LEVENT YAYLAGÜL
Medya, popüler kültürü yayan bir kitle kültürü formudur. Bu kültür yüksek kültürün karşıtıdır. Kâr peşinde koşan kapitalistlerin çıkarına hizmet eden bir kültürdür. Yani kültür endüstrisi için düşük düzeyli standartlaşmış ürünler yaratmak kârlıdır. Kitle insanı gittikçe yalnızlaşmakta, yalnızlaştıkça kitle iletişim araçlarına daha bağımlı hale gelmekte ve medyada gördükleri onun gerçek deneyimi olmaktadır. (Reklam bir ticari ve sosyolojik bir propogandadır. Öncelikle kâr amaçlı yapılıyor. Bunun yanı sıra, toplumsal ilişkileri, yaşam biçimlerini, postmodern tüketici toplumunu şekillendiriyor ve teşvik ediyor. Ticari bir faaliyet, kar amacı taşıyor, bu nedenle bu bir propogandadır. Propaganda, salt doğruları söylemez, sadece kendi çıkarları doğrultusunda ne düşünülmesi gerektiğini dayatır.) Kitle iletişim çalışmaları; 1.
Ana akım yaklaşımlar (Ş.T.ye göre, Çizgisel Yaklaşım - tek yönlü, salt etki amaçlı)
2.
Eleştirel yaklaşımlar
3.
Eleştirel olmayan yaklaşımlar (konuları evrimci şekilde ele alır)
4.
Egemen yaklaşımlar
İletişim alanında çalışmalar 1920’lerde ve 1930’larda ABD’de başladı. Bunlar daha çok çeşitli bilim dallarının iletişimi konu alan araştırmalarıdır. Araştırmalar daha çok radyo ve basın aracılığıyla propaganda yapılması ve bu durumun kamuoyunun oluşmasına etkileri konularında çalışmaktaydılar. Çalışmalar 2. dünya savaşı sonrası, soğuk savaş yıllarında propagandanın önem kazanmasıyla iletişim alanında laboratuar araştırmaları yapıldı. Araştırmalar önem kazandı çünkü savaş iletişiminde etkinlik sağlanması ve kapitalist endüstri için pazar araştırmaları gerekiyordu (Öteki Kuram). Yale grubu psikolojik lab. Araştırmaları; kişisel tutumların manipülasyonu, iletişimin etkisinin ölçülmesi gibi 1940’lardan sonra kitle iletişiminin izleyicilere etkisi, izleyici yönelimlerine yönelik alan araştırmaları yapıldı. Lazersfeld grubu yönetimsel araştırma yaklaşımı iletişim yaklaşımlarının ana karakterini oluşturur. Survey research (alan araştırması) yaptılar. Chicago okulu Aynı yıllarda, modernleşme ve kentleşme gibi süreçleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştılar. Chicago okulunun üyelerinin iletişim bilimleriyle ilgisi, bunların toplumsal yaşamı etkileşim sistemi olarak görmelerinden kaynaklanır. Toplumsal yaşamda kolektif faaliyetler, kültür aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan simgesel ve moral bir dünyada gerçekleşir. Toplumsal ilişkilerin iletişim aracılığıyla yürüdüğüne dikkat çekmişlerdir. İletişim aracılığıyla toplumsal çatışmaları toplumsal uyuma, adaptasyona ve asimülasyona dönüştürmeyi amaçladılar. Bu çalışmaların hepsi davranış psikolojisinden hareket eden çalışmalardır. Bu nedenle iletişim çalışmalarında davranışçı yaklaşımın özellikle iletişim araçlarının izleyici üzerindeki etkisinin ortaya çıkarılmasında görgül (ampirik) çalışmalara başvurulmasına yol açtı. - İletişim çalışmalarına yıllarca Laswell formülüyle yaklaşıldı. Kim, kime, neyi, hangi kanalla, hangi etkiyle. - İletişim çalışmalarında “kullanıcılar ve doyumlar” yaklaşımında izleyici egemen yaklaşımı hakim. İzleyici tüm süreçten soyutlanmış kabul edilir, feedback ve gürültü kavramları henüz yok.
1970 ve 1980 gençlik ve sol hareketlerin başarısız olması üzerine kültürü temel sorun haline getiren çeşitli kuramsal yaklaşımlar geliştirilerek bunlar iletişim alanıyla ilişkilendirildi. Bu alanda egemen davranışçı yaklaşıma karşı önemli bir yaklaşım “kültürel incelemeler” olarak İngiltere’de geliştirilmiştir. Ana Akım Kuramlar (Ş.T.’ye göre Egemen Yaklaşımlar) X Eleştirel Kuramlar (Çizgisel Yaklaşım X Döngüsel Yaklaşım)
İletişim alanında var olan toplumsal düzeni meşrulaştırma ve sürdürmeyi amaçlayan kuram ve yaklaşımlar “ana akım” kuramlar olarak adlandırılırken, mevcut sistemi ve iletişimi eleştirel bir tarzda irdeleyen çalışmalar “eleştirel kuramlar” olarak değerlendirilir. Eleştirel araştırmalara göre, bilimsel araştırmalar da iktidar ilişkilerinin parçasıdır. Eleştirel medya ya da kitle iletişim incelemeleri tek bir ekol ya da okul olmayıp farklı kuramsal hareket noktalarına ait çeşitli çalışma alanları, yaklaşım ve ekollerden oluşur. Bu çalışmalar arasında: 1. Frankfurt okulu, 2. Ekonomi politik yaklaşım, 3. İngiliz kültürel çalışmaları, 4. Yapısal dilbilim incelemeleri ve 5. Avrupa kıta felsefesinde yer alan çeşitli yaklaşımlar sayılabilir. Eleştirel medya çalışmaları, kitle iletişim sürecini ve medya kuruluşlarını devlet, aile, ekonomik kurumlar, kilise, sendikalar ve siyasi partiler gibi diğer toplumsal kurum ve kuruluşlardan soyutlamadan onlarla ilişkileri içerisinde ele alırlar. Bu yaklaşım bireysel psikolojik ya da en gelişmiş şekliyle sosyal psikolojik etkilerini incelemek yerine iletişimin toplumun ve toplumsal ilişkilerin üretiminde ve yeniden üretiminde oynadığı ekonomik, siyasal, kültürel ve ideolojik rol üzerinde dururlar. Eleştirel kuram, araçları ve ortaya koyduğu soruyla makro sorulara yönelir. Marksist yaklaşımın kapitalist toplum eleştirisine dayanır.
A. Egemen (Ana-akım) İletişim Çalışmalarının Gelişimi Medya çalışmalarında Amerikan tarzı egemen araştırma geleneği medyanın amacını, mesajları ya da etkileri bütün toplumsal süreçlerden soyutlar. İletişimin içinde işlediği, toplumsal, ideolojik, siyasi, kültürel ve ekonomik sistemle ilişkisini kurmaz. I. Dünya savaşı’nda ve sonrasında Nazi propagandaları sayesinde bir çalışma alanı olarak kitle iletişimine etkinin önemi artmıştır. 1910’lu ve 1920’li yıllarda savaş ve kriz yılları boyunca kitleleri yönlendirme ve denetleme ihtiyacından kaynaklanan propaganda ve kamuoyu oluşturma çabaları yer almaktadır. Ana akım iletişim araştırmaları bir dizi farklı kuram ve modeller geliştirmişlerdir. Bu kuram ve modellerin temelinde sanayi kapitalizminin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı ve bu sınıfın ortaya koyduğu ekonomik ve siyasi temelli kitlesel hareketler yer almaktadır. Bunun için bu çalışmalar kitleleri denetleme ve yönetme ihtiyacı kaynaklı olarak ortaya çıkartmıştır. Ör: Chicago okulu, Walter Lipman (siyasal bilimci), Le Bon. II. Dünya savaşı sonrasında Kitle iletişimi çalışmalarında hem Avrupa’da hem de Amerika’da temel ilgi alanı kamuoyu oluşturulmasında kitle iletişim araçlarının gücü üzerinde odaklanıyordu.
Özellikle ana-akım yaklaşımlarının geliştirdiği kuram ve modeller çizgisel bir nedensellik ilişkisine dayanır. Örneğin Lasswell’in kim, kime, hangi kanalla, hangi etki ile, ne söylüyor? Yaklaşımı aktif, güçlü iletişimci ve pasif, güçlü izleyici anlayışına dayalı tek yönlü bir iletişim ilişkisine vurgu yapar.
-
Ana akım yaklaşımlarında iletişim sadece bir enformasyon alışverişine indirgenir. İletişim egemen güç ve iktidar ilişkilerinde soyutlanamaz.
-
Ana akım çalışmalarının köklerinde liberal burjuva çoğulcu ideolojisi ve onun bireyci yaklaşımı yer alır.
-
Ana akım iletişim kuramları da temelde mesaj alışveriş sürecinin bireyler üzerindeki psikolojik etkisinin analizine dayanır. (İkna olma ve davranış değişikliği düzeyinde psikolojik etki incelemesi)
-
İlk dönemde gönderici, alıcının mesaja vereceği anlamı belirlediği egemenken daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmalarda alıcıların mesajı yorumlamaya ve anlamlarını tartışmaya başladıkları hatta bu mesajlara direndikleri yönünde kuramlar geliştirilmiştir.
Ana Akım Yaklaşımlarca Geliştirilen Temel Kuramlar
1. Propaganda /uyarıcı tepki/ sihirli mermi/ hipodermik iğne modeli Durkheim, Tönnies (tribal marketing ile ilgilenen sosyolog), Gustave Le Bon gibi bilim adamları kitleler üzerinde kitle iletişim araçlarının büyük ikna gücü olduğunu düşünüyorlardı. Lasswell (1902-1978), iktidarın sadece fiziksel güç kullanmadığını, bunun yanında kamuoyunun kitle iletişim araçları vasıtasıyla oluşturulduğunu belirtir. Görüşü: Kitle iletişim araçlarının propaganda amaçlı kullanılır. Kitleler, kısaca çobanlar tarafından yönlendirilen sürü olarak görülüyordu. Ana akım iletişim çalışmalarının temelini oluşturan bu kuram, doğrusal nedensellik anlayışına dayanır. Bu yaklaşıma göre, elitlerin kitle iletişim araçlarını kullanarak kitlelere gönderdikleri mesajların onlar üzerinde deri altına enjeksiyon yapan bir şırınga (hipodermik iğne) ya da sihirli mermi (Öteki Kuram: toplumda herkese değil, sihirli mermi kalabalığa atılır ama KİA mesajı, yandaşlara ve tarafsızlara yani burjuvaya zarar vermeden zigzaglar çizerek hedefi bulur yani işçi sınıfını bulur) gibi doğrudan ve anında bir etkide bulunduğu düşünülmektedir. Bu düşüncenin oluşmasında Nazilerin iktidara gelmek ve iktidarda kaldıkları süre boyunca kitle iletişim araçlarını faşizm doğrultusunda etkin biçimde kullanmaları etkili oldu.
2. Shannon ve Weaver’ın Enformasyon Kuramı (1949) Waren Weaver tarafından 1949’da geliştirildi. Aynı zamanda “Matematiksel ileti modeli” denilir. Gürültü kavramı ortaya çıkıyor! Gürültü, iletişimi engelleyen herhangi bir etkendir ve gürültü, mesajı bozabilir. Gürültü yüzünden verilen ve alınan sinyaller arasında farklılık oluşur. Gönderilen ve alınan mesajlar arasında bir anlam değişimi olacağından iletişim süreci başarısız olur. Tek yönlü ve çizgisel bir iletişim süreci ortaya koyar. Bu modelde sürecin ilk öğesi enformasyon kaynağıdır. Bir sonraki aşamada ileti verici tarafından sinyal haline getirilir. Bu sinyallerin alıcıya giden kanalın özelliklerine uygun hale getirilmesi gerekir. Alıcı ise aldığı sinyallerden iletiyi yeniden yapılandırır ve daha sonra alınan ileti hedefe ulaşır.
Bilgi Kaynağı(mesaj)Verici(sinyal)Gürültü kaynağı(alınan sinyal)Alıcı(mesaj)hedef Gürültü, kaynağın amaçladığı iletiyi bozan, alıcının iletiyi kaynağın alınmasını istediği biçimde almasına müdahale eden herhangi bir şeydir. Bu model 3 sorun düzeyinden bahsedilmektedir:
1. Teknik sorunlar: iletişim simgeleri ne kadar kusursuz aktarılabilir Araştırmalar daha çok bu düzeyde yoğunlaşır. 2.
Anlamsal sorunlar: aktarılan simgeler anlamları ne kadar kesinlikle iletebilir
3.
Etkinlik sorunları: alınan anlamlar davranışı istenilen yönde ne ölçüde etkiler
Shannon Weaver’da önemli iki kavram; 1- enformasyonda eksiklik 2- enformasyonda fazlalık. Bu modelde, gönderilecek enformasyon olası iletiler arasından seçilir. Burada, iletilerin sayısı arttıkça seçimde olasılık önemli bir rol oynamaya başlar. İletişim sürecinde her olasılık bir önce seçilene bağlıdır ve her seçimden sonra bilinirlik olasılığı çoğalır. Bir iletinin kendisini kestirebilir kılan niteliğe “fazlalık” (redundancy); bunun aksine ise “yoksunluk” (entropy) denir. Fazlalık sadece yararlı değil, aynı zamanda çok önemlidir. Weover, fazlalığın kod açımında kusursuzluğa, yanlışları bulmaya yardım ettiğine ve gürültülü bir kanalda yetersizliği gidermede katkıda bulunduğunu belirtir. Ayrıca fazlalık, bir iletinin yayımında anlam ile ilgili sorunların çözümüne yardım eder. Örneğin, birine merhaba denildiğinde, bu ileti enformasyon bakımından yoksundur ancak tamamen fazlalıktır. Fakat bu fazlalık, iletişim kanallarını açık tutar, ilişkiyi devam ettirir. Örn, merhaba, nasılsınız, bugün hava çok güzel vb.
3. Lasswell’in Genel İletişim Modeli Kişilerarası iletişim sürecini tanımlamak için Kim- kaynak Kime-hedef Hangi kanalla-kitle iletişim aracı Hangi etki ile-ton vs. Ne söylüyor-ileti, mesaj -
Toplumsal süreç bağlamında ele alınmak yerine bir iki yapı fonksiyonu bağlamında ele alınır.
-
Tarihsellik boyutu eksik
-
Tarihsel ve toplumsal koşullarla güç ve iktidar mücadeleleri ile gerçek üretim süreçlerine yer verilmez.
-
Lasswell’in modelinde, hedef, yani iletiyi alan kişiler pasif hedefler olarak görülür. Pasif izleyici görüşü, kullanışlar ve doyumlar yaklaşımına kadar geçerliliğini sürdürdü.
-
Laswell, formulünde etki konusunu temel sorun olarak ele alır ve bu nedenle iletişimi ikna etme süreci olarak görür.
-
Formülde geribildirim öğesi yoktur.
B. İletişim ile ilgili ilk alan Araştırmaları ve İki Aşamalı Akış Modeli İki Aşamalı Akış Modeli: Katz ve Lazarsfeld geliştirdi. İletişim sürecinin iki aşamalı bir alış sonucunda gerçekleştiğini ortaya çıkarmıştır. Medyadaki seçim kampanyalarının insanların oy verme davranışı üzerinde etkisi olmadığı bunun yerine araya kanaat önderleri gibi değişken girer. KİA’ların etkisi kamuoyu önderleri denilen aracı kişilerin etkisine bağlıydı. Kamuoyu önderleri medya içeriklerini yoğun bir şekilde tüketmekte ve kitlelere yayılan görüş ve düşünceler onların yorumundan geçerek topluma yayılmaktaydı. Kamuoyu önderi saygın ve güvenli ise etkinliği fazla olur. Kamuoyu önderlerinin yanı sıra, önem kazanan bir kavram da eşik bekçisidir. Bu modele göre, KİA’dan yayılan bilgi iki temel aşamadan geçer. İlk aşamada, bilgi, iletişim araçlarından kitlesel iletişime daha sık katılan daha bilgili bireylere ulaşır. İkinci aşamada ise, kişilerarası iletişim kanalları devreye girmekte ve bilgi bu kişilerden iletişim araçlarına daha az ve daha dolaylı kullanan ayrıca bilgi için başkalarına bağımlı olan bireylere aktarılmaktadır. Eşik bekçisi (medya patronu/editör) KİA (haberler) kanaat önderi (Avukat amca/siyasal bilimci akademisyen) genel kitle (kapıcı/öğrenci)
Çok aşamalı Akış Modeli: İki aşamalı akışta tek bir kanaat önderinin önemi vurgulanırken, kanaat önderi ile ilgili araştırmalar ilerledikçe, bu görüşün karşısına, kaynak ile alıcı arasına çok sayıda aktarıcı kanaat önderlerinin girdiğini savunan çok aşamalı akış modeli çıkmıştır. Bir ileti bir kişi tarafından alınmakta, başka bir insana aktarılmakta, o da anladıklarını kendi yorumlarıyla başkasına aktarmaktadır. İletiler ilk ortaya çıkış şeklinden çok daha farklı biçimlerde insanlar arası iletişimle yeniden düzenlenmekte, ve orjinalinden farklı bir biçimde hedefe ulaşmaktadır. (Kişiler arası iletişimin önemi vurgulanır) Eşik bekçisi (medya patronu/editör) KİA (haberler) kanaat önderi A (siyasal bilimci akademisyen/anchorman) kanaat önderi B (ilkokul öğretmeni) Kanaat önderi C/D/E….. genel kitle (kapıcı) Eşik Bekçisi (Kapı tutucu): Bir mesaj kitle iletişim araçlarından bireysel izleyici veya dinleyiciye geçerken bu mesaja müdahale edenleri anlatır. Eşik bekçileri, gerçekliği biçimlendirerek, yeniden inşa etme sürecinde önemli bir rol oynar. Eşik bekçileri, bir mesajın göndericiden alıcıya giderken, geçtiği kişiler ya da gruplar olabilir. Eşik bekçilerinin ana işlevi bir bireyin aldığı mesajları süzgeçlemektir. Bunlar, belli mesajların geçmesine izin verirken, diğerlerinin geçmesini engellerler. Katz ve Berelson, eşik bekçisi ve kanaat önderlerinin birbirinden farklı kavramlar olduğunu belirtirler. Eşik bekçileri kitle iletişiminde gönderici araçtan önce, kanaat önderleri alıcı araçtan sonra yer alır. Her ikisi de etkinin sağlanmasında hem seçici, hem de yorumcu rolünü oynarlar. Fark; iletişim sürecinde tuttukları yerde, dolayısıyla sahip oldukları farklı güçte ortaya çıkar. Kanaat Önderi: İletişimi grubun dünya görüşüne göre biçimlendirerek, saygı duyulan bir önder, dolayısıyla güvenilir bir kaynak olarak etkide bulunur.
-
İki aşamalı akış ve kamuoyu önderi yaklaşımı genelde medya etkisini tutum ve davranışlardaki kısa dönemli etkiler olarak görür ve değerlendirir.
-
Kamuoyu önderleri basit ve doğrudan nedensellik içinde yeniden gönderici haline gelir.
-
İzleyici artık aktif! Daha önce pasif alıcı olarak değerlendirilen izleyici, yorum yapan, seçen ve reddeden aktif bir konuma yerleştirilmeye başlandı.
-
Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının argümanı olan medyanın insanlara ne yaptığı sorunlarından öte insanların medya ile ne yaptığı sorusu gündeme geldi.
C. Deneye Dayalı Olarak Geliştirilen Psikolojik Kuramlar
1. Festinger’in Bilişsel Uyum Kuramı (Ş.T.’ye göre, bu kuram, tutarlılık ve uyum kuramları başlığı altında ele alınmış) Bu kurama göre insanların sahip oldukları tutumlar, inançlar ve değerler (bilişsel öğeler), kendi arasında tutarlı ve uyumludur. Bir ya da daha çok bilişsel öğe arasında uyumsuzluk meydana gelebilir. Bunlar arasında bir uyumsuzluk ve tutarsızlık meydana geldiğinde bu çatışmaları azaltmak için dünya görüşlerini kendi içinde tutarlı hale getirmeye çalışır. Bunun için ilave yeni haklı kılımlar peşine düşer. Bu durumda bilişsel uyumsuzluk tamamen ortadan kalkmasa bile, bilişsel öğeler ile yeni tutum ve davranış arasında, uyum ve denge elde edilmiş olur. Bu model, aktif izleyici ve kullanışlar-doyumlar yaklaşımının odak noktasını oluşturur. (Örn. Sigaranın zararlı olduğunu biliyorum ama sigara içiyorum. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için yeni haklı kılımlar buluyorum: Az içiyorum Nil) İnsanlar, medyadan kendi düşünceleriyle tutarlı olan mesajları alırlar, çelişen mesajları reddeder. Kendisinkiyle uyumsuz olan mesajı kabul edip kendi tutum ve davranışlarını bu mesajla uyumlu hale getirirler. Algı seçiciliği kuramında; seçici maruz kalma ve seçici hatırlama. Seçici maruz kalma: Bazı insanlar bilerek bazı TV kanallarını izler, bazı dergi, gazete ve dergilerini okur. Seçici hatırlama: İnsanlar medyadan edindikleri enformasyon ve düşüncelerden kendi istediklerini hatırlar, istemediklerini hatırlamazlar.
2. ABX Denge Modeli (Ş.T.’ye göre, bu kuram, “tutarlılık ve uyum kuramları” başlığı altında ele alınmış) Psikolog Theodor Newcomb geliştirdi. Kişilerarası algılama ve etkileşim hakkındadır. Bu model, makro anlamda toplumsal anlaşma uzlaşma sorununu açıklamakta da kullanılmaktadır. A ve B birbiriyle iletişimindeki iki kişidir. (bireylerarası iletişim) X bu kişilerin iletişim etkinliğinin içeriği Aynı duyguları besleyen ve aynı şekilde düşünen kişiler birbirlerinden de hoşlanırlar. Böylece kişiler arasında genel denge temeline dayanan bir simetri söz konusudur. Eğer A ve B, X’e karşı farklı bakış açısındaysa iletişim ilişkisinde bir dengesizlik ortaya çıkar. Böylece bu 2 kişiden birisi diğerine ya da X’e karşı olan tutum ve düşüncelerini değiştirebilir. Bu iki kişi aralarında bir anlaşmaya ulaşana kadar gerilim yaşanır. İletişim sayesinde A,B ve X birimleri arasında bilgi akışı ile denge korunur.
3. Westlley Maclean’in Aracılanmış İletişim Modeli (Ş.T.’ye göre, bu kuram, “tutarlılık ve uyum kuramları” başlığı altında ele alınmış) Westley ve Mac Lean, Newcomb’un ABX denge modelini başlangıç noktası alırlar; kitle iletişim sürecini anlamak ve açıklamak için geliştirirler. Süreci, matematiksel modelde olduğu gibi doğrusal biçime dönüştürürler. Gönderici ve alıcı arasında da, neyin ve nasıl iletileceğine karar veren 3. öğeyi eklerler. Modele göre, gönderici iletmek istediği konuyu seçer; ileti haline getirerek, alıcıya gönderir. Alıcı da, maksatlı ya da maksatsız olarak, göndericiye yanıt verir. 1. versiyon A-> Kaynak. İletişim kaynağını oluşturan bir kitle iletişim kurumu. Toplumda meydana gelen olay, olgu, eylem veya kişiler hakkındaki görüşlerden birini seçerek B’ye ileti olarak gönderir. B, X’i kendi de görebilir.
2. versiyon Westley ve Mac Lean, bu modeli, kitle iletişimine uyguladıklarında, ikinci aşama ortaya çıkar. Burada A, toplumsal bir kaynak; B, toplumun bir üyesini simgeler. C ise kitle iletişimcisini simgeler ve kanal rolünü oynar. C, A ve B arasında, çevre hakkındaki iletilerin aktarılmasında eşik bekçisi gibi hareket etmeyi gerektiren, anahtar bir rol üstlenir. B-> İzleyici konumunda. C-> kitle iletişimcisi. Kanal rolünü oynar. X’e ilişkin mesajların aktarılmasında nelerin aktarılacağını belirler. A tarafından topluma verilmek istene mesajlar arasından seçme yapar, eşik bekçisi konumunda. X’-> C tarafından seçilen mesajdır. Bu mesaj medya kurumu tarafından yeniden biçimlendirilir ve izleyiciye ulaştırılacak esas mesaj haline getirilir (X’’). (Örn. C gazete, A politikacı, B halk)
D. İletişime Sosyolojik Yaklaşım: Riley & Riley Modeli (Ş.T.’ye göre, bu kuram “Toplumbilimsel Yaklaşım” başlığı altında yer alır) Toplumsal yapı önem kazanıyor, birey toplum içinde yaşar, tek başına ele alınamaz! İletişim alanında geliştirilen psikoloji kökenli yaklaşımlar, iletişim faaliyetlerinin içinde gerçekleştirildiği toplumsal yapının bu süreç üzerinde etkisini görmemişler. Mathilda Riley, toplumsal grupların önemine dikkat çekti. Bu model iletişimi psikolojik ve kişisel bir süreç olarak değil, toplumsal ve kurumsal bir faaliyet olarak ele aldı. Daha önceki yaklaşımlar kişileri ve kurumları izleyiciyi etkilemede son derece güçlü olarak görüyordu ve kitle içindeki atomize olmuş varlıklar olarak görüyordu. Riley ve Riley modeli ise toplumsal grupların önemine dikkat çekti. Birincil ve ikincil gruplar iletişim sürecinde etkin ve önemlidir. Birincil gruplar: akraba ve arkadaş gibi yüz yüze iletişimde olan gruplar İkincil gruplar: insanların daha çok resmi ve hukuki ilişkilerde bulundukları örgütsel kurum ve kuruluşlardır. Modele göre kitle iletişimi toplumdaki parçalar arasında işleyen toplumsal bir sistemdir. Hem mesajı gönderen hem de alıcı birincil ve ikincil gruplardan etkilenir.
Kitle iletişim süreci ile toplumsal yapı karşılıklı etkileşim içindedir. Medya hem bu toplumsal yapının bir parçası olarak ondan hem etkilenir, hem de bu toplumsal yapıyı etkiler.
EK: Şermin Tekinalp’ten “Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar” başlığı altındaki diğer kuramlar… Salt psikolojik görüş kişinin içinde yaşadığı toplumun özelliklerini hesaba katmaz; kişiyi toplumdan soyutlanmış, boşlukta bir birey gibi değerlendirir. Kişi, toplumda bir konumu olan ve sosyal bir rol oynayan öznedir. Sosyo-psikolojik modeller, iletişimin ve kitle iletişimini genel olarak, çizgisellikten çıkarır; toplumsal yapı ve kişileri, içinde bulundukları sosyo-psikolojik durumlar bağlamında ele alırlar. İletişimi toplumdan ve kişilerin toplumla olan bağlantısından soyutlanmış, tek başına bir anlam aktarma süreci olarak değil; toplumsal yapı içinde karmaşık bir süreç olarak açıklamaya çalışırlar. Sosyo-Psikolojik yaklaşımdaki temel kavramlar:
Güdü ve güdülenme İnsan davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir nesneyi elde etmeye doğru yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür.
A. Doğasal Güdüler: Yaradılıştan gelen, insanların doğaları ile ilgili, bütün insanlarda ortak olan güdülerdir. Açlık, susuzluk, uyku vb.
B. Toplumsal Güdüler: Toplumdan kaynaklanan güdülerdir. Bir arada yaşama isteği, kazanç isteği, hükmetme isteği vb. Algı ve Algılama Algılama bilincin ilk öğesidir. Algılama, dış dünyadaki soyut/somut nesnelere ilişkin olarak, aldığımız duyumsal enformasyondur. Algılama, duyumları anlam şemaları içine oturtma işlemi olduğundan, ‘anlam vermek olarak algılama’ sürecinde kültürel etkenlerin önemli bir rolü vardır. Tutum ve Tutum Değişikliği: Tutum, bireyin bütün nesnelere karşı göstereceği tepkiler ve durumlar üzerinde yönlendirici veya etkin bir güç oluşturan ve deneyimlere örgütlenen, ussal ve sinirsel bir davranışta bulunmaya hazır olma halidir. Tutumlar; bilişsel, duygusal ve davranışsaldır. Tutumlar ve Bireyin Grup Bağları: Kişinin tutumları grubun kurallarını, değerlerini ve inançlarını yansıtmak eğilimindedir. Bireyin tutumlarını koruyabilmesi için aynı biçimde düşünen kimselerin desteği gereklidir. Grupları toplumsallşma sürecinde 2 gruba ayırabiliriz.
-
Birincil gruplar: Aile, yaş, cinsiyet gurubu gibi bireyin iradesi dışında üye olduğu gruplar.
-
İkincil gruplar: Toplumsallaşmanın ileri aşamalarında belirli amaçlar doğrultusunda toplumun isteğine bağlı olarak niteliklerin farklılaştığı gruplara denir.
EK 1: Şema Kuramı Bu kuram bilişsel psikolojiyle yakından ilgilidir. Bilişsel psikoloji, bilginin nasıl oluştuğunu, nasıl edinildiğini, nasıl yapılaştığını, nasıl depolandığını, nasıl işlendiğini ve nasıl anımsandığını araştırır. Bilişsel yapı, kendileri bilinçli olmasa da insanın bilinçli düşüncesine yön veren yapılardır. Bilişsel yapılar bireyin, karşılaştığı sorunları nasıl çözümleyeceğini, sorunun çözümünde hangi mantık kurallarına başvuracağını belirler. Mantıksal bağlantıların birbirini bu biçimde bütünlemeleriyle zihinde birtakım “şemalar” oluşur. Şema, bilgiyi işleme ve örgütlemede yardımcı olan bilişsel bir yapıdır. Şema kavramı, insanların bilgiyi nasıl işlediğini anlamak için psikologlar, sosyal psikologlar, siyaset bilimciler ve iletişimciler tarafından yaygın olarak kullanılır. İnsanlar karşılaştıkları her bilgi parçasını belleklerin de tutamazlar. Bu nedenle aldıkları bilgiyi sınıflandırırlar ve düzene koyarlar. Şemalar, dünyanın bu anlamda verimli bir biçimde sınıflandırılarak örgütlenebilmesi için bir olanak sağlarlar. Şema kuramı, genel bilgi yapılarının yeni edinilen bir bilgi parçasının işlenmesini yönlendirdiğini varsayar.
EK 2: Schramm’ın Kitle İletişim Modeli 1954 yılında Schramm geliştirdi. Bu modelin özü, iletişim araçları ya da medya örgütüdür. Bu modele göre, KİA’na her gün çok miktarda ileti gelir. İletişimci bunları okur, değerlendirmesini yapar ve okuyucu/izleyiciye neyi vereceğine karar verir. Bu işlem sırasında metinlerin özüne dokunmadan biraz değiştirerek yeniden yazar, bazılarını da reddeder. İletişim araçlarının iletilerinin ulaştığı okuyucu/izleyiciler kitle halinde yaşayan bireylerden oluşur. Bununla beraber bireylerin çoğu birincil ve ikincil gruplara aittir. KİA’dan alınan iletiler birey tarafından bu grupların üyelerine ulaştırılır. Toplum, diğer haberleşme birimleri gibi, hem kod açımlayıcısı, hem yorumlayıcı hem de kodlayıcı olarak görev görmektedir.
EK 3: Propaganda ve Kitle İletişimi Propagandanın temel işlevi, insan davranışlarını belirli bir fikir çerçevesinde güdüleme ve yönlendirmedir. Propaganda, Latince tohum ekmek, dağıtmak, yaymak anlamlarına gelen “propagare” kökünden türemiştir. Ancak, kavram çağdaş kullanımında bu sınırları aşarak yönlendirici, düşünce üzerinde baskı kurucu ve ikna etmeye yönelik bir içerik taşımaktadır. Toplumsal denetim araçları ise psikolojik baskı araçlarıdır. Bu araçlar ödüllendirme, özendirme gibi olumlu olabileceği gibi, cezalandırma gibi olumsuz da olabilir. Toplumsal denetim sağlanabilmesi için bu yoldaki önerilerin topluma yayılması gerekmektedir. Bu noktada KİA kamuoyu ile ilişkileri dolayısıyla toplumsal denetim odaklarında önemli bir konuma sahiptir. Propaganda ile ilgili ilk çalışmalar II. Dünya savaşından sonra ortaya çıkmıştır. Savaşta her iki tarafında kullandığı yoğun propaganda asker ve halk üzerinde etkili olmuş, devam eden savaşın yanında adeta bir de propaganda savaşı verilmiştir.
EK 4: Hovland’ın Ordu Araştırmaları: İki yönlü sunum ve kaynak güvenilirliği Hovland ve arkadaşları ABD savaş Başkanlığı Enformasyon ve Eğitim Bölümü Araştırma kısmında tutum değişiminde tek yanlı sunum ve iki yanlı sunum etkilerini araştırdılar. Hovland, Weiss ile yaptığı araştırmada da kaynak güvenilirliğinin iletişim etkinliği üzerindeki etkisini inceledi. Öğrenilme ve akılda tutulma derecesi üzerinde kaynağın güvenilirliğinin etkilerini incelediler. Elde edilen sonuçlara göre az inanılır kaynaklara atfedilen makaleler, çok inanılırlık atfedilen makalelere oranla çok yanlı ve haksız sunuşlar olarak değerlendirilmiştir. İnanılırlığı yüksek olan kaynaklar izleyici üzerinde o anda başlayan etki sağlamaktadır. Sonuçta güvenilirliği yüksek kaynağa dayanarak gerçekleştirilen iletişimin kısa dönemde etkin olmakla birlikte, belli bir süre sonra bu ilk andaki üstünlüğünü yitirdiği bulundu. Güvenilir kaynağın olumlu ve güvenilmeyen kaynağın olumsuz etkisi birkaç hafta sonra ortadan kalkar. Kitle iletişiminde reklam ve siyasal propagandada içerik ile kaynağın doğası arasındaki bu unutulma farklılığı Hovland ve Weiss’ın en önemli bulgularından birisidir. Yazarlar bu etkiye “uyutucu” etki demektedirler.
EK 5: İletiyle İlgili Araştırmalar İletiyle ilgili araştırmalar, iletinin yol açtığı dürtüler üzerinde durur. -
Korku güvenilir bilgi ile verilirse etkisi artabilir.
-
Tartışmadan sonuç çıkarma ve bu sonucun etkisini açıkça sunma, izleyicinin kendisinin sonuç çıkarmasını beklemekten daha iyidir.
-
Kendine güveni az olan kişiler kendini toplumsal bakımdan yetersiz görenler ve bunalım eğilimi gösterenler ikna edici iletişimden daha çok etkilenirler vb. maddeler yer almaktadır.
E. İletişime Teknolojik Yaklaşımlar Harold Adam Innis ve Marshal Mc Luhan gibi düşünürler iletişim teknolojilerindeki değişimin ve gelişimin düşünce ve örgütlenme biçimlerini de değiştirdiğini iddia eder. 1.H.A. Innis’in Yaklaşımı
İletişim teknolojilerini, toplumsal ve ekonomik yapının temel belirleyicisi olarak kabul eder. Teknoloji her zaman içeriği belirler, böylece teknolojinin belirlediği bilgi iktidarın dağılımını da belirler. İletişim teknolojileri; zamana bağlı iletişim teknolojileri ve mekana bağlı iletişim teknolojileri. Zamana bağlı iletişim teknolojileri; Gelişmemiş ve sözlü kültüre ve en fazla el yazısına sahip olan toplumların iletişim teknolojileridir. Bu toplumlarda merkezi iktidar yapısı var. Kitle iletişimin gelişimiyle sözlü ve yüzyüze iletişimin ilişkileri belirleme etkinliği azaldı. Pasif izleyici kitlesi yarattığını söyler. Demokrasi ve katılım için sözlü kültür önemli der.
2. M. Mc Luhan’ın Yaklaşımı Dünya küresel büyüklükte bir köye dönüşmüştür. Böylece dünya küçülmüş ve birbirine bağlanmıştır. Dünyanın her tarafı görüntülerle ve mesajlarla kaplamıştır. TV sayesinde herkes her şeyden haberdar olabilmektedir. Haberleşmenin gelişmesi zaman ve mekan farklarını ortadan kaldırmıştır. Mc Luhan iletişim ve kitle iletişim araçlarını sıcak ve soğuk araçlar olarak ayırmıştır. Sıcak araçlar: Bireyin tek bir duyusuna hitap eden araçlardır. Bu araçlarda bireyin katılma imkanı çok değildir. Fotoğraf, sinema ve radyo insanların sadece görme veya işitme duyularına hitap ettikleri için sıcak araçlardır. Soğuk araçlar: İnsanların birden çok duyusuna hitap eden ve mesajı alan insanın katılımının yüksek olduğu araçlardır. Ör: telefon, çizgi roman ve TV.
F. Diğer Kuram ve Yaklaşımlar 1. Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı İlgili araştırmalar 1960’lı ve 70’li yıllarda yapıldı. Katz’ın araştırma ve çalışmalarına dayanır. Katz’a göre insanların toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçları vardır. Bu nedenle insanlar medyadan bu ihtiyaçlarını gidermek için birtakım beklentilere girerler. İzleyici araştırmalarının sonuçlarına göre medya içeriklerinin izleyicilerin istek ve beklentilerini temin etmek için düzenlenebileceğini belirtir. Bu yaklaşıma göre izleyiciler birtakım ihtiyaçlarını (sosyal ve psikolojik) gidermek için medya içeriklerini kullanırlar. Bu yaklaşımda medya içeriği ile izleyici arasında işlevsel bir ilişki olduğu kabul edilir. Ör: Belli bir TV programını izlemek izleyicinin eğlence ihtiyacını doyuma ulaştırırken, bilgiye ihtiyacı olan izleyici kitap veya makale okuyarak doyuma ulaşır. Bu yaklaşıma göre izleyiciler, yayınları çok farklı şekilde yorumlayıp verilmek istenen mesajın dışında kendine göre sonuçlar çıkarabilir. İzleyici kendi ihtiyacı doğrultusunda kaynak konumunda olan medyayı rasyonel şekilde kullanır. Ancak izleyici kontrolü eline tutan esas güç değildir. Ayrıca izleyiciler için tek mesaj kaynağı medya değildir. İzleyici medya tarafından kendine ne sunulursa onu tüketir. Bu yaklaşım bireyleri toplumdan ve diğer bireylerden bağımsız, atomize varlıklar olarak değerlendirmiştir. İdeoloji bağlamında ortak anlamın oluşma sürecini göz ardı ettiği için eleştirilir. Her birey belli bir toplumsal yapı içerisinde bir pozisyonda bulunur ve izleyiciler aldıkları mesajları üyesi oldukları diğer grupların üyeleri ile paylaştıkları ortak kültürel kodlar çerçevesinde anlamlandırırlar.
2. Kültürel Göstergeler ve Ekme Kuramı
1960’lı yılların ortalarında Gerbner tarafından geliştirildi. Çok fazla TV izlemenin gerçek hayattan çok TV programındaki dünyayla tutarlı tutumlar ektiği düşünülür. Gerbner medyanın bir kültürde var olan değer ve tutumları yani egemen değer ve tutumları ektiğini öne sürer. Yani medya insanları birbirine bağlayan değerleri yayar. O’na göre medya, siyasal perspektifteki orta yol değerleri ekme eğiliminedir. TV, kapitalist düzenin kültürel silahıdır. Ve ilk amacı geleneksel inançları ve davranışları değiştirmek, tehtid etmek ve zayıflatmaktan ziyade onlara istikrar kazandırmak, sürdürmek ve güçlendirmektir. Ekme araştırmaları medyaya topsulaştırıcı bir araç olarak bakar ve TV izleme süreleri arttıkça gerçekliğin TV’deki versiyonuna inanma oranlarının artıp artmadığını araştırır. Bu araştırma TV’yi yoğun izleyenler üzerine odaklanır. Çok fazla TV izleyenler, az izleyenlere göre daha çok etkilenmektedir. Daha az TV izleyenler daha fazla TV izleyenlere oranlar daha çok enformasyona sahiptir. Özellikle daha az hayat tecrübesi olanlar (gençler, çocuklar vb.) TV’ye daha bağımlıdır. Gerbner TV’yi, insanların sembolik çevrelerini egemenlik altına alan araç olarak görür. Gerbner’e göre, TV,insanlara saldırgan davranışlardan ziyade kanun ve düzen hakkında simgesel mesajlar iletir. Ekme analizi, genellikle TV’deki egemen imajları, ortaya koyan bir içerik analizinin korelasyonu ve imajların izleyicilerin tutumları üzerindeki etkilerini değerlendirmek için izleyici araştırma verilerinden oluşur.
3. Gündem Belirleme Kitle iletişim araçları toplumda olan olayların bazılarına daha çok bazılarına daha az ilgi gösterir, ya da görmezden gelir. İzleyiciler KİA’lar sayesinde sadece kendilerini ve toplumu ilgilendiren konuların ne olduğunu öğrenmezler, aynı zamanda KİA’nın bunlara verdiği önemden dolayı bir soruna veya konuya ne kadar önem vereceklerini de öğrenirler. Medyanın gücü onun gündemi belirleyebilmesidir. Medya bazı olaylara yer vererek ya da bazı olayları görmezden gelerek toplumun gündemini ve kamuoyunu oluşturur. İnsanlar medyanın yer verdiği konu ve olayları öğrenirken, medyanın yer vermediği konu ve olguları öğrenemeyeceklerdir. Medyanın mülkiyet yapısından dolayı bazı meseleler hiçbir şekilde medyanın gündeminde yer almazken, egemen düşünceler sağduyu olarak medyanın gündemini işgal etmeye devam eder. Kısaca gündem kurma yaklaşımına göre, medyanın önem ve yer verdiği konular, izleyicilerin gündemini oluşturacak ve onların gündemini meşgul edecekken medyanın yer vermediği konular halkın ve izleyicilerin gündemine gelmeyecektir.
4.Suskunluk Sarmalı Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirildi. Bu kurama göre, insanlar, kendi düşüncelerini toplumun egemen genel düşüncesinden farklı olduğu zaman toplum tarafından dışlanmaktan korkarlar. Medyada sunulan görüşe katılmayan pek çok kişi, kendi görüşlerini dile getirmekten kaçınmaktadırlar. Bu kuram kamuoyu ve gündem kurma ile yakından ilgilidir. Bu kuram temelinde, insanların toplumda egemen düşüncelere uyarak izole olmaktan ve toplumsal yatırımlara maruz kalmaktan kaçındığı fikri yatar. Eğer medya, azınlıktaki görüşün yanında yer alırsa çoğunluk kampı toplumdaki sessiz çoğunluğu oluşturacaktır. Azınlık medyadan destek görürse durum tam tersine çevrilir.
5.Eşik Bekçiliği Modeli D.M. White tarafından geliştirildi. Medya mesajlarını belirleyenlerin eşik bekçileri olduğu üzerinde durulmuştur. Medya kurumlarında haber üretim sürecinde neyin haber olacağına ya da olmayacağına karar vermede eşik bekçisi kavramsallaştırılması önemlidir. Eşik bekçileri, haber üretim sürecinin ilk aşamasında karar alan insanlardır. Bu kişiler haber almak üzere gelen olayların seçimini yaparlar. Hangi olayın, hangi sırada ve ne süreyle haber olacağına karar verirler. Bu insanlar öncelikle çalıştıkları kurumun gündemini
belirlerler ve böylece toplumun gündemini belirlemeye katkıda bulunurlar. (Eşik bekçisine örnek haber editörleridir.) Buna ters bir akım, vatandaş gazeteciliğidir!
6.Bilgi Eksikliği Hipotezi Medya çeşitli konularda halka bilgi sağlar. Kapitalist toplumlarda maddi olanaklar gibi bilgi ve eğitim de eşit olarak paylaşılmaz. Kimileri daha iyi eğitimli kimileri daha kötü eğitimlidir. Bilgi açıklığı hipotezine göre, medya yoluyla yayılan bilgilerde yüksek sosyo-ekonomik katmana dahil olan ve dolayısıyla iyi eğitim almış insanlar daha düşük sosyo –ekonomik statüdeki insanlarla kıyaslandığında verilen bilgiyi daha çabuk ve daha doğru alma eğilimindedirler.
7.Bağımlılık Kuramı Ball Rokeach ve De Fleur tarafından geliştirildi. Bireyler toplumda neler olup bittiğini öğrenme ve buna göre kendilerine yön tayin etmede KİA gibi bilgi kaynaklarına bağımlıdırlar. Bu kurama göre bireyin toplumsal ve bireysel ihtiyaçları ile medya sistemi ve sistemin içinde yer aldığı sosyo-ekonomik ve politik sistemin karşılıklı etkileşimi ile bireyler üzerinde etkileri vardır.
8.Modernleşme Kuramı ve Yeniliklerin Yayılması Modeli Ekonomi alanında Barbara Ward ve W.W.Rostow bu yaklaşımın öncüleridir. Rostow “İktisadi Gelişimin Merhaleleri” adlı kitabında gelişmiş ülkelerin kalkınmasının teorik analizini sunar. Temelde her toplumun gelişiminin 5 aşaması vardır. Bu aşamalar; geleneksel toplum aşaması, kalkınma için önkoşulların yaratılması aşaması (geçiş aşaması), kalkınma aşaması, olgunluğa doğru ilerleme aşaması ve kitlesel tüketim aşaması. Buna göre gelişmekte olana ülkelerde geleneksel bir toplumsal yapı vardır. Öncelikle harekete geçme yönünde çalışmalar yapılacak, bunu harekete geçirme aşaması takip edecek, olgunlaşma ve kitle tüketim çağına ulaşılacak ve daha sonra Rostow’un kendisinin kestiremediği tüketim ötesi bir çağa ulaşılacaktır. Rostow’un yaklaşımının temelinde evrimci bir anlayış bulunur. Çünkü tarihsel sürecin çizgisel bir gelişim gösterdiği fikrine dayanan bu anlayış dünya ekonomisindeki sömürü ve bağımlılık ilişkilerini görmezden gelir. Az gelişmiş ülkeleri gelişmekte geç kalmış ülkeler olarak değerlendirir. Oysa bazı ülkelerin gelişmesi diğer ülkelerin az gelişmesine neden olmuştur. 5 aşama yaklaşımı, esasında emperyalist politikaları gizlemeye yarayan ideolojik bir açıklamadır. Oysa Rostow sömürgeciliğin ve emperyalizmin ortadan kalktığını ileri sürmektedir. Bu ekonomik yaklaşımla KİA’lara 3. dünya ülkelerinin kalkınmasında önemli rol atfedilmiştir. KİA, geleneksel toplumsal değerlere sahip olan insanlara eski adet ve alışkanlıkların yerine modern toplumun özgürlükçü ve girişimci değerlerini aktaracaktır. Medya, modernleşme yolunda insanlara okur yazarlık öğretecek, temel becerileri kazandıracak ve insanlardaki empati duygusunu geliştirecek araçlar olarak görülmüştür. KİA’lara son derece önem atfedilen bu dönemde KİA’lara, geleneksel değerlerin egemen olduğu toplumlara modern tutum ve değerlerin aktarılması için gerekli araçlar gözüyle bakılmıştır. Rogers ve Sheemaker tarafından geliştirilen ve kısaca “Yeniliklerin Yayılması Moldeli” olarak sunulan modelde kırsal kesimde yaşayan geleneksel tutum ve değerlere sahip insanların yenilikleri öğrenmesi ve modern tutum ve davranışları kabul etmesi amaçlanmıştır. Bu yaklaşıma göre yenilikler 4 aşamadan geçerek yayılır. -1- Bilgi aşaması; bireyler bir yenilik olduğu yönünde bilgiye sahip olur. -2- İkna aşaması; birey bu yeniliğin lehinde ya da aleyhinde bir tutuma sahip olur. -3- Karari aşaması; birey yeniliği kabul ya da red etmek için girişimde bulunur. -4- Onaylama; birey hangi yönde karar vermişse onu destekleyecek tarzda araştırmalarda bulunur
9.Kitle İletişimi ve Kitle Kültürü /Popüler Kültür Gustave le Bon, içinde yaşadığımız çağı “kitleler çağı” olarak adlandırır. Kitle kültürü, ticari üretim ve tüketimin bir sonucudur. Sanayiciler tarafından üretildi ve yukarıdan aşağıya empoze edildi. Popüler kültür, kitle kültürünün bir parçası olarak, KİA aracılığıyla popüler hale getirilen kültürdür. Kapitalizmin KİA ile yaydığı ve toplumu oluşturan kitlelerin beğenisi haline getirdiği yapay bir ticari tüketim kültürüdür.
Eleştirel Yaklaşımlar Eleştirel çalışmalar kısmen Marksizmden esinlenir. Marks, temel/üst yapı formülasyonunda kültür ve ideolojiyi üstyapının unsurları olarak görmüştür. Marks’tan sonra Avrupa’da yaşayan bazı Marksistler, Marks’ın öngördüğü sosyalist devrimlerin gerçekleşmediğine hatta faşizmin taban olduğuna tanık oldular. Bu gelişmeleri anlamada kültür ve ideolojinin ne gibi rolü olduğu üzerinde düşünmeye başladılar. Genellikle Batı Marksizmi olarak bilinen bu düşünürler, varolan toplumsal ilişkilerin korunmasında ve yeniden üretilmesinde kültür ve ideolojinin önemli işlevleri olduğunu gördüler. İşçi sınıfının bilincinin ve ideolojisinin gelişmesinde/gelişmemesinde kapitalist kültürün ve ideolojinin önemine dikkat çekmişlerdir. Eleştirel akımlar köken olarak Marksizm’den etkilenmelerine rağmen kendi içlerinde farklılaşırlar. Avrupa’da ve diğer ülkelerde tek bir Marksist okulu yoktur. Marksistlerin temel yaklaşımı ve ortak noktaları medyanın konuşma özgürlüğünü geliştirdiğini savunan çoğulcu yaklaşımların aksine KİA’ların status quonun yeniden üretilmesinde kullanıldığını belirtmeleridir. Marksist medya kuramları içinde farklı düşünce okulları, yorumcular tarafından çeşitli çerçevelerde ele alınır. Birbiriyle mücadele eden 3 temel pradigma olduğunu belirtirler. Bunlar; yapısalcılık, kültürel çalışmalar ve ekonomi politik yaklaşımlarıdır. 1. Köktenci Marksistler: Köktenci Marksist gelenekte ekonomi politikçiler ideolojiyi ekonomik altyapıya göre ikincil görürler. Sahiplik ve medyanın ekonomik kontrolü medya mesajlarının kontrolünü belirleyen ana faktör olarak görülür. Kültürel çalışmalar, etki araştırmaları yaparken, araştırma yaptıkları toplumsal grubun anlayışını ve yaşam stillerini dikkate alarak çizgisel modelin egemen anlayışını yıkmaya çalışırlar. Sınıfsal ve alt kültürel özellikler bu medya mesajlarının alınmasında, yorumlanmasında ve davranışa dönüşme sürecinde devreye giren faktörler olarak ele alır. Kültürel incelemeler, medya içeriklerinin dilbilimsel incelemesini ve toplumun oluşturan grupların, alt kültürlerin kendilerine sunulan anlamlar üzerinden mücadele ederek medyadaki temsilleri yeniden yorumladıklarını gösterir.
2. Batı Marksizmi: Marks’ın ilk dönem çalışmalarından etkilenen ve Batı Marksizm’i olarak bilinen düşünce geleneğini oluşturanlar arasında G. Lukacs, Antonio Gramsci, Frankfurt okulu düşünürleri (Adorno, Horkheimer, Marcuse ve ikinci kuşam temsilcilerinden Habermas) ve Louis Althusser önemli bir yere sahiptir. KİA’ları kültürel ve ideolojik aygıtlar olarak gören yaklaşımlar Frankfurt okulu, Gramsci, Althusser , İngiliz Kültürel İncelemeler Geleneği ve Yapısalcı Dilbilim Çözümlemeleri yapısalcı bir bakış açısıyla medya
içeriklerinin siyasi ve ideolojik yorumunu yaparlar.Medya, yer verdiği olay ve olgulara belli anlamlar yükleyerek biçim vermekte böylece egemen sınıfın ideolojisinin topluma yayılmasını sağlamaktadır. Yani, medya seçme, dışarıda bırakma, bazı noktaları ön plana çıkarma, çerçeveleme gibi haber üretim sürecinin rutin pratikleri ile gerçekleri ideolojik olarak yeniden inşa eder. Frankfurt okulu, Gramsci, Althusser, İngiliz Kültürel İncelemeler geleneği ve yapısalcı dilbilim çözümlemeleri kitle iletişim araçlarını kültürel ve ideolojik aygıtlar olarak gören yaklaşımlardır, yapısalcı bir bakış açısıyla medya içeriklerinin siyasi ve ideolojik yorumunu yaparlar.
A) Frankfurt Okulu Kapitalist sisteme eleştirel yaklaşır. Okul 1923 yılında Feliz Weil tarafından, Weimer Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak ekonomi politik konusunda disiplinler arası araştırma yapmak için kuruldu. Bu okulun üyelerinin ilgi alanları oldukça geniştir. Özellikle kapitalist modernizmi eleştirmişler. Onlara göre rasyonalite biçimseldir. Amaç özgürlüğü geliştirmek olmalıyken, rasyonalite kapitalist artı değeri arttırmanın ve insanı köleleştirmenin bir aracı haline gelmiştir. Kapitalizmin de bilimi olan pozitivizm özgürlük için gerekli olan eleştirel akıldan yoksundur. Özellikle kültürün endüstrileşmesi ile birlikte popüler kültür/kitle kültürü insan bilincinin parçalanmasını, tek tipleşmesini ve tüketim kültürünün egemen olmasını sağlamıştır. Temel yaklaşımları özet olarak şöyledir; Frankfurt okuluna göre kitleler kapitalizm ve kapitalistlerin kontrol ettiği kültür endüstrileri tarafından kolayca aptallaştırılabilirler. Onlara göre; kapitalist toplumlarda gerçekler burjuvazi tarafından üretilir ve kültür endüstrilerinde işlenir. İdeoloji gerçekliği çarpıtır. Bunu yaparken amacı eşit olmayan güç ve iktidar mücadelelerini kamufle etmek ve mevcut sistemi meşrulaştırmaktır. Frankfurt okulu 1. Dünya savaşından sonra kurulmuştur ve Marksizmden esinlenmiştir. Savaş krizlerine, devrimlere ve Avrupa’daki karışıklıklara tepki olarak gelişti. Marksist tabanlı olmasına rağmen Ortadoks Marksizme eleştirel yaklaştı. Marksist doktorinin eleştirisine dayanır. Marksizm de determinizm anlayışına karşıdır. Okulun üyeleri Theodor W. Adorno, Herbert Maruse, Walter Benjamin. Bunların yanırsıra F. Neuman,kültür ve estetik alanlarında çalışan Borkenau gibi üyeleri bulunmaktadır. Okulun üyeleri arasında Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Walter Benjamin vardır. Ayrıca siyaset bilimci F. Neumann, kültür ve estetik alanında çalışan L. Lowenthal, ekonomist K.A.Wittfogel, F.Borkenau vardır. Okulun kurulduğu dönemde, Avrupa’da faşizm yükselen olgudur ve bu okulun yaklaşımında önemli iz burakmıştır. Bu okul etkileyen diğer olgu ise SSCB’ de Lenin önderliğinde gerçekleşmiş Bolşevik devrimidir. Ancak Bolşevik devrimi sadece Rusya ile sınırlı kalmış ve Batı Avrupa toplumlarına yayılmamış. Böyle bir ortamda okul üyeleri Marksizm ile ilgildendi. Bu okulun Marksizm anlayışı bu okula özgüdür ve normal Marksizm anlayışından sapma gösterir. Bunun için Frankfurt okulunun “eleştirel kuramı” ortadoks Marksistler tarafından kısmen eklektik olması ve kısmen ekonomik belirlenimi ve materyalizmi reddetmesi nedeniyle “revizyonist” olarak değerlendirilir. Kurulduğu yıllarda Frankfurt Okulu’nu etkileyen etmenler; -
Rusya’da gerçekleştirilen Bolşevik ihtilali.
-
Okulun kurulduğu Almanya’da 1. dünya savaşının yarattığı hayal kırıklığı ve yükselen faşist ideoloji. (Adolf Hitler)
-
Batı Avrupa’da egemen sistemlerin kısmen iktidara kavuşması ve ideolojik dönüşümlerin bu egemen yapılar tarafından üretilmesidir.
Okulun kendi içinde geçirdiği aşamalar:
1- İlk dönem: 1923-1933 yılları arası. 2- İkinci dönem: 1933-1950 arası. Bu dönem enstitünün faşizmden kaçıp, ABD’de sürgünde geçirdiği dönemdir. Bu dönemde okul bir dönüşüm geçirmiştir. Bunun nedeni başta yönetici olarak Max Horkheimer’ın bulunmasıdır. Tarih ve ekonomi ağırlıklı çalışmaların yerini felsefe almaya başladı.Bunun sebebi felsefe doktoru Herbert Marcuse’un ve disiplinlerarası bir anlayışa sahip olan Adorno’nun okulun üyesi olmasıdır.
3- Üçüncü dönem: 1950-1970’de Marcuse ve Adorno ön plana çıkar. 1970’li yıllardan sonra Habermas öne çıkmasıyla Marksizmle olan bağ kopar. Frankfurt Okulu kuramcıları başta pozitivizm olmak üzere, bilim ve teknoloji, estetik, sanat, kitle kültürü ve Marksizm gibi pek çok konuda eleştirel bir yaklaşımla teori üretmişlerdir. Walter Benjamin Estetikçi ve kültür eleştirmeni olarak ün kazanmıştır. Benjamin’e göre kapitalizmle birlikte kültürün ve sanatın üretimi dönüşüm geçirmiştir. Kapitalizmle birlikte orjinallik yani sanatın ve kültürün ruhu yok olmuştur. Teknoloji, kültür ve sanat eserlerinin ruhunu yok etmiştir. Özgün bir resim ressamın kişisel yaratımı ve etkinliği iken sinema filmi gibi kitle kültürü ürünleri entelektüellikten ve eleştirellikten uzaktır. Bunlar kitlelerin bilincini ve belleğini zayıflatır. T Adorno ve M Horkheimer: İkisi birlikte “Aydınlanma Diyalektiği” eserini yazdılar. Bu çalışmada kapitalizmin tüketici kitle kültürünün eleştirisini yaptılar. Kitle kültürü ürünleri derinlikten yoksun, eğlence için üretilmiş yüzeysel ürünlerdir. Frankfurt okulu üyeleri kültürü sınıf çıkarlarının doğrudan bir yansıması olarak görmüşlerdir. Bu okul, kültür endüstrisi kavramı üzerinde vurgu yaparken aslında kitle toplumundan ve kitle kültüründen bahseder. Adorno ve Horkheimer kapitalist toplumlarda ailenin işlevini giderek kaybettiğini ve onun yerini kültür endüstrisinin aldığını belirtirler. Bireyi bilinçlendirme ve sosyalleştirme işlevini aile yerine kültür endüstrisi almıştır. Frankfurt okulu üyeleri kültür endüstrisi konusunda 2 noktaya değinmişlerdir: 1. Kültür endüstrisinin gittikçe egemen bir konuma gelerek geleneksel toplumsallaşma kurumlarının yerini alması. 2. Kültürel ürünlerin metalaşması sonucu fetiş bir karakter kazanması. Adorno ve Horkheimer, kültür alanına tekellerin hakim olduğunu ve bunun da kültürü tektipleştirdiğini düşünmüşlerdir. Bu durumda kültür ve endüstri iç içe geçmiştir ve reklamcılık da bu yeni endüstrinin ve kültürün ayrılmaz parçası haline gelmiştir. Kültür endüstrileri kapitalizmle bütünleşmiştir. Kültür endüstirileri medya ve eğlence firmalarıdır. Eğlence ürünlerinin üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerini büyük şirketler kontrol eder. Kapitalist toplumlarda kültür ve sanat eserleri endüstriyel olarak üretilir ve yaratıcılıktan uzaktır. Amaç zevk ve eğlencedir. Adorno popüler kültüre olumsuz yaklaşır. Çünkü popüler kültürü düzeysiz, seviyesiz, tehlikeli ve adi olarak görür. Her türlü popüler sinema filmini ve caz müziğini bu kategoride görerek eleştirir. Adono bir kültür kuramı geliştirmekten ziyade estetiğe ve sanata ilişkin bazı fikirler ileri sürmüştür. Onun yazılarının önemi sermaye ve kültürel üretim arasındaki ilişkiye dikkati çekmesidir. H. Marcuse: Frankfurt okulunun en ünlülerindendir. Faşist bir yönetimin uygulamalarına tanık olduğundan eserinde faşizmi tahlil etmiştir. Ona göre liberalizm kapitalizmin rekabetçi döneminin, faşizm ise tekelci evrenin ideolojisidir. Ona göre gelişmiş kapitalist toplumlarda tüketim alanı insanın varoluşunun bir bölümüdür. Tüketim ve boş zaman etkinlikleri de sermayenin denetimi ve kontrolü altındadır. Kapitalist sistem sağladığı mal ve hizmetlerin yanı sıra korkunç bir etkiye sahip siyasi, askeri ve polisiye tedbirlerle de halkı sürekli denetlemekte ve kontrol altında tutmaktadır. Kapitalist toplumun en altında yer alan bireyler birbirlerinden yalıtılmışlardır. Bu şekilde bütün bireyler birer araca dönüştürülmüş ve gerek üretim
gerekse tüketim sürecinde, işte ya da boş zaman etkinliklerinde birey, sistemin kendisini yeniden üretmesine hizmet eder. Kapitalist toplumlarda her şey bir meta muamelesi görür. Hiçbir zaman sol bütünsel bir yapı içinde hareket etmez. Solda bulunan insanlar her zaman çok farklı alternatiflerin, hedeflerin, strateji ve taktiklerin peşinde koşmuşlardır. Kapitalist toplumlarda nüfusun çoğunu oluşturan proletaryanın istek ve ihtiyaçları bu sistem tarafından tatmin edilemeyeceği için bu sınıf potansiyel olarak devrimcidir. Kapitalist sistemde ne kadın ne erkek özgür değildir. Bu toplumlarda kadınlar cinsel nesneye dönüştürülmüştür. Frankfurt okulu iletişim alanında ilk Marksist kuramı geliştirme konusundaki girişimleri dolayısıyla önemlidir. Fakat medya konusunda ileriye yönelik gerçek bir yol sunamamışlardır. Frankfurt okulunda en dikkate değer kuramcılar Adorno, Horkheimer ve Marcuse’dur. Yeni Sol’un babası olarak bilinen H. Marcuse “Tek Boyutlu İnsan” adlı eserinde kötümser bir biçimde medyayı karşı konulmaz bir güç olarak sunar. Marcuse’a göre medya, kendileri yardımıyla dünya hakkında düşündüğümüz terim ve kavramları tanımlar. Frankfurt okulunun ilk kuşak üyeleri genel olarak medya konusunda oldukça kötümserdir. Frankfurt Okulu’na göre; medyanın ve kültür endüstrilerinin burjuva bireyciliğini ve işçi sınıfının devrimci potansiyelini yok eden ideolojik bir işlevi vardır. J. Habermas: Frankfurt okulunun ikinci kuşak temsilcisi olarak kabul edilir. Adorno’nun çğrencisi olan Habermas, eleştirel düşünce geleneğini sürdürür. O da içinde yaşanılan modern toplumun teknik ve bilimin ideolojik olarak işleyişinin eleştirisini yapar. Ona göre modern toplumun temel özelliği özgürlüğünün olmayışıdır. Ancak toplum eleştirisinde Marksist düşünceden ayrılır. Ona göre Marx, kapitalist toplumlarda insan unsuruna gereken önemi vermemiştir. Marx’ın toplumsal evrimi sadece ekonomik ilerlemeyle açıklaması dar ve indirgemeci bir bakış açısıdır. Marx ilerlemenin sürekliliğini ve çizgiselliğine vurgu yapmaktadır. Oysa Habermas’a göre gelişme önceden kestirilemez. Kapitalmin, modernizmin ve aklın araçsallaşmasnın eleştirisini yapar. Aydınlanma hareketi, baskıcı ve kitleleri denetleyen bir sistem yaratmıştır. Ancak yine de aydınlanma projesi eleştirel bir akılla kurtarılabilir. İletişimsel eylem kuramı; Habermas, Marksist kuramdaki devrim ve sınıf mücadelesi anlayışını yadsımıştır. Bunu yerine kriz kavramsallaştırmasını geliştirmiştir. Bu krizin kaynağında da insanın özgürlük ihtiyaçlarını karşılayamaması vardır. Toplumsal kurumlar baskıcı ve manipülatiftir. İnsanlar bu krize cevap vermek için etkileşimde bulunurlar ki Habermas buna “İletişimsel Eylem Kuramı” der. İletişimsel eylem bütün insanların kullandığı düşünme biçimlerinin ve dilin bir tipidir. Bu, bütün insanların birbirini anlamasını ve geleceğe yönelik genel eylem planlarını yapmasını sağlar. Bu bir araya gelme ve anlaşma değişim biçimi olarak devrimin yerini alır. İletişimsel eylem kuramı, insanoğlunun kendisini ve toplumun üyeleri olan insanları sosyal olarak koordine edilmiş etkinlikler aracılığıyla varlıklarını sürdürdükleri ve bu koordinasyonun da iletişim aracıyla gerçekleştiği (yani, belirli temel alanlarda uzlaşma sağlamayı amaçlayan iletişim vasıtasıyla) kurulduğunu varsayar. Böylece türün kendi varlığını yeniden üretmek için gerekli olan iletişimsel eylemin kendisinin sahip olduğu bir akılcılığın koşullarının sağlanması gerekir. Böylece iletişimsel eylemin 3 temel işlevi vardır; 1. kültürel bilginin kuşaktan kuşağa aktarılarak yenilenmesi, 2. sosyal entegrasyon ve grup dayanışması, 3. kişisel özdeşleşme. İletişimsel eylem çalışmasında toplumsal olarak eylemde bulunan insanların iletişimsel akıl aracılığıyla geleceğe yönelik kolektif planlar yapabileceğini ileri sürer. Sermayenin yabancılaştırıcı etkisinden kurtulmak için dayanışma ve çarpıtılmamış iletişimin önemine vurgu yapar. Sermaye, dayanışmacı iletişimin rasyonalitesine egemen olur. Kapitalist kitle medyası kamusal alanı yok eder. Pasif izleyici yaratır. Bunun yerine aktif iletişimcilerin kişisel arasında ideolojik ve çarpık iletişimden kurtulan açık, doğru ve bilgilendirici iletişim kurabilirler.
Kamusal alan: 1960 yılında “Kamusal alanın yapısal dönüşümü adlı bir tez yazdı”. Özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla kamusal alan ve sivil toplum tartışmaları yeniden gündeme geldi. Hbermas’a göre 18.yy’da toplumsal sorunların tartışıldığı fiili bir kamusal alan vardı. Böylece siyaset üzerinde etkinlik sağlanabilmekteydi. Özellikle kafeler, kamusal alan için önemli mekanlardı. Buraları buluşma ve tartışma yerleriydi. Matbaanın bulunması ve basının ortaya çıkıp gelişmesiyle birlikte insanlar kendi görüşlerini topluma iletebilme imkanına kavuştu. Ancak 19. yy’da endüstriyel kapitalizmin egemen üretim biçimi haline gelmesi ile burjuva sınıfı kamusal alanı da ele geçirmiştir. Medya ve siyasetin kurumsal olarak örgütlenmesi kamusal alanın yok olmasıyla sonuçlandı. Böylece, insanlar toplumsal sorunlara ve siyasete etkin katılımcılar olmaktan ziyade pasif izleyicilere dönüştüler. Habermas, kendi yaklaşımında kamusal alanı idealize eder. Kamusal alanda yer alan zengin ve iyi eğitim görmüş azınlıkla yoksul ve eğitimsiz kitle ayrımını dikkate almaz. Azınlıklar, kadınlar ve işçi sınıfı kamusal alanda yer almaz. Nilüfer Timisi (21-25): Rheingold’a göre, kamusal alan kavramının gerekleri, her isteyene açık erişim, gönüllü katılım, kurumsal rollerin dışında bir katılım, kamuoyunun rasyonel tartışmaya katılan yurttaşlar tarafından gerçekleşmesi, devlet ve örgütlü iktidarların eleştirisi gibi unsurlar.
B) Gramsci ve Hegemonya: Gramsci, Markx’ın kendi çalışmalarında, kapitalist toplumlardaki siyaset ve kültür alanlarını önemsemediğini düşünür. Sınıf mücadelelerinde Marx’ın politik stratejilerin gerekliliğine yönelik bir vurgusu olmadığını belirtir. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesinde devletin çok önemli bir etkinliği vardır. Devlet egemen sınıfın egemenliğini gerçekleştirmesine hizmet eden bir aygıttır. Egemen sınıfın iktidarını kurmasında hem fiziksel güç kullanılır hem de kültürel ve ideolojik aygıtlar kullanılır. Gramsci’nin kültür ve ideoloji konusundaki çalışmalarında anahtar kavram “hegemonya” dır. Bu kavram kültür, ideoloji ve iktidar kavramlarıyla bağlantılıdır.Gramsci’nin asıl merak ettiği elit bir azınlığın toplumun geri kalanına nasıl hükmettiği ve çoğunluğun da hükmedilmeyi ve yönetilmeyi nasıl kabul ettiğidir. Elit bir azınlık nasıl olur da zora başvurmadan çoğunluğu kontrol edebilmektedir? Çünkü bu azınlık ülkedeki temel kurum olan devlete ve onun organlarına ve kitle iletişim araçlarına sahiptir. Bu araçlar sayesinde azınlık çoğunluk üzerinde kontrol sağlamaktadır. Gramsci, temelde hegemonya kavramından toplumu yöneten elit bir azınlık grubun toplumun diğer kesimleri üzerindeki ideolojik ve kültürel kontrolünü anlıyordu.Gramsci’ye göre egemen sınıfın fikir ve görüşlerinin topluma yayılmasında organik aydınların (din görevlileri, öğretmenler, kitle iletişim alanında çalışanlar vb.) önemli bir görev vardır. Egemen sınıf topluma doğrudan siyasi baskı yapmak yerine toplum üzerinde ideolojik hakimiyet kurmaya çalışır. Bütün bu uğraşların sonucunda toplumda hükmedilenlerin rıza gösterdiği ve hükmedenlerin egemen olduğu bir yapı ortaya çıkar. Gramsci’ye göre iktidar ve güç kültür gibi, gündelik yaşam gibi hayatın her alanında yer alır. Gramsci’ye göre rıza; egemen sınıfın kendi dünya görüşünün ve düşünme biçiminin toplumun üyelerine kabul ettirilmesidir. Okul, kilise, medya gibi kurumlar insanların düşüncelerini ürettiği ve yeniden ürettiği kurumlardır. Bu kurumlar aracılığıyla egemen sınıf kendi düşünce biçimini ve dünya görüşünü topluma yayar. Gramsci, ekonomizmi reddetmiş ve ideolojinin ekonomik belirleyicilerden göreli olarak bağımsız olduğu konusunda ısrar etmiştir. Gramsci ayrıca kaba materyalizmi de reddetmiş ve Marksizm’in insan özneleri üzerinde odaklanan hümanist bir versiyonunu önermiştir. Gramsci mücadeleye vurgu yapar. Ona göre, “sağ duyu” değişmez ve hareketsiz bir şey değildir, hatta sürekli değişim geçirir. Rıza sürekli kazanılmalı ve yeniden üretilmelidir. Gramsci, batı toplumlarında kapitalizmin kendisini nasıl yeniden üretebildiği sorusunun cevabını ideolojik hegemonya kavramında bulur. Burjuva sınıfı bu toplumlarda kültürel bir hegemonya uygular. Bu hegemonya sürdükçe işçi sınıfının bir devrim gerçekleştirmesi de olanaksızdır. Gramsci, ideoloji kavramıyla sadece siyasal ideoloji olarak değil, dinde , folklorda, sağduyuda ve gündelik yaşamda temsil edildiği biçimlerle de ilgilenir. Gramsci’nin hegemonya kavramı (ve kuramı) medyaya uygulandığında görülür ki, medya okuyuculara/izleyicilere/dinleyicilere egemen sınıfın değerlerini aktaran bir araçtır. Medya genel olarak egemen yapıya ve egemen değerlere karşı olan ve bunları tehlikeye atan her türlü olaya karşıdır. Bunun içerisinde işçi sınıfına ve onun ideolojisine yakın olma ihtimali bulunan sendikalar ve bunların egemen düzen için bir tehdit oluşturan eylemlerine, toplumsal düzeni tehtid eden protestoculara ve gösteri yürüyüşü yapanlara, Marksizm’e, solculara, çevrecilere ve farklı cinsel kimliklere karşıdır. Bunun yanında, kapitalist üretim ilişkileri doğal düzen
kabul edilir. Medyada haber değeri olacak olay ve bulgular hep egemen sınıfın bakış açısıyla sunulur. Bireycilik yüceltilir. Yoksulluk ve başarısızlıkta kişiler suçlanır, kusur bireylerde aranır. Araçları egemen değer kabule eder. Sonuç olarak medya egemen değerleri aktararak hegemonyayı yeniden üretir. Gramsci’nin görüşleri özellikle İngiliz Kültürel Okulu çalışmalarının geleneğinin dayanak noktasını oluşturur. Stuart Hall’a göre; medya dünyadaki olaylar hakkında anlamlar üretir. Medya imajları basit bir şekilde dünyayı yansıtmaz, dünyayı yeniden üretmek yerine yeniden sunar. Bunu yaparken medya olayları ve olguları seçer, yapılandırır ve biçimlendirir. Böylece medya hali hazırda var olan bir anlamı iletmek yerine kendisi bir anlam üretir ve ürettiği anlamı iletir. C) Althusser ve “Devletin İdeolojik Aygıtları” Althusser iki türlü özcülüğü reddeder.Bunlar ekonomizm ya da ekonomik belirlenimcilik ve hümanizmadır.Althusser, ekonomizmi reddederek ideolojinin kendisini devletin ideolojik aygıtlarında somutlaşan be bilinci biçimlendiren b,r güç olarak gördü ve ideolojiye göreli olarak bağımsızlık tanıdı.Althusser’e göre ideoloji; bireylerin kendi varlık koşullarıyla olan hayali ilişkilerdir. Althusser idolojinin yanlış bir bilinç olarak algılanmasına karşı çıkar. Çünkü; ideolojiler insanların zihinleri tarafından üretilmezler. Kiliseler, camiler, okullar, sendikalar ve medya gibi, insanların nasıl düşüneceğini onlara öğreten ve kendisinin devletin ideolojik aygıtları dediği kurumlarda somutlaşan maddi bir yapı tarafından üretilir ideoloji. İdeolojiler insanları özgür ve özerk olduğuna inandırır. Althusser bütün ideolojik biçimleri mevcut sistemin kendisini yeniden üretmesi için katkıda bulunan yapılar olarak düşündü. Althusser, kapitalist toplumlarda insanların tüm arzu, istek, beklentilerinin, tercihlerinin ve değer yargılarının, içinde yer aldığı toplumsal pratikler tarafından oluşturulduğu düşüncesindedir.Ona göre bunların böyle olmadıklarını düşünmek durumun böyle olmadığının nihai kanıtı değildir. Devletin ideolojik aygıtları eğitim sistemi, dinsel örgütler, sendikalar, aile ve medya gibi kurumlar ve bu kurumların sürekli olarak propaganda aracılığıyla topluma aktardıkları değerlerden ve fikirlerden oluşur. İnsanlara bir şey olmanın ne anlama geldiği bu kurumlar tarafından öğretilir ve öğretilen o rolün gereği olan bir takım pratikler o bireyden beklenir. Althusser, yapısalcı bir kültürel Marksizim’i savunur. Kültür, ideoloji, iktidar ve toplumsal yapı arasındaki ilişkiye vurgu yapar. Toplumsal ilişkilerde ekonominin tek belirleyici olduğu yönündeki yaklaşımı reddeden Althusser, devlet ve kültürel yaşam arasındaki ilişkilere dikkat çeker. DİE insanların içinde yaşadıkları dünya ve toplum hakkında yanlış fikirlere sahip olmalarına neden olur. İdeoloji, bireylerin içinde yer aldıkları gerçek toplumsal koşullarda kurdukları hayali ilişkilerdir. İnsanlar gündelik yaşam pratikleri çerçevesinde gerçek hayatta olup bitenleri bütüncül ve bilimsel bakış açısıyla kavrayacak bir donanıma sahip değillerdir. İnsanlar ideolojik aygıtların kendilerine atfettiği özne konumlarını benimserler. D) Yapısalcı Dilbilim ve Göstergebilim Görünen olay ve olguları anlamak için onların altında yatan yapıya bakmak düşüncesi hakimdir. Toplumsal yapılar örgütlü ilişkilerdir. Yapısal yaklaşım özellikle dil ve kültüre ilişkin çalışmalar üzerinde etkili olmuştur. Dilin ve kültürün yapısal olarak nasıl açıklanabileceği ile ilgilenir. Ferdinand de Saussure: Dilbilim alanında yapısalcı yaklaşımların temelini atmıştır. Sassure’a göre dil, kavramlar ve düşüncelerle bunları ifade etmeye yarayan seslerden oluşur. Sassure’a göre dil, düşüncelerin aktarılmasını sağlayan bir göstergeler sistemidir. Bu göstergeler de gösteren ve gösterilenlerden oluşur. Gösteren seslerden ya da işaretlerden oluşurken, gösterilen düşünce ve kavramlardır. Sesler ya da kelimelerle bunların ifade ettikleri kavram ve düşünceler arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Yani düşünceyi taşıyan işaretler keyfidir. Dil bir işaretler sistemidir.
Sassure, konuşma ya da sözden daha çok dilin yapısıyla yani language ile ilgilenmiştir. Sassure, işaret ve sembollerin incelendiği bilime semiyoloji ya da göstergebilim der ve bu sembollerin doğasını ve yapısını araştıran bilim de dilbilimdir. Levi Strauss: Levi Strauss’un çalışmaları yapısalcı antropolojik yaklaşımın temellerini oluşturmuştur. Ona göre, bir kültürün düşünsel sınırları belli bir toplumun anahtarıdır. Yapısal dilbilim yaklaşımıyla yapılan çalışmalarla bir kültürün mitleri incelenerek, soyutlamalar yoluyla o kültür anlaşılabilir.Yapısalcı yaklaşımı kültür alanına uygulamıştır. Marksizm deki yapısalcı yaklaşım ile Freud’un çalışmalarını birleştirerek kültürün yapısal analizini yapar. Kültürü anlamak için gelenek, görenek, mit ve ritüellerin yapısal analizini gerçekleştirir. Mitler toplumun bilinçaltını ortaya çıkarmaya yarar. Tıpkı dilde olduğu gibi kültürün de altında yatan bir yapı vardır. Bu yapının analizi toplumun kolektif bilincinin açığa çıkarılmasını sağlar. Roland Barthes: Barthes, Sassure’dan etkilenerek dilbilim içerisinde işaret bilimi olan semiyolojinin tek temel bilim olduğunu düşünmeye başlamıştır. Barthes yapısalcı bir kültür anlayışına sahiptir. Sassure’un çalışmalarına dayanarak kültürün semiyotik analizini yapmıltır. Böylece dilbilim ve kültür arasındaki ilişkiyi daha da sıklaştırmıştır. Sözdizimi ve sistem yaklaşımını kabul eder. Çünkü anlam oluşumu sözdizimsel bir seçme ve düzenleme içerisinde gerçekleşir. Bunun yanında “düz anlam” ve “yan anlam” ayrımını da kullanır.Her ifade düz anlam dışında yan anlamlara da sahiptir. Yan anlamlar ideolojilerin taşınmasında ve aktarılmasında kullanılan üst dil olarak işlerler. Kültür dil ve işaretler aracılığıyla taşınır ve kuşaklar arası aktarılır. Kültürü taşıyan simge ve semboller ideolojiktir. Çünkü kültür sınıflı bir toplum olan kapitalist toplumun kültürüdür. Kapitalizm kendi mitlerini yaratmıştır ve bunu dil aracılığıyla topluma yayar. Barthes özellikle popüler kültürün ideolojik yönünü ön plana çıkarmaya çalışır.Özellikle medya içeriklerini oluşturan haber, reklam ve her türlü popüler kültür incelemelerini etkilemiştir. İngiliz kültürel incelemeleri için ufuk açıcı olmuştur. Kültür ve iedolojinin dilbilimsel olarak analiz edilmesini sağlamıştır. Yapısalcı çalışmalar köken olarak Sassure’ün dilbilim yaklaşımından esinlenmesine rağmen 2 açıdan bu yaklaşımdan ayrılır. Yapısalcılık incelemeleri sadece sözlü dille sınırlandırmaz. Bütün işaret ve anlam sistemleriyle ilgilenir. Belli bir işaret sistemiyle yaratılan metin ve anlamların oluşturduğu kültür bağlamında içerikleri anlamaya çalışır. Dolayısıyla yapısalcılık hem dilbilimi hem de kültürel antropolojiyi kapsayan daha geniş bir yaklaşımdır. E) İngiliz Kültürel İncelemeler ve Stuart Hall Kültürün ortak bir tanımı yapılamamıştır. Kavram anlamı ve kullanımı değişmeye devam etmiştir. Kültür kavramı anlam olarak “bütün bir yaşam biçimine” göndermede bulunur. Bunun dışında herhangi bir toplumdaki toplumsal pratikler, temsiller, dil ve gelenekler o toplumun kültürü olarak değerlendirilir. Küreselleşme çağında kültür, küresel medya şirketleri tarafından bütün dünyaya dağıtılan medya aracılığıyla insanların büyük bir bölümü tarafından paylaşılan anlamlardır. Kültür, işaretler ve dil ile taşınır. Kültürel anlamlar dil aracılığıyla biçimlendirilir ve iletilir. Dil ayrıca insanların kendileri ve toplum hakkındaki bilgilerinin biçimlendirildiği ve iletildiği araçtır. Buna göre dil tarafsız bir araç değildir. Gerçek dünyadaki nesneler ve ilişkiler dil aracılığıyla anlamlandırılır ve biçimlendirilir. Dil, değerlerin, anlamların ve bilginin oluşturulduğu bir mücadele alanıdır. Materyal nesnelere ve toplumsal pratiklere dil aracılığıyla anlamlar verilir. Televizyon da bu anlamların üretildiği ve kültürel pratiklerin taşındığı en önemli araçlardan birisidir. Kültürel incelemeler, dil ve anlamlar aracılığıyla gerçek dünyanın toplumsal olarak nasıl yapılandırıldığı ve sunulduğu sorunuyla ilgilenirler. Bu çalışmaların ilk dönemlerinde daha çok seçkin kültür ya da üst kültür etrafında odaklanırken daha sonra popüler kültür ve gündelik yaşamın kültürü de araştırma konusu olmuştur. İngiliz kültürel çalışmalar geleneği 1960’lı yıllardan itibaren önce edebiyat alanında başlayan, daha sonra disiplinlerarası bir yaklaşımla sınıf mücadelelerinin, tahakkümün ve toplumsal eşitsizliklerin, ideolojinin ve direnişin yeniden üretildiği bir alan olarak başta İngiltere olmak üzere çağdaş kapitalist toplumlarda kültürün
incelenmesi ile uğraşır. İngiliz Kültürel incelemelerinin öncüleri, R. Hoggart ve R. Williams ‘tır. Bunların çalışmaları ideolojik olarak Batı Marksizm’i ya da Yeni Sol olarak adlandırılacak düşünce geleneğine dayanmaktadır. Batı Marksizmi, geleneksel Marksizmi ekonomik indirgemeci olarak görmekte ve bunlar geleneksel Marksizmi toplumsal, siyasal , ekonomik ve ideolojik incelemelerde kültürü yeterince dikkate almamakla ya da gölge bir fenomen olarak görmekle suçlamaktadırlar. İngiliz Kültürel çalışmaları ilk dönemlerde Althusser’in yapısalcı Marksist ideoloji görüşüne dayanırken, daha sonra Gramsci’nin hegemonya kavramsallaştırmasına başvurur. Bu merkez ilk dönemlerde Althusser ve Gramsci’nin teorik yaklaşımlarına dayanarak kültür incelemeleri gerçekleştirirken, 1980’den sonra post modern, post yapısalcı yaklaşımlara daha çok dayanmaya başlamıştır. Aynı dönemde özellikle kadın çalışmaları ya da feminist yaklaşım daha etkin olmaya başlamıştır. Medya mesajları da dahil her türlü metindeki eşitsizlik ilişkisini ve buna karşı mücadeleleri özellikle dilde be söylemdeki yerel ve parçalı mücadeleleri pot ön ekine dayalı olarak incelemektedir.İngiliz kültürel incelemeleri özellikle edebiyat eserlerinin incelenmesiyle başlanmıştır. 20. yy’a yazın ve edebiyat incelemelerinde seçkinci yaklaşım hakimdi . Bu yaklaşım popüler kültür ürünlerinin düşük entellektüel ve beğeni düzeyne hitap ettiği görüşüyle incelemeye değmez olarak görülmelerine neden olmuştur. Hogart ve Williams gibi İngiliz kültürel okulunun öncüleri işçi sınıfının kültürünü anlamak için popüler kültür ürünlerinin incelenmesi gerektiğini düşünürler. Hogart- “The uses of Literacy” çalışmasında çalışan sınıfların yaşam pratiklerini ve dünya görüşlerini ortaya çıkarmaya çalışır. Hoggart’ın bakış açısı Frankfurt okulu yazarları ile benzer şekilde popüler kitle kültürü ürünlerine olumsuz yaklaşan karamsar ve geçmişi yad eder şekilde ortak özellikleri paylaşır. Williams, “The Long Revolution” eserinin büyük bir bölümünü kültürü incelemeye ayırır. Burada kültürü toplum bilimsel olarak inceler. Kültürü en genel olarak genel yaşam biçimi olarak ele alır. Kültürü tarihsel bağlamına yerleştirerek günümüz kapitalist kültürünün oluşumunda sanayi devrimi, okur yazarlık ve işçi sınıfının mücadeleleri ile Batı tipi burjuva demokrasilerinin gelişimi ve kurumsallaşmasını tarihsel süreç içerisinde oluşan bir olgu olarak ele alır. İngiliz Kültürel incelemelerinin kurucusu Richard Hoggart’tır fakat bu okulun tüm çalışmalarının dünya çapında şöhret kazanması Stuart Hall tarafından olmuştur. Kültürel çalışmalar geleneği özellikle medya tarafından sunulan içeriğin metin olarak analizini yapmıştır. Bu metinler kapitalist sınıfın hegemonyasını ve kapitalist ideolojiyi yeniden üreten materyaller olarak görülmüştür. Bunun yanında popüler kültür bağlamında işçi sınıfının gündelik yaşamı ve iktidar ilişkileri ortaya konmuştur. Hall, İngiliz siyasal solunun canlanmasına katkıda bulunmuş önemli isimlerden birisidir. ‘ Policinng the Crisis” adlı eserinde medyanın anlam üretme politiğini, Gramsci’nin hegemonya kuramı ve Althusser’in medyaya göreli özerklik tanıyan ve egemen ideolojinin yeniden üretilmesinde “devletin ideolojik aygıtları “ olarak çalışan ve bu kavram çerçevesinde Marksist kültürelci bir perspektifle analiz etmiştir. Hall’a göre medya egemen sınıfın çıkarına hizmet eden yorumları yeniden üretme eğilimindedir. Althusser’i takip ederek medyanın gerçeği inşa etmesine rağmen gerçeği yansıtıyormuş gibi yaptığını belirtir. Hall, ayrıca kuramsal olarak insanların medya metinlerinin nasıl anlamlandırdığı konusu üzerinde durdu. Hall, medya metinlerine verilen cevapların çeşitliliğine daha geniş bir alan bırakarak Althusser’den ayrılır. Hall, “Encoding- Decoding” adlı çalışmasında medya metinlerinde egemen ideolojinin tercih edilen okuma olarak kaydedildiğini fakat bunun okuyucular tarafından otomatik olarak kabul edilmediğini belirtir. Okuyucuların/izleyicilerin/dinlzeyicilerin toplumsal koşulları onların farklı duruş noktalarını kabul etmelerine sebep olabilir. Egemen okuma, toplumsal koşulları tercih edilen okumayı destekleyen insanlar tarafından üretilir. Tartışmalı okuma, tercih edilen okumayı kendi toplumsal pozisyonlarının yararına değiştirmek isteyen insanlar tarafından üretilir. Karşıt okuma, toplumsal koşulların kendilerini egemen okuma ile doğrudan çatışma içine koyduğu kişiler tarafından üretilir. Hall, yorumun sınırlı kalacağı üzerinde ısrar eder; ona göre anlam özel ve bireysel olamaz. Hall’un ideoloji üzerindeki vurgusu medya sahipliği ve kontrolün önemini görmezden gelir. Kültürel incelemeler Geleneği içinde kültür kavramı siyasal bir yaklaşımla ele alınır. Burada kültür gğndelik yaşama konu olan içerik ve pratikleri kapsar. Dolayısıyla kapitalist toplumlarda medya içeriklerinin tüketimi gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Gündelik yaşam bir eşitsizlikler ve tahakküm alanıdır ve medya bu eşitsizlikleri ve egemen sınıfın hegemonyasını yeniden üretmek için çalışır. Kültürel çalışmaların anlayışına
göre, iktidar hakimiyetin rızaya dayalı olarak üretildiği hegemonya kavramsallaştırılmasıyla açıklanır. Toplumsal kontrolün sağlanmasında ve sürdürülmesinde devletin baskı aygıtlarının yanı sıra devletin ideolojik aygıtları da ürettikleri mesajlar ve temsillerle var olan toplumsal ilişkileri anlamlandırır. Böylece alt kültüre dahil olan insanlar ve bağımlı sınıflar egemen sınıfın kültürü tarafından belirlenen toplumsal ilişkileri nasıl anlamlandıracaklarını gösteren toplumsal pratiklerin neler olduğunu görürler. İngiliz kültürel incelemeler geleneğinde yer alan araştırmacılar, medya incelemelerinde medyayı egemen sınıfın görüş ve düşüncelerini topluma yayan ideolojik aygıtlar olarak görürler. Bunu yaparken de Althusser’in devletin ideolojik aygıtları ve devletin baskı aygıtları ile Gramsci’nin hegemonya ve tahakküm kavramsallaştırmalarına başvururlar. Böylece medya egemen bakış açısını topluma yayarak işçi sınıfı ve alt kültürler arasında eleştirel bir bakış açısının ve düşüncenin gelişmesini engeller. Çünkü medya var olan gerçeği olduğu gibi göstermez onu yanlış şekilde sunarak var olan eşitsizlikleri ve iktidar yapılarını doğallaştırır. İngiliz kültürel çalışmaları, medya bağlamında dilin, kültürün ve ideolojinin incelenmesinde yapısal dilbilim ve göstergebilimin sağladığı teknikleri kullanmıştır. Sassure, Barthes ve Strauss’un yapısal dilbilim yaklaşımı medya içeriklerini okuma ve anlamlandırma sürecine dayanak sağlamıştır. Medya içeriği bir şeyler anlatırken bunun sadece düz bir anlamı yoktur. Her metinde ilk bakışta göze çarpmayan gizli anlamlar ve ideolojiler vardır. Özellikle siyasal ideolojik anlamlar, bu gizli yan anlamların sürekli ve ince bir şekilde tekrarlanmasıyla topluma aktarılır. İngiliz kültürel incelemeler içerisinde Hall’Un ideolojiye bakış açısı Ortodoks Marksist yaklaşımın ideoloji tanımının reddidir. Bu yaklaşım, medya içeriklerinin oluşturulması ve anlamlandırılması sürecine hem üreticilerin hem de tüketicilerin yani izleyicilerin aktif bir şekilde katıldıklarını belirtir. Medya mesajlarının taşıdığı ideolojinin çoklu anlamlandırmaya açık ve özerk göstergelere dönüştürülebilme ihtimalini göz önünde tutar. Kültürel incelemeler Geleneği, gündelik yaşam pratikleri içerisinde çeşitli medya içeriklerine maruz kalan ve bunları tüketen izleyicilerin bu içerik aracılığıyla sunulan egemen ideoloji ve değerlere ne kadar direnip bunları alternatif şekillerde anlamlandırdığını araştırır. Özellikler 1970’ler ve 1980’lerin yarısına kadar İngiliz Kültürel Çalışmaları sınıf, iktidar,ideoloji ve kültür arasındaki ilişkilerin incelenmesinde etkin rol oynadı. Ancak bu çalışmalar feminist, postmodernist ve post yapısalcı bakış açıları ile bölünmüş ve dağılma sürecine girmiştir. Post yapısalcı yaklaşım, yapının metni belirlediğini reddeder. 1980’lerden itibaren feminist incelemeler ağırlık kazanmıştır. Burada kültürel ürünlerde kadının cinsiyetçi bir bakış açısıyla nasıl sunulduğu incelenmiştir. Feminist yaklaşımlar Althusser’in ve Gramsci’nin yaklaşım ve kavramsallaştırmalarından ziyade metnin hazzı, zevk ve fantezi gibi post modern ve post yapısalcı yaklaşımlarda dayandırılmıştır. Medya metinlerinde anlam ve ideolojinin oluşumunda izleyicilerin de aktif katılımı olduğu düşüncesi egemen olmaya başlamıştır. Bu yaklaşım ana akım medya araştırmalarındaki etki çalışmalarına benzer şekilde etki araştırması yapar. Ancak bu araştırma geleneğinin dayanak noktası sosyal psikolojiden çok semiyotik ve dilbilimseldir. Medya metinlerinin şifresini izleyici ya da izleyiciler çözmektedir. Ayrıca ana akım yaklaşımlarından farklı olarak medya metinlerinin kod açımlama veyahut anlamlandırma sürecinde izleyici/okuyucuların sınıfsal konumlarının da etkili olduğuna vurgu yapılır. Burada asıl bulunmak istenen, izleyicilerin medya metinlerini nasıl okudukları yani egemen ideolojiyle olan ilişkilerinin nasıl olduğu sorunudur. Kültürel Gelenek ve Alımlama Analizi: Bu yaklaşıma göre medyayı kullanmak izleyiciler açısından medyanın sunduğu kültürel ürünleri anlamlandırma sürecidir. Bu ekol, uyarıcı- tepki ve etkili metin ya da mesaj modelinin izleyici araştırmaları geleneğini reddeder. Medya mesajları bu mesajları hazırlayanların niyetlerinin ötesinde farklı şekilde oluşmuş toplumsal ve kültürel gruplar tarafından farklı şekilde kod açımı yapılır ya da okunur.Buna göre medya metinleri çok anlamlıdır ve yorumlamalara açıktır. Alılmama analizi, bağımsız bir araştırma geleneği olmaktan ziyade İngiliz Kültürel Çalışmalar geleneğinin önemli bir parçasıdır. Bu araştırmalarda medya metinlerini okuyanlara ya da kod açımlama yapanlara önemle
vurgu yapılır. Okuyu/izleyici/ kod açıcı medya metinleri tarafından önerilen egemen ya da hegemonik mesajlara karşı direnme ve izlediği olguları kendi tecrübeleri doğrultusunda anlamlandırma gücüne sahiptir. Kültürel çalışmalar geleneği içerisinde özellikle David Morley’in kısaca “Nationwide” olarak bilinen izleyici araştırması, izleyicilerin sınıfsal konumları ile medya içeriklerinin kod açımlaması arasındaki ilişkiyi inceler. Nationwide adlı magazin programının ideolojik içerik analizini yapar ve bu programın ulusal birlik yönünde milli görüşler aktardığı ve sınıfsal çelişkilerin üzerini örttüğü sonucuna ulaşır. Bu araştırma sonucunda izleyicilerin sınıfsal konumları ile medya mesajlarını anlamlandırmaları arasında doğrudan bir ilişki olmadığı sonucuna ulaşır. Bu tip metinlerin çoklu okumalara açık olduğunu belirtir. Morley daha sonra “Family Television” çalışmasında TV izleme pratiğinin izole bir şekilde olmadığını, insanların laboratuar ya da deney odası gibi steril bir ortamda programları izlemediğini, aile yapısı ve ilişileri içerisinde gündelik kültürel pratik ve rutinlerden biri olduğu sonucuna ulaştı. Morley TV’nin etkisi konusunda yapmış olduğu çalışmada mesajın etkisi ile izleyicinin konumuna ağırlık veren yaklaşımları uzlaştırmaya çalıştı. Morley, medyanın bir mesaj taşıdığını ancak izleyicilerin de aktif bir şekilde bu mesajları manipüle edebildiklerini belirtti. 1990’lı yıllarla birlikte İngiliz Kültürel İncelemelerinin erken dönemdeki kuramsal birliği dağılmış ve farklı yaklaşımlara sahip araştırmacılar ortaya çıkmıştır. Post yapısalcı bir yaklaşım, egemen olan Neo-Marksist analiz çerçevesinin yerini almıştır. Daha çok gündelik yaşamın kültürüne doğru bir yönelme yaşanmıştır. Özellikle ideolojik tahakküm yönündeki bakış açısı zevk ve hazza doğru bir değişim göstermiştir. Medya içeriklerinin çoklu anlamları sayesinde zevk ve hazzın üretimini izleyicilere aktardığı düşünülmektedir. Görüldüğü gibi İngiliz Kültürel İncelemeler geleneği, kültürü ve ideolojiyi özerk olarak değerlendirir. Oysa kendilerinin de belirttiği üzere kültürün oluşumunda iktidar ilişkileri önemli bir rol oynar.Kültürün göreli özerkliğine yönelik hiçbir ölçüt ortaya koyamamışlardır. Ekonomik ve politik determinizmi görmezden gelmişlerdir. Bununla birlikte asıl vurgu, dilsel ve göstergesel unsurların analizi ve anlamlandırması üzerinde odaklanırken bunların, üretim, dağıtım ve tüketimini sağlayan endüstriyel ve örgütsel yapıların belirleyiciliğini yani onların ekonomi politiğini göz önünde bulundurmamışlardır. İktidar ve ideolojiye karşı direnişi zihinsel ve düşünsel süreçlere indirgeyerek gerçek politik direniş ve toplumsal dönüşümü sağlama yönünde örgütlenmeye ilişkin bir yaklaşım kullanarak medya içerikleri de dahil her türlü metnin ideolojik analizinin yapılabileceğini göstermişlerdir. Bunları yaparken de izleyicilere aktiflik atfetmişlerdir. Metin analizi ve izleyici araştırmalarında ana- akım araştırma geleneğinin etkisinde kalmışlardır. İngiliz kültür incelemeler geleneğinin zayıf yönü edebiyat eleştirisine dayanması ve metin analizine gereğinden fazla vurgu yapmasıdır. Bu araştırmalarda ideoloji konusuna çok fazla ilgi gösterilmektedir. Bunu yaparken tarihsel bağlamdan ve sınıflarla olan ilişkiden koparmışlardır. İdeolojiyi anlamada Althuserci geleneği izleyerek ideolojiyi günlük pratiklere indirgemişlerdir. Mc Luhan Araç mesajdır.Kullanılan Araç mesajın algılanışını değiştirir. Sıcak ve soğuk medya. Sıcak sinema, soğuk TV. Teknoloji insan uzantısıdır.İnsanların eylemlerinin uzantısıdır. Ör: araba ayağın uzantısıdır. Telefon sesin uzantısıdır. Küresel köy(global köy): Kitle iletişim araçlarının tüm kültürü yok ettiğini insanları tek kültür altında topladığını söyler. Ve bu kültürü oluşturanların uluslar arası büyük şirketler olduğunu söylüyor. Teknolojik Determinizm: Buna göre insanlar önce teknolojiye şekil verdi ama şimdi teknoloji insanlara şekil vermekte. Neil Postman Çocukluğun yokoluşu: Antik Yunanda çokcuk kavramı yok. Ortaçağda da çocuk kavramı yok. Çünkü ayıp kavramı yok. Çocuğun kimlik kazanması teknolojik gelişmelerle başlıyor. Matbaanın icadı ve okuryazarlığın
gelişmesi,ayıp kavramı ortaya çıkıyor ve çocukların farklı eğitilmesi gerektiğinin insanlar tarafından farkına varılmasına neden oluyor. Tv nin icadıyla birlikte çocuklar tekrardan kabile çağındaki gibi denetimsiz enformasyona tabi kalıyorlar. Ve böylece çocukluk yok oluyor. Teknopoli: Teknolojinin hem iyi hem kötü yanlarını göz önünde bulunduruyor. İnsanların teknolojiye eleştirel yaklaşması gerektiğini söylüyor. Kültürleri üçe ayırıyor. Alet kullanan kültürler, teknokrasiler ve teknopoliler olarak. Alet kullanan kültürler geleneksel ve değişime kapalı kültürlerdir(Ör: su değirmeni). Teknokrasiler de aletler kültür dünyasının yapı taşına dönüşüyor. Artık amaç bu aletleri hep geliştirmek. Teknopoliler ise teknokrasinin totaliter halidir. Yani her şeyin tanımlamasını teknoloji yapıyor. Teknoloji yoksa hayat duruyor. Ör: saat eskiden dini amaçla kendini Allaha adamış, para kaygısı olmayan insanların hizmeti olarak ortaya çıkarken şuan kapitalizmin oluşturan başında geliyor.Teknopolide ardıl eğitim yok oluyor. Tv var diye çocuklar okuldan sıkılıyor. Gerbner Gerbner TV ve şiddeti inceliyor. Bunun bir mutlu şiddet (happy violance) kuramı var. Sunulan şeylerin ekrandaki şiddeti mutlu bir şiddet olarak söylüyor. Ör: çocuklara şiddet çizgi film, büyüklere reality showlar veya BBG ile sunuluyor. Amerika da çocuklara deney yapılıyor. Bir müddet sonra seyredenler istemedikleri bir şey olduğunda seyretmeyenlere saldırıyorlar. Ekme hipotezi: TV nin insanlara şiddeti ektiğini iddia ediyor. Acımasız dünya sendromu: TV belli bir süre maruz kalanlar kötü şeyleri izleye izleye çevreye karşı korku dolu oluyorlar. Bu sendromun gelişmesindeki temel değişken TV u izleme yoğunluğu. Bu sendrom dünyanın olduğundan daha kötü olduğu şeklinde algılanmasına sebep oluyor. Rezonans ve ana akıma dahil etme: Ana akıma dahil etme farklı alt kültürler veya sınıflara dahil olan bireylerin farklılıklarının az TV izleyenlere oranla çok TV izleyenlerin zihninde daha az yer bulmasını sağlayan süreçtir. Rezonans, kültürel bir ekmeye tabi tutulmuş izleyicilerin gerçek hayatta bu ekme sonrası oluşan düşünceleriyle hareket etmelerini vurgular. Walter Ong Sözlü kültür , Yazılı kültür: Sözlü kültürde temel kaynak sestir. Sözlü kültürde ne geçmiş ne gelecek vardır. Daima şuan vardır. Çünkü hafızada kalması için tekrar gereklidir. Tekrar edilen konu hep aynı olduğundan ne geçmiş ne gelecek vardır. O yüzden zaman hep aynıdır, değişmez. İnsan belleği ön plandadır.Ve iletişim içinde bulunduğun kişinin psikolojisi önemli bir yer oynar. Yazılı kültüre baktığımızda geçmiş, gelecek ve şuan vardır. İnsan belleğini zayıflatır. Konsantrasyon vardır. O yüzden kişi psikolojisinin iyi olduğunda geri dönüm yapabilir. Yoruma açıktır. Elektronik çağı ikinci sözlü kültür olarak değerlendirir. Kültürü; sözlü kültür, yazılı kültür, basılı kültür ve ikinci sözlü kültür (elektronik çağ) diye 4 e ayırır. Baudrilliard Simülasyon: Kendini ve sistemi nihilistik (hiççilik) olarak görür. Çünkü bir şey gerçekse vardır der. Bizler hipergerçekliğin etkisi altına girmiş her şeyin simülasyon tarafından saydamlaştırıldığı hiper gerçek (gerçek üstü) bir dünyada yaşıyoruz diyor. Bu tip dünyada tanrının bile varlığı mümkün değildir diyor. Gerçek ve simülasyon mobiyüs şeridi gibidir (iç içe gemiş). Hiçbirzaman neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu anlayamayız. Simülasyonlar mış gibi yapmak değildir. Hastayı simüle dedn kişide gerçek semptomlar vardır. Simülarklar gerçeği ortadan kaldırarak onun yerini alır ve gerçeğin yeniden üretimi sağlanır. Reklam egemenliğindeki medyadan bahsediyor: Reklam en dikkat çekici KİA dır. Bir göstergeden diğerine gönderme yapan bir araçtır. Günümüzün siyasal sistemi ve tüketim kültürünü körüklemektedir.
Slavoj Zizek Anamorfoz bakış (yamuk bakmak): Bazı gerçekleri düzgün olarak değil de yamuk bakarak görürsün. İstenen bakış, istenmeyen bakış: İstenen bakışta bakılan kişi özne, bakan kişi nesne. İstenmeyen bakışta, bakılan kişi nesne, bakan kişi özne. Jouissance: Eksikliğin giderilmesi fantezisini yaratarak kendini gerçekte temellendirir. Büyük öteki, küçük öteki:
Kitle İletişim Araçlarının Etki Teorileri Hipodermik İğne (sihirli mermi): Kitle iletişim araçlarının verdiği mesaj aynı hipodermik iğne etkisi verir. Yani sadece sorunlu olan bölgeye etki eder. İki aşamalı İletişim Modeli: Kitle iletişimi yapılırken mesaj ilk başta kanaat önderlerine gider. Kanaat önderleri istedikleri mesajı alır istediği mesajı iletir ya da eler. Ondan sonra mesaj kamuya gider. Bu şekilde iki aşamalı model görüyoruz. Uzun süreli etki modelleri Gündem kurma modeli (Agenda setting): Bu model medyanın olayları bazılarını ihmal ederek bazılarını vurgulayarak kamuoyunun dikkatini o yöne çekerler yani gündem oluştururlar. Suskunluk Sarmalı: Çoğunluk tarafından onaylandığı sanılan fikirlerin açıklanmasına izin veren ve böylece bu fikirlerle hem fikir olmayan bireylerin dışlanma korkusuyla fikirlerini doğru olarak beyan edememesi. Bireyleri suskunluğa etmesi. Propaganda: Propaganda Latince propagare kelimesinden çıkar. Bir fikri(ideolojiyi) yayma anlamına gelir. Propaganda çeşitli yazarlar tarafından farklı ayrılır ama genelde 3 e ayrılır. Beyaz, siyah ve gri propaganda olarak 3 e ayrılır. Beyaz propaganda, kötü niyet içermeyen sadece kendini tanıtmak ve fikri yaymak amacıyla, kimseyi kötülemeyen, doğru haber veren ve kaynağı belirlidir. Gri propaganda da doğru haber de yalan haber de olabilir. Genelde karşı tarafı karacılıyıdır. Kaynağı belirsizdir. Yalan verilebilir, doğru verilebilir. Kara propaganda da kaynak yalan, haber yalan, karşı tarafı kötüleyicidir. Kanaat önderi ve eşit bekçisi arasındaki fark? Eşik bekçisi (ör: yazı işleri müdürü) mesajın daha çıkmadan önceki kontrolörü. Kanaat önderi (kişilerin güvendikleri değer verdikleri kişiler) sonraki kontrolörü. Yeni medyada eşik bekçisi yoktur. Anaakım teorileri: İletişimin işleniş modelleri Marksizim: Herşey neden sonuca bağlıdır. Kapitalizm düşmanı. Kommunizmi savunuyor. Frankfurt okulu: Kültür endüstrisi. Teodor Adorno bir numaralı adamıdır. Franz Neumann (Hitler döneminde totaliter tekelci kapitalizm olduğunu savunur; doğal hukuku korumak adına çıkan sözleşmeli günümüz hukuku burjuvanın elindedir; doğal hukuk iyi yönde kullanılırsa anarşizme,kötü niyetle kullanılırsa faşizme gider diyor.), Teodor Adorno, Max Horheimer Frankfurt okulunun kurularıdır. Chicago okulu: Ekonomi iktisat üzerine çalışmalar yapmışlardır. Halkla İlişkiler Modelleri İki yönlü simetrik: İki yönlü de mesaj iletilir ve feedback alınır. Tutum feedback doğrultusunda değiştirilir.
İki yönlü asimetrik: İki yönlü de mesaj iletilir ve feedback alınır. Hedef kitlenin tutumu değiştirilmeye çalışılır. Basın ajansı modeli: Tek yönlü simetrik: Mesaj halkla ilişkilerci tarafından verilir ama feedback beklenmez.
Lacan- Benlik Psikolojisi Lacan’da özne statüsü: Lacan 'da özne , Althusser 'in düşündüğünün tersine bir taşıyıcı değil, ama başlıbaşına bir toplumsal süreç olarak düşünülür: artıközne için bir toplumsallaşma (socialization) (bu, Birey/Toplum sorunsalının ya da iki “şeyin” birbirinden ayrı, dışsal olarak düşünen bir yaklaşımın “doğal” bir nosyonudur) söz konusu değildir, çünkü birey toplumuna doğrudan doğar ve toplumsal ilişkiler ağına yerleşir/yerleştirilir ve kavram uygunsa, varolan toplumsal biçimlenişe uygun olarak «yeniden-üretilir» - bu sırada, “yeniden-üretim” nosyonunun anti-hümanist, edilgen ve olumsuz yan anlamlarını düşünmeden kullandığımı söylemeliyim. Özne simgesel bir dizgeye ve orada çeşitli biçim ve eşitsizliklerde örgütlenmiş göstergeler ağına doğar ve örgütlenme her toplumsal biçimlenişe konjonktürel olarak değişkenlikler gösterir ve bundan ötürü de bence evrensel değildir. Lacan 'a göre, öznenin simgesel dizgeyle karşılaşmasından itibaren, yani doğuşumdan itibaren bir Kurulma (constitution) söz konusudur (dikkat edilirse, Lacan'ın geliştirdiği sorunsal Özne ve Toplumu birbirine içselleştiriyor (internalization) ve bu bağlamda Birey/Toplum sorunsalına göre önemli ayrımlar göstermeğe başlıyor) . (Özne için simgesel dizgede yer alabilmenin tek yolu, onun içinde dolaşabilmenin tek aracı Dil'dir. Ve işte bu anlamında Dil.. özne için kurucu itkiye sahiptir ve somut toplumsal pratiklerden (çocuk için kucakta tutulmaktan, mama yemeğe, vb. kadar. çeşitli pratiklerden) bağımsız olarak kullanılmadığı için de ..Dil, kullanım açısından söylemseldir - aslında bütün toplumsal pratikler söylemseldir. Dil daha yakından bakılıncâ, yapısalcı dilbilimden yararlanan Lacan'a göre, bir göstergeler ağıdır ve ayrıca, dilbilimcilerin de ayrıştırdığı gibi, göstergeler, gösteren (signifier) ve gösterilen (signified) olarak ikiye ayrılır. Lacan, gösteren ve gösterilenlerin başlıbaşına ayrı birer ilişkiler ağı gibi görülmesini isteyerek, bilinçdışındaki eşzamanlı (synchıronic) süreçlerin dilsel göstergelerde gösteren olarak bulunduklarını, artzamanlı (diachronic) süreçlerin ise gösterilen olarak bulunduklarını savlar. Görüldüğü gibi, yapısalcı dilbilim ile psikanaliz oldukça değişik bir biçimde bir araya getirilmektedir ve böylece örneğin söylemin temel desteği olan harfler bizzat gösteren konumuna gelmektedirler (Freud'un dil sürçmelerine verdiği önem, bir başka. bağlamda .tekrar önem kazanmaktadır). Saussure tarafından Söz nasıl Dil'in önünde görünüyorsa. bir söylemde de görünen taraf gösterilenlerdir, ama söylemin esası gösterenlerle kurulur. Bu arada, Lacan 'ın birçok dilbilimcinin aksine gösteren/gösterilen ikilisine, dizisel/dizimsel (paradigmatic/ syntagmatic ) ikilisinden daha fazla önem .verdiğini de. daha doğru.su gösteren/gösterilen çiftini .her iki anlamda kullandığını belirtmeliyim (Lemaire, 1977, s. 391. Kısaca toplarsak, Lacan'a göre Söylem, dilbilimcilerin kullanımlarından çok ayrı olarak, bir üstbelirlenimsel (oveatermined) ilişkiler ağıdır: söylemde o anda söylenenlerden çıkarılabilecek doğrudan bir anlam yoktur, ama kurgusal ve söyleme dışsal bir anlam vardır. Söylemin anlamı, onun Çapa Noktasındadır (Anchor Point) : anlam herzaman diğer söylem-dışı süreçlerin kesiştiği öyle bir yerdedir ki aslında bir anlam uzlaşması bile yoktur . Özne ve Diğerleri anlamı farklı çapa noktalarında bulurlar ve farklı biçimde “anlarlar”. Lacan 'daki bu göreci tutum, onun insan bilimlerine yaptığı genel eleştirisinde de ortaya çıkar. İnsan bilimleri tarihleri boyunca hep çapa noktalarını. aramışlarsa da, buldukları “gerçekler” bir inanç olmaktan öteye gitmemiştir, çünkü bilgi (episteme) herzaman inanç (doxa) ile eleledir; insan bilimlerinin en temel yanlışı gerçeklik (reality) ile doğruyu (truthl aynı sanmalarıdır. Aslında, “doğru” toplumsal anlamlama (signification) sürecinde kurulur ve konjonktüreldir. Tekrar Dil'e dönersek, Lacan 'ın gerçeği ve onun anlamını Dil'den ayırması, ister istemez Dil'e görece bağımsızlık verdiğini gösterivor: görece bağımsızlığın temel kanıtı ise, bir söylemde sözcelem öznelerinin (subjects of enunciationl sürekli eğretileme (metaphor) ve düzdeğiştirmece (ınetonymy) kullanmalarıdır. Örneğin “ağız” sözcüğü eğretileme yoluyla kullanılırsa birçok ayrı anlama gelebilir (nehrin ağzı, gövdemizde bir organ olarak ağız, vb.), ya da “Dün akşam bir bardak içtim” cümlesindeki içilen “şey”, karşımızdaki somut insanın bizim bildiğimiz özelliklerine göre başka anlamlar kazanabilir. Özetle, temel dilsel süreçler olan eğretileme ve düzdeğiştirmece, aslında bilinçdışındaki temel süreçler olan yoğunlaşma (condensation) ile yerdeğiştirmenin (displacement) söylemde kendilerini göstermelerinden başka bir şey
değildirler - bilinçdışı söyleme çeşitli biçimlerde girebilir (dil sürçmeleri, şakalar, kısaltmalar, dil yanlışları vb. gibi) . Öyleyse, bilinçdışının nasıl yapılandığını öğrenmek yararlı olabilir. Lacan'a göre, bilinçdışı toplumsal insanın temel yapılarından biri, ama insan bilinçdışı ile birlikte doğmuyor: bilinçdışı, simgesel dizge ile ve onun aracı oldu Dil ile karşılastıktan sonra kuruluyor - yani, bilinçdışı aslında bir ikincil yapı (secondary structurel). Bilinçdışı böylece dil kullanan öznenin söylemine yerleşiyor ya da daha doğrusu, dil kullanımının “doğal” bir sonucu, bilinçdışıdır; artık Lacan'ın ünlü savsözü anlamlı olabilir – “Bilinçdışı Dil gibi yapılanmıştır” Lacan'ın dilbilimden yararlanması burada bitmektedir; özetlersek, Lacan dilsel gösterge ile psikanalizin simge'sini aynı şeyler olarak düşünmektedir. Anlam ise, öznenin söyleminde ayrımında olarak ya da. olmayarak kullandığı ve söyleme dışardan taşınan eğretilemeler ve düzdeğiştirmecelerde kuruluyor. o halde, söylem, bilinç ve bilinçdışı dillerinin, toplumsal simgelerin ve düşünme öznelliğinin .bir kesişim noktasıdır. İşte bu anlamında Dil, düşünme öznesinin kullandığı başlıbaşına biz' bilinçlilik durumu olarak tanımlanabilir: pratik yaşantıdan ayrı olarak, ama onunla birlikte kullanılan görece özerk bir toplumsal dizge. Peki, Gerçek ile Dil arasındaki ayrım nereden kaynaklanıyor? Dil gerçeği öyle bir biçimde “yeniden-üretmektedir” ki bu üretim zincirinde bulunan bir toplumsal özne, onsuz bir dünya bilgisi ve düşüncesi edinememektedir. Daha doğduğunda, özne bir dil evrenine girer ve zamanla bir «ben olarak ve kendi “onayı” ile simgesel dizgeye yerleşir: artık bütün düşünsel dizgesi ve akılcılıkları dilsel dizgeye bağlanmıştır (bilinci ve bilinç- dışıylâ) . Örneğin, insanın kendine ilişkin düşünmesi, gramer kurallarına göre, karşısında varsaydığı “sen” ya da; “o” gibi “kişilerle” olanaklıdır; öyle ki, Lacan'a göre insanın “yalnızlığı” düşten öte birşey değildir (zaten, düşler anlatılmaz/anlatılamaz ama yeniden dilsel olarak kurulur) - kuşkusuz her toplumsal biçimlenişte, kendilerine ilişkin düşünebilenler vardır ve bunlar, akıl hastası koduna yerleştirilerek (psikotikler gibi) topluma dışsallaştırılırlar. O halde, kısaca kendini dil'de gösteren simgesel dizge, öznenin. kendini tanımasının, varlığını sürdürmesinin ilk ve tek aracıdır, koşuludur. Bu araç özneye dışardan verilir ve somut bireyden onu içselleştirmesi istenir ki, böylece Yasa'yı, Yasakları, İktidarın •vazgeçilmezliğini ve Öznelliği tanıyacağı “varsayılır” (Aile'de, Okul'da Kışla'da, Evlilik'te, vb.); bütün bu Yasalar, Yasaklar dizgesi tüm bütünselliği ile dil'de bulunabilir. Lacan özne olmanın, dili kullanmanın ve böylece toplumsal/simgesel dizgeye içselleşmenin bedelinin yarılıma (split ) olduğunu söyler.
Habermas İletişimsel eylem kuramı
Michael Foucault- Panoptisim ve suskunluk sarmalı ve hedef kitleyi tanımlayamıyoruz. Suçluları yaratıyor hapishane. Bentham'ın, Foucault 'nun disipliner iktidarın `mimarî bir eğretilemesi' diye tasvir ettiği, `panaptikon'udur. Jeremy Bentham (1748-1832), mahkûmların, birbirlerini asla göremezken, hapishane müdürü tarafından sürekli olarak izlenebilmelerini sağlayan, merkezî bir gözlem noktasından etrafa doğru yayılmış müstakil hücrelere sahip bir hapishane binası planlamıştı.Foucault 'nun sözleriyle, panoptikon, `mahkûmda, iktidarın otomatik olarak işlemesini sağlayan bilinçli ve sürekli bir izlenebilirlik hâli yaratmak' amacıyla, bir `mekânsal birimler oluşturma' yoludur. Bu örneğin de sarih hâle getirdiği gibi, modem dönemde egemenle tebaa arasında bir `izlenebilirlik tersinmesi' söz konusu olur. İlgi odağı artık daha fazla egemenin kendisi olmayıp, pastoral alakanın her daim gönüllü olmayan nesnesi hâline gelen mütevazi bireydir. Foucault 'ya göre, benzer disipliner teknikler, hepsi de `bireylerin yararlılık artışı'yla ilgilenen, hapishane modeline göre inşa edilmiş `cezaevi benzeri' kurumlarda (okullarda, hastahanelerde, tımarhanelerde, fabrika ve kışlalarda), geliştirilir.Karakteristik bir biçimde modern olan bu kurumlar, daha aydınlanmış ve rasyonel bir çağın insanî ürünlerinden ziyade, yayılan bir iktidarın daha etkin ve daha tedirgin edici araçlarıdır.
Bununla birlikte, öznenin disipliner pratiklerle nesneleştirici disiplinlerin bir nesnesi olarak kuruluşu, öykünün yalnızca bir yansıdır. Modern öznenin jeneolojisinde, bireysel özneyi özne olarak kuran paralel bir süreçler dizisi de aynı ölçüde önem taşır. Bu nedenle, Foucault '- nun cinsellik tarihi, özneyi kendisinden ziyadesiyle ve ciddi olarak sorumlu kılma amacı güden bir söylemler ve pratikler dizisinin ortaya çıkışının izini sürer. Ondokuzuncu yüzyılda, norm olandan `ahlâkdışı' cinsel sapmaların en ince ayrıntılarını ortaya koyan, cinsellikle ilgili öykülerdeki patlama, yeni doğan nüfus biyo-politiğiyle ilişkilendirilir, ama o aynı zamanda öznenin özne olarak içten kuruluşuna katkı yapar. Bu öyküdeki önemli bölümler, Katolik günah çıkartma hücresi, Freudçu psikanaliz, ve `cinselliğin', bedenlerle ilgili nispeten önemsiz bir olgudan bireyin kimlik bilinci için belirleyici olan bir şeye terfı edişidir. Foucault 'nun analizi, gerek psikanalizde ve gerekse günah çıkartmada farklı şekillerde uygulanan `derinlik hermeneutiği'nin bir eleştirisini ihtiva eder. Zihin ya da ruha dair, bu hasta sorgulama pratiklerinin açığa çıkarttığı düşünülen, derin hakikatler, gerçekte iktidarın özellemeleri olarak işlev görürler. Onların yorumlan, derin bir anlam ya da hakikati açığa çıkartmak bir yana, öznede özü itibariyle kendi yaratıları olan hakikatleri yazar. Özne, yaşamının giderek daha fazla sayıda bölgesinin sorumluluğunu alması için, ayartılır.
Noam Chomsky- dilbilimci.: Dil alanında çalışmalar yapan N.Chomsky’nin dilbilimsel kuramının felsefe boyutu da bulunmaktadır. Chomsky’nin dil alanını seçmesinde, tarihsel dilbilim alanında çalışmalar yapan babasının rolü oldu. Orwell Dili Amerikanon dünyayı sömürdüğünü anlatıyor. Chomsky’ye gelinceye kadar, dil konusundaki düşünceler daha çok betimlemeye yönelikti. Geleneksel ve yapısal dilbilgilerinin tümü dilin sınıflandırma örnekçeleriydi. Bunlar iyice betimlenmiş tümce örnekçelerine, dillerin doğru ya da yanlış tümcelerini içeren listelere indirgenebilir. Dillerin işleyişi konusunda hiçbir varsayım ileri sürmedikleri gibi, dil evrenselleriyle onların özellikleri konusunda hiçbir açıklama getirmezler. Oysa N.Chomsky artık dilin işleyişi kuramını oluşturmak için yeterince gözlem yapıldığını belirtmiştir. Edinç/Edim: N. Chomsky’e göre, dilbilim kuramı, konuşucu-alıcının edincini inceler. Dilbilimci dilsel edinci konuşucu ve alıcının kendi anadili konusunda sahip olduğu sezgisel bilgi olarak tanımlar. Bu bilgi, konuşan öznede örtük olarak bulunur; başka bir deyişle, edinç her insanda gücül bir biçimde var olan bir dilsel dizgedir. Edinç kendi anadilinde konuşan özneye bilmediği, işitmediği ya da söylemediği tüm tümceleri üretebilme ve onları anlayabilme olanağını verir. İşte bu edinç sayesinde, konuşan özne şu ya da bu tümcenin dilbilgisi kurallarına uygun olup olmadığını değerlendirir, kısacası dilbilgisel tümceleri dilbilgisel olmayan tümceden ayırt eder. Derin Yapı/Yüzey Yapı: Üretici-dönüşümsel dilbilgisinde, sözdizimsel bileşende elde edilen, evrensel nitelikli olduğu varsayılan, biçimsel, soyut tümce yapısına «derin yapı» ya da «anlam yapısı» denilir, «yüzey yapı» ise derin yapılara uygulanan dönüşümler sonucu gerçekleştirilen. iletişime elverişli duruma gelen somut tümce biçimidir. Port-Royal dilbilimcileri gibi, N. Chomsky de sözce çözümlemesinde iki düzeyden söz eder: Bir yanda konuşucunun ürettiği ya da alıcının algıladığı yüzey yapı adı verilen, görünen dizimsel bir birleşim, öte yanda tümcenin anlamını taşıyan derin yapı vardır. N. Chomsky bu ayrı ürettiği ya da alıcının algıladığı yüzey yapı adı verilen, görünen dizimsel bir birleşim, öte yanda tümcenin anlamını taşıyan derin yapı vardır. Right left spectrum A political spectrum (plural spectra) is a way of modeling different political positions by placing them upon one or more geometric axes symbolizing independent political dimensions. Most long-standing spectra include a right wing and left wing, which originally referred to seating arrangements in the 18th century French parliament. According to the simplest left-right axis, communism and socialism are usually regarded internationally as being on the left, opposite fascism and conservatism on the right. Liberalism can mean different things in different contexts, sometimes on the left, sometimes on the right.
However, researchers have frequently noted that a single left-right axis is insufficient in describing the existing variation in political beliefs, and often include other axes. Though the descriptive words at polar opposites may vary, often in popular biaxial spectra the axes are split between cultural issues and economic issues, each scaling from some form of individualism (or government for the freedom of the individual) to some form of communitarianism (or government for the welfare of the community). In this context, the left is often considered individualist (or libertarian) on social/cultural issues and communitarian (or populist) on economic issues, while the right is often considered communitarian (or populist) on social/cultural issues and individualist (or libertarian) on economic issues.