanın yedi harikasını gör medim. Ama sekizinci harikasını yakından tanıyorum" dedi. Bay Wolfgang "Nedir o?" diye merakla sordu. Martina gülerek "Sensin" diye cevap verdi. Bütün aile sevinçle gezi programını yapmaya başladı. Bay VVolfgang eşi ve çocuklarına, ilk önce Türkiye'ye gideceklerini, dünyanın yedi harikasından "Diyana (Arteiilis) Mabedi ile Mo/oles'in Mezarının" Türkiye'de bulunduğunu söy ledi. Diyana Mabedi l/ııılr yakınlarında Efes'te, Mo/.oles'in Mezarı da Bod-
ruııı'da bulunuyordu. Bu sebeple Bay Wollgang ve ailesi İzmir'e doğru yola koyulma ya karar verdiler. Yolculuk üç gün sürdü. Bay Wolfgang ve ailesi İzmir'e doksan beş km. mesafede Kuşadası'nda güzel bir mokampa yerleşti ler. Yolculuk Bay Wolfgang'ı çok yormuş, üç gün süreyle devamlı direksiyon salla maktan boynu ve omuzları tutulmuştu. He men soyundu, mayosunu giydi. Kendini denizin ılık ve temiz sularına bıraktı. On beş dakika kadar yüzdü. Hayret! Denizden Çıktığında bütün yorgunluğu geçmiş, tama men dinçleşmişti. Sanki biraz önceki yor gun ve bitkin adam o değildi. Bu sırada ba yan Cristian ve çocukları da mayolarını giymiş kendilerini denize atıvermişlerdi. Bay Wolfgang bir duş aldı. Güneşlen mek üzere şezlonglardan birine uzam verdi. Birkaç saniye içinde gözleri kapandı ve de rin bir uykuya daldı. Martina denizde biraz yüzdükten sonra vvindsörfünü aldı. Ne ya zık ki rüzgar, vvindsörf için elverişli değil di. Martina bütün çabalarına rağmen windsorl yapamadı. Hevesini ertesi güne Mukluyaıak annesinin yamna geldi. Bayan l'ıKtı.ın denizden çıkmış, hem güneşleni yor. hem de kitap okuyordu. Martina anne nini ıııhtılsız etmek istemedi. Karavan küt'Uk olduğu için babalan onlara güzel bir bunyalov kiralamıştı. Barbara'yla bungalo vun Önündeki koltuklara oturarak biraz MthİH't eltiler. Bungalov'un çevresi renga renk çiçeklerle donatılmıştı. Çiçeklerin mis gibi güzel kokuları ve denizin taze havası onları büyülemişti. İkisi de çok mutluydu ve ııuıllııluklarını anlatacak kelime bulamı yorlardı. Babaları uyanıncaya kadar dünya nın yedi harikası üzerine sohbet ettiler.
• •
DİYANA (ARTEMİS) MABEDİ VE MOZOLESİN ANITI
V
Bay Wolfgang bir iki saat sonra uyandı. Uyanır uyanmaz hemen kitabına sarıldı. İzmir ve çevresinde bulunan tarihi ve antik eserleri yeniden dikkatle okuyarak bir gezi planı hazırlamaya koyuldu. Bayan Cristian roman okumayı bırakmış örgü örüyordu. Martina ile Barbara da mokamp çevresini dolaşarak karavana dönmüşler, yiyecek bir şeyler hazırlamaya başlamışlardı. Herkesin karnı açtı. Ama nedense kimsenin yemeği düşündüğü yoktu. Martina ile Barba ra anne ve babalarım yemeğe çağırdıkları zaman bu tatlı sürpriz, ikisinin de çok hoşuna gitti. Ne kadar acıktıklarım o zaman anladılar. Yemekten sonra NVoll'gang, Bayan Cristian ile satranç oynamaya başladı. Martina ile Barbara da karavanın arkasında oturarak onları seyrediyorlardı. Bay Wolfgang ve Bayan Cristian hem satranç oynuyor, hem de ailece ertesi gün ya pacakları ge/i profilini u/erlnde konuşuyorlardı.
Bayan Crislian Bay Wolfgang Bayan Cristian Bay Wolfgang Marüna Bay VVolfgang Barbara Bay Wolfgang
Martina Bay VVolfgang Bayan Cristian Bay VVolfgang
Martina
Yarın nereye gideceğiz? Gezi programını henüz tanı yapamadım. Neden? Bu çevrede görmemiz gereken o kadar çok yer var ki... Henüz kesin bir plan yapamadım. İlk önce dünyanın yedi harikasına ait eserleri görelim. Bunlardan biri İzmir yakınlarındaydı değil mi? Evet Diyana Mabedi. Buraya Artemis Mabedi de deni lir. İsa'nın doğumundan 550 yıl önce Efes'te yapılmış. Bu Mabedin özelliği ne? Mitolojiye göre Diyana doğum yapan kadınları koru yan bir tanrıça idi. Efes'te onun adına büyük bir tapınak yapıldı. Bu tapınak 118 metre yükseklikte, 71 metre ge nişlikteydi. 117 sütun üzerinde yükseliyordu. Devrin en muhteşem yapısıydı. Çok güzel yarın ilk önce onu görelim. Bu mümkün değil. Neden? Çünkü bu mabedi, yapılışından 220 yıl sonra bir deli yaktı. Halk kısa zamanda aralarında para toplayıp ma bedi yeniden yaptırdı. Bu sefer de savaş sırasında Gotlar tarafından tahrip edildi. Biz yarın Efes'e gittiğimiz de Diyana Mabedinin sadece yerini görebileceğiz. Çok yazık, çok üzüldüm. Avrupa'dan taa buralara kadar gel, sonra da sadece mabedin yerini gör. Peki öbür anıt nerede?
Bay Wolfgang Barbara Bay Wolfgang
Bodrum'da Mo/.olcs'in anıtı. Peki bu anıl sağlam duruyor mu? Hayır, bu anılın da şimdi yerinde yeller esiyor. Dep rem, savaş ve yağmalar, bu eseri de yok etmiş. Desenize bu eserin de sadece yerini görebileceğiz. Evet öyle. Biraz daha konuşursanız anneniz beni sat rançta mat edecek. Sizle konuşurken bir türlü konsant re olamıyorum. Sen uyurken oynasan yine beni yenersin. Öyle söyleme, daha şimdiden iki fil ile bir at gitti.
Martina Bay Wolfgang Bayan Cristian Bay Wolfgang
- -''<.-•.
w
* ?t Martina
:
Bay Wolfgang
:
J
%
Madem bu eserlerden artık bir iz yok, neden buralara kadar geldik? Yarın geziye çıktığımızda neden buralara kadar geldi ğimizi çok daha iyi anlayacaksın. Belki Diyana Mabe di, Mozoles'in Mezarı artık yok; ama yıpranmadan gü nümüze kadar gelmiş yüzlerce, binlerce tarihi ve antik eserler var. Anadolu bir uygarlıklar ülkesidir. Binlerce yıl burada çeşitli milletler yaşamış, pek çok eserler bı rakmıştır'
MERYEM ANA KİLİSESİ Barbara Bay Woll'gang Hayan Cıistian Buy VVolfgang Bayan Crislian Buy VVollgang Bayan Cıislian Bay VVolfgang Hayan Cıislian Barbara Bay VVolfgang Marlina Bay VVolfgang Marlina Bay VVolfgang Barbara
10
Baba, Meryem Ana da Türkiye'de yaşamış öyle mi? Evet, Meryem Ana da burada yaşamış ve burada öl müştür. Yarın isterseniz Meryem Ana Kilisesini de zi yaret ederiz. Meryem Ana burada mı yaşadı? Evet öyle, bunu bilmiyor muydun? Nereden bilebiliriz ki..! Papa II. John Paul 1983 yılında Türkiye'ye geldi ve Meryem Ana Kilisesini ziyaret etti. Bundan da mı ha beriniz yok? Evet haklısın. Bir ara bütün gazeteler yazmıştı. Televizyonda da gösterilmişti. Papa II. Paul'ü hatırlıyorum. Ama Meryem Ana'nın ki lisesinin Türkiye'de olduğunu unutmuşum. Baba, yarın Meryem Ana Kilisesine gidelim. Buraya çok uzak mı? Hayır, Kuşadası'na çok yakın. Yarım saatlik yol. Önce Efes'e gidelim. İkisine de gideceğiz. Anneniz hangisini isterse, önce ona gideriz. Sonra da diğer yerleri gezeriz. Başka nereleri gezeceğiz? Bilmem, henüz kesin program yapmadım. Neden?
Bay Wolfgang Barbara Bay Wolfgang Barbara Bay Wolfgang Barbara Bay Wolfgang
Bayan Cristian Bay Wolfgang Martina Bay Wolfgang Bayan Cristian Martina
Söyledim ya, gezecek yer pek çok da ondan. Önce ya kınımızda bulunan yerleri gezeceğiz. Ege'de Bergama, Priene Kenti, Didim, Milet, Troya gibi yerler var. Troya mı dediniz? Evet "Troya" dedim. Homeros'un İlyada adlı destanın da geçen ünlü Troya Şehri de burada, Çanakkale yakın larındadır. inanılacak gibi değil. Neden? Ben Jlyada'yı okudum. Ama Troya'mn Türkiye'de oldu ğunu bilmiyordum. Ben size sadece Ege Bölgesinde bulunan bazı antik kentlerin bulunduğu yerleri saydım. Şu kitabı biraz da siz alıp okuyun. Akdeniz'deki, Anadolu'daki antik kent ve eserlerin yerlerini bir inceleyin. Siz de bir program yapın. Türkiye Almanya'nın üç katı büyüklüğünde. Sonra söyleyin bana. Bir ayda bunların hepsini nasıl gezeriz? Bunların hepsini gezmek zorunda mıyız? Sizleri bilmem, ama ben Gordion'u, Nemrut Dağındaki tanrı heykellerini, Nevşehir'i, Perge ve Aspendos gibi yerleri mutlaka görmek istiyorum. Bu yıl gezebildiğimiz yerleri gezelim. Olmazsa önü müzdeki yıl yine Türkiye'ye geliriz. Bence bu iyi bir fikir. Neden olmasın. Bence de iyi bir fikir. Yaşasın! Demek bütün Türkiye'yi gezip tanıyacağız.
iı
Metin İncelemeleri 1. Dünyanın Yedi Harikası 1. Bay Wolfgang'ın mesleği nedir? 2. Bay Wolfgang nelere ilgi duymaktadır? 3. Martina ve Barbara kimdir? 4. Bay VVolfgang, eşi ve çocukları ile nereleri gezmiştir? 5. Martina nereleri görmek istiyor? 6. Dünyanın sekizinci harikası nedir? 7. Dünyanın yedi harikasından kaçı Türkiye'dedir? X. Almanya'dan Türkiye'ye yolculuk kaç gün sürüyor? 9. Bay Wolfgang, eşi ve çocukları Türkiye'de nerede kalıyor? 10. Bay Wolfgang, eşi ve çocukları mokampa yerleşince neler yapıyorlar? 1A Diyana (Artemis) Mabedi ve Mozoles'in Anıtı 1. Bay NVolfgang uyandıktan sonra ne yapıyor? 2. Yemekleri kim hazırlıyor? 3. Yemekten sonra Bay Wolfgang ve ailesi neler yapıyor? 4. Bay Wolfgang neden gezi programı yapmıyor? 5. Artemis Mabedi nerededir? 6. Mitolojiye göre Diyana ne tanrıçasıdır? 7. Diyana Mabedi ne gibi zararlar görmüştür? K. Mozoles'in amtı nerededir? 9. Mozoles'in amtı ne gibi zararlar görmüştür? 10 Martina neden hayal kırıklığına uğruyor? IH Meryem Ana Kilisesi I. Meryem Ana nerede yaşamıştır? 2 l'apa II. John Paul, Meryem Ana Kilisesini ne zaman ziyaret etti? V Meryem Ana Kilisesi nerededir? \ 4. Kge'de hangi antik kentler vardır? 5. Troya nerededir? 6. Homeros'un İlyada adlı destanında geçen tahta atı hatırlıyor musunuz? 7. Türkiye'de en önemli turistik yerler nerelerdir? 8. Türkiye'ye bir açık hava müzesi diyebilir miyiz? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Eski eserleri görme ve tanımanın insanlara ne gibi yararları vardır? 2. Eski uygarlıklara ait eserler bir ulusa mı, yoksa tüm insanlığa mı aittir? I.'
BÜYÜK İ S K E N D E R
Sadece 33 yıl yaşayıp dünya tari hinde unutulmaz bir biçimde yer alan çok az lider vardır. Bunlardan birisi de Büyük İskender'dir. Makedonyalı bu ünlü kralın başından geçenler, tari hî kaynaklarda çeşitli biçimlerde yer alıyor. Oysa, onun bir de bilinmeyen yönleri var. İskender'in yaşadığı bir çok olay, normal-üstünün dünyasına rahatça giriyor. Üstelik, İskender'in Anadolu üzerinde çok önemli bir etki si var. Kendisi imparatorluğunu Ana dolu kavimlerinin birliği üzerine kur muştu, öte yandan özel bir görevi olduğuna inanıyordu. Doğduğu Gün Artemis Tapınağı Yandı İskender'in doğduğu gün. Tem muz ayının 6'sıydı. Aynı gün, Efes'teki ünlü Artemis Tapınağı (Diyana) yandı. Bu tapınak, dünyanın yedi harikasından biriydi. İlginçtir, bu olay üzerine, bilge Manisalı Hegasias şöy le diyordu: "Diyana'nın (Artemis), is kender'in doğumu nedeniyle, o gün lo ğusa annesinin yanında isi vardı. Bu yüzden tapınağı koruyamadı. " Aynı anda. Efes'le bulunan İlim kahinler, yangını büyük bu U-lakcl olaıak niteli
yorlar, dövünerek o gün Asya için bü yük bir felaketin doğduğunu söylüyor lardı. Ter Döken Heykel Gerçekten de İskender, kral olur olmaz, Asya'ya tüm gücü ile saldırdı. Asya seferine çıkmadan önce, ünlü kehanet tapınağı Delfi'ye gitti ve ora da garip bir olay oldu. Servi ağacın dan yapılmış bir heykelin ter döktüğü görüldü. Olay üzerine kahin Aristandr, bu olayı olumlu olarak niteledi ve İskender'in ününün ve şerefinin an latımında sanatın yetersiz kalacağı şeklinde yorumladı. Anadolu'ya Geliyor İskender Anadolu'ya Çanakka le'de Truva'da ayak bastı. Kurbanlar kestirdi ve kentin yeniden kurulması için emirler verdi. Böylece, Anadolu seferi başlıyordu. Gronikos Çayı (Biga'daki Çan Çayı) savaşından sonra İskender, Sard'a indi. Oradan Efes'e geçti. Bu arada, bugünkü İzmir'in ku rulmasına da neden oldu. Eski kent, bugünkü Bayraklı'daydı. İskender, kenti, Kadifekale ve çevresinde kur durun. Daha sonra. Milct, Priene. I)il'
dim, Bodrum, Dalca, Fethiye ve I'erge'yi aldı. Rüzgârın Yönünü Değiştirdi Antalya kıyısında, ilginç bir olay oldu. Geçilen sahiller, güney rüzgân nedeniyle, geçit veremiyorlardı. İs kender, ordusunun buradan geçemeye ceğini anlayınca, deniz kenarına gide rek kılıcını kaldırdı. O anda rüzgâr, birden yön değiştirdi, kuzeyden esme ye başladı. Bu olaydan sonra, herkes iskender'in tanrısal bir gücü olduğunu ve denizin bile ona itaat ettiğine inan dı. Rastlantı mıydı, bilinemiyor ama , İskender bu olayı çok iyi kullanacaktı. Çözülemeyen Düğüm iskender, buradan Gordion'a (Yassıhöyük, Polatlı ve Eskişehir ara sında) geldi. Buraya özellikle gelmek istiyordu. Çünkü, 400 yıllık bir efsa nenin ürünü olan, ünlü "Gordion Dü ğümü" buradaydı. M.Ö. 738 yılında buraya gelen iskender, hemen düğü mün bulunduğu iki tekerlekli arabanın yunma gitti. Bu düğüm, kenün kuruCURU Gordion tarafından yapılmış, .11 .ıkınm boyunduruğu, bir kayış ya da afaç kabuğu ile bağlanmıştı. Düğü mün ne başı, ne de sonu belli değildi. Kimse, bu düğümü çözemiyordu. Da ha da önemlisi, bu düğümü çözenin, Kim Asya'ya hakim olacağına inanılıyoıdu. Kehanet Gerçekleşiyor Bir diğer inanca göre bu düğüm, Asya'nın ve Anadolu'nun düğümü idi. Bunu çözen, Anadolu'nun ruhsal lideri olacaktı. Çünkü Baştanrı Zeus böyle olmasını işlemişti. Çevrede toplanan II
lar, bıyık alündan gülerek, kralın bu düğümü çözemeyeceğinden emin gö rünüyorlardı. Oysa iskender, akıl al maz bir iş yapü. Kılıcım çekti ve bir vuruşta düğümü parçaladı. Kehanet gerçekleşmişti ve Anadolu'nun yolu açılmıştı. 10 Bilgeyi Sınadı iskender'le ilgili mitlerin içerisin de bir tanesi gerçekten çok ilginçtir. Olay Hindistan'da geçer, iskender, halkı etkiledikleri için, 10 Hintli bil geyi tutuklatır, iskender, onlara birer soru soracağım ve en kötü cevaptan başlayarak, öldürteceğini söyler. Ha kem olarak da içlerinden en yaşlısını seçer. Birinciye, "yaşayanlar mı, yok sa ölüler mi daha çoktur?", der. "Ya şayanlar çoktur, çünkü ölüler artık in san değildirler", cevabım alır. ikinci soru, en hilekar hayvanın hangisi ol duğudur, "insanoğlunun henüz rastla madığı bir hayvan", cevabım alır. Sonraki soru,gecenin mi, yoksa gündüzün mü daha önce yaratıldığı dır. Cevap, gündüzdür, çünkü arada bir gündüzlük zaman vardır. İskender cevabı anlayamadığım söyler. Bilge, "Bilinmeyen sorulara bilinmeyen ce vaplar verilir", der. Daha sonra, "Bir insan için kendini sevdirmenin yolu nedir?" sorusu sorulur. Bunun cevabı ise, "En kudretli insanın önünde bile korkmamaktır". "Bir insan nasıl Tanrı olabilir?" sorusuna ise, "Bir insan için yapılması imkansız olan şeyi yaparak" cevabım alır. Sonraki soru, yaşamın mı, yoksa ölümün mü daha güçlü ol duğudur. Cevap ilginçtir, bilge yaşa mın daha güçlü olduğunu söyler, çün kü yaşam, sonsuz acılara katla-
nabilmcktir. Son soru ise. bir insanın ne kadar yaşaması gerekliğidir. Bu nun cevabı ise, "Ölümün yaşama üs tün görülmediği zaman boyunca"dır.
esir olarak gelirildim ve hep zincirlen miş olarak zindanda yaşadım. Bugün birden Serapis'i gördüm." (Serapis: Mısır'da Ölüler Tanrısı, cehennemin kralı. İnançlara göre, bu görüntü ölüm vaktinin geldiğinin işaretidir). Adam anlatmaya devam eder: "Serapis zin cirlerimi yok etti ve beni buraya getir di, bunları giydirdi ve ağzımı kilitle di. " Kendi Ölümünü Gördü
Bozulan Karar İskender, hakeme kararını sorar. Yaşlı adam, hepsinin en kötü cevapla rını verdiğini söyler. O zaman bu ka rarından dolayı önce senin ölmen ge rekir" der. Bilge, "Hayır" der, Sö zünüzden dönmeyiniz, çünkü siz önce, en kötü cevabı vereni öldüreceğinizi söylediniz." Bir çıkış yolu bulamayan kral, armağanlar vererek, hepsini salı verir. Bu değişik olay, İskender'in gi zem merakını açıkça ortaya koyuyor. Ama en garip olay, İskender'in ölü münden önce olan olaydır. Fırat kıyı sında, soyunup yıkanan İskender, bir den koltuğunun üzerinde, kendi tacım takmış ve giysilerini giymiş birinin, hiç konuşmadan oturduğunu görür. Kim olduğunu uzun uzun sormasına rağmen, cevap alamaz.
Olay, İskender'i çok etkilemiştir. O kadar ki, artık sonunun geldiğine inanır. Adamı öldürtür, ama kadere karşı gelemeyeceğinin bilincindedir. İçine kapamr, kadın ve içki ile dolu bir sefahat hayatına atılır. Gerçekten de bundan sonra fazla yaşamayacak tır. 33 yaşında, 12 gün içinde ölecek tir. Bazı yaklaşımlara göre İskender, mükemmel bir durugörü medyumu dur. Birçok olayı önceden görmüş ve kararlarını ona göre vermiştir. Sonun da ise, kendi ölümünü önceden gör müştür.
İnsanlığı etkileyen birçok liderin gerek doğum anlarında, gerekse ya şamları sırasında, birçok olağanüstü olay gerçekleşmektedir. İskender de bunlardan birisi, ama bir farkı var: İnançlara göre, o, Gordion'da, Anado lu'nun kaderini bağlayan düğümü çöz dü. Böylece, bu özel kara parçası, ger çek işlevine kavuştu. Çünkü, Gordion'un yeri ilginçti, burası aynı zamanda, Tevrat'ta adı geçen Esav'ın dağının yeriydi. Yani, bir peygamber bedduası sonucunda kilitlenen bir ül Çok sonra, adam kendine gelir ve kenin kaderi, bir kralın kılıcı sayesin zorlukla konuşarak "Hm" der, "Bir de yeniden açılıyordu. ilahtın esiriyim Yıllın onu: lUıbil'e
15
ISKENDER VE DIYOJEN Büyük İskender Aüna'da bulunduğu sırada Diyojen'i görmek ister. Kalaba lık maiyeliyle Diyojen'in yanına gider. Onu meşhur fıçısının içinde bulur. DiyoJen'in bu perişan haline acıyan büyük hükümdar sorar: t
Dile benden ne dilersen? Diyojen. tok bir sesle cevap verir:
• Gölge etme, başka ihsan istemem! Bütün maiyet erkanı bu cevaba şaşakalır. Filozofun sözündeki derin anlamı kavrayan İskender, yanındakilere döner: - İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim, der.
İSKENDER VE BABASI Büyük İskender henüz çocuk denecek yaşta iken babası Filip'in savaş ka zandığını haber almış. Sevineceği yerde üzülmüş: "Bütün savaşları babanı kazanacak olursa, bana ne kalacak?" demiş.
SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ Söyle sevda içinde türkümüzü, Aç bembeyaz bir yelken. Neden herkes güzel olmaz, Yaşamak bu kadar güzelken ? insan dallarla, bulutlarla bir, Hep o maviliklerden geçmiştir, insan nasıl ölebilir, Yaşamak bu kadar güzelken? Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
17
Metin İncelemeleri 2 Büyük İskender 1. Büyük İskender kaç yıl yaşamıştır ve Anadolu üzerinde niçin önemli bir etkisi vardır? 2. İskender doğduğu gün neler olmuştur? 3. İskender Asya seferine çıkmadan önce ne yapıyor? 4. İskender Anadolu'ya nerede ayak bastı ve neler yaptı? 5. Antalya kıyısında yaşanan ilginç olay nedir? İskender bu olayı nasıl kul lanır? 6. İskender Gordion'a niçin geliyor? 7. İskender düğümü nasıl çözüyor? 8. İskender 10 bilgeyi sizce niçin sınar? 9. İskender, ölümünden önce nasıl garip bir olayla karşılaşır? 10. Serapis kimdir? İnançlara göre Serapis'i görmek neyin işaretidir? 11. İskender bu olaydan kaç gün sonra ölür ve ölümünden önce neler ya par? 12. Sizce İskender bir medyum mudur? 13. Gordion'un yeri neden ilginçtir? 14. Büyük liderlerin doğum ve ölümleri sırasında gerçekten önemli olaylar olmakta mıdır? 2A İskender ve Diyojen 1. Diyojen nerede ve nasıl yaşamaktadır? 2. İskender, Diyojen'i neden görmek ister? 3. Diyojen'in "Gölge etme, başka ihsan istemem" sözü niçin tüm dünyada ünlü bir söz durumuna gelmiştir? 4. İskender, niçin Diyojen'in yerinde olmak ister? Tartışma ve Yazma Konusu 1. iskender'in savaşlarının dünya üzerindeki etkileri neler olmuştur? 2. Savaşın kötü ve iyi yönleri nelerdir?
IH
İSTANBUL'DA Esen Hanım kayak yapmayı öğrendikten sonra her yıl kışın Uludağ'a gitme yi âdel haline getirmişti. Okulların şubat tatilinde Uludağ'da güzel bir motelden yerini ayırttı. On beş gün Uludağ'da kalıp bol bol kayak yapmak istiyordu. Fakat ufak bir kaza sonucu ayağı burkuldu. Doktor kayak yapmasına izin ver medi. Esen Hanım da Uludağ'a gitmekten vazgeçerek İstanbul'a gitmeye karar verdi. Fakat kışın İstanbul'da tatilini nasıl geçireceğini bilemiyordu. İstanbul özellikle yazın güzeldi. Kendi kendine "Ben de müzeleri, camileri, sarayları ve diğer tarihî yerleri gezerim" diye düşündü. Erksin Hanımlar ve Emin Beylerle konuşarak tatile birlikte gidip gideme yeceklerini sordu. Hiç kimse kışın tatil yapmak istemiyor, herkes tatil için yazın denize gitmeyi tercih ediyordu. Sadece Mehmet Bey hafta sonu fırsat bulursa İs tanbul'a gidebileceğini söyledi ve Esen Hanımdan kalacağı otelin adresini istedi. Esen Hanını çaresiz tek başına yola çıktı. Güzel bir otobüs yolculuğundan sonra İstanbul'a geldi. Beşiktaş'ta bir otele yerleşti. Dolmabahçe Sarayı, bulun duğu otele çok yakındı. İlk önce Dolmabahçe Sarayını gezmek istedi. Sarayın giriş kapısına geldiğinde tatsız bir sürprizle karşılaştı. Girişteki levhada "DolI'»
mabahçe Sarayı pazartesi, perşembe hariç ziyarete açıktır" yazıyordu. Gün lerden pazartesiydi. Esen Hanım bir an ne yapacağını düşündü. Kendi kendine "Mehmet Bey hafta sonu gelince, Dolmabahçe Sarayını birlikte ziyaret ederiz"dedi. Vakit geçirmeden Galata Kule sine gitmeye karar verdi. Kuleye bir asansör yapılmıştı. Bu sebeple yukarı rahat çıktı. İstanbul'un üzeri sisle kaplıy dı. Buna rağmen manzara güzeldi. Uzaktan gözüken camiler, Boğaz'da yüzen gemiler birer biblo gibi duruyor lardı. Sis, İstanbul'un güzelliğine büyülü ve esrarengiz bir hava vermişti. Esen Hanım, Leonardo da Vinci'nin ünlü Mona Lisa adlı tablosunu hatırladı. Bu tablonun fonundaki manzara da sisler içinde gözüküyordu. Kulede, saatlerce bu büyüleci güzelliği seyretti, resimler çekti. Her şeyi kuşbakışı olarak tepeden seyretmek hoşuna gitmişti. Kuleun ya kınlarından bir uçak geçti. Kollarına kanat takarak Galata Kulesinden uçan ilk Türkü düşündü. Vakit öğle olmuş, yemek vakti gelmişti. Kulede bir resto ran vardı. Oraya indi. Bir pencerenin ke narına oturarak yemeğini yedi. Her şey çok iyi, çok güzel, çok hoştu. Ama yal nızdı. Yalnız gezmenin de pek tadı ol muyordu. Yemekten sonra Sultan Ahmet Mey danına gitti. Yazın burası kıvıl kıvıl insan kaynar, iğne atsan yere düşmezdi. Şimdi ise sadece birkaç turist grubu vardı. Sul tan Ahmet Camisi ve Ayasofya Müzesi birbirine çok yakındı. Topkapı Müzesi de birazcık ilerde bulunuyordu. Esen Hanım önce Sultan Ahmet Camisini ve Ayasof ya Müzesini gezdi. Sonra uzun zamandan beri görmek istediği Topkapı Mü/esine doğru yürüdü. 20
T1"
TOPKAPI MÜZESİNDE Esen Hanım Topkapı Müzesinin kış günü tenha olacağım samyordu. Müze nin dış bahçesinde kimseler yoktu; fakat içerisi turistlerle doluydu. Herkes büyük bir hayranlıkla müzede bulunan som altından yapılmış, üzeri elmas, yakut, zümrüt gibi değerli taşlarla süslenmiş padişahlara ait tahtları, paha biçil mez değerde olan mücevherleri hayranlıkla seyrediyordu. Dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Osmanlı Devletinin muhteşem serveti bu müzede bulunuyordu. Aslında Topkapı Müzesi eskiden Osmanlı Padişahları nın oturduğu saraydı. Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar (1853) bütün Os manlı Padişahları Topkapı Sarayında oturmuşlardı. Daha sonra padişahların ve yakınlarının giydikleri bülün elbiseler, kullandıkları ev ve süs eşyaları, okuduk ları kitaplar, sarayda bulunan bütün resimler, padişahlara ait portreler bu saray da sergilenerek müze haline getirildi. Esen İlanını İni ıııııtıU",rm mü/eyi bir günde ge/.emeyecegini anladı. İslan-
21
bul'a o kadar gitmiş gelmiş, nedense buraya gelmeyi hep ihmal etmişti. Oysa şimdi bu müzenin, İstanbul'un doğa güzelliklerinden daha önemli olduğunu anlı yordu. Gerçi böyle bir kıyaslama çok saçmaydı. Ama Esen Hanım gözlerinin önünde beş yüz yıllık bir tarihin durduğunu görüyordu. Bu elbiseleri padişahlar giymiş, bu tahtlara padişahlar oturmuş, bu paha biçilmez değerdeki mücevherle ri sultanlar takınmıştı. Derin hayaller içerisinde saatlerce müzeyi gezdi. Sanki tatlı bir rüyada gibiydi. Müzenin bahçesine çıktığında yüzüne soğuk bir rüzgâr çarptı. Ağaçlara baktı. Dallarda tek yaprak kalmamıştı. "Her milletin bir kışı, yazı olur" diye dü şündü. Müzenin kapanmasına yarım saat kalmıştı. Harem dairesine gitmekten vazgeçti. En çok görmek istediği Hırka-i Saadet Dairesine gitti. Hırka-i Saadet Dairesinde Mukaddes Emanetler bulunuyor ve islam büyük lerine ait eşyalar sergileniyordu. Herkes burada, bir cami veya kiliseyi ziyaret eder gibi sessizce hareket ediyordu. Esen Hanım, kılıçların bulunduğu bir vitri nin önünde durdu. Vitrinin içerisinde Hazreti Muhammet, Hazreti Davud, Hazreti Ebubekir, Hazreti Osman, Hazreti Ali gibi islam büyüklerine ait kılıçlar vardı. Hazreti Muhammet'in eşyaları için Hırka-i Saadet Dairesinde özel bir oda ayrılmıştı. Burada da Hazreti Muhammet'in mektupları, ok ve yayı, bazı özel eş yaları bulunuyordu. Esen Hanım "İnsanlar savaşmasa olmaz mı!" diye düşündü. Olmuyordu, nedense insanlar bir türlü savaşmaktan vazgeçmiyorlardı. Bu sırada bekçinin "Müze kapandı, lütfen herkes dışarı!" diyen sesi duyul du. Esen Hanım saatine baktı. Saat beş buçuk olmuştu. Vaktin nasıl bu kadar çabuk geçtiğini anlamadı. Derin düşünceler içerisinde istemeyerek müzeden ay rıldı.
22
HflVPRfU ... HtRıFltp. 2 KRP6H R«K( IÇ-T» •-• BİRı PflPİiOH OJ-DU , ÖTCKı V e z İ R . . , .
SULTAN MURAT'LA BEKRİ MUSTAFA Sultan Murat bir gün veziri ile beraber tebdil gezerken Beşiktaş İskelesin den Üsküdar'a geçmek istemiş. O sırada bir sandala binerek kıyılarda dolaşmak ta olan Bekri Mustafa'yı sandalcı sanarak çağırıp sormuşlar: -Bizi karşıya geçirir misin? Bekri Mustafa'nın eşref saatine rast gelmiş olacak ki: -Atlayın sandala, demiş. Padişahla Vezir kayığa binmişler. Sahilden biraz açıldıktan sonra Bekri Mustafa kürekleri bırakmış, sandalın altından bir binlik çıkarıp, içindeki rakıdan bir teneke maşrapayı silme doldurarak bir nefeste midesine indirdikten sonra, maşrapayı tekrar doldurup Sultan Murat'la vezirine uzatmış: Haydi çekin b a k a l ı m •M
Vezir: -Rakı içmek âdetimiz değildir! demişse de Bekri: -Yoo... demiş, hurada ancak benim hükmüm geçer; içeceksiniz! Padişahla veziri çarnaçar rakıyı içmek mecburiyetinde kalmışlar. Biraz daha yol aldıktan sonra Sultan Murat'la veziri, Bekri Mustafa'nın aynı şekilde ikinci bir teklifine maruz kalmışlar ve yine kabul etmekten başka çare bulama mışlar. Üsküdar sahiline az bir mesafe kaldığı zaman, Bekri Mustafa üçüncü defa olarak maşrapayı dayayınca vezir, artık seslerinin sahilden işitilebileceğini düşünerek. Bekri Mustafa'ya - Eeey... Artık kâfi! Sen ne halt işlediğini biliyor musun? - Ne halt işledim? Hiç haberim yok. - Kimlere rakı içirmek isteğininin farkında mısın? - Kimlere olacak? Benim gibi Allah'ın kullarına. - Bre bedbaht, karşındaki velinimeti bîminnetimiz, padişahımız Sultan Murat hazretleridir. Ben de onun veziriyim! Sen padişahımızın içkiyi yasakladı ğım bilmiyor musun? Senin cezan idamdır. Bu sözleri işiten Bekri Mustafa uzun bir kahkaha salıvererek: -Olur şey değil be! Herillere iki kadeh rakı içirdim, biri padişah oldu, öteki de vezir! Üçüncüyü de çekseydiler, biri Ailahlığını, öteki de Peygamberliğini iddia edecekti, demiş. ATASÖZLERİ Ağaca balta vurmuşlar "sapı bedenimden " demiş. Ağacı kurt, insanı dert yer. Ağaç, meyvesi olunca başını aşağı sakır. Araba devrilince yol gösteren çok olur. Arayan Mevlasını da bulur, belasını da. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Et tırnaktan ayrılmaz. Evdeki hesap çarşıya uymaz. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.
.M
Metin İncelemeleri 3 istanbul'da 1. Esen Hanım tatilini niçin İstanbul'da geçiriyor? 2. Esen Hanım İstanbul'da tatile niçin yalnız gidiyor? 3. Esen Hanım İstanbul'daki tatilde neler yapmayı düşünüyor? 4. Dolmabahçe Sarayı hangi günler kapalıdır? 5. Esen Hanım niçin Galata Kulesine gidiyor? 6. Esen Hanım Galata Kulesinde neler düşünüyor? 7. İstanbul'daki sis Esen Hanıma neyi hatırlatıyor? 8. Yemekten sonra Esen Hanım nerelere gidiyor? 3A Topkapı Müzesinde 1. Topkapı Müzesinde eskiden kimler otururdu? 2. Osmanlı padişahları hangi tarihten sonra Dolmabahçe Sarayında oturma ya başladılar? 3. Topkapı Müzesinde neler vardır? 4. Hırka-i Saadet Dairesinde neler bulunuyor? 5. Hazreti Muhammet'in eşyaları nerede bulunmaktadır? 6. Topkapı Müzesi neden önemlidir? 3B Sultan Murat'la Bekri Mustafa 1. Sultan Murat ve Bekri Mustafa kimdir? 2. Bekri Mustafa kimlere içki ikram ediyor? 3. Padişah ve Veziri neden rakı içmek zorunda kalıyorlar? 4. Bekri Mustafa, üçüncü kez rakı ikram edince padişah ve veziri neden iç miyor? 5. Vezir, Bekri Mustafa'ya neler söylüyor? 6. Bekri Mustafa Vezirin sözlerine niçin gülüyor? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Hazreti Muhammet'in ve Halifelerin eşyaları neden Topkapı Müzesinde bulunmaktadır? 2. Sultan IV. Murat'ın içkiyi yasaklaması olumlu bir sonuca ulaşmış mıdır?
25
DOLMABAHÇE SARAYINDA İstanbul'da ilk dört gün çok çabuk geçti. Esen Hanım perşembe akşamı otele çok yorgun dönmüş, erkenden yatmak istiyordu. Telefon çaldı, resepsiyon daki memur, Esen Hanıma bir ziyaretçisi olduğunu ve lobide kendisini bekledi ğini söyledi. Esen Hanım şaşırdı. Bu saatte kim ziyaretine gelebilirdi.! Aceleyle giyinerek, merak içinde otelin lobisine indi. Lobide Mehmet Beyin kendisini beklediğini görünce çok sevindi. Sessiz bir köşeye oturarak hemen sohbete ko yuldular. Esen Hanım İstanbul'da gezip gördüğü yerleri ballandıra ballandıra Mehmet Beye anlattı. Mehmet Bey: -Sen her yeri gezmişsin, beraber gezebileceğimiz pek bir yer kalmamış, dedi.
26
Esen Hanım: -Kalmaz olur mu? İstanbul, değil dört günde, dört ayda bile gezmekle bit mez. Daha Dolmabahçe Sarayım dahi gezemedim, dedi. Mehmet Bey: -Öyleyse yarın Dolmabahçe Sarayından gezmeye başlayalım, dedi. Bir saat kadar süren sohbetten sonra, ertesi gün saat dokuzda buluşmak üzere ayrıldılar. Dolmabahçe Sarayı, İstanbul Boğazının en güzel yerine yapılmıştı. Sarayın denize bakan yönünde 600 m. uzunluğunda mermer bir rıhtım vardı. Esen Hanım ve Mehmet Bey önce sarayın bahçesini gezdiler. Esen Hanım Dolma bahçe Sarayım tamtan bir kitap almıştı. Bu kitaptan edindiği bilgileri sürekli olarak Mehmet Beye anlatıyor, Mehmet Bey de ona çeşitli sorular soruyordu: -Dolmabahçe Sarayı mı güzel, Topkapı Müzesi mi? -Bilmem, Dolmabahçe Sarayım henüz gezmedik. Topkapı Müzesinde paha biçilmez değerde pek çok eser ve mücevher var. Dolmabahçe Sarayı Topkapı Müzesinden biraz daha büyük. Dolmabahçe Sarayının uzunluğu 284 metre, 18 salon, 200 odası var.
27
-Biz bunların hepsini gezecek miyiz? -Başka işimiz mi var? -Doğru, haklısın. Birden 18 salon, 200 oda bana çok gibi geldi de. Esen Hanım ve Mehmet Bey sarayın bahçesini gezdikten sonra sefirlerin kabul edildiği salona girdiler. Sarayın duvarları altın yaldızlarla süslenmişti. Kristal avize ve şamdanlar ışığı çeşitli renklere ayırarak mücevher gibi yansıtı yordu. Yerler Hereke'de özel olarak dokutulmuş büyük ve muhteşem halılarla kaplıydı. Esen Hanını Mehmet Beye sordu: -Biliyor musun, bu saray yapılırken duvarları süslemek için ne kadar altın kullanılmış? Mehmet Bey dudak büktü: -Nereden bilebilirim, bu konuda hiçbir şey okumadım, dedi. Esen Hanım, on dört buçuk ton altının saray duvarlarım süslemek için yal dız olarak kullanıldığını anlattı. Mehmet Bey şaşırdı: -Bu Sarayın çok değerli olduğunu duymuştum, ama bu kadar değerli oldu ğunu bilmiyordum, dedi. Birçok salon ve odalardan geçerek sarayın ünlü hamamına geldiler. Bu hamam Hindistan'dan gelen şeffaf mermerlerden yapılmıştı. Sarayın paha biçil mez yerlerinden biri idi. Esen Hamm şeffaf mermerlere dokundu. Bugüne kadar hiç böyle bir mermere rastlamamıştı. Mermerler dantela gibi güzel nakışlarla iş lenmiş, bir sanat şaheseri haline gelmişti. Vakit öğle olmuş, Sarayın ancak bir kısmım gezebilmişlerdi.Mehmet Bey, İstanbul'da sadece hafta sonu kalacağından başka yerleri de görmek istiyordu. Adımlarım çabuklaştırarak sarayın diğer kısımlarım gezdiler.Atatürk'ün vefat ettiği odaya geldiler. Oda son derece sade döşenmişti. Atatürk'ün yatağının ya nındaki saat 9.05'i gösteriyordu. 10 Kasım 1938'de Atatürk Dolmabahçe Sarayı nın bu odasında saat dokuzu beş geçe hayata gözlerini yummuştu. Daha sonra Atatürk'ün tabutu sarayın bayramlaşma salonuna indirilmiş ve halk akın akın dokuz gece tabutun önünden geçerek, Atatürk'ü son bir defa se lamlamak istemişlerdi. Cenaze töreninden sonra Atatürk'ün tabutu Dolmabah çe Sarayından alınarak Ankara'ya getirilmişti. Esen Hamm ve Mehmet Bey sarayın bayramlaşma salonunda bir süre ses sizce kaldılar. İkisi de duygulanmış, hem eski günleri düşünüyor, hem de salonu inceliyordu. Esen Hanım Mehmet Beye: -Bu salonun özelliklerini biliyor musun? diye sordu. Mehmet Bey: 28
-Bilmeme gerek yok, hepsini görüyorum, Avrupa'da pek çok saray gör düm, hiç böylesine rastlamadım, dedi. Esen Hamm: -Ben de görüyorum, ama okuduğum kitaptan bazı bilgileri aktarmak istiyo rum, dedi. Şu gördüğün avizenin ağırlığı 4.5 ton. Tavanın yüksekliği de 36 metre. Bu salon 1500 kişiyi alabilecek bir kapasiteye sahip. Salonun kubbesi 56 sütun üze rinde duruyor. Mehmet Bey, Esen Hanıma: -Bakıyorum, sen hepsini ezberlemişsin, dedi. Esen Hanım: -Sana daha ilginç bir şey söyleyeyim, dedi. Bu sarayın sigortası var mı? -Elbette vardır. -Hayır, yok. -Neden? Bu kadar değerli bir sarayın sigortası nasıl olmaz! -Dünyada bütün saraylara değer biçilmiş, ama Dolmabahçe Sarayına değer biçilemediği için, hiçbir şirket bu sarayı sigorta yapmamış. Bayramlaşma Salonunun denize bakan kapısından dışarı çıktılar. Mehmet Bey sarayın yapıldığı mermerlere yeniden baktı. Saray, Marmara adasımn ma vimsi mermerlerinden yapılmıştı. Sanki denizin mavisi mermerlere aksediyor du. Mehmet Bey: -Gerçek sanat eserinin ne olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum, dedi. Esen Hamm: -Nedir, diye sordu. Mehmet Bey: -Gerçek sanat eseri, insanda heyecan uyandıran, inşam yenileyen, inşam bambaşka dünyalara hayallere sürükleyebilen eserlerdir, dedi. İkisi de yarı gerçek, yarı hayal alemindeymiş gibi saraydan ayrıldılar.
2«>
•,#*ÜP
İSTANBUL'U
DİNLİYORUM
istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar ağaçlarda; Uzaklarda çok uzaklarda Sucuların hiç durmayan çıngırakları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor derken Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık; Ağlar çekiliyor (buyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı, Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa, Güvercin dolu avlular, Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
m
^
istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı. Dinmiş lodosların uğultusu içinde. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan. Küfürler, şarkılar, türküler, lâf almalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı. istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde. Alnın sıcak mı değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; istanbul'u dinliyorum. Orhan Veli KANIK
31
B
5 f
^H
*ü
^
•
^
MEVLANA Mehmet ÖNDER Mevlâna bir gün: (Yetmiş iki millet sırrını bizden işitir.) demişti de, devrin mutaassıplarını çileden çıkarmıştı. Kadı Sıraceddin'e dert yanmışlardı: - Mevlâna herkesle dost olduğunu söylüyor, yetmiş iki millet dostumdur, diyor. Bu nasıl olur, bu söz küfür değil de nedir? Kadı Sıraceddin, bu sözün tahkiki için bir adamım Mevlâna'ya gönderiyor. Adam, Mevlâna'ya: • Sen yetmiş iki milletle dost olduğunu söylüyormuşsun, doğru mu? • Evet, böyle söyledim. Ağza alınamayacak sözlerle hareket ediyor adam; Mevlâna sabır ve sükûnet içinde dinliyor, sonra: - Sözleriniz bitti mi, diyor. Adam: - Evet. - Ben senin söylediklerinle beraberim, seninle de dostum. Şaşırıyor gelen adam... Sonra içinde bir burkulma, pişmanlık duyuyor. Büyük insanın dizlerine kapanarak, özür diliyor. Mevlâna kinsiz, kavgasız, barışık bir dünyayı düşünüyordu yedi yüz yıl önce... Bir gün, devrin ileri gelenlerinden Alâmeddin Kayser'e sormuşlardı: - Neden Mevlâna'yı bu kadar çok seviyorsun? 32
Cevabı şu olmuştu: - Her peygamberi ümmeti, her veliyi müridleri sever. Fakat görüyorum ki, Mevlâna'yı herkes seviyor. Ben nasıl olur da sevmem? Gerçekten Mevlâna, din ve mezhep farkı gözetmeden herkesle görüşüyor, onları dinliyor, sonra bir söze başladı mı, karşısındakini inandırıcı, sağlam delil lerle kendi tarafına çeki veriyordu. Bu yüzden kendisiyle görüşen birçok Hıristi yan, onu dinledikten sonra müslüman olmuş, hidayete ermişti. Bir gün görüştüğü bir papaza sormuştu: - Sen mi büyüksün? yoksa sakalın mı? Papaz çekinmeden cevap vermişti: - Ben sakalımdan yirmi yaş büyüğüm... - Senden yirmi yaş küçük olan sakalın ağarmış... Yazık değilmi ki, sen hâlâ karanlıklar içindesin... Bu sözün taşıdığı ince, zarif mânayı anlayan papaz, hemen o gün müslü man olmuştu. Konya yakınlarındaki Eflâtun Manastırına gidiyor, orada papazlar, Mevlâ na'yı derin bir hûşû içinde dinliyor, sözlerini gönülden tasdik ediyorlardı. Bir gün Konya çarşısından geçerken, karşılarına bir papaz gelmişti. Papaz, Mevlâ na'yı görünce eğilerek selâm verdi. Mevlâna daha fazla eğilerek mukabelede bu lundu. Papaz doğrulunca baktı ki, Mevlâna hâlâ ihtiram vaziyetindedir. Nihayet görüşüp ayrıldılar. Biraz ilerledikten sonra, Mevlâna yanındakilere: - Şükür Allah'a, tevazuda da papazı yendik, demişti. Bu hikâyeler uzar gider. Onun tapısında yalnız insan vardır. İnanan ve imân eden insan. Mevlâna'ya göre, insan, surette küçük bir âlemdir amma, gerçekte en büyük âlemdir. Mesnevi'sinde : (Görünüşte dal, meyvamn aslıdır. Fakat dü şünülecek olursa, dal, meyva için varolmuştur "c. 4, b. 521") der. (Birlik nefirini üfle de hepimiz toplanalım, bir araya gelelim, bir olalım. Suretler, bir an olsun, tamamiyle ortadan kalksın. Kendimizden geçersek, suyla aynı renge gireriz. Biz bir ağacın dallarıyız, hepimiz kapı yoldaşıyız).
33
Metin İncelemeleri 4 Dolmabahçe Sarayında 1. Esen Hanımı kim ziyaret ediyor? 2. Esen Hanım ve Mehmet Bey ertesi gün saat kaçta buluşuyorlar? 3. Dolmabahçe Sarayı nerededir? 4. Dolmabahçe Sarayında kaç salon ve kaç oda var? 5. Dolmabahçe Sarayının duvarlarını süslemek için ne kadar altın kullanıl mış? 6. Doîmabahçedeki hamamın özellikleri nelerdir? 7. Atatürk nerede ve saat kaçta ölmüştür? H. Bayramlaşma salonunun özellikleri nelerdir? 9. Dolmabahçe Sarayının sigortası niçin yoktur? 10. Gerçek sanat eserinin özellikleri nelerdir? 4B Mevlâna 1. Mevlâna niçin yetmiş iki millete dost olarak bakıyor? 2. Mevlâna'nın bu düşüncesi bazı kimselerce niçin tepkiyle karsılamyor? 3. Mevlâna kaçıncı yüzyılda ve nerede yaşamıştır? 4. Alâmeddin Kayser, Mevlâna'yı niçin seviyor? 5. Mevlâna niçin din ve mezhep farkı gözetmiyor? 6. Sakallı papaz niçin müslüman oluyor? 7. Mevlâna'ya göre insan nedir? 8. Dal mı meyve içindir? Mevye mi dal içindir? Tartışma ve Yazma Konusu /. Bütün insanlar birbirini severse savaşlar ortadan kalkar mı? 2. Yunus Emre'nin aşağıdaki iki mısrası ile Mevlâna'nın düşüncelerini kar şılaştırınız. Yaratılmışı hoş gördük. Yaratandan ötürü
M
BOĞAZİÇİ VAPURU Mehmet Bey Esen Hanım
Mehmet Bey
Esen Hanım Mehmet Bey Esen Hanım
Mehmet Bey Esen Hanım Mehmet Bey Esen Hanım Mehmet Bey Esen Hanım Mehmet Bey
: Az daha varupu kaçıracaktık. Tam zamanında yetiştik. : Boğaziçi vapuru her gün tam saat 9.30'da hareket ediyor. Saat 17'ye kadar turistleri gezdiriyor. Çoğu zaman vapurda hiç yer olmuyor. Bugün hava biraz yağışlı ve sisli olduğun dan pek kimse yok. : Yine de çok turist var. Ben bu havada vapurun bile kalkaca ğından şüpheliyim. Baksana, yağmur çiselemeye başladı bile. İnsan İstanbul'da dört mevsimi bir günde yaşıyor. : Bak, Boğaz Köprüsüne yaklaştık. Bu köprünün uzunluğunun ne kadar olduğunu biliyor musun? : Hayır, bilmiyorum. Yalnız dünyanın ikinci büyük köprüsü olduğunu duydum. : Dünyanın ikinci büyük köprüsü olduğu doğru. Köprünün uzunluğu 1500 metre, denizden yüksekliği 64 metre, iki aya ğının uzunluğu 1074 metre, genişliği ise 33 metre. : Çok güzel, sen de yüz üzerinden tam puan aldın. : Niçin? : Hepsini çok güzel öğrenmişsin. : Şaka yapma, hepsini kitaptan okudum. : Pekiyi, kitapta şu güzel yalılar hakkında ne yazıyor? : Bilmem, kitabı sana vereyim. Bir de sen oku. : Şimdi zaman yok. Bak bütün turistler fotoğraf ve film çeki yor. Bu güzellikleri kaçırmasak iyi olur. Biz de biraz fotoğraf çekelim.
M
Esen Hanım : Haklısın, az sonraRumeli Hisarına varacağız. Mehmet Bey: Vapur nereye kadar gidi yor? EsenHanım : Rumeli Kavağına kadar gi diyor. Öğle vakti saat 12.30'da Rumeli Kava ğında olacağız. Bir buçuk saat yemek molası verile cek. Saat 14'te Anadolu Ka vağına hareket edeceğiz. Karşıki sahili izleyerek geri döneceğiz. Saat 17'de yine Galata Köprüsünün orada olacağız.
> •>
_
Mehmet Bey: Çok güzel, öyleyse Boğaziçindeki bütün tarihî eserleri ve doğal güzellikleri göre bileceğiz. Şu martıların gü zelliklerine bak. EsenHanım : Martılar balıkçı tekneleri nin çevresinde uçuşup du ruyorlar. Balıkçıların attığı küçük balıkları yiyorlar. Mehmet Bey: Sağ tarafımız Asya Kıtası, sol tarafımız Avrupa kıtası ve biz iki kıta arasında va purla gezi yapıyoruz. EsenHanım : İstanbul bu, Doğunun ve Batının birleştiği, iki kıtayı birbirine bağlayan güzel kent. Artık kışları da İstan bul'a gelebiliriz. Bu kent gezmekle bitmez. Mehmet Bey: Bir de baharda gelelim. Ba har ne de olsa bahardır ve İstanbul, baharda daha bir başkadır. 16
j
JTfi. ^ •
a
=
^
$
^
MİMAR SINAN (1490-1588) Kanuni Sultan Süleyman bir gün Mimar Sinanı yanına çağırdı ve ondan o güne kadar atalarının yaptırdığı camilerden çok daha güzel bir cami yapmasını istedi. Mimar Sinan camiyi yapabilmek için önce İstanbul'un en güzel tepelerin den birini seçti. Yapacağı caminin İstanbul'un her tarafından görülmesi gereki yordu. 1549'da caminin yapımına başladı. Ülkenin her tarafından inşaatta kulla nılmak üzere güzel taşlar getirtti. Aradan altı yıl geçti. Yaşlı padişah sabırsızlanıyor, caminin bir an önce bitmesini istiyordu. Sinan ise acele etmiyor, inşaata titizlikle devam ediyordu. Bu arada Sinan'ın düşmanları sürekli olarak padişaha onu kötülüyor, caminin yapımım özellikle ağırdan aldığım söylüyor lardı. Bu söylentilere çok sinirlenen padişah, bir gün ansızın camiye gitti. Sinan caminin mihrap ve minber kısımlarının düzeltilmesi işiyle meşguldü. Padişah, Sinan'ın fazla oyalanmamasını, camiyi en kısa sürede bitirmesini istedi. Aradan bir süre daha geçi i. Cami bir lürlü bilmiyor. Mimar Sinan, Padişahı devamlı ola17
rak oyalıyordu. Sinan'ımı düşmanları da her fırsattan istifade ederek, onu padi şaha kötülemeye devam ediyorlardı. Bir gün yine fena halde sinirlenen padişah, Sinan'ı yanına çağırdı. Sinan, Padişahın öfkesini sezmiş, dikkatli olmazsa kafa sının uçurulacagını anlamıştı. Soğukkanlılığım yitirmedi. Padişah yine caminin neden bu kadar geciktiğini sordu. Sinan tamamen sakin bir sesle cevap verdi: "Sultanım, bugüne kadar binamn temelleri henüz yerine oturmamıştı. Bu temel ler üzerine yapılan cami uzun ömürlü olmazdı. Oysa ben size yapacağım cami nin, sizin şan ve şöhretiniz kadar uzun ömürlü olmasını istedim. Temellerin ye rine oturmasını bunun için bekledim. Artık temeller yerine oturmuştur. Camiyi iki ay içerisinde size teslim edeceği m "dedi. Hiç kimse Sinan'ın camiyi iki ayda bitireceğine inanmadı. Ona çılgın gözüyle baktılar. Sinan sözünü tuttu. İki ay içerisinde caminin yapımım bitirdi. Caminin güzelliği karşısında padişahın gözleri kamaştı. İki ay gibi kısa bir sürede bu muhteşem yapının ortaya çıkmasına o da çok şaşırmıştı. Caminin açı lış törende bu işi yapacak en değerli elin Sinan'ın eli olduğunu söyleyerek, açılı şı ona yaptırdı. Süleymaniye Camisinin yapımından sonra Sinan, 67 yaşında şan ve şöhretin doruk noktasına çıktı. Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra, yerine II. Selim tahta geçti. Sinan, II. Selim için de Edirne'deki Selimiye Camisini yaptı. Sanat tarihçileri her iki eseri de çok güzel bulmakla birlikte, Selimiye Camisinin daha güzel olduğunu söyler ler. Sinan'ın üç yüz elli civarında eseri vardır. Bunlardan seksen bir tanesi cami, geri kalanlar da saray, medrese, köprü gibi eserlerdir. Bunların hepsi de günümüzde ayrı ayrı birer sanat şaheseri kabul edilmektedir.
EGRI MİNARELİ CAMİ Süleymaniye Camisinin yapımı tamamlanmıştı. Binlerce insan camiyi gör meye geliyordu. Kalabalığın içerisinde küçük bir çocuk dikkatle minarelerden birini inceliyordu. Minareye uzun uzun baktıktan sonra yanındaki bir adama "Amca bak, şu minare eğri değil mi?" diye sordu. Adam minareye baktı. Bu arada birkaç kişi daha geldi. Çocuğun gösterdiği minarenin eğri olup olmadığını tartışmaya başladılar. O sırada halkın arasında Mimar Sinan da dolaşıyordu. Tartışmayı duydu. Çocuğun yanına gelerek hangi minarenin eğri olduğunu sordu. Ustabaşı ve işçiler toplandılar. Uzun ve kalın bir halat buldular. İki işçi mi narenin tepesine çıktı. Halatın bir ucunu minareye bağladılar, diğer ucunu da aşağı salıverdiler. Aşağıda bulunan işçiler halatın ucundan tuttular. Mimar Sinan çocuğu minarenin hangi tarafa doğru eğri olduğunu sordu. Çocuk "Bakın amca, minare sol tarafa doğru eğri" dedi. Mimar Sinan işçilere ipi sağ tarafa doğru çekmelerini söyledi, işçiler halatı bütün güçleriyle sağ tarafa doğru çekti ler. Halk toplanmış olup biteni büyük bir merakla seyrediyordu. Az sonra Mimar Sinan çocuğa yeniden sordu: "Nasıl, yavrum minare doğruldu mu? Çocuk "Azıcık doğruldu. Biraz daha sağa çekerseniz tamamen doğrulur? diye cevap verdi. İşçiler halatı sağa doğru biraz daha çektiler. Çocuk sevinçle "Tamam, minare dosdoğru oldu"dedi. Bunun üzerine işçiler halatı topladılar. Herkes gidince ustabaşı Mimar Sinan'a sordu: "Hiç halat çekmekle minare doğrulur mu?" Mimar Sinan "Elbet te doğrulmaz" diye cevap verdi. "Öyleyse neden halatla minareyi doğrultmaya çalıştık? Hiç bu kadar küçük bir çocuğun sözüne bakılır mı?" Mimar Sinan güldü, sakalını sıvazlayarak "Küçük bir çocuk, minarenin eğri olduğunu söyler. Etrafa bu söylenti yayılır. Herkes minarenin eğri olup ol madığını tartışmaya başlar. Bu da bizim şöhretimize gölge düşürür. Bu sebeple bu küçük oyunu oynadlV'dodl. W
Mimar Sinan'ın eserleri
tâ
•-
'
Selimiye Camii
40
Selimiye Camisinden bir detay
Süleyıııanivf < Vı/mı
Metin İncelemeleri 5 Boğaziçi Vapuru 1. Boğaziçi Vapuru saat kaça kadar turistleri gezdiriyor? 2. Boğaziçi Köprüsü dünyanın kaçıncı büyük köprüsüdür? 3. Boğaziçi Vapuru nereye kadar gidiyor? 4. Yemek molası ne kadar sürüyor? 5. Boğaziçi Vapuru dönerken hangi sahili izliyor? 6. Boğaz Köprüsü hangi kıtaları birbirine bağlıyor? 7. Boğaziçi Vapuru hangi kıtalar arasında gezinti yapıyor? 8. Boğaziçi Vapuru ile gezerken turistler neleri görüyor? 5A Mimar Sinan 1. Kanuni Sultan Süleyman, Mimar Sinan'dan ne istiyor? 2. Mimar Sinan camiyi yaptırmak için nasıl bir yer seçiyor? 3. Padişah niçin sabırsızlanıyor? 4. Padişah camiye niçin gidiyor? 5. Sinan caminin yapımım niçin geciktiriyor? 6. Padişah, caminin açılışım niçin Sinan'a yaptırıyor? 7. Mimar Sinan, II. Selim için hangi camiyi yaptı? 8. Mimar Sinan'ın eserleri nelerdir? 5B Eğri Minareli Cami 1. Çocuk kime minarenin eğri olduğunu söylüyor? 2. Kimler minarenin eğri olup olmadığım tartışıyorlar? 3. işçiler minarenin tepesine neden çıkıyorlar? 4. Çocuk, minarenin hangi tarafa doğru eğri olduğunu söylüyor? 5. işçiler minareyi hangi tarafa doğru çekiyorlar? 6. Ustabaşı, Mimar Sinan'a ne soruyor? 7. Mimar Sinan ustabaşıya ne cevap veriyor? 8. Sizce Mimar Sinan bu davranışıyla neyi gösteriyor? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Türkiye, hangi açılardan Asya ve Avrupa arasında bir köprüdür? 2. insanlar ölür, eserleri yaşar. Mimar Sinan'ın hangi eserleri günümüzde yaşamaya devam etmekledir?
41
s * - i!
ANITKABİRDE Atatürk 1881 - 1938 yılları arasında yaşadı. Bu kısacık hayatında inanılma yacak ölçüde büyük işler yaptı. Ölümünden sonra Ankara'da kendisi için, geniş bir alan içerisine Anıtkabir yapıldı. Ankara'ya gelen bütün yerli, yabancı turist ler, genellikle Amtkabir'i ziyaret ederler. Erksin Hanımın öğrencileri de Anıtka bir'i ziyaret etmek istiyorlardı. İsteklerini Erksin Hanıma söylediler. Erksin Hanım bu isteği memnuniyetle kabul etti. Yanına öğretmen arkadaşı Neşe Ham ını da alarak öğrencilerle birlikte Anıtkabir'e gittiler. Vakit ikindi üzeriydi. Tatlı bir güneş, hafif bir rüzgâr vardı. Öğrenciler Erk sin Hanımı soru yağmuruna tutmak için sabırsızlanıyorlardı. Atatürk'ün mozole sinin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Bir öğrenci Erksin Hamma Atatürk'ün Türkiye'de neden bu kadar çok sevildiğini sordu. Erksin Hanım, Birinci Dünya Savaşında Atatürk'ün yeni bir ordu kurarak, düşmanı bozguna uğratıp yok ettiğini, ülkeyi bağımsız hale getirerek Cumhuri yeti kurduğunu uzun u/.adıya anlallı. 42
Öğrenciler, Erksin Hamının anlattıkları nı bir masal kahramanını dinler gibi din liyorlardı. Erksin Hanım derin bir nefes aldı. Anlattıkları onu da duygulandırmıştı. Bir an sustu, kısa bir sessizlik oldu. Atatürk'ün mozolesine gelmişlerdi. Bütün devlet büyükleri, yabancı diplo matlar, önemli günlerde ve millî bay ramlarda buraya gelir, törenle çelenk koyar, Atatürk'ün manevî huzurunda saygı duruşunda bulunurlardı. Öğrenciler "Keşke öbür arkadaşları mızı da buraya getirseydik" dediler. Neşe Hanım "iyi olurdu, onlar da bunu çok istiyorlardı"dedi. Hep birlikte dışarı çıktılar, müzeye doğru yürüdüler. Müze de Atatürk'ün kullandığı bütün şahsi eş yalar, sağken giydiği elbiseler, okuduğu kitaplar vardı. Fakat ne yazık ki müze kapanmıştı.
ISmiîm
Kapıda duran bir asker "Müzenin saat 9 ile 17 arasında açık olduğunu" söyledi. Neşe Hanım saate bakü. Saat on yediyi beş geçiyordu. Müze beş daki ka önce kapanmıştı. Erksin İlanım "Vakit ne kadar çabuk geçmiş, ben saat on sekizde kreşe uğrayıp Bahar'ı alacağım"dedi. Hep birlikte Anıtkabir'deki Aslanlı Yola doğru yürümeye başladı lar. Bu sırada Anıtkabir'i bekleyen as kerler nöbet değiştiriyorlardı. Anıtka bir'in duvarlarında bulunan kabartma resimleri incelediler. Öğrenciler devam lı sorular soruyor, Erksin Hanımla Neşe Hanım da onlara cevap yetiştirmeye ça lışıyorlardı. Derken konu tarüşmaya dö nüştü. Çıkış kapısındaki heykelin yanına geldiler. Erksin Hanımın saat on yedi kırk beşe kadar /amanı vardı. Biraz daha soh bet edip. bu konuları sınıfla yeniden gö rüşmek İİ/ITC ı . ı ı Mı I ıı 13
V.
ATATÜRK'ÜN ÖZELLİKLERİ
Ccmulcttin : Sizce Atatürk'ün en önemli özellikleri nelerdir? Erktin Hanım : Pozitif düşünce sistemine sahip, bilime her şeyden daha çok önem veren ileri görüşlü bir insandır. İyi bir asker, zeki bir politikacı, güçlü bir devlet adamıdır. Muhammed Neşe Hanım
: Genellikle her ülkenin böyle büyük bir lideri ve devlet adamı vardır. Türkiye'nin de kurucusu ve lideri Atatürk olmuştur. : Atatürk yeni Türkiye Cumhuriyetini kurmakla kalmamış, onu yaşatacak ilkeleri de koymuştur. Ayrıca bence Atatürk'ün en önemli özelliği, dünyayı ve dünya milletlerini bir bütün olarak düşünmüş olmasıdır. Bu sebeple de "Yurtta sulh, ci handa sulh" ilkesini koymuştur. Dikkat ettiyseniz. Birinci Dünya Savaşından sonra Türkiye hiçbir savaşa katılmamış, daima barışı seçmiştir. Dünya tarihi boyunca ilk kez Anadolu toprakları bu kadar uzun süre barış içinde kalmışür.
Hâle : Atatürk, kadınların haklarına da çok önem vermiştir. Erksin Hanım : Neye önem vememiş ki!.. Bir milleti oluşturan bütün hususla rı, en ince ayrıntılarına varıncaya kadar düşünmüş, hepsine gereken önemi vermiştir. 23 Nisan 1923'te her yıl kutlanmak üzere Çocuk Bayramı koymuştur. Sanırım bu, dünyada ço cuklar için konan ilk bayramdır. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını da gençlere armağan etmiştir. Çünkü çocuklar ve gençler dünyanın geleceğidir. Kadın, çocukları yetiştirerek dünyanın geleceğini hazırlar. Atatürk'ün kadınlar için söyle diği şu söz bence konuyu açıklamaya yeter: "Bir erkeği oku tursanız bir kişiyi kurtarırsınız, bir kadını okutursanız bir aile yi kurtarırsınız". 44
•
Cemalettin Neşe Hanım Muhammed Erksin Hanım Muhammed Erksin Hanım
Türkiye'de bir erkek birden fazla kadınla evlenebilir mi? Bütün yabancılar hep aynı şeyi soruyor. Bizde bir erkek, sadece bir kadınla evlenebilir. Birden fazla kadınla evlenmesi yasaktır. Atatürkkadınlaraçokönem veriyor. Amakendisi evlenmemiş. Latife Hanımla evlendi. Sonra ayrıldılar. Neden ayrıldılar? Atatürk, kendini millete adamıştı. Kadınlar erkeklerden ilgi bekler. Atatürk gece gündüz devlet işleriyle uğraşıyordu. Latife Hanıma gerekli ilgiyi gösterecek /amanı yoktu. Bu yüzden ay rıldılar. •
Muhammed Neşe Hanım
Eksin Hanım Cemalettin Neşe Hanım
Anlıyorum, ben evlenince eşime gerekli ilgiyi göstereceğim. Birçok lider ihtilal yapar, savaş kazanır, yöneticileri değiştirir. Sonra sadece devlet idaresiyle meşgul olur. Değişen sistem değil, idarecilerdir. Atatürk tüm devlet sistemini yeniden kur muş, inkılâplar yapmış ve bu inkılâpların yaşaması için bütün kanun ve kuralları sağlam olarak koymuştur. Aksi takdirde bu günkü Türkiye Cumhuriyeti sapasağlam ayakta durmazdı. Vakit çok geç oldu. Kreşe uğrayıp Bahar'ı almam gerektiğini size söylemiştim. Yoksa benim kızı orada mı bırakacaksınız? Tamam gidiyoruz. Yalmz son bir sorum var. Atatürk'ün en çok beğendiğiniz sözü hangisidir? Bence Atatürk'ün felsefesini en güzel şekilde yansıtan sözü şudur: "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." Bu Atatürk'ün ilim den başkl bir kılavuz kabul etmediğini, ilme her şeyden daha çok defler verdiğini gösteriyor. 4S
'
ATATÜRK İÇİN NE DİYORLAR? Dimdik, erkek yapılı bir vücut, şaşmaz bir vakar, gayet temiz bir kıyafet, düzgün yüz hatları, etkili çelik mavisi gözler, gür kaşlar, yüzünde birkaç keskin çizgi, çokluk ciddi ve sert bir çehre, her bakışında, her davranışında, hatta her hareketsiz duruşunda bile büyük bir canlılık... Kafası ve vücudu kurulmuş yay lar gibi her an harekete hazır... Muhakkak ki eşi benzeri olmayan bir insandı. Tehlike karşısında korkmak veya güçlükler çıktıkça kararsızlık nedir bilmezdi. Sadakat istedi ve hak etti. Kudret asla başım döndürmedi; çünkü yaradılı şında küçüklük yoktu. O, asla uysal, munis değildi; aksine sertti. Çünkü hayatı hep çetin tehlikeler ve güçlüklerle geçmişti. Fakat âdildi. Görüşü o kadar keskin ve sıhhatli idi ki, olayların gidişi, halkın duyguları ve Türkiye'nin dış ilişkilerle ilgili ihtiyacı hakkındaki sezişleri, şaşılacak bir şe kilde doğru çıkardı (1948). (Ülkü Dergisi, 1949, seri III, sayı 36) Eski filgillere Büyükelçisi Sir Percy Loraine 46
Tarihte bu iasan gibi, vatanını kurtaran, daha doğrusu dirilten büyük insan lar vardır. Böyle korkunç bir serüvene atılmak bile, çoğu zaman, kişinin ölüm süzlüğe ulaşması için yeter. Vergingetori bunun en güzel örneğidir. Galyalı kah raman gibi Türk kahramanı da, tam her şeyin bitti sanıldığı anda otaya çıktı. Böylece bütün meseleler yeniden masamn üstüne kondu. Ben bile Sevres'ten sonra Türkiye'nin öldüğünü sanmıştım. Ama Türkiye yaşıyor; hem, Mustafa Kemal başına geceli beri öylesine canlı yaşıyor ki, bir Lloyd George'un bütün çabaları, bütün imkânları, sağ duyuya meydan okuyan bu şiddetli yaşama isteği nin karşısında erimekten başka bir şey yapamıyor... Kişi, bir ölünün, tıpkı Lazare gibi tabutundan kapağını atıp yürüdüğünü görseydi, bundan daha çok şaş mazdı doğrusu (1930). (Türk Dili 1964, C.XIV. sayı 158) Fransız Yazarı Claude Ferrere) Atatürk'ün değeri, kendi ülkesinin sınırlarını aşmaktadır. O, Avrupa dünyasından, imparatorluk çekişmelerini ve geri ülkelerin sömü rülmesi olanaklarım kaldırmıştır. Bu, Avrupa için iyidir. Çünkü, geri kalmış bir ulusun, güçlü ve sağlam bir ulusa hep çökertici bir etkisi vardır. Atatürk'ün Doğu için değeri, somut ve olumludur. Çünkü O, bize kültürce Batının etkileri altında kalıp boğuluruz, diye duyduğumuz korkuların temelsiz olduğunu göstermiştir. O, Doğulu uluslara, ulusal bütünlüklerini yitirmeden kendi değerlerini yeni durumlara nasıl uygulayacaklarım göstermiştir (1944). (Türk Dili 1964, C.X1V, sayı 158) Mısırlı Yazar M.M.Moııssharrafa Asker Atatürk, Avrupalı güçlerin düzenlerine, o zaman hiç kimsenin göze alamadığı bir ataklıkla karşı koydu, böylece ülkesinin tarihini değiştirdi. Devlet adamı Atatürk, Avrupa ülkelerinin sonradan Türkiye'yi eşit haklarla tanımalarını, giderek, Türkiye'nin, eski düşmanı Rusya'ya karşı bir siper, Orta doğu dünyasında bir denge öğesi olarak Atlantik Antlaşmasına katılmasını sağ ladı. . O, Türkiye'ye yalnızca sürekli kurumlar değil, kökü yurtseverlikte, yeni bir kendine güvenle beslenen, yeni çabaları büyük armağanlarla değerlendirecek, ulusal bir ülkü kazandırdı. Onlara, içten inandıkları, yalnız ayrı bir yolda ger çekleştirmeye çabaladıkları Batı demokrasisinin değerlerine inancı aşıladı. Verdiği her şey, bugünün Türk'ünde yaşama gücü olarak sürmektedir. (Yeni Dergi 3, Aralık 1964) ingiliz Yazarı Lord Kinross Devlet seliniz gibi insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş büyük bir da4/
hi bir ülke için ilerlemenin ancak, o ülke kadınlarının genel seviyeye yükselmeleriyle gerçekleşeceğini anlamış ve kadın davasını çok kolaylaştırmışür. Size Atatürkçe kazandırılan haklar ve sizin özgürlüğünüz, bütün dünya ka dınları için çok güven verici ve onların mücadelesinde onlara yardımcı bir kuv vet olacaktır. (Cumhuriyet, 10 Nisan 1935) Uluslararası Kadın Birliği Genel Yazmanı Miss Katherin Bonifas Türkiye'de kadınlara erkeklerle eşit haklar verildiği zaman Avrupa'da Tür kiye'yi tanımayanlar, Türk kadınının henüz buna hazırlanmamış olduğunu söy lediler. Fakat Atatürk: "Özgürlüğü denemek için önce özgürlüğü vermek gerek lidir" demişti. Bu, bir büyük adam sözüdür. Bu söz bizde söylenmemişti. (Cumhuriyet, 24 Nisan 1953) Uluslararası Kadınlar Birliği İngiliz Delegesi Miss Picton Turbenwill Atatürk, bugün bir millî kahramanın da ötesindedir. O, bugünkü dünya tari hinin de önde gelenlerindendi. Çünkü Atatürk öncüydü. 1920'den sonra, Ata türk'ün Türk ulusu ile başardıkları, diğer ülkelerin uluslarına yardımcı olmak is teyen liderleri tarafından örnek alınmıştır. dır.
Atatürk hizmet ettiği ve öncülük yaptığı ulusun hayaünda, hâlâ yaşamakta (Türk-İş Dergisi 9, Kasım 1963) ingiliz Tarihçisi Prof.Arnold Toynbee
Atatürk barışı içtenlikle istiyor. Geçmişteki savaşların, ülkesine sayısız za rarlar getirdiğini bildiği için, barış konusunda da en duygulu ve anlayışlı biricik kudretli önder görünmektedir (1936). (Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, 1938, S. 24) Amerika Felsefe Doktoru Hester Donaldson Jenkins
is
Metin İncelemeleri 6
Anıtkabirde
1. Atatürk hangi yıllar arasında yaşadı? 2. Öğrenciler Anıtkabir'i niçin ziyaret etmek istiyorlar? 3. Atatürk niçin çok seviliyor? 4. Devlet büyükleri ve yabancı diplomatlar Atatürk'ün Mozolesine niçin ge lirler? 5. Anıtkabir Müzesinde neler var? 6. Öğrenciler Anıtkabir Müzesine niçin giremiyorlar? 7. Erksin Hanım, Anıtkabir'de niçin uzun süre kalamıyor? 8. Anıtkabir'i siz de gördünüz mü? 6A
Atatürk'ün Özellikleri
1. Atatürk nasıl bir insandır? 2. Atatürk niçin dünya barışına önem vermektedir? 3. Anadolu topraklarında ilk kez hangi dönemde savaş olmamıştır? 4. Atatürk, kadın hakları konusunda neler yapmıştır? 5. Türkiye dışındaki ülkelerde çocuk bayramı var mıdır? 6. Türkiye'de bir erkek, birden fazla kadınla evlenebilir mi? 7. Atatürk evlenmiş midir? 8. Atatürk Türkiye Cumhuriyetinin devamı için neler yapmıştır? 9. Sizce Atatürk'ün en güzel sözü hangisidir? 10. Atatürk, Türkiye dışındaki ülkelerde nasıl tanınmıştır? 6B Atatürk İçin Ne Diyorlar? 1. Atatürk Sir Perey Loraine tarafından nasıl tanımlanmaktadır? 2. Claude Ferrer'e göre Atatürk ne zaman ortaya çıkmıştır? 3. Atatürk, Doğulu uluslara hangi yönlerden örnek olmuştur? 4. Lord Kinross'a göre Atatürk Türkiye'ye neler kazandırmıştır? 5. Türk kadın hakları, dünyadaki öteki ülkelerin kadın haklarına göre ne durumdadır? 6. Atatürk'ü ölümsüz kılan nedir? Tartışma ve Yazma Konusu 1. "Hayatla en hakiki mürşit ilimdir" sözü ile pozitivizm arasında ne gibi bir ilişki vardır? 2. Atatürk kadın haklarına niçin büyük bir önem vermiştir? 49
ÇALIŞAN KADINLAR Kadının asıl görevi nedir? Evde oturup yemek yapmak, çamaşır, bulaşık yı kayıp çocuk büyütmek mi, yoksa erkekler gibi her türlü işte çalışmak mı? Eski den Türkiye'de kadınlar genellikle ev işlerine bakar ve çocuk büyütürlerdi. Cumhuriyet döneminden sonra kadınlar da erkekler gibi her türlü işte çalışmaya başladı. Özellikle son yıllarda kadınlar iş hayatında oldukça aktif hale geldiler. Artık banka, mağaza, okul, büro gibi yerlerde çalışanların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Bu durum ise kadınlar için pek çok sorun yaratıyor. Çünkü kadın lar gündüz işte çalışıyor, akşam eve gelince de kendisini bekleyen bir yığın başka işlerle karşılaşıyor. Hele bir de evde küçük çocuk varsa, kadının durumu çok daha fazla zorlaşıyor. Bazı anlayışlı erkekler evde eşlerine yardımcı olmak istiyorlar. Ama yine de yükün büyük kısmını kadınlar taşıyorlar. Erksin Hanım da bu güçlükleri göğüsleyen kadınlardan sadece birisi. Hem fakültede çalışıyor, hem de ev işlerini yürütüyor. İki çocukları var: Birisi kız, öbürü oğlan. Kızın adı Bahar, oğlanın adı Kerem. Cengiz Bey sabahları Kerem'i ilkokula, Erksin Hanımı fakülteye, Baluı'ı da kreşe bırakarak işe gidiyor. 50
Yine böyle tamamen normal başlayan bir gündü. Ama Erksin Hanım diğer günlere göre biraz daha heyecanlı ve sinirliydi. Heyecanlıydı, Kerem bugün kar nesini alacaktı. Sinirliydi, bir hafta sonra doçentlik sınavına girecekti. Ama henüz istediği gibi oturup çalışamamıştı. Dışarıda hafiften bir yağmur yağıyordu. Erksin Hanım Kerem'in okul duru munu merak ediyordu. Cengiz Beyi beklemedi. Fakülteden bir fırsatım bulup ayrılarak Kerem'in okuluna gitti. Kerem'in yüzü gülüyordu. Erksin Haram onu neşeli görünce rahatladı. Demek ki zayıfı yoklu. Kerem annesine sevinçle karnesini uzattı. Erksin Hanım bir solukta notlara baktı. Sevindi. Kerem'in bütün notları iyiydi. Anne, oğul okuldan çıktılar. Yağmur halen devam ediyordu. Kerem arabaya bininceye kadar annesinin şemsiyesinin altına girdi. Akşam Cengiz Bey Erksin Hanımı almak için fakülteye geldiğinde mutlu habere çok sevindi. Kerem'i kucaklayarak öptü, tebrik etti. Kerem sınıfını ge çerse, ona bir bisiklet alacağına söz vermişti. Kerem babasına sözünü hatırlattı. Cengiz Bey de sözünü tutacağım ve ona beğendiği en güzel bisikleti alacağını söyledi. Kerem babasımn boynuna sarılarak teşekkür etti. Erksin Hanım yanına bir kaç kitap aldı. Cengiz Beye: -Haydi gidelim, dedi. Cengiz Bey sordu: -O kitapları ne yapacaksın? -Akşam evde okuyacağım.
-Bu akşam okuyabileceğini pek sanmıyorum. -Niçin? -Misafirlerimi/, var. -Misafirler kim? -Antalya'dan dayımlar geliyor. Öğle vakti telefon ettiler. Akşama bizde olacaklar. Biraz alışveriş yapalım. Yemek için lazım olur. -Dünyada yemek yapamam. -Neden? -Çünkü zamanım yok. Bu saatten sonra ne pişirebilirim. Dayınların çocuk ları da geliyor mu? -Sormadım. Herhalde gelirler. -Gördün mü, dayın, yengen, üç de çocukları var, beş kişi. Dört kişi de biz varız; etti dokuz kişi. Bu kadar adama ben nasıl yemek yetiştireyim. -Canım kızma, dışarıda bir şeyler yeriz ya da hazır bir şeyler alır, eve bir likte götürürüz. -İnsan, hiç haber vermeden gelir mi? -Keyif için gelmiyorlar. Dayım aniden rahatsızlanmış. Yarın hastaneye gö türüp muayene ettireceğim. Eğer hastanede yatması gerekirse, yengem de ona refakat edecek. Çocukları bırakacak bir yer bulamazlarsa, onları da birlikte geti rebilirler. Ama emin değilim. -Biliyorsun, önümüzdeki hafta doçentlik sınavım var. Benim bu kitapları mutlaka okumam gerek. -Biliyorum, haklısın. Ama ben de "Erksin'in doçentlik sınavı var. Sakın bize gelmeyin" diyemezdim ya! Hem burada böyle tartışmayalım. Arabaya bi nelim, yolda konuşmaya devam ederiz.. Bahar kreşte bizi bekliyordur. -Biz kadınlar hep eziliyoruz. Çocuk yeüştir, yemek yap, ev temizle, çama şır yıka, bunlar yetmiyormuş gibi bir de misafir ağırla. -Senin bugün sinirlerin gergin, hiç böyle konuşmazdın. Akşam yemeğe lo kantaya gideriz. Yemekten sonra ben dayımlarla ilgilenirim. Sen de onlardan izin ister, biraz çalışırsın. -Kusura bakma, bir an çok sinirlendim. Sınav heyecanı olsa gerek. Kerem'in sevincini de yarıda bıraktık. Bu akşam çalışmam. Durumu dayınlara anlatır yarından sonra sıkı bir çalışmaya girerim.
52
KREŞTE İclâl Hanım Erksin Hanım İclâl Hanım Erksin Hanım İclâl Hanım Erksin Hanım İclâl Hanım
Erksin Hanım İclâl Hanım Erksin Hanım
Kerem Erksin Hanım Bahar İclâl Hanım Ayşe Hanım Nazan İlanım
: Bu küçük delikanlı da mı kreşe geliyor! : Evet, ama sadece kardeşini almak için. O, kreş faslım çoktan kapattı. Şimdi ilkokula gidiyor. : Aman ne iyi. Siz bir tanesini aradan çıkarmışsınız. Kaç çocuğunuz var? : İki. Ya sizin? : Bir. : Çok az değil mi? : Aman, Allah göstermesin! Bir tanesiyle zor başa çıkı yorum. İkincisine hiç katlanamam. Akşama kadar iş, akşamları da yemek, bulaşık, temizlik ve çocuk bakı mı... Dayamlacak gibi değil. : Ne işle uğraşıyorsunuz? : Bankada çalışıyorum. Akşama kadar hesap kitap... En ufak bir hatada başınız yanar. Ya sizin işiniz? : Ben üniversitede çalışıyorum. Önümüzdeki hafta do çentlik sınavım var. Çocukların derdinden kendime zaman ayırıp ders çalışamıyorum. Üstelik bu akşam da kocamın Antalya'dan misafirleri varmış. : Anne gitmiyor muyuz? Ben sıkıldım. : Bir dakika bekle! İnsana iki çift laf da ettirmiyorsun! Bak Bahar'ın hiç sesi çıkıyor mu! : Anne gidelim! : Ben sizi bekletmeyeyim. : Çocuklar böyledir. Hep kendi dedikleri olsun isterler. : Çalışan kadınların işi zor. M
Erksin Hanım Iclâl Hanım Erksin Hanım Ayşe Hanım
lclâl Hamm Nazan Hamm Erksin Hamm Ayşe Hamm
lclâl Hamm Ayşe Hamm lclâl Hamm
Erksin Hamm lclâl Hanım Erksin Hanım
S4
: Aman benim bugün bütün sinirlerim gergin. Biraz dertleşeyim istedim. Çocuklar bana onu da çok gördüler. : Başka zaman yine buluşur, konuşuruz. : Ne zaman, siz akşama kadar bankada, ben fakültede, geceleri ise malûm... Üç beş dakika ayak sohbetine de izin vermiyorlar. : Bence kadının görevi evde çocuk bakmak olmalı. Dün yada hiçbir kreş, anne sevgisinin verdiği sevgiyi vere mez. Zavallı çocuklar karda kışta erkenden kalkıp kreşe geliyor. Doğru dürüst bir uyku bile uyuyamıyorlar. : Ya ekonomik güçlükler! Tek maaşla geçim mi kaldı! Biz karı koca çalışıyoruz, güç bela ancak geçinebiliyo ruz. : Doğru, biz de karı koca çalışıyoruz. Maaşın biri ev ki rasına gidiyor. Öbürüyle de güç bela geçiniyoruz. : Benim kazancımın çoğu kreş ve arabanın benzin mas raflarına gidiyor. Evde oturup çocuklara baksaydım, bu masraflar olmazdı. : Bütün dünyada işsizlik büyük boyutlara ulaştı. Kadın lar iş hayatına girmese, yalnız erkekler çalışsa işsizlik bu boyuta ulaşamazdı. Biliyorsunuz, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının temelinde işsizlik ve ekonomik so runlar yatıyor. : Yani çalışan kadınları savaşa sebep olmakla suçluyor sunuz. : Yok camm! : Öyle, öyle!.. Kadınlar çalışmazsa işsizlik ortadan kal kacak, işsizlik ortadan kalkınca da ekonomik sorunlar olmayacak ve insanlar savaşmayacaklar. Savaşı orta dan kaldırmak için bu çok güzel bir formül. Bir de geçim sıkıntısını ortadan kaldırabilecek bir formül bu labilirsek, bu iş çok iyi olacak. : Bence bu konu daha çok uzayacak. Akşama misafirle rim var. İzin verirseniz biz gidelim. : Bizim Bey de beni merak eder. İyice lafa daldık. Şim dilik hoşçakalın. : Hoşçakalın. Tekrar görüşmek üzere.
MÜJDE, DİŞİSİ DE GELİYOR! Timur, Akşehirlilere bir fil verir! Bakacaklar, besleyecekler. Önce önem senmez bu iş; altı üstü bir fil, beslemesi bakımı ne ki. Fakat sanıklığı gibi kolay olmaz. Bu fil doymak bilmez bir türlü. Üstelik bir dakika yerinde de durma/. Halk bıkar usanır. Kara kara düşünmeye başlarlar. Sonunda Hoca'ya gelirler: -Hocam şu filden nasıl kurtulacağız? Düş önümüze de gidip Timur'a derdi mizi anlatalım. Güç bir iş ama, Hoca çaresiz kabul eder. Hoca önde, halk arkada sarayın yoluna düşerler. Gelgelelim, bu Timur sert bir adam, ne olur ne olmaz, diye yolda herkes bir tarafa sıvışır. Tam sarayın kapısına varınca Hoca bir de dönüp arkasına bakar ki, kimseler yok! "Eh, der, şimdi görürsünüz siz!" Kapıcılar haber verirler. Hoca, Timur'un karşısına çıkar: -Size, halk adına teşekkür etmeye geldim, der. Şu fili ne iyi ettiniz de ver diniz bize. Verdiniz ya, buna bir de eş gerek. Hoca sözünü bitirmeden Timur: -Hoca o kolay der. hemen bir eş versinler. Hoca saraydan çıkınca, kendisini merakla bekleyen halka seslenir: Müjde, müjde, dişisi de geliyor'
55
BAYRAMLAR
Erol I.ütl] Bey Erol I.üt fi Bey
Erdal UltflBey Erdal l.ütll Bey Berna Hanım l.ülfı Bey Berna Hanım l.ütll Bey 56
Baba, ver elini öpeyim! Niçin? Bugün bayram ya!.. Oğlum, bugün 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı. Bu bayramda el öpülmez. Neden öpülmez, her bayram öpüyoruz ya! Resmî bayramlarda el öpülmez. Sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarında el öpülür. Ramazan ve Kurban bayramları resmî bayramlar değil mi? Hayır, onlar dinî bayramlar. Canım, çocuklar resmî bayramı, dinî bayramı ne bilsin ler; ver elini öpsünler! Elin aşınacak değil ya!. Ama el öptükten sonra bayram harçlığı, diye para isteye cekler. Ne olacak! Çocuklara üç beş kuruş harçlık ver! Bayram günü harcasınlar! IVkl. sen niçin vermiyorsun?
Berna Hanım
:
Erdal
:
Lütfı Bey
:
Berna Hanım
Lütfi Bey
Berna Hanım
:
Erdal Lütfi Bey
Erdal Berna Hanım
: :
Lütfi Bey
:
Berna Hanım
:
Benden istemediler, senden islediler. Benim elimi öpsün ler, ben hemen veririm. Yaşa anne! Zaten bizi hep sen düşünürsün. Ver, elini öpeyim! Bak şimdi. Çocuklarla aramı açıyorsun. Doğruyu söyle sene, resmî bayramlarda el öpülür mü? Öpülmez, ben de biliyorum. Ama çocukların canı el öpmek istiyor. Niçin engel olalım! Gel, oğlum, öp anne nin elini! Bugün 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, resmî bir bayramdır. 23 Nisan Çocuk Bayramı, 29 Ekim Cumhuri yet Bayramı, resmî bayramlardır. Resmî bayramlarda el öpülmez. Ama Ramazan ve Kur ban Bayramları dinî bayramlardır, el öpülür. Bu bayramlardan hangisi daha önemli? Bilmem ki, çok zor bir soru. Bugün 19 Mayıs, Atatürk'ün .Samsun'a çıkarak Kurtuluş Savaşına başladığı tarih. Bu bayram bildiğiniz gibi gençlere armağan edilmiş. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk toplantı sını yapmış. "Çocuklar geleceğin idarecileridir" diye Atatürk bu bayramı da çocuklara armağan etmiş. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet kurulmuş. Bu tarih de Türki ye'nin demokratik düzene geçiş tarihi. Bu nedenle 29 Ekimlerde Cumhuriyet Bayramım kutluyoruz. 30 Ağus tos 1922 Kurtuluş Savaşında düşmamn kesin yenilgiye uğratıldığı tarih. Bu tarihten sonra yurdumuz düşmanlar dan temizlenmiş. 30 Ağustos Zafer Bayramı da bu ne denle konulmuş. Şimdi sen söyle bakalım, bu bayramlardan hangisi daha önemli? Bilmem ki, galiba hepsi de önemli. Tarih dersiniz bittiyse, çocukları bayrama hazırlayalım. Gecikirsek tribünlerde yer bulamayız. Ne tarih dersi hanım, çocuklar soruyor, ben de cevap ve riyorum! Yine tartışmayalım. Haydi çocuklar! Çabuk hazırlanın, yoksa bayrama geç kalacağız!
57
RAMAZAN Markı
Handan Hanım Maria Aydanur Hanım Maria 11 anı lan Hanını Maria Handan Hanım Maria Aydanur Hanım Maria Handan Hanım Maria Aydanur Hanını Maria Aydanur Hanım
SK
Ben çok acıktım, bir şeyler yiyelim mi? Teşekkür ederim. Ben yemeyeceğim. Siz ne dersiniz? Vakit öğle oldu, yemek vakü geldi. Teşekkür ederim. Ben de yemeyeceğim. Siz yiyebilirsiniz. İsterseniz, yakın lokantalardan birine kadar birlikte gidelim. Hayır, olmaz. Biraz bekleyelim, siz acıkınca hep birlikte yeriz. Bizi boşuna beklemeyin. Biz ancak akşam yeriz. Neden, rejim mi yapıyorsunuz? Bir bakıma öyle. Nasıl bir bakıma öyle! Biz, oruç tutuyoruz da... Hay Allah, nasıl unuttum. Bugün ramazan. İnsanın kendisi oruç tutmazsa hiç düşünemiyor. Özür dilerim. Özür dileyecek bir şey yok. Size yemekte eşlik edemeyece ğimiz için biz özür dileriz. Bugün ben de sizinle oruç tutarım. Bir şey yemem. Sizin orucunuz kabul olmaz. Neden, oruç tutmak için mutlaka Müslüman mı olmak gere kir? Hayır, onu demek istemedim. Müslümanlık bütün insanlığa açık bir dindir. Siz de oruç tutabilirsiniz. Yalnız oruç tutma dan önce salıma kalkmanız, oruç tutmaya niyet etmeniz ge rekir.
Maıia Handan İlanını
Maria Handan Hanım Aydanur Hanım Maria
Aydanur Hanım
Maria Aydanur Hanını
Sahur ncdil ' Hcnii/. güneş dogmadan, ortalık halâ karanlık iken sahura kalkılır. Halil bir şeyler yenerek oruç tutmaya niyet edilir. Akşam iftar saatine kadar da hiçbir şey yenmez. Pekiyi bunun insana faydası ne? Bilmiyorum, benim içimde manevi bir huzur var. Dinî gö revimi yerine getirdiğim için mutluyum. Aslında müslümanlıkta tavsiye edilen her şeyin bir faydası vardır. Oruç tutmanın da bence pek çok yararları var. Nedir bunlar?
Sabahtan akşama kadar aç kalan bir kimse kendi iradesi ile bir şey yemediği için iradesi güçlenir. Aç kalmanın ne demek olduğunu anlar, yoksullara yardım eder. Biliyorsu nuz, hastalıkların çoğu vücuttaki fazla yağdan, toksik mad delerden ileri gelir. Ramazan ayı boyunca oruç tutan bir kimsede vücuttaki bütün fazla yağlar erir, toksik maddeler de dışarı atılır. Gördüğünüz gibi ben hiç de şişman biri değilim. Vücudum da hiç de fazla yağ yok. Oruç tutmak demek sadece sabahtan akşama kadar aç kal mak demek değildir. Bir de işin manevî yönü var. Oruç tutan kimse yalandan, iftiradan, dedikodudan, kötü sözler den, 111il--«lı-n u/ak kalmak /orundadır.
v>
Maria Aydanur Hanını
Bunu her insan, her zaman yapmak /orundadır. İyi ya, oruç inşam bu gibi iyi şeylere alıştırır. İnsamn kendi kendini denetlemesini sağlar. Gayelord Hauser'in Güzel ol, Dinç Yaşa adlı kitabında okumuştum. Dört günlük ya da yedi günlük açlık kürleri var. Meselâ yedi günlük kürde sadece üzüm yiyecek, su içeceksiniz. Bu rejim inşam hem sağlıklı, hem de güzel yapıyor. "Yani oruç insanı güzelleştirir mi" diyorsunuz? Maria Evet, ama sizin buna ihtiyacınız yok. Aydanur Hanını Maria iltifatınız için çok teşekkürler. Olaya bu açıdan bakarsak Ay danur Hanımın da oruç tutmaya hiç ihtiyacı yok. Çünkü o da çok güzel. Teşekkür ederim. Ben orucu güzellik için tutmuyorum. Aydanur Hanım Camm, zaten biz de öyle bir şey demedik. Sadece orucun ya Handan Hanım rarlarından söz ederken güzellik konusuna da değindik. Maria Bir ay oruç tutacaksınız. Sonra Ramazan Bayramım kutlayacaksamz. Öyle değil mi? Handan Hamm Doğru, iyi bildiniz. Maria Ehh... Üç yıldan beri Türkiye'de kalıyorum. Artık, Türklerin birçok gelenek ve göreneklerini öğrendim. Handan Hamm Fitre ve zekâtı da biliyor musun? Maria Hayır, onlar ne? Handan Hamm Müslümanlar Ramazanın son günlerinde fakirlere para yardı mında bulunurlar. Buna litre denir. Zekât ise fitreden biraz farklıdır. Her müslüman, yıllık gelirinin kırkta birini fakirlere vermekle yükümlüdür. Maria Güzel birsosyal adalet. Bunu herkes uyguluyor mu? Handan Hamm Uygulayan da var, uygulamayan da... Bu, bir inanç meselesi... Maria Kurban Bayramının amacı ne? Handan Hamm Yine sosyal adalet. Bu bayramda da kesilen kurbanın eti fakir lere dağıtılır. Maria : Müslümanlar neden Hacca giderler? Handan Hamm : Yeryüzündeki Müslümanlar Kabe'de bir araya gelirler. Böy lece birbirlerini yakından tamma fırsatı bulurlar. Aydanur Hanım : Siz yemeğe gitmiyor musunuz? Yalnız başıma hiç camm çekmiyor. Bu öğrendiklerim beni Maria daha çok memnun ediyor. Sizleri daha iyi anlıyorum. U)
ILIM ilim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen Ya nice okumaktır Okumaktan mânâ ne Kişi Hakk'ı bilmektir Çim okudun bilmezsin Ha bir kuru emektir Okudum bildim deme Çok tâat kıldım deme Eri hak bilmez isen Abes yere yelmektir Dört kitabın mânâsı Bellidir bir elifde Sen elifi bilmezsin Bu nice okumaktır Yigirmi dokuz hece Okusan ucdan uca Sen elif dersin hoca Mânâsı ne demektir Yûnus Emre der hoca Gerekse var bin hacca Hepisinden eyice Bir gönüle girmektir Yunus EMRE
M
Metin İncelemeleri 8 Bayramlar 1. Resmî ve dinî bayramlar hangileridir? 2. Hangi bayramlarda el öpülür? 3. 19 Mayıs niçin bayram olarak kutlanmaktadır? 4. Hangi bayram çocuklara armağan edilmiştir? Niçin? 5. 30 Ağustos niçin bayram olarak kutlanmaktadır? 6. 29 Ekim 1923'te neler olmuştur? 7. Bayramlardan hangisi daha önemlidir? 8. Dinî bayramlar ile resmî bayramlar arasında ne gibi farklar vardır? HA Ramazan 1. Handan Hamm niçin öğle yemeği yemiyor? 2. Oruç tutmak için neler yapmak gerekiyor? 3. Orucun ne gibi yararları vardır? 4. Güzellik kürleri nasıl yapılır? 5. Oruç ne kadar süreyle tutulur? 6. Ramazan ayı bitince ne yapılır? 7. Fitre ve zekât ne demektir? 8. Fitre ve zekât arasında ne fark vardır? 9. Kurban bayramında niçin kurban kesilir? 10. Müslümanlar niçin Hacca giderler?
(..•
ESKICI Refik Halit KARAY Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yol cuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: -Çocukcağız Arabistan'da rahat eder. Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma ne şesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu. Hasan vapurda eğlendi, giril giril işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştiri lirken çalınan çana kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı. Kalanlaı bilmediği bir M
dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul'daki gibi: -Hasan gel! -Hasan git! Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti: -Taal hun yâ Hassen. Diyorlardı, yanlarına gidiyordu. -Ruh yâ Hassen... Derlerse, uzaklaşıyordu. Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular. Artık anadili büsbütün, işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem baştan başa çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi. Zeytinlikler de seyrekleşti. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasında geçiyor lardı. Bu keçiler kapkara, benzersiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev. Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rastgeliyorlardı! Çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek, dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çı karmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü: (iamel! Gamel! dedi. Hasan*! istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulak larından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf koku lu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs... -Yahabibi! Yaayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. M
Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuş mayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz alımda nefes almama ya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu. Hep sustu. Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı ayakkabıları vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş alnına perçemler uzatıl mıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık is kemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. ler.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdi
Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle cam sıkılıyordu ki... Şaşarak, eğlene rek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarım, pis bir suya koyup ıslatışına, murdar çanaktaki macuna parmağım daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu: -Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başım hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı. -Türk çocuğu musun be? -İstanbul'dan geldim. -Ben de o taraflardan... İzmit'ten. Eskicide saç sakal dağımk, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bil diği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andı ran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
65
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: -Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen? Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tut tuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir ara lık da kendisi sordu: -Sen niye buradasın? -Bir kabahat işledik de kaçtık! Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenme den, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gev rek, billur sesiyle devamlı konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren söz lerle onu söyletiyordu. Artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârım, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu. Geçmiş günle ri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini toprak tan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağım sarmaladı. Bun ları hep aheste aheste yaptı. Hasan yüreği burkularak sordu: -Gidiyor musun? -Gidiyorum ya, işimi tükettim. O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor, yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temi vugon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. Ağlama be! Ağlama be! Kskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katı la ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşan adam bulamayacağına ağlamaktadır. -Ağlama diyorum sana! Ağlama. Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğu nu ve sakallarından kayan yaşların. Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici döküldüğünü duydu. 60
ISLAMDA BİLİM VE TEKNOLOJİNİN DEĞERİ Mehmet Bayrakdar Bilim ve onun tatbikatı olan teknoloji, daima İslâm'da çok değer verilen ve teşvik edilen bir şeydir. Bunun böyle olduğunu anlatmak için, sadece hiç bir Müslüman bilim adamımn, bizzat bir keşif veya bilimsel teorisinden dolayı, Hı ristiyanlıkta veya başka dinlerde olduğu gibi, ateşe atılarak veya işkence ile öl dürülmediğini hatırlatmak yeter. İslâmda bilim ve teknolojinin değeri kısaca şu noktalarda izah edilebilir : Bilim ve teknoloji İslama göre eşyanın gerçeğini ortaya koymaya, eşyayı anlamaya yardım eder. Ancak bilim adamının gözlemlerinde ve ilminde objektif olmasının gerekliliği savunulmuştur. Elde edeceği neticeyi, daha önce sahip ol duğu ön yargıyla veya ideolojisiyle karıştırmaması ve bilimsel veriyi o doğrul tuda tefsir etmemesi istenmiştir. Bilim ve teknolojinin faydacılık değerine, gerek Kur'an'da ve gerekse Pey67
gambcrimi/.in hadîslerinde çokça işaret edilnıişlir. Yer ve göklerin insan için ya ratıldığını, onlarda insanın rızkım araması tavsiye edilmekte; aynı şekilde bir çok varlığın da insana faydalı olabileceği açık olarak belirtilmektedir. Alim, il minde daima insanlığa fayda gözetmelidir. Bunun en açık delili "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" hadîsi olduğu kadar, ilmiyle amel etmeyen ve ilmi faydasız kılan âlimin, sırtında yük taşıyan eşeğe benzetildiği âyet de açık bir de lildir. İslâm'a göre bilim ve teknolojinin en son gayesi, inşam Allah'ın varlığına götürmesidir. Tarafsız, şartlanmamış bir bilim adamı, ilmiyle Allah'ın varlığım ve birliğini sezebileceğine bir çok hadîs ve âyetlerde dolaylı ya da doğrudan işa ret edilmiştir. Kur'ân'ın birçok âyetinde, kâinattaki varlıkların hepsi Allah'ın birer "âyeti" ve "işareti" olduğu belirtilmekte, bunları gören, onlardaki sırrı açıklayan bilim idamının Allah'ın varlığım sezebileceği, O'na yakın olabileceği belirtilmektedir. GefÇCk bilim adamı onların yapısındaki ince sanat ve sır karşısında kendi güç.11/lnk ve zaafiyetini anlar; Allah'a daha çok yaklaşır. Kur'ân'da: "Allah'tan en çok korkanlar, gerçek âlimlerdir." denmesi de bunun içindir. Diğer taraftan Allah, bizzat birçok âyette insanların ilimsiz bir şekilde kendi varlığı ve birliği hakkında konuşmalarım men eder. "Bilgisiz, rehbersiz ve ayılınlaln ı kitabsız, Allah hakkında tartışanlar vardır." (Hacc, âyet: 8) Demek ki, gerek Allah'ı bilmede, gerekse O'nun hakkındaki konuşma ve in»anluı ı İslâm'a davette ilim şarttır ve Kur'ân'a göre ilim, sadece dinî hükümleri değil, her türlü tabiat ve insan bilimlerini de içine alır. Atalarımız tarihte daima insanın maddî ve manevî yönü için faydalı olacak bir bilim sistemi ve ahlâkı ortaya atmışlar, neticesinden de hiçbir kimse bilim den zarar görmemiştir. Bilimi ahlâk içinde ele almışlardır. Atom'un ateş olduğu nu, onun yapışım bilmişler, fakat onu insanlığın yeryüzünde cehennemi olacak şekilde ortaya koymak şöyle dursun, onunla Allah'ın varlığım, birliğini isbata çalışmışlardır. Meselâ, Mevlâna (öl. 1273) yüzyıllarca önce atomun yapışım ve parçalara bölünebileceğini sembolik bir şekilde ortaya atmıştır: "Eğer bir atomu kesersen, ortasında bir güneş ve onun etrafında durmadan dönen gezegenler gö rürsün." Yine başka bir Türk düşünür ve mutasavvıfı Dâvûd ül-Kayserî (öl. 1350), atomun ve tabiatın aslının enerji olduğunu söylemiştir. Onlar, ne bu gö rüşleriyle insanları kuşkulandırmak, ne de devirlerinde enerji sorunu olmadığı için, atomun parçalanmasını arzu etmişlerdir; o devir için gayeleri, sadece madde ve kâinatın yapısıyla ilgili bir gerçeği ortaya koymak olmuştur. Gayemiz bilim yarışında önderliği ele almak olmalı, fakat onu kötü ideolo jilerin silahı ve aracı olarak kullanmak olmamalıdır.
6K
ONLAR Onlar, Gök-Hun'lardan bugüne kadar Bütün zaferlerin müjdecileri... Serhat boylarında bin yıldan beri Yerleri gökleri tutan bayraktır. Onlar Köroğlu'nda, Dadaloğlu'nda Meydanları gümbür gümbür dolduran nâra Yunıts'ta Dertli Dolap, Emrah'ta kara sevda Ve Dedem Korkut'ta "Kanlu akan ırmak"tır. Onların şimdi uzak, yaban dağ köylerinde Ne bir karış toprağı, ne tutacak bir dalı Mintanları, kasketleri yıktık yamalı Ayakları çıplaktır Önce yakar, kavurur ağustos güneşleri Ecel gibi eser sonra üstlerine kara yel Ne yüzleri yüzdür, ne elleri el... Ne ayakları ayaktır. Evim gibi bildiğim kerpiçten evlerinin Ne içinde ışığı, ne önünde suyu var Varları - yokları: kara gözlü çocuklar Birkaç davar, birkaç kilim, birkaç yataktır. "Gel" deyince geldiler, "ver" deyince verdiler "Öl" deyince öldüler Yemen'de bile... Yürekleri öyle sıcak esmer yüzleri Öylesine yumuşaktır. Ne isyan, ne ihanet düne-bugüne... Kubbelerden huzur, minarelerden sabır Duyarak yaşadılar böyle kaç asır Onların alnı açık, yüzleri aktır... Onlar bize hazan ruhumuz kadar yakın Basan da Kof Dağı kadar uzaktır. Yavuz Bülent BAKİLER
Metin I m'i'lcııiflcı ı 9
Eskici
1. Hasan niçin Filistin'e yollanıyor? 2. Hasan'ın yolculuk sırasında duyguları nasıl değişiyor? 3. Hasan nerede vapurdarrinip trene biniyor? 4. Hasan'ın tren yolculuğu nasıl geçiyor? 5. Hasan'ı istasyonda kimler karşılıyor? 6. Hasan, haftalarca niçin hiç konuşmayıp susuyor? 7. Hasan'ın halası satıcıyı niçin eve çağırıyor? 8. Hasan satıcıyı niçin seviyor? 9. Hasan, satıcının gitmesine neden üzülüyor? 10. Anadilin önemi ve yaşantımız üzerindeki etkileri nelerdir? 9A
İslâmda Bilim ve Teknolojinin Değeri
1. İslâmda bilim ve teknolojiye önem verildiği nereden anlaşılmaktadır? 2. İslama göre bilim ve teknoloji neyi anlamamıza yardım eder? 3. İslama göre bilimin amacı ne olmalıdır? 4. Kur'ân'da bilim hakkında neler söylenmektedir? 5. Mevlâna, atomun yapısı ve tanımı konusunda neler söylemiştir? 6. Dâvûd ül - Kayserî'ye göre atomun ve tabiaün aslı nedir? Sizce bu görüş doğru mudur? 7. Bilim, niçin kötüye kullanılmamaktadır? 9B Müjde Dişisi de Geliyor! 1. Timur, Akşehirlilere niçin bir fil verir? 2. Köylüler file niçin bakmak istemez? 3. Hoca ve köylüler niçin Timur'a giderler? 4. Köylüler, hocayı niçin yalnız bırakırlar? 5. Hoca, Timur'dan niçin bir fil daha ister? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Anadilinin önemi ve insan yaşantısı üzerindeki etkileri nelerdir? 2. Bilim ve teknolojinin, insanların kötülüğü için kullanılmasına engel olu nabilir mi?
/()
EŞ SEÇİMİ Deniz
Uçağın kalkmasına ne kadar var?
Bülent
Yarım saat.
Deniz
Beklemeyi hiç sevmem.
Bülent
: Yarım saat çok sayılmaz. Biraz erken gelmemiz iyi oldu.
Deniz
: Antalya'da ne kadar kalacağız?
Bülent
: Ne kadar istersen. Ben bir ay, yıllık iznimden aldım. İyi bir tatil yapmak istiyorum. Antalya'da biraz kalırız. Sıkılırsan Kaş, Fethiye gibi başka yerlere de gideriz.
Deniz Bülent
Ben de çok yorgunum. Fakülte bitti. Ama beni de bitirdi. : Fakülte bitti, artık sıra evlenmekte.
Deniz
Evlilik mi! Evlilik çok zor.
Bülent
Neden?
Deniz
Bülent Deniz Bülent Deniz
: Evlenip de mutlu olan o kadar az insan var ki... Bir dergide oku dum. Yapılan istatistiklere göre evlenip de mutlu olanların sayısı yüzde birmiş. Yüzde bir mi! Bu rakam çok az. : Bu rakam, evliliğin birinci yılında yüzde ikiymiş, evliliğin ikinci yı lından sonra yüzde bire düşüyormuş. Çok kötü. Tam ben de evlenmeye karar vermiştim. Bu rakamlar moralimi bozdu. Benim de öyle. Dergi, yanlış yazıyordur, diye düşündüm. Çevremde araştırdım. Gerçekten mutlu olan evli çiftlere pek rastlamadım. Sen rastladın mı? /I
Bülent Deniz
Bilmem hiç düşünmedim. : Boşanmalar da birçok ülkelerde yüzde yetmişe kadar yükselmiş. İlkel toplumlarda boşanma oranı daha azmış. Bülent : İlkel toplumlarda boşanma oranı neden daha az olsun? Deniz ilkel toplumlarda, örneğin Kızılderililerde kadın her şeye katlanı yor. Boşanmayı düşünmüyor, modern toplumlarda erkekle kadın birbirine eşit. Çalışan bir kadının kendine ait bir geliri ve toplumsal bazı hakları var. Bu nedenle erkeğe kafa tutabiliyor. Ama ilkel top lumlarda kadımn ayrı bir işi ve geliri yok. Erkeğin eline bakıyor. Evden aynlırsa geçimini sağlaması çok zor veya imkânsız. Bu ne denle de evliliğin bütün zorluklarına katlanıyor. Ayrılmayı düşün müyor. Bülent : Sen bu konuları bayağı düşünüp, araştırmışsın. Deniz : Nasıl düşünüp araştırmam. Çevremde herkes evlendi. Yakında sen de evleneceksin. Ben fakülteyi bitirdim, halen kendime uygun bir eş bulamadım. Bülent Sen her şeyi ince eleyip sık dokuyorsun. Böyle davranmaya devam edersen evlenemezsin. Atalarımız ne demiş. "Soğanını, sarımsağını hesap eden çorbayı içemez." Kusursuz insan olmaz. Seni isteyen adaylar arasında en iyi bulduğun birini seçersin olur, biter. Ben Zülal'le evlenmeye karar verdim. Zülal'in hiç mi kusuru yok? Ama iyi yanları daha çok. Üstelik bizim de mutlaka pek çok kusurumuz var. Bizimle evlenmek isteyenler de bizim kusurlarımıza katlanmak zorundalar. Ne demişler, "Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır." Deniz Haklısın. Fazla ince eleyip sık dokumanın anlamı yok. Ama bu biraz da yaradılış meselesi. Duydun mu? Esen Hanımla Mehmet Bey de evlenmişler. Bülent Evet duydum, geçenlerde Erksin Hanım söyledi. Ankara Üniversite sinin kuruluşunun ellinci yılı dolayısıyla bir kutlama gecesi yapıla cakmış. Seni, beni ve Zülal'i bu geceye davet ettiler. Gecede yemek ve dans da varmış. İstersen dönüşte birlikte gideriz. Deniz : İyi olur, Esen Hanımla Mehmet Beyi de görmüş oluruz. Kutlama gecesi hangi tarihte? Bülent 18 Eylülde. Bugün 3 Ağustos, tatilde bir ay kalacağız. Dönüş tarihi mizden on beş gün sonraya denk geliyor. Deniz Bence uygun. Bülent : Bence de uygun YUrtJ gidelim. Konuşmaya daldık. Uçağın hareket saati geldi Hiç laik etmedik /.'
DIRILMEYI BEKLEYENLER
Ozcan ERCAN Doğum, yaşam ve ölüm... Doğanın değişmez yasası, evet; ama hiç mi isyan etmemiş insanoğlu ölüme, yaşlanmaya? Hiç mi peşine düşmemiş ölüm süzlüğün? En azından ölüme giden yolu uzatmak adına hiç mi çaba sarfetmemiş, ya da araştırmamış? Tabii ki araşürmış, hem de tarih boyunca. isa'dan önceki yıllara uzanın... Çin ve Hint kültürlerine... Yaşlanmayı, be dende denge bozukluğu olarak gören ve gençliğe geri dönüşü sağlamak için uğraş veren düşünürleri anımsayın... Hipokrat'tan Çiçero'ya bilimsel olmasa da, yaşlılığın sunduğu karanlık tüneli aşma özlemleri içeren yazılara göz atın... Ya Benjamin Franklin... ABD'nin 16. Başkam daha da ileri gitmiş, 19'uncu yüzyılda, insanların günün birinde 1000 yaşına kadar yaşama imkanına kavuşa caklarım dile getirmişti. Nasıl bir özlem içerisindeydi Benjamin Franklin acaba? Neyi hayal ediyordu? Her yüz senede bir dünyaya geri gelmek, gidişatı, gelişmeleri görmek, çağ atlamalara bizzat tanık olmak... Benjamin Franklin'in yaşam boyu aklından çıkaramadığı, hayal ettiği şey buydu. Hayal mi kuruyordu, yoksa çok büyük mü düşünüyordu? Belki de bir fantezi! Çoğumuzun zaman zaman sarıldığı gerçek dışı fantezilerden biri... İster inanın, ister inanmayın, günümüzün modern metodlarıyla yapılan "krayonik" yani "ölümü dondurma" araştırmaları Benjamin Franklin'in fantezi lerinin bir gün gerçekleştirileceğine ilişkin çok olumlu sinyaller veriyor. IVki ııeıliı '< Hıımıı donelinin.ı
'".' Görünürde çok basil.. İnsanların hayatla-
73
rina bir an için ara verip, sıfır altı derecede muhafaza etmek ve ileri bir tarihte hastalıkların tedavi yolu bulunduğunda buzdan çözme teknolojisi... Peki nasıl yapılıyor bu dondurulma işlemi? Zamanlaması nedir? Ölümden ne kadar sonra müdahale ediliyor? Ölmek şart mı? Evet, ölmek şart. En azından şimdilik. İşlemin, dondurulmak isteyen kişi nin klinik anlamda ve yasalara göre ölümünden 5 ila 20 dakika geçtikten sonra başlatılması şart. İlk adımda, kana pıhtılaşmayı önleyen maddeler verilip pom palama yoluyla kan dolaşımı devam ettiriliyor. Dolaşım devam ederken diğer yandan kana bolca oksijen veriliyor. Bu işlemler sürerken bedenin ısısı da düşü rülmeye başlanıyor. Yavaş yavaş. Beden önce buz, sonra da kuru buz, yani don muş karbondioksit gazına yatırılıyor. Neden mi? Bedenin dışı soğutulurken, iç organların da aynı anda soğutulmasını sağlamak için. Donmadan önce pompalanun kan beden dışında soğutulup tekrar geri veriliyor. "Ölüm" artık donmaya başladı. Kuru buzda ısısı -80 dereceye ulaşan beden, sıvı nitrojen içinde -196 dereceye kadar soğuyor. Artık işlem tamam. Beden 100 ya da bin yıl saklanıl mak üzere metal bir boruya konuyor ve bekleme süreci başlıyor... Neden -196 derece? Çünkü bütün bilim adamlarının hemfikir olduğu tek nokta bu. -196 derecedeki sıvı nitrojen "ısısında" moleküller çok yavaş hareket elliğinden bozulma ve çürüme kesinlikle söz konusu olmuyor. Normal oda sı caklığında bir saniyede oluşacak çürüme bu düşük ısıda 30 trilyon senede oluşu yor. Tabii bunlar bilim adamlarının açıklamaları... Ne derece gerçek olduğunu zaman gösterecek. Hiç mi zararı yok bu dondurma işleminin vücuda? Madem ki yeniden can lanacak, organlar hiç mi tahrip olmuyor? Dondurma yöntemini uygulayanların zorlandığı konu da bu. Ne yazık ki henüz bilim adamları dondurma işleminin bedene ne kadar zarar verdiğini kesin olarak bilmiyorlar. Bu sorunun yanıtım bulabilmek için buza yatan insan ların çözülme noktasına ulaşmaları gerek. Yine de bildikleri bir şey var. -20 de recede hücrelerin içindeki su ve diğer sıvılar donarak sivri, bıçak gibi buz kris talleri oluşturuyor. Ve bu kristaller aynen sivri uçlu bir bıçak gibi dokulara ve hücrelere zarar veriyor. Salt bu nedenle, bu kristalleşmeyi mümkün olduğunca asgariye indirmek amacıyla, kana pompalanma yapılırken buzlanmayı önleyici maddeler katılıyor. Ama yine de krayonik, yani dondurma teknolojisi henüz ta mamen gelişmiş değil. Bugünün teknolojisi ile dondurulan insanları metal kap lardan çıkarıp yeniden yaşama döndürmek, şu an için olası değil. Bugün buzda uyuyan 42 kişi, ancak yakın geleceğin gelişecek teknolojisiyle yaşama döndürü lecekler. Amerikan Krayonik Vakfı Başkanı Dr. Avi Ben Abraham'a göre pek de uzak bir tarihle değil. İnançla iddia ediyor ki, 2(XX) yılına varmadan birkaç kişi nin buzunu çözerek yaşama geri çağıracak... 74
Belki teknoloji hızla gelişecek, belki Dr. Avi Ben Abraham çok yakın bir gelecekte buzda uyuyan insanların buzdan hasar görmeden çözülmelerini sağla yacak... Bütün bunlar tamam... Ama buzda uyuyanlar ölü. Ölüler nasıl diriltile cek?.. Dirilülmedikten sora buza yatmanın ne anlamı var?.. Bu sorulara uzman lar müstehzi gülümsemelerle açıklama getiriyorlar ve bize diyorlar ki: "Ölüm son değil... Nasıl mı? İşte... Yasalara göre kalp atışı ve beyin dalgalan durduğu an kişi ölü sayılıyor. Genelde ölüm son kabul ediliyorsa da bu inanış pek ger çekçi değil. Kalp fizyolojisi ve yeniden yaşatma uzmanlarına göre ölüm, bir anda değil, yavaş yavaş oluşur. Ön yargısız düşünürsek kişinin kalp atışı ve nefes alışı durduktan sonra bedendeki hücreler, dokular ve organların daha canlı olduklarını anlarız. Kamt mı istiyorsunuz? Transplantasyon, yani organ nakli için gerekli organlar, ölümden sonra bedenden çıkarılıp başka bedenlere takıl mıyor mu? Günümüzde insanlar öldükten beş ile yirmibeş dakika sonrasına kadar elektrik şoku ile yeniden yaşama dönüş yapmıyorlar mı? Su altında yirmiiki dakika kaldıktan sonra yaşatılabilen insan örnekleri var. Klinik ölümden bir kaç saat sonra da canlanan insanlar var... Canlandırma bilimi geliştikçe, bu süre lerin yüzyıllara varacağı da şüphesiz. Asıl son ne zaman geliyor, biliyor musunuz? Ölü bir insanın oda sıcaklığın da bırakılıp hücrelerinin çürümesiyle. Ölü bedenin mezara gömülmesi de bu çü rüme işinin hızım artırıyor. İşte krayonik, yani dondurma burada devreye giri yor ve bozulma ile çürümeyi önlüyor. Bedeni ve beyni koruyor. Önemli olan, en ileri teknolojide dondurmayı ve çözülmeyi başarabilmek. Umut verici gelişmeler de yok değil... Çok yeni bir buluş... "Vitrifikasyon" "camlaştırma"- bu sorunu çözecek gibi. Çok çabuk donabildiği gibi, cam gibi de sertleşiyor, olumlu olan bu camlaşma, böbreklere zarar vermiyor. Bu biliniyor, çünkü transplantasyon için kullanılan böbrekler bu yolla donduruluyor ve çözü len böbrekler vücuda uyum sağlayabiliyor. En azından, en son gözlemler bun lar. Aslında günümüzde kadın yumurtaları, spermler, dondurulup korunabildiği gibi, organlarımızın bir çoğu da buzda saklanabiliyor. Bu organlar, korncagözün saydam tabakası-, kan, ilik, deri, bağırsak, kandaki al ve akyuvarlar, diş ve böbrek dokuları. Bunların sıvı nitrojende dondurulup depolanması çok kulla nılır bir teknik oldu. Sinek ve böcek türlerine bir göz atın. Çoğu sıfırın altındaki ısıya kolayca uyum sağlamıyorlar mı? Böcekler, kompleks organizmalar oldukları halde do narak yaşayabildiklerine göre, doğada da "krayonik" olduğunu kamtlamıyoriar mı? Umut verici bir gözlem de Kuzey Amerika'da ve Kanada'da bazı kurbağa türleri, kışın bedenlerinin bir bölümünü donduruyor, yaz aylarında ise buzlarını çözerek yeniden canlı yaşama dönüyorlar. Kurbağaların bu olayı gerçekleştire bilmek için bir tür antifriz yetenekleri var. Böylece, -9 derecede beden sıvıları nın yarısı donduğu halde, yaşama geri dönebiliyorlar. Tarla fareleri de -2 dere cede beden sıvılarının yüzde ellisi donduktan sonra yaşamlarım sürdüre biliyorlar. Bu olay dikkate alındığında, neden insanlar antifriz yardımıyla uzun süre dondurulduktun sonra yeniden yaşama dönme olanağı bulmasınlar?
73
GÜZEL VE DİNÇ KALMAK İÇİN NELER YAPMALIYIZ? Şimdiye kadar zayıflayabilmek için yapmadığınız kalmadı... Size hep di yetten, jimnastikten, iradenizi kullanmaktan söz edip durdular. Belki de zaman zaman kilo verdiniz, ama yine aldınız... Sonunda rejim yapmaktan bıktımz usandınız... O halde size bu defa değişik önerilerimiz var... Aslında tavsiyelerimiz öyle sandığınız gibi mucize rejimlerle ilgili değil. Yalnız ve yalnız aldığınız gıdaların cins ve miktarlarında ufak tefek değişiklik yapmak, yemek şeklinizi düzene sokmak. Daha az kalori alıp daha çok enerji harcayacak, ancak bunun farkına bile varmayacaksınız. Bu yöntemle hem fazla kiloları verecek, hem de daha dinç, daha sağlıklı olacaksınız. Nasıl mı? Şu aşağıdaki öğütleri aksatmadan uygulayarak: 1. Yemek yemek sizin için yalnızca bir tatmin kaynağıysa, kendinize yeni lat inin sahaları arayın. Örneğin evinizde, işinizde, aile içinde yeni yeni uğraşlar edinmeye bakın. Kendinizi yemek yemeyi düşünmeyecek yeni çalışmaya verin. Sonunda hem daha mutlu, hem de daha zayıf olacaksınız. 2. Bir davet bile hazırlasanız, aşçılıkta ustalığınızı göstermek için, soslar içinde yüzen yemekler yerine, doğal bir şekilde hazırlanmış, az yağlı ya da çiğ, fakat süslü bir şekilde sunulmuş yemekler yaparsanız, hem misafirlerinizi mem nun etmiş, hem de şişmanlamaktan korunmuş olursunuz. 3. Çok beğenseniz de aynı yemekten ikinci bir porsiyon almayın. 4. Aileniz ve dostlarını/la yediğini/ yemekten sonra, onlar yemeklerini biti76
rinceyc kadar bekleyip bu arada bir şeyler atıştırmak yerine, doğru mutfağa koşup çay kahve hazırlayın ya da bulaşıkları yıkayın. 5. Yemek yemenin yanı sıra bir başka işle ilgilenmeyin, örneğin televizyon seyrederken veya kitap okurken, farkında olmadan oldukça fazla kuruyemişi tü ketmiş ya da bir kutu bisküviyi yemiş olursunuz. 6. Yemek porsiyonlarınızı yarıya indirin, iyice çiğneyin. Böylece yediğini zin tadına varırsınız. Lezzeüni almak için çok yemeye gerek kalmaz. 7. Yemek hazırlarken, bir yandan da atıştırmayın. 8. Hiçbir zaman bir iş yaparken ve ayakta yemek yemeyin, işinize o kadar dalmış olacaksınız ki ne kadar yediğinizi fark edemeyeceksiniz. 9. Sinir gerginliği iştahınızı açar. Sinirli bir şekilde sofraya oturmak yerine, hafif egzersizler yapın, gerginliğinizi gidermeye bakın. 10. Yemeğinizi mutfakta yemeyin. Böylece tencereye ikinci bir kez kaşığı nızı daldırmanız güçleşmiş olur. 11. Yemek aralarında bir şey yemek zorundaysanız, bisküvi, pasta yerine meyveleri tercih edin. Şekerli, kolalı içecekler yerine taze meyve sularım seç melisiniz. 12. S al al al arı niza yağlı, yüksek kalorili soslar yerine, limon suyu katın, ça yınızda şeker yerine sakarin kullanın. 13. içki içiyorsanız, tonik yerine, maden suyu, dilim limon, buz karışımım kullanın. 14. Gıdalarınızı bitkisel lifleri fazla olanlardan seçin. Bunlar bağırsakların çalışmasını kolaylaştıracaktır. 15. "Çalışmayan eller, çalışan ağız" denklemini, yün örmek, dikiş dikmek gibi ellerinizi oyalayacak faaliyetlerle önleyin. 16. Günde üç kez kuvvetli yemek ve aralarında bir şeyler atıştırmak alışkanlığındaysanız, bunun yerine, altı öğün küçük yemekler yiyin, ama arada bir şeyler atıştırmayın. 17. Susadığınız zaman, meşrubat yerine su için. 18. Kendinizde bir ağırlık hissediyorsanız, günde en az 15 dakika kadar jimnastik yapın. Bu hem sizi zindeleştirecek, hem de fazla kalorileri yakmanıza yardım edecektir. 19. Gıda, yaşamınız için bir gereksinmeyse de, yemek yapmayı ve yemeği bir tutku haline getirmeyin. 20. Eğer kilo almanızda alkollü içkiler rol oynuyorsa, bol su ve buz kulla narak içkinizin kalorisini düşürün. Küçük kadehleri sık sık doldurup içmek ye rine, büyük bardak kullanın, daha az içki içtiğinizi göreceksiniz. 77
Metin İncelemeleri 10 Eş Seçimi 1. Bülent ve Deniz nereye gidiyorlar? 2. Deniz niçin yorgun? 3. İstatistiklere göre evlenip de mutlu olanların sayısı yüzde kaç? 4. ilkel ve uygar toplumlarda boşanmalar arasında niçin farklılıklar var? 5. Deniz, evlilikten niçin korkuyor? 6. Bülent, kiminle evlenmek istiyor? 7. Bülent, evlilik konusunda ne düşünüyor? 8. Esen Hanım kiminle evleniyor? 10 A
Dirilmeyi Bekleyenler
1. insanlar yaşlanmayı ve ölümü engellemek için ne zaman araştırma yap maya başlamışlardır? 2. Benjamin Franklin'in bu konudaki görüşleri size göre fantazi midir? 3. Dondurulması gereken kişilerde ne gibi şartlar aranıyor? 4. Dondurma işlemi nasıl yapılıyor? 5. Dondurulma işleminin vücuda zararları var mıdır? 6. Dondurulan insanların ne zaman yaşama dönmeleri bekleniyor? 7. Ölüm bir son mudur? Niçin? 8. Donma ve çözülme ve yeniden yaşama dönme işlemlerinin doğada ne gibi örnekleri vardır? Tartışma ve Yazma Konuları /. Mutlu bir evlilik için neler yapmalıdır? 2. Yaşlanmanın ve ölümün çaresi bulunabilir mi? 3. Beslenmenin sağlık üzerindeki etkileri nelerdir?
78
Aypar Hanım Turgut Bey Serpil Hanım Turgut Bey Aypar Hanım Turgut Bey Aypar Hanım Turgut Bey Serpil Hanım
FAL MERAKI Kahvelerimizi içtik. İsterseniz bir fal kapatalım. : Ben fala inanmam. "Fala inanmayacaksın, ama falsız da kalmayacaksın" demiş ler. Hem sonra bazı fallar da doğru çıkıyor. Ben çok dene dim. : Öyleyse fıncam sizin hatırınız için kapatıyorum. Ne derseniz deyin, ben fala inanmam. Ben de fala pek inanmam, ama Serpil haklı. Bazen doğru çı kıyor. Siz kadınlar, zaten her işinizi fala göre yaparsınız. Hiç de öyle değil. Ben fala eğlence gözüyle bakarım. : Ben de hiç fala bakmadan tahminen birçok şey söylesem, bazıları doğru çıkar. Ben bu konuyu yakından inceledim. Kahve falına bakanlar arasında medyum dediğimiz sezgi gücü kuvvetli kimseler genellikle pek çok şeyi biliyorlar. Bazıları ise sadece eğlen ce olsun diye bakıyor ve kalıplaşmış sözler söylüyorlar. Bu ikisini birbirinden ayırmak lazım.
Aypar Hanım
Ben daha çok el falına inanıyorum. El falı bazı bilimsel te mellere dayanıyor. Üstelik eski Mısırlılar zamanından bu yana beş bin yıllık bir geçmişi de var.
Turgut Bey Serpil Hamm
Şimdi de falı bilimsel temellere oturttunuz. : Bir konuyu iyice araştırmadan kabul etmek de yanlış, reddet mek de. Ben size bazı ipuçları vereyim. Kısa bir araştırma yap tıktan sonra el falının doğru olup olmadığına karar verin. Boşuna çenenizi yormayın. Ben fala inanmam. Bir defa dinleyin. Serpil Hamm benim falıma baktı. Söyledik leri aynen gerçeklere uyuyor.
Turgut Bey Aypar Hanım
79
Serpil Hanını
Turgut Bey Serpil Hanım
Aypar Hanı Turgut Bey Aypar Hanım
Turgut Bey Serpil Hanım
Turgut Bey Serpil Hanım
Aypar Hanım
MI
Çevrenizdeki bütün arka daşlarınıza bir bakın, elleri nin şekliyle yüzlerinin şekli birbirine benzer. Sizin yü zünüz uzun, alnınız geniş. Elleriniz de uzun ve avucunuz geniştir. Evet öyle, hiç dikkat etme miştim. Parmak ucu sivri olan in sanların altıncı hissi çok kuvvetli oluyor. Arkadaşla rınızın parmağına bakarak bunun doğru olup olmadığı nı rahatça araştırabilirsiniz. Baş parmağınızı geriye doğru götürür müsünüz? Gitmiyor ne olacak! Ben de Serpil Hanımdan öğrendim. Baş parmağı ge riye doğru gitmeyen kimse ler inatçı oluyor. Yani ben şimdi inatçı mı yım? Hâlâ el falına inanma dığınıza göre elbette inatçı sınız. Araştırmadan hiçbir şeye inanmam. Araştırmadan hiçbir şeyi de reddetmeyin. Ünlü Alman Filozofu Imanuel Kant "El, beynin dışarıya bir uzantısı dır" der. Ellerinizi iyi incele yin. Kahve fallarımız artık ol muştur. Serpil Hanım, şu fincanlara da bir baksanız. Yeni neler var, bir öğrene lim.
KADINLAR NİÇİN ERKEKLERDEN FARKLI DÜŞÜNÜRLER?
Nobel ödüllü matematikçi veya orkestra şefi kadınların sayısı yok denecek kadar az. Buna karşılık kadın şarkıcı, dansçı ve yazarlar sayısız. Bu neden kay naklanıyor dersiniz? Acaba kadınların başka bir beyin bölümüyle düşünmele rinden mi? İnanması zor ama, düşüncede cinsiyet oldukça ayırıcı bir faktör. Tabii bu, her iki cinsten birinin diğerinden daha iyi düşündüğü anlamını taşımıyor. Peter BOCCARIUS Bu yazıyı okumaya başlarken kadınsanız sinirlenmeye, erkekseniz böbür lenmeye kalkmayın. Yazının tümünü okuduğunuzda üzüntü ve sevinciniz birbi rine karışabilir. Siz en iyisi, beyin araştırmacılarının kadın ile erkek arasında saptadıkları biyolojik farklılıkları ve kadınların erkeklerden niçin daha farklı düşündüklerini açıklayan araşürmaları içeren bu yazımızı tarafsız bir gözle oku yun. Diyelim ki. karşıdan bir röportajcı size yaklaşıp mikrofonu uzaüyor ve o anda aklınıza gelen en ünlü 10 bayan ismini saymanızı isüyor. Yanıtınız ne olurdu? Belki de şöyle: Margaret Thatcher. Teresa. Prenses Diana, Romy Schneider, Maria Callas, Mildred Sheel, Indira Gandhi, Ulrike Meyfarth, Marlyin Monroe. Ncna. Hoyloıv politik, sosyal, dinî ve toplumsal yaşamdan beş ba
sı
yanın dışında iki şarkıcı, iki aktris ve bir sporcu bayan saymış oldunuz. Acaba aklınıza niçin dişi bir Einstein, Oberth, Siemens veya bir orkestra şefi, ünlü bir mimar gelmedi? Gerçekten yalnızca erkeklere özgü olan ve kadınlara uygun düşmeyen iş ve meslekler mi var dersiniz? "Erkek mesleği" denildiğinde genel olarak bedensel gücün ön plana çıktığı işler anlaşılıyor. Ancak bazı mesleklere de, kadınları yüzyıllarca bu işlerden uzak tutmayı başaran erkekler sahip çıkmıştır. Örneğin Alman üniversitelerine ilk kız öğrenciler 1908 yılında kabul edilmişlerdir ve bazı meslekler de var ki, bunlar erkeklere daha ilginç gelmektedir. Örneğin ressamlığı ele alalım. Mutlaka çok önemli kadın ressamlar yaşa mıştır dünyamızda. Ancak bunlar, kadınların ressamlıkta ağılıklarını koyamayışları kuralım bozacak nitelikten çok birer istisnadan öteye geçemiyor. Dişi bir Rafael, Rubens veya Rembrandt olmayışı, o çağda kızların çırak olarak bir resim atölyesine girmelerinin olanaksızlığıyla kolayca açıklanabilir. Ama dişi bir Vang Gogh, Dali veya Picasso'nun olmayışı aynı şekilde açıklanamaz, çünkü onların yaşadığı devirde kadınlar bu mesleği seçebiliyorlardı. İşte bu alanda beyin araştırmacıları ve psikobiyologlar iki önemli buluş ge liştirmişlerdir: Birincisi, insamn evrensel düşünceleri için beynin sağ yarısının cinsiyete göre farklı bir şekilde, yani erkeklerde kadınlara oranla daha fazla kul lanıldığı. Tabii bu iki buluş, araştırmacıların açıklamaktan çekindikleri kadar sansas yonel ve kadın özgürlüklerine aykırı nitelikte. Örneğin kim sarkan kulak meme lerini daha güzel olarak tanımlayabilir? Böylece tipik kadın kulağını aşağılamış olmaz mı? Aym şekilde erkeğin düşüncesini örnek ve standart olarak nitelendir mek kadımn düşüncesini klasman dışı bırakmak anlamına gelmiyor mu? Herhangi bir yargıya varabilmek için, şimdiye kadar bilinen düşünce farklı lıklarım ve bunların nedenlerini daha yakından incelememiz gerekecek galiba. Tüm dünyada yüzlerce çocukta uygulanan testlerin sonuçlarına göre, daha sütten kesilmemiş çocuklarda bile kızların çevreyle olan ilişkileri erkeklerinkinden farklı. Kız çocuklarının ilgisini daha çok çevrelerindeki olaylar, yüzler, ses ler ve gürültüler çekiyor. Bir konuşma tonunun ne anlama geldiğini daha kolay sezebiliyorlar: Sevinç, mutsuzluk, övgü gibi. Onlar konuşmayı daha önce bece riyorlar. Cinslerin düşünce şeklindeki önemli bir farklılık da buradan kaynakla nıyor. Yedi ayrı yaş grubunda yapılan deneyler, kadımn dil konusundaki kesin üs tünlüğünü kanıtlamıştır. Dil merkezimiz beynimizin sol yarısındadır ve konuş ma, kadınların yaşamları boyunca erkeklerden daha çok kullandıkları bir araçtır. Bu araç, onların dünya ile olan ilişkilerini belirler. Erkek çocuklar yeni bir şey öğrenmek istediklerinde nesneleri hiddetle birbirine katarken, kız çocukları sa kince, bilen bir insana sormayı yeğlerler ve sordukları kişilere inanmak zorunda oldukları için de insanlara daha çok güven duyarlar. 82
Kadınların konuşma yeteneklerini ve çevreye uyum göstermeye yatkınlık larım kanıtlayan bu buluşlardan sonra, kızların okulda niçin erkeklerden daha iyi not aldıklarım, sınıfta kalma oranlarının niçin daha az olduğunu kavramak kolaylaşıyor. Okuldan söz ettiğimizde devreye giren başka unsurlar da var. Ör neğin her öğretmen, kız öğrencilerin erkek öğrencilerden çok daha az hırçın ol duğunu ve davranışlarının daha nazik olduğunu belirtir. Bu konuyu irdelediği mizde karşımıza insan vücudu ve onun yapısındaki incelik ve duyarlılık çıkıyor. Beyin araştırmacıları ve psikobiyologların bu konudaki açıklamalarına göre, konuşma merkezlerinin bulunduğu sol yarı beyinde sözcük ve tümcelerin konuşulabilmesi için Broca merkezi, bu sözcük ve tümcelerin anlamlandırılabilmesi için ise Wernicke merkezi vardır. Buna karşılık beynin sağ yarısı sentez, toplu bakış, evrensellik gibi görevleri içerir. Bu fonksiyonlar teknikte, mimar lıkta ve ressamlığın "sıkıcı" bölümlerinde etkindir. Eğer psikobiyologlar haklıysa, kadınlar daha çok beyinlerinin sol yarıları nın yönetimiyle yaşarken, erkekler düşünme işlevlerini beynin sağ yarısı ile ta mamlıyorlar. Erkekler "sağ" yarıyla düşünürken, kadınlar "sol" yarıdan da ya rarlanıp sentez, toplu bakış ve evrensenlik gibi görevlerde de konuşma merkezini kullanıyorlar. Bu da kadımn dil üstünlüğünü, uyumluluğunu ve davranışlarındaki inceliği açıklamaya yetiyor. Davranış ve beden hareketlerinden söz ederken aklımıza hemen istisnaların en güzel örneklerinden biri olan Nurejew gelse de dansa kadınların daha yatkın olduğu bir gerçektir. Sayısız kadın gazeteci ve yazar, araştırmacıları şu görüşte birleştirdi: Ka dınları ilgilendiren şey dilin kendisi değil, onunla gerçekleştirilebilecek iş ve et kinliklerdir. Doğuştan sonra dünya ile konuşarak iletişim kuran kadın, sonradan yazar veya gazeteci olduğunda dünyada yolunda gitmeyen işleri değiştirip iyi leştirmek için araç olarak dili kullanır. incelik ve duyarlılığın yer aldığı, kadınlara bu özelliği sağlayan beynin sol yarısı, sinirlerin boşalması, ağlama krizleri ve bitkinlik gibi olumsuz histerik akımlara çok yatkındır. Eğer bu doğruysa kadınların, çocukluklarında daha hır çın, yetişkin çağlarında daha kaba olan erkeklerden, niçin çok daha kolay histe riye kapıldıkları açıklanmış oluyor. Günümüzün dünyaca ünlü kadın şarkıcılarım, piyanistlerini, kemancılarım, çellocularım kesinlikle müzik yaşamımızdan ayrı düşünemiyoruz. Ancak ünlü bir kadın besteci veya orkestra şefi ismi bir çırpıda aklımıza gelmiyor. Niçin dişi bir Karajan yok? Acaba bu holistik düşünceden mi kaynaklamyor, yoksa or kestra üyelerinin bir bayamn çubuğuyla yönetilmek istememelerinden mi? Bunu araştırmak için iki yol var: Biri, insan beyninin araştırılmasını sürdür mek; diğeri ise deneyim. Artık günümüzde orkestra üyeleri arasında kadınlara daha sık rastlıyor olmamız, yakında kadın orkestra sellerini çubuklarım oynatır ken görmemizi sağlayacak belki de. K3
FAHRIYE ABLA Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar. Kapanırdı daha gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen! Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdan sen. Fahriye abla! Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi, Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi; Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede. Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede; Bahçende akasyalar açardı baharla. Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla! Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı; Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı. içini gıcıklardı bütün erkeklerin Altın bileziklerle dolu bileklerin. Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin; Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla. Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla! Gönül verdin derlerdi o delikanlıya. En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya. Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın, Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın? Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın; Hatırada kalan şey değişmez zamanla. Ne vefalı komşumdan sen, Falıriye abla! Ahmet Muhip 1)1 U \NAS H4
Metin incelemeleri 11 Fal Merakı 1. "Fala inanma, falsız da kalma" sözünden ne anlıyorsunuz? 2. Fala inanmak doğru mudur? 3. Medyum kimlere denir? 4. El falının bilimsel geçerliği var mıdır? 5. El ve yüz arasında bir ilişki var mıdır? 6. Parmak ucu sivri olan insanların özellikleri nedir? 7. Baş parmağı geriye gidemeyen insanların özellikleri nelerdir? 8. Imanuel Kant'a göre el ile beyin arasında nasıl bir ilişki vardır? 11 A Kadınlar Niçin Erkeklerden Farklı Düşünürler? 1. Kadınlar arasında niçin ünlü bilim adamları, mimarlar, orkestra şefleri, ressamları yoktur? 2. Psikobiyologlara göre beynin sağ ve sol yanm küreleri arasında ne gibi farklar vardır? 3. Erkekler ve kadınlar beynin hangi yanm küresini daha çok kullanmakta dırlar? 4. Yeni doğan kız ve erkek çocuklar arasında ne gibi farklar vardır? 5. Dil konusunda kadınlar mı, yoksa erkekler mi daha çok yeteneklidir? Niçin? 6. Okulda hangi öğrenciler daha başarılı ve naziktir? 7. Kadınlar erkeklere göre niçin daha duyguludur? 8. Gerekli imkanlar sağlamrsa, kadınlar arasından da dünyaca ünlü bilim adamları, orkestra şefleri çıkabilir mi? Tartışma ve Yazma Konusu 1. İnsanlar fala niçin önem verirler? 2. Kadın ve erkeklerin birbirlerine göre zayıf ve güçlü yönleri nelerdir?
ss
TÜRKÇE REÇETE
Ömer SEYFETTİN
Belkıs, geniş yatağında, mavi ipek kaplı yorganının altında sıkılmış bir yumruk gibi yusyumru yatıyordu. Sabahleyin vurdum duymaz kocasıyla yeni bir fasıl gürültü etmişti. Şimdi sinirleri çekiliyor, kalbi sızlıyor, başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Kendi kendine: -Ölüyor muyum? Dedi. Bağırmak, geceliğini parçalamak, yerlere atılmak istiyordu. Fakat ağır bir kâbus hareketsizliğiyle bir şey yapamıyor, dişlerini sıkıyor, zangır zan gır titriyor, inim inim inliyordu. Feryatlarım, "Eleni" tâ aşağıdan işitti. İmdadına koştu: -Hanımcığım, ne oluyorsunuz? Diye yorgam kaldırdı. -Ölüyorum, kız... -Ah Panayi... Susunuz! Belkıs feryadını yine tekrarladı: -Ölüyorum. Bu sefer ölüyorum., Xft
-Susunuz, kale... -Ölüyorum Eleni... -Kolonya ile bari göğsünüzü oğsam... -Hayır hayır... -Yüzünüze su serpsem... -Hayır, hayır... Telefona koş! Doktor Şerifi çağır... "Hanım, son nefesini veriyor! de. Araba mı bulur, at mı, otomobil mi? Kuş olsun, gelsin! Bir dakika geç kalırsa cenazemi görür. Böyle söyle işte... -Peki hanımcığım! -Haydi koş, diyorum!. Hizmetçi kız, aynalı dolabı, kapalı pencereleri zangırdatan bir çabuklukla fırladı. Belkıs daha yusyumru oldu. Daha keskin, daha acı inlemeğe başladı. Doktor Şerif onun biraz akrabasıydı. Şimdiye kadar hiç kendisini gösterme mişti. Ama herkesten övgüsünü işitiyordu. "Kadın hastalıkları" mütehassısıydı. İki sene evvel mektepten çıkmış, pek büyük bir şöhret kazanmıştı. "İnsanı lafla iyi ediyor..." diyorlardı. Belkıs çok beklemedi. Yarım saat geçmeden iri yarı, şuh bir delikanlı odaya girdi. Karyolanın yamna konulan koltuğa oturdu. Belkıs hâlâ inliyordu. Teklifsizce yorgam kaldırdı. -Neyiniz var, Belkıs Hanım? -Ah Doktor, siz misiniz? -Evet, bendeniz... -Görmüyor musunuz, ölüyorum işte... -Görüyorum ki, bir ilkbahar sabahı kadar pembe, bir dişi kaplan kadar kuv vetli, yeni açan bir gül tomurcuğu kadar sağlam, yaşıyorsunuz! Belkıs, azıcık doğruldu. Kaşlarım çattı: -Rica ederim, şairliği bırakınız, dedi, hastayım. Bana bir ilaç veriniz. Doktor güldü: -Hah... şöyle! Biraz doğrulunuz bakayım. -Hiçbir tarafım tutmuyor! -Gayret ediniz. -Oh, oh... -Ben de yardım edeyim. Nazik doktor, Eleni'nin şeytan bakışları altında, kollarının çıplak yerlerine dokunmamağa çalışarak hastasını doğrulttu. Arkasına, yanlarına yastıklar sıkış tırdı. Oturduğu koltuğu yatağa iyice bitiştirdi. Kendi eviymiş gibi hizmetçiye: -Haydi kızım, sen de bize birer şekerli kahve yap! Dedi. Sonra cebinden çıkardığı altın bir tabakadan yaldızlı bir cigara çıkar dı. Belkıs'a uzattı: -Şunu alınız bakayım. -İçmem doktor. -İçinize çekmezsiniz. Hele bir yakınız.
X7
Kendi de bir cigara yaktı. Dereden tepeden konuşmağa başladı. Daha kahve gelmeden ikinci cigaraları yakmışlardı. Belkıs açıldı. Doktor tıpkı bir kadın gibi konuşuyordu. Hep son günlerin dedikoduları... Sevenler, sevişenler... ayrılanlar, barışanlar... intihar teşebbüsleri... kadınlık hukukuna dair fikirler... Belkıs: "Biz Avrupa kadınlarından çok talihsiziz. Onların büyük elemlerini uyutacak birçok teselli barınakları var!" diyordu. Doktor sordu: -Bu barınak neresi? -Manastır! Orada bir kadın bedbaht oldu mu, kilisenin kucağında sonsuz bir teselli bulur. Doktor: -Bırakınız rica ederim, diye güldü, böyle barınak olmaz olsun. Diri diri me zara girmek!.. Bilakis bizim kadınların barınağı ne güzeldir!. -Bizim barınağımız neresi? -Bilmiyor musunuz? -Hayır. -İsviçre. Belkıs beyaz, çıplak kollarını, sık kumral saçlarım sarsan bir kahkaha ile güldü. Türkiye'de bedbaht olduktan sonra sevgilisiyle İsviçre'ye giden bir hanım dan bahsettiler. Bir saat süren gevezelik Belkıs'a bütün ıstıraplarım unutturdu. Doktor: "Size doyum olmaz!" diye gülerek müsaade istedi. Ayağa kalktı. Güzel hastasının elini öperken, o: -Fakat bana bir ilaç! Dedi. -Başüstüne! Diye eğildi. Cebinden çıkardığı defterden bir yaprak kopardı. Kurşun kalemi elinde düşünüyordu. -Aman doktor acı bir şey olmasın. -Peki... Dedi. -Hap, kaşe filan da olmasın, iğrenirim. -Peki. -Harici ilaç da istemem. Kokusuna dayanamıyorum. -Peki... Size öyle bir ilaç vereceğim ki, bir anda hiçbir ıstırabınızı bırakma yacak. Ne başımzda ağrı, ne içinizde sıkıntı, ne gönlünüzde üzüntü kalacak! -Ah... -Evet! Doktor Şerif gülümsedi. Yazmağa başladı. Belkıs yan gözle yazdığına bakı yordu: -A... Doktor, Türkçe mi yazıyorsunuz? Dedi. -Evel! XX
-Türkçe reçete olur nıu hiç? -Niçin olmasın? -O halde siz de demek tutucu Türkçülerdensiniz? -Hayır. -Ey, niçin Türkçe yazıyorsunuz? -Yapacak eczacı belki Fransızca el yazısı okuyamaz diye... -Yavaş yavaş, düşüne düşüne yazıyordu. Belkıs uzaktan bakıyor, fakat okuyamıyordu. Gram filan, miktarım gösteren rakama benzer bir şey gözüne ilişmedi. Uzun uzun satırlardı. -Yoksa, Şerif Bey, bu bir kocakarı ilacı mı? -Hayır, bilakis bir genç kadın ilacı... Doktor, yazdığı kâğıda imzasını da attıktan sonra hastasına uzattı: "Belkıs Hanım fena halde asabından rahatsızdır! Başın daki ağrı, midesindeki bulantı, vücudundaki kırıklığın geç mesi için hemen şu tedbirler alınacaktır: Her sabah soğuk su ile ellerini, yüzünü yıkamak! Moda gazetelerinde gördüğü son şekil iki tayyörü hemen terziye ısmarlamak! Ağır bir samur kürkten manto... "Babayan"a son gelen elmaslardan, incilerden en aşağı yedi parça hemen alınacak. Her gün temiz, kiralık bir otomobil içinde iki saat kadar bir gezinti! Bu program noktası noktasına takip edilmezse rahatsızlığın pek vahim, pek tehlikeli sonuçlara sebep olacağını fen namı na haber veririm!" Kadın Hastalıkları Mütehassısı Şerif ZEKİ -Nasıl? Belkıs baktı. Doktorun tâ gözlerinin içine bakü. -Siz doktor değilsiniz! Dedi. -Ya neyim? Genç kadın azıcık daha: "Duygulu bir koca, hisli bir erkek!..." diyecekti. Reçeteyi kırmızı, küçük dudaklarına götürdü. Hafifçe yutkundu: -Doktordan fazla bir şey! -Ne? -Lokman! Azizim Lokman! Siz bir küçük Lokman'sınız! Sizi bütün ken dim gibi hasta arkadaşlarıma tavsiye edeceğim! Dedi... H9
DÜNYANIN YEDİLİ GİZEMİ İnsanoğlu sayıyı ya da saymayı 3 sayısı ile öğrendi. Evrende dişi ilkeyle, erkek ilke birleşti ve bir canlı meydana geldi. Soyut düşünce olgunlaştıkça, in sanoğlu varlıklar arasında ayrımın sayı ayrımından oluştuğunu anladı. Bunu ilk olarak Pisagor düşündü. İlk kez, Tevrat'ta Hz. Musa'ya Allah, "Say" emrini ver di. Sonra insanlar, sayıların uğuruna ve uğursuzluğuna inanmaya başladılar. Sayı mistisizmi doğdu. Doğuda Hurafılik, Batıda Aritmatizm gelişti. O kadar ki, günümüzde modern bilim dünyası bile, sayıları eşit görmüyor. Nükleer fizik 2, 8. 20, 50, 82 sayılarım gizemli buluyor. Çünkü bu sayılarda nötron ve proton ta şıyan çekirdekler, farklı ve daha güçlü bir enerji taşıyorlar. Diğer sayılarda nöt ron ve proton taşıyan çekirdeklerde bu enerji görülmüyor. Sembolizmde her sayımn bir gizemi var. Ama yedinin çok farklı bir yeri ol duğu görülüyor. 7 birçok görüşe göre, insanın ve evrenin gizemidir. Peki, neden 7? Bu yorumu yazı dizimin sonuna bırakıp önce 7'lerde bir gezinti yapalım. Astronomi ve 7 Eski inanışlara göre, "7 Yıldız Devri" vardı. Çağımızda ise Hanvard Üni versitesi 200.000 civarında yıldızı araştırdı. Sonuçta bunları yedili bir sınıflama ya soktu. Bu yedi grup, O-B-A-F-G-K-M harfleriyle yeni yedi harfle kodlandı. Afeli, bir gezegenin kendi güneşine en uzak olduğu noktanın adıdır. En yakın olduğu noktaya ise IVrilıeli deniyor. Dünya'nın Güneşe göre afelisi, 7. ay dadır. •X)
Dini İnançlar ve 7 Japon dininde 7 tanrı var. Bunlar bir arada, var olmayı oluştururlar. Yunan lıların Zeus'u, Romalıların Jüpiteri veya Kartaca'nın büyük tanrısı Baal aynıdır. Tüm bu uygarlıklarda, bu Baba Tanrı, elbisesinin önündeki 7 tanrı resmiyle simgelenir. "Mephisto" sözcüğü İngilizcedir. Türkçesi şeytan anlamına gelir. Mephisto'nun özelliği Cennet'ten kovulan 7 şeytandan biri olmasıdır. îslamiyette 7'nin önemi büyüktür. Kuran-ı Kerim'de 7. sure Enam süresidir. Bu surenin, 187. ayetinde, "Kıyametin zamanım ancak Allah bilir" denir. Yine Kehf suresinin 77. ayetinde, kıyametten söz edilir. Fatiha suresi 7 ayettir. Kuran'ın yedi lehçede indirildiğine inanılır. Yine Kuran'da her ayetin 7 ile 777.777 manada açıklandığı kabul edilir. Kıyamette, mahşer gününde insanlara 7 kat gökten gelen, 7 melek soru so racaktır. Ayrıca göğün 7 katı da 7 daireden oluşmuştur. Mahşerde 7 geçit var dır. Sırat Köprüsünden geçemeyen günahkârlar 7 hale dönüşürler, su, hava, top rak, ateş, bitki, maden ve hayvan. Geçebilenler ise kendi durumlarına uygun 7 yıldızdan birine gidecekler. Mevlâna'mn "Mesnevî"si 7 cilttir. Altıncı ciltte 7 yıldızın 7 alanından söz eder. Yine birçok islam bilgini, örneğin Beyazıdi Bistami, yükselişi, yani mira cı 7 devirde açıklar. Bu 7 devrin ya da 7 alanın sonunda yine kendini bulduğunu yazar. Hac'da Kabe'nin çevresinde 7 defa dönülür. Şeytan 7 taş atılarak taşlanır. Hz. Muhammed'in bazı hadislerinde kirli eşyanın 7 defa yıkanması emrolunur. Yine îslam inancında, Cehennem ateşi, dünyadaki ateş gücünün 70 katıdır. Cennet'e 70.000 kişi sorgusuz, 70.000 kişi de bir kişinin arka çıkmasıyla (şefa atle) girecektir. Hıristiyanlarda 7 melek ve 7 ana günah vardır. Museviler, 7 yılda bir Sabbat gününü kutlarlar. Yine tüm felsefî ve dinî öğretilerde 7 kere, 7 gün düşün menin yararından söz edilir. Müzik ve 7 Ünlü besteci George Frederich Haendel 7 yaşında org çalmaya başlamış ve ilk bestesini 21 yaşında yapmıştır. Fransız besteci, Messiaen Olivier, piyano metodu için 7 ayn yoğunlukta ritm bulmuştur. 7 notanın dışında, 7 aralık, 7. Senfoni, 7 telli sazlar, 7 kemanlar, 7 oktav, 7 minör ve majör, müzikteki diğer yedilerden bazılarıdır. 7'ler bitmiyor Yediler, Ayasofya'da toplanmışlar. Bizans İmparatoru Justinianus'un yap tırdığı onanından sonra. Ayasofya 7 Mayıs 558'de bir deprem sonucu hasar •M
gördü. Çatlayan kubbe 7 m. yükseltilerek desteklere alındı ve onarıldı. Ayasofya'nın yapımında 7 yerden getirilmiş, 7 ayrı cins mermer kuUamldı. Yine yapım sırasında mimar ortadan kayboldu ve 7 yıl sonra ortaya çıktı.
Evliya Çelebi'ye göre, belleği kuvvetlendirmek için Ayasofya'nın kubbesi altında 7 kere sabah namazı kılıp ve her namaz vaktinde 7'şer kara üzüm yemek gerekiyormuş. Ayrıca Ayasofya'mn ünlü 7'ler kapısının önünde, bir inanca göre, dünyayı yöneten 7 bilge ibadet ediyor ve bu olay her yıl tekrarlanıyor. 1870'te Türkiye'ye gelen ünlü İllizyonist Pinetti, Joseph, Rus Çarı'nın önün de bir temsil veriyor. Temsil ya da gösteri saat 7'de başlayacaktır. Ama Joseph bir saat geç gelir. Çar'ın ve misafirlerin kızgınlığı karşısında, herkese saatlerine bakmalarım söyler. Tüm saatler 7'dir. Bir diğer gösteriyi, İllizyonist Zati Sungur Dolmabahçe Sarayı'nda, Ata türk'ün huzurunda yapmıştı. Atatürk'ün ve tüm davetlilerin önünde, sarayın 7 kapısından aynı anda girdi! Bu tür örnekleri saymanın sonu yok. Yedilerin yazarı Aytaç F.rentürk, 27 yılda yaptığı araştırmaların somu unda 15 ciltlik bir yediler ansiklopedisi oluş92
turmuş. Biz bu yediler okyanusundan biraz uzaklaşalım ve 7 sayısının sembo lizm ve gizemcilikteki yerini inceleyelim. V' ııi ıı sakladığı gizem Yedileme, yedi elementten oluşmuştur. Bu yedi element, evrenin yedi yö nünü belirtir. Bunlar yedi boyuttur ve her birinin iki zıt yönü bulunur. Gizemci likte evren bir sistem üzerine kuruludur. 7 boyuttan her birinin değişimi, evrenin bir devridir. Yani her şeyin yenilenmesidir. Bir başka deyişle, her devir bir doğumdur ve acı getirir. İşte, bu ne denle sembolizmde 7 acı, ıstırap, elem ve keder sayısıdır. Fakat bunlar geçicidir ve sonuçta mutluluk getirir. Ama sonuçta, 7 sayısı başlangıcın değişmez ana noktasıdır. Bütünlüğü ve "Evrensel Bir"i sembolize eder. Bu yüzden 7 sayısı, ilk veya temel sayılardan (0-9) üstündür. Çünkü kutsal görevi birleştiriciliktir. 7 renk bir araya gelince, gökkuşağını, 7 ses güzel bir müzik parçasını oluş tururlar. İnsanda, Şakra adı verilen 7 enerji merkezi vardır. Tibet ve Hint kö kenli olan bu ilgi, günümüzde kabul ediliyor. Akupunktur sisteminin temelidir. Belki de 7'ler arasında en önemlisi budur. Çünkü inşam sağlıklı yapan, sağ duyulu olmasını sağlayan, maddî ve ruhsal dengesini koruyan Şakra sistemidir. Bu sistemdeki uyumsuzluklar ve bozukluklar inşam her yönden etkileyerek hasta ederler. 7'lerle ilgili daha birçok gizem var. Sezgilerimiz ve içgüdülerimiz, bizleri 7 ile ilgili davranışlarda bulunmaya zorluyor. Yediveren gülü diyoruz. 7 kat sayı diyoruz, böylece sanki bir şeyleri taklit ediyor gibiyiz. 7 Şakra enerjisi bizi ko ruyor, ama insanın fizik bedeni de 7 sistem, başta 7 delik (iki göz, iki burun de liği, iki kulak deliği ve ağız kafatasında 7 parça kemik ve daha birçok 7 var. Belki de 7 sayısıyla kendimizi yansıtıyoruz.
93
PARAŞÜT TALİMİ SIRASINDA Uçaktan yapılacak bir "paraşütle atlama" talimi sırasında takım kumandam erleri karşısına dizer ve başlar son bir defa daha yapacakları işi anlatmaya: -Uçakta hazır ol emrini alır almaz, hepiniz paraşütlerinizi takarak ikinci emri beklemeye başlayacaksınız. Atla emri verilir verilmez de tek sıra halinde açılan kapının önünde sıralanacaksınız ve birbirinizin arkasından kendinizi boş luğa bırakacaksınız. Bu sırada dikkat edeceğiniz tek husus, kendinizi boşluğa bıraktıktan sonra normal bir sayışla birden ona kadar sayıp paraşütü açmamz olacak. Buna çok dikkat etmelisiniz. Uçaktan atlar atlamaz bir, iki, üç dört diye saymaya başlayın 10'a gelince de önünüzdeki kolu çekip açın. Tamam mı?... Haydi bakalım hepiniz uçağa. Az sonra uçak hareket eder. Atlama sahasının üstüne gelir. Emir verilir, kapı açılır ve erler sıra ile atlamaya başlar. Birincisi atlar, ona kadar sayar, para şütünü açar. İkincisi de atlar, üçüncüsü atlar, dördüncü, beşinci derken, bir de bakarlar ki erin biri kurşun gibi aşağıya iniyor. Herkesi bir anda telaş alır. Ha şimdi paraşütü açıldı, ha şimdi açılacak diye beklerken er olanca hızıyla altta bulunan köy evlerinden birinin damım deler, içeride kaybolur. Tabii derhal ilgililer olay yerine ambulansla, jiplerle yetişirler... Erin tava nını delip içine düştüğü evi bulurlar. Bakarlar ki ev bir samanlık. Bizimki de or talıklarda yok... Samanların, otların içini aramaya başlarlar. Tam otların dibine yaklaştıkları sırada kulaklarına derinden derine bir ses gelir: Aaa.. aa.. a., aaal.. aa.. allı. Ye.. ye„ ye„ e,„ e„ e... yedi. Se... e., e., e. seki/.. Kekeme er, hâlâ saymaya devam etmektedir.
94
Metin İncelemeleri 12
Türkçe Reçete
1. Belkıs Hanım kiminle kavga ediyor? 2. Belkıs Hanım niçin hastalanıyor? 3. Doktoru kim çağırıyor? 4. Belkıs Hanım, niçin doktor Şerif Zeki'yi çağırtıyor? 5. Doktor Şerif Zeki, hastaya nasıl davranıyor? 6. Belkıs Hanım Türk kadınlarım neden talihsiz buluyor? Sizce bu doğru mudur? 7. Belkıs Hanım ne tür ilaçlar istemiyor? 8. Doktor Şerif niçin değişik bir reçete yazıyor? 12 A Dünyanın Yedili Gizemi 1. İnsanoğlu sayı saymayı niçin 3 sayısı ile öğrendi? 2. Tevrat'ta ve Kur'anda ilk emir nedir? 3. Afeli ne demektir? Dünyamn Güneşe göre afelisi hangi aydadır? 4. İslamiyette 7'nin önemi neden büyüktür? 5. Müzikte 7 neden önemlidir? 6. Evliya Çelebi'ye göre belleği güçlendirmek için ne yapmalıdır? 7. İllizyonist Pinetü ve Zati Sungur'un yaptıkları gösteriler nelerdir? 8. 7'nin sakladığı gizemler doğru mudur? 12 B Paraşüt Talimi Sırasında 1. Erler, ne talimi yapmaktadır? 2. Erler, uçaktan atladıktan sonra ne yapacaklardır? 3. Erlerden biri nereye düşer? 4. Düşen erin paraşütü niçin açılmamıştır? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Moralin, sağlık üzerindeki etkileri nelerdir? 2. Sayıların uğuru ya da uğursuz oluşuna inanmak doğru mudur?
95
GECİKEN TEŞHİS Doktor Suzan Hanım Doktor Suzan Hanım
Doktor Suzan Hanım Doktor Suzan Ham m Doktor Suzan Hanım Doktor Suzan Hanım Doktor Suzan Hanım Doktor Suzan Hanım Doktor
Doktor
Suzan Hanım
«)h
Rahatsızlığınız nedir? Şurada, belimde devamlı bir ağrı var. Bir bakayım. Karnınızda da ağn var mı? Evet, var. Karnım da ağrıyor. Vücudumu bir ateş basıyor. Arkasından bir titreme geliyor. Acıdan bayılacak gibi oluyo rum. İdrar yaparken yanma var mı? Evet, var. Sık sık idrara çıkıyor musunuz? Evet. Bulantı ve kusma oluyor mu? Evet, bulantı ve kusma da oluyor. Sizce rahatsızlığım nedir? Daha önce doktora gittiniz mi? Hayır, gitmedim. Niçin? Bilmem, doktora gitmeyi pek sevmem. Ama gecikince bazen iş işten geçmiş oluyor. Doktorlar da bir şey yapamıyor. Neden, kötü bir şey mi var? Bilmem, tahlil yapılmadan bir şey söyleyemem. Ben böbrek iltihabı veya böbrek taşından şüpheleniyorum. Bütün belirti ler, bunlara tıpa tıp uyuyor. Önce bir idrar tahlili yaptıralım. Sonra bir de böbrek filmi çektiriniz. O zaman sonucu size kesin olarak söyleyebilirim. Suzan Hanım idrar ve kan tahlillerini yaptırır. Böbrek filmini çektirir. Doktor tahlil sonuçlarını ve böbrek filmini inceler. Suzan Hanım doktorun koyacağı teşhisi merakla beklemekte dir. Tahmin ettiğim gibi rahatsızlığınız böbreklerde. Bakınız şu sol böbreğinizde büyük bir taş var. Tahlil sonuçlarım da ince ledim. Kanda ve idrarda kalsiyum miktarı fazla. Ayrıca böb reğinizde iltihap var. Bize gelmekte çok geç kalmışsınız. Has talığınız çok ilerlemiş. Neden bu kadar geciktiniz? Böbrek ağrısı çok şiddetli olur. Bu zamana kadar nasıl dayandınız? : Ağrı kesici aldım. Çocukluğumdan beri doktora gitmekten çekiniıim.
Doktor
: İyi ama, çok gecikmişsi niz. Şimdi artık kendini ze yeni bir böbrek arama nız gerekiyor. Sol böbrek bundan sonra pek işe ya ramaz. Suzan Hamm : Yani böbrek nakli mi ya pacaksınız? Dünyada olmaz, istemem. Doktor : Öyleyse böbreğin birini alırız. Tek böbrekle ya şarsın. Suzan Hamm: Genç yaşta, tek böbrek. Durum bu kadar ciddi mi? Doktor : Evet, çok ciddi. Böbrek taşı ve iltihap böbreğin tüm süzme işlemini en gelliyor. Daha fazla kal ması vücudunuz için teh likeli. Suzan Hanım : Ama ben narkoz ala mam. Küçükken bir kez daha denediler. Zor ayıldım. Az daha gidiyor dum. Doktor : Hipnotizmayla yaparız. Uyuduğunuz zaman en ufak bir acı duymazsınız. Böylece vücudunuz nar koz almamış olur. Suzan Hamm : Bilmiyorum, inanamıyo rum. Eve bir gideyim. Ailemle konuşayım, dü şüneyim. Sonra karar ve ririm. Doktor
: Elbette. Karar sizin. Yal nız fazla gecikmeyin. Zaten yeteri kadar gecik mişsiniz. •;:
Doktor Su /an Hanım Doktor Su/an Hanım Doktor
'IH
AĞRISIZ, SIZIŞIZ AMELİYAT Nasıl, karar verebildiniz mi? Karar vermek mi, bu benim elimde mi? Siz karan verdiniz. Bana sadece verilen karara uymak kalıyor. Öyle söylemeyin. Biz size gerçekleri söylüyoruz. Karar ver mek size ait. Benim tek korkum narkoz. Bana narkoz verilmeden hipnotizmayla ameliyat yapabileceğinizi söylemiştiniz. Bu nasıl ola cak? • Daha önce de kısaca söz etmiştim. Sizi uyutacağız. Uyku sıra sında hiçbir şey duymayacaksınız. Uyandığınız zaman da her şey bitmiş olacak.
Suzan Hanım Doktor
Doğrusu İnanamıyorum. Daha önce hiç denediniz mi? Hem de kaç defa! En az otuz kadar hastayı hipnotizma ile te davi ettik. Hiçbir problem çıkmadı. Hepsi de şimdi son dere ce memnun, isterseniz sizi onlarla tanıştırayım. Bir de siz ko nuşun. Belki o zaman bize inanırsınız.
Suzan Hanım
Hayır, artık inam yorum. Bu konuda ben de pek çok yazı oku dum. Ama içimde bir korku var. Genç yaşta tek böbrekle yaşa ma duygusu beni çok üzüyor. Nişanlıma henüz durumu açma dım. Belki de tek böbrekli bir eş istemeyecektir.
Doktor
Sizi seviyorsa, o da her şeye katlanır. Sevmiyorsa zaten önem verdiğinize değmez. Hayat sürprizlerle doludur. Kimin başına ne geleceği bilinmez. Biz burada ne hastalar görüyoruz. Özel likle şu son sıralar kanser çok arttı. Kanserli hastaların çoğu nun yaşama umudu yok. Buna rağmen gidip geliyorlar. Sessiz sessiz ölümlerini bekliyorlar. Yani beterin beteri var.
Suzan Hanım
Haklısınız doktor bey, bunları hepimiz biliyoruz. Yine de şikâ yetten vazgeçmiyoruz. Benim sizden ricam şu: Birkaç ay daha ilaçla tedaviyi son bir kez denesek, iyiye doğru bir gidiş olmaz sa, ameliyat olurum.! Ne dersiniz! Sizi anlıyorum. Ama bu vakit kaybından başka bir işe yara maz. Biz kolay kolay ameliyata karar vermeyiz. Hele sizin gibi genç ve güzel bir bayana ameliyat sözünü etmeyi hiç isteme yiz. Böbreğiniz artık süzüm işini yapmıyor. Vücudunuzda kal ması sizin için tehlikeli. Lazer ışınlarıyla böbrekteki taşların ameliyat olmadan parça landığım duydum. Acaba Avrupa'ya gitsem... Amerika'ya gitseniz dahi artık yararı yok. Çok gecikmişsiniz. Daha önce olsaydı, lazer ışınlarıyla bu işi ameliyatsız hallede bilirdiniz. Ama siz isterseniz bir kez de Avrupa'ya gidin. İçi nizde bir şüphe kalmasın, ötmezseniz belki sonradan yüreği nize dert olur.
Doktor
Suzan Hanım Doktor
Suzan Hanım Doktor
Suzan Hanım Doktor
Peki, doktor bey. Size inanıyorum. Daha fazla vakit kaybımn gereği yok. Beni ne zaman ameliyata alabilirsiniz. Önümüzdeki hafta pazartesi günü ameliyat olabilirsiniz. Yal nız yarın hastaneye yatarsanız, ameliyat öncesi tetkiklerinizi yaparız. Teşekkür ederim. Yarın sabah burada olacağım. Bir şey değil. Geçmiş olsun.
'o
KESİP BİÇMEDEN, KAN AKITMADAN TEDAVİ EDEN IŞIN: LAZER Gideceğiniz herhangi bir doktor, kulak-burun-boğazcı, dişçi, cildiyeci ya da bir jinekolog şöyle bir muayene ettikten sonra "Sizi lazerle tedavi edelim" derse, sakın şaşırmayın. Zira lazer artık sadece ismiyle değil, cismiyle de boy gösteriyor, doktor muayenehanelerinde. İngilizcede "uyarılmış elektromanyetik ışınım yayan ışık yükseltici" keli melerinin baş harflerinin birleştirilmesinden oluşan lazer, uzay çağının en önemli buluşlarından biri. Gelişmiş ülkelerde günlük yaşantının bir parçası adeta. Gelişmemiş ülkeler de fazla yabancısı değil aslında. Yurdumuza bile kendisinden önce adı geldi. Hani şu. Uzay Yolu dizisinde en zor anlarda yardıma yetişen sihirli ışınlar, ilk kez orada tanışmıştık lazerle. Medilas 2 YAG adlı lazer cihazı da tıbbın hizmetine girdiğinden beri hemen hemen tüm hastalıkların tedavisinde kullanılıyor. Etki birim alana veri len ışınlama dozu ile ölçülen lazer ışınları, dokuya iletilirken geçirgenliği yük sek bir iletkenden yararlanılıyor ve böylelikle muhtemel güç kaybı önleniyor. Lazer ışınlarından en çok yararlanılan alan estetik cerrahi. Vücuttaki fazla yağların eritilmesinden, kırışıklıkların yok edilmesine ve en hassas ameliyatlar dan biri olan göz ameliyatlarında, damarlardaki kanamaların bir an için 20 bin derecelik ısı ile pıhtılaştırılmasına kadar, estetik cerrahinin her aşamasında baş vuruluyor lazere. Cilde tatbik edilirken de lokal ya da akupunktur noktalardan faydalanılıyor. Kozmetolojide yeni bir uygulama şekli ve softlazer adı verilen yeni bir yöntem. Bu yöntem tamamen zararsız olarak kabul ediliyor, zira burada meta bolizma uyarılıyor ve hücre aktifleştiriliyor. Cerrahide kullanılan lazer ise, softlazerden 10 bin misli daha kuvvetli. Bu nedenle de yakıcı ve kesici özelliğiyle vücudun savunma mekanizmasını güçlendiren "ışık vitamini" olarak tanımlanı yor. Lazerle uygulaması yapılıp başarı sağlanan tedaviler arasında cilt bozuk lukları, uçuk, saç dökülmesi, kısırlık ve selüliti sayabiliriz. Sinüzit, artroz, kemik deformasyonları, nevralji, kas burkulmaları, baş ağrısı ve baş. dönmesi, siyatik tedavilerinde de lazerden yararlanılıyor.
100
Metin İncelemeleri 13 Geciken Teşhis 1. Suzan Hanımın ne gibi rahatsızlıkları vardır? 2. Doktor hangi hastalıklardan şüpheleniyor? 3. Yapılan tahlil ve incelemeler sonunda hangi hastalık teşhis ediliyor? 4. Doktor ameliyat konusunda niçin ısrar ediyor? 5. Hangi böbreğin durumu daha kötüdür? 6. Suzan Hanım niçin narkoz almak istemiyor? 7. Narkoz almadan ameliyat olmak mümkün mü? Nasıl? 8. Suzan Hamm ameliyat olmaya karar veriyor mu? 13 B Ağrısız, Sızışız Ameliyat 1. Suzan Hamm, nasıl bir karar veriyor? 2. Herkes hipnotizmayla ağrısız sızışız ameliyat edilebilir mi? 3. Suzan Hamm nişanlısına ameliyat olacağım söylüyor mu? Niçin? 4. Beterin beteri var sözünden ne anlıyorsunuz? 5. Suzan Hamm son bir kez ilaçla tedaviyi niçin istiyor? 6. Suzan Hamm ameliyat olmamak için başka hangi yolları düşünüyor? 7. Böbrek tedavisinde lazer ışınları ne zaman yararlıdır? 13 B Kesip Biçmeden, Kan Akıtmadan Tedavi Eden Işın : Lazer 1. Lazer ne demektir? 2. Lazer, Türkiye'de nasıl tanındı? 3. Lazer, estetik cerrahide hangi alanlarda uyarlanıyor? 4. Cerrahide kullanılan lazerin softlazerden ne farkı vardır? 5. Lazerle yapılan tedavilerden hangilerinden başarılı sonuç alınmıştır?
101
BİR ÇOCUK YETİŞİYOR Esen Hanım evleneli iki ay kadar olmuştu. Hamile olduğunu fark etti, ama tam emin değildi. Doktora giderek hamilelik testi yaptırdı. Sonuç olumluydu. Bir çocuğu olacaktı. Akşam müjdeyi Mehmet Beye verdi. Mehmet Bey çok se vindi. İkisi birlikte akşam yemeğini dışarıda yiyerek dünyaya gelecek n!an yav rularının varlığım kutladılar. Bu arada da bir yığın program yaptılar. Esen Hanım bundan sonra hiç yorulmayacak, erkenden yatacak, sabahları kuvvetli kahvaltı yapacak, bol bol süt içip yoğurt, peynir yiyecekti. Mehmet Bey de ev işlerinde Esen Hanıma daha çok yardımcı olacak, akşamları yemekten sonra bir likte yürüyüşe çıkacaklardı. Tatlı birçok hayaller kurarak eve döndüler. Mehmet Bey o gece ilginç bir rüya gördü. Sabahleyin rüyasını Esen Hanıma anlatarak bir oğlan çocukları ola cağını müjdeledi. Esen Hanım "Hayırdır inşallah, ama rüyalar genellikle tersine çıkar"dedi. Mehmet Bey kendinden emin bir ifadeyle "Benimkiler doğru çıkar" dedi ve devam etti: "Gece bir deniz kenarındaydım. Rahmetli babam yanıma geldi. Bir oğlun olacak. Şu gördüğün engin deniz gibi bilgili olacak. Bu sebeple adı Engin olsun"dedi. Esen Hanım "Öyleyse bir oğlumuz olursa, adını Engin koyarız." diye gü lümsedi. Heyecan içinde yedi ay geçti. Esen Hanım nur topu gibi bir oğlan ço cuğu doğurdu. Mehmet Bey sevinçle "Ben söylememişmiydim, rahmetli baba mın söylediği çıkü"dedi. İlk iki gün sevinç içinde geçti. Üçüncü gün beklenmedik bir olay oldu. Bebeğin rengi sapsarıydı. Mehmet Bey çocuğu hemen hastaneye götürdü. Acil servisle kan aldılar. Kandaki biluribin sayısı %16'ya çıkmıştı. Bebekle fizyolojik sarılık vardı. Doktor %5 biluribinin normal. 102
daha fazlasının çok tehlikeli olduğunu, beyne giden zehirli kanın, beyin hücrele rini öldüreceğini ve çocuğun çok tehlikeli bir duruma düşeceğini, bu sebeple iki saat sonra yeniden kan talihlinin yapılması gerektiğini söyledi. Mehmet Beye iki saat, iki yüzyıl kadar uzun geldi. Bebekten yeniden kan alındı. Yarım saat sonra Iaboratuvardan tahlil sonucunu verdiler. Biluribin %26'ya çıkmıştı. Doktor derhal bebeğin kanının değişmesi gerektiğini söyledi. Vakit gece yansıydı ve serviste sadece iki nöbetçi doktor vardı. Doktorlar hemen bebeğin kanını değiştirmek için bütün hazırlıkları yaptılar. Mehmet Beye de artık eve gitmesini, orada beklemesinin herhangi bir yararı olmayacağım, so nucun sabahleyin belli olacağım söylediler. Mehmet Bey eve gitmek istemedi. Bekleme salonuna geçti. Eve dönmezse, Esen Hamm merakta kalacaktı. İstemeyerek eve döndü. Bütün aile toplanmış merakla onu bekliyorlardı. Mehmet Bey hiçbir tehlike olmadığım, kan muaye nesi için bebeğin birkaç gün hastanede kontrol altında kalması gerektiğini söyle di. Bu söylediklerine kendisi de inanmaya çalışarak odasına çekildi. Esen Hamm peşinden giderek onu soru yağmuruna tuttu. Ağlamaktan özleri kan ça nağına dönmüştü. Mehmet Bey, gayet sakin Esen Hanımın bütün sorularım ce vaplandırdı. Esen Hanımı ertesi gün hastaneye götüreceğini söyledi. Bunun üze rine Esen Hamm rahatladı. Mehmet Bey sabahleyin erkenden, evde herkes henüz uykudayken hastane ye koştu. Doktorlar ona bebeğin kurtulduğunu müjdelediler. Mehmet Bey ina namadı. "Nereden biliyorsunuz?" diye şüpheyle sordu. Doktor "Bakın bütün ref leksler normal, eğer kurtulmasaydı, çocuk pelte gibi olurdu. Refleksler hiçbir uyarıcıya cevap veremezdi" dedi. Mehmet Bey bebeğe elini uzattı. Bebek Meh met Beyin parmağından tuttu. Doktorun söylediği doğruydu. Refleksler normal di. Mehmet Bey usulca bebeğin kulağına eğildi. "Nasılsın oğlum Engin!" dedi. Gözlerinden birkaç damla sevinç gözyaşı döküldü. Bu üzücü olaydan kısa bir süre sonra Engin, iyi bir bakım sayesinde sağlı ğına yeniden kavuştu. Esen Hamm, altı ay ücretsiz doğum izni aldı. Sürekli Engin'in yanında kaldı. Engin'in doğumunun kırkıncı günü bütün yakın akraba, eş, dost ve komşular çağrıldı. İki hoca geldi, mevlit okudu. Mevlit'ten sonra ho calardan biri dua ederek Engin'in kulağına eğildi "Adın Engin, gönlün zengin, eşin dengin olsun" diyerek bebeğin adım koydu. Arkasından şeker dağıtıldı, lohusa şerbeti içildi. Esen Hamm, Engin'in sağlıklı bir çocuk olması için elinden gelen her şeyi yapıyor, beslenmesine dikkat ediyor, her gün banyo yaptırıyor, her ay mutlaka doktor kontrolüne götürüyor ve aşılarım hiç ihmal etmiyordu. Bazen çok yorul duğu zamanlar "Engin biraz büyüse de rahat etsem" diyordu. Arkadaşları ise ona "Rahatlık konusunda hiç umutlanma, çocuk büyüdükçe derdi de büyür" diye cevap veriyorlardı.
un
AHMED YESEVI Abdurrahman GÜZEL XI. asrın sonlan veya XII. asrın baslarında Sayraın'da doğmuştur. Yedi yaşında iken babası ibrahim'in vefat etmesi üzerine ablasıyla Yesi şehrine gitmiştir, ilk kültürü nü burada Şeyh Aslan Baha'nın muhitinde almıştır. Sonra Buhara'ya gitmiş Şeyh Yusuf Hemedâni'nin talebesi ve müridi olmuştur. Bu arada Yesi'de tarikatını kurmuş, bilfıhare Buhara'ya dönerek I lemedanî'nin üçüncü halifesi olmuştur. Kısa zamanda tari katı. Türkistan'daki Türkler arasında yayılmış ve kökleşmiştir. 1166'da ölümünden sonra soyu, kızı Gevher Şehnav'la devam etmiştir. Ahmed Yesevî'nin Türk illerinde bilinen menkabevî hayatına göre; Hz. Muhamıned. bir savaş esnasında salıâbesiyle birlikte aç kalır ve bu sıkıntıdan kurtulmak için Allah'a dua eder. Al lalı. Cebrail vasıtasıyla onlara Cinnetten hurma gönderir. Hurmaları yerlerken hurmalardan birisi yere düşer. Cebrail o zaman "Hu hurma Türkistan'da doğa cak olan Ahmed Yesevî'nin kısnurlMİll " drı 11/. Muhuııımt'd, burmayı Ashâb'daıı olan Arslan Babaya vererek /amanı »vldıfiıiMİe Ahmed Ycscvi'ye vermesini söyler. Uzun yıllar yaşayan Arslan liulm. .ıı.ımaUn nclı«' imli \lmuil Visevi'yi bıılııı ve hurmayı
KM
verir. Henüz çocuk olan Yesevî, Arslan Baha'nın telkinleri ile büyür. Sonra Arslan Baha'nın irşâdiyle Buhara'ya gider. Şeyh Yusuf Hemedanî'ye intisâb eder. Onun vefalı üzerine Yesi'ye döner ve Yesevi tarikatını kurar. Bu da gösteriyor ki Türkler ile islâmi yet arasında kurulan organik bağ, sonradan ortaya çıkmamış olup islâmiyet'in başlangıç yıllarına, lâ Hz. Muhammed'e kadar uzanmaktadır. Ahmet Yesevi, bu arada günlük ha yatında boş durmaz, tahtadan kepçe ve kaşık yapıp satar, böylece geçimini de sürdür meye çalışır. Ahmed Yesevî, bir "dağın ortadan kaldırılması", pamuktan alev çıkması, fakat pa muğun yanmaması, "susuzlara sunduğu alevi içenin serinlemesi", cuma namazını bir anda gittiği Mısır'daki Cami Ü'1-Ezher'de kılması gibi pek çok kerâmeüer göstermiştir. Hızır'la sık sık buluşmuştur. Ölümünden iki yüz yıl sonra rüyasına girdiği Timurlenk'e zafer müjdesi vermiş, o da kazandığı zaferlerden sonra bugünkü türbelerini yaptırmıştır. Islâmiyetin Orta Asya'da yerleşip yayılmasında Ahmed Yesevî'nin rolü büyüktür. Yesevî, tarikatında şiirlerin sazla söylenmesi, hatta dinî raksların mevcudiyeti, güzel sa natlara yakınlığı ve temayülü olan Türklerin ruhunda derin izler doğurmuş ve onların lslâmiyete büyük alâka göstermelerine yol açmıştır. Ahmed Yesevî, İslâm'ı şeriat ve tari kat ağırlığıyla benimsemiştir. Aynca Yesevî, bu kısacık hayatta Allah'a varmanın yolunun aşk yolu olduğunu söylemiştir. Ancak bu yol, çok çetindir. O, "Nefsi Öldürmek, aşk ateşinde yanmak ve benlikten uzaklaşmakla ancak sevgi bağına girilebilir. Üstün insan olmanın ve önemli saadete ermenin yolu budur." der. Yesevî'nin şiirleri didaktik (öğretici)tir. Saf ve samimi bir lirizm taşıyan bu şiirlere "Hikmet" adı verilmiş ve bunların tamamı "Divân-ı Hikmet" adı altında toplanmıştır. Bu şiirlerde dinî-ahlâkî öğüüer, Allah'a olan kulluk, Allah ve Hz. Muhammed sevgisi, âhiret âlemi gibi hususlar asıl mebde (hareket noktası) olarak ele alınmıştır. Yesevî, şiir lerini Türkçe yazmıştır. Bu Türkçe, devrin Türk yazı dili olan Hakâniye Türkçesidir. Aynca Yesevî'nin «Fakrnâme» adlı bir eseri daha vardır. XII. asırda kurulmuş olan Yesevî Tarikatı, Horasan, Iran, Azerbaycan ve Anado lu'da yayılma imkânı bulmuş; Anadolu'da teşekkül eden bütün tarikatlara da temel ol muştur. Bu cümleden olarak Anadolu'nun Türkleşmesi ve islâmlaşması babında görev lendirilen Alp Erenlerden Horasan'lı Hacı Bektâş-ı Velî de Ahmed Yesevî'nin 6. Postnîşîni Lokman Perende tarafından özel olarak yetiştirilmiş olup; fikir, muhteva, metod, prensip, imân ve aksiyon itibariyle Ahmed Yesevî yolunda idi. Halta "Ahmed Yesevî'nin Divân-ı Hikmeti ne ise. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makâlâtı da odur" diyebiliriz. Her ikisi de. Türk milleti'nin millî-dinî muhtevada birlik ve beraberlik içinde olnuılan için çalışmışlar ve haşarıya ulaşmışlardır. Ahmed Yesevı'mıı Dıvflıı ı Hikmetinden bir örnek verelim:
LOS
HİKMET 1 Allah diyen bendenin yerini cennette gördüm; huri, gılman hepsini karşı hizmette gördüm. 2 Gece gündüz yatmadan Hû zikrini diyenler, melâyikler yoldaşı, Arş'ın üstünde gördüm. 3 Hayır saha kılanlar, yetim gönlün alanlar, Çahar-yâr'lar yoldaşı, Kevser lebinde gördüm. 4 Âmil olan âlimler, yola giren âsiler, öyle âlim yerini Dâru's sakar'da gördüm. 5 Kadı olan âlimler, rüşvet alıp yiyenler, öyle kadı yerini Nâr-ı sakar'da gördüm. 6 Müftü olan âlimler, haksız fetva verenler, kara yüzlü mahşerde, kolunu arkada gördüm. 7 Zâlim olup zulm eden, yetim gönlün ağrıdan, kara yüzlü mahşerde, Sırat köprüsünde gördüm. 8 Cemaate varmadan namazı terk kılanlar şeytan ile bir yerde, Derk-i esfel'de gördüm. 9 Kul Hâce Ahmed kân açtı, inci cevheri saçtı, dinlemeyen bu sözü, gaflet içinde gördüm.
IIX»
HIKAYET-I MI'RAC Ey birader, asil sözü yalan demez; dini gevşek münafıklar neler demez; o ezelden kara bahtlıdır, kendine gelmez; gerçek ümmetseniz, işitip selâm verin dostlar. Ey birader, münafıka olma sen ülfet; kim ülfettir, başı üzre yüz bin külfet; baştan başa münafığın işi ziyan, zahmet; gerçek ümmetseniz, işitip selâm verin dostlar. Kul Hâce Ahmed Miraç sözünü hikmet kıldı; Allah'a şükür, Mustafa'ya evlat kıldı; Arştan Baha'm hurma verip sevindirdi; gerçek ümmetseniz, işitip selâm verin dostlar. Ahmed YESEVİ
107
DOĞURACAĞINA İNANIYORSUN DA... Hoca, bir gün komşusundan ödünç bir kazan alır. İşi bitince içine bir tence re koyup götürür, teslim eder. Komşusu içindeki tencereyi görünce sorar: -Hocam bu ne? -O mu? Kazanın yavrusu! Gel zaman git zaman, Hoca yine ödünç kazan ister. Komşusu da hemen ge tirip verir. "Bakalım bizim kazan bu kez ne doğuracak?" diye merakla bekleme ye başlar. Aradan günler, haftalar geçer, kazandan ses çıkmayınca Hoca'ya gelir: -Hocam kazan n'oldu? Hoca: -Kazan öldü! der. Adam afallar: -Hoca hiç kazan ölür mü? Hoca da gereken cevabı verir: Niçin ölmesin? Doğuracağına inanıyorsun da. öleceğine neden inanmıyor sun? KIS
Melln İnedimeleri 14
Bir Çocuk Yetişiyor
1. Esen Hanım, hamile olduğunu anlayınca Mehmet Bey'le nasıl bir prog ram yapıyor? 2. Mehmet Bey rüyasında ne görüyor? Bu rüya doğru çıkıyor mu? 3. Engin'in doğumundan sonra neler oluyor? 4. Kandaki biluribinin yükselmesi niçin tehlikelidir? 5. Bebeğin kam neden değişüriliyor? 6. Bebeğin sağlığına kavuştuğu nasıl anlaşılıyor? 7. Bebeğin adı ne zaman ve nasıl konuyor? 8. Çocuk büyüyünce, gerçekten sorunları da büyür mü?
14 A Ahmet Yesevî 1. Ahmet Yesevî ne zaman doğmuştur? 2. Ahmet Yesevî "Yesî" şehrine niçin gitmiştir? 3. Ahmet Yesevî Yusul" Hemadânfnin ögrencisiyken hangi tarikatı kurmuş tur? 4. Hz. Muhammed hurmanın birini niçin Ahmet Yesevf ye ayırmıştır? 5. Türkler ile islamiyet organik bağ ne zaman kurulmuştur? 6. Ahmet Yesevî'nin gösterdiği kerametler nelerdir? 7. Timurlenk Ahmet Yesevî türbelerini niçin yaptırmıştır? 8. İslamiyetin Orta Asya'ya yayılmasında Ahmet Yesevî'nin rolü nedir? 9. Ahmet Yesevî'nin şiirlerine niçin "Hikmet" adı verilnüştir?
Tartışma ve Yazma Konusu 1. Rüyaların gerçekle bir ilgisi var mıdır? Rüyalarınızın doğru çıktığı olur mu? 2. Eski masallar ile günümüzdeki yeni masallar arasında ne gibi farklar vardır?
109
YUNUSUN ŞİİR DÜNYASI Sevinç Gürsoy Yeryüzünde insan soyundan daha üstün daha önemli bir başka yaratık düşü nülemez. Ama öteki yönü ile de insanoğlundan daha kötü, daha korkunç bir ikinci varlık gösterilemez. Hâbil, Kabil döneminden beri bu boğuşmanın, didişmenin ne bittiği ne de biteceği var. Dün de kardeş kardeşi çekemiyordu, bugün de... Dün de dost, dosta vuruyordu, bugün de aynı... Değişen birşey yok. Bazı aşamalarda bu boğuşmalar, yamyamlıktan daha beter, utanç verici, tik sindirici boyutlara ulaşıyor, tşte Yunus Emre'nin yaşadığı günlerde Anadolu böylesine bir acun cehennemi ortamına sürüklenmişü. Neden, niçin bilinmez herkes birbirini yemektedir. Oysa sevseler, sarmaşsalar, mutlu olsalar olmaz mı? O zaman her iki dünyayı da kazanacaklarının hiç farkına varamıyorlar. İşte Yunus'un ruhunu şahlandıran bu düzen, bu kör dövüşü, soydaşlarına, kandaşlarına, candaşlarına, özgürlüğü, eşitliği, bunlara saygıyı salık veriyor. Tanrı sevgisinde birleşmeyi öneriyor. Ölüm olayı karşısında, tüm bencillikler den uzaklaşmamız gerektiğini savunuyor ve "Sevelim, sevilelim" çağrısıyla orta ya çıkıyor.. Yunus, bu karanlık günlere bir ışık tutmuş, öylesine ışımış ki yüzyıllarca sürmüş... Öyle bir sevgi sunmuş ki, yüreklere işlemiş, coşmuş, taşmış insandan insana... Bugün de canlı, yarın da... Bu yüzyıllarca da canlı kalacak; inancımız yüce. Her varlığa güç veren "sevi"dir. Yaşamayı daha bir alımlı, daha bir anlamlı bulmaz mı seven varlık? İnsan sevi ile kinden, bencillikten uzaklaşmaz mı? Bir birine bağlanıp daha saygın olmaz, onun seslenişini duymaz mı? "Adımız miskindir bizim, düşmanımız kindir bizim Biz kimseye kin tutmazız, kamu alem birdir bize" İşte Yunus da sevi ile başlar söze Onun sevisinin acısı, gözyaşı, karanlığı, kötümserliği yoktur. Belki vardır ama, kısa sürer bu. O, acıdan tatlıya, feryattan suskunluğa çok çabuk dönüşür. Sevisinde kendini aşma, aydınlık, sevinç vardır çoğu zaman. "Işidin ey yârenler Aşk bir güneşe benzer Aşkı olmayan gönül Misâli taşa benzer
110
Taş yürekte ne biter Dilinden ağu tüter Nice yumuşak söylese Sözü savaşa benzer" Taş gönüllerde bir bitiş tükeniş vardır. Umursamazlık içindedir hep. Kara taşa bir şey ekmeye kalkılsa, yıllarca sulansa, bakılsa o taş yine nasıl ki kaskatı dır, hünerli taş olamaz; bu gönüller de böyledir işte. Seviden yoksun yürek katı dır, seviden yoksun insan acı sözlüdür, zehir döker dilinden olanaksızdır onun tatlı sözler söylemesi.. Ama Yunus öyle midir? Onun sevisi insanlıkla kaynaşmıştır. Bu nedenle sevgili Emre'mizin sevisi insan yüreğine akar, doldurur, aşar bile... Taş gönüllü, acı dilleri yerer, kınar; seviden içi yansa bile gene de ondan ay rılmaz, sevenleri de över. "Aşkın yanar yüreğim Yandığım bana hoş gelir Bu dünya dopdolu kalleş Her birinden bir taş gelir Hakkı gerçek sevenlere Cümle alem, kardeş gelir" O'nun sevgisinin bir ucunda Tanrı vardır: "Hak Çalabım Hak Çalabım, sencileyin çok Çalabım Günahlıyım yarlıgagıl, ey rahmeti çok Çalabım" Sevgisinin diğer ucunda da insan vardır. İnsan Tanrı'mn bir parçası olduğu na göre, Tanrı'yı sevdiğinde, birbirini de sevecektir, o zaman da birbirinden ay rılmayacaktır. Onun aradığı da budur. Bu aradığını insanın özünde bulur ve ona "Sev, sevil" der. "Benim gönlüm, gözüm aşkla doludur Dilim söyler yari, gözüm suludur Öd ağacı gibi yanar yüreğim Tütünüm görene seher yelidir Yunus sen toprak ol eren yolunda Erenler nunnlı nrflıin uludur" 111
Bu sevi ile Yunus yanmış, coşmuş... Bundan ötürü insanlara yol gösterici olmuştur. Bu sevi ile Yunus'un bağrı başlı, gözü yaşlı olmuş, gece gündüz yan mış, aramış ama sonunda O'nu bulmuştur ya... "Bir ben vardır bende benden içerü" diyerek mutlu olmuştur ya... Sonra aradığının toprakta saklı olduğunu da yüzyıllar öncesinden bize bil dirmiştir. "Ben ayımı yerde gördüm, ne işim var gökyüzünde Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar" derken de şu gerçeği dile getirmiyor mu? "Şöyle hayran eyle beni aşk adına yanayım Her nereye bakar isem, gördüğüm seni sanayım Hem dem söylenir haberin, her giz bulunmaz eserin Götür yüzünden perdeyi didarına göyüneyim" O'nun sevisinde görülüyor ki Tanrı ve insan içiçedir.
"Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun Bizim için hayır dua, kılanlara selam olsun" diyerek herkesin birbirinin ardından iyilikten söz etmesini, hayır duada bulun ması gerekliliğini bir kez daha hatırlatır. İşte bizim Yunus, yüzyılların ötesinden bugünün arayış içinde bulunan dün yasına böyle sesleniyor. O, yalnız bize değil, bütün insanlığa kurtuluş yolunu gösteren bir dehadır. Anadolu'nun bağrından kopup gelen, erişimsiz sevgisiyle insanlığa yol gös teren bu güce, bir selam da biz sunuyoruz, anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
112
15A GALAKSININ MERKEZINDE NE OLABILIR?
Isaac Asimov Gökbilimciler, Yay takımyıldızındaki bir noktanın galaksimiz samanyolu'nun tam merkezinde bulunduğuna inanıyor. Bu noktadan dev miktarlarda enerji çıkıyor. Bu enerji kaynağını sağlayan nedir? Galaksinin kenar bölgelerin de, Güneşimizin de bulunduğu merkezden uzak sakin kısımda, yıldızlar seyrek tir. Galaksinin merkezine doğru ilerledikçe, yıldızların birbirlerine gittikçe daha çok yaklaştıkları görülür. Merkezde ise üst üste yığılmış olmaları gerekir. Galaksimizin merkezi Bazı gökbilimciler, galaksinin merkezindeki güç odağımn, hepsi ışık saçan -belki- milyonlarca yıldız içeren yoğun bir yıldız kümesinden oluştuğunu düşü nüyor. David A. Allen'ın liderliğindeki bir grup İngiliz gökbilimci, geçen hazi randa bu görüşü doğrulayacak bulgular elde etti. İRS 16 adlı merkezdeki noktayı gözlemleyen büyük bir teleskop, bu tür bir yıldız kümesinin üretmesinin beklenebileceği büyük miktarda kızılötesi ışınım saptadı. İRS 16'nın yanında çok sıcak bir yıldız bulunuyor. Allen'ın grubu tüm bu yıldızların, merkezde saptanan enerjiyi açıklayabileceğini belirtiyor. Radyo dalgası dedektörleriyle bölgeyi inceleyen gökbilimciler ise ikna olmuş değiller. Galaksinin merkezinin çok yakınındaki Sgr A adım verdikleri bir nokta, güçlü radyo dalgalarının kaynağını oluşturuyor. Araştırmalarına göre radyo dalgaları ışımasının kaynağı bir uçtan öbürüne 3.2 milyar km'den daha az alan kaplıyor. Bu, güneş sistemimizden oldukça küçük. Sgr A'nın merkezi, Güneş'in bu lunduğu noktada olsaydı, tüm sistem Uranüs'ün yörüngesinin dışına biraz taşa caktı. Radyo-gökbilimcileri, milyonlarca yıldızın bu kadar küçük bir hacim içine sıkışmış olmalarının ve bu koşullar altında kimliklerini ayrı yıldızlar ola rak korumalarının mümkün olmadığını düşünüyor. Yıldızlar Güneş'in kütlesin den belki 5 milyon kere büyük dev bir yıldız oluşturacak biçimde bir araya gel miş olmalı. 11 PT Merkezdeki Karadelik mi? Böyle dev bir yıldız, kendi gravitasyonel çekiminin etkisiyle küçük bir hacim içine bü/.ülebilir ve yakın çevresindeki çekim şiddeti o kadar büyük olur ki, hiçbir şey bundan kaçamaz, ışık bile. Bir başka deyişle, radyogökhilinıcileri, galaksinin güç odağının geniş bir yıldız kümesi değil, dev bir
113
"kara delik" olduğuna inanıyor. Böyle bir kara delik var olsaydı, maddeyi kendi içine çekecek ve böylece, sarmallar çizerek gökbilimcilerin saptadığı enerjiyi serbest bırakacaktı. Üstelik, bu sarmallar çizen maddenin, "büyüme diskinin" büyüklüğü tam Sgr A'nın büyüklüğü kadar olacaktı. Bu iki varsayımdan hangi sinin doğru olduğuna nasıl karar verebiliriz? Bir ikilem içindeyiz, çünkü galaksinin merkezini göremiyoruz. Geniş toz bulutları ve öteki yıldızlar arkasına saklanmış durumda. Dolayısıyla, dolaylı ka nıtlara bağlılığımız sürecek. Kızılötesi ışınımı ve radyo dalgalarını çok daha iyi gereçlerle incelemeyi sürdürmeliyiz; belki böylece, bir sonuca ulaşabiliriz. Niçin önemli? Bu önemli mi? Evet önemli; çünkü, gökbilimcilerin yanıtlamaya çalışükları en önemli sorulardan biri şu: Galaksiler nasıl oluştu? Başlangıçta, evrendeki madde düzenli ve denkü (gökbilimciler bundan hemen hemen eminler). Ancak bir şekilde yumru biçimi aldı. Bunun için hiçbir açıklama yok. Bir olası açıkla ma, kara deliklerin oluşması ve her kara deliğin çevresinde galaksi yıldızlarının toplanması. Fakat bunun mümkün olması için galaksimizin, dolayısıyla tüm ga laksilerin merkezinde bir kara delik olması gerekiyor. Bu, gökbilimcileri büyü leyen bir sorun. Kesin yanıt bulmanın bir yolu, galaksinin merkezine bir araştır ma uydusu göndermek olabilir. Taşıdığı gereçler, saptanacakları kapsar ve bilgileri bize ışın halinde gönderir ya da geri taşır. Merkeze uydu göndersek... Kuramsal olarak bir çözüm, fakat büyük bir sorun var. Galaksinin merkezi yaklaşık 30000 ışık yılı uzakta. Işık hızında bir uydu gönderirsek (evrende mümkün olan maksimum hız), merkezin yakınlarına ulaşması 30000 yıl alacak tır. Bilgileri bize ışın halinde gönderebilir, ancak 30 bin ışık yılı uzaklıkta oldu ğu için ışının bize ulaşması30 bin yıl alacaktır ve ışın, saptamamızın mümkün olmayacağı kadar zayıflayacaktır. Uydu, bilgilerle geri dönebilir; yine ışık hı zında ilerlerse, bize ulaşması bir 30 bin yıl daha sürecektir. Kısacası, galaksinin merkezinden doğrudan bilgi edinebilmek için en az 60 bin yıl beklememiz gere kiyor. Uydu, ışık hızının onda biri hızla ilerlerse ki bu daha makul bir hız, bilgi için 6(X) bin yıl beklememiz gerekecek. Bu olanaksız. Bu nedenle, dolaylı bilgi leri iyice değerlendirmeyi sürdürmeliyiz.
114
TESADÜFLER ZİNCİRİ Reha EROĞLU Bir gazetede çıkan Kennedy'nin öldürülmesiyle ilgili bir yazıda, Başkan Lincoln ile Başkan Kennedy'nin öldürülmeleri arasındaki garip benzerlikler be lirtilmektedir. Bunları aynen buraya naklediyorum: Başkan Lincoln de, Başkan Kennedy de Medeni Haklar Kanununu savun muşlardı. Lincoln 1860, Kennedy 1960'ta Birleşik Devletler Başkanlığı'na seçilmiş lerdi. Her ikisi de cuma günü karılarının yanında öldürülmüşlerdi. İkisi de sırtlarından ve başlarından vurulmuşlardı. İkisinin de yardımcısının adı, Johnson'dur. İki yardımcı da Güney Demokratlarındandı ve ikisi de senatördü. Andrevv Johnson 1808, Lydon Johnson 1908'de doğmuşlardı. Lincoln'ün katili John Wilkes Booth 1839'da, Kennedy'nin katili Le Harwey Oswald 1939'da doğmuşlardı. Her iki katil de güneyli olup gizli ideoloji sahipleriydiler. Her iki katil de mahkeme önüne çıkmadan öldürüldüler. Her iki başkanın karısı da suikastten kısa bir süre önce Beyaz Saray'da bir çocuk kaybetmişlerdi. Lincoln'ün sekreterinin adı Kennedy idi ve başkana üyatroya gitmemesini tavsiye etmişti. Kennedy'nin sekreterinin adı Lincoln'dü ve başkana Dallas'a gitmemesini tavsiye etmişti. John Wikes Booth, Lincoln'ü bir tiyatroda vurmuş ve bir depoya kaçmıştı. Lee Harvey Oswald, Kennedy'ye bir depodan ateş etmiş ve bir tiyatroya kaçmıştı. Lincoln ve Kennedy isimleri yedişer harften kuruludur. Andrew Johnson ve Lyndon Johnson isimleri on üçer harften kuruludur. John Wilkes Booth ve Lee Harvey Oswald isimleri on beşer harf ihtiva eder. Benzerlikler cidden çok garip ve hayret edilecek bir derecede değil mi? Bu ne demektir? Ihı benzerlikleri arayıp bulmak ve böyle yazmak elbette güzeldir, l-'akat bıııııın ıınleııleıl. arayıp bulduğumu/ zaman meydana çıkar. 115
Metin İncelemeleri 15 Bir Vahşinin Mektubu 1. Toprak, kızılderililer için neden kutsaldır? 2. Toprak satmak kızılderililer için neden büyük bir özveridir? 3. Beyazlar toprağa ne gözle bakar? 4. Kızılderililer, beyazların kurduğu kentler hakkında ne düşünüyor? 5. Kızılderililer için yaşamın anlamı nedir? 6. Hava niçin kutsaldır? 7. Kızılderililerin ve beyazların hayvanlara davranışları nasıldır? 8. İnsanların doğaya karşı sorumsuz davranışları bizi nasıl bir sonuca götü recektir? 15 A Galaksinin Merkezinde Ne Olabilir? 1. Yıldızlar, galaksinin neresinde daha çoktur? 2. Gökbilimcilere göre galaksinin merkezindeki güç odağı neden oluşmak tadır? 3. Radyo-gökbilimcilerinin galaksinin merkezi hakkındaki düşünceleri ne lerdir? 4. Sizce galaksinin merkezinde ne vardır? 5. Gökbilimcilere göre galaksiler nasıl oluşmuştur? 6. Galaksinin merkezi dünyaya ne kadar uzaktadır? 7. Galaksinin merkezine uydu yollamak mümkün müdür? 8. Galaksinin merkezinde ne olduğunu niçin dolaylı yoldan araştırmak zo rundayız? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Tüm ulusların katılacağı bir "gezegenimizi koruma" kanunu çıkarılabilir mi? 2. Yaşadığımız evreni tanımamızın bize ne gibi yararları vardır? 3. Kennedy ile Lincoln'ün ölümü arasındaki benzerlikler sizce nasıl açıkla nabilir?
116
TÜRKÇENİN GUCU Doğan AKSAN Bu benim anadilim bir denizdir; derinliğiyle, gözün erişemeyeceği genişliğiyle, sımrsız gücü, güzellikleriyle... Dibinde gün görmemiş inciler yalar; üstün de binbir rengin çalkantısı var. Bu benim denizim Türk insanının içliliğinin, duyma, düşünme gücünün, dünyayı görüşünün en iyi yansıtıcısıdır; onun çektiklerini, duyduklarını, özle diklerini dile geürir. Türkçeye eğiliniz, tek tek, sözlerine bakınız; onlarda Tür kün bilgeliğini görecek, yüzyıllar boyunca doğayla içice geçen yaşamım öğre necek, sevgisini, yaradılışının yüksek değerlerini sezinleyecek, bu sözlerin birçoğunda şiir tadı bulacaksınız. Bunların yanı sıra insana, doğaya, yaşama iliş kin binlerce gözlem çıkacak karşınıza... Deyimlerimize eğiliniz; onları başka dillerin deyimleriyle karşılaştırınız: Bambaşka bir anlatımla taptaze, canlı benzetmelerle, değişik imgelerle karşıla şacak, anlatımı, açıklanması güç duyguların, belirtilmesi zor durumların bir çır pıda kuruluveren bir sahne üzerinde ortaya konduğunu göreceksiniz. Burada yalnızca birkaç örnek üzerinde durmakla yetinelim : Bir kadının, bir kimse ve özellikle bir yuva için çok büyük bir özveri gös termesi, büyük sıkıntılara katlanması, uzun bir süre çeşitli zorluklara göğüs ger mesi Türkçede saçını süpürge etmek deyimiyle anlatılır ki, böylesine kısa ve güçlü bir anlatım, ancak Türkçenin somutlaştırma eğilimi ve Türkün imge gü cüyle açıklanabilir, sanıyoruz. Yeteneklerini, olanaklarını göz önünde bulundurmaksızın kendini büyük ve güçlü görüp yapılan bir işe katılmayı anlatan topal eşekle kervana karışmak deyimi de belli bir durumu canlandırarak dile geürilen bir sözdür. Körler mahallesinde ayna satmak ya da Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi çok özgün sözler de insanoğlunun, dünyanın her yerinde rastlanan çeşitli tutum ve davranışlarım, ilgi çekici benzetmelere başvurarak, adeta sahneye koyarak, somutlaştırarak anlatan deyimlerdir. Anadolumuzda, ço ğumuzun duymadığı, bilmediği böylesine nice güzel sözler, özgün anlatım ör nekleri vardır. Yazı dilimizde ve Anadolu ağızlarındaki kimi sözlerin, deyimlerin, hatta kimi bitki adlarının, yıllar yılı okunup bellenmiş nice şiirlerden daha güçlü oldu ğu, Türk insanının anlatım gücünü, buluş ve nüktesini nasıl kısa yoldan ve iç tenlikle ortaya döküverdiği eskiden beri ilgimi çekmiştir. Alınan dilinin ve ya/ınının önde gelen kurucularından Jacob Grimm'in, dünyanın ik'icsindr. Iıaıı^i toplumda olursa olsun, halk şiirini "doğal şiir", kül117
1
türlü kimselerin yazdıklarını da "yapma şiir" sayması bütün bütün haksız değil dir. Halk şiiriyle, özellikle manilerimizle deyim ve atasözlerinin kaynağı aynı dır; bunların tümünü aym kaynağın ürünleri sayabiliriz. Çoğunlukla aynı söz sa natlarından yararlanan, dilimize mal olmuş, bu öğeleri bir arada gözden geçirmek doğru olur, diye düşünüyoruz. Türkün şiirine, manisine, türküsüne giderseniz duygunun en incesini, söy leyişin en yücesini, en içten anlatımla size tattırdığını görürsünüz. Hem de ya vaştan, belli etmeden, kolayca... Türkülerimize kulak veriniz, şurada burada kulağımıza çalınan basit ama özgün ezgileri güçlendiren, içtenlik dolu dizelere... Kışı soğuk, yazı sıcak geçen, yazın dereleri çekilip yeşilleri sararan kuru Orta Anadolu'nun kavruk in simi, duygusunu nasıl güçlü bir anlatımla dile getiriyor : Güvercin uçuverdi Güvercinim uyur mu? Kanadın açıverdi Çağırsam uyanır mı ? Eloğlu değil mi Sen orada ben burda Sevdim de kaçıverdi Buna can dayanır mı ? Önce güvercinden, onun kanadından söz eden halk ozanı - halk şiirimizin birçok örneklerinde olduğu gibi-birdenbire, hiç beklenmedik bir anda yüreğinin yangınını ortaya döküveriyor. Uçuveren güvercinle kaçıveren sevgili birbiriyle ilişkiye sokuluyor; zihinde çizilen güvercin imgesi, onun uçuverişi, kaçıp giden sevgilinin elden gidişini dile getiriyor; uzak çağrışımlarla bizde güvercin gibi hafif, yumuşak, ılık duygular uyandırıyor. ikinci dörtlükte uyuyan güvercin imgesi, çağrılsa uyanıp uyanmayacağı so rusu ve "Sen orada ben burada" yargısının ardından özlü, güçlü "Buna can da yanır mı?" sorusu yine duygulara kapı açıyor. Aym güvercin imgesi şu Elâzığ türküsünün dörtlüğünde aym zamanda içten, cüretsiz bir dileği de yansıtıyor : Kövengin yollarında Çimeydim göllerinde Bir çift güvercin olsam O yarin kollarında... Niceleri var daha bunların, bilinen bilinmeyen, duyulan duyulmayan...
I) (iedanken. wic sich die Sayen /nı l'ncsır tııul < iru hıchle vcrhallcn. 1X()X (Klcincre Sehriflen, yay. K MUllcnhoff. I. Berlin. 1864)
I1K
16A YOLCU İLE YILAN Bir Türk Masalı Bir kişi seyahate çıkmış. Yolda gidiyormuş, yorulmuş... Şöyle bir kara ağa cın dibine uzanmış: "Biraz surda dinleneyim" demiş. Kara ağaçta da bir yılan varmış. Ağacın altında adam ateş yakmış, alevler ağacı sarmış. Ağaç yanmakta. Yılan yukarda çığırıyor. Zavallı yılan yanacak ateşte. "Şunu kalkayım, kurtara yım" demiş adam. Kalkmış, yılanı kurtarmış ateşten. Bu sefer yılan gelmiş kar şısına: "Ey insanoğlu, ben seni sokacağım." "Yahu, niye socaksın? Ben seni ateşten kurtardım ya." "Yok, sokacağım... Kurtarmasaydın." "Ey, madem ki öyle, gideriz, üç yere danışırız, üçü de "soksun" diye fetva verirlerse, sen o vakit sok beni." Kalkıyorlar, yola düşüyorlar. Giderken bir öküz görüyorlar. Adam diyor ki: "Ey öküz baba! Bu yılan ateşte yanıyordu, onu kurtardım. Bu sefer beni sokmak istiyor. Ben buna iyilik yaptım. Bu beni sokar mı, sokmaz mı?" "Sokar" diyor ökü*. "İnsanoğluna iyilik mi yarar? Bana bütün çiftini sürdü rür, sürdürür, ihtiyarladığım zaman götürür, kasaba verir, kesürir. insanoğluna iyilik yaramaz." "Ha, tamam" diyor yılan. "Buradan aldık fetvayı." Biraz daha giderken yolları bir ırmağın kıyısına ulaşıyor. Diyorlar ki: "Şu ırmağa da soralım, bakalım." "Ya mübarek ıııııak! diyor adam. Bu yılan ateşte yanıyordu, ben bunu kur tardım. Şimdi beni sokmak İsliyor. E. bu beni sokmalı mı? Sokmamalı mı? Il«»
"Tabii sokmalı, diyor ırmak. İnsanoğluna iyilik yaramaz. Sebep? Çamaşırı nı, her şeyini bende temizler, kendi de bende yıkandığı, benim suyumu içtiği halde, elini yüzünü yıkar da bir de yüzüme doğru tükürür." "Tamam" diyor yılan. "Burdan da aldık fetvayı." Giderken bir tilkiyle karşılaşıyorlar. Ona sesleniyorlar. "E dur bakalım Tilki baba!" Tilki dinliyor. "Bu yılan," diyor adam, "ağaçta yanıyordu, ben bunu kurtardım. Şimdi beni sokmak istiyor. Bu beni sokar mı, sokmaz mı?" Tilki bir işaret ediyor gizliden adama, "bize var mı bir şey?" demek isterce sine. Adam göz kırpıyor "evet" der gibi. Tilki: "Sokamaz." diyor. "Tamam! Son cevap sokamaz olduğu için beni sokamazsın." diyor insanoğ lu Yılan bırakıp gidiyor. () zaman Tilki adama soruyor: "Arkadaş, bana ne getireceksin sen?" "Sana ben kırk tavukla kırk horoz geüreceğim." "Peki, nereye getireceksin onları?" "Yarın, falan yerde geniş bir tarla var, ıssız bir yer, oraya. Sen orda beni bekle." Adam kırk tazı koyuyor çuvalın içine, ertesi gün bunları sırtladığıyla hadi bakalım Tilkinin beklediği yere. Tilki de "kırk tavukla kırk horoz gelecek" diye sevinmekte. Adam gelince diyor ki: "Arkadaş, ben getirdim tavukları. Birer birer mi çıkarayım çuvaldan, yoksa hepsini mi dökeyim?" Tilki: "Of! diyor, pek keyfim geldi. Dök, dök hepsim birden. Ben onların dağıla nını sakalımı sallaya sallaya toplarım bir yere. Adam o zaman: "Al Allah kulunu, zapt et delini!" diyor da çuvalın ağzım açıyor, bir döküveriyor. Kırk tazı çıkıp da Tilki'yi görüverince saldırıyorlar üs tüne. Tilki fırlamış, kaçmış, güç belâ kurtulmuş tazıların elinden. Yüksek bir taşın başına çıkmış da: "Ey anasını bellediğimin kafası! İnsanoğluna iyilik mi yarar? "Sokar" desem olmaz mıydı? Ben tavuktan da vazgeçtim, şu beni koştuğu eziyete bak." Tilkicik yakayı kurtarmış ama, insanloğuna da pek kızmış: "Ey insanoğlu! demiş, ben de senin evinde, yurdunda, yuvanda her nerde bulursam tavuğunu, horozunu yaşatmayacağım. İşte o günden sonra, İnsanoğlunun kümesinden tavuk çalmaya ahdetmiş Tilki. Hâlâ da ahdında duruyor. 120
ÇIKIP YÜCESİNE SEYRAN EYLEDİM Çıkıp yücesine seyran eyledim Gördüm ak kuğulu göller perişan Bir firkat geldi de durdum ağladım Öpüp kokladığım güller perişan Hayal hayal oldu karşımda dağlar Eşinden ayrılan ah çeker ağlar Dökülmüş yapraklar bozulmuş bağlar Bülbülün konduğu dallar perişan. Yıkılmış dilberin mâmur illeri Susmuş bülbül söylemiyor dilleri Dağılmış sümbülü solmuş gülleri Yüzüne dökülmüş teller perişan. Karacoğlan der ki toy avlamadım Arap ata binip boylatamadım Küstürdüm güzeli huylatamadım Dilberi küstüren diller perişan. KARACOĞLAN 121
Metin İncelemeleri 16 Türkçenin Gücü 1. Yazar, Türkçeyi niçin bir denize benzetiyor? 2. Türkçe, Türk insanının nelerini yansıtıyor? 3. Türkçe deyimlerin öteki dillerdeki deyimlerden ne gibi farkları var? 4. Jacob Grimm halk şiirini niçin doğal şiir, kültürlü kimselerin şiirlerini ise yapma şiir saymaktadır? 5. Halk şiiri, maniler, deyimler ve atasözlerinin kaynakları niçin aynıdır? 6. Halk ozanı güvercin ile sevgili arasında nasıl bir ilişki kuruyor? 16 A Yolcu ile Yılan 1. Adam yılanı niçin kurtarıyor? 2. Yılan, kurtulduktan sonra ne yapıyor? 3. Öküz, ırmak ve tilkinin olay hakkındaki görüşleri nedir? 4. Adam, tilkiye ne söz veriyor? Bu sözünü tutuyor mu? 5. Adam, tilkiye nasıl bir oyun oynuyor? Bu yaptığı doğru mu? 6. Tilki, neden tavuk ve horozlara düşman oluyor?
122
MENDİL ALTINDA Memduh Şevkat ESANDAL Ağustos. Cuma günü. Sicil Müdürü Cavit Bey, yemekten sonra minderin üstüne uzanmış, uyumak istiyor. Ama, karasinekler rahat bırakmıyorlar. Köylü lerin, duvar diplerine uzanıp, yüzlerine birer mendil örterek mışıl mışıl uyuduk ları gözünün önüne geldi. İmrendi. Uzandı, sandalye üzerinde duran ceketinin cebinden beyaz keten mendilini alıp yüzüne örttü, sıkıntılı olmasına aldırmaya rak uyku gelecek, diye bekledi. Bu arada da ilkin çocuklarının mektep taksitleri için gönderdiği paranın makbuzunu nereye koyduğunu düşündü. Sonra, karısı nın "para yetiştiremiyorum" diye sızlanmasını hatırladı. "Ben burada aç dura cak, değilim ya" dedi. Maaşlara zam yapılacak diyorlardı... Müsteşarın, kendisi ni sevdiğini düşünüp, sevindi. Yanlışlıkla işten el çektirilen bir memuru Cavit Beyin bir sözü ile müsteşar hemen eski işine göndermişti. Ya öyle olmayıp da Müsteşar dayatsaydı. Bu zavallı adam sefil olurda. Sonra onun han köşelerinde nasıl sürüneceğini, nasıl borçlanacağım, kılığının nasıl bozulacağım, traşının nasıl uzayacağını birer birer gözünün önüne getirdi. Acıdı. "Ya Müsteşar kabul etmese idi" diye düşündü. O zaman sanki Müsteşar dayatmış gibi kızdı. Kendi kendine sordu, "Ne yapardım?" hemen ceketinin göğsünü ilikledi, akadaşına "ver şu evrakı" dedi, kağıtları aldı, doğru Müslcşar'ın yanına. Müsteşar, masası nın başında k.lpıl okuyordu, başını kaldırdı, her gün sorduğu gibi "Hayrola, 123
Müdür Bey" diye sordu. "Efendim dedi açıkta kalan filan efendi için olmaz bu yurmuşsunuz... Bu da reva mı, efendim. Bu zavallı nereye gidip derdini anlat sın? Bu bizim yanlışımız yüzünden işten el çektirilmiş. Kendisinin bir günahı var mı? Siz de çoluk çocuk sahibisiniz. İnsaf ediniz efendim. Müsteşar "olmuş olmuştur", diyor. Bir defa her nasılsa el çektirilmiş. Memuriyet hayatında böyle şeyler olur. Kendine başka yerde iş arasın. "Sicil Müdürü bu haksızlığa karşı köpürüyor. Müsteşara diyor ki, "Bu iş aksederse, elbette bizim için iyi olmaz." O, bu sözleri söylerken, bütün kalem arkadaşları, bütün daire halkı da kapıdan dinleseler... sicil müdürüne ateş basıyor. Bütün daire, bütün işitenler, onun yiğit liğine, kabadayılığına şaşıp kalıyorlar. Çarşıdan pazardan geçerken, herkes ar kasından gösteriyor... Müsteşar, sicil müdürünün sözlerinden korkuyor, imzası nı bozup sözünü geri alıyor, sicil müdürü kâğıtlar elinde odadan çıkarken, kapıda dinleyenlerin aralıktan kendi odalarına kaçıştıklarını görüyor, aşağı inip elindeki kâğıtları muavinin önüne atıyor. Muavin müsteşarın silinmiş imzasını görünce ağzı açık kalıyor. Sicil müdürü, muavinin şaşırdığını düşününce, beyaz keten mendil altında tatlı tatlı güldü. Sonra, işine yeniden tayin edilen memur haber alıyor, gelip sicil müdürünün ayaklarına kapanıyor, bu iş de her yerde du yuluyor. Karısının kulağına kadar da gidiyor. Kadından bir mektup: "Orada bu kadar işler yapıyorsun da, bize para göndermiyorsun." Artık kızıyor. Bu ka darı da olmaz... Hemen o da bir mektup döşeniyor. Aradan biraz geçince, bil mem nerenin ikinci seçmenlerinden bir mektup: "Meb'us seçeceğiz kabul buyu runuz." Mazbatası Meclisten geçince, bir gün daireye geliyor, bütün arkadaşları tebrik ediyorlar, Müsteşar oda kapısından karşılıyor, pantolunun arka cebinden altın tabakasını çıkarıp cigara veriyor... Meclise girince ilk iş, memur maaşlarının arttırılmasına dair bir teklif... Sicil müdürü terden heyecandan boğulacaktı. Mendili yüzünden çekip fır lattı. Yüzü kızarmış, gözleri dönmüş, saçları dikilmiş, köşeye oturdu. "Bu men dil altında da nasıl uyurlar" diye düşündü, sonra da tekmesiyle odamn döşeme sini teperek: -Meryem, bir kahve pişir, diye hizmetçisine bağırdı.
124
17A TÜRKÇE'NİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ Zeynep KORKMAZ En az 2000 yıllık tarihi bir geçmişi olan Türkçemiz, Ural-Altay dil grubu nun Altay kolunda yer alan bir dildir. Adını Ural ve Altay dağlarından alarak iki öbek veya iki ana kol oluşturan bu gruptaki diller, yukarıda açıklanan dil ai lelerinde olduğu gibi, köken akrabalığına dayanan bir aile oluşturmazlar. İki kol arasındaki benzerlik yalnızca yapı benzerliğinden ibarettir. Bu benzerlikler, her iki kolun da eklemeli birer dil olması, aralarında derece farkları bulunmakla bir likte, birer ünlü uyumu sistemine sahip olmaları, ses bilgisi, kelime türetme yol ları ve cümle yapıları bakımından yakınlıklar taşımaları ve kelime eşlikleri gibi noktalarda toplanabilir. Gerçi Altay Dağlan çevresindeki kavimlerin konuştukları diller ile Ural Dağları bölgesi ve çevresindeki dilleri birleştirerek bir Ural-Altay dil ailesi gru buna bağlayanlar olmuştur. Bu konudaki çalışmalar da oldukça eskidir. İsveçli subay ph. J, von Slıahlrnberg (1730), Fransız Abel-Rıîmusat, Danimarkalı R. Rasch ve Alınan W Sı İmli (1836) bu konuda epey emek vermiş olan araştırıcı125
lardır. tik taslağı Strahlenberg tarafından çizilen ve Tatar dilleri diye adlandırı lan Ural-Altay dil ailesinin W. Schott tarafından tam bir sınıflandırması yapıl mıştır. Fakat Ural-Altay filolojisinin esas kurucusu, bu dilleri yerinde inceleyen Finli bilgin M. A. CastrĞn (1813-1852)'dir. Castren, bu alandaki çalışmalara çeki düzen vermiş ve konunun sağlıklı bir yola girmesini sağlamıştır. Ne var ki, Ural-Altay dil birliği temelinde yapılan araştırmalar, bu iki grubu aynı dil ailesi içinde birleştirme bakımından gittikçe zayıflayan sonuçlar ver miştir. H. Passonen, E.N. Setâlâ , B. Cllinder gibi bilginler, Ural-Altay teorisine karşı çıkarak Ural dillerini Hint-Avrupa dilleri ile karşılaştırmağa çalıştılar. Ya pılan karşılaştırma sonuçlarından, bu iki kol arasındaki benzerliklerin dillerine oranla çok daha sınırlı olduğu ve bir köken akrabalığım destekleyecek nitelikte bulunmadığı anlaşılmıştır. Böylece, bu iki gruba giren dillerin kendi içlerinde birbirleri ile karşılaştırılması görüşü ağır basmıştır. Bu görüş, sonuç olarak geçen yüzyılın sonlarında Ural-Altay dil teorisini zayıflatmış ve yapılan sınıf landırmalarda "dil ailesi" yerine "dil grubu" deyimi tercih edilmiştir. Bu konuya eğilmiş olan bilginler, bugün Ural ve Altay kollarının birbirin den ayrı müstakil gruplar halinde incelenmesinin daha uygun olacağı görüşün de birleşmişlerdir. Bu görüşlere göre, grubun Ural ve altay kolları, kendi içlerin de elbette müstakil birer aile oluşturabilecek niteliktedirler. Esasen günümüzde Ural grubuna bağlı dillerle ilgili araştırmalar hayli derinleşmiş olduğundan, bu grup içindeki dillerin biribirleriyle akrabalığı sorununa çözülmüş gözüyle bakıl maktadır. Aym durum Altay kolu için de söz konusudur. Ural-Altay dil grubunun Ural kolu Fin-Ugur ve Samoyet olmak üzere iki alt kola ayrılmıştır. Samoyet alt kolunda çeşitli dalları ile Samoyetçe yer almak tadır. Fin-ugur alt kolunda ise Batı ve Doğu Fince'yi içine alan Fince ile Lapça, Macarca ve Uğurca bulunmaktadır. Altay dil ailesjne giren başlıca diller, Türkçe, Moğolca, Mançuca ve Tungu/.ca'dır. Son zamanlarda Korece ile Japoncayı da Altaisük çerçevesinde ele alan bilginler vardır. Korece'nin Altay dilleri ile olan akrabalığı hemen hemen kesinleşmiş gibidir. Fakat Japonca'nın akrabalığına ilişkin çalışmalar şimdilik kesin bir sonuca ulaşmış değildir. Altay dilleri arasındaki akrabalık konusu XIX. yüzyıl ortalarından beri ciddî ölçülerle ele alınmış bulunuyor. Önce yukarıda adı geçen Finlandiyalı M.A. CastrĞn tarafından başlatılan çalışmalar, daha sonra başkaları tarafından da devam ettirilmiş ve son yıllarda Altaisük geniş ve başlı başına bir araştırma alam olarak ortaya çıkmıştır. Gerçi, Altay dil ailesine giren dillerin bir köken akrabalığına mı, yoksa bir arada yaşamanın geürdiği sıkı kültür ilişkilerinden ve ödünçlemelerden kaynaklanan bin kültür akrabalığına mı bağlanabileceği husu su bugün bilim adamlarınca daha kesin bir sonuca bağlanabilmişür denemez. W. Bang, J. NĞmeth, S. O. Clauson ve G. Doerfer gibi bilginler, bu akrabalığın 126
bir kültür akrabalığı okluğu gülüşünü benimsemişlerdir. G. Doerfer, Türkçe, Moğolca ve Tunguzca gibi üç Aliay dilinde ortak kelimelerin 350 civarında ol duğu ve bunlardan ancak 120 kadarının temel kavramlarla ilgili bulunduğunu belirtmiştir. Bu duruma göre , söz konusu diller arasındaki temel kavram yakın lığı %5'i aşmamaktadır. G. J. Ramstedt, M. Râsânen, K. Menges ve N. Poppe gibi bilginler ise, yap tıkları derinlemesine çalışmalara ve karşılaştırmalara dayanarak, bu diller ara sındaki köken akrabalığına ispatlanmış nazarı ile bakmaktadırlar. Nitekim N. Poppe, Altay dillerinin karşılaştırmalı gramerini işleyen eserinde, Moğol, Mançu, Tunguz dilleri arasındaki uygunlukların bir raslantı veya bir ödünç alma ile sonuçlanan kültür ilişkilerinden ibaret olmadığım sağlam deliller ile ortaya koymuştur. Ona göre, bu dillerde ses bilgisi, şekil bilgisi, cümle yapısı ve söz hazinesi bakımından tespit edilen yakınlık ve ortaklıklar, bir kültür akrabalığını aşacak niteliktedir. Esasen bugün yapılan bütün sınıflandırmalar, Altay dil aile sini kökeni itibariyle Ana Altayca veya Altay Dil Birliği denilen ortak bir anadi le bağlamış bulunmaktadır. Altay dil ailesinin kolları arasında akrabalığı oluşturan önemli ortak özel likler vardır. Bu dil ailesi içinde en çok araştırılmış olan Türkçedir. İkinci sırayı Moğolca alır. 1901-1914 yılları arasında Doğu Türkistan'da yapılan kazılarla elde edilen malzeme üzerindeki çalışmalar, Kök Türk Yazıtları'nın keşfi ve bu alandaki çeşitli araştırmalar, Türkçe ile Moğolca arasındaki karşılaştırmaları ko laylaştırmıştır. G.J. Ramstedt'in Türkçe, Moğolca ve Tunguzca arasında yaptığı karşılaştırmalı çalışmalara yeni ufuklar açmıştır. Bu suretle başta ses tarihi ile il gili birtakım benzerlik ve ayrılıklar ortaya konabilmiştir. Altay dil ailesinden gelen ve Türkçe'nin çok eskibir kolu olan Çuvaşça ile Genel Türkçe arasındaki ses ayrılıklarının, Moğolca'da da Çuvaşça'ya paralel olarak devam ettiği görülmüştür. Aynı durum öteki dillerde de tespit edilmiştir. Böylece, Çuvaşça dil akrabalığının kanıtlanmasında önemli bir köprü vazifesi görmüştür. Altay dil ailesinin başlıca ortak özellikleri şu noktalarda toplanabilir: 1- Aile içinde yer alan dillerin hepsi de eklemeli dillerdir. 2- Çekim ve türetmede hep son ekler kullanılır. Ön ek sistemi yoktur. 3- Bu dillerde cinsiyet yoktur. Bu sebeple sözcükler şekil değişikliğine uğ ramazlar. 4- Sayı sıfatlarından sonra gelen isimler genellikle teklik şeklindedir: üç ev, sekiz kardeş gibi. 5- Altay dilleri eklemeli dil yapısında oldukları için kelime kökleri sabittir. Türetme yeni eklerle yapılır, /engin bir ek sistemi vardır. 127
6- Diller arasında aynı şekilden kaynaklandığı tespit edilen ortak ekler var dır. Bu özellik Moğolca ile Türkçe arasında daha belirgindir. 7- Cümle yapısı bakımından özne, fiilden önce gelir ve genellikle baştadır. Fiil cümle sonundadır. İsim ve sıfat tamlamalarında, belirten belirtilenden önce gelir; yani, tamlamanın ikinci derecedeki unsuru esas unsurun önündedir: duvar kağıdı, yeşil kalem gibi. Cümle kuruluşunda yardımcı cümleler sıfat-fiil ve zarfliiller ile kurulur: Dün bahçeye çıktığımızda, serin bir rüzgar esiyordu. Bize ge lirken, söz verdiği kitabı da birlikte geürmişü gibi. 8- Altay dilleri arasında bugün görülen bazı ses değişmeleri, bunları köken de ses bilgisi bakımından yine bir ortaklığa götürmektedir. Nitekim, Türkçe sözlerdeki z'ler Moğolca'da, Tunguzca'da ve Çuvaşça'da r'ye dönüşmüştür. z>r de ğişmesi niteliğindeki bu olay dilbiliminde rotasizm (r'leşme) olarak değerlendirilmektedir: Trk. buzagu, Moğ. biragu, Çuv. pıru; Trk. buz, Çuv. par; Trk. öküz, Moğ. üker, Tung. ukur, hukur; Çuv. vıgır; Trk. ekiz/ikiz, Moğ. ikire gibi. Aym değişme öteki akraba dillerde de vardır. Türkçedeki z Tunguzca'da r'ye, Korece'de l'ye, Japonca'da r veya t'ye dönüşmüştür. Bu değişmelerin köken dil durumundaki Ana Altayca'da bir r'ye dayandığı ileri sürülmektedir. Aym şekilde lambdaizm dediğimiz bir l'leşme olayı da vardır. Bu olay dolayısıyla Türkçedeki ş sesi Moğolca'da ve Çuvaşça'da l'ye dönüşmüştür. Trk. taş, Çuv. çul, Moğ. çilagun; Trk. üş / diş, Çuv. şıl; Trk. kaşık. Çuv. kajek, Moğ. halbaga gibi. Türkçedeki ş'lerin l'ye dönüşmesi olayı Tunguz ve Kore dillerinde de görülmektedir.karşılaştırmalar sonunda bu değişmelerin Ana Altaycada ortak bir 1 sesine dayandığı ileri sürülüyor. Altay dilleri arasındaki ünlü ve ünsüz değişmelerini ve ses denkliklerini kökende yani Ana Altaycada birer ortak sesle birleştiren daha çok örnek sırala nabilir. Kelime başındaki t-, y- ünsüzlerinin ortak kelimelerde gösterdiği değiş meler ile ilgili denklikler; Türkçede, Halaçca dışında artık kaybolmuş bulunan h- sesinin öteki Altay dillerinde h, ph, p şekillerinde devamı ve bunun kökende bir ortak p sesine dayanması (Alt. padak/Halaçca hadak/ Türk. adak/ayak, Moğ. adağ gibi) da hep bu akrabalık ilişkileri ile ilgili belirtilerdir. 9- Ses bilgisi açısından Altay dillerini ortaklaştıran diğer bir özellik de ünlü uyumunun varlığıdır. Hattâ, bu uyum dolayısıyla k, g, 1 gibi ünsüzler, ünlüler yanında ince ve kalın sıradan boğumlanma özellikleri de taşırlar. 10- Altay dillerinin hiçbirinde, kelime başında l,r,ve n ünsüzleri bulunmaz. Türkçe ve Moğolcada f fonemi de yoktur.
12K
SESSIZ GEMI Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahetten elemli. Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. Yahya Kemal BEYATLI 129
Metin İncelemeleri 17 Mendil Altında 1. Cavit Bey niçin uyuyamıyor? 2. Cavit Bey neye imreniyor? 3. Cavit Bey, uyumaya çalışırken neler düşünüyor? 4. Müsteşar, Cavit Beyi seviyor mu? Niçin? 5. Müsteşar, işten atılan memuru yeniden işe almasaydı, Cavit Bey neler yapardı? 6. Cavit Bey mebus olsa, ilk işi ne olurdu? 7. Hikâyede geçenler gerçek mi, hayal mi? 17 A
Türkçenin Dünya Dilleri Arasındaki Yeri
1. Türkçenin tarihi geçmişi kaç yıldır? 2. Türkçe hangi dil grubuna girer? 3. Ural ve Altay kollan kendi içlerinde müstakil bir aile oluşturabilecek du rumda mıdır? ' 4. Altay dil ailesine hangi diller girmektedir? 5. G. J. Ramstedt'in Türkçe, Moğolca ve Tunguzca arasında yaptığı karşı laştırmalı çalışmalar hangi gerçekleri ortaya çıkarmıştır? 6. Altay dil ailesinin özellikleri nelerdir?
IV)
SEBZE YİYİCİLER Ahmet HAŞİM Avrupa yoluna çıktığım günden beri sebzeye hasret kalmıştım. Vapurdan itibaren gıdamız çeşitli kara ve deniz hayvanları etlerine ve içki olarak şaraptan oluşmaktaydı. Yalmz Fransa toprağı üzerinde yaşayanların boğazından, her gün, biftek, rustek, rozbif ve şatobrian şeklinde muazzam bir dana, öküz, domuz, keçi, at ve eşek sürüsü geçer ve Seine Nehri genişliğinde bir şarap nehri bu sürüyü aynı yoldan takip eder. Gerçi bu beslenme tarzı beni, senelerden beri bilmediğim bir hazım cihazı sıhhatine kavuşturmuştu. Fakat buna karşılık vücudumda ruhumun tüylü, dişli ve tırnaklı bir yaratık şekline girdiğini hissetmek düşüncesiyle rahatsız olmaya başlamıştım. Bir gün, otelde tanıdığım bir İngilizle birlikte, nadir bir kitabın peşinden koşarken, Saint Germain Bulvarı'nın eski kitap satıcılarının merkezi olan yan sokaklardan birine saparken, vitrinine yemek listesini asan "Büyük Güneş" isimli bir lokanta, arkadaşımın dikkatini çekti. Durduk ve listeye göz gezdirdik. Tuhaf şey! Bu listede hiçbir et ismi geçmiyordu. Düşlediğim sebze cennetini ni hayet bulmuştum. Arkadaşım alay ederek bana veda edip gitti. Bense, sevinçle, sebze yiyiciler lokantasına girdim. Kalabalık içinden zorlukla boş bir masa bularak oturdum. Kendini hayli beklettikten sonra nihayet garson yanıma geldi. Bana garip bir eda ile gizlice sordu: 131
-Lokantamızın ne olduğunu biliyor musunuz? -Evet. -O halde yemeklerinizi ısmarlayınız. Hiçbir canlı yaratığın hayatına mal olmayan ve ekşimiş hiçbir maddenin karışmadığı yemeklerden beğendiklerimi söyledim. Bu sebze ve su cennetinin sakinleri ekseriyetle çok güzel, sıhhatli genç kız lar ve hiçbir hastalığın belirtilerini taşımayan genç adamlardı. Yalnız iç salon larda, müneccim veya sihirbaz veyahut sanatkâra benzeyen, saçlı sakallı temiz fakat acayip kılıklı birtakım müşteriler vardı. Belli idi ki, bütün bunlar doktor tavsiyesiyle bitkisel bir rejim takibi için değil, sırf bir prensibin şevkiyle burada toplanmışlardı. içinde bir ibadet yerinin sükûn ve terbiyesinin hüküm sürdüğü bu lokantaya üç gün devam ettikten sonra bedenimin yavaş yavaş bir masum çocuk bedenine döndüğünü ve ruhumun artık zehirli ekşimelere sahne olmamaya başladığını zevkle hissettim. Dünyanın manzarası gözümde değişmeye başladı: Bütün isti lacı milletler bana masum sebze yiyici milletlere musallat olmuş, kanlı ve uzun dişli bir canavar sürüsü şeklinde görünmeye başladı. Sömürge siyasetini et ara mak hırsıyla izah etmeye başlıyordum. Fakat şunu da itiraf ediyorum ki, bütün faydalı hayat hırslarının sebebi ettir ve hareketi ağır sebze yiyiciler, etle beslen meye alışıncaya kadar pençeli hayvanların aciz bir avı olmaya mahkumdur.
132
$0> * * \J
MOĞOLİSTAN KAZAKLAR
18A TÜRK DİLİNİN BUGÜNKÜ DURUMU VE YAYILMA ALANLARI Ahmet B. Ercilasun Türkler, dünya üzerinde çok geniş bir yer kaplar. Doğuda Moğalistan ve Çin içlerinden, batıda Yugoslavya içlerine; Kuzeyde Sibirya'dan Moskova ya kınlarındaki Kazan şehrinden, güneyde Bağdat, Lübnan sınırı ve Kıbrıs içlerine kadar uzanan büyük coğrafyaya yayılmışlardır. 20-90 doğu boylanılan ile 33-65 kuzey enlemleri arasında yer alan bu coğrafya, kuş uçuşu, doğudan batıya 6-7 bin, kuzeyden güneye 3 bin kilometrelik bir alam içine alır. Bu alandaki şu dev letler içinde Türkler yaşamaktadır: Moğalistan, Çin, Sovyetler Birliği, Afganis tan, İran, Irak, Suriye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Polonya. Yönlere göre yapılan adlandırmada, Hazar'ın doğusunda kalan Türkler Doğu Türklüğü; Karadeniz, Kafkaslar ve Hazar'ın doğusunda kalanlar, Kuzey Türklüğü; aynı sınırların batısında ve güneyinde kalanlar, Baü Türklüğü olarak adlandırılır. 133
Bölgelere göre dünya Türklüğü şu şekilde ayrılmaktadır: A. Batı Türklüğü 1. Türkiye Türkleri 2. Rumeli Türkleri (Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya'da; ayrıca Moldovya ve Bulgaristan'daki Gagauzlar) 3. Kıbrıs Türkleri 4. Suriye Türkleri 5. Irak Türkleri 6. Azerbaycan Türkleri (Sovyetlerdeki Kuzey Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile iran'daki Güney Azerbaycan'da).
B. Doğu Türklüğü 1. Batı Türkistan Türkleri (iran'ın Horasan bölgesinde, Afganistan'ın kuzeyinde ve Sovyetler Birliği'nde bulunan Türkmen, Özbek, Karakalpak, Kazak ve Kırgız Türkleri). 2. Doğu Türkistan Türkleri (Çin'in batı bölgesinde-Doğu Türkistan'da bulunan Uygur ve Kazak Türkleri).
İM
C. Kuzey Türklüğü 1. Sibirya Türkleri (Yakutlar) 2. Abakan Türkleri (Hakaslar) 3. Altay Türkleri 4. Idil-Ural Türkleri (Kazan ve Batı Sibirya Tatarları, Başkurtlar, Çuvaşlar). 5. Kafkas Türkleri (Kafkasların kuzeyindeki Karaçay, Balkar, Nogay ve Kumuk Türkleri). 6. Kırım Türkleri (Özbekistan ve Romana'da). 7. Karay Türkleri (Polonya ve Litvanya'da). Bütün bu alanlardakonuşulan Türk dili üç lehçeye ayrılır: 1. Türkçe, 2. Yakutça. 3. Çuvaşça. 135
Yakutça ve Çuvaşça, Türk dilinin metinlerle takip edilebilen devirlerden daha önceki çağlarda ayrıldıkları ve ana Türk kitlesi ile temasları kesildiği için ayrı birer lehçe karakteri kazanmışlardır. Esasen Yakutça va Çuvaşça, yüzyıllar boyunca birer konuşma dili olarak kullanılmış, ancak 19. ve 20. yüzyıllarda yazı dili haline gelmiştir. Her iki lehçe için de Kiril Alfabesi kullanılmaktadır. Yakutlar, Sibirya'da, batıdan doğuya, Katanga, Ölenek, Lena, ve Kamçatka'ya doğru Kolima ırmakları çevresinde yaşarlar. Bu bölge siyasi olarak, Sov yetler Birliği'ne bağlı Yakutistan Muhtar Cumhuriyeti adım alır. Başkenti Yakutsk'tur. Nüfusları yarım milyondur. Bunların 200.000'i şaman, 300.000'i müslümandır. Geri kalanı Ortodoks yapılmışür.Ancak onlarda da şaman gele nekleri devam etmektedir. Çuvaşlar, Moskova ile Kazan arasında, İdil (Volga) Irmağı boylarında ya şamaktadırlar. Esas kitle Çuveşiztan Muhtar Cumhuriyetindedir. Tataristan ve Başkurdistan Muhtar Cumhuriyetlerinde yaşayanları da vardır. Çuveşistan'ın başkenti Çeboksan'dır. Nüfusları yarım milyondur. 220.000'i Müslüman, gerisi ortodokstur. Çeşitli şivelere ayrılan Türkçe için bugüne kadar pek çok sınıflandırma de nemesi yapılmıştır. Bu denemeler çok teferruatlı ve birbirinden oldukça farklı dır. Hemen hemen her birinde ayrı bir ölçü kullanılmış, pek çoğunda tarihi Türk şiveleri ile bugünküler birbirine kanşmışür. Yazı dillerine göre yapılacak bir sı nıflandırma hem daha sade olacak, hem de bugünkü durumu daha iyi yansıta caktır. Türk dilinin tarihi devirlerinde gördüğümüz gibi 13. yüzyıla kadar Türkçenin tek bir yazı dili vardı. Bazı yazı dili bütün Türkler için ortaktı. 13. yüzyılda Türk yazı dili, Kuzey-Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmış ve 19. yüzyıla kadar bu şekilde gelmiştir. 6-7 asır boyunca, bütün doğu ve kuzey Türklüğü Kuzey-Doğu Türkçesini; bütün batı Türklüğü de Batı Türkçesini kullanmışlar dır. Rus ve Çin istilasından sonra, 19. y.y.'da, Batı kolu içinde Azeri; KuzeyDogu kolu içinde Kazan dilleri ayrı yazı dilleri haline gelmeye başlamış; 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra ise başlıca Türk ağızları ayrı yazı dilleri haline geti rilmiştir. Böylece ortaya çıkan bugünkü yazı dilleri şu şekilde sınıflandırılabilir: A. Baü Türkçesi (Güney-Batı Türkçesi) 1. Türkiye Türkçesi 2. Gagauz Türkçesi 3. Azerbaycan Türkçesi 4. Türkmen Türkçesi
136
B. Kuzeydoğu Türkçesi (Doğu Türkçesi) 1. Özbek Türkçesi 2. Uygur Türkçesi 3. Kazak Türkçesi 4. Karakalpak Türkçesi 5. Kırgız Türkçesi 6. Kazan Türkçesi 7. Başkurt Türkçesi 8. Kırım Türkçesi 9. Nogay Türkçesi 10. Karaçay Türkçesi 11. Malkar Türkçesi 12. Kumuk Türkçesi 13. Altay Türkçesi 14. Hakas Türkçesi 15. Tuve Türkçesi Bugünkü Türk yazı dillerinin kullanıldığı bölgeler ve bunlan kullanan Türklerin sayıları şöyledir: A. BATI TÜRKÇESİ (GÜNEYBATI TURKÇESI) 1. Türkiye Türkçesi 55.000.000 Türkiye'de 1.100.000 Irak'ta Suriye'de Kıbrıs'ta
120.000 150.000
Yunanistan'da
150.000
Bulgaristan'da Yugoslavya'da S.S.C.B'de Avrupa, Amerika, Okyanusya
1.500.000 110.000 207.000
ve Arap ülkelerinde (T.C. vatandaşı) Toplam
4.100.000 62.437.369 137
2. Gagauz Türkçesi Sovyetler Birliği (Moldavya'da, az bir kısmı Ukrayna'da)
:
197.164
Romanya ve Bulgaristan'da
:
50.000
Toplam
:
247.164
3. Azerbaycan Türkçesi Kuzey Azerbaycan'da (Azerbaycan ve ve Gürcistan S.S.C.B'de)
:
6.791.106
Güney Azerbaycan'da (İran)
:
18.000.000 24.000.000
Toplam 4. Türkmen Türkçesi Sovyetler Birliği'nde
2.718.297
Horasan'da (İran)
:
1.000.000
Afganistan ve Pakistan'da
:
300.000
Toplam
:
4.018.297
B. KUZEY-DOĞU TÜRKÇESİ (DOĞU TÜRKÇESİ) 1. Özbek Türkçesi Sovyetler Birliği'nde Afganistan ve Pakistan'da
Toplam
16.686.240 2.000.000 18.686.240
2. Uygur Türkçesi Doğu Türkistan'da (Çin) Sovyetler Birliği Toplam
8.000.000 262.199 8.262.199
3. Kazak Türkçesi
ısı
Sovyetler Birliği'de
8.137.878
Doğu Türkistan'da
1.000.000
Toplam
9.137.878
4. Karakalpak Turkçesi Sovyetler Birliği'nde
423.436
:
5. Kırgız Turkçesi 2.530.998
Sovyetler Birliğin'de Doğu Türkistan'da (Çin)
100.000 2.630.998
Toplam 6. Kazan (Tatar) Turkçesi
6.645.588
Sovyetler Birliği'nde 7. Başkurt Turkçesi
1.449.462
Sovyetler Birliği'nde 8. Kırım Turkçesi Sovyetler Birliği'nde
268.739
Romanya'da
30.000
Toplam
298.739
9. Nogay Turkçesi 75.564
Kuzey Kafkasya'da 10. Karaçay Turkçesi
156.140
Kuzey Kafkasya'da 11. Malkar Turkçesi
88.771
Kuzey Kafkasya'da 12. Kumruk Turkçesi
282.178
Kuzey Kafkasya'da 13. Altay Turkçesi
71.317
Sovyetler Birliği'nde 14. Hakas Turkçesi Sovyetler Birliği'nde
:
81.428
Kansu Eyaleü'nde
:
70.000
Toplam
151.428
15. Tuva Turkçesi Sovyetler Birliği'nde
:
206.924 139
Moğalistan'da Toplam
130.000 336.924
Bunlardan Altay ve Sovyetlerdeki Tuva-Hakas Türkleri Şaman, Gagavuz lar Ortodorks, Kansu eyaletindeki Sarı Uygurlar Budist, diğerlerinin tamamı Müslümandır. Bunlardan başka, yazı dilleri bulunmayan, şiveleri Kuzey-Doğu Türkçesine giren, Polonya ve Litvanya'da yaşayan 6.000 Türkü Museviliğin Karay mezhebindendir. Yukardaki rakamlara 1.839.228 Çuvaş ve 328.255 Yakut Türkünü de ekler sek, dünyada Türkçe konuşanların sayısı, 142.418.281 olur. Bu nüfusun dinlere göre dağılımı şöyledir: Müslüman Ortodoks
139.383.965
(% 97.9)
2.086.392
(% 1.96)
Şaman
871.924
Budist
70.000
Musevi
6.000
Toplam
142.418.281
(% 0.6)
Türkiye, Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya'daki Türkler Tür kiye Cumhuriyetinin resmi alfabesini; Sovyetler Birliğindeki Türkler, Kiril harflerine dayalı alfabeler; Çin, İran ve Irak'taki Türkler Arap harflerine dayalı Türk alfabeleri kullanmaktadırlar. Yukarıda sıralanan Türk yazı dillerinden Türkiye Türkçesine en uzak olan ları Altay-Hakas ve Tuva-Hakas Türkçeleridir. Bunun sebebi hem coğrafi uzak lık, hem de din farklılığıdır. Esasen Altay-Hakas Türkçeleri, asırlarca sadece konuşma dili olarak kullanılmış, ancak son yıllarda yazı dili haline getirilmiştir. Türkçenin Kuzey-Doğu koluna giren yazı dilleri kendi aralarında, Batı ko funa giren yazı dilleri de kendi aralarında birbirlerine çok yakındır. Mesela bir Azeri Türkü ile bir Türkiye Türkü daha ilk karşılaşmalarında yüzde seksendoksan ölçüsünde anlaşabilirler. Türkiye'ye gelen bir Azeri veya Azerbaycan'a giden bir Türkiye Türkü en geç bir hafta içinde yüzde yüze yakın bir bir anlaş ma seviyesine ulaşır. Nitekim İran'dan gelip Türk Üniversitelerine giden Azeri gençleri Türkiye Türkçesiyle verilen dersleri fazla güçlük çekmeden takip ede bilmekte İran'a giden Türkiyeli Tır şoförleri de aynı şekilde oradaki Türklerle çok kısa zamanda anlaşabilmektedir. Kuzey - Doğu koluna giren mesela Özbek ile Uygur Türkçesi yahut Kırgız Türkçesi ile Kazak Türkçesi arasındaki durum da aynıdır. Gerçekte Türkçenin Kuzey-Doğu ve Batı olmak üzere iki yazı dili vardı. Diğerleri aslında birer "ağız", birer "konuşma dili" iken, son asırda sun'i olarak yaratılmış yazı dilleridir. Bunlar arasındaki temaslar kesilmekte, her biri140
nin ağız malzemesi olan gramer şekilleri ve kelimeler yazılı eserlere geçirilmek te, böylece farklılıklar arttırılmağa çalışılmaktadır. Bunun yaranda, Türkiye Türkçesinde meydana getirilen yeni kelimeler hemen hemen bütün Türk yazı dillerinde vardır; fakat yaşamı ve beğeniyi hiçbiri taramaz. 1920'lerden itibaren "ağız"lan ayrı yazı dilleri haline getirilen Türk zümrelerinin birbiriyle temasları da kesilerek anlaşma imkanları kaldırılmak istenmişür. Söz gelişi Muğla ağzın da bulunan "gelibatı, gidibatı, alıyomas" gibi şekiller ve yazı dilimizde bulun mayan Muğla ağzına mahsus yüzlerce kelime gazetelere, dergilere, kitaplara ge çirilerek ayrı bir yazı dili oluşturulsa ve bu dili kullananlar bizlere elli yıl temas ettirilmese anlaşmayı az çok zorlaştıran bir durum ortaya çıkar. Aslında Azeri Türkçesi ile Türkiye Türkçesi arasındaki fark, hemen hemen Muğla ağzı ile yazı dilimiz arasındaki fark kadardır. Hatta Doğu Karadeniz ağzı daha da farklıdır; Rizeli celdim, Azeri Türkü geldim der. Bugün, aradaki temas kopukluğu yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır. Sovyetler Birliğindeki Türk boylarının kendi arala rındaki temaslar 1950'lerden itibaren gittikçe fazlalaşmıştır. 1970'lerden beri dış ülkelerle ve Türkiye ile temaslarlı da artmaktadır. Daha 13. yüzyılda iki ayrı yazı dili haline gelmiş bulunan Batı Türkçesi ile Kuzey-Doğu Türkçesi arasındaki fark biraz daha fazladır. Ancak, bu ayrılık da anlaşmayı tamamen ortadan kaldıracak kadar değildir. Çeşitli sebeplerle Türki ye'ye gelmek zorunda kalan Kazak, Uygur, Özbek Türkleri; en geç bir ay içinde Türkiye Türkçesini anlar hale gelmekte; bulundukları sınıflara intibak ettirilen çocuklar fazla güçlük çekmeden dersleri takip edebilmektedirler. Yabancı bir dil konuşanlar için bu intibak mümkün değildir. Türk dilinin bugünkü durumu ve yayılma alanları genel çizgileriyle böyle dir. Ancak birkaç noktayı daha belirtmek gerekir. Rumeli Türklerinin, yukarıda nüfusu belirtilenlerin dışındaki büyük ekseri yeti Türkiye'ye göçmüş bulunmaktadır. Göçlerin önemli bir kısmı 1877-78 Türk-Rus savaşı, 1912 Balkan savaşı ve 1923'ten sonraki mübadele anlaşması sonunda olmuştur. Daha sonraki çeşitli ikili anlaşmalarla da çok sayıda Rumeli Türkü gelmiştir. 1912'den önce Bulgaristan ve Batı Trakya'daki Türklerin sayı sı, şimdi oralarda bulunan milletlerin sayısından fazla idi. Yunanistan'ın Batı Trakya Bölgesinde ve Ege adalarında kalan 190.000 kadar Türk ile Kıbrıs ve Yugoslavya'daki Türkler, Türkiye Cumhuriyetinin resmi alfabesini ve yazı dili ni kullanmaktadırlar. Sayılan birbuçuk milyonu geçen Bulgaristan Türklerinin elinden bu hak şimdi alınmış bulunmaktadır. Irak Türkleri yazı dili olarak Türkiye Türkçesini kullanırken Arap harfli Türk alfabesi ile yazmakadırlar. Bu ara kullandıkları ve "kardaslık" dergisinde uyguladıkları Türkiye Cumhuriyeti alfabesini yarı yarıya kullanma hakkı, elle rinden alınmıştır. Irak Türklerinden de Türkiye'ye göçenler bulunmaktadır. Suriye'nin kuzeyinde ve Lazkiya bölgesinde yaşayan Türklerin herhangibir 141
neşriyatı yoktur. Türkiye Türkçesini Güney-Doğu ağızlarına yakın bir ağızla ko nuşurlar. İran'daki Azeri Türkleri şahlık rejiminin sonuna kadar yayın fal i yelinde bulunamıyorlardı. 1978'den beri Azeri Türkçesiyle gazete, dergi ve kitap çıkar makta ve radyo neşriyatı yapmaktadırlar. Kullandıkları alfabe, Arap harfli Türk alfabesidir.
Kırım Türkçesi aslında Kuzey-Doğu Türkçesinin bir kolu olmakla birlikte Kının, 1475-1774 yılları arasında 3Ö0 yıl Osmanlı idaresinde kaldığından büyük ölçüde Batı Türkçesinden etkilenmiştir. 1783 yılında Rus hakimiyetine giren Kırım Türklerinin büyük çoğunluğu muhtelif tarihlerde Romanya ve Tür kiye'ye göçmüşlerdir. Bu ülkelerin her birinde sayıları birkaç yüzbine ulaşan Kı rımlı vardır. Türkiye'dekiler konuşma dili olarak Kırım Türkçesini halâ kullan makta, yazı dili olarak Türkiye Türkçesine bağlı bulunmaktadırlar. Kırımlılardan tahminen 40-50 bin kişilik bir grup da ABD ve Kanada'da yaşa maktadır. Kırım'da kalanlar, İkinci Dünya Savaşı sonlarında 1944 Mayısında yurtlarından çıkarılarak Sibirya ve Türkistan'a sürülmüşlerdir. Şimdi pek çoğu Özbekistan'ın başkenti Taşkent civarında yaşamakta ve kendilerine tahsis edilen Kiril alfabesi ile yazı dillerini geliştirmeye çalışmaktadırlar. 70.000 kadar Kırım Türkü Kırım'a dönmüş bulunmakladır. 142
Rus hakimiyetinden sonra, geçen asrın ikinci yarısında. Kuzey Kafkasya'daki bazı Karaçay ve Kumuk Türkleri de Anadolu'ya göçmüştür. Anadolu'da 15 kadar köye yerleşen Karaçaylarla 3-4 köylük Kumuklar kendi ağızlarım ko nuşma dili olarak hala kullanmaktadırlar. Kafkasya'daki Karaçay ve Balkar Türkleri 1944 yaşlarında Sibirya'ya sürül müş, 1958'de tekrar yurtlarına dönmelerine izin verilmiştir. Bir kısmı halâ sür günde bulunmaktadır. 1989 nüfus sayımında Sovyetler Birliği'nde 207.369 kişi de Türk gösteril miştir. Sovyetler Birliği'nin resmi politikasında oradaki Türk boylarının Türk olduğu kabul edilmemekte; her biri Özbek, Kazak, Azeri vb. adlarla ayrı millet sayılmakta; dilleri de ayrı diye kabul edilmektedir. Nüfus sayımında Türk ola rak geçen 207.369 kişi ise Podsof (Kars) sınırına yakın bölgelerde oturan Ahıska (Meshet) Türkleridir. Önemli bir kısmı halen Taşkent civarında yaşamakta dır. 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Ruslarla oradaki Türkler arasında meyda na gelen ve 10-15 yıl kadar süren Korbaşılar harekatı (Basmacılar) adlı savaşlar sonunda bir miktar Özbek, Türkiye'ye iltica etmiştir. Muhtelif tarihlerde Kuzey ve Güney Azerbaycan'dan Türkiye'ye göçmüş birçok Azeri de halen Türkiye'de yaşamaktadır. Uzun mücadeleler sonunda Doğu Türkistan'da 1944-1949 yılları arasında "Şarki Türkistan Cumhuriyeti" kurulmuş, fakat bu Türk Cumhuriyetinin Çinli ler tarafından şiddetle tenkil edilmesi üzerine birkaçbin Kazak ve Uygur 195354 yıllarında Pakistan ve Hindistan üzerinden Türkiye'ye iltica etmişlerdir. Bir kısmı ise Suudi Arabistan'a göçmüştür. Son yıllarda Afganistan'da meydana gelen olaylar, Güney Türkistan deni len Afgan Türkistanındaki Özbek, Türkmen, Kazak ve Kırgızların önemli bir kısmının (bir milyondan fazla) Pakistan'a sığınmasına yol açmıştır. Bunlardan 5.000 kadarı Türkiye'ye göçmen olarak kabul edilmiştir. Nihayet Türkiye Türklerinden dört milyon kadar insanın başta Almanya olmak üzere Avrupa ve Arap ülkelerine, hatta Amerika ve Avustralya'ya çalış mak üzere gittiklerini, bir kısmının oralarda kaldıklarım kaydetmek lazımdır. Kıbrıs Türklerinin önemli bir bölümü de Türkiye'ye göçmüş, 80.000 kadarı ise İngiltere'ye yerleşmişlertir. Görüldüğü gibi Türkler ve Türk dili tarihte olduğu gibi, bugün de durgun değil, çok geniş bir alan içinde, çok hareketli bir manzara arz etmektedir.
143
BANA MI İNANACAKSIN EŞEĞE MI? Biri gelip, Hoca'dan eşeğini ister: - Hocam sıkıştım, bana birkaç saatliğine eşeğini verir misin? Hoca, adamı savmak için: - Eşek yok burada, olsa verirdim der. Tam bu sırada eşek ahırda anırmaya başlar. Adam sevinir. Umutla: - Hocam bak, eşek, içerde. Hoca'da cevap hazır: - Yazıklar olsun sana komşum! Ak sakalımla bana inanmıyorsun da, demek eşeğe inanıyorsun! 144
Metin İncelemeleri 18
Sebze Yiyiciler
1. Yazar, niçin sebzeye hasret kalıyor? 2. Yazar, yeni beslenme tarzından sonra kendini nasıl hissediyor? 3. Yazar, niçin et yemekleri yemek istemiyor? 4. Lokantaya gelen müşteriler yazarda nasıl bir izlenim uyandırıyor? 5. Sebze ve et yemeklerinin insan psikolojik yapısı üzerine etkileri var mıdır? 18 A Türk Dilinin Bugünkü Durumu ve Yayılma Alanları,. 1. Türkler nerelerde yaşamaktadır? 2. Bölgelere göre dünya Türklüğü hangi gruplara ayrılır? 3. Türk Dili hangi lehçelere ayrılır? 4. Türkçeyi toplam kaç milyon insan konuşmaktadır? 5. Türkiye Türkçesine en yakın Türk lehçeleri hangileridir? 6. Türklerin çoğu niçin ülkelerinden göç etmişlerdir? 7. Sovyetler Birligi'nde Türkler niçin ayrı birer millet gibi gösterilmiştir? Tartışma ve Yazma Konusu 1. insanın ruh ve beden sağlığı için sebze ve meyveler mi, yoksa et mi daha yararlıdır? 2. Tüm Türklerin aynı alfabeyi kullanmalarının ne gibi yararları vardır?
145
YAYLA Falih Rıfkı ATAY Yayla, Orta Anadolu dağlarının düzü demektir. Bu yayla üstünden bütün tarih geldi geçti; destanlar suyunu içti, masallar koynunda büyüdü. Anadolu'da boş yayla, kuru yayla, geniş, havalı, tükenmez güneşli yayla, dayanıklı, sağ ve sağlam yetiştirir. Buğdayı dayanıklı, sağlam ve serttir. İnsanı da öyledir: Yayla karakter ye tiştirir. Yayla adamı topıağı gibi dışından sönük, içinden uyanık, içinden derin, İçinden duyumludur. Yaylanın suyu kazılarak çıkar. Yayla insanım da kazmak gerektir. İnsan, kendisinin derinlıklerindendir. Yayla inşam, ıuhunun dipleri karıştırılıncaya kadar coşmaz. Yayla nasıl sessiz görünürse, inşam da ourgun, vurouın duymaz görünür. Yayla havası gibi, yayla adamının, toplaya toplaya, biriktire biriktire, sindire sindire, aldığı bir hız vardır ki, yayla fırtınası gibi, birden boşanır: Taş uçurur, çatı koparır, baca yıkar, kök söker. Yayla buğdayı, olmayacakmış gibi ağır ağır yetişir. Çünkü içinden özlenir. Adamı da öyledir: Kuru, kısa, harap ve bitkin görünür. Onda kuvvet sinire, enerji ruha gider. Yayla adamı tuttuğunu bırakmaz; tuttuğu yerden koparılmaz. Şüphesiz siz de gördünüz, Ankara'da bir arşın boyundaki ağacın kökü, derinler de ve uzaklardadır. Bir çekişte sökülecek sanılır: Kökü ayıklanmakla bitmez. Yaylanın sesi kuru, gözü boş, fakat içi yanık, türküsü yaslıdır: Yayla için için ağlar, bütün suları için için aklığı gibi... Yaylada, bütün kıyılanını/, bucaklaıımız gibi, Anadolu'nun yalnız vurur si lahı değil, duyar yüreği, özler gözü, ister gönlüdür. Geç duyar, geç ister, geç söyler: Fakat onun içine varabilen, bir büyük davanın sinirine, gönlüne, gözüne ve yüreğine kavuşmuş demektir. Adamı da toprağı gibi, uzun uzun bakıldıktan, açıldıktan, sürüldükten sonra yeserir. Yayla yavaş değil, sabırlıdır. Ağır değil, temkinlidir. Çıplak değil, kapalı dır. Yayla, Türk'ün beşiği idi. Son sınırı da o olmuştur. Yayla biraz Türk'ün kendisidir.
146
BAŞKA GEZEGENLERDE HAYAT "İNSANOĞLU SAMANYOLU"nda yalnız mıdır?" 20. yüzyılın başında bazı gökbilimciler bu sorunun cevabım bildiklerine inanıyorlardı. Teleskopları nı Merih'e çevirdiler. Bu gezegende bazı anlamlı işaretler gördüklerini düşünü yorlardı. Onlara göre Merih'te ölmek üzere olan bir ırk, bu gezegenin yanıp kavrulan çöllerine karşı son yaşam savaşım veriyordu... Merih'te sulama kanalları Gökbilimciler, Merih'te kanallar gördüklerini iddia ettiler. Bu sulama ka nalları gezegenin kutuplarından ekvatoruna su taşımak üzere yapılmıştı. İlk kez, uzayda bir zekânın var olduğu varsayımım destekleyecek bir kanıt bulunmuş gibiydi. Bu dünya kamuoyunu âdeta yerinden oynattı. Mariner 4 uzayda Uzayda olabilecek bir zekâya karşı ilgi giderek artıyordu. Birçok bilimsel kuruluş, diğer gezegenlerde, zekâsı olan canlı varlıkları aramak üzere büyük ya tırımlar yapmaya başladı. Amerika'mn 1965 yılında Mariner 4 uzay gemisini uzaya fırlatması ilk önemli adımdır. Bu konuda Amerika Uzay Araştırmaları Merkezi NASA'nın bir sözcüsü şöyle dedi: "Programımızın başlıca amaçlarından biri, diğer gezegenlerde hayat olup olmadığını aramaktır..." 147
Fotoğraflar geliyor Mariner 4'ün kameraları Merih'e çevrilmişti Alınan fotoğraflar radyo sin yalleri aracılığı ile dünyaya gönderiliyordu. Bu fotoğraflar hiç beklenmedik ve düş kırıklığı yaratan bir gerçeği ortaya koydu. Merih, Dünya'dan çok, Ay'ın yü zeyini andıran bir biçimde kraterlerle doluydu. Görünüşte hayatla ilgili hiçbir belirti yoktu. Mariner 9 1975 yılında Amerika'nın Viking 1 uzay aracı Merih'e indi. Bu olay uzay çalışmalarından en güç teknik başarılardan birinin gerçekleşmesiydi. O zaman lar bir NASA sözcüsü bu konuda şöyle konuşmuştu: "Viking Fin Merih'e inişi ile dünya haklarının uzay bilimine olan ilgisi çok büyük ölçüde artacaktır." Viking I'in içinde küçük fakat çok güçlü bir laboratuvar vardı. Bu laboratuvarın çalışması Dünya'dan kumanda ediliyordu. Ne yazık ki, Viking I gibi bir aracı Merih'e indirdikten sonra, bir parça top rak alıp tekrar Dünya'ya döndürmek mümkün değildi. Bu yüzden laboratuvar incelemesini orada yapacak, Dünya'ya sonuçlarla ilgili bilgi gönderecekti. Bilim adamları Merih toprağında canlı organizmalar saptayabilmek umudundaydılar. Oysa Viking I tarafından yapılan deneylerin tümü olumsuz sonuç verdi. Bu şartlarda, eğer Merih'te hayat varsa, bu hayatın çok ilkel olduğu sonu cuna varıldı. Zekâsı olan canlı varlıklar konusun gelince, herhalde NASA onları, başka bir gezegende aramak zorunda kalacaktı! Yaşamın ortaya çıkışı Merih'te canlı bulma çalışması böylelikle başarısızlıkla sonuçlandı. Bazı kimselerin uzayda zekâsı olan canlılar bulunması konusundaki inançları sarsıl dı. Diğer gezegenlerde hayat aramanın anlamsız olduğunu düşünmeye başladı lar. Onlara göre, insanoğlu Dünya'da yalnızdı. Sadece Dünya, hayatın sürdürül mesini sağlayan özelliklere sahipti. Fakat 1935 yılında Amerikalı Kimya Profe sörü Stanley Miller tarafından yapılmış olan deneyin sonuçlan incelendiğinde gerçeğin böyle olmadığı ortaya çıktı.
148
Prof. Miller'ın deneyinde, şimşek biçiminde yapay elektrik akımları özel bir bileşimden geçirilmişti. Bu bileşim, su, amonyak, metan ve hidrojenden olu şuyordu. O zaman Dünya'nın atmosferinin bu maddelerin bileşiminden oluştu ğunu inanılıyordu. Bir hafta sonra bu bileşimde hayat için gerekli olan en basit iki aminoasit oluştu. Çağdaş araştırmalarla daha sonra yapılan buluşlar Dünya'nın atmosferi nin daha eskiden, gerçekten de karbondioksit ve sudan oluştuğunu ortaya koy muştur. Prof. Miller'ın deneyi karbondioksit, su ve içlerindeki çok az miktarda nit rojen bulunan bileşimler kullanılarak yapıldığında da aynı sonuç elde edildi. Yine basit aminoasitler oluştu. Burada açıkça ortada olan bir sonuç vardı. Bazı basit şartlar altında bu kar maşık moleküller her zaman oluşmaktaydı. Yani, canlı organizmaların ortaya çıkması sürecinin başlatılması için, hiç de gizemli bir madde gerekmiyordu. Dünya gibi gezegenlerde de hayatın birdenbire ortaya çıkmaması için bir neden yoktu. Gezegenlerde hayat Amerikalı Gökbilimci Dr. Cari Sağan uzay araştırmaları alamnda en önem li bilimadamlarından biridir. Sağan, Samanyolu'nda Dünya gibi ve dolayısıyla da canlı varlıkların yaşabileceği on binlerce gezegen olabilecğini belirtmektey di. Gerçek hayatın ortaya çıkmasıyla moleküllerin oluşmasını sağlayan zinci rin halkaları olağanüstü karmaşıktır. Aynı zamanda da önceden bilinemeyen uygun şartların birbirleriyle bağlantılarına dayanır. Bu nedenle, biyologlar, uygun şartların var olduğu her 10 gezegenden yalnızca bir tanesinde hayat ola bileceği sonucuna varmışlardır. Bu sonuç bile abartmalı olabilir. Akıllı canlı varlıkları barındıran bir geze genin aranması çok uzun ve çok ince bir iştir. Uygarlıkların yok olması îşin bir de şu yam var. Bir gezegende hayat olmayabilir. Bu, o gezegende hiçbir zaman hayat olmamış, demek değildir. Çünkü akıllı varlıkların ortaya koydukları çok gelişmiş bir uygarlığın bile, şu veya bu nedenle yok olması söz konusudur. Belki Merih'te önceden bir uygarlık vardı da sonradan yok oldu. Bunu kesin olarak kim bilebilir?
149
Uygarlıkların süresi Gezegenlerde uygarlıklar ortaya çıktığı, fakat bunların çok kısa sürdüğü hakkında teoriler var. Gelişmiş bir uygarlığın ne kadar süre varlığım koruyacağı da değişik yollarla hesaplanmıştır. Amerika'da Kolorado'da Boulder'daki Fiske Gözlemevinde çalışan bir radyogökbilim araştırma mühendisi çok ilginç görüşler ortaya attı. Gerrit Verschu ur adındaki bu bilimadamı, gezegenlerde olduğu kabul edilen uygarlıklar hak kında araştırmalar yapmıştı. Verschuur'a göre, eğer bu gezegenlerdeki uygarlıklar çok uzun süre yaşa madan ortadan kalkıyorlarsa, o zaman tüm Samanyolu'nda 10 veya 20'den fazla uygarlık olamaz. Hesaplar Dünya'ya en yakın uygarlığın, Dünya'ya en az 2000 ışık yılı uzak ta olduğu göstermektedir. Bu şartlarda, o uygarlığa ulaşmak imkânsızdır. Verschuur, eğer uygarlıkların yaşantılarının kısa olduğu kabul edilirse, o zaman Dünya'mn Samanyolu içinde, bu sırada tek uygarlık olduğunun kabul edilmesi gerektiğini de belirtmektedir. Uygarlıkların yaşantılarının 10 milyon yıl gibi çok daha uzun bir süre oldu ğu kabul edilse bile, iletişim kurulabilecek topluluklar en az 100 ışık yılı uzakta olacaktır. Verschuur biraz da umutsuzca şöyle demektedir: "Belki şu anda bir yerlerde bir takım uygarlıklar var. Işık hızı ile giden araçlar yapıp onlara doğru yola çıksak bile, biz oraya ulaşmadan yok olacaklar dır. Çünkü çok uzaktalar ve uygarlıklar ise kısa ömürlü..." Uzaydan gelecek işaretler Fakat tüm bunlar birer varsayımdır. Uzayda başka akıllı varlıkların bulunup bulunmadığım belirlemenin tek yolu, uzaydan gelecek işaretleri aramaktır. Bu konu 1959 yılında Philip Morrison ve Guiseppe Cocconi adlarındaki iki fizikçi tarafından ortaya atıldı. Bu bildiride, gezegenlerarası bilgi alışverişi için radyo konusunda uzman laşmış gökbilimcilerin araştırma yapmaları gerekliliğinden söz ediliyordu. Bu nokta hâlâ önemini korumaktadır. Uçandai reler Dünya'mn uzaydakilerle ilişki içinde olduğu inancı giderek yaygınlaşmakta ve Dünya'mn uzaylılar tarafından ziyaret edildiği görüşü benimsenmektedir. Böyle bir bakış açısı uçandairelerin görülmesine dayanmaktadır. Uçandairelerin ise ne oldukları kesin olarak belirlenebilmiş değildir. Bunların gezegen ler arası dolaşan uzay gemileri olduğuna inanılıyor. Her yıl, hemen her ükede uçandairelcrle ilgili binlerce rapor verilmektedir. 150
Bazıları hileli olsa bile büyük bir kısmı açıklanamamaktadır. Bu konu esrarım korumaktadır. Hissediyorlar Dünya dışında bir gezegende hayat olup olmadığı kesin olarak bilinmiyor. Fakat, bugün her ülkede insanların büyük çoğunluğu Dünya dışı bir yaşantının varlığına inanıyor. Hatta buna "inanıyor" demek de belki yanlış. Açıklaması biraz zor ama, insan başka Dünyalarda hayat olduğunu "hissediyor..." işin garip tarafı bu his, sıradan diye tanımlanan, yani resmî görevli ya da bilim adamı olmayan insanlar arasında daha yaygın. Acaba bu his nereden geli yor? Belki de bunun kaynağına inebilsek, "başka Dünyalarda hayat olup olmadı ğı" sorusunun cevabım daha kolay bulacağız...
151
MEMLEKET İSTERİM Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Cahit Sıtkı TARANCI
132
Metin İncelemeleri 19 Yayla 1. Yayla ne dejnektir? 2. Yayla adamı nasıldır? 3. Yayla ile yayla adamı arasında nasıl bir ilişki vardır? 4. Yayla niçin biraz Türk'ün kendisidir? 19 A
Başka Gezegenlerde Hayat
1. Merih'te hayat olup olmadığına dair ne gibi araştırmalar yapılmıştır? 2. Prof. Miller'in araştırmaları nasıl bir sonuca ulaşmıştır? 3. Gerrit Verschuur'un uzaydaki uygarlıklar konusunda görüşleri nelerdir? 4. Gezegenler arası bilgi alışverişi nasıl sağlanabilir? 5. Sizce uçan dairelerin varlığı doğru mudur? 6. Başka gezegenlerde hayat olup olmadığı konusunda sizin görüşünüz nedir? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Yayla niçin Türk'ün beşiğidir? 2. Başka gezegenlerde hayat olup olmadığım araştırmanın ne gibi yararla rı vardır?
153
DUHA KOCA-OĞLU DELİ DUMRUL BOYU Dede KORKUT Dede Korkut hikayeleri, on dördüncü yüzyılda Türklerin yaşayışlarım, ge lenek ve göreneklerini anlatması bakımından çok önemlidir. Ayrıca yedi yüz yıl önce yazıldığı halde, bu hikâyelerin bugün de anlaşılır olması bir dil mucizesidir. Aşağıda okuyacağınız hikâyede Deli Dumrul'un başından geçenler anlatıl maktadır. Deli Dumrul, insanların canını alan Azrail'i öldürmek ister. Bir gün arka daşları ile oturduğu sırada Azrail ona görünür. Deli Dumrul, Azrail'i görünce çok korkar, ama yine de onunla savaşmak ister. Azrail, güvercin olur, uçar. Deli Dumrul, güvercin kılığındaki Azrail'i avlamak için doğru kuşunu alır, atına atlar, Azrail'in peşine düşer. Azrail, Deli Dumrul'un atına gözükür. At ürker, Deli Dumrul yere düşer. Azrail, Deli Dumrul'un canını almak için göğsünün üzerine oturur. Deli Dumrul, canını almaması için Azrail'e yalvarır. Azrail de onun Tanrı'ya yalvarmasını söyler. Deli Dumrul, Tanrı'ya yalvarır. Tanrı Azra il'e Deli Dumrul canı yerine başka bir can bulursa, onu almasını ve Deli Dumrul'u bağışlamasını söyler. Deli Dumrul anne ve babasına gider, fkisi de canını vermez. Bunun üzerine ölümü kabul eder, eşiyle vedalaşmaya gider. Eşi canını verir. Bu sevgi ve bağlılık Tanrı'nın hoşuna gittiği için Deli Dumrul'u ve eşini bağışlar. Hânım hey! Meğer hânım, Oğuz'da Duha Kocaoğlu Deli Dumrul derlerdi, bir er vardı. Bir kuru çayın üzerine bir köprü yaptırmıştı, geçenden otuz üç akça alırdı, geçmeyenden döğe döğe kırk akça alırdı. Bunu niçin böyle ederdi? Onun için ki benden deli, benden güçlü bir er var mıdır ki, çıka benimle savaşa derdi. Benim erliğim, bahadırlığım, cılasınlığım, yiğitliğim Rûm'a, Şam'a gide, ün sala derdi. , Meğer bir gün köprüsünün yamacında bir bölük oba konmuştu. O obada bir yahşi güzel yiğit sayru düşmüştü. Allah buyruğuyla o yiğit öldü. Kimi oğul deye, kimi kardaş deye ağladı. O yiğidin üzerine büyük yas oldu. Ansızın Deli Dumrul sürüp geldi: - Bre kavaflar, ne ağlarsınız? Benim köprüm yanında bu gürültü nedir? Neye yas tutarsınız? dedi. -Hânım, bir yahşi yiğidimiz öldü, ona ağlarız, dediler. Deli Dumrul: -Bre yiğidinizi kim öldürdü? dedi.
154
-Vallahi bey yiğit, Allahu Taâlâdan buyruk oldu, al kanatlı Azrail o yiğidin canını aldı, dediler. Deli Dumrul: -Bre Azrail elediğiniz ne kişidir ki adamın camm alır? Ya Kaadir Allah, birliğin, varlığın hakkıyçin Azraili benim gözüme göster! Savaşayım, çekişe yim, uğraşayım, yahşi yiğidin camm kurtarayım. Bir daha yahşi yiğidin camm almasın, dedi. Bıraktı, döndü, Deli Dumrul evine geldi. Ulu Tanrıya Deli Dumrul'un sözü hoş gelmedi. -Bak, Deli kavat benim birliğim bilmez, birliğime şükür kılmaz. Benim ulu kapımda gezer, benlik eyler, dedi. Azraile buyruk eyledi: Ya Azrail, var da o deli kavatın gözüne görün, benzini sarart ,dedi. Camm hırlat al, dedi. Deli Dumrul, kırk yiğitle yiyip içip otururken ansızın Azrail çıkageldi. Az raili ne çavuş gördü, ne kapıcı. Deli Dumrul'un görür gözü görmez oldu; tutar elleri tutmaz oldu; dünyaâlem Deli Dumrul'un gözüne karanlık kesildi. Bre deli kavat, öğünürdün, derdin: Al kanatlı Azrail benim elime girse öldüreydim, yahşi yiğidin camm kurtaraydım, derdin, işte, bre deli, geldim ki senin camm alayım, verir misin? Yoksa benimle savaşır mısın? dedi. Deli Dumrul: - Bre al kanatlı Azrail sen misin? dedi. - Evet, benim, dedi. - Bu yahşi yiğitlerin camm sen mi alırsın? dedi. - Evet ben alırım, dedi. Deli Dumrul: - Bre kapıcılar, kapıyı kapayın, dedi. Bre Azrail, ben seni geniş yerde arar dım, dar yerde iyi elime girdin, öyle mi? dedi. Ben seni öldüreyim, yahşi yiği din camm kurtarayım, dedi. Kara kılıcım sıyırdı, eline aldı. Azraili çalmağa hamle kıldı. Azrail güvercin oldu, pencereden uçtu, gitti. Adam ejderhası Deli Dumrul elini eline vurdu, kıskıs güldü. - Yiğitlerim, Azrailin gözünü öyle korkuttum ki geniş kapıyı bıraktı, dar bacadan kaçtı. Mademki benim elimden güvercin gibi kuş oldu, uçtu. Bre, ben onu kormuyum doğana aldırmayınca, dedi. 155
Kalktı, atına bindi, doğanını eline aldı, ardına düştü. Bir iki güvercin öldür dü. Döndü evine geliyorken Azrail atının gözüne göründü. At ürktü, Deli Dumrul'u kaldırdı, yere vurdu. Kara başı bunaldı, bunlu kaldı. Ak göğsünün üzerine Azrail basıp kondu. Demin nurlardı, şimdi hırlamağa başladı: Bre Azrail aman! Tanrının birliğine yoktur güman! Ben seni böyle bilmezdim, Uğurlayın can aldığım duymazdım; Dökmesi büyük bizim dağlarımız olur, O dağlarımızda bağlarımız olur, O bağların kara salkımları, üzümleri olur, O üzümü sıkarlar, al şarabı olur, O şaraptan içen esrük olur, Şaraplıydım, duymadım, Ne söyledim, bilmedim, Beyliğe usanmadım, Canımı alma Azrail.medet! Azrail: - Bre deli kavat, bana ne yalvarırsın? Ulu Tanrıya yalvar. Benim elimde ne var? Ben de bir emir kuluyum, dedi. Deli Dumrul: - Ya, demek, can veren, can alan Ulu Tanrı mıdır? dedi. Azrail: , - Evet, odur, dedi. Döndü Azraile: - Ya, öyle ise sen ne işe yarar belâsın? Sen aradan çık, ben Ulu Tanrı ile ha berlideyim, dedi. Deli Dumrul burada soylamış, görelim hânım, ne soylamış?: Soylama: Yücelerden yücesin, Kimse bilmez nicesin? Görklü Tanrı? Nice bilmezler, seni gökte arar, yerde arar, Sen ise inananların gönlündesin, 136
Dayim duran, güçlü Tanrı! Baki kalan, bağışlayıcı tanrı! Benim canımı alacak olursan sen al, Azraili almaya bırakma! dedi. Ulu Tanrıya Deli Dumrul'un burada sözü hoş geldi. Azraile seslendi: - Mademki deli kavat, benim birliğimi bildi; birliğime şükür kıldı. Ya Azra il, Deli Dumrul, cam yerine can bulsun, onun cam azat olsun, dedi. Azrail: - Bre Deli Dumrul, Ulu Tanrının buyruğu böyle oldu, Deli Dumrul canı ye rine can bulsun, onun canı azat olsun dedi, dedi. Deli Dumrul: - Ben nice can bulayım? Meğer bir koca babam, bir kan anam var. Gel gi delim, ikisinden biri bolayki canını vere, al, benim canımı bırak.dedi. Deli Dumrul önce babasının, sonra annesinin yanına-gider, tkisi de canını vermez. Bunun üzerine Azrail şöyle söyler: - Bre deli kavat, daha ne aman dilersin? Aksakallı babanın yanına vardın, can vermedi; ak pürçekli ananın yanına vardın, can vermedi. Daha kim can verse gerek? dedi. Deli Dumrul: -Hasretim vardır, buluşayım, dedi. Azrail: - Bre deli, hasretin kimdir? dedi. - El kızı helalim var, ondan benim iki oğlancığım var, emanetim var, ısmar larım onlara. Ondan sonra benim canımı alasın, dedi. Sürdü helali yanına geldi: Bilir misin, neler oldu? Gökyüzünde al kanatlı Azrail uçup geldi, Akça benim göğsüme basıp kondu, Tatlı benim canımı alır oldu. Babama ver, dedim, can vermedi. Anama vardım, can vermedi, Dünya şirin, can tatlı, dediler, İmdi: Yüksek yUkack kara dağlarım, 157
Sana yaylak olsun! Sovuk sovuk sularım. Sana içit olsun! Tavla tavla şahbaz atlarım. Sana binit olsun! Dünlüğü altın ban evim. Sana gölge olsun! Katar katar develerim. Sana yüklet olsun! Ağıllarda akça koyunum, Sana şölen olsun! Gözün kimi tutarsa. Gönlün kimi severse, Sen ona var, iki oğlancığı öksüz koma! dedi. Kadın burada soylamış, görelim hânım, ne soylamış?: Soylama : Ne dersin, ne soylarsın? Göz açıp gördüğüm. Gönül verip sevdiğim, Koç yiğidim, şah yiğidim! Karşı yalan karadağları, Senden sonra ben neylerim? Yaylar olsam, benim mezarım olsun! Sovuk sovuk sularım. İçer olsam, benim kanım olsun! Altınını, akçam harcar olsam. Benim kefenim olsun! Tavla tavla şahbaz atlarım, Biner olsam, benim tabutum olsun! Senden sonra bir yiğidi. Sevip varsam, birlikte yatsam. Ala yılan olup beni soksun! Senin o ııııılıanal anan. bahan. I SK
Bir canda ne var ki sana kıyamamışlar? Arş tanık olsun! kürsi tanık olsun! Yer tanık olsun! Gök tanık olsun! Ulu Tanrı tanık olsun! Benim canım senin camna kurban olsun! dedi. Razı oldu. Azrail, hatunun canını almağa geldi. Adam ejderhası yoldaşına kıyamadı. Ulu Tanrıya burada yalvarmış, görelim hânım, nece yalvarmış?: Yücelerden yücesin, Kimse bilmez, nicesin? Görklü Tanrı! Çok bilmezler, seni, Gökte arar, yerde arar, Sen ise inananların gönlündesin! Dâyim duran, güçlü Tanrı! Baki kalan, bağışlayıcı Tanrı! Ulu yollar üzerine, imaretler yapayım senin için! Aç görsem doyurayım, senin için! Alırsan ikimizin canım birlikte al, Korsan ikimizin canım birlikte ko! Keremi çok Kaadir Tanrı! dedi. Ulu Tanrıya Deli Dumrul'un sözü hoş geldi, Azraile buyurdu, "Deli Dumrul'un atasının, anasımn canını al, o iki helale yüz kırk yıl ömür verdim", dedi. Azrail de babasımn, anasının hemen canını aldı. Deli Dumrul yüz kırk yıl daha yoldaşıyla yaş yaşadı. Dedem Korkut geldi, boy boyladı, soy soyladı. Bu boy, Deli Dumrul'un olsun, benden sonra alp ozanlar söylesin, alm açık cömert erenler dinlesin, dedi. Yom vereyim, hânım: Yerli karadağların yıkılmasın! Gölgelice kaba ağacın kesilmesin! Kan gibi akan görklü suyun kurumasın! Ulu Tanrı seni namerde muhtaç etmesin! Ak alnında beş kelime dua kıldık, kabul olsun! Derlesin, topla sın, günahınızı adı görklü Muhammede, bağışlasın!
IV)
20 A RUH SAĞLIĞI İÇİN DOKUZ YOL Vücudunuz bir atletinki kadar formunda olabilir. Fakat acaba sinirlenizin, ruh sağlığınızın durumu nasıldır? Eğer aşağıdaki 9 yola göre yaşarsamz, hem mutlu bir insan olursunuz, hem de çevrenizdeki insanları mutlu yapabilirsiniz ve sinir doktorunun kapışım çalmaya da gerek kalmaz. •Gerek kendinize ve gerek başka insanlara karşı toleranslı ve anlayışlı dav ranmaya çalışınız. •Kabiliyetlerinizi realist bir ölçüye tabii tutunuz ve onlardan en iyi şekilde faydalanabilmek için elinizden gelen her şeyi yapınız. •Kendinize saygı gösteriniz. Yaptığınız başardığınız şeylerden, başkaları nın hükümlerine aldırış etmeden, şahsî bir gurur duyunuz. •Attığınız her yeni adımda bir hayal kırıklığına uğrayabileceğinizi önceden kubul ediniz. •Sevebilirle kabiliyetinizi ve başkalarının alaka ve haklarım gözönünde lulma yeteneğinizi geliştiriniz. •Bulunduğunuz gurubun bir parçası olduğunuzu samimi olarak duyunuz ve grubunuzdakilere karşı kesin ve açık bir sorumluluk hissi taşıyınız. •Karşınıza çıkan problemleri derhal çözmeye çalışınız ve yarına bırakmayı nız. •Planlama kabiliyeti gösteriniz, kendinize realist hedefler tespit ediniz. •Yapmakta olduğunuz her işi elinizden gelen en iyi şekilde yapmaya çalışı nız ve ondan daima büyük bir zevk ve tatmin duyunuz. 160
X
ı^ı
-—i PLLRHım ioo' P£M L 1 yf\2&ecxcrr\ , 9 3 ' pflN pfu
*
(vR26-£Çî»m
1^
ALTIMR DM / *
B^ * ^
i
Wi /$ °\ •>
^r
'/J '.v^^Ş
J
a /^^~
DOKSAN DOKUZ OLSUN Düşünde, bir kese sarkıtırlar bacadan Hocanın önüne : - Hocam bunu Tanrı gönderdi sana, içinde tam doksan dokuz altın var. Al güle güle harca. Hoca almaz, nazlanır: - Kabul etmem, yüz altın isterim! - İyi ama, Tanrı böyle uygun gördü. - Olmaz! İlle de yüz altın olacak. Doksan dokuzu veren yüzü de verir. Bu sırada Hoca birden uyanır. Bakar ki, ortada bir şey yok! Hemen yumar gözünü : - Peki der, kabul ediyorum, varsın doksan dokuz olsun!
lf.l
Metin İncelemeleri 20 Duna Koca-Oğlu Deli Dumrul Boyu 1. Deli Dumrul, köprüden geçenlerden niçin para alıyor? 2. Deli Dumrul, Azrail ile niçin savaşmak istiyor? 3. Deli Dumrul, Azraili görünce ne yapıyor? Savaşın sonu nasıl bitiyor? 4. Deli Dumrul, Tanrı'ya niçin yalvarıyor? 5. Tanrı, Deli Dumrul'u hangi şartla bağışlıyor? 6. Deli Dumrul kimlerden can istiyor? Sonra ne oluyor? Tartışma ve Yazma Konusu 1. Deli Dumrul hikâyesinden Türklerle nasıl bir aile düzeni olduğu anlaşılı yor? Ailenin toplum için önemi nedir? 2. Ruh sağlığı için neler gereklidir? Ruh sağlığının toplum için önemini be lirtiniz?
Ift2
m
•*>
• i^JSs-'.miiL^^^y..>,! Nemrut Dağı - Adıyaman
Abant - Bol