Fiyatı: 11 TL (KKTC 13 TL)
MENEMEN: 85 YILLIK YALAN
Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!
Sayı 45 Aralık 2015
YAVUZ OLMASAYDI HZ. PEYGAMBER’İN (sav)
NÂŞINI AVRUPA’YA KAÇIRACAKLARDI
Mehmed Akif’in Meclis’e girmesi nasıl engellendi Özel Dosya: Kösem Sultan
45 DerinTarih
@derintarih
DerinTarih
derintarih
derintarih
derintarih.com 9
772147 055007
içindekiler
50
YAVUZ OLMASAYDI
KAPAK DOSYASI
HZ. PEYGAMBER’İN NÂŞINI AVRUPA’YA KAÇIRACAKLARDI! Mustafa Armağan
42
38
62
“ŞAH İSMAİL BATILILAR TARAFINDAN KURTARICI OLARAK GÖRÜLDÜ” Prof. Dr. Palmira Brummett
ORTACAĞIN ŞEYTAN ÜÇGENİ CADILAR-SİHİR-TIP Hetta Howes
72
MEHMED AKİF’İN MİLLETVEKİLLİĞİ NASIL ENGELLENDİ? Tahsin Yıldırım
FAKİRLERİN, YETİMLERİN VE MAHKÛMLARIN DOSTU
ÖTEKİ KÖSEM 66
90
RUSLAR VE ERMENİLER KARŞISINDA BİR MÜCAHİD İMAM ALVARLI EFE Hüseyin Kutlu
04 Bizden Haberler 06 Bizden Size 08 Okur Hattı 10 Soru Cevap 12 Bunu da Gördük
104
SELÇUKLULAR BÂTINÎ TERÖRÜNÜ NEDEN ÖNLEYEMEDİ? Mustafa Alican
14 Aktüel 18 Eşyanın Kalbi Kemer 22 Ayın Kelimesi Yılbaşı 24 Ayın Tarihi 30 1 Kitap 1 Yazar
34 İsmail Kara 80 İslam Tarihi 84 Mehmet Çelik 96 Şükrü Hanioğlu 110 Öteki Tarih
GÖZÜNDEN SAKINDIĞI KİTAPLARI GÖZ GÖRE GÖRE TALAN EDİLDİ? Semavi Eyice
116 Biz Osmanlıyız 120 Derin Yorum 132 Derin Kitap 138 Vitrindekiler 144 Çizgisel Tarih
BİZDEN HABERLER Okur Hattı: 0212 467 52 52
[email protected]
ARALIK 2015 Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!
KASIM’DA DERİN TARİH RÜZGÂRI
Sayı 45, Aralık 2015 ISSN 2147-0553 Diyalog Dergi Yayıncılığı A.Ş. Adına İmtiyaz Sahibi MUSTAFA ALBAYRAK
Genel Yayın Yönetmeni MUSTAFA ARMAĞAN
Mısır’daydık Mustafa Armağan 17-19 Kasım günlerinde Yunus Emre Enstitüsü’nün davetlisi olarak Kahire’deydi. “İngiliz Yeni Dünya Düzeninde Gazi Mustafa Kemal’den Atatürk’e” başlıklı bir konferans veren Armağan’ı çok sayıda Mısırlı enstitü kursiyeri ve öğrencisi dinledi. Türklerin yanında Türkçe öğrenen Mısırlı öğrencilerle de buluşan Armağan’ın paylaştığı belge ve fotoğraflar ilgiyle izlendi. Armağan, Enstitü Müdürü Selahattin Emre Çelebi’den eğitim faaliyetleri dışında kültür, sanat ve tarih alanındaki konferans, sergi ve konser etkinliklerinin devam edeceği ve Mısır’daki Osmanlı eserlerinin bir kataloğunun hazırlanacağı müjdesini getirdi. 4 asır boyunca bir Osmanlı eyaleti olan Mısır’la yolumuzun kesişmesine sevindiğimizi kaydedelim. (Armağan konferanstan sonra öğrencilerle (üstte); altta Mısırlı tarihçi Ahmed Şarkavi (solda) ve Selahattin Emre Çelebi ile Kahire Yunus Emre Enstitüsü önünde.
Derin Tarih Tüyap’taydı 7-15 Kasım 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilen 34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na ilgi hayli büyüktü. Biz de fırsat bu fırsat deyip standımızı ziyaret eden okurlarımızla hem hasbihal ettik, hem de
Yayın Koordinatörü ÖZLEM KOCUKELİ ÖZBAY
Yazı İşleri Şefi HALİL SOLAK
Editör MUNİSE ŞİMŞEK
Editör Yardımcıları RABİA ALBAYRAK, OLCAY CAN KAPLAN BÜŞRA SEZGİN, SAMET TINAS
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü BURHAN İSTENCİ
Yayın Kurulu MAHMUT AKYÜREKLİ, SALİM AYDÜZ MUSTAFA BUDAK, M. FATİH CAN YUSUF ZİYA CÖMERT, ŞİNASİ GÜNDÜZ MUSTAFA KAÇAR, MUHARREM KESİK ABDÜLKADİR ÖZCAN, M. NİYAZİ ÖZDEMİR LÜTFİ ŞEYBAN, MÜFİD YÜKSEL
Danışma Kurulu
kapak dosyalarımız hakkında görüşlerini aldık. Konu önerileriniz defterimizde bir bir kayıtlı. Ayrıca 12 Kasım Perşembe günü Genel Yayın Yönetmenimiz Mustafa Armağan ve Yayın Kurulu üyemiz Mahmut Akyürekli’nin katılımıyla gerçekleştirilen “100 yıllık kader ortaklığı: Türkler ve Kürtler” başlıklı bir konferans düzenledik. Okurlarımızı gelecek sene buluşma sözü almadan bırakmadık tabii ki. Nasipse yine aynı yerdeyiz. Seneye de bekleriz.
AHMET AĞIRAKÇA, ALİ BİRİNCİ AHMET DEMİREL, UĞUR DERMAN EKREM BUĞRA EKİNCİ, SEMAVİ EYİCE MEHMET GENÇ, HÜSREV HATEMİ, İSMAİL KARA KEMAL KARPAT, AYKUT KAZANCIGİL MAHMUD EROL KILIÇ, HEATH W. LOWRY ÜMİT MERİÇ, EMİNE GÜRSOY NASKALİ ORHAN OKAY, NORMAN STONE
Çeviri Z-ALP ÇEVİRİ (İNGİLİZCE)
Grafik-Tasarım SEDA ERTÜRKOĞLU, METİN TAHA YILMAZ
Sosyal Medya SUAT ÖZDEMİR
Fotoğraf MUSTAFA CAMBAZ, SEDAT ÖZKÖMEÇ
BASINDA DERİN TARİH
Reklam Genel Müdür: ABDULLAH HANÖNÜ Genel Müdür Yrd.: ZİYA KADAM, GÜLAY BAYRAK Reklam Müdürü: AYŞEGÜL DAG Reklam Müdürü: KADER EKEN Rezervasyon Md: ABDULLAH BİLGİÇ 0212 467 65 65 (1727) Mail:
[email protected] Baskı ÖZCAN URAL (Satın Alma ve Baskı Müdürü)
Abone - Satış - Dağıtım BİRLİKTE DAĞITIM A.Ş.
Abone ve Okur Hattı 0212 467 52 52
[email protected] [email protected]
Basım Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş. Sancaktepe, İstanbul 0212 354 30 00
ım Star, 15 Kas
2015.
Kurumsal Dağıtım
4
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş. Samandıra, İstanbul 0216 585 91 00 www.turkuvazmatbaacilik.com
İletişim - Yönetim Yeri Maltepe Mah. Çayhane Sok. No:1 34010 Zeytinburnu, İstanbul 0212 467 65 05 www.derintarih.com -
[email protected] Her hakkı mahfuzdur. Dergideki yazı, fotoğraf ve diğer görsellerin izin alınmadan veya kaynak gösterilmeden her türlü ortamda çoğaltılması yasaktır.
YAVUZ SULTAN SELIM’IN DERINLIĞI
S
ık sık “Biz memur edilmediğimiz hiçbir işe yönelmedik” dermiş. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferine de böyle bir manevî görevlendirme ile gittiğini bize Hasan Can’ın ağzından oğlu Hoca Sadeddin Efendi nakleder. Kendisine sarayında Hasan adlı bir kulun rüya gördüğü, gönderilen mesajın o rüyada şifrelendiği ayan olur. O da bu Hasan’ı Hasan Can zannederek ona sorar. Rüyayı görmeyen Hasan Can bir tuhaflık olduğunu anlar, sonradan rüyayı görenin Kapıcıbaşı Hasan olduğu anlaşılır. Buna göre öbür Hasan rüyasında uyurken kapı çalınır, açmaya kalkar ki dışarıda kıyamet gibi asker, önde de dört kişi. Başlarında taylesanlı sarık, ellerinde padişahın ak sancağı, bellerinde kılıç. Sonradan Hz. Ali olduğu anlaşılan dörtlüden biri kapı aralığından seslenir: “Bizi Hz. Resulullah gönderdi. Selim Han’a selam edip buyurdu ki: Kalkıp gelsün ki Haremeyn hizmeti ona buyuruldu. Var Selim Han’a söyle.” Huzura giren Hasan Can der ki: “Ben rüyayı anlattıkça mübarek çehreleri kızarmaya başladı ve mübarek gözlerinden yaş geldi. Buyurdular ki: “Biz sana demez miyiz ki bir tarafa memur olunmadan (emir verilmeden) hareket etmemişizdir.” “İşte Memluk seferinin hazırlıkları bundan sonra başladı”, diye de ekler tarihçimiz. Dergimizin kapağına çıkardığımız Portekizlilerin Mekke’yi ele geçirip Kabe’yi yıkma ve Medine’ye girip Efendimiz’in (sav) kabr-i şerifini Lizbon’a kaçırma (hafazanallah) teşebbüsüne dair araştırmamızı okuduğunuzda bu rüya hadisesini farklı bir gözle değerlendireceğinizden eminim. Hele ki şu inceliklerini okuduğunuzda Selim Han’ı daha çok seveceksiniz. Celalzade Mustafa anlatır: Bir gün Piri Paşa Mekke ve Medine’ye Anadolu’dan kadı tayin etmek gerektiğini söyleyince Yavuz ona öyle bir kükremiştir ki: “Mekke ve Medine padişahlığı Hz. Peygamberin evlad-ı kiramı elindedir. Ben o memleketleri asker çekerek varıp almadım. Onlar kendiliklerinden güzel edepleri gereği bana itaat ve ikram ettiler ve saygı gösterdiler. Bu izzetin mükafatı üzerime lazımdır. Gece gündüz Allah’a şükr ve niyaz ederim. Haremeyn ahalisine ne denlü himmet, atıfet, riayet ve şefkat mümkünse esirgeme. Lakin sakın ha sakın Mekke ve Medine işlerine müdahale eyleme.” İşte bu tarihin mislini nadir kaydettiği padişahın dünyasını daha iyi anlayabilmek için bu defa Hıristiyan Portekizlilerin kutsal beldelerimizi nasıl tehdit ettiklerine ve keşif seferlerinin karanlık yanına eğileceğiz. Ve göreceğiz ki, Yavuz bu işgali önlemeye memur edilmiş. Yeni yılda ve yeni sayılarda buluşmak dileğiyle.
bizden size Mustafa Armağan Genel Yayın Yönetmeni
OKUR HATTI Okur Hattı: 0212 467 52 52
PAYITAHT IÇIN OKUMA ÖNERISI Derin Tarih her konuda kaynak niteliğinde. İstanbul’un Fethi ile ilgili Osmanlı, Bizans ve Cumhuriyet tarihçilerinin yazdığı kaynak kitaplardan önerebilir misiniz? Ahmet Erkan Paşahan / İstanbul ATATÜRK’Ü PUTLAŞTIRAN KIMLERDI? Derginizi 15 aydır aralıksız almaktayım. Bir tarih sever olarak çok memnunuz, mükemmel bilgiler paylaşıyorsunuz. Ben de size araştırıp da yeterince bilgi sahibi olamadığım bir konuyu sormak istiyorum. Bilgilendirirseniz en azından 3-4 aile olarak rahata kavuşacağız. Atatürk’ün zamanında adını hiçbir adrese, sokağa vermediğini, hiçbir büstünü yaptırmadığını savunan, onu sonradan biz putlaştırdık diyen dostlarıma cevap niteliğinde bilgiler istiyoruz sizden. Ömer Faruk Top
OSMANLI’DA MEKTEP MÜFREDATI Frankfurt’ta ikamet ediyorum. Goethe Üniversitesi’nde Eğitim Bilimi alanında Master öğrencisiyim. Barış pedagojisi alanında okul ve toplumlardaki heterojenliği incelemek istiyorum. Osmanlı mekteplerinde karışık milletlerden öğrencilerle nasıl ders yapılmış? Hangi müfredata göre hareket edilmiş? Bu konuda tavsiye edebileceğiniz kitap veya araştırma varsa çok sevinirim. Gül Yaman / Almanya HISARDAKI YAZININ SIRRI NE? Bahçeşehir Üniversitesi öğrencisiyim, aynı zamanda tarih meraklısıyım. Cevabını aradığım bir soru var: Rumeli Hisarı ve planındaki muhteşem Muhammed yazısı! Bununla ilgili elinizde herhangi bir bilgi varsa paylaşabilir misiniz? Uğur Kırtan
DT: 27. sayımızdaki Aylin Tekiner imzalı “Sevilen, Sürülen, Putlaşan ve Gömülen Atatürk Anıtları” başlıklı yazıda sorunuza cevap bulabilirsiniz.
ÖLMEK VAR DÖNMEK YOK Dergiyi her ay heyecanla takip ediyorum. Bize çok şey katıyorsunuz. Merak ettiğimiz konulara yer TARIHSEVERLERIN veriyorsunuz. Bu, tarih severler YAZILARI YAYINLANIR MI? için büyük bir fırsat. Tarık bin Derin Tarih’e kaynaklarıyla Ziyad Endülüs'ü fethederken birlikte hazırladığımız araştırma gemileri yaktı mı? Bazı âlimler yazılarını göndersek yayınlanır yakmadı diyor. Ordu ne olursa mı? Hangi adrese göndermemiz olsun geri dönmesin diye yakmış gerekir? olabilir mi? Eşref Mimli Yunus İrin DT: Yazılarınızı okurhatti@ derintarih.com adresine ulaştırabilirsiniz. Yayın kurulumuzca uygun görüldüğü takdirde yayınlanabilir.
8
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
twitter.com/derintarih
[email protected]
DT: Sorunuzun ayrıntılı cevabını Kasım ayında çıkan Endülüs özel sayımızda bulabilirsiniz.
HAMIDO’YU BIZE TANITIN 12 yıl önce Hamido diye bir kitabın çıktığını duyunca almak istedim lakin bulamadım. Yayınevini aradığımda ellerinde olmadığını ve bir daha basılmayacağını söylediler. Biraz sıkıştırınca birkaç askerin bütün kitapları zorla aldıklarını (hatta yanlış basılmış nüshalarını bile) ve götürdüklerini, ayrılırken de bir daha basılmaması için gözdağı verdiklerini söylediler. Birkaç yıl sonra bir sahafta bulup okudum. Baskıcı Kemalist Batıcılığına karşı muhteşem bir Anadolu direnişiyle karşılaştım. Okuduktan sonra Hamido’nun Malatya yerel gazetesinde yıllarca yazdığını duydum ve yazılarının peşine düştüm. Lakin yazıları bulamadım. Hamido gibi bir kahramanın unutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda yapacağınız çalışmalar gençliği motive edecek, tarihe not düşecek, arşiv niteliği taşıyacaktır. Burak Uslu / Eskişehir SAYFALARINIZA TARIHÎ KIŞILIKLER YAKIŞIR Derginizin bütün sayılarını okumasam bile ilk sayıdan beri takip etmeye çalışıyorum. Tarihî olayları mecmua sıcaklığında bize ulaştırmanıza müteşekkiriz. Tarihî önemi bulunan fakat özellikle biz gençler arasında pek bilinmeyen şahsiyetlerimize daha fazla sayfa ayırsanız... Biyografileri, fikir hayatları, varsa kitapları vs. hakkında bilgiler sunsanız nasıl olur? Örneğin Necip Fazıl, Semiha Ayverdi, Yahya Kemal, Osman Yüksel… Çalışmalarınız bereketli olsun. Abdullah Sarı
@fatihyazici34 / Fatih YAZICI Gündeme uygun bir kapak konusu olmuş. Ekim sayısını çok çabuk okuyunca 3 haftadır @derintarih’siz kaldım. @ErdemTaser / Erdem Taşer Sadece bu kitap hediyesi için bile alıp okunacak dergi: @derintarih Ama o dergi şudur budur diyenler: “Cehaletten müthiş fakirlik olamaz” @nusretaydemir / Nusret Aydemir Din kardeşliği uğruna beraber savaşmış iki kardeş. Anadolu hepimizin derken şimdi anlıyor musunuz? @derintarih @omerucarr / ÖMER UÇAR Türk ve Kürt, köklü tarihi, birliği beraberliği, yaşanan olayları okuyun bilgilenin @derintarih @omerfaruktakim / Ömer Faruk TAKIM
Bu ümmetin evlatlarının üzerinde oynanan iki oyunu gösteren müthiş iki sayı. Teşekkürler @derintarih @tos_vos / Rabki Ekrem Buğra Ekinci hocanın röportajı yayınlanmış. Okumalı! @mrberatalk / Ömür Berat Çalık Vizeler başladı diye biz Tarih okumaktan vazgeçecek değiliz @derintarih her sayı yığınla yeni bilgi demek, teşekkürler. @bekiraydogan88 / Bekir Aydoğan @derintarih dergisinin son sayısı: Malazgirt’ten Çaldıran’a ve Lozan’a kadar Kürtleri işlemiş, öneririm. @Halukimamoglu / H. İmamoğlu Mustafa Armağan, yalanların üzerindeki örtüyü kaldırıyor @derintarih kasım sayısında Ayın tweeti olmak için orijinal tweetlerinizi bekliyoruz.
HATASIZ KUL OLMAZ Derin Tarih’in 4. Özel sayısında (Ah Endülüs) sayfa106’da kullanılan görsel Hatice Abay’a ait olduğu halde ismi sehven yazılmamıştır. Kendisinden ve okurlarımızdan özür dileriz.
SIZ SORUN TARIHÇILER CEVAPLANDIRSIN! Tarihle ilgili merak ettiğiniz soruları e-maille
[email protected] hesabına veya postayla Maltepe Mah. Çayhane Sok. No: 1 Zeytinburnu - İstanbul adresine gönderebilirsiniz.
KIZLARINI NIÇIN ÖLDÜRÜYORLARDI?
Prof. Dr. Adnan Demircan
Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürme âdeti bütün kabileler arasında yaygın değildi. Bunu Temîm gibi bazı kabileler uyguluyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de çocuk öldürmenin geçim sıkıntısından kaynaklandığına dair bilgiler vardır: “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur” (17/31). Cahiliye döneminde geçim sıkıntısı çeken bazı insanlar çocuklarını öldürme kararı verdiklerinde daha çok yük olarak gördükleri, aileye faydası olmayan kızlarını feda ederlerdi. Zira erkek çocuk Cahiliye döneminde kabile ve ailenin namını devam ettirecek, gerektiğinde onun kız çocuklarının için savaşacaktı. Ayrıca Araplar kız çocuğu sahibi olmaköldürülmesinin tan pek hoşlanmazlardı. Bu durumu Kur’ân-ı Kerim şöyle sebebi neydi? haber verir: “Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir!” (16/58). Kızların gömüZeynep Baş lerek öldürülmesinin sebebi, toplum nezdinde erkek çocuklara İstanbul denk görülmemeleri ve ekonomik sıkıntılardı. (Geniş bilgi için dergimizin Eylül 2013 tarihli sayısındaki yazıya bakınız.)
SAHI ISYANLAR NEDEN ÇIKAR? Genelde ekonomik sebeplere bağlanan iç isyanların sebebi neydi? Neden devletin en güçlü olduğu dönemde çıkmıştı? Hakan Koçak / Ankara Osmanlı dönemindeki iç isyanların devletin en güçlü olduğu zamanlarda çıktığını söylemek doğru değil. Farklı dönemlerde farklı sebeplerle çıkan isyanlar var. İsyanları askerî ve sivil olarak ikiye ayırmak mümkün. Her ikisinin ortak sebebi de ekonomiktir. Mesela ilk askerî ayaklanma olan Edirne’deki Buçuktepe
Prof. Dr. Abdulkadir Özcan İsyanı’nın görünürdeki sebebi akçenin ayarının düşürülmesiydi. Daha sonra da cülus ve sefer bahşişleri yüzünden birçok isyan çıkmıştır. 16. yüzyıl sonlarından itibaren ise “Celali İsyanı” adı altında toplanabilecek taşra ayaklanmalarını görürüz. 18. asırdan itibaren bunlara güçlü ayan ve derebeylerin ayaklanmaları eklendi. Bunlara Kalenderoğlu isyanı gibi Osmanlı ordusu seferdeyken çıkan isyanları da ekleyelim.
SELÇUKLULARDA TUĞRA VAR MIYDI? Selçuklu sultanlarının da tuğraları var mıydı? Mehmet Özkan / Ankara Selçukluların ilk sultanı Tuğrul Bey zamanından itibaren tuğranın varlığından bahsedebiliriz. Nitekim Tuğrul Bey, Halife Kaim bi-Emrillah’tan aldığı unvan ve lâkapları mührünün üzerine bir yay koydurarak tespit etmişti. Bu işarete tuğra, bunu yazan görevliye de tuğraî denilmekteydi. Tuğrul Bey’in tuğrasının Selçuklu madenî paralarında rastlanan ok ve yaydan ibaret Kınık damgası olduğu kabul edilmekteyse de bunlar zamanımıza ulaşmamıştır. Kalın bir tevkî‘ hattıyla yalnız “sultan” yazılı birkaç Selçuklu fermanına bakılırsa bunun tuğranın sade şekli olabileceğini, hatta kelimede geçen üç elifin ve sondaki nûn kavisinin ilk Osmanlı tuğralarına ilham kaynağı olduğu söylenebilir. Sultan Sencer’in alâmeti, altta tuğra kavsi (tahte kavsi’t-tuğra) ve üstte tevkî’ (Bismillah tevekkeltü ‘ala’llah) şeklindeydi. Böylece Selçuklu tuğrası damga, hükümdarın tevkî, isim ve elkabından meydana gelmekteydi.
Doç. Dr. Muharrem Kesik
10
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
“Meydanın Avrupa usulü hayat tarzının numunesi niteliğindeki İstiklal Caddesi ile birleştiği yerde yaklaşık üç asırdır Osmanlı vakarıyla direniyor bir maksem”
SUYUN KALBİNİ DAĞLADIK ‘Yarı Frenk, yarı modern’ olmasıyla ünlü Taksim Meydanı’nın bu dört dörtlük soylu Osmanlı eseriyle başlamasını tarihin garip bir cilvesi olarak değerlendirir merhum Çelik Gülersoy. Üstelik Taksim’e ismini veren de o olduğu halde... Maksem 1732-33’de Sultan I. Mahmud tarafından Kasımpaşa-Galata-Beyoğlu bölgelerine su dağıtımı için yapılmış. Gelgelelim bir hoyratlık devri açılmış önünde ki kapkara. Çeşmesinin, 15-16 yıl kadar önce tinercilerin geceleri yaktığı ateşten kararan mermerlerini Beyoğlu İtfaiyesi su sıkarak temizlemiş(!), daha doğrusu çatlayıp dökülmeleri için eşsiz bir müdahalede bulunmuştu. Bu yaralı çeşmenin her gün yanı başından onbinlerce çift gözün geçtiğini düşünürsek onu utandırmaya ant içtiğimizi bile söyleyebiliriz. Üzerindeki istiridye kabuğu biçimli süsleme ile altındaki son derece zarif, şiir güzelliğindeki 283 yıllık mermer kabartmalar tinerci ateşinin etkisiyle dökülmüş durumda. Ecdadın şehrin bu nefis su mimarisi örneğini düşündükçe Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı” sözünü hatırlamadan edemiyor insan. Allah’tan kapının üzerinde bir çift kuş evi var da onlar medeniyetimizin incelik ve zarafetini ‘modern şehirlilere’ inat haykırmaya devam ediyor...
12
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
© MUSTAFA CAMBAZ
Bunu da Gördük
2015 ARALIK / DERİN TARİH
13
[email protected]
ÖZLEM KOCUKELİ ÖZBAY
Aktüel
Osmanlı’yı 300 yıllık mücevherler anlatsa, biz dinlesek… Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi dileğimizi işitmiş olacak ki 35. yılını Osmanlı cevheriyle taçlandırıyor. 3 Aralık’ta başlayacak ‘Cevher’ sergisinde 17-20. yüzyıl arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kuyumculuk zevkini yansıtan eserlerle buluşacağız. Sadece kuyumculuk zevki mi? Taşı dantel gibi işleyen, onun dilini çözüp handiyse sohbete girişen bir zevkin numuneleri refakatinde Osmanlı’nın gönül okyanusunda kulaç atıyoruz aynı zamanda. Müzenin Türk-İslam bölümünde yer alan, mineli ve murassa eserlerin bulunduğu 139 parçalık tarihî koleksiyonda elmas, zümrüt, yakut gibi değerli taşlarla süslenmiş eşyalar ve ince işçilikleriyle birer mücevher niteliği taşıyan mineli eserler bekliyor bizi. Mesela kemer tokası, yazı kutusu, divit, kaşık, fincan zarfı, sakızlık, şerbetlik, cep saati, yelpaze, broş, nişan ve terlik… Hatta sineklik, tütün çubuğu, enfiye kutusu. 3 Aralık Perşembe günü ziyarete açılacak olan sergi 31 Mayıs’a kadar sürecek. Osmanlı’nın minyatür mimarisi diyebileceğimiz mücevherleri dünya gözüyle görmeden olmaz elbette.
14
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
BİZANS BİLİMİN KANATLARI ALTINDA Anadolu medeniyetleri üzerine yürütülen araştırmalara destek veren Koç Üniversitesi, “Geç Antik Çağ ve Bizans İmparatorluğu” dönemine ışık tutarak Türkiye’nin kültürel zenginliğine katkıda bulunacak bir araştırma merkezini faaliyete geçirdi. Koç Üniversitesi ve Stavros Niarchos Vakfı işbirliğiyle Rumeli Feneri Kampüsü’nde kurulan Geç Antik Çağ ve Bizans Araştırmaları Merkezi (GABAM)’nin direktörlüğünü Prof. Dr. Engin Akyürek üstleniyor. Geç Antik Çağ ile 1100 yılı aşkın süre boyunca Anadolu’da varlığını sürdüren Bizans kültürü alanındaki bilimsel çalışma ve araştırmaları desteklemeyi amaçlayan GABAM alandaki önemli bir boşluğu dolduracak gibi görünüyor.
ÇİFTE MİNARE’NİN YENİ ÇİNİLERİ Anadolu’daki en önemli Selçuklu eserlerinden Çifte Minareli Medrese’nin restorasyonu sırasında yeni çiniler bulundu. Minareler üzerindeki 16 sütunda dörder Allah lafzı, 5 mukarnas ve şerefe kısmındaki yaklaşık 15 bin çini görenleri büyülüyor. Vakıflar Erzurum Bölge Müdürü Kenan Ünğan Allah lafızlarının turkuaz mavisi üzerine patlıcan moru renginde çizildiğini, bunların onarımını ve çizimlerini gerçekleştirdikten sonra yerlerine montajlarının yapıldığını ifade etti. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun giriş kapısının üzerinden alınan numunelerini incelemesi sonucu kapının 150 ila 250 yıllık olduğu ortaya çıkmış. Bu enfes çinilerden hissemize düşen: Kâh semaya uzanan minarede, kâh toprakta mahfuz bir köprünün ayaklarında Selçuklu’nun emanetleri sandığımızdan da fazla.
C
M
Y
CM
TARİHÎ ERMENİ KİLİSESİ HURDA DEPOSU OLDU
MY
CY
CMY
İzmir’in Bayındır ilçesinde birkaç yıl önce restore edilen tarihî Ermeni kilisesi depo niyetine kullanılmaya başlandı. Sabah’ın haberine göre restorasyonu gerçekleştiren önceki belediye tarafından kültür merkezi olarak tasarlanan bina yeni belediyenin hurda ve karton deposu olmuş. Kapısında bekçinin dahi bulunmadığı binanın içinde bira şişeleri ve atıklar Müslüman-gayrimüslim Bayındırlıları üzüyor. Topraklarımızın çok kültürlü mirasının örneklerinden olan tarihî kilisenin bu özelliğine yakışır bir şekilde değerlendirilmesini diliyoruz.
K
GAZZE ŞERİDİNDE OSMANLI PARASI BULUNDU Gazze’de Şucaiyye Mahallesi’nde Osmanlı dönemine ait madeni paralar bulundu. Gazze Belediyesi Mimarlık ve Planlama Genel Müdürü Nihad El-Muganni, AA muhabirine yaptığı açıklamada Şucaiyye Mahallesi Bağdat Caddesi’ndeki kanalizasyon altyapı kazı çalışmaları sırasında içinde çok sayıda madeni para olan küpler bulunduğunu söyledi. Yapılan incelemede
bunların Osmanlı dönemine ait olduğu belirlenmiş. Para dediğin küplerde muhafaza olunur. Ya 1. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin Kudüs’e ilerlemesini önlemek için en önemli direnişlerden birine sahne olan, 7 Aralık 1917’de düşen Gazze topraklarında yatan binlerce Osmanlı şehidi? Onlardan da haber veren olacak mı?
HEP BİRLİKTE EĞİTİMDE MÜKEMMEL BİR İŞ
BAŞARDIK.
Kişisel gelişim ve eğitim platformumuz ‘‘ALBARAKA AKADEMİ’’, 21. Brandon Hall Group HCM Excellence Awards’ta Eğitimde Mükemmellik Ödülü’ne layık görüldü. Mutluyuz, gururluyuz.
Aktüel
SERGİ
HARPUT KALESİ’NDE UNESCO HAZIRLIĞI MÖ 8. yüzyılda Urartu Krallığı tarafından yapılan Harput Kalesi de UNESCO yolunda. Hemen heyecanlanmayın çünkü biraz zamanı var. Fırat Üniversitesi (FÜ) Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü’nce yürütülen ve yaklaşık 10 yıl sürmesi planlanan kazı ile restorasyon çalışmalarının ardından geçici liste için başvuru yapılacak. Kazı başkanı Doç. Dr. İsmail Aytaç iç kale kazılarında 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı döneminden kalan
çanak çömlek, bakır sikke, cam ve metal yüzük, mühür, ok ucu, kandil ile Doğu Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen bakır tas gibi günlük hayata ilişkin eşyalar bulduklarını belirtti. Ayrıca Urartu döneminden kalma yeni bir sarnıç ve Elazığ kültürünü yansıtan “kürsü başı” geleneğinin izlerini taşıyan bir mekan da tespit edilmiş. Pek çok medeniyetin emanetini muhafaza eden 13 asırlık kaleye UNESCO yolunda gayret diliyoruz.
ERTUĞRUL 1890 FİLMİ BU AY VİZYONDA Çekimleri bir yıldır devam eden Ertuğrul 1890 5 Aralık’ta Japonya’da, 25 Aralık’ta da Türkiye’de vizyona girecek. Filmde 1890 yılında Japonya açıklarında batan, 600’e yakın Osmanlı denizcisinin şehit olduğu Ertuğrul fırkateyninin hikâyesinin anlatıldığını biliyorduk. Ama Türk-Japon dostluğunu güçlendiren bir hadise daha var:
16
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
1985’te 215 Japon vatandaşının 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın talimatıyla İran-Irak savaşından kurtarılması. Yönetmen Mitsutoshi Tanaka’dan filmde bu olayın da anlatıldığını öğrendik. Tek film, iki hikâye, eski komşuların araya yıllar ve yollar girse de eskimeyen kardeşlik destanı. Gel de izleme bu filmi!
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Resmi Erken dönem Türk resminin seçkin örnekleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde İstanbul’da çalışmış yabancı sanatçıların eserlerinden oluşan sergi Sakıp Sabancı Müzesi’nin kalıcı koleksiyonu kapsamında gezilebilir. 1850-1950 arasında yoğunlaşan koleksiyonda Raphael, Konstantin Kapıdağlı, Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmed Paşa, Süleyman Seyyid, Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Fikret Mualla gibi yerel sanatçılar ile Fausto Zonaro ve Ivan Ayvazovski gibi yabancı sanatçıların eserleri OsmanlıCumhuriyet köprüsü üzerinde rengarenk bir geçit sunuyor. Yer: Sakıp Sabancı Müzesi Adres: Sakıp Sabancı Cad. No: 42 Emirgan - İstanbul Tarih: Sürekli sergi
Kesişen Dünyalar - Elçiler ve Ressamlar Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan yapılan bu seçkide 17. yüzyıldan 19. yüzyıla elçi portreleriyle buluşuyoruz. Diplomasi tarihinin dolambaçlı yollarında gezinirken fırça darbelerinin peşine takılıp elçilerin dünya görüşlerini, gezip gördüklerini, görüp de diyemediklerini, yani sırlarını alıyoruz ağızlarından. Yer: Pera Müzesi Adres: Meşrutiyet Caddesi No: 65 Tepebaşı - Beyoğlu İstanbul Tarih: Sürekli sergi
DEZENFEKSİYON ÜCRETİ TARİHÎ ESERLERE AKTARILIYOR Gidenler bilir, Osmanlı’nın ilk başkentlerinden Edirne’nin her köşesinde ecdat nefesi hissedilir. Cumhuriyetle birlikte Osmanlı şehri hüviyeti üzerinden çekilip alınmış bu şehirdeki ayakta kalabilen tarihî eserler Valiliğin örnek çabalarıyla ihya edilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz ay bunlara bir yenisi daha eklendi. Kapıkule Gümrük Kapısı’ndan giriş yapan bitkisel ve hayvansal ürün taşıyan tırlardan alınan dezenfeksiyon ücretinin tarihî yapıların restorasyonu ve eksikliklerinin giderilmesi için harcandığı bildirildi. Dezenfeksiyon ücreti ne, açıklayalım. Ülkeye giriş yapan tırlar, giriş işlemlerini tamamlamalarının ardından dezenfeksiyon ünitesine girerek enfeksiyon tehlikesine karşı sterilize ediliyor. Tır sürücüleri bu uygulama için 65 lira ödüyor. Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, AA muhabirine yaptığı açıklamada dezenfeksiyon ücretinin bir kuruşuna bile dokunulmadan yadigar eserler için kullanıldığını, ücretin valiliğin bu kalem harcamaları için bir kaynak olduğunu söyledi. Edirne Valiliği’nin bugüne kadar tarihî eserlerin onarımı için 12 milyon 600 bin lira harcadığını da öğrendik sayın validen. Çok isteyen çölde kartopu yapar dedikleri bu olsa gerek. Edirne Valiliği’ne bu örnek uygulama için kalbî tebrikler.
ŞEYMA AYDIN
[email protected]
“
H
ak budur kim şâh divanın temâşâ kılmağa/ Düzdi tak-i zer-nigâra la’lden manzâr güneş” (Güneşin, padişah divanını seyretmek için altın işlemeli kemere yakuttan bir pencere açtığı hakikattir) der Ahmed Paşa. Fatih Sultan Mehmed’i güneşe, kemeriyse semaya benzeterek Sultan’ın divanı gizlice temaşa etmesini latif bir benzetmeyle ifade eder. Kemer kâh sevgilinin âguşunu bezeyen bir âşık, kâh tekke adabını öğreten bir sembol olarak kuşatır tarihin belini. Nerede kullanılırsa kullanılsın insanoğlu için itidalin remzi gibidir. Arapça orta, ortalama anlamlarına gelen “vasat”, tekkede kemer bağlama anlamında kullanılırmış, buna da erenler “şed bağlamak” derlermiş. Öte yandan Ferit Devellioğlu’nun Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ında “bele takılan kuşak, kayış; pantolon, şalvar gibi giyeceklerin bele rastlayan kısmı” olarak geçer. Bizim memleketin kemerleri Anadolu’nun değişik yörelerine göre karakter kazanmıştır. Mesela Karadeniz’de altın veya gümüşten hasır örgülü, Doğu ve Orta Anadolu’da sevadlı gümüş
18
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
kemerler, Orta Anadolu ve Trakya’da telkari kemer bağlamak düğün ve eğlencelerde âdet haline gelmiştir. Gelinlere babası tarafından kıymetli bir kemer bağlanması geleneği de kızın, kocasının hizmetine bel bağladığının işaretiydi. Eski manasıyla iki akarsuyun birleştiği yer anlamındaki tokaya değinmeden olmaz. Tokalaşmak iki elin birleşmesi, mutabakat, anlaşmak demek. Bir kemerin üzerine kurulduğunda da kuşattığı beli koruyup kollayacağına dair bir ahit olur. Bilhassa İstanbul’da altın veya gümüşten mamul tokaların üzerine yeşim ve mercan gibi kıymetli taşlar döşenirdi. Osmanlı’nın kılıç kuşanma törenlerinde padişah Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesini ziyaret ederdi evvela. Sonrasında törenle, kemerden sarkan biri uzun, diğeri kısa zincirlerden kınındaki halka-
Eşyanın Kalbi
larla bağlanan kılıç kuşanılırdı. Dönüşte de yol üzerindeki atalarının türbelerini ziyaret ederdi. Eskiden seyahatlerde tokasız “altın kemer” kullanılırdı. Sağlam ve yumuşak bir bezden yahut yumuşak sahtiyandan (tabakalanarak boyanmış ve cilalanmış deri) yapılırdı. 4-5 parmak eninde iki katlı olarak kesilip dikilen bu kemerlerin iki katı arasına altın paralar yerleştirilip teker teker dikilirdi. Bu kemerler çamaşır altından ten üzerine bağlanırdı. Hem yol için gizli bir harçlık, hem de hava şartlarına karşı seyyahı koruyan bir mahfazaydı.
Tekkelerin vazgeçilmezi Kemerler aynı zamanda bir mürşidin hizmetine bel bağlamanın da sembolüydü. Misal, “kulluk kemerini bağlamak” tarikata girmek, “kemer sıkmak” ise seyr ü sülûk yolunda gayretle çabalamak demekti. Bu kemere de “gayret kuşağı” denirdi. Medreselerde, talebelerin hizmetlerine bakmak üzere seçilmiş özel kişiye de ‘kemer’ denilirdi. İmaretten çorbayı alır, medreseye getirerek dağıtır, temizlik vs. hizmetlere bakardı. Bu talebe müderris ve öğrenciler arasında adeta elçilik vazifesi görürdü. Bektaşiler zamanında bellerine sardıkları kemere, Hz. Ali’nin (ra) kölesi olan Kanber’e telmihle “Kanber-i Ali” derlermiş. Yuvarlak şerit veya örme kaytandan yapılan bu kemer, bağ vazifesini gören armut biçiminde Hacı Bektaş taşıyla birbirine bağlanırmış. Bir de Farsça, kemer bağlama manasında kemer-beste terkibi vardı. Bektaşi rivayetlerine göre Hz. Ali, Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) başta olmak üzere 17 evladına kemer ve silah kuşatmış. Her birine Esma-i Hüsnâ’dan birini telkin etmiş, onlar da kendilerine söylenen ismi zikrederek savaşırmış. Ahmed Rif’at Efendi’nin Mir’âtu’l-Ma-
kasıd’ında Bektaşi gülbanklarındaki 17 kemer-beste ifadesinin de buradan geldiği söylenir. Farsça yün kemer anlamındaki “nemed” Mevlevilerin tennure üzerine sardıkları kemerde kendine “elif-i nemed” adında bir remz bulur. Sağdan sola doğru sarılan bu kemer tarikata giren müride, mürşidi tarafından üç veya yedi kere dolanarak sarılırdı. Ayin esnasında da kemeri takmak mecburiydi. Kadirî ve Rufaîlerin bellerine sardıkları kuşağın genişliği de 8 ila 10 santim arasında olup çuha kumaşından yapılırdı. Kemerin bir ucuna parça parça dikilmiş meşin üzerine üç sıra halka iliştirilirdi. Kemerin öteki ucuna konan çengeller de halkalara iliştirilir ve bu kemeri sadece mürşide biat edenler kuşanırdı. Yunus, imdi tevbeye gel Can sendeyken eyle amel Aşk ile gel kuşanıgör Bu dervişlik pâlhengini
Gelenekten moderne Delikli işlemeli deri kemer, modern üretim tekniğini geleneksel dokunuşlarla kuşatmış.
Hazine’nin çengal kuşağı Topkapı Sarayı hazinesindeki yeşim üzerine altın çiçekli ve çift kemer tokalı kemer paha biçilmez bir 17. yüzyıl mücevheri.
der Yunus Emre. Farsça av veya suçlu kişinin bağlandığı kemende veya ipe “pâlheng” dermiş eskiler. Aynı zamanda dizgin anlamına da gelir bu söz. Kalenderi ve Bektaşilerde pirinç veya gümüşten bir mahfaza bu taşı arkadan tutarmış. Arkadaki bir halkadan geçen kuşakla da beldeki kemerin üstüne ve göbeğin sol tarafına gelecek şekilde kuşanılırmış. Bu taş onu bağlayanın, nefsini kemendine bağlayıp yendiğine, dünya şehvetlerinden kurtulduğuna alamettir. On iki İmam’a işaret olarak da 12 köşelidir. Kemerin hikayesi uzar gider. Sözü Enderunlu Fazıl’a vererek son bir delik daha açalım bağrında: Zerrin kemeri bağladı bir ince bel oldu Bir nahli tecelli dimeğe muhtemel
I. Ahmed’in türbedarı Padişah türbelerinde sorguçların yanı sıra sandukaların üzerine murassa kemerler sarılırdı.
Avrupalının belinde Beyaz deri üzerine parlak işlemeli kemer 19. yüzyıl asilzadeleri için özel olarak hazırlanırdı.
oldu.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
19
Miras Metinler
Kendine has ‘İstanbulî’ üslubuyla Sâmiha Ayverdi’nin semâ ve zikrin ruhu arıtmanın, ferahlamanın yolu olduğunu belirten cümlelerini okuyoruz. Ruhî terbiye metodunun bugün ‘hâlâ’ yasaklı oluşunu hatırlayarak...
Derunî sağlığa resmî yasak
S
Onlar görünmez kudret olan Tanene 1954, Celâl Bayar, Cumrı’dan haber vererek iyiliğe çektikleri hurbaşkanı. Eşi Reşîde Hanım Şeb-i Arus merasimini görmek insanların yalnız manevî sağlıklarından değil maddî sağlıklarından da üzere Konya’ya gelmiş bulusorumluydular. Bu şâirlerin adları genuyor. Biz de grup hâlinde Konya’dayız. leneklerine çok bağlı olan Türkler araİlk defa turizm bereketlerini zenginleşsında İslâmiyet’ten sonra da yaşamıştır. tirmesi için bir sema âyini yapılacak. Hem de türbe-i şerifin içinde. Âyini Vecd hâlinin İslamî tezahürü olan sema bu sebeple Türkler’e çok câzip idare edecek olan Afyon Mevlevihânesi gelmiştir. eski postnişini. Batı’nın psikiyatrislerinden, ruh sağEski Türkler’de Ortaasya’da baksı, lığı metotlarından çok daha müessir bir şaman ve ozan adı verilen saz şâirleri » Samiha Ayverdi derunî sağlık müjdeleyen bu zevkli mehem saz çalar, hem rakseder, hem de (1905-1993) tot ne yazık ki Türkiye’de yasak. Amma şiir söylerlerdi. Bu üç sanatla öyle cobunu bilen yok. Hayır var. O da cehalet şarlardı ki halk onların heybetli manve mâziden nasipsiz kalmış kimselerin zarasında vicdan duygularının dile geldiğini duyardı. keyfî, “Olsun, olmasın” buyruklarından ibâret. Baksılar bu işleri yaparken kendilerinden geçerSema zikir arıtıcı ve sağlıklı bir duygu ve düşünler, taşkın heyecanları, feryatlaşan sesleri ve değişen ce noktasına gelerek ferahlamak yolu olduğu halde yüzleri ile seyredenler ve dinleyenler üzerinde büşimdi bu yollar tıkalı. yük tesir bırakırlardı. Ah Tuna Vah Tuna, Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı, 2013, s: 19, 20.
20
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
IM KEL N I Y A
“
N
oel yılbaşından farklı bir kutlama” diyenler çıkacak. Evet, “noel” (Latince “natalis”den, doğum), yani Hz. İsa’nın doğum gününe izafe edilen kutlama, yılbaşından 6 gün önce, 25 Aralık’ta. İngilizler “christmas” diyorlar ki, aynı kapıya çıkıyor. 26 Aralık’ta da kutlamalar devam ediyor. Noel tatili, yılbaşını da içine alacak şekilde uzatılıyor ve böylece iki “kutlama” birleşiyor... Ayırt edebilen beri gelsin! Yılbaşının “noel”le alâkası olmadığına, yılbaşında “christmas”ı kutlamadığımıza yemin kasem ediyorlar. Her ne kadar bir Hıristiyan azizi, yani Aya Nikola veya Sen Nikolas olduğunu söylüyorlarsa da yılbaşı kutlamalarında Noel Baba’nın dinî bir motif olarak görülmemesi gerektiğini iddia ediyorlar. Üzerine hediyeler asılan yılbaşı ağacına da kabul edilebilir bir yorum getiremiyorlar. “Yılbaşı”na, modern sözlükçülüğümüzün pirlerinden Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî’sinde rastlıyoruz. “Sene-i cedide, sâl-i nev günü” (yeni yıl, yeni yıl günü) olarak açıklanıyor. Şemseddin Sami’nin yılbaşı tarifinden çok, kurduğu örnek cümle mânidar. “Yılbaşı: Sene-i cedidenin (yeni senenin) başladığı gün. Bugün Firenklerin yılbaşısıdır” (Kamus-ı Türkî). Yılbaşının firenklere mahsus bir anlamı olduğunu büyük sözlükçümüz ustaca ortaya koyuyor. “Firenkler” deyince, Avrupalılar, Roma kilisesine bağlı olanlar, katolikler anlaşılmalı. Yani bizim “gâvur”ların (ortodoksların, Ermenilerin, Rumların vs.) bu tarakta bezi yok. Zaten onların “paskalya”sı firenklerin noeli ile aynı değil. Şemseddin Sami Kamus-ı Fransevî’de “noel”i şöyle açıklıyor: “Hazret-i İsa’nın yevm-i viladeti (doğum günü) ve
22
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
ESI
Yılbaşı
Yılbaşı Noeli! o güne mahsus olan paskalya, milâd-ı İsa (İsa’nın doğumu) yortusu.” “Yevm-i mezkûrde kilisede okunan zemzeme” (sözü geçen günde kilisede okunan ezgili dua). Şemseddin Sami “noel ağacı”ndan da söz ediyor: Abre de noel: “Milâd-ı İsa gecesi çocuklara verilecek oyuncak ve şekerleme gibi hediyeler asılarak tertib ve tezyin edilen sun’i ağaç.” Açıklamada hem “paskalya”, hem de “yortu” kelimeleri geçiyor. Hüseyin Kâzım ise sadece “yortu” diyor. Bunlar Batı dillerinde kullanılan kelimeler değil. Paskalya, Türkçe/Osmanlıca-İngilizce Redhouse sözlüğünde “easter” kelimesi ile karşılanırken, yortu için “Christian feast” karşılığı verilmiş. Yani “Hıristiyan festivali”. Paskalya ve yortu nasıl tefrik edilebilir? Resimli Türkçe Kamus’da Raif Necdet Kestelli paskalyayı “Hıristiyanların büyük bayramı ki o gün Hazret-i İsa’nın dirilip mezardan çıktığına itikad ederler” şeklinde açıklıyor. Bu durum-
D. MEHMET DOĞAN
[email protected]
da yortu “küçük bayram” oluyor, fakat Kestelli ilgili maddede “Hıristiyan bayramı” açıklamasına yer veriyor. Yılbaşı ile birleşen noel, Batı Hıristiyanlığının festivali. Festival bizde “bayram” karşılığı kullanılmaz. Bu “festival” uzayıp yılbaşını da içine alıyor. Peki, doğu Hıristiyanlığı bunun neresinde? Ortodokslar İsa’nın doğumunu bugünkü takvimle 6 Ocak’ta kutluyorlar. Bizim de 1925’ten beri resmen tâbi olduğumuz takvime Miladî takvim deniliyor. Yani Hz. İsa’nın doğumunu esas alan takvim. Papa 13. Gregory tarafından düzenlenmiş, 1582’den beri kullanılıyor. Ama nedense yılın ilk günü Hz. İsa’nın doğum günü değil! Doğu kiliseleri ise Jül Sezar’a isnad edilen Jülyen takvimini esas alıyorlar. İsa’nın doğum tarihi konusundaki farkın buradan kaynaklandığı söyleniyor. Fakat Ermeni Patrikliği’nin aylık dergisi Paros anlayış farkını kayda geçiriyor: “Ermenilerin neden Noel’i dünya geneliyle birlikte 25 Aralık’ta kutlamadıkları sıkça sorulan bir sorudur: Bütün Hıristiyan Kiliseleri 4. yüzyıla kadar, 6 Ocak tarihini Mesih’in Kutsal Doğuş Bayramı olarak kutluyorlardı.
Ancak Roma Kilisesi 25 Aralık’ta kutlanan “güneşin doğuşu” pagan geleneğini yıkmak için Noel’in kutlanmasını 25 Aralık’a aldırınca, Roma Kilisesi’nin uydusu olmayan Ermeni ve Rum Kiliseleri bu değişimden etkilenmedi. Ermeniler 6 Ocak Dzınunt ayininin sonunda, Çurorhnek (suyun kutsanması) töreni ile Mesih’in vaftizini de kutlamış oluyorlar.” İsa’nın doğumunun yerleşik putperest kış festivali kutlamaları ile birleştirilmesi bu metinde ustaca “pagan geleneğini yıkmak” olarak niteleniyor. Fakat görülen o ki, Batı Hıristiyanlığı pagan geleneğine teslim olmuş!
Cami yaptırmak için balo Mevzumuz yılbaşı fakat bir türlü esasa giremedik. Eskinin ünlü gazetecilerinden (vefatı 1964), Selami İzzet Sedes’den okuyalım: “Bizim nesil aşçıbaşı, eslükbaşı, onbaşı, yüzbaşı, binbaşı bilir; amelebaşı, işbaşı, kuşbaşı, bilir; dedelerimiz: ‘Bir baş ol da istersen soğanbaşı ol’ diye öğüt verdiklerinden soğanbaşı: ‘Sakın koparma’ dediklerinden çıbanbaşı, ‘olmayı şiddetle reddettiklerinden’ eşşekbaşı bilir; çiftlikte subaşı, Sulukule’de çeribaşı bilir, köprübaşı, çeşmebaşı, merdivenbaşı, bu arada asasbaşı, cellatbaşı bilir; ucu paraya dokunduğundan aybaşı bilir ama yılbaşı bilmezdi. Yılbaşını sonradan öğrendik. Bizim eskiden otuz gecemiz, iki de sabahımız vardı:
Ramazan geceleriyle Bayram sabahları. Yanılmıyorsam bizde yılbaşı Beyoğlu’nda başladı.” Ahmet Haşim’in “Müslüman saati”ni hatırlamanın tam zamanı. Firenk âdetlerine teslim oluşumuzun öyle kendiliğinden olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunun bir dönüştürme, “inkılâp” faaliyeti olduğundan şüphe yok. 80 sene önce… Ramazan Aralık ayının ortalarında başlıyor. Bunun duyurusu resmî Diyanet İşleri Riyaseti tebliği olarak gazetelerde iki üç satırlık yer buluyor. Anlayacağınız, yılbaşı Ramazana rastlıyor. İşte o günün gazetesinde bir reklam: “Ankara Palas. Muazzam senebaşı reveyonu. Masalar şimdiden tutulmaktadır” (Cumhuriyet, 20 Birinci kânun [Aralık] 1935). İthal âdetler kelimelerini de getiriyor: Reveyon (revellion). Kamus-ı Fransevî’de şöyle açıklanıyor: “Gece yarısı yenen yemek, gece taamı”. Diyeceksiniz ki neden “gece yarısı yemeği” denilmiyor? Hem de öztürkçeciliğin zirvede olduğu günlerde? Denilemez, çünkü bu “yemek” başka yemek; afedersiniz, halt yemek! Ülkeyi yönetenler halkı kökten değiştirmek istiyorlar. Bunu hayat tarzı meselesi haline getiriyorlar. Ramazan ve bayram âdetlerini silecek yeni alışkanlıkları yaygınlaştırmak için çabalıyorlar. Yılbaşı büyük ikramiyesi bundan veriliyor. “Tayyare (Hava Kurumu) Piyangosu büyük ikramiye 500.000
lira.” “1935’i de bitirdik. Tayyare piyangosu da bu gece çekilecek (Cumhuriyet, 31 Aralık 1935). İşte 1935 yılının son günü aynı gazetede yayınlanan bir ilan: “Yılbaşı piyangosunun en büyük ikramiyesi ağlebi ihtimal (büyük ihtimal) Kader gişesinin biletleri arasında bulunmaktadır.” İnkılâpçılar kaderi reddediyor, fakat milleti piyango kadercisi yapıyorlar! Ramazana rağmen yılbaşı kutlamaları sürüyor ve Hilâl-i Ahmer, yani Kızılay, yılbaşı balosu tertipliyor! Yılbaşı haftası Ramazan bayramı haftasına karışıyor. Gazeteler Ramazan Bayramını kutlamıyor okuyucuların. Zaten bayramda çıkmıyorlar. Bayramda yalnız Kızılay gazetesi çıkıyor. Fitre ve zekâtların Kızılay’a verilmesi ilânları da gazetelerde yer alıyor. Kızılay’ın yılbaşı balosu konuyu yeterince açıklamadıysa başka bir örnek verelim: “Câmi yaptırma derneği balo verdi.” Hem de yılbaşında! Buyurun haberi okuyalım: “Karabük. 2. (Telefonla)-Safranbolu Cami Yaptırma Derneği, dün akşam (yılbaşı gecesi) dernek menfaatine bir balo vermiştir. Balo geç vakte kadar devam etmiştir” (Cumhuriyet, 3 Ocak 1960). Cumhuriyet’te “cami derneği haberi yer almaz” diyenler bakalım ne yapacaklar! Bu bal gibi “yılbaşı balosu” haberi. Bu şekilde yapılan “cami”yi ve onu yapanların akıbetini siz olsanız merak etmez misiniz?
BİRİNCİ SAYFADAN ŞİİR Günlük gazetenin ilk sayfasında şiir, hem de yılbaşı şiiri. Olmaz ama o zaman olmuş. Edebiyat tarihine geçmiş bir şair olan Halit Fahri Ozansoy, yılbaşı şiiri yazmış, hem de arı dille! Sonunu da Ebedî Şefe hulûs çakarak bağlamış. İşte o zaman bu şiir birinci sayfadan yayınlanır! (Cumhuriyet,1 Ocak 1935)
2015 ARALIK / DERİN TARİH
23
Aralık’ın Dünyası
Müslümanlar arasındaki ilk çarpışma
[email protected]
RABİA ALBAYRAK
Ferman Anayasa
yürürlükte
23 Aralık 1876 - Türkiye Sultan II. Abdülhamid tarafından seçilen 28 kişilik bir komisyonun taslağını hazırladığı Kanun-i Esasi ilan edildi. Midhat Paşa’nın başını çektiği liberal-reformist kanat padişahın haklarını büyük ölçüde sınırlandırmaya teşebbüs etse de padişahın haklarını savunan blok onlara geri adım attırdı. Bu anayasa ile meşruti monarşiye geçilse de Sultanın yetkileri son derece genişti.
Telsizden keman solosu 24 Aralık 1906 - Kanada Aralık 656 - Irak Halife Hz. Osman’ın (ra) vefatından sonra yerine Hz. Ali (ra) geçmişti. O sırada Hac vazifesi sebebiyle Mekke’de bulunan Hz. Aişe (ra) validemiz dönüş yolunda etrafındakilerin çağrısıyla Medine’ye dönmek yerine Bağdat’a hareket etti. Hz. Osman’ın ölümüne sebep olanların bulunmasını isteyen Hz. Aişe ile Hz. Ali mektuplaştılar fakat müzakereler başarıya ulaşmadığından Müslümanlar birbiriyle savaştılar. Hz. Aişe’nin devesi etrafında gerçekleştiği için Cemel (Deve) Vak’ası diye bilinen hadiseden sonra Hz. Aişe’nin çok üzüldüğü ve bir daha siyasete karışmadığı rivayet edilir. Hz. Ali’nin zaferiyle sonuçlanan savaş İslam dünyasındaki bölünmenin de miladı oldu.
“Osmanlı’nın nuru”
Prof. Reginald Aubrey Fessenden insan sesini uzak mesafelere nakletmeyi başardı. Newfoundland açıklarındaki bazı gemilerin telsizlerine bağlanarak Morse sinyalleri yerine insan sesi gönderdi. Bu ses yabancı bir plak çalacaklarını duyurduktan sonra kulaklıklarda George Frideric Handel’in “Largo”su yankılandı. Ardından bir keman solosu duyuldu, sonra bir erkek sesi yayının başarısı hakkında kısaca bilgi verilmesini istedi. Fessenden bu icadı için gerekli enerjiyi bir buharlı makineden sağlıyordu. Kendisinin 500’ü aşkın patentin sahibi olduğunu söyleyelim.
5 Aralık 1755 - Türkiye
Timur’un gözü İzmir’de
1749’da I. Mahmud tarafından inşaatına başlanan cami Padişahın vefatı üzerine III. Osman döneminde tamamlandı. Simeon Kalfa’nın mimarlığını yaptığı caminin ismini günün belli saatlerinde içeriyi dolduran ışıktan aldığı rivayet edilir. Normalde Mahmudiye diye isimlendirilecekken onun ani vefatı üzerine III. Osman, kendi ismini de çağrıştıran Nur-i Osmaniye (Osmanlının Nuru) diye adlandırılmasını istemişti.
İzmir, Ankara Savaşı’ndan sonra Timur tarafından fethedildi. 1344’te Latinler İzmir’i Aydınoğullarından almış, sonraki senelerde güçlenen Osmanlı Beyliği fethedememişti. Osmanlıların şehri kesin olarak zapt etmesi ise Sultan II. Murad’a nasip olacaktı.
7 tepenin 2.’sinde
24
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
1 Aralık 1402 - Özbekistan
Aralık’ın Dünyası
Fatımîlerin vezir savaşı
10 Aralık 1150 – Mısır
12. Fatımî halifesi Zâfir-Biemrillâh Hilafet makamına getirildikten sonra İbn Mesâl’i vezir tayin etmişti. Fakat öbür aday İbn Sellâr isyan ederek Kahire’ye yürüyünce vezirlik kendisine verildi. Bu sırada Sellâr’ın üvey oğlu Abbas, kaçan Mesâl’in peşine düştü ve savaşı kazanarak eski veziri öldürdü. Ne var ki Vezirlik yarışı burada bitmeyecekti. Sellâr da üvey oğlu tarafından bertaraf edildi ve görevi Abbas devraldı.
7 Aralık 1941 - ABD
2. Dünya Savaşı sırasında Büyük Okyanus’taki muhtemel ABD müdahalesini önlemek isteyen Japonlar harekete geçti. Havai adalarından Oahu’daki Pasifik Filosu ve Pearl Harbor askerî üslerine düzenledikleri hava saldırısında 12 Amerikan savaş gemisi ciddi şekilde hasar alırken 188 savaş uçağı imha edildi. 2.403 ABD askeri ile 68 sivilin ölümüyle sonuçlanan Pearl Harbor saldırısı ABD-Japonya ilişkilerinde dönüm noktası oldu.
Dünyanın ilk sinema salonu
İlk Nobeller sahiplerini buldu
1 Aralık 1906
Paris’teki Montmartre Bulvarı üzerinde Omnia Pathe adıyla ilk sinema salonu açıldı. Gösterime giren ilk film Louis J. Gasnier yönetmenliğindeki Le Pendu oldu. Bu mekânın en önemli özelliği sadece film gösterimleri için inşa edilmiş olmasıydı.
Japonlardan ölümcül sürpriz
10 Aralık 1901 – Norveç
FRANSA
İlk Nobel organizasyonu Stockholm’de düzenlendi. Fizik ödülünü Alman asıllı Wilhelm Conrad Röntgen (solda) alırken Edebiyat ödülüne Fransız şair Sully Prudhomme layık görüldü. Barış ödülü ise Henry Dunant ve Frederic Passy’e takdim edildi. Hatırlanacağı üzere Nobel’in 114. yıldönümünde Kimya ödülünü kazanan Türk bilim insanı Aziz Sancar kamuoyunda geniş yer bulmuştu.
Rusya Müslümanlarına gazete 15 Aralık 1905 - Rusya Ringlerde Türk fırtınası
8-31 Aralık 1903
İngiltere
26 yaşındaki Mandıralı Ahmed Londra’daki Pavilion salonunda 27 müsabaka yaptı ve hepsinde galip gelerek tarihe adını yazdırdı. 1,86 boyundaki, 115 kilo ağırlığındaki pehlivanın hocası Kurtdereli lakaplı Mehmed pehlivandı.
26
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Japonya’yı İslamla buluşturan kişi olarak tanınan Abdürreşid İbrahim, Petersburg’da Türkiye Türkçesi ile Ülfet gazetesini yayımlamaya başladı. Dinî meselelere ağırlık veren ve bilhassa medrese öğrencileri tarafından oldukça ilgi gören yayının önde gelen yazarlarından biri Mûsâ Cârullah’tı. Rus hükümetince 85. sayısından sonra kapatıldı.
Siyonist Kongresi’nde II. Meşrutiyet müjdesi 26-31 Aralık 1909 - Almanya 600 delegenin katılımıyla 9. Siyonist kongresi gerçekleştirildi. Toplantının önemli kararlarından biri, Basel programı uyarınca Yahudiler için hukuken güvenceye alınmış bir yurt talebinde ısrar edilmesiydi. Kongre delegeleri Filistin’e göç yasağının üzerinde özellikle durdular. Ayrıca 5 ay önce Osmanlı’da ilan edilen II. Meşrutiyet, Siyonist çabaların geleceği adına bir şans olarak değerlendirilmişti.
© SEDAT ÖZKÖMEÇ
“Hz. Mevlana İslamıyla barışmamız gerek.” Küs müydük peki? Osmanlı’dan bugüne Hz. Mevlana algısındaki değişimin ve gelenekten kopan İslamî düşüncenin izlerini uzmanıyla sürdük.
30
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
1 Kitap 1 Yazar
PROF. DR. MAHMUD EROL KILIÇ:
HZ. MEVLANA’DAN SÜREKLİ BAHSETMEMİZİN SEBEBİ ONU ÖTEKİLEŞTİRMEMİZ! KONUŞAN: OLCAY CAN KAPLAN
[email protected]
M
evlevîlik Osmanlı zihniyet dünyasını nasıl etkilemişti? İslam coğrafyasının son yıllarda kan ve gözyaşıyla harmanlanan hüznüne Hz. Mevlana’nın öğretileri cevap verebilir mi? Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile yeni kitabı çerçevesinde konuştuk. Hz. Mevlana adı en çok zikredilen ama gerçek manada tanınamayan şahsiyetlerden. Mirasından tam manasıyla istifade edebiliyor muyuz?
Özellikle günümüz Müslümanlarının, genel ve özel anlamda Anadolu Müslümanlarının bu mirasla barışması gerekiyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti İslamî düşünceyi gelenekten kopararak ithal düşüncelerle şekillenen bir yapı inşa etti. Şüphesiz o da bir zenginlikti ama açmazları vardı. Bu da ister istemez Kemalizmin yapmak istediği şeyle örtüşüyordu. Binaenaleyh İslam dünyasının din algısı son dönemde maalesef İslamı salt bir hukuk ekolü olarak formatlamıştır. Sadece ceza hukukunu öne çıkarması; rahmet, marifet, estetik, iz’an, hikmet, irfan, cemal gibi tecellilerin bol olduğu muazzez İslam dinini düşmanlarının dahi yapamadığı derecede indirgeyerek güdükleştirmiştir. Bu anlayış nasıl ortadan kalkacak?
Bu anlayışa son vermek için Hz. Mevlana İslamıyla barışılması gereki-
yor. Anadolu İslamının kurucu babaları dediğimiz İbn Arabî Hazretleri, Hz. Mevlana ve Hz. Yunus Emre’den meydana gelen bu üçlü nasıl ki Osmanlı ve Türkiye İslamını şekillendirdiyse, Cumhuriyet dönemi Müslümanlığının da kurucu babaları olmalarını temenni ederiz. Bu sayede ülkemizdeki “dindar”ların dindar olmayanlara yaklaşımı da değişecektir. Kurucu babaların işlediği İslamın Osmanlı Müslümanlarını ilmiye, seyfiye ve kalemiye sınıflarını ihata etmesi ve onların entelektüel dünyalarının şekillenmesinde bu kişilerin emeğinin geçmesi rafine edilen dinî bir hayat ortaya çıkarmıştı. Estetize edilmiş şiiri, edebiyatı ve musikisiyle bir medeniyet inşa edilmişti.
felsefesi ve pedagojinin anlamlandırılması da bu yoldan geçiyor. Yunus Emre veya Mevlana’nın şiirlerinin vezinlerini öğrenciye öğretmek, felsefelerini işliyor olmak anlamına gelmez. Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde Yunus Emre’ye değiniyor olmak, bir Türk şairine referansta bulunmak yeterli değildir. Yunus Emre’nin üslubu itibariyle şiiriyetle işlediği aslında bir İslam metafiziğidir. Bu İslam anlayışının bugün İmam-Hatip liseleri ve İlahiyat fakültelerindeki İslam formatını şekillendirmesi gerek.
Hz. Mevlana Moğol istilasından sonra Anadolu’nun tekrar ayağa kalkmasına vesile oldu. Peki bu coğrafya yeniden nasıl canlanacak? Şeb-i Arus töreni yeterli mi?
Kesinlikle değil. Bütün merasim ve ritüeller işin ikincil, yani törensel kısmıdır, doktrindir asıl önemli olan. Hz. Mevlana’nın hayatında çok nadirdir sema ve törenler. Onun haricinde ne yaptığına bakmak lazım... Bunun için hayat felsefesinin, İngilizlerin dediği gibi way of life’ın benimsenmesi gerekiyor. Hz. Mevlana’nın, İbn Arabî’nin sözleri felsefe odağında, irfan ocağında işlenerek insan ve toplum anlayışlarının çıkarılması gerekiyor. İnsan
AYIRMAYA DEĞİL BİRLEŞTİRMEYE GELDİK Mahmud Erol Kılıç Sufi Kitap, 2015.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
31
Genel olarak tasavvufla barışma sürecine girilmeli mi?
ama aslında bu kanunen yasak! Burada bir tezat yok mu?
Elbette. Mevlana ve Yunus’un, her yiğidin yoğurt yiyiş tarzı gibi, kendilerine has birer üslupları var. Onlar hadiseleri tasavvufun süzgecinden geçirirler. Başka bakış tarzları da olabilir. Onlara da saygı duyarız. Mesela Selefi bakış açısının neler yaptığını ve yapabileceğini, kapasitesinin ne olduğunu, nasıl bir toplum ve dünya öngördüğünü özellikle Ortadoğu’da çok yakından izliyoruz. Bu gördüğünüz Selefilik değil, diyenler varsa bize izah etsinler. Biz de görelim Selefiliğin neler yapabileceğini… Ben bütün bakış açılarına saygı duyuyorum. Ama tasavvufî tecrübenin kâinata ve insana katkısı geçmişte kendisini ispatlamıştır.
Evet, açık bir tezat hem de! Buna şöyle bir formül bulunmuş: 30 Kasım 1925’te çıkan 677 sayılı kanuna göre bir kimseye şeyh, mürşit, halife, derviş gibi unvanların verilmesi yasaklanarak tekkeler kapatılmış. Ama belli zorlamalar neticesinde bugün folklor dansı statüsü altında -ki Kültür Bakanlığı’na göre sema da aşağı-yukarı folklorik dans olarak görülmekte- Türkiye turizmine katkısı da göz önünde bulundurularak tamamen şova dönüştürülmüştür. Aslında gerçek mânâda semaya izleyici alınmaz. Semalar kapalı kapılar ardında, ışıklar kapatılarak yapılır. Böylelikle kimse izleyemez. Züvvar maksuresi denilen ziyaretçi kabini ilk defa 19. yüzyılda Galata Mevlevîhânesi’nde yabancı diplomatların ayinleri izlemesi için ihdas edilmiştir. Bugün
Şeb-i Arus törenlerinde devletin üst düzey yetkililerinin katılımıyla Mevlevî âyin-i şerifi yapılıyor. Garip
32
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
ise semazenden çok izleyici var! Bu da işin ruhunu biraz zedeliyor açıkçası. Ama bu zedelenmiş halinde bile bir bereket var! Mevlevî semâ’ının gösteri formatından çıkarılması için ne yapılmalı?
Bunun için Mevlevîhanelerin -ve tabii diğer tekkelerin- üzerindeki kilitlerin kaldırılması gerek. Nasıl ki, Alevi vatandaşlarımız dergâhlarının açılabilmesi için Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurabiliyorsa bütün manevî ocaklara da aynı muamele yapılmalı; bu kanun derhal kaldırılmalıdır. Bir Alevi vatandaşın Alevi dedesine gidip ritüellerini gerçekleştirmesi nasıl ibadet özgürlüğüyse bir Mevlevî dervişinin kendi şeyhine hizmet edip seyr-i sulûkunu yapmasında ne gibi bir mahzur olabilir? Bu yasak bir devre aitti, o devir de geçti gitti… Beşerin getirdiği kanun ilâ nihaye değildir. Al-
1 Kitap 1 Yazar
dışarıdan bakıyor olmamız. Ben normalleşmeyle beraber tasavvufun çok konuşulacağını zannetmiyorum. İnsanlarda Şeb-i Arus vesilesiyle Mevlevîliği diğer tarikatlardan daha yüksekte görmek eğilimi var. Bu algının sebebi sizce nedir?
Bu algının sebebi Hz. Mevlana’nın dünya çapında bilinmesiyle alakalı. Buna mukabil Anadolu’da bazı tarikatlar evrenselliği yakalayamamıştır. Mesela Halvetîliğin Hz. Pir Hüsameddin Uşşakî kolu Batı Anadolu, İstanbul ve Rumeli’de belirli yerlerde devam etmiş bir yol. Ama Hazret’in görüş ve eserleri dünyaya yayılmış değil. Dolayısıyla etki alanı çok mahdud olmuş. Bu açıdan baktığımızda Mevlana ve Mevlevîlik ile kıyas edilemez. Aynı şekilde İbn Arabî de dünyaya mâl olmuş bir sufi. Bunların hepsi aslında aynı şeyi söylüyorlar. Kimi çok yazıp çok söylediği için diğerlerinden daha fazla tanınabiliyor. Mesele bundan ibaret.
» Hz. Mevlana’nın Türbe-i Şerifi lah’ın Kur’ân’da getirdiği bazı kaideleri değiştirdiğini (mensuh) görüyoruz. Allah, tabiri caizse, güncelleme yapıyorsa biz beşer olarak nasıl yapmayız? Benim derdim şu: Görselliğin içerisinde Mevlevîliğin “tüketilmesindense” işin ruhuna ve felsefesine vurgu yapılması gerekiyor. Osmanlı’nın maddî-manevî olarak Mevlevîliği desteklediği çok açık… Kırım’dan Yemen’e, Bağdat’tan Kefe’ye kadar İmparatorluğun en uzak köşelerinde bile Mevlevîhaneler var. Ancak Osmanlı’da devlet tarafından icra edilen bir sema töreni tarzı yok. Zaten Osmanlı’da tasavvuf üzerine çok konuşulmazdı. Bir şeyi yaşarsanız ondan çok bahsetmezsiniz. Bizim sürekli “tasavvuf”, “Mevlana” dememizin sebebi onu ötekileştirip
2015 ARALIK / DERİN TARİH
33
YUSUF AKÇURA’NIN MEZAR TAŞI NİÇİN BİR MİNARE?
DEFTER İSMAİL K ARA » Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Emekli Öğretim Üyesi.
M
ezar taşı bir düşünce tarihi konusu ve meselesi olur mu diye yazmıştım. İsterseniz ölüden diri çıkar mı diyelim. Bu defa bir mezar ziyareti sürpriziyle başlayacağım. 2006-2007 güz ve bahar dönemlerinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde ayda iki defa olmak üzere “Safahat Dersleri” vermiştim. Yıl boyu katılan arkadaşlarla birlikte Safahat merkezli olarak yeni İslâm yorumları, medeniyet, ulûm-fünûn, tarih-israiliyat, asrın idraki, millet-milliyet, ahlâk, insan, tasavvuf… kavramları ve konuları üzerinden Akif’in refakatinde yol almıştık. Bu dersleri ihdas etmemin sebebi büyük şairin vefatının 70. sene-i devriyesinin sönük geçeceği gibi -maalesef neticede haklı çıkacağım- bir hisse kapılmamdı.
34
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Yusuf Akçura’nın başına İslâmı, ezanı, ebedî bir sesi ve çağrıyı hatırlatan Süyüm Bike Camisi minaresini dikmesiyle Nazım Hikmet’in tepesine ebedîliği, kökü-köklülüğü, enginliği, kucaklayıcı kanatları hatırlatan çınar dikmesi arasında çok büyük bir farklılık yok. İkisi de aynı şeyi istiyor. Son dersimiz 25 Mayıs 2007 Cuma günü akşamı olacaktı. Dersin daimi talebeleri mümkünse o gün birlikte Akif’in mezarını ziyaret etmeyi ve oradan derse gelmeyi teklif etmişlerdi. Gittik, Fatihamızı okuduk. Bir miktar onlara düşünce tarihi konusu olarak Akif’in mezarının hikâyesini anlattım: ilk yapılışı, buraya taşınması, mezar taşının, lahidin eski ve yeni hali, yanındaki iki dostu, etrafı… Ardından Çarşamba’da İmam Hatip Okulu talebesi iken özellikle bahar aylarında ders çalışma ve dinlenme hatta otlar üzerinde güreş tutma yeri olarak sık sık geldiğimiz bu mekânla ilgili hatıralarımı naklettim… (bk. Derin Tarih, sayı: 17, Ağustos 2013) Her şey gibi burası da, başta Akif’in mezarı ve etraf düzenlemesi olmak üzere çok değişmişti. Ziyaret bitti, mezarlığın çıkış kapısına doğru yöneldik, oradan birlikte Tünel’e, derse geçeceğiz. Kapıya yakın sağ tarafta serpuşu, hattı, taş işçiliği iyi duran eski mezar taşlarını
görünce ihtiyar elden gitti, talebe arkadaşlarla o tarafa saptık. Uzaktan gözüktüğünden daha güzel ve vasıflı taşlardı bunlar. Hatları ve süslemeleri de öyle. İlmiye sınıfına mensup zevatın taşları ve sarık başlıkları tam da üzerinde konuşulacak cinsten. Başları vurularak şehit edilen yol büyüklerine hürmeten bî ser ü pâ (başsız ve ayaksız) taşların altında gizlenmiş erenlerinkiler de öyle. Demek ki melâmîler de buralara uğramış, işaret taşları döşemişler. Kadın mezar taşlarında harika çiçekler, hayat ağaçları, güzel meyveler, ince süslemeler bizi karşılıyor… Velhasıl kısa bir mezar taşları dersi… Oradan da ayrılıyoruz derken tam arkamızda yeni fakat enteresan bir mezar taşı daha bize bakıyor. Vaktimiz daralmasına rağmen gayriihtiyari oraya doğru yöneliyoruz. Yusuf Akçura’nın mezarı imiş meğer… Alt kaidesinde iri harflerle bir yazı: “Kazan Süyüm Bike Minaresi”.
Minareyi mezar taşı yapmak!
Kazan’da, coğrafya olarak çok uzaklarda bırakılmış, dönem olarak çocukluk çağında kalmış, fikir ve inanç olarak büyük ölçüde terkedilmiş bir büyük sembolü, bir minareyi Akçura gibi birinin mezarının başına dikmek bir şeyler ifade ediyor olmalı. Hem de ölüm, mezar ve ziyaret kültürünün çok kuvvetli olduğu bir dünyada… Her şeyin altüst olduğu, dinî unsurların zayıflatıldığı, paranteze alındığı bir zamanda… Yusuf Akçura (Kazan 1876-İstanbul 1935) bıktırıcı derecede sıkıntılı fakat aynı zamanda ümit ve arayışlarla dolu bir hayatın içinde üç farklı devri yaşamış modern dönem Türk aydınlarından sadece biri. Çağdaş Türk düşüncesi tarihi, hususen milliyetçilik-Türkçülük-Turancılık çizgisi açısından ön sırada olanlardan biri olduğu herhalde tartışma götürmez. Sultan Abdülhamid’in saltanat yıllarında Kazan’dan İstanbul’a çocukluk ve tahsil yıllarını yaşıyor, ilk memuriyetlerinde bulunuyor, ilk mücadelelerini ve ilk yazı denemelerini veriyor. Harbiye’de okuyor, Jöntürklere katılıyor, Avrupa’da tahsilini sürdürüyor, istibdadı görüyor, sürgüne gönderiliyor… II. Meşrutiyet devri diğer birçok aydın ve Jöntürk gibi onun da gelişip serpildiği yıllar, devr-i hürriyet; İttihat ve Terakki’ye yakınlık, fikir ve siyaset adamlığı, hocalık, dergiler, yazılar, eserler, dernekler… Cumhuriyet devri 1923-1924 sonrası itibariyle onun için de son ve keskin bir yol ayrımına işaret ediyor; ilk iki dönemin devam eden bazı tarafları var şüphesiz ama değişen, farklılaşan, hatta kırılan yönleri daha fazla. Milli Mücadele’nin başlarında Ankara’ya gitmekte tereddüt göstermiyor, inkılaplara açıkça destek veriyor, üst bürokraside, üniversitede, Meclis’te yer alıyor, Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapıyor, zaten âşina ve teşne olduğu yeni fikirlere, yeni hayata kolay adapte oluyor… Akçura için daha fazlası var: Her
» Farklı bir minare, farklı bir mezar taşı Yusuf Akçura’nın mezar taşı Kazan’daki Süyüm Bike Camisi minaresinin (sağda) güzel bir stilizasyonundan ibaret. Minarenin aynı zamanda bir geçit olan kaidesi de mezar taşında ihmal edilmemiş ve “işaret/gönderme yazısı” için kullanılmış. Hem de “Yusuf Akçura” yazısından çok daha büyük hurufatla. Süyüm Bike Müslüman Tatarlar ve Kazan tarihinde mühim bir isim. 16. yüzyılda Rus Çarına kafa tutmuş bir kahraman idareci hatun. Kazan’ı tarümar eden, Müslüman halkı kılıçtan geçiren Çar Korkunç İvan’ın tahribinden kurtulan ender yapılardan biri Süyüm Bike Minaresi. Onun için Müslümanlığın, Kazan’ın, Tatarların sembolü olmuş. Baktığım kaynaklarda Akçura’nın mezarının yapılışına ve minare tercihine dair bilgilere tesadüf edemedim. Ama
şeyden önce Rusya Müslümanlarından. Kadîmcilerle ceditçiler arasında bir yol bulmaya çalışıyor. İslâm onlar için hem din hem milliyet hem de kimlik. Aynı veya yakın coğrafyadan, aynı veya yakın zaruretlerle, benzer arayışlarla Osmanlı topraklarına, İstanbul’a gelen başka mesai ve fikir arkadaşları da var: Ahmet Ağaoğlu, Halim Sabit Şibay, Sadri Maksudi Arsal, Zakir Kadiri Ugan, Ayaz İshaki, Abdullah Battal Taymas, Hüseyinzade Ali Turan, Ab-
“kuvvetli” bir vasiyet dışında böyle bir tercihin yapılacağına ve o yıllarda uygulanacağına pek ihtimal vermiyorum.
dürreşit İbrahim, Ömer Faik Numanzâde, Zeki Velidi Togan,… Osmanlıcılıktan başlıyor, İslâmcılıktan geçiyor, sürüklenmeler, zaruretler ve tarihin icbarları neticesinde Türkçülük ve milliyetçilikte karar kılıyorlar. Daralıyor, mütecanisleşiyor, tektipleşiyorlar. Zaman içinde dinî fikirleri, İslâmla olan irtibatları da zayıflıyor, büzüşüyor, kuruyor. Akçura gibi Paris’teki, belki Harbiye’deki eğitim yıllarından iti-
2015 ARALIK / DERİN TARİH
35
DEFTER İSMAİL K ARA
» Bir çevrenin ve bir psikolojinin adamı Yusuf Akçura’nın 1330/1914 yılında basılan Nevsâl-i Millî’ye verdiği fotoğraf, elyazısı ve imzası. Artık ittihad-ı İslâm yazıları yazdığı Sırat-ı MüstakimSebilürreşad yazarlığı bitmiş, milliyetçi-Türkçü damarının iyice kuvvetlendiği Türk Yurdu devri başlamıştır ama yine de modern mânada da olsa İslâmla olan kuvvetli ilgisi devam etmektedir. Fotoğrafının altına ana düşünce istikametlerinden biri olarak yazdığı cümleler şunlar: “Bin bu kadar yaşınlık [yaştaki] İslâm ağacına, bu yeni fikir aşılandıktan sonra, kurumaya yaklaşmış o sâl-hurde [yaşlı, devri geçmiş] ağacın bir daha yeşil yapraklar açıp tatlı yemişler vermesi, ihtimal haricinde değildir”.
baren maddî tarihe, iktisadın belirleyiciliğine daha fazla ilgi gösterenleri, pozitivizme ve hümanizme bel bağlayanları var. (Erken söylenmiş şu cümleler Akçura’nın: “Bir memleketin ahvâl-i iktisadiye ve ictimaiyesi malum olmazsa vekâyi-i tarihiye katiyyen anlaşılamaz”. “Ben beşeriyetin hayatında asıl müessir[in] ihtiyac-ı maddî ve ondan mütevellit kuvâ-yı maddiye olduğuna inananların şakirtlerindenim”.) Muhtemelen göçmen olmanın da sevkiyle pratik ve pragmatik olanı öne çıkaranları (Avrupa’da felsefe tahsili yapan Mehmet İzzet’e “bize filozof değil demirci lazım” diyen de Akçura’dır), Türkçülük-Turancılık üzerinden İslâmiyet öncesi Türk tarihine daha bir iştiyakla yönelenleri de var. Dini “ictimai bir vâkıa” düzeyinde ele almaya başlayan, dinî mübalâtsızlık vadisine, ateizm çukuruna düşenleri de… Fakat neticede başınıza dikilecek mezar taşı olarak Kazan’dan, çocukluk yıllarınızdan kalma da olsa bir minareyi, İslâm dininin şiarı haline gelmiş mühim bir unsuru tercih ediyorsunuz. “Fâtiha” gibi, “Hüve’l-bâki” gibi hiçbir dinî unsur ve ifade taşımayan mezar taşının kaidesine “Kazan Süyüm Bike Minaresi” de yazdırarak. Niçin ve nasıl?
36
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Niçin bu kadar açık “dinî” bir tercih?
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni Ve de uyarına gelirse, Tepemde bir de çınar olursa Taş-maş da istemez hani…
Bu mısralar Nazım Hikmet’in âhir ömründe -ve hiç değilse fiilen- yersiz yurtsuz kaldığı, muhtemelen dinî irtibatlarının da hayli zayıfladığı bir zamanda yazdığı şiirlerden birinde yer alıyor. (Büyük sanatkârlar ve mütefekkirler herhalde zihnen yersiz yurtsuz kalamaz, taht kurup oturacağı “seyyar bir vatan” bulur, kurarlar.)
Bu mısraları kim nasıl anladı-anlıyor tam bilmiyorum ama Yusuf Akçura’nın başına İslâmı, ezanı, ebedî bir sesi ve çağrıyı hatırlatan Süyüm Bike Camisi minaresini dikmesiyle Nazım Hikmet’in tepesine ebedîliği, kökü-köklülüğü, enginliği, kucaklayıcı kanatları, mezarlıkta mutlaka çaputu (bağlılık ve irtibatı), evliyalığı hatırlatan çınar dikmesi arasında çok büyük bir farklılık yok. Belki de aynı şeyi istiyor ve söylüyor, aynı şeyi yapıyorlar. Geliyoruz aynı yere: Bu topraklarda millî olan dinî olan değilse nedir? Soru çok ama bir tanesiyle bitirebiliriz: Şimdi kim mezarı başına kuvvetli bir işaret, bir kimlik göstergesi olarak bir minare yahut bir çınar dikilmesini vasiyet eder, edebilir? Solcusundan, sağcısından, milliyetçisinden, kemalistinden, İslâmcısından… Belki de aynı şeyi istiyor ve söylüyor, aynı şeyi yapıyorlar. “Taş-maş da istemez hani...” dediğine bakmayın; çınardan daha iyi ve büyük taş mı olurmuş?! Tektip kaba ve mânasız mermer yığınları dururken… Birgivî Mehmed Efendi’nin başındaki servi ağacını, asırlara hükmederek gelen o efsunlu dünyayı gördünüz mü? Mimarisini, dallarını, kuşlarını...
» Bir merkez arayışı... Yusuf Akçura 1910 yılı başında kendisi gibi hem Rusya Müslümanlarından olan hem de Sırat-ı Müstakim yazarı Halim Sabit’e Berlin’den yazdığı mektupta şunları söylüyor: “Şimdi bugünlerde beni epey işgal [meşgul] eden Sırat-ı Müstakim meselesinden bahse girişeyim. Biliyorsunuz kırk-elli seneden beri İslâm [Müslümanlar] arasında bir eser-i intibah [uyanış belirtisi], bir hareket-i ıslahiye cereyanı var. (…) Lâkin henüz bunun muntazam, iyi bir merkezi yok. Bu merkezin merkez-i hilafette [hilafet merkezi İstanbul’da] olması tabii en muvafık[ı]dır. Gerçi Mısır Abduh zamanında o istidadı almıştı. (…) Niçin imanlı, kalbi muhabbet-i İslâmiye [İslâmiyet aşkı] ile dolu, gayur, cesur, sağlam birkaç genç merkez-i hilafette böyle yüksek bir hedefi gaye-i hayal [ideal] edinmesinler?”.
ORTAÇAĞIN
ŞEYTAN ÜÇGENİ
Cadılar-Sihir-Tıp HETTA HOWES
[email protected]
Narnia Günlükleri’nden Harry Potter’a pek çok sinema yapımı izleyenleri “büyülüyor”. Peki sihir üzerine yazılmış modern eserlerin köklerinin Ortaçağa dayandığını biliyor muydunuz? Londra Üniversitesi’nde doktora tezi yazmakta olan Hetta Howes cadılardan kara büyüye, engizisyondan tıbba sihrin Avrupa serüvenini inceledi. 38
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
S
“
evmediğiniz kocanızdan kurtulmak mı istiyorsunuz? Kendinizi bala bulayıp tahıl ambarında yuvarlanın, sonra bu buğdaylardan yapılmış unu kullanarak ona ölümcül bir ekmek pişirin. Çiftliğinizdeki malları artırmak mı istiyorsunuz? Satirlerin ve küçük cinlerin oynaması için kapının önüne çocuk ayakkabıları ve okla yay bırakın. Eğer şanslıysanız yaptığınız bu iyilik karşısında komşularınızın mallarının bir kısmını çalabilirler.” Ortaçağ’da yazılmış kitaplarda geçen bu sıra dışı büyüler ve tıbbî tavsiyeler sihrin ta kendisi değil mi sizce? Ancak bu garip inanışların yanı sıra Ortaçağ tarihi, bu dönemde yaşamış insanların Rönesans’ı görmüş torunlarından daha aydınlanmış olduğunu ortaya koyuyor. Nasıl mı? Günümüzde sadece birer masal kahramanı olan cadılar -hani şu burnunda devasa bir sivilcesi olup parmaklarında lanet taşıyan çirkin ve yaşlı kadınlar- tarih sahnesine 15. yüzyılda çıkıyor. Her ne kadar Rönesans ve Keşifler Çağı olarak adlandırılsa da takip eden yüzyıllar (Rönesans 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar sürmüştü) yalnızca acımasız cadı avlarına değil, sihrin gerçekliğine dönük yeni bir inanca da tanıklık etmişti. Ortaçağda sihir pratiği henüz ‘kadınlara özgü’ bir uğraş diye tanımlan-
» Cadı kazanı sadece
kadınlara mı özgüydü? Sihir ve büyü ile uğraşanlar sadece kadınlar değildi. Eğitim alan erkekler de bu işle uğraşabilirlerdi. Erkeklerin sihirle ilgilenmesi problem olmazken kadınlarınki şeytanî bir çaba olarak nitelenmiştir.
Avrupa Tarihi mamıştı. Hatta 14. yüzyılın ilk yarısına ait mahkeme kayıtlarına bakılırsa kara büyü ve sihir dahil bu tür karanlık güçlerin peşinde koşanlar erkeklerdi daha ziyade. Bunun sebebi, sihir türlerinin en korkuncu olan ölülerle konuşmanın yalnızca yetenek, talim ve hazırlık değil, aynı zamanda -hepsinden daha önemlisi- eğitimi gerekli kılmasıydı ki, kadınların eğitime erişimi erkeklerden çok gerilerdeydi. Ölülerle konuşma sihrine onların ruhlarını çağırmak, yer değiştirme veya illüzyon numaraları yapmalarını ve evrenin sırrını açıklamalarını istemek de dahildi. Ölülerle konuşma sırlarını veren pek çok kitap Latince tercümeler olduğundan bu işe girişmek isteyen herkesin iyi derecede Latince bilmesi gerekiyordu.
Günah keçisi kadınlar oldu! Heinrich Kramer’in 1487 yılında yayınlanan Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici) adlı kitabından sonra kadınlarla şeytani sihir arasında özel bir bağlantı kurulmaya başlandı. Kramer kadınların ‘ruhsal zayıflıklarının’ ve kötüye olan doğal eğilimlerinin onları şeytanın cazibesi karşısında daha güçsüz kıldığı konusunda uyarılarda bulunuyordu. Ona göre “bütün cadılar şehvet sonucunda ortaya çıkıyor” ve kadınların “kontrol edilmeyen” cinselliği onları meydana gelecek şeytani olayların potansiyel suçluları haline getiriyordu. Kadınlara yönelik bu artan vurguya paralel olarak sihrin algılanışında da bir dönüşüm gerçekleşti. Kanıtlar Ortaçağ kilise yetkililerinin (bunların halefleri ileride cadı avlarına öncülük edecek kişilerdir) sihrin gerçek olduğuna inanmadıklarını ancak yine de sihir yaptığını ileri sürenleri cezalandırdıklarını ortaya koyuyor. 10. yüzyılda yaygın olarak kullanılan büyücülük kitabı Canon Epis-
2015 ARALIK / DERİN TARİH
39
» ‘İlk günah’ın cezasını kadınlar çekti
Kadınlar suçlamaların hilafına, sihirle kötü amaçlar uğruna değil, hastaları iyileştirmek, kötülükleri def etmek üzere ilgileniyorlardı. Fakat Ortaçağ zihniyeti şeytani işlerle uğraştıkları iddiasıyla onları cezalandırdı. Bu tavır doğrudan Hıristiyanlıktaki “ilk günah” inancıyla açıklanabilir.
copi’de şeytanın yalanlarıyla baştan çıkarılan kadınların gece yarısı “belli hayvanların” sırtlarına binerek Tanrıça Diana’yla birlikte uçabileceklerine inandıkları yazar. Kitap bu kadınları, gerçekten bu tür şeyler yapabileceklerine inanmaları sebebiyle “aptal” ve “şapşal” diye niteler. Kadınlar metinde kötü niyetlerle sihir yaptıklarından ziyade “kandırıldıkları” için eleştirilir. Ne var ki görünüşe göre 15. ve 16. yüzyıllarda engizisyon yargıçları kadınların şeytanla işbirliği yaparak gerçekten de sihir yapabileceklerine inanmaktadır. Kadınların sebt (sabbath) gecelerinde (diğer cadılarla bir araya geldikleri ayinlerde) Hıristiyan inancını terk edip bebekleri yediklerine, ayrıca cinsel sapıklıklar ve başka ağza alınmayacak eylemlerde bulunduklarına inanılıyordu. Ardından tapınılan şeytanlar bir işaret almak üzere ele geçirdikleri kadınları izliyor, sonra da onların emirlerini yerine getiriyorlardı. Örneğin eğer bir cadı, süpürgesini suya sokup bazı sözler söylerse şeytan fırtına ya da sel çıkarabilirdi. Ne var ki bu tür sihirler her zaman zararlı değildir. Cadılar anlaşma yapılarak hastalıkları iyileştirebilir ve sihirlerini başka olumlu alanlarda da kullanabilirlerdi. Ancak engizisyon yargıçları bütün sihirlerin şeytanlar ve iblis tarafından gerçekleştirildiğine inandığından bu tür eylemleri de aynı
40
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir.
Sihir mi, tıp mı? Bugün bize sihir gibi gelen bazı pratikler Ortaçağ’da tıp ya da bilim olarak adlandırılabilirdi. 13. yüzyılda yaşamış Fransız rahip Auvergneli William pek çok sihri batıl diye yaftalayıp lanetlemiştir. Ne var ki William “doğanın sihrinin” bazı kısımlarının bilimin bir kolu olarak nitelendirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür: tabii bu sihrin uygulayıcıları güçlerini kötülük ya da suç işlemek için kullanmazsa. Mesela fok derisi yıldırım çarpmasını engellemek amacıyla bir tür sihir gibi kullanılabilirdi. Akbabanın vücudunun parçaları koruyucu bir muska olarak takılabilir, çiftçiler zeytin ağaçlarını hiç endişe
ORTAÇAĞIN YALAN MAKİNESİ! Ortaçağda tedavi amacıyla uygulanan bir dizi yöntem modern okuyucuya daha ziyade sihir gibi görünür. Mesela bir doktor hekimlere hastalarının eline bir mine çiçeği koymalarını öğütlüyordu. İnanışa göre mine çiçeği hastanın yalan söylememesini sağlıyor, bu da doktorun hastalığa teşhis koymasını kolaylaştırıyordu.
etmeden bakirelere diktirebilirlerdi; ne de olsa bu, zeytinlerin büyümesini hızlandıran bilimsel bir yöntemdi. Sempatetik sihir de çok bilinen başka bir teknikti; tesirli sonuçlar elde etmek için taklitten faydalanıyordu. Örneğin bir akbaba ciğeri, ciğer hastalığı bulunan hastalara ilaç olarak verilebiliyordu. Bu esnada belli bir hikâyeyi anlatmanın iyileşme gücünü hastaya aktaracağına dair inanış üzerine kurulu karmaşık bir sempatetik sihir versiyonu olan hikâye sihirleri de yara lapası gibi bir dizi “tıbbî” teknikle bir arada uygulanıyordu. Bir tıbbî esere göre Kudüs’teki Zeytin Dağı’ndan toplanmış zeytinin yağına batırılmış pamuk, bir yandan İsa’nın kanıyla kör gözleri açılan Longinus adındaki adamın hikâyesi de anlatıldığında kanı durduruyordu. Anlaşılan, dini anlatılar ile sihir iç içe geçmişti. Her ne kadar Ortaçağ’da bu yöntemlerden bazıları Hıristiyan Kilisesi tarafından batıl inanç diye tanımlanmışsa da sihir, cadı avlarının başladığı zamana dek hiçbir zaman şeytani büyüyle özdeşleştirilmemişti. Cadılıkla suçlanan kadınlar, asıl olarak sihir yaptıklarından ya da hastaları iyileştirmek için hikâye anlattıklarından değil, şeytani şeylere bulaştıkları için suçlanıyorlardı. Buna rağmen pek çok kadın, karanlık güçlerin kendilerine musallat olmalarından korkarak sihir yapmayı bırakacaktı. Ortaçağ tarihi” bize büyü, otlar ve batıl inanışlarla iç içe geçmiş hikâye ve pratikleri içeren sihirli bir karışım sunuyor. Bazı örnekler bize garip gelse de, o dönemde insanların yaşadıkları dünyayı anlamaya ve kontrol etmeye çalıştıklarının delili. Tıpkı bugün bizim yaptığımız gibi.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
PROF. DR. PALMIRA BRUMMETT
ŞAH İSMAİL BATILILAR TARAFINDAN KURTARICI OLARAK GÖRÜLDÜ Brown Üniversitesi öğretim üyesi Palmira Brummett Avrupa’da Şah İsmail’in Mesihvârî bir kişilik olduğu, Hıristiyan rahiplerin tavsiyelerini izlediği ve askerleri tarafından yenilmez olarak görüldüğü şeklinde dedikodular yayıldığını, tüccarların hikâyeleri ve casusların raporlarıyla da bu imajın desteklendiğini belirtiyor. 42
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Söyleşi KONUŞAN: HALİL SOLAK
[email protected]
B
ir çiçekle bahar gelmez ama bir kitapla tarihte çok şey değişebilir derler. Bunun çarpıcı bir örneğini Osmanlı Denizgücü adlı eseriyle Prof. Dr. Palmira Brummett’e borçluyuz. Keşifler Çağı’nda Osmanlılara başrollerden birini veren, tarih kitaplarında birkaç paragraf la geçiştirilen Yavuz Sultan Selim ve denizcilik bahsini büyük resmin içinden değerlendiren Brummett’le “gerileme”, İmparatorluğun ömrünü uzatan faktörler, Osmanlıların denizlerdeki mücadelesi ve yeni tarihçiliği konuştuk.
Öncelikle merak ettiğim şu: Osmanlı tarihine ilginiz nasıl başladı?
Osmanlı tarihine ilgim Chicago Üniversitesi’nde başladı. Okulum medeniyetler üzerine yapılan çalışmaların önemli bir çalışma alanı oluşturduğu, yoğun bir entelektüel görüş alışverişi olan bir yerdi. Ruben Smith’in İslam Medeniyeti dersini almıştım. Bu ders kaderimi belirledi. Sonrasında Fazlur Rahman’la İslam üzerine çalıştım. Aslına bakılırsa başlarda Pakistan’ın bölünmesi üzerine çalışmak istiyordum. Ama o zamanlar Chicago’da Osmanlı tarihi üzerine çalışan seçkin bir hoca grubu vardı: Richard Chambers, Fahir İz, Günay Kut ve hem babam, hem hocam dediğim Halil İnalcık. Osmanlı çalışmalarına başladığım andan itibaren üzerine yoğunlaşabileceğim o kadar çok konu çıktı ki karşıma, bir daha da bırakamadım. Dünya tarihinin en uzun ömürlü imparatorluklarından Osmanlı’nın başarısını neye bağlıyorsunuz?
Zaman içinde etkisi farklılık gösteren çok sayıda faktörden bahsedebilirsek de, bana göre en önemli faktör, beşerî ve iktisadî kaynaklara erişiminin olması ve esnek yönetim anlayışıydı. İmparatorluk erken dönemlerinden itibaren çok geniş zirâî, yeraltı ve orman kaynağına sahipti. 16. yüzyılın başına gelindiğindeyse hem do-
ğu-batı, hem de kuzey-güney ticaret yollarında çok önemli merkezlerin kontrolünü eline geçirmişti. Buna ek olarak Halil İnalcık’ın belirttiği gibi idarî ihtiyaçlarını mesafe ve iletişim lojistiğine uygun bir biçime sokmuşlar, yeni fethedilen topraklarda yaşayan insanları ve yönetim biçimlerini bünyesine alabilen esnek bir iktidar modeli kurmuşlardı. Doğu ve batı sınırlarında iktidara boyun eğmeyen ve zaman zaman isyanlara öncülük eden yarı bağımsız toprak ağalarını kontrol altında tutabilmek için esnek bir strateji geliştirdiklerini söylemeliyiz. Elbette her zaman başarıya ulaştıklarını söyleyemeyiz ancak çok uzun bir zaman dilimi boyunca epey başarılılardı. Bunları söylerken Osmanlı’nın devşirme ya da yeniçeri sisteminde ifadesini bulan askerî gelişiminin etkisini küçümsemek niyetinde değilim. Fakat tarihî olarak Osmanlı’nın askerî gücüne ve bir ‘barut imparatorluğu’ olduğu olgusuna yapılan vurgunun ekonomik gücün ve pragmatik iktidar anlayışının önemini gözden kaçırma riski taşıdığını düşünüyorum. Osmanlı tarihini kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerine ayırmak yaygın bir alışkanlık. Bu tasnif sizce ne kadar anlamlı?
Bütün dönemselleştirmeler gibi bu da belli başlı önemli hadiseler, kurumlar ve hareketlerin yorumlanmasına dayanıyor. Fakat Osmanlı İmparatorluğu çok uzun ömürlü olduğundan ve çok geniş bir coğrafyada hüküm sürdüğünden tarihini dar bir şekilde tanımlanmış zamansal ya da coğrafî kategorilere ayırmak biraz zorlama oluyor. Aralarında Linda Darling, Virginia Aksan, Selim Deringil ve Baki Tezcan’ın da bulunduğu çok sayıda tarihçi bu geleneksel dönemselleştirmeyi reddetmiş ve 400 yıl süren uzun “gerileme” dönemi fikri artık terk edilmiştir.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
43
Bana göre Osmanlı tarihyazımını etkileyen sorunlardan biri, “modern” ya da 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında gerçekleşmiş süreç ve olayları, daha erken dönemleri tanımlamak için kullanma eğilimi. Bir başka sorunsa 1. Dünya Savaşı ve İmparatorluğun dağılmasını, Osmanlı geçmişinden topyekûn bir kopuş olarak görme eğilimi. Bana kalırsa bunun yerine Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar çok uzun bir süre boyunca devam eden “erken modern” (söz gelimi ticaret, ulaşım, kültür ve hukuk gibi alanlardaki genel eğilimleri dikkate alarak), ardından 19. yüzyıl sonlarına doğru başlayıp 1930’lu40’lı yılların ulus-devletlerine kadar devam eden post-emperyal mandalar çağına uzanan “modern” dönem şeklinde incelenmesi çok daha doğru yorumlar getirmemizi sağlayabilir. 2007’de yazdığım “Geç Osmanlı İstanbul’unda Toplumsal Cinsiyet ve İmparatorluk” başlığını taşıyan makalemde Osmanlı tarihinde “yeni bir imparatorluk çağı” olduğunu ve bu dönemde (II. Abdülhamid’in Meşrutiyet yanlılarınca iktidara getirildiği 1876’dan 1914’e kadar) İmparatorluk içinde radikal dönüşümlerin meydana geldiğini ileri sürmüştüm. Yaygın olarak 2. Viyana Kuşatması sonrası “gerileme” olarak adlandırılıyor. Bu tabir akademik çevrelerde terk edilmesine rağmen maalesef ders kitaplarında hâlâ mevcut. Öte yandan Mehmet Genç Osmanlı büyümesinden ziyade, asıl bu “gerilemeyi(!)” mucizevî saymak gerektiğini belirtiyor! Katılıyor musunuz?
Mehmet Genç çok haklı! Ders kitapları güncel akademik tartışmaların en az 10 yıl gerisinden geliyor. Bu sorunun çözümlerinden biri şu: Osmanlı tarihi üzerinde uzmanlaşanlar dünya ve Batı tarihini anlatan ders kitaplarının yazım sürecine dahil edilmeli ve orta dereceli okulların tarih öğretmenleriyle bir araya getiril-
44
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Söyleşi
OSMANLI ÇALIŞMALARI YENİ BİR EVREDE Osmanlılar üzerine son dönemde yapılan çalışmaların bakış açısı genişliyor, tarihyazımına dair sınırlar yeniden tanımlanıyor ve örneğin geçmişte çok az ilgilenilmiş “Osmanlı çevre tarihi” gibi yeni konular araştırılıyor. Özellikle ilgimi çeken Osmanlı metinlerine, anlatılarına ve görselliğine ilişkin yeni yaklaşımlar, Osmanlı’daki haritacılığa duyulan ilgi ve toplumsal cinsiyet üzerine yapılmış teorik çalışmaların Osmanlı’ya özgü bağlamlara nasıl uyarlanabileceği üzerine yapılan çalışmalar. Örnek olarak Osmanlı Araştırmaları/ Journal of Ottoman Studies dergisinin son sayıları verilebilir. Sayılardan birinde Osmanlı’da haritacılık ve seyahatnameler ele alınıyor. Diğer sayı ise Virginia Aksan tarafından düzenlenen ve Osmanlı’da birey konusuna odaklanan sempozyumda sunulan bildirileri içeriyor. Osmanlı görselliği ve patronajı konularında
meli. Şimdilerde Osmanlı İmparatorluğu’nun hem İspanya ve Rusya gibi emperyal bir Avrupalı güç, hem de bir Akdenizli güç olduğu fikrini benimsetmek için çalışmalar yürütüyoruz. Marshall Hodgson’ın İslam’ın Serüveni adlı kült eserinde dediği gibi imparatorluk ile devlet arasındaki kalıplaşmış ve nisbeten yapay sınırlara odaklanmak, kültürün, fikirlerin, insan ağları ve malların nasıl bu sınırların ötesine geçtiğini anlamamızı zorlaştırır. Neyse ki, son yıllarda Avrupa’nın farklı bölgelerinin tarihini araştıran tarihçiler ile Osmanlı İmparatorluğu ve Ortadoğu üzerine çalışan tarihçiler arasında çok daha fazla işbirliği var. Dünya tarihçilerinin çalışmalarıyla birlikte bu işbirliği ve genç Osmanlı tarihçilerinin oluşturduğu şimdiki nesil, Osmanlıları ve onların içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmak için kullanageldiğimiz kısıtlayıcı görüşleri hızla ortadan kaldırıyor.
Emine Fetvacı’nın Picturing History at the Ottoman Court [Sarayın İmgeleri: Osmanlı Sarayının Gözüyle Resmi Tarih, YKY: 2013] başlıklı kitabını önerebilirim. Fetvacı bu kitapta Osmanlı kitabi kültürünü yeni bir perspektifle ele alıyor. Osmanlıların dünya ve Akdeniz tarihi içinde konumlandırıldığı bir kitap olarak Walter Andrews ve Mehmet Kalpaklı’nın 2005’te yayınlanan Age of Beloveds [Sevgililer Çağı] adlı kitabını önerebilirim. Bu kitap, Osmanlı edebiyatını daha geniş anlamda dünya ve Akdeniz’deki patronaj, cinsellik ve şiir bağlamına oturarak ilginç noktalara dikkatimizi çeker. Bu eğilimlerin bazılarıyla ortak bir biçimde Cambridge Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan yeni kitabım Mapping
Osmanlı Denizgücü’nde keşifler çağında Osmanlılara başrolü veriyorsunuz. Sizce bugüne kadar Osmanlıların etrafındaki dünyadan habersiz ve Avrupa’dan kopuk yaşadığı gibi yüzeysel bir tarzda incelenmesinin sebebi nedir? Bir sebebi, dünyanın din temelinde, yani elimizdeki örnekte İslam ve Hıristiyanlık temelinde medeniyet kategorilerine bölünmesi. Diğeriyse Asya ve Avrupa arasında yapılan kıtasal ayrımdır. Bu ayrımlar, geleneksel tarihyazımındaki belli başlı eğilimlerden ve Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerinde yer aldığı toprak parçalarının Ortaçağ’da ya da erken modern dönemde değerlendirilme şeklinden kaynaklanıyor. Bir de İmparatorluğun çok büyük olmasını ve tarihyazımı bağlamında baş edilmesi zor bir olgu olmasını sayabiliriz tabii. Osmanlı İmparatorluğu’nu pür din, inanç, etnisite, kültür ya da sosyo-ekonomik örgütlenme
the Ottomans: Sovereignty, Territory and Identity in the Early Modern Mediterranean [Osmanlıları Haritalandırmak: Erken Modern Akdeniz’de Egemenlik, Toprak ve Kimlik] başlıklı kitabım haritacılığa ve Akdeniz’deki dünya görüşlerine odaklanıyor.
gibi kategoriler altında tanımlamak güç. Bu problemi Journal of Medieval and Early Modern Studies (Kış 2007, 37:1) dergisindeki “Akdeniz Vizyonları: Bir Sınıflandırma” başlıklı makalemde ayrıntılı olarak ele aldım.
İmparatorluğun vizyonu 16. yüzyılda dünya dengelerinde ne değişiyor da denizgücü yükseliyordu?
Osmanlılar denizcilik yapılan, uzunca bir süredir denizcilikle uğraşan kişilere ve denize dayalı kültürel ve ekonomik ilişkilere sahip bir yerde kurulmuştu. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Akdeniz’in üç yakasında egemendi. Dolayısıyla asıl Osmanlıların üst düzey bir deniz gücüne sahip olmamasının daha şaşırtıcı olacağını düşünüyorum. Zira gemi yapımı için gerekli kaynaklara sahipti. Pek çok limana giriş çıkışları kontrol etmek istiyorlardı. Bu limanları korumak,
2015 ARALIK / DERİN TARİH
45
askerî ulaşımı ve tedariği sağlamak için bir donanmaya ihtiyaçları vardı. 16. yüzyılda hiçbir imparatorluk denizleri (Akdeniz, Hint Okyanusu ya da Atlantik) kontrolü altına alamamıştır. Denizlerin hakimi olmak için başka imparatorluklarla mücadeleye giren bütün imparatorluklar da, gerekli nitelikleri haiz denizciler ve diğer deniz adamlarının eksikliğinden mustariptir. Ancak devasa ticarî çıkarları bulunan, kilometrelerce uzanan bir kıyı şeridine sahip bir imparatorluk, gemilerini korsanlara karşı korumak için bir donanma gücüne mecburdur ve bunu çok büyük filolarla değil, küçük, hızlı ve iyi silahlandırılmış devriye birlikleriyle başarıyordu. Osmanlılar buna ek olarak Ege ve Adriyatik’te çeşitli ticaret ve deniz üsleri kurmaya çalıştıkları Takımada’da Venedik gibi rakiplerini dize getirmek için de donanma gücüne ihtiyaç duyuyorlardı. Özetle kendilerini denizdeki güçlerini artırmaya dönük bir ortamın ve durumun mirasçısı olarak buldular. O zamanlar II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim hem düşmanlarına korku salmak, hem de Osmanlıların Batı Akdeniz ve Kızıldeniz’e açılma hedefini kolaylaştırmak amacıyla devasa bir donanma yapımı başlatmışlardı. Osmanlıların doğuya yayılma politikalarının denizlere egemen olma çabasıyla ilgisi var mıydı?
Osmanlı’nın doğuya yayılmasının başlıca amacı, Şah İsmail’in Doğu Anadolu ve Irak’taki saldırgan eylemlerine son vermek, Suriye ve Mısır’ın siyasî ve ekonomik kaynaklarını kontrol altına almak ve Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirleri ele geçirerek meşruiyetini sağlamlaştırmaktı. Ancak 16. yüzyılın başlarında Cidde, Medine ve Mekke’yi korumak, Hint Okyanusu’ndaki ticaret merkezlerinin kontrolünü sağlamak amacıyla Portekizlilerle mücadele edebilmek için donanma gücünü de genişletmek
46
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Osmanlı’nın doğuya yayılmasının başlıca amacı, Şah İsmail’in Doğu Anadolu ve Irak’taki saldırgan eylemlerine son vermek, Suriye ve Mısır’ın siyasî ve ekonomik kaynaklarını kontrol altına almak ve Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirleri ele geçirerek meşruiyetini sağlamlaştırmaktı.
niyetindeydi. Bu, imparatorluğun daha geniş anlamda bir Osmanlı ve İslam hegemonyası vizyonunu benimsediği bir dönemdir. Bu vizyon Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinde ortaya konulmuştur. Seydi Ali Reis’in kullandığı dilde de izlerini sürmek mümkün, çünkü o da Güney Asyalı Müslümanların, Kanuni’nin emperyal girişimlerini desteklediğini söyler. Sultan’ın Irak’ın kutsal bölgeleri üzerindeki egemenliğini memnuniyetle karşılayan Matrakçı Nasuh’un Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn’inde bu eğilimi görmek mümkün. Osmanlıların hayalini kurduğu ya da tahminde bulunduğu şeyler ile pratik olarak denizlerden elde edebilecekleri elbette birbirinden ayrı iki olgu. Ancak emperyal rakipleri Portekiz, İspanya ve sonra İngiltere gibi Osmanlılar da, esasen kontrol etmelerinin mümkün olmadığı uzak diyarlar üzerinde hak iddia etme eğilimindeydiler. Osmanlıların yakınlara kadar daha çok kara devleti olarak tasvir edilmesinin sebepleri nelerdir?
Osmanlı ordusu ve yeniçerilerin imparatorluğun ilk döneminde elde ettikleri muazzam başarılar Osmanlı’nın kuvvetli ve son derece düzenli bir askerî makine olarak görülmesine yol açmış olabilir. Bu sınıflandırma 16. yüzyıl Avrupa’sına dair muhayyilede ve Avusturyalı Busbecq gibi diplomatların seyahatnamelerinde açıkça görülür. Bununla birlikte Osmanlılar, kara ordusuna donanmadan daha fazla özen vermiş ve kaynak ayırmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’na “deniz imparatorluğu” vasfını yakıştırabiliriz. Bir deniz gücü olarak varlığını sürdürmüştür. İmparatorluk bünyesinde kara yoluyla ulaşılması mümkün ol-
Söyleşi
PİRİ REİS’İN EN İLGİNÇ TARAFI! Konu Piri Reis’i yorumlamaya geldiğinde asıl uzmanın Thomas Goodrich olduğunu söyleyebilirim. Goodrich Kitab-ı Bahriye’nin seyrüsefere dair pratik hedefler ile emperyal, törensel amaçları bağdaştıran bir metin olduğunu ortaya koydu. Bana göre Piri Reis’in çalışmaları-
mayan topraklar vardı. Osmanlı toprakları ayrıca deniz üzerinden işleyen çok geniş bir ticaret, bilgi ve kültür ağının parçasıydı.
Portekizlilerin hedefi Şah İsmail’in 16. yüzyılın başındaki “büyük kapışma”da oynadığı rol biraz küçümseniyor mu ne?
Şah İsmail’in “büyük kapışma”da oynadığı rol, şimdilerde yaygın olarak kabul ediliyor. Şah İsmail’i diğerlerinden ayıran, askerî girişimleri neticesinde elde ettiği başarılar ve hem bir şah, hem de bir şeyh olarak sahip olduğu ikili rolün karizmatik gücü. Hem Osmanlılar, hem de Avrupa’daki çeşitli Hıristiyan krallıklar İsmail’in sertliğinden ve mucizevi güçlerinden epey etkilenmişler. Dolayısıyla ünü erken dönemlerden itibaren kendi ülkesinde ve diğer ülkeler nazarında sahip olduğu fiilî gücü artırmıştır, tâ ki 1514’te Çaldıran’da ağır bir yenilgi alana kadar. Şah İsmail’i ‘Doğudan gelip Batıyı kurtaracak bir kahraman’ olarak tasvir eden ‘efsane’ hakkında ne düşünüyorsunuz?
John Tolan’ın editörlüğünü üstlendiği Medieval Christian Perceptions of Islam (Ortaçağ’da Hıristiyanların İslam Algısı) başlığını taşıyan kitap-
ta “Şah İsmail Efsanesi” üzerine yazmıştım. Doğrudan Şah’ın kendisiyle ilgili çok fazla kanıtımız yok. Bununla birlikte görünüşe göre Şah İsmail, Batı İran’ın ve Doğu Anadolu’nun heteredoks toplumsal yapısını ve ataları katledilmiş bir sufi şeyh ailesinden gelme bir çocuk-kral olarak sahip olduğu ünü bir avantaja çevirmiş karizmatik ve kararlı bir liderdi. Şah İsmail Avrasya tarihinin çok kritik bir anında iktidara geldi: Bir yanda Osmanlılar, diğer yanda Portekizliler güçlenirken, dinî meşruiyet ve ticarî hegemonya savaşı da bütün şiddetiyle sürüyordu. Böyle bir bağlamda Şah İsmail’in ilk dönemlerde aldığı kayda değer başarılar, hem Avrupa’nın Hıristiyan krallıklarında, hem de Osmanlı’nın egemenliği altındaki bölgelerde büyük ilgi uyandırmıştı. Avrupa’da İsmail’in Mesihvârî bir kişilik olduğu, Hıristiyan rahiplerin tavsiyelerini izlediği ve askerleri tarafından yenilmez olarak görüldüğü şeklinde dedikodular yayılıyor, tüccarların hikâyeleri ve casusların raporları da bu imajı destekliyordu. Daha da önemlisi Şah İsmail Sünni İslamın ve Hıristiyan kralların topraklarına doğru hızla yayılan Osmanlıların ölümcül bir düşmanı olarak tasvir ediliyordu. Dolayısıyla kısa süreliğine “Türk”lere karşı bir müttefik
nın en ilginç yanı, bir Osmanlı deniz kumandanının, Osmanlıların da en önemli aktörlerinden biri olduğu büyük Akdeniz dünyasını kafasında nasıl canlandırdığını ayrıntılı bir şekilde ortaya koymasıdır. Bu, 16. yüzyıldaki dünya görüşünün çok ilginç ve güzel bir örneği.
arayışında olan Batılılar tarafından kurtarıcı olarak görüldü. Siyasî oportünizm Şah İsmail ile Venedik hakimi (Doge) ve Papa gibi çeşitli Hıristiyan liderler arasında kurulan diplomatik ilişkilerin önünü açtı. Fakat bu ilişkiler herhangi bir askerî ittifakla sonuçlanmadı. Bununla birlikte Şah İsmail, II. Bayezid ve Yavuz gibi Osmanlı sultanlarının batı cephelerine yoğunlaşmasını engellemiş oldu; Şah İsmail efsanesinin gücü ancak Çaldıran Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş silinmeye başladı. Osmanlıların Kızıldeniz’deki faaliyetlerini rakipleriyle mukayese ettiğimizde nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
Genel olarak baktığımızda Kızıldeniz’i Avrupalı rakiplerinden koruma ve İran Körfezi’nde çeşitli üsler inşa etme noktasında başarılı olmuşlardı. Kızıldeniz’de (ya da Basra Körfezi’nde) bulunan filolara adam ve ikmal sağlamak zorlu bir işti. Kerestelerin uzun mesafeden taşınması gerekiyordu; eğitimli denizcilerin sayısı çok azdı ve Kızıldeniz’de yol bulmak epey büyük bir sorundu. Ancak Portekizliler Hint Okyanusu’nu ya da en azından bazı kıyılarını denetim altında tutma eğilimindeyse de, Mekke’ye o uzun süre hayali kurulan saldırıyı gerçekleştirip Osmanlı’nın bölgedeki prestijini yerle bir etme planını hiçbir zaman uygulamaşa geçiremediler.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
47
Söyleşi
Osmanlıların Hint Okyanusu’na açılmasını engelleyen neydi?
Hint Okyanusu’na kayda değer bir biçimde açılmak, devasa bir insan gücüne ve gemi tedariğine sahip olmayı gerektirirdi ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda bunlar yoktu. Salih Özbaran, Cengiz Orhonlu ve M. Yakub Mughul gibi tarihçilerin yaptığı çalışmalar, Osmanlıların Hint Okyanusu’nda karşı karşıya kaldığı sınırları ortaya koymuştur. Öte yandan The Ottoman Age of Exploration kitabının yazarı Giancarlo Casale, Kanuni döneminde Hint Okyanusu’na dönük büyük bir emperyal stratejinin geliştirildiğini ileri sürer. Casale, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki asker şahsiyetlerin stratejileri ve politikaları ile bunların içinde aktif bir rol aldığı nüfuz ve ticaret ağlarını dikkatli şekilde incelememiz gerektiğini söylerken haklı. Ne var ki, elimizdeki delillere bakarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Hint Okyanusu’nda Aden’in doğusuna uzanacak uzun vadeli bir girişim için hazır olduklarını düşünmüyorum. 1538 ve 1554 yıllarında gerçekleştirilen donanma keşifleri böylesi bir girişimin ne kadar imkân dahilinde olduğunu görme amacını taşımaktaydı, fakat bu girişimler başarısız oldu. Ayrıca Osmanlılar Portekizlilerin silah gücünden de çekiniyorlardı. Bu-
nun yerine, Sultan’ın Güney Asyalı Müslümanların tabii önderi olduğu retoriğini kullanmayı tercih ettiler. Osmanlıların Hint Okyanusu’nda donanmaya daha büyük çaplı bir yatırım yapmaları muhtemelen lojistik olarak uygun değildi. “Osmanlı’nın 16. yüzyılda sınırlarını genişletmekteki amacı Avrupa ülkelerinin keşif yolculuklarının amacıyla aynıydı” diyorsunuz. Peki ya Amerika’yı Osmanlı keşfetseydi?
Şükür ki bir tarihçiyim ve “ya şöyle olsaydı” türünden sorulara cevap vermek zorunda değilim. Osmanlıların motivasyonlarıyla ilgili söylediğim şey şuydu: Osmanlı İmparatorluğu hem bir Avrupa, hem de bir Asya imparatorluğudur ve her halükârda bu iki tür imparatorluk arasındaki sınırları çok kesin hatlarla çizmemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu tıpkı diğer dünya imparatorlukları gibi gücü, zenginliği ve prestiji hedefleyen faydacı (oportünist) bir yapı olarak görülmeli. Osmanlı’nın bir İslam imparatorluğu olduğu önemli bir veri fakat bu, Osmanlı İmparatorluğu ile rakip imparatorluklara ilişkin faydalı mukayeseler yapmamızı engellememeli. “Bir Dünya Gücü Olarak Osmanlılar” adlı makalenizde Osmanlıların sadece bir kara devleti değil, aynı zamanda bir deniz imparator-
PALMIRA BRUMMETT KİMDİR? Brown Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi. Doktorasını 1988’de Chicago Üniversitesi’nde tamamladı. Geniş bir ilgi alanına sahip olup Osmanlı tarihini dünya tarihi içinde değerlendiren çalışmalarıyla dikkat çekmiş, kitap ve makalelerini bu çerçevede kaleme almıştır. Keşifler Çağında Osmanlı Denizgücü ve Doğu Akdeniz’de Diplomasi (Timaş: 2009) ve İkinci Meşrutiyet Basınında İmge ve Emperyalizm: 1908-1911 (İletişim: 2003)
48
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
adlı kitapları Türkçeye tercüme edildi. Son alarak Avrupa’daki Osmanlı imgesini haritalar üzerinden okuduğu Mapping the Ottomans: Sovereignty, Territory and Identity in the Early Modern Mediterranean adlı kitabını neşretmiştir. Çalışmalarını kültürlerarası etkileşime teksif eden Brummett halen öğrenci yetiştirmeye ve yeni eserler kaleme almaya devam ediyor.
luğu olduğunu anlatan “yüzen fil” şeklinde muhteşem bir benzetmeniz var. Biraz açabilir misiniz?
Burada siyaset bilimci William Thompson’ın modelini kullandım. Thompson devletleri ve imparatorlukları filler, yani karada egemen olan askerî güçler ile balinalar, yani denizde egemen olan güçler şeklinde ikiye ayırmıştı. Bense Osmanlı İmparatorluğu’nun hem bir fil, hem de bir balina olduğunu söyledim. Osmanlı İmparatorluğu emperyal hedeflerini gerçekleştirmek için hem karada, hem de denizde bütün gücünü kullandı. Osmanlıları deniz gücü olarak değerlendirdiğimizde daha büyük mânada Akdeniz bölgesinde yürütmüş olduğu faaliyetleri çok daha farklı görmek mümkün. Osmanlı İmparatorluğu’nun İslamî ya da “Doğulu” bir kimliğe sahip olduğu gerekçesiyle farklı olduğunu varsaymak yerine, Avrupalı imparatorluklar için kullanılan analiz kategorilerini Osmanlı’ya uygulamak ve bunun nasıl sonuçlar doğuracağını görmek istiyordum.
Dünyayı değiştiren ışık
Endülüs özel sayısı bayilerde
Derin Tarih’i, bayilerden, seçkin kitabevlerinden ve www.birlikte.com.tr adresinden temin edebilirsiniz.
Endülüs albümü hediye
Dosya
YAVUZ OLMASAYDI
HZ. PEYGAMBER’İN NÂŞINI AVRUPA’YA KAÇIRACAKLARDI!
(sav)
50
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Yavuz Sultan Selim İslamın Kutsal Beldelerini Osmanlı ağacının gölgesine almasaydı tarih çok başka şekilde cereyan edebilirdi. Zira Portekizli deniz komutanları ellerini çabuk tutup Yavuz’dan önce kutsal toprakları ele geçirmek için plan üstüne plan yapıyorlardı. Sonunda Osmanlı planı kazanacaktı.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
51
MUSTAFA ARMAĞAN
[email protected]
T
arih bir masal kitabı gibi okunursa Keşifler Çağı ‘bizden’ bağımsız bir sürprizler dizisi olur çıkar. Eyyubîsi, Selçuklusu, Memlukları ve Osmanlısıyla biz… Dünyaya ait hiçbir pozitif realiteye bulaştırılmayan ve ileri, gelişmiş ve modern olanın zinhar yanına yanaşamadığı, irtica, geri kalmışlık ve çağdışılıkla hadım edilmiş bir tarih bizimkisi. Velhasıl tarihinden ve coğrafyasından sürgün edilmiş, öbür yandan zihni de sömürgeleştirilmiş bir ‘biz’ ne kadar biz isek oyuz işte. Keşifler Çağı diyorduk, değil mi? Kristof Kolomb, Macellan, Vasco da Gama, Cabral, Cortez,… Bunların birer ‘beyaz’ özgürlük kahramanı oldukları öğretildi bize. Yerinde duramayan cevval beyaz adamlar ufukları tarayan gözleri ile Avrupa enigmasına endeksli cesaretlerini cem ederek yola çıktılar vs. Ne kadar da temiz, hijyenik, mis gibi bir tarih, değil mi? Hayranlık tüter okuyanın dimağından ve o da macera kayığını ufuklara salmak için can atar. İşte bu yarım bilgi burada kalır ve bize sadece anlatılanlara duyulan hayranlık düşer. Adamlar neler yapmış kardeşim, bizimkiler burunlarını Akdeniz’den çıkarmamışlar vs. Arkasının nasıl geleceğini biliyorsunuz. Şimdi madalyonun tersini çevirelim ve bakalım Keşifler Çağı’nın bizden saklanan yüzünde neler bekliyor bizi? Dürbünümüzün odağına tabii Portekiz’i yerleştireceğiz. Çünkü bu işe ilk girişenler onlar oldu, hatta Kolomb 1484 yılına doğru destek için Portekiz Kralı Joao’ya başvurmuştu, müneccimleri Kral hazretlerine bu çılgınca tasarıdan vazgeçmesini söylemeselerdi Amerika kıtası muhtemelen İspanyollar yerine Portekizlilerin doymak bilmez iştahlarının kurbanı olacaktı (Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, İmge: 2002, s. 56). Lakin Portekizliler keşif seferlerine neden çıkıyorlardı? Asıl soru bu. Neyse ki Abbas Hamdani’nin bir makalesinde Portekizlilerin keşif, pardon Haçlı seferlerine çıkma niyetlerinin
52
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
kaynağı hakkında geniş bilgi bulabiliyoruz (“Ottoman response to the discovery of America and the new route to India”, JAOS, V. 101, No. 3 (1981), s. 323-330).
Hamdani’ye göre Katolik Portekizlilerin Müslümanlara karşı ilk ciddi teşebbüsleri daha 1317 yılında donanmaya amiral olarak atanan Peçanha’dan gelmişti. O ve bir dostu Papa’ya başvurarak Müslümanlara karşı güçlü bir filo inşası için maddi destek ricasında bulunmuşlar, Papa hazretleri de bu Haçlı seferi teklifini ciddiye almış, inanmayacaksınız ama bu amaçla hususi bir tarikat dahi kurmuştur: Adı mı? İsa Tarikatı (Order of Christ). Daha da ilginci, kapısına kilit vurduğu ve ateşlerde
kızartarak yok ettiği Tapınak Şövalyelerinin Portekiz’deki mal varlıklarını da bu yeni tarikata devretmiştir.
Tapınakçıların ruhu yaşıyor Artık Tapınak (Templar) Şövalyelerinin ruhunun yeni bir tarikat bünyesinde devam ettiğini ve bu tarikatın da Müslümanları Kutsal Topraklardan atmak üzere bizzat Papa hazretleri tarafından örgütlendiğini ve fonlandığını öğrenmiş bulunuyoruz. Güzel. Peki bu tarikat bağımsız mıymış? Ne gezer! Portekiz kraliyet ailesinin çekip çevirdiği tarikatın başında Fatih’in ilk 10 yılıyla da çağdaş olan Denizci Prens Henry’yi görüyoruz. Henry ta-
Dosya
» Portekizliler Hint kıyılarında Portekizli Joao de Nova Hindistan kıyılarındaki küçük adaları Portekiz gemilerinin su ihtiyaçları için kullandı. O küçük adacıklara yanaşan Portekiz gemilerini gösteren bir çizim.
rikatı doğrudan doğruya idare ediyor, Müslümanlara karşı düzenlediği askerî saldırıların ganimetleri ve deniz ticaretinden elde ettiği kazançlarla tarikatın faaliyetlerini finanse ediyordu. Nitekim 1415 yılında Kuzey Afrika’daki Septe’yi ele geçirmeyi başardı. Buradan Fas kervan yolları ve Atlantik kıyısı Portekizlilerin Batı Afrika’ya sızma kanalları oldu. İstanbul’un fethedildiği yıl Prens Henry’nin çabaları sonucunda Afrika’daki Müslüman ticaret ve denizcilik ağının ortasına kurulup oturmuştu Portekizliler. Buna Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethederek cevap verecek ve Batı Avrupa Hıristiyanlığının atağına Doğu
Hıristiyanlığının merkezini ele geçirerek bir karşı hamle yapacaktı. Tabii yeni Haçlı dalgalarını da kabartmakta gecikmeyecekti. Yalnız Denizci Henry’nin İstanbul’un fethine cevabı, direkt olamadı. Doğrudan Osmanlı’nın üzerine yürümeye cesaret edemedi ama Afrika’nın etrafını dolaşarak hep hayalinde yaşattığı Doğudaki hayalî Hıristiyan Kral’a ulaşabilirim ümidiyle harekete geçti. 8 Ocak 1455’de Papa bu kararı onaylayacaktı. Nitekim bir sonraki Kral Dom Joao II, varlığı sadece efsanelerde geçen Habeşistan’daki Hıristiyan Krala ulaşmayı denedi de. Ona ulaşırsa güçlerini birleştirip Memlukleri ortadan
kaldırabilir ve Doğunun kârlı baharat ticaretinin üzerine oturabilirlerdi. Yıl 1488. Bartholomeu Diaz’ın Ümit Burnu’na ulaştığı bilgisi geldi Lizbon’a, dört yıl sonra da Covilha’nınki. Kral, Hindistan ve Doğuya Ümit Burnu’nu dolaşarak ulaşılabileceğinden emindi artık. Nihayet 1497’de Ümit Burnu’nu dolaşan Vasco Da Gama, Zengibar civarına ulaşmıştı. Burada ünlü bir Arap denizciyle tanıştı. Üstelik Ahmed b. Macid öyle sıradan bir denizci de değildi. Deniz yolları üzerine kitaplar yazan bir alimdi aynı zamanda. Portekizliler İbn Macid’in dizinin dibine oturup Hind Okyanusu’nu nasıl aşacaklarını ve Kalikut limanına nasıl varacaklarını öğrendiler. Böylece yalnız Hind’in baharatı değil, altınları, fildişleri ve köleleri de oluk oluk Portekiz sarayının hazine dairesine akacaktı. Portekizliler ilk iş olarak Hind Okyanusu kıyılarında koloniler oluşturmaya giriştiler ama karşılarına bölgenin en etkin gücü olan Memluk Devleti çıktı. Kendilerini engelleyen bu gücü nasıl alt edeceklerdi? İlk darbeyi 1500 yılında Kalikut limanında bekleyen 10 Memluk gemisini suçsuz sebepsiz batırarak vurdular. Ertesi yıl da Portekiz Kralı bir emirname yayınlayarak Arapların artık Hind baharatı ticareti yapmalarına izin verilmeyeceğini duyurdu. 1502 yılında ise Müslüman tüccarların hamisi olan Kalikut Kralına savaş açtı. Nihayet ertesi yıl bu defa hedef, içinde Cidde limanının da bulunduğu Kızıldeniz’di.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
53
Bundan böyle buraya girecek gemiler Portekizlilerden izin alacaktır. Kızıldeniz boğazı ablukası o kadar etkili olmuştu ki, eskiden ticaret gemilerinin vızır vızır işlediği ve Mısır’a baharat taşıdığı denize dışarıdan girilmez olmuş, bırakın ticareti, para kazanmayı, kendi baharatlarını bile ordan burdan temin edebilmişlerdi Mısırlılar. Bu böyle olmayacaktı. Gücerat Sultanı, Aden Emiri ve Mekke Şerifi top-
lanacak ve Halifeliği de himayesinde bulunduran Memluk Sultanı Kansu Gavrî’ye başvurup meseleye bir hal çaresi bulmasını isteyeceklerdi. Ne var ki, Memluklerin durumu pek iç açıcı görünmüyordu. Ekonomileri kötüye gidiyordu. Portekiz onları fena vurmuştu.
Memluklerin gücü yetmiyor Memluklar gerçi iyi niyetle mücadele ediyorlardı ama tehlikeyi bertaraf edemiyorlardı. 1508 yılında Memluk amirali Emir Hüseyin’in Portekizli Almeida’nın kuvvetleri karşısında Çaul’da zor da
» Yavuz’un Doğu Seferi sırasında kaplan avını tasvir eden bir minyatür.
54
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
olsa kazandığı zaferin sevinci kursaklarında kalacak ve Şubat 1509’da bu sefer Almeida zafer kazanacak, Memluk donanması Diu’da ağır bir darbe yiyecekti (M. Yakup Mughul, Kanuni Devri, Ank. 1987, s. 40-42). İstanbul’u Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) denilen deprem sarsarken Diu ve Gücerat’ı işgal eden ve burada bir üs kuran Portekizli komutan Almeida, Memluk filosunu göstere göstere mağlup ediyordu. Zaten iki yıl önce Güney Arabistan kıyılarındaki Sokotra kalesini zaptetmiş, 1505 yılında ise Mekke’nin burnunun dibindeki Cidde’ye hücum etmişti. Portekiz kıskacı, Yavuz Sultan Selim’in iktidarın kabzasına pençesini uzatacağı günlerin arifesinde giderek daralıyor, Hind Okyanusu’na giren ve yerleşen Portekizliler bu defa İslamın kalbine doğru adım adım ilerliyorlardı. İslam âleminin gözü, kulağı kutsal beldelerin hakimi Memluklerdeydi ama onun bu saldırıları püskürtecek mecali kalmamıştı. Cidde resmen açık bir liman gibi sık sık hücuma uğruyor ve Almeida’nın daha da korkunç bir planı ortaya çıkıyordu: Mekke-i Mükerreme’yi ele geçirmek! Harekât gerçekleşti. Bu hücumu Cidde Valisi Emir Hüseyin el-Kürdî adlı tecrübeli denizci akim bırakmasaydı durum daha vahim olabilirdi. Kürdî, Mekke’nin limanı olan Cidde’de yeni istihkâmlar inşa ettirmiş ve güçlü bir savunma tertibatı aldırmıştı (Mughul, age, s. 31). Öte yandan Almeida yerini 1509 yılında Affonso de Albuquerque’e bırakmış, deyim yerindeyse beterin beteri gelmişti. Yeni komutan halefinden de hırslıydı ve korkunç planlara imza atmayı dinî ve ekonomik bir görev olarak üstlenmişti. Kudüs’ün kurtarılması ve Doğudaki Hıristiyan Krala ulaşılması için tabiatıyla paraya ihtiyaç vardı. O para da işte buradaydı. Din ve para iç içe geçmişti nazarında. Nitekim kısa sürede Goa’yı ele ge-
Dosya
» Mescid-i Nebevi (solda) ve Kabe’yi (sağda) tasvir eden minyatürler.
çirmiş ve Portekiz’in doğudaki başkenti yapmıştı bile. Anadolu’da Şahkulu isyanının çıktığı sıralarda Endonezya kıyılarına açılmış, Malakka’yı zaptetmiş, baharat ticaretinin merkezine el koymuştu. Ömrünün son yılında ise Basra Körfezi’ndeki Hürmüz adasını zaptedecekti. Albuquerque Aden’i alamamışsa da Hind Okyanusu’nu adeta bir Portekiz Denizi’ne çevirmeyi başarmıştı işte. Koca deniz Müslüman gemilerinin trafiğine göz göre göre kapanmıştı. “Eğer Malakka’dan yapılan baharat ticaretini Memluklerin elinden koparabilirsek Kahire ve Mekke de harap olacaktır”. Lizbon’daki Krala böyle yazıyordu. Şimdi hedefinde Mekke vardı. Albuquerque’in Kızıldeniz’den Mekke’ye ulaşmak ve onu ele geçirdikten sonra Kudüs ile takas yapmak gibi aklın sınırlarını zorlayan büyük tasarıları çok daha çarpıcı bir tasarıyla birleşince Müslümanlar açısından tam bir dehşet tablosuna dönüşecek gibiydi: Mekke ve Medine’yi ele geçirmek ve Peygamber Efendimiz’in (sav) nâşını Avrupa’ya kaçırmak! Gerçi hevesi kursağında ka-
lacak ve Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmadan beş ay kadar önce hayata veda edecekti ama hem kendinden önceki, hem de sonraki Portekizlilerin İslamı bölgede saf dışı etme çabaları göz önüne alındığında bu tehdidin boyutları küçümsenecek gibi değildi.
Kudüs, ey Kudüs Nitekim Albuquerque’in ölmeden kısa bir süre önce gerçekleştirdiği başarısız Cidde çıkarmasının yankıları bir yandan Lizbon’da, öbür yandan da Topkapı Sarayı’nda farklı seslerle yankılanacaktır. Velhasıl ticaret, sömürü ve din el ele yeni bir dünya inşa ediyordu. Amerika’yı keşfettiği söylenen Kristof Kolomb’un (kendisi bunu hiçbir zaman bilemedi) batıya giderek doğuya ulaşmak amacıyla yola çıktığı ve Çipangu’yu (Japonya) bulmayı beklerken tesadüfen Küba civarına çıktığı sık sık tekrarlanır da, seyahatinin asıl saiki nedense telaffuz edilmez. Alman iktisat tarihçisi Werner Sombart’ın iddialarına bakılırsa Yahudi finansmanıyla yola çıkan Kolomb’un se-
ferlerinin asıl amacı, bizzat kendisinin de seyir defterine kaydettiği gibi, başta Kudüs olmak üzere Kutsal Topraklar’ın Müslümanların elinden kurtarılması yönündeki kadim Yahudi-Haçlı tutkusunun devamıydı. Amacına ulaşırsa Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’ya, Batı Hıristiyan dünyasına altın nehirleri halinde akacak ve keşfedilen topraklardan elde edilecek gemiler dolusu altınla yeni Haçlı kuvvetleri tertip olunarak Müslüman diyarlarına doğru bir intikam seferine çıkılacaktı. Bu arada Avrupa’da bazı efsaneler türemişti. Güya Müslümanların bulunduğu bölgelerin de ötesinde, Habeşistan’da güçlü bir Hıristiyan Kral yaşarmış, adı da “Doğu’nun Kralı” Rahip John (veya James) imiş. İşte bilim tarihi yazarlarına göre, coğrafî keşiflerin arkasında yatan temel güdülerden biri, Doğu’da yaşadığı zannedilen ama ismi olup da cismi bir türlü bulunamayan(!) bu güçlü Hıristiyan Kralı bulmak, kendisiyle temasa geçtikten sonra ondan gücünü Batı’daki Hıristiyanlarla birleştirmesini istemek, böylece Müslümanlara asırlardan beri bir türlü verilemeyen ağızlarının payını vermek, kutsal mekanları kurtarmakmış. Palmira Brummett’e bakılırsa Müslümanlara ‘cihad’ açan, en acısı da İranlı düşünür Ali Şeriati’nin dediği gibi “Osmanlı’yı arkadan hançerleyen” Şah İsmail’in nicedir hayalini kurdukları ‘Hıristiyan Kral’ olup olmadığından şüphelenmiş ve kendisine büyük ümitler bağlamışlar. Böyle bir hurafeyi bizim tarihimiz adına anlatsak memleketimizin gü-
2015 ARALIK / DERİN TARİH
55
» Hedefi büyüttüler 1509’da Hindistan Umumi Valiliğine atanan Affonso de Albuquerque Portekiz’in siyasî hedeflerini büyüttü. Önceleri ufak adalarda söz sahibi olan Portekiz bu tarihten sonra Hürmüz Adası, Malakka, Goa limanı ve Yemen’in Aden limanına göz dikecekti.
zide münevverleri anında lafın üzerine çullanır ve ‘Zaten bu örümcekli kafa yüzünden geri kalmadık mı?’ teranesine yeni bir nota daha eklemenin zevkiyle sarhoş olurlardı. Lakin aynı hurafeler Avrupa’da ortaya çıkınca ya görmezden gelinir ya da ört bas edilir, ilerlemenin kıblesi olarak kabul ettikleri ve gerçekte muhayyilelerinde kurguladıkları Avrupalılığa kat’iyen leke sürülmez.
Yavuz Mısır’a neden yürüdü? Yavuz Sultan Selim neden Sünni bir devlet olan Memluklere savaş açıp Müslüman kanı dökülmesine sebep oldu? Bu soru konferans veya tv programlarında o kadar sık sorulur ki, cevabı sorunun şiddetinden gizlenmiş gibidir. Soranlar haklı mı haklı. Ancak bu
56
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
masumane kılıklı soru, gerçekte Osmanlı’nın Müslüman kanı döktüğünden bahisle ne kadar İslamî bir devlet olduğunu sorgulamaya yönelik bir tuzağı gizler. Onun için dikkatli olunmalı. Gerçekten de Yavuz’un 1516 yılında Suriye-Mısır seferine çıkmasının arkasında hangi acil ve adil gerekçe yatıyordu? Bu soruyu cevaplamak önemli. Düz bakarsanız tarih size sırlarını açmakta epeyce cimri davranır. Onun mahremiyetine agâh olabilmek için mutlaka biraz girintili çıkıntılı bakışlara ihtiyacınız vardır. Baltaya değil, testereye ihtiyacınız var tabir caizse. Burada bir yandan Memluklerin üzerine neden sefer açıldığını anlamaya çalışırken, öbür yandan geçmişteki olayların karmaşıklıkta bugünküleri aratmayacağını da görmüş olacağız. Biz soralım o zaman: 1516 yılında “Ortadoğu”da neler olup bitiyordu? Aslında neler olmuyordu ki? Hiç hesapta olmayan ecnebi bir aktör girmişti denkleme çünkü. Portekiz, Avrupa’nın yeni ileri karakolu olarak Hint Okyanusu’ndadır ve Kızıldeniz’e de usul usul sokulma denemeleri yapmaktadır. Yukarıda gördük, 15. yüzyılın sonlarından itibaren Portekiz diyarının
gemicileri Hind Okyanusu’nun engin sularına göz dikmişlerdi. Vasco da Gama, Kolomb gibi ‘Hindistan’a gidiyorum’ diye yanılıp da Amerika kıtasına çıkmamış, gerçek Hindistan’ı keşfetmişti. Tabii Katolik Portekiz’in ricâl-i devleti, durumdan vazife çıkartarak bu ‘randımanlı’ keşiften, Hıristiyan dünyasının ‘kâfir Müslümanlar’ karşısındaki liderlik rolünün kendisine düştüğü hükmüne varmış, Güneydoğu Asya denizlerinde,Portekizlilerin hem ‘yamyam’ (heathen), hem de ticarî rakipleri olarak gördükleri Müslümanlara karşı yeni bir Haçlı seferinin bayraktarı ve imalatçısı olmuşlardı. Almeida’nın ölümü üzerine 1509 yılında Affonso de Albuquerque’in “Hindistan Umumi Valisi” olarak atandığını söylemiştik. Önce Hindistan kıyılarında ve Endonezya’da ele geçirdikleri tek tük adalarla idare eden Portekizliler, sonradan işi büyütüp bölgenin tamamına el koymanın hesabını kitabını yapmaya koyulurlar. Özellikle yaman bir denizci olan Albuquerque’in yırtıcı stratejisi bölgenin canlı deniz ticaretinin tamamına el koymayı hedefliyordu. Kendisine bu bölgede üç can alıcı stratejik hedef belirlemiştir: 1) Basra Körfezi’nin girişinde bulunan ve körfezi kontrolünde tutmak açısından anahtar öneme sahip olan Hürmüz adası. 2) Bugün Singapur civarında bulunan ve ‘Şark’ın en zengin şehri’ diye şöhreti ufukları tutmuş olan Malakka idi ki, Baharat Adaları’ndan gelen ticaret yolu bu limandan geçiyordu. 3) Stratejik bir üs olarak Goa limanı. Nitekim Goa limanına 20 gemi ve bin kadar askerle saldırmış ve şehir 1510 yılında düştüğünde Portekiz Asya’sının tacındaki yeni inci olmuştu. Ertesi yıl da Malakka düşecekti. En stratejik üslerden biri olan Hürmüz adası ise düşmek için 1515 yılını bekleyecekti (Adel Allouche, Osmanlı Safevi İlişkileri, Anka: 2001, s. 134).
Hindistan Umumi Valisi Albuquerque’in bir başka hedefi de, Kızılde-
» Mücadele zamanı Portekiz’in siyasî emellerine Osmanlı Sultanı Yavuz’un stratejik değişimleri iyi okuyabilen vizyonu karşı koyacaktı. Yavuz’un planı netti. Portekiz’in hamlelerine sessiz kalınmayacak, mutlaka mücadele edilecekti. Savaşa giden donanmaları tasvir eden bir minyatür (Şehname-i Nadirî).
niz’in girişini tutan ve büyük bir stratejik önemi haiz bulunan Yemen’in Aden limanıydı. Gelin görün ki, Portekizliler Aden’e saldırdığında karşılarında Anadolu’dan giden ve Rumi (Rumes) denilen gönüllüleri bulacak, pişman ve yenik bir şekilde geri döneceklerdi. Öte yandan Portekiz’in deniz aşırı topraklara yayılması, ticaretinin damarları büyük ölçüde bu bölgeye bağlı bulunan “Ortadoğu” ekonomisinde tehlike çanlarını çaldırmaya yetmiştir. Çünkü o zamana kadar Akdeniz ülkeleri ile Avrupa’nın baharat ihtiyacını karşılayan Kızıldeniz ticaret yolu da Portekizli mütecavizlerin saldırganlığına açılmış bulunuyordu. Velhasıl 16. yüzyılın hemen başlarında hâlâ İslam dünyasının en güçlü devleti olduğu görüntüsü veren Memluklerin can damarlarından biri daha kesilmek üzeredir. Öte yandan Yavuz Sultan Selim’in keskin kulaklarının bu büyük jeo-stratejik sarsıntıyı duymaması mümkün müdür?
Osmanlı Hint Okyanusu’nda Devrin Arap kaynakları 1507 yılının Arap tarihinin “en karanlık yılı” olduğunda ağız birliği etmiş gibidirler. Bu yıl itibariyle Portekiz gemileri Kızıldeniz’e kadar selamsız sabahsız girebilmekte, Basra Körfezi’nin ağzında bulunan Hürmüz adasını keyiflerince işgal edebilmekte ve Aden’i ele geçirmek
için çıkarma girişimlerinde bulunmaktadırlar. Memlukler herşeye rağmen direnmektedirler ama ne çare ki, deniz kuvvetleri Portekiz’in Atlantik’i aşıp gelmeyi başarmış yüksek bordalı gemileri ve ateşli silahları karşısında yetersiz kalmaktadır. Zaten bu yetersizlik ve
muharebelerdeki gemi kayıplarından dolayıdır ki, yeni donanma yapamamış, Osmanlılardan yardım istemişlerdi. Osmanlılar iki parti halinde gemi yapımında kullanılacak kereste vs. malzeme yollamış, bir de Selman Reis, II. Bayezid tarafından Memluk Devleti’nin hizmetinde çalışması için hu-
2015 ARALIK / DERİN TARİH
57
susi olarak görevlendirilmiştir. (Yavuz, Selman Reis’i Mısır’da bulacaktır.) Anlayacağınız, Osmanlılar komşu Müslüman devletlere, küffara mağlup olmamaları için gemi yapım malzemeleri ve araçları yanında deniz komutanı bile ihraç etmişlerdir! Maksat, küffar ayak basmasındı İslamın kutsal topraklarına! Bu kâfiydi. Portekizlilerle tek başlarına başa çıkamayacaklarını anlayan Memlukler, Osmanlılardan topçuluk ve gemicilik alanlarında yardım istemekte bulurlar çareyi. Bunun üzerine Sultan II. Bayezid, 22 Ağustos 1510 tarihinde İskenderun limanından Memluk donanmasına ait gemilerle Kahire’ye, 30 gemi yapımına yetecek kadar kereste, demir, silah ve inşa malzemeleri yollar. Ancak bu malzemeleri taşıyan gemi yoldayken, Tapınakçıların varisi sayabileceğimiz Rodos Şövalyelerinin saldırısına uğrar; çok geçmeden korsan şövalyelerin Osmanlı gemisini ve taşıdığı malzemeleri ele geçirdikleri haber gelir. Ne var ki, İslam dünyasının kalbine yönelmiş bir tehdit olan Portekiz mızrağını püskürtebilmek için yılmamak
58
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
ve yardıma devam etmek şarttır. Nitekim ertesi yıl yine yola çıkan gemiler Kahire’ye daha geniş kapsamlı bir yardım paketi götürmekte ve paketin üzerinde “Gönderen: Osmanlı” diye bir yazı okunmaktadır (Nicolas Vatin, Rodos Şövalyeleri ve Osmanlılar, Tarih Vakfı: 2004, s. 304-5). Velhasıl Kızıldeniz’deki Hıristiyan tehdidi gerçekten de korkutucu boyutlara ulaşmış durumdadır. Portekiz’in Hind Okyanusu’ndaki kuvvetlerinin reisi Albuquerque’in gözü dönmüş, gemilerinin burnunu bu defa Kızıldeniz’e çevirmiştir.
Şeytanî plan Portekiz’in Hindistan Umumi Valisi’nin hedefi, bu defa “Rumî”lerin kökünü kazımaktır. Tabii ancak “Rumî”nin gönüllü Osmanlı levendi anlamına geldiğini biliyorsak onu neyin bu kadar ürküttüğünü anlayabilirsiniz. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden (Karaman’dan, Sivas’tan, Kayseri’den vs.) gönüllü olarak bu uzak diyarlara savaşmak için gönderilen “Rûmîler”, yani Osmanlı levendleri, Cidde ve Aden
limanlarında Portekiz kuvvetlerine karşı yerel bir direnişi örgütlüyor, yöre halkına yeni savaş teknik ve taktiklerini öğretiyor, eldeki ateşli silahların etkinliğini artırıyor ve Akdeniz’deki savaşlardan kazandıkları tecrübeyi bu kaynayan coğrafyada dindaşlarıyla cömertçe paylaşıyorlardı. Amiral Albuquerque ise 1 Nisan 1512 tarihinde yazdığı mektupta düşüncelerini Portekiz Kralına ifade ederken, “Kızıldeniz’e gidip de bu halkı Rumî denilen yaratıkların var olmadığına inandırmadıkça” der ve sözlerine şöyle devam eder, “Majestelerinin tebası için bu bölgelerde ne güven, ne de barış olabileceğini saygıyla bildiririm”. Albuquerque’in niyeti, gerçekten de ciddi ve –tabii bizim için– kötüydü. Hemşehrisi Kolomb’un Amerika’daki Haçlı rolünü Hind Okyanusunda inatla ve hırsla sürdüren Albuquerque, Müslümanları Kutsal Topraklar’dan silip süpürmek için sinsice bir plan hazırlamış ve Portekiz Kralı’na yazdığı aynı mektupta bu niyetini açıkça ilan etmişti. Şu bir Müslümanın tüylerini diken diken etmemesi imkânsız olan ‘şeytanî mad-
Dosya
deleri’ zikrediyordu mektubunda: 1) Hindistan’daki Portekiz sömürgelerini muhafaza ve tahkim etmek için Diu ve Goa’yı ele geçirmek (buralar birkaç defa el değiştirmişti, kesin hakimiyet kurmaktan söz ediyor), 2) Basra deniz yollarına hakim olabilmek için Hürmüz’ü elde tutmak, 3) Kızıldeniz’de hakimiyet kurmak için Aden’i zaptetmek, 4) Nil nehrinin yanında paralel kanal kazdırıp (dağı delecekti) nehrin yatağını değiştirmek suretiyle Memluklerin hayat kaynağı olan Mısır’ın kuraklıktan kırılmasını sağlamak, en önemlisi de, 5) Kudüs’teki kutsal mabedlerini ziyaretlerinde Müslümanların vergi almaları karşısında intikam için Hz. Muhammed’in mezarını Hıristiyan topraklarına kaçırmak”. (F. C. Danvers, The Portuguese in India, Cilt: I, Londra 1894, s. 271; ayrıca bkz. Muhammed Yakub Mughul, Kanunî Devri, Ank. 1987, s. 52.)
Albuquerque aynı zamanda Safevi Devleti’nin başındaki Şah İsmail’le de anlaşarak Memluk Devleti’ni ortadan kaldırmak için geniş kapsamlı bir ha-
rekâta girişmeye hazırlanmaktaydı. Tebriz ile Goa arasında elçiler gelip gidiyor ve Şah İsmail ile Kral Manoel, Osmanlı’ya karşı karadan ve denizden ortak bir harekâta girişmenin pazarlığını yürütüyorlardı (Portekiz-Safevi müza-
» Müslüman denizindeki pençeler Albuquerque’nin 25 Eylül 1507’de Hürmüz’deki mücadelesini tasvir eden bir çizim.
kereleri ve ittifak niyetleri için bkz. Palmira Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in the Age of Discovery, SUNY Press, 1994, s. 44 vd.)
“Yavuz geliyor Yavuz” Anlaşır da başarılı olurlarsa bu ortak harekât sonucunda Mekke ve Medine’nin Portekiz kuvvetlerinin ve onunla işbirliği yapan Safevîlerin eline geçmesi İslam âleminin şerefini ayaklar altına düşürecek, Müslümanları dostun da, düşmanın da yüzüne bakamaz hale getirecekti. Hatta Portekiz Elçisi Miguel Ferriera, Şah İsmail’in kendisine Osmanlı Sultanının ve Kâbe’nin imhasını teklif ettiğini dahi yazmaktadır (Mughul, s. 64). Bu doğru mu değli mi bilinmez ama Brummett’in bir makalesinde ortaya koyduğu gibi Şah İsmail Avrupa’- kamuoyunda İslam dünyasını çökertecek beklenen ‘Hıristiyan Kral’
olarak olumlu bir imaja sahipti. Allah’tan Osmanlı tahtında bütün bu jeo-stratejik değişimi ve kapalı kapılar ardındaki sinsi planları bir radar gibi okuyabilen vizyoner bir padişah, Yavuz Sultan Selim oturuyordu. Yavuz, dergimizin Bizden Size yazısında belirtildiği gibi rüyasında verilen işaretle Mukaddes Topraklara davet edilmiş veya kendi deyişiyle, bu işe memur edilmişti. Kararını verdi: Bu iş böyle olmayacak, ‘küffar’ın edip eyleyecekleri uzaktan seyredilmeyecek, yapanların yanına kâr kalmayacak ve mutlaka kötü gidişata müdahale edilecekti. Görev bildi bunu. Öte yandan Portekizli amiralin korktuğu çok geçmeden kendi başı-
2015 ARALIK / DERİN TARİH
59
» Ve plan devrede! Hindistan Genel Valisi Albuquerque, Portekiz Kralı Don Manoel’e yazdığı mektupta Peygamberimizin naşını (the body of Mohammad) kaçırmayı planladığını yazmıştı. (Kaynak: F. C. Danvers, The Portuguese in India, cilt I, London 1894.) Öte yandan Goa’yı ele geçirmek uzun döneme yaydığı planlarının ilkiydi. 1510’da bu emeline nail olacaktı. 1750 yılına ait bir Goa haritası (karşı sayfa).
rimiz Mekke ve Medine tehlikeyi şimdilik atlatmış oldu. Lakin tehdit hala devam ediyordu.
Yeni Ebrehe mi?
na gelecek, Albuquerque’in “yaratık” diye dalga geçtiği Rumîler onun hevesini kursağında bırakacaklardı. Albuquerque ise korkunç planını hayata geçirmek üzere 1513 yılında büyük ümitlerle çıktığı seferden eli boş dönecek, kuvvetleri püskürtülünce geri çekilecektir. Başarmış olsaydı, Allah korusun, Mekke ve Medine dahil İslam aleminin kalbi Hıristiyan çizmelerine 1918’den çok evvel teslim olmuş olacaktı. Zaten başarısız da olsa bu sefer sırasında Cidde dahil harap olmamış liman kalmamış gibiydi Kızıldeniz’de. İşin garibi, bu korkunç sefer esnasında Aden limanına çıktığında vali
60
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
kendisine niye geldiğini sormuş, Albuquerque de “Türkleri aramak” ve mektupta belirttiği gibi Cidde’ye gitmek için yola çıktığını söylemişti. Türkler, yani Osmanlı’nın Memluklere gönderdiği gönüllüler, Selman Reis ve Rumîleriydi onu korkutan. Ebu Mahrame ve diğer Arap kaynakları Albuquerque’in “Rumî donanmasını”, yani Osmanlı’nın Memluklere yaptığı yardımla inşa edilen gemileri fellik fellik aradığını söylerler. Belki de endişesi daha büyüktü: Yoksa Kızıldeniz’e Rum Raca dedikleri Büyük Türk, yani Sultan Selim mi gelmişti? Neyse ki Aden direndi ve düşmedi ve Haremeyn dediğimiz iki kutsal şeh-
Kurdun dişine kan değmiştir bir kere. Ve öyle çabuk pes edecek adamlardan değildir Portekizli Amiral. 20 Ekim 1514 tarihinde Kral Don Manoel’e yazdığı mektupta Aden’in işgali için 4-5 bin askere ihtiyacı olduğunu söylemekte, bölge hakkında bilgi vermekte ve Cidde’ye yakın Fersan Adası gibi birkaç üsleri bulunduğundan bahisle zamanında hareket edilirse Cidde, Mekke ve Süveyş’in ele geçirilmesinin iyi olacağı aklını vermektedir. Acar Portekizli komutan mektubunda 400 kadar Portekizli süvarinin Cidde yakınlarına inmek üzere birkaç tafari’ye (tekneye) binmeleri, Cidde’yi ele geçirmeleri, sonra bir günlük uzaklıkta bulunan Mekke’ye ilerleyip şehri yakıp “kül haline getirmeleri” (Kabe’yi de tabii) ve Mukaddes Emanetleri soyup soğana çevirmeleri, nihayet Medine’de bulunan Hz. Muhammed’in (sav) naşını Avrupa’ya kaçırmayı ve onu Kudüs’te Makam-ı Mukaddese’nin kendilerine verilmesi için rehin olarak Avrupa topraklarında tutmayı amaçladığını söylemekte ve şunu eklemektedir: Bunları başarmak benim için çocuk oyuncağı. Bu korkunç plan bir bakıma ne-
Dosya
redeyse bin sene önce Habeşistanlı Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma projesini çok andırmaktadır. Ebrehe ticaretin tatlı kârlarının Yemen’e akması için Kâbe’nin yıkılmasını zorunlu görüyordu, Albuquerque ise Mekke’nin yerle bir edilmesinden sonra Efendimiz’in (sas) nâşına dikmiştir gözünü. Onu Müslümanlara karşı bir rehine gibi kullanacak ve İslam âleminin elini kolunu bu paha biçilmez kozla bağlayacaktır. Ondan sonra artık istediği gibi at oynatabilecektir Hind Okyanusu’nda. Kararlıydı Albuquerque. Şah İsmail dahil bölgenin bey ve şahlarıyla ittifak kurmaya çalışması bundandı. Memluklerin elindeki kutsal toprakların ele geçirilmesi ise en büyük hedefiydi. Sadece ticaret gemilerine değil, Hacıları taşıyan gemilere de saldırıyor ve Umman Denizi’nde gemilerini tahrip etmek suretiyle Cidde limanına gitmelerine mani oluyordu (Mughul, age, s. 29). Ne var ki, bu çağın Ebrehe’si ve takipçilerinin karşısına bu kez o çok ürktüğü Yavuz çıkacak ve Memluklerin bölgeyi koruyamayacakları açık hale
gelince alarma geçerek kuvvetini bu topraklara sevkedecekti. Albuquerque ise Yavuz henüz sefere çıkmadan önce. 16 Aralık 1515’te projesini gerçekleştiremeden hayata veda edecekti. İşte Yavuz Sultan Selim Memlukler üzerine yapacağı sefere, Mekke-Medine yıkım projelerinin havada uçuştuğu netameli bir ortamda karar vermiş ve İslamın kalbini korumak için sefere çıkmıştı. Nitekim bu seferin niye açıldığını Bizden Size’de aktardığımız Hasan Can’ın rüya kıssası gayet güzel açıklayacaktır. Sadece 29 ayda yaptıklarıyla dünya tarihinin akışını değiştirmiş olan cihangir Yavuz Sultan Selim tarihin kurucu aktörlerinden biridir ve hatta yalnız Osmanlı ve siyaset penceresinden görülmeyecek kadar büyük bir portredir. Unutmayalım ki Osmanlı istihbaratının en canlı olduğu dönemlerden biri Yavuz’un saltanat yıllarına rastlar. Nitekim casusları vasıtasıyla Portekizlilerin bu sinsi projesinden haberdar olmuş ve kutsal beldeleri koruma görevinin kendisine düştüğünü anlamış, bu işe
memur edildiğini düşünmüştür. İkindi gölgesi gibi ömrü kısa fakat gölgesi uzun olan Yavuz’un eğri kılıcı, çok geçmeden önce Suriye’ye, ardından Kızıldeniz’e yönelecek ve Süveyş Tersanesini kurarak burada inşa olunan gemilerle Hint Okyanusu’nda Portekiz gemileri arasındaki büyük kovalamacayı başlatacaktır. Nitekim daha Kahire’deyken Albuquerque’in halefi Lopo Soares’in Cidde limanındaki Osmanlı gemilerine saldırdığını ve Osmanlı’nın gönderip bu sularda staj yaptırdığı Selman Reis’in karşı hücumuyla dört gemi kaybederek geri çekildiğini öğreniyoruz. Okyanusta oyun yeni başlıyordu. Brummett’in deyişiyle Osmanlı “yüzen fili” artık Okyanuslarda da söz sahibi olduğunu cümle âleme göstermektedir. 400 yıl sürecek yeni bir sayfa açılmaktadır İslamın kalbinde.
Mustafa Armağan Araştırmacı - Yazar
2015 ARALIK / DERİN TARİH
61
MEHMED AKİF’İN MİLLETVEKİLLİĞİ NASIL ENGELLENDİ? Mehmed Akif’in 1923’te yapılan 2. Meclis seçimlerine de aday olduğu pek bilinmez. Peşindeki hafiyelere, bir maaşının olmamasına ve belki de kazanamayacağını bilmesine rağmen böyle bir girişimde bulunması, mücadele azminin devam ettiğine işarettir.
62
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Deşifre
TAHSİN YILDIRIM
[email protected]
M
illî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan siyasî atmosfer bazı siyasî teşekküllerin de oluşmasına imkân tanımıştı. Bu gruplar hem fikirlerini yayarak taban bulmak, hem de yeni oluşan Meclis’in (devletin) siyasî ve idarî mekanizmasında yer alarak söz sahibi olmak düşüncesindeydiler. Bu saikle hareket edenlerden biri de “İstiklâl Şairimiz” Mehmed Akif’tir. Hakkında yazılan pek çok eserde, belki de süreli yayınları taramamaktan kaynaklanan ihmal sonucu onun 1. Meclis sonrası siyasetten elini eteğini çektiği kaydedilir. Ancak bugün bu bilginin doğru olmadığını söyleyebiliyoruz. 1. Meclis’teki milletvekilliği sona erdikten sonra Fatin Hoca’nın, “Bundan sonra ne yapacaksın?” sorusuna, “Her hâlde siyaset değil” cevabını veren Akif buna rağmen ikinci seçimde aday olacaktı (Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, İst., 1986, s. 133). Çünkü dönemin bütün aydınları gibi o da çöküş şartlarının yol açtığı acıları yüreğinde hissetmiş, çıkış yolları aramıştı. Yakın dostu Şefik Kolaylı’nın Akif’in ağzından naklettiğine göre peşinde hafiyeler vardı ve geçimini sağlayacak herhangi bir maaşı ve geliri de yoktu. Buna rağman kendini feda etme pahasına 1923’te yapılan seçimlerde de “aday ve taraf” olmuş, siyaseti ve toplumu dizayn etmek isteyenlere bir cevap verebilmek için -belki de seçilemeyeceğini bile bile- muhalif adaylar arasında yarışa girmişti. İki yüzlü siyasetçilerden dolayı olumsuz bir anlam yüklediği siyase-
te yabancı değildi. Siyasî vazifelerle Berlin, Medine ve Necid’e gitmişti. Bu vazifeleri alması onun politik ve menfaatçi kaygılardan ziyade devlet-millet-ümmet kaygısı taşımasındandı. İlk meclisin zabıt katiplerinden, talebesi Mahir İz’e ikazı, siyasete bakışını ve 2. Meclis’e giden süreçteki havayı göstermesi bakımından önemlidir. Mahir İz dönemin baskıcı yapısını hatıralarında şöyle nakleder: “Hayatımda ilk taşıdığım tabut da mübârek şehit merhum Ali Şükrü Bey’inki idi. Umulmayan büyük bir kalabalıkla cenaze teşyi’ edildi. O akşam eve döndüğüm zaman büyük bir teessür içinde aşağıdaki mersiyeyi yazdım: ‘Şehîd-i Millet Ali Şükrü Bey’in Rûh-i Mübecceline…’ Sabahleyin erkenden Tâceddin Dergâhı’na gidip mersiyemi Mehmed Akif Bey’e gösterdim. Merhum fazîletkâr üstadım Akif Bey şiiri sessizce okudu ve durdu, düşündü. Ben Tanyeri [Tan] gazetesinde neşrini istemiştim; Akif Bey, ‘Şimdilik dursun’ dedi. Emrine ittibâ ettim” (Muallim Mâhir İz, Üstadım Mehmed Akif, Haz.: M. Ertuğrul Düzdağ, İst., 2014, s. 101). Âlimlerin suskunluğundan şikayet eden Akif, olağanüstü durumlarda kötülerin zulmünün değil, iyilerin sessizliğinin insanı korkuttuğunu söylüyordu. Bu sözlerini yine Mahir İz’in kaleminden okuyalım: “Müftîler, dersiâmlar, meşâyih hepsi susmuştu. İnandığını her zaman olduğu gibi söylemekten çekinmeyen Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve
emsâli birkaç kişiden başka cesaretle konuşacak kimse çıkmamıştı. Ben ulemâmızın bu mu’tâdî sessizliğine tahammül edemediğim için, Üstâd’ın huzurunda da aynı heyecanla konuştum. Başını önüne eğip, sol elinin yumruğunu sağ avucuna aldıktan sonra: ‘İşte adam onlar Avni Beyler, Selâhaddin Beyler... Bize şeytân-ı ahres derler’ dedi (Muallim Mâhir İz, Üstadım Mehmed Akif, Haz.: M. Ertuğrul Düzdağ, İst., 2014, s. 79- 80).
“Kız gibi bir meclis yapmak” Seçimlerin yenilenmesini isteyen önerge 1 Nisan 1923’te Aydın Milletvekili Esat Bey ve 120 arkadaşı tarafından verilmişti. Takrir 320 numara ile İntihab-ı Mebusan Kanunu olarak imza sahiplerinin alkışları arasında kabul edilecekti. Yine aynı gün Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa meclisin seçim kararı aldığını hükümete bildirerek derhal çalışmalara başlanmasını istemiştir (“Meclis Kararının Hükümete Tebliği”, Anadolu’da Yeni Gün, 2 Nisan 1923). Birinci ve İkinci Grup arasında tartışmalardan bazıları İstiklâl Mahkemeleri, içkinin yasaklanması ve Lozan Antlaşması konuları üzerineydi. 1. Meclis’teki muhalif İkinci Grup milletvekillerinin bir kısmı pasifize edilmiş, bir kısmı tasfiye edilirken bir kısmı da fikirlerinden caydırılmak istenmişti. Ancak ordu içinde Kâzım Karabekir gibi bazı paşalar özellikle Lozan gibi bazı konularda bir türlü ikna edilemiyordu. Dönemin gazetecilerinden İsmail Habib Sevük o günlerde Mustafa Kemal’le bir röportaj için
2015 ARALIK / DERİN TARİH
63
Ruyan Soydan arşivi.
» Mebuslar omuz omuza
Ön sıradakiler (soldan sağa) Erkan-ı Harbiye reisi Emin Bey, Burdur mebusu Şair Akif Bey, 1. Ordu Kumandanı Nurettin Paşa, Karesi mebusu Abdülgafur Efendi, Ankara mebusu Ali Fuat Paşa ve Kayseri mebusu Atıf Bey.
Çankaya’ya çıkmış; Mustafa Kemal amacının “kız gibi meclis yapmak” olduğunu belirtmişti. Bunun üzerine “demek meclis feshediliyor?” deyince M. Kemal’le aralarında geçen konuşmayı şöyle aktarır İsmail Habib: “Nereden biliyorsun, der gibi yüzüme baktı. ‘Kız gibi bir meclis yapalım buyurdunuz da’ dedim. O sözü ağzından kaçırdığına pişman olmuş gibi görünen bir tavırla dedi ki: ‘Hayır, meclis fesh olunmuyor, olunamaz. Yalnız kendi kendine tecdid-i intihaba karar verecek!’ ve arkasından tembih etti: ‘Şimdilik bunu kimseye söylemeyeceksin ha!’ (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, İst., 1939, s. 274). 1923 seçimlerinde muhalefetin merkezi neredeyse İstanbul olmuştu. İstanbul Osmanlı’nın başkenti ve Türk siyasî hayatının merkezi olduğundan Müdafaa-i Hukuk Grubu ve Mustafa Kemal Paşa İstanbul seçimlerini kazanmak adına gayret sarf etmiş, işi şansa bırakmamışlardı.
64
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Millî Mücadele’deki bazı dava arkadaşlarına kırgın ve arkadaşı Hasan Basri Çantay’ın ifadesiyle “ıstırabât-ı maddiye içindeydi. Tek bir eve bile mâlik değildi. Hatta borçlanmış” bir halde İstanbul’a dönen Akif, ülkesi ve insanı için eli kolu bağlı durmamıştı. Bazı aydınlarımız hepten ümitsizliğe düştüğü zamanlarda bile ye’se kapılmamış, kendince bir çaba içinde olmuştu. 2. Meclis seçimlerine aday olması bunun en güçlü delilidir. Bedel ödemek pahasına mücadeleden geri durmadığını, sonradan kapatılan Sebilürreşad dergisini ve Said Halim Paşa’nın devrin anlayışına reddiye sayılabilecek eserlerini yayınlaması da açıkça göstermektedir. O dönem esen pozivitist rüzgar ile dinin hayattan çıkarılmak istendiği bilinen bir hakikat. Akif ise 1924’te yayınladığı Asım adlı eserinde hayal ettiği ideal Müslüman Türk gençliğini ayrıntılarıyla anlatmış, bu ideal gençliğe “Asım’ın nesli” adını vermiştir. Bu eser bile onun dönemin bir kısım elitleriyle uyuşmadığının göstergesidir. O, değer yargılarımızın özünü oluşturan İslamı referans almayı ve bir kurtuluş çaresi olarak dinin hayata esas kılınmasını önermişti. Bu gayesini hayata geçirmek için Meclis yolunu tercih ettiğini söyleyebiliriz.
» Tevhid-i Efkâr’ın 29 Haziran 1923
tarihli nüshasında “Şair-i azam-ı İslam Mehmed Akif”in seçimlerde 8 oy aldığı duyurulmuştu.
Muhalifler seçilemez 1923 seçimlerinde Mustafa Kemal Paşa, kendi grubu adına milletvekili adaylarını bizzat belirlemişti. Ekim 1923’te Cumhuriyet’e geçiş tartışmaları sırasında o yıl yapılan seçimleri hatırlatan Velid Ebuzziya, “intihabat yapılırken mebuslar sırf dokuz umdeye sadık kalacakları hakkında senet vermek suretiyle tayin edilmişlerdi” diyerek seçime giren adaylarda aranan şartları açıkça yazmıştır (Velid Ebuzziya, “Cumhuriyet Bahsi de Nereden Çıktı?”, Tevhid-i Ef kâr, 25 Eylül 1923, s.1).
Deşifre
PAŞALAR REVAÇTAYDI Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu seBu seçimde mebusların neredeyse Bağımsızlardan en fazla oyu alan Nuredçimleri ve milletvekili aday listeletamamı Birinci Grup üyeleridir. Sedin ve Ali İhsan Paşalardı. Bu durum kahramanlıkrinin oluşumunu şöyle değerlençimde istediğini bulamayan Akif ları sebebiyle Millî Mücadele’den yeni çıkan milletin dirmiştir: hiç kimsenin başına kakmadan, muhalif de olsa asker kökenlilere saygı ve sevgisini göste“Gerçi iki dereceli seçim yamakam ve maaş beklemeden rir. Nureddin Paşa 100 oy, Ali İhsan Paşa da 52 oyla en çok oy sasındaki yönteme göre bütün mücadelesine bağlılığını süralan muhalif adaylar oldular. Oy dökümünde dikkat çekici bir illerde seçim yapılıyordu ama dürmüştür. Asla ümitsiz değilhusus da, İstanbul’dan aday olmamalarına rağmen Mustafa bu sadece işin formalite yönüydi; biliyordu ki Asım’ın nesli Kemal Paşa ve İsmet Paşa’ya 1’er oyun çıkmasıdır. Bu durum dü. Halk Partisi tarafından gösbu milletin namusunu şimdiye onlara oy verenlerin dikkatsizliği ile ilgili olabilir. Lütfi terilen aday mutlaka seçiliyordu. Fikri Bey 23 Mayıs 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr gazeteO halde ‘bu adaylar halkın seçimisinde “İstanbul’un payitaht olarak kalması için ne sunuluyordu’ demektense mücadele edeceğini” belirterek adaylığını ilan etmişti. O da 33 oy aldı.
‘halkın onayına sunuluyordu’ tabirini kullanmak belki daha yerinde olur. Gerçi 2. Meclis’te Bursa’dan Nurettin Paşa, Gümüşhane’den Zeki Bey bağımsız olarak seçilmişlerse de bunlar tek tük olaylardı. Başka yerlerde bağımsız adaylar seçimi kazanamamışlardı” (H.[ıfzı] V.[eldet] Velidedeoğlu,
İlk Meclis, Millî Mücadele’de Anadolu, TBMM’nin 70. Yılı, İst., 1990, s. 246). Seçimde büyük oranda Mustafa Kemal tarafından belirlenen isimler seçtirilmişti. Neticede 29 Haziran 1923 tarihinde oluşan Mecliste artık Lozan karşıtı kimse olmayacaktı. Bu durum “Mustafa Kemal’in daha rahat hareket etmesini doğal olarak sağlayacaktı” (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, İst., 1939, s. 274). Dönemin matbuatına yansıyan oy dökümlerinde de tutarsızlıklar mevcut. Bu durumu, zaten kazanamayacak olmalarından dolayı adaylara önem verilmemesi ya da muhabirlerin dikkat-
sizliğine bağlayabiliriz. Seçim sonuçlarındaki tutarsızlığı Mehmed Akif’in aldığı oy sayısına baktığımızda da görebiliriz. 29 Haziran 1923 tarihli gazetelere yansıyan sonuçlar Tevhid-i Ef kar, Vatan ve Vakit’te diğerlerine göre daha detaylı verilmişti. Bunlardan Akif’in içinde bulunduğu gruba yakınlık duyan ve neredeyse sözcülüğünü üstlenen Tevhid-i Ef kâr’a göre 8, Vatan ve Vakit’e göre ise 1 oy almıştı Akif. Bizce Tevhid-i Ef kar’ın açıkladığı sonuç doğrudur. Çünkü o dönemin katı basın kuralları çerçevesinde İkinci Grubun aldığı oyların azaltılarak yazılması mümkünken artırılarak yazılamayacağı aşikardır. Ama rakamlar ne olursa olsun, sonuç itibariyle elimizde resmî belgeler olmadığından mevcut bilgilerimizle Akif’in aldığı oylar net olarak bilinememektedir. İkinci Grup, ilk Meclis’in son günlerinde seçime giden süreçte güçlü bir muhalefet haline gelmişti. Ancak ortak hareket kabiliyetine sahip olamayan grup üyeleri seçimlere beraber girmemiş, şartların aleyhlerinde olduğunu bildiklerinden, milletvekilliğine ferdi olarak başvurmuşlardı.
»
Kupürde “mürteci” olarak takdim edilen Nurettin Paşa hakkında bir takrir verildiğini öğreniyoruz. Yandaysa milletvekili adaylarıyla ilgili bir haber var. Elbette ilk dikkatimizi çeken kişi Kâzım Karabekir Paşa.
kadar çiğnetmedi, bunan sonra da çiğnetmeyecekti. “Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak” korkaklıktan başka bir şey değildi nazarında.
Tahsin Yıldırım Araştırmacı-Yazar
2015 ARALIK / DERİN TARİH
65
RUSLAR VE ERMENİLER KARŞISINDA
BİR MÜCAHİD İMAM
ALVARLI EFE Rus işgalinde halkı vaazlarıyla irşad etti. Ermenilerin katliamlarına direndi. İşgal ve yoksulluk halkı ümitsizliğe gark ettiğinde şiirleriyle gönülleri aydınlattı. İlmi, dili, kalemi ve silahıyla Osmanlı’nın son mücahid imamlarından birinin akıllara durgunluk veren hikâyesi. HÜSEYİN KUTLU
Y
orgun ve yoksul düşen Türk halkı son yüzyılda iyice belirginleşen değişim fikrinin idarî ve siyasî kararlılıkla tatbike konduğu bir dönemi idrak etti. Hatta bu dönemde savaş yıllarındaki zorluklardan daha fazlasını yaşadı. Çünkü bu kez düşmanla değil, kendisiyle savaşmak zorundaydı. Tarihi henüz yazılmamış olsa bile o günleri yaşayanlar ya da çocukları birer canlı tarih olarak aramızda. İşte Efe Hazretleri ve onun emsali büyük insanlar vakarları ve fedakârlıkları, itidalli, basiretli ve isabetli tutumla-
66
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
rıyla zor günlerinde necip milletimizin yanında yer almış ve onlara daima doğruyu gösteren, hakkı tavsiye eden birer rehber olarak gönüllerde taht kurmuşlardır. Meşhur lakabıyla “Efe” veya “Alvarlı Efe Hazretleri” 1868’de, pederleri Hâce Hüseyin Efendi Hazretleri’nin Bu Karye-i Kındığı hoş mekândır Erenler meskeni râhat-ı cândır Husûsâ Hakkî sultân-ı velâyet Kudûmiyle müşerref bir mekândır (Hüseyin Kutlu, Efe Hazretleri, Sûfi Kitap: 2013) mısralarıyla vasf ettiği Erzu-
rum’un Pasinler (Hasankale) ilçesine bağlı Kındığı (Altınbaşak) köyünde dünyaya geldi. “Efe” tabiri “Efendi” unvanının kısaltmasıdır. Erzurum bölgesinde hâl ve kemal, ilim ve irfan sahibi insanlar için hürmet ve muhabbet ifadesi olarak kullanılmaktaydı. Kendilerine “Hâce” (hoca) denilmesi ise ilim sahibi ve Nakşibendiyye silsilesinin altın halkalarından biri olmasındandır. Efe Hazretleri’nin muhterem babası, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yed-i tûlâ (tam bilgi) sahibi olan Hâce Hüseyin Efendi’dir. Büyükbabası Hâce Muham-
Tarihin tanıkları
KUR’AN’I YASAKLAMAK ZULÜMDÜR Efe Hazretleri’nin siyaset ve riyâsetle hiçbir zaman uzaktan yakından alakası olmamıştır. Ancak ezan-ı Muhammedî’nin aslî şekliyle okunmasını yasaklayan, Kur’an okutmayı suç sayan, ulemaya ve dindarlara baskı uygulayan idarecilere karşı sessiz kalmamıştır. Aşağıdaki şiir o günlerin ahvâlini gözler önüne serer: Belâ-yı girdâbın devrini bir gör Bu devr-i âlemin katresi değil Haccâc-ı Zâlim’in cevrini bir gör Bugünkü bu zülmun zerresi değil
med Efendi, annesi Seyyide Hadice Hanım, büyükannesi ise Fâtıma Hanım’dır. Efe Hazretleri anne cihetiyle seyyiddir. İlk eğitimini muhterem pederleri Hâce Hüseyin Efendi’den alan Efe Hazretleri, tahsilini Erzurum medreselerinde tamamlayarak mezun oldu. 1889-90’da Hasankale’nin Sivaslı Camii’ne imam tayin edildi. Aynı yıl babasıyla beraber Bitlis’e, Muhammed Küfrevî’nin ziyaretine gittiklerinde o zâtın kudsî nazarıyla kâmil bir insan hüviyeti kazanır, Hazret-i Pîr’den halifelik icazeti alarak geri döner.
Efe Hazretleri “Bin üç yüz yedide oldum revâne/Erişdim ravza-i dârü’l-emâne” (Hâce Muhammed Lutfî,
Hulâsatü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî, Efe Hazretleri Vakfı, 2013, s. 582) diye başlayan mesnevi tarzındaki 56 beyitlik manzumesinde mürşidi Küfrevî’yi ziyarete gidişlerini ve o mübarek zâtın sohbetinde Kur’an’ı tefsir ederken huzurda bulunan ulemanın nasıl hayrete düştüklerini anlatır. Mürşidi Küfrevî’nin teveccüh ve nazarına mazhariyetini oğlu Hacı Seyfeddin Efendi şöyle nakleder: “Şâh-ı Şirvanî Muhammed Küfrevî,
her gün iki saat sohbet buyururlarmış. Bir gün sohbetten sonra Hazret-i Pîr meclisten ayrılınca -babasını kastederek- hocam gayr-i ihtiyarî ayağa kalkmış ve sanki bir kuvvet onu kendine doğru çekmişcesine kapıya doğru yönelmiş. Dışarı çıktığında Hazret-i Pîr’in bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, diğer kolunda küçük oğlu Şeyh Abdülbâkî Efendi’ler olduğu halde ayakta beklediğini görmüş. Küfrevî Hazretleri, mübarek elleriyle hocama kendisine doğru yaklaşmasını emretmiş. Yaklaşınca mübarek elleriyle şakaklarından tutup öyle bir nazar
2015 ARALIK / DERİN TARİH
67
“NAMAZIM İKİ KERE KILINACAK” Efe Hazretleri 1947, 1949 ve 1950 yıllarında olmak üzere üç defa hacca gitmiştir. Arafat’da en mukaddes zaman dilimi olan arefe gününde ve mukaddes mekânlardan Cebelü’r-rahme’de kendisinde bambaşka haller müşâhede edildi. Bir seferinde bedevî bir Arabı çadırına çağırmıştı. Mübarek yanağını toprağa koymuş ve bedeviden ayağıyla diğer yanağına basmasını istemişti. Bedevi bunu yapamayacağını söylese de ısrarlı talep karşısında istenileni yapmak zorunda kaldı, tozlu ayaklarını o bembeyaz, nur yumağı mübarek yüzünün üzerine koydu. Efe Hazretleri o vaziyette bir müddet kaldı. Belki ulu dergâha lisân-ı hâl ile arz edilen bir arîzadır bu. Belki de bir nâz! Sonra ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Benim cenaze namazım iki kere kılınacak.” Gerçekten de dediği gibi olmuş cenaze namazı Erzurum’da ve Alvar köyünde olmak üzere iki defa kılınmıştır.
Ruslara ve Ermenilere karşı savaştı
» Üstte Efe Hazretleri’nin Muhammed Pîri Küfrevî’den aldığı icazetname. Soldaysa Efe Hazretleri’nin elyazısıyla kıyamet destanından bir sayfa.
etmiş ki hocam ‘Başım arşa değdi zannettim’ buyururdu.” Efe Hazretleri bir beytinde ehl-i nazarın değerini ifade için şöyle buyurur: Dünya ve mâ-fîhâ değer ehl-i nazardan bir nazar Kenz-i dile şâyestedir îsar eder dürr ü güher.
(Nazar ehlinden bir kimsenin nazarının kıymeti, dünya ve içinde bulunan eşyanın kıymetine denktir. O nazar ki gönül hazinesine yaraşır inci ve mercanlar saçar. Sâlikin gönlü mürşid-i kâmilin nazarıyla dünya ve dünyada olan mâsivadan boşalır, feyz-i ebedî ve zevk-i sermedî ile dolar.)
68
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Gayet temiz giyinen, her hareketi mutedil (aşırıya kaçmayan, ölçülü) ve vakûr (ağırbaşlı); her tavrı mülâyim (yumuşak) ve müstağnî (elinde olanla yetinip kimseye ihtiyacını belirtmeyen, tok gözlü) bir zât olan Efe Hazretleri Bitlis ziyaretinde rüyasında aldığı bir işaret üzerine Tillo’ya, Şeyh Nûr Hamza’yı ziyarete gider ve o zât-ı muhteremden Kadirî icazeti alır. Şeyh Nûr Hamza meşhur Erzurumlu İbrahim Hakkî’nin mürşidi İsmail Fakirullah’ın torunu, Gavs Memduh’un (1761-1847) oğlu ve halifesidir. Daha çocukken yüzünde daima parlayan bir nur olduğu için kendisine “Nur Hamza” denilmiştir. İrşada memur olarak Hasankale’ye avdetinden sonra Efe Hazretleri bir müddet daha Sivaslı Camii’ndeki vazifesine devam etti. Sonra imam olarak Dinarkom’a gitti. Hususen medhedip halkına duada bulunduğu Dinarkom’da ilim ve irfan âlemine sonsuz bir iştiyak ve samimiyetle hizmet etti. Erzurum’un Ruslar tarafından işgalinde (12 Şubat 1916) bu köydeki görevini bırakıp Türk ordusuna katılmak niyetiyle Erzurum’a geldi. Kendisini ve hizmetlerini yakından tanıyan bir komutanın “Hocam, Türk milletinin harp edecek asker kadar, sizin gibi vaaz edecek âlimlere de ihtiyacı var. Siz vaaz ediniz, halkı irşâd ediniz” sözleri üzerine yaşlı babasını, Hacı Receb Efendi isminde bir aile dostuna emanet ederek o zamanlar Erzurum’un ilçesi olan Tercan’a bağlı Yavi köyüne imam oldu. Rusların Erzurum’u işgali ve sonrasında Ermenilerin mezalimi yüreğinde onulmaz yaralar açtı. Kendisi bu acı günleri şöyle ifade etmiştir: Kopdu bugün kıyâmet / Yeryüzü al kan oldu Görülmemiş alâmet / Kandan bir tûfân oldu İslâm hânümânıyla / Kurtulmaz bir cânıyla
Tarihin tanıkları
» Hamid Aytaç hattıyla Alvarlı Efe Hazretleri’nin bir beyti (Hamdülillah ol dilârâ yâre peyvestem bugün / Şâhid-i kudsî olan dildâra dilbestem bugün) Herkesin öz kanıyla / Saçları elvân oldu Lâle yanak gül yüzler / Gonce dehân dür sözler Hançerlendikçe sızlar / Bedenleri kan oldu Yavrular ağladıkça / Ciğerler dağladıkça Hançerler bağladıkça / Cesedde bî-cân oldu İslâm sızlar Hudâ’ya / Arş sallanur sadâya Dağlar gelür nidâya / İslâm perîşân oldu Deste deste gül yüzler / Döküldü kara gözler Kana boyandı yerler / Taşları mercân oldu Yiğitler baltalanmış / Öz kanına boyanmış Körpe kuzular yanmış / Âteşde biryân oldu Kanlı bâzâr kuruldu / Boyunları buruldu Kan harmanı görüldü / Gören âdem kan oldu Ağladılar felekler / Eyler duâ melekler Kabûl olmaz dilekler / Gözyaşı ummân oldu Lutfî fi‘l-i Hudâ’da / Noksân mı ya irâde Te’sîr yok bu sadâde / Âdem ki hayvân oldu
Rus istilası sırasında Yavi’deki görevine iki yıl devam edebildi, bu esnada Millî Mücadele’ye desteğini sürdürdü. Bu sırada Ruslar ülkelerinde yaşanan ihtilâl nedeniyle Erzurum’dan çekilmeye başlamış, ancak bunu fırsat bilen Ermeniler özellikle Erzurum ve çevresinde büyük bir katliama girişmişlerdi. O günlere şahit olanların ifadesiyle “basiretleri bağlanan ve cesaretleri kırılan” Türkler, Rusların çekildiği sırada onların cephanelerine konan Ermeniler tarafından emsali görülmemiş bir katliama maruz kalmışlardı. Savaş-
lar ve yoksulluktan bîtab düşmüş, aç ve susuz kalmış, silahsız Türk halkı büyük bir kıyıma uğramıştı. Geriye kalanlar ise şaşkınlık içinde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Halkın üzerine sanki ölü toprağı serpilmişti.
Hz. Peygamber’in (sav) huzurunda Rusların Erzurum ve çevresini işgaline başından beri büyük tepki gösteren Efe Hazretleri, Yavi ve civarındaki köylerde Ermenilerin başlattığı katliam üzerine harekete geçti. Bu arada onun Cuma vaazını dinlemek için çevre köylerdeki ahali Yavi’ye akın etmekteydi. Eli silah tutan gençler cephede savaştığı için Cumaya gelenlerin çoğu orta yaşın üzerindekilerdi. Vaazlarında halkı Ermenilere karşı direnişe davet etti, 60 kişilik bir müfreze oluşturarak Ermenilerle savaştı. Erzurum’un kurtuluş günü olan 12 Mart’ta gün ışırken Türk ordusuna iltihak ederek Erzurum’a girdi. Babasını görmek için yola düştüğünde onu aksakalı kana bulanmış bir halde buldular. Sırtındaki kürkü almak isteyen bir Ermeni, onu tüfek dipçiğiyle mübarek başından yaralamıştı. Oğlunun kucağında şehadet şerbetini içti. Efe Hazretleri’nin mücahit imam kimliğinden bahsederken bunun o günkü dergâh ve tekkelerin ortak özelliği olduğunu unutmamak gerekir. Millî Mücadele yıllarında Küfrevî Dergâhı şeyhlik makamında Şeyh Abdülbâkî Efendi oturuyordu. Efe Hazretleri’nin de halifesi bulunduğu Küfrevî Dergâhı 1. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele’de Türk halkının
2015 ARALIK / DERİN TARİH
69
DÜNYA MALINA TAMAH ETMEDİ birliğini sağlama hususunda büyük gayret sarf etmişti. Bilhassa Doğu’da bölücülük yapmak isteyenlere karşı durmuş, bu tavrıyla sonraki yıllarda ortaya çıkan meşhur isyanın başarısızlıkla sonuçlanmasında önemli rol oynamıştır. Doğu’nun Ermeni mezaliminden kurtarılmasından sonra vazifesine Hasankale’de devam etti. Kendisine Hasankale Müftülüğü teklif edildiği halde bunu reddip Alvar köyü halkının ısrarı üzerine oraya yerleşti. Bundan sonra Erzurum halkı arasında “Alvar İmamı” veya “Efe Hazretleri” olarak anıldı. Alvar köyünde 1939 yılına kadar kâmil bir insan ve mürşid, ender bir imam olarak vazife yaptı. 1939’da tedavi için Alvar’dan Erzurum’a giderek oraya yerleşti ve ömrünün sonuna kadar Erzurum’un Mehdî Efendi Mahallesi’nde mütevazı bir evde kiracı olarak oturdu. Efe Hazretleri hanımlarının art arda
70
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Alvarlı Efe Hazretleri hayatı boyunca taşı taş üstüne koymamış, bir ev sahibi olmayı dahi düşünmemiş, dünya metâı ve malına mâlik olmayı asla arzu etmemiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: Âzer değilem sâcid olam beyt-i sanemde Şeddâd değilem zevk ideyim bağ-ı İrem’de Cemşîd gibi zer-tâc olanı hâtıra almam Emvâlimi kimdir göre hâne-i rakamde Karun gibi mal cem’ edemem yer yuda anı Görmem ebedî gönlümü miskal ü diremde Tekebbür-i Fir‘avnî’den Allah’a sığındım Tâ rûz-i kıyâmet küfürün nâmı kalemde Eyvângeh-i Kisrâ’yı görürsem nazar etmem Besdir bize bu ni’met-i îmân dîn-i İslâm Cân terk edeyim kurb-i rızâ sahn-ı haremde Lutfî der-i dergâh-ı İlâhî’de bulursun Devlet-i hidâyet îmân tâcı serimde
vefatı sebebiyle beş evlilik yaptı. Refikalarının adları sırasıyla Feride Hanım (Hacı Feyzullah Efendi’nin Damadı Şerif Efendi’nin kerîmesi), Esma Hanım, Hafıza Saliha Hanım, Sağırlılı Hanım Nene ve Bedriye Hanım’dır. Sadece ikinci refikası Esma Hanım’dan üç oğlu, bir de kızı olmuştur. Hakkı, Sa’dî ve Mukîme adlarındaki çocukları küçük yaşlarda vefat ettiler. Kabirleri Dinarkom’dadır. Geriye yegâne mahdûmu, onun mümtaz halifesi, kendisinden sonra irşâd makamına kaim olan Hacı Seyfeddin Efendi Hazretleri kalmıştır. Medine-i Münevvere’de Efendimiz’in (sav) mübarek ravzasını ziyaretinde B â b ü s s e l â m ’d a bir müddet el açıp dilenmiş, o Sevgili Sultan’ın kapısında bir dilen-
ci olduğunu lisan-ı hâl ile de ifade etmiştir. Avucunda toplanan paraları fakirlere dağıttıktan sonra Nebiler Serveri Efendisi’nin huzurunda el bağlayıp şöyle niyâz etmiştir: Budur âyîni Arabın Ölse bir kavmin seyyidi Âr olur ki kabri üzre Bende âzad olmaya Sen Habîb-i Kibriyâ’sın Rahmeten li’l-âlemîn Hiç olur mu kabrin üzre Bende âzad olmaya.
Araplardaki âdete göre bir kavmin efendisi, büyüğü vefat edince onun kabri başında köle azat edilirdi. Efendisi, ulusu vefat eden bir kavim, şayet onun kabri başında köle azat etmemişse onlar için utanç verici bir durumdu bu. Efe Hazretleri de bu âdete binaen, “Ey benim nebiyy-i zîşan Efendim! Sen ki Allah’ın habibi, kâinâtın efendisisin. Bütün âlemlere rahmetsin. Senin kabrin başında bir köle azad olunmaması mümkün mü?” demek istemiştir. Ömrü boyunca insanlığa ve İslamiyete gerçek bir insan-ı kâmil, gerçek bir rehber-i saâdet ve gerçek bir mümessil-i Peygamber olarak hizmet eden Efe Hazretleri 12 Mart 1956’da fani âleme gözlerini yumdu. Naaş-ı şerifi Erzurum’dan iştirak eden kalabalık bir cemaatle Alvar köyüne götürüldü ve muhterem pederi Hâce Hüseyin Efendi’nin yanına defnedildi. Şahidesinin kitabesi, yegâne mahdumu ve mümtaz halifesi Hacı Seyfeddin Efendi’ye aittir: Fazlullah-ı ekber tevhîd-i Bârî Lutfullah-ı a‘zam cânân civari Gurbiyyet-i Mevlâ ikram-ı ezel Fermân-ı irciî hükm-i Lem-yezel Ravh-ı reyhan ikramıyla mükerrem Kıldı bizi Rabbim hamd-i muazzam İmâm-ı enbiyâ rehberdir bize Sırr-ı Hâcegân’dır tâc-ı ser bize Semiyy-i fahr-i âlem nâmım Muhammed Evlâd-ı resûldür ceddim ced-be-ced Nesîm-i Küfrevî bâğ-ı Nakşibend Tarih hayatımdır râh-ı Nakşibend
Tarihin tanıkları
içinde olanlara “humeka-yı zeman” (zamanın ahmakları) demiştir.
Misafirsiz sofraya oturmazdı Her gün sofrasında sayısız insana ikramda bulunur, neredeyse misafirsiz yemek yemezdi. Misafirin ayağı kesilecek olursa o evden bereketin kalkacağına inanırdı. Efe Hazretlerine göre gönül bir gül bahçesiydi; gönül güllerini ikram etme duygusu da cömertlikti. Gönülde ikram etme duygusu solarsa o gönül sahibinde ahbâba hürmet ve himmet kalmazdı. Onun için evinde bereket isteyen, hayır dileyen, güzel bir bahaneyle evine misafir çağırmalıydı: Misafirin kademleri kesilse O evden bereket ref‘ olur elbet Gönülde sehâvet gülleri solsa Hurmet-i ahbâba kalır mı himmet.
Geçimini temin etmek için hiç kimseden ufacık bir yardım dahi almamış, imâ ile bile olsa kimseye tenezzül etmemiş, evinin maişetini kendi geliriyle sağlamıştır. “Sehâvet” redifli gazelinde cömertliğin mânâsını ve mahiyetini anlatarak Allah Teâlâ’dan kendisini Kerîm ism-i şerifine mazhar kılmasını ve cömertlik deryasına katmasını niyâz etmiştir: Arş’dan urulur ferşe kadar nây-ı sehâvet Güneş gibi göz doldura mînâ-yı sehâvet Âlemleri halkeyleyen Allah’ı seversen Kande bulunur kıymet-i vâlâ-yı sehâvet Ey nûr-i basar dîde-i insâf ile bir bak Pırlanta olur gün gibi kâlâ-yı sehâvet Sehâvet ile Hakk’ın hemân hubbine vâsıl
Elbette eder rif‘at ü bâlâ-yı sehâvet Lutfî Kerîm ism-i şerîfine olan mazhar Kerem-i Kerîm garkede deryâ-yı sehâvet.
Ziyaretine gelenlerin dertleriyle dertlenmiş, acılarını tâ içinde hissetmiştir. Çoğu kimse ızdırabına çare ve derdine derman bulmuş halde ferahlayarak ayrılmıştır yanından. Hüsn-i zan etmeyi, hiç kimseyi incitmemeyi ve hor görmemeyi, mürüvvetli olmayı, alışverişte insaflı davranmayı tavsiye etmiştir. Onun buyruğuna göre hüner in-
El elden üzülmüş yâr elden gitmiş Humekâ-yı zemân nanay oynarlar Kurb-i kıyâmetdir tarih de bitmiş Humekâ-yı zemân nanay oynarlar.
İnandığı gibi yaşayacağı yerde, yaşadığı gibi inanan “Allah merhametlidir, nasıl olsa affeder” gibi şeytanî iğvalara sırtını dayayan sözüm ona Müslümanların(!) durumunu da şöyle anlatmıştır:
» Alvarlı Efe Hazretleri’nin pasaportu.
Rahmet-i Rahmân’ı dilerler ammâ Emr-i Hakk’a karşu ısyâne bir bak Bugünkü bu demde gülerler ammâ
cinmemek, incitmemek ve ikramını minnet bilmektedir. Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme Esîr-i gurbet-i nâlân olan insânı incitme Tarîk-ı aşkda bî-çâre-yi hicrânı incitme Sabır kıl her belâya hâne-yi Rahmân’ı incitme Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme Günahkâr olma Fahr-i âlem-i zî-şânı incitme
Talebeleri himaye etti Efe Hazretleri 1939’dan bâkî âleme göçüş tarihi olan 1956’ya kadar Erzurum’da ne kadar tâlib-i ilim varsa hepsini hüsn-i teveccüh, hüsn-i kabul ve kemâl-i şefkâtle teşvik ve himâye etmiştir. O tarihlerde Erzurum’un içinde ve dışında yetişen vâiz ve müderrisler bu zatın çırağı ve yetiştirdiği bilginlerden olduklarını şükranla itiraf etmektedirler. Efe Hazretleri’nin hoşgörüsü sınırsızdı. Dine ve dinî değerlere hücum edenlere daima tepki göstermiş, dinî ve ahlâkî buhranın acısını yüreğinde duymuş, toplumu uyarmak için mürşidâne nasihatlerde bulunmuştur. İnsanların içinde bulundukları vahim durumun farkında olmayıp oyuna, eğlenceye dalmaları karşısında Allah Teâlâ’nın kahrına, gazabına uğramalarından endişe etmiş, gaflet
Kur’ân’ın verdiği fermâne bir bak.
İslam olmanın beş şartı olan namazı, orucu, haccı, zekâtı, kelime-i şehâdeti bir tarafa bırakıp Müslümanlığı Allah ile kul arasında vicdanî bir şey kabul edenlere ise şöyle seslenmiştir: Ey mü’minler gelin hakkı söyleyin Namazsız niyâzsız İslâm olur mu Gökden inen kitabları dinleyin Salâtsız zekâtsız İslâm olur mu?
Allah’tan bu kadar gafil olmanın kâfirlerde bile görülmediğini ifade ederek 1940’lı yıllarda yaşanan manevî felâket hususunda şu mısralarıyla Müslüman-Türk insanını sarsarcasına ikaz etmiştir: Bu kadar felâket bu kadar gaflet Her kavm-i küffârda tasavvur olmaz Bu kadar mihnetler bu kadar zahmet El-yevm hiçbiri tezekkür olmaz.
Efe Hazretleri nice kâmil mü’minler, salih insanlar ve gönül ehli âlimler yetiştirdi. En değerli varlığı da kendisinden sonra irşâd makamına kaim olan yegâne mahdumu, mümtaz halifesi Hacı Seyfeddin Efendi’dir. Elimizde bulunan yazılı eserleri Hulâsatü’l-Hakayık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî adlı divançesidir.
Hüseyin Kutlu Hattat
2015 ARALIK / DERİN TARİH
71
Özel Dosya: Kösem
Onun tebdil-i kıyafet zindanları gezip tutukluların borçlarını ödediğini, çeyizi olmayan yetim kızlara ev ve eşya temin ettiğini biliyor muydunuz? Evet, aynı kadından bahsediyoruz. Elinin hamuruyla erkek işine karıştığı için öldürülen Valide Sultan’dan. Osmanlı’nın kaotik dönemlerinden birinde verdiği hayatta kalma savaşı, vakıfları, yardım faaliyetleri, evlatlarıyla ilişkileri. Kısaca ‘öteki Kösem’in belgesel hikâyesi.
72
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
FAKİRLERİN, YETİMLERİN VE MAHKÛMLARIN DOSTU
ÖTEKİ KÖSEM MURAT KOCAASLAN
[email protected]
O
smanlı hanedan mensubu kadınlar 16. yüzyıldan itibaren politik gücü doğrudan kullanmaya, yabancı devletlerle müzakerelere ve oğullarına “naibe”lik yapıp yol göstermeye başlamışlardı. Öyle ki, 17. yüzyılda valide sultanların ulaşamadıkları tek saltanat yetkisi, orduya komutanlık yapmaktı. Onun dışında hemen her türlü devlet erkini elinde bulunduran valide sultanların başında gelir Kösem Sultan. Osmanlı hanedan tarihinin tartışmasız en güçlü kadınlarından birinden söz ediyoruz Kösem denilince. Osmanlı Sarayı’na büyük ihtimalle 1603’te cariye olarak giren Kösem Sultan’ın -diğer adıyla Mahpeyker- kökeni hakkında farklı görüşler olsa da, bir Rum papazının kızı olduğu kabul edilir. Doğum tarihi de kesin olarak bilinmiyor. Kaynaklarda güzelden ziyade zarif, cazibeli ve usûl-erkân bilen bir kız olarak geçen Kösem’i tarihçi Ahmed Refik boylu poslu, tatlı yüzlü, gözlerinde daima gurur hissedilen biri olarak tasvir eder. 1612’te Venedik balyosu Simone Contarini ise onun “güzel, kurnaz, ayrıca birçok yetenekleri olan, mükemmel şarkı söyleyen ve bu nedenlerle de hükümdar tarafından çok fazla sevilen” biri olduğunu söyler. Muhtemelen I. Ahmed ile akran olan cariye Kösem, yıllar geçtikçe saraydaki yerini sağlamlaştıracak, harem hiyerarşisinde adım adım ilerleyerek bir cariyenin ulaşabileceği en üst mevki olan valide sultanlık makamına yükselecekti. Bu makamı elde etmek için zorlu bir hayat yaşadığına ve birçok bedel ödemek zorunda kaldığına şüphe yok. En ağır bedel, Osmanlı hanedan tarihinde daha önce hiç yaşanmamış ve bir daha da yaşanmayacak olan siyasî bir cinayete kurban gitmesidir. Bazı tarihçilerin çizdiği olumsuz tasvirdeki gibi hakikaten oğlunu öldürtecek kadar hırslı bir kişiliğe mi sahipti? Servet düşkünü bir saray kadını mıydı? Yoksa 18. yüzyıl Osmanlı yazarı Ayvansarâyî
2015 ARALIK / DERİN TARİH
73
Hüseyin Efendi’nin dediği gibi “sarây-ı devlet ü ikbâl” miydi? Kösem Sultan’a yöneltilen en sert eleştirilerden biri, oğlu Sultan İbrahim’in tahttan indirildiği, sonra da öldürüldüğü süreçte takındığı tavırdır. Buradan yola çıkılarak oğlunu öldürtmekle suçlanmıştır. Kösem Sultan yılların siyasî tecrübesiyle taht değişimi sonrasında oğlunun öldürüleceğini öngörmüş olabilir. Buna karşın oğlunun öldürülmemesi için bir girişimde bulunmuş olamaz mı? Elbette böyle bir ihtimalden söz etmek mümkün. Çünkü -Kösem Sultan’ın da çabasıyla- 17. yüzyılın başlarında yapılan düzenlemeyle tahta çıkan padişahın, hanedanın diğer üyelerini öldürtmesinden vazgeçilmişti. Bu yüzden oğlunun tahttan indirildikten sonra sağ kalacağını öngörmüş olabilir. Zira dönemin tanığı ilk resmî Osmanlı vakanüvisi Mustafa Naîmâ Efendi’nin, Bahâî Efendi’den naklettiğine göre Kösem Sultan, tahttan indirilen oğlunu haremde bir abdesthanesi ile ocağı olan ve ancak küçük bir yemek tabağının sığacağı pencereye sahip bir odaya kapattırmıştı. Anlaşılan Valide Sultan, I. Ahmed’in kardeşi Mustafa’yı öldürtmediği gibi İbrahim’in de tahttan indirildikten sonra öldürülmeyeceğini öngörmüş ve bu nedenle onu bir odaya hapsettirmiştir. Ama İbrahim öldürüldü. Peki neden? Bu sorunun cevabını da Naîmâ’dan öğreniyoruz: Taht değişiminden bir gün sonra İbrahim’in kapatıldığı yerden çıktığı yolundaki söylentilerin halk arasında endişeye yol açması üzerine tedbir alarak oğlunun kaldığı yerin penceresini kireç ve Horasan harcı ile muhkem olarak tekrar kapattırmış ve oğlunu korumuştur. Lakin Kösem’in tedbiri yeterli olmayacak, İbrahim öldürülecektir. Ancak bu olayda Kösem Sultan’ın herhangi bir rolü yoktur, zira sarayda çıkan bir söylenti üzerine Yeniçeriler tekrar tahta çıkarılmasından
74
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
korktuklarından İbrahim’i öldürmüşlerdi. Öyleyse modern tarihçilerin savunduğunun aksine Kösem Sultan oğlunu öldürmeyi planlamamış, İbrahim onun iradesi dışında gelişen olaylar sonucunda öldürülmüştür. Naîmâ, Valide Sultan’ın bazen oğluyla şefkatle konuştuğunu, ona nasihatler verdiğini söyler. İbrahim’in ise annesinin söylediklerine aldırmadığını, Kösem’in de buna üzüldüğünü ve onunla konuşamaz olduğunu ekler. Dönemin tarihçi ve bürokratı Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi ise Kösem Sultan’ın bir konuşmasında oğluna bile faydası olmadığını itiraf ettiğini belirtir: “Oğlum İbrahim içün saltanata lâyık değildir dediler, ‘hal‘ olsun’ dedim. Vücudu zarardır, izâle olsun dediler, ‘Katl olsun’ dedim. Eğer benim bir kimseye himâyetim olsa oğluma olurdu.”
Mahpusların borcunu öderdi Suçlanma sebeplerinden bir diğeri hayatı boyunca elde ettiği muazzam servettir. Bu konuda en ciddi eleştiriyi çağdaşı Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi yöneltmiş ve “Bir Valide Sultan’ın bu kadar toprağı ve malı olmaz” diye muhalefet etmiştir. Günümüz tarihçileri de onu servetinden dolayı mahkûm etmişlerdir. Öte yandan Kösem Sultan’ın zenginliği ve yaptırdığı eserler gerçekten de dikkat çekicidir. Naîmâ, 50 senelik ömründe sahip olduğu malının katlinden sonra hâssa-i hümâyûn için zapt edildiğini söyler. Vefatı sonrasında mallarını kaydeden Kahveci Mehmed Halife, terekeden tamamının değeri 50 bin kuruşa ulaşan 2 bin 700 şal çıktığını ve diğer çeşit çeşit eşyanın da buna kıyas edilebileceğini belirtir. Bununla birlikte Naîma, Valide Sultan’ın Mercan Çarşısı’nda yaptırdığı Valide Hanı’nda 20 sandık florisi bulunduğunu söyler. Kösem Sultan’ın gelir sağladığı
Özel Dosya: Kösem
» İhtişamın sadeliği
© MUSTAFA CAMBAZ
Osmanlı klasik mimarisinin en zarif misallerinden Üsküdar Çinili Camii, hayır işlerinde zirve bir çaba gösteren Kösem Valide Sultan tarafından yaptırılmıştı. İhtişamını sadeliği içerisinde hazmetmiş olan yapı, mütevazı çehresiyle günümüze intikâl etmiştir.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
75
» Hân-ı Kösem 17. yüzyılda Kösem Sultan tarafından yaptırılan Valide Han. Bir zamanlar kervanların konakladığı bu eser, günümüzde pek çok dükkâna ev sahipliği yapıyor. Üç avlulu olup ikinci avluda bir mescit bulunmaktadır. hasları arasında Menemen, Zile, Gazze, Kilis ve İzdin vardı. Bu haslardan yıllık geliri 250 bin riyali/20 milyon akçeyi bulurdu. Bununla birlikte haseki olduğu dönemde kendisine verilen Eğriboz sancağındaki 23 köyün gelirleri de ona aitti. II. Osman ve IV. Murad’ın saltanat yıllarında yenilenen haslar ikincisi tahta çıktığı sırada yıllık 394.373 akçe gelir sağlamaktaydı. IV. Murad aynı yıl annesine 40 bin kuruş (3 milyon 200 bin akçe) getiren İskenderun hassını da ihsan etmişti. Bütün bu mülklerin Kösem Sultan için önemli bir gelir sağladığı açık.
76
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Servet biriktirme eğiliminde biri olup olmadığına karar vermek için gelirlerini ne şekilde harcadığına bakmak gerekir. Naîmâ, Kösem Sultan’ı dindar ve hayır işlerine önem veren biri olarak tasvir eder. Ayrıca onun tebdil-i kıyâfet zindanları gezip tutukluların defterlerine bizzat bakarak borçlarını ödediğini, üç sene hizmetinde kalan cariyeleri azad edip Eski Saray görevlileri ile ya da dışarıdan uygun kişilerle evlendirdiğini söyler. Kösem Sultan valide sultanların başlattığı geleneği devam ettirerek Üsküdar’da bir külliye inşa ettirdi. Çinili
Camii Külliyesi, cami, medrese, sebil, sıbyan mektebi, çeşme ve çifte hamamdan oluşuyordu. Meyilli bir arazide inşa edilmiş olan eser IV. Murad ve Sultan İbrahim dönemlerinde yaptırılan tek selâtin camii külliyesi olması bakımından da önemlidir. Yerleşim düzeni, inşa edildiği arazinin biçimi ve topografik nedenlerden dolayı dağınıktı. Ancak bütün yapıları göz önüne alındığında bölgenin ihtiyaçlarını karşılayacak bir fonksiyonu olduğu anlaşılmaktadır. Küçük bir alana yapılmasına karşın bilhassa caminin içindeki süsleme programı dikkat çekicidir. Bir başka hayır işi de Üsküdar’da çeşitli semtlere su dağıtan bir hattın
Özel Dosya: Kösem
Yenikapı’da çeşme, Karamürsel yakınında Yalakdere Köprüsü, Konya’da han, Yunanistan’da haslarının bulunduğu Livadya yakınındaki Barda Suyu üzerindeki yedi gözlü Valide Sultan Köprüsü ile İstanbul’da Valide Hanı... Valide Hanı günümüzde Eminönü’nde Çakmacılar Yokuşu’nda, Tarakcılar Sokağı karşısındadır. “Büyük Valide Han” olarak bilinen yapı Üsküdar’daki külliyeye gelir sağlamak amacıyla yapılmıştı. Kösem Sultan’ın vakfiyesinde hanın inşa edildiği yer, planı ve içindeki dükkânlar açıkça belirtilir. Vakfiyeden anlaşıldığı kadarıyla etrafı mescid ve vakıflarla çevrili olan binanın 227 odası, dükkânları, kulesi ve mescidi bulunmaktaydı. Dönemin tanığı Evliya Çelebi, Kösem Sultan’ın bu hanı Cerrâh Mehmed Paşa Sarayı’nın yerine inşa ettirdiğini ve yapının Mahmud Paşa Hanı ile birlikte devrinin en büyük hanı olduğunu söyler.
Yetimlerin çeyizi Kösem’den
finansmanını sağlamaktı. Su hattının güzergâhı Büyükçamlıca’nın Çakaldağı sırtlarından başlayarak Alemdağı yolundan Küçükçamlıca’da Bağlarbaşı’na ulaşırdı. Üsküdar’da çeşitli bölgelere dağıtılan vakıf suları listesine göre Kösem Valide Sultan Vakfı suyundan Selâmi Ali semti, Silâhtar Bahçesi mahallesindeki çeşme, Murad Reis semtinde cami, harik havuz (ark), medrese, çeşme, diğer cami ve şadırvanlar faydalanırdı. Kösem Sultan mimarî projelere de imza atmıştır. Üsküdar’daki külliyesinin haricinde Anadolukavağı’nda küçük bir camisi, Sultanselim’deki Valide medresesi, mescid ve çeşmesi,
Hayır işleri olan külliyeler şehirlerin gelişimine de katkı sağlıyordu. Çarşılar, medreseler, mektepler, kütüphaneler, su kemerleri, çeşmeler... Ayrıca imaret gibi kurumların inşası ve desteklenmesi de yoksul kesimin korunmasını amaçlardı. Bu anlamda sahip oldukları muazzam servetleri nedeniyle kimi araştırmacılar tarafından şiddetle eleştirilen kadınlar, birikimlerini hayır işlerinde kullanarak eleştirilere cevap vermiş oluyorlardı. Diğer taraftan hanedana cariye olarak katılan kadınların elde ettikleri servet öldüklerinde hazineye geçerdi. Kösem Sultan hasekiyken Mekke ve Medine yararına yaptığı bir dizi hayır işini ömrünün sonuna kadar devam ettirmişti. Bu anlamda Osmanlı sarayına mensup mevki sahibi kadınlar isimlerini duyurmanın yanında, asıl olarak hanedanın dine bağlılığı, cömertliği ve ihtiyaç sahiplerine hassasiyetini de öne çıkarıyorlardı. İlginçtir, saraylı kadınların kamusal hayır işlerinin büyük bir bölümünün
hedef kitlesini yardıma muhtaç kadınlar oluşturur. Dönem kaynakları hali vakti yerinde kişilerin sadece kadınları ve hizmetkârları için değil, aynı zamanda yoksullar, mahkûmlar, talihsiz kadınlar, fahişeler ve yetimler için de imkânlar hazırladığını anlatırlar. Kösem Sultan da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Naîmâ, çeyizi olmayan ve bu yüzden evlenemeyen yetim kızlara sadece ihtiyaçları olan çeyizleri değil, aynı zamanda oturacak bir yer ve eşya da verdiğini söyler. Başta da belirttiğimiz gibi 17. yüzyılda valide sultanların ulaşamadıkları tek saltanat yetkisi orduya komuta etmekti. Tabii üstlendikleri roller nedeniyle eleştiriye maruz kaldılar. Mesela Şeyhülislam Sunullah Efendi 1599’da Osmanlı toplumundaki bozulmaya sebep olan bir dizi gelişmeden yakınmış; kadınların siyasete, özellikle de “umur-ı mülk ve saltanat”a karış-
KÜLLİYESİ NİÇİN MÜTEVAZIYDI? Kösem Sultan’ın inşa ettirdiği külliye, Osmanlı başkentine abidevi ölçekte dinî yapılar kazandıran Hürrem, Mihrimâh, Nurbanu ve Safiye gibi sultanların mirasının devamıdır. Ancak bu güçlü Osmanlı kadınlarının yaptırdığı inşaat projelerinin her biri Kösem’in külliyesinden daha büyük ölçektedir. Mesela Nurbanu Valide Sultan tarafından Üsküdar’da yaptırılan külliye -öldüğü yıl olan 1583’te bitirilmiştir2,5 hektardan geniş bir arazi üzerinde inşa edilmişti. Bu yapı topluluğu cami, medrese, dârülhadis, dârülkurra, sıbyan mektebi, kervansaray, hamam ve bir Halvetî tekkesinden müteşekkildi. Bu anlamda Kösem Sultan’ın Çinili külliyesi dönemin ekonomik şartları ya da kişisel tercihinin sonucu olarak daha mütevazı bir ölçekte yapılmasıyla dikkat çekmektedir.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
77
mamaları gerektiği uyarısında bulunmuştu. Bu uyarı aslında padişah ve hane halkına yönelikti. Şeyhülislam’ın böyle bir uyarıda bulunmasının altında yatan sebep, saray mensubu mevki sahibi kadınların güçlerinin artmasıydı. Sunullah Efendi gibi ulemanın ve günümüz tarihçilerinin kadınlara yönelik eleştirilerinin çoğu politik sebeplere dayanıyordu. Mesela Kösem Sultan için genelde olumlu görüşler ortaya koyan Cavid Baysun gibi araştırmacılar dahi kimi zaman onu eleştirdiler. Baysun, birçok dost ve düşman sahibi olan Kösem Sultan’ın iktidarı sımsıkı elde tutmaya gayret ettiğini, birçok tehlikeli girişimlerde bulunduğunu ve amacı uğruna en yakınlarını feda edebilecek bir yaratılışta olduğunu belirtir.
Erkek tarihçilerin kurbanı Çağdaş tarihyazımındaki “hırslı, entrikacı Kösem” imajının oluşumunda yaşadığı dönemin payı büyük. Kösem Sultan Osmanlı hanedan tarihinde kendisinden önceki kadınlardan daha kritik ve çalkantılı bir süreçte yaşadı, etkin bir siyaset yürüttü. Çok küçük yaşta Osmanlı sarayına dahil olduktan kısa bir süre sonra, 28 yaşındayken kocası I. Ahmed’i kaybetti. Ardından Eski Saray’a gönderilmesi neredeyse siyasî kariyerinin sonu olacaktı. Oğullarının yaşlarının küçük olması Osmanlı sarayındaki hayatının kısa süreli olmasına yol açacak başka bir riskti. Ancak muhtemelen o yıllarda hayatta olan Safiye Sultan ile kurduğu ilişkiler sayesinde onun tecrübesinden faydalanarak tekrar Topkapı Sarayı’na dönmeyi başaracaktı. Saraya sonradan dahil olan saraylı kadınların yaşamaları, daha da önemlisi itibar görebilecekleri bir
78
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
miktar para vermesi onun insanî yanını gösterdiğinden önemli ayrıntılardır. Anlaşılan 17. yüzyılın kaotik ortamında mücadele veren, halk arasında dindar ve yardımsever biri olarak tanınan Kösem Sultan kimi tarihçilerin çizdiği olumsuz tasvirdeki gibi servet düşkünü biri değildi. Elde ettiği gücü sadece kendi çıkarları için değil, hanedanın varlığı için de kullandığını kabul etmeliyiz. Evliya Çelebi’nin Kösem Sultan’ın öldürülmesinden sonra İstanbul’da üç gün yas ilan edildiğini söylemesi, halkın ona bakışını » Mübarek topraklara hizmet Kösem Vâlide Sultan’ın Hac göstermesi bakımınyollarının su ihtiyacının dan önemlidir. yere gelmeleri karşılanması, Mekke-Medine Bizzat Kösem ancak kuracakmuhtaçlarına yardım edilmesi, Sultan yaşamış olları ittifaklar Kur’an-ı Kerim okutulması, yolda kalanlara yardım edilmesini duğu dört saltanatı ve verecekleri içeren Haremeyn-i Şerifeyn kendine özgü bir zorlu mücadeVakfiyesi’nin ilk iki sayfası. tavırla şöyle dile getirleyle mümkündü. miştir: Kösem Sultan sık “Bunca mallar alındı, sık yaşanan padişah demaslahatta bu şekil görüldü ve ğişimlerinin sebep olduğu beni öldürmek sevdâsına düşüldü. çalkantılı ortamda sarayda varlığını Bi-hamdillâhi te‘âlâ ben dört devlet sürdürmeye, daha önemlisi hayatta görmüşüm, bunca zamandır devlet kalmaya çalışacaktı. sürmüşüm. Ben ölmekle ne âlem Bu bağlamda Cavid Baysun’un betamîr olur ve ne yıkılır.” lirttiği gibi Kösem Sultan’ı “bütün serVelhasıl Kösem Sultan günümüz vetini sırf tamahkârlık yüzünden saktabiriyle “elinin hamuruyla” erkek lamış bir cimri olarak” tanımlamamak işine karıştığı için bu kadar eleştiriye doğru bir yaklaşım olacaktır. Yoksullamaruz kaldı ve bir anlamda Osmanlı ra yardım eden, yanında çalışanlara eli tarihinin bu en güçlü kadını “erkek” açık davranan bu Osmanlı kadınının tarihçilerin kurbanı oldu. sadece çıkarları doğrultusunda bir hayat yaşadığını söylemek doğru olmasa gerek. Belki de Naîmâ’nın söyledikleri referans alınabilir: Her gece kıyafet değiştirerek zindanları dolaşması ve katiller hariç diğer mahkûmlara şefkat göstermesi, borçlarını ödeyerek serbest kalmalarını sağlaması, hizmetinde çalışan cariyeleri çerâğ ederek, yani evlendirip saraydan çıkarması ve geçinecekleri bir
Murat Kocaaslan Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi.
Görüş
Muhteşem Yüzyıl:
KÖSTAENM’I SUL
SORDUK
“HAYAL YERİNE TARİHÎ HAKİKATLERİ ÇEKSİNLER”
Son yıllarda dizilerle birlikte tarihe ilgi artıyor artmasına da bu ilgi beraberinde doğru tarih bilgisini de getiriyor mu acaba? Enver Paşa ve Sultan Abdülmecid’in torunu Arzu Enver Eroğan hatalarıyla bizi şaşırtmayan Kösem Sultan dizisini yorumladı.
K
ösem Sultan dizisinde kos-
tüm ve dekorun seçimi dönemin giyim tarzından oldukça uzak. Hanım kıyafetlerinin 19. yüzyıl Avrupa’sı ve Ortaçağ İngiltere’si kostümlerinin karışımı olduğunu, beylere ise Pers ve Şii etkisinde bir giyim tarzı seçildiğini gördüm. Hâlbuki Osmanlı kıyafetlerinin örnekleri hem Türkiye, hem de Avrupa müzelerinde mevcut. Üstelik 16. yüzyılda Avrupa’da Osmanlı giyimini taklit ve takip eden bir moda söz konusuyken, Osmanlılara Avrupaî kıyafet giydirmek nasıl bir tezat? Dekora gelince, bunca tarihî mekân hâlâ ayaktayken ve mimarî eserlerle ilgili yüzbinlerce arşiv belgesi mevcutken acep neden biraz özen gösterilmez? Meselâ önceki benzer bir dizide 16. yüzyılda yaşayan Kanuni’yi 19. yüzyılda yapılmış bir masada oturtmuşlardı. Tenkit ettiğimiz Oryantalist ressamlardan daha ileri gittiler vesselam. Dizide kullanılan dil de oldukça hatalı. Sadece birine dikkat çekeyim: Sarayda padişahın zevcesi rolündeki aktrist hanımefendi devletin adını “Devlet-i Ali Osman” şeklinde hatalı telaffuz ediyor. Oysa doğrusu Devlet-i Âl-i Osman’dır. Bu bana Derin Tarih’in önceki sayısında yer alan Refik Halid Karay’ın veciz tespitlerini hatırlattı. Pek dikkate alınmayan bir diğer husus da saraydaki protokol kaideleri. Osmanlılar buna azamî derecede önem verirken dizide neredeyse esamisi okunmuyor.
Ülkemizde uzun yıllardır toplumun büyük kesiminin gündeminde olmayan tarih sizin gibi değerli birkaç derginin çabasıyla artık ilgi odağı haline geldi. Toplumumuz eksik ve yanlış takdim edilmiş bilgilerin doğrularına böylece kavuşabilme imkânına sahip oldu. “Tarih” ile alakalı dizilerin dikkatsizlik veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan yanlış sunumları, tarihin tahrifatıyla eşdeğer olacağından vahim neticelere yol açmakta. Ne de olsa iyi niyetli izleyicilerden her şeyi bilmelerini bekleyemeyiz, değil mi? Bunun için dizilerin birer kurgu olduğu, belgeselden farklı olarak tarihî hakikatlere tam ola“Tarihî rak uymayan noktaların dizi değil de pembe olabileceği şeklinde bir dizi gibi geldi bana. savunmanın da geçerliCiddiyetten uzak ve liği yoktur. çok büyük hatalar Bu iddiayı ileri süvar. Neresinden ren dizi tacirleri, 600 tutsanız elinizde yıl yaşayan bir impakalıyor...” ratorluğu canlandıracaklarsa biraz çaba sarf ederek hayal ürünü yerine gerçeklere uygun bir iş ortaya koymalıdırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini binbir meşakkatle çalışarak ortaya çıkaran tarihçilerin çabaları oportünist yaklaşımlarla heba edilmemelidir. Çünkü Türk dizileri Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlardan Kafkaslara kadar büyük bir kitleye hitap ediyor.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
79
MÜSLÜMANLAR YALANCI PEYGAMBERLE NASIL MÜCADELE ETTİLER? MEHMET SALİH ARI
[email protected]
C
ahiliye döneminde güçlü asabiyet duyguları sebebiyle siyasî birlik kuramayan Araplar, ancak İslamın çevresinde ve Hz. Peygamber’in (sav) liderliğinde birleşerek bir ümmete dönüştüler. Tahmin edileceği gibi Resulullah’ın başarısına ve liderliğine imrenen çoktu. Hatta Müslümanlar müşrikler yanında peygamberlik iddiasında bulunan pek çok kişiyle de mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu kimselerin amacı, güce ve hükümdarlığa ulaşmanın aracı olarak gördükleri peygamberliği kullanmaktı. Hz. Peygamber döneminde peygamberlik iddisıyla ortaya çıkanlardan biri de Müseylime’dir. Hicaz bölgesinin doğu-
80
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
sunda, Yemame civarında ikâmet eden Beni Hanife kabilesine mensup; şair, hatip, kâhin ve nüfuz sahibi bir kişi olan Müseylime’nin adı ve soyuyla ilgili rivayetler muhteliftir. İsminin “Mesleme” olduğu, bunun Müslümanlar tarafından tahkir amacıyla “Müseylime” (Meslemecik) şekline dönüştürüldüğü kabul edilir. Müseylime’nin “Heyetler Yılı” denilen 630’da kabilesiyle birlikte Medine’ye gittiği rivayet olunur. Beni Hanife heyeti Hz. Peygamber’in huzuruna vardığında Müseylime’yi at ve develerinin yanında bırakmıştı. Bu sebeple o Hz. Peygamber’le görüşemedi. Başka bir
İslam Tarihi
rivayete göre de Hz. Peygamber’le görüşmüş, peygamberliği kendisine miras bırakması şartıyla ona tâbi olacağını söylemiş, ancak Efendimiz bu isteği reddetmiştir. Kaynaklarda çok yaşlı biri olduğu belirtilen Müseylime, kendisini “Rahmanu’l-Yemame” olarak tanıttı. Peygamberlikte Hz. Muhammed’e ortak olduğunu ileri sürerek Medine’ye iki elçi gönderdi. Resulullah elçilere Müseylime’yi onaylayıp onaylamadıklarını sordu. Onlardan gelen olumlu cevap üzerine Hz. Peygamber, “Şayet elçilerin öldürülmesi caiz olsaydı sizi öldürürdüm” demiş ve Müseylime’ye şöyle bir mektup yazmıştı: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’ın elçisi Muhammed’den yalancı Müseylime’ye. Allah’ın selamı hidayete tâbi olanların üzerine olsun. Allah kullarından dilediğini yeryüzüne varis kılar. Akıbet Allah’tan korkup sakınanlarındır.”
Resulullah’ın onu bu şekilde yalancı olarak nitelemesinden dolayı Müslümanlar da onun için “Müseylimetü’l-Kezzab”, yani “yalancı Müseylime” lakabını kullandılar. Cahiliye döneminde Beni Hanife’nin helva, sade yağ ve baldan yaptıkları putlara taptıklarını biliyoruz. Kabilesinde Hıristiyanlığı seçmiş kişiler bulunduğundan Müseylime’nin sözlerinde ehl-i kitabın etkisi açıkça görülüyordu. Kabilesinin aşina olduğu bir dil kullanırdı. Kara keçiden, beyaz sütten, öğütmek ve fırında pişirmekten, sulak yerlerde yaşayan kurbağadan, aynı zamanda semaların hakiminden ve gökten inecek olandan bahsederek, fikirlerini ziraatla uğraşan soydaşlarının lisanına uyarlamıştı. Kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor, bazı veciz sözlerini Kur’an’daki ayet ve surelerle karşılaştırıyordu. Hz. Peygamber’i taklit etmesi bazen kendisini gülünç durumlara düşürmüyor da değildi.
» Ressam Adolf Schreyer’in bedevî savaşçıları işlediği “The Skirmish” isimli tablosu.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
81
LAHM TENUH ŞEYBAN
GASSÂN KUDAA KELB
AMİLE BEHRA
ARAP KABİLELERİ
ESED
CÜZAM BELİY
TAYY ABS ZÜBYAN CÜHEYNE UZRE GATAFAN
MISIR
SASANİ İMP.
TEMİM
BEKİR REBİA
HANİFE
EVS MEDİNE LİYHAN HAZREC MİZEYNE GIFAR HUZAA ADAL KARA KUREYŞ MEKKE HEVAZİN KIZILDENİZ SAKIF EZDİSERAT
BASRA KÖRFEZİ
EZDİUZMAN
HABEŞİSTAN HAVLAN HEMDAN MURAD
HİNT OKYANUSU
HİMYER
Müezzini bile vardı Kendisi gibi peygamberlik iddiasında bulunan Secâh adlı bir kadınla evlenen Müseylime namazı kaldırdığını, içki ve zinayı helal kıldığını söylüyordu. Müseylime’nin Huceyr adında bir müezzini dahi vardı. Öyle ki, ezan okurken “Müseylime’nin Allah’ın Resulü olduğuna tanıklık ederim” derdi. Kendisine tâbi olmayanları cezalandıran Müseylime, Hz. Muhammed’e inanıp kendisine itiraz eden Habib b. Zeyd’e işkence etmiş, organlarını teker teker kesmiş, sonra da onu yakarak öldürmüştü. Hz. Ebubekir (ra) artık haddi aşıp yoldan çıktığına kanaat getirilen Müseylime’nin üzerine bir ordu gönderdi (633). Cepheden yeni dönen Halid b. Velid’in emrine Muhacir ve Ensar’dan birçok kişi vermişti. Ensar’ın başında Sabit b. Kays, Muhacirlerin başında ise Ebu Huzeyfe ve Zeyd b. Sabit bulunuyordu. Müseylime’nin ordusu Müslümanların
82
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
İSLAM ORDUSUNUN MÜSEYLİME İLE İMTİHANI Resulullah’ı (sav) taklit ederek Arap yarımadasında peygamberlik iddiasında bulunanlar “mütenebbi” diye adlandırıldılar. Bunların arasında en tehlikeli kişi hiç kuşkusuz Müseylimetü’l-Kezzab idi. Tehlikeyi fark eden Hz. Ebubekir, onun üzerine ilk önce İkrime b. Ebi Cehil’i gönderdi, ardından da Şurahbil b. Hasene’yi takviye kuvvet olarak yolladı. İkrime acele ederek Müseylime’nin taraftarları üzerine yürüdüyse de başarılı olamadı. Şurahbil bu yenilginin haberini alınca daha fazla ilerlemeyerek yolda bekledi. İkrime durumu Hz. Ebubekir’e bildirdiğindeyse Halife geri dönmelerini bildirmiş, Müslümanların morallerini bozmamalarını tavsiye etmişti.
ordusundan iki veya üç kat fazlaydı ki, 40 bin savaşçısı olduğu bilinir. Peki nasıl bu kadar güçlenmişti? Bunda Reccal b. Unfuva ve Muhakkım b. Tufeyl’in payı büyüktü. Yemame’nin ileri gelenlerinden olan bu kişiler Medine’ye gitmiş, Kur’an öğrenmiş ve İslam hakkında bilgi edinmişlerdi. Resulullah da Reccal’ı kabilesini bilinçlendirmek üzere Yemame’ye öğretmen olarak görevlendirmişti. Fakat bunlar zamanla Müseylime’yi onayladılar. Hatta Hz. Muhammed’in, “Müseylime’nin de peygamber ve peygamberlikte kendisine ortak olduğunu” söylediğine tanıklık ettiklerini dillendirerek birçok saf insanın kandırılmasına önayak oldular. Beni Hanife kabilesi içinde sayıları az da olsa Sümâme b. Usal gibi İslamı benimseyen ve Müseylime’ye karşı çıkan kişiler olduğunu belirtelim. Bunlar Halid b. Velid Yemame’ye vardığında hep birlikte Müslümanların ordusuna katıldılar.
İslam Tarihi
» Hz. Peygamber’in (sav) mektubu
Müseylime’nin kabilesi Beni Hanife, Arap kabilelerinin yerleşimini gösteren haritada görüldüğü gibi (solda) Medine’nin doğusunda kalıyordu. Yaşadıkları bölgeye “Yemame” denirdi. Kabile içinde müşrikler çoğunluktaydı fakat azımsanmayacak sayıda Hıristiyan da vardı. Hz. Peygamber’in (sav) Müseylime’ye cevaben yazdığı mektup (yanda) bugün Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler Dairesi’nde muhafaza ediliyor.
Müseylime, Halid’in yaklaşmakta olduğunu haber alınca askerlerini Yemame yakınlarındaki “Akraba” denilen yerde topladı. Halid b. Velid de karargâhını Müseylime’nin tam karşısında kurdu. Arkadaşlarını savaşa hazırlayarak sağ cenaha Zeyd b. Hattab’ı, sol tarafa ise Üsame b. Zeyd’i komutan tayin etti. Ertesi gün iki ordu karşılaştı. Muhacirlerin sancağı Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim’in elindeydi, Ensar’ınkini ise Sabit b. Kays taşıyordu. Yemameliler zorlu savaşçılardı. Nitekim bir süre sonra Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Hatta Halid b. Velid’in eşi Ümmü Temim’i çadırda bırakarak geri çekildiği rivayet edilir. Yemameliler öylesine canla başla çarpışıyorlardı ki, vaktiyle Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi b. Harp bile onların bu kahramanlıklarını şu sözlerle izah etmekten kendini alamamıştı: “Müseylime’nin adamları kadar ölüme sabırlı ve tahammüllü kimseyi görmedim.” Bu korkusuz düşman karşısında Müslümanların komutanları geri çekilenleri savaşa teşvik ettiler. Kimisi, “Ey Kur’an ehli! Kur’an’ı eylemlerinizle süsleyiniz” çağrısıyla, kimisi de “Allah’a yemin ederim ki, onları yenilgiye uğratıncaya ya da şehit edilip elimdeki delilimle konuşuncaya kadar bugün hiçbir şey konuşmayacağım” sözleriyle cansiperâne mücadele ettiler.
Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, Müseylime öldürülmedikçe bu işin sonunun gelmeyeceğini anlamıştı. Karşısına birebir dövüşmek için er istedi. Kiminle savaştıysa öldürdü. Sonra da Müseylime’nin bulunduğu yöne doğru ilerledi. Nihayet durum Müslümanların lehine dönmeye başlamıştı. Müseylime’nin sıkıştırılınca yandaşlarıyla birlikte geriye çekilmesiyle ordusu dağılmaya başladı.
700 Kur’an hafızı şehit oldu Tam bu sırada Abdurrahman b. Ebubekir Yemamelilerin meşhur komutanlarından Muhakkim b. Tufeyl’i bir okla öldürdü. Müseylime ordusuyla Hadîkatü’r-Rahmân denilen etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir bahçeye sığınmak zorunda kaldı. Müslümanların hücumlarından korunmak için de kapıyı kapattı. Ancak Berra b. Malik duvarı aşıp düşmanın yanına indi. Onlarla çarpışarak zor da olsa kapıya ulaştı ve Müslümanları içeri aldı. İki orduyu da zorlu bir çarpışma bekliyordu yeniden. Beni Hanife büyük kayıplar vermeye devam etti. Ta ki Cübeyr b. Mut’im’in kölesi Vahşi’nin Ensar’dan bir kişiyle birlikte Müseylime’yi öldürülmesine kadar. Bozguna uğrayan Beni Hanife’nin kaçmaktan başka çaresi kalmamıştı artık. Halid b. Velid savaşın çok uzun sürmesi ve kalelerin askerlerle dolup taştığını fark etmesi üzerine daha fazla zayiat vermemek için zafer elde edilmişken
antlaşma yapmaya razı oldu. Hz. Ebubekir’in, Beni Hanife’den ergenlik çağına gelmiş herkesi öldürmesini emreden mektubu kendisine ulaştığında artık çok geçti. Halid b. Velid barış yaptığından antlaşmaya aykırı hareket etmedi. Ünlü tarihçi Vakıdî bu savaşta Müslümanlardan bin 2000 kişinin şehit düştüğünü ve bunlardan 700 kadarının Kur’an hafızı olduğunu rivayet eder. Şehitler arasında Hz. Ömer’in ağabeyi Zeyd b. Hattab, Ebu Huzeyfe b. Utbe ve onun kölesi Salim, Sabit b. Kays, Ebu Dücane, Beşir b. Said, Abbad b. Beşir, Abdullah b. Sehl el-Amirî, Ma’n b. Adî ve Abdullah b. Abdullah b. Übey b. Selül gibi ashabın ileri gelenleri bulunuyordu. İslam tarihine “Müseylimetü’l-Kezzab Hadisesi” olarak geçen bu ilginç vakanın kanlı bir çarpışmayla da olsa bitirilmesi Müslümanlara rahat bir nefes aldırdı. Ayrıca hadisenin bastırılmasıyla “yalancı peygamberlik” dalgası erken bir tarihte kırılmış, İslam tahrif edilen dinlerin yaşadığı büyük bir tehlikeden kurtulmuş oluyordu.
Mehmet Salih Arı Prof. Dr., 100. Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
2015 ARALIK / DERİN TARİH
83
MENEMEN’DE ‘GERÇEKTE’ NE OLDU?
SIRADIŞI TARİH
85 yıldır Menemen olayı, muhaliflerini susturmak isteyen Kemalistlerin en güçlü silahı oldu. 7 kişilik ‘Şeriat ordusu’ neden esrarkeşlerden oluşuyordu? Kubilay’ın yanındaki askerlere niçin mermisiz silahlar verilmişti? Daha önce olay yerine gelen subayların da yargılanması gerekmez miydi?
MEHMET ÇELİK » Prof. Dr., Celal Bayar Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı
[email protected]
Ü
zerinden 85 yıl geçmiş! Kimilerine göre laik cumhuriyeti yıkmak için kalkışılan irticaî ayaklanma, kimilerine göre de vatandaşını her yıl azarlamak, haşlamak ve gözdağı vermek için kurgulanmış devlet provokasyonuydu Menemen. Yaklaşık 180 üniversiteye sahip bu ülkenin tarihçileri, siyaset bilimcileri hâlâ olayı açık seçik ortaya koy(a)madılar. Hâlbuki pek de girift olmayan bu hadisenin üzerinden çok uzun zaman geçmiş değil. Benim gibi onlarca tarihçi de olayı şahitlerinden dinlemiştir. Burada ne 1. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi sebeplerin birbirinin içine girmişliği var, ne de Amerika’nın Irak’ı işgalinin perde arkasındaki detaylı hesaplar. Her olayda olduğu gibi burada da
84
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
iki taraf mevcut: Laik cumhuriyeti yıkmaya çalışan şeriat ordusu ve Türkiye Cumhuriyeti. Şeriat ordusu 7 kişiden oluşuyordu. 1 komutan ve 6 erat. Cephane ve mühimmatlarıysa 1 tüfek ve 1 bağ bıçağıydı. Komutanları baş esrarkeş Mehdi Hazretleri, diğerleri de esrar ayininin mücahidleriydi. Garabete bakın! 85 yıldır Türk üniversiteleri bu konuda onlarca doktora, yüzlerce yüksek lisans tezi yaptırdı. Bugüne kadar aklı başında bir akademisyen çıkıp da “Bu konuda doktora yapılır mı? Ayıptır, dünyayı kendinize güldürmeyin. Bu ancak gazeteler için siyasî-magazinsel bir haber olabilir. Bilimi, akademik camiayı bu komediye alet etmeyin” demedi, diyemedi. “Laik cumhuriyeti yıkmaya kalkan şeriat ordusu” gibi söylemler 85 yıldır devlet eliyle devam ettirilen törenlerde atılan nutukların başında geliyor. Önce şu soruya cevap arayalım: Bu oyuna neden ihtiyaç duyuldu?
Tarihler 1929’u gösteriyordu. Avrupa basınında Türkiye’den “Kemal’in Ülkesi” diye bahsediliyor, Gazi Paşa’ya diktatör deniliyordu. Halk yönetimin baskıcı icraatlarından illallah demişti. Aç, sefil ve perişandılar; tarlalarına ekecek tohum, çift sürecek öküz bulamıyorlardı. Bunlar yetmezmiş gibi 1929 ekonomik kriziyle karşılaşınca toplumda artık muhalif sesler de yükselmeye başladı. Hem bu toplumsal muhalefeti yatıştırmak ve yumuşatmak, hem de dışarıdaki “diktatörlük” suçlamalarına cevap vermek adına günümüzün moda tabiriyle “çakma” bir muhalefet partisi (Serbest Cumhuriyet Fırkası) kuruldu ama işe yaramadı. İşe yaramadığı gibi geride bir tortu da bıraktı! Gazi Paşa, Fethi Bey’in İzmir seyahatini unutamıyordu. Görgü şahitlerinden gelen haberler onu çileden çıkarmaya yetmişti. Fethi Bey İzmir’e gitmiş, kendisini on binlerce kişi karşı-
lamış, çevredeki şehir ve köylerden haberi duyanlar yaya olarak İzmir’e akın etmişlerdi. Sanki Mehdi gelmişti. Hele o “kurtar bizi” sloganları yok muydu? Kalabalıklar galeyana geliyor, Halk Fırkası’nın binaları taşlanıyor, cam çerçeve indiriliyordu. Bak hele, Gazi Paşa’nın partisinin binası taşlanıyor demek! Vay nankörler, vay! Tabii asker silah kullanmak zorunda kaldı. 14 yaşında bir çocuk asker kurşunuyla can verdi. Babası bu demokrasi şehidi gencecik fidanın cansız bedenini kucağına alıp arkasındaki binlerce kişiyle beraber Fethi Bey’in kaldığı binanın önüne geldi. Fethi Bey aşağı inip manzarayı görünce donup kalmış, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememişti. Kucağında oğlunun cesediyle Fethi’nin karşısında duran baba, “Biz kurban verdik, daha da veririz. Yeter ki bizi bunlardan kurtar!” diye haykırıyordu.
Gazi’yi çıldırtan sahne
Evet, bu sahne anlatıldığında Gazi Paşa çıldırmıştı. Bu babanın cümlelerinde toplumsal bir isyanın izleri vardı. Derhal bu isyan havası yok edilmeliydi. Sızıntının önü alınmazsa su zamanla binanın temellerine kadar iner ve binayı çökertir diye düşünüldü. Plan yapıldı ve hazırlıklara başlandı. Uygun bir figür bulundu, etrafı da süslendi. Ve düğmeye basıldı. Takvimler 1930 Aralık’ının başlarını gösteriyor. Yer Manisa’da bir kahve, halk arasında adı “Esrarcı Kahvesi”. Serbest Fırka iki hafta önce kapatılmıştı. Giritli esrarkeş Mehmed lakaplı bir meczup, bunu eleştiren bir konuşma yapıyor. Gazi’nin tutumunu, yaptığı devrimleri, özellikle de halifeliğin kaldırılmasını, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını, fes yerine şapkayı mecbur etmesini ağır bir dille eleştiriyor. Dahası Gazi’yi Deccal ilan ediyor. En sonunda da esrarkeşlere dönüp “ümitsizliğe düşmeyin, Mehdi’nin zuhuru yakındır, bu Deccal’e haddini bildirecek ve Şeriat-ı Garra’yı yeniden tesis
edecektir!” diyor. Alkışlar başlıyor. Varol nidaları arasında Manisa sokaklarında birkaç tur atıyorlar. Kendi halinde, saf bir insan olan Tatlıcı Hüseyin’in evinde de ziyafet çekiyorlar. Giritli esrarkeş artık Derviş Mehmed’dir. Etrafına topladığı birkaç esrarkeşin kulağına Mehdi olduğunu fısıldar. Müritlerini alarak Bozalan Köyü’ne gider. Köyün camisinde bir zikir seansı düzenler. Köylü bu Allah dostlarına(!) izzet ve ikramda bulunur. Derviş Mehmed burada birkaç gün kalacaklarını, ancak 24 saatlerini zikir ve ibadetle geçirecekleri için köylüyü rahatsız etmemek babından kendilerine köyün biraz dışında derme-çatma bir baraka yapmalarını ve orada kalıp bir nevi itikâfa çekilmek istediklerini söyler.
» Kurban seçilmişti
Irkçı manada Bir Türkçü’ydü Kubilay Asteğmen. Sözde Şeriat ordusunun üzerine silahsız gönderilerek adeta ‘kurban’ edildi.
Köylü hemen harekete geçer, bu Allah dostu dervişlere(!) bir günde baraka inşa ederler. Derviş Mehmed ve avanesi barakaya yerleşir. Zikir, ibadet ve tâatla meşgul olurken köylü de tavuk ve kuzu etli mütevazı yemekleriyle onlara hizmet eder. Esrarlı sigaralar eşliğindeki zikir seanslarıyla kendilerinden geçip yeri göğü inletirler. Barakanın dışında toplanan köylüler de coşkulu Allah Allah nidalarıyla mest olur. Esrarkeş taifesi toplam 7 kişiydi:
2015 ARALIK / DERİN TARİH
85
SIRADIŞI TARİH MEHMET ÇELİK
» Şehit Kubilay rejimin kurtarıcısı ilan
edildi. Menemen’e heykelini diktiler ve bu olayı bir sopa gibi kullanarak yıllarca garip Anadolu halkını dövdüler.
4 Mehmed (Derviş, Şamdan, Sütçü ve Emrullahoğlu Mehmed), 2 Hasan (Nalıncı ve Alioğlu Hasan) ile Çakıroğlu Ramazan. Hasanlarla Çakıroğlu Ramazan çocuk denilecek yaştadır. Misafirliğin 10. gününe kadar esrarkeşler ziyafetler ve esrar partileriyle geçen hayatlarından son derece memnunlardı. Ekmek elden su gölden yaşıyorlardı. Ancak 10 gün sonra köylüler uyandı ve esrar içtiklerini fark ettiler. Toplanıp köyü terk etmelerini istediler. Köylünün kendilerini jandarmaya şikâyet edebileceğini düşünerek endişelenen Derviş Mehmed birkaç gün içinde gideceklerini söyleyerek köylüyü yatıştırdı. O gece yapılan son zikirden sonra Derviş Mehmed müritlerine planını anlattı: 22 Aralık gecesi Menemen’e hareket edeceğiz. Orada Nakşibendi Şeyhi Saffet Efendi ile görüşeceğiz. Bu zat veliyullahtandır. Kalp gözü açıktır. Beni görür görmez Mehdi olduğumu anlayacaktır. Sonra İstanbul’da ika-
86
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
met eden en yaşlı Nakşi Şeyhi Esad Erbilî Hazretleri başta olmak üzere Nakşi şeyhlerinin hepsine postaneden telgraflar çekerek, “Vakit geldi, Mehdi’nin ordusuna katılın” çağrısı yapacağız. Mehdiliğimi Menemen’de ilan ettikten sonra Ankara’ya yürüyeceğiz. Bu sırada 70 bin kişilik ordusuyla sınırda bekleyen Halife Abdülmecid Efendi de Ankara’ya hareket edecek. Bunu duyan herkes Türkiye’nin dört bir tarafından Ankara’ya yürüyerek ordumuza katılacak. Deccal tahtından indirilecek, Halife makamına oturtulacak ve ilk iş olarak yurt sathındaki bütün tekke ve zaviyeler açılacak. Halife Abdülmecid Efendi emir ve tavsiyelerimiz çerçevesinde İslam dünyasını yönetirken biz misyonumuza devam edeceğiz. Ankara’dan başlayan hareketimiz çok kısa zamanda Çin’e ulaşarak bütün Asya kıtası Müslüman olacak. Daha sonra Batıya döneceğiz ve Avrupa da Müslümanlaştırılacak.
Şeriat ordusu yola düşüyor
Esrarın etkisiyle Giritli coştukça avanesi de coşar. Nihayet 22 Aralık gecesi 7 kişilik Şeriat ordusu, yanlarında bir de köpek (adı da Kıtmîr, Eshab-ı Kehf formatı) Bozalan’dan Menemen’e doğru yola çıkarlar. Yolda işin ciddiyetini anlayan ve biraz da aklı başına gelen Çakıroğlu Ramazan Manisa’ya döner. Diğerleri devam ederler. Şeriat ordusu Derviş Mehmed komutasında Menemen’e yaklaştığında mola verir. Kafalar bir kez daha esrarla tütsülendiği sırada sabah ezanı okunmaktadır. Menemen’e girerler. Merkez (Müftü) Camii’nde sabah namazı eda edilir. Ancak Şeyh Saffet camide yoktur. Zararı yok. Camideki yeşil sancak alınır ve cemaate Belediye meydanına gelmeleri söylenir. Bir kısmı korkudan kaçar, bir kısmı da meraktan gelir. O sırada meydanı temizleyen belediye işçisi göze çarpar. Derviş Mehmed işçiyi
yanına çağırır ve elindeki kürekle bir çukur açmasını söyler. Temizlik işçisi denileni yapar, Derviş Mehmed çukura yeşil sancağı diker ve halka “Şeriat geliyor” nutku atar. Sözlerini de Mehdi olduğunu söyleyerek tamamlar. Meydanın karşısında bir jandarma karakolu vardır. Kalabalığı gören jandarma yazıcısı Ali Efendi yanına dört asker alarak Derviş Mehmed’e, “Ne oluyor, ne istiyorsunuz” diye sorar. Sahte derviş Mehdi olduğunu söyler. Jandarma yazıcısı Ali, karakol komutanı Yüzbaşı Fahri’nin evine giderek durumu haber verir. Fahri Bey gelir, Derviş’e aynı soruları sorar ve hiçbir şey yapmadan çekip gider. Biraz sonra bir yüzbaşı daha gelir, o da sorup soruşturduktan sonra çeker gider. Bu sırada kalabalık da artmıştır. O an Alay Komutanı Yardımcısı Albay Nihat Bey’in sahneye çıktığını görüyoruz. Albay Nihat, yedek subayı (asteğmen) odasına çağırarak, “Kubilay, bir manga asker al ve meydana git. Meczubun biri şeriat ilan ediyormuş!” der. Asteğmen Koblay (daha sonra Kubilay) genç, heyecanlı ve Türkçü (ırkçı manada) bir öğretmendir. Hemen fırlar, hazır bekleyen eratı peşine takar ve meydana yönelir. Yanında 26 asker mevcut. Ancak hiçbirinin silahında mermi yoktur. Sadece süngüleri takılıdır. Kubilay meydana girer girmez sancağın başında duran Derviş Mehmed’in yanına gider. Heyecanı had safhada ve sinirleri de son derece gergindir. Sert bir ses tonuyla, “Nedir bu, ne oluyor burada?” diye çıkışınca Derviş Mehmed, “Ben Mehdiyim, Şeriat ilan ediyorum” diye cevap verir. Cevap karşısında Kubilay “Ne şeriatı!” diye haykırıp dervişi bir tokatla yere yıkar. Tam bu esnada Kubilay’ın arkasında bir silah patlar ve mermi topuğuna saplanır. Meydanda herkes kaçışmaya
» Rejim meselesine dönüştürdü
M. Kemal’den aldığı direktiflerle basit bir ‘esrarkeş’ çetenin faaliyetini rejim meselesine dönüştürerek yargılamaları yapan Divan-ı Harb Başkanı Tümgeneral Mustafa Muğlalı birçok idam kararnamesinin altına imza atmıştır. Menemen davasının sanıklarından bazıları.
başlar. İşin tuhafı mermisiz 26 asker de kaçmıştır. Kubilay yaralı bacağını sürüye sürüye meydanın karşısındaki hükümet konağına gelir ancak kapı kapalıdır. Kapıyı çalar fakat kimse açmaz. Yandaki karakolun da kapısı kapalıdır ve ortalıkta hiç kimse görünmemektedir. Kubilay askerlerinin ortalıkta görünmediğini fark eder ve sığınacak bir yer arar. Tek uygun yer yandaki camidir. Bacağını çeke çeke caminin bahçesine girerken Derviş Mehmed
onu fark eder. Hemen camiye doğru koşar ve yaralı Kubilay’ı yakalar. Bağ bıçağını çıkarır. Kubilay’ın feryatları işe yaramaz. Ancak “Ben de Müslümanım” cümlesine cevap vermek ihtiyacını hisseder: “O zaman seni gırtlağından değil, daha az acı çekesin diye arkadan, boynundan keseyim” der ve genç asteğmenin kellesini gövdesinden ayırır. Kubilay’ın kesik başı sancak direğine bir iple asılır. Kubilay’ın vuruluşundan başının koparıldığı ana kadar geçen süre 20 dakika. Hâlbuki Menemen’de bir avuç da olsa insan yaşıyordu. 20 dakikada niçin hiçbir yardım ulaşmadı? Ayrıca Asteğmen Kubilay’ın maiyetine verilen 26 askere neden mermisi olmayan silahlar verilmişti? Bunlar da tıpkı
2015 ARALIK / DERİN TARİH
87
SIRADIŞI TARİH MEHMET ÇELİK
vilayet binası ve karakolun kapalı olması kadar manidardı. Bu arada Menemen çalkalanmaya başlamıştır. Olayları duyan iki bekçi meydana gelir. İkisi de vurulur. Onları kimin vurduğu da bilinmez elbette. Arkasından silahlı bir askerî müfreze olay yerine gelir, üç Mehmed’i mıhlar: Esrarkeş başı Giritli Mehdi Mehmed, Sütçü ve Şamdan Mehmed. Dördüncüsü (Emrullah oğlu Mehmed) ise yaralı olarak ele geçirilir. Aslında hepsi sağ ele geçirilebilirlerdi. Çünkü silahsızdılar. Herhalde emir böyleydi ve öldürülmeleri gerekiyordu. İki küçük Hasan ise kaçar. Ancak olaydan üç gün sonra yakalanırlar.
Hedef: Nakşibendi tarikatı
Görgü tanıkları ve sanıkların (Emrullah oğlu Mehmed, Nalıncı Hasan ve Alioğlu Hasan) ifadeleri alındı. Mahkeme başkanı olayın birkaç esrarkeş-meczup tarafından çıkarıldığını, halktan destek görmediğini açıkladı. O sırada Gazi Paşa İstanbul’daydı. Gelişmeleri takip ediyordu. Mahkeme başkanının açıklamasını duyunca çıldırdı. 27 Aralık akşamı devlet erkânını Dolmabahçe Sarayı’nda topladı ve durumun vehametini anlattı. Sabah olur olmaz (yani 28 Aralık’ta) orduya hitaben Başkomutan ve Cumhur Reisi sıfatıyla son derece sert bir mesaj yayınladı. Mesajda Kubilay’ın vahşice katledilmesinin aslında Cumhuriyet’e yönelik bir saldırı olduğunu, ancak onun temiz kanıyla Cumhuriyet’i tazelediğini ve kuvvetlendirdiğini vurguladı. Ardından yarı resmî el-Ahram formatındaki necip Türk basını harekete geçirilerek olayın vehameti halkın şuur altına nakşedildi. 1 Ocak 1931 tarihinde Ege bölgesinde (İzmir, Manisa, Balıkesir ve birçok ilçede) Orgeneral Fahrettin Altay’ın sorumluluğunda sıkıyönetim ilan edildi. Dosyalar Menemen mahkemesinden alınarak Tümgeneral Mustafa Muğlalı başkanlığındaki Divan-ı Harbe verildi.
88
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
YAHUDİ JOSEF DE ŞERİATÇI DİYE ASILDI Menemen olayının garipliklerinden biri de şeriat getirmek ve Cumhuriyet’i yıkmak suçundan asılanların arasında bir Yahudinin olmasıydı. Josef hırdavat satan, kendi halinde bir vatandaştı. O sabah da dükkânını açtıktan sonra içeri biri girerek ip istemiş, o da 3 metre ip kesip vermişti. Meğer o kişi esrarkeş çetesindenmiş ve ip de sancağı direğe asmak için kullanılmış. Zavallı Josef tutuklandı. Şeriat devleti kurmak isteyenlere ip satarak lojistik destek sağlamaktan suçlu bulundu. Saçını, başını yolarak savcıya, “Ben Yahudiyim, benim İslam şeriatıyla ne ilgim olabilir?” dedi. Muğlalı Paşa devreye girdi ve “Gizli Müslüman ve gizli bir şeriatçı olamaz mısın?” diye çıkıştı. Zavallı Josef küçük dilini yuttu. Şaşkınlıkla, “Vallahi de billahi de Yahudiyim” deyince Paşa o engin zekâsıyla açığını hemen yakaladı: “Nasıl da bildim senin gizli Müslüman ve gizli Şeriatçı olduğunu? Müslüman olmasan böyle yemin eder miydin? Bak şuur altın seni nasıl da ele verdi.” Zavallı Josef, “Ben Müslüman değilim, ben Yahudiyim” diye bağıra bağıra darağacında can verdi.
Muğlalı yaptığı açıklamada olayın basit, yerel bir esrarkeş çetesinin işi değil, Cumhuriyet’i yıkmaya yönelik planlı bir irticai kalkışma olduğunu ve arkasında Nakşibendi tarikatının bulunduğunu söyledi. Operasyonun hedefi belliydi artık: Tarik-i Nakşibendiyye! İlk bombayı Gazi Paşa 28 Aralık’ta Dolmabahçe toplantısından sonra patlatmıştı. Muğlalı sadece detayları dile getiriyordu. İstanbul’dan Konya’ya, Karaman’dan Hopa’ya yurt genelinde ne kadar gözünün üstünde kaşı olan varsa tutuklandı! İstanbul’daki 84 ya-
şındaki Nakşi Şeyhi Esad Erbilî hasta yatağından alınarak mahkemeye getirildi. İfadeler alındı, mahkeme 31 Ocak-4 Şubat tarihleri arasında kararları kesinleştirdi ve idamları infaz etti. İşin en garip tarafı, aynı tarihlerde Gazi Paşa’nın İzmir’de bulunmasıydı. Kimse başka bir şey düşünmesin! Elbette bu bir İzmir-Aydın-Denizli seyahatiydi. Sadece denk gelmişti. Mahkemeden 37 idam kararı çıktı. Ancak bu sayı sonradan 28’e düşürüldü. Asılanlar arasında Josef adında bir Yahudi de vardı. Muhtemelen Gazi Paşa’nın merhametiyle! İki kişinin idamı sonradan -mahkeme kararına rağmen- TBMM tarafından kaldırıldı. Sevgili tarih dostları, işte bunun hikmeti nedir, senelerdir anlayamadım. Bu da bana dert oldu. Şimdi, idamların gerekçelerine bakalım. Evini açmak: Ne demek bu demeyin! Tatlıcı Hüseyin’i düşünün, bir zamanlar bu esrarkeşlere evinde yemek yedirmişti. Silah temin etmek: Yani Cumhuriyet’i yıkacak muhteşem Şeriat ordusuna silah, cephane ve mühimmatı hangi devlet, hangi şahıslar temin etmişti? Oysa bu 7 kişilik ordunun silahları bir kırma tüfek ve bağ bıçağıydı. Bunları verenler de ipe çekildiler. Tütün satmak: Bu esrarkeş takımı sigara da içiyordu. O zamanlar bu günkü gibi çeşit çeşit sigaralar yoktu. Fabrikasyon sigaralarımızın marka isimleri vardı: Birinci, İkinci, Üçüncü. Tütünün kalitesine göre isimler verilmişti. Bu esrarkeş takımının pek parası pulu yoktu. Yani fabrikasyon sigara alamazlardı, açık tütün kullanırlardı. İçine esrar koyarak bazen gazete kâğıdına, bazen de mısır yaprağına sarar, öyle içerlerdi. Olaydan önce hangi bakkaldan tütün aldılarsa onlar da tutuklanıp idam edildiler. İp satmak: O zaman ülkemizde ip satmanın cezası idammış! Hangi ip
mi? Meydanda yeşil sancağın direğe çekilirken kullanıldığı ip elbette. Direk dikmek: Aklınıza hemen elektrik direği gelmesin! Giritli Esrarkeş Mehmed sabah namazından sonra camideki yeşil sancağı alıp Belediye meydanına getirmişti. İşte o sırada belediyenin temizlik işçisini görmüşlerdi. Ona bir çukur kazdırmış ve oraya diktikleri direğe sancağı takmışlardı. İşte o zavallı işçi de Cumhuriyet’i yıkmak isteyenlere lojistik destek vermekten idam edildi. Alkışlamak: Bu da ne demeyin, hadise şu: Mehdi Efendi Hazretleri(!) Belediye meydanında toplanan halka “Şeriat getiriyorum, ben Mehdiyim” diye nutuk atarken, adamları da halktan alkış tutmalarını istiyorlardı. İnsanlar korkudan istemeyerek de olsa alkışlar gibi yapmışlardı. İşte yüce mahkeme bu alçakları da tespit etmiş ve tutuklamıştı. Hatta idamla yargılıyordu.
» Manşetlerin dili
Tek Parti diktatörlüğünün etkisindeki basın Menemen hadisesini muhalif hareketleri susturmak için kullandı. Hatta manşetlerde idam kararları irticanın belini kırdığı için alkışlandı.
Neden Menemen?
Siyasî açıdan olayın yaşandığı sürece baktığımızda Serbest Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım (1930)’da feshedilmişti. Menemen Olayı ise 23 Aralık (1930)’da patlak verdi. Peki olay yeri olarak neden Menemen seçildi? Bunun cevabı da açık: Kısa süre önce burada yerel seçimler yapılmıştı. Seçimi CHF kaybetmiş, Serbest Fırka kazanmıştı. Ve Gazi Paşa buna çok içerlenmişti. Ey okuyucu, bunlar sana neyi düşündürüyor? Mahkeme direkt veya dolaylı olarak olayla ilgisi olan 105 kişiyi yargılamıştı. Ayrıca olaya karışmadığı halde 2 bin 200 kişi sorgulanmış ve bunlardan da 606 kişi yargılanmıştı. Evet, tahmin ettiğiniz gibi bunlar Serbest Fırka’ya oy verenlerdi.
Halka gözdağı verildi böylece. Yine gayrimüslimlerin çoğunluğu da Serbest Fırka’ya oy vermişlerdi. Yahudi Josef’in asılmasının bir diğer sebebi, azınlıkları Serbest Fırka’ya oy verdikleri için cezalandırmak olmasın? Düşünmeye değer! Yazıyı bitirirken bütün verileri bir kez daha ortaya koyalım: Olayın kahramanları dört yetişkin esrarkeş, liderleri de meczuptu. İki de çocuk! Altı üstü 2 saatlik bir olay.
Halk bir tiyatro oyunu seyreder gibi ağzını açmış izliyor, asker ve güvenlik güçleri ortada yok! Cevabını düşünmemiz gereken soru şu: Kubilay’dan önce olay yerine farklı aralıklarla gelen üç subay Mehdi Mehmed ile ne konuştular? Daha da önemlisi bunlar neden mahkemeye çağrılmadılar? Onların ifadeleri niçin alınmadı? Boşuna sormayın, söylemem! Bunu da siz çözün!
2015 ARALIK / DERİN TARİH
89
SELÇUKLULAR BÂTINÎ TERÖRÜNÜ NEDEN ÖNLEYEMEDİ? » Kartal yuvası: Alamut
Hasan Sabbah’ın liderliğini yaptığı Haşhaşiliğin karargahı efsanevi Alamut Kalesi’ydi. Bâtınîliğe ev sahipliği yapan kale, Hasan Sabbah tarafından dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güçlü şekilde tahkim edilerek propaganda faaliyetlerinin merkezine dönüştürülmüştü. Alamut Kalesi’nin temsili bir resmi.
90
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Selçuklu Tarihi
MUSTAFA ALİCAN
[email protected]
S
elçuklular bundan 10 asır önce tarih sahnesine çıktıklarında devletin yıkılışına kadar mücadele etmeleri gereken bir tehlike bekliyordu onları: Hz. Peygamber’in (sav) kızı Hz. Fâtıma’nın (ra) soyundan geldikleri iddiasında bulunan Fâtımîler. Tehdit o boyuta ulaşmıştı ki, Mısır güdümündeki Büveyhîler eliyle bütünüyle etkisizleştirilen Abbasileri çaresiz bırakmıştı.
Sünni İslam dünyasının hamisi Selçukluların erken dönemlerde dış politika perspektiflerini Fâtımîler ve Batınilikle mücadele üzerine inşa etmeleri büyük ölçüde bununla alakalıydı. 909 yılında bir hilafet tesis eden Fâtımîler, Şiiliğin İsmailî koluna mensuptu. Ortaya çıkışından itibaren Şiiliğin özellikle aşırı yorumlarını benimseyen ve Batınî bir formasyona sahip olan İsmailî hareket Fâtımîlerle
Nizâmiye Medreseleriyle mücadelelerine ideolojik bir arka plan oluşturdular. Böylece Sünni İslam dünyasındaki Fâtımî tesiri en azından siyasî sahada bertaraf edilmiş oldu. Mısır’ın siyasî önemini yitirmesinden sonra bilhassa Suriye ve İran’da kendine has bir yapıya kavuşan ve devrin kaynaklarında Bâtınîler olarak söz edilen İsmailî hareket ise varlığını devam ettirdi.
Hangi Selçuklu sultanları kanlı Bâtınî suikastlarına kurban gitti? Tahta çıkmadan önce kanı donduran yöntemlerle sindirdikleri Selçuklu sultanı kimdi? İşte Selçukluların Bâtınîlerle imtihanından çarpıcı kesitler. beraber Sünni İslama karşı etkili güce dönüştü. İsmailî daveti siyasî tutkuları doğrultusunda organize eden Fâtımîler, Mısır’da kurmuş oldukları Dârü’l-Hikme isimli eğitim kurumunda yetiştirdikleri dâîler (misyonerler) vasıtasıyla ideolojilerini Sünni İslam coğrafyasında yayarak bir anlamda siyasî hükümranlıklarının altyapısını hazırlıyorlardı. Tuğrul Bey döneminden itibaren Fâtımîlere karşı yoğun bir mücadeleye girişen Selçuklular, Suriye ve Filistin’de onların gücünü önemli ölçüde kırdılar. Nizâmülmülk öncülüğünde kurulan ve kısa sürede ülkenin dört bir yanına yayılan
Bâtınîlik denildiği zaman, özellikle Selçuklular döneminde anlaşılması gereken, Hasan Sabbah tarafından Alamut kalesinde yeni bir bakış açısıyla yoğurulup tabir yerindeyse bir terör ve suikast ideolojisine dönüştürülen İsmailî gelenektir. Selçuklular bu hareketle tarihleri boyunca mücadele etmeyi sürdürecek fakat onları bütünüyle yok etmeyi başaramayacaklardır. Selçuklu sultanlarını çokça uğraştıran Alamut Bâtınîliği, İslam tarihinin en karanlık ve ilginç şahsiyetlerinden Hasan Sabbah etrafında öncekilerden bütünüyle farklı bir İsmailî ekolü temsil ediyordu. Aslına bakılırsa Hasan Sabbah, Şiiliğin mutedil bir biçimi olan İsnâaşeriyye (Oniki İmamcılık) mezhebine mensup bir babanın oğlu olarak iyi bir eğitim almıştı. Felsefe, kelâm, mantık, fıkıh ve matematik sahalarında derin bir ilmî birikime sahipti. Muhtemelen İslam tarihinin önde gelen âlimlerinden biri olmaya adaydı. Fakat 17 yaşında Rey’de tanıştığı ve etkilendiği İsmailî dâîlerin yönlendirmesiyle hayatı farklı bir istikamette seyretti.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
91
» Alamut yerle bir, ya Bâtınîler?
13. yüzyılda siyasî varlıkları sona erse de bugün dünyanın birçok yerinde Bâtınîlerin fikrî bakiyelerinin izleri görülür. İlhanlıların Alamut Kalesi’ni kuşatmasını tasvir eden bir minyatür.
1072 yılında Rey’e gelen İsmailîlerin Irak başdâîsi Abdülmelik Attaş’ın dikkatini çeken Hasan Sabbah, 1078’de bu zat tarafından Dârü’l-Hikme’de İsmailî mezhebinin inceliklerini öğrenmek üzere Mısır’a gönderildi. Maceralı bir yolculuğun ardından, tarihçi İbnü’l-Esîr’e bakılırsa tüccar kılığında Mısır’a gelen Hasan Sabbah burada üç yıl kalmış, Halife Müstansır ile görüşerek yakın temasta bulunmuştu. Fakat Halife’nin ölümünden sonra meşru veliahd Nizar’ı öldüren kardeşi
92
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Müsta’lî’nin hilafet makamına geçişini kabul etmeyerek Mısır’dan ayrıldı. Fâtımî hilafetiyle bağlarını tamamen koparan Hasan Sabbah dönemin etkili bir şahsiyetine dönüşecekti. 1081’de Mısır’dan ayrılarak İran’a geldi ve yaklaşık dokuz yıl boyunca bölgeyi karış karış gezdi; Kirman, Yezd ve Huzistan’da fikirlerini yaymaya çalıştı. Faaliyetlerini yürütebileceği uygun bir yer aramış, sonunda İran’ın kuzeyinde yer alan, merkezî otoritenin güçlü olmadığı sarp dağlarıyla meş-
hur Deylem bölgesinde karar kılmıştı. 1090 sonbaharında yaklaşık 2 bin metre rakıma sahip bir tepenin üzerinde bulunan ve küçük bir patikanın dışında yolu bulunmayan Alamut kalesine sızan İsmailî dâîleri burayı ele geçirdiler. Hasan Sabbah dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güçlü bir biçimde tahkim ettiği kaleyi propaganda faaliyetlerinin merkez üssüne dönüştürdü ve çalışmalarını Selçuklu coğrafyasında yoğunlaştırdı. Ömrünün sonuna kadar (35 yıl) Alamut kalesinden dışarı çıkmadığı halde kurduğu hareket İran’ın her tarafına yayıldı. Alamut’un yanı sıra başka şehir ve kalelere de hâkim olan hareket, dönemin en önemli siyasî aktörlerinden biri haline geldi. İlkeleri Hasan Sabbah tarafından belirlenen İsmailî-Bâtınî hareket, davanın bekası için toplumun önde gelen isimlerine suikastlar düzenleyerek kargaşa çıkarmayı amaçlayan bir tür terör uyguluyordu. Fedai adı verilen (ki onlardan dolayı kaynaklarda Bâtınîlik için zaman zaman Fidâviyye ismi de kullanılır) ve Hasan Sabbah tarafından belirlenen canlı hedeflerini genellikle hançerlerle öldüren suikastçılar, gözü kara ve cesur gençlerden seçilirdi. Bunlar uzun bir hazırlık döneminin ardından hedef olarak seçilen kimsenin yakınına kadar sokulur, güvenini kazanır, bazen de en güvendiği kimse haline gelirdi. Vakti geldiğinde kurbanlarını öldürerek verilen emri yerine getirirlerdi. Kaynaklarda eğitimsiz ve “sağını-solunu ayırt etmekten aciz” kimseler olduklarına işaret edilen fedailer, işledikleri cinayetin hemen ardından umumiyetle öldürülmelerine rağmen
Selçuklu Tarihi
kendilerine verilen emri yerine getirmekten kaçınmazlardı. Fedailerin cesaretleri hakkında sonraki dönemlerde birçok rivayet ortaya çıkacaktı. En meşhuru haşhaş kullandıkları ve cinayetleri uyuşturulmuş bir kafayla işledikleridir. Bu yaklaşım özellikle Batı dünyasında 18. ve 19. yüzyıllardaki yayınlarda öne çıkarılmış ve adeta kesin bir bilgiye dönüştürülmüştür. Buna göre fedailer suikast için görevlendirilmeden önce haşhaş marifetiyle uyuşturularak suni bir cennete konulurdu. Burada güzel yemekler, lezzetli şaraplar ve şehvetli kadınlar tarafından ağırlanan fedailer, kendilerine verilen vazifeyi yerine getirdikleri takdirde sonsuza dek bu cennete konulacaklarına ikna edilirlerdi. Bu şekilde mutlak bir itaat ve sadakatle donatılırlardı.
Marco Polo’nun marifeti Birçok Batı dilinde suikast eylemi ve suikastçı için kullanılan “assassin/assasination” kelimesi de “haşhaş”tan gelir. Fakat merakı tahrik eden bu hikâye tarihi anlamda problemlidir. Alamut fedailerinin haşhaş aldıkları bilgisinin doğruluğunu gösteren bir delil yok. Devrin kaynaklarında onları anlatmak için “Haşhâşî” ifadesi kullanılmamakta, haşhaş aldıklarına dair herhangi bir gönderme yapılmamaktadır. Haşhaş ile ilgili bu yorumlar muhtemelen 13. yüzyıl sonlarında bölgeye gelen ve Hasan Sabbah’tan “Dağın Yaşlı Adamı” diye bahseden meşhur İtalyan seyyah Marco Polo’nun anlattıklarına dayanmaktadır. Seyahatnamesinde bölgede yaygın efsanelerden etkilenerek haşhaşı da nakleden Polo, modern dönemlerde örneğin Amin Maalouf ve Vladimir Bartol gibi romancılar tarafından daha da köpürtülen bu rivayetin kaynağı olarak görülmektedir. Suikastı bir mücadele usulü olarak benimseyen Hasan Sabbah liderliğindeki Alamut Bâtınîleri ilk eylemlerini İsfahan’da davetlerini kabul ettirmeyi
başaramadıkları Sâveli bir müezzini öldürerek gerçekleştirmişlerdi. Bu cinayeti işleyen Tahir isimli fedai, Nizamülmülk’ün emriyle derhal yakalanıp ibret-i âlem için idam ve cesedi teşhir edildi. Şehirdeki Bâtınîlere ağır cezalar verilse de bu sert kovuşturmalar Hasan Sabbah’ı durdurmaya yetmeyecekti. Sultan Melikşah’ın “kendisini itaate davet eden bir mektupla” birlikte Alamut’a gönderdiği elçilerin gözleri önünde intihar etmelerini emreden ve 20 bin civarında fedaisinin olduğunu söyleyen Hasan Sabbah, Sultan’ın kendisine tâbi olma talebini reddettiği gibi Selçuklu hükümdarını Fâtımî halifesinin otoritesini tanımaya davet ediyordu. İlk cinayetin ardından şiddet eylemlerini giderek artırdılar. Nişabur ile İsfahan arasında bulunan Tabes yakınlarındaki Kayin kalesinde üslenen Bâtınîler, Kirman yakınlarında bir ticaret kervanını basarak -kaçarak canını güçlükle kurtaran bir Türkmenin dışında- herkesi katlettiler. Kargaşa çıkarmak amacıyla gerçekleştirilen bu şiddet eylemleri Selçuklu coğrafyasında dehşet ve şaşkınlık yaratmıştı. Bu tür faaliyetlere aşina olmayan insanlar birbirlerinden şüphe eder hale geldiler. Güvensizlik ortamı giderek derinleşiyordu. Hasan Sabbah istediğini elde etmiş gibiydi ve elbette kolay kolay durmayacaktı. Ülke sathında ses getiren ilk bü-
yük suikastını 1092’de gerçekleştiren Bâtınîler, Nihâvend yakınlarında Nizâmülmülk’ü hançerleyerek katlettiler. Vezire bir maruzat dilekçesi verme bahanesiyle yaklaşan dilenci kılığındaki bir fedainin marifetiyle gerçekleştirilen cinayetin üzerinden henüz bir ay geçmişken, Melikşah da onların parmağının olduğuna dair söylentiler bulunan bir suikasta kurban gidecekti. Bâtınîlere karşı şiddetli bir baskı ve kovuşturma siyaseti takip eden Sultan ve vezirinin öldürülmesi, Hasan Sabbah’ın hareket alanını genişletti. Sultan’ın ölümünden sonra Selçuklular arasında patlak veren ve derin bir krize dönüşen taht mücadeleleri adeta Alamut İsmailîliğinin önünü açmıştı. Selçuklular Bâtınî hareket ile özellikle fikrî mücadele sahasında önemli işler yapmışlardır. Tuğrul Bey döneminde başlayan Cuma hutbelerinde Râfızîlerin tel’în edilmesi şeklindeki uygulama bunun ilk misali. Yine Nizâmiye medreselerinin kurulması ve kısa sürede Selçuklu coğrafyasının hemen her tarafında Sünni ağırlıklı eğitimin yaygınlaştırılması da fikrî mücadelenin daha sistematik hale getirilmesiyle alakalı. Nitekim başta Fedaihu’l-Bâtıniyye (Bâtınîliğin İçyüzü ismiyle Türkçeye de çevrilmiştir) isimli kitabıyla tanınan ve Bâtınî harekete karşı birçok eser kaleme alan İmam Gazâlî başta olmak üzere âlimlerin Selçuklu şehirlerinde va-
ALEVLİ ÇUKURLAR BİLE BÂTINÎLERİ DURDURMADI Selçuklu çağının en önemli birkaç merkezinden olan İsfahan’ı kana boğan Bâtınîler, şehirde büyük bir güvenlik krizine yol açtılar. İbnü’l-Esîr’in kayıtlarına bakılırsa, güçlerinin yettiği kimseleri öldürüyor ve mallarını yağmalıyor, şehirde egemenliklerini tesis ediyorlardı. Halk o kadar korkuyordu ki, zamanında evine dönmeyen birinin Bâtınîler tarafından öldürüldüğüne kanaat getiriliyor ve onun için taziye merasimleri düzenleniyordu. Bununla birlikte halk arasında
tepkiler de ortaya çıkıyordu. Kör taklidi yapan bir adamın yoldan gelip geçen insanlardan kendisini eve götürmelerini rica ettiği ve daha sonra bu kişilerin Bâtınîler tarafından yakalanarak öldürüldüğü ortaya çıkınca galeyana gelen halk onlara karşı ayaklanmış, içinde ateşler yakılan büyük çukurlar kazılarak yaklaşık 500 Bâtınî bu ateşlere atılmıştı. Fakat bu tür direniş eylemleri münferit hadiseler olarak kalıyor, terör faaliyetleri engellenemiyordu.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
93
» Bağdat Halifesine riayet
İslam Sanatı ve Mimarisi, Literatür, 2007.
Selçuklular, iktidarlarına meşruiyet kazandırmak amacıyla Bağdat halifesinden aldıkları unvanlarla varlıklarını güçlendirdiler. Tahtında oturan bir Selçuklu hükümdarı (13. yüzyıl).
azlar vermesi eklenebilir. Bu faaliyetlerinden dolayı âlimler zaman zaman Bâtınî fedailerinin hedefi haline gelmiştir.
Terörün beli büküldü Bunlarla beraber Selçuklular, Bâtınîlere karşı askerî müdahale seçeneğini de etkin biçimde kullandılar. İlk müdahale 1091 yılında Yoruntaş komutasındaki bir birliğin Alamut’u kuşatmasıyla gerçekleşti. Kale düşmek üzereyken Yoruntaş’ın hayatını kaybetmesi nedeniyle müdahale ne yazık ki neticesiz kaldı. Bu hadiseden bir yıl sonra Bâtınîlere ilk büyük harekâtını düzenleyen Selçuklular tarihlerinin büyük bir bölümünde bunu sürdürdüler. 1092 yılı başlarında Arslantaş ku-
94
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
mandasındaki bir orduyu Alamut’a, Kızıl Sarık komutasındaki bir diğerini de Kuhistan üzerine sevk eden Sultan Melikşah, kontrol edilemez bir noktaya varan Bâtınî terörünü sona erdirmeye kararlıydı. Ancak bunu gerçekleştirmeye ömrü vefa etmedi. Alamut’u kuşatan Arslantaş’ın ordusu Kazvin, Talekan ve Kuh-i Bara’dan gelen Bâtınîlerin takviye ettiği Hasan Sabbah’ın askerleri tarafından hezimete uğratılırken, Kuhistan’da başarılı bir şekilde devam eden harekât da Melikşah’ın ölüm haberinin gelmesi üzerine sonuçsuz kaldı. Sultan’ın ölümünden sonra bütünüyle kontrolden çıkan Bâtınîler, Sultan Berkyaruk’un şahsında kendilerini yok etmeye kararlı bir düşmanla karşı karşıya geldiler. 1096’da Bâtınîlerin
elinde bulunan Ehber yakınlarındaki Vesnemkûh kalesini kuşatan ve ele geçiren Sultan Berkyaruk, kaledeki Bâtınîlerin katledilmesi emrini vermişti. 300 Bâtınînin öldürüldüğü bir saldırıyı bizzat yöneten Sultan, 1100 yılında daha kapsamlı bir müdahale için harekete geçti. Adeta bir cadı avı başlatıldı. Selçuklu şehirlerindeki Bâtınîlere karşı yoğun bir takibat ve cezalandırma siyaseti uygulanıyordu. Hatta kaynaklara bakılırsa bu geniş çaplı kovuşturma esnasında Bâtınî oldukları iddiasıyla aralarında önemli zatların da bulunduğu birçok masum insan öldürülmüş, düşmanları tarafından Bâtınî olmakla itham edilen sayısız kimse suçsuz oldukları halde hayatını kaybetmişti. Yine 1101’de Berkyaruk tarafından görevlendirilen Emir Bozkuş Kuhistan’da, Çavlı Sakavu ise Fars ve Huzistan bölgelerinde Bâtınîler üzerine başarılı saldırılar tertip ettiler. Sultan Berkyaruk döneminde Bâtınîlere karşı yürütülen mücadelelerde hatırı sayılır başarılar elde edilmiş olsa da, bu durum Hasan Sabbah’ı durdurmaya yetmedi. Hatta kaynaklarımız özellikle bu dönemden itibaren Bâtınîlerin Suriye’de de teşkilatlandıklarının altını çizerler. Berkyaruk’un ardından sultan olan Muhammed, Bâtınîlere dönük harekâtları yeniden ve eskisine nazaran daha teşkilatlı bir biçimde başlattı. Bâtınîliğe temayülü olduklarına dair yaygın bir kanaat bulunan Iraklıları devlet görevlerinden tasfiye ederek onların yerine Bâtınîlere karşı ölçüsüz bir nefret besleyen Horasanlıları geçirdi. Bu şekilde mücadelede siyasî bir tavır da ortaya koyan Muhammed Tapar, 1107’de Bâtınîlerin en önemli kalele-
Selçuklu Tarihi
rinden Şahdîz’i muhasara etti. Uzun ve sancılı bir kuşatmanın ardından (bu sırada veziri Sadülmülk’ün Bâtınîlerle işbirliği yaptığını tespit etmiş ve onu derhal idam ettirmişti) Şahdîz ve Halincan kalelerini ele geçiren Sultan, bu şekilde İsfahan’daki Bâtınî hareketi de tamamıyla yok etmişti. Onun Bâtınîleri ortadan kaldırmak için bütün gücünü seferber ettiğini söyleyebiliriz.
Sultan kararlı, kale direniyor 1109 yılında Alamut kalesi üzerine birlikler sevk eden, bölgedeki birçok Bâtınî kalesini işgal eden ve sayısız Bâtınîyi öldüren Muhammed Tapar’ın mücadelesi İran’la sınırlı değildi. Onun zamanında Suriye Bâtınîlerine dönük müdahaleler de gerçekleştirildi. Bu çerçevede 1113’te Halep’te kapsamlı bir Bâtınî katliamı gerçekleştirilmiş ve yüzlercesi öldürülmüştü. Yürüttüğü kararlı politikayla adeta hareketin belini kıran Muhammed Tapar, nihaî başarının yolunun Bâtınîlerin merkezi Alamut kalesini almaktan geçtiğini görüyordu. Ülkesinin dört bir yanında gerçekleştirdiği sayısız Bâtınî harekâtının ardından bunu gerçekleştirmek için incelikli bir fetih planı hazırladı ve 1107 yılında güçlü bir Selçuklu ordusunu Alamut üzerine gönderdi. Başlarında Anuştekin olmak üzere Karaca, Gündoğdu, İl-Kavşut ve Bozan gibi devrin önde gelen komutanlarının liderlik ettiği ordu, Alamut’u düşürerek Bâtınîliğe son darbeyi vurmak için her anlamda motive edilmiş durumdaydı. Kuşatmanın ardından içlerinde uzun süre konaklanabilecek barakalar inşa edildi. Muhasara süresi ne kadar uzarsa uzasın, kaleyi almadan ayrılmayacaklardı. Fakat kaledekileri çok zor durumda bırakan ve yaklaşık bir yıl devam eden kuşatma Sultanın beklenmedik bir şekilde ölümü üzerine sona erdi. Anuştekin’in orduyu bir arada tutarak kuşatmayı sürdürmeye dönük bütün kararlılığına rağmen Bâtınîlerin ordu-
VEZİRLERDEN ŞEYHLERE UZANAN SUİKAST ZİNCİRİ Kaynaklara bakılırsa Bâtınîler, bazen vezirlik dâhil olmak üzere devletin önemli kademelerine ve orduya sızmış, hatta askerî ve mülkî bürokraside sayıca ciddi bir yekûna ulaşmışlardı. Özellikle Nizâmülmülk suikastının kendileri açısından çok faydalı sonuçlar üretmesi üzerine bu türden eylemleri sıklaştırmışlardı. Özellikle Sultan Berkyaruk (bir Bâtınî tarafından pazusundan yaralanmıştı) ve Muhammed Tapar dönemlerinde vezir Fahrulmülk b. Nizâmülmülk, Abdurrahman Horasanî ile Rey reisi Ebû Müslim, Selçukluların ilk Bağdat şahnesi Emir Porsuk, Sultan Berkyaruk’un annesi Zübeyde Hatun’un veziri Abdurrahman es-Sümeyremî, hazinedar Ebû Ahmed el-Kazvînî, Emir Mevdud, Emir Erkuş en-Nizamî, Emir Üner, Emir Sermez, Emir Bilge Bey ve Hımıs emiri Cenâhuddevle gibi devrin siyasî hayatının önde gelen isimleri Batınî suikastlarına kurban gitmiştir. Ayrıca Nişabur kadısı Ebû’l A’lâ Saîd, İsfahan kadısı Ubeydullah el-Hatibî, Şafiî fakihi Abdülvâhid b. İsmail, dönemin Kerrâmiye tarikatı şeyhi Ebû Cafer b. Meşşât ve Ebû’l-Muzaffer el-Hocendî gibi din adamları aynı kaderi paylaşmışlardı.
gâhtaki ajanları ve şahsî hırslarından dolayı birbirine düşen kumandanlar yüzünden sürdürülemedi. Sultan’ın bu kararlı seferi de başarısızlıkla neticelendi. Büyük Selçukluların son hükümdarı Sultan Sancar devrinde özellikle şehirlerdeki şiddet eylemlerini büyük ölçüde sona erdiren Bâtınîler, Sultan Berkyaruk ve Muhammed Tapar dönemlerinde aldıkları darbelerden dolayı bir müddet içlerine kapanmaya ve gerek kalelerini, gerekse mezheplerini tahkim etmeye yöneldiler. Bu dönemde Selçukluların Bâtınî hedeflere düzenledikleri harekâtlara da bir anlamda son verildi. Esasında bunun sebebi, Bâtınîlerin henüz meliklik yıllarında
Sultan Sancar’ı sindirmiş olmalarıydı. Rivayetlere bakılırsa gençlik döneminde sert bir Bâtınî muhalifi olan Sancar, haremine sızan bir cariye tarafından yattığı yerin başucuna saplanan bir hançerle korkutulmuştu. Ayrıca hançer kendisine iletilen bir nota saplanmıştı. Hasan Sabbah’ın imzasını taşıyan notta şunlar yazıyordu: “Eğer Sultan’ın iyiliğini düşünmeseydim, bu hançeri yere değil de onun yumuşak göğsüne saplatırdım”. Bu yüzden sultan olduktan sonra Hasan Sabbah’a dönük mücadeleyi bir kenara bırakacaktı. Sünni İslamın hâmisi Selçuklular, sahip oldukları bu vasfın tabii bir neticesi olarak Bâtınîlerle askerî ve fikrî sahada mücadele ettiler. Hareketin özellikle İran ve Suriye coğrafyasında Sünni İslamı tahrip ve tahrif etmesini engellediler. Mamafih Selçukluların bellerini kırıp siyasî kudretini yok etmekle birlikte onları bütünüyle ortadan kaldırmadıklarının da altını çizmek gerekir. Bâtınîler, İlhanlı hükümdarı Hülâgû tarafından Alamut kalesinin işgal ve tahrip edildiği 1256 yılına kadar İran’da; Memlûk hükümdarı Baybars tarafından ortadan kaldırıldıkları 1272 yılına kadar da Suriye’de varlıklarını devam ettirdiler. Daha sonra Hindistan’a göç ederek faaliyetlerini burada sürdürdüler. Zamanla terör ve suikast yöntemini bütünüyle terk eden hareket, bugün de dünyanın birçok yerinde varlığını devam ettirmektedir.
Mustafa Alican Yrd. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
95
VATİKANDA BİR OSMANLI "PRENSİ"
TARİHÇİ GÖZÜYLE M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU » Prof. Dr., Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi.
[email protected]
Prens Sabahaddin’in İttihadçılar karşısındaki yenilgisi, adem-i merkeziyetçiği savunan liberalizmin, merkeziyetçi bir pozitivizm karşısındaki yenilgisi olarak yorumlanır. Papa ile özel bir görüşme gerçekleştiren Prens Sabahaddin’in Fransız Katolikleri ve sömürgeciliğiyle ilişkilerinin bu başarısızlıkta hiç mi payı yoktu? Baron Wolfram von Rotenhan’ın da belirttiği gibi muhafazakâr Papa X. Pius ilk kez bir Osmanlı şahsiyetini böylesi bir görüşmede kabul ediyordu [Rotenhan’dan-Bernhard von Bülow’a, Roma, 27 Mart 1906/no. 29 (Geheim), A 5595, PAAA, Die Jungtürken, 198, Bd. 4-5].
P
apa X. Pius (Giuseppe Melchiorre Sarto) 15 Mart 1906 günü nadiren bahşedilen özel görüşmelerden biri için bir ziyaretçiyi huzuruna kabul etmişti. Gizli tutulan buluşma için sahte kimlikle kalmakta olduğu Roma’daki Hotel Splendide’den görüşmenin gerçekleşeceği özel odaya getirilen kısa boylu, genç ve akıcı Fransızca konuşan kişi, kendisini prens ve Sultan Abdülmecid’in torunu olarak tanıtmayı tercih eden Damad Mahmud Paşazâde Mehmed Sabahaddin Bey’den başkası değildi. Hiç şüphesiz buluşma her iki taraf açısından da değişik soruların gündeme getirilmesine neden olacak gizli bir görüşmeydi. Konuyla ilgili bilgiye kısa sürede ulaşarak Alman Şansölyesi Fürst Bernhard von Bülow’a arz eden Vatikan nezdindeki Prusya temsilcisi
96
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Sürgünde yaşayan ve bir siyasal muhalif olan 27 yaşındaki Sabahaddin Bey için de Papa ile görüşerek onunla Osmanlı Devleti’nin geleceği hakkındaki görüş ve planlarını paylaşma fırsatına nâil olabilmek şüphesiz büyük bir başarıydı. Baron Rotenhan’ın yüksek makamlarda oldukları şüphesiz haber kaynaklarından (kendisi bunlara “meines Gewährsmannes” şeklinde atıfta bulunmaktadır) temin ettiği bilgiye göre Papa gizli görüşmede “Türkiye’nin kapılarını Avrupa medeniyeti ve kültürüne” daha fazla açması yolundaki ümidini dile getirmiş, Sabahaddin Bey ise Jön Türk Partisi tarafından savunulan ıslahat projeleri hakkında bilgi sunmuştu. Görüşmede siyasal konulara daha fazla girilmemiş ama Papa’nın huzurundan çıkan Sabahaddin Bey,
daha sonra Vatikan Dışişleri Bakanı Rafael Merry del Val y Zulueta ve önde gelen kardinallerden Mariano Rampolla del Tindaro ile de fikir teâtisinde bulunmuştu. Sabahaddin Bey bu görüşmelerde ağır hasta olan II. Abdülhamid’in en fazla bir yıllık ömrü kaldığını1, yerine geçecek olan dayısı Reşad Efendi’nin tahta çıkışı sonrasında İstanbul’a döneceğini belirtmişti. Ancak dayısı kısa süre içinde Sabahaddin Bey lehine tahttan feragat edecek, o da geniş kapsamlı bir ıslahat projesini uygulamaya koyacaktı2. Sabahaddin Bey bu süreçte İngiltere ile beraber hareket etmek istediğini de vurgulamıştı. Baron Rotenhan’ın Vatikan’daki güvenilir haber kaynaklarından biri, Berlin’e giderek Alman Şansölyesi ile de görüşme isteğini izhar eden Sabahaddin Bey’e bunu tavsiye etmeyeceğini söylemişti. Bu talep 8 Mart günü Baron Rotenhan tarafından Berlin’e iletildi. Dolayısıyla Alman dışişleri yetkililerinin daha Papa ile görüşmesini gerçekleştirmeden, 13 Mart günü Sabahaddin Bey ile ilgili bir bilgi notu
hazırladıkları ve onun Bernhard von Bülow, hatta Baron Rotenhan tarafından kabulünün uygun olmayacağını dile getirmelerine bakılırsa Jön Türk liderinin Papa ziyareti daha kapsamlı bir projenin parçası idi [Alman Dışişleri Bakanlığı 13 ve 17 Mart günlerinde konu ile ilgili iki bilgi notu hazırlamıştır, sırasıyla A 4846 ve A 5073, PAAA, Die Jungtürken, 198, Bd. 4-5].
Baron Rotenhan’ın Sabahaddin Bey’e Berlin’e gitmesinin uygun olmayacağını söyleyen kaynağının kimliği 9 ay sonra ortaya çıkacaktı. 16 Ekim 1906 tarihinde Sabahaddin Bey’in ziyareti hakkında İtalyanca uzun bir değerlendirme kaleme alarak bunu Alman yetkililere sunan Kardinal Giovanni de Montel, konu hakkındaki bilgimizi derinleştirmemizi mümkün kılmaktadır [Kapp’dan-von Bülow’a, Londra, 19 Ekim 1906 tarihli yazının eki, A 17678, PAAA, Die Jungtürken, 198, Bd. 4-5].
Kardinal de Montel, bir önceki Papa XIII. Leo’nun Alman siyasetini yöneten ve zorlu pazarlıklar sonrasında Kulturkampf’ın sona erdirilmesini sağlayarak bu ülkeyle Vatikan’ın ya-
kınlaşmasını temin eden, bu nedenle de “nucleo tedesco” olarak adlandırılan üç kardinalden (diğerleri Luigi Galimberti ve Antonio Agliardi) biriydi. Kardinal de Montel’in raporuna göre Sabahaddin Bey, II. Abdülhamid’in “kaçınılmaz ölümü” sonrasında yapılacak reformlarla imparatorlukta büyük bir değişim yaşanacağını belirtmekle kalmayarak Papa’ya bu durumdan “Santa Sede’nin de yararlanmasına ilişkin fikirlerini de gizlice” sunma imkânı bulmuştu. Sabahaddin Bey söz konusu ıslahatın Reşad Efendi tarafından üstlenildiğinin de garantisini vermişti. Papa anlatılanları dikkatle dinlemiş ancak mevcut Osmanlı rejimi hakkında değerlendirme yapmaktan kaçınmıştı.
Vatikan’ın gayesi Görüşmede verilen karşılıklı mesajların satır aralarını okuyacak olursak, Sabahaddin Bey, X. Pius’tan yeni düzende Katolik Kilisesi yararına yapılacak değişimlere karşılık “kaçınılmaz gözüken rejim değişikliği” konusunda yardım talep etmiş ve kendisine “tat-
» Vatikan'ın merkez üssü
Prens Sabahaddin Papa X. Pius ile görüşmesinde Katolik Kilisesi lehine Osmanlı Devleti’nde gerçekleştirilecek değişimlere karşılık kesin gözüyle bakılan rejim değişliği için yardım talep etmişti. Vatikan'daki Aziz Petrus Bazilikası.
min olmasını sağlayan” cevaplar diplomatik dille iletilmişti. Üst düzey kardinallerle tartışabileceği bir konuyu bizzat Papa’ya arz etme imkânının Sabahaddin Bey’e sunulması dahi şüphesiz zımnî bir kabulün ifadesi idi. Nitekim Baron Rotenhan “kaynağım” ifadesiyle de Montel’e atfettiği yorumda Osmanlı tahtı hakkında dile getirilen bu tür taleplere Vatikan’ın karışmasının “basiretsizlik” olarak görüldüğünün altını çizmektedir. De Montel bunun yanı sıra gelişmenin Sultan’dan saklanmasının da kolay olmayacağını vurgulamıştı [PAAA, A 5595]3. Dolayısıyla Sabahaddin Bey’in ziyareti ele alınırken, bunun Vatikan
2015 ARALIK / DERİN TARİH
97
TARİHÇİ GÖZÜYLE M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
» Prens-Papa-Kardinal üçlüsü
Prens Sabahaddin (ortada) 15 Mart 1906'da Papa X. Pius (sağda) ile gizli bir görüşme gerçekleştirmiş, sonrasında Vatikan’ın Doğu sorunları uzmanı olarak görülen eski Dışişleri Bakanı Kardinal Mariano Rampolla (solda) ile fikir teâtisinde bulunmuştu.
açısından kurumsal ve belirli bir amaca yönelik bir eylem olarak değerlendirilmesi açıklayıcı değildir. Sabahaddin Bey’in II. Abdülhamid’in “kaçınılmaz ölümünden sonra” yapılacağını vaat ettiği ıslahat da muhatapları açısından hayatî bir önem arz etmiyordu. Şüphe yok ki Vatikan 25 yıldır çözülemeyen Elbasan’da yeni Katolik mabedi inşa edilmesi, Arap vilayetlerindeki Katoliklerin sorunları ve Kudüs’teki kutsal mekanlarla ilgili değişik taleplerine olumlu cevaplar almaktan mut-
98
DERİN TARİH / 2015 ARALIK
luluk duyardı; ama bunlar Santa Sede için ölüm kalım meseleleri değildi. Sabahaddin Bey’in Papa ile görüşmesi sonrasında uzun süre bu sorunlarla ilgilenmiş olan ve Vatikan’ın Doğu sorunları uzmanı olarak görülen eski Dışişleri Bakanı Kardinal Mariano Rampolla ile fikir teâtisinde bulunması kuşkusuz sembolik bir önem arz ediyordu. Buna karşılık bu kısa görüşmede Osmanlı Devleti’nin geleceği üzerine kapsamlı bir planın masaya konulduğunu varsaymak hatalı olur. Bu çerçeveden bakıldığında Vatikan’ın benimsediği yaklaşım, Osmanlı muhalifleri ve Jön Türklerden ziyade kendisinden bu alanda yardım talebinde bulunan Fransız Katolik örgütlenmesinin tatminini amaçlıyordu. XIII. Leo’nun Katolikler ile Üçüncü Cumhuriyet’i uzlaştırmayı, ikisi arasında
tırmanan çatışmanın yoğunluğunu düşürmeyi amaçlayan ralliement siyaseti başarısız olmakla kalmamış, bunu Vatikan’ın Cumhuriyetçilerin şiddetlenen anti-klerikalizmine verdiği zımnî destek olarak gören Fransız Katolik toplumunda ciddi bir tepki de doğurmuştu. Selefinin aksine bu alanda oldukça muhafazakâr bir yaklaşımı benimseyen X. Pius, bilhassa 9 Aralık 1905 tarihinde ısdâr edilerek (çıkarılarak) kiliseler ile devletin ayrılmasını düzenleyen kanun sonrasında Fransız Katolikliğini şiddetle savunma siyasetini benimsemişti. X. Pius’un Sabahaddin Bey’i kabulünden yaklaşık bir ay önce Fransız Katoliklerini mücadeleye çağırarak onlara destek sözü veren Vehementer Nos’u neşrettiği düşünüldüğünde ziyaretin zamanlamasının
mürgeci emellerine en büyük hizmeti sunacak Osmanlı lideri olarak ortaya çıkartmalarıdır.
Sabahaddin Bey’in hayalleri
gözden kaçırılmamasının gerekliliği ortaya çıkar. Sabahaddin Bey’in bu ortamda Papa tarafından kabulü Jön Türklükten ziyade Fransız Katolik toplumuna sunulan bir cemile idi. Hem X. Pius, hem de Dışişleri Bakanı Rafael Merry del Val, Fransız Katolikleri ile ralliement siyaseti nedeniyle bozulmuş ilişkileri tamir etmek ve Üçüncü Cumhuriyet’in kiliseye açtığı topyekûn savaşa karşı onları destekleyebilmek amacıyla onlardan gelen değişik talepleri ellerinden geldiği ölçüde karşılama siyaseti benimsemişlerdi. Dolayısıyla söz konusu kabul Fransız Katoliklerinin genel olarak Osmanlı, özel olarak ise Maşrık üzerindeki planlarına Vatikan tarafından verilen destek anlamına geliyordu. Burada önemli olan, Fransız Katolik çevrelerinin Sabahaddin Bey’i Fransız sö-
Entelektüel ve sosyolojik tarihçilik Sabahaddin Bey’i genellikle özel girişimcilik ve liberalizmin Osmanlı toplumundaki ilk savunucusu olarak resmeder. Sathî biçimde bakıldığında anlamlı gözüken bu değerlendirmenin üzeri kazındığında ortaya oldukça farklı bir görüntü çıkmaktadır. Toplumumuzda liberalizmin kurucusu olduğu düşünülen Sabahaddin Bey gerçekte muhafazakâr kuramlardan etkilenmişti. Kendisinin en önemli ilham kaynaklarından biri olan Frédéric Le Play toplumu “aile” üzerinden açıklamaya çalışan Katolik muhafazakârlığın önde gelen temsilcilerinden biriydi (önde gelen takipçilerinden Eugène Duthoit 1920 yılında Aile Hakları Beyannâmesi’ni kaleme alacaktır). Sabahaddin Bey’in Science Sociale hareketinin bireye daha fazla ehemmiyet atfeden Edmond Demolins ve Henri de Tourville benzeri düşünürlerinden etkilendiği doğrudur. Ancak “birey”i öne çıkaran bu tezler liberalizm değil, Sosyal Darwinizm kaynaklıdır. Sabahaddin Bey, Demolins’nin eğitim alanındaki girişimlerinden ve Anglo-Saksonların “üstünlük nedenleri”ni araştıran eserinden esinlenerek “kişisel girişim” ve “yerinden yönetim”in toplumsal belirleyiciliğini vurgulamıştır. Demolins’in, son tahlilde, adem-i merkeziyeti Paris ve diğer metropollere göçü önleyerek aile kurumunun gücünü korumasını sağlayacak bir yaklaşım olarak gören bir Katolik sosyal hareketinin (Le mouvement social catholique) önde gelen entelektüel kuramcılarından biri olduğu da unutulmamalıdır. İlginç olan, Sabahaddin Bey’in farklı yorumlasa da oldukça muhafazakâr
bir hareket olan Science Social’in takipçisi haline gelmiş olmasıdır. Bunun kendisini Katolik entelektüel çevrelerde daha görünür hale getirdiği belirtilebilir. Ancak Sabahaddin Bey’in henüz Science Social düşünürlerinin eserlerini bilmediği dönemde dahi Katolik çevrelerle yakın ilişkiler kurmuş olduğu gözönüne alınırsa kendisinin Paris caddelerinde yorgun argın yürürken bir kitapçının vitrininde Demolins’in A Quoi Tient la Supériorité des Anglo-Saxons kitabını görüp bu eseri heyecanla okumasından sonra dünyaya bakışının değiştiği yolundaki anlatımına ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Nasıl gerçekleştiğinden bağımsız olarak Sabahaddin Bey’in 20. asrın ilk yıllarından itibaren Fransız Katolik çevrelerinde önemli bir isim ve
» Alman Şansölyesinden red
Alman Dışişleri Bakanlığı’nın Sabahaddin Bey hakkında hazırladığı 13 Mart 1906 tarihli bilgi notunun ilk sahifesi.
2015 ARALIK / DERİN TARİH
99
TARİHÇİ GÖZÜYLE M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
gütlenmesine önayak olduğu Ahrar-ı Osmanîye Kongresi’nin Osmanlı yetkilileri tarafından engellenmesine güçlü ilişkilerini kullanarak mani olmakla kalmamış, malikanesini bu toplantıya tahsis ettiği gibi Fransız ve Osmanlı bayrakları altında resim veren muhalifler arasında da yer almıştı. Bir Jön Türk tarafından “la champion de l’enseignement congréganiste et du prosélytisme papiste en Turquie (Türkiye’de ruhban tarafından yapılan eğitim ve Papalığın din değiştirtme çabalarının şampiyonu)” olarak tanımlanan de Lormais4, bunun yanı sıra Sabahaddin Bey’in değişik notlarının Alman Dışişleri Bakanlığı’na (örneğin de Lormais’nin von Bülow’a gönderdiği Ekim 1906 tarihli mektup, A 17678, PAAA, Die Jungtürken, 198, Bd. 4-5) ya da deği-
» Kardinal'den Alman yetkililere
Kardinal Giovanni de Montel’in Sabahaddin Bey’in ziyareti hakkında detaylı bigi sunan 16 Ekim 1906 tarihli uzun raporunun ilk ve son sahifeleri.
Fransa’nın Doğu politikasına önemli hizmetler sunabilecek bir Osmanlı siyasetçisi olarak sivrildiği ortadadır. Sabahaddin Bey’in sekreteri Joseph-Remy Denais, Le Stéphanois benzeri radikal Katolik gazetelerinin yayın müdürlüklerinde bulunmuş ve Paris Gazeteciler Cemiyeti’nin başkanlığını yapmıştı. Sabahaddin Bey’e Fransız basınında gösterilen ölçüsüz ilgide “bir militan Katolik” olarak tanımlanan sekreteri Denais’nin payı şüphesiz oldukça yüksekti. Sabahaddin Bey ve takipçileri adına Terakki gazetesini neşreden de Paul Fesch adında bir Katolik papaz idi. Jön Türk mehâfilinde (çevrelerinde) dile getirilen “Sabahaddin Bey Sultan
100 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
olduğunda Papaz Fesch de Şeyhülislam olur” türünden ironik eleştiriler şüphesiz bu ikili arasındaki ilişkinin derinliğine işaret ediyordu [Youssouf Fehmi, La Révolution ottoman, 1910-1910 (Paris, 1911), s. 128.] Fesch, Sabahaddin ve süt kardeşi Ahmed Fazlı Beylerin yardım ve sağladıkları malzeme ile Constantinople Aux Derniers Jours D’Abdul-Hamid adlı bir kitap kaleme alarak (kitabın adı o günlerde II. Abdülhamid’in ölmek üzere olduğu hakkındaki yaygın kanaati dile getiriyordu) bunu 1907 yılında yayımlamıştı. Kitabın “Jön Türkler” adlı bölümü Sabahaddin Bey’i göklere çıkartırken, başta Ahmed Rıza Bey olmak üzere ona karşı çıkan diğer muhalifleri ağır eleştirilere maruz bırakıyordu. Sabahaddin Bey’in Katolik destekçileri gazeteci ve rahiplerle sınırlı değildi. Ünlü finansör ve entelektüel Baron de Lormais benzeri toplumda ağırlığı yüksek ve Fransız kolonyal siyasetinde etkili isimlerin Sabahaddin Bey’e sunduğu destek diğer Jön Türklere kapalı tutulan pek çok kapının ona açılmasını sağlıyordu. De Lormais, Sabahaddin Bey’in 1902 yılında ör-
şik kademelerdeki Fransız diplomatlarına (örneğin, MAE, Fonds PA-AP, Papiers Philippe Berthelot, 10/21/f. 37) iletilmesini de sağlıyordu. De Lormais, Vatikan maliye teşkila-
tında önemli vazifeler icra etmiş olan Monsegnior Spolverini aracılığıyla Papa ile özel görüşmeyi de sağlayan kişi idi ve X. Pius, Rafael Merry del Val ve Mariano Rampolla Sabahaddin Bey’i kabul ederek gerçekte onun talebine olumlu cevap vermiş oluyorlardı.
Fransız siyasetinin ümidi Ancak Prens Sabahaddin sadece Katolik çevrelerin değil, onların da destek verdiği Fransız kolonyal siyasetinin “ideal Osmanlı lideri” haline gelmek istiyordu. Ahmed Rıza Bey’in değişik değerlendirmelerinde işaret ettiği gibi ülke içinde kiliseye savaş açan Üçüncü Cumhuriyet, Doğu’da kolonyal siyasetini kilise okulları ve Katolik örgütlenmeler üzerinden sürdürmekte bir sakınca görmüyordu. Bunu anlayan Sabahaddin Bey ise Katolik dostları tarafından yaratılan “Doğu’da Fransız çıkarlarını koruyacak entelektüel/siyasetçi” imajını kullanarak kendisine siyasal gelecek inşa etmek istiyordu.
» Sabahaddin Bey’in Fransız
kamuoyundaki destekçilerinden, eski Denizcilik Bakanı, radikal siyasetçi ve Le Siècle editorü Jean-Marie Antoine de Lanessan.
Sabahaddin Bey’in Fransız basınında koyu Katolik Le Croix’dan militan anti-klerikal L’Action’a uzanan bir yelpazede göklere çıkarılması ancak bu açıdan bakıldığında anlamlandırılabi-
lir. Dolayısıyla Sabahaddin Bey sadece Katoliklerin değil, Fransız kolonyal siyasetinin bütün liderleri tarafından da bir “ümit” olarak görülüyordu. De Lormais ve Denais militanlığındaki Katoliklerin tam desteğini alan Sabahaddin Bey’in Le Siècle editörü JeanMarie Antoine de Lanessan tarafından da sadece Fransız değil, bütün Avrupa sömürgeciliğine önemli hizmetler sunacak bir lider olarak görülmesi tesadüfî değildi. Darwinizmin önemli savunucularından olan De Lanessan5, Katolik tıp okulu kurulmasına en sert tepki veren entelektüel-siyasetçilerden biriydi
» Fransız Katolik örgütlenmesi
Fransa'da 1562-98 arasında Katolikler ile Protestanlar arasında gerçekleşen din savaşlarında, Katolik Lig'in Paris kuşatması sırasındaki geçidini tasvir eden bir tablo (Musée Carnavalet, Paris).
2015 ARALIK / DERİN TARİH 101
TARİHÇİ GÖZÜYLE M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
» Ahrar-ı Osmanîye Kongresi
Paul Fesch’in Sabahaddin Bey adına yayımladığı Terakki dergisi için yapılan harcamalar için Imprimerie Durand’a yaptığı ödemenin makbuzu. 4. Baron de Lormais ve Osmanlı muhalifleri Ahrar-ı Osmanîye Kongresi açılışında (4 Şubat 1902). Oturanlar: Sağdan birinci Baron de Lormais, sağdan dördüncü Sabahaddin Bey (Altta-sağda).
ve bu alanda dindarların umduğunun tersine “deneyin inancı öldüreceği” benzeri Katolikleri çileden çıkartacak bir yorum yapmaktan da geri kalmamıştı ( Jennifer Hecht, The End of the Soul: Scientific Modernity, Atheism, and Anthropology in France, New Yorkö 2003, s. 84). Buna karşılık 1889-1902 yılları arasında Waldeck-Rousseau kabinesinde Denizcilik Bakanı olarak görev yapan de Lanessan, Le Siècle editörü ve Fransız Kolonyal Cemiyeti’nin başkanı olarak ülkenin Doğu’daki çıkarlarına yaklaşımı gözönüne alındığında de Lormais benzeri militan Katoliklerle ortak görüşler taşıyordu. De Lormais, Sabahaddin Bey’in yazılarını Bernhard von Bülow’a sunarken, İngiliz Dışişleri Bakanlığı bunlara de Lanessan’ın Le Siècle için kaleme aldığı başmakaleler çerçevesinde ilgi gösteriyordu. Dolayısıyla Sabahaddin Bey’in amacı Katoliklerin de dahil olduğu bir uluslararası cephe tarafından “Batı dostu”
102 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
ve “Doğu’nun kurtarıcısı” olarak Osmanlı yönetimine getirilmekti. Sabahaddin Bey’in Papa ile görüşmesinde dile getirdiği “tahta geçme” benzeri iddiaları şüphesiz fantaziler olmaktan ileri gitmiyordu. Bu alanda söylentiler çoğalınca Sabahaddin Bey bile Camille Audigier’e bir mektup göndererek bunu yalanlamak zorunda kalmıştı (“Situation politique en Turquie,” Gil Blas, 17 Ekim 1906). Ancak Fransız kamuoyunda onun yönetiminde ön plana geçeceği Osmanlı Devleti’nin kolonyal çıkarlara en uygun siyasetleri izleyeceği genel kabul görüyordu. Bu önemli bir destek olmasına karşılık Sabahaddin Bey’in düşlediği Düvel-i Muazzama ortak cephesini sağlamaktan fazlasıyla uzaktı. Nitekim Katolik destekçilerinin bütün ısrarlarına karşılık Sabahaddin Bey, X. Pius’a hayranlık duyan ve onunla sık sık görüşen Bernhard von Bülow’dan randevu almaya muvaffak olamamıştı. Bunda Kardinal de Montel benzeri Vatikan liderlerinin itirazı kadar, Alman dış siyasetinin Osmanlı Devleti’yle son derece olumlu seyreden ilişkilerini, Bâb-ı Âlî’nin “yıkıcı bir ihtilâlci (staatsgefährlichen Revolutionär) olarak tanımladığı” bir şahısla temasa girerek bozmamayı düşünmesi de önemli rol oynamıştı.
Benzer şekilde Sabahaddin Bey Dinşevay Olayı sonrasında Batı Avrupa ve bilhassa İngiltere kamuoyunda yükselen Pan-İslamizm korkusundan istifade amacıyla Fransız destekçileri aracılığıyla The Times’da II. Abdülhamid’in siyasetlerini eleştiren uzun bir yazı yayınladığında (Sabahaddine, “The Sultan and the Pan-Islamic Movement,” The Times, 13 Ağustos 1906) İngiliz Dışişleri bunu ilginç bulmuş, ancak söz konusu makalenin Sir Edward Grey’e sunulan suretine “Jön Türklerden gelen notları cevaplamadıkları” gerekçesiyle yanıt vermemişti (NA, F.O. 371/153, file 27300). Sabahaddin Bey’in Foreign Office’e sunulan Mémoire des Libéraux Turcs Relative à la Question d’Orient benzeri layihalarının İngilizce tercümelerinin üzerine de hep aynı not düşülecekti: “Yazar bir Jön Türk’tür ve biz onların yazılarına cevap vermiyoruz” (NA, F.O. 371/157/file 43375).
Kaybeden Liberalizm miydi? Sabahaddin Bey’in Papa ile buluşması bu şartlar altında ona umduğu kapıları açamamıştır. Bu alanda yaşadığı hayal kırıklığının yanı sıra
girişimleri hakkında ortaya atılan iddialar kendisinin Osmanlı muhalefeti içindeki konumunu da sarstı. Jön Türk çevrelerinde Sabahaddin Bey’in Papa ile görüştüğü ve ondan “para aldığı” şayialarının yayılması muhalefet çevrelerinde Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ne yönelik kuşkucu bir yaklaşımın gelişmesine neden oldu. Sabahaddin Bey “Roma kilisesinden gördükleri mu‘avenet-i maddiyeye mukabil menafi‘-i millîyeyi (maddi yardıma karşılık millî çıkarları) fedâ eyledikleri” iddialarını sert biçimde reddetmiş “séparation kanunundan6 beri her zamandan ziyade muhtac-ı iâne bir hale gelen Katolik Kilisesi’ne müracaat” etmenin anlamsızlığını ileri sürmüştür (“Bir Te’essüf,” Terakki, no. 5 [1907], s. 10)7. Ancak iddialar kendisinin Jön Türk çevrelerinde mevcut “Batı çıkarlarının hizmetkârı” olduğu imajını daha da pekiştirmiştir. Paris, Berlin ve Londra’dan alacağı destekle Osmanlı Devleti’ni yönetecek bir makama getirilebileceğini düşünen Sabahaddin Bey bunu sağlayacak yüksek siyaset için ter dökerken yuka-
rıdan bakarak küçümsediği muhalifleri olan İttihadçılar ordu içinde örgütlenmiş ve “İnkılâb-ı Azîm” sonrasında böylesi bir gücü ellerine geçirmişlerdir. Sabahaddin Bey, Katolik dostlarının ısrarlı çabalarına karşılık kendisini kabul etmeye yanaşmayan Bernhard von Bülow ve mektuplarına cevap vermeyen Sir Edward Grey, Ahmed Rıza Bey başkanlığındaki İttihadçı heyetlerin notlarını hükümdarlara ilettikleri ya da onlarla görüştüklerinde şüphesiz derin bir hayal kırıklığına uğramıştı [bkz. Nachlaß Fürsten von Bülow, NL 182, Bundesarchiv ve Grey’den Lowther’a 13 Kasım 1909 (private), NA, Sir (Viscount) Grey’s Private Papers, F.O. 800/79].
Sabahaddin Bey’in sonraki hayatı ve girişimleri onun gelişmelerden fazla ders almadığını ortaya koymaktadır. 1902-03 yıllarında Mısır Hidivi ve İngilizlerin desteği ile darbe örgütlemeye çalışan, üç sene sonra Papa’nın yardımı ile iktidara gelme hayali kuran Sabahaddin Bey, II. Meşrutiyet döneminde benzer bir desteği Rum Patrikhanesi’nden sağlamaya çalışmış, 1909 ve 1912-13’te katılımını şiddetle inkâr
ettiği darbe girişimlerinin merkezinde bulunmuş, Harb-i Umumî sırasında da İtilaf devletleriyle ayrı barış yapılması çabalarına katılmıştı.
Sabahaddin Bey’in Jön Türklüğün diğer kanadı olan İttihadçılık karşısındaki yenilgisi, tarih ve sosyoloji çalışmalarında genellikle “adem-i merkeziyet”i savunan ve “birey” ile “özel girişime” destek veren liberalizmin; pozitivizm, merkeziyetçilik ve Friedrich List’in “millî iktisad” yaklaşımı karşısında tutunamaması şeklinde değerlendirilmektedir. Buna karşılık başarısızlığa uğrayanın, entrikacı yüksek siyaset ve yabancı desteğiyle iktidara gelme girişimleri olduğunu da vurgulamak şüphesiz daha yerinde bir tespit olur. 1 Sabahaddin Bey’in yorumları değerlendirilirken o günlerde II. Abdülhamid’in ağır bir kanser hastalığının pençesinde ve ölüm döşeğinde olduğu söylentilerinin yaygın olduğu ve Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin de bu nedenle 1906 yılında “Abdülhamid Ölüyor!” başlıklı bir beyannâme neşrettiği hatırlanmalıdır. Bu beklentiye karşılık Sultan’ın hastalığı gerçekte fazla ciddî olmayan bir böbrek rahatsızlığı idi. Hastalık ve tedavisi konusunda detaylı bilgi için bkz. Rengin Bütün, “Sultan II. Abdülhamid’e 1906 Senesinde Yapılan Konsültasyon Reçetelerinin ve Sultan’ı Tedavi Eden Hekimlerin Tanıtılması,” Yeni Symposium Dergisi, I/2 (1982), ss. 1-19. 2 Sabahaddin Bey’in Papa’ya veliaht Reşad Efendi adına da konuştuğunu belirtmesi ilginçtir. Bunun ne derece gerçek bir ilişkiyi dile getirdiği şüphesiz tartışmalıdır. Mahmud Şevket Paşa’nın Şehzade Vahideddin Efendi’den naklettiği “Sabahattin Bey bir dolandırıcıdır. Büyük biraderim Sultan Hamid’in saltanatının sonlarında, o zaman veliaht olan Sultan Reşat’tan ihtilâl çıkartmak için 40.000 altın istemişti” iddiası, Sabahaddin Bey’in Papa nezdindeki ifadeleri dikkate alındığında önem kazanmaktadır (Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın Günlüğü, İstanbul, 1988, s. 41). Buna karşılık Sabahattin Bey söz konusu iddiayı büyük bir ihtimalle iktidara gelişi söylemini güçlendirmek için ortaya atmıştır. 3 Baron Rotenhan’ın ifadesi “Mein Gewährsmann findet es unvorsichtig von dem Vatikan, sich mit dem türkischen Prätendenten sich überhaupt eingelassen zu haben, und vor dem Sultan kaum geheim bleiben werde” şeklindedir. 4 Fehmi, La Révolution ottoman, s. 128. Baron de Lormais’nin daha sonra Société générale franco-ottomane aracılığıyla Kudüs’te değişik projelere öncülük etmesi gözönüne alınırsa “kutsal topraklar”a olan ilgisi Katolik mezhebinin yayılması ile sınırlı değildi. Bkz. Vincent Lemire, La Soif de Jérusalem: Essai d’hydrohistoire, 1840-1948, Paris, 2011, ss. 416-28. 5 Lanessan’ın, La lutte pour l’existence et l’association pour la lutte (Paris 1882) başlıklı çalışması, Darwinizm tartışmalarına yapılmış önemli bir katkı olarak değerlendiriliyordu. 6 9 Aralık 1905 tarihinde yürürlüğe giren La loi concernant la séparation des Églises et de l’État. 7 Sabahaddin Bey’in Papa ile görüştüğü ve ondan “para aldığı” iddiasını ortaya atan Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Midhat Bey idi. Konu hakkında detaylı bilgi Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nâzım Beyler tarafından Terakki ve İttihad Cemiyeti Kızanlık Şubesi Müdürü İbrahim Rahmi Efendizâde Hayri Bey’e gönderilen tarihsiz [Mart 1907] ve 265 numaralı mektupta verilmektedir. Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti Merkezi’nin 1906-1907 Senelerinin Muhaberat Kopyası, Atatürk Kütüphanesi (İstanbul), Belediye Yazma, Ms. O. 30, ff. 263-64.
2015 ARALIK / DERİN TARİH 103
Galatasaray’daki tarih öğretmeni Cavit Baysun, Semavi Eyice’nin tanıdığı önemli şahsiyetlerden. Kitap kurdu sert mizaçlı hocasıyla ileride aynı üniversitede kadro alması da tarihin cilvesi. Merhum Baysun ile en eski öğrencilerinden birinin hatıraları, kitaplarla teselli bulan hüzün yüklü bir hayatla buluşturuyor bizi. 104 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Usta Kalemler
Eski öğrencisinin gözüyle Mehmet Cavit Baysun
Gözünden Sakındığı Kitapları
Göz Göre Göre Talan Edildi Prof. Dr. SEMAVİ EYİCE DERİN TARİH İÇİN YAZDI
İ
stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarih bölümü öğretim üyelerinden M. Cavit Baysun’u tanıdığımda Galatasaray Lisesi’nin orta kısmında, 8. sınıfta okuyan bir öğrenciydim. İstanbul’un eski eserlerine meraklı bir çocuktum. Bu merak öyle bir ölçüye ulaşmıştı ki, bir taraftan elime geçen bütün parayla İstanbul hakkındaki yayınları toplamaya çalışıyor, diğer taraftan da boş vakitlerimde tarihî karakterinden bazı parçaları koruyabilmiş olan İstanbul’u geziyor, dolaşıyor, eski eserleri görmeye çalışıyordum. Bu çocukça çalışmalarım gayet tabiidir ki ilmî bir esasa dayanmıyordu. Fakat ben her şeye rağmen eski İstanbul’un kadim karakterini koruyabilmiş tarihî mahallelerini ve eski eserleri görmeye, tanımaya, hatta elimdeki dar imkânlarla fotoğraflarını çekmeye çabalıyor, gördüklerimi eve geldikten sonra not ediyordum. Bu çalışmalara 1936 yılında başlamıştım. 1937’de, 8. sınıf talebesiyken tarih derslerimize Cavit Bey gelmeye başladı. Kendisi gayet sert, ciddi ve öğrencilerin en ufak laubali davranışlarını dahi kabul etmeyen bir öğretmendi. Ders anlattığı sırada herhangi bir öğrencinin müdahalede bulunmasını asla affetmezdi (o zamanların öğrenci ve öğretmenlerini de ayrıca tasavvur etmek lazım gelir. Ortaokul yıllarımda öğrenciler biraz laubaliydi. Hocalarla alay dahi edebilirlerdi. Münasebetsizlik eden öğrenciler de olurdu). İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed’in icraatını anlatırken yaptırmış olduğu ve adını taşıyan büyük külliyeden bir iki kelimeyle bahsetti. Tam bazı yazarların bu muazzam külliyenin mimarının Hıristiyan olduğu yolundaki iddialarından bahsedeceği sırada kendime hâkim olama-
yarak yüksek sesle “Kiristo Doulos” deyiverdim. Cavit Bey bu adı duyunca hemen durdu, “Çocuklar, kim o adı söyledi?” diye sordu. Benden ses seda çıkmadı. Hocamız cevap beklerken arka sıramdaki arkadaşım Nejat, “Semavi söyledi” dedi. Cavit hoca hiç kızmadı, sinirlenmedi ve sakin bir sesle bana dönerek, “Peki sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu. Nejat evimize gelip giden bir ailenin evladı olduğundan özel meraklarımdan ve tarihî eserlere dair topladığım bilgilerden haberdardı. “O İstanbul’un belli başlı camilerini ve eski eserlerini fişler ve not eder” diye cevap verince Cavit Baysun gayet sakin bir eda ile bana, “Ya, öyle mi? O halde dersten sonra beni gör” dedi. Dersten sonra koridora çıktığında hocamızın yanına gittim. Bana ne olacağımı sorması üzerine evdekilerin Siyasal Bilgiler’e giderek hariciyeci olmamı istendiklerini fakat henüz karar vermediğimi söyledim. Bu cevabım üzerine bayağı tepki göstererek çocuklar üzerinde hep böyle baskılar yapıldığından bahsetti. “Hep bir dalda yetişebilecek bir eleman aile zoruyla başka tarafa sevk ediliyor ve öylece yetiştiriliyor” diye ekledi. İşte sınıfımızın kapısı önünde ayaküstü yapılan bu konuşma hayatıma yön veren anlardan biri olmuştu. Ve ben inatla tarihî eserler üzerine çalışmaya, bir şeyler yapmaya karar verdim. Bu kararımdan da hiçbir surette vazgeçmedim. Lisede Cavit Baysun bir daha hocamız olmadı. Fakat kendisine sevgi ve saygımız devam ediyordu. Hatta bir bayram günü arkadaşımla birlikte Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’nın sol tarafında, Ihlamur’a hâkim yüksek bir noktadaki evine gittik. Kapıya çıkan eşi İncila Hanım hocanın evde olmadığını ileri sürerek bizi içeri bile almadı (sorsanız bir de
2015 ARALIK / DERİN TARİH 105
© MUSTAFA CAMBAZ
Usta Kalemler
» Cavit Baysun’un ve eşinin kabri
eski ve görgülü bir Osmanlı ailesinin kızıydı). Yıllar sonra İstanbul Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi’nde görevlendirilmiş, önce asistan, sonra da doçent olmuştum. Aynı fakültenin öğretim üyelerinden Prof. Dr. Arif Müfid Mansel ile birlikte Cavit Bey’i ziyaret ettiğimiz oldu. Kendisini sevindirir diye hediye birer kitap da götürmüştük. Arif Müfid Bey, hatırımda kaldığına göre, 19. yüzyıl Osmanlı tarih ve edebiyatında önemli bir kişi olan Ahmed Vefik Paşa’nın ölümünden sonra mezata çıkarılan muhteşem kütüphanesinin Fransızca bir kataloğunu hediye etmişti. Ben de Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde muhafaza edilen, bir kısmı Bizans devrinden kalma el yazma kitaplar hakkında Alman uzman Deissman’ın hazırladığı Almanca kitaptan bir nüshayı takdim etmiştim. Bu ziyaretlerde ünlü kütüphanesini yakından görmek imkânını da elde ettik.
Tezimde onun da imzası var Liseden mezun olduktan sonra Almanya’da bir süre yüksek tahsil gördüm. Fakat 2. Dünya Savaşı 1945’te Al-
106 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
manya’nın yenilmesiyle sona erdikten sonra İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’nde tahsilime devam ettim. 1948’in Haziran’ında Sanat Tarihi bölümünden “İstanbul Minareleri” başlıklı lisans teziyle mezun oldum. Geleneğe göre lisans tezleri, tez hocası tarafından imzalandıktan sonra iki hocaya daha imzalatılırdı. Ben de tezimi o sırada Edebiyat Fakültesi’nde görevli bulunan Avusturyalı Prof. Ernst Diez’e, Prof. Arif Müfid Mansel’e ve Türk mimarisi uzmanı olan ve her yıl konferans vermek üzere üniversitemize gelen Fransız Prof. Albert Gabriel’e, dördüncü kişi olarak da kendisine saygımı göstermek üzere Osmanlı tarihi profesörü Cavit Baysun’a imzalattım. Edebiyat Fakültesi’nde ayrı bölümlerde olmamıza rağmen Cavit hocayla yakınlığımız ve dostluğumuz devam etti. Boş vakitlerimde onun odasına gider, Osmanlı tarihi üzerine sohbet ederdik veya bazı eski kitaplar hakkında konuşurduk. Cavit hoca Edebiyat Fakültesi’nin Tarih bölümü adına bir dergi çıkarmaya karar verdiğinde benden de makale yazmamı istemişti. Derginin Cavit
Bey’in sağlığında çıkan bütün sayılarında uzun veya kısa bir makalem vardır. Bir ara gene Edebiyat Fakültesi’nde Fuat Köprülü zamanında kurulan fakat sonra yayını kesintiye uğrayan Türkiyat Mecmuası’nı da tekrar yayınladı. Bu dergide de bazı yazılarım yer aldı. Cavit Bey hayatının sonlarına doğru gerek üniversitede, gerek özel hayatında büyük sıkıntılarla karşılaştı. Bunları burada açmak istemem. Yalnız bir hatıramı paylaşayım: Profesörlüğe terfi ettirilmem hususundaki kararın Edebiyat Fakültesi profesörler kurulundan geçmesi gerekiyordu. Oylama yapabilmeleri için toplantıyı terk etmek zorunda kaldım. Hakkımda yapılan en enteresan konuşma Cavit Baysun’a ait. Baysun söz aldığında “İçinizde Semavi’yi eskiden beri tanıyan benim. Şimdi benim için ne büyük bir mutluluk ki kendisini ortaokuldan beri tanıdığım öğrencimin profesörlüğü için oy vereceğim” demiş. Kendisiyle son hatıram neredeyse budur. Son yıllarında pek mutlu olmadığı fark ediliyordu. Yine çok şiddetli hasta olduğunu duyduğumuzda bir ak-
Sevgiyle üretilen her üründe, her eserde ‘destansı’ bir yan vardır. Destanlar nesillerle birlikte daha da büyür, sonsuzluğa uzanan kolları daha da güçlenir, köklenir. İlk defa 90 yıl önce Karadeniz topraklarında filizlenen ve bölgeye umut aşılayan çay da işte böyle bir destanın konusudur. Karadeniz topraklarını seven çayı biz de çok sevdik, büyüttük, paylaştık.
90 yıllık sevginin adı ÇAYKUR…
Usta Kalemler
şam evine gittik. Kendisinin alt katta, taş kaplı bir mutfağa konulan bir karyolada yattığını görünce üzüldük. Ayrıca bu sırada evde kendisiyle ilgilenen ve bakımına yardım eden kimse de yoktu. Bize kapıyı açan yaşlı bir kadın vardı fakat o da hocayla pek yakından ilgilenmiyordu. Cavit Bey’i son görüşümdü bu. Kısa bir süre sonra soğuk ve kar serpeleyen bir gece Turing otomobil grubunun sekreteri Çelik Gülersoy bana telefon etti. Cavit Bey ile Beşiktaş’ta aynı sokakta oturduğundan ahvalinden haberdardı. Cavit Bey’in evinde vefat ettiğini ve kendisiyle ilgilenecek kimsenin bulunmadığını söyledi. O sırada Bostancı’daki evimde bulunduğumdan Beşiktaş’a gitmem pek kolay ve mümkün değildi. Bu sebeple kendisinden Cavit Bey’in eski asistanı Prof. Dr. Münir Aktepe’yi haberdar etmesini rica ettim. Çünkü o karşıda oturduğundan duruma müdahale etmesi daha kolaydı. Ertesi gün cenazenin kaldırılması için gittiğimizde hazırlıkların yapıldığını gördük. O sabah hava biraz açmıştı. Hocamızı Yahya Efendi Tekkesi’nin haziresine defnettik. Cenaze törenine katılarak son görevimizi yerine getirmiş olduk.
Kütüphanesi talan edildi Vefatından sonra dokunmaya kıyamadığı o zengin kütüphanesine ne oldu? Biz topluca Edebiyat Fakültesi tarafından satın alınmasını istiyorduk. Hatta bu hususta 3 kişilik bir heyet kuruldu. Heyette ben de vardım. Evine gidip hocanın kitaplarını gördük. Dikkatimi çeken bir husus vardı: Bizden çok önce birileri kütüphaneye gelmiş, biraz karıştırmış ve bazı kitapları almıştı. O tarihlerde bilhassa tarih meraklıları kütüphanelere bir canavar gibi koşarak ve işlerine yarayacak nadir ve pahalı kitapları “Şunlara bir bakayım” gerekçesiyle çantalarına koyup götü-
108 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
rür, sonra da kütüphanenin kalanına toplu bir fiyat biçerlerdi. Cavit Bey’in kütüphanesinin de böyle bir kontrolden geçmiş olduğu açıkça belli oluyordu. Fakülteye kitapların iki aşamada alınabileceğini, yani iki mali yıl içinde ödeme yapılabileceğini açıkça söyledikten sonra kütüphanenin başka bir kimseye gösterilmemesi hususunda ısrar ettik. Fakat duyduğumuza göre eski kitap alım satımıyla uğraşan bazı kitapçılar aileyi sürekli ziyaret ediyorlarmış. Bu kütüphanenin çok daha değerli olduğunu ve üniversiteden alınacak paradan daha fazlasını verebileceklerini, üstelik satışı yapılan kitaplar için vergi ödemek zorunda kalacaklarını söyleyerek aileyi kütüphaneyi fakülteye satmaktan vazgeçirdiler.
Yarım kalan tasarıları Aradan biraz zaman geçtikten sonra Yapı Kredi Bankası ile ilişkisi olan bir dostumla bankanın Topkapı surları dışında bulunan deposuna gittik. Kitapların bir kısmını alan bankanın, bunları bir salonda yere yayarak sıralamış olduğunu hayretle izledim. Bunlar yağmalanan kitapların geriye kalanı olmalıydı. Cavit Bey’in her kitaptan iki nüshaya sahip olduğunu görmüştüm. Sebebi, birinin cildinin, diğerinin de sayfalarının kesiminin güzel olmasıydı. Bu ayrıntıya dahi dikkat ederdi. Bankanın deposunda aradığım bir kitabın iki nüshası da yoktu. Kütüphane Galatasaray’daki merkeze taşındıktan sonra aradığım kitabın nüshalarının kaybolduğunu anladım. Kütüphanenin baskılı veyahut el yazması divanlardan oluşan bölümü ise ailesinin Anadolu yakasındaki bir yere taşıdıklarını duydum. Akıbetle-
rini bilemiyorum. Resmî olarak iddia edildiği gibi kütüphane Galatasaray’a eksiksiz bir şekilde teslim edilmedi. Merhum Cavit hoca pek çok şey tasarlamıştı. Bunların hiçbirini gerçekleştiremedi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde kurmuş olduğu Tarih dergisinin yayını zannediyorum hâlâ devam ediyor. Belleten’den sonra en uzun ömürlü dergi budur. Bir merakı da manzum kitabeli çeşmelerin kitabelerinin kopyalarını toplamaktı. Bu hususta epey malzeme biriktirmişti. Hatta bana bu çeşmelerden bazılarının kitabeleriyle birlikte yayınlanmasını teklif etmişti. Kendisi çeşmenin kitabesinin metni ve eğer biliniyorsa manzum parçayı yazan şairi hakkında açıklama yapacak, ben de genel mimarisini, sanat bakımından özelliklerini ortaya koyacaktım. Fakat bu tasarıyı da hiçbir zaman gerçekleştiremedik. O notların ne olduğunu bilemiyorum. Ortaokul talebeliğimden beri tanıdığım ve saygı duyduğum hassas ve şair ruhlu Cavit Baysun hoca ne yazık ki tasarladığı ve hazırladığı eserleri tamamlayamadığı için bu dünyadan mahzun gitti. Bunun sebebi, huzurlu bir hayatının olmamasıdır. En eski öğrencisi olarak Allah’ın rahmetinin üzerine olmasını en samimi duygularla niyaz ederim.
KÜRTLERİN TARİHİ NEDEN YAZILAMADI? İnkâr-Asimilasyon-Tahrif 1908’de İttihat ve Terakki ile başlayan, 1980 sonrası ihtilalci generallerle devam eden asimilasyon tarihçiliği Kürtlerin kökeninin Türk olduğu iddiasına dayanıyordu. Ancak hesap tutmadı. Sopa zoruyla Kürt’ten Türk yapılamıyordu işte!
110 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Öteki Tarih
MAHMUT AKYÜREKLI
[email protected]
U
lus-devlet iddiasının hâkim olduğu bir ülkede ayrı bir etnik grubun tarihini yazmak pek mümkün değil. İmparatorluğun son yıllarında İttihad-ı Osmanî fikrî bölünmeye çare olamamıştı. Jön Türklerle başlayan Pan-
türkizm ideali, İttihad ve Terakki’nin bu ideolojiyi benimsemesiyle yeni bir mecraya taşındı. Türk olmayan unsurlar yok sayıldı veya Türk ıtlâk olundu. Sultan II. Abdülhamid’in İttihad-ı İslam (İslam birliği) tahayyülü tahttan indirilmesiyle sekteye uğradı ve Türk
milliyetçiliği güçlendi. Ulus-devlet kurma sürecinde kongre liderleri Anadolu’daki diğer unsurları göz ardı ederek devlete “Türkiye Cumhuriyeti” adını verdiler. Konjonktürel şartlarla şekillenen ulus-devlet yapısı için halkın tektipleştirilmesi gerektiğinden bazı unsurlar göz ardı edildi. Ancak Anadolu halkının üçte birini oluşturan Kürtleri görmezden gelmek mümkün müydü? Ulus-devleti inşa edenler bu problemi, Kürtlerin nesep olarak Türk olduklarını iddia ederek çözdüler. Bunu topluma kabul ettirmek için de ardı arkası kesilmeyen asimilasyon politikaları uygulandı. Asimilasyonun vazgeçilmez aracı, Kürtlere ait tarih bilincini yok edip geçmişle irtibatlarını kesmekti. Aslında İttihatçılar yıllar önce geleceği öngörmüş, hatta bazı çalışmaları başlatmışlardı. Tahrif edilerek yapılan ilk Kürt tarihi yazımı örnekleri
2015 ARALIK / DERİN TARİH 111
KİTAPLARLA ASİMİLASYON Kon dergisinin öncülük ettiği Kürt tarihi yazımı politikası Kürtleri Türk soyundan geldiğine ikna etmeyi amaçlıyordu. Bunun için birçok çalışma yayınlandı. Edip Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri; Kadir Kemal Kop (Sevengil), Anadolu’nun Doğu ve Güney Doğusu; Şükrü Kaya Seferoğlu, Anadolu’nun İlk Sakinleri Kürtler; Şükrü Kaya Seferoğlu-Halil Kemal Türközü, 101 Soruda Türklerin Kürt Boyu; İsmet Parmaksızoğlu, Tarih Boyunca Kürttürkleri ve Türkmenler kitapları asimilasyon politikası doğrultusunda basılan kitaplardan bazılar. Bahaedin Ögel, Hakkı Dursun Yıldız, Fahrettin Kırzıoğlu, Mehmet Eröz, Bayram Kodaman ve M. Abdulhaluk Çay’ın hazırladıkları Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu gibi kitaplar arka arkaya piyasaya sürülecekti.
öne çıkmıştı. Dolayısıyla tarih yazımı, ulusalcı (kavmiyetçi) tarih felsefesi çizgisinde oluşturuldu. Diğer halklar, binaenaleyh Kürtler de inkâr edildi. İttihat ve Terakki kadrolarından oluşan yeni devletin mimarları Cumhuriyet döneminde de bu yolda ilerlediler. Onlara göre asimilasyonu tamamlamadan ulus-devlet bilincini yerleştirmek mümkün olmayacaktı. 1924’ten sonra hızlandırılan asimilasyon politikaları Türk Ocakları ve Halk Evleri kullanılarak devam ettirildi. Pek bilinmez ama Kürt köylerinde ticaret yapan Çerçilere bile Türkçe konuşmaları yönünde talimat verilmişti. Yani Türkçe bilmeyen Kürtler Çerçi bile olamıyorlardı.
Zoraki akrabalık projesi Dillerinin bile yasaklandığı bir ülkede Kürtlerin tarihini yazmak elbette mümkün değildi. Ulus-devlet onlar adına/onlar için tarih inşa etmekten geri kalmıyordu. Buna göre öz be öz Türk olan (!) bu halkın tarihi, elbette Türk tarihinin bir parçası olmak zorundaydı. 1928 yılında müellifi belirsiz Van
o dönemde ortaya çıkmıştır. İttihatçı yönetim tarafından Kürtler: Tarihi ve İçtimai Tetkikler adlı kitap 1334’de (1918) Dr. Feric adına neşreTarihi ve Kürtler Hakkındaki Tetebudildi ancak gerçekte böyle biri yoktu. at adlı çalışma hazırlanıp yayınlatılKünyede “Berlin Şarkiyat Akademisi dı. Resmî ideoloji çizgisinde yazılan tarafından neşredilmiştir” ibaresi yer ilk kitaplardan biri de Emekli Albay alıyordu. İttihatçı yönetimin talimaNazmi Sevgen’in Doğu ve Güneydoğu tıyla millî emniyet görevAnadolu’da Türk Beylikleri/ lisi Arnavut Naci İsmail Osmanlı Belgeleri ile Kürt tarafından hazırlanan Türkleri adlı kitap oldu. kitap müteakip yıllarda Eski Tunceli Valisi Edip devletin uygulayacağı Yavuz’un Tarih Boyunca asimilasyon, red ve inkâr Türk Kavimleri eseriyle bu politikalarına dayanak akım devam ettirildi. M. oluşturacaktı. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri 1980’de ihtilal liderleVarto Tarihi aynı çizgide rinin emriyle başlatılan bir başka çalışma olarak ikinci dalga tarih tahyayınlanmıştı. rifatı “kert”ten, “Kürt” 1924’te başlayan uluyaratma hayaline dayasalcı politikalar 1968’e nıyordu ve aynı temeller kadar fasılasız devam etti. üzerine inşa edilmişti. O » La Question O yıl Türkiye de dünyadönemde bu anlayış büKurde, Dr. Şükrü daki siyasî gelişmelerden tün dünyada trend olarak Mehmed Sekban, Paris, 1933.
112 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
nasibini aldı. Sağ ve sol grupların her biri için Kürtler kazanılması gereken hedef kitle haline geldi. Komünizmle mücadele kapsamında resmî ideolojinin yanındaki gruplar (özelde Türk milliyetçileri) “Kürttürküleri” kavramını kabul ettirme yoluna giderek Kon dergisi çevresinde yeni bir Kürt tarihi yazımı denemesi başlattılar. Bu çerçevede göze çarpan önemli çalışmalardan biri, eski Kürt milliyetçilerinden Dr. Mehmed Şükrü Sekban’ın 1933’te Fransa’da yayınladığı, orijinal adı La Question Kurde olan Kürt Meselesi adlı kitap 1979’da Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştı. Özetle Kürtlerin Turani kavimlerle ve Türklerle akraba bir kavim olduğu fikri üzerine inşa edilmişti. Derginin yayın yönetmeni ve sahibi Vedat Güldoğan’ın aynı yıl Kürt İsyanları adlı kitabı yayınlandı. Bu da Kon dergisinin diğer yayınları gibi resmî söylemlerin gölgesinde kalmıştı. Benzer çalışmaları, 1980’den sonra devletin kurduğu Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü (TKAE) devam et-
Öteki Tarih
» Fatih’in hocası ‘Gorani’
Fatih Sultan Mehmed’in hocalarından Goran halkına mensup Molla Gorani gibi tarihte etkili olmuş bazı kişilerin Kürt olduğu gerçeğini toplum Kürt medreselerinde yetişen âlimlerden öğrendi. Molla Gorani’yi tasvir eden bir minyatür.
tirdi. Nitekim Doğu İlleri Varto Tarihi TKAE tarafından yeniden basılacaktı. Ne var ki, inkâr tarihçiliği, asimilasyon politikalarına beklediği hizmeti yapamadı. Bunun çeşitli sebepleri vardı. Mesela İslam Ansiklopedisi’nde 1977’de yayınlanan ‘Kürt’ maddesi meşhur Rus şarkiyatçısı Viladimir Minorski’ye aitti. Minorski, kesin bir dille Kürtlerin Türk olmadıklarını yazıyordu. Bu madde bile tek başına TKAE yayınlarını hükümsüz kılmaya yetmişti. İhtilalci generallerin emrine uyan bilim adamı, tarihçi, dil bilimci, coğrafyacı ve sosyologların bütün çabalarına rağmen maalesef Kürtler Türk olamıyordu! Öte yandan sol fraksiyonlar Kürtlerin farklı bir halk olduğunu, temel hak ve özgürlüklerinin Türk devleti tarafından gasp edildiğini propaganda ediyorlardı. Kürtleri saflarına çekmek için kendi dünya görüşleri çerçevesinde başka bir Kürt tarihi inşa etmeye koyuldular. Amaçları materyalist ta-
rih anlayışından hareketle isyancı ve devrimci bir Kürt halkı ‘yaratmak’tı. Bu doğrultuda Koçkıri olaylarını “halk ayaklanması” olarak gösteren kitaplar yayınlandı. Kürtlerin tarihini millî özgürlük mücadelesi veya sınıf mücadelesi tarihinin bir fazı olarak ele alıyorlardı. Katliama dönüşen Dersim harekâtını, Alevi-Kürt halkının devrimci başkaldırısı şeklinde yorumlayarak devletin yaptığı tenkil ve katliamı adeta perdelemiş oldular. Kürtlerin millî destanlarından Demirci Kâwâ (Gave) efsanesi, Karl Marks doğmadan binlerce yıl önceki devrimci başkaldırı veya halk hareketi gibi takdim edildi. Böylece Kürtler komünizmin adeta mucidi yapıldı.
Müslüman Kürtten sosyalist devrimci yontmak Ulus-devletin red ve inkârına karşılık bu devrimci sol anlayış Müslüman Kürtler arasında kabul görmeye başladı. Sol ideolojiye hizmet edecek bir Kürt hareketi 1976’dan sonra taban buldu. Kürt solu denilen yeni bir ekol ortaya çıktı. Bunların arasında öne çıkan PKK hareketi yeni bir ulus inşa etme çabasına girişince Kürt dili ve tarihi de yeni tasarıma göre sil baştan ele alındı. Türk ulusçuluğu örneklenerek geliştirilen, biraz da Marksizmle çeşnilendirilen bu düşünce, Marksist-Kürt-ulusalcı bakışıyla özgürlük mücadelesi üzerine inşa edilmiş bir Kürt tarihi
yazımını öne çıkardı. Kürtlerin İslamiyeti kabulünden bu yana Türk, Arap ve Farslarla hiçbir ortak tarihleri yokmuş gibi yeni bir geçmiş inşa edildi. Bu ideolojiye göre Kürdistan toprakları olarak nitelendirilen coğrafya Araplar, Türkler ve Farslar tarafından işgal edilmişti. İslamiyet öncesi antik Kürt tarihi, ibtidai komün mantığıyla izah edilerek bu sosyal katmanlara kadar götürüp İlk ve Ortaçağ tarihi bu anlayışla izah ediliyordu. Mecusi, Zerdüşt ve Ateşgede gibi dinler üzerinde okumalar yapıldı. Şüphesiz Kürt tarihinin » Mesail-i Mühimme-i bu evresi inkâr Kürdistan, Kerem Soylu, Amed, 2004. edilemezdi fakat Kürt inanç tarihi ne bununla sınırlı, ne de bundan ibaretti. Netice itibariyle sol grupların tarih yazımında izlediği yol, gerek okuma, gerekse tahribat yönüyle ulus-devletin metodundan pek farklı olmadı. Ulus-devlet, “Kürt”ten Türk yaratmaya çalışırken, solcular Müslüman ve mütedeyyin Kürtten sosyalist, sınıf mücadelesi veren, devrimci ve hatta isyancı bir halk oluşturmanın peşine düşmüşlerdi. Bütün bunlar ideolojik ve politik düşüncelere paralel tarih anlayışını, keza bu çizgide Kürt tarih yazımını beraberinde getirdi. Sol hareketin Kürt tarih yazımına, ulusal çizgiye nazaran daha olumlu bir katkısı olduğunu inkâr
» Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubî 2015 ARALIK / DERİN TARİH 113
Öteki Tarih
TAHRİFAT TERS TEPTİ
etmemek gerek. Amaçları ideolojile1908’de İttihat ve Terakki ile başlarine çıkar sağlamak olsa da bazı özyan, 1980 sonrası ihtilalci generallerle gün çalışmalar Kürt tarihi yazımına devam eden asimilasyon tarihçiliğinin ciddi katkılar sağlamıştı. İhsan Nuri metodu tahrifata dayanıyordu. Türk Paşa’nın Kürtlerin Kökeni, Basil Nikitarih yazımında Kürt şahsiyetler ya Türk tin’in Kürtler, Vladimir Minorski’nin gösteriliyor ya da başka milletlerdenKürtler ve Kürdistan adlı kitapları bu miş gibi takdim ediliyordu. Selahaddin tür örneklerdendir. Eyyubî Türk kabul edilmesine rağmen Resmî ve ideolojik tarih anlayışlaCumhurbaşkanlığı forsunda kendisirını bir tarafa koyarsak, Kürt tarihi ne uygun bir yer bulamadı. Osmanlı kaynakları tetkik edilerek yapılan, kaynaklarında Kürt Beyi “Kurt beyi” araştırmaya dayalı tarihî çalışmalar olarak, Molla Gorani ise “Molla Gürani” ülkemizden ziyade yurt dışında yapılşeklinde Latinize edildi. Bütün çabalara mıştır. Fransa, Rusya, Almanya, İngilrağmen bu nevi çalışmalar istenen tere gibi... sonucu vermemiş, üstelik Kürt ayrılıkçı 1990’lardan sonra Türkiye’deki hareketlerini beslemekten başka bir işe hava yumuşadıkça Kürt tarihiyle ilgili de yaramamıştı. çeviriler artmaya başladı. Tarihî kaynaklardaki Kürtlere ait malumatın akademik metotlarça bilen bu ekole mensup araştırmacıla yorumlanması lar Ortaçağ Kürt tarihine eğilince Seladaha objektif ve haddin’in Kürtlüğü, Molla Gorani’nin araştırmacı taGoran halkına mensubiyeti, Taceddin rih yazımı örel-Kürdi’nin Osmanlı’nın kuruluş yıneklerini öne larındaki emekleri aydınlığa kavuşçıkardı. Ortaçağ tu. Dahası Ortaçağ yazılı Kürt tarih Kürt tarihinin kaynakları kullanıma girdi. Mesudî, önemli kaynakİbn Khalikan, Taberî, İbn Esir, Yakularından Şeref» Ünlü İslam tarihi eseri Taberî Tarihi. bî, Hemedanî, İbn Ruste, İstiharî, İbn name Latin harfHevkal gibi tarihçi, vakanüvis ve coğleriyle ancak bu rafyacıların eserlerinde geçen Kürtler dönemde yayınhakkındaki bilgiler devreye sokuldu. lanabildi. Bunlara diğer Fars ve Arap kaynaklarıBir yandan Avrupa ve ABD’de yanı ilave etmek gerekir. Bu esinti Kürt pılan çalışmalar Türkiye’ye taşınırtarihinde rivayetçi anlayışla ken, diğer yandan İslamcı pragmatik anlayışı sentezlegeleneğe mensup müellif miş oldu. ve yazarlar da Kürt tarihini incelemeye başladılar. Bu da Yeni tarih Kürt tarih yazımına hem deÜniversitelerde Cumhuririnlik, hem de yeni bir bakış yet döneminde yapılan biraçısı getirdi. Böylece farklı çok tarih çalışmasında tahbakışların hâkim olduğu yeni rifatlar akademik düzeyde felsefi ve metodolojik tarih alışkanlık yaratsa da bütün çalışmaları arttı. Bahse konu » 101 Soruda tarihçi akademisyenleri töhekolün öncülüğünü, özellikle Türkler’in Kürt met altında bırakmak doğru klasik Kürt medreselerinden Boyu, Ş. K. ve ahlakî bir tutum olmaz. yetişen Seyda ve Melalar ile Seferoğlu-H. Bilhassa Selçuklu dönemi çaZehra Vakfı ve Nubihâr dergiK. Türközü, lışan Türk tarihçileri bu tür Türk Kültürünü si çevresi yapıyordu. Araştırma tahrifatlara çok da katılmadıGenellikle Arapça ve FarsEnstitüsü, 1981.
114 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
lar. Ali Sevim, Mükrimin Halil Yinanç gibi birçok akademisyen Kürt tarihine ait verileri aktarmakta bir beis görmediler. Kürtler ve Kürt emirliklerinin Selçuklular dönemindeki faaliyetlerine ait ciddi malumatlar yine bu akademisyenler tarafından günümüz tarih çalışmalarına kazandırıldı. Devlet arşivlerinin kısmen de olsa araştırmacıların kullanımına açılmasıyla Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemine ait belgelere ulaşmak kolaylaştı. Dolayısıyla araştırma ve belgelere dayalı Kürt tarih yazımı örnekleri daha çok verilmeye başlandı. Batı Avrupa’da 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Şarkiyatçıların öncülüğündeki Kürdoloji çalışmaları çerçevesinde yapılan Kürt tarih araştırmalarının 1990’dan sonra Türkiye’de tercüme edilmeye başlaması, İslamcı gelenekten gelen araştırmacıların çalışmaları, Kürt tarih yazımını akademik çerçeveye alarak tetkike dayalı tarih yazımına bolca kaynak sağladı. Yeni dönem Kürt tarihçiliği yukarıda izah ettiğimiz görüşlerle beslenerek günümüzdeki çalışmalara temel oluşturdu. Bu durum 2000’li yılların kazanımı olarak kabul edilebilir. Yukarıda geçen Kürt tarih yazımı denemelerinin her biri Kürt tarihinin bir başka yönünü, farklı açıyla (tarih felsefesi) ele alarak öne çıkardı ve zenginleştirdi. Geçmişe göre daha çok kaynak ve belgeye sahip Kürt tarihi araştırmacıları şimdi daha özgün eserler verebilirler. Anlaşılan bundan sonra Kürt tarih yazımı dünyadaki örneklerden yola çıkarak kaynak kullanımı ve metodoloji açısından yeni bir safhaya evrilecektir. Bu da uzun yıllardır baskı altında tutulan bir alanın araştırmacıların önüne özgürce açılmasıyla mümkündür.
Mahmut Akyürekli Tarihçi - Yazar.
KANATLI
OSMANLILAR
GELİYOR
116 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Biz Osmanlıyız
YAVUZ BAHADIROĞLU
T
arih 1529. Mohaç Meydan Muharebesi kazanılmış, Macaristan’ın başkenti Budin ele geçirilmiş. “Dünya bir padişaha çok ama iki padişaha az gelir” sözüyle meşhur cennetmekân Yavuz Sultan Selim Han oğlu Kanuni Sultan Süleyman Han’a bu başarı dahi yetmemiş, Almanya’nın o zamanki başkenti Beç’e (Viyana) yürümüştü. Kapıkulları şakalaşarak yorgunluk atarken Viyana gözlerinin önünde belirdi. Belirir belirmez de adına Delibaş Hasan derler yiğitlerden bir yiğit “Hayda bre!” diye naralandı. Sesi öylesine gürdü ki, neredeyse tekmil ordu duymuş, neredeyse bütün askerler dönüp bakmıştı. “Delidir, ne yapsa yeridir.
Delibaş Osman şevklenip nâralanıyor” diye düşünüp gülüşmüşler, “Yine aşka geldi koca deli” diye bakışmışlardı. Lâkin kıdemli çorbacılardan Yahya dayanamadı, “Bre deli oğlan! Bu Beç’te sana çok iş düşeceğe benzer” sözleriyle sanki geleceği bildirdi. Kondular, yerleştiler, topları kurdular ve Beç şehrini şöyle uzaktan solukladılar. Nihayet dil (esir) alma meselesini aralarında danışıp kararlaştırdılar: “Dil alma işi belâ bir iş olduğundan
gönüllüler gitsin.” Bıyığını balta kesmez yeniçeri ustaları, yatırtmalarını savura savura sağa-sola bakınıp, sarı sahtiyan çizmelerini toprağa vura vura öteye-beriye koşturup bu zor işi üstlenecek gönüllü serdengeçtiler bulmaya çalışırken, Delibaş Osman dikildi karşılarına: “Bu işi yoldaşlarımla bana ısmarlayın!” İş zor ya, ucunda ölüm var ya, sorguladılar: “Anan-baban yok mu?” “Yok” dedi. “Ailen, eşin, çocuğun, yakının?” Uzun lâkırdı etmeyi pek sevmezdi, sorular fazla geldi. İşi kökünden halledecek bir cevap verdi: “Şu dar-ı dünyada Allah’tan gayri hiç kimsem yoktur.” Konuşmaktan yorgun düşmüş gibi sustu. Yahya Çorbacı da, “Bu işin üstesinden gelse gelse Delioğlan gelir” diyerek şefaatçi olunca Osman işi kaptı. İşi alınca üç gözüpek yoldaşını bulup Viyana’yı keşif maksadıyla bir tepeciğin üstüne çıktı. Öyle derin bir nefes aldı ki, yanındakiler bütün Viyana’yı ağaçları, taşları, burçlarıyla birlikte içine çekmeye çalıştığını düşünmekten kendilerini alamadılar. Deli Osman üstüne bulaşan tozu toprağı silkeledi; gözleri Viyana’ya kilitli olduğu halde, kendi kendine söylenir gibi konuştu: “Gâvur kıyafetine girin! Bu gece yarısı şehre duhul edeceğiz.” Çok konuşmuş gibi sustu. Yoldaşlarından en genci bastı itirazı: “Ben o kılığa zinhar girmem! Kendime yabanlaşırım. Hem urbalarımın nesi var ki, daha yeni.” Delibaş Osman delikanlının kıyafetine baktı. Yeni avladığı iki beneklinin postuna sarınmış, sırtına da iki kanat takmıştı. Sonra tek kelime söylemeden gözlerinin içine baktı. Sus pus oldu delikanlı. En yaşlısı aldı bu defa sözü: “Buraların yabancısıyız, yol bilmeyiz, iz bilmeyiz; hangi yoldan gidece-
2015 ARALIK / DERİN TARİH 117
ğiz?” Delibaş Osman uzun cümlelerinden birini kurdu: “Gitmek isteyen yolu bulur, istemeyen geri durur!” Tepeden aşağı yürüdü ve kalabalığa karıştı. O gece bir yolunu bulup Viyana’ya girdiler ve iki esir alıp döndüler. Fakat iş bununla bitmedi. Her daim istihbarat lâzım ya, Paşa Baba yine çağırdı huzuruna Delibaş Osman’ı: “Bre Osman, bu Beç bizi uğraştıracağa benzer. Getirdiğiniz esirler çok işe yaradı, lâkin bizim şehir ahvalinden her daim haberdar olmamız şart. Ne dersin?” “Desturla giderim” dedi Osman, kestirmeden. “Gidersin de” derken düşünceli baktı Paşa Baba, “yakalanma ihtimali yüksek, hiçbir koruma, destek veremeyiz.” Delibaş Osman’ın cevabı tek kelimelikti: “Olsun.” “Yakalanırsan ölürsün!” dedi. Osman gülümsedi, omuzlarını silkti. Dudaklarından tek kelime döküldü, “kader” dedi sustu. Kendi ölümünü bile umursamıyordu. Paşa Baba elini uzattı, “Haklar helâldir” derken, gözlerinde buğulanma vardı. Delibaş Osman çıktıktan sonra derin bir nefes aldı ve sakalını sıvazlayarak, “Ölümü cennet bilen askerlerin başında olmak ne saadet” diye mırıldandı.
Bizim deliler Viyana’da Çadırdan çıktı. Gözleri Delibaş Osman’ı aradı ama çoktan kalabalığa karışmıştı. Hayaline belli belirsiz el sallayıp, “Berhüdar olasun!” diye dua etti. Delibaş Osman hemen arkadaşlarını buldu ve “Haydin” dedi. Gece yarısı Viyana’ya sızdılar. Bu sefer grupları beş kişilikti. Her biri şehrin farklı mahallelerine gidecek ve istihbarat toplayacaktı. Buluşma yerini belirledikten sonra şehre dağıldılar. Fakat talihsizlik ki üç gün içinde bir bir yakalanarak aynı hücreye hapsedildiler. Arada Viyanalı bir komutan gelip sorular soruyor, deliler dillerini yutmuş gibi susuyorlardı. Yiyecek, su vermiyorlardı. Envai çeşit işkence uyguladılar. Yine konuşturamayınca bir gece vakti komutan bunları burçlara çıkardı. Aşağısı
kayalıktı. “Şayet susmaya devam ederseniz buradan aşağı atacağım!” dedi. Kararlıydı, öfkeliydi. “Her birinize tek sual soracağım. Cevap verdiniz yaşadınız, vermediniz öldünüz.” Gülümseyerek Viyanalı komutanı dinliyorlardı. “Susanı burçlardan atacağım!” Bir kahkahadan sonra devam etti: “Uçabilen uçar, uçamayan düşer!” Delilerden birine dönerek, “Söyle bakalım, şehirde sizden başka martolos (casus) var mı?” Cevap yok. “Ordunuzda toplam kaç asker, kaç top var?” Yine cevap yok. Komutan hiç tereddütsüz, askerlerine “atın” diye emretti. Burçlardan aşağı itilen “deli”kanlı sarp kayalıkta paramparça oldu. Bu cinayetin arkasından komutan diğerlerine döndü: “Bu akıbeti gördükten sonra konuşmamak için deli olmak lâzım.” Günlerce süren işkenceden bunalmış olan Delibaş Osman susuzluktan çatlamış dudaklarıyla, “Biz zaten deliyiz komutan!” dedi. “Nasıl yani?” diye sordu komutan. “Biz Deliler sınıfına mensup askerleriz. Ölümden havf etmeyiz!” Delibaş Osman pabucun pahalı olduğunu görmüş, bir çare arıyordu. Kendisi ölse neyse ama arkadaşlarını göz göre göre ölüme gönderemezdi, “konuşacağım” dedi. Sevindi komutan. Sonunda Türklerin iradesini çözmüştü. “Konuş o zaman” dedi. Delibaş başıyla arkadaşlarını işaret ederek, “Onları serbest bırakırsanız konuşacağım. Arkadaşlarımı kaleden çıkarın, bana ıslıkla haber versinler, ondan sonra istediğiniz kadar konuşalım” dedi. Osmanlı askerleri gerçekten de çok dayanıklı çıkmış, günler boyu süren işkenceye katlanıp susmuşlardı. “Tamam” dedi komutan, “asker sözü, arkadaşlarınızı salacağım”. Saldı da. Delibaş Osman’ın arkadaşları kalenin dışına çıktıklarını haber vermek için tiz ıslıklar çaldılar. O zaman Osman alev saçan gözlerini komutana çevirdi, “Önce kollarımı çözün. Su ve
yemek verin. Günlerdir hem aç, hem de susuz bıraktınız. Lakin domuz istemem. Kuzu eti isterim. Karnımı doyurduktan sonra konuşuruz” dedi. Bunun üzerine mükellef bir sofra donattılar. Delibaş Osman iştahla yemeğini yedi ve “Bu akşam da doyduk elhamdülillah” diye şükretti. Viyanalı kumandana dönerek, “Artık konuşabiliriz. Ne var ne yok, çoluk çocuk nasıl?” “Sana ne?” diye bağırdı kumandan. “Bana ne olur mu, konuşacaksın dedin, ben de söz verdim, aha da konuşuyorum ama ‘sana ne’ diye sözümü kesiyorsun.” Konuşmayı hiç sevmeyen Delibaş Osman öylesine bir bülbül kesilip cümleleri ardı ardına dizmeye başladı ki, kumandan canından bezdi. “Sus be adam!” deyince “Aaa! Sen de bir karar ver canım! Konuşayım mı, susayım mı? Bir öyle, bir böyle olmaz ki.” “Sorularıma cevap vereceksin. Havadan sudan konuşmayacaksın! Söz vermiştin!” “Bak” dedi Delibaş Osman, “konuşacaksın dedin, konuşacağıma söz verdim, sorularına cevap vereceğimi söylemedim.” “Seni burçlardan atarım!” Ağır ağır doğruldu Delibaş, birkaç adımda burçlara yaklaştı, mazgallara yaslanıp gülmeye başladı: “Beni ölümle
» Delibaşı 118 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Biz Osmanlıyız
tehdit etme kumandan. Ben Osmanlı’yım. Ölümden korksam burada ne işim olur?” Dik dik sordu: “Ordumu ispiyonlamazsam beni öldüreceksin öyle mi?” Komutan: “Öldüreceğim elbet!” dedi. “Bak komutan, ölümden korkanı bizim orduda Delibaş yapmazlar!” Sözleri biter bitmez “Ya Allah bismillah” çekti ve kendini boşluğa bıraktı. Ama yere düştüğünü duyan, gören olmadı. O an toplar, tüfekler de sustu. Yıldızlar bile sustu. Derin sessizliğin içinde Delibaş Osman’ın gür sesi patladı: “Bekle kumandan, çok yakında yine geleceğim!” Çıralar yakıp fellik fellik cesedini aradılar ama bulamadılar. “Uçtu mu ne?” diye baktılar birbirlerine. Paşa Baba o gün emrindeki komutanları topladı ve bu vakayı anlattı. Dalgın dalgın yüzlerine baktıktan sonra sözlerini şöyle tamamladı: “Dava adamı, gerekeni yapan adamdır. Yani din-iman, vatan-millet için tehlikenin içine atlamanız gerekirse atlarsınız. Allah isterse düşürür, isterse uçurur! Unutmayın ki bu ordu hem deliler, hem de veliler ordusudur! Kimin deli, kimin veli olduğunu ancak Hakk Tealâ bilir.”
Mermeri kıran tokat Sınır boylarında görev yapan, devletin hudutlarını canı bahasına koruyan, zaman zaman düşman içine akınlar düzenleyip korku salan akıncıları çoğumuz biliriz. Ama bu teşkilâtın içinde “Deliler” denen başka bir örgütlenme var ki, onu sadece erbabı bilir. Osmanlı kara ordusunda vazifeli bir askerî birliğin adı “Deli” idi! Süvarilerden oluşurdu. Birliğin asıl ismi “kılavuz, rehber” manasına gelen “Delil”dir ancak “delice” işler yapmalarından ve her daim ölümle burun buruna yaşamalarından dolayı bu sınıfa mensup askerlere halk “Deli” demiş ve öyle şöhret bulmuştu. “Deli” namzetleri 20-25 yaş arası bekâr, kimsesiz, güçlü-kuvvetli, gösterişli gönüllüler arasından seçilir, subaylarına ise “Delilbaşı” denirdi (ama halk
bunu da değiştirip “Delibaş” şekline getirmişti). “Delibaş”ın altında “Gönüllü Ağası” ve “Bölük Ağası” denilen subaylar vardı. Deli adayları önce öğrenime alınır, Avrupa ve Balkan dillerinden birkaçı öğretilirdi. Herkes bu birliğe giremezdi. Gönüllüler arasından özenle seçilirlerdi. Adayların zekâ seviyesi, algısı, dayanıklılığı, fedakârlığı, kararlılığı ve hafıza gücü ölçülürdü. İlk elemeyi geçenler dinî, askerî ve siyasî anlamda zorlu bir eğitime daha tabi tutulur, her türlü silâhı ustaca kullanabilecek vaziyete getirilirlerdi. Islak mermere çıplak elle tokat atarlar, zamanla elleri hem büyür, hem de nasır bağlayıp birer silâha dönüşürdü. Başarılı olmak için mermeri bir tokatla kırmak şarttı. Mermeri kıranlar birliğe katılır, kıramayanlar başka işlerde değerlendirilirdi. Aslan pençesi gibi ellerini akın sırasında silah olarak kullanırlardı. Saldırdıkları düşman kalelerinde karşılarına kim çıkarsa çıksın, bir tokatla yere sererlerdi. Hatta bazen bu tokat öldürücü bile olabilirdi. “Osmanlı tokadı” tabiri işte buradan çıkmıştı. Kumaş elbise giymez; ayı, pars, sırtlan, aslan, kurt gibi vahşi hayvanların postundan yapılmış şalvarlar, yelekler ve yine pars, tilki ya da benekli sırtlan derisinden yapılmış başlıklar giyerlerdi. Ayaklarında ise “serhatlık” denilen sivri burunlu deri çizmeleri vardı. Hayvan postundan yeleklerinin sırtına diktikleri kartal kanatları akın sırasında açılır, bunu gören düşman dehşete kapılır ve “Kanatlı Osmanlılar geliyor!” diye kaçışırlardı. Türkler, Boşnaklar, Hırvatlar ve diğer Slav halklarından oluşan Deliler Birliği, Rumeli Beylerbeyi ile diğer serhat beylerinin emrinde hizmet verirlerdi. “Alın yazısı değişmez” hükmünü yüreklerine yazdıkları ve bu şuura sahip oldukları için hiçbir tehlikeden
çekinmezlerdi. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, “bayrak” adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Rivayete göre Deliler Birliği’nin geçmişi kendisine kadar gittiği için Pirleri Hz. Ömer’di. “Demine devranına hû” çekerler, zaman zaman zikir halkasına oturup zikrederlerdi. Savaşlarda ordunun en ön saflarında çarpışırlardı. Ayrıca düşman kalelerinden istihbarat toplarlardı. Rahat hareket edebilmek için ağır silah taşımaz, zırh giymez, yalın kılıç, iki tarafı keskin eğri hançer, mızrak, nadiren bozdoğan (bir nevi gürz) ve kalkan taşır, daha ziyade elleriyle düşmanlarını tepelerlerdi. Bayraklarında “Kaderde ne varsa o olur” yazardı. “Alın yazısı değişmez” hükmü ise parolasıydı. Birlik, 16. asra kadar vazife yaptı. Top ve tüfeğin yoğun biçimde kullanılmaya başlanmasıyla yavaş yavaş tarih sahnesinden çekildiler. Eeee ne demiş Köroğlu: Tüfek icad oldu mertlik bozuldu, Eğri kılıç kında paslanmalıdır!
2015 ARALIK / DERİN TARİH 119
ORTADOĞU’YU MODERNLEŞTİREN BATI MI SAHİDEN? Filistin politikasını eleştirdiği için ülkesi İsrail’den ayrılmak zorunda kalan Pappe, Derin Tarih için kaleme aldığı makalede Ortadoğu’nun Batı’yla buluşmasını ve kaotik modernleşme sürecini ezber bozan bir yaklaşımla ele alıyor. DERİN YORUM IL AN PAPPE » Prof. Dr., Exeter Üniversitesi Arap ve Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi.
M
odern Ortadoğu adlı kitabım şimdiye dek üç baskı yaptı (The Modern Middle East, Routledge). Son baskısı 2014 yılında, Arap Baharı’nın üzerinden birkaç yıl geçmiş, fakat henüz Suriye ve Irak bölünmemişken yapılmıştı. Bugün Ortadoğu’daki gerçeklikler o kadar yüksek bir hızla değişiyor ki, her yeni basımda son birkaç yıl içinde yaşanan gelişmeler önemle ele alınmalı. Kitabı, konu edilen bölgenin dışında yaşayan insanlar için kaleme aldım. Onlara bölgedeki güç dengeleri ve bunların süreleriyle ilgili yaşanacak hızlı değişimleri nasıl anlatmalıyız? Şimdiye dek hikâyeyi 2011 yılında, Arap Baharı patlak vermeden önceki dönemde bitirerek bu sorundan kaçındım. Yani kitap, bölge
120 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
tarihinin şüphesiz yeni bir safhasını oluşturan bu olaylardan önce yaşananların tarihî incelemesiyle sınırlı kaldı. Ne var ki, tarihî anlatıyı yeni dönemin başladığı bir anda sonlandırmak, yazarın geçmişe ait tarih yazımıyla ilgili görüşlerini etkilemeyeceği veya yazarın tarihe bakıp bugünle ilgili dersler çıkaramayacağı anlamına gelmiyor. Kitapta Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından itibaren Ortadoğu’yu etkileyen bir meta-süreç olarak modernleşmenin diyalektik yapısı ile ilgili ortaya koyduğum temel fikir, son yaşanan olaylarla birlikte daha önce hiç olmadığı şekilde doğrulanmış oldu. Bu temel tezi yeniden ele almak, Ortadoğu’nun bugünüyle ilgili gerçeklikleri ortaya koymak, geleceğindeki olası gelişmelerle ilgisi üzerine bir tartışma yürütmek istiyorum. İlk olarak diyalektik modernleşme kavramını yeniden ifade edeyim. Yakın zamanlara kadar Ortadoğu tarihinde ‘modern’ dönem; ‘geleneksel’ Ortadoğu’nun Avrupa ve Batı ile karşılaştığı zaman dilimi olarak
tanımlandı. Avrupa, dört devrimin birikimsel etkileri neticesinde modernleşmişti. Sanayi devrimi, Amerikan devrimi, Fransız ve Sovyet devrimleri 200 yıl içinde, Avrupa imparatorluklarının dünyanın dört bir yanında inşa ettiği sömürge toplumlarına uzanan bir ‘modern’ Avrupa yarattı. Bölge üzerine araştırmalar yapan bilim adamları, bugün bile bu karşılaşmayı Ortadoğu halklarının hayatlarını belirleyen en önemli faktörlerden biri olarak anlatır. Modernleşme teorisyenleri, yerli halkların bu karşılaşma neticesinde travmatik bir deneyim yaşadığını varsayıyorlardı. Yerli halkın değer yargıları ve gelenekleri, Batı’nın siyasî, ahlakî, ekonomik ve sosyal fikirleriyle karşı karşıya gelmişti. Kısa süre içinde kitlesel çapta bir bilişsel uyumsuzluk olduğu tespitini bile yaptılar. İslamın ve Osmanlı’nın değerleri olarak korunması gereken gerçeklik, özü itibariyle Batı’nın işgaliyle ortadan kaldırılmıştı. Bütün bilişsel uyumsuzluklarda olduğu gibi bu çıkmaza da elitler üç farklı tepki verdiler. İlki tamamıyla
Batılılaşacak (böylesi bir dönüşümün bütün anlamlarını katarak); ikincisi geleneklerine daha sıkı sıkıya sarılacak ve Batı’dan gelen her tür yeniliği bid’at addedip reddedecek, sonuncusu ise bu iki tepki karşısında bir altın denge tutturmaya çalışacaktı. Demokrat olsun ya da olmasın laikler, liberaller ve sosyalistler ilk gruba mensuptu. Selefiler ile diğer köktenci ve tasfiyeci kesimler ikinci grupta, insanların muhtemelen çok büyük bir çoğunluğu ise ikisinin arasında yer alıyordu. Yeniyi ve eskiyi değişen gerçekliği içine katarak harmanlayan Muhammed Abduh gibi Müslüman düşünürler bunlar arasındaydı.
Doğu ve Batı Ortadoğu’da
1980’li yıllara değin teorisyenler ve oryantalistler modernleşmenin bölgeye ileri adım attıracak olumlu bir süreç olduğunu ileri sürüp başarıya ulaşma ihtimalinde fikir ayrılığına düştüler. Albert Hourani gibi iyimser
kişiler modernleşmenin yalnızca başarılı bir süreç olmayıp çok büyük etkiler de yaratacağını düşünüyorlardı. Hourani tıpkı kahramanı Abduh gibi, başka ülkelerdeki modellerin birebir uygulanmasının değil, modernleşmenin iç dinamiklerinin Ortadoğu’yu dönüştürüp daha iyi bir yer haline getireceğine inanıyordu. Eli Kedouri ve belli bir ölçüde Bernard Lewis gibi karamsarlarsa (Lewis Türkiye’yi bu karamsar tahminin dışında tutuyordu) böylesi bir değişimden elde edilecek başarılara kuşkuyla yaklaşıyorlardı. Siyasal anlamda bu ikinci düşünce okulu Ortadoğu’da işgalci ve saldırgan bir politikayı beraberinde getirdi. Yalnızca İsrail’e güvenebileceğiniz, arkanızda durması için otokratik rejimlere rüşvet yedireceğiniz, düşmanınızın dostu olan ve isteklerinize boyun eğmeyen herkesi ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırdığınız bir yer. Entelektüel anlamda iyimser bakış açısı, Sovyetler Birliği’nin çöküşüy-
» Emperyalizmin gözü burada
Batı, Sanayi Devrimi sonrasında işgal ederek kaynaklarını sömürdüğü Ortadoğu’nun tarihî-sosyal-siyasî dengelerini bozmuş, böylece bölgede yeni bir sürecin başlamasına sebep olmuştu: Modernleşme. Ortadoğu’da etnik dağılımı gösteren bir harita.
le birlikte ‘tarihin sonu’nu ilan eden Francis Fukuyama gibi yazarlarca çok daha basit, -denilebilir ki Hegelci- bir biçimde yeniden ortaya çıktı. Karamsar bakışın devamıysa Samuel Huntington’un ileri sürdüğü ‘medeniyetler çatışması’ tezinde ifadesini buldu. Daha yakın tarihte, bölgenin içinde veya dışında yaşayıp bölge üzerine çalışmalar yapan yeni nesil tarihçiler Doğu ile Batı arasındaki bu kritik karşılaşmaya ilişkin daha karma-
2015 ARALIK / DERİN TARİH 121
DERİN YORUM IL AN PAPPE
» Limanlarımıza demirlediler!
Beyrut açıklarında Amerikan savaş gemisini görebilmek için meraklı halk rıhtımda toplanmış. 1. Dünya Savaşı sırasında Ortadoğu sularında Batılı savaş gemilerinin görülmesi sert tepkilere yol açmıştı. Ortadoğu’daki ülkeler bağısızlığını kazansa da Batılı savaş gemileri denizlerimizde dolaşmaya devam ediyor.
şık bir fikir benimsediler. Her şeyden önce süreç olarak modernleşmenin çok daha eleştirel değerlendirmesini ön plana koydular ve modernleşmeyi az sayıda kişinin çıkarına, geniş kitlelerinse zararına olan karmaşık bir gelişme olarak tanımladılar. Geçmişin ve geleneksel yapıların parçalanması ve ortadan kaybolması her zaman memnuniyetle karşılanmadı; hatta bazı durumlarda geçmişin ve geleneklerin ortadan kalkması, mutluluktan çok felaket getirdi. İster bölge içinden, ister dışından olsun, modernleşme ve batılılaşma yanlılarının çıkarlarının çoğunlukla sinik ve manipülatif olduğu ortaya kondu. Bu oldukça farklı bir değerlendirmeydi ve Batı’yla temasın pozitif etkilerini
122 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Araştırma, karşılaşmanın unsurlarınortaya koyduğu kadar, getirdiği çok dan bir diğeridir. daha büyük çaplı felaketlerin de altıSaid’in yaptığı ikinci gözlem dinı çiziyordu. yalektik karşılaşmanın şimdiye dek Edward Said, İstanbul’da bulunortaya çıkan sonuçlarına ilişkindi: duğu dönemde ve ‘Doğu’nun tarihi insan kültürünün melezliği. Nedendir üzerine yaptığı çalışmalar sırasında bilinmez, insanlar ister millî, ister etgeliştirdiği fikirlerini denkleme dâhil nik, ister dinî anlamda olsun, halen etti. Bunu bir tarihçi ya da Ortadoğu melezlikten ürküyor ve homojenliği uzmanı olarak değil, her iki dünyada tercih ediyorlar. Ne var ki, iki yüzyılda yaşayan Filistinli sürgün olarak ya lık bir etkileşimden sonra bu homoda kendi ifadesiyle bu ikisinin arasınjenlik tutkusu, ancak budaki sınırda yaptı. gün de şahit olduğumuz Said son 200 yıllık gibi kaba bir arınma ve dönemde Batı ile Orta[etnik] temizlik polidoğu’nun karşılaşmatikasını gerekli kılısının yapısını, etkiyor. Son gözleme lerini ve geleceğini göreyse karşılaşdaha iyi anlamama halen devam mıza yardımcı etmektedir, bu olacak üç ilave sebeple varılacak unsura dikkatimiher tür kesin tarihî zi çekti. Bunlardan çıkarım faydasızdır. ilki, araştırmanın İster İran Devrimi’nkarşılaşmanın dışında » Edward W. Said den önceki kaçınılmaz bir unsur değil, bizzat laikleşme süreci olsun, isbu karşılaşmanın parçası ter devrimden sonraki topolmasıdır. Başka bir ifadeyyekûn İslamileşme, bu tür eğilimleri le, araştıran ile araştırılan diye bir doğru bir biçimde değerlendirme fikri ayrım yoktur. Batılı âlim ve bölge, diye meseleyi birbirinden ayıramayız. hata ile sonuçlanmaya mahkûmdur.
Modernleşmenin kaymağı
Ben de bu tarih yazımı ve teoriyle ilgili düşüncelerin olduğu bir ortamda diyalektik modernleşme fikrini önerdim. Süreç, yönelimi ve özellikle de hızı bakımından farklılıklar gösteriyordu. Hız arttıkça yerli halk süreç üzerinde daha az etkiye sahip oluyordu. Dahası, yüksek hız herhangi bir pozitif etkiyi garantilemiyordu ve hızlı dönüşüm dahi henüz sonlanmış değildi. Bu hızlı süreç şehirlerde yaşandı ve kentleşme, ulus devletin kurulması ve kapitalist ekonomilerin küreselleşme süreciyle bütünleşmesi şeklinde tecrübe edildi. Bu süreç modern orduların, bürokrasilerin ve bütün süreci yönetecek elitlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Elitler bu süreçten büyük kazançlar elde ederken, bu kazançların pek azı topluma yansıdı. Bu diyalogda hammadde, para ve insan gücü gibi harici birtakım çıkarlar sağlamak dışında Ortadoğu’nun pek az sözü oldu. Bu yapıları inşa etmek için herhangi bir radikal ya da devrimci ideolojiye ihtiyaç yoktu. Çoğu durumda tıpkı Suudi Arabistan’da olduğu gibi elitler herkes için bir kazan-kazan modeli vaat eden piramidin en üstündeki konumlarını korumaya istekliydiler. Bu siyasal, ekonomik ve kültürel aktivitenin yakınlarında yer alan ülkelerdeyse yavaş ve orta seviyede bir değişim yaşandı. Ordunun kıdemsiz mensupları, düşük maaşlı öğretmenler, akademisyenler, sendikaların ve dinî ya da laik hareketlerin liderleri (kimileri bunlar için Ortadoğu’nun sivil toplumu diyorlardı) modernleşmeye ilişkin yaklaşımlarında daha ölçülülerdi (A. R. Norton (ed.), Civil Society in the Middle East, Leiden: Brill, 1995).
Batı’nın fikirler süpermarketinde yer alan ürünler daha eleştirel bir gözle incelendi ve gelenekle daha yakın bir bağ muhafaza edildi. Zamanın farklı safhalarında bu ener-
rinin parçalanmasına yol ji devrimci biçimlerde açan modernleşmeye patladı. Toplumun bu karşı daha mesafeli kesimleri iktidarı ele bir tavır takındılar. geçirdiğinde, en Fakat bu süreçazından başlarda, lerin hiçbiri küulus devleti daha resel bağlamdan ideolojik bir biayrı düşünüleçimde yeniden mez. Enformasyon tanımladılar ve devrimi, neo-liberal sosyal, ekonomik, ve vahşi küreselleşme, küresel politikaların» Bernard Lewis göçün görece kolaylaşda daha vizyoner fikirması ve her türden silaha leri benimsediler. Arap erişim imkânı bütün topsosyalizmi, Baas, Müslülum kesimlerini etkiledi. man Kardeşler ve devletçilik bu örOrtadoğu’daki ulus devletler bir neklerden yalnızca birkaçı. yandan geçmişe nazaran daha fazla Bu tür entelektüel ve toplumsal güç ve uluslararası saygınlığa sahiphareketlerde görüldüğü üzere bu haken, diğer yandan Anglo-Amerikan reketler bir arada çalışan sinik ve ilkeneo-emperyalizmi karşısında epey li üyelere sahipti. Daha pürist laik sol savunmasız haldeydiler. Bu zayıflıkenternasyonalist hareket, kısa sürede ları Batılı güçler Irak ve Afganistan’ı zirveye çıkan daha sinik ortaklarca işgal ettiğinde acılı bir biçimde gözler yenilgiye uğratıldı. Coğrafi olarak önüne serildi. Yine bu devletler kenmerkeze daha yakın bölgelerden gedilerini açgözlü ya da agresif komlen özgün üyelerse halen konumlarını şularından koruyamadığı gibi kendi korumakta. Bu gruplar 2011 yılında ülkelerinde kaybedilen toprakları geri yeni bir siyaset tarzı önerip başarısız alma talebiyle ortaya çıkan kalkışoldular. Zira öncülleri en azından bir mayı da bastıramadılar. Dolayısıyla süreliğine siyaset sahnesinde tutulan modernleşmeye ilişkin diyalektik göaltyapıdan yoksundular. rüş bize, söz konusu süreçten kârlı ya Çeşitli siyasal İslamcı, ulusal ya da da zararlı çıkanlar arasındaki mevcut sosyalist grupların daha sinik unsurdengeyi daha iyi değerlendirme imkâları kısa süre içinde değişimin hızını nı sunmaktadır. artırdı. Yüzyılın başında, Malcolm Yakın zamana değin Ortadoğu Kerr’in “Arap Soğuk Savaşı” dediği ulus devletlerinin siyasal ve ekonomik mücadelenin içinde kendini bulmuş elitlerinin konumları sağlammış gibi olan monarşilerle cumhuriyetleri birgörünüyordu. Fakat artık pek çok birinden ayırmak pek mümkün göyerde bu statülerini kaybetmiş durünmüyordu. rumdalar. Bazı ülkelerde halen iktiDeğişimin en yavaş gerçekleştidarı ellerinde tutuyorlarsa da komşu ği yerler merkezin uzağında kalan devletleri saran ateş her zaman onları bölgelerdi. İç göçle gelen insanları da içine alma tehdidini barındırıyor. ağırlayan fakir kentler, yoksullukla Elitlerin bu yangına verdikleri boğuşan kırsal bölgeler. Ya kendi seortak bir tepki var: iktidarlarını koçimleriyle ya da güçlü rejimlerin farumak ve statükoyu devam ettirmek aliyetleriyle marjinalize edilmiş meziçin gerekirse devletin yıkılmasını hepçiliğin kaleleri, geçmişe tutunup göze alarak vicdandan yoksun bir bikalanların, ailelerin, cinsiyet ilişkileçimde eyleme geçiyorlar. Ancak hiçrinin ve bazen geçmişten bile daha bir zaman bu gruba mensup olmamış zorlu bir hâl alan hayata karşı beolan, hatta bu gruplarla çıkarlarınnimsenen geleneksel savunma şekille-
2015 ARALIK / DERİN TARİH 123
DERİN YORUM IL AN PAPPE
» Sema işgal altında
İngiltere ve Fransa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güçten düşünce Ortadoğu’daki sömürgeleri bağımsızlığa kavuştu. Ancak Soğuk Savaş döneminde de bölge ABD ve SSCB’nin tahakkümüne girdi. 2. Dünya Savaşı sırasında bir ABD uçağı Mısır Piramitlerinin üzerinde.
dan faydalanacak kadar bile bağları bulunmayan Ortadoğu halklarının geri kalanı hâlâ değişim istiyor.
Yok edilemeyen kimlikler
Modernleşme süreci, Batı ile karşılaşmanın 200 yıllık dönemde aldığı biçim, bu insanları toplumsal marjinalleşmenin, maddi zorlukların ve kültürel öfkenin kucağına itti. İnsanlar bu değişim arayışları sırasında dış güçlerin yardımına başvurdular, destek de gördüler. Geçmişte olduğu gibi
124 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
aranan yardım değişim vizyonuna ve bu değişimi gerçekleştirecek araçlara dayalıydı. Halk mücadelesiyle gerçekliği değiştirmek isteyenlerin ve daha iyi bir toplum yaratmayı savunanların talebi dış müdahale değil, dayanışmaydı. Merkezin içinde değil, yanı başında konumlanmış olan laik enternasyonalist sol, Soğuk Savaş sırasında bir süreliğine de olsa bu dayanışmayı inşa edebildi ancak sonrasında bunu sürdüremedi. Daha dinî eğilimlere sahip değişim talep eden halk hareketi, kısa bir süreliğine dayanışmaya dayalı olarak ilerleyen bir İslamcılar ağı yarattı, fakat İran İslam Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması ve Suudi Arabistan’da daha bölgesel hedefleri benimsemiş olan Selefilerin iktidara gelmesiyle durum dayanışmadan çok himaye halini aldı. Dayanışmaya dönük eylemlerle bu halk hareketlerini Tahran ve Riyad’ın
bölgesel politikaları uğruna birer piyon olarak kullanma eğilimi arasında fark silikleşiyordu. Parçalanmış El Kaide’nin gösterdiği dayanışma ile Irak ve Suriye’deki ilerleyişi, yerel bir toplumsal ve siyasal protestonun, dış güçlerin yerel mücadelenin iplerini eline almasıyla nasıl bambaşka bir şeye dönüşebileceğini göstermektedir. Ancak alınacak ders açık: yerel topluluğun önemli bir kesimi tarafından acil ihtiyaç kabul edilen içeriden gelecek bir değişim, dış güçlerin desteğine muhtaçtır. İster laik, ister dinî, ister kavimmerkezci ya da evrensel olsun, protesto hareketlerinin başlangıçta benimsemiş olduğu hedeflerden sapmamak için dış dayanışma ve yardımlar arasındaki dengenin nasıl kurulacağı gelecekte bölge için cevap bekleyen en önemli sorulardan. Süper güçlerin emperyal müdahalelerinin ya da yabancı orduların bölgeyi işgalinin protestoları başarısızlı-
ğa götüreceği, genel olarak toplumun büyük felaketlerle yüz yüze kalacağı ortada (bu felaket öylesine büyük çaplı ki, Libya, Suriye ve Irak’taki insanlar eski rejimleri arar hale geldiler). Modernleşmenin karmaşık yapısı aynı zamanda başka bir dengeyi kurmayı da gerekli kılıyor. Bu, modern laikçilikle modernleşme teorileri tarafından geçmişte olduğu gibi gelecekteki ilerlemenin önünde engel olarak görülen ve fakat sağlam bir direnç gücüne sahip olan geçmişin kalıntıları arasındaki dengedir. Gelenek, din, inanç ve küçük kolektif kimlikler modernleşme ve Batılılaşmayla birlikte ortadan kaybolacak, geçmişten gelen basit birer kalıntı değildir.
Dünya Ortadoğu’ya benzedi
Bu kimlikler değişen gerçekliklere uyum sağlar ve insanların hayatının çok önemli bir unsuru olmaya devam eder. Modernleşme sürecinin geniş halk kitleleri için nasıl büyük bir hayal kırıklığı olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte toplumda daha fazla yankı bulurlar. Modern Ortadoğu’da (bu süreç) çoğunluğun en temel ihtiyaçlarını karşılamada başarısız olmuştur. Burada Ortadoğu ya da Arap dünyası hakkında özcü çıkarımlar yapmak, Ortadoğu’yu başarılı ya da başarısız bir modernleşme deneyimi yaşamış bir yer olarak görmek yanlıştır; aynı şekilde Batı’ya dair de özcü sonuçlara varmak doğru değildir. Batı da tıpkı Doğu gibi bir kurgu-
dur. Tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Batı’da da modernleşmenin kurbanı olmuş çok sayıda insan bulunmaktadır. Doğu’da ve Batı’da başarısızlıkla sonuçlanan iki devrimci dalganın ortaya çıkar çıkmaz sönmesi tarihî bir tesadüften ibaret değildir: bunlardan biri 2008’deki neoliberalizm karşıtı ayaklanmalardır (bu hareketin etkileri yakın zamanda Yunanistan’da ortaya çıkmış) ve bastırılmıştır. Arap Baharı ise her yerde hayal kırıklığına dönüşmüştür. Günümüzde bütün yerküre, modernleşmiş Ortadoğu’nun haritasına benzer bir yapıya sahip. Ortadoğu’da olduğu gibi Avrupa’da da değişimin bütün hızlarına şahit olunmuştur. ABD’nin iç bölgesinde yer alan şehirler ve Güney Amerika’nın banliyöleri, tıpkı Ortadoğu kırsalı ve bölgede yer alan mülteci kampları gibi modernleşmenin nimetlerinden yoksun. Yani belki de bir bakıma laik sol örgütlerin Ortadoğu’yu eşsiz bir kültür ya da bölge olarak değil, toplumsal ve ekonomik adalet mücadelesinin alanı olarak gördüğü 1950’li yıllara geri dönmüş durumdayız. Peki, bu örgütler, modernleşmenin kurbanları adına değişim için mücadele verdiklerini ileri süren diğer iki önemli aktörün, toplumun bütün dertlerine derman olacak bir İslam öğretisini yerleştirme amacı güden
çeşitli siyasal İslamcı grupların güçlü mesajını bir kez daha görmezden gelebilecekler mi? Bu iki hareketi, yani evrensel saikleri olan hareket ile İslamcı yönelimleri, gerçekliği dönüştürerek laik ve dinî güçler arasındaki sonsuz bir post-devrimci savaş olmadan var olabilecek şekilde bir araya getirmek mümkün mü? Evrensel olarak toplumu değiştirme isteği, etnik, kültürel ve dinî grupların değişen dünyada kendi özerkliklerini ve özelliklerini koruma ve sürdürme istekleriyle bağdaştırılabilir mi? Burada cinsiyet meselesini ele alma imkânı yok fakat cinsiyetle ilgili evrensel tutumlarla çeşitli siyasal İslamcı ve etnik grupların tutumlarını karşılaştırmak, önümüzde yatan ciddi sorunları en çıplak haliyle ortaya koymaktadır.
En iyi vizyon
Okuyucular bu öngörünün içinde bulunulan kaos ve umutsuzluk dönemi için erken bir kaygı olduğunu ileri sürebilir, fakat bu meseleleri ele almanın bugünün gerçekliklerine karşı daha net bir tutum sergileyeceğine inanıyorum. Bu tutum, gitgide daha karmaşık hale gelen gerçeklik karşısında dış faktörlere ve dirence karşı yeni düşünceler oluşturmayı mümkün kılabilir.
» Arap Baharı kurgu mu? Ulus devlet sürecinden sonra Ortadoğu halkları diktatörlerin kurbanı oldu. Siyasî, sosyal, ekonomik ve fikrî hürriyetleri kısıtlanan insanlar 2010’da patlama noktasına gelerek sokaklara döküldü. Tunus’ta başlayan Arap Baharı Libya, Mısır ve diğer ülkeleri de etkiledi. Tahrir Meydanı (2011).
2015 ARALIK / DERİN TARİH 125
DERİN YORUM IL AN PAPPE
Takınılacak her diyalektik tavır, hayatta kalabilmenin yegâne yolunun diyalog olduğu anlamına gelir. Bu bir rakibi veya karşıt bir görüşü alt etme amacı güden araçları farklı bir savaşa, yeni gerçekliğin ışığında bu gerçekliği dönüştürmeye dönük araçlara değil, hayat tarzına dönüşecek olan diyalogdur. Bu, geçmişteki ayrımcılıkları ve kökü derinlerde yatan ahlakî anlaşmazlıkları gizlemeyen zorlu bir diyalogdur. Bu, hafıza kaybına ya da aralarında çokça iletişim bulunan paralel dünyaların varlığına dayalı yanlış çok kültürlülük diyaloğu değildir. S. M. Mohanty’nin Cornel West’le çok kültürlülük üzerine yü-
» Harabeye dönen şehirler 19. yüzyıldan bu yana Ortadoğu Batı’nın kıskacından kurtulamadı. Bugün fiilî işgal sözkonusu olmasa da Ortadoğu büyük güçler arasındaki rekabetin en kanlı sahnesi. Tıpkı büyük bir vekalet savaşında şehirleri yerle bir olan ve milyonlarca mülteci veren Suriye gibi.
126 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
rüttüğü tartışmada doğru bir biçimde ortaya koyduğu zorlu bir sahadır: Benim tarihimle sizin tarihiniz arasında nasıl bir pazarlık yapacağız? Bizi hayvanlardan ayırdığını ileri sürdüğümüz ortak yönlerimizi, fakat daha da önemlisi çeşitli geçmişlerimizin ve bugünümüzün toplamını, paylaşılan ve karşıt anlamları, değerleri ve maddi kaynakları yeniden ortaya çıkarmak -ki bu ortaklıklar elbette belirsiz bir niteliğe sahip emperyalist-hümanist ortak insanî yanlarımızın efsanesi değildir- nasıl mümkün olabilir? Kendimize has özelliklerimizi, yaşanmış ve hayali farklılıklarımızı vurgulamak çok önemli, fakat farklılıklarımızın nasıl iç içe geçtiğini ve işin doğrusu, hiyerarşik olarak sınıflandırılmasını görmezden gelebilir miyiz? Başka bir ifadeyle tamamıyla farklı tarihlere sahip olmayı, kendimizi tamamıyla heterojen ve birbirinden ayrı alanlarda yaşayan ve yaşamış olan gruplar olarak görmeyi göze alabilir miyiz? (S. P. Mohanty, ‘Us and Them: On the Philosophical Bases of Po-
litical Criticism’, Yale Journal of Criticism, 2 (Bahar 1989), s. 13).
Elbette Mohanty bu diyalojik gerçeklikler hakkındaki soyut düşüncelere atıfta bulunuyor, fakat bunlar gerçek hayata ve reel politikaya kolayca uygulanabilir. Özü itibariyle bunun anlamı, modern ve gelecekteki Ortadoğu’da ulus devletin zayıflayacağı ve daha küçük çaplı özerk etnik, kültürel ve dinî yapılanmalara saygı göstermek zorunda kalacağı, bunun sonucunda da devletin tek bir grubun egemenliği altına girme tehlikesinden kurtulacağıdır. Bu benim görüşüm değil. Bana göre laik demokrasiler, güçlü bir sosyalist duruşla birleştirildiği takdirde hala en iyi siyasî seçenek. Ancak ben Filistin’e gelmiş ikinci nesil yerleşimcilerden, ülkesini seven, devletten nefret eden ve hem kendi, hem de diğer insanlar için bireysel ve kolektif haklara, tercihlere saygılı bir ülkede yaşamak isteyen biriyim. Bugün itibariyle böyle bir ülkeyi hayal etmek imkânsız fakat bu Ortadoğu’daki genç nesillere önerebileceğimiz en iyi vizyon.
Kayıtlar
DARBECİLERİN TÜRKÇE EZAN SEVDASI
27 Mayıs darbecilerinin Türkçe ezan istekleri kabarmış olacak ki, iktidara geldikten kısa süre sonra darbenin Cumhurbaşkanı Gürsel ağzındaki baklayı çıkaracaktı.
128 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
tırırmış, Türkçe ise hidayete ulaştıran en garanti vasıta imiş. Bitmedi. Gürsel öğretmenlere dönerek ölülerin defni sırasında yapılan duaların Arapça olduğu için anlaşılmadığını, halbuki acımızı teselli edecek sözlere ihtiyacımız olduğunu, Arapça dualarınsa buna mani teşkil ettiğini belirtmiş: “Bu sözler hazin akıbete hazırlanmamız ve ölümün felsefesini yapmamız içinse bizi ahirete hazırlayacak bu telkinleri anlamalıyız. Türk dinini anlamalıdır, anlayacaktır. Anlamadığımız sürece dinsiz kalmaya mahkûmuz”. İşte yine aynı gözdağı. Ya Türkçe ibadet edersiniz, ya da dinsiz kalırsınız. Seçin birini bakalım. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek bu olsa gerek. Tek Parti döneminin halkın kutsalına uzattığı dil, 10 yıl aradan sonra saklandığı yerden başını çıkarıyor ve iktidarın daha ilk aylarında, ilk fırsatta zehrini akıtıyordu. 1960. Cumhuriyet, 6 Ekim
30 Ocak 1932’de Hafız Rıfat Bey tarafından ezan ilk kez Türkçe okundu. İsmet Özel’in dediği gibi “binlerce yılın yabancısı bir ses değdi minarelere: Tanrı uludur, Tanrı uludur”. Hem de II. Mehmed’in yaptırdığı ve medfun olduğu Fatih Camii’nde. Bu toprakları bir İslam yurdu haline getiren, Konstantiniyye semasıyla ilk ezanı buluşturan Fatih Sultan Mehmed’in. Hikaye daha yeni başlıyordu. 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genelgesiyle ezanın Türkçe okunmasına fetva verildi. Böylece Tek Parti döneminin memlekete en güzide hediyelerinden (!) biri de, 18 sene okunacak Türkçe ezan oldu. 1950 genel seçimleri sonrasında Demokrat Parti iktidarınca çıkarılan kanunla -şükür ki- Arapça ezan üzerindeki yasak kalktı. Kalktı kalkmasına ama 10 yıl sonra, 1960 darbesinin ardından Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, içinde kalmış olacak ki, filmi geriye sarmış, ezanın Türkçe okunması konusunu tekrar gündeme getirmiş. Gürsel’in 5 Ekim’de İstanbul’da İslam Enstitüsü ile İmam Hatip okulunu ziyaret ettiğini bildiren Cumhuriyet gazetesinin haberine göre ziyaret sırasında şöyle demiş zamanın cumhurreisi: “Dinimizi Türkçe okuyup anlamalıyız; ezan Türkçe, Kur’an Türkçe okunmalıdır. Sakat ve çürük, köksüz iddialara dayanan fikirlerle Türk dinî vazifelerini Türkçe ifade edemezse asla dindar olamaz, biz bütün ilgimizi buna vereceğiz”. Demek ki neymiş, dindar olmak için Kur’an diline değil, Türk diline muhtaçmışız. Arapça bizi dinden sap-
Cumhuriyet Gazetesi
6
Ekim
1960
VAKIF EMEKLİLİK İLE GELECEĞİNİZE BESBELLİ DESTEK! Aileniz, sevdikleriniz ve değerli birikimlerinizin güvencesi için hep yanınızda olan BESBELLİ DESTEK Hayat Sigortası, başınıza gelebilecek en kötü durumlarda bile geride kalan yakınlarınız için ödeyemediğiniz birikimlerinizi sizin yerinize tamamlar ve BES birikimleriniz hiçbir zarar görmeden hedefine ulaşır.
BESBELLİ DESTEK HAYAT SİGORTASI
Kayıtlar
DİL SOYKIRIMINA HAZIRLIK MI?
B
ugünkü nüfus sayımlarımızda diller ve ırklara/ dinlere dair bilgiler yer almadığından Türkiye’de şu anda hangi dillerin konuşulduğunu istatistiksel olarak bilmiyoruz. Oysa 1927 yılındaki nüfus sayımında sayılan kişinin hem Müslüman olup olmadığı hem de hangi dili konuştuğu sorulmuş. 63 ildeki 13 milyon 648 bin kişilik nüfusun içinde Müslüman nüfusun yüzde 97’lerde, gayrimüslim nüfusun ise yüzde 2’lerde çıkması ise Osmanlı’nın o çok kültürlü/çokdilli yapısının büyük ölçüde tasfiye edildiğini gösteriyor. Yandaki tabloya göre Türkçeden sonra en çok konuşulan ikinci anadil Kürtçe. Doğu illerimizde ise Kürtçe Türkçeden açık ara önde! Yüzde 89 gibi yüksek bir oranla Hakkâri Kürtçenin en fazla konuşulduğu vilayetimizken onu Van (77), Bitlis (75), Siirt (74), Diyarbekir (69), Mardin (67), Bayazıt (58), Elaziz (53), Urfa (42), Malatya (42), Erzincan (41) ve Kars (21) takip ediyor. Kürtçenin en az kullanıldığı illerimiz ise Giresun ve Rize’ymiş.
130 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
28
EKİM
1927
Ancak tabloya Türkçe ile Kürtçe rekabetinin bütün yalınlığıyla yansıdığını söyleyemeyiz, zira Kürtçe konuşan bazı vatandaşların Türkçe de bildikleri göz önüne alındığında ve ‘Hangi dili biliyorsunuz?’ sorusuna çeşitli sebeplerle ‘Türkçe’ diye cevap verdiğini de göz önüne almak gerekir. 1,5 milyon Rumun gönderildiği Mübadele’ye rağmen imparatorluğun izleri hâlâ açık! Mesela “sair diller” başlığı altındaki rakamların bazı illerde bir hayli yüksek olması düşündürücü. Bu kategoriye Rumca, Ermenice, İbranice, Arapça, Boşnakça, Abhazca, Lazca, Ibıhça… gibi dillerin dahil olduğu düşünüldüğünde 1929’dan itibaren Türk Dil Devrimi’nin neden yapıldığını ve Türkçe dışındaki dillerin neden katı bir şekilde yasaklandığını daha iyi anlayabiliyorsunuz. Yoksa Türkiye’de dil soykırımının yapılması için bir nevi fişleme olarak mı hizmet etmişti bu istatistik? Üzerinde düşünülmeye değer...
OSMANLI MEZAR TAŞLARI
CENNETE AÇILAN KAPILAR D HALİL SOLAK
[email protected]
ikkatli okurlar hatırlayacaktır: Geçen Aralık ayında Milli Eğitim Şurası’nda gündeme gelen Osmanlıcanın liselerde zorunlu ders olarak okutulması meselesi siyaset arenası dahil farklı yerlerde fırtına koparmıştı. Bazı siyasetçiler basın toplantıları düzenleyip meseleyi “ilericilik-gericilik” açısından ele almış, asıl maksadın Arap alfabesini yaygınlaştırmak olduğunu söylemişlerdi. Televizyondaki tartışma programlarındaysa Osmanlıcanın çok zor olduğu iddia edilmiş, bazı tarih hocaları lise çağındaki gençlerin Osmanlıcayı öğrenmelerinin neredeyse imkânsız olduğunu belirtmişlerdi. Hatta ünlü bir spiker konuya ilişkin haberi, Osmanlıca(!) sunmuş ve ardından alaycı bir tavırla, “Müstakbel nesiller de artık gayet rahatlıkla yüzyıllardır kullanılan lisan-ı Osmanîyi fehm edip anlayabilecekler” tarzında -diğer cümleleri gibi“acaib” bir cümle kurmuştu. Diğer tarafta da aşağı yukarı şu kanaat hâkimdi: “Osmanlıca öğrenmek hiç de zor değil, hatta birkaç saatlik bir
dersle bu iş kolaylıkla halledilebilir.” Buradaki mesele alfabeyi, yani elifbâ’yı, sökme meselesi değil şüphesiz. Şayet öyleyse kişiden kişiye değişmekle birlikte, birkaç saat içinde alfabe öğrenilebilir, dahası öğrenci bir hafta sonra basit seviyedeki metinleri de okuyup anlayabilir. Ancak iş “dedelerimizin mezar taşlarını okumaya” geldiğinde orada durup etraflıca düşünmek gerekiyor. Bu noktada eskiye dair düğümleri çözmekte mâhir İsmail Kara Hoca’ya
TÜRK MEZAR TAŞI EDEBİYATI Mehmet Samsakçı
Kitabevi Yay., 2015, 386 sayfa
kulak vermenin tam zamanı: “Mesele Elifbe’yi sökmekle, matbu metinleri yahut arşiv belgelerini okumakla sınırlı teknik bir mesele değil. İşin varacağı yer Selçuklu ve Osmanlı tecrübesini de içine alan, İslam ilim ve kültür mirasıdır.” Mezar taşlarında görünen, bizim okuduğumuz sadece taşa hakk edilmiş yazılardan ibaret değil. Muazzam bir atıf ve semboller hâlesiyle örülü Osmanlı kültür dünyasının renkli yansımalarını temaşa edebileceğimiz en zengin aynalardan biridir mezar taşları. Mezarların baş ve ayak taraflarına dikilen, üzerlerinde ait olduğu kişinin statü, meslek, aile bağları vs. belirten sembolleri taşıyan bu taşlardaki başlık ve yazı stilleri adeta birer şaheserdir. Yolu payitahttan geçen hemen her seyyahın dikkatini şehrin siluetine damgasını vuran camilerden sonra mezarlıklar çeker. O kadar ki, 19. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden bir seyyah, “İnsan, gözü mezarlıklara ilişmeden bir şehre ne girebilir, ne de çıkabilir” demekten kendisini alamaz.
İstanbul mezarlıklarındaki onlarca çeşit başlıkla irili ufaklı mezar taşları ve servilerle adeta bir orman görüntüsü yaratan tabloyu eserlerine kaydetmeyi ihmal etmeyen gezginleri bu kadar etkileyen şey neydi? Osmanlı şehirlerinde ölümün insanları korkutmadığını, mezarlıkların şehri güzelleştirdiğini, daha ötesi ölülerin dirilerle birlikte yaşamaya devam ettiğini söyleyen usta tarihçi İlber Ortaylı’nın İstanbul’dan Sayfalar’ına nakşettiği şu sahnede buluyoruz cevabımızı: “Eyüp’e, Karacaahmed’e baktığımızda köşeli soğuk mezar taşları görülmez. Etraftaki otlarla, ağaçlarla bütünleşmiş binlerce taş dışardaki hayattan kopuk değildir. O taşların üstündeki kâtibi kavuklar sokakta gezinen efendilerin, abanî sarıklar çarşıdaki esnafın başında da vardır. Taşların üstündeki çiçekler, etrafta rengârenk öbekler halindedir. Sanki şu kallâvili mezar taşının altındaki vezir, yanındaki kazasker efendiyle sohbet halindedir. Kaykılıp duran üsküflü mezar taşının altındaki yeniçeri çorbacısı, kâtibi kavuklu mezarın sahibiyle çubuklarını tüttürmektedir.” Bugünün insanı için bırakın kendisiyle yüzleşmeyi, telaffuzu bile garip, ürpertici hatta korkunç geliyor ölüm, mezar, mezar taşı gibi kelimelerin… Ölümü, Tanpınar’dan ödünç alarak söylersem, ehlileştiren Osmanlıların dirilerle ölüler arasındaki irtibatı sağlayan o gizli dil’ini anlamak için sadece lisan’a aşina olmanın yetmeyeceğini,
kültüre de aşina olmak gerektiğini hatırlatıyor Mehmet Samsakçı Ölüme
Azîz mu’tekid hem müntesib bir pîr idi merhum Şefî-i cürmü olsun Hak erenler rûz-ı ferdâda
Açılan Estetik Kapı: Türk Mezar Taşı Edebiyatı adlı kitabında.
Güher-pâş münâcât evvel yazıp târîhini Safvet Saîd olsun musâhib Hazret-i Molla’ya Me’vâ’da
Kitapta Türk kültür, sanat ve edebiyat tarihinde ölüm düşüncesine genel bir bakışın ardından 18. yüzyıldan Cumhuriyet devrine kadar derviş, kadın, çocuk, üst düzey devlet görevlileri gibi toplumun pek çok kesiminden insanların mezar taşları incelenmiş. Şairlerin mezar taşları ve yeni Türk edebiyatındaki ölüm edebiyatı, “kitabe-i seng-i mezar” tarzı şiirlerden yola çıkarak ele alınmış. Mezar taşlarındaki edebî geleneği merkeze alarak buradan yansıyan zihniyet, hassasiyet ve kabulleri ortaya koyan ve sahasında bir ilk olan kitap Zeytinburnu, Fatih Camii haziresi, Edirnekapı şehitliği, Zeynep Sultan Camii haziresi gibi İstanbul mezarlıklarından seçilen mezar taşı kitabelerinin, tabiri caizse deşifrelerinden oluşuyor. Şimdi gelin, taşlardaki “Gel efendim nazar eyle şu mezarım taşına” çağrısına kulak verelim ve kitaptaki yaklaşık 60 mezar taşı metninden rastgele birini seçip okumaya başlayalım: Saîd-i Mevlevî döne döne azm etti ukbâya Bulunmazdı nazîri âh kim dergâh-ı dünyâda Nedîm olmuştu evvel sânîsi yok yektâ-edâ çok yıl Liyâkatle üçüncü Şeh Selim-i dâd-mu’tâda Hele cennet-mekân Mahmûd Hân’a bulduğu mazmun Lâtîfe söylerim zanneyleme gelmezdi ta’dada Usûle âşina neyzendi tebdîl-i makâm etdi Sezâ hicriyle nây-ı ehl-i mutrıb gelse feryâda
1272 fî 27 Ca (Cemaziyelevvel) 4 Şubat 1856
18-19. yüzyıllarda yaşayan Hayalî Said Efendi’ye dair başta devrin kaynakları ve arşiv vesikaları olmak üzere pek çok bilgiye sahibiz. Ancak bugün için elimizde sadece Eyüp Bahariye’deki mezar taşı kitabesi olsaydı acaba meşrebine, mesleğine, tabiatına ve becerilerine dair neler öğrenebilirdik? Mezarda ilk dikkatimizi çeken husus, baş taşının üstündeki festir. II. Mahmud devrinde resmî başlık olarak kabul edilen bu serpuş bize Said Efendi’nin bir devlet memuru olduğu bilgisini daha ilk bakışta veriyor. Gövdesindeki kabartma Mevlevî sikkesiyle Said Efendi’nin mensup olduğu tarikat hakkında da malumat sahibi oluyoruz. Bir imparatorluk tarikatı olarak II. Bayezid döneminde tam anlamıyla şehrin gündelik hayatına dahil olan Mevlevîlik Osmanlı estetik dünyasının şekillenmesine büyük katkı sağlamış. Merhum da Beşiktaş Mevlevihanesi’ne intisaplı olup Şeyh Yusuf Dede’den sikke de giymiştir. Bir ölüm ayeti ve “Ya Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”den sonra başlayan manzum kitabenin ilk beytinde Mevlevî Said’in “döne döne” ahirete göçtüğünü öğreniyoruz. “Döne döne” ikilemesiyle Mevlevî ayin-i şerifi olan sema’a atıf yapan şair, merhumun tarikatını vurguluyor. Ayrıca “yükselen” manasına gelen “Saîd” ile, “yola
çıkmak, yola koyulmak” anlamlarına gelen “azm etmek” fiilini birlikte düşündüğümüzde merhumun ukbaya “uçtuğu” imajı derhal zihnimizde uyanıyor. Sema da bir nevi uruc, yani manevî bir yükselmedir. III. Selim’in nedimi şeklinde zikredilen Said Efendi’nin yaptığı işi de öğreniyoruz. Şiir ve şarkı söyleyerek padişahın hoşça vakit geçirmesini sağlayan sohbet arkadaşı şekline tanımlayabileceğimiz nedimlikte “evvel sanisi” yoktur, eşsiz bir konuma sahiptir. Burada “evvel” ve “sani” ile saraydaki hiyerarşik yapıya da işaret ediliyor. “Yekta-eda” ile yine merhumun “tekliği” vurgulanırken eda’nın Said Efendi’nin de ilgilendiği hat ve musikîde uslûp anlamına geldiğini hatırlatalım. Üçüncü beyitte II. Mahmud’a da musahiblik yaptığını öğreniyoruz. Nüktedanlığı ve hazırcevaplığıyla padişah meclislerinin vazgeçilmez adamı olan Said Efendi’den 19. yüzyıl Osmanlı saray hayatının önemli Letâif-i kaynaklarından Vekâyi-i Enderûniyye’de “musahibân-ı hoş sohbet” diye bahsediliyor. Bu arada III. Selim’in Mevlevî olduğunu, II. Mahmud’un da bu tarikati desteklediğini söyleyelim. Mazmun kelimesi aslen
134 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
“ince söz, espri” manasına geldiğinden sayısız latifesiyle Sultan’ı memnun ettiğini öğrendiğimiz merhumun bu “latife-gû” vasfını “Latife söylerim zannetme”, yani şaka değil, gerçek, diyerek vurguluyor. Merhumu, bir musiki terimi olarak “ölçülerin belli amaçlarla kalıplaştırılmış şekli” demek olan usûl’e aşina, yani bu işte usta, bir neyzen olarak vasıflandıran şair, “tebdil-i makam” tamlamasıyla da şairin hem bu dünyadan ahirete göçtüğünü, yani mekân değiştirdiğini, hem de musikîdeki makam değişikliğini işaret eder. Zira bir sonra mısrada ondan ayrılığın acısıyla mutrıb ehlinin neyinin feryad u figân etmesini layık bulur. Usûl, neyzen, tebdil-i makam, nây, mutrib gibi musiki terimlerinin bir beytin içinde ustaca kullanılması, bize devrin kaynaklarında önemli neyzenler arasında adı geçen Efendi’nin bir hususiyetini haber verir. Beşinci beytin başındaki “Aziz” hitabı hem ziyaretçiler hem de merhumun kendisi için kullanılmış. Mu’tekid (bağlanmış) ve müntesib (mensup, intisaplı) kelimeleriyle yine Mev-
» Said Efendi’nin Eyüp’teki mezar taşı
levîliğine atıf yapılmış. İkinci mısrada başta Mevlana olmak üzere Mevlevî büyüklerinden merhuma şefaatçi olması istenirken ilk mısradaki “pîr” kelimesi yaşlı manasına gelmesinin yanında Hz. Mevlana’nın unvanlarından biri olan “Hz. Pîr”i çağrıştıracak şekilde kullanılmış. Rûz-ı ferdâ (yarınki gün) ile de mahşer gününün kastedildiği açık. Şair (Safvet), adını zikrettiği ve merhumun vefat tarihini ebced hesabıyla verdiği son beyitte Said Efendi’nin Me’va cennetinde Hazret-i Mevlana’ya musahib olması için dua etmektedir. Türk Mezar Taşı Edebiyatı yazarının refakatinde tarihî mezarlıklarda yüzlercesine rastlayabileceğimiz Said Efendi’nin mezar taşını hem şekil hem de muhteva bakımından okumaya çalıştığımızda ortaya çıkan tablo, İsmail Kara’nın tespitlerini hatırlarsak, işin sadece elifba ile bitmediği, bilakis bunun sadece mukaddeme olduğudur. Çünkü meselenin kökü çok daha derinlerde: “Cumhuriyet inkılaplarının istisnasız hepsi bizi bu büyük mirastan fiilen ve psikolojik olarak uzaklaştırmıştır.” Osmanlı sosyal tarihiyle ilgili kıymetli çalışmalara imza atan Ekrem Işın, Osmanlı kültüründeki semboller dünyasını deşifre ettiği bir yazısını şöyle noktalıyordu: “Osmanlı kültürü, sembollerin diliyle konuşur. Bu dili çözüp layıkıyla anlayanlar için bu medeniyetin insan ruhuna nakşettiği hazine tam bir cennet; kulakları sağır, gözleri kör ve dilleri kekeme olanlar için ise tam bir cehennemdir.” Biz kendi cehennemimizi hazırladığımız yetmezmiş gibi, bir de ona kendi ellerimizle odun taşımışız. Ümidimiz o ki, bir mezar taşı kitabesinde yer alan şu dua makbul ola: “Bize bir Fatiha ihsan eden bulur cenneti.”
䠀攀爀 戀椀爀椀洀椀稀 戀椀爀 攀欀猀椀ἁ椀 最椀搀攀爀攀氀椀洀㬀 稀漀爀 弁愀爀琀氀愀爀搀愀 礀愀弁愀礀愀渀氀愀爀渀 椀栀琀椀礀愀氀愀爀渀 琀愀洀愀洀氀愀礀愀氀洀⸀
、O、
㌀
MO、、
㐀
、LD、、、、、、、、、、、、、、
、、、、、、、、、
㈀
、、、、 、、、、、、、、、
㔀
M、M、
㈀
、Ü、Ç、、、、、、、、、、、、、、、、、、ḁ、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、、ḁḁ币币币币币币币币币币币、、、、、、、、、、
136
VİTRİNDEKİLER
FİKİR ÇİLEKEŞİ
OSMANLI GALATA’SI Bizans’ın önemli ticaret merkezi Galata Fatih’in İstanbul’u fethiyle bir ‘Osmanlı’ olmaya durmuştu. Yine ticaret merkezi olarak kalacaktı fakat bir dizi demografik, sosyal ve ekonomik değişim bekliyordu Osmanlı’nın Galata’sını. 1453-1600 arasında yaklaşık 150 yıllık sürede Galata’nın dönüşen dokusuna temas eden kitap zengin arşiv kaynakları ışığında sokak sokak, bina bina gezdiriyor bize Galata’yı. Fetihle birlikte değişen surlar ile kara ve deniz kapılarına uğruyoruz ilk. Kürkçü Kapı, Yağkapanı Kapısı, Balıkpazarı Kapısı, Kurşunlu Mahzen Kapısı açılıyor önümüzde. Ceneviz ve Osmanlı Galata’sının ticaret hayatında önemli bir yeri olan Lonca teşkilatını sorarsanız söyleyelim: Galata’daki Lonca sanılanın aksine bir esnaf örgütlenmesi değilmiş. Latince loggia’dan gelen Lonca bir mekanı tanımlıyormuş meğer. Pazar alanı olarak kullanılan meydan ile
OSMANLI GALATASI
(1
Kerim İlker Bulu 453-1600), nur, Bi
lge Kültür Sanat Yay., 2014, 312 s., 28
¨
138 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
kemerli sütunların revaklar ile örtülmesi sonucu oluşan bir yapıdan müteşekkilmiş. Osmanlı ile bu alan genişletilmiş; zaman içinde ihtiyacı karşılayamayınca yeni hanlar ve dükkânlar eklenmiş. 1455 sayımı Fetih’ten sonraki yıllarda Lonca Mahallesi’nde durağan bir yapı resmederken, 1472 Vakfiyesi bölgedeki ilk kıpırdanmaların II. Mehmed’in son 10 yılında başladığını gösterir. Bölgede Müslüman mahallelerinin oluşum hikâyesi de ilginç. İstanbul’da şahıs isimli mahalleler mescit yapıldıkça azalırken Galata’da uzun süre varlığını korumuş, ancak II. Mehmed dönemi sonları ile II. Bayezid dönemi başlarında cami ve mescit isimli mahalleler kurulmuş. Çoğunluğu İtalyan, Rum, Ermeni ve Yahudilerin oluşturduğu bölgede Müslüman nüfusu 1478’de Galata’nın %35’ini oluşturan bir yoğunluğa ulaşmış. Kitabın önemli başlıklarından birini Galata’nın yönetimi oluşturuyor. En azından 16. yüzyılın ikinci yarısından beri mevleviyet adı verilen büyük kadılıklardanmış. Kayıtlara bakılırsa 16. yüzyılda 250 veya 300 akçe yevmiyeli Galata kadılarının yargı dairesine Boğaz’ın Rumeli yakası ile Güney Marmara’daki bazı yerleşimler giriyormuş. Fetihten sonra Galata ticareti uzun süre kendine gelemedi sanıyorduk ama hiç de öyle değilmiş, birkaç ay içinde eski canlılığına kavuşmuş. Bunda Fatih’in izlediği ekonomi politikasının etkisinin büyük olduğunu söylüyor yazar. Türk askerlerinin İstanbul’u ele geçirmesinden sonra korkuyla şehri terk etmeye çalışan Galata halkını Fatih’in vezirlerinden Zağanos Paşa zarara uğramayacakları ve evlerinde oturabilecekleri sözü vererek durdurmuş. Osmanlı’nın 6 asır dünya siyasetinde nasıl etkili olduğunu bu küçük numunede, yani Galata’da seyretmelisiniz. Devlet-i Âliyye’nin ‘şehri ve dünyayı mamur’ etme fikriyatının sokak sokak sindiği Galata’ya ve esnafına ait gravürler de görebilseydik keşke.
Necip Fazıl’ın 110. doğum yılı vesilesiyle “Kalır Dudaklarda Şarkımız Bizim” adıyla Zeytinburnu Belediyesi tarafından tertiplenen sempozyumun tebliğleri kitaplaştı. Metinlerde Üstadın edebi kişiliğinin yanı sıra siyasî ve fikrî ajandası da zihne nakşoluyor. Rasim Özdenören, Ali Ayçil, Abdullah Uçman, İsmail Kara, Mustafa Armağan gibi pek çok muteber isim Necip Fazıl’ı farklı açılardan NECİP FAZIL KİTABI mercek altına alıyor. Zeytinburnu Belediyesi 2015, 608 sayfa
100 BİN YILLIK MAZİ KAÇ SAYFA EDER? Dünyanın tarihi bir kitaba sığmaz elbet. Ama ilk uygarlıklardan bugüne insanoğlunun kadim yolculuğunun mühim duraklarında soluklanabiliriz pek âlâ. Mesela erken imparatorluklar çağında, Hint medeniyetinde, yüksek Ortaçağ Avrupa’sında ya da Sanayi Devrimi’nde. Olmadı mı? O halde 2. Dünya Savaşı, Selçuklular ve Osmanlı, İslam imparatorlukları ve Mezopotamya’ya götürelim sizi. 100 bin yıllık mazinin hadiseleri 399 sayfaya birbirini ezmeden, ötelemeden ve küçümsemeden ancak bu kadar güzel sığ(ın)abilirdi.
KISA DÜNYA TARİHİ Ali Çimen Timaş, 2015, 399 s., 19.50¨
NADİR ŞAH’LA BULUŞMA “Ne melek yüzlü, himmet deryası bir hükümdar, ne de gaddar bir şah”. Kitap İran’ın en önemli hükümdarlarından Nadir Şah’ı tam da bu çizgide, objektif bir perspektifle ele alma iddiasında. Fars, Kafkas, Rus ve Batı Avrupa kaynakları taranarak hazırlandığını düşünürsek bu iddiasında da haklı. İran tarihine meraklıysanız Nadir Şah’sız olmaz. O zaman müracaat adresini biz vermiş olalım.
NADİR ŞAH-I AVŞAR, M.R. Arunova - K.Z. Eşrefyan, Selenge, 2015, 274 s., 20¨
VİTRİNDEKİLER
Türkler Hakkında Her Şey TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ
İbrahim Kafesoğlu, Ötüken, 2015, 454 s., 22¨
İlk baskısı 1977’de yapılan ve bugün üniversitelerin tarih bölümlerinde ders kitabı olarak okutulan eser 38 yıldır hem akademik camiada, hem de halk nezdindeki muteber yerini muhafaza ediyor. Son 20 yılda kaleme alınan tarih kitaplarında yazarların merhum Kafesoğlu’nun ortaya koyduğu bilgilerin dışına çıkamadığını söyleyelim de siz anlayın kitabın ilmî gücünü.
HEM DÜŞMANLA, HEM AÇLIKLA SAVAŞTILAR KAFKAS CEPHESİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDAKİ LOJİSTİK DESTEĞİ
Tuncay Öğün
Dergâh, 2015, 502 s., 31¨
Savaşların maddi-manevi seyrine yön verecek kadar stratejik önem taşıyan iaşe takviyesi tarihin her döneminde ordular için hayatî bir kaynaktı. 1. Dünya Savaşı’nda çarpışmaların had safhada olduğu pek çok cephede askerler düşmandan çok açlıkla mücadele etmişlerdi. Bu problem en çok Kafkas Cephesi’ni etkiledi. Neden mi; cevabını yazarı versin: “Deniz ulaşımı, demir yolları ve düzenli kara yollarından neredeyse tamamen mahrum, dağlık ve fakir bir bölgede Ruslara karşı faaliyet
dumanı üstünde SURIYE IÇIN SAVAŞ 1918-1920
John D. Grainger, Tarih&Kuram, 2015, 313 sayfa, 30¨
140 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
Türk millî kültürünün Cumhuriyet tarihinde ilk kez ilmî temeller üzerine oturtulduğu kitabında söze medeniyetlerin menşeini farklı nazariyeler açısından ele alarak başlıyor Kafesoğlu. Türk adı ve soyu üzerine coğrafi ve etimolojik tavzihlerde bulunduktan sonra tarihteki Türk devletlerine geliyor sıra. Hükümranlık ve Kut’tan cihan hakimiyeti ülküsüne, Türk İl’inde teşkilattan din, iktisadî hayat, edebi kültür, sanat ve ahlâka Bozkurt kültürü asırların mirasını sırtlanıp kuruluyor sayfalara. İslam-Türk devresinde Türk kültürüne ayrı bir bölüm ayrılmış. Türklük-İslamiyet ilişkisinin DNA’sını da fısıldıyor satır arasında: “Bozkırlardan gelen Selçukluların devlet kurabilmeleri
ancak İslamiyetin ve mahallî hususiyetlerin değerlendirilmesi ile mümkündü”. Kitabın 1982’deki 2. baskısından sonra 1997’ye kadar her yıl bir kere olmak üzere 15. baskısına ulaşması ilmî bir eser için büyük bir başarı. Akademik eseri sadece akademisyenler okur vehmini susturan kıymetli bir örnek aynı zamanda. Ne var ki bu baskıların hurufatı vaktiyle hocanın da şikayet ettiği gibi arzu edilen teknik güzellikten uzak, satırları sıkışıktı; dolayısıyla eserin muhtevasına yakışmıyordu. Özenli tasarım, zengin kaynakça ve teferruatlı indeksi ile içeriğinin hakkını veren bu yeni baskı yüzümüzü güldürse de yazarın biyografisini görmeyi de isterdik.
gösteren 3. Ordu’nun savaşın başından sonuna kadar şiddetli bir iaşe sıkıntısı içinde bulunması bu bölgenin tercih edilmesine sebep olmuştur”. İaşenin cepheye aktarılmasındaki her aşama en ince ayrıntısına kadar işlenmiş. Harp çiftçiliği de, tohumluk ve kredi desteği de, çekirgeyle mücadele de atlanmamış. İaşe örgütleri, hasılatın fiyatları, tarımsal üretimde ve sevkiyatta kullanılan araç ve gereçler, menzil hatları ve kullanımı, yiyecek kıtlığının meslek grupları üzerindeki etkileri ve meraklısının dahi aklından geçemeyecek pek çok iaşe sorunu ayrı başlıklar altında tek tek açıklanmış. Karikatürler, istatistikî veriler, haritalar ve bölge halkından manzaralar birkaç nefeslik molalar bahşediyor okura. Başta söyleyeceğimizi şimdi söyleyelim. Bu aslında bir doktora tezi. Fakat
akademik tespitler arasında boğulur muyum diye gözünüz korkmasın. Tez jürisi kadar 1. Dünya Savaşı ile ilgilenen okurları, hatta savaş sosyolojisi meraklılarını da memnun edecek bir kitap. Bir dost tavsiyesi: Diğer cephelerle lojistik destek anlamında genel bir karşılaştırma fena olmazdı.
RÖNESANS VE OSMANLI DÜNYASI,
Der: Anna Contadini Claire Norton, Koç Üni. Yay, 2015, 340 sayfa, 36¨
ANADOLU’NUN GÖZYAŞLARI-YURTDIŞINA GÖTÜRÜLMÜŞ TARIHI ESERLERIMIZ
Yaşar Yılmaz, YEM Yay., 2015, 311 sayfa, 55¨
Hediyeli Bulmaca e-mail:
[email protected]
SOLDAN SAĞA: 1- Kösem Valide Sultan’ın tahta çıkan bir oğlu - Cömert - Çalışma. 2- Osmanlı’da lise derecesindeki okul - Aktinyumun simgesi - Sözünden, kararından dönmeme - Bir işi yapmaya hazır. 3- Boğun eğen - Fas internet kodu - Renyumun simgesi - Sümerlerde su tanrısı - Osmanlıcada ‘Göz’. 4- Bir Asya ülkesi - Kösem Valide Sultan’ın bir kızı - Güney Afrika internet kodu - Belirti, işaret. 5- Sodyumun simgesi - Kemiklerin toparlak ucu - Uzaklık anlatır - Sıra durumuna getirme. 6- ‘... Sultan’ (Kösem Valide Sultan’ın bir kızı) - Suyla çevrili kara parçası - İsim. 7- İrlanda Cumhuriyeti internet kodu - Arka, geri - Bir Kafkas halkı. 8- Karışık renkli - Bir
Kasım ayının çözümü.
sayı - Hayvanın beline konulan eski çul. 9Kösem Valide Sultan’ın tahta çıkan bir oğlu
nu - Su - Karıkocadan her biri. 4- Safra - Bir
bul eden, benimseyen. 18- ‘... Sultan’ (Kösem
Hıristiyan yortusu - Çam, ardıç yaprağı. 5Osmanlı’da Roma’ya verilen ad - Maldivler
Valide Sultan’ın bir kızı) - Avuç içi. 19- Parola - 1232 yılında yapılmış Alanya’daki kale -
internet kodu - Oylumlu. 6- Suçu bağışlama - Yeşile çalan toprak rengi - Yetmez miktar-
Bağışıklık için vücuda verilen eriyik. 20- Bir binek hayvanı - Uluslararası Çalışma Örgütü (İngilizce kısaltma) - İsimden isim yapan bir
- İnce dantel. 10- Karadağ internet kodu Olumsuzluk veren bir ön ek - Lorentiyumun simgesi - İstanbul’da 532-37 yılları arasında katedral olarak inşa edilmiş günümüz müzesi - Ermin, kakım. 11- Fiyat, paha - Yankı,
da. 7- Görevin yürütüldüğü merkez - Gümüş
yansıma - Vilayet - Müfrit, ekstrem. 12- Kösem Valide Sultan’ın boğdurtulan bir oğlu İtidal, ölçülülük.
kodu. 9- Kalsiyumun simgesi - Prensip,
balığı. 8- Başlama, çıkış - Andorra internet umde. 10- Kıyıda köşede olan - Yeşilırmak’ın antik çağdaki adı. 11- Notada duraklama -
YUKARIDAN AŞAĞIYA:
Asker, nefer. 12- Akıl - Eski Mısır’da güneş
1- Kösem Valide Sultan’ın eşi olan 14. Os-
tanrısı. 13- Gerçek - ‘... Sultan’ (Kösem Valide
manlı padişahı. 2- Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanınan Mardin’deki antik kent - Ya-
Sultan’ın bir kızı). 14- Bayındır - Hektar (kı-
bancı - Edebiyat (kısaltma). 3- Bir zeka oyu-
beden, vücut. 16- Teşhis - Ara verme. 17- Ka-
142 DERİN TARİH / 2015 ARALIK
saltma). 15- Rusçada ‘Evet’ - Baston - Gövde,
ek. 21- Bayram - Kinaye - İkaz. 22- Kösem Valide Sultan’ın boğdurtulan bir oğlu. Bulmacanın çözümünü kimlik, adres ve telefon bilgileriyle 20 Aralık’a kadar dergimize ulaştıran 5 okurumuza Sufi Yayınlarının Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik kitabını hediye ediyoruz. Adres: Derin Tarih Dergisi Maltepe Mah. Çayhane Sok. No: 1, 34010 Zeytinburnu - İstanbul
[email protected]
Çizgisel Tarih
HASAN AYCIN
[email protected]
RESİM
ALBÜMÜ
MUSTAFA ARMAĞAN
MUSTAFA ARMAĞAN Urfalı bir anne-babanın çocuğu olarak Cizre’de doğdu (1961). İlk, orta ve lise öğrenimini Bursa’da tamamladı. İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra yayıncılık yaptı. 1995-96 yılları arasında İzlenim, 2000–02 yılları arasında da DA (Diyalog Avrasya) dergilerinin genel yayın yönetmenliklerini yürüttü. Halen Derin Tarih dergisinin yayın yönetmenliğini sürdürüyor. Evli ve 4 çocuğu bulunan Armağan, tarih araştırmaları haricinde çeşitli televizyon kanallarına tarih programları hazırlamakta ve konferanslar vermektedir.
Diğer Eserleri
Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler (2005) Osmanlı’yı Kuran Şehir: Bursa’ya Şehrengiz (2006) Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed (2006) Küller Altında Yakın Tarih (2006) İnsan Yüzlü Şehirler (2006) Yakın Tarihin Kara Delikleri / Küller Altında Yakın Tarih 2 (2006) Efsaneler ve Gerçekler / Küller Altında Yakın Tarih 3 (2007) Korku Duvarını Yıkmak / Küller Altında Yakın Tarih 4 (2009) Paşaların Hesaplaşması / Küller Altında Yakın Tarih 5 (2010) Osmanlı’yı İmparatorluk Yapan Şehir: İstanbul (2007) Büyük Osmanlı Projesi (2008) Osmanlı’nın Mahrem Tarihi (2008) Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı (2009) Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı-1 (2009) Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı-2 (2009) Kır Zincirlerini Osmanlı (2010) Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (2010) Fatih’in Rüyası (2010) Cemil Meriç’in Dünyası (2010) Türkçe Ezan ve Menderes (2010) Geri Gel Ey Osmanlı! (2010) Osmanlı’nın Kayıp Atlası (2010) Tek Parti Devri (2010) Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz (2011) Bulutları Delen Kartal/Cemil Meriç ile Konuşmalar (2011) Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak (2011) Gerçek Tarihin Peşinde (2011) Kızıl Pençe (2012) Fetih ve Fatih (2012) Petersburg’da Osmanlı İzleri (2012) Gelenek ve Modernlik Arasında (2012) Satılık İmparatorluk (2013) Osmanlı Sultanları Albümü (2013) Cumhuriyet Efsaneleri (2014) Lâle Devri (2014)
Derin Tarih Kültür Yayınları — 32 Derin Tarih dergisinin 45. sayısının hediyesidir. Aralık 2015 Yavuz Sultan Selim Mustafa Armağan İletişim Maltepe Mah. Çayhane Sok. No: 1 Zeytinburnu 34010 İstanbul 0212 467 65 05 www.derintarih.com
[email protected] Baskı Strateji Matbaası
MUSTAFA ARMAĞAN
Yavuz Sultan Selim (1512-1520)
Az müddetde çok iş etmiş idi, Sâyesi olmuş idi âlemgîr, Şems-i asr idi asrda şemsin, Zılli memdud olur zamanı kasîr Hayf Sultan Selim’e yüz bin hayf Hem kalem ağlasın ona hem seyf
Manası: Az vakitte çok işler yapmıştı Gölgesi âlemi tutmuştu Zamanın güneşiydi, ikindi vakti güneşin Gölgesi uzun olur lakin süresi kısadır Sultan Selim’e yazık, yüz bin kere yazık oldu Ona hem kalem ağlasın, hem kılıç. * Şeyhülislam ve tarihçi Kemalpaşazade
Sultan Selîm-i Evvel’i râmetmeyüp ecel Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî Yahya Kemal
Çağımızın büyük tarihçisi Fernand Braudel’in isabetle teşhis ettiği gibi, Osmanlı ekonomisini asırlarca ayakta tutan, hatta İstanbul’un fethinden de büyük olan hamle, Yavuz’un 1516-1517 yıllarındaki Suriye-Mısır seferidir. Yavuz Sultan Selim’in Safevi ve Memluk devletlerine karşı düzenlediği seferler Osmanlı fetih stratejisinin bir anda Avrupa’dan Asya ve Afrika’ya doğru bir değişim geçirdiğini gösterdiği gibi kadim Doğu kültür ve ilim birikiminden yararlanmayı da beraberinde getirecek ve Osmanlı klasik kültürünün son büyük dönemeçlerinden birisi olacaktır. Kaynaklara göre Yavuz Sultan Selim uzunca boylu, kalın kemikli, çok geniş omuzlu, sert ve keskin bakışlı, yuvarlak kırmızı yüzlü, çatma kara kaşlı, iri kemikli, büyük başlı, esmer tenli, koç burunlu, iri bıyıklı, sakalsız, belinden yukarısı aşağısına oranla daha kısa (artık bu vücut tipine alıştık sayılır), dolgun vücutluydu. Solakzade Tarihi’ne bakılırsa orta boylu, oldukça şişman, inci gibi parlak ve beyaz dişli, hışımlı bakışlı, mukavves (kavisli) kaşlı, kuvvetli pazılı ve pak yüzlüdür.1
Kendisini Kahire’ye girerken gören Arap tarihçisi İbn İyas’a bakılırsa sakalsız, kumral tenli, uzunca ve genişçe burunlu, iri gözlü, kısa boylu, sırtı hafifçe eğik biridir. Ayrıca çok çeviktir. Kahire’ye girerken başında küçük bir sarık ve sırtında ipekli bir kaftan vardır.2
Yine kaynaklara göre bakışları etkiliydi. Konuşurken bazı kelimeleri “fart-ı zekâ ve asabiyetinden”, yani aşırı zeki oluşundan ve sinirliliğinden dolayı birkaç kez tekrarlardı. Ancak Topkapı Sarayı’nda bulunan ve sol kulağında incili bir küpe görünen resim genellikle Yavuz’a atfedilirse de ona ait değildir. Kulağında küpe, hele bu resimdeki gibi incili bir küpe taşıdığı söylenemezse de, bazı yerlerde “mengûş”, yani bakır bir halka taktığı rivayeti geçmektedir.3 Bu resmin sarığının üzerindeki 12 dilimli tacdan dolayı Şah İsmail’e ait olduğu ileri sürülürse de, Şark’ta bu şekilde mücevherli taclar 18. yüzyıldan önce mevcut değildi. Tac daha çok sarığın üzerine takılan bir ya da birkaç sorguçla temsil edilirdi. Yavuz ihtişam ve gösterişe önem vermez, babası gibi sadeliği pek severdi. Kendisi için fazla para harcanarak köşk ve saray gibi lüks binaların yapılmasını istemezdi. Bütün isteği, devlet hazinesini dolu bırakmaktı. Bir gün Hazine Defterdarı Abdüsselam Bey’e Sirkeci ile Sarayburnu arasında kıyıya yakın bir yere basit bir köşk yapılmasını emretmiş, o da Yalıköşkü’nü yaptırmıştı. Yavuz köşkü gezerken onun çok lüks yapıldığını görünce canı fena halde sıkılmış, “Ben sana bu kadar para sarfına izin vermemiştim, mütevazi bir gölgelik yapasın diye emretmiştim” diye Defterdar’ını paylamıştı. Hazine Defterdarı bu söz üzerine güç durumdan kurtulmak için “Köşkü kendi paramla yaptırıp size hediye etmek için izin istiyorum, kabulünü istirham ediyorum” deyince, ancak bu sözler üzerine Yavuz’un sinirleri yatışmıştı.4 O zamanların ilim ve sanat muhiti Amasya’da yetişmiş olan Yavuz’un hobisi kuyumculuktu. Dil olarak Farsça, Arapça ve Tatarcayı öğrenmişti. Latifî “Farsça konuşmaya fazlaca arzulu olmuşlardı” der. Ayrıca “Farsça ile temiz yaradılışında dostluk ve yakınlık vardı.” Ayrıca satranç oyununda iddialı bir usta olduğunu biliyoruz.
Yavuz’un da baba ve dedesi gibi şiire özel bir merakı vardı. Nitekim yaklaşık 300 gazel ihtiva eden Farsça bir divanı vardır ve bu divan 1890 yılında İstanbul’da bastırıldığı gibi, 1904 yılında Kayzer II. Wilhelm’in finansörlüğünde Sultan II. Abdülhamid’e bir cemile olmak üzere Berlin’de Prof. Horn tarafından nefis bir surette büyük boy, tezhipli olarak 500 adet bastırılmış ve bir nüshası da Abdülhamid’in kendisine gönderilmiştir. Divanının Türkçe çevirisi de basılmıştır.5 Osmanlı hanedanında Farsça tam divan sahibi olan tek sultan Yavuz’dur. Latifî gibi şiir üstadlarının ve Solakzâde gibi tarihçilerin de belirttiği üzere Yavuz hiç Türkçe şiir yazmamıştır.6 Dolayısıyla Muş’ta bir çeşme üzerinde bulunduğu söylenen “Kürde fırsat verme yarab!” diye başlayan kıtanın Yavuz’a ait olması sırf bu nedenle dahi mümkün değildir. Latifî şöyle der: Merhumun -toprağı temiz olsun- adına okunan Türkçe şiirlerin çoğu halkın uydurması, yakıştırmasıdır. Yavuz Sultan Selim şiirlerinde “Selimî” mahlasını kullanırdı. Bu mahlasın, başka bir şaire ait olduğu ve onun şiirlerinden bazılarının karıştırılarak Yavuz’a isnad edildiği de iddia edilmektedir. Nitekim piyasada onun yazdığı söylenen ve, Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kıldı füzûn, eşkimi hûn etti felek Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân Beni bir gözleri âhuya zebûn etti felek
kıtası Yavuz Sultan Selim’e ait değildir. Yine ona atfedilen aşağıdaki beyti içeren gazelin de Nesrî adlı bir şaire ait olduğunu bizzat şuara tezkiresi sahibi Latifî bildirmektedir7:
Her gice altun benekli âsumânîler giyüp İşbu dehr-i pîrezen olmuştur oynaşım benüm.
Beytin anlamı şöyledir: Her gece üzerinde altın benekler bulunan mavi giysiler giyip bu kocakarı dünyayı oynaş edinmişimdir. Lakin kendisine ait olmamakla birlikte Yavuz’a yakışan bir beyittir. Ayrıca Osmanlı padişahları içerisinde çok okumaktan dolayı gözlerinin bozulduğunu ve bu yüzden mercek kullandığını bildiğimiz ilk padişah Yavuz’dur. Geceleri 3-4 saat uykuyla yetinir, diğer zamanlarını okuyup yazmakla geçirirdi.8 Bu arada Şeyh Mekkî Efendi’ye İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücud öğretisini savunan bir eser yazmasını emrettiğini biliyoruz ki, El-Cânibü’l-Garbî… adını taşıyan kitap bu istek üzerine kaleme alınmıştır.9 Mısır seferinden İstanbul’a dönünceye kadar Şeyhülislam İbn Kemal’e alim İbn Tağriberdî’nin En-Nücûmu’z-Zâhire adlı eserini tercüme ettirerek konak yerlerinde parça parça kendisine sunulmasını istemiş ve okumuştur. Şeyhülislâm İbn Kemal’in Vahdet-i Vücud’u bir devlet doktrini haline getirme tasarısı ile Yavuz’un, İbn Arabî’nin Şam’daki mezarı üzerinde türbe yaptırması ara-
sındaki bağ incelemeye değer merak uyandırıcı bir konudur.10 Ayrıca Mısır’ı fethettikten sonra Hint ve Çin ülkelerinin haritalarını yaptırdığına dair bir rivayet vardır.11 Yavuz bu haritaları niye yaptırmıştır? Yoksa Mısır’dan sonraki hedefi Hindistan ve Çin diyarları mıydı? Mısırlı tarihçi İbn İyas’ın bildirdiğine göre Kahire’den dönüşte, İstanbul’da bıraktığı oğlu Süleyman’ın eğlenip hoşça vakit geçirmesi için yanına bir “gölge oyunu” takımı alarak İstanbul’a dönmüştür. Böylece Osmanlı kültürünün önceki ögelerinden birisi olan gölge oyunu Yavuz’un eseri olmaktadır.12 Kardeşi Şehzade Korkut kadar olmasa bile musikiye de eğilimi vardı Yavuz’un. Hatta İran seferinden dönüşte Tebriz’den bazı Azeri sanatkârları alıp İstanbul’a getirtmiş olması, bu şehirdeki musiki şehrayininin başlangıcına onu oturtmamızı gerektirir. Nitekim IV. Murad’ın da Tebriz’den Şark musikisi üstadlarını getirttiğini göreceğiz. Tarih, Yavuz’un özel ilgi alanıydı. Moğolların Doğu’daki seferlerini anlatan Vassâf Tarihi’ni seferlerde dahi yanında götürür ve
okurdu. Hatta Mısır seferinde bir ara bu kitap bedeviler tarafından düzenlenen bir baskında gasbedilmiş, padişah buna çok üzülmüştü. Mısır’ın fethinden sonra Kahire’de hızlı yazmasıyla ünlü bir hattat bulundu ve kendisinden Vassâf Tarihi’ni yazmasını istedi. Adamı bir eve kapattırdı ve kitabı yazdırdı.13 Kardeşi Korkut’un Manisa’da bulunan kütüphanesini Topkapı Sarayı’na naklettirmesi de kitaba olan merakını göstermesi bakımından enteresandır. Sohbet meclislerinde ilim adamları ve şairlerle bulunmaktan hoşlanırdı. Zembilli Ali Efendi, Kemalpaşazade, İdris-i Bitlisî, ho-
cası Halimî Efendi, Tacizade Cafer Çelebi gibi ilim ve fikir adamları ile Ahî ve Revanî gibi şairler bu meclislerde bulunmuşlardı.14 Yavuz lüks ve sefahatten nefret eder, sadelikten, âlim ve sanatkârlarla konuşup tartışmaktan hoşlanırdı. Giyim-kuşamına fazla dikkat etmez, elbisesi eskidiği halde özellikle yeniletmezmiş.15 Çağdaşı Paola Giovio, Habsburg İmparatoru Şarlken’e onu tasvir ederken “yemek ve eğlencelerde mutedildir” demiştir.16 İyi yay yapmayı, ok atmayı çocuk denecek yaşlarda öğrenmişti.
Ayrıca çok mahir bir avcı olduğu biliniyor. Birkaç ay süren avlara çıkmış, oğlu Süleyman’a da bu merakını miras bırakmıştır. Kılıç kullanmadaki maharetini Nil nehri kıyısında bir timsahı tek vuruşta ikiye bölmesinden anlayabiliriz. (Bkz. Hünernâme’de yer alan minyatür.17) Yavuz aynı zamanda bir koleksiyonerdi. Suriye ve Mısır’dan getirttiği kutsal emanetler ve diğer değerli eşya, Osmanlı Sarayının en değerli parçaları olarak muhafaza edilegelmiştir. Ayrıca Topkapı Sarayı’ndaki çini koleksiyonunun çok önemli bir kısmı, onun Kahire’de Memlûk hazinesinden ve çarşılardan toplattığı değerli parçalardan oluşur.18 Mukaddes beldeleri Osmanlı Devleti’nin sınırlarına dâhil ederek gayrimüslimlerin, özellikle de Portekizlilerin tasallutundan kurtaran Yavuz Sultan Selim, kendisine verilmek istenen “İki Şerefli Şehrin (yani Mekke ve Medine’nin) Hâkimi” (Hâkimü’l-Haremey-
ni’ş-Şerifeyn) unvanını kabul etmemiş, kendisine “Hâkim” yerine “Hâdim”, yani “Hizmetkâr” denilmesini istemiştir. Bu sırada gözyaşlarına boğulduğu rivayet edilir. Kâbe örtüsünün işlenmesi görevi ilk defa onun zamanında Memlûklardan Osmanlılara intikal etmiş ve bu örtünün imal edilmesi için Mısır civarında çeşitli köyler vakfetmiştir. O tarihten Birinci Dünya Savaşı’nda kutsal topraklar elimizden çıkıncaya kadar Kâbe örtüsü imal geleneği Osmanlı’da devam etmiştir. İlginç olan bir başka nokta ise Mekke’deki Harem-i Şerif için özel mumlar yaptırıp göndermesidir ki, bunların içinde kâfurdan yapılan beyaz mum (şem’-i kâfurî) ile balina yağından yapılan “ispermeçet” mumu özellikle dikkat çekmektedir.19 Bazı kaynaklarda Mevlevi olduğu yazılıdır. Nitekim Suriye seferine giderken Konya’da Mevlânâ türbesini ziyaret etmiştir. Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında cüzam hastaları için Karacaahmet Mezarlığı yakınında bir yurt (leprozeri) yaptırmıştı. Burası Miskinler Tekkesi olarak tanındı ve 1938 yılında yıktırılıncaya kadar cüzzam hastalarına hizmet vermişti. Yavuz Sultan Selim’i en iyi ifade eden beyit, Şeyhülislam Kemalpaşazade’ye aittir: Asr-ı şems idi, asrda şemsin Zılli memdûd olur, zamanı kasîr. Yani onun zamanı güneşin ikindi vaktindeki parlaklığına benzerdi. Ancak bu zamanın güneşinin gölgesi uzun olmakla birlikte zamanı kısadır, hemen akşam bastırır. Böylece onun zamanındaki parlaklığın neden 8 yıl gibi kısa bir süreye sıkıştığı anlatılmak istenmiştir.
Kılıcımın ağzı kestikçe Rivayete göre Yavuz Sultan Selim kıyafetine pek dikkat etmez, elbisesi eskidiği halde yeniletmezmiş. Bu yüzden devlet ricali gerek saygı dolayısiyle, gerekse kendisinden çekindikleri için huzuruna yeni ve süslü elbiselerle çıkmaya çekinirlermiş. Padişahın elbisesi gitgide fersudeleşir, lakin kimse bunu kendisine hatırlatmaya cesaret edemez. Bir ara padişah ve vezirleri adamakıllı kılıksızlaşırlar. O sırada bir kafir elçisinin geleceği haber alınır. Bunu fırsat bilen sadrazam, binbir korku ile hükümdara: -Efendimiz, der, bu kafir makulesi, akl-i kasirleri muktezasınca zahirbin olup alayişe ziyade nazar ederler. Layıktır ki, siz padişahımız dahi... Yavuz onun maksadını anlar ve sözünü keser: -Ha... Evet! Öyle yaparız. Hem siz dahi bir hoş ziynetlu libas tedarik eylen! Vezirler sevinir ve süslü elbiseler diktirip hazırlanırlar. Padişah ayrıca, elçiyi kabul edeceği zaman tahtın ayak ucuna bir yalın kılıç konmasını emreder.
Her şey hazırdır. Vezirler, başta sadrazam bulunduğu halde muhteşem elbiseleriyle tahtın etrafında yer alıp padişahı beklemektedirler. Birdenbire Yavuz gelir, lakin eski kıyafetiyle!...
Vezirlerin korkudan dudakları patlayıp ak sakallı çeneleri gelincik çiçeğine döner. Aynı zamanda elçi de huzura kabul olunur. Devrinde dünyayı titreten Yavuz’un önünde korkudan iki büklüm bir halde durur. Mutad merasim ve konuşmadan sonra ise huzurdan çıkar. O zaman Yavuz vezirlere: – İmdi varın, elçi beye sorun. Padişahımızın libasını nasıl buldunuz deyin! Vezirler koşarlar ve bu suali elçiye tekrar ederler. Aldıkları cevap ise şudur: – Ben şevketli hünkarı görmedim bile.. Tahtının ayak ucundaki yalın kılıç gözümü aldı; sadece onu gördüm! Bu cevap padişaha naklolunduğu zaman parmağı ile hala tahtın ayak ucunda duran kılıcı göstererek şöyle demiş: – Hod bunun ağzı kestikçe küffarın gözü anda olup bizi görmezler ve libasımızı fark etmezler. Allah anın keskin olmadığı günü göstermeye ki libas ve alayiş o güne mahsustur. Çünkü kafir gözü o zaman yerden kalkıp Âl-i Osman padişahlarına dikilir!20
1 Solak-zâde Tarihi, cilt 2, Hazırlayan: Vahid Çabuk, Ankara 1989, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 1. 2 Feridun M. Emecen, Yavuz Sultan Selim, İstanbul 2010, Yitik Hazine Yayınları, s. 352. 3 “[S]akalsız ve burma bıyıklı olarak betimlenen Selim’in sade giyimden hoşlandığı, sarığını “Selimî” denilen tarzda sardığı, kulağına “mengûş” taktığı da rivayet edilir.” Bkz. Necdet Sakaoğlu, “Selim I”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 6, İstanbul 1994, s. 500. 4 Yaşar Yücel ve Ali Sevim, Osmanlı Klâsik Döneminin Üç Padişahı: Fatih, Yavuz, Kanuni, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 144. 5 Yavuz Sultan Selim Divanı, Çeviren: Ali Nihad Tarlan, İstanbul 1946, Ahmet Halit Kitabevi. Tarlan çevirisine Abdülhamid’e hediye edilen Berlin baskısını esas almıştır. 6 Latifî Tezkiresi, s. 79. 7 Aktaran: Vasfi Mahir Kocatürk, Osmanlı Padişahları, 6. Baskı, Ankara, 1968, Edebiyat Yayınevi, s. 153. 8 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, Ankara, 1985, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 526. 9 Bu eserin kendisi ve hakkında yapılmış bir tahlil için bkz. Şeyh Mekki Efendi ve Ahmed Neylî Efendi, İbn Arabi Müdafaası, Hazırlayan: Halil Baltacı, İstanbul 2004, Gelenek Yayıncılık. Kitapta geçen orijinal ifade şöyledir: “şehr-i yâr-i asrî Sultan Selim ibn Sultan Bayezid Han (aleyhime’rrahmetü ve’l-gufrân)ın emr-i vâcibi’l-ittibâı ile ecvibe-i mezbureyi semt-i tahrire keşîde kıldıkta, …” (s. 98). 10 Keza 17. yüzyılda yaşamış olan Abdülgani Nablûsî de gençlik dönemi eserlerinden birinde benzer bir fikre kapılmıştır. Bkz. Bekri Alaaddin, Bir Çağın Öncüsü: Abdulgânî Nablûsî: Hayatı ve Fikirleri, Çeviren: Veysel Uysal, İstanbul 1995, İnsan Yayınları, s. 211. 11 Yücel ve Sevim, age, s. 142-143. 12 Aktaran: Philip K. Hittli, Siyâsi ve Kültürel İslam Tarihi, cilt 4, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1981, Boğaziçi Yayınları, s. 1966. 13 Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih; İbrahim Hakkı Konyalı, “Yavuz Sultan Selim’in kazandırdığı eserler”, Tarih Dünyası, Sayı: 5, 15 Haziran 1950, s. 204-206. 14 Emecen, Yavuz Sultan Selim, s. 362. 15 Bununla ilgili bir anekdot için bkz. Mithat Sertoğlu, “Osmanlı hükümdarlarının kıyafetleri”, Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 34, Ekim 1952, s. 1778. 16 Şinasi Altundağ, “Selim, Yavuz Sultan”, Aylık Ansiklopedi, No. 31, Kasım 1946, s. 945. 17 “Yavuz’un Nil’de timsah kesişi…”, Tarih Dünyası, Sayı: 3, 15 Mayıs 1950, s. 103-104. 18 Ziya Erkins, “Topkapı Sarayı Müzesindeki çini koleksiyonu ve değeri”, Tarih Dünyası, Sayı: 25, 15 Eylül 1951, s. 1045. 19 Muhammed el-Emin el-Mekkî, Osmanlı Pâdişahlarının Haremeyn Hizmetleri, Hazırlayan: İbrahim Coşkun, İstanbul 2008, Çamlıca Basım Yayın, s. 41-43. 20 Mithat Sertoğlu, “Osmanlı hükümdarlarının kıyafetleri”, s. 1778.
YAKINDA
KİTAPÇILARDA
YAVUZ SULTAN SELİM HAN Mustafa Armağan’ın kaleminden Anadolu’yu gerçek anlamda yurt yapan Sultan. İlk Kürt açılımının mimarı. Osmanlı’nın ufuklarını Okyanuslara kanatlandıran vizyoner. Sadece 29 ayda dünya tarihinin akışını değiştiren dahi. Osmanlı Devleti’nin sınırlarını iki buçuk katından fazla artıran mareşal. Mekke ve Medine’ye hâkim değil, hâdim (hizmetçi) olmak için giden derviş hükümdar. Halifeliği ihya eden ve Osmanlı’nın elinde itibar kazandıran ilk Osmanlı Halifesi. Kuyumculuğu hobi olarak yapan, Mütevazı ve çekingen mizaçlı, Farsça şiir yazacak kadar sanatkâr ruhlu, Mevlana ve İbn Arabî sevdalısı, Kitap ve okuma tutkunu, Sade giyinmeyi seven, gösterişten nefret eden, Memur edilmeden hiçbir yöne hareket etmediğini söyleyen, Davasına adanmış bir padişah Yakında Timaş Yayınları’ndan!