66. SONE Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez. Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, Değil mi ki ayaklar altında insan onuru, O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış, Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru, Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş, Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın, Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene, Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın, Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama, Seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama. Çeviren: Can Yücel SUDA ÖLÜM Finikeli Flebas, on beş gün oldu öleli, Unuttu martıların çığlığını, dipsiz denizin kabarışını, Ve kârını, zararını Bir akıntı denizin altında Fısıltılarla topladı kemiklerini. Yükselip alçalırken o, Geçti bir kez daha yaşlılık ve gençlik çağından Çekilirken girdaba. İster Putperest ol, ister Yahudi Sen ey dümende durup rüzgârı kollayan kişi, Unutma ki Flebas bir zamanlar yakışıklıydı, boyu posu yerindeydi senin gibi. T.S. Eliot YEŞİL FİTİLDEN DOĞRU Yeşil fitilden doğru çiçeği koşturan o güç, Koşturur benim yeşil çağımı... Ha ağacın köklerini kavuran Ha boyumu deviren şey... Sözüm yitik, açılamam ki boynu bükük güle, Aynı kış hummasıyla çarpıldı gençliğim. Kayaların içinden suları koşturan o güç, Koşturur benim al kanımı... Ha selleri kurutan Ha beni muma çeviren şey... Sözüm yitik, açılamam ki damarlarıma Aynı ağızdır diyeyim dağın pınarından içen. Göllerin suyunu fır döndüren o el, Kaynatır tez ayaklı kumu... Ha rüzgârı köstekleyen Ha çarmıha yelkenimi çektiren şey... Sözüm yitik açılamam ki âşığın mezarına, Darağacındakinin mayasındandır çamurum Sülüktür yapışır çeşmeye zamanın dudakları... Varsın akadursun aşk... Madem dökülen kandır Onun yaralarını saracak... Sözüm yitik, açılamam ki vaktin rüzgârına, Yıldızlı bir gökyüzüydü saatin çaldığı saat. Sözüm yitik açılamam ki âşığın mezarına; Aynı yampiri kurt gezer benim çarşafımda da. Dylan Thomas
HEPTONSTALL Mezar taşlarının kara köyü. Kafatası bir budalanın, Düşleri doğdukları yerde ölen. Bir koyun kafatası, Etleri eriyen Kendi çatısının altında, Salt sineklerin terk ettiği. Bir kuş kafatası, Büyük engebelerin Çatlak pervazlar gibi Duran eklemlere indiği. Yaşam çabalıyor. Ölüm çabalıyor. Taşlar çabalıyor. Yağmur yorulmuyor bir tek. Ted Hughes YÜKSEK PENCERELER sokakta genç bir çift gördüm mü, tahmin edip oğlanın kızı siktiğini ve hap, diyafram bir şey kullandığını kızın da, biliyorum bunun o cennet olduğunu yaşlı olan herkesin yaşam boyu düşünü kurduğu: tüm bağ ve töreler itilmiş bir yana modası geçmiş bir biçerdöver gibi ve herkes oturmuş o uzun kaydırağa, kayıyor mutluluğa doğru. acaba görenler beni de demişler midir kırk yıl önce bundan: "hayat diye buna denir işte! ne tanrı var artık, ne terlemek korkudan cehennemi filan düşünüp, ne gerek saklamaya kendisinin nasıl göründüğünü rahipten: bunun kuşağı oturup o uzun kaydırağa kayıp gidecekler kuşlar gibi?" ve geliyor hemen sözcükler yerine görüntüsü yüksek pencerelerin: camlar güneşi kavrayan ve onların ardındaki hava, mavi, derin hiçbir şey barındırmayan, hiçbir yerde olmayan ve sonu bulunmayan. Philip Larkin ÖZGÜRLÜK Ey herkese içlerindeki odlarca özlem Kuğulara göl, arılara petek, Yarasalara karanlık, sevgililere Sevişme sunan özgürlük, Salt bilgeleri kısıtlayan, sınırlayansın, Kendisinden yarı kurtulan herkes Çeker acılarını yalanlarının,
Özgürlük, özgürlük, zindanı özgürlüklerin. Lawrence Durrel Çeviri: C.Çapan - T. Aktürel HİÇLİĞİN TÜRKÜSÜ Koca bir çölde Sonsuz bir kum denizinde, Arıyorum Yitik yolu arıyorum Bulamadığım bir yolu. Bir orada, bir burada Bütün yönlerde ruhum Bulamıyor aradığını. Bu korkunç boşlukta Bu sonsuz boşlukta, Her yanım kum Alabildiğine parlak, boğucu Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin Sonra bir ses duyuyorum Tatlı, gür ve kahredici Diyor ki bana: "Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen! Bir sanıyorsun kendini Yanılıyorsun. Bir ruh değilsin gerçekte Yitmiş de değilsin Bir hiçsin yalnızca Yoksun sen. Bertrand Russel 44. SONE Eğer düşünceden yoğrulmuş olsaydı şu hantal bedenim Zalim uzaklıklar alıkoymazdı beni yolumdan ; Çünkü o zaman,aramızda mesafe olsa da bizim, Sen nerdeysen oraya gelirdim en uzak sınırlardan. Yeryüzünün senden en uzak köşesi neresiyse, Orası olabilir bir an ayaklarımın bastığı yer; Ama,deniz kara dinlemez,aşar geçer düşünce, Bir yerde olması için,orayı düşünmesi yeter. Ah,düşünce olmadığım düşüncesi öldürüyor beni, Bizi ayıran mesafeyi bir sıçrayışta aşardım oysa; Ama bunca toprak ve su varken hamurumda,yazık ki, Zamanın keyfine uymak zorundayım yana yakıla. W. SHAKESPEARE 116. SONE Gerçekten seven gönüller arasına engel giremez bence Değişen her duruma uyup da kendi de değişen aşka Aşk demem ben asla;ya da ötekinin gönlü geçince, Kendi de hemen vazgeçmeye hazır olan kişinin aşkına! Hayır;aşk bir deniz feneridir;dimdik durur yerinde, Fırtınalara karşı koyar,bir an bile sarsılmaz; Kılavuz yıldızıdır ,rotasından sapmış her tekneye, Yüksekliği ölçülse de ,değerin bilen olmaz. Zamanın oyuncağı değildir aşk.Al yanaklarla dudakları Alıp götürebilir ama Zaman,orağını savurduğunda, Aşkı etkilemez aslında,onun kısacık saatleri,haftaları; Sonsuzluğun eşiğine dek dayanır o,Zaman karşısında. W. SHAKESPEARE
Yüzünde hissettiğin kış rüzgarı Yüzünde hissettiğin kış rüzgarı, gördüğün kar bulutları karaltılar arasında ve donan yıldızlar karaağaçların doruklarında. Bahar olacak hasat zamanı ve sen bu kez ışıkla; seni besleyen yüce karanlık, geceler sonra Phoebus uzakta, bahar üç kez sabah sana, üzgün değil hiç, bildikten sonra ve şarkım gelir doğal ılıklığıyla, üzgün değil hiç, bildikten sonra ve akşam dinler. Üzülür, boşluk düşüncesiyle; boş olamaz; Uyanık, düşünür ki uykuda. Çeviren: Gökhan OFLAZOĞLU John Keats HAVA VE MELEKLER iki uc kez sevmistim seni, yuzunu gormeden, adini duymadan once. hani tapariz ya meleklere, bize gorunduklerinde: kimi oyle bir ses, kimi belirsiz bir alev gibi. gene de senin bulundugun yere geldigimde, gordugum cok guzel, gorkemli bir hicti! ama ruhum etten kemikten olduguna ve onlarsiz bir sey yapamayacagima gore, bir bedene burunmeli ruhumun cocuklugu olan ask da, o da bensiz olamaz annesi gibi. bu yuzden senin icin, nedir, kimdir, diye "bir sor bakalim" dedim ask'a once, sonra biraktim burunsun artik bedenine, yerlessin dudaklarina, gozlerine, alnina. iste boyle, aska biraz safra yuklesem de, "daha dengeli olsa" derken gidisi, baktim oyle yuklemisim ki ask teknesini, hayranligim bile batacak hale gelmis neredeyse. sacinin bir teli bile aska oyle cok is cikariyor ki, daha uygun bir beden bulmak gerek bunun yerine. cunku ask ne hiclikte barinabilir, ne de asiri yogun, asiri parlak varliklarda. o halde; nasil bir melek kendi kadar olmasa bile, saf ve cisimsiz, havadan yuz ve kanatlar takinirsa, benim askimin kuresi olabilir senin askin da. iste havanin safligiyla meleklerinki arasinda ne fark varsa, sonsuza dek o fark olacak aslinda, kadinin askiyla erkegin aski arasinda John Donne YAŞLANDIĞIN ZAMAN William Butler Yeats (1865de doğdu) Saçların beyazlaşmış ve uykuyla dolmuş ve yaşlandığın zaman, Ve ateşin önünde başın önüne düşüyorken, bu kitabı aç, Ve yavaşca oku, ve bir zamanlar gözlerinde var olan Yumuşak bakışları ve derin gölgeleri düşle;
Kaç kişi sevdi senin ferah zarif anlarını, Kaç kişi aşık oldu senin güzelliğine ya gerçek ya da yalan; Fakat, bir tek erkek senin içindeki göçmen ruhu sevdi, Ve değişen yüzünün kederlerine aşık oldu; Ateşin önünde parlayan demirlere yaslanırken, Biraz hüzünle mırıldan, Aşk nasıl kaçtı Ve yavaşca yürüdü başımızın üstündeki dağlardan, Ve yüzünü sakladı bir yıldız yığını arasından. Çeviren: Vehbi Taşar WHEN YOU ARE OLD By William Butler Yeats When you are old and grey and full of sleep, And nodding by the fire, take down this book, And slowly read, and dream of the soft look Your eyes had once, and of their shadows deep; How many loved your moments of glad grace, And loved your beauty with love false or true, But one man loved the pilgrim Soul in you, And loved the sorrows of your changing face; And bending down beside the glowing bars, Murmur, a little sadly, how Love fled And paced upon the mountains overhead And hid his face amid a crowd of stars. CLEARANCES- 3 By Seamus Heaney In Memoriam M.K.H., 1911-1984 When all the others were away at Mass I was all hers as we peeled potatoes. They broke the silence, let fall one by one Like solder weeping off the soldering iron: Cold comforts set between us, things to share Gleaming in a bucket of clean water. And again let fall. Little pleasant splashes From each other's work would bring us to our senses. So while the parish priest at her bedside Went hammer and tongs at the prayers for the dying And some were responding and some crying I remembered her head bent towards my head, Her breath in mine, our fluent dipping knives-Never closer the whole rest of our lives. MKH in hatırasına 1911-1984 Herkes kilisedeyken Ben bir tek ona aittim patates kabuklarını soyarken. Sessizliği bozarlardı teker teker düşerken Lehim havyasından ağlayarak düşen lehim parçaları gibi: Soğuk bir rahatlık çökerdi aramızda, paylaştığımız şeyler Bir kova temiz suda parıldar Ve tekrar suya düşerken. Aklımızı başımıza getirirdi Suya çarpan küçük hoş sesler Karşı karşıya çalışmamızdan gelen. İşte böylece köy kilisesinin papazı onun yatağının yanıbaşında Sanki demirci çekiç ve körüğe vururmuş gibi büyük bir hırsla
Ölenler için söylenen duaları okurken Anamın başının benim başıma doğru eyildiğini hatırladım, Nefesi benim nefesimde, berrak suya daldırılan bıçaklarımız-Ömrümüzün tüm kalanında hiçbir zaman daha yakın olmadık. Çeviren: Vehbi Taşar İRLANDALI BIR HAVACI ÖLÜMÜNÜ ÖNCEDEN GÖRÜR William Butler Yeats Biliyorum karşılaşacağım kaderimle Yukarda bulutların arasında bir yerde; Ne savaştıklarımdan nefret ederim, Ne bekçilik ettiklerimi severim; Memleketim Kiltartan Geçidi, Köylülerim Kiltartan’ın fakiri, Beklenilen sonların hiçbiri onlara ne bir kayıp getirir Ne öncekinden daha mutlu kılar. Ne kanun, ne görev mecbur etti beni savaşmaya Ne önemli bir kişi, ne de alkışlayan kalabalıklar, Yapayalnız bir hazın itici gücü Sürdü bulutların içindeki bu kargaşalığa; Herşeyi bir araya getirdim, herşeyi akıldan geçirdim, Boş gözüktü alınacak nefesler önümdeki yıllar, Alınan nefesler boş gerideki yıllar Dengeli bu hayatla, bu ölüm. Çeviri: Vehbi Taşar AN IRISH AIRMAN FORESEES HIS DEATH By William Butler Yeats I know that I shall meet my fate Somewhere among the clouds above; Those that I fight I do not hate, Those that I guard I do not love; My county is Kiltartan Cross, My countrymen Kiltartan's poor, No likely end could bring them loss Or leave them happier than before. Nor law, nor duty bade me fight, Nor public men, nor cheering crowds, A lonely impulse of delight Drove to this tumult in the clouds; I balanced all, brought all to mind, The years to come seemed waste of breath, A waste of breath the years behind In balance with this life, this death. ANNE GREGORY İÇİN William Butler Yeats ‘Kulağını örten o mükemmel bal renkli gür Saçlara bakıp ümitsizliğe kapılan Bir genç adam hiçbirzaman Seni sevmeyecek yalnız kendin için Sarı saçların için değil.’ ‘Ama ben bir saç boyası alıp Onların rengini değiştirebilirim, Kahverengi, ya siyah, ya da havuç rengine, O ümitsizliğe kapılan genç adam beni yalnız kendim için sevsin diye
Sarı saçlarım için değil.’ ‘Duydum ki daha dün gece Yaşlı dindar bir adam İncilde bir sure bulmuş ispatlayan Sadece Tanrı, sevgili kızım, Seni yalnız kendin için sevebilir Sarı saçların için değil.’ Çeviri: Vehbi Taşar WB Yeats - For Anne Gregory 'Never shall a young man, Thrown into despair By those great honey-coloured Ramparts at your ear, Love you for yourself alone And not your yellow hair.' 'But I can get a hair-dye And set such colour there, Brown, or black, or carrot, That young men in despair May love me for myself alone And not my yellow hair.' 'I heard an old religious man But yesternight declare That he had found a text to prove That only God, my dear, Could love you for yourself alone And not your yellow hair.' Hasta gül / w. blake oo gül, sen hastasın görünmez bir kurt gecede gezinen ve fırtınalarda uğuldayan mutlu kırmızıda buldu sonunda yatağını ve onun karanlık aşkı öldürüyor yaşamını çeviren : levent Karataş CENAZE HÜZÜNLERİ W.H. Auden Bütün saatleri durdur, kes telefonu, Köpeği yağlı kemikle havlatma, Piyanoları sustur ve sesi boğuk bir davulla Çıkar tabutu, bırak yas tutanlar gelsin. Bırak inleyerek tepemizde dönsün uçaklar “O Öldü” mesajını göğe karalayaraktan. Meydan güvercinlerinin beyaz boğazlarına krep fiyonkları sar, Trafik polisleri siyah pamuklu eldivenler giysin. O benim Kuzeyim, Güneyim, Doğum ve Batımdı, Çalışma haftam ve Pazar huzurumdu,
Öğlem, geceyarım, konuşmam, şarkımdı; Aşk sonsuza kadar sürecek sandım: Yanılmışım. Yıldızlar istenmiyor şimdi; söndür her birini, Ayı ambalaj yap ve güneşi parçala, Okyanusu boşalt ve ormanları tara; Hiçbirşeyin hiçbir sona faydası yok şimdi. Çeviren: Vehbi Taşar FUNERAL BLUES By W. H. Auden Stop all the clocks, cut off the telephone, Prevent the dog from barking with a juicy bone, Silence the pianos and with muffled drum Bring out the coffin, let the mourners come. Let aeroplanes circle moaning overhead Scribbling on the sky the message He is Dead. Put crepe bows round the white necks of the public doves, Let the traffic policemen wear black cotton gloves. He was my North, my South, my East and West, My working week and my Sunday rest, My noon, my midnight, my talk, my song; I thought that love would last forever: I was wrong. The stars are not wanted now; put out every one, Pack up the moon and dismantle the sun, Pour away the ocean and sweep up the woods; For nothing now can ever come to any good. KARTAL Alfred, Lord Tennyson, 1851 Kavrar ucunu kayanın kancalı ellerle; Güneşe yakın yalnız yerlerde, Gök mavisiyle halkalanmış, dikilir. Buruşuk deniz altında sürünür; Bakar dağının duvarlarından, Ve bir yıldırım gibi düşer. Çeviren: Vehbi Taşar THE EAGLE By Alfred, Lord Tennyson FRAGMENT He clasps the crag with crooked hands; Close to the sun in lonely lands, Ringed with the azure world, he stands. The wrinkled sea beneath him crawls; He watches from his mountain walls, And like a thunderbolt he falls. 1851 Göklerin nakışlı kumaşları BENDE OLSAYDI William Butler Yeats
Göklerin nakışlı kumaşları BENDE OLSAYDI, Altın ve gümüş ışıkla dokunmuş, Mavi ve uçuk renkli ve koyu renkli kumaşları Gece ve ışığın ve yarım-ışığın, Ayaklarının altına sererdim kumaşları: Fakat ben, fakir olduğumdan, sadece rüyalarım var; Rüyalarımı ayaklarının altına serdim, Yavaşça bas ayaklarını çünkü rüyalarımın üzerinde yürüyorsun. Çeviren: Vehbi Taşar HAD I the heavens' embroidered cloths By W.B. Yeats HAD I the heavens' embroidered cloths, Enwrought with golden and silver light, The blue and the dim and the dark cloths Of night and light and the half-light, I would spread the cloths under your feet: But I, being poor, have only my dreams; I have spread my dreams under your feet, Tread softly because you tread on my dreams. KALBİNİN DERİNLİKLERİNDEKİ GÜL William Butler Yeats Güzel olmayan ve kırılan bütün şeyler, yıpranmış ve eskimiş herşey, Yolun kenarında ağlayan çocuk, odun arabasının gacırtısı, Soğuk ve karlı toprağa çamur sıçratarak saban çeken adamın ağır adımları, Bozuyor imajını bir gül gibi kalbimin derinliklerinde çicek açmış. Biçimsiz şeylerin yanlışı anlatılmayacak kadar büyük bir yanlış; Hasretim onları yeni baştan yapmaya ve küçük yeşil tepecikler üstüne ayrı ayrı koymaya, Toprakla, gökle ve suyla, altın bir tabut gibi, yeniden yapılmış Rüyalarımdaki imajın için çiçek açmış kalbimin derinliklerinde bir gül. Çeviren: Vehbi Taşar ROSE IN THE DEEPS OF HIS HEART All things uncomely and broken, all things worn-out and old, The cry of a child by the roadway, the creak of a lumbering cart, The heavy steps of the ploughman, splashing the wintry mould, Are wronging your image that blossoms a rose in the deeps of my heart. The wrong of unshapely things is a wrong too great to be told; I hunger to build them anew
and sit on a green knoll apart, With the earth and the sky and the water, remade, like a casket of gold For my dreams of your image that blossoms a rose in the deeps of my heart. - William Butler Yeats KEP VE ZİLLER William Butler Yeats (1899) Soytarı bahçeye girdi Bahçe sessizleşmişti; Ruhuna ‘çık yukarı’ dedi Bekle penceresinin eşiğinde. Ruh düz mavi bir giysiyle yükseldi, Baykuşlar ötmeye başlarken: Akıllıca laflarla dillenmişti Sessiz ve hafif ayak sesini düşünürken. Fakat genç kraliçe dinlemedi; Soluk renkli geceliğiyle uzandı; Ağır pencere kanadını kapattı Ve aşağıya indirdi mandalları. Soytarı kalbine, ‘git ona’ dedi, Baykuşlar artık ötmediği zaman, Kalp kırmızı ve titrek bir giysiyle gitti Kapısında şarkı söyledi. Çiçek gibi saçlarının dalgalarını Düşleyerek tatlı dilli olmuştu; Fakat o, masadan yelpazeyi aldı Ve yelpazeleyerek dışarı attı. ‘Kep ve zillerim var’, diye düşündü soytarı, Onları göndereceğim ve sonra da öleceğim’; Ve sabah beyazlandığında Geçeceği yere bıraktı. Koydu göğsünün üzerine Sakladı saçında bir bulutun içinde, Ve kırmızı dudakları bir şarkı söyledi kep ve zillere Havada büyüyünce dek yıldızlar. Kapısını ve penceresini açtı, Kalp ve ruhu içeri aldı, Sağ eline kırmızı olanı geldi, Sol eline mavisi. Cırcırböcekleri gibi bir koro kurdular, Gevezelik ettiler akıllı ve tatlı, Saçları katlanmış bir çiçekti Ve ayaklarındaydı aşkın sükûneti. Çeviren: Vehbi Taşar
CAP AND BELLS By Williams Butler Yeats The jester walked in the garden: The garden had fallen still; He bade his soul rise upward And stand on her window-sill. It rose in a straight blue garment, When owls began to call: It had grown wise-tongued by thinking Of a quiet and light footfall; But the young queen would not listen; She rose in her pale night-gown; She drew in the heavy casement And pushed the latches down. He bade his heart go to her, When the owls called out no more; In a red and quivering garment It sang to her through the door. It had grown sweet-tongued by dreaming Of a flutter of flower-like hair; But she took up her fan from the table And waved it off on the air. 'I have cap and bells,' he pondered, 'I will send them to her and die'; And when the morning whitened He left them where she went by. She laid them upon her bosom, Under a cloud of her hair, And her red lips sang them a love-song Till stars grew out of the air. She opened her door and her window, And the heart and the soul came through, To her right hand came the red one, To her left hand came the blue. They set up a noise like crickets, A chattering wise and sweet, And her hair was a folded flower And the quiet of love in her feet. ATEŞLER Rudyard Kipling İnsanlar ocakta ateşler yakarlar Herbirisi kendi çatı-ağacının altında, sever Dünyaya hükmeden Dört Rüzgâr beni Üfler dumanlarını bana. Yüksek tepeler ve deniz boyunca Ve bütün değişken göklerde, Dört Rüzgâr üfler dumanlarını bana Gözyaşları doluncaya dek gözlerimin içine.
Gözyaşları doluncaya dek gözlerimin içine Ve neredeyse kalbim kırılıncaya dek Eski hatıraları düşünmekten Dumanla bir araya gelen. Her rüzgârın her kayışıyla Hasretli hatıralar gelir aklıma, Kendime ev yaptığım her yerde İnsanoğlunun yaşadığı dört bir köşede. Dört kere yanar soğuğa karşı Ve bir çatı yağmura karşıDört kere hüzün, dört kere sevinç Dört Rüzgâr gene getirir! Nasıl cevap verebilirim ki hangisi daha iyi Yanan bütün ateşlerin içinde? Sık sık misafir ya da ev sahibi oldum Sırasıyla her ateşte. Nasıl arkamı dönebilirim hangi ateşe Hiç kimsenin ocak taşı üzerinde? Biliyorum gereken arzu ve merakı Kendi yaptıklarım için harcadığım emeklere! Nasıl şüphe edebilirim hiç kimsenin sevinç veya üzüntüsünden Nerede parlarsa parlasın evlerinin ocağı? İnsanın çektiği herşey Nasılsa beni de benimkinde ziyaret etmeyecek mi? Ey olanca kuvvetiyle üfleyen Dört Rüzgâr Ve bilen bütün bunların doğruluğunu, Biraz eğil ve taşı şarkımı arkanda Bildiğim bütün insanlara! Yağmura karşı çatıların Veya soğuğa karşı ateşlerin olduğu yerlerde Götür onlara benim şarkılarımı ve tekrarla Sevgiyle dört kere ve sevinçle dört kere! Çeviren: Vehbi Taşar THE FIRES By Rudyard Kipling Men make them fires on the hearth Each under his roof-tree, fond the Four Winds that rule the earth They blow the smoke to me. Across the high hills and the sea And all the changeful skies, The Four Winds blow the smoke to me Till the tears are in my eyes. Until the tears are in my eyes And my heart is wellnigh broke For thinking on old memories That gather in the smoke. With every shift of every wind The homesick memories come, From every quarter of mankind
Where I have made me a home. Four times afire against the cold And a roof against the rain— Sorrow fourfold and joy fourfold The Four Winds bring again! How can I answer which is best Of all the fires that burn? I have been too often host or guest At every fire in turn. How can I turn from any fire, On any man’s hearthstone? I know the wonder and desire That went to build my own! How can I doubt man’s joy or woe Where’er his house-fires shine, Since all that man must undergo Will visit me at mine? Oh, you Four Winds that blow so strong And know that this is true, Stoop for a little and carry my song To all the men I knew! Where there are fires against the cold, Or roofs against the rain With love fourfold and joy fourfold, Take them my songs again! YUMUŞAK SESLER ÖLÜNCE, MÜZİK Yumuşak sesler ölünce, Müzik, Bellekte titreşirTatlı menekşeler hastalanınca, kokular, Canlandırdıkları duyguların içinde yaşarlar. Gül ölünce, gül yaprakları, Sevgilinin yatağı için öbeklenir; Ve böylece Sen gittiğinde, senin anımsamaların, Aşkın kendisinde uyuklayacak. Çeviren: Vehbi Taşar Music, When Soft Voices Die Percy Bysshe Shelley (1792–1822) MUSIC, when soft voices die, Vibrates in the memory— Odours, when sweet violets sicken, Live within the sense they quicken. Rose leaves, when the rose is dead, Are heap’d for the beloved’s bed; And so thy thoughts, when Thou art gone, Love itself shall slumber on. AÇIKLAMA: 19 uncu yüzyılda yaşamış olan ünlü İngiliz şairi Robert Browning’in en bilinen şiirlerinden birisi olan “Son Düşeşim” ilk defa İtalya’da yayınlanmıştır. Bu şiir 16 yüzyılın Rönesans İtalyasında o zamanlar mevcut olan Ferrara isimli bir şehir devletinin dükünün sarayında geçmektedir. Ferrara dükü bu şiirde sarayının üst kısmında bir yerde asılı duran ölmüş karısının yağlı boya portresinin önünde önemli bir misafiriyle konuşmaktadır. Portrenin üzeri devamlı olarak bir örtüyle kapalıdır. Dük şiirin başında misafirine portreyi göstermek için bu örtüyü kaldırıyor. Dük’ün misafirinin ziyaret nedeni ise en son düşeşi öldükten sonra evleneceği yeni hanımının çeyizi konusunda bir anlaşmaya varmaktır. Bu misafir dükün evlenmek istediği kızın babası olan zengin bir Kontu temsil etmektedir. Fra Pandalf ve Innsbruklu Klaus Dükün hizmetinde çalışmış olan ünlü iki sanatçının ismidir. Fra Pandalf şimdi ölmüş olan eşinin (son düşeşin) portresini yapan ressamın ismi, Innsbruklu Klaus ise bir heykeltraştır.Saygılarımla, Vehbi Taşar
SON DÜŞEŞİM Robert Browning (1812-1889) Ferrara Bu son düşeşim, resmi duvarda boyanmış, Bakıyor sanki yaşıyormuş gibi. Ben bu esere Bir mucize derim, işte: Fra Pandolf’un elleri Bütün gün çalıştı, ve o dikiliyor orada. Oturup bakarmısınız lütfen? Fra Pandalf Dedim mahsus, çünkü hiçbirzaman anlatmadım Sizin gibi yabancılara bu resmi çizilen yüzü, Ciddi bakışındaki derinlik ve arzu, Bana doğru yöneliktir (çünkü sizin için açtığım Bu perdeyi, benden başka hiç kimse açamaz) Ve bana öyle geliyor ki bana sorduklarında, eğer sorarlarsa bana, Nasıl böyle bir bakış geldi diye oraya; böyle, siz olmayacaksınız İlk defa olarak dönüp bana soran bu soruyu. Saygıdeğer beyefendi, yalnız Kocasının orada oluşu değildi Düşeşin Yanağına o sevinç noktasını getiren: belki de Frau Pandalf bu fırsatı kullanarak derdi ki, “Hanımefendinin şalı Bileğinin çok üzerindedir,” yahut “Boya Katiyen ümit etmemeli onun boğazında ölen Soluk renkli yarım-kızartıyı taklit etmeyi” Böyle şeyler Kibarlıktır diye düşündü ve yeterince sebepti Bu sevinç noktasını hatırlatan. Onun Bir kalbi vardı—Nasıl söyleyeyim?—çok çabuk memnun edilen, Çok kolay etkilenen; Severdi Baktığı herşeyi, ve bakışları heryere giderdi. ’Hepsi birdi!’ Beyefendi. Göğsünün üstünde bana karşı taşıdığı sevgi, Batıda gün ışığının düşmesi, İşgüzar bir aptalın onun için meyve bahçesinden kestiği kiraz dalı, taraçanın etrafında bindiği beyaz katır—hepsi ve her birisi aynı onaylayıcı konuşmayı alırdı ondan, Ya da kızarırdı en azından. O erkeklere teşekkur ederdi, -- iyi! fakat teşekkür ederken Nedense—Nasıl yapardı bilmem- sanki benim Doküz-yüz-senelik ismimin hediyesini aynı sayardı Hediyeleriyle herkesin. Kim kendisini aşağılayabilirdi ayıplamak için Bu çeşit ufak şeyler için? Eğer hünerli olsaydın bile Konuşmakta – (ki ben değilim) – arzunu böyle Bir insana açıkça anlatmakta, ve , “Ben sende bundan Ya da şundan iğreniyorum; işte burada kaçırdın ölçüyü, Ya da orada aştın çizgiyi”, diyebilseydim—ve o kendisine Bu şekilde ders verilmesine izin verseydi, ve açıkça Onun aklı senin aklınla aynı yere gelse, vazgeçip özür dileseydi, --Bu, o zaman bile boyun eymek olurdu, ve ben Katiyen boyun eymeyi seçmedim. Ah beyefendi, o hiç şüphesiz gülümserdi, Ben geçer geçmez yanından; fakat kim geçerdi yanından Hemen hemen aynı gülüş olmadan. Bu büyüdü; Ben emirler verdim, Sonra tüm gülümsemeler durdu hep birden. Dikiliyor işte orada Yaşıyormuş gibi. Lütfen kalkarmısınız? Aşağıdaki gurupla Şimdi bir araya gelebiliriz. Sonra tekrar edeyim, Efendiniz kontun bilinen zenginliği Benim dürüst bir çeyiz istermiş gibi gözüken hiçbir talebimin Reddedilmeyeceğini gösteren yeterince nedendir; Fakat söz veriyorum güzel kızının kendisi Benim en baş hedefimdir. Yok, beraberce İneceğiz aşağıya, beyefendi. Fakat dikkat edin, Neptüne, Bir deniz atını evcilleştirirken, ender bilinirdi,
Onu İnsbruklu Klaus benim için bronzdan döktü. Çeviren: Vehbi Taşar MY LAST DUCHESS By Robert Browning Ferrara That's my last Duchess painted on the wall, Looking as if she were alive. I call That piece a wonder, now: Frà Pandolf's hands Worked busily a day, and there she stands. Will't please you sit and look at her? I said "Frà Pandolf" by design, for never read Strangers like you that pictured countenance, The depth and passion of its earnest glance, But to myselfthey turned (since none puts by The curtain I have drawn for you, but I) 10 And seemed as they would ask me, if they durst, How such a glance came there; so, not the first Are you to turn and ask thus. Sir, 'twas not Her husband's presence only, called that spot Of joy into the Duchess' cheek: perhaps Frà Pandolf chanced to say "Her mantle laps Over my Lady's wrist too much," or "Paint Must never hope to reproduce the faint Half-flush that dies along her throat": such stuff Was courtesy, she thought, and cause enough 20 For calling up that spot of joy. She had A heart -- how shall I say? -- too soon made glad, Too easily impressed; she liked whate'er She looked on, and her looks went everywhere. Sir, 'twas all one! My favour at her breast, The dropping of the daylight in the West, The bough of cherries some officious fool Broke in the orchard for her, the white mule She rode with round the terrace -- all and each Would draw from her alike the approving speech, 30 Or blush, at least. She thanked men, -- good! but thanked Somehow -- I know not how -- as if she ranked My gift of a nine-hundred-years-old name With anybody's gift. Who'd stoop to blame This sort of trifling? Even had you skill In speech -- (which I have not) -- to make your will Quite clear to such an one, and say, "Just this Or that in you disgusts me; here you miss, Or there exceed the mark" -- and if she let Herself be lessoned so, nor plainly set 40 Her wits to yours, forsooth, and made excuse, --E'en then would be some stooping, and I choose Never to stoop. Oh sir, she smiled, no doubt, Whene'er I passed her; but who passed without Much the same smile? This grew; I gave commands; Then all smiles stopped together. There she stands As if alive. Will't please you rise? We'll meet The company below, then. I repeat, The Count your master's known munificence Is ample warrant that no just pretence 50 Of mine for dowry will be disallowed; Though his fair daughter's self, as I avowed At starting, is my object. Nay, we'll go
Together down, sir. Notice Neptune, though, Taming a sea-horse, thought a rarity, Which Claus of Innsbruck cast in bronze for me! Prelüd IT. S. Eliot Kış akşamı yerine yerleşir Binaların arasındaki geçit yollarında biftek kokularıyla. Saat altı. Dumanlı günlerin yanıp bitmiş uçları. Ve şimdi rüzgârlı bir yağmur Kirli kırıntılarını sarar Ayağının yakınındaki soluk yaprakların Ve boş arsalardan gazetelerin; Yağmurlar çarpar Kırılmış storlara ve baca başlıklarına, Ve sokağın köşesinde Yalnız bir fayton-atı buğular çıkarır ve ayağını vurur yere. Ve sonra lambaların yakılması. Çeviri: Vehbi Taşar Prelude –I By T. S. Eliot The winter evening settles down With smell of steaks in passageways. Six o’clock. The burnt-out ends of smoky days. And now a gusty shower wraps The grimy scraps Of withered leaves about your feet And newspapers from vacant lots; The showers beat On broken blinds and chimney pots, And at the corner of the street A lonely cab-horse steams and stamps. And then the lighting of the lamps. From “The Waste Land and Other Poems” By T.S. Eliot the Centenary Edition, 1888-1988 A Harvest Book, Harcourt Brace & Company, 1930 ŞARKI Robert Browning Yıl baharda, Ve gün sabahta; Sabah yedide; Tepe kenarı inci-çiylerde; Tarla kuşu kanatta; Sümüklüböcek dikende; Tanrı cennetindeDünyada herşey yolunda! Çeviri: Vehbi Taşar
SONG The year’s at the spring And day’s at the morn; Morning’s at seven; The hill-side’s dew-pearled; The lark’s on the wing; The snail’s on the thorn; God’s in His heavenAll right’s with the world! Robert Browning NERGİSLER (1804) William Woodsworth DOLAŞTIM yalnız bir bulut gibi havada süzülen Vadilerin ve tepelerin üzerinden, Gördüğüm zaman toplanmış aniden, Bir kalabalık, altın nergis çiçeklerinden; Gölün yanında, ağaçların altında, Çırpınarak meltemde danseden. Yıldızlar gibi devamlı parlayan Ve samanyolunda göz kırpan, Hiç bitmeyen bir sırada uzandılar Bir koyun sınırında yanısıra dizilerek: On bin tanesini gördüm bir bakışta, Kafasını sallayan neşeli bir dansta. Dalgalar dansetti onların yanında; fakat onlar Coşkunlukta parlayan dalgalardan üstün çıktılar: Bir şair keyiften başka bir şey duyamazdı Böyle şen bir beraberlikten: Gözümü diktim baktım—baktım—fakat az düşündüm Bana ne zenginlik getirdiğini bu gösterinin: Çünkü sık sık, yatarken kanapemin üzerinde Boş ve dalgın bir ruh haliyle, Geri parlıyorlar o içe dönük gözün üzerinde Ki mutluluğudur yalnızlığın; Ve sonra kalbim doluyor zevkle, Ve dans ediyor nergis çiçekleriyle. William Wordsworth (1770-1850) Çeviren: Vehbi Taşar "Daffodils" (1804) I WANDER'D lonely as a cloud That floats on high o'er vales and hills, When all at once I saw a crowd, A host, of golden daffodils; Beside the lake, beneath the trees, Fluttering and dancing in the breeze. Continuous as the stars that shine And twinkle on the Milky Way, They stretch'd in never-ending line Along the margin of a bay: Ten thousand saw I at a glance, Tossing their heads in sprightly dance.
The waves beside them danced; but they Out-did the sparkling waves in glee: A poet could not but be gay, In such a jocund company: I gazed -- and gazed -- but little thought What wealth the show to me had brought: For oft, when on my couch I lie In vacant or in pensive mood, They flash upon that inward eye Which is the bliss of solitude; And then my heart with pleasure fills, And dances with the daffodils.
By William Wordsworth (1770-1850). HAFİF SÜVARİ TUGAYININ SALDIRISI Alfred Lord Tennyson 1. Yarım fersah ilerde, yarım fersah ilerde, Yarım fersah ilerde, Hepsi Ölüm vadisinde At koşturdu altıyüz. “Hafif Tugay İleri!” Dendi: “Toplara Saldırın!” Ölüm vadisine Koşturdu altıyüz. 2. “İleri, Hafif Tugay!” Korkan bir tek kişi mi var? Yok, bilse bile Asker Hatasını birinin: Onlara düşmez cevap vermek, Onlara düşmez sormak neden, Onlara düşer bir tek şey yapmak ve ölmek: Ölüm vadisine Koşturdu altıyüz. 3. Sağında top, Solunda top Önünde top Gürledi yaylım ateş; Fırtına gibi yağdı gülle ve mermi, Koşturdu atını güzel ve yürekli, İçine ölüm çenesinin Ağzına cehennemin Koşturdu altıyüz. 4. Parladı süvari kılıcı çıplak, Parladı dönerken havada, Kılıçtan geçirirken topçuları orada, Saldırırken koskoca bir orduya, o sırada Bütün dünya merakla bakıyordu: Daldılar batarya-dumanlarının içersine
Kırdılar doğruca hattın dibine; Kazak ve Rus Püskürdüler kılıç saldırısından geriye Darmadağın olup ayrıldılar ikiye Sonra atlarını sürdüler geriye, fakat Altıyüz değil. 5. Sağında top Solunda top Ardında top Gürledi yaylım ateş Fırtına gibi yağdı gülle ve mermi, Yere düşerken at ve kahraman O kadar güzel dövüşen Çenesinden geçip ölümün Geri geldi cehennemin ağzından Hepsi onlardan geri kalan Gerisi altıyüz’ün. 6. Bütün dünya merak etti Onların şanı ne zaman sönebilir? Ne kadar çılgınca saldırdılar! Şeref ver yapıkları saldırıya, Şeref ver hafif Tugaya, Soylu altıyüz. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Küçük bir İngiliz süvari tugayının 25 Ekim 1854 tarihinde Kırım savaşı sırasında yanlışlıkla verilen bir emir üzerine Rus ordusunun toplarına karşı yaptığı bu saldırıyı, Tennyson “Hafif Süvari Tugayının Saldırısı” şiiriyle sonsuza kavuşmuştur. The Charge of the Light Brigade Alfred, Lord Tennyson 1. Half a league, half a league, Half a league onward, All in the valley of Death Rode the six hundred. "Forward, the Light Brigade! "Charge for the guns!" he said: Into the valley of Death Rode the six hundred. .
2. "Forward, the Light Brigade!" Was there a man dismay'd? Not tho' the soldier knew Someone had blunder'd: Their's not to make reply, Their's not to reason why, Their's but to do and die: Into the valley of Death Rode the six hundred. Koşturdu altıyüz. 3.
Cannon to right of them, Cannon to left of them, Cannon in front of them Volley'd and thunder'd; Storm'd at with shot and shell, Boldly they rode and well, Into the jaws of Death, Into the mouth of Hell Rode the six hundred.
4. Flash'd all their sabres bare, Flash'd as they turn'd in air, Sabring the gunners there, Charging an army, while All the world wonder'd: Plunged in the battery-smoke Right thro' the line they broke; Cossack and Russian Reel'd from the sabre stroke Shatter'd and sunder'd. Then they rode back, but not Not the six hundred. 5. Cannon to right of them, Cannon to left of them, Cannon behind them Volley'd and thunder'd; Storm'd at with shot and shell, While horse and hero fell, They that had fought so well Came thro' the jaws of Death Back from the mouth of Hell, All that was left of them, Left of six hundred.
6. When can their glory fade? O the wild charge they made! All the world wondered. Honor the charge they made, Honor the Light Brigade, Noble six hundred. Copied from Poems of Alfred Tennyson, J. E. Tilton and Company, Boston, 1870 KALE SURLARINA GÖRKEM DÜŞER Alfred Lord Tennyson (1809-1892) Kale surlarına görkem düşer. Ve karlı zirveler eski hikayelerle dolu: Uzun ışık göl boyu çalkalanır, Ve vahşi çağlayan şerefle havaya zıplar: Üfleyin, borazanlar, üfleyin, uçsun vahşi yankılar, Üfleyin, borazanlar; cevap verir, yankılar, ölüyor, ölüyor, ölüyorlar.
Ey görenler, Ey işitenler, ne kadar da ince ve ne kadar berrâk, Ve daha ince, daha berrâk, daha da uzağa giden! Ah tatlı ve uçurumlardan ve çıplak kayalardan uzak Periler Ülkesinden usulca üflenen borazanlar! Üfleyin, işitelim dağların arasında mor dere yataklarının cevabını: Üfleyin, borazanlar; cevap verir, yankılar, ölüyor, ölüyor, ölüyorlar. Ey aşk, onlar zengin göğün ötesinde ölürler, Tepe, veya tarla veya bir ırmakta sönerler: Bizim yankılarımız ruhtan ruha yuvarlanır Ve daima ve daima daha çok fazlalaşır. Üfleyin, borazanlar, üfleyin, uçsun vahşi yankılar, Ve cevap verir, yankılar, ölüyor, ölüyor, ölüyorlar. Çeviren: Vehbi Taşar THE SPLENDOUR FALLS ON CASTLE WALLS By Alfred Lord Tennyson (1809-1892) The splendour falls on castle walls And snowy summits old in story: The long light shakes across the lakes, And the wild cataract leaps in glory: Blow, bugle, blow, set the wild echoes flying, Blow, bugle; answer, echoes, dying, dying, dying.
O hark, O hear how thin and clear, And thinner, clearer, farther going! O sweet and far from cliff and scar The horns of Elfland faintly blowing! Blow, let us hear the purple glens replying: Blow, bugle; answer, echoes, dying, dying, dying.
O love, they die in yon rich sky, They faint on hill or field or river: Our echoes roll from soul to soul And grow for ever and for ever. Blow, bugle, blow, set the wild echoes flying, And answer, echoes, dying, dying, dying. LA BELLE DAME SANS MERCI (ACIMASIZ GÜZEL KADIN) John Keats (1795-1821) Ah, keyfini ne kaçırdı senin zırhlı şövalye, Yalnız ve solgun oyalanan; Saz kurudu gölden gitti, Ve kuşlar ötmüyor. Ah, keyfini ne kaçırdı senin zırhlı şövalye, Ne diye böyle bitkin ve hüzünlü gözükürsün? Sincapın yem deposu dolu, Ve hasat bitmiştir. Alnında bir zambak görüyorum,
Acısı yaş ve ateşi çiy; Ve yanağında solan bir gül O da çabucak kurumuş. Mead’s de bir Leydi’yle tanıştım Çok fazla güzel, bir perinin çocuğu; Saçları uzundu ve ayağı hafif, Ve gözleri vahşiydi onun. Başına çelenk yaptım, Ve bilezikler de, ve mis kokulu bir yer; Bana severmiş gibi baktı, Ve inledi tatlı sesle. Rahvan yürüyen küheylanıma bindirdim, Ve başka hiçbir şey görmedi bütün gün; Yana doğru eğilirdi çünkü, ve şarkı söylerdi Şarkısını perilerin. Lezzetli tatlı kökler buldu bana, Ve vahşi bal, ve ilâhi helvadan çiy; Ve garip lisanda emin dedi ki, “Ben seni gerçek severim.” Peri mağarasına götürdü beni, Ve orda ağladı ve içini çekti çok üzgün, Ve orda onun vahşi, kederli gözlerini kapattım Dört öpücüklerle. Ve orda ninni söyleyip uyuttu beni, Ve orda gördüm rüyayı, Ah, başıma üzüntü getiren, Gördüğüm rüyâların en sonuncusuydu Yanında soğuk tepenin. Solgun kralları gördüm, ve prensleri de, Solgun savaşçıları, hepsi ölüm gibi solgundu; Ağlıyorlardı hepsi —“La Belle Dame sans merci Esir aldı seni!” Açlıktan ölen dudaklarını gördüm akşam karanlığında İğrenç ikazlarıyla sonuna kadar açılmış, Ve uyandım, ve buldum kendimi burada Yanında soğuk tepenin. İşte bu yüzden konuğum burada, Yalnız ve solgun oyalanarak; Saz kuruyup gölden gitse Ve kuşlar ötmeseler de. Çeviren: Vehbi Taşar LA BELLE DAME SANS MERCI By John Keats
O, WHAT can ail thee, Knight at arms, Alone and palely loitering; The sedge is wither'd from the lake, And no birds sing. O, what can ail thee, Knight at arms, So haggard and so woe-begone? The squirrel's granary is full, And the harvest's done. I see a lily on thy brow, With anguish moist and fever dew; And on thy cheek a fading rose Fast withereth too.
I met a Lady in the Meads Full beautiful, a faery's child; Her hair was long, her foot was light, And her eyes were wild. I made a Garland for her head, And bracelets too, and fragrant Zone; She look'd at me as she did love, And made sweet moan. I set her on my pacing steed, And nothing else saw all day long; For sideways would she lean, and sing A faery's song. She found me roots of relish sweet, And honey wild, and manna dew; And sure in language strange she said, "I love thee true." She took me to her elfin grot, And there she wept and sighed full sore, And there I shut her wild sad eyes With kisses four. And there she lulled me asleep, And there I dream'd, Ah Woe betide, The latest dream I ever dreamt On the cold hill side. I saw pale Kings, and Princes too, Pale warriors, death-pale were they all; Who cry'd--"La belle Dame sans merci Hath thee in thrall!" I saw their starved lips in the gloam With horrid warning gaped wide, And I awoke, and found me here On the cold hill side. And this is why I sojourn here, Alone and palely loitering; Though the sedge is wither'd from the lake, And no birds sing. NİNNİ By William Blake (1757-1827) Ah, gök gürültüsü gibi bir sesin hatırı için, ve savaşın Gırtlağını boğacak bir dilin hatırı için!—Duygular Sarsıldığı zaman, ve ruh çılgınlığa sürüldüğü zaman, Kim ayakta durabilir? Ezilmişlerin ruhları Kırıp geçiren dertli havada döğüşürken, kim ayakta durabilir? Korkunç öfkenin hortumu geldiğinde Tanrının Tahtından, çehresindeki kaş çatışları Milletleri bir araya getirirken, kim ayakta durabilir? Günah geniş kanatlarını harbin üzerinde çırparken, Ve yelkenler Ölüm selini kutlarken; Ruhlar hiç bitmeyen ateşin içine yırtılırken, Ve Cehennemin dostları katledilenlere sevinirken, Ah kim ayakta durabilir? Ah kim sebep verdi buna? Ah kim cevap verebilir Tanrının tahtında?
Kralları ve Asilleri Yeryüzünün, sizler yaptınız bunu! İşit ya da işitme, Gökyüzü, senin elçilerin yaptılar bunu! Çeviren: Vehbi Taşar LULLABY William Blake O for a voice like thunder, and a tongue to drown the throat of war! - When the senses are shaken, and the soul is driven to madness, who can stand? When the souls of the oppressed fight in the troubled air that rages, who can stand? When the whirlwind of fury comes from the throne of god, when the frowns of his countenance drive the nations together, who can stand? When Sin claps his broad wings over the battle, and sails rejoicing in the flood of Death; when souls are torn to everlasting fire, and fiends of Hell rejoice upon the slain. O who can stand? O who hath caused this? O who can answer at the throne of God? The Kings and Nobles of the Land have done it! Hear it not, Heaven, thy Ministers have done it! LÛSİ William Woodsworth İz sürerek geri gidilen yerlerde oturdu Güvercin kaynaklarının yanıbaşında; Övecek kimsesi olmayan bir kızdı, Ve yoktu çok seveni. Yosunlu bir taşın yanında menekşe Gözden yarı saklı! -Bir yıldız kadar güzeldi, yalnızca birtanesi parlarken Gökte. Bilinmeden yaşadı, ve çok az kişi bilebilirdi Lûsi’nin yaşamının sona erdiğini; Fakat mezarındadır o, ve, Ah, Bana neler neler farketti! Çeviren: Vehbi Taşar
LUCY By William Woodsworth
She dwelt among the untrodden ways Beside the springs of Dove; A maid whom there were none to praise, And very few to love. A violet by a mossy stone Half hidden from the eye! - Fair as a star, when only one Is shining in the sky. She lived unknown, and few could know When Lucy ceased to be; But she is in her grave, and, O, The difference to me! PORTEKİZ’DEN 38İNCİ SONE Elizabeth Barrett Browning Beni ilk öptüğünde yalnız, yazı yazdığım bu elin Parmaklarından aldı öpücüğü; Ve o zamandan beri elim daha beyaz ve daha temiz, Dünya-selamlarına cevap vermekte yavaş, melekler Konuştuğu zaman “Aman dinle’yle,” çabuk. Bir yüzük takamazdım oraya Ametistden, daha güzel görünen, O ilk öpücükten. İkincisi birincisini geçti yükseklikten ve Arayıp bulmaya çalıştı alnı ve kaçırdı yarısını, Öbür yarısı saçın üstüne düştü . Hediyenin ötesindeydi o! Kutsal aşk yağıydı, aşkın kendi tacı, Önde gelen günahlar temizleyen tatlılıktan. Üçüncüsü dudaklarımın üzerinde katlandı Mükemmel mor hâliyle; o zamandan beri, gerçek olan Gururu duydum ve dedim, “Benim Sevgilim, kendimin.” Çeviren: Vehbi Taşar Not: Eğer dördüncü ve beşinci öpücüklerin nerelere konulduğunu merak ediyorsanız, şunu söylemek gerekir ki bu şiir 19uncu yüzyıl İngiltere’sinin kabul ettiğinden daha fazla açık saçık yazılmıştır. Nitekim, 1845 yılında, bir buçuk sene sonra evleneceği şair Robert Browning için yazmış olduğu bu 44 tane sone’yi, Elizabeth Barrett, kendi kocasından bile, evlendikten 3 sene sonrasına kadar saklamış, ve ondan sonra bile ancak kocasının ısrarlarıyla basılmalarına razı olmuştur. Yalnızca 55 yıl yaşayan Elizabeth bu aşk evliliğini, o zaman çok geç kabul edilen 37 yaşında kendisinden 6 yaş küçük olan bir adamla ve kendi babasının çok kuvvetle bu evliliğe karşı gelmesine rağmen yapmıştır. Evlilikten sonra babası onu evlâtlıktan reddetmiş ve bu yüzden evlilik hayatlarının büyük bir dönemi İtalya’nın Floransa şehrinde geçmiştir. Elizabeth orada 1861 de kocasının kollarında veremden ölmüştür. Bu 44 sone Elizabeth’in aşk edebiyatına en büyük katkısı olarak kabul edilir. Bütün bu soneler Petrarchan denilen ve o zamanlar İtalya’da çok kullanılan ilk sekiz satırları abbaabba ve ondan sonraki 6 satırları cddcdd veya cdecde şeklinde kafiyelenen mısralarla yazılmıştır. Bu kafiye tarzını ritim ve ses bakımından çok zengin olan İtalyanca’da kolayca başarmak mümkünse de aynı şeyi İngilizce lisanında başarmanın büyük bir hüner gerektirdiği söylenir. Doğrusunu söylemek gerekirse ben bunu Türkçede başarmaya bile gayret etmedim. Bu şiirde kullanılan “mor hâl” deyimi sanırım Ametist taşının rengiyle ilgilidir. Saygılarımla, Vehbi Taşar SONNET FROM THE PORTUGUESE XXXVIII Elizabeth Barrett Browning
First time he kissed me, he but only kissed The fingers of this hand wherewith I write; And ever since, it grew more clean and white, Slow to world-greetings, quick with its "Oh, list," When the angels speak. A ring of amethyst I could not wear here, plainer to my sight, Than that first kiss. The second passed in height The first, and sought the forehead, and half missed, Half falling on the hair. O beyond meed! That was the chrism of love, which love's own crown, With sanctifying sweetness, did precede. The third upon my lips was folded down In perfect, purple state; since when, indeed, I have been proud and said, "My love, my own." PORTEKİZDEN 43ÜNCÜ SONE Elizabeth Barrett Browning Seni nasıl severim? İzin ver yollarını sayayım. Derinliğinde ve genişliğinde ve yüksekliğinde severim Ruhumun erişebildiği yerlerin, göze gözükmeden Var Olan ve Mükemmel Güzel. Seni hergünün en gürültüsüz eksikliğinin düzeyinde severim, yanında gün ışığının ve yanında mum-ışığının. Seni özgür severim, Doğruya çabalayan insanlar kadar; Seni safça severim, övgüden vazgeçerken onlar. Seni arzuyla severim, eski üzüntülerimde yüklü duran, Seni güvenciyle severim çocukluğumun. Kaybettiğimi sandığım bir aşkla severim Yitirilmiş azizlerimle beraber—Seni ömrümün bütün Nefesleriyle, gülüşleriyle, gözyaşlarıyla severim!—Ve, Tanrı öyle istiyorsa eğer, Öldükten sonra seni daha da iyi seveceğim. Çeviren: Vehbi Taşar SONNET #43, FROM THE PORTUGUESE By Elizabeth Barrett Browning How do I love thee? Let me count the ways. I love thee to the depth and breadth and height My soul can reach, when feeling out of sight For the ends of Being and ideal Grace. I love thee to the level of everyday's Most quiet need, by sun and candle-light. I love thee freely, as men strive for Right; I love thee purely, as they turn from Praise. I love thee with the passion put to use In my old griefs, and with my childhood's faith. I love thee with a love I seemed to lose With my lost saints!---I love thee with the breath, Smiles, tears, of all my life!---and, if God choose, I shall but love thee better after death. YULİSİYS Alfred Tennyson (1842 de yazılmıştır)
Faydası az başıboş bir kralım, Kendisi gibi yaşlı bir hanımla eşlenmiş, Bu kıpırdamayan ocağın başında, kıraç yalçın kayaların arasında Ölçüp biçip eşit olmayan kanunlar dağıtırım, İstif yapan, uyuyan ve kendini doyuran, ve benden haberi bile olmayan, Yabani bir ırkın üzerine. Yolculuk etmeden duramam: hayatı içerim Çökeltilerine kadar: Her zaman zevk alırım Çok miktarda, acı çekerim çok miktarda, hem Beni sevmiş olanlarla, hem de yapayalnız; kumsalda, ve Hızlı akıntılar arasında yağmurlu Hayades Soluk denizi giydirirken: Kendime bir isim yaptım; Herzaman aç bir yürekle dolaştığım için. Çok gördüm ve çok öğrendim; insanların şehirlerini Ve davranışlarını, iklimleri, danışma kurullarını, yönetim şekillerini, Kendim de dahil olmak üzere, hepsine şeref verdim; Ve uzakta rüzgârlı Truva’nın çınlayan tepelerinde; Akranlarımla savaşın zevkini içip kendimi sarhoş ettim. Parçasıyım karşılaştığım her bir şeyin; Yine de bütün deneyim seyahat edilmemiş dünyaya doğru Parlayan bir kemerden ibarettir, Ben hareket ettiğim zaman, sınırları her zaman ve her zaman solan. Ne aptallıktır durmak, bitirmek, Paslanmak parlatılmadan, parlamamak kullanılmadan! Sanki yaşamak nefes almaktan ibaretmiş gibi. Hayat üstüne Yığılan hayatın tümü pek azdı, ve çok azı kaldı Bana ait olandan: Fakat her saati saklanıldı O sonsuz sessizliğin, ve biraz daha fazlası yeni şeylere sebebiyet veren; ve iğrenç gelse de bazısı için Üç güneşi birden kendim için saklamak ve istif etmek, Ve bu beyazlanmış ruhun arzuyla özlem çekmesi Batan bir yıldız gibi bilginin peşinden gitmenin, Ötesinde en uzak sınırının insan düşüncesinin. Bu benim oğlum, benim kendi Telemakus’um, Ona hükümdarlık asasını ve adayı bırakacağım Benim çok sevdiğim, bu uğraşı becerecek kadar zeki, Yavaşça dikkatle yumuşatacak Yontulmamış bir halkı, ve yavaş derecelerle Kontrolu altına alacak onları iyi ve yararlı olmaları için. Tamamiyle kusursuzdur o, sıradan görevlerin Küresinde ortalanmış, terbiyeli başarısız olmamak için Duyarlılık gerektiren işlerde, ve ödemek için , ben gittiğim zaman, Gereken hürmeti ev halkımın tanrılarına benim, O kendi işini görür, ben kendimin. İşte liman burada yatar, tekne burdan yelken üfürür: İşte burada suratını asar geniş karanlık denizler. Benim gemicilerim, Benimle yorulmadan çalışan, ve iş yapan, ve benimle düşünen ruhlarGülüp oynayarak hoşgeldinle gökgürültüsü ve Günışığını karşılayan, ve onlara karşı gelen Özgür kalpler, özgür alınlar- sizler ve ben yaşlandık artık; İleri yaşın da kendi şerefi ve zahmeti vardır; Ölüm herşeyi kapatır: fakat sondan önce gelen birşey var, Belki de hâla asil anlamı olan birtakım işler yapılabilir, Tanrılarla uğraşan adamlara uygunsuz düşmeyen. Işıklar kayalardan göz kırpmaya başlar: Uzun gün solar: yavaş ay tırmanır: derin İnlemeler bir çok seslerle yuvarlanır. Gelin, benim dostlarım,
Çok geç değildir henüz yeni bir dünya aramak için. Hamle yapın, ve iyi oturarak düzenle vurup ortadan kaldırın Seslenen kırışıklıklarını alnın; devam ettirmektir çünkü benim amacım Ölünceye kadar yelken açmayı ötesine gün batımının, Ve bütün batı yıldızlarının yıkandıkları yerlerin. Belki de körfezler bizi yıkayıp temizleyeceklerdir: Belki de Mutlu Adalara dokunacağız, Ve ünlü Aşil’i göreceğiz, tanımış olduğumuz. Çok şey alındı, fakat çoğu hâla olduğu yerde durur; ve Şimdi biz eski günlerde yeryüzünü ve gökyüzünü yerinden oynatmış olan O güç olmasak bile; Biz yine de biziz, biz; Hepsi aynı-mizaçta bir parçadan oluşan yiğit yürekleriz, Zamanla ve kaderle yıpranmış, fakat iradesi kuvvetli Çabalamak, araştırmak, bulmak, ve teslim alınmamak için. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Ulysses, Odise’nin lâtincesidir. Hyades, Boğa Burcunda Öküz Yıldızları kümesine verilen isim. ULYSSES by Alfred Tennyson It little profits that an idle king, By this still hearth, among these barren crags, Match'd with an aged wife, I mete and dole Unequal laws unto a savage race, That hoard, and sleep, and feed, and know not me. I cannot rest from travel: I will drink Life to the lees: all times I have enjoy'd Greatly, have suffer'd greatly, both with those That loved me, and alone; on shore, and when Thro' scudding drifts the rainy Hyades Vest the dim sea: I am become a name; For always roaming with a hungry heart Much have I seen and known; cities of men And manners, climates, councils, governments, Myself not least, but honour'd of them all; And drunk delight of battle with my peers; Far on the ringing plains of windy Troy. I am part of all that I have met; Yet all experience is an arch wherethro' Gleams that untravell'd world, whose margin fades For ever and for ever when I move. How dull it is to pause, to make an end, To rust unburnish'd, not to shine in use! As tho' to breath were life. Life piled on life Were all to little, and of one to me Little remains: but every hour is saved From that eternal silence, something more, A bringer of new things; and vile it were For some three suns to store and hoard myself, And this gray spirit yearning in desire To follow knowledge like a sinking star, Beyond the utmost bound of human thought. This is my son, mine own Telemachus, To whom I leave the sceptre and the isle-
Well-loved of me, discerning to fulfil This labour, by slow prudence to make mild A rugged people, and thro' soft degrees Subdue them to the useful and the good. Most blameless is he, centred in the sphere Of common duties, decent not to fail In offices of tenderness, and pay Meet adoration to my household gods, When I am gone. He works his work, I mine. There lies the port; the vessel puffs her sail: There gloom the dark broad seas. My mariners, Souls that have toil'd, and wrought, and thought with meThat ever with a frolic welcome took The thunder and the sunshine, and opposed Free hearts, free foreheads- you and I are old; Old age had yet his honour and his toil; Death closes all: but something ere the end, Some work of noble note, may yet be done, Not unbecoming men that strove with Gods. The lights begin to twinkle from the rocks: The long day wanes: the slow moon climbs: the deep Moans round with many voices. Come, my friends, 'Tis not too late to seek a newer world. Push off, and sitting well in order smite The sounding furrows; for my purpose holds To sail beyond the sunset, and the baths Of all the western stars, until I die. It may be that the gulfs will wash us down: It may be we shall touch the Happy Isles, And see the great Achilles, whom we knew. Tho' much is taken, much abides; and tho' We are not now that strength which in the old days Moved earth and heaven; that which we are, we are; One equal-temper of heroic hearts, Made weak by time and fate, but strong in will To strive, to seek, to find, and not to yield. [1842] KUBİLÂY HAN Samuel Taylor Coleridge (1772-1834) (Bu şiir 13 Ekim 1797 tarihinde yazılmıştır) Kubilây Han Zanaduda Azametli bir zevk-kubbesinden hükmetti: Orada kutsal nehir Alf, insanların ölçemeyeceği kadar büyük ve derin Mağaralardan aşağıya güneşsiz bir denize aktı. Böyle surlar ve kulelerle etrafı kuşatılmış İki kere beş mil olan verimli topraklar vardı: Ve bahçeler vardı o yerde parlak kıvrılan dereciklerle dolu, Bir çok tütsü taşıyan ağacın çiçek açtığı; Ve burada ormanlar vardı tepeler kadar eski, Katlayan güneşli beneklerini yeşilin. Fakat Ah! yeşil tepeden aşağı bir sedir ağacı örtüsüne doğru yana eğilen O derin romantik yarık!
Yabanî yer! Kutsal ve afsunludur Şeytan-sevgilisi için yas tutan bir kadının sık sık ziyaret ettiği Solmakta olan ayın altındaki tekin olmayan yer kadar! Ve bu uçurumdan, durmaksızın kaynaşan kargaşalıkla, Sanki bu yeryüzü derin ve kalın soluklarla nefes alıyormuş gibi, Muazzam bir fıskiye aniden zora geldi: Çabuk arasıra-duran patlamaları arasında bu fıskiyenin Kocaman kırılmış parçalar atladı yere çarpıp geri zıplayan dolu gibi, Ya da Harman döven âletin altında kepekli tahıl gibi: Ve bu dans eden kayalar arasında bir an önce ve devamlı Sıçradı aniden kutsal nehir. Beş mil dolambaçlı bir yoldan giderek şaşkın bir hareketle Orman ve vadi arasından aktı kutsal nehir, Ondan sonra erişti insanın ölçemediği derin mağaralara, Ve büyük bir gürültüyle cansız bir okyanusa battı: Ve bu büyük gürültü arasında Kubilây uzaktan işitti Atalardan kalan harp kehânet eden sesleri! Zevk kubbesinin gölgesi Dalgaların yarısına kadar yüzdü; Orada işitildi birbirine karışmış ölçüsü gelen sesin Fıskiyeden ve mağaralardan. Ender bulunan bir mucizenin oyunuydu o, Buzlu mağaralarla dolu güneşli bir zevk kubbesiydi o! Santur çalan asil bir genç kız Bir rüyâda görmüştüm bir kere: Habeşli bir genç kızdı bu Ve çaldı santurunu Abora dağının şarkısını söyleyerek. Tekrar canlandırabilirmiydim onu kendi içimde ben Onun şarkısını ve senfonisini, Bana o kadar derin bir haz verecekti ki O yükses sesle söylenen ve uzun müzik, O kubbeyi ben havada inşa ediverecektim, O güneşli kubbeyi! O buz mağaralarını! Ve onu bütün işitenler onları orada görmeliler, Ve hep birden bağırmalılar, Aman Dikkat Edin! Aman Dikkat Edin! Çakmak gibi yanıp sönen gözlerine o adamın, havada uçan saçlarına o adamın! Bir çember ör etrafında üç kere, Ve kapa gözlerini kutsal korku ile, Çünkü o adam Bal-Çiy’iyle beslendi, Ve sütünü içti Cennetin. Çeviren: Vehbi Taşar KUBLA KHAN By Samuel Taylor Coleridge In Xanadu did Kubla Khan A stately pleasure-dome decree : Where Alph, the sacred river, ran Through caverns measureless to man Down to a sunless sea. So twice five miles of fertile ground With walls and towers were girdled round : And there were gardens bright with sinuous rills, Where blossomed many an incense-bearing tree ; And here were forests ancient as the hills, Enfolding sunny spots of greenery.
But oh ! that deep romantic chasm which slanted Down the green hill athwart a cedarn cover ! A savage place ! as holy and enchanted As e'er beneath a waning moon was haunted By woman wailing for her demon-lover ! And from this chasm, with ceaseless turmoil seething, As if this earth in fast thick pants were breathing, A mighty fountain momently was forced : Amid whose swift half-intermitted burst Huge fragments vaulted like rebounding hail, Or chaffy grain beneath the thresher's flail : And 'mid these dancing rocks at once and ever It flung up momently the sacred river. Five miles meandering with a mazy motion Through wood and dale the sacred river ran, Then reached the caverns measureless to man, And sank in tumult to a lifeless ocean : And 'mid this tumult Kubla heard from far Ancestral voices prophesying war ! The shadow of the dome of pleasure Floated midway on the waves ; Where was heard the mingled measure From the fountain and the caves. It was a miracle of rare device, A sunny pleasure-dome with caves of ice ! A damsel with a dulcimer In a vision once I saw : It was an Abyssinian maid, And on her dulcimer she played, Singing of Mount Abora. Could I revive within me Her symphony and song, To such a deep delight 'twould win me, That with music loud and long, I would build that dome in air, That sunny dome ! those caves of ice ! And all who heard should see them there, And all should cry, Beware ! Beware ! His flashing eyes, his floating hair ! Weave a circle round him thrice, And close your eyes with holy dread, For he on honey-dew hath fed, And drunk the milk of Paradise. BEŞİK ŞARKISI William Blake Uyu, uyu aydınlık güzel şey, Düşleyerek içinde gecenin sevinçlerini; Uyu, uyu; uykunda senin Küçük üzüntüler otursun ve ağlasın. Tatlı bebek, senin yüzünde İzleyebilirim yumuşak istekleri, Gizli sevinçleri ve gizli gülüşleri Küçük, sevimli, bebek hilelerini. Hissederim en yumuşak kolunu, bacağını,
Gülüşleri sanki sabah aşırmış gibi onları Yanağından ve göğsünden Küçük kalbinin dinlendiği yerlerden. Ah şirin oyunlar emekleyerek Dalmış olan küçük kalbinde uykuya! Senin küçük kalbin uyandığında, O zaman dehşetli gece ara verecek. Çeviren: Vehbi Taşar CRADLE SONG By William Blake Sleep, sleep, beauty bright, Dreaming in the joys of night; Sleep, sleep; in thy sleep Little sorrows sit and weep. Sweet babe, in thy face Soft desires I can trace, Secret joys and secret smiles, Little pretty infant wiles. As thy softest limbs I feel Smiles as of the morning steal O'er thy cheek, and o'er thy breast Where thy little heart doth rest. O the cunning wiles that creep In thy little heart asleep! When thy little heart doth wake, Then the dreadful night shall break. KALBİM YERINDEN HOPLAR GÖRDÜĞÜM ZAMAN William Wordsworth Kalbim yerinden hoplar gördüğüm zaman Gökyüzünde bir gökkuşağını: Böyleydi başlangıcında ömrümün; Şimdi yine böyle, büyüdüm adam oldum; Yaşlanacağım zaman da böyle olsun, Ya da bırakın ölüp gideyim! Çocuk babasıdır adamın; Dileyebilirdim günlerimden Herbiri ötekine doğaya özgü dindarlıkla tutturulsun. Çeviri: Vehbi Taşar "My Heart Leaps Up When I Behold" by William Wordsworth My heart leaps up when I behold A rainbow in the sky: So was it when my life began; So is it now I am a man; So be it when I shall grow old, Or let me die! The Child is father of the Man;
I could wish my days to be Bound each to each by natural piety. BECERİMDE YA DA İÇ KARARTICI SANAT YAPITIMDA Dylan Thomas (1914-1953) Becerimde ya da iç karartıcı sanat yapıtımda Sessiz gecede deneyimlenen Yanıbaşında çalışırım şarkı söyleyen ışığın Yalnız ay coştuğu zaman Ve aşıklar bütün dertlerini Kollarına almış, yatarlarken. Başarılı olmak isteğimden ya da ekmek parası için değil Ne de fildişinden sahneler üzerinde Çalım satmak ve hayranlıklar değiş tokuş etmek için Fakat sıradan ücretleri için En gizemli kalbin. Gururlu adam için değil Benim coşan aydan ayrı yazdıklarım Denizin üfürdüğü bu sayfaların üstüne Ne de kale gibi yükselen ölüm için yazarım Bülbülleri ve ilâhileriyle Fakat kolları, asırların dertlerinin Etrafına sarılmış aşıklar için Övgü veya ücret ödemeyen Becerimi ya da sanat yapıtımı önemsemeyen. Çeviren: Vehbi Taşar IN MY CRAFT OR SULLEN ART by Dylan Thomas (1914-1953) In my craft or sullen art Exercised in the still night When only the moon rages And the lovers lie abed With all their griefs in their arms, I labour by singing light Not for ambition or bread Or the strut and trade of charms On the ivory stages But for the common wages Of their most secret heart. Not for the proud man apart From the raging moon I write On these spindrift pages Nor for the towering dead With their nightingales and psalms But for the lovers, their arms Round the griefs of the ages, Who pay no praise or wages Nor heed my craft or art. APLOLGIA PRO VITA SUA (BİRİSİNİN HAYATINI SAVUNMASI) Samuel Taylor Coleridge Ozan yalnız ama hayat dolu anında Büyütücü bir güç verir gözlerine:
Veya daha çok özgürlüğe kavuşturur gözlerini Boyutun siyah şekilsiz rastlantılarından— Alev alan kömürün tatlı sesle konuşan kozalarına, Ya da borunun kesip düzeltilmiş gövdesinden kıvrılarak yukarı yükselen dumanı, Onun yetenekli görüş alanı Görebilir yüceliğin hayaletlerini. Çeviren: Vehbi Taşar APLOLGIA PRO VITA SUA by Samuel Taylor Coleridge The poet in his lone yet genial hour Gives to his eyes a magnifying power: Or rather he emancipates his eyes From the black shapeless accidents of size-In unctuous cones of kindling coal, Or smoke upwreathing from the pipe's trim bole, His gifted ken can see Phantoms of sublimity. GİTME O GÜZEL GECEYE TATLILIKLA Dylan Thomas Gitme o güzel geceye tatlılıkla İhtiyarlık yanmalı ve saçmalamalı gün kapandığında; Öfkelen, öfkelen ışığın ölmesinin karşısında. Akıllı adamlar, bilmelerine rağmen karanlık uygundur sonlarında, Sözleri şimşek çaktırmamış olduğu için onlar Gitmezler o güzel geceye tatlılıkla. İyi insanlar, son defa ellerini sallarlar, bağırarak ne kadar parlak Dans edebileceğini güçsüz eylemlerinin yeşil bir koyda, Öfkelenirler, öfkelenirler ışığın ölmesinin karşısında. Vahşi insanlar güneşi uçarken yakalamış olan, Ve öğrenen, çok geç, yas tuttuklarını ona yolunda, Gitmezler o güzel geceye tatlılıkla. Ağır hastalar, ölüme yakın, körleştiren görme gücüyle gören Kör gözlerin gök taşları gibi alevlendiğini ve şen olmasını, Öfkelenirler, öfkelenirler ışığın ölmesinin karşısında. Ve sen, benim babam, orada hüzünlü dorukta, Yalvarırım, lanet et, hayırdua et bana şimdi acımasız göz yaşlarınla. Gitme o güzel geceye tatlılıkla. Öfkelen, öfkelen ışığın ölmesinin karşısında. Çeviren: Vehbi Taşar DO NOT GO GENTLE INTO THAT GOOD NIGHT by Dylan Thomas Do not go gentle into that good night, Old age should burn and rave at close of day; Rage, rage against the dying of the light.
Though wise men at their end know dark is right, Because their words had forked no lightning they Do not go gentle into that good night. Good men, the last wave by, crying how bright Their frail deeds might have danced in a green bay, Rage, rage against the dying of the light. Wild men who caught and sang the sun in flight, And learn, too late, they grieved it on its way, Do not go gentle into that good night. Grave men, near death, who see with blinding sight Blind eyes could blaze like meteors and be gay, Rage, rage against the dying of the light. And you, my father, there on the sad height, Curse, bless, me now with your fierce tears, I pray. Do not go gentle into that good night. Rage, rage against the dying of the light. DÜZENSİZ SIRAYLA DEĞİŞKENLİĞİ YAĞMURUN Percy Bysshe Shelley Düzensiz sırayla değişkenliği yağmurun, Ürperten rüzgâr, acı çekermiş gibi isteksizken Kendi ağır rutubetinden, orada burada Gezinir arasından gri ve ışık vermeyen atmosferin. Çeviren: Vehbi Taşar THE FITFUL ALTERNATIONS OF THE RAIN by Percy Bysshe Shelley The fitful alternations of the rain, When the chill wind, languid as with pain Of its own heavy moisture, here and there Drives through the gray and beamless atmosphere. SONE 147 William Shakespeare Aşkım bir humma gibidir, hâla özleyen Hastalığı artık onu emzirmeyen, Beslenerek üstünde hastalığı sürdürenin, Belirsiz mide bulandırıcı iştah, memnun eden. Sağduyum, aşkıma doktor, Kızarak reçeteleri yenilenmediği için, Bıraktı beni, ve ben onaylarım şimdi çaresiz Arzunun ölüm olduğunu, ilaç kabul etmeyen. Tedaviden geçtim, şimdi zamanı geçti üzüntünün, Ve ebedi huzursuzlukla çılgınca deliyim. Düşüncelerim ve konuşmalarım delilerinkidir, Boşuna beyan edilen, tesadüfi gerçeklerden, Çünkü söz verdim sana dürüstlükle, ve düşündüm seni ışıldayan, Cehennem kadar siyah, ve gece kadar karanlık olan. Çeviren: Vehbi Taşar
SONNET 147 by William Shakespeare My love is as a fever, longing still For that which longer nurseth the disease, Feeding on that which doth preserve the ill, The uncertain sickly appetite to please. My reason, the physician to my love, Angry that his prescriptions are not kept, Hath left me, and I desperate now approve Desire is death, which physic did except. Past cure I am, now reason is past care, And frantic-mad with evermore unrest. My thoughts and my discourse as madmen's are, At random from the truth vainly expressed, For I have sworn thee fair, and thought thee bright, Who art as black as Hell, as dark as night. AY İÇİN Percy Bysshe Shelley (1792-1822) Senin soluk yorgunluğun Gökyüzünde tırmanmaktan ve yeryüzüne bakmaktan mı gelir, Arkadaşsız gezinerek Başka bir doğuştan gelen yıldızların arasında,-Ve durmadan-değişerek, neşesiz bir göz gibi Hiçbir nesneyi ona bağlanacak kadar değerli bulmayan? Çeviren: Vehbi Taşar TO THE MOON by Percy Bysshe Shelley Art thou pale for weariness Of climbing heaven, and gazing on the earth, Wandering companionless Among the stars that have a different birth,-And ever-changing, like a joyless eye That finds no object worth its constancy? HASTA GÜL William Blake (1757-1827) Ey gül, hastasın sen. Görünmeyen solucan Geceleyin uçan Uluyan fırtınada Arayıp buldu yatağını senin Koyu kırmızı sevinçten, Ve onun karanlık gizli aşkı Mahveder hayatını senin. Çeviren: Vehbi Taşar THE SICK ROSE by William Blake O Rose, thou art sick. The invisible worm
That flies in the night In the howling storm Has found out thy bed Of crimson joy, And his dark secret love Does thy life destroy. “Hayatın kısalığı uzun süreli ümitleri akılda tutmamızı engeller”—Horace "Vitae summa brevis spem nos vetat inchohare longam" Ernest Dowson (1867-1900) Uzun değillerdir, ağlamak ve gülüşler, Aşk ve arzu ve nefret: Sanırım kalmaz payları içimizde Kapıyı geçtikten sonra bizler. Uzun değillerdir günleri şarabın ve güllerin: Çıkar patikamız bir süre Bulanık bir rüyadan, kapanır ondan sonra Bir rüya içinde. Çeviren: Vehbi Taşar "Vitae summa brevis spem nos vetat inchohare longam" by Ernest Dowson "The brevity of life forbids us to entertain hopes of long duration" --Horace They are not long, the weeping and the laughter, Love and desire and hate: I think they have no portion in us after We pass the gate. They are not long, the days of wine and roses: Out of a misty dream Our path emerges for a while, then closes Within a dream. NİNNİ W. H. Auden Koy uyukluyan başını, aşkım, Benim güvenilmez kolumdaki insan: Zaman ve ateşler yanıp kül eder Kişisel güzelliği Düşünceye dalmış çocuklardan, ve mezar Kanıtlar ömrünün kısalığını çocuğun: Fakat kollarımda gün sona erinceye dek Bırak yatsın yaşayan yaratık, Ölümlü, günahkâr, fakat bana Bütünüyle güzel. Ruh ve vücudun yoktur sınırları: Sevgililer yatarken üzerlerinde Onun hoşgörülü afsunlu yokuşunun Alışılagelmiş kendinde geçmeleriyle onların, Vahimdir Venüs’ün yolladığı görünümü Doğaüstü acımanın, Evrensel sevgi ve ümidin; Soyut bir kavrayış uyanırken
Buzulları ve kayaları arasında Yalnız yaşayanın şehvetle ilgili coşkunluğunun. Kuşkusuzluk, sadakat Geceyarısı çaldığında geçer Titreşimleri gibi bir çanın Ve kibar kimseler arasında revaçta olan deliler yükseltir Ukala, can sıkıcı haykırışlarını: Her meteliği masrafın. Bütün korku yaratan kartlar önceden haber verir. Ödenecektir, fakat bu geceden Ne bir fısıltı ne bir düşünüş. Ne bir öpüş ne de bakış yitirilir. Güzellik, geceyarısı, görme gücü ölür: Bırak tan yerinin rüzgârları esen Yavaşça rüya gören başının çevresinde Öyle bir karşılama günü göstersinler Göz ve çarpan kalp hayırdua edebilsin, Ölümlü dünyamızı yeterli bulsun; Kuruluğun öğle vakitleri beslenmiş bulsunlar seni İstemeden yapılan kuvvetler tarafından, Aşağılamanın geceleri bırak seni geçsin Gözetlediği her insan sevgisinin. Çeviren: Vehbi Taşar LULLABY by W. H. Auden Lay your sleeping head, my love, Human on my faithless arm: Time and fevers burn away Individual beauty from Thoughtful children, and the grave Proves the child ephemeral: But in my arms till break of day Let the living creature lie, Mortal, guilty, but to me The entirely beautiful. Soul and body have no bounds: To lovers as they lie upon Her tolerant enchanted slope In their ordinary swoon, Grave the vision Venus sends Of supernatural sympathy, Universal love and hope; While an abstract insight wakes Among the glaciers and the rocks The hermit's carnal ecstacy. Certainty, fidelity On the stroke of midnight pass Like vibrations of a bell And fashionable madmen raise Their pedantic boring cry: Every farthing of the cost. All the dreaded cards foretell.
Shall be paid, but from this night Not a whisper, not a thought. Not a kiss nor look be lost. Beauty, midnight, vision dies: Let the winds of dawn that blow Softly round your dreaming head Such a day of welcome show Eye and knocking heart may bless, Find our mortal world enough; Noons of dryness find you fed By the involuntary powers, Nights of insult let you pass Watched by every human love. TOM O’ BEDLEM’İN ŞARKISI (1620’ lerde yazılmış olan yazarı bilinmeyen İngiliz Baladı) Yaşlı ve aç cinden Paçavralarına ayıran seni, Çıplak adamın yanında duran ruh Ayların Kitabının içinde korur seni. Beş kusursuz duygundan Asla bırakılmayacaksın serbest, Ne de aylak dolaşacaksın kendi kendinden Tom’la birlikte Dışarda domuz pastırması dilenmek için, Ben şarkı söylerken, Her türlü yiyecek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Otuz çıplak yılımın içersinde İki kere yirmi defa öfkelendim şiddetle Kırkında üç kere on beşin Hapiste sağlamca kafesteydim. Asil samanlıklarında Bedlem’in Ekin anızı yumuşak ve lezzetli, Kuvvetli cesur kelepçeler, tatlı kırbaçlar, çan sesleri, Pek çok sıhhate yararlı açlıkla birlikte, Ve şimdi söylerim şarkımı, Her türlü yiyecek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Modlin için kapıldığım bir düşünceyle, Ve bir testi eskimiş sebze türlüsüyle, Bu ölçüde yüksek bir şey için gökyüzü hayırdua eder hepinize, Düştüm bu aşırı sevginin içine. Fetihden beridir hiç uyumadım, O zamana kadar asla uyandırılmamıştım, Aşkın çapkın oğlanı yattığım yerde Buluncaya ve çırılçıplak soyuncaya dek beni. Ve söylerken şarkımı, Her türlü yemek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Dişi domuzu andıran suratımı makasla kestiğimde Ve boynuzlu varilimden doya doya içtiğimde, Meşeden yapılmış bir handa, derimi havanda döverim
Altınla kaplanmış kıyafetten takım elbise gibi; Ay benim değişmeyen ev hanımım, Ve sevimli baykuş ilik kemiğim; Tutuşan erkek ördek ve gece kargası Müzik yaparlar kederime benim Şarkı söylerken, Her türlü yemek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Felç nabız atışlarımı rahatsız eder Domuzlarını çaldığım zaman ya da tavuklarını Aldığım zaman güvercinlerini, ya da eşlerinden ayırınca Horozlarını ya da onları yalnız bırakınca. Beslenmek istediğim zaman yemek yerim Hamfriy’le, ve karanlığa düştüğüm zaman Dinlenirim Pol’un uyanık ruhlarıyla, Yine de hiçbirzaman düşmedim ani korkuya. Fakat şarkı söylerim, Her türlü yemek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Apollo’dan daha çok bilirim, Çünkü o sık sık uyumuş yatarken Ölümcül savaşların yıldızlarını görürüm Yaralanmış gökyüzünün içinde ağlayan. Ay onun çobanını kucaklar, Ve Aşkın Kraliçesi askerini, Birincisi boynuzlarken sabah yıldızını Ve bir sonraki göklere ait Nalbantı. Ben şarkı söylerken, Her türlü yemek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Çingeneler, Sinep ve Pedro, arasında değillerdir Tom’un yoldaşlarının, Horladığım cahil adama, ve yankesiciliğe yemin edene Ve gürleyen oğlan çocuklarının kabadayılıklarına Uysala, aka, nazik olana, Ben ne dokunurum ne de bağışlarım onların canlarını; Fakat Tom Gergedan’ın yolunu kesenler Panterin cesaret etmediğini yaparlar. Şarkı söylememe rağmen, Her türlü yemek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın, Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Kurduğu hayallerle küplere binmiş bir ev sahibiyle, Onların komutanı olan ben Yanan bir mızrap ve havadan bir atla Geziniriz çorak arazilerde. Gölgelerle ve hayaletlerden bir şövalyeyle Çağırmış olduğum turnuvaya Geniş dünyanın bittiği yerin on fersah ötesinde: Öyle sanırım bu yolculuk etmek için değil. Yine de söylerim ben şarkımı, Her türlü yemek, her türlü besi, Besi, içki ve giysi; Gelin kadın ya da hizmetçi, korkmayın,
Zavallı Tom incitmeyecek hiçbirşeyi. Çeviren: Vehbi Taşar TOM O' BEDLAM'S SONG (Anonymous Ballad, circa 1620) From the hag and hungry goblin That into rags would rend ye, The spirit that stands by the naked man In the Book of Moons, defend ye. That of your five sound senses You never be forsaken, Nor wander from your selves with Tom Abroad to beg your bacon, While I do sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. Of thirty bare years have I Twice twenty been enragèd, And of forty been three times fifteen In durance soundly cagèd. On the lordly lofts of Bedlam With stubble soft and dainty, Brave bracelets strong, sweet whips, ding-dong, With wholesome hunger plenty, And now I sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. With a thought I took for Maudlin, And a cruse of cockle pottage, With a thing thus tall, sky bless you all, I befell into this dotage. I slept not since the Conquest, Till then I never wakèd, Till the roguish boy of love where I lay Me found and stript me nakèd. While I do sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. When I short have shorn my sow's face And swigged my horny barrel, In an oaken inn, I pound my skin As a suit of gilt apparel; The moon's my constant mistress, And the lovely owl my marrow; The flaming drake and the night crow make Me music to my sorrow. While I do sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing.
The palsy plagues my pulses When I prig your pigs or pullen Your culvers take, or matchless make Your Chanticleer or Sullen. When I want provant, with Humphry I sup, and when benighted, I repose in Paul's with waking souls, Yet never am affrighted. But I do sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. I know more than Apollo, For oft when he lies sleeping I see the stars at mortal wars In the wounded welkin weeping. The moon embrace her shepherd, And the Queen of Love her warrior, While the first doth horn the star of morn, And the next the heavenly Farrier. While I do sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. The Gypsies, Snap and Pedro, Are none of Tom's comradoes, The punk I scorn, and the cutpurse sworn And the roaring boy's bravadoes. The meek, the white, the gentle, Me handle not nor spare not; But those that cross Tom Rynosseross Do what the panther dare not. Although I sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. With an host of furious fancies, Whereof I am commander, With a burning spear and a horse of air To the wilderness I wander. By a knight of ghosts and shadows I summoned am to tourney Ten leagues beyond the wide world's end: Methinks it is no journey. Yet I will sing, Any food, any feeding, Feeding, drink or clothing; Come dame or maid, be not afraid, Poor Tom will injure nothing. AŞK BAHÇESİ William Blake Yerleştirdim kendimi bir kıyının üzerinde, Aşkın uykuya yattığı; Sazların arasında duydum rutubeti Gözleri yaşlı, gözleri yaşlı.
Sonra fundalığa gittim ve yabana, Dikenlerine ve dikenli bitkilerine çorağın; Ve onlar söylediler bana ne kadar aldatıldıklarını, Korkutup kaçırıldıklarını ve yalnız yaşamak zorunda bırakıldıklarını. Aşk Bahçesine gittim, Ve gördüm hiç görmediğimi; Ortasında küçük bir Kilise yapılmıştı, Orda oynardım yeşilliğin üstünde. Ve kapanmıştı bu küçük Kilisenin kapıları. Ve kapının üstünde “Sen Yapmayacaksın,” yazılıydı; Böylece yöneldim Aşk Bahçesine Taşıyan pek çok tatlı çiçeği. Ve gördüm mezarlarla doldurulduğunu, Ve çiçekler olması gereken yerlerde mezar taşları vardı; Ve papazlar yürüyorlardı devriyelerini kara cübbelerinde, Ve benim sevinçlerim ve arzularım bağlanmış olan yabani güllerle. Çeviren: Vehbi Taşar, 8 Ağustos, 2006 Note: 1789 da ilk defa olarak “Songs of Innocence” ya da “Suçsuzluğun Şarkıları” isimli kitapta basılan bu şiir Willam Blake’in Hristinyanlık Kilisesi ve dinini eleştiren bir şiiridir. Blake Hristiyanlık dininin Tanrıyla insanların arasına girdiğine inandığı için dine karşıydı. Şiirin en son mısrasında geçen “binding with briars”, yani “yabani güllerle bağlanmak” ifadesi Blake’in meşhur ettiği ve İngiliz edebiyatında ve dinsel yazılarda sık sık kullanılan bir ifadedir. THE GARDEN OF LOVE by William Blake I laid me down upon a bank, Where Love lay sleeping; I heard among the rushes dank Weeping, weeping. Then I went to the heath and the wild, To the thistles and thorns of the waste; And they told me how they were beguiled, Driven out, and compelled to the chaste. I went to the Garden of Love, And saw what I never had seen; A Chapel was built in the midst, Where I used to play on the green. And the gates of this Chapel were shut And "Thou shalt not," writ over the door; So I turned to the Garden of Love That so many sweet flowers bore. And I saw it was filled with graves, And tombstones where flowers should be; And priests in black gowns were walking their rounds, And binding with briars my joys and desires. ZAMAN, GERÇEK VE HAYALİ Samuel Taylor Coleridge (1772-1834)
Bir dağ başının geniş düzlüğünde, (Bilmiyordum nerede, fakat büyülü bir yerdi) Onların kanat tüyleri devekuşuna-benzer, yelkenleri dışarı yayılmış, Koşar iki sevimli çocuk bitmez bir yarış, Biri kız ve biri erkek kardeş! Bu ötekinden çok üstün çıktı; Fakat kız hep koşar yüzü geri dönük, Ve bakar ve dinler ardındaki oğlanı: Çünkü, yazık! kördür o oğlan çocuk! İnişli yokuşlu ve düzgün, eşit adımla geçti, Ve bilmez o ilk mi gelecek yoksa en son. Çeviren: Vehbi Taşar TIME, REAL AND IMAGINARY By Samuel Taylor Coleridge On the wide level of a mountain's head, (I knew not where, but 'twas some faery place) Their pinions, ostrich-like, for sails out-spread, Two lovely children run an endless race, A sister and a brother! This far outstripp'd the other; Yet ever runs she with reverted face, And looks and listens for the boy behind: For he, alas! is blind! O'er rough and smooth with even step he passed, And knows not whether he be first or last. YAŞLI BİR FİLOZOFUN SON SÖZLERİ Walter Savage Landor (1775-1864) Hiçkimseyle uğraşmadım, çünkü hiçkimse deymezdi uğraşmaya: Doğaya aşık oldum, ve, Doğadan sonra, Sanata: Her iki eli ısıttım Yaşamın ateşi önünde; O batar; ve ben hazırım gitmeye. Çeviren: Vehbi Taşar DYING SPEECH OF AN OLD PHILOSOPHER by Walter Savage Landor I strove with none, for none was worth my strife: Nature I loved, and, next to Nature, Art: I warm'd both hands before the fire of Life; It sinks; and I am ready to depart. LONDRA William Blake Dolaştım kaydedilmiş her caddeyi, Yanında kaydedilmiş Temz’in aktığı yerin Ve işaretledim her yüzde karşılaştığım işaretlerini zafiyetin, işaretlerini dertin. Her İnsanın her haykırışında, Korkuyla bağırışında her bebeğin, Her seste, her yasakta, Akılla-dövülen kelepçeler işitirim.
Nasıl bağırtısı Baca-süpürücüsünün Korkutur her siyahlanmış Kiliseyi, Ve iç çekişi talihsiz askerin Kanla dökülür saray duvarlarından. Fakat en çok arasından geceyarısı caddelerinin İşitirim nasıl laneti genç fahişenin Kavurur gözyaşını yeni-doğmuş bebeğin Ve felaketlerle yakar cenaze arabasını Evliliğin. Çeviren: Vehbi Taşar LONDON by William Blake I wander thro' each charter'd street, Near where the charter'd Thames does flow, And mark in every face I meet Marks of weakness, marks of woe. In every cry of every Man, In every Infant's cry of fear, In every voice, in every ban, The mind-forg'd manacles I hear. How the Chimney-sweeper's cry Every blackning Church appalls, And the hapless Soldier's sigh Runs in blood down Palace walls. But most thro' midnight streets I hear How the youthful Harlot's curse Blasts the new-born Infant's tear And blights with plagues the Marriage hearse. WESTMİNSTER KÖPRÜSÜ ÜSTÜNDE BESTELENDİ, 3 EYLÜL, 1802 William Wordsworth Yeryüzünün yoktur gösterecek hiçbirşeyi bundan daha güzel: Duygusuz olmalı ruhu insanın bunu geçip gitmek için Bir manzara o kadar dokunaklı ki görkeminde: Bu şehir, bir elbise gibi, şimdi giyinir Güzelliğini sabahın: çıplak, suskun, Vapurlar, kuleler, kubbeler, tiyatrolar, ve tapınaklar yatar Açılmış, tarlaların üstüne ve gökyüzüne; Hepsi aydınlık ve parıltılı içinde dumansız havanın. Hiçbirzaman daha güzel bir şekilde ıslatmadı güneş İlk parlayışında vâdiyi, kayayı, ve tepeyi; Hiç görmedim , hiç hissetmedim, bir huzur o kadar derin! Nehir kendi tatlı niyetiyle süzülür: Aziz Tanrı! Evler bile uyumuş gözükür; Ve o kudretli kalp tümüyle yatıyor sakin! Çeviren: Vehbi Taşar COMPOSED UPON WESTMINSTER BRIDGE, SEPTEMBER 3, 1802 by William Wordsworth Earth has not anything to show more fair: Dull would he be of soul who could pass by A sight so touching in its majesty: This City now doth, like a garment, wear The beauty of the morning; silent, bare,
Ships, towers, domes, theatres, and temples lie Open unto the fields, and to the sky; All bright and glittering in the smokeless air. Never did sun more beautifully steep In his first splendour, valley, rock, or hill; Ne'er saw I, never felt, a calm so deep! The river glideth at his own sweet will: Dear God! the very houses seem asleep; And all that mighty heart is lying still! KAÇ ŞAİR ALTINLA KAPLAR ZAMANIN GEÇİŞİNİ! John Keats Kaç şair altınla kaplar zamanın geçişini! Onların bir kaçı sürekli gıdası oldu Benim son derece mennun hayal gücümün,-- Derin derin düşünebilirdim Üzerinde onların güzelliklerinin, dünyaya ait olan, ya da son derece güzel: Ve sık sık, oturttuğum zaman kendimi kafiyeye, Aklımın önünde rahatsız ederler bunlar akın akın: Fakat ne karışıklığa sebep verirler, Ne de huzursuzluk veren saygısızlığa: hoş bir çan sesi. Böyledir numarasız sesler akşamın biriktirdiği; Kuşların şarkıları—yaprakların fısıltısı— Suların çıkardığı ses — yukarı çekilen büyük çan Heybetli ses çıkaran,-- ve daha binlerce başkaları Tanıma mesafesinden yoksun bırakılan, Tatlı müzik yaparlar, ve vahşi gürültü değil. Çeviren: Vehbi Taşar HOW MANY BARDS GILD THE LAPSES OF TIME! by John Keats How many bards gild the lapses of time! A few of them have ever been the food Of my delighted fancy,--I could brood Over their beauties, earthly, or sublime: And often, when I sit me down to rhyme, These will in throngs before my mind intrude: But no confusion, no disturbance rude Do they occasion; ’tis a pleasing chime. So the unnumber’d sounds that evening store; The songs of birds--the whisp’ring of the leaves-The voice of waters--the great bell that heaves With solemn sound,--and thousand others more That distance of recognizance bereaves, Make pleasing music, and not wild uproar. KIRMIZI, KIRMIZI BİR GÜL Robert Burns (1759-1796) Ah benim aşkım kırmızı, kırmızı bir güle benzer, Haziranda yeniden açan: Ah benim aşkım melodiye benzer, Tatlı tatlı ahenkle çalan. Senin güzelliğin kadar, benim tatlı sevgilim, O kadar derin aşığım; Ve seveceğim seni hâla, sevgilim,
Bütün denizlerin suyu boşalıncaya kadar. Bütün denizlerin suyu boşalıncaya kadar, sevgilim, Ve kayalar güneşte eriyinceye kadar; Ve seni hâla seveceğim, sevgilim, Hayatın kumları akıncaya kadar. Ve güle güle git tek aşkım benim! Ve güle güle git bir süre için! Ve ben geleceğim yine, aşkım benim, On bin mil bile olsa! Çeviren: Vehbi Taşar A RED, RED ROSE by Robert Burns Oh my luve is like a red, red rose, That's newly sprung in June: Oh my luve is like the melodie, That's sweetly play'd in tune. As fair art thou, my bonie lass, So deep in luve am I; And I will luve thee still, my dear, Till a' the seas gang dry. Till a' the seas gang dry, my dear, And the rocks melt wi' the sun; And I will luve thee still, my dear, While the sands o' life shall run. And fare thee weel, my only luve! And fare thee weel a while! And I will come again, my luve, Tho' it were ten thousand mile! GÜZELLİKLE DOLU BİR AKŞAM, SAKİN VE ÖZGÜR William Wordsworth (1770-1850) Güzellikle dolu bir akşam, sakin ve özgür, Kutsal vakit sessiz bir Rahibe gibidir Nefessiz kalmış aşırı sevgiyle; geniş güneş Batıyor sükunetinde; Derin derin düşünür gökyüzünün yumuşaklığı Denizin üzerinde: Dinle! kudretli Varlık uyanık, Ve o ebedi hareketini yapar Gök gürültüsü gibi bir sesi yükselterek—hiç durmaksızın. Sevgili Çocuk, sevgili Kız! benimle buraya yürüyen, Eğer tesiri altında kalmamış gibi gözüküyorsan dini düşüncenin, Senin tabiatın daha az kutsal değildir bu yüzden: Bütün yıl İbrahimin koynunda yatarsın; Ve içteki türbesinde ibadet edersin Tapınağın, Tanrı seninledir biz bilmediğimiz vakit. Çeviren: Vehbi Taşar IT IS A BEAUTEOUS EVENING, CALM AND FREE
by William Wordsworth It is a beauteous evening, calm and free, The holy time is quiet as a Nun Breathless with adoration; the broad sun Is sinking down in its tranquillity; The gentleness of heaven broods o'er the Sea: Listen! the mighty Being is awake, And doth with his eternal motion make A sound like thunder--everlastingly. Dear Child! dear Girl! that walkest with me here, If thou appear untouched by solemn thought, Thy nature is not therefore less divine: Thou liest in Abraham's bosom all the year; And worship'st at the Temple's inner shrine, God being with thee when we know it not. BIR UYKU MÜHÜRLEDİ BENİM RUHUM William Wordsworth Bir uyku mühürledi benim ruhum; Yoktu insancıl korkularım: Hissedemez gözüken bir şeydi o kadın Dokunuşunu dünyaya ait yılların. Ne kımıltısı var şimdi, ne gücü; Ne işitir ne de görür; Toparlanıp yuvarlanmış yeryüzünün günlük rotasında, Kayalarla, ve taşlarla ve ağaçlarla. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Woodsworth’ün kimsenin bilmediği ve tanımadığı sevgilisi Lucy hakkında yazdığı şiirlerinden birisi olan “Bir uyku mühürledi benim ruhum” Lucy’nin ölümü konusundadır ve şiirin içinde Lucy ismi geçmemesine rağmen Woodsworth’ün Lucy Şiirleri diye bilinen şiirlerinin en ünlülerindendir. Sanırım bir başka Lucy şiirini daha daha önce bu sayfalarda çevirmiştim. Saygılarımla, Vehbi
A SLUMBER DID MY SPIRIT SEAL by William Wordsworth A slumber did my spirit seal; I had no human fears: She seemed a thing that could not feel The touch of earthly years. No motion has she now, no force; She neither hears nor sees; Rolled round in earth's diurnal course, With rocks, and stones, and trees. EFTIN SUYU Robert Burns Usulca ak, tatlı Eftın, arasında yeşil bayırların, Usulca ak, bir şarkı söyleyeceğim övmek için seni; Benim Mery’m uyumuş akarsuyunun yanında mırıltılı,
Usulca ak, tatlı Eftın, bozma onun rüyâsını. Sen ey yabani-güvercin, sesi bayırlardan yankılanan, Sizler ey ıslık çalan karakuşlar kendi dikenli yataklarınızdan, Sen ey yeşil ibikli kızkuşu, sabır gerektirir senin haykırışın, Görevlendiriyorum seni rahatsız etme benim uyuklayan sarışınımı Ne kadar yücedir, tatlı Eftın, senin komşu tepelerin, Ne uzaklıkları işaretler akışlarıyla parlak dolambaçlı dereciklerin; Orda dolaşırım ben hergün ay gökte yükselirken, Gözümde sürülerim ve tatlı bez karyolası benim Mery’min Ne kadar hoştur senin kıyıların ve yeşil vâdiler aşağıdaki, Orada çuhaçiçekleri ormanlıklarda çiçek açar vahşi. Orda sık sık süpürken yumuşak Akşam çayırlığın üzerini, Tatlı-kokulu huş ağacı gölgeler benim Mery’mi ve beni. Kristal akarsu, Eftın, süzülür, ne kadar sevimli Ve döner etrafında Mery’min oturduğu karyolanın çevresini, Ne âhlaksızdır senin suların ayaklarını yıkayan onun kar gibi, Toplarken o tatlı küçük çiçekler koparır parlak dalganın sapını. Usulca ak, tatlı Eftın, arasında yeşil bayırların, Usulca ak, tatlı ırmak, benim şarkılarımın teması; Benim Mery’m uyumuş akarsuyunun yanında mırıltılı, Usulca ak, tatlı Eftın, bozma onun rüyasını. Çeviren: Vehbi Taşar Not: 18inci yüzyılda yaşayan İskoçya’nın ünlü milli şairi Robert Burns bu şarkıyı hiç şüphesiz çok sevdiği memleketindeki Eftın Irmağı için yazmıştır. AFTON WATER by Robert Burns Flow gently, sweet Afton, among thy green braes, Flow gently, I'll sing thee a song in thy praise; My Mary's asleep by thy murmuring stream, Flow gently, sweet Afton, disturb not her dream. Thou stock-dove, whose echo resounds thro' the glen, Ye wild whistling blackbirds in yon thorny den, Thou green-crested lapwing, thy screaming forbear, I charge you disturb not my slumbering fair. How lofty, sweet Afton, thy neighbouring hills, Far mark'd with the courses of clear winding rills; There daily I wander as noon rises high, My flocks and my Mary's sweet cot in my eye. How pleasant thy banks and green valleys below, Where wild in the woodlands the primroses blow; There oft, as mild Ev'ning sweeps over the lea, The sweet-scented birk shades my Mary and me. Thy crystal stream, Afton, how lovely it glides, And winds by the cot where my Mary resides, How wanton thy waters her snowy feet lave, As gathering sweet flowrets she stems thy clear wave. Flow gently, sweet Afton, among thy green braes, Flow gently, sweet river, the theme of my lays; My Mary's asleep by thy murmuring stream, Flow gently, sweet Afton, disturb not her dream. DULCE ET DECORUM EST (TATLI VE UYGUNDUR) Wilfred Owen (1893-1918)—İngiltere İhtiyar dilenciler gibi ikiye bükülmüş, çuvalların altında
Dizleri birbine kenetlenmiş, cadı kadınlar gibi öksürerek, küfür ettik lağım deliğinin içinde, Akıldan çıkmayan işaret fişeğinin ışıkları üstümüze düşünce arkalarımızı döndük Ve yorgun adımlarla yürüdük uzak dinlenme kampımıza doğru. Adamlar uygun adım yürüdüler uyurken. Çoğu potinlerini kaybetmişti Fakat topallayarak yürüdüler, gözleri kanla dolu. Hepsi topal kaldı; hepsi kör oldu; Sarhoştuk yorgunluktan; sağır, havayı delen hışırtılarına bile, Yorulmuş, yarışta geçilmiş Elli-Dokuzluk top mermilerinin ardımıza düşen. Gaz! ZEHİRLİ GAZ!,çocuklar, Çabuk!---Kendinden geçmiş bir boş yere çabalama, Hantal miğferleri tam zamanında yerine oturtmak için: Fakat birisi hâla acı acı bağırıyor ve tökezliyordu Ve çırpınıyordu sanki ateşe ya da kireç kuyusuna düşmüş gibi… Loş, puslu pencere camlarının içinden ve yoğun yeşil ışıktan, Altında gibi yeşil bir denizin, onu boğulurken gördüm. Bütün rüyâlarımda, benim çaresiz görme gücümün önünde, O bana doğru fırlar, eriyip akarak, nefessiz kalarak, boğularak. Eğer bir toza dumana boğulmuş rüyâda sen de yavaşça yürüyebilseydin Onu içine attığımız el arabasının arkasından Ve baksaydın kıvranan beyaz gözlere onun yüzündeki, Onun asılı duran yüzüne, sanki şeytan günahtan hastalanmış gibi; Eğer duyabilseydin, her sarsılmada, kanı Gargara edilip gelen köpükle laçkalaşmış ciğerlerden, Kanser gibi tiksindirici, gevişi gibi acı Masum dillerin üstünde berbat, tedavi edilemez yaraların,--Dostum, söylemezdin o zaman bu kadar büyük bir zevkle Bir çeşit umutsuz görkeme heveslenen çocuklara Eski yalanı: Dulse et dekorum est Pro patria mori. “DULCE ET DECORUM EST PRO PATRİA MORİ” “TATLIDIR VE UYGUNDUR ÖLMEK VATAN İÇİN” Horace (Milattan Önce 65-8, Roma), “Övgüler” kitabından. Çeviren: Vehbi Taşar DULCE ET DECORUM EST by Wilfred Owen Bent double, like old beggars under sacks Knock-kneed, coughing like hags, we cursed through sludge, Till on the haunting flares we turned our backs And towards our distant rest began to trudge. Men marched asleep. Many had lost their boots But limped on, blood-shod. All went lame; all blind; Drunk with fatigue; deaf even to the hoots Of tired, outstripped Five-Nines that dropped behind. Gas! GAS! Quick, boys!---An ecstasy of fumbling, Fitting the clumsy helmets just in time; But someone still was yelling out and stumbling And flound'ring like a man in fire or lime... Dim, through the misty panes and thick green light, As under a green sea, I saw him drowning. In all my dreams, before my helpless sight, He plunges at me, guttering, choking, drowning.
If in some smothering dreams you too could pace Behind the wagon that we flung him in, And watch the white eyes writhing in his face, His hanging face, like a devil's sick of sin; If you could hear, at every jolt, the blood Come gargling from the froth-corrupted lungs, Obscene as cancer, bitter as the cud Of vile, incurable sores on innocent tongues,--My friend, you would not tell with such high zest To children ardent for some desperate glory, The old Lie: Dulce et decorum est Pro patria mori. Editor's Note: "Dulce et decorum est pro patria mori" is from Horace's Odes and means: "It is sweet and fitting to die for one's country." PİYANO D. H. Lawrence (1885-1930) Yumuşakça, akşam karanlığında, bir kadın şarkı söylüyor bana; Uzak manzarasına götürerek beni gerideki yılların, görünceye kadar Bir çocuğu piyanonun altında oturan, gümbürtüsü içinde titreyen tellerin Ve bastıran küçük, dengeli ayaklarına gülümseyen bir annenin şarkı söyleyen. Kendi isteğime rağmen, gizlice fırsat kollayan üstünlüğü şarkının İhanet eder bana geri, kalbim ağlayıncaya dek benim ait olmak için Eski Pazar akşamlarına evin, dışarda kışla Ve ilahilerle, sıcak salonda, tıngırdayan piyano bizim rehberimiz. Şimdi Boşunadır böyle yaygarayla patlaması şarkı söyleyenin Büyük siyah piyano Apasyonatoyla. Alımı Çocukluk günlerimin üstüme düşmüş, erkekliğim dökülmüş Altına hatıra selinin, ağlarım bir çocuk gibi geçmiş için. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Piyano Apasyonato Beethoven’in üç büyük piyano sonatından biri olan 23 numaralı Piyano Sonatıdır. (ilginç olarak çalınma süresi de tam 23 dakikadır.) D. H. Lawrence ise en çok 1928 de yazdığı o zamanlar (ve halen de) pornografik olarak kabul edilen Lady Chatterley’in Sevgilisi kitabıyla ün kazanmış bir şairdir. PIANO by D. H. Lawrence Softly, in the dusk, a woman is singing to me; Taking me back down the vista of years, till I see A child sitting under the piano, in the boom of the tingling strings And pressing the small, poised feet of a mother who smiles as she sings. In spite of myself, the insidious mastery of song Betrays me back, till the heart of me weeps to belong To the old Sunday evenings at home, with winter outside And hymns in the cozy parlor, the tinkling piano our guide. So now it is vain for the singer to burst into clamor With the great black piano appassionato. The glamour Of childish days is upon me, my manhood is cast Down in the flood of remembrance, I weep like a child for the past. BURADA ÖLÜLER YATAR ÇÜNKÜ BİZ SEÇMEDİK A. E. Housman (1859-1936) Burada ölüler yatar çünkü biz seçmedik Yaşamayı ve utandırmayı içinden çıkıp geldiğimiz ülkeyi.
Hayat, kuşkusuz, çok fazla bir şey sayılmaz kaybetmek için; Fakat geç adamlar öyle sanarlar, ve biz gençtik.
HERE DEAD LIE WE BECAUSE WE DID NOT CHOOSE A. E. Housman Here dead lie we because we did not choose To live and shame the land from which we sprung. Life, to be sure, is nothing much to lose; But young men think it is, and we were young. DÜNYA ÇOK FAZLADIR BİZİMLE William Wordsworth Dünya çok fazladır bizimle; geç ve çok geçmeden, Elde ederek ve harcayarak, yıkıp dökeriz güçlerimizi: Az şey görürüz Doğada bizim olan; Kalplerimizi bedava verdik, sefil bir rahatlık! Çıplak göğsünü aya açan bu Deniz; Bütün saatlerde inleyen rüzgârlar, Ve şimdi yukarda toplanmış olanlar uyumuş çiçekler gibi; Bunun için, ve herşey için, akortumuz bozulmuş bizim; O kımıldatmaz bizi.—Büyük Tanrı! Keşke Bir Putperest olsaydım memesini emen modası geçmiş bir itikadın; Öylece belki görebilirdim, ayakta durarak üzerinde bu hoş otlak yerinin, Anlık görünüşlerini beni daha az terkedilmiş hissettiren şeylerin; Denizden yükselen Proteus’u görürdüm; Ya da duyardım yaşlı Triton’un çelenkli boynuzunu üflemesini. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Proteus: istediği şekle girebilen eski bir deniz tanrısı Triton: yarısı adam yarısı balık olan deniz tanrısı THE WORLD IS TOO MUCH WITH US by William Wordsworth The world is too much with us; late and soon, Getting and spending, we lay waste our powers: Little we see in Nature that is ours; We have given our hearts away, a sordid boon! This Sea that bares her bosom to the moon; The winds that will be howling at all hours, And are up-gathered now like sleeping flowers; For this, for everything, we are out of tune; It moves us not.--Great God! I'd rather be A Pagan suckled in a creed outworn; So might I, standing on this pleasant lea, Have glimpses that would make me less forlorn; Have sight of Proteus rising from the sea; Or hear old Triton blow his wreathèd horn. BİR YAS TUTMAYI REDDETMEK ÖLÜMÜ İÇİN, YANGINDAN, LONDRA’DA BİR ÇOCUĞUN, Dylan Thomas (1914-1953) Katiyen insan nesli yapıncaya kadar Kuş hayvan ve çiçek Baba oluncaya kadar ve tüm karşısında eğilmeye mecbur tutan karanlık
Sessizlikle söyleyinceye kadar kırıldığını son ışığın Ve hareketsiz saat denizden çıkıp iş başına gelinceye kadar takla atarak Ve girmeliyim tekrar yuvarlak Zayon’una su boncuğunun Ve Sinagoğuna mısır koçanının Bırakayım mı dua etsin gölgesi bir sesin Ya da benim tuz tohumumu eksin En küçük vâdisinde çuvaldan giysinin yas tutmak için Haşmetine ve alevler içindeki ölümüne çocuğun. Öldürmeyeceğim İnsan neslini o kızın ağır bir gerçekle gidişini Ne de küfür edeceğim aşağıya istasyonlarına nefesin Bundan başka herhangi Ağıtıyla masumluğun ve gençliğin. Derin ilk ölüyle yatar Londra’nın kızı, Uzun arkadaşlarda giydirilmiş, Tahıllar yaşın ötesinde, siyah damarları onun annesinin, Saklı yas tutmayan suyu tarafından Ata binen Temz’in. İlk ölümden sonra, yoktur başka hiç. Çeviren: Vehbi Taşar Not: İngiltere’nin Galler Ülkesinin en ünlü şairi olan Dylan Thomas genç yaşta alkolizmden ölmüş ve en önemli şiirlerini 26 yaşına kadar yazmıştır. Muhtemelen en fazla ün kazanmış olan bu şiiri 2. Dünya harbi sırasında bir kız çocuğunun yanarak ölmesi hakkındadır. Şair ölüm için yas tutmayı reddederken çocuğun ölümünü doğaya bir geri dönüş olarak kutluyor. Özellikle kızın öldükten sonra ağaçlar (uzun arkadaşlar), siyah damarlar (bitki kökleri) ve tahıllara döneceğini söylüyor. Şiirin en son mısrası belki de Dylan’ın en çok tekrar edilen ve bilinen sözcükleridir. Zayon (Zion): Yahudilerin harmoni içersinde dinsel bir hayat yaşadıkları tarihi bir ülke A REFUSAL TO MOURN THE DEATH, BY FIRE, OF A CHILD IN LONDON By Dylan Thomas Never until the mankind making Bird beast and flower Fathering and all humbling darkness Tells with silence the last light breaking And the still hour Is come of the sea tumbling in harness And I must enter again the round Zion of the water bead And the synagogue of the ear of corn Shall I let pray the shadow of a sound Or sow my salt seed In the least valley of sackcloth to mourn The majesty and burning of the child's death. I shall not murder The mankind of her going with a grave truth Nor blaspheme down the stations of the breath With any further Elegy of innocence and youth.
Deep with the first dead lies London's daughter, Robed in the long friends, The grains beyond age, the dark veins of her mother, Secret by the unmourning water Of the riding Thames. After the first death, there is no other. AYDAKİ PALYAÇO Dylan Thomas Gözyaşlarım sessiz sürüklenmeleri gibidir Bir kaç büyülü gülden petallerin, Ve bütün kederlerim yarığından akar Hatırlanmayan karların ve göklerin Sanırım, değmiş olsaydım yeryüzüne, Parçalanacaktı; O kadar acıklı ve güzeldir, O kadar ürkek bir rüyâ gibi. Çeviren: Vehbi Taşar CLOWN IN THE MOON by: Dylan Thomas My tears are like the quiet drift Of petals from some magic rose; And all my grief flows from the rift Of unremembered skies and snows. I think, that if I touched the earth, It would crumble; It is so sad and beautiful, So tremulously like a dream. VARMIYDI BİR ZAMAN Dylan Thomas Varmıydı bir zaman kemanlarıyla dans edenlerin Çocuk sirklerinde geciktirebildikleri dertlerini? Bir zaman vardı kitaplar üstünde ağlayabildikleri, Fakat zaman onların peşine kurtçuklarını taktı. Emin değillerdir altında gökyüzünün kemerinin. En fazla emin olan bu hayatta asla bilinmeyendir. Gökteki burçlar altında onlar kolları olmayanlar En temiz ellere sahiptir, ve, yalnız kalpsiz hayalet Zarar görmemişken, kör adam da en iyi şekilde görür. Çeviren: Vehbi Taşar WAS THERE A TIME by Dylan Thomas Was there a time when dancers with their fiddles In children's circuses could stay their troubles? There was a time they could cry over books, But time has set its maggot on their track.
Under the arc of the sky they are unsafe. What's never known is safest in this life. Under the skysigns they who have no arms Have cleanest hands, and, as the heartless ghost Alone's unhurt, so the blind man sees best. CELLAT Dolduruyor Güneşi, ayı, yıldızları, dolduruyor hepsini Baldıranıyla Kararıyorlar Akşamüstünü dolduruyor ve sabahı, kararıyorlar Denizi dolduruyor Doldurulmuş kör göğün altına giriyor Doldurulmuş ışıksız yüzünün üstünden geçip suyun Irmakları dolduyor, yolları ahtapot kolları gibi Dereleri dolduruyor, patikaları, damarlar gibi Karanlık damlıyor musluktan karanlık Yapışıyor insanın tabanlarına Aynayı dolduruyor, kupayı İnsanın düşüncelerini dolduruyor gözlerine dek Görülüyor insanın arkadaşlarının gözlerini doldurduğu Ve elini kaldırıp gözlerine dokunuyor insan Onun tümüyle doldurduğu Ona dokunuyor Ne olduğunu bilmiyor Artık kendinin olmayana Herşey daha İnsanın gözlerinin açılmadan olduğu gibi Ted Hughes Çev.Şavkar Altınel, Roni Margulies YEDİ ACILAR Ted Hughes (1930-1998) Sonbaharın ilk acısı yavaş güle-gülesidir Bahçeye, o kadar uzun süren akşamleyinBaşına kahverengi bir gelinciğin, Sapına bir zambağın, Ve hâla gidemez. İkinci acı boş olan ayaklarıdır bir sülünün, bir çengelden asılı duran kardeşleriyle. Altının ormanlığı Katlanmıştır tüylerde Kafası içinde bir torbanın.
Üçüncü acı Yavaş güle-gülesidir Güneşin, kuşları toplamış olan ve toplayan Dakikalarını akşamın, Altın ve kutsal Yerini resmin. Dördüncü acı Havuzdur, siyaha dönüşmüş Yıkılmış ve batık şehri suyunSarayı kanatlı böceğin, Yeraltı mezarları Uçak böceğinin. Ve beşinci acı Yavaş güle-gülesidir Ağaçlık ülkenin, sessizce bozan kampını. Gitmiştir bir gün. Bıraktı yalnız çöpOdun, çadır direkleri. Ve altıncı acı Tilkinin acısıdır Sevinci avcının, sevinci av köpeklerinin, Toynakları yeri döğen Yeryüzü kulağını kapatıncaya dek Duasına tilkinin. Ve yedinci acı Yavaş güle-gülesidir Yüzün, kırışıklıklarıyla pencereden bakan Yıl toplanırken Dağınık bir oyun sahası gibi Çocuklar için gelmiş olan. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Amerikan şairi Slyvia Plath’ın kocası olan Ted Hughes 1984 den ölünceye kadar İngiltere’nin baş şairiydi. Sayın Pinarcel’e Ted Hughes’ın Cellat isimli şiirini bu sayfaya astığı için teşekkür ederim. İngiliz şiirinde biraz daha yenilere gitmenin zamanı geldi her halde! Saygılarımla, Vehbi
THE SEVEN SORROWS Ted Hughes (1930-1998) The first sorrow of autumn Is the slow goodbye Of the garden who stands so long in the eveningA brown poppy head, The stalk of a lily, And still cannot go. The second sorrow Is the empty feet Of a pheasant who hangs from a hook with his brothers.
The woodland of gold Is folded in feathers With its head in a bag. And the third sorrow Is the slow goodbye Of the sun who has gathered the birds and who gathers The minutes of evening, The golden and holy Ground of the picture. The fourth sorrow Is the pond gone black Ruined and sunken the city of waterThe beetle's palace, The catacombs Of the dragonfly. And the fifth sorrow Is the slow goodbye Of the woodland that quietly breaks up its camp. One day it's gone. It has only left litterFirewood, tentpoles. And the sixth sorrow Is the fox's sorrow The joy of the huntsman, the joy of the hounds, The hooves that pound Till earth closes her ear To the fox's prayer. And the seventh sorrow Is the slow goodbye Of the face with its wrinkles that looks through the window As the year packs up Like a tatty fairground That came for the children. HASAT AYI Ted Hughes Alev-kırmızı ay, hasat ayı, Tepelerin yanında yuvarlanır, usulca sıçrayarak, Engin bir balon, Kalkıncaya kadar, ve batıncaya kadar yukarıya dönük Gökyüzünün altında yatmak için, eski bir İspanyol altını gibi. Hasat ayı geldi, Yumuşakça gürleyerek gökyüzünde baştan sona bir basun gibi Ve yeryüzü bütün gece cevap verir, bir davul gibi. O kadar ki uyuyamazlar insanlar, O kadar ki dışarı çıkarlar karaağaç ve meşenin tuttuğu yerde Diz çökmüş gece nöbetini, dindar bir sessizlikte. Hasat ayı geldi! Ve bütün ayışığıyla aydınlanmış inekler ve bütün koyunlar Ona göz dikip bakarlar taş haline gelmiş, şişerken Gökyüzünü doldurarak, kızgın kırmızı sıcak, ve yelken açarak
Daha yakına ve daha yakına dünyanın ucu gibi. Sert buğdayın altın tarlaları bağırıncaya kadar ‘Biz olgunlaştık, bizi biçin!’ ve nehirler Terleyinceye kadar yumuşayan tepelerden. Çeviren: Vehbi Taşar THE HARVEST MOON Ted Hughes The flame-red moon, the harvest moon, Rolls along the hills, gently bouncing, A vast balloon, Till it takes off, and sinks upward To lie on the bottom of the sky, like a gold doubloon. The harvest moon has come, Booming softly through heaven, like a bassoon. And the earth replies all night, like a deep drum. So people can't sleep, So they go out where elms and oak trees keep A kneeling vigil, in a religious hush. The harvest moon has come! And all the moonlit cows and all the sheep Stare up at her petrified, while she swells Filling heaven, as if red hot, and sailing Closer and closer like the end of the world. Till the gold fields of stiff wheat Cry `We are ripe, reap us!' and the rivers Sweat from the melting hills. BİR ZORBANIN MEZARTAŞI YAZITI W.H. Auden (1907-1973) Kusursuzluğun bir çeşiti, peşinde olduğu şeydi, Ve kolaydı anlaması uydurduğu şiirleri; İnsanın budalalığını elinin tersi gibi bilirdi, Ve çok ilgiliydi ordularla ve filolarla; O güldüğü zaman saygıdeğer senatörler kahkadan patlar, Ve ağladığı zaman küçük çocuklar sokaklarda ölürlerdi. Çeviren: Vehbi Taşar EPITAPH ON A TYRANT by W. H. Auden Perfection, of a kind, was what he was after, And the poetry he invented was easy to understand; He knew human folly like the back of his hand, And was greatly interested in armies and fleets; When he laughed, respectable senators burst with laughter, And when he cried the little children died in the streets.
BEN BİR VE YİRMİYDİM A. E. Housman (1859-1936) Ben bir ve yirmiydim Duydum akıllı bir adamın dediğini, “Ver taçları ve paundları ve ginileri Fakat verme kalbini; Ver incileri ve yakutları Fakat serbest bırak hayalini.” Fakat ben bir ve yirmiydim, Konuşmak değiştirmezdi beni. Ben bir ve yirmiydim Duydum onun yeniden dediğini, “Kalp gönülden çıkan Boşuna verilmez hiçbirzaman; İç çekmelerle ödenir bir sürü Ve satılır almak için sonsuz üzüntü.” Ve ben iki ve yirmiyim Ve ah, o doğru, o doğru. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Eski İngilizce’de bir ve yirmi 21 demek, iki ve yirmi ise 22. Taç, paund ve gini eski İngiliz para birimleri. WHEN I WAS ONE-AND-TWENTY by A. E. Housman When I was one-and-twenty I heard a wise man say, "Give crowns and pounds and guineas But not your heart away; Give pearls away and rubies But keep your fancy free." But I was one-and-twenty, No use to talk to me. When I was one-and-twenty I heard him say again, "The heart out of the bosom Was never given in vain; 'Tis paid with sighs a plenty And sold for endless rue." And I am two-and-twenty And oh, 'tis true, 'tis true. KAPLAN William Blake (1757-1827) Kaplan! Kaplan! Işıldayarak yanan Ormanlarında gecenin Hangi ölümsüz el ya da göz Çerçeveliyebilirdi korkunç simetrini senin? Hangi uzak derinliklerde ya da göklerde Yandı gözlerinin ateşi senin? O hangi kanatların üzerinde çabalamaya kalkışır? Hangi el, ateşi tutmaya kalkışır?
Ve hangi omuz, & hangi sanat, Bükebilirdi kirişlerini kalbinin senin? Ve çarpmaya başladığı zaman senin kalbin, Hangi dehşet duyan el? & hangi dehşet duyan ayaklar? Hangi çekiç? hangi zincir? Hangi fırınında senin beyninin? Hangi örs? hangi çekinen yakalayış Kavramaya kalkışır öldürücü dehşetlerini onun? Yıldızlar mızraklarını aşağı savurdukları zaman, Ve gökyüzünü gözyaşlarıyla suladıkları zaman, Güldü mü o görünce yapıtını? Kuzuyu yapmış olan o mu yaptı seni? Kaplan! Kaplan! Işıldayarak yanan Ormanlarında gecenin Hangi ölümsüz el ya da göz Çerçeveliyebilirdi korkunç simetrini senin? Çeviren: Vehbi Taşar THE TYGER by William Blake Tyger! Tyger! burning bright In the forests of the night What immortal hand or eye Could frame thy fearful symmetry? In what distant deeps or skies Burnt the fire of thine eyes? On what wings dare he aspire? What the hand, dare seize the fire? And what shoulder, & what art, Could twist the sinews of thy heart? And when thy heart began to beat, What dread hand? & what dread feet? What the hammer? what the chain? In what furnace was thy brain? What the anvil? what dread grasp Dare its deadly terrors clasp? When the stars threw down their spears, And water'd heaven with their tears, Did he smile his work to see? Did he who made the Lamb make thee? Tyger! Tyger! burning bright In the forests of the night, What immortal hand or eye Dare frame thy fearful symmetry? KUDÜS William Blake Ve o ayaklar çok eski zamanlarda Yürüdüler mi üzerinde İngilterenin yeşil dağlarının?
Ve Kutsal Kuzusu Tanrının Görüldümü üzerinde İngilterenin tatlı otlaklarının? Ve ilahî yüz Parladı mı önünde bizim bulutlu tepelerimizin? Ve burada mı inşa edildi Kudüs Arasında bu karanlık şeytanî değirmenlerin? Bana yanan altından yayımı getirin: Bana arzudan oklarımı getirin: Bana mızrağımı getirin: Ey bulutlar açılın! Bana ateşten savaş arabamı getirin. Sona erdirmeyeceğim akılsal savaşı, Ne de uyuyacak elimde kılıcım Biz Kudüs’ü inşa edinceye kadar Yeşil ve güzel toprağında İngilterenin. Çeviren: Vehbi Taşar JERUSALEM by William Blake And did those feet in ancient time Walk upon England's mountains green? And was the holy Lamb of God On England's pleasant pastures seen? And did the Countenance Divine Shine forth upon our clouded hills? And was Jerusalem builded here Among these dark Satanic mills? Bring me my bow of burning gold: Bring me my arrows of desire: Bring me my spear: O clouds unfold! Bring me my chariot of fire. I will not cease from mental fight, Nor shall my sword sleep in my hand Till we have built Jerusalem In England's green and pleasant land. HAMLETİN KENDİ KENDİNE KONUŞMASI (HAMLET’İN SALİLİKUİSİ) William Shakespeare (1564-1616) Olmak, ya da olmamak Olmak ya da olmamak: budur sorun: Daha mı soyludur acısını çekmesi aklın Sapanlarının ve oklarının amansız talihin, Yoksa silahlara mı sarılsın karşısında bir dertler denizinin, Ve karşı gelerek onları sona erdirsin? Ölsün: uyusun; Yok artık; ve bir uykuyla söylesin sona erdirdiğimizi Kalp acısını ve bin çeşit doğaya özgü sarsıntıyı Bedenin mirasçısı olduğu, bir tamamlayıştır o; Dindar bir şekilde arzu edilen. Ölmek, uyumak; Uyumak: belki rüya görmek şans eseri: Ah, sürtünme içinde yatar oranın; Çünkü o ölüm uykusunda hangi rüyaların gelebildiği
Bu ölümlü halkadan kurtulduğumuz zaman, Duraklamamıza neden verir: burdan gelir duyulan saygı Bu kadar uzun süren hayata, felaket haline gelen; Çünkü kim dayanırdı kırbaçlarına ve hor görülerine zamanın, Yanlışına gaddarın, hakaretine kibirli adamın, Sancılarına küçümseyen aşığın, geçikmesine kanunun, Saygısızlığına iş yerinin ve nefretle geri çevrilmelerine Lâyık olmayan tarafından sabırlı olan değerli kişinin, O kendisi ödeyebilirken son hesabını Çıplak bir saç iğnesiyle? kim çekerdi yüklerini, Homurdanmanın ve terlemenin bitkin bir hayatın altında, Olmasaydı korkusu olağanüstü birşeyin, ardından gelen ölümün, O keşfedilmemiş ülkenin orda doğan hiçbir yolcunun geri dönmediği, iradeyi şaşırtan Ve bize yeğin tutturan bize düşen kötülükleri çekmemizi Bilmediğimiz başkalarına uçmaktan? Böylece vicdan korkak kişiler yapar hepimizi; Ve böylece doğuştan gelen rengi kararlılığın Hasta edilir atılmasıyla üstüne soluk düşüncenin, Ve girişimleri büyük basamakların ve güçlerin Bu bakışla akıntıları tersine dönmüş, Ve kaybetmişlerdir adını hareketin,-- Hafifçe şimdi sen! Güzel Ofelya! Orman perisi, senin yakarışlarında Hatırlansın bütün günahlarım benim. Çeviren: Vehbi Taşar Not: “Ay, therein lies the rub” “Ah, sürtünme içinde yatar oranın” İngilizce’de arasıra birbirleriyle çelişen iki kararı göstermek için kullanılan bir ifadedir. Fakat ben bu ifadenin Hamlet’ten geldiğini bu şiiri çevirmeden önce bilmiyordum. Aslında “rub” ya da sürtünme sözcüğü muhtemelen eski İngilizce’de “güçlük” demek. Fakat ben aslına sadık kalmak için sürtünme diye çevirdim. HAMLET'S SOLILOQUY By William Shakespeare To be, or not to be To be, or not to be: that is the question: Whether 'tis nobler in the mind to suffer The slings and arrows of outrageous fortune, Or to take arms against a sea of troubles, And by opposing end them? To die: to sleep; No more; and by a sleep to say we end The heart-ache and the thousand natural shocks That flesh is heir to, 'tis a consummation Devoutly to be wish'd. To die, to sleep; To sleep: perchance to dream: ay, therein lies the rub; For in that sleep of death what dreams may come When we have shuffled off this mortal coil, Must give us pause: there's the respect That makes calamity of so long life; For who would bear the whips and scorns of time, The oppressor's wrong, the proud man's contumely, The pangs of despised love, the law's delay, The insolence of office and the spurns That patient merit of the unworthy takes, When he himself might his quietus make With a bare bodkin? who would fardels bear, To grunt and sweat under a weary life,
But that the dread of something after death, The undiscover'd country from whose bourn No traveller returns, puzzles the will And makes us rather bear those ills we have Than fly to others that we know not of? Thus conscience does make cowards of us all; And thus the native hue of resolution Is sicklied o'er with the pale cast of thought, And enterprises of great pith and moment With this regard their currents turn awry, And lose the name of action.--Soft you now! The fair Ophelia! Nymph, in thy orisons Be all my sins remember'd. Julia’nın Giysileri Üzerine Robert Herrick (1591-1674) Julia’m ipekler giymiş gibi giderken, O zaman, o halde, düşünürüm kendi kendime, ne kadar da tatlılıkla akar Sıvılaşması onun giysilerinin. Sonra, gözlerimi savurduğum ve gördüğüm zaman O yürekli titreşimi her bir yönde özgür, Ah, o parıldama nasıl yakar beni! Çeviren: Vehbi Taşar Upon Julia's Clothes by Robert Herrick Whenas in silks my Julia goes, Then, then, methinks, how sweetly flows The liquefaction of her clothes. Next, when I cast mine eyes and see That brave vibration each way free, Oh, how that glittering taketh me! KORKULARIM OLDUĞU ZAMAN VAR OLMAKTA DEVAM EDEMEYECEĞİMDEN John Keats (1795-1821) Korkularım olduğu zaman var olmakta devam edemeyeceğimden Kalemimin önünde azar azar biraraya toplandı dolu dolu beynim benim, Önünde istiflenmiş kitapların, sembollerde örgütlenmiş, Tutan zengin tahıl ambarları gibi tam-olgunlaşmış tahılı; Seyrettiğim zaman, üzerinde gecenin yıldızlanmış yüzünün, Muazzam bulutlu sembollerini yüksekte bir aşk macerasının, Ve düşündüğümde hiçbir zaman yaşamayabileceğimi izini sürmek için Gölgelerini onların, büyülü eliyle şansın; Ve hissettiğim zaman, zarif yaratığını bir saatin! Daha çok bakmayacağımı senin üzerine hiçbirzaman, Asla zevk duymayacağımı düşsel dünyasından Yansımasız aşkın gücünün!— ondan sonra üstünde kıyısının Geniş dünyanın tekbaşıma ayakta dururum, Ve Aşk ve Şöhret hiçliğe batıncaya dek düşünürüm. Çeviren: Vehbi Taşar
WHEN I HAVE FEARS THAT I MAY CEASE TO BE by John Keats (1795-1821) When I have fears that I may cease to be Before my pen has glean'd my teeming brain, Before high piled books, in charact'ry, Hold like rich garners the full-ripen'd grain; When I behold, upon the night's starr'd face, Huge cloudy symbols of a high romance, And think that I may never live to trace Their shadows, with the magic hand of chance; And when I feel, fair creature of an hour! That I shall never look upon thee more, Never have relish in the faery power Of unreflecting love!--then on the shore Of the wide world I stand alone, and think Till Love and Fame to nothingness do sink. ÜN ÜZERİNE John Keats Ün, dik başlı bir kız gibi, hâla naz yapar Ona çok fazla köleye yakışır dizlerle kur yapanlara, Fakat teslim eder kendisini düşüncesiz bir oğlan çocuğuna, Ve üzerine titrer daha çok rahat bir kalbin; O bir çingenedir,-- konuşmaz onlarla Onsuz hoşnut olmayı öğrenmemiş olan; Sevgilisini reddeden bir kız, kulaklarına yakından fısıldanmamış hiçbirzaman, Zanneden onun hakkında konuşan herkes dedikodu peşindedir; Gerçek bir çingenedir o, Naylus’da doğmuş, Baldızı kıskanç Patifır’ın; Ey siz aşk-hastası şairler! onun hor görüşlerine hor görüyle karşılık verin; Ey sanatçılar aşk hicranı çeken! hepiniz delinin birisiniz! Ona en iyi reveransınızı yapın ve elveda deyin, O zaman, hoşlanırsa eğer bundan, sizi takip edecektir. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Nilus (Naylus)- Yunan mitolojisinde Nil nehrinin tanrısı, Okyanus ve Tetis’in oğludur. Pothipar (Patifır)- İncilde, firavun’a hizmet eden bir yardımcı. Yusuf’u önce bir köle olarak alıp sonra karısı onu kendisinin ırzına geçmekle suçladığı için hapse atmıştır. ON FAME by John Keats Fame, like a wayward girl, will still be coy To those who woo her with too slavish knees, But makes surrender to some thoughtless boy, And dotes the more upon a heart at ease; She is a Gipsey,--will not speak to those Who have not learnt to be content without her; A Jilt, whose ear was never whisper'd close, Who thinks they scandal her who talk about her; A very Gipsey is she, Nilus-born, Sister-in-law to jealous Potiphar; Ye love-sick Bards! repay her scorn for scorn; Ye Artists lovelorn! madmen that ye are! Make your best bow to her and bid adieu, Then, if she likes it, she will follow you.
SELYA’YA Ben Johnson (1572-1637) İç benim için, yalnız, gözlerinle, Ve ben kendiminkilerle içeyim senin şerefine; Ya da yalnız bir öpücük bırakayım bardağın içinde, Ve aramayayım şarabı. Ruhtan yükselen susuzluk, İlâhi bir içki ister: Jüpiter’in nektarı bana yudum yudum verilse bile Değiştirmezdim seninkisiyle. Sana yolladım, son olarak, gül renkli bir çelengi, Sana saygı göstermektan çok, Ona bir ümit vermek için, orada Kuruyamazdı diye. Fakat sen yalnız soluk verdin üstüne Ve onu yolladın bana geri: Büyür o zamandan beri ve kokar, yemin ederim, Kendisi gibi değil, fakat tıpkı senin gibi. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Bu şiir 1616 yılında yazılmıştır TO CELIA by Ben Jonson Drink to me, only, with thine eyes, And I will pledge with mine; Or leave a kiss but in the cup, And I'll not look for wine. The thirst that from the soul doth rise, Doth ask a drink divine: But might I of Jove's nectar sup, I would not change for thine. I sent thee, late, a rosy wreath, Not so much honouring thee, As giving it a hope, that there It could not withered be. But thou thereon didst only breathe, And sent'st back to me: Since when it grows, and smells, I swear, Not of itself, but thee. Bir Şekspir sonesi de ben ekleyeyim dedim şuraya, ama baktım ki, Halman Hoca'nın çevirisi daha güzel; gülünç olmayayım dedim. Bahsedilen şey anatomi değil; duygular. Bense hiç anlamam o bahisten. SONE 87 Hoşça kal! Değerin çok yüksek, tutamam seni, Biliyorum kendine ne paha biçtiğini; Özgürlüğe kavuştun alıp değer belgeni, İptal ettik sendeki hakkımın senedini, Nasıl tutarım seni, sağlamadan iznini, Neyim var hak edecek senin zenginliğini, Bu eşsiz armağana kim layık görür beni? Bana verilmiş berat, dönüp buldu vereni. Sen vermiştin kendini, bilmeden değerini
Ya da bana vermekle hata işlediğini, Bir yanlış anlamanın sonucu hediyeni; Ama, o yine buldu hatayı düzelteni. Sen benimdin: rüyanın görkemleriyle doldum. Ben, uykuda sultandım, uyanınca hiç oldum. Kendi çevirime baktım, iyiki Halman Hoca'nınkini almışım yukarıya. Benimkisi, acemi dülgerin tabakladığı kösele gibiydi bunun yanında. Neyse, bu görevi de komik olmadan atlattım ya. Sayın Rüknettin Samanalevi, Gerçekten güzel çevirmiş. Hâtta size hak verdiğimi göstermek için aşağıdaki siteye gidip bu sone’nin bugünkü konuşulan İngilizce’ye olan çevirisini aldım. Bu site’de Shakespeare’in bütün sonelerinin satır satır bugünkü konuşulan İngilizce’ye çevirileri var. Örneğin birinci satır orjinali, ikinci satır bugünkü konuşulan İngilizcesi. Aşağıda göreceğiniz gibi Sone 87nin konuşulan İngilizcesini alıp çabucak Türkçe’ye çevirdim. Benim çevirim 56 dakika içersinde gerçekleştiyse de göreceğiniz gibi sizin çevirinizde çevirenin kendinden kattığı pek çok incelikler var. Özellikle Shakespeare’in kullandığı bir takım kanunla ilgili sözcükleri nasıl Türkçe’ye çevirdiği çok hoşuma gitti. Eğer bu soneleri çevirmekle ilgileniyorsanız bu siteyi kullanarak ve biraz da kendinizden verip uğraşarak çok daha güzel çeviriler yapabileceğinizden hiç şüphem yok. Saygılarımla, Vehbi Taşar http://www.shakespeare-online.com/sonnets/
SONNET 87 What’s he saying? “Farewell! thou art too dear for my possessing / And like enough thou know’st thy estimate:” Farewell! You are too precious for me to possess; you yourself likely know how precious you are: “The charter of thy worth gives thee releasing; / My bonds in thee are all determinate.” Your preciousness gives you the privilege of being set free from me; your responsibilities to me are not forever. “For how do I hold thee but by thy granting? / And for that riches where is my deserving?” For how have I managed to keep you, other than by your permission? And how have I deserved your preciousness? “The cause of this fair gift in me is wanting / And so my patent back again is swerving.” There is no good reason for you to have given yourself to me, and you are regaining control over your ability to choose whom to give yourself to. “Thy self thou gavest, thy own worth then not knowing / Or me, to whom thou gavest it, else mistaking;” You gave yourself to me when you did not know how precious you were; or perhaps you did so because you misjudged me, to whom you gave yourself, as more worthy than I am; “So thy great gift, upon misprision growing / Comes home again, on better judgment making.” And so your great gift, having grown from that misjudgment, now returns to its owner (you yourself), now that your judgment has improved. “Thus have I had thee, as a dream doth flatter / In sleep a king, but waking no such matter.” And so I have had you like a dream, flattering me as though I were a king, but in reality I never was.
SONNET 87
Hoşçakal! Sen çok değerlisin benim sahip olmam için; Muhtemelen kendin de bilirsin nekadar değerlisin: Kıymetin hak verir sana benden kurtulmak için; Bana olan sorumlulukların değildir herzaman için. Çünkü ben nasıl tutabildim seni iznin olmadan senin? Ve nasıl hak ettim kıymetini senin? İyi bir sebebin yoktu kendini bana vermek için, Ve yeniden kazanıyorsun seçeneğini kendini kime vereceğinin. Ne kadar kıymetli olduğunu bilmediğinden kendini bana verdin; Ya da kendini verdiğini benden daha değerli zannettin; Ve böylece büyüdü hediyen o yanlış değerlendirmeden, Şimdi gerçek sahibine döner, değerlendirmen düzeldiğinden. Ve öylece ben sana bir rüya gibi sahiptim, Överek beni sanki ben bir kral gibiydim, Fakat gerçekte hiçbir zaman değildim. Çeviri: Vehbi Taşar VENEDİK TÜCCARI (5inci Perde, Birinci Sahne, Lorenzo Jesika’ya anlatıyor) William Shakespeare “Ayışığı ne kadar tatlı uyur kıyısında bu kanalın! İşte biz burda oturur, ve bırakırız seslerini müziğin Tırmansınlar diye kulaklarımıza; yumuşak sessizliği gecenin Dokunuşları olur tatlı âhengin. Otur, Jesika. Bak nasıl tabanı gökyüzünün Kalındır işlenmiş cilalarıyla parlak altının; En küçük bir yuvarlaklık yoktur baktığın senin Bir melekten başka hareketlerle şarkı söyleyen Genç gözlü çocuk yüzlü meleklere hâla durmadan şarkı söyleyen; Böyle uyum içindedir ölümsüz ruhların Fakat biz işitemeyiz onu içine kabaca kapatırken Bu çamurlu elbisesi çürümenin.” Çeviren: Vehbi Taşar Not: Müziğin ilâhi tabiatını anlatan bu konuşmayı Venedik Tüccarının en son perdesinden aktardım. MERCHANT OF VENICE (V. 1) By William Shakespeare
"How sweet the moonlight sleeps upon this bank! Here we will sit, and let the sounds of music Creep in our ears; soft stillness and the night Become the touches of sweet harmony. Sit, Jessica. Look how the floor of heaven Is thick inlaid with the patines of bright gold; There's not the smallest orb which thou behold'st But in his motion like an angel sings
Still quiring to the young-ey'd cherubims; Such harmony is in immortal souls; But, whilst this muddy vesture of decay Doth grossly close it in, we cannot hear it." BİLMECE Anne Stevenson (1933- ) Dün gece uykuya dalarak derin bir çukurun içinde arasında bir zahmetli rüyânın ve diğerinin, hâla uyanık gözüktüm, taşlı bir patikanın üstünde zor durumda kalmak için, ve orada kendini sundu tanıdık bilmece küçük titreyen bir kuzu şeklinde. Bir inci gibi yatıyordu arasında bir oluğunun Gal eyaletine ait kalın bir kerestenin ve diğerinin, ve ağlıyordu o. Etrafa baktım, kimin olsa bakacağı gibi, annesi için. Hiçbirşey yoktu orada. Ben ne bilirdim kuzular konusunda? Almalımıyım onu? Taşımalımıyım… Nereye? Ne yapardım ben eğer o ölüyorduysa? Vicdanımın eli korkumun pençesiyle kavga etti. Taklit etmek o kadar kolay değildi İyi Çobanı o soluk, çerçevelenmiş, Kilise Okulunun resmindeki şimdi rüyanın eskimiş siyah-beyaz fotoğrafından süzülen. Zayıflayan rüzgârla ve ay dolgunluğa şişmiş, küçük, beyaz benzerleri ayaklarımda yaratığın birden alevlendiler gecenin katlarında yanan mumlar gibi yeni doğmuş kuzularla gözükünceye kadar yaşıyormuş gibi. Bütün bunlar nereden gelmiş olabilirlerdi? İkinci bir bakış ve meleyen kuzular kuşlardılar— martılar yuva yapan, yüzünde bir uçurumun kümelenmiş, dikerek benim üstüme karanlık suçlayan gözlerini. Bir çeşit zorunluluk vardı onlara dokunmamak için, fakat onlardan birisi olmak, onlar ne oldularsa olsunlar— şimdi kuzular, şimdi kuşlar, şimdi yüzen ışık noktaları— Ateşböcekleri haber veren kaç tane kaybolmuş Boston yazlarını? Bir şekil şimdi diğeri; bir gruplaşma, şimdi ötekisi, Fosiller gibi kilitlenmiş katlarında beynimin derin, Onun öyküsünü söyleyerek bir zamandan daha uzun yaşayan. Yıldızlar gibi. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Bu şiirden o kadar etkilendim ki “New England” ya da “Yeni İngiltere”yi farkında bile olmadan Boston diye çevirmişim. Bunun da nedeni benim nerede ise 15 sene Boston’da yaşamış olmam. Halbuki “New England” Amerika’nın kuzey doğusunda birbirine bitişik herhangibir 6 eyaletten birisi olabilir. Bunlar herhalde birbirlerine çok yakın oldukları için (bir günlük araba sürümü içinde) “New England” diye bilinirler. Şair İngiltere’nin Galler bölgesinden olmasına ve hâlen orada yaşamasına rağmen Boston civarında da uzun seneler yaşamıştır. Saygılarımla, Vehbi Taşar THE ENIGMA by Anne Stevenson (1933- )
Falling to sleep last night in a deep crevasse between one rough dream and another, I seemed, still awake, to be stranded on a stony path, and there the familiar enigma presented itself in the shape of a little trembling lamb. It was lying like a pearl in the trough between one Welsh slab and another, and it was crying. I looked around, as anyone would, for its mother. Nothing was there. What did I know about lambs? Should I pick it up? Carry it . . . where? What would I do if it were dying? The hand of my conscience fought with the claw of my fear. It wasn't so easy to imitate the Good Shepherd in that faded, framed Sunday School picture filtering now through the dream's daguerreotype. With the wind fallen and the moon swollen to the full, small, white doubles of the creature at my feet flared like candles in the creases of the night until it looked to be alive with newborn lambs. Where could they all have come from? A second look, and the bleating lambs were birds— kittiwakes nesting, clustered on a cliff face, fixing on me their dark accusing eyes. There was a kind of imperative not to touch them, yet to be of them, whatever they were— now lambs, now birds, now floating points of light— fireflies signaling how many lost New England summers? One form, now another; one configuration, now another. Like fossils locked deep in the folds of my brain, outliving a time by telling its story. Like stars. BİR KAVANOZ BAL Jacob Polley (1975- ) Onu yanan bir ampul gibi tutarsın, bir kilo ışık ve fırıl fırıl döndürürsün sersemlemiş kızartıyı etrafında şişko cam kenarlarının: güneştir o, hep et ve hiç kemik yok yüzen parmak eklemi olmasa bal peteğinin çabalamanın niteliğini açıkça söyleyen. Çeviren: Vehbi Taşar A JAR OF HONEY By Jacob Polley You hold it like a lit bulb, a pound of light, and swivel the stunned glow around the fat glass sides: it’s the sun, all flesh and no bones but for the floating knuckle
of honeycomb attesting to the nature of the struggle. EKİM Jacob Polley (1975- ) Bir gelgit verse bile ağaçlarda ay çevirmez yaprakları, bacalar tütse ve mavi teslim olsa bile daha mavi ev-zamanı karanlığına Huzursuz yapraklar parkı kaplasalar bile sarı gölgelerde, ayak bileği-derinliğinde, ve her ağacın içinden ay gözükse bile, ikiye bölerek ya da dörde ya da tamamiyle, ayın olmayan meyvesini, ve olmayan çekirdeği, ve döndürmez hiçbir gelgitini yaprakların patikaların üzerinde hâla vazgeçmeyen fakat öncülük etmeyen karanlıktan önce ettikleri yerlerde Ayvurgunu havuz dik baksa bile ay bakar başka yere. Soluk alıp verirler kanalizasyon-delikleri. Her akıl bir değişik, uzak dünya olsa bile bu ay aynı şekilde, ayrılmayacak hiçbir yere. Çeviren: Vehbi Taşar OCTOBER by Jacob Polley (1975- ) Although a tide turns in the trees the moon doesn't turn the leaves, though chimneys smoke and blue concedes to bluer home-time dark. Though restless leaves submerge the park in yellow shallows, ankle-deep, and through each tree the moon shows, halved or quartered or complete, the moon's no fruit and has no seed, and turns no tide of leaves on paths that still persist but do not lead where they did before dark. Although the moonstruck pond stares hard the moon looks elsewhere. Manholes breathe. Each mind's a different, distant world this same moon will not leave. AT TAKIMIM SÜRÜYOR MU SABANI A.E. Housman (1839-1936) “At takımım sürüyor mu sabanı Benim sürmeye alışkın olduğum Ve işitiyor mu koşum takımının çıngırtısını O zamanlarda benim yaşayan adam olduğum?” Aman, teperler ayaklarını atlar, Koşumlar şimdi şangırdarlar;
Değişiklik yok altında ama yattığın Bir zamanlar sabanla sürdüğün toprağın. “Futbol oynanıyor mu Nehrin kıyısı boyunca, Deriden topu kovalayan delikanlılarla, Ben şimdi artık durmadığım halde ayakta?” Aman, top uçuyor havada, Delikanlılar oynuyor kalplerini ve ruhlarını; Kale ayakta duruyor, kaleci Ayakta duruyor golü tutmaya. “Kız arkadaşım mutlumudur, Çok miktarda düşündüğümden bırakmak için, Ve o ağlamaktan yorulmuşmudur yatarken akşamleyin?” Ah, o uzanır aldırış etmeden O uzanmaz ağlamak için, Çok memnundur kızın senin. Kımıldama, delikanlım benim ve devam et uyumaya. “Arkadaşım sıhhatlimidir benim, Ben şimdi inceyim ve eridim, Ve o bulmuşmudur uyuyacak Benimkinden daha iyi bir yatak?” Evet, delikanlı, ben kolayca yalan söylerim, Delikanlıların istedikleri gibi yalan söylerim; Ölmüş bir adamın sevgilisine yürek veririm, Katiyen sorma bana kimin. Türkçeye çeviren: Vehbi Taşar Not: 18inci, 19uncu ve 20 inci yüzyıl başı eski İngilizce şiirlerle Türk okuyucuların sabrını taşırdığımı biliyorum. Fakat benim kalbime çok yakın olan bu koleksiyonun neredeyse sonuna geldim sayılır. Bir kaç şiir sonra bitecek sanırım. Eski Lâtin ve Yunan lisanlarının edebiyat profesörü olan Alfred Housman’ın bu şiiri ölen genç bir adamla onun yaşayan en iyi arkadaşının arasında geçen bir konuşmadır. Şiirin ilk dörtlüğü genç adamın sorduğu sorular ve ikinci kıtası arkadaşının verdiği cevaplardan oluşur ve böylece devam eder sonuna gelinceye kadar. Saygılarımla, Vehbi Taşar IS MY TEAM PLOWING by A. E. Housman (1839-1936) "Is my team ploughing, That I was used to drive And hear the harness jingle When I was man alive?" Ay, the horses trample, The harness jingles now; No change though you lie under The land you used to plough.
"Is football playing Along the river shore, With lads to chase the leather, Now I stand up no more?" Ay, the ball is flying, The lads play heart and soul; The goal stands up, the keeper Stands up to keep the goal. "Is my girl happy, That I thought hard to leave, And has she tired of weeping As she lies down at eve?" Ay, she lies down lightly, She lies not down to weep, Your girl is well contented. Be still, my lad, and sleep. "Is my friend hearty, Now I am thin and pine, And has he found to sleep in A better bed than mine?" Yes, lad, I lie easy, I lie as lads would choose; I cheer a dead man's sweetheart, Never ask me whose. İLK OĞLUM KONUSUNDA Ben Johnson Hoşçakal sen, çocuğu ve sevinci benim sağ elimin; Benim günahım çok fazla ümit etmekti senden, oğlan çocuğu sevilen. Yedi yıl bana ödünç verildin sen ve ben ödedim, Tam gününde, akıbetinle senin mecburen, Ah kaybedebilirmiydim şimdi bütün babalık isteğimi! Çünkü neden İnsan kıskanması gereken duruma yas tutar? Bu kadar erken kaçış için dünyanın ve bedenin hiddetinden, Ve, başka hiçbir ısdırap olmasaydı eğer yaşlanmaktan? Sakin barış içinde dinlen, ve sorulduysa de, “İşte burda yatar en iyi bölümleri şiirinin Ben Johson’un, Onun hatırı için, bundan böyle, bütün yeminleri böyle olsun Neyi severse sevsin asla çok fazla sevmesin.” Çeviren: Vehbi Taşar Not: Ben Johnson Shakespeare’le aynı zamanda yaşamış olan 16. yüzyılın bir İngiliz ozanıdır. ON MY FIRST SON by Ben Jonson Farewell, thou child of my right hand, and joy; My sin was too much hope of thee, loved boy. Seven years thou wert lent to me, and I thee pay, Exacted by thy fate, on the just day. O, could I lose all father now! For why Will man lament the state he should envy?
To have so soon 'scaped world's and flesh's rage, And, if no other misery, yet age? Rest in soft peace, and asked, say, "Here doth lie Ben Jonson his best piece of poetry, For whose sake, henceforth, all his vows be such As what he loves may never like too much." KARANLIKTAKİ ARDIÇ KUŞU Thomas Hardy (1840-1928) Küçük bir koruluğun kapısına yaslandım Kırağı hayal gibi gri olduğu zaman Ve terkedilmiş bırakmışken kışın süprüntüleri Günün gözünü zayıflamakta olan. Göğe çizgi çizdiler karmakarışık sarmaşık sapları Kırık lîrlerin telleri gibi, Ve etrafta sık sık gözüken bütün insan cinsi Sığınmıştı ev halkının yaktığı ateşlere. Karanın keskin hatları Yana yatmıştı bu yüzyılın cesetleri gibi. Onun yeraltı türbesi bulutlu çadırla kaplı, Rüzgâr onun ölüm-mateminin figanı Tohumun ve doğumun eski zamanlardan kalma nabzı Büzülmüştü kuru ve sıkı, Ve her birisi ruhların yeryüzününün üzerinde duran Gözüktü benim kadar hevessiz. Birden bir ses yükseldi aralarından Baş üstündeki iç karartıcı dalların Bütün kalbini veren bir akşam şarkısında Sınırsız sevincin; Yaşlanmış bir ardıç kuşu, narin, cılız, ve ufacıktı, Fırtınanın-buruşturmuş olduğu tüylerinde, Böylece ruhunu fırlatıp atmayı seçmişti Üstüne gittikçe büyümekte olan hüzünün. O kadar az neden vardı ki sevinç şarkıları için Böyle kendinden geçirici sesin Yazılmış olan üstüne dünyaya ait şeylerin Uzakta ve yakındaki, Düşünebildim orada titredi içinden Onun mutlu iyi-geceler havasının Bir takım Tanrıdan yollanan Ümit, onun bildiği Ve benim farkında olmadığım. Çeviren: Vehbi Taşar Thomas Hardy’nin 20 inci yüzyılın başlangıcını kutlayan bu en ünlü şiirini 31 Aralık 1900 günü yazdı ve ilk defa olarak London Times gazetesinin 1901 yeni yıl günü sayısında basıldı. THE DARKLING THRUSH by Thomas Hardy I leant upon a coppice gate When Frost was spectre-gray, And Winter's dregs made desolate The weakening eye of day. The tangled bine-stems scored the sky Like strings of broken lyres, And all mankind that haunted nigh Had sought their household fires. The land's sharp features seemed to be The Century's corpse outleant, His crypt the cloudy canopy, The wind his death-lament. The ancient pulse of germ and birth
Was shrunken hard and dry, And every spirit upon earth Seemed fervourless as I. At once a voice arose among The bleak twigs overhead In a full-hearted evensong Of joy illimited; An aged thrush, frail, gaunt, and small, In blast-beruffled plume, Had chosen thus to fling his soul Upon the growing gloom. So little cause for carolings Of such ecstatic sound Was written on terrestrial things Afar or nigh around, That I could think there trembled through His happy good-night air Some blessed Hope, whereof he knew And I was unaware. SON BİR SÖZ Ernest Dowson (1867-1900) Haydi gidelim bu nedenle: kolaydır şimdi ulaşmak geceye; Gün çok yoruldu, hepsi uçtular kuşların; Ve biz bütün ekinleri biçtik ektiği tanrıların; Umutsuzluk ve ölüm; derin karanlık üstündeki yerin, Bir baykuş gibi kara kara düşünür; anlayamayız Gülüşleri ve gözyaşlarını, çünkü yalnız tanıdık biz Baskın çıkan kibiri: değersiz şeyler yalnız Sürdüler sapık ve amaçsız topluluğumuzu bizim. Haydi gidelim, bilinmeyen bir yere garip ve donuk, bu nedenle, İçi Boş Ülkelere insanların haklı ve haksız Buldukları bitişini emeğin, huzurun olduğu yaşlılar için, Aşktan ve korkudan ve ihtirastan özgürlük olduğu herkese. Yırtılmış ellerimizi bizim bağla sicimle! Ah dua et yeryüzü katlasın Hayat-hastası kalplerimizi bizim ve onları toza çevirsin. Çeviren: Vehbi Taşar A LAST WORD by Ernest Dowson Let us go hence: the night is now at hand; The day is overworn, the birds all flown; And we have reaped the crops the gods have sown; Despair and death; deep darkness o'er the land, Broods like an owl; we cannot understand Laughter or tears, for we have only known Surpassing vanity: vain things alone Have driven our perverse and aimless band. Let us go hence, somewhither strange and cold, To Hollow Lands where just men and unjust Find end of labour, where's rest for the old, Freedom to all from love and fear and lust. Twine our torn hands! O pray the earth enfold Our life-sick hearts and turn them into dust. GİT, SEVİMLİ GÜL Edmund Waller (1606-1687)
Git, sevimli Gül,-Söyle ona boşa harcayan benim zamanımı ve beni, Öğrensin, Benzettiğim zaman sana o kızı, O ne kadar tatlı ve güzel gözükür. Söyle ona genç olana, Ve letafetlerinin gözetlenmesinden kaçana, Başlangıcı sen olana Hiçbir adam oturmayan çöllerde Ölmüş olmalısın takdir edilmeden sen. Küçüktür değeri Güzelliğin ışıktan çekilen geri: Dile ondan görüş alanına gelsin, Kendisine izin versin arzulanmak için, Ve kızarmasın böyle hayran kalındığı için. Sonra öl, böylece o Ortak akibetini bütün zor bulunan şeylerin Sende okuyabilsin; Zamanın ne kadar küçük bir parçasını paylaşırlar, Bu kadar hârikulade tatlı ve güzel olanlar. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Bu şiir 1645 yılında yazıldı. GO, LOVELY ROSE by Edmund Waller (1606-1687) Go, lovely Rose,-Tell her that wastes her time and me, That now she knows, When I resemble her to thee, How sweet and fair she seems to be. Tell her that's young, And shuns to have her graces spied, That hadst thou sprung In deserts where no men abide, Thou must have uncommended died. Small is the worth Of beauty from the light retir'd: Bid her come forth, Suffer herself to be desir'd, And not blush so to be admir'd. Then die, that she The common fate of all things rare May read in thee; How small a part of time they share, That are so wondrous sweet and fair. NERGİSLERE Robert Herrick (1591-1674) Güzel nergisler, ağlarız gördüğümüze Bu kadar çabuk kaçıp gittiğinizi.
Henüz erken-kalkan güneş Ulaşmadı öğlesine. Kalın, kalın, Aceleci gün Koşuncaya dek Hiç değilse akşam-şarkısına; Ve, dua etmiş olarak birlikte, Birlikte gideceğiz sizinle. Zamanımız azdır kalmaya, sizler gibi; Bir ilkbaharımız var sizinki kadar kısa; Sizler gibi çabuk bir büyümemiz var çürümeyle tanışmaya, Sizler gibi, ya da herşey gibi Ölürüz. Sizin saatlerinizin gittiği, ve kuruyup Yok olduğu gibi Yaz yağmurundan az önce; Ya da sabah çiyinin incileri gibi Asla tekrar bulunmamak üzere. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Akşam-şarkısı- Anglikan kilisesinde her gün yapılan bir akşam duası TO DAFFODILS by Robert Herrick Fair daffodils, we weep to see You haste away so soon. As yet the early-rising sun Hath not attained his noon. Stay, stay, Until the hasting day Has run But to the even-song; And, having prayed together, we Will go with you along. We have short time to stay, as you; We have as short a spring; As quick a growth to meet decay, As you, or any thing. We die. As your hours do, and dry Away Like to the summer's rain; Or as the pearls of morning's dew Ne'er to be found again. BEN ARTIK ESKİDEN OLDUĞUM GİBİ İYİ SAYNARA’NIN SALTANATI ALTINDA DEĞİLİM Ernest Dowson (1867-1900) Ben artık eskiden olduğum gibi iyi Saynara’nın saltanatı altında değilim— Horace (M.Ö. 65-8) Dün gece, ah, dün gece onun dudaklarının ve benimkilerin arasında Saynara! dökülmüştü nefesin senin, gölgen düştü oraya, Üstüne ruhumum öpüşmeler ve sarabın arasında; Ve ben perişan ve hastaydım eski bir sevdayla, Evet, ben perişandım ve eydim başımı aşağıya: Seni aldatmış değildim Saynara ben kendi tarzımda.
Bütün gece kalbimin üzerinde hissettim onun ılık kalp atışını, Gece-boyu uykuyla ve aşkta koynumda yattı ; Kırmızı ağzının verdiği öpüşler hiç kuşkusuz tatlıydı. Fakat ben perişan ve hastaydım eski bir sevdayla, Uyandığımda ve şafağı gri renkli bulduğumda: Seni aldatmış değildim Saynara ben kendi tarzımda. Çok fazla unuttum, Saynara! çok gittim rüzgârla, Güller savurup attım ortaya, güller attım gürültüyle akınla, Dansederek, senin solgunluğunu, kaybolmuş zambaklarını aklımdan çıkarmaya; Fakat ben perişan ve hastaydım eski bir sevdayla, Evet, sürekli olarak, dans uzun sürdü ama; Seni aldatmış değildim Saynara ben kendi tarzımda. Daha çılgın müziği ve daha kuvvetli şarabı haykırdım almaya, Fakat şölen bittiğinde ve lambalar kısıldığında, Senin gölgen düşer sonra, senindir gece, Saynara! Ve ben perişan ve hastaydım eski bir sevdayla, Evet, aç kalmıştım arzumun dudaklarına: Seni aldatmış değildim Saynara ben kendi tarzımda. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Ernest Dowson’un 19 uncu yüzyıl sevgilisi Saynara bu şiiri okuduktan sonra Downson’u “eski bir sevdasıyla” yatıp kalktığı için affetmişmidir bilemem. Fakat bildiğim bir şey varsa İngiliz edebiyatının meraklıları arasında bu şiirin her bir kıtasının en son mısrası Ernest Downson’un kendi isminden bile daha çok bilinir. Saygılarımla, Vehbi Taşar NON SUM QUALIS ERAM BONAE SUB REGNO CYNARAE By Ernest Dowson Non sum qualis eram bonae sub regno Cynarae by Ernest Dowson "I am not as I was under the reign of the good Cynara"--Horace Last night, ah, yesternight, betwixt her lips and mine There fell thy shadow, Cynara! thy breath was shed Upon my soul between the kisses and the wine; And I was desolate and sick of an old passion, Yea, I was desolate and bowed my head: I have been faithful to thee, Cynara! in my fashion. All night upon mine heart I felt her warm heart beat, Night-long within mine arms in love and sleep she lay; Surely the kisses of her bought red mouth were sweet; But I was desolate and sick of an old passion, When I awoke and found the dawn was gray: I have been faithful to you, Cynara! in my fashion. I have forgot much, Cynara! gone with the wind, Flung roses, roses riotously with the throng, Dancing, to put thy pale, lost lilies out of mind; But I was desolate and sick of an old passion, Yea, all the time, because the dance was long; I have been faithful to thee, Cynara! in my fashion. I cried for madder music and for stronger wine,
But when the feast is finished and the lamps expire, Then falls thy shadow, Cynara! the night is thine; And I am desolate and sick of an old passion, Yea, hungry for the lips of my desire: I have been faithful to thee, Cynara! in my fashion. KARA GÖZLÜ BEYEFENDİ Thomas Hardy (1840-1928) I Seçip topladığım günlük mısırları attım Krimırkrok geçidine Jartiyerimi bağlamak ve koşmak için gene, Değerli bir kara-gözlü beyefendi oradan geçiyordu ve dedi, Öyle bir şekilde ki kırmızıya çevirdi her yerimi, ‘Görürüm ben neyi Ah ne kadar çekici dizi!’ II Hatırlayabilirim günbatımı ve aydoğuşu arasındaydı: Ah,’kolaydır kaybetmek asla bir daha bulmayacağımızı!— Değerli yabancının, bilmediğim evini, ismini, Fakat az sonra anladım onun tabiatını ve o tabiatın getirdiğini. Sonra inim inim inledim Hıçkırarak ağladım ve dedim ki O hiçbirzaman bağlamasaydı benim için jartiyerimi! III Yine de şimdi yanımda kıvrak bir delikanlı var benim, Ve yaptığım yanlış hemen hemen unutulmuş, ve kederli değildir günlerim; Yoldaşım ve arkadaşım, odur benim kendi en değerli sevincim, Odur koruyucum benim, ve onadır güvenim; Getirmez hiç bir keder verici şeyi Ve müteşekkir olmam gerekir ki Babasıydı onun bir zamanlar bağlayan benim için jartiyerimi! Çeviren: Vehbi Taşar THE DARK-EYED GENTLEMAN by Thomas Hardy I I pitched my day's leazings in Crimmercrock Lane, To tie up my garter and jog on again, When a dear dark-eyed gentleman passed there and said, in a way that made all o' me colour rose red, 'What do I see O pretty knee!' And he came and he tied up my garter for me.
II 'Twixt sunset and moonrise it was, I can mind: Ah, 'tis easy to lose what we nevermore find!-of the dear stranger's home, of his name, I knew nought, But I soon knew his nature and all that it brought. Then bitterly
Sobbed I that he Should ever have tied up my garter for me!
III Yet now I've beside me a fine lissom lad, And my slip's nigh forgot, and my days are not sad; My own dearest joy is he, comrade, and friend, he it is who safe-guards me, on him I depend; No sorrow brings he, And thankful I be That his daddy once tied up my garter for me!
Note: "Leazings" means a bundle of gleaned corn. [Hardy's note] THE KRAKEN Lord Alfred Tennyson (1809-1892) Üstteki derinliğin gökgürültülerinin altında, Dipsiz denizin çok altında, uzakta, Çok eski zamanlardan kalan, istila edilmemiş rüyâsız uykusuyla Kraken yatar uykuya: gün ışığı kaçar en zayıf aydınlığıyla Onun gölgeli kenarlarının etrafında; şişer onun yukarısında Bin yıllık büyümenin ve yükselmenin süngerleri koskoca; Hastalıklı ışığın içine, ve çok uzakta, Şaşılacak bir oyuktan ve saklı hücreden çok sayıda Ahtapot sayısız ve devasa Savurup ayırırlar tanelerine uyuklayan yeşili dev kollarıyla. Asırlardır yattı, ve yatacak orada Kocaman deniz kurtlarıyla beslenerek şişmanlayarak uykusunda, Isıtıncaya kadar derinliği gelen ateş daha sonra; İnsan ve melekler tarafından bir kez görülünce ondan sonra, Kükreyerek yükselecek ve ölecek suyun dışında. Çeviren: Vehbi Taşar THE KRAKEN by Lord Alfred Tennyson Below the thunders of the upper deep, Far, far beneath in the abysmal sea, His ancient, dreamless, uninvaded sleep The Kraken sleepeth: faintest sunlights flee About his shadowy sides; above him swell Huge sponges of millennial growth and height; And far away into the sickly light, From many a wondrous grot and secret cell Unnumbered and enormous polypi Winnow with giant arms the slumbering green. There hath he lain for ages, and will lie Battening upon huge sea worms in his sleep, Until the latter fire shall heat the deep; Then once by man and angels to be seen, In roaring he shall rise and on the surface die. GÜVEN AŞKINA SEN John Ruskin (1819-1900)
Güven aşkına sen: o kibirli olursa eğer, tatlı değilmidir? Güven aşkına sen: o sessiz olursa eğer, kusursuz değilmidir? Bütünüyle yatır ruhunu sen ellerinde onun, ayaklarında alçal; Ne Güneşi ne Nefesi başar!—gene de, huzurun için senin, O katlanacaktır. Çeviren: Vehbi Taşar TRUST THOU THY LOVE John Ruskin TRUST thou thy Love: if she be proud, is she not sweet? Trust thou thy Love: if she be mute, is she not pure? Lay thou thy soul full in her hands, low at her feet; Fail, Sun and Breath!--yet, for thy peace, She shall endure. PORTEKİZDEN SONELER – XIV Elizabeth Barrett Browing (1806-1861) Eğer Sevmeliysen Beni (1850) Eğer sevmeliysen beni, izin ver olmasın hiçbirşey için aşkın hatırından başka, tek başına. Deme, ‘Ben onu gülümseyişi için severim, tatlılıkla konuşma Huyu için,…bir düşünce inceliği için Benimkiyle aynı yere düşen, ve böyle bir günde Hoş rahatlığın duyumunu getirmiş olan kesinlikle’ Çünkü böyle şeyler kendi kendilerine, Sevgilim, Değişebilir, ya da değişir senin için,- ve sevgili, böyle biraraya Getirilen, sökülebilir böylece. Ne de sev beni Kendine has değer verdiğin şefkat için kurulayarak yanaklarımı, Çünkü belki birisi unutabilir ağlamayı senin verdiğin rahatlığı Uzun süre taşımış olan, ve kaybedebilir senin sevgini bu yüzden. Fakat sev beni aşkın hatırı için, her zaman Sevmeye devam edebileceğin aşkın ölümsüzlüğü içinden. Çeviren: Vehbi Taşar SONNETS FROM THE PORTUGUESE – XIV Elizabeth Barrett Browing (1806-1861) If Thou Must Love Me If thou must love me, let it be for nought Except for love's sake only. Do not say 'I love her for her smile..her look..her way Of speaking gently,..for a trick of thought That falls in well with mine, and certes brought A sense of pleasant ease on such a day' For these things in themselves, Beloved, may Be changed, or change for thee, - and love, so wrought, May be unwrought so. Neither love me for Thine own dear pity's wiping my cheeks dry, Since one might well forget to weep who bore Thy comfort long, and lose thy love thereby. But love me for love's sake, that evermore Thou may'st love on through love's eternity.
İLK GÜN Christina G Rossetti (1830-1894) Keşke hatırlayabilseydim ilk günü, İlk saati, ilk anı benimle tanıştığın, Parlak ya da solukmuydu mevsim, Yaz ya da kış hangisi söyleyebilseydim. O kadar kaydedilmemişti ki kaydı gitti, O kadar kördüm ki görmek ve önceden görmek için, O kadar bilenmemiştim ki filizini işaretlemek için ağacımın Daha çiçeklenmeyecek olan bir çok Mayıs için. Yalnızca hatırlayabilseydim onu, bunun gibi Bir gününü günlerin! İzin verirdim gelsin ve gitsin İz bırakmadan, geçmişte kalmış karın bir eriyişi gibi; O kadar az şey dermiş gibi gözüktü, o kadar çok şey demekti; Yalnızca hatırlayabilseydim o dokunuşu şimdi, İlk dokunuşunu elin içine elin – Bilmiş olsaydı biri! Çeviren: Vehbi Taşar THE FIRST DAY By Christina G Rossetti I wish I could remember the first day, First hour, first moment of your meeting me, If bright or dim the season, it might be Summer or Winter for aught I can say. So unrecorded did it slip away, So blind was I to see and foresee, So dull to mark the budding of my tree That would not blossom yet for many a May. If only I could recollect it, such A day of days! I let it come and go As traceless as a thaw of bygone snow; It seemed to mean so little, meant so much; If only now I could recall that touch, First touch of hand in hand - Did one but know! ARTIK GEZMEYECEĞIZ BAŞIBOŞ, BUNUN İÇİN Lord Byron (1788-1824) Artık gezmeyeceğiz başıboş, bunun için Gecenin içine bu kadar geç vakit, Hâla sevse de kalp, Ve hâla parlak olsa da mehtap. Çünkü kılıç kınını yıpratır, Ve ruh göğsü eskitir, Ve kalp mola vermeli nefes için, Ve aşkın kendisi dinlenir. Gece başıboş gezmek için yapılmış olsa bile, Ve gün çok erken dönse de, Artık başıboş gezmeyeceğiz gene Yakınında ay ışığının biz. Çeviren: Vehbi Taşar WE'LL GO NO MORE A-ROVING George Gordon, Lord Byron
So, we'll go no more a-roving So late into the night, Though the heart be still as loving, And the moon be still as bright. For the sword outwears its sheath, And the soul wears out the breast, And the heart must pause to breathe, And love itself have rest. Though the night was made for loving, And the day returns too soon, Yet we'll go no more a-roving By the light of the moon. O YÜRÜR GÜZELLİKTE Lord Byron O yürür güzellikte gecesi gibi Yıldızlı göklerin ve bulutsuz iklimlerin, Ve en iyi olan şeyler bütün karanlığın ve aydınlığın içinde Birleşir onun görünüşünde ve gözlerinde, Böyle yumuşatır o hassas ışığı Cennetin gösterişli güne vermediği. Daha çok bir tek gölge, daha az bir tek ışın Yarısını eksiltirdi isimsiz görkemi Dalgalanan her kuzgunî saç lülesinde Ya da yumuşakça hafifleştirirdi yüzünün üzerinde, Tatlılıkla ifade eden huzurlu düşünceleri Ne kadar kusursuz, ne kadar değerli onların oturma yerleri. Ve o yanakta ve o alnın üzerinde O kadar yumuşak, o kadar sakin, fakat belagatli, Kazanan gülümseyişleri, parıldayan renkleri Söylerler iyilikten başka hiçbirşeyle geçmeyen günleri,Bir aklı bütün alttakilerle barış içinde, Bir kalbi aşkı temiz kalpli. Çeviren: Vehbi Taşar 21 Ekim, 2006 Tampa, Florida
SHE WALKS IN BEAUTY Lord Byron She walks in beauty, like the night Of cloudless climes and starry skies, And all that's best of dark and bright Meets in her aspect and her eyes, Thus mellow'd to that tender light Which heaven to gaudy day denies. One shade the more, one ray the less Had half impair'd the nameless grace Which waves in every raven tress Or softly lightens o'er her face,
Where thoughts serenely sweet express How pure, how dear their dwelling place. And on that cheek and o'er that brow So soft, so calm, yet eloquent, The smiles that win, the tints that glow But tell of days in goodness spent, A mind at peace with all below, A heart whose love is innocent. VE ÖLÜMÜN SALTANATI OLMAYACAK Dylan Thomas (1914-1953) Ve ölümün saltanatı olmayacak. Ölü adamlar çıplak Rüzgârdaki adamla ve batı ayıyla bir olacak; Kemikleri kazılıp temizlendiği ve temiz kemikler yok olduğu zaman, Dirsekte ve ayakta onlar yıldızlanacak; Delirmelerine rağmen akılları başlarında olacak, Batsalar da denizin içine yükselecekler zaman zaman; Kaybolsalar da aşıklar aşk kaybolmayacak; Ve ölümün saltanatı olmayacak. Ve ölümün saltanatı olmayacak. Denizin dönemeçlerinin altında ölüler Uzun yatanlar rüzgâr gibi ölmeyecek; Kasları çöktüğü zaman parmaklıklarda bükülerek, Kayışla bağlanmış bir tekerleğe, fakat onlar kırılmayacak; Ellerindeki inanç ikiye bölünüp kopacak, Ve Tek Boynuzlu At belaları onları delip geçecek; Her uçlarını bölüştürecek onlar çatlamayacak; Ve ölümün saltanatı olmayacak. Ve ölümün saltanatı olmayacak. Artık onların kulaklarında martılar bağıramaz Ya da dalgalar deniz kenarlarında yüksek sesle kırılmaz; Çiçek açtığı yerlerde artık çiçek olamaz Yağmurun vuruşlarına başını kaldıran; Delirmiş olsalar bile ve çiviler kadar ölü olsalar, Harflerin başları papatyaların içinden çekiçle basar; Zorla girerler güneşe güneş yıkılıncaya kadar, Ve ölümün saltanatı olmayacak. Çeviren: Vehbi Taşar AND DEATH SHALL HAVE NO DOMINION Dylan Thomas And death shall have no dominion. Dead men naked they shall be one With the man in the wind and the west moon; When their bones are picked clean and the clean bones gone, They shall have stars at elbow and foot; Though they go mad they shall be sane, Though they sink through the sea they shall rise again; Though lovers be lost love shall not; And death shall have no dominion. And death shall have no dominion. Under the windings of the sea
They lying long shall not die windily; Twisting on racks when sinews give way, Strapped to a wheel, yet they shall not break; Faith in their hands shall snap in two, And the unicorn evils run them through; Split all ends up they shan’t crack; And death shall have no dominion. And death shall have no dominion. No more may gulls cry at their ears Or waves break loud on the seashores; Where blew a flower may a flower no more Lift its head to the blows of the rain; Though they be mad and dead as nails, Heads of the characters hammer through daisies; Break in the sun till the sun breaks down, And death shall have no dominion. GLUAR DÖ DİJON D.H. Lawrence (1885-1930) Kalktığı zaman sabahleyin Oyalanırım ona bakmak için; Bornozunu pencerenin altına yayar Ve günışınları onu yakalar Omuzunda beyaz pırıldayarak, Yan taraflarında aşağıda yumuşakken Altın gölge alevlenen O süngere eğilirken, ve onun sarkmış göğüsleri Sallanır sonuna kadar açmış sarı Gluar dö Dijon gülleri. Su damlatır kendisine, ve omuzları Pırıldar gümüş gibi, kırışırlar birarada Islak ve düşen güller gibi, ve kulak veririm Onların yağmurla darmadağın olmuş petallerinin bol su ile ıslatılmasına. Pencerede gün ışığı bütün Yoğunlaştırır onun altın gölgesini Kat kat, o pırıldayıncaya kadar sanki Yumuşak görkem gülleri gibi. Çeviren: Vehbi Taşar
GLOIRE DE DIJON D H Lawrence When she rises in the morning I linger to watch her; She spreads the bath-cloth underneath the window And the sunbeams catch her Glistening white on her shoulders, While down her sides the mellow Golden shadow glows as She stoops to the sponge, and her swung breasts Sway like full-blown yellow Gloire de Dijon roses.
She drips herself with water, and her shoulders Glisten as silver, they crumple up Like wet and falling roses, and I listen For the sluicing of their rain-dishevelled petals. In the window full of sunlight Concentrates her golden shadow Fold on fold, until it glows as Mellow as the glory roses. NASIL SEVERİM SENİ Elizabeth Barrett Browning (1806-1861) Nasıl severim seni? İzin ver sayayım yöntemlerini. Severim seni derinlikte ve genişlikte ve yükseklikte Ruhumun erişebileceği, gözden kaybolduğunu hissettiğimde Uçlarının Varoluşun ve mükemmel Zarafetin. Severim seni her günün en sessiz gereksinmesi düzeyinde, Yanında mum ışığının ve güneşin. Severim seni serbestçe, Doğru için çabalayan adamlar gibi; Severim seni sadelikle, onların övgüyü geri çevirdiği gibi. Severim seni tutkunlukla, kullanılan eski üzüntülerimde, Ve çocukluğumun güveniyle. Severim seni bir sevgiyle kaybettiğimi zannettiğim benim eski ermişlerimle, - severim seni bütün ömrümün gözyaşlarıyla, nefesleriyle, gülüşleriyle!- ve, Tanrı seçerse, Seveceğim seni yalnız daha iyi ölünce. Çeviren: Vehbi Taşar HOW DO I LOVE THEE Elizabeth Barrett Browning How do I love thee? Let me count the ways. I love thee to the depth and breadth and height My soul can reach, when feeling out of sight For the ends of Being and ideal Grace. I love thee to the level of every day's Most quiet need, by sun and candlelight. I love thee freely, as men strive for Right; I love thee purely, as they turn from Praise. I love thee with the passion put to use In my old griefs, and with my childhood's faith. I love thee with a love I seemed to lose With my lost saints, - I love thee with the breath, Smiles, tears, of all my life! - and, if God choose, I shall but love thee better after death. BEN SEVMİYORUM SENİ Caroline Norton (1808-1876) Ben sevmiyorum seni!-hayır! sevmiyorum seni ben! Ve gene de kederliyim olmadığın zaman sen; Ve parlak mavi gökyüzünü bile kıskanırım üstünde senin, Onun sessiz yıldızlarını seni gören ve sevinen. Ben sevmiyorum seni!-gene de, nedendir bilmem, Sen ne yaparsan yap hâla iyi yapılmış gibi gözükür, benim için: Ve sık sık köşeme çekilip içimi çekerim Daha çok senin gibi olmasınlar diye sevdiklerim!
Ben sevmiyorum seni!-gene de, gidince sen, Nefret ederim sesten (konuşanı sevmeme rağmen) Kıran ağır ağır kaybolan yankısını Müzikli ses tonunun senin kulağımda bıraktığı Ben sevmiyorum seni!-gene de konuşan gözlerin senin, Derin, parlak, ve mavileriyle son derece anlamlı, Yükselirler aramızda benim ve gökyüzünün geceyarısı, Daha sık bütün gözlerden bildiğim benim. Bilirim ben sevmiyorum seni! gene de, yazıklar olsun! Ötekiler güçlükle güvenir açık sözlü kalbime benim; Ve onları sık sık yakalarım gülerek geçerlerken, Çünkü beni görürler senin olduğun yere bakarken. Çeviren: Vehbi Taşar I DO NOT LOVE THEE Caroline Norton I do not love thee!-no! I do not love thee! And yet when thou art absent I am sad; And envy even the bright blue sky above thee, Whose quiet stars may see thee and be glad. I do not love thee!-yet, I know not why, Whate'er thou dost seems still well done, to me: And often in my solitude I sigh That those I do love are not more like thee! I do not love thee!-yet, when thou art gone, I hate the sound (though those who speak be dear) Which breaks the lingering echo of the tone Thy voice of music leaves upon my ear. I do not love thee!-yet thy speaking eyes, With their deep, bright, and most expressive blue, Between me and the midnight heaven arise, Oftener than any eyes I ever knew. I know I do not love thee! yet, alas! Others will scarcely trust my candid heart; And oft I catch them smiling as they pass, Because they see me gazing where thou art. ŞİİR Andy Brown (1966- ) Şiir buraya ve oraya ulaşır havada süzülerek. Yanlış yönü gösterir ve başı çeker oraya ne olursa olsun; bizi kemik saklamaya mahsus yere yöneltir, müze çekmecelerine çiçek açan, kuşlara ve yeşil gerçeklerine yuva yapmanın. Şiir dersidir şüphe eden kişinin, duraklayan. Aslındadır hayatının şeyler üzerinde uzman olan birinin ve bir otorite değildir üzerinde hiçbirşeyin. Şiir bir
dizisidir kontrol edilen budalaca hareketlerin. Şiir yaşamaktır başka yerde; şehir ışık saçan bütün düşünceleriyle; açık gırtlağı üzerinde oturduğumuz günlerin kendinden geçerek. Şiir bir apartmandır kuzeyde benim öykümüm başladığı, doldurulan ritmik dişli çark mandalı sesleriyle kurbağaların. Şiir üstünde oturur dağınık çekmeceli masamızın seçme bir peynir dilimi gibi. Bir şair bir ziyaretçi gibidir insanları seven çünkü onların tadı iyidir. Şiir açığa vurur bir tuzağı büyünün şekilleri için. Şiir danseder mutlulukla başlangıcında yeni bir şölenin. O ikinci baharıdır tangonun baştan başa tundura’da. Şiir bir değişiliktir, bir tel gibi gerilimin kopardığı. Şiir Buz Çağı Adamıdır mağarasında kendinin, şekillerini yaparak hayvanların ve onları öldürerek dışarı çıkmadan önce gerçek ava o öldürüşün büyüsüyle onun tarafında. Şiir göç etmesidir bir hayvan sürüsünün heykellerden. Şiir dertlerdir değiş tokuş edilen yeni birşey için; vitrin ev sahibini içine alan. Ölmüş, sevilen, nefret edilen – Bunlar bazı nesneleridir onun. Şiir durgunlaştırır bir lagünü alçak gelgitde. Onun taradığı dip yükleri kazancıdır son bir ikramın bizim paylaştığımız. Şiir – yukarıya doğru çevrilmiş testere bıçağı öpüşünün; çok önemli ilk kesişi onun. Çeviren: Vehbi Taşar POETRY By Andy Brown (1966- )
Poetry reaches here and there by soaring. It points in the wrong direction and heads off there regardless; it directs us to the ossuary, to museum drawers in bloom, to birds and the green facts of nesting. Poetry is the lesson of the doubtful person, pausing. It is implicit in the
life of an expert on things and an authority on nothing. Poetry is a series of controlled blunders. Poetry is living elsewhere; the city radiant with all of its ideas; the open throat of days we inhabit with abandon. Poetry is an apartment in the north where my story began, filled with the rhythmic ratchets of frogs. Poetry sits on our cluttered bureau like a choice slab of cheese. A poet is a guest who likes people because they taste good. The poet reveals a trap for forms of magic. Poetry dances with happiness at the start of the new feast. It is the second spring of our tango across the tundra. Poetry is change, like a chord the tension snaps. Poetry is Ice Age Man in the cave of himself, making effigies of beasts and killing them before he goes out on the real hunt with the magic of that killing on his side. Poetry is the migration of a herd of animal statues. Poetry is troubles swapped for something fresh; the monstrance containing the host. The dead, the beloved, the detested – these are some of its objects. Poetry stills to a lagoon at low tide. Its dredge hauls yield a final treat we share. Poetry – the upturned saw blade of its kiss; its crucial first cut. © 2006, Andy Brown Poem of the Week: http://uk.poetryinternationalweb.org/piw_c...php?obj_id=7888 Andy Brown Page: http://uk.poetryinternationalweb.org/piw_c...php?obj_id=7883 SIR John Clare (1793-1864) Sevdim seni, ama söylemedim sana Tam zamanında ve uzunca, Benim sevincim olduysan bile her noktada, İzleğim olan her şarkıda. Ve gördüğümde daha bilinmeyen bir yüzü Güzelliğin damgasını vurmuş olduğu
Verdim ona gizli bir lütuf gibi Olsun diye senin ismini Ve bütün çekicilikleri sesin ya da yüzün Gördüğüm başkalarında Değildir hatırlanmış olan seçeneğinden başka Senin için hissetmiş olduğumun. Çeviren: Vehbi Taşar THE SECRET John Clare I loved thee, though I told thee not, Right earlily and long, Thou wert my joy in every spot, My theme in every song. And when I saw a stranger face Where beauty held the claim, I gave it like a secret grace The being of thy name. And all the charms of face or voice Which I in others see Are but the recollected choice Of what I felt for thee. BİR YAŞ GÜNÜ Christina G Rossetti (1830-1894) Kalbim şarkı söyleyen bir kuş gibi Yuvası sulanmış bir filizde; Kalbim bir elma ağacı gibi Dalları bükülmüş tıknaz meyveyle; Kalbim bir gökkuşağı kovanı Kürek çeker huzurlu bir denizde; Kalbim bunların hepsinden çok daha sevinçli Çünkü sevgilim bana gelmekte. Bir sahne yap bana ipekle ve kuş tüyüyle; Onu kürkle ve mor boyalarla perdele; İçine kumrular ve narlar dilimle Ve tavuskuşları yüzlerce gözlerle; Altın ve gümüşten üzümlerle işle, Yapraklarla ve gümüş zambak çiçekleriyle; Çünkü yaşamımın doğduğu gün gelmekte, Çünkü sevgilim bana gelmekte. Çeviren: Vehbi Taşar A BIRTHDAY Christina G Rossetti My heart is like a singing bird Whose nest is in a watered shoot; My heart is like an apple tree Whose boughs are bent with thickset fruit; My heart is like a rainbow shell That paddles in a halcyon sea;
My heart is gladder than all these Because my love is come to me. Raise me a dais of silk and down; Hang it with vair and purple dyes; Carve it in doves and pomegranates And peacocks with a hundred eyes; Work it in gold and silver grapes, In leaves and silver fleurs-de-lys; Because the birthday of my life Is come, my love is come to me. BENIM ZEVKİM VE SENİN ZEVKİN Robert Bridges (1844-1930) Benim zevkim ve senin zevkin Yürüyerek, iki melek kadar ak, Bahçelerinde gecenin: Benim arzum ve senin arzun Ateşin bir diline dolanarak, Sıçrayarak canlı, ve gülerek daha yukarı; Arasından hiç bitmeyen çekişmenin İçinde yaşamın gizeminin. Dünyanın ondan başlamış olduğu aşk, Güneşin sırrını saklar. Aşk söyleyebilir, ve aşk yalnız Nerelerden saçıldı milyonlarca yıldız, Nasıl bilir her atom cinsini kendisinin, Bunca keder ve ölüme rağmen, niçin Neşelidir hayat, ve tatlıdır nefes alış: Bunu o öğretti bize, bildiğimiz bu bizim, Mutlu onun bilgisinde gerçek, Biz sanki elele durduk Gölgesinin altında korunun. Biz sanki kalp kalbe yattık Ağarışı içinde gündüzün. Çeviren: Vehbi Taşar MY DELIGHT AND THY DELIGHT Robert Bridges My delight and thy delight Walking, like two angels white, In the gardens of the night: My desire and thy desire Twining to a tongue of fire, Leaping live, and laughing higher; Thro' the everlasting strife In the mystery of life. Love, from whom the world begun, Hath the secret of the sun. Love can tell, and love alone,
Whence the million stars were strewn, Why each atom knows its own, How, in spite of woe and death, Gay is life, and sweet is breath: This he taught us, this we knew, Happy in his science true, Hand in hand as we stood Neath the shadows of the wood. Heart to heart as we lay In the dawning of the day. ÖLÜM GELECEĞİ ZAMAN İKİMİZDEN BİRİNE Robert Bridges (1844-1930) Ölüm geleceği zaman ikimizden birine, Dua ederim önce bana olsun o, Sen her zamanki gibi mutlu ol evde, Öyleyse eğer, arzuladığım gibi, olsun o. Kalbine sahip ol benim kendiminki; Ve çocuklara şarkı söyle dizinde, Ya da yalnız başına oku kendi kendine Benim senin için yazdığım şiirleri. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Robert Bridges 1913 de İngiltere’nin saray şairi seçildi ve ölünceye kadar saray şairi olarak kaldı. WHEN DEATH TO EITHER SHALL COME Robert Bridges When Death to either shall come, I pray it be first to me, Be happy as ever at home, If so, as I wish, it be. Possess thy heart, my own; And sing to the child on thy knee, Or read to thyself alone The songs that I made for thee. PORTEKİZDEN 22'NCİ SONE Elizabeth Barrett Browning İki ruhumuz ayakta durduğu zaman bizim dik ve güçlü, Yüzyüze, sessiz, çekilerek, yakına ve daha yakına, Uzayan kanatlar kırılıncaya dek ateşin içine Her iki bükülen noktada, ---ne acı yanlış Yapabilir bize yeryüzü, uzun süre hoşnut olmamamız için burada bizim? Düşün! Konarak daha yükseğe, Melekler sıkıştırırlardı, ve göz dikerlerdi bize Bir takım mükemmel şarkıdan oluşan altın küreyi düşürmek için Bizim derin, değerli sessizliğimizin içine. Haydi biz kalalım Birazcık yeryüzünün üzerinde, Sevgilim,--- orada adamların Uygunsuz, zıt ruh hallerinin irkilip uzaklaştığı Ve tek başına bıraktığı saf ruhları, ve izin verdiği
Bir yere içinde ayakta durulan ve sevişilen bir gün için, Onu karanlık ve ölü-saatle yuvarlayarak. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Ben Elizabet Browning şiirleri konusunda çok şey bilen bir kimse değilim. Fakat bu şiirdeki sembolizmin düzeyleri o kadar derin ki acaba platonik bir aşkı mı ifade ediyor, yoksa dinsel bir tecrübeyi mi yoksa pornografik bir olayı mı pek anlayamadım. Herhalde hepsi de olabilir! Fakat ilk 4 mısra muhtemelen birbirine sarılan iki sevgilinin dirseklerinin bükülmesini anlatıyor. Tabii bir fallik sembolü de anlatıyor olabilir. Karanlıkta ve ölü saatte yuvarlanan altın kürenin ne olduğunu bilemem. Bu konuda bir düşünceniz varsa ya da bu şiirin daha iyi bir Türkçe çevirisini biliyorsanız buraya koyarsanız beni memnun edersiniz. Saygılarımla, Vehbi Taşar SONNET FROM PORTUGUESE XXII By Elizabeth Barrett Browning (1806-1861) When our two souls stand up erect and strong, Face to face, silent, drawing nigh and nigher, Until the lengthening wings break into fire At either curvèd point,---what bitter wrong Can the earth do to us, that we should not long Be here contented? Think! In mounting higher, The angels would press on us and aspire To drop some golden orb of perfect song Into our deep, dear silence. Let us stay Rather on earth, Belovèd,---where the unfit Contrarious moods of men recoil away And isolate pure spirits, and permit A place to stand and love in for a day, With darkness and the death-hour rounding it. JEYN İÇİN: “KESKİN GÖZLÜ YILDIZLAR YANIP SÖNÜYORDU” Percy Bysshe Shelley (1792-1822) Keskin gözlü yıldızlar yanıp sönüyordu, Ve zarif ay yükseliyordu arasında onların, Sevgili Jeyn, Gitar tıngırdıyordu, Fakat notalar tatlı değildi sen onları söyleyinceye kadar Tekrar. Yumuşak tantanası ayın Solan soğuk yıldız ışığının üstünde Gökyüzünden Atılırken, Senin sesin de o kadar narin Ruhsuz tellere o zaman vermişti Kendininkini Yıldızlar uyanacak, Ay tam bir saat sonra uyuyacak olsa bile Bu gece; Hiçbir yaprak sallanmayacak Senin melodinin çiyleri saçarken Sevinç Ses çok fazla etkilese de
Tekrar söyle, senin değerli sesinle açığa vurulan Bir ses Çok uzakta bir dünyadan gelen bizimkinden, Orada müzik ve ayışığı ve his Birdir. Çeviren: Vehbi Taşar TO JANE: "THE KEEN STARS WERE TWINKLING" Percy Bysshe Shelley (1792-1822) The keen stars were twinkling, And the fair moon was rising among them, Dear Jane. The guitar was tinkling, But the notes were not sweet till you sung them Again. As the moon's soft splendour O'er the faint cold starlight of Heaven Is thrown, So your voice most tender To the strings without soul had then given Its own. The stars will awaken, Though the moon sleep a full hour later To-night; No leaf will be shaken Whilst the dews of your melody scatter Delight. Though the sound overpowers, Sing again, with your dear voice revealing A tone Of some world far from ours, Where music and moonlight and feeling Are one. SEVME BENİ John Wilbye (1574-1638) Sevme beni göze güzel gözüken görkemim için, Sevindiren gözüm ya da yüzüm için, Ne de dışardan görünen hiçbirşeyim için: Hayır, bir kalp için de değil değişmeyen! Çünkü bunlar bozulabilir ve hastalanabilir: Ayrılırsak biz ikimiz. Sakla, gerçek bir kadın gözünü, onun için, Ve beni hâla sev, neden olduğunu bilmeden! Sebebin böylece yine aynı kalır Hep benim üzerime düşmek için. Çeviren: Vehbi Taşar LOVE NOT ME John Wilbye (1574-1638)
Love not me for comely grace, For my pleasing eye or face, Nor for any outward part: No, nor for a constant heart! For these may fail or turn to ill: Should thou and I sever. Keep, therefore, a true woman's eye, And love me still, but know not why! So hast thou the same reason still To dote upon me ever. RÜYA ÜLKESİ Christina Rossetti Güneşsiz ırmakların ağladığı yerlerde Onların dalgaları derinlerde, O büyüden bir uyku uyur: Onu uyandırmayın sakın. Yolunu bularak bir tek yıldızdan, Gelmiştir o çok uzaklardan Aramak için yerinde gölgelerin Onun tatlı hissesini. Bıraktı gül renkli sabahı, Bıraktı mısır tarlalarını, Ve su kaynaklarını Alacakaranlık için soğuk ve üzgün. İçinde uykunun, sanki bir duvağın içindeymiş gibi Gökyüzünün soluk gözüktüğünü görür, Ve işitir bülbülü Hüzünle şarkı söyleyen. Dinleniş, dinleniş, mükemmel bir dinleniş, Alnının ve göğsünün üzerine dökülmüş; Yüzü batıya doğru dönmüş Toprak erguvani. Göremez o tohum tanelerini Tepenin ve ovanın üstünde olgunlaşan; Hissedemez o yağmuru Elinin üstüne konan. Dinlen, dinlen, sonsuzluğa kadar Üzerinde yosunlu bir sahilin; Dinlen, dinlen çekirdeğinde kalbin; Zaman sona erinceye kadar: Uyku hiçbir acının uyandıramayacağı; Gece hiçbir sabahın kıramayacağı Sevinç karşısına çıkıncaya kadar birden Onun kusursuz huzurunun. Çeviren: Vehbi Taşar DREAM LAND
Christina Rossetti Where sunless rivers weep Their waves into the deep, She sleeps a charmed sleep: Awake her not. Led by a single star, She came from very far To seek where shadows are Her pleasant lot. She left the rosy morn, She left the fields of corn, For twilight cold and lorn And water springs. Through sleep, as through a veil, She sees the sky look pale, And hears the nightingale That sadly sings. Rest, rest, a perfect rest Shed over brow and breast; Her face is toward the west, The purple land. She cannot see the grain Ripening on hill and plain; She cannot feel the rain Upon her hand. Rest, rest, for evermore Upon a mossy shore; Rest, rest at the heart's core Till time shall cease: Sleep that no pain shall wake; Night that no morn shall break Till joy shall overtake Her perfect peace. HELE ŞÜKÜR, ZAMANA BENİM UYUYACAĞIM Emily Bronte (1818-1848) Hele şükür, zamana benim uyuyacağım Kimliğim olmaksızın, Ve hiçbirzaman aldırmayacağım nasıl sırıl sıklam edebileceğine yağmurun, Ya da beni örtebileceğine karın! Hiçbir söz verilen cennette bu vahşi arzular Ya da olabilselerdi eğer, onların yarısı, yerine gelebilir; Hiçbir tehdit eden cehennem, susuzluk bilmeyen ateşlerle, bu susuzluk bilmeyen iradeyi boyunduruğu altına alabilir! Böyle dedim ben, ve hâla aynı şeyi söylerim; Söyleyeceğim, hâla, ölünceye kadar,— Üç adet Tanrı kavga ediyor içinde bu küçük çerçevenin Gece gündüz: Gökyüzü tutamazdı onların hepsini birden, ve gene de Onların hepsi içimde dururlar benim:
Ve benimki olmalıdırlar onlar ben unutuncaya kadar Şu andaki kimliğimi! Hele şükür, zamana onların göğsümün içindeki savaşlarının sona ereceği! Hele şükür, güne, dinleneceğim, Ve artık hiçbir zaman acı çekmeyeceğim! Çeviren: Vehbi Taşar Not: Uğuldayan Tepeler (Wuthering Heights) isimli ünlü romanın (1939 dan beri bir çok filimleri de de çevrilmiş olan) yazarı Emily Bronte 30 yaşında veremden ölmüştür. Oh, For The Time When I Shall Sleep Emily Bronte(1818-1848) Oh, for the time when I shall sleep Without identity, And never care how rain may steep, Or snow may cover me! No promised heaven these wild desires Could all, or half, fulfil; No threatened hell, with quenchless fires, Subdue this quenchless will! So said I, and still say the same; Still, to my death, will say— Three gods within this little frame Are warring night and day: Heaven could not hold them all, and yet They all are held in me; And must be mine till I forget My present entity! Oh, for the time when in my breast Their struggles will be o'er! Oh, for the day when I shall rest, And never suffer more! BİR AŞKIN İÇİNDE ÖMÜR Robert Browning (1812-1889) Kaçmak mı benden? Hiçbir zaman Sevilen! Ben ben iken ve sen sen iken, Dünya her ikimizi içine aldığı sürece, Ben seven ve sen istemeyen, Biri kaçıp gitmeye çalışırken, ötekinin kovalaması lâzım. Bir yanlışlıktır ömrüm en sonunda, korkarım: Haddinden fazla kader gibi gözüküyor, cidden! Nadiren başaracağım elimden geleni yapmama rağmen, Fakat ne olur burada amacıma ulaşamazsam? Sinirleri gergin tutmaktan başka sebepten değildir, Birinin gözlerini silmesi ve bir düşmeye gülmesi, Ve şaşırarak, kalkıp başlaması yeniden, Bütün ömrünü alsın diye koşturmaca birinin, hepsi bukadar. Gidebileceğin en uzak yerden yalnız bir kere baksan bile, Bana o kadar derin tozun ve karanlığın içinden,
Eski ümidin yere düşmesinden az süre bile geçmeden Yeni bir tanesine, doğruca tıpkısının aynısı hedefe, Şekillendiririm kendimi Hiçbir zaman Uzaklaşmadan! Çeviren: Vehbi Taşar LIFE IN A LOVE by Robert Browning Escape me? Never Beloved! While I am I, and you are you, So long as the world contains us both, Me the loving and you the loth, While the one eludes, must the other pursue. My life is a fault at last, I fear: It seems too much like a fate, indeed! Though I do my best I shall scarce succeed. But what if I fail of my purpose here? It is but to keep the nerves at strain, To dry one's eyes and laugh at a fall, And baffled, get up to begin again, So the chase takes up one's life, that's all. While, look but once from your farthest bound, At me so deep in the dust and dark, No sooner the old hope drops to ground Than a new one, straight to the selfsame mark, I shape me Ever Removed! YEŞİL D.H.Lawrence Şafak elma-yeşildi, Gök yeşil şarap, yukarıya kaldırılmış içinde güneşin, Ay altın bir petaldi arasında ikisinin. O gözlerini açtı, ve onlar parlaktı Yeşil, yapılmamış çiçekler kadar berrak, İlk kez olarak görüldü, şimdi ilk kez olarak. Çeviren: Vehbi Taşar GREEN D.H.Lawrence The dawn was apple-green, The sky was green wine held up in the sun, The moon was a golden petal between. She opened her eyes, and green They shone, clear like flowers undone, For the first time, now for the first time seen.
BİR HANIMEFENDİNİN EL YAZISI ÜZERİNE Anna Laetitia Barbauld (1743-1825) Sakin tabiatını gösterir onun düzgün satırları; Çehresi kadar cilalı, ve giysisi kadar derli toplu; Kararı kadar sağlam, havası kadar rahat; Yanlışsız ama özgür, ve usule uygun fakat dürüst: Ve aynı görkemler yöneltir kalemini onun Halini ve tavrını şekillendiren ve adımlarını yönlendiren. Çeviren: Vehbi Taşar ON A LADY'S WRITING Anna Laetitia Barbauld (1743-1825) Her even lines her steady temper show ; Neat as her dress, and polish'd as her brow ; Strong as her judgment, easy as her air ; Correct though free, and regular though fair : And the same graces o'er her pen preside That form her manners and her footsteps guide. KATARİN Robert Louis Stevenson (1850-1894) Görürüz seni bir yüzü görür gibi Titreyen ormanlık bir yerde Bir havuzun aynası üstünde Herzaman sakin, berrak ve serinkanlı; Ve gözüken, sağı solu belirsiz camda Sallanırmış gibi gülümseyişler ve gözyaşları arasında, Perilere ait ve insanoğlu, hava gibi hafif ve hakiki, Ve arkasına almış yansıyan gök mavisini. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, Define adası ve Kaçırılmış gibi ünlü romanların yazarı Robert Louis Stevenson, daha önce çevirdiğim Robert Burns and Sir Walter Scott gibi İskoçya asıllıdır. KATHARINE Robert Louis Stevenson (1850-1894) We see you as we see a face That trembles in a forest place Upon the mirror of a pool Forever quiet, clear and cool; And in the wayward glass, appears To hover between smiles and tears, Elfin and human, airy and true, And backed by the reflected blue. SEVGİ DOLU BİR ÖPÜCÜK Robert Burns (1759-1796) Sevgi dolu bir öpücük, ve sonra ayrılırız biz; Bir hoşçakal, ne kadar yazık, herzaman için! Kalbin burup sıkıştırdığı gözyaşlarında derin sana söz veririm,
Sana savaşan iç çekişler ve inlemeler başlatıp sürdürürüm. Kim diyecek Talihin yıldızı o adama eseflenir, Ümidin yıldızı o kız onu bırakırken? Bana mı, hayır, beni keyifli parıltıyla aydınlatır; Etraftaki karanlık umutsuzluk beni içine alır. Hiçbirzaman kusur bulmam benim düşkünlük fantazime Hiçbirşey karşı koyamazdı benim Nensi’me: Yalnız onu görmek onu sevmekti; Yalnız onu sevmek, ve hiç durmadan sevmek. Bu kadar arkadaşça sevmiş olmasaydık, Bu kadar kör gibi sevmiş olmasaydık, Hiç tanışmazdık – ya da hiç ayrılmazdık, Ve asla olmazdık kalbi-kırık. Uğurlar olsun, ilk ve en güzel sen! Uğurlar olsun, en iyi ve en kıymetli sen! Her bir sevinç ve hazine senin olsun, Barış, Eğlence, Aşk ve Keyif! Sevgi dolu bir öpücük ve sonra ayrılırız biz! Bir hoşçakal, ne kadar yazık, herzaman için! Kalbin burup sıkıştırdığı gözyaşlarında derin sana söz veririm, Sana savaşan iç çekişler ve inlemeler başlatıp sürdürürüm. Çeviren: Vehbi Taşar AE FOND KISS By Robert Burns (1759-1796) Ae fond kiss, and then we sever; Ae fareweel, alas, for ever! Deep in heart-wrung tears I'll pledge thee, Warring sighs and groans I'll wage thee. Who shall say that Fortune grieves him, While the star of hope she leaves him? Me, nae cheerful twinkle lights me; Dark despair around benights me. I'll ne'er blame my partial fancy, Naething could resist my Nancy: But to see her was to love her; Love but her, and love for ever. Had we never lov'd sae kindly, Had we never lov'd sae blindly, Never met -- or never parted, We had ne'er been broken-hearted. Fare-thee-weel, thou first and fairest! Fare-thee-weel, thou best and dearest! Thine be ilka joy and treasure, Peace, Enjoyment, Love and Pleasure! Ae fond kiss, and then we sever! Ae fareweel, alas, for ever! Deep in heart-wrung tears I'll pledge thee, Warring sighs and groans I'll wage thee. ORADAMISIN? Wystan Hugh Auden (1907-1973) Her asığın vardır kendine ait birtakım teorisi
Başkalığı konusunda acısı arasındaki kendi aşkıyla olmanın, ve yalnız kalmanın: Nasıl ve neden, rüya görüldüğü zaman değerli olan et ve kemik duyguları gerçekten hareket geçiren, uyanıkken, Sahte bir gösterişi gibi gözükür kendisinin. Nergiz inanmaz bilinmeyene; O imajıyla birleşemez gölün içersinde Yalnız olduğunu farzettiği sürece. Çocuk, çağlayan, ateş, taş, Herzaman yaramazlık peşinde, dayanıklı, ve kabul ederler evreni sanki kendilerininmiş gibi. Yaşı ilerlemişler, Proust gibi, herzaman eğilimli aşkı kişisel bakış açısıyla ilgili bir uyduruk gibi düşünmeye; Ne kadar çok severlerse, o kadar yalnız hissederler kendilerini. Bakış açımız ne olursa olsun, gösterilmeli Ne diye her aşığın bir dileği vardır yapmak için Bir çeşit başkalığı kendisinin: Belki de, gerçekte biz, hiçbir zaman yalnız olmadığımız için. Çeviren: Vehbi Taşar ARE YOU THERE? Wystan Hugh Auden Each lover has some theory of his own About the difference between the ache Of being with his love, and being alone: Why what, when dreaming, is dear flesh and bone That really stirs the senses, when awake, Appears a simulacrum of his own. Narcissus disbelieves in the unknown; He cannot join his image in the lake So long as he assumes he is alone. The child, the waterfall, the fire, the stone, Are always up to mischief, though, and take The universe for granted as their own. The elderly, like Proust, are always prone To think of love as a subjective fake; The more they love, the more they feel alone. Whatever view we hold, it must be shown Why every lover has a wish to make Some kind of otherness his own: Perhaps, in fact, we never are alone. ANNEM BENİM Rudyard Kipling Asılsaydım üstünden en yüksek tepenin, Annem benim, Ah annem benim! Kimin sevgisi beni izlerdi gene bilirim,
Annem benim, Ah annem benim! Denizde boğulsaydım, en derin, Annem benim, Ah annem benim! Kimin gözyaşları benim üstüme düşerdi bilirim, Annem benim, Ah annem benim! Lanetlenseydi ruhum ve bedenim, Kimin duaları beni tek parça yapardı bilirim, Annem benim, Ah annem benim! Çeviren: Vehbi Taşar MOTHER O' MINE Rudyard Kipling If I were hanged on the highest hill, Mother o' mine, O mother o' mine! I know whose love would follow me still, Mother o' mine, O mother o' mine! If I were drowned in the deepest sea, Mother o' mine, O mother o' mine! I know whose tears would come down to me, Mother o' mine, O mother o' mine! If I were damned of body and soul, I know whose prayers would make me whole, Mother o' mine, O mother o' mine! ÖLÜ BİR ALMAN Robert Graves (1895-1985) Okumuş olanlara benim Harp şarkılarımı Ve duymuş olan yalnız ün ve kan, Söylerim (ve daha önce duydunuz söylendiğini bunun) “Harp Cehennemdir!” ve kuşkunuz varsa bundan Bugün Mametz Ağaçlığında buldum Kan düşkünlüğüne belli bir derman: Orada, desteklenmiş karşısında param parça olmuş bir ağaç gövdesinin, İçinde temiz olmayan şeylerden büyük bir düzensizliğin, Oturdu ölü bir Alman; kaş çattı ve koktu leş gibi Sırılsıklam olmuş yeşil bir yüzle ve giysilerle, Büyük-karınlı, gözlüklü, kısa-kesik saçlı, Siyah kan akarak damla damla burundan ve sakaldan. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Şair Robert Graves’in asker olarak Almanlara karşı döğüştüğü Somme (Som diye okunur) Meydan Savaşında İngilizlerin 38inci Galler Tümeni 1916 yılının 7 ve 12 Temmuzları arasında bir tepenin üzerinde mevzilenen Alman birliklerine hücum etti. İngiliz tümeninin büyük bir çoğunluğu Alman makinalı tüfek ateşiyle öldürüldü. Bu çok ünlü savaştan biraz önce 4 Temmuz günü Robert Graves’in yakın arkadaşı olan İngiliz askeri ve harp şairi Siegfried Sassoon Mametz Ağaçlığının içinde kendi başına bir hücum düzenledi. Kardeşi Çanakkale meydan savaşlarında ölen Sassoon şairliği yanında kahramanlığı ve harbe karşıtlığıyla da bilinir. A DEAD BOCHE
Robert Graves
To you who’d read my songs of War And only hear of blood and fame, I’ll say (you’ve heard it said before) ”War’s Hell!” and if you doubt the same, Today I found in Mametz Wood A certain cure for lust of blood: Where, propped against a shattered trunk, In a great mess of things unclean, Sat a dead Boche; he scowled and stunk With clothes and face a sodden green, Big-bellied, spectacled, crop-haired, Dribbling black blood from nose and beard. BU AYSAL GÜZELLİK Wystan Hugh Auden Bu aysal güzellik Geçmişsizdir Tamdır ve ilk, Eğer sonra güzellik Taşırsa herhangibir özellik Bir aşığı olmuştu onun Ve başka biridir. Bir rüya gibi bu Tutar başka zaman Ve gündüz vaktidir Kaybı bunun, Çünkü inçlerdir zaman Ve değişkenlikleri kalbin Hayalet oraya uğrar Kaybolmuş ve istenilen. Fakat bu asla değildi Gayreti bir hayaletin Ne de bunu bitirmiş olan, Hayaletti rahat, Ve o geçinceye dek Yaklaşmayacak aşk Tatlılığa buradaki Ne de alacak hüzün Sonsuz bakışını onun. Çeviren: Vehbi Taşar Not: İngiliz şairleri arasına bilinen en ünlü homoseksüellerden birisi olan Auden’ın bu çok anlamlı ve üzüntülü şiiri herzamanki gibi bir erkeğe hitap eden “His” ya da “Onun” sözcüğüyle bitiyor! Bu şiirin Auden’ın kaybettiği bir sevgili için yazmış olduğu bir aşk şiiri olduğunu haber verdiği için bu açıklamayı yapıyorum. Saygılarımla, Vehbi Taşar THIS LUNAR BEAUTY Wystan Hugh Auden
This lunar beauty Has no history Is complete and early, If beauty later Bear any feature It had a lover And is another. This like a dream Keeps other time And daytime is The loss of this, For time is inches And the heart's changes Where ghost has haunted Lost and wanted. But this was never A ghost's endeavor Nor finished this, Was ghost at ease, And till it pass Love shall not near The sweetness here Nor sorrow take His endless look. UYKUSUZLUK Dante Gabriel Rossetti (1828-1882) İncedir etekleri gecenin geride bırakılan Gün doğumuna kadar saatler ileriye doğru kayan, Ve ince, ne yazık! dilimleri uykunun Sallanan rüzgârıyla ruhun: Fakat yarım-uykularda yön değiştiren ve yuvarlanan Ve hâla unutan ve hatırlayan Ruhum çekti bu saatte ruhunu senin Biraz daha bile yakın. Yaşamlarımız, en sevgili olan, asla değillerdir yakın, Düşüncelerimiz asla değil çok uzak birbirlerinden, Bizi kalp kalbe çeken bütün bunlar buna rağmen Şimdi soluk görünürler ve şimdi daha açık. Bu gece sahip çıkar tüm egemenliğine Aşk, Ve arzuyla ve pişmanlıkla benim Ruhum çekti bu saatte ruhunu senin Biraz daha bile yakın. Varmıdır bir ev ağır toprağın eridiği orada Hiç bir acının nefes almadığı parlak havada, Orada hiçbir susuzluk bırakmadığı suyun Ve sıçrayan alevin yeni doğuşu olduğu Aşkın? Eğer inanç uzun süre bağlanmış olan gerçek bir amaca Gerçekleştirebilirse ümidini en sonunda, Ruhum çekecektir o saatte ruhunu senin Her zamankinden daha bile yakın. Çeviren: Vehbi Taşar
INSOMNIA Dante Gabriel Rossetti (1828-1882) Thin are the night-skirts left behind By daybreak hours that onward creep, And thin, alas! the shred of sleep That wavers with the spirit's wind: But in half-dreams that shift and roll And still remember and forget, My soul this hour has drawn your soul A little nearer yet. Our lives, most dear, are never near, Our thoughts are never far apart, Though all that draws us heart to heart Seems fainter now and now more clear. To-night Love claims his full control, And with desire and with regret My soul this hour has drawn your soul A little nearer yet. Is there a home where heavy earth Melts to bright air that breathes no pain, Where water leaves no thirst again And springing fire is Love's new birth? If faith long bound to one true goal May there at length its hope beget, My soul that hour shall draw your soul For ever nearer yet. EYLÜL Ted Hughes Otururuz geç vakte kadar, karanlığın yavaşça göz önüne serildiğine bakarak; Saymaz bunu bir saat. Öpüşler yinelendiğinde ve tutulduğunda kollar Söylenemez nerededir vakit. Yaz ortası: yapraklar asılı durur büyük ve hareketsiz: Gözün arkasında bir yıldız, Kol bileğinin ipeğinin altında bir deniz, der Vakit hiçbir yerdedir. Ayakta dururuz; yazın vaktini ölçmediler yapraklar. Şimdi bir saat gereksemez Bize böylemeye bizim yalnızca anımsadığımız var; Başlarımızla gürültü ediyor dakikalar Talihsiz bir Kral ve onun Kraliçesi gibi Bilinçsiz bir kalabalık yönettiğinde; Ve sessizce ağaçlar savuruyorlar taçlarını Havuzların içlerine. Çeviren: Vehbi Taşar SEPTEMBER Ted Hughes
We sit late, watching the dark slowly unfold: No clock counts this. When kisses are repeated and the arms hold There is no telling where time is. It is midsummer: the leaves hang big and still: Behind the eye a star, Under the silk of the wrist a sea, tell Time is nowhere. We stand; leaves have not timed the summer. No clock now needs Tell we have only what we remember: Minutes uproaring with our heads Like an unfortunate King's and his Queen's When the senseless mob rules; And quietly the trees casting their crowns Into the pools. 20 yıl ilkokul öğretmenliği yapmış olan Tony Mitton’un bu şiirini çocuklar için buraya koyuyorum. YASAKLANMIŞ ŞİİR Tony Mitton Çocuklar için değil bu şiir. Dur Dışarda! Büyük bir meşe kapı var bu şiirin önünde. Kilitlidir. Ve kapının üzerinde bir uyarı yazılmış büyük harflerle kırmızı. Der: herhangi bir çocuk buraya giren hangisi olsa aynı olmayacaktır artık asla. DİKKAT ET. DUR DIŞARDA. Fakat bu ne? Bir anahtar var anahtar deliğinde. Ve daha önemlisi. yok kimsecikler etrafta. “Hadi git. Bak,” der bir küçük ses kafanın içinde. “Hiç şüphesiz bir şiir vurup öldüremez seni?” Döndürürsün anahtarı. Açılır ardına kadar kapı. Ve tanık olursun sonra içerde ne olduğuna. Ve o günden bu yana uğraşırsın boşu boşuna. Aynı olmayacaksın artık asla. Çeviren: Vehbi Taşar
FORBIDDEN POEM This poem is not for children. Keep Out! There is a big oak door in front of this poem. It’s locked. And on the door is a notice in big red letters. It says: Any child who enters here will never be the same again. WARNING. KEEP OUT. But what’s this? A key in the keyhole. And what’s more, nobody’s about. “Go on. Look,” says a little voice inside your head. “Surely a poem cannot strike you dead?” You turn the key. The door swings wide. And then you witness what’s inside. And from that day you’ll try in vain. You’ll never be the same again. © 1998, Tony Mitton Poem of the Week: http://international.poetryinternationalwe...php?obj_id=8490 DEĞİŞMEK Kathleen Raine (1908-2003) Değiş Dedi güneş aya Kalamazsın. Ay sulara der, Akıyor herşey. Değiş Tarlalar çimene der, Tohum-zamanı ve harman Kepek ve tahıl. Değişmelisin dedi, Tomurcuğa solucan, Ama bir güle değil
Petaller solar Kalksın diye kanatlar Rüzgârda taşınan Değiştiriyorsun dedi evlenmemiş kıza ölüm, solgun yüzünü Belleğe, güzelliğe Hazırmısın değişmeye? Der kalbe düşünce, onun geçişine izin vermeye bütün ömrün boyu Bilinmeyen için, doğmayan için Simyasında Dünyanın düşünün? Değişeceksin, der yıldızlar güneşe, Gece yıldızlara der. Çeviren: Vehbi Taşar CHANGE Kathleen Raine (1908-2003) Change Said the sun to the moon, You cannot stay. Change Says the moon to the waters, All is flowing. Change Says the fields to the grass, Seed-time and harvest, Chaff and grain. You must change said, Said the worm to the bud, Though not to a rose, Petals fade That wings may rise Borne on the wind. You are changing said death to the maiden, your wan face To memory, to beauty. Are you ready to change? Says the thought to the heart, to let her pass All your life long For the unknown, the unborn In the alchemy Of the world's dream? You will change,
says the stars to the sun, Says the night to the stars. SEVDİYSE HER KİM, O İLK BAKIŞTA SEVMEMİŞMİDİR? Christopher Marlowe (1564–1593) Aşık olmak ya da beğenmemek gücümüze düşmez bizim, Çünkü kısmetle geçersiz kılınır içimizdeki istem. İkisi soyunduğunda, yarış başlamadan çok önceden, Arzu ederiz biz eğer severse birisi, kazansın ötekisini Ve bizim özellikle ilgilendiğimiz bir tanesi İki altın külçeden, her bakımdan birbirine benzeyen: Hiç bir adamın bilmediği nedenden; yetsin Paha biçmesine gözlerimizle gördüğümüzün. Nerede aklı başındaysa her ikisinin, aşk önemsizdir: Sevdiyse her kim, o ilk bakışta sevmemişmidir? Çeviren: Vehbi Taşar Not: Şekspir’in çağdaşı olan ve Şekspir’i etkilediği bilinen Marlowe, Şekspir’in bütün eserleri içersinde bahsetmiş olduğu onun çağdaşı olan tek şair olduğu gibi, “As You Like it”, “Sevdiğin Gibi” isimli oyununa Marlowe’un yukardaki şiirinin en son mısrasını da koymuştur. WHO EVER LOVED THAT LOVED NOT AT FIRST SIGHT? Christopher Marlowe It lies not in our power to love or hate, For will in us is overruled by fate. When two are stripped, long ere the course begin, We wish that one should love, the other win; And one especially do we affect Of two gold ingots, like in each respect: The reason no man knows; let it suffice What we behold is censured by our eyes. Where both deliberate, the love is slight: Who ever loved, that loved not at first sight? MARTTA YAZILDI William Wordsworth (1770-1850) Horoz ötüyor Dere akıyor, Küçük kuşlar cıvıldar, Göl parıldar Uyur güneşte yeşil tarla; En genci ve en yaşlısı En güçlüsüyle çalışmakta; Sığırlar otluyor, Hiç kalkmaz kafaları; Var kırk tanesi beslenen bir tanesi gibi! Yenilmiş bir ordu gibi Kar geri çekildi, Ve iyi durumda değil şimdi Çıplak tepenin başında; Çiftçi yamağı öksürüyor boğmaca olmuş gibi- ara sıra: Sevinç var dağlarda; Hayat var kaynaklarda; Küçük bulutlar yelken açıyor, Mavi gök baskın çıkıyor;
Yağmur bitti ve geçti! Çeviren: Vehbi Taşar WRITTEN IN MARCH William Wordsworth The cock is crowing, The stream is flowing, The small birds twitter, The lake doth glitter The green field sleeps in the sun; The oldest and youngest Are at work with the strongest; The cattle are grazing, Their heads never raising; There are forty feeding like one! Like an army defeated The snow hath retreated, And now doth fare ill On the top of the bare hill; The plowboy is whooping- anon-anon: There's joy in the mountains; There's life in the fountains; Small clouds are sailing, Blue sky prevailing; The rain is over and gone! YANSIZ TONLAR Thomas Hardy (1840-1928) O kış günü yanında ayakta durduk ufak bir gölün, Ve beyazdı güneş azar yemiş gibi Tanrıdan Ve birkaç yaprak yatıyordu çayırın üstünde açlıktan ölen, -- Ve griydiler onlar, düşmüşlerdi bir kül ağacından. Üzerimdeki gözlerin gözler gibilerdi başıboş dolaşan Usandırıcı bilmecelerin üzerinde yıllar önce çözülen; Ve bazı sözcükler aramızda oynadılar önden ve arkadan— Üzerlerinde kayboldu pek çok aşkımız tarafından. Ağzının üzerindeki gülümseyiş en ölü şeydi Yaşayan ölmeye yetecek kadar gücü kalan Ve bir sırıtış ona uyarak acılıktan hızla geçip gitti Uğursuz bir kuş gibi kanat çırpıp uçan … O zamandan beri, güçlü dersleri, aşkın aldatışının, Ve haksızlıkla saptırışının, şekil verdi benim için Senin yüzüne, ve Tanrının lanetlediği güneşe, ve bir ağaca, Ve ufak bir göle, ucunda griyimsi yapraklarla. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Kül Ağacı (Ash Tree)- Dişbudak Ağacı (Fraxinus..) NEUTRAL TONES By Thomas Hardy (1840-1928)
We stood by a pond that winter day, And the sun was white, as though chidden of God, And a few leaves lay on the starving sod, --They had fallen from an ash, and were gray. Your eyes on me were as eyes that rove Over tedious riddles solved years ago; And some words played between us to and fro-On which lost the more by our love. The smile on your mouth was the deadest thing Alive enough to have strength to die; And a grin of bitterness swept thereby Like an ominous bird a-wing…. Since then, keen lessons that love deceives, And wrings with wrong, have shaped to me Your face, and the God-curst sun, and a tree, And a pond edged with grayish leaves. AYNAMA BAKARIM Thomas Hardy Aynama bakarım Ve cildimi görürüm aşırı zayıflayan, Ve derim, “Keşke olsaydı neden Tanrı çekilmesine Benim kalbimin de bu kadar ince!” Çünkü o zaman ben, olmadan üzüntü Kalplerle soğuklaşan bana doğru, Yalnızbaşına bekleyebilirdim bitmez tükenmez huzurumu Sükunetle. Fakat Zaman, bana acı çektirmek için, Kısmen belli etmeden alır, kısmen katlanmasına verir izin Ve sarsar bu zayıf çerçeveyi akşamleyin Çarpıntılarıyla öğle vaktinin. Çeviren: Vehbi Taşar I LOOK INTO MY GLASS Thomas Hardy I look into my glass, And view my wasting skin, And say, "Would God it came to pass My heart had shrunk as thin!" For then I, undistrest By hearts grown cold to me, Could lonely wait my endless rest With equanimity. But Time, to make me grieve, Part steals, lets part abide; And shakes this fragile frame at eve With throbbings of noontide. AH, MEZARIMIN ÜSTÜNÜ MÜ KAZIYORSUN? Thomas Hardy
“Ah, mezarımın üstünü mü kazıyorsun Biricik sevgilim?— dikerek sedef otunu?” --“Hayır, o dün evlenmeye gitti En akıllısından biriyle paranın beslediği. “İncitemez o onu şimdi’, dedi, ‘Sadık kalamazsam.’” “Kim kazıyor mezarımın üstünü o zaman ? En yakın en samimi akrabalarım mı benim?” --“Ah, hayır, onlar oturur ve düşünür, ‘Ne işe yarar! Ne faydası olacak çiçekler dikmenin? Hiçbir bakımı onun toprak yığının çözemez ki Onun ruhunu tuzağından ölümün.’” “Fakat kim kazıyor üstünü mezarımın? Düşmanım mı? –sinsice yeri dürten?” --“Yok: o geçmiş olduğunuzu duyduğu zaman Kapıdan Bütün eti er ya da geç kapatan, Artık layık bulmadı sizi onun nefreti için, Ve aldırış etmez nerde yatarsınız.” “O halde, kim kazıyor üstünü mezarımın? Söyle – ben tahmin etmediğim için!” --“ Ah, sevgili hanımım, o benim, Küçük köpeğiniz sizin, hala bu yakınlarda yaşayan, Ve çok ümit ederim benim buradaki hareketlerim Rahatsız etmemiştir istirahatinizi sizin? “Ah tamam! Sensin benim mezarımın üstünü kazan … Ne diye aklıma doğmadı benim Bir tek sadık kalp kaldığı geride bırakılan! Nasıl buluruz bir hassasiyeti biz Arasında insan cinsinin Sadakatine eşit olan bir köpeğin!” “Hanımefendim, ben sizin mezarınızın üstünü kazdım Bir kemik gömmek için, olasılığına karşı Bu nokta yakınlarında acıkmış olabilmemin Burdan gündelik koşmalarım sırasında geçiyorken. Özür dilerim, fakat tamamiyle unutmuşum Onun istirahat-yeriniz olduğunu sizin.” Çeviren: Vehbi Taşar AH, ARE YOU DIGGING ON MY GRAVE? Thomas Hardy "Ah, are you digging on my grave My loved one? -- planting rue?" -- "No, yesterday he went to wed One of the brightest wealth has bred. 'It cannot hurt her now,' he said, 'That I should not be true.'" "Then who is digging on my grave? My nearest dearest kin?" -- "Ah, no; they sit and think, 'What use! What good will planting flowers produce?
No tendance of her mound can loose Her spirit from Death's gin.' " "But some one digs upon my grave? My enemy? -- prodding sly?" -- "Nay: when she heard you had passed the Gate That shuts on all flesh soon or late, She thought you no more worth her hate, And cares not where you lie." "Then, who is digging on my grave? Say -- since I have not guessed!" -- "O it is I, my mistress dear, Your little dog, who still lives near, And much I hope my movements here Have not disturbed your rest?" "Ah yes! You dig upon my grave . . . Why flashed it not on me That one true heart was left behind! What feeling do we ever find To equal among human kind A dog's fidelity!" "Mistress, I dug upon your grave To bury a bone, in case I should be hungry near this spot When passing on my daily trot. I am sorry, but I quite forgot It was your resting-place." YÜRÜYOR ÖLÜ ADAM Thomas Hardy (1840-1928) Çağırırlar beni yaşayan biri gibi Fakat bilmezler mi Öldüğümü son yıllarda, Mezarın içersinde olmasam da? Yalnız bir şeklim ben burada duran, Bir küf nabzı olmayan, Vakti geçmiş soluk bir resim Soğuklaşan külleri ayıran. Haber vermeden bir dakika bile önce, Ya da yüksek sesli bir saatle, Duraksadı zamanın çekicilikleri bana Salonda ve kameryede. Yoktu trajik bir aktarma, Hiçbir tutuşu nefesin, Sessiz mevsimler ilerlettiğinde beni zorlukla Üzerine bu ölümün… --Bir Halk ozanı-delikanlı avare dolaştım Yaşamla lîrin hatırı için, Coşkulu vuruşları varlığın Sanki içimde yangın. Fakat denediğim zaman bakmaya
Adamların maksatlarına, Dondurdu beni o, ve ben yok oldum Biraz daha o zaman. Geçtiği zaman dostlarım, akrabalarım, İçinden En Son Kapının, Ve beni bıraktıklarında ayakta durgun ve soğuk, Öldüm biraz daha çok. Ve Sevgilimin kalbi tutuştuğu zaman Benden nefret içinde, Anlamadım ne sebepten, öldüm ben Bir kat daha fazla derece. Ve öldüysem, ne zaman öldüm tamamiyle Söyleyemem, Ve değiştim bu ceset gibi şeyin içine Bu gün olduğum. Gene de nasıl olduysa ki, geçirirken bile her nasılsa vakti Yürümekle, gülmekle, konuşmakla, Ben değilim şimdi yaşamakta. Çeviren: Vehbi Taşar THE DEAD MAN WALKING by Thomas Hardy (1840-1928) THEY hail me as one living, But don't they know That I have died of late years, Untombed although? I am but a shape that stands here, A pulseless mould, A pale past picture, screening Ashes gone cold. Not at a minute's warning, Not in a loud hour, For me ceased Time's enchantments In hall and bower. There was no tragic transit, No catch of breath, When silent seasons inched me On to this death .... -- A Troubadour-youth I rambled With Life for lyre, The beats of being raging In me like fire. But when I practised eyeing The goal of men, It iced me, and I perished A little then. When passed my friend, my kinsfolk,
Through the Last Door, And left me standing bleakly, I died yet more; And when my Love's heart kindled In hate of me, Wherefore I knew not, died I One more degree. And if when I died fully I cannot say, And changed into the corpse-thing I am to-day, Yet is it that, though whiling The time somehow In walking, talking, smiling, I live not now. ONUN CENAZESİNDEKİ KADIN Thomas Hardy Onu taşırlar istirahat yerine— Yavaş yürüyen hızla ilerleyen bir kafilede; İzlerim bir yabancının aralığıyla; Akrabalarıdır onlar, ben metresi. Değiştirmeden cafcaflı boyadan önlüğümü Samurlu kürkten kederli de olsa onların giysileri; Gene de kedersiz gözlerle dikilirler etrafta, Benim özlemim yakıp kül ederken yangın gibi! Çeviren: Vehbi Taşar SHE, AT HIS FUNERAL By Thomas Hardy (1840-1928) They bear him to his resting-place-In slow procession sweeping by; I follow at a stranger’s space; His kindred they, his sweetheart I. Unchanged my gown of garish dye, Though sable-sad is their attire; But they stand round with griefless eye, Whilst my regret consumes like fire! JENİ BENİ ÖPTÜ James Henry Leigh Hunt (1784–1859) Jeni beni öptü buluştuğumuz vakit, Üzerinden atlayarak oturduğu sandalyenin. Zamanı, seni hırsız seni, almasını seven listene Tatlıları, onu içine koymanın. Ben yorgunum de, ben üzüntülüyüm de; Sağlık ve varlık ıska geçti beni de, Yaşlanıyorum de, fakat ekleJeni beni öptü! Çeviren: Vehbi Taşar JENNY KISSED ME
James Henry Leigh Hunt Jenny kissed me when we met, Jumping from the chair she sat in. Time, you thief, who love to get Sweets into your list, put that in. Say I'm weary, say I'm sad; Say that health and wealth have missed me; Say I'm growing old, but add— Jenny kissed me! TOPALDIR KALBİM Charlotte Mew (1869-1928) Topaldır kalbim bu kadar hızlı koşmaktan ardından seninkinin Bu kadar uzun bir yoldan, Yürüyelim mi yavaşça eve, geçtiğimiz herşeylere bakaraktan Belki bu-gün? Eve altında sessiz akşam sokaklarının altında sessiz gök kubbelerinin, Çok birşey söylemeyerek, Bir an için sen bana gözlerini vererek Benim dokunuşuma dayanabildiğin zaman. Fakat değil ya-rın. Bu bütün nefesimi aldı benim; O zaman, sen aynısına baksan bile, Daha güzel birşey olabilir Aşkın yüzü içinde ölümde Görürse onu kalbin, koşarak geldiğimiz yolu geri bizim; Topaldır kalbim. Çeviren: Vehbi Taşar MY HEART IS LAME Charlotte Mew My heart is lame with running after yours so fast Such a long way, Shall we walk slowly home, looking at all the things we passed Perhaps to-day? Home down the quiet evening roads under the quiet skies, Not saying much, You for a moment giving me your eyes When you could bear my touch. But not to-morrow. This has taken all my breath; Then, though you look the same, There may be something lovelier in Love's face in death As your heart sees it, running back the way we came; My heart is lame. BİR SÖZCÜK GEREĞİNDEN FAZLA BAYAĞILAŞTIRILMIŞTIR Percy Bysshe Shelley (1792-1822) Bir sözcük gereğinden fazla bayağılaştırılmıştır Benim onu bayağılaştırmam için Bir his gereğinden fazla küçümsenir yanlış yere Senin onu küçümsemen için Bir ümit gereğinden fazla benzer ümitsizliğe Sağduyunun onu boğması için
Ve senden gelen acıma daha değerli Gelenden başkasından. Veremem sana ben başka adamların aşk dediğini; Fakat kabul etmezmisin Kalbin göklere doğru kaldırdığı hayranlığı Ve gök kubbelerinin reddetmediği, -Pervanenin arzusunu yıldız için, Gecenin arzusunu yarın için, Düşkünlüğü uzakta birşey için Küresinden bizim kederimizin? Çeviren: Vehbi Taşar Not: 1811 yılında Oxford Üniversitesinde “Allahsızlığın Gerekliliği” başlıklı bir tez yazdığı için Oxford’dan kovulan Shelley’in karısı Mary ünlü Frankeştayn kitabının yazarıdır. ONE WORD IS TOO OFTEN PROFANED Percy Bysshe Shelley One word is too often profaned For me to profane it; One feeling too falsely disdained For thee to disdain it; One hope is too like despair For prudence to smother; And pity from thee more dear Than that from another. I can give not what men call love; But wilt thou accept not The worship the heart lifts above And the heavens reject not, -The desire of the moth for the star, Of the night for the morrow, The devotion to something afar From the sphere of our sorrow? ŞEHİRDE GÖK GÜRÜLTÜLÜ BİR FIRTINA Thomas Hardy O bir elbise giyindi, ‘kahverengimsi portakal’ Ve kaldı kuru girintisinin içinde faytonun şiddetlenen fırtınadan, At durmuş olmasına rağmen; evet, oturduk Hareket etmeyi başaramadan, rahat ve sıcak. Ondan sonra dindi sağnak, beni içe işleyen kötü bir duyguyla bırakarak, Ve cam, şekillerimizi kafeslemiş olan şimdiye kadar Yukarıya doğru uçtu, ve o dışarıya sıçradı kapısından: Öpmem gerekecekti onu eğer yağmur Devam etmiş olsaydı daha bir dakika kadar. Çeviren: Vehbi Taşar Çevirenin notu: Thomas Hardy’nin 19 uncu yüzyıl İngilizcesinde kullandığı bazı tabirler bugünkü İngilizce’de pek kullanılmasa da şiirlerine renk katıyor. Bu şiirde kullanılan “sit on” yani üzerinde oturmak tabirini Hardy “sit on hands” yani hareket etmeyi başaramadan ellerinin üzerinde oturmak” anlamında kullanmış. Bunu nereden anladığımı soracak olursanız Hardy’nin kendisi atın üzerinde oturmadığı (sıcak ve rahat olduğu için) bu sonuca vardım. Bu gibi şeyleri İngiliz edebiyatı derslerinde herhalde öğretiyorlardır. Fakat ben her nereye gitsem devamlı olarak bilgisayarımın üzerinde taşıdığım Houghton-Mifflin ansiklopedisine bakarak öğrendim.
Saygılarımla, Vehbi Taşar A THUNDERSTORM IN TOWN Thomas Hardy She wore a 'terra-cotta' dress, And we stayed, because of the pelting storm, Within the hansom's dry recess, Though the horse had stopped; yea, motionless We sat on, snug and warm. Then the downpour ceased, to my sharp sad pain, And the glass that had screened our forms before Flew up, and out she sprang to her door: I should have kissed her if the rain Had lasted a minute more. BİLİNMEYEN VATANDAŞ W.H. Auden (JS/07 M378 e) Bu Mermer Anıt Devlet Tarafından Dikildi) İstatistikler Bürosu tarafından bulundu onun olduğu Kendisine karşı hiçbir resmi şikayet vaki olmamış biri, Ve bütün raporlar hemfikir onun davranışı üzerindeki Onun bir evliya olduğuna, eski-moda bir sözcüğün modern anlamında, Çünkü o yaptığı herşeyde hizmet etti Daha Büyük Toplum’a. Emekli oluncaya kadar, yalnız harbin dışında, Çalıştı bir fabrikada ve kovulmadı asla, Fakat memnun etti işverenlerini, Yumuşak Şekerleme Şirketini. Gene de ne grev kırdı ne de görüşleri tuhaftı, Çünkü Birlik raporları beyan eder onun aidatlarını ödediğini, (Bizim onun Birliği üzerine raporlarımız gösterir ki onun Birliği sağlamdı) Ve Sosyal Psikoloji emekçilerimiz buldu Onun arkadaşları tarafından sevildiğini ve arasıra içki içmesini sevdiğini. Basın inandırılmıştı ki o hergün bir gazete satın alırdı Ve onun reklamlara olan tepkisi her yönüyle normaldi. Onun adına çıkarılan poliçelerin ispat ettiği gibi o tam olarak sigortalıydı, Ve bir kez hastanede yattığını gösterir onun Sağlık Kartı fakat iyileşmiş olarak bıraktı. Bildirir Hem Üreticiler Araştırması hem de Yüksek-Kalite Yaşam raporu Onun Ödeme Planının avantajlarına bütünüyle hassas olduğunu Ve Modern İnsana gereken herşeye sahip olmuş olduğunu, Bir gramafon, bir radyo, bir araba ve bir buzdolabı. Memnundurlar araştırmacılarımız araştıran Halk Görüşü konusunu Yılın zamanına göre uygun fikirler taşımış olduğunu; Barış olduğu zaman, barışın tarafını tuttuğunu: harp olduğu zaman, harbe gittiğini. Evlendiğini ve nüfusa beş çocuk eklemiş olduğunu, Soyaçekim uzmanımızın dediğine göre onun kuşağından bir baba için doğru sayı. Ve gösterir öğretmenlerimizin raporları onun onların eğitimlerine hiçbirzaman karışmadığını. O özgürmüydü? O mutlumuydu? Saçmadır soru: Herhangi birşey eğer yanlış olmuş olsaydı, kesinlikle bizim duymuş olmamız gerekerdi. Çeviren: Vehbi Taşar 30 Mart, 2007 Tampa, FL
THE UNKNOWN CITIZEN by W. H. Auden (To JS/07 M 378 This Marble Monument Is Erected by the State) He was found by the Bureau of Statistics to be One against whom there was no official complaint, And all the reports on his conduct agree That, in the modern sense of an old-fashioned word, he was a saint, For in everything he did he served the Greater Community. Except for the War till the day he retired He worked in a factory and never got fired, But satisfied his employers, Fudge Motors Inc. Yet he wasn't a scab or odd in his views, For his Union reports that he paid his dues, (Our report on his Union shows it was sound) And our Social Psychology workers found That he was popular with his mates and liked a drink. The Press are convinced that he bought a paper every day And that his reactions to advertisements were normal in every way. Policies taken out in his name prove that he was fully insured, And his Health-card shows he was once in a hospital but left it cured. Both Producers Research and High-Grade Living declare He was fully sensible to the advantages of the Instalment Plan And had everything necessary to the Modern Man, A phonograph, a radio, a car and a frigidaire. Our researchers into Public Opinion are content That he held the proper opinions for the time of year; When there was peace, he was for peace: when there was war, he went. He was married and added five children to the population, Which our Eugenist says was the right number for a parent of his generation. And our teachers report that he never interfered with their education. Was he free? Was he happy? The question is absurd: Had anything been wrong, we should certainly have heard. KEDERİM NASIL BU KADAR BÜYÜK (TRIOLET) Thomas Hardy Kederim nasıl bu kadar büyük, sevinçlerim nasıl bu kadar az sayıda, Kaderim seni tanımak olduğundan beri! - Getirmedi mi yavaş yıllar manzaraya Kederim nasıl bu kadar büyük, sevinçlerim nasıl bu kadar az sayıda, Ne de bellek eski zamanları yeniden şekillendirdi, Ne de iyi yürekliliği sevginin göstermeye yardım etti sana Kederim nasıl bu kadar büyük, sevinçlerim nasıl bu kadar az sayıda, Kaderim seni tanımak olduğundan beri? Çeviren: Vehbi Taşar HOW GREAT MY GRIEF (TRIOLET) Thomas Hardy How great my grief, my joys how few, Since first it was my fate to know thee! - Have the slow years not brought to view How great my grief, my joys how few, Nor memory shaped old times anew, Nor loving-kindness helped to show thee
How great my grief, my joys how few, Since first it was my fate to know thee? SAFO Christina Rosetti (1830-1894) İçimi çekerim gün ağardığında, ve çekerim içimi Donuk gün geçip giderken de. İçimi çekerim akşam olduğunda, ve gene Çekerim içimi insanlara uykuyu getirdiğinde gece. Ah! İyi olurdu ölüm çok daha ötede Sonsuza kadar yas tutmaktan ve iç çekmektense böyle, Ve uyumuş olmak ölümün rüyasızlığı içinde Benim için hiçkimsenin ağlamadığından habersizce; Ağırlığımın yükünden rahatlıkla, Unutkanlıktan dalgınlıkla, Acıdan ve kaygıdan ve kederden molayla, Yarını tanımayan uzun gecenin içersinde; Sevilmeden yaşamak, bilinmeden ölme, Ağlanmadan, bakılmadan ve tek başına. Çeviren: Vehbi Taşar Not: İngiliz tarihinde Victorya devri olara bilinen devrin en önemli kadın şairlerinden olan Christina Rosetti bu şiiri sadece 16 yaşındayken yazmıştır. Eski Yunanın ilk bilinen kadın şairi Safo efsaneye göre Phaon isimli bir genç adamın aşkı yüzünden Leucadian Kayası denilen bir uçurumdan atlayarak kendi hayatına son vermiştir. Saygılarımla, Vehbi SAPPHO By Christina Rosetti I sigh at day-dawn, and I sigh When the dull day is passing by. I sigh at evening, and again I sigh when night brings sleep to men. Oh! it were far better to die Than thus forever mourn and sigh, And in death's dreamless sleep to be Unconscious that none weep for me; Eased from my weight of heaviness, Forgetful of forgetfulness, Resting from care and pain and sorrow Thro' the long night that knows no morrow; Living unloved, to die unknown, Unwept, untended, and alone. KÜÇÜLEN AY Percy Bysshe Shelley Ve çok zayıf ve solgun, ölmekte olan bir hanımefendi gibi, Öne doğru sendeleyen, tüllü bir peçeyle örtülü, Yol gösterilen, yatak odasından dışarı Sönmekte olan beyninin delirmiş ve halsiz gezintileriyle, Ay çıktı meydana orada karanlık doğunun içersinde, Beyaz ve şekilsiz bir kütle. Çeviren: Vehbi Taşar
THE WANING MOON Percy Bysshe Shelley And like a dying lady, lean and pale, Who totters forth, wrapped in a gauzy veil, Out of her chamber, led by the insane And feeble wanderings of her fading brain, The moon arose up in the murky east, A white and shapeless mass. SEVGİ KONUSUNDA YALANLAR D.H. Lawrence Hepimiz yalancıyız, çünkü dünün gerçeği bir yalan olur yarın, harfler değişmezken, ve biz harfi harfine sadık kalırken gerçeğe. Dostum için hissettiğim sevgi, bu sene, farklıdır gecen sene hissettiğim sevgiden. Eğer olmasaydı öyle, o bir yalan olurdu. Gene de tekrarlayıp dururuz, sevgi! sevgi! sevgi! sanki o madeni bir paraymış gibi değişmez bir değerle bir çiçek yerine, ölen, ve başka bir filiz veren yeniden. Çeviren: Vehbi Taşar LIES ABOUT LOVE D.H. Lawrence We are all liars, because the truth of yesterday becomes a lie tomorrow, whereas letters are fixed, and we live by the letter of truth. The love I feel for my friend, this year, is different from the love I felt last year. If it were not so, it would be a lie. Yet we reiterate love! love! love! as if it were a coin with a fixed value instead of a flower that dies, and opens a different bud. ONUN İSMİNİN İLK HARFLERİ Thomas Hardy Bir şairin sayfası üstüne yazdım geçmişte Onun isminin iki harfini; Parlaklık veren bir düşünce gibi gözüktü o kısmen O yüksekte öten kuşun coşkusunun geldiği yerden. --Şimdi sayfayı çevirdiğimde aynı şekilde Ölümsüz ışık aydınlatır eğimi Fakat onun isminin harflerinden Parlaklık uçup gitmişti. 1869 Çeviren: Vehbi Taşar HER INITIALS
Thomas Hardy UPON a poet's page I wrote Of old two letters of her name; Part seemed she of the effulgent thought Whence that high singer's rapture came. --When now I turn the leaf the same Immortal light illumes the lay But from the letters of her name The radiance has died away. 1869. ŞAFAK ŞARKISI William Shakespeare (Simbeliyn isimli tiyatro oyunundan) Kulak ver, Kulak ver! çayırkuşu cennetin kapısında şarkı söyler, Ve Fîbıs'ın güneşi kalkar, Küheylanları o kaynaklarda sulanmaya gider Kadehlenmiş çiçeklerin üstünde yatan; Ve gözkırpan kadifeçiçekleri başlar Altından gözlerini açar: Herşeyle güzellik olan, Benim tatlı sevgilim, kalkar: Kalkar, kalkar! Çeviren: Vehbi Taşar Not: Fîbıs (latincesi Phoebus) güneş tanrısı olan Apollo’dur. DAWN SONG William Shakespeare (From Cymbeline) Hark, hark! the lark at heaven's gate sings, And Phoebus 'gins arise, His steeds to water at those springs On chaliced flowers that lies; And winking Mary-buds begin To ope their golden eyes: With every thing that pretty bin, My lady sweet, arise: Arise, arise! OLMAYIŞ Charlotte Mew (1869-1928) Bazen bilirim yolu yürüdüğün Yukarda, üstünde körfezin; Bir rüzgârdır o uzak denizden Bana saçının güzel kokusunu estiren Ya da bu bahçedeki meltem Ağaçlarıma değdiği zaman Onların çimenin üstünde rüya gören gölgelerini harekete geçirmek için Senin geçtiğini görürüm. Korunaklı gül yataklarında, her gülün kalbi Huzurlu bir şekilde uyur bu akşam. Onlar kadar kapalı
Senin temkinli kalbin; onların vuruşunu oluşturdukları kadar emin, toynakların Sokakta düşürülen gülleri ayak altında ezen vuruşu. Asla dönme bir daha geri Bu gözlerin üzerinde kör vahşi bir yağmurla Senin gözlerin; Onlar yıldızlardı bana— Bazı şeyler vardır yıldızların göremediği. Fakat çağır beni, çağır beni, ve İsa kımıldamadan dursa bile Yaralanmış ellerle Ağzımın üzerinde, cevap vermeliyim. Böylece Geleceğim ben—O bırakacak beni gideyim diye! Çeviren: Vehbi Taşar Not: Thomas Hardy’nin “zamanımızda yaşayan en iyi kadın şair” dediği Charlotte Mew bu şiirinde kendisini sevdiğini bildiği halde ihmal eden ya da bırakan sevgilisinin peşinden dinsel ya da kültürsel nedenler yüzünden nasıl koşup gidemediğini çok güzel bir şekilde anlatıyor. ABSENCE Charlotte Mew (1869-1928) Sometimes I know the way You walk, up over the bay; It is a wind from that far sea That blows the fragrance of your hair to me. Or in this garden when the breeze Touches my trees To stir their dreaming shadows on the grass I see you pass. In sheltered beds, the heart of every rose Serenely sleeps to-night. As shut as those Your guarded heart; as safe as they form the beat, beat Of hooves that tread dropped roses in the street. Turn never again On these eyes blind with a wild rain Your eyes; they were stars to me.-There are things stars may not see. But call, call, and though Christ stands Still with scarred hands Over my mouth, I must answer. So I will come--He shall let me go! GÜNEŞ BATTI Emily Bronte Güneş battı, ve uzun çayır şimdi Akşam rüzgârında dalgalanır rüya gibi; Ve yabani kuş o kocamış gri taştan uçtu Sıcak bir köşede bir kanape bulmak için. Bütün yalnız manzarada etraftaki Görmem ışığı ve işitmem sesi, Rüzgârdan başka gelen çok uzaklardan
İç çekerek üzerinde sağlıklı denizin. Çeviren: Vehbi Taşar Daha 29 yaşındayken veremden ölen Wuthering Heights (Uğultulu Tepeler) romanının yazarı Emily Bronte’a doğanın güzelliği kendi hastalığını hatırlatmış olsa gerek. THE SUN HAS SET Emily Bronte The sun has set, and the long grass now Waves dreamily in the evening wind; And the wild bird has flown from that old gray stone In some warm nook a couch to find. In all the lonely landscape round I see no light and hear no sound, Except the wind that far away Come sighing o'er the healthy sea. ŞAFAKTA Amy Levy(1861-1889) Seni gecenin içinde düşledim; Varlığınla doldurulmuştu Yer bütün; çatışma durulmuştu İçinde kalbimin. Bütün gece seni düşledim; Şimdi sabah gridir.— Nasıl kalkacağım ve yüzüne bakacağım Boş günün? Çeviren: Vehbi Taşar AT DAWN Amy Levy(1861-1889) In the night I dreamed of you ; All the place was filled With your presence ; in my heart The strife was stilled. All night I have dreamed of you ; Now the morn is grey.-How shall I arise and face The empty day? YALNIZLIK Katherine Mansfield (1888-1923) Şimdi yalnızlıktır geceleyin gelen Uykunun yerine, oturan yatağımın yanına. Yorulmuş bir çocuk gibi yatarım ve beklerim onun adımlamasını, Onun ışığı söndürüşünü gözetlerim yavaşça. Oturarak hareketsiz ne sağa ne de sola Dönmeden, ve yorgunca, yorgunca büker boynunu. O da yaşlıdır; o da döğüştü kavgada. Ona da çelenk giydirilmiştir defne dallarıyla.
Acılı bulanık yavaşça çekilen gelgitin içinden Kırılır çorak bir sahilin üzerine, tatmin olmadan. Garip bir rüzgâr eser.. sonra sessizlik. Hazırım Yalnızlığa dönmeye, onun eline tutunmaya, Ona yapışmaya, bekleyerek çorak toprak doluncaya Kadar yağmurun monotonluğuyla. Çeviren: Vehbi Taşar LONELINESS Katherine Mansfield (1888-1923) Now it is Loneliness who comes at night Instead of Sleep, to sit beside my bed. Like a tired child I lie and wait her tread, I watch her softly blowing out the light. Motionless sitting, neither left or right She turns, and weary, weary droops her head. She, too, is old; she, too, has fought the fight. So, with the laurel she is garlanded. Through the sad dark the slowly ebbing tide Breaks on a barren shore, unsatisfied. A strange wind flows... then silence. I am fain To turn to Loneliness, to take her hand, Cling to her, waiting, till the barren land Fills with the dreadful monotone of rain. BİZİM ARAMIZDA ŞİMDİ Thomas Hardy Bizim aramızda şimdi ve burada – İki kişi atılmış bir arada Alışan aşındırmaya Hayatın en kırmızı yeleğiniGören manzaraların geçip gittiğini, Aydınlık zamanların hızla söndüğünü, Bırak gerçeklik olsun en sonunda, Umutsuz bile olsa. O kadar uzun ve dipli köşeli Beni tanıdın ki sen şimdi, O kadar inançta doğru ve güçlü Kendime gösterdim ki şimdi, Kılık değiştirmeyi gerektiren hiçbirşeyin Hiç bir aklı ileri götürmediğini, Ya da lafına dikkat eden bir dilin Ne soru sorduğunu ne de hak verdiğini. Yüzünü yüzüme koyup, o halde, de ki, Gözler arayıp bulur kendi buluşma yerlerini, Senin kalbin çok uzakta mı, Yoksa atıyor mu benimkisiyle? Yalancı şeyler aşağı indirildiğinde, Ve hızlı şeyler yavaşladığında, Köpük gibi gidecek yalandan yapma, İnanma olacak daima. Çeviren: Vehbi Taşar
BETWEEN US NOW Thomas Hardy Between us now and here Two thrown together Who are not wont to wear Life's flushest feather Who see the scenes slide past, The daytimes dimming fast, Let there be truth at last, Even if despair. So thoroughly and long Have you now known me, So real in faith and strong Have I now shown me, That nothing needs disguise Further in any wise, Or asks or justifies A guarded tongue. Face unto face, then, say, Eyes mine own meeting, Is your heart far away, Or with mine beating? When false things are brought low, And swift things have grown slow, Feigning like froth shall go, Faith be for aye. SUNAK-PARMAKLIĞINDA Thomas Hardy “Bana gelin olacak kız gelmiyor ne yazık!” dedi damat, Ve sallanır elinde telgraf. “ İtiraf etmem gerek Aceleye gelmişti o! Bir dans salonunda tanıştık Ben Sığır-Gösterisine gittiğim zaman bir tek, Ve sonra, ertesi gece, çeşmenin havaya sıçradığı yerle, Dairenin-Dörtte-Biri caddesinin geniş kavis yaptığı alanda. “Ah onun karım olmasını istetmeyi becerdi benden o— Budalalıktı belki o!—yollarını bırakmak Işıl ışıl şehrin, bir çiftçinin yaşamını yaşamaya. O kabul etti. Ve biz kesinleştirdik onu. O şimdi diyor ki: 'Tatlıydı canımın içi senden gelişi, bir yuva hazırlamanın bana Fakat bana en uygun olanı çabuk geçen, keyifli yaşama. Benim gerçekten kim olduğumu sen bir türlü getiremedin bir araya; Sen memeden kesilmeden önce ben yemiştim elma.'” Çeviren: Vehbi Taşar AT THE ALTAR-RAIL By Thomas Hardy "My bride is not coming, alas!" says the groom, And the telegram shakes in his hand. "I own It was hurried! We met at a dancing-room When I went to the Cattle-Show alone, And then, next night, where the Fountain leaps,
And the Street of the Quarter-Circle sweeps. "Ay, she won me to ask her to be my wife-'Twas foolish perhaps!--to forsake the ways Of the flaring town for a farmer's life. She agreed. And we fixed it. Now she says: It's sweet of you, dear, to prepare me a nest, But a swift, short, gay life suits me best. What I really am you have never gleaned; I had eaten the apple ere you were weaned." KONUŞMAM Stevie Smith (1902-1971) Aramam acıma anlaşılma barış Ve bu fırtınalı günlerde aramam serbest kalış Aramam ardı kesilsin diye çile çekiş. Dua etmem Tanrıya öldürsün diye beni Özenle kulak versin diye benim haykırışıma Duraklasın diye yürüyüşünde ve acele etmesin diye geçerken yanımdan. Hiçbirşey aramam konuşmam Sorgulamam ve araştırmam Zayıf olduğum zamanın döneminde yapardım bunları. Şimdi güçlüyüm ve kederle çevrili Sihirli zırhtan bir örtünün içinde ve ödünç almış gibi Bugünkü zamandan ve aldırış etmeden yarına. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Stevie Smith İngiliz kadın şairi ve roman yazarı Margaret Florence Smith’in takma adıdır. I DO NOT SPEAK Stevie Smith I do not ask for mercy for understanding for peace And in these heavy days I do not ask for release I do not ask that suffering shall cease. I do not pray to God to let me die To give an ear attentive to my cry To pause in his marching and not hurry by. I do not ask for anything I do not speak I do not question and I do not seek I used to in the day when I was weak. Now I am strong and lapped in sorrow As in a coat of magic mail and borrow From Time today and care not for tomorrow. MEZARLIKTA Thomas Hardy “Görüyormusun orada ağız kavgası yapan şu anneleri?” mezarlığın adamı söyler düşüncesini “Biri der gözyaşlarıyla, “Benimkisidir o, yatan orada!’ Başka biri, ‘Hayır benimki, seni ikiyüzlü seni!’
Başka biri, Benim çiçeklerimi yerinden oynatmaya ne hakkın var Ve kendininkileri koymaya, bizimkisi olan bu mezara!’ Fakat bütün çocukları onların değişik zamanlarda yatırıldılar içine oranın, küçük ringa balıkları gibi bir teneke içindeki. Ve sonra lağımın ana borusunun kesişmesi gerekti orayla, Ve parseli naklettik birkaç gece önce Ve paketleyip uzağa kaldırdık onları ortak bir hendeğin içine Daha yüzlercesiyle. Fakat yakınları bunu bilmiyorlar, Ve ağla yeni serilmiş bir lâğım borusu aracılığıyla bile olsa acını yatıştırmaya, başka bir şeyle olduğu kadar!” Çeviren: Vehbi Taşar IN THE CEMETERY By Thomas Hardy "You see those mothers squabbling there?" Remarks the man of the cemetery. "One says in tears, ''Tis mine lies here!' Another, 'Nay, mine, you Pharisee!' Another, 'How dare you move my flowers And put your own on this grave of ours!' But all their children were laid therein At different times, like sprats in a tin. "And then the main drain had to cross, And we moved the lot some nights ago, And packed them away in the general foss With hundreds more. But their folks don't know, And as well cry over a new-laid drain As anything else, to ease your pain!" ÇOK SEVİLEN BİR KEDİNİN ÖLÜMÜ ÜZERİNE GAZEL Thomas Gray Yüksek bir vazonun yanındaydı, Çin sanatının en parlak ve güzel renkli Gökmavisi açan çiçekleri boyadığı yerde; Tekir kedi cinsinin en cilvelisi, Düşünceli Selime, boylu boyunca uzandı, Göz dikti altındaki gölün üzerine. Uyanık kuyruğu sevincini beyan etti; Güzel yuvarlak yüzü, kar gibi sakalı, Patilerinin kadifesi, Kaplumbağanın onunla aşık attığı ceketi, Karakehribardan kulakları, ve zümrüt gibi gözleri, Gördü; ve alkışını mırıldadı. Hareket etmeden bakmıştı o; fakat akıntının ortasında İki melek şekli göründü süzülen suda, Akarsu perileri: Onların pul pul zırhları Tire’nin eflatunu En zengin morun içinden görünen manzaraya Altından bir ışıltıyı açığa vurdu. Talihsiz su perisi hayretle gördü: Önce bir bıyık ve sonra bir pençeyi, Bir çok ateşli arzuyla, O ödüle erişmek için uzanan boşuna. Hangi kadın cinsine mensup kalp hor görebilirdi altını?
Hangi kedi gönülsüzdür balığa? Haddini bilmeyen hizmetçi! gayretli bakışlarla Yeniden vücudunu gerdirdi, yeniden eğildi, Ne de farkındaydı uçurumun aradaki. (Uğursuz Kader yanında oturdu ve gülümsedi) Ayaklarının kaypak eşiği onu aldattı, Balıklama suyun içine yuvarlandı. Deryanın yüzüne çıkarak sekiz kere Her su tanrısına miyavladı, Bir acil yardım gönderilsin diye. Ne bir Yunus balığı geldi, ne de bir su perisi kımıldadı; Ne acımasız Tom, ne de Suzan işitti; Çok sevileni sevmez çok kişi! Bundan böyle sizler, güzel olan şeyler, kandırılmayan, Bilin, yanlış atılan bir adım asla geri alınmaz, Ve sakınarak olun cüretkar. Herşey amaçsızca dolaşan gözlerinizi ayartan Ve önemsemeyen kalblerinizi, yasal ödül sayılmaz; Ne de pırıldayan herşey, yapılmıştır altından. Çeviren: Vehbi Taşar Not: İngiliz edebiyatının bu unutulmaz şiiri 18inci yüzyılda yaşayan Thomas Gray’in çok sevdiği tekir kedisinin büyük bir Çin vazosunun içinde yüzen Japon balıklarını yakalamaya çalışırken başına gelen felaketi anlatıyor. İngilizce’de Japon balığına ‘Altın Balık’ dendiğini söylersem herhalde şiir daha iyi anlaşılır. Bu şiirin özellikle iki mısrası günümüze kadar gelen pek çok İngiliz dilinde yazan şairi ve yazarı etkilemiştir (örneğin, J.R. Tolkien ve Robert Frost.) Bunlar “Çok sevileni sevmez çok kişi” ve “Ne de pırıldayan herşey, yapılmıştır altından” Saygılarımla, Vehbi
ODE ON THE DEATH OF A FAVORITE CAT Thomas Gray Twas on a lofty vase's side, Where China's gayest art had dyed The azure flowers that blow; Demurest of the tabby kind, The pensive Selima, reclined, Gazed on the lake below. Her conscious tail her joy declared; The fair round face, the snowy beard, The velvet of her paws, Her coat, that with the tortoise vies, Her ears of jet, and emerald eyes, She saw; and purred applause. Still had she gazed; but 'midst the tide Two angel forms were seen to glide, The genii of the stream: Their scaly armor's Tyrian hue Through richest purple to the view Betrayed a golden gleam.
The hapless nymph with wonder saw: A whisker first and then a claw, With many an ardent wish, She stretched in vain to reach the prize. What female heart can gold despise? What cat's averse to fish? Presumptuous maid! with looks intent Again she stretched, again she bent, Nor knew the gulf between. (Malignant Fate sat by and smiled) The slippery verge her feet beguiled, She tumbled headlong in. Eight times emerging from the flood She mewed to every watery god, Some speedy aid to send. No dolphin came, no Nereid stirred; Nor cruel Tom, nor Susan heard; A favorite has no friend! From hence, ye beauties, undeceived, Know, one false step is ne'er retrieved, And be with caution bold. Not all that tempts your wandering eyes And heedless hearts, is lawful prize; Nor all that glisters, gold. AYLAK DOLAŞMAYACAĞIZ ARTIK Lord Byron Aylak dolaşmayacağız artık bu şekilde Bu kadar geç gecede, Kalp hâla eskisi kadar sevse de, Ve ay hâla eskisi kadar aydınlatsa bile. Çünkü kılıç yıpratır kılıfını, Ve ruh yıpratır bağrı, Ve durup nefes alması gerekir kalbin, Ve bir mola vermesi aşkın kendinin. Gece sevişmek için yapıldıysa da Ve gün gereğinden çok önce dönse bile, Biz artık aylak dolaşmayacağız gene Ay ışığının başında. Çeviren: Vehbi Taşar WE’LL GO NO MORE A-ROVING Lordy Byron So, we'll go no more a-roving So late into the night, Though the heart be still as loving, And the moon be still as bright. For the sword outwears its sheath, And the soul wears out the breast, And the heart must pause to breathe,
And love itself have a rest. Though the night was made for loving, And the day returns too soon, Yet we'll go no more a-roving By the light of the moon. BİR AV SABAHI Sir Arthur Conan Doyle (1859-1930) Koy seleyi kısrağın üzerine, Çünkü nemli rüzgârlar esiyor; Kış var havada, Ve sonbaharın hepsi altta. Çünkü kırmızı yapraklar uçuşuyor Ve kızıl eğreltiotu ölüyor, Ve kızıl tilki yatıyor Sepetçi söğütlerinin büyüdüğü yerde. Vur dizgini kısrağa, Çünkü kanım akar buz gibi; Ve benim kalbim, orada, Funda sorguçlu tepenin üzerinde, Gri renkli göklerle bizim üstümüzde, Ve epeydir çekilen korosuyla Koşan bir sürünün önümüzde Bulmaktan öldürmeye. Sonra çek başını kısrağın daire şeklinde, Çünkü zamanıdır başladığımızın, Ve gittiğimizin bir tarafa düşünceyle ve dikkatle, Yaşamanın ve adamın biri olmanın dışında, Keskin hava çarpıyorken, Ve avcı bağırıyorken, Ve siyah kısrak gidiyorken Siyah kısrağın gidebildiği şekilde. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Sherlock Holmes’un yazarı Sir Arthur Conan Doyle’un Tilki Avı konusunda bir şiir yazacağı kimin aklına gelirdi?
A HUNTING MORNING Sir Arthur Conan Doyle (1859-1930) Put the saddle on the mare, For the wet winds blow; There's winter in the air, And autumn all below. For the red leaves are flying And the red bracken dying, And the red fox lying Where the oziers grow. Put the bridle on the mare, For my blood runs chill; And my heart, it is there, On the heather-tufted hill, With the gray skies o'er us,
And the long-drawn chorus Of a running pack before us From the find to the kill. Then lead round the mare, For it's time that we began, And away with thought and care, Save to live and be a man, While the keen air is blowing, And the huntsman holloing, And the black mare going As the black mare can. GÜNLERİM, AYLARIM, YILLARIM John Attey (17 inci yüzyıl) Günlerim, aylarım, yıllarım Bir anın kazancının etrafında harcarım, Bir sevinç hoşlanmakta sona erer, Bir hiddet çabucak katledilir; İnce ve hassas bir haz, yaşamı gibi bir eşek arısının. O şimdi hem oynaşır hem de uçar, Ve oyunbaz didişmesinde bir anın Bitkin düşer, nefes nefese kalır, can verir. Ve ben hücum ettiğim zaman, dikerek mızrağımı, Kazanmaktan sevinç duyarım, Ve delip geçtiğim zaman halkayı Takatten düşerim buna rağmen. Ya da bir ılıksu banyosundaki gibi, Hafifçe kesilmiş bir damardan, Fışkırır onun yaşamının sıvıları Ve kendinden geçer acı duymadan. Çeviren: Vehbi Taşar Not: 17 inci yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir İngiliz bestecisi olan John Attey konusunda İnternet’de bulabildiğim tek bilgi bu şiir oldu. MY DAYS, MY MONTHS, MY YEARS John Attey My days, my months, my years I spend about a moment's gain, A joy that in th' enjoying ends, A fury quickly slain; A frail delight, like that wasp's life Which now both frisks and flies, And in a moment's wanton strife It faints, it pants, it dies. And when I charge, my lance in rest, I triumph in delight, And when I have the ring transpierced I languish in despite;
Or like one in a lukewarm bath, Light-wounded in a vein, Spurts out the spirits of his life And fainteth without pain. GÜNLERİM, AYLARIM, YILLARIM John Attey (17 inci yüzyıl) Günlerim, aylarım, yıllarım Bir anın kazancının etrafında harcarım, Bir sevinç hoşlanmakta sona erer, Bir hiddet çabucak katledilir; İnce ve hassas bir haz, yaşamı gibi bir eşek arısının. O şimdi hem oynaşır hem de uçar, Ve oyunbaz didişmesinde bir anın Bitkin düşer, nefes nefese kalır, can verir. Ve ben hücum ettiğim zaman, dikerek mızrağımı, Kazanmaktan sevinç duyarım, Ve delip geçtiğim zaman halkayı Takatten düşerim buna rağmen. Ya da bir ılıksu banyosundaki gibi, Hafifçe kesilmiş bir damardan, Fışkırır onun yaşamının sıvıları Ve kendinden geçer acı duymadan. Çeviren: Vehbi Taşar Not: 17 inci yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir İngiliz bestecisi olan John Attey konusunda İnternet’de bulabildiğim tek bilgi bu şiir oldu. MY DAYS, MY MONTHS, MY YEARS John Attey My days, my months, my years I spend about a moment's gain, A joy that in th' enjoying ends, A fury quickly slain; A frail delight, like that wasp's life Which now both frisks and flies, And in a moment's wanton strife It faints, it pants, it dies. And when I charge, my lance in rest, I triumph in delight, And when I have the ring transpierced I languish in despite; Or like one in a lukewarm bath, Light-wounded in a vein, Spurts out the spirits of his life And fainteth without pain. YAZ ÇAYIRLARINDA Christina Fraser-Tytler (1848-1927)
Bazen, yaz çayırlarında gibi Yürürüm dışarıda, orada gelir bana O kadar garip bir gizemin duygusu ki, Kalbim kımıldamadan durur, fakat ayaklarım kalmalı, Öyle garip bir arkadaşlığın içindeyim ki. Bakarım yükseğe—uçsuz bucaksız derin Maviden daha ileriye gider bütün aklım; Ve gene düşünürüm ötede bulmak için Çok daha uçsuz bucaksız bir şeyi—ve ayaklarımda benim Sarılıdır küçük şeytan şalgamı. Bulutlar yelken açıyor sanki Tanrı’nın yanına gideceklermiş gibi, Yeryüzü, güneş ve yıldızlar gidiyor aceleyle; Ve çabuk zamandan daha hızlı, sözcüklerin Acelesinden daha güçlü, hissederim birşeyi ‘O’ olan, ismi bilinmeden. Ve dönerek aniden uzağa, Hastalanmış ve başı dönmüş güçlülüğün hissiyle ve benim kendi güçsüzlüğümle, Görürüm iyi huylu sığırların otladığını Dilsiz düşüncesiz saflıkta. Büyük Bilinmeyen yukarıda; aşağıda, Öten kargalar, süt sağılan kulübe; Tanrının korkunç sessizliği baş üzerinde; Aşağıda, çamurlu gölcük, patika Susamış sığır sürülerinin ayak bastığı. Bazen, yaz çayırlarında gibi Yürürüm dışarıda, orada gelir bana O kadar vahşi bir gizemin duygusu ki, Anlayışım başarısızlığa uğrar, duygularım sarılır makaraya, Öyle garip bir arkadaşlığın içindeyim ki. Gene de biryerde, hissedebilirim belirsiz bir biçimde Vahşi kargaşalığı oturan benim içimde, Ve ben, olmadan garip bir arkadaşlığın içinde, Kaybolmuş eklemim bunlarla O’nun arasında, Ve dokunurum O’na gizemin aracılığıyla. Çeviren: Vehbi Taşar IN SUMMER FIELDS by: Christina Fraser-Tytler (1848-1927) SOMETIMES, as in the summer fields I walk abroad, there comes to me So strange a sense of mystery, My heart stands still, my feet must stay, I am in such strange company. I look on high--the vasty deep Of blue outreaches all my mind; And yet I think beyond to find Something more vast--and at my feet The little bryony is twined.
Clouds sailing as to God go by, Earth, sun, and stars are rushing on; And faster than swift time, more strong Than rushing of the worlds, I feel A something Is, of name unknown. And turning suddenly away, Grown sick and dizzy with the sense Of power, and mine own impotence, I see the gentle cattle feed In dumb unthinking innocence. The great Unknown above; below, The cawing rooks, the milking-shed; God’s awful silence overhead; Below, the muddy pool, the path The thirsty herds of cattle tread. Sometimes, as in the summer fields I walk abroad, there comes to me So wild a sense of mystery, My senses reel, my reason fails, I am in such strange company. Yet somewhere, dimly, I can feel The wild confusion dwells in me, And I, in no strange company, Am the lost link ’twixt Him and these, And touch Him through the mystery. "In Summer Fields" is reprinted from The Oxford Book of English Mystical Verse. Ed. Nicholson & Lee. Oxford: The Clarendon Press, 1917. Bir Domuz Görüntüsü Ölü bir domuz yatıyor elarabasında. Üç adam ağırlığında, dediler. Gözleri kapalı, kirpikleri pembe beyaz. Fırlamış havaya paçaları. Sanki ölmemiş gibi görünür böylesi bir ağırlıkla bu şişko pembe kitlesi katılaşmış ölümde. Cansızlıktan daha da az bir şey, daha ötede. Buğday dolu bir çuval gibi. Hiddetlenmeden vurdum muştayı. Suçlu hisseder insan incitirse ölüleri, Yürürse mezarlar üzerinde. Ama bu domuz suçlayabilecek durumda değildi. Haddinden fazla ölüydü. Şöyle ederi kadar domuzyağıyla domuzetinin. En son değeri tamamen yitmişti. Eğlenilecek bir şekil de değildi bu. Haddinden fazla ölü acımak için. Anımsamak hayatını, gürültüsünü, yaşadığı topraksı zevkin kalesini, yanlış ve gereksiz bir gayret gibi.
Tam anlamıyla fazla ölmüş. Ağırlığı Zulmetti bana - nasıl taşınacak? Ve bütün kesim zahmetleri! Boğazındaki derin yara şaşırtıcıydı, ne ki dokunaklı değildi. Bir keresinde pazarın birinde koşmuştum yakalamak için Gürültüsüne kaygan bir domuz-yavrusunun, Bir kediden daha hızlı ve çevikti, Böğürtüsü metalin parçalanmasıydı. Domuzlar sıcak kanlıdırlar, fırın sanarlar kendilerini. Isırışları beterdir atlarınkinden Doğrarlar bir yarımayı bir güzel. Yanmış kömür ve ölü kedileri tıkınırlar. Yüceltmeden ve hayranlıktan çoktan çekmiş Elini eteğini buradaki domuz. Uzun uzun baktım ona. Sonra başladılar haşlamaya onu. Haşladılar ve parlattılar bir kapı eşiği gibi. Ted Hughes Çeviren: İsmail Haydar Aksoy Şahin Tüneyişi En yücesinde otururum ormanın, gözlerim kapalı. Kımıltısız, yok artık çarpıtmak düşü Eğri gagamla çarpık ayaklarım arasında: Ya da kurgulamak uykuda mükemmel bir öldürümü ve tüketimi. Ne de elverişli bu yüksek ağaçlar! Havanın canlılığı ve güneş ışınları Benim lehime; Ve yukarı çevrik toprağın yüzü benim denetleyişim için. Ayaklarım kilitlenmiş pürüzlü ağaçkabuğunun üzerinde. Bütün bir Yaratılış aldı ayağımı üretebilmem, her bir tüyünü: Şimdi tutuyorum Yaratılışı ayağımda Ya da uçuyorum yükseğe ve usulca dönüyorum tamamen Herşey benim olduğundan nerde istersem orda öldürüyorum. Hiç bir yanıltmaca yok bedenimde: Yırtıp ayırmak kafaları benim hayat tarzım Ölümün bölüştürülmesi. Geçer çünkü benim kaçışımın tek yolu yaşayanların tam da kemikleri arasından. Tartışmaya gerek yok almak için payımı: Güneş arkamda. Başladığımdan bu yana değişen bir şey yok. Gözlerim izin vermez hiç bir değişime. Her şeyi olduğu gibi koruyacağım.
Ted Hughes Çeviren: İsmail Haydar Aksoy UYUMAK Christina Rossetti Uyumak en sonunda, biter dert ve kargaşa Uyumak en sonunda, geçer dehşet ve uğraşma, Üşümüş ve bembeyaz, dostun ve sevgilinin gözünden uzakta, Uyumak en sonunda. Yorgun bir kalp yok artık, yönelen aşağıya ya da kaplanan bulutlarla Buran sancılar yok artık ya da duran havada kaydırarak korkuları, Uyumak en sonunda çabucak kilitlenerek rüyasız bir uykuda. Uyuyakalmak hızla. Şarkı söyleyen kuşlar yapraktan örtülerinin içersinde Uyandıramazlar onu, ne de sallarlar rüzgârlı cümbüşle. Erguvan renkli dağ kekiğinin altında ve yoncanın mor boyalı Uyumak en sonunda. Çeviren: Vehbi Taşar SLEEPING Christina Rossetti Sleeping at last, the trouble and tumult over, Sleeping at last, the struggle and horror past, Cold and white, out of sight of friend and of lover, Sleeping at last. No more a tired heart downcast or overcast, No more pangs that wring or shifting fears that hover, Sleeping at last in a dreamless sleep locked fast. Fast asleep. Singing birds in their leafy cover Cannot wake her, nor shake her the gusty blast. Under the purple thyme and the purple clover Sleeping at last. ANIMSARIM, ANIMSARIM Thomas Hood (1799–1845) Anımsarım, Anımsarım, Evi, doğmuş olduğum; Küçük pencereyi, güneşin Gözetlemek için geldiği sabahleyin; Gelmezdi bir göz kırpışından çok yakın, Ne de getirirdi bir gün çok uzun, Fakat şimdi, gecenin Nefesimi götürmüş olmasını sık sık arzularım. Anımsarım, Anımsarım, Kırmızı ve beyaz gülleri, Menekşeleri, ve boynuzlu zambakları, O çiçekleri, ışıktan yapılan! Leylakların yerini, narbülbülünün yuva yaptığı orada, Ve doğum gününde erkek kardeşimin Sarısalkımı diktiği yeri,-Ağaç yaşıyor hala! Anımsarım, Anımsarım, Nerede salıncakta sallanmaya alışık olduğumu,
Ve havanın onun kadar hızla akması gerektiğini düşündüğümü Uçan kırlangıçlar için; Ruhum tüy gibi uçardı o zaman, Şimdi bu kadar ağır olan, Ve yazın su birikintileri güç bela soğutabilirdi Alnımdaki ateşi! Anımsarım, Anımsarım, Köknar ağaçlarını karanlık ve görkemli; Zannederdim onların ince belli tepeleri Yakındı gökyüzüne karşı: Çocukça bir cahillikti bu, Fakat önemsiz başarıdır şimdi Bilmek, daha uzakta olduğumu cennetten O zamanlar olduğumdan, ben bir oğlan çocuğuyken. Çeviren: Vehbi Taşar I REMEMBER, I REMEMBER By Thomas Hood I remember, I remember, The house where I was born, The little window where the sun Came peeping in at morn; He never came a wink too soon, Nor brought too long a day, But now, I often wish the night Had borne my breath away! I remember, I remember, The roses, red and white, The vi'lets, and the lily-cups, Those flowers made of light! The lilacs where the robin built, And where my brother set The laburnum on his birthday,-The tree is living yet! I remember, I remember, Where I was used to swing, And thought the air must rush as fresh To swallows on the wing; My spirit flew in feathers then, That is so heavy now, And summer pools could hardly cool The fever on my brow! I remember, I remember, The fir trees dark and high; I used to think their slender tops Were close against the sky: It was a childish ignorance, But now 'tis little joy To know I'm farther off from heav'n Than when I was a boy. EBU BİN ADEM James Henry Leigh Hunt (1784-1859)
Ebu Bin Adem (mümkünse arttırılsın onun kabilesi) Derin bir rahat uykudan uyandı bir gece, Ve gördü odasında ayışığında, Odayı zenginleştiren, ve çiçek açtıran ona bir zambak gibi, Altından bir kitabın içine yazı yazan bir meleği: Olağanüstü huzur Bin Adem’i gözüpek yapmıştı, Ve dedi ki Varlığa odadaki, “Sen ne yazarsın?” Görüntü kaldırdı kafasını, Ve herşeye ahenk veren tatlı bir bakışla baktı Cevapladı, “Tanrıyı sevenlerin adlarını.” “Oradamıdır benimkisi?” dedi Ebu, “Hayır, değildir öyle,” Diye Melek cevapladı. Ebu alçak sesle konuştu, Fakat mutlu bir şekilde gene de; ve dedi, “O zaman dua edeyim ben sana, İnsan kardeşlerini seven biri olarak yaz beni.” Melek yazdı, ve ortalıktan kayboldu. Ertesi gece Görkemli bir uyanış ışığıyla yeniden geldi, Ve Tanrının mübarek kıldıklarının adlarını gösterdi, Ve, bakın işte! başındaydı hepsinin Bin Adem’in adı! Çeviren: Vehbi Taşar Not: Mevlâna şiirlerinde bahsettiğim İbrahim (Ebu) Bin Adem (İbrahim Balki) Horasan’ın doğusunda Belh’te doğmuştur. Ailesi Kufa’lı olup Halife Ömer’in soyundan gelir. Denildiğine göre Belh kralı iken, tahtını bırakıp bir Sufi şeyhi olmaya karar vermiştir (aynen Buda’nın hikayesinde olduğu gibi). Al Buhari gibi birçok Arap ve İran kaynaklarına göre ona tahtı bırakıp Suriye’de bir derviş hayatı yaşaması için Allahtan bir ilham gelmiştir. 777 ya da 778 yılında Suriye’de ölmüştür ve cenazesi şu sıralarda oradaki harp yüzünden gazetelerde ismini sık sık okuduğumuz bugünkü Irak’taki Jabala şehrinde gömülüdür. Aynı hikaye bugüne kadar Mesnevi’den çevirdiğim şiirlerin bazılarında da detaylı olarak anlatılıyor. Efsanesi al-Bukhari ve Abu Nu’aym al-İsfahani gibi tarihçiler tarafından genişletilmiş ve 11 inci yüzyılda Moğol imparatorluğu altında Orta Asya ve Hindistan’da, Osmanlı imparatorluğu altında Anadolu ve Avrupa’da, İran’ın Tuğluk hanedanı sırasında Malezya’da yayılmıştır. Bu efsane 18. Yüzyıl İngilteresinde Sir William Jones isimli bir dil bilimcinin çevirileriyle İngiliz şiirine kadar ulaşmıştır. 1746 da doğan ve 1794 de Kalküta’da ölen Sir William Jones Mevlâna’nında şiirlerini de İngilizceye ilk çevirenlerden birisidir. Arapça ve Farsça bilen Sir William Farsça grameri konusunda İngilizce dilinde yazılan ilk otoriter kitabın yazarıdır (1771) James Henry Leigh Hunt’ın bu ünlü şiiri hiç şüphesiz Sir William Jones’ un çevirilerinden kaynaklanmıştır. İbrahim Balki’ye atfedilen bazı söyleyişler aşağıdadır: “Birini aç, ötekini kapat. Keseni Allahın yoluna aç ve çeneni Allaha ibadet etmenin dışında kapat.” “Karını dul ve çocuklarını yetim kabul et. Dervişlerin arasında oturmaya hak kazanabilmek için tozun üstünde köpekler gibi yuvarlan.” “Kendini öldür sabırla aç kalarak.” Kendisine o zaman senin kanından kim sorumlu olacak, diye sorulduğu zaman şöyle karşılık verir, “Açlıktan ölmeyi bizim üzerimize yüklemiş olan.” Saygılarımla, Vehbi ABOU BEN ADHEM James Henry Leigh Hunt (1784-1859) Abou Ben Adhem (may his tribe increase!) Awoke one night from a deep dream of peace, And saw, within the moonlight in his room, Making it rich, and like a lily in bloom,
An Angel writing in a book of gold: Exceeding peace had made Ben Adhem bold, And to the Presence in the room he said, "What writest thou?" The Vision raised its head, And with a look made of all sweet accord Answered, "The names of those who love the Lord." "And is mine one?" said Abou. "Nay, not so," Replied the Angel. Abou spoke more low, But cheerily still; and said, "I pray thee, then, Write me as one who loves his fellow men." The Angel wrote, and vanished. The next night It came again with a great wakening light, And showed the names whom love of God had blessed, And, lo! Ben Adhem's name led all the rest! SAHİLDE Adela Florence Nicolson (1865-1904) Ortaya çıktım dansedilen yerden Akşam rüzgârı beni karşıladı yüzümden. Soğuk ve keskin bir rüzgâr sahilden, “Bilirim” diye vınladı, “neredeydin sen.” Baygın bir ses düştü yukarda yıldızlardan, “Bizim Aşk tapınaklarına ışığını verdiğimiz sen!” Yalnız odama ulaştığım zaman buldum Bir baygın tatlı koku ışıksız kederden Ve bu en kötüsüydü dayanmak için hepsinden, Çünkü beyaz zambak kalmıştı orada birisinden. Sevdiğin çiçek senin, geçmiş devirlerden. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Babası Hindistan’ın Lahore kentinde İngiliz ordusunda bir albay olan Adela şiirlerini bir erkek ismi olan “Laurence Hope” takma adıyla yazmıştır. Adela’nın babası “Sivil ve Askeri Gazete” isimli önemli bir Hint gazetesinin editörüydü. Adela’nın akranı olan Rudyard Kipling’e ilk gazetecilik görevini veren kişi Adela’nın babasıdır. ASHORE Adela Florence Nicolson (1865-1904) (written under the pseudonym Laurence Hope) Out I came from the dancing place The night-wind met me face to face. A wind of the harbour, cold and keen, "I know " it whistled, "where thou hast been." A faint voice fell from the stars above, "Thou whom we lighted to shrines of Love!" I found when I reached my lonely room A faint sweet scent in the unlit gloom.
And this was the worst of all to bear, For someone had left white lilac there.
The flower you loved, in times that were. ÇOK FAZLA İYİ BİLİNEN TANRIÇA İÇİN Elsa Gidlow (1898-1986) Konuşkan caddelerde hırsızlık ettim, Güzel bir kız çaldım onların kötü etkilerinden, Çaldım onu bir kurban kesmek için Bu geceye adayacağım. Onu gülerek getirdim, Sessizce düş gören bahçeme benim. Çünkü orada yapılan için Affını istemem hiçbir adamın. Ruju onun yanaklarından fırçalarım Siyah sürmeyi çevresinden temizlerim Onun gözlerinin; saçını çözerim; Örtülerini açarım, hafifçe parıldayan kolların ve bacakların. Yaban güllerini koparırım, onun üstüne yayarım. Batar aramızdaki dikenler, acıları gibi aşkın. Eti onun, acı tuzdur dilime benim, Bitmeyen öpücüklerle tadına bakarım ve yeni baştan tadına bakarım. Onu gün ağardığı zaman bırakırım Uyuyakalmış, uykudan uyanan bahçemde benim, (Çünkü orada yapılan için Affını istemem hiçbir adamın.) Çeviren: Vehbi Taşar FOR THE GODDESS TOO WELL KNOWN Elsa Gidlow I have robbed the garrulous streets, Thieved a fair girl from their blight, I have stolen her for a sacrifice That I shall make to this night. I have brought her, laughing, To my quietly dreaming garden. For what will be done there I ask no man pardon. I brush the rouge from her cheeks, Clean the black kohl from the rims Of her eyes; loose her hair; Uncover the glimmering, shy limbs. I break wild roses, scatter them over her. The thorns between us sting like love's pain. Her flesh, bitter and salt to my tongue, I taste with endless kisses and taste again.
At dawn I leave her Asleep in my wakening garden. (For what was done there I ask no man pardon.) YOK HİÇBİRŞEY KURTARACAK D.H. Lawrence Hiçbirşey yoktur kurtaracak, kaybolmuştur herşey şimdi, minnacık bir dinginliğin göbeğinden başka kalpteki bir menekşenin gözü gibi. Çeviren: Vehbi Taşar NOTHING TO SAVE by D.H. Lawrence There is nothing to save, now all is lost, but a tiny core of stillness in the heart like the eye of a violet. PERDE ARASI Dame Edith Sitwell (1887-1964) Bu sıcak yeşil yanan hüznün içinde Bir sözcük düşer bir yağmur damlasının gümlemesiyle… Olmuş yemişlerden sepetler gibi havada Gözükür kuşların şarkıları, havada asılmış orada O saka kuşlarının—olgun ılık ışıklarla Onları gagayla topladığı kurnazca —uçuşlar yaparak hızla. Ayaklarım bir kuş gibi tüylü Güç bela duyulan gölgelerin içinde; Dallar getiririm sana yeşillenmiş çiyle Ve yemişler taçlandırabileceğin gene Senin eşek arısı gibi vızıldayan yaldızlı saçın- sinirliliği üzerinde Bu bereketin içinde— Sıcak dudakların katlanıncaya kadar lekelere Ve kuş-kanı hoplayıncaya kadar damarlarının içersinde. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Dame Edith Sitwell bütün ömrü boyunca şiirlerinde müzik ve şiir arasındaki paralelliği göstermeye çalışmış olan bir ozandır. Gençliğinde kendi okuduğu şiirlerinin gösterilerine tiyatro kadar büyük seyirci kalabalıkları gelirmiş. Umarım bu çeviri aslındaki müziği Türkçe’ de de yansıtmıştır. INTERLUDE By Dame Edith Sitwell (1887-1964) Amid this hot green glowing gloom A word falls with a raindrop's boom... Like baskets of ripe fruit in air The bird-songs seem, suspended where
Those goldfinches--the ripe warm lights Peck slyly at them--take quick flights. My feet are feathered like a bird Among the shadows scarcely heard; I bring you branches green with dew And fruits that you may crown anew Your whirring waspish-gilded hair Amid this cornucopia— Until your warm lips bear the stains And bird-blood leap within your veins. DOLDURULMUŞ Carol Ann Duffy (1955- ) İki sarı dikizci koydum bir baykuşa. Amanın. Sırıtışını ayarlarım Timsahın. Dolandırıcı. Kaymasını dikerim bir yılan balığının. Burkulurum, tekmeyle çalıştırırım, geri toynaklarını bir katırın. Yabani. Kırmızıdan bir bağcık ucunu tutarım bir boğanın. Kudurmuş. Tüylerini ayırırım bir martının. Gelinciğe sıkı bir arapsaçı vidalarım. Çok çetin. Bir fok balığının paletlerine dikiş atarım. Taraklı. Bir bıldırcının kalp atışını parçalarım. O kızın çıplak olmasını ve diz çökmesini arzularım. Evcil. Benim hareketsiz duran yaşayan bebeğim, Dilsiz ve sağır. Ve daha sonra söylemesini istemem onun. Çeviren: Vehbi Taşar STUFFED Carol Ann Duffy (1955- ) I put two yellow peepers in an owl. Wow. I fix the grin of Crocodile. SpÇiv. I sew the slither of an eel. I jerk, kick-start, the back hooves of a mule. Wild. I hold the red rag to a bull. Mad. I spread the feathers of a gull. I screw a tight snarl to a weasel. Fierce. I stitch the flippers on a seal. Splayed. I pierce the heartbeat of a quail. I like her to be naked and to kneel. Tame. My motionless, my living doll. Mute. And afterwards I like her not to tell. EĞER ANLATABİLSEYDİM SANA Wystan Hugh Auden (1907-1973) Hiçbirşey demez Zaman ‘ben sana öyle dememişmiydim’ den başka, Zaman vermemiz gereken ücreti bilir yalnızca; Eğer anlatabilseydim sana ben haber verirdim sana.
Ağlamamız gerekse palyaçolar gösterilerine başladığında, Tökezlememiz gerekse müzisyenler çalgı çaldığında, Hiçbirşey demez Zaman ‘ben sana öyle dememişmiydim’ den başka, Fallar yoktur okunacak, bundan başka, Çünkü ben severim seni söyleyebildiğimden daha fazla, Eğer anlatabilseydim sana ben haber verirdim sana. Rüzgârlar bir yerlerden gelmeli onlar çarpınca, Yaprakların nedenleri olmalı ayrışmaya; Hiçbirşey demez Zaman ‘ben sana öyle dememişmiydim’ den başka, Güller gerçekten büyümeyi isterler belki Bakış ciddi olarak amaçlar kalmayı; Eğer anlatabilseydim sana ben haber verirdim sana. Farzet bütün aslanların kalkıp gittiğini, Ve bütün ırmakların ve askerlerin bucak bucak kaçtığını; Hiçbirşey diyecek mi Zaman ‘ben sana öyle dememişmiydim’ den başka? Eğer anlatabilseydim sana ben haber verirdim sana. Çeviren: Vehbi Taşar IF I COULD TELL YOU Wystan Hugh Auden Time will say nothing but I told you so, Time only knows the price we have to pay; If I could tell you I would let you know. If we should weep when clowns put on their show, If we should stumble when musicians play, Time will say nothing but I told you so. There are no fortunes to be told, although, Because I love you more than I can say, If I could tell you I would let you know. The winds must come from somewhere when they blow, There must be reasons why the leaves decay; Time will say nothing but I told you so. Perhaps the roses really want to grow, The vision seriously intends to stay; If I could tell you I would let you know. Suppose all the lions get up and go, And all the brooks and soldiers run away; Will Time say nothing but I told you so? If I could tell you I would let you know. DENİZ HUMMASI John Masefield (1878-1967) Tekrar aşağı inmeliyim denizlere, tenha denize ve gökyüzüne ben, Yüksek direkli bir gemidir bütün istediğim ve bir yıldız ona yön veren, Ve çarkın tepişi ve rüzgârın şarkı söyleyişi ve sallanan beyaz yelken, Ve kır renkli bir sis denizin yüzünde, ve kır renkli bir şafak söken.
Tekrar aşağı inmeliyim denizlere, çağırışına cevap vermek için koşan gelgitin Vahşi bir çağırmadır ve berrak bir sesleniş reddedilmesi mümkün değil; Ve rüzgârlı bir gündür bütün istediğim beyaz bulutlarla uçuşan, Ve serpinti fırlatılan ve köpük çarpan, ve martılar bağırışan. Tekrar aşağı inmeliyim denizlere, derbeder yaşamına çingenenin, Huyuna martının ve huyuna balinanın, bilenmiş bir bıçak gibi olduğu yerde rüzgârın; Ve güleç yüzle anlatılan bir masaldır bütün istediğim bir korsan yoldaştan güldüren, Ve sakin uyku ve tatlı bir rüya bittiği zaman uzun süren dümen. Çeviren: Vehbi Taşar SEA FEVER John Masefield I must go down to the seas again, to the lonely sea and the sky, And all I ask is a tall ship and a star to steer her by, And the wheel's kick and the wind's song and the white sail's shaking, And a gray mist on the sea's face, and a gray dawn breaking. I must go down to the seas again, for the call of the running tide Is a wild call and a clear call that may not be denied; And all I ask is a windy day with the white clouds flying, And the flung spray and the blown spume, and the sea-gulls crying. I must go down to the seas again, to the vagrant gypsy life, To the gull's way and the whale's way, where the wind's like a whetted knife; And all I ask is a merry yarn from a laughing fellow-rover, And quiet sleep and a sweet dream when the long trick's over. AKLINDA TUT Christina Rossetti (1830-1894) Aklında tut beni gittiğimde, Çok uzaktaki sessiz ülkeye; Artık elimden tutamadığında beni, Ne de dönüp te kalamadığımda, neredeyse dönüverecekken geri. Aklında tut beni günden güne Bana söyleyemediğinde bizim için neler planladığını ilerde: Yalnız beni tut aklında; anlarsın ya Vakit geçmiş olacak o zaman baş sağlığına ya da duaya. Gene de eğer unutursan beni bir süre Ve hatırlarsan sonra, dert edinme: Çünkü eğer karanlık ve çürüme bırakırsa geride Bir zamanlar benim olmuş olan düşüncelerden bir zerre, Kat kat daha iyi olsa gerek unutman ve gülümsemen Beni anımsaman ve üzülmenden. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Birbirinden ayrı kıtalarda ve ayrı zamanlarda yaşamış olan Christina Rossetti ve Emily Dickinson’un
şiirlerini Türkçe’ye çevirirken nedense bazen bu şiirleri Türkçe olarak kendim yazdığım hissine kapılıyorum ve uydurmadığıma emin olmak için ve böyle dediklerinden hiçbir kuşkum kalmayıncaya kadar defalarca İngilizce’sine bakıyorum. Fakat iki dil arasında müzik değişse bile nedense anlam hiçbir zaman değişmiyor. Bence bu yalnızca ozanların duydukları duyguların ne kadar evrensel olduğunu ve bu çeşit duyguların dünyada bütün dilleri konuşan insanlar arasında ne kadar çok paylaşıldığını gösteriyor. Azeri şiirinde anlattığım leylek hikayesini okursanız ne demek istediğim biraz daha iyi anlaşılır herhalde. Saygılarımla, Vehbi
REMEMBER Christina Rossetti Remember me when I am gone away, Gone far away into the silent land; When you can no more hold me by the hand, Nor I half turn to go yet turning stay. Remember me when no more day by day You tell me of our future that you plann'd: Only remember me; you understand It will be late to counsel then or pray. Yet if you should forget me for a while And afterwards remember, do not grieve: For if the darkness and corruption leave A vestige of the thoughts that once I had, Better by far you should forget and smile Than that you should remember and be sad. 61 İNCİ SONE William Shakespeare Senin emrinmidir gerektiren, hayalinin açık tutmasını Yorgun geceye karşı, ağırlaşan göz kapaklarımı? Sen mi istersin benim uykularımın bozulmasını Sana benzeyen gölgeler alay ederlerken benim görme gücümle? O senin hayaletinmidir senin gönderdiğin, Evden bu kadar uzağa, burnunu sokmak için benim işlerime, Utançları ve tembel saatleri bulup çıkartmak için benim içimdeki, Yoksa eni boyu ve kullanma hakkı mı kıskançlığının? Ah, hayır, senin sevgin, çok olsa bile, değildir o kadar da büyük; Kendi sevgimdir kendi gözümü açık tutan benim, Benim kendi içten sevgime düşer benim huzurumu yenmek, Hiç durmadan nöbetçilik oyununu oynamak senin hatırın için. Çünkü ben senin nöbetini tutarken sen başka yerde uykudan uyanırsın, Benden çok uzaklarda ve başkalarıyla, sana pek yakın. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Şekspir’in bütün hikayelerinde sanırım psikoloji ve bu şiirde olduğu gibi çok küçük nüanslar Şekspir’in insan tabiatını ne kadar iyi anladığını ve anlatabildiğini ve bu çok eski ve anlaşılması güç İngilizcesine rağmen yüzyıllardır hala ne diye sevilerek okunduğunu çok güzel açıklıyor. Bu şiirde bütün anlattığı bir sevgilinin kendi duyduğu hisleri nasıl sevgilisine aynen kendi hisleriymiş gibi yansıttığı. İnsanların duydukları bütün hisleri,
örneğin ölüm, kızgınlık, intikam ve öç alma, haksızlık, mücadele, kıskançlık, haksızlık ve başkalarını Şekspir teker teker bir konu gibi alarak eserlerinde bir mikroskobun altına koyup incelemiş. Bu eski İngilizce’nin metrelerini çeviride tutturmak çok güç. Fakat orijinallerini de İngilizce bilseniz bile anlamak zor olduğu için, gene de hiç yoktan iyidir diye Türkçe’ye çeviriyorum. Saygılarımla, Vehbi SONNET 61 William Shakespeare Is it thy will thy image should keep open My heavy eyelids to the weary night? Dost thou desire my slumbers should be broken While shadows like to thee do mock my sight? Is it thy spirit that thou send'st from thee So far from home into my deeds to pry, To find out shames and idle hours in me, The scope and tenure of thy jealousy? O, no, thy love, though much, is not so great; It is my love that keeps mine eye awake, Mine own true love that doth my rest defeat, To play the watchman ever for thy sake. For thee watch I whilst thou dost wake elsewhere, From me far off, with others all too near. 44. Sone Etimin bu kasvetli özü fikir olsaydı, Yolumu zalim mesafe durduramazdı, Değil mi ki gelirdim bakmadan mesafeye, Uzaklardaki sınırlardan olduğun yere. Mesele değil zaten ayaklarım dursa da Senden en uzaktaki toprakta, Çünkü aşardı fikrim denizi ve toprağı, Düşünür düşünmez nerede kaldığını. Fakat ah! Fikir olmadığım fikri kahreder beni, Sen gittiğinde aşabilmek uzun mesafeleri, Heyhat, karılmış hamurum toprakla ve suyla, Zamanın keyfine uymalıyım bir yakınmayla. Ağır maddeleri alıyorum elime, elde var sıfır, Ama her iki derdin nişanı, gözyaşlarım, ağır mı ağır.
William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ______________________________________________________
Sonnet 44 by William Shakespeare
If the dull substance of my flesh were thought, Injurious distance should not stop my way, For then despite of space I would be brought,
From limits far remote, where thou dost stay, No matter then although my foot did stand Upon the farthest earth removed from thee, For nimble thought can jump both sea and land, As soon as think the place where he would be. But ah, thought kills me that I am not thought To leap large lengths of miles when thou art gone, But that so much of earth and water wrought, I must attend, time’s leisure with my moan. Receiving nought by elements so slow, But heavy tears, badges of either’s woe. 18. Sone Bir yaz günüyle kıyaslanamazsın. Çok daha hoş ve çok daha candansın. Mayıs goncalarını dağıtır hırçın yeller, Ve yazın ömrü kısacıktır, gelir geçer: Göğün gözü ışır kavurarak sımsıcak, Ve yazgısıdır, o altın yüz solacak; Ve gelir geçer güzelin güzelliği, Kaderdir, ya da doğanın değişmesi, Fakat senin sonsuz yazın solmaz asla, Güzelliğin dönüşmez hiç hurdaya. Ölüm de böbürlenemez, gölgesinde dolaştığın, Ölümsüz satırlarda çağları aşacaksın. Soluk aldıkça insanlar ve gördükçe gözler, Yaşayacak sana hayat verecek bu dizeler. William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy __________________________________________________ Sonnet 18 by William Shakespeare Shall I compare thee to a summer’s day? Thou art more lovely and more temperate: Rough winds do shake the darling buds of May, And summer’s lease hath all too short a date: Sometime too hot the eye of heaven shines, And often is his gold complexion dimmed, And every fair from fair sometime declines, By chance, or nature’s changing course untrimmed: But thy eternal summer shall not fade, Nor lose possession of that fair thou ow’st, Nor shall death brag thou wander’st in his shade, When in eternal lines to time thou grow’st, So long as men can breathe, or eyes can see, So long lives this, and this gives life to thee. 46. Sone Gözümle gönlüm ölümcül bir savaşta, Yanaşmazlar görüntünü paylaşmaya; Gözüm engeller gönlümün sana bakmasını, Gönlümse elinden almak ister gözün hakkını. Gönlüm hep yürekte olduğunu söyler, der: Kapalı durur bir kutuda, göremez berrak gözler.
Fakat gözler bunu reddedip, kendini savunur, Ve der ki: o güzelim görüntü bizde durur. Karar verebilmek için kim yanlış kim doğru Toplanır yürekte kiracı bir fikir kurulu, Ve verirler onlar kararı, berrak gözün payını Ve sevgili gönlün hakkını. Gereği düşünüldü: dış görünümünü sevmek gözüme Gönlündeki aşkı sevmek de gönlüme.
William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy __________________________________________________ Sonnet 46 by William Shakespeare Mine eye and heart are at a mortal war How to divide the conquest of thy sight; Mine eye my heart thy picture's sight would bar, My heart mine eye the freedom of that right. My heart doth plead that thou in him dost lie-A closet never pierced with crystal eyes-But the defendant doth that plea deny And says in him thy fair appearance lies. To 'cide this title is impanneled A quest of thoughts, all tenants to the heart, And by their verdict is determined The clear eye's moiety and the dear heart's part: As thus; mine eye's due is thy outward part, And my heart's right thy inward love of heart. BİR TARLA KUŞUNA Percy Bysshe Shelley (1803-1882) Selamlar olsun sana, tasasız can! Kuş ta olsan hiçbir zaman olmayan— Ne cennetten ne de onun yakınından Geniş kalbini savurgan gerginleşmelerin içinde akıtan Önceden tasarlanmamış sanattan. Yükseklere ve daha yükseklere atlayan Dünyadan, Bir bulut gibi kaçan yangından; Derin deniz mavisi bile olsa kanatların, Ve hala şarkı söylerken havalarda süzülen, ve süzülürken şarkı söyleyen hiç durmaksızın. Yıldırımının içinde altından Batan güneşin, Üstünde bulutların rengi açılmakta olan onun, Bedensiz bir keyif gibi dolaşır ve koşarsın sen Yarışına az önce başlamış olan. Soluk erguvan rengi düzgün Uçuşunun etrafında erir senin; Bir yıldız gibi gökten
Göze çarpan gün aydınlıkken Göze gözükmesen de sen, tiz ses çıkartan neşeni işitirim ben buna rağmen — Oklarının keskin olduğu kadar O gümüş kürenin Onun güçlü lambası azalırken Beyaz şafağın içinde açıkça duran, Biz onu güçlükle görünceye kadar, biz onun orada olduğunu hissedinceye kadar Bütün yeryüzü ve hava Çok daha parlaktır senin sesinle, Açık olduğunda gece Tek bulutla yalnızbaşına Ay yağmur gibi yağdırır ışıktan demetlerini, ve dolup taşmıştır gökyüzü. Bilmeyiz biz nesin sen; Nedir sana en çok benzeyen? Damlalar akmaz ebemkuşağı bulutlarından Göze bu kadar parlak gözüken, Sanki bir yağmur yağıyormuş gibi nağmeden senin buradalığından:-Bir ozan gibi sanki saklı duran Işığı içinde düşüncenin, Şarkısını söylerek ilahilerin kendiliğinden, Dünyayı umutlarla ve korkularla dövünceye kadar paylaşması için Önemsemediği acıyı onun: Bir hanımefendi gibi saray kulesinde doğan Asil olaraktan, Onun aşk yüklü ruhunu müzikle yatıştıran Gizemli saatte, aşk kadar tatlı olan Dolup taşıran çardağını onun: Bir ateşböceği gibi altından Bir çiyin kuytu yerinde duran Serperek kimseye borçlanmadan Onun renk özünü havadan Arasında çiçeklerin ve çimenin onu gözden saklayan: Bir gül gibi korunan İçinde kendine ait yeşil yaprakların Sıcak rüzgârlarla koparılan Verdiği koku bayıltıncaya kadar çok fazla tadından O ağır kanatlı hırsızların. Sesinden ilkbahara ait sağanakların Parıldayan üstünde çayırın, Çiçeklerden yağmurla uyandırılan-Gelmişin ve geçmişin hepsinden Sevinçli ve aydınlık ve ışıl ışıl —senin müziğin daha baskın. Öğret bize, hayalet ya da kuş, Ne tatlı düşünceler geçer senin aklından: İşitmemiştim asla ben Övgü aşktan ya da şaraptan Bir sel gibi püsküren bu kadar ilahi bir kendinden geçiş. Evlilik törenine ait korolar, Ya da zafere ait ilahiler, Seninkisiyle karşılaştırılsalardı eğer, olmazlardı bütünüyle onlar
Boş bir övüngenlikten başka hiç birşey— İnce bir şey fakat içinde bizim sezinlediğimiz kadarıyla bir hayli gizli istek var. Hangi cisimlerdir fıskıyeleri Senin sevinçli gerilmelerinin? Hangi kırları, ya da dalgaları, ya da tepeleri? Hangi şekilleri gökyüzünün ya da düz yerin? Ne çeşit aşktır bu senin kendi cinsinin? hangi bilmezliği acının? Açık keskin sefanla senin Olamaz isteksizliğin: Gölgesi rahatsızlıkların Asla gelmiş olamaz sana çok yakın: Seversin, fakat asla bilmezsin üzgün doymuşluğunu sevginin. Uykudan uyanırken ya da uyumuşken Ölümden saymalısın sen Şeyleri daha gerçek ve daha derin Düşlerinde görebildiğinden biz ölümlülerin, Yoksa nasıl bu kadar billur gibi bir akarsunun içinde akabilirdi notaların? Önceye ve sonraya bakarız biz, Ve yas tutarız olmayan için: En gönülden kahkahamız Bir hayli acıyla doludur bizlerin; En kederli düşünceyi anlatanlardır en tatlı şarkılarımız bizim. Eğer gene de tepesinden bakabilseydik biz Nefretin ve gururun ve korkunun, Eğer doğmuş olan şeyler olsaydık biz Bir damla gözyaşı dökmemek için, Hiç bilmem nasıl yakınına gelebilirdik senin neşenin. Bütün ölçülerinden daha iyi Hoş sesin, Bütün gömülerden daha iyi Kitapların içlerinde bulunan, Ozana senin hünerlerin, ey yere tepeden bakan! Öğret bana yarısını memnuniyetin Bilmesi gereken senin beyninin; Böylesine uyumlu delilik Aktıysa dudaklarımdan benim, Ben nasıl dinliyorsam onu şimdi, dünyanın da beni o zaman öyle dinlemesi gerek. Çeviren: Vehbi Taşar 9 Ağustos, 2007 Tampa, FL TO A SKYLARK by Percy Bysshe Shelley (1803-1882) Hail to thee, blithe spirit! Bird thou never wert— That from heaven or near it Pourest thy full heart In profuse strains of unpremeditated art.
Higher still and higher From the earth thou springest, Like a cloud of fire; The blue deep thou wingest, And singing still dost soar, and soaring ever singest. In the golden light'ning Of the sunken sun, O'er which clouds are bright'ning, Thou dost float and run, Like an unbodied joy whose race is just begun. The pale purple even Melts around thy flight; Like a star of heaven, In the broad daylight Thou art unseen, but yet I hear thy shrill delight— Keen as are the arrows Of that silver sphere Whose intense lamp narrows In the white dawn clear, Until we hardly see, we feel that it is there. All the earth and air With thy voice is loud, As when night is bare, From one lonely cloud The moon rains out her beams, and heaven is overflow'd. What thou art we know not; What is most like thee? From rainbow clouds there flow not Drops so bright to see, As from thy presence showers a rain of melody:— Like a poet hidden In the light of thought, Singing hymns unbidden, Till the world is wrought To sympathy with hopes and fears it heeded not: Like a high-born maiden In a palace tower, Soothing her love-laden Soul in secret hour With music sweet as love, which overflows her bower: Like a glow-worm golden In a dell of dew, Scattering unbeholden Its aërial hue Among the flowers and grass which screen it from the view: Like a rose embower'd In its own green leaves, By warm winds deflower'd, Till the scent it gives Makes faint with too much sweet those heavy-wingèd thieves.
Sound of vernal showers On the twinkling grass, Rain-awaken'd flowers— All that ever was Joyous and clear and fresh—thy music doth surpass. Teach us, sprite or bird, What sweet thoughts are thine: I have never heard Praise of love or wine That panted forth a flood of rapture so divine. Chorus hymeneal, Or triumphal chant, Match'd with thine would be all But an empty vaunt— A thin wherein we feel there is some hidden want. What objects are the fountains Of thy happy strain? What fields, or waves, or mountains? What shapes of sky or plain? What love of thine own kind? what ignorance of pain? With thy clear keen joyance Languor cannot be: Shadow of annoyance Never came near thee: Thou lovest, but ne'er knew love's sad satiety. Waking or asleep, Thou of death must deem Things more true and deep Than we mortals dream, Or how could thy notes flow in such a crystal stream? We look before and after, And pine for what is not: Our sincerest laughter With some pain is fraught; Our sweetest songs are those that tell of saddest thought. Yet, if we could scorn Hate and pride and fear, If we were things born Not to shed a tear, I know not how thy joy we ever should come near. Better than all measures Of delightful sound, Better than all treasures That in books are found, Thy skill to poet were, thou scorner of the ground! Teach me half the gladness That thy brain must know; Such harmonious madness From my lips would flow, The world should listen then, as I am listening now.
61. Sone Bitap gecede ağır gözkapaklarımın Görüntünle açık durması mıdır muradın? Arzun bölünmesi midir uykularımın? Sana benzer gölgeler bakışımı mı kandırsın? Yuvasından bu denli uzak, özünden gönderdiğin Ruhun mudur, yaptıklarımı gözlesin? Bulsun diye bende utançları ve aylak saatleri, Kıskançlığını doğrulasın ve onaylasın diye seni. Ah hayır! Çok olsa bile sevgin, öyle büyük sayılmaz: Benim aşkımdır, gözlerimi kapatmaz; Gerçek aşkımdır bozan huzurumu, Senin için nöbet tutarım zamanlar boyu. Çünkü bekçiliğini yaparken, bir yerlerde uyanıksın: Benden çok uzakta, başkalarınaysa çok yakınsın. William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ______________________________________________
Sonnet 61 by William Shakespeare Is it thy will thy image should keep open My heavy eyelids to the weary night? Dost thou desire my slumbers should be broken While shadows like to thee do mock my sight? Is it thy spirit that thou send'st from thee So far from home into my deeds to pry, To find out shames and idle hours in me, The scope and tenure of thy jealousy? O, no, thy love, though much, is not so great; It is my love that keeps mine eye awake, Mine own true love that doth my rest defeat, To play the watchman ever for thy sake. For thee watch I whilst thou dost wake elsewhere, From me far off, with others all too near. 66. Sone Bıktım tüm bunlardan, huzur ver bana ölüm. Serveti hak eden dilenci doğmuş, bıktı gönlüm. Erdemsize en güzel urbalar düşmüş, Heyhat, en saf inanç arsızca düşürülmüş. Sürgün olmuş pırıl pırıl onur hayasızca, Bakire erdem fahişeleştirilmiş hoyratça, Gerçek hüner lekelenmiş haksızca. Gücü felç etmiş iktidardaki beceriksizler, Sanatın diline kilit vurmuş sansürcüler. Ahmaklık ve ukalalık hünere yeğ tutulmuş. Yalın gerçek bayağılık olarak adlandırılmış. Tutsak düşmüş iyilik, kötülüğe kul köle kılınmış. Bıktım tüm bunlardan, dünyayı bırakmak isterdim. Ölmek bir şey değil, sevdiğimi yalnız bırakabilseydim.
William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ______________________________________________ Sonnet 66 by William Shakespeare Tired with all these, for restful death I cry, As to behold desert a beggar born, And needy nothing trimm'd in jollity, And purest faith unhappily forsworn, And gilded honour shamefully misplac'd, And maiden virtue rudely strumpeted, And right perfection wrongfully disgrac'd, And strength by limping sway disabled And art made tongue-tied by authority, And folly--doctor-like--controlling skill, And simple truth miscall'd simplicity, And captive good attending captain ill: Tir'd with all these, from these would I be gone, Save that, to die, I leave my love alone. SARAY BUDALASININ DERSİ William Shakespeare (King Lear oyununun 4. sahnesinden) Gösterdiğinde daha fazlasına sahip ol, Bildiğinden daha az konuş, Borçlandığından daha az ödünç ver, Yürüdüğünden daha fazla sür, Anladığından daha çok öğren, Attığından daha azına bahse gir, İçkini ve orospunu bırak, Ve bir-kapı-içinde tut, Ve daha fazlasına sahip ol İki on şilingten bir paund skor yapmaktan da çok. Çeviren: Vehbi Taşar FOOL’S LESSON William Shakespeare (from King Lear, Scene 4) Have more than thou showest, Speak less than thou knowest, Lend less than thou owest, Ride more than thou goest, Learn more than thou trowest, Set less than thou throwest, Leave thy drink and thy whore, And keep in-a-door, And thou shalt have more Than two tens to a score. 147. Sone Bir humma misali aşkım, özlemini çektiği Uzattıkça uzatacak şeyler her daim illeti.
Hastalığı azdıracak şeylerle beslenir, Sayrı ve hırçın iştahının keyfiyle ilgilenir. Mantığım, aşkımın öfkeli hekimi, Öğütlerini dinlemedim diye terk etti beni. Kabul: derman istemeyenin arzusudur ölüm. İyileşmek hayal olunca, mantıktan da oldum, Ve sonsuz huzursuzlukla çılgınca deliye döndüm. Bir delininki gibi düşüncelerimle sözlerim, Yanlış doğru, faydasızca rastgele söylerim. Hak ettim ama, yalan yere yemin etmiştim: Aktır demiştim yüzüne cehennem karasıyken Parıltılıdır demiştim fikrine gece misali karanlıkken. William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _________________________________________________ Sonnet 147 by William Shakespeare My love is as a fever, longing still For that which longer nurseth the disease, Feeding on that which doth preserve the ill, The uncertain sickly appetite to please. My reason, the physician to my love, Angry that his prescriptions are not kept, Hath left me, and I desperate now approve Desire is death, which physic did except. Past cure I am, now reason is past care, And frantic mad with evermore unrest. My thoughts and my discourse as madmen's are, At random from the truth vainly expressed, For I have sworn thee fair, and thought thee bright, Who art as black as Hell, as dark as night. 116. Sone Bence engel tanımaz gerçek bir aşkla Sevmiş olanlar. Aşk demem aşka Değişik durumlarda değişip duruyorsa, Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta. Aşk dediğin fırtınaya bakar ve titremez asla; Ah, hayır! Her daim duracak bir işarettir, Bir yıldızdır, dönenen teknelere rehberdir, Boyu posu ölçülse de bilinmez değeri nedir. Zamanın oyuncağı olmaz; gül dudaklı Ve yanaklı aşkı götürebilir sallasa zaman orağını; Değişmez aşk kısa da sürse saatler ve haftalar, Aşk dediğin kıyamete dek yaşar. Eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa, Demek hiç yazmamışım, kimse sevmemiş asla.
William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ___________________________________________________
Sonnet 116 by William Shakespeare Let me not to the marriage of true minds Admit impediments. Love is not love Which alters when it alteration finds, Or bends with the remover to remove: O no! it is an ever-fixed mark That looks on tempests and is never shaken; It is the star to every wandering bark, Whose worth's unknown, although his height be taken. Love's not Time's fool, though rosy lips and cheeks Within his bending sickle's compass come: Love alters not with his brief hours and weeks, But bears it out even to the edge of doom. If this be error and upon me prov’d, I never writ, nor no man ever lov’d. 115. Sone Önceden yazdığım dizeler yalandı, Daha candan sevemem seni diyenler bile. En harlı ateşimin sonraları yanacağını Aklım almazdı kırk yıl düşünsem de. Ama zamandır bu, milyon gayretle sokulur Yeminler arasına, ve değiştirir kralların fermanını, Karartır kutsal güzelliği, en keskin arzuyu soğutur, Değişen şeylerin dümen suyunda dağıtır güçlü akılları; Heyhat, zamanın despotluğundan niçin korkayım? “Şimdi en iyi şekilde seviyorum seni” diyemez miyim? Belirsizlik hakkında kuşku duymazken, arta kalana Şüphe beslerken, şu ana taç giydiremez miyim? Bir bebektir aşk; sürekli büyümekte olana En üstün büyüklüğü uygun göremez miyim? William Shakespeare (1564-1616) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ___________________________________________ Sonnet 115 by William Shakespeare Those lines that I before have writ do lie, Even those that said I could not love you dearer: Yet then my judgment knew no reason why My most full flame should afterwards burn clearer. But reckoning time, whose million'd accidents Creep in 'twixt vows and change decrees of kings, Tan sacred beauty, blunt the sharp'st intents, Divert strong minds to the course of altering things; Alas, why, fearing of time's tyranny, Might I not then say 'Now I love you best,' When I was certain o'er incertainty, Crowning the present, doubting of the rest? Love is a babe; then might I not say so, To give full growth to that which still doth grow?
Müzik, Uysal Sesler Ölünce Müzik, uysal sesler ölünce, Titreşir bellekte Kokular, şirin menekşeler sayrı düşünce, Yaşarlar dirilttikleri duyguların içinde. Gül yaprakları, gül ölünce, Yığılırlar sevgilinin yatağı önüne; Ve düşünceleriniz, Siz gittiğinizde, Uyuyacak sevgi kendi kendine.
Percy Bysshe Shelley (1792–1822) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _____________________________________________ Music, When Soft Voices Die by Percy Bysshe Shelley Music, when soft voices die, Vibrates in the memory— Odours, when sweet violets sicken, Live within the sense they quicken. Rose leaves, when the rose is dead, Are heap’d for the beloved’s bed; And so thy thoughts, when Thou art gone, Love itself shall slumber on. GÜLDÜREN ŞARKI William Blake (1757-1827) Yeşil ormanlar sevincin sesiyle güldükleri zaman Ve gamzesini gösteren dere koşup giderken gülerekten, Hava bizim ince esprimizle kahkaha attığı zaman, Ve yeşil bayır onun gürültüsüyle gülerken. Kırlar hayat dolu yeşillikle güldüklerinde Ve çekirge gülerken keyifli manzaranın içinde. Ve Meri ve Suzın ve Emili. Şeker gibi yuvarlak ağızlarıyla şarkı söylediklerinde Keh, Keh, Kehi Ve boyanmış kuşlar güldüklerinde gölgede Kirazların ve cevizlerin masamızın üstüne yayıldıkları yerde Gel yaşa, birleş benimle, keyifli ol benim gibi, Topluca şarkı söyle bizimle Keh, Keh, Kehi. Çeviren: Vehbi Taşar LAUGHING SONG William Blake (1757-1827) When the green woods laugh with the voice of joy And the dimpling stream runs laughing by, When the air does laugh with our merry wit, And the green hill laughs with the noise of it. When the meadows laugh with lively green And the grasshopper laughs in the merry scene. When Mary and Susan and Emily. With their sweet round mouths sing Ha, Ha, He.
When the painted birds laugh in the shade Where our table with cherries and nuts is spread Come live & be merry and join with me, To sing the sweet chorus of Ha, Ha, He. KORKULAR ELLERİNE GEÇİRİNCE BENİ John Keats (1795-1821) Sona erebileceğimin korkuları ellerine geçirince beni Kalemim kaynaşan beynimden bilgiyi azar azar toplamazdan önce, Üstüste yüksekçe yığılmış kitapların önünde dizilmiş karakterlerde, İyice olgunlaşmış tahılı tutan zengin buğday ambarları gibi; Farkına vardığım zaman gecenin yıldızlı yüzünün üzerinde, Yüce bir aşk öyküsünün dev gibi bulutlu sembollerini, Ve düşündüğüm zaman asla yaşamayabileceğimi izinden gitmeye Onların gölgelerinin, rastlantının büyülü eliyle; Ve hissettiğim zaman, bir zamanın güzel yaratığı, Senin üstüne bir daha bakmayacağımı, Asla keyfini çıkarmayacağımı perilerle ilgili güçlülüğünün içersinde Işığı yansıtmayan aşkın;-- o zaman sahilinin üstünde Engin dünyanın tek başına durur, ve düşünürüm Yokluğun içine batıp kayboluncaya dek aşk ve ün. Çeviren: Vehbi Taşar WHEN I HAVE FEARS John Keats When I have fears that I may cease to be Before my pen has glean'd my teeming brain, Before high-piled books, in charactery, Hold like rich garners the full ripen'd grain; When I behold, upon the night's starr'd face, Huge cloudy symbols of a high romance, And think that I may never live to trace Their shadows, with the magic hand of chance; And when I feel, fair creature of an hour, That I shall never look upon thee more, Never have relish in the faery power Of unreflecting love;--then on the shore Of the wide world I stand alone, and think Till love and fame to nothingness do sink. YOKUŞ YUKARI Christina Rossetti Yokuş yukarı çıkar mı yol kıvrılarak sonuna kadar? Evet, en sonuna gelinceye kadar. Bir günlük yolculuk alır mı bütün gün? Sabahtan akşama kadar, arkadaşım. Bir dinlenme yeri varmıdır geceyi geçirecek fakat? Bir tavan yavaş ilerleyen karanlık saatler başladığı zaman ancak. Gizleyemez mi onu benim yüzümden karanlık? O han gözden kaçırılamaz. Diğer yolcularla tanışacakmıyım geceleyin? Senden önce gitmiş olanlarla ancak.
Kapıya mı vurmalıyım o zaman, bağırmalıyım tam onları gördüğüm zaman? Dikilip kalmana izin vermeyeceklerdir onlar. Rahat bulacakmıyım, yol yorgunu ve bitkin? Bulacaksın çabadan topyekün. Yataklar olacakmı benim için ve bütün arayanlar için? Evet, yataklar bütün gelenler için. Çeviren: Vehbi Taşar UP-HILL By Christina Rossetti Does the road wind up-hill all the way? Yes, to the very end. Will the day's journey take the whole long day? From morn to night, my friend. But is there for the night a resting-place? A roof for when the slow dark hours begin. May not the darkness hide it from my face? You cannot miss that inn. Shall I meet other wayfarers at night? Those who have gone before. Then must I knock, or call when just in sight? They will not keep you standing at that door. Shall I find comfort, travel-sore and weak? Of labour you shall find the sum. Will there be beds for me and all who seek? Yea, beds for all who come. YANKI Christina Rossetti Gel gecenin suskunluğunda bana; Gel bir düşün suskun konuşmasında; Gel yumuşak yuvarlak yanaklarla ve gözlerle, parlak Bir derenin üstünde günışığı gibi bana; Geri gel gözyaşlarında, Ey anlak, umut ve bitmiş yıllardan kalmış aşk. Ey düş ne kadar tatlı, çok tatlı, ne kadar da acı-tatlı, Onun uyanışı Cennette olmalıydı, Orada ağza kadar aşkla dolu ruhlar kalırlar ve buluşurlar; Orada susamış özlem dolu gözler Kapıyı gözetlerler ağır ağır Açılan, içeri sokan, dışarı bırakmayan tekrar. Gene de düşlerde gel bana, ben yaşayabileyim diye Gerçek yaşantımı tekrar ölümde, soğuk olsa bile; Düşlerde gel bana, verebileyim diye kalbi, kalbe karşı atan; nefesi, nefese karşı soluyan: Alçak sesle konuş, alçaktan yaslan, Çok uzun zaman önceki gibi aşkım, çok uzun zaman. Çeviren: Vehbi Taşar
ECHO By Christina Rossetti Come to me in the silence of the night; Come in the speaking silence of a dream; Come with soft rounded cheeks and eyes as bright As sunlight on a stream; Come back in tears, O memory, hope and love of finished years. O dream how sweet, too sweet, too bitter-sweet, Whose wakening should have been in Paradise, Where souls brim-full of love abide and meet; Where thirsting longing eyes Watch the slow door That opening, letting in, lets out no more. Yet come to me in dreams, that I may live My very life again though cold in death; Come back to me in dreams, that I may give Pulse for pulse, breath for breath: Speak low, lean low, As long ago, my love, how long ago. VİLYAM BABA Lewis Carroll ( 1832-1898) Alis Harikalar Diyarında kitabından “Vilyam baba sen yaşlanmışsın,” dedi genç çocuk, “Ve saçın çok beyazlaşmış; Gene de başının üstünde dikilirsin ama aralıksız-Sanırmısın senin yaşında yapılacak şeydir bu hiç? “Gençliğimde,” diye yanıtladı Vilyam Baba oğlunu, “Korkardım onun beyni zedeleyeceğinden; Fakat, şimdi tamamiyle eminim hiç olmadığından bende onun Bu yüzden, yaparım tekrar tekrar onu.” “Sen yaşlandın,” dedi genç çocuk, “bahsettiğim gibi biraz önce, Ve şişmanladın görülmedik derecede, Fakat geriye doğru bir takla attın kapıda-Bunun sebebi ne, söyle bana?” “Gençliğimde,” dedi akıllı adam, sallarken beyaz kahküllerini, “Çok kıvrak tuttum kolumu bacağımı Kullanarak bu yağlı ilacı – bir şilingtir kutusu – İzin verirmisin sana satmama bir kaçını?” “Sen yaşlandın,” dedi genç çocuk, “ve çenelerinin kuvveti kalmadı Böbrek yağından daha sert hiçbir şeye; Bitirdin bir kazı gene de, kemikleriyle ve gagasıyla— Söyle bana, nasıl yapmayı becerdin bu işi?” “Gençliğimde,” dedi babası, “Avukattım, Ve her davayı karımla tartıştım; Ve aman ne adele gücü verdi o benim çenelerime Sürmüştür ömrümün gerisinde.” “Sen yaşlandın,” dedi genç çocuk, “güç bela inanırdı birisi
Gözlerinin her zamanki kadar sağlam olduğuna; Dengeledin gene de bir yılanbalığını, burnunun ucunda-Ne, bu kadar korkunç becerikli yaptı seni? “Üç soru yanıtladım, ve bu artık yetti,” Dedi babası; “birşey sanma kendini! Zannedermisin bütün gün bu saçmalıkları dinleyeceğimi? Defol git, yoksa bir teperim seni, merdivenlerden aşağı yuvarlanırsın şimdi!” Çeviren: Vehbi Taşar FATHER WILLIAM by: Lewis Carroll (1832-1898) " YOU are old, Father William," the young man said, "And your hair has become very white; And yet you incessantly stand on your head-Do you think, at your age, it is right?" "In my youth," Father William replied to his son, "I feared it might injure the brain; But, now that I'm perfectly sure I have none, Why, I do it again and again." "You are old," said the youth, "as I mentioned before, And have grown most uncommonly fat; Yet you turned a back-somersault in at the door-Pray, what is the reason of that?" "In my youth," said the sage, as he shook his gray locks, "I kept all my limbs very supple By the use of this ointment -- one shilling the box -Allow me to sell you a couple?" "You are old," said the youth, "and your jaws are too weak For anything tougher than suet; Yet you finished the goose, with the bones and the beak-Pray, how did you manage to do it?" "In my youth," said his father, "I took to the law, And argued each case with my wife; And the muscular strength which it gave to my jaw Has lasted the rest of my life." "You are old," said the youth, "one would hardly suppose That your eye was as steady as ever; Yet you balanced an eel on the end of your nose-What made you so awfully clever?" "I have answered three questions, and that is enough," Said his father; "don't give yourself airs! Do you think I can listen all day to such stuff? Be off, or I'll kick you down-stairs!"
"Father William" is reprinted from The Hunting of the Snark and Other Poems and Verses. Lewis Carroll. New York: Harper & Brothers, 1903.
MASUMLUĞUN ŞARKILARI William Blake (1757-1827) Vadileri kaval çalarak susturarak çılgın gibi, Çalarken neşeli köy şarkılarını kavalda, Bir çocuk gördüm oturan bir bulutta Ve o, gülerek, bana dedi ki: ‘Bir şarkı çal kavalla bir kuzuya değgin!’ Bu yüzden çaldım kavalımı sevinç çığlıklarıyla. ‘Kavalcı, tekrar çal o şarkıyı kavalla;’ Bu yüzden çaldım kavalı: o göz yaşı döktü işitmek için. “İndir kavalını, şen kavalını; Sevinçle haykıran şarkılarını söyle sen!’ Ve bundan dolayı söyledim tekrar aynısını, O sevinçle ağlarken işitmek için. ‘Kavalcı, oturt kendine yere ve yaz bunu Bir kitabın içine, herkes okuyabilsin diye.’ Gözümden kayboldu böylece; Ve kopardım içi boş bir kamışı, Ve kırsal bir kalem yaptım, Ve rengini çıkardım suda temizce Ve güler yüzlü şarkılarımı yazdım Her çocuk duyabilsin diye sevinçle. Çeviren: Vehbi Taşar Not: William Blake’in Masumluğun Şarkıları ya da Deneyimin Şarkıları (Songs of Experience) gibi çocuklar için yazdığı şiir kitaplarının orijinalleri kendi eliyle bakır üzerine çizdiği renkli resimler ve bu resimlerin üstüne kendi el yazısıyla içi boş bir kamış kalem kullanarak siyah boyayla yazdığı şiirlerden oluşur. Bana 27 Ekim 1996 da oğlumun hediye ettiği Deneyimin Şarkıları isimli kitapta bakır üzerine çizilmiş 26 tane tabağın ve onların üstüne bu yöntemle yazılmış şiirlerin resimleri var. Bu küçük kitap bugün herhangibir internet kitapçısında bulunabilir sanırım. “Songs of Experience,” William Blake, Dover Publications, Inc. New York, 1984, ISBN 0-486-24636-1. Saygılarımla, Vehbi
SONGS OF INNOCENCE by: William Blake Piping down the valleys wild, Piping songs of peasant glee, On a cloud I saw a child, And he, laughing, said to me: 'Pipe a song about a lamb!' So I piped with merry cheer. 'Piper, pipe that song again;' So I piped: he wept to hear. 'Drop thy pipe, thy happy pipe; Sing thy songs of happy cheer!'
So I sang the same again, While he wept with joy to hear. 'Piper, sit thee down and write In a book, that all may read.' So he vanished from my sight; And I plucked a hollow reed, And I made a rural pen, And I stain'd the water clear, And I wrote my happy songs Every child may joy to hear. ÖLÜM BAŞIMIN ÜSTÜNDE DİKİLİR Walter Savage Landor (1775-1864) Ölüm başımın üstünde dikilir, fısıldayarak alçaktan Kulağıma bilmem nedir: Bütün anladığım onun tuhaf lisanından İçinde bir sözcük bile olmadığıdır korkuya dair. Çeviren: Vehbi Taşar DEATH STANDS ABOVE ME Walter Savage Landor (1775-1864) Death stands above me, whispering low I know not what into my ear: Of his strange language all I know Is, there is not a word of fear. ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR Hiç kimse bir ada değildir. Ne de bütünüyle kendisi, Her insan kıtanın bir parçasıdır, Gövdenin bir bölümü; Bir toprak parçası deniz tarafından alıp götürülse, Avrupa azalır. Tıpkı haritadaki burun gibi, Tıpkı senin veya bir arkadaşının sahip olduğu mülk gibi; Bir insanın ölümü de beni azaltır, Çünkü ben insanlığın kendisinde içeriğim, Öyleyse asla haber gönderip sordurma Çanlar kimin için çalıyor diye; Onlar senin için çalıyor. JOHN DONNE, 1624 AYAĞI SAKAT BİR DİLENCİ John Donne (1572-1631) Oradaki dilenci yalvarırken, ne ayakta dikilebilirim, ne de ileri gidebilirim; söylediği doğruysa, sözü yalandır onun. Çeviren: Vehbi Taşar A LAME BEGGER BY JOHN DONNE
I am unable, yonder beggar cries, To stand, or move; if he say true, he lies. John Donne (Can Dan diye okunur) şiirlerindeki söz oyunlarını çeviride yakalamak herzaman kolay değil. Fakat ben öyle sanıyorum ki burada anlatılan “dilenci” topal ya da ayağı sakat değil de tümüyle kötürümdür. Bu şiirin gayesi yalanın insanı nasıl kötürüm haline getirdiğini anlatmak. Bu yüzden “ne ayakta durabilirim, ne de ileri gidebilirim,” diyor. Ayrıca en son mısrada ayakta durmakla “doğruluğu” ve yalan söylemekle de “gitmeyi ya da kaçmayı” eşleştirdiği için John Donne’ın en ustaca yazılmış kısa şiirlerinden birisidir. SKARBORO PANAYIRI (1673 den önce, yazarı bilinmiyor) Skarboro panayırına gidiyormusunuz siz? (Maydanoz, adaçayı, dağ kekiği ve rozmarin) Orada yaşayan birine benden bahsedin; Birzamanlar gerçek bir aşktı o kız, bana ait. Ona söyleyin bana patiska bir gömlek diksin (Maydanoz, adaçayı, dağ kekiği ve rozmarin) Dikiş izi ya da iğne işi olmaksızın; O zaman gerçek bir aşk olacaktır o kız, bana ait. Ona söyleyin bana bir toprak parçası bulsun, bir dönüm (Maydanoz, adaçayı, dağ kekiği ve rozmarin) Tuzlu suyla kumsalının ortasında denizin; O zaman gerçek bir aşk olacaktır o kız, bana ait. Ona söyleyin onu deriden bir orakla biçsin (Maydanoz, adaçayı, dağ kekiği ve rozmarin) Ve hepsini fundadan yapılmış bir halatla biraraya getirsin; O zaman gerçek bir aşk olacaktır o kız, bana ait. Skarboro panarıyına gidiyormusunuz siz? (Maydanoz, adaçayı, dağ kekiği ve rozmarin) Orada yaşayan birine benden bahsedin; Birzamanlar gerçek bir aşktı o kız, bana ait. Çeviren: Vehbi Taşar http://www.youtube.com/watch?v=_JgaZ73M-Ms
SCARBOROUGH FAIR Are you going to Scarborough fair? (Parsley, sage, rosemary and thyme) Remember me to one who lives there; She once was a true love of mine. Tell her to make me a cambric shirt (Parsley, sage, rosemary and thyme) Without no seams, nor needlework; Then she'll be a true love of mine. Tell her to find me an acre of land (Parsley, sage, rosemary and thyme) Between the salt water and the sea strand; Then she'll be a true love of mine. Tell her to reap it with a sickle of leather
(Parsley, sage, rosemary and thyme) And gather it all with a rope made of heather; Then she'll be a true love of mine. Are you going to Scarborough fair? (Parsley, sage, rosemary and thyme) Remember me to one who lives there; She once was a true love of mine. -- Anon. ŞARKI John Donne (1572-1631) Git ve bir yıldız yakala kayan, Bir muhabbet otunun köküyle hamile kal, Söyle bana nerdedirler bütün geçen yıllar, Ya da şeytanın bacağını kim yarar; Öğret bana nasıl duyulur denizkızlarının söylediği şarkılar, Ya da nasıl kurtulunur kıskançlık dikeninden, Ve bul Hangi rüzgâr Dürüst bir aklın ilerlemesi için görev yapar. Doğduysan eğer garip manzaralara bakmaya, Gözükmeyen şeyleri görmeye, On bin gün ve on bin gece gez de gel Yaşlılık beyaz saçtan kar yağdırıncaya kadar başına; Geri döndüğün zaman ama söyleyeceksin bana Bütün garip kerametleri, düşen hissene, Ve diyeceksin bana yeminle Hiçbiryerde Yaşamaz bir kadın hem dürüst hem güzel. Bulursan birini eğer, bana haber ver; Tatlı olurdu böyle bir haç yolculuğu. Fakat yapma; ben gitmezdim ona, Birbirimize rastlamış olsaydık bile bitişik kapıda. Dürüst olsaydı bile o, onunla ilk buluştuğunda, Ve sonunda, yazıncaya dek mektubunu, Gene de o Aldatacaktır Beni, ben gelmeden önce, iki ya da üç adamla. Çeviren: Vehbi Taşar SONG John Donne Go and catch a falling star, Get with child a mandrake root, Tell me where all past years are, Or who cleft the devils foot; Teach me to hear mermaids singing, Or to keep off envy's stinging, And find What wind Serves to advance an honest mind. If thou be'st born to strange sights,
Things invisible to see, Ride ten thousand days and nights Till Age snow white hairs on thee; Thou, when thou return'st wilt tell me All strange wonders that befell thee, And swear No where Lives a woman true and fair. If thou find'st one let me know; Such a pilgrimage were sweet. Yet do not; I would not go, Though at next door we might meet. Though she were true when you met her, And last, till you write your letter, Yet she Will be False, ere I come, to two or three. PİRE John Donne Dikkat et bu pireye, ve dikkat et içinde bunun, Ne kadar az vardır o senin bana vermediğin şeyden; Önce benim kanımdan emdi o, şimdi emiyor seninkinden, Ve ikimizin de kanı birbirine karışacaktır içinde bu pirenin. Sen de bilirsin söylenemez bir günah olduğu bunun, Ya da bir utanç kaynağı, ne de kızlığının kayboluşu olduğu senin; Bak tadını çıkarıyor bu pire kur yapmadan, Ve kuş sütüyle beslenmiş gibi şişirir onu ikimizin yaptığı bir damla kan; Ah ne yazıkki daha çoktur o, bizim birlikte yapacağımızdan! Ah kımıldama yerinden, canını bağışla bir pirenin içinde üç yaşamın, Biz onun içinde neredeyse daha da öteye gittik evlilikten. Bu pire; sen ve ben, Ve bu, gerdeklik yatağımız ve evlilik tapınağımızdır bizim. Her nekadar anne baba istemese de, ve ne de sen, biz tanıştırıldık, Ve bu kömür renkli canlı duvarların içinde bir dehlize kapatıldık. Beni öldürmeye eğimli hale getirse de seni alışkanlık, İzin verme kendini öldürmenin ve kutsal şeylere saygısızlık etmenin eklenmesine, Üçünü öldürmekten gelen üç günahın içine. Gaddar ve beklenmedik oldun sen o zamandan beri Masumluğun kanı mora mı boyadı tırnağını? Nasıl olur da bu pire suçlu olabilirdi, O damlayı saymazsak eğer senden emmiş olduğu? Gene de zafer kazanmış gibi hissedersin kendini, ve dersin ki Ne beni ne de kendini daha zayıf bulursun bu yüzden şimdi. “Doğrudur o; öğren o zaman asılsız korkuların neye benzediğini; Tam ne kadar saygınlık, bana boyun eğseydin alacağın, boşa gitti, Bu pirenin ölümünün senden yaşamı alıp götürdüğü gibi. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Bu şiirdeki metaforlardan benim de başım döndü ama anladığım kadarıyla pire, John Donne’un kız arkadaşıyla seks yapmasının bir simgesidir. Muhtemelen pis bir meyhanenin içinde kız arkadaşıyla konuşuyor. Görünürdeki olay kızın onunla yatmaya razı olmayışı. Fakat daha klinik olarak açıklamak gerekirse, pirenin iki taraftan emdiği kanın iki vücut arasında seks sırasında alışveriş edilen sıvıları ve cinsi münasebeti gösterdiğine hiç kuşku yoktur. 16. Yüzyılda ve orta çağlarda erkeklerin her seks yaptıktan sonra ömürlerinin biraz daha kısaldığına inanılırmış. O yüzden John Donne kendisinin ömrünün kısalacağına rağmen kadının onunla
yatmayışına kızıyor. Şiirin ortasında bir yerde pirenin ağzından konuşuyor. Pireyi öldürme diye kıza çok yalvarıyorsa da kız onu dinlemiyor ve pireyi öldürüyor. Şiirin en son kısmı pire öldükten sonra John Donne’un neler hissettiğini anlatıyor. Elbette bu şiir orta çağlarda ve hatta şimdi bile erkeklere has olan bir görüşü yansıtmaktadır. Yoksa kızın onunla yatmamak için o zamanlar da en azından şimdiki kadar yeterli nedenleri olsa gerek (pislik, cinsel hastalıklar, çocuk yapma korkusu, vb.) Saygılarımla, Vehbi FLEA By John Donne MARK but this flea, and mark in this, How little that which thou deniest me is; It suck'd me first, and now sucks thee, And in this flea our two bloods mingled be. Thou know'st that this cannot be said A sin, nor shame, nor loss of maidenhead ; Yet this enjoys before it woo, And pamper'd swells with one blood made of two ; And this, alas ! is more than we would do. O stay, three lives in one flea spare, Where we almost, yea, more than married are. This flea is you and I, and this Our marriage bed, and marriage temple is. Though parents grudge, and you, we're met, And cloister'd in these living walls of jet. Though use make you apt to kill me, Let not to that self-murder added be, And sacrilege, three sins in killing three. Cruel and sudden, hast thou since Purpled thy nail in blood of innocence? Wherein could this flea guilty be, Except in that drop which it suck'd from thee? Yet thou triumph'st, and say'st that thou Find'st not thyself nor me the weaker now. 'Tis true ; then learn how false fears be; Just so much honour, when thou yield'st to me, Will waste, as this flea's death took life from thee. HESAP John Donne İlk yirmi yılda dünden beri geçen, Kendimi güçlükle inandırabildim gidebilmiş olduğuna senin; Sonra bir kırk yıl daha bana geçmişte vermiş olduğun lütuflarla beslendim, Ve bir kırk yıl daha ümidiyle onları bana vermeyi sürdürebileceğinin. Yüz kadarını gözyaşları boğdu, ve ah çekişler ikisini havaya uçurdu, Bin tanesinde ne düşündüm ne de bir iş becerdim, Ya da onları parçalarına böldüm, hepsi seni düşünerek geçtiğinden, Ya da bin yıl içersinde nasıl bölme yapılacağını bile unuttuğum için. Gene de bunu sen sayma uzun yaşamdan, Fakat şunu aklında tut çoktan ölmüşlerdir ölümsüzler. Hiç ölebilirlermi hayaletler? Çeviren: Vehbi Taşar
COMPUTATION By John Donne For the first twenty years since yesterday I scarce believed thou couldst be gone away; For forty more I fed on favors past, And forty on hopes that thou wouldst they might last. Tears drowned one hundred, and sighs blew out two, A thousand, I did neither think nor do, Or not divide, all being one thought of you, Or in a thousand more forgot that too. Yet call not this long life, but think that I Am, by being dead, immortal. Can ghosts die? HAYALET John Donne Ey katil kadın, beni hor görmen yüzünden öldüğüm zaman Ve kurtulduğunu sandığın zaman Bütün rahatsız edişlerimden, O zaman benim ruhum gelecek senin yatağının yanına, Ve seni, sahte iffetli kadın, görecek en kötüsünün kollarında; O zaman senin hastalanmış mumunun ucu titremeye başlayacak, Ve o adam, senin onun olduğun, daha önce yorulduğundan, Eğer sen kıpırtadırsan, ya da çimdiklersen onu uyandırmak için, düşünecek Ondan daha çok para istediğini, Ve senden uzağa çekilecek yalancı uykuda; Ve o zaman, sefil titreyen alçak herif, ihmal edilmiş halde Soğuk cıva gibi terin içinde yıkanmış yatacak Benden daha çok canından bezmiş bir hayalet halinde. Ne söyleyeceğimi ben, söylemeyeceğim sana şimdi, Bilirsen seni belki korur diye; ve benim aşkım boş yere harcandığına göre, Senin pişmanlık duymanı yeğlerim büyük acı duyarak, Benim tehditlerimin zararsızca gömülü kalmasındansa hala ebedi uykuda. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Orta çağlarda etrafta hayaletler olduğu zaman mumların titrek ve mavi renkli bir alevle yandıklarına inanılırdı. APPARITION John Donne When by thy scorn, O murd'ress, I am dead And that thou think'st thee free From all solicitation from me, Then shall my ghost come to thy bed, And thee, feign'd vestal, in worse arms shall see; Then thy sick taper will begin to wink, And he, whose thou art then, being tir'd before, Will, if thou stir, or pinch to wake him, think Thou call'st for more, And in false sleep will from thee shrink; And then, poor aspen wretch, neglected thou Bath'd in a cold quicksilver sweat wilt lie A verier ghost than I. What I will say, I will not tell thee now, Lest that preserve thee; and since my love is spent,
I'had rather thou shouldst painfully repent, Than by my threat'nings rest still innocent. KÜÇÜK KUZU William Blake (1757-1827) Küçük kuzu, seni kim yaptı? Biliyormusun seni kimin yaptığını? Sana kimin yaşam verdiğini ve sana yem verilmesini emrettiğini Derenin yanında ve yeşilliğin üzerinde; Sana güzel giysiler verdiğini En yumuşak kumaştan, parlak ve yünlü; Sana bu kadar yumuşak bir ses verdiğini Keyiflendiren bütün vadileri? Küçük kuzu, seni kim yaptı? Biliyormusun seni kimin yaptığını? Küçük kuzu, ben diyeceğim sana, Küçük kuzu, ben diyeceğim sana, Onun ismi aynıdır seninkisiyle, Çünkü O da bir Kuzu der Kendisine, O da yumuşak başlı ve iyi huylu; O da küçük bir çocuk oldu. Ben bir çocuk, sen bir kuzu, İkimiz de çağrılırız Onun adıyla. Küçük kuzu, Allah bağışlasın seni! Küçük kuzu, Allah bağışlasın seni! Çeviren: Vehbi Taşar Not: Küçük kuzu elbette İncilde ismi “küçük kuzu” olarak geçen küçük İsa Peygamberdir. LITTLE LAMB By William Blake Little Lamb, who made thee? Dost thou know who made thee? Gave thee life, and bid thee feed, By the stream and o'er the mead; Gave thee clothing of delight, Softest clothing, woolly, bright; Gave thee such a tender voice, Making all the vales rejoice? Little Lamb, who made thee? Dost thou know who made thee? Little Lamb, I'll tell thee, Little Lamb, I'll tell thee. He is called by thy name, For He calls Himself a Lamb. He is meek, and He is mild; He became a little child. I a child, and thou a lamb, We are called by His name. Little Lamb, God bless thee! Little Lamb, God bless thee! HOŞ VE YAVAŞ Alfred Lord Tennyson (1809–1892) Hoş ve yavaş, hoş ve yavaş,
Batı denizinden rüzgâr, Yavaş yavaş nefes al ve üfür, Batı denizinden rüzgâr! Yuvarlanan suların üzerinden git, Ölmekte olan aydan gel, ve üfür, Onu bana çarp tekrar; Yatarken benim güzelim, uyurken benim ufak bebeğim. Uyu ve dinlen, uyu ve dinlen, Baba gelecek sana birazdan; Dinlen, dinlen, annenin göğsünde dinlen, Baba gelecek sana birazdan; Baba gelecek bebeğine yuvada duran, Gümüş yelkenler fora bütün batıdan Gümüş ayın altından: Uyu, benim güzelim, uyu, benim ufak bebeğim. Çeviren: Vehbi Taşar SWEET AND LOW Alfred Lord Tennyson Sweet and low, sweet and low, Wind of the western sea, Low, low, breathe and blow, Wind of the western sea! Over the rolling waters go, Come from the dying moon, and blow, Blow him again to me; While my little one, while my pretty one, sleeps. Sleep and rest, sleep and rest, Father will come to thee soon; Rest, rest, on mother`s breast, Father will come to thee soon; Father will come to his babe in the nest, Silver sails all out of the west Under the silver moon: Sleep, my little one, sleep, my pretty one, sleep. LUSİ CEBİDELİK Lewis Carroll (1832-1898) O adamın kardeşi Lusi Cebidelik, İğne iplik oldu incelip incelip: bir deri bir kemik. Bunda şaşılacak ne var? Gece gündüz yağmurda yatırdılar, Ve beslemediler onu yemek verip. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Ömer Hayyam gibi asıl mesleği matematikçilik olan Lewis Carroll bütün ömrü boyunca bekar kalmış ve bütün sevgisini çocuklara ve onlar için yazdığı kitaplara ve şiirlere vermiştir. LUCY O’FINNER Lewis Carroll His sister, called Lucy O'Finner, Grew constantly thinner and thinner;
The reason was plain, She slept out in the rain, And never was allowed any dinner. ÇATLA, ÇATLA, ÇATLA Alfred Lord Tennyson (1809-1892) Çatla, çatla, çatla, Soğuk kurşuni taşlarının üzerinde, Ey Derya! Ve keşke dilim basabilseydi feryadı, İçimde ayağa kalkan endişeleri anlatmaya. Balıkçının oğluna iyidir o, Kızkardeşiyle çığlık atan oyunda! Gemici delikanlıya iyidir o, Körfezde şarkı söyleyen kayığında! Ve ileri giden görkemli kalyonlara Limanlarına tepenin altında; Fakat Ah o gözden kaybolan bir elin dokunuşuna, Ve ses çıkarmayan bir sesin sedasına! Çatla, çatla, çatla, Sarp kayalıklarının ayağında, Ey Derya! Ama ölen bir günün duyarlıkla onurlandırılması Asla geri gelmeyecek bana. Çeviren: Vehbi Taşar BREAK, BREAK, BREAK Alfred Lord Tennyson Break, break, break, On thy cold gray stones, O Sea! And I would that my tongue could utter The thoughts that arise in me. O, well for the fisherman's boy, That he shouts with his sister at play! O, well for the sailor lad, That he sings in his boat on the bay! And the stately ships go on To their haven under the hill; But O for the touch of a vanished hand, And the sound of a voice that is still! Break, break, break, At the foot of thy crags, O Sea! But the tender grace of a day that is dead Will never come back to me. YAŞLI OZAN Jonathan Swift (1667-1745) Şiir için, en parlak dönemini geçirmiştir, Bir kafiye yakalaması bir saati bulur;
Ateşi sönmüştür onun, aklı çürük, Hayal gücü batık, ilham perisi yaşlı bir beygir. Kalemi çöpe attırırdım ona bana kalsaydı eğer, Fakat bazı adamlar hiç laf dinlemiyor. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Güliver’in Maceralarını yazan Jonathan Swift 1667 yılında bu gün İrlanda’da Dublin'de doğmuştur (bunu İrlanda şiirine koysaydım daha iyi ederdim). “Herkes çok yaşamayı arzular, fakat hiç kimse yaşlanmayı istemez.” –- Jonathan Swift "Every man desires to live long, but no man wishes to be old." — Jonathan Swift THE OLD POET By Jonathan Swift (1667-1745) For poetry, he’s past his prime, He takes an hour to find a rhyme; His fire is out, his wit decayed, His fancy sunk, his muse a jade. I’d have him throw away his pen, But there is no talking to some men. ÖLÜ BİR MENEKŞE ÜZERİNE Percy Bysshe Shelley (1792-1822) Koku gitti çiçekten Senin öpücüklerin gibi benim üstüme nefes veren; Renk uçmuştur çiçekten Kızaran senden, yalnız senden! Buruş buruş, cansız, boş cisim, Terkedilmiş göğsümde yatar benim; Ve kalbi taklit eder, hala sıcak olan Donuk ve sakin dinlenmeden. Ağlarım—gözyaşlarım canlandırmaz onu; İç çekerim—artık nefes vermez o üstüme benim: Onun dilsiz ve şikayet etmeyen nasibi Olması gerektiği gibidir benimkinin. Çeviren: Vehbi Taşar ON A DEAD VIOLET by: Percy Bysshe Shelley The odor from the flower is gone Which like thy kisses breathed on me; The color from the flower is flown Which glowed of thee and only thee! A shrivelled, lifeless, vacant form, It lies on my abandoned breast; And mocks the heart, which yet is warm, With cold and silent rest.
I weep--my tears revive it not; I sigh--it breathes no more on me: Its mute and uncomplaining lot Is such as mine should be. AYDAKİ PALYAÇO Dylan Thomas (1914-1953) Sessiz sürüklenişi gibidir gözyaşlarım Büyülü bir gülden düşen petallerin; Ve uçurumundan akar bütün kederlerim Anımsanmaz karların ve göklerin. Sanırım elimi değseydim toprağa, Ufalananırdı o; Öyle mahzun ve güzel ki, Öyle korkak bir düş sanki. Çeviren: Vehbi Taşar CLOWN IN THE MOON Dylan Thomas My tears are like the quiet drift Of petals from some magic rose; And all my grief flows from the rift Of unremembered skies and snows. I think, that if I touched the earth, It would crumble; It is so sad and beautiful, So tremulously like a dream. KUM SETİNİ AŞMAK Alfred Lord Tennyson Günbatımı ve akşam yıldızı, Ve bana bir açık seçik çağırma! Ve olmasın hiçbir kum setinin iniltisi altımda, ben denize açıldığımda, Bunun gibi bir gelgit ama, gözükür giderken uyurmuş gibi, Ses ve köpük için çok dolu, Sınırsız derinden dışarı çekmiş olan su Geri döndüğü zaman tekrar eve doğru. Alacakaranlık ve akşam çanı, Ve karanlık onun arkasından! Ve olmasın hiçbir uğurlama üzüntüsü, Ben gemiye bindiğim zaman; Çünkü her ne kadar bizim Zaman ve Yerimizin suyundan dışarıya Taşıyabilirse de sel beni uzağa, Yüz yüze gelmeyi ümit ederim kılavuzumla Ben kum setini aştığımda. Çeviren: Vehbi Taşar
CROSSING THE BAR By Alfred Lord Tennyson Sunset and evening star, And one clear call for me! And may there be no moaning of the bar, When I put out to sea, But such a tide as moving seems asleep, Too full for sound and foam, When that which drew from out the boundless deep Turns again home. Twilight and evening bell, And after that the dark! And may there be no sadness of farewell, When I embark; For tho' from out our bourne of Time and Place The flood may bear me far, I hope to see my Pilot face to face When I have crost the bar. BİR AKŞAM YÜRÜRKEN DIŞARIDA W.H. Auden (1907-1973) Bir akşam yürürken dışarıda, Bristol sokağından aşağı doğru, Kalabalık yığınları kaldırımda Harmanlanmış buğday tarlalarıydı. Ve aşağıda taşarak akan ırmakta Duydum bir aşığın şarkı söylediğini Demiryolu kemerinin altında: ‘Aşkın yoktur sonu. ‘Seveceğim seni, sevgilim, seveceğim seni Bir araya gelinceye kadar Çin ve Afrika, Ve nehir üstünden atlayıp geçinceye kadar dağı, Ve som balığı şarkı söyleyinceye kadar sokakta, ‘Seveceğim seni okyanus katlanıncaya Ve kurusun diye asılıncaya kadar Ve yedi tane yıldız gökyüzünün civarında Kazlar gibi viyak viyak bağırıncaya kadar. ‘Tavşanlar gibi koşacak yıllar, Çünkü benim kollarımda durur, Çiçeği Asırların, Ve ilk aşkı dünyanın.’ Fakat bütün saatleri şehrin Vurmaya başladı zil ve çan: ‘Bırakma aman aldatmasın seni zaman, Sen zamanı fethedemezsin. ‘Oyuklarında kabusun
Adalet orada çıplak durur, Gölgelerden gözetler zaman Ve öpmek isterseniz öksürür. ‘Başağrıları ve endişeyle yaşam akar gider belli etmeksizin. Ve kendi hayalini kurar Zaman, Yarın ya da bugün için. ‘Bir çok yeşil vadinin içine doğru Sürüklenir dehşet verici kar; Zaman birbirine sarılmış dansları kırar Ve dalgıcın ışıldayan pruvasını. ‘Aman ellerinizi suya daldırın Onları bileğe kadar suya batırın; Bakın, leğene bakın Ve neyi özlediğinize şaşın. ‘Buzul dolabın üstüne vurur, Çöl yatakta iç çeker, Ve çay bardağındaki çatlak açar Ölümün ülkesine giden dar bir yol. Orada kağıt paralarla piyango çeker yoksullar Ve Dev Jek’e büyü veriyor, Ve Zambak-Beyazı Oğlan Aslan gibi kükrer Ve Jil sırtının üstünden aşağı kayar. ‘Ah bakın, bakın aynaya, Ah bakın sıkıntıya düştüğünüzde: Bir hayır dua olarak kalır yaşama Siz hayır dua veremeseniz de. ‘Aman dikilin, dikilin pencerede Yakarlar ve başlarlarken gözyaşları; Seveceksiniz eğri büğrü komşunuzu Kendi eğri büğrü kalbinizle.’ Geç olmuştu, geç gece, Aşıklar gitmişti evlerine; Saatler durdurmuşlardı çanlarını, Ve derin ırmak sürdürdü akmasını. Çeviren: Vehbi Taşar AS I WALKED OUT ONE EVENING by W. H. Auden
As I walked out one evening, Walking down Bristol Street, The crowds upon the pavement Were fields of harvest wheat.
And down by the brimming river I heard a lover sing Under an arch of the railway: 'Love has no ending.
'I'll love you, dear, I'll love you Till China and Africa meet, And the river jumps over the mountain And the salmon sing in the street,
'I'll love you till the ocean Is folded and hung up to dry And the seven stars go squawking Like geese about the sky.
'The years shall run like rabbits, For in my arms I hold The Flower of the Ages, And the first love of the world.'
But all the clocks in the city Began to whirr and chime: 'O let not Time deceive you, You cannot conquer Time.
'In the burrows of the Nightmare Where Justice naked is, Time watches from the shadow And coughs when you would kiss.
'In headaches and in worry Vaguely life leaks away, And Time will have his fancy
To-morrow or to-day.
'Into many a green valley Drifts the appalling snow; Time breaks the threaded dances And the diver's brilliant bow.
'O plunge your hands in water, Plunge them in up to the wrist; Stare, stare in the basin And wonder what you've missed.
'The glacier knocks in the cupboard, The desert sighs in the bed, And the crack in the tea-cup opens A lane to the land of the dead.
'Where the beggars raffle the banknotes And the Giant is enchanting to Jack, And the Lily-white Boy is a Roarer, And Jill goes down on her back.
'O look, look in the mirror, O look in your distress: Life remains a blessing Although you cannot bless.
'O stand, stand at the window As the tears scald and start; You shall love your crooked neighbour With your crooked heart.' It was late, late in the evening, The lovers they were gone; The clocks had ceased their chiming, And the deep river ran on.
From Another Time by W. H. Auden, published by Random House. Copyright © 1940 W. H. Auden, renewed by The Estate of W. H. Auden. Used by permission KİLİSEDEKİ ARI Alfred Noyes (1880-1958) Kuytu kilise Ovingdiyin’deki Hoş kokuluydu Mayısta bir arı kovanı gibi; Ve kimseler yoktu içinde Vaaz vermeye, övmeye, ya da dua etmeye. Günışığı kapının arasından eğrildi, Ve boyalı camdan kepenklerin içinde meyillendi, Ben gizlice girdiğim zaman içeri, bir kez daha yalnızbaşıma Geçen uzun zamanları duyumsamaya. Sonra, soluk külrengi suskunluğun içinden vızıldadı Havanın üstünde yankı yapan basit bir şarkı, Sanki bir takım hayalete benzer papaz okumuştu makamla Eski bir Gregoryeni orada. Aziz Kraysostom ödünç veremezdi asla Daha fazla bal cennetteki Bahara Yukarı çıkan mırıldana mırıldana O göze görünmeyen kanatta. O kadar küçüktü ki o, görebilirdim zorla Benim kemerli kahverengi kahinimi; Biliyordum yalnız Fransiskan bir arı ama Bu kadar bas bir sesle ilahi okuyabilirdi. Onun altın Latincesi yuvarlandı ve gümbürdedi. Kilise mihrabındaki çiçekleri dalgalandırdı tazelikle Çiçekleninceye kadar bütün o ibadetin kovanı Güneşin ve çiyin düşleriyle. Ah, Mayıs’ın tatlı Fransiskan’ı, Periler kraliçesinin sevgili papazı, Şarkı söyleyen bir kalbi yolcu ettin Sen Ovingdiyin’den, o gün. Çeviren: Vehbi Taşar Not: Fransiskan: 1209 yılında Asisi’nin rahibi aziz Fransis tarafından kurulan bu katolik mezhebine ait olan papazlara Fransiskan denilir ve bu papazlar kendilerini yoksulluğun ve alçak gönüllülüğün görkemlerine adarlar. Gregoryen: Katolik kilisesinin ilahilerine Gregoryen denilir. Aziz Chrysostom: Antakya’lı John Kraysostom (347-407) İstanbul’un (Bizans imparatorluğunun Konstantinopulu) başpiskoposuydu. Hristiyanlık tarihinde çok önemli bir insan olan bu zatı burada anlatmaya gerek yoktur sanırım. THE BEE IN CHURCH By Alfred Noyes (1880-1958) THE nestling church at Ovingdean Was fragrant as a hive in May; And there was nobody within
To preach, or praise, or pray. The sunlight slanted through the door, And through the panes of painted glass, When I stole in, alone once more To feel the ages pass. Then, through the dim grey hush there droned An echoing plain-song on the air, As if some ghostly priest intoned An old Gregorian there. Saint Chrysostom could never lend More honey to the heavenly Spring Than seemed to murmur and ascend On that invisible wing. So small he was, I scarce could see My girdled brown hierophant; But only a Franciscan bee In such a bass could chant. His golden Latin rolled and boomed. It swayed the alter-flowers anew, Till all that hive of worship bloomed With dreams of sun and dew. Ah, sweet Franciscan of the May, Dear chaplain of the fairy queen, You sent a singing heart away That day, from Ovingdean. AY İÇİN Percy Bysshe Shelley (1792-1822) Göklere tırmanmanın verdiği yorgunluk mu Böyle benzini soldurdu senin, ve yeryüzüne bakmak mı, Çevreyi dolaşarak arkadaşsızca Senden başka kökenlerden gelen yıldızların arasında,Ve durmadan-değişerek, sevinç nedir bilmez bir göz gibi Hiçbir hedefi layık bulmayan onun vefasına? Çeviren: Vehbi Taşar Not: 19 uncu yüzyılın romantik ozanı, Frankeştayn romanının yazarı Mary Shelley’in kocası olan Percy Bysshe Shelley, İngiltere’de sosyal reform isteyen ve o zaman çok radikal kabul edilen fikirlerinden dolayı, Oxford üniversitesinden atılmıştır. Yukardaki çok ünlü şiirinde bile İngiltere’de bugün dahi yaygın olan sınıf sistemine nasıl başkaldırdığını görmek mümkündür. Percy Bysshe Shelley daha 30 yaşındayken İtalya açıklarında gezindiği yelkenlide bir deniz kazası geçirerek denizde boğulmuştur. Saygılarımla, Vehbi
TO THE MOON By Percy Bysshe Shelley
Art thou pale for weariness Of climbing heaven, and gazing on the earth, Wandering companionless Among the stars that have a different birth,— And ever-changing, like a joyless eye That finds no object worth its constancy? GÜZEL SANATLAR MÜZESİ W. H. Auden Acı çekmek konusunda hiçbir zaman yanlış değillerdi, Eski Ustalar; ne kadar da iyi anlamışlardı onlar Onun insanlıktaki yerini; onun nasıl olduğunu Başka biri yemek yiyorken ya da bir pencere açıyorken ya da aptal aptal yürüyorken yol boyu; O zaman, nasıl, yaşlılar çok saygılı bir şekilde ve tutkuyla bekliyorlarken Mucizevi doğum için, çocuklar olması gerektir herzaman Onun oluşunu özellikle istemedikleri halde, buz pateni yapan Ormanın kenarında bir gölcüğün üzerinde: Hiçbirzaman unutmadılar onlar Tüyler ürpertici şehadetin bile doğal yatağını akması gerekir onu bitirinceye kadar Her nasılsa bir köşede, dağınık bir noktada Köpeklerin köpeklik yaşamlarını sürdürdükleri ve işkencecinin atının Onun masum gerisini bir ağacın üzerine kaşıdığı yerde. Brugel’in İkarus’unda, örneğin: nasıl herkes çevirir arkasını Felakete hiç acele etmeden; Çiftçi su fışırtısını Duymuştu belki, yüzüstü bırakılışın feryadını, Fakat onun için önemli bir başarısızlık değildi bu; Parlıyordu güneş yapmak zorunda olduğu gibi Yeşil suyun içinde gözden kaybolan beyaz ayakların üzerine; pahalı hafif geminin Hayretlere düşüren bir şeyi, gökten düşen bir oğlan çocuğunu, görmüş olması gereken Bir yere ulaşması lazımdı ve yelken açmayı sürdürdü heyecanlanmadan. Çeviren: Vehbi Taşar Not: http://www.leedstrinity.ac.uk/depart/Media...ive/WHAuden.htm İngiliz ozanı W.H Auden Belçika’nın başşehri Brüksel’deki Güzel Sanatlar Müzesini ziyaret ettiği zaman orada Brugel’in en ünlü resimlerinden biri olan “İkarus’un Düşüşüyle Manzara” isimli yağlıboya tablosunu görmüştür. 1525-1569 yılları arasında yaşamış olan ünlü Felemenk’li resim ustası Peter Breughel’in (Piytır Brugel diye okunur) bu resmi tipik bir Felemenk köy manzarasının ardında Mitoloji kahramanı İkarus’un gökten düşüşünü sergiliyor. Bu resmin bir kopyesini yukardaki ekte bulabilirsiniz. Yunan mitolojisine göre, İkarus’un babası Dedelus oğluyla birlikte kapatıldıkları hapishaneden kurtulmak için kuş tüyleri ve balmumu kullanarak kanatlar yapmıştır. Bu kanatları kullanarak uçup hapisten kaçan baba ve oğul uçarlarken Dedelus oğluna güneşe çok yakın uçarsa balmumunun eriyeceğini ve gökten düşeceğini söylemiş ve çok dikkat etmesini tembih etmiştir. Fakat daha çok genç olan İkarus bir kez uçmaya başlayınca çok heyecanlanmış ve güneşe çok yaklaşınca kanatlarındaki balmumu eriyerek kanatlarını kaybetmiş ve denize düşerek ölmüştür. Bu tabloda Auden’i asıl etkileyen şey resmin güzelliğinin yanısıra insanoğlunun yapısında felakete arkasını dönmenin ne kadar belirgin olduğudur. Auden İspanya iç harbinde savaşmıştır. 1938 de ikinci Dünya Harbinden hemen önce yazmış olduğu bu şiir İspanya iç harbinde gördüklerini yansıtması yanında İkinci Dünya harbi sırasında olacakları da önceden haber verdiği için büyük ün kazanmıştır. Saygılarımla, Vehbi
MUSEE DES BEAUX ARTS By W. H. Auden About suffering they were never wrong, The Old Masters; how well, they understood Its human position; how it takes place While someone else is eating or opening a window or just walking dully along; How, when the aged are reverently, passionately waiting For the miraculous birth, there always must be Children who did not specially want it to happen, skating On a pond at the edge of the wood: They never forgot That even the dreadful martyrdom must run its course Anyhow in a corner, some untidy spot Where the dogs go on with their doggy life and the torturer's horse Scratches its innocent behind on a tree. In Breughel's Icarus, for instance: how everything turns away Quite leisurely from the disaster; the ploughman may Have heard the splash, the forsaken cry, But for him it was not an important failure; the sun shone As it had to on the white legs disappearing into the green Water; and the expensive delicate ship that must have seen Something amazing, a boy falling out of the sky, had somewhere to get to and sailed calmly on. Sarılış Doğum günündü. Gece yarısına dek Yedik içtik, en sonunda bize bir yatak gösteren Eski bir arkadaşla birlikte. Sarhoş bir sıçrayışla ulaştım yatağa. Henüz uzanmışken sıcacık, Ve mayışmışken şarapla, dalmışım bir tarafta. Dalmışım, uyumuşum. Birdenbire, arkamdan, Bir sarılışla bölündü uykum, Öyle ki bedenlerimizin bütün boyutları zorlandı: Ayağının üstü topuğumda, Kürek kemiklerim göğsünde. Cinsellik değildi bu, fakat duyumsadım Bedenime karşı bedeninin yükleyebileceği Ya da gereceği bütün gücünü. Ve uysallaşmadan önceki Büyük ihtirasımız Sanki hâlâ yirmi ikisindeymişiz gibi Kenetledi beni sana. Hızlı uykum sildi Zaman ve mekanın bütün müdahalesini. Bildiğim tek şey Güvenli sağlam kuru kucaklayışının kaldığıydı. Thom Gunn (1929-2004, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ________________________________________ The Hug by Thom Gunn It was your birthday, we had drunk and dined Half of the night with our old friend
Who'd showed us in the end To a bed I reached in one drunk stride. Already I lay snug, And drowsy with the wine dozed on one side. I dozed, I slept. My sleep broke on a hug, Suddenly, from behind, In which the full lengths of our bodies pressed: Your instep to my heel, My shoulder-blades against your chest. It was not sex, but I could feel The whole strength of your body set, Or braced, to mine, And locking me to you As if we were still twenty-two When our grand passion had not yet Become familial. My quick sleep had deleted all Of intervening time and place. I only knew The stay of your secure firm dry embrace. Gece Terleri İçindeki Adam Soğuk uyanırım. Sıcağın düşleriyle zenginleşmiş ben Uyanırım onların tortularına, Terine, ve yapış yapış bir çarşafa. Etim kalkanıydı kendisinin: Kesik varsa, iyileşirdi. Büyüdüm keşfederek Güvenebileceğim bedeni Hayran kaldığımda bile Güçlü kılan tehlikede, Derime her meydan okuyuşta, Mucizelerden bir dünya vardı, Üzülmekten başka şey yapamam Doğal kalkanım kırıldı artık, Zihnim telaşa indirgendi, Etim büzüldü ve harap halde. Yatağı değiştirmeliyim, Fakat kendimi tutuyorum onun yerine Olduğum yerde durmuşum dimdik Sarmalıyorum bedenimi kendime Sanki siper yapıyorum Beni delip geçecek acılara karşı, Sanki eller yetermiş gibi Bir heyelanı durdurmaya. Thom Gunn (1929-2004, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ___________________________________________ The Man with Night Sweats
by Thom Gunn I wake up cold, I who Prospered through dreams of heat Wake to their residue, Sweat, and a clinging sheet. My flesh was its own shield: Where it was gashed, it healed. I grew as I explored The body I could trust Even while I adored The risk that made robust, A world of wonders in Each challenge to the skin. I cannot but be sorry The given shield was cracked, My mind reduced to hurry, My flesh reduced and wrecked. I have to change the bed, But catch myself instead Stopped upright where I am Hugging my body to me As if to shield it from The pains that will go through me, As if hands were enough To hold an avalanche off. Yolda Bir Kuş Ölüsü Üstüne Eskiden o muhteşem tüyleri sabırsızlıkla fırlatan ve uçuran Şimdi yolda yatıyor yamyassı eski bir deri eldiven gibi, Ve Tanrı’nın çılgın arzusu misali, havanda dövüyorlar onu Bütün gün boyunca, o muazzam tırların o devasa tekerlekleri. George Barker (1913-1991, İngiltere Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ____________________________________________________ On a Bird Dead in The Road by George Barker What formerly flounced and flew its fantastic feathers Now lies like a flattened old leather glove in the road, And the gigantic wheels of the articulated juggernaut lorries Pound down on it all day long like the mad will of god. Sokak Baladı -IIGeçmişte bir yerde boş bir oda var Ve orada, dikenli bir yatakta Yatıyor asla doğmamış olan, Olmam gereken biri. Bütün bunların usandırdığı ben
O olduysam, Niçin yırtar kalbimi O’nun masumiyeti Et yiyen vahşi melekler misali? George Barker (1913-1991, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ____________________________________________ Street Ballad -IIby George Barker Somewhere in the past there is a vacant room and there, on a bed of thorn lies the one I should have been, who was never ever born. Haunted by all those things I should have been had I been him, why does his innocence tear at my heart like wild flesh-eating cherubim? Sokak Baladı -IIIHiçbir şey heba olmadı. Tek kelime bile. Ağının tek tükürüğü bile. Sırttaki bıçak bile, yaradaki tuz bile, İhtirasın tek yarası bile. Durur burada, yüreğimde Her anın anıtı. Halikarnas Mozolesi’nde de Hatırlar acı. George Barker (1913-1991, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy __________________________________________________ Street Ballad -IIIby George Barker Nothing was wasted. Not a word. Not at spittle of poison. Not the knife in the back, not the salt in the wound, Not a wound of the passion. Here in my heart may the monument Of every moment remain. At Halicarnassus Mausolus Also remembers the pain. Sokak Baladı -IVOrada, döneriz taşa şelale yanında çocuk dansları daima döneriz taşa orada tamamlanmamış cümlelerin ardında. Asla ölemeyecek bulutunda ve güllerinde orada ateşten dilleriyle çocuk şarkıları ölemeyecek asla o sonsuz anda.
George Barker (1913-1991, İngiltere Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _______________________________________________ Street Ballad -IVby George Barker There, by the falling water in which we turn to stone for ever the infant dances beyond the imperfect tenses in which we turn to stone. There in its clouds and roses that cannot ever die with tongues of fire that infant chants the everlasting instant that cannot die. Sokak Baladı -VYukarılardan bakar kuşlar aşağıya ve şakırlar, çünkü birkaç kat daha yüksekte yaşadıklarından kaçırdıkları o muazzam komedileri görürler: kepaze rezaletleri ve büyük aşağılamaları, onlar, tıpkı tanrılar gibi, merhametsiz, bakarlar aşağıya telefon tellerinden. Fakat otururlarken yukarıda ve bakarlarken bizim vahşi bodur ve pis durumlarımıza, bir karton ağacın ardında durarak tek gözünü kapatan ve öbürüyle bir tüfeğin borusu boyunca bakarak onları hissizce inceleyen birini görmezler. George Barker (1913-1991, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy __________________________________________________________ Street Ballad -Vby George Barker From high above the birds look down and sing because they see the monstrous comedies they miss, living several storeys higher: the dirty degradations and the gross humiliations, they, like the gods, without pity, look down upon from a telephone wire. But as they sit there high above and gaze down upon our brutal short and messy circumstances, they do not see the one who stands behind a cardboard tree examining them coldly with one eye closed and the other staring along the barrel of a gun. Sokak Baladı -IYaz günü uzanmışken Tiber kıyısında işittim balıkların şarkısını: “Aşağıda çalmazlar cehennem çanlarını Pazar sabahları, kemikler de uyanıp yürümez kesime giden koyunlar misali. Aşağıda yüzeriz hoş günahlarımızda kutsal sudaymışız gibi. Ah, öyle bir cennettir ki dünyada, oynaşıp eğlenmek Kutsal Piskoposluk fıskiyesinde, ah bak şu kutsal fıskiyeye! Kutsal Kilise denetler Tiber’deki bütün balıkların besili olmasını, yatağa temiz yatırılmasını ve İncil’i okumamalarını. Ve eğer sorarsan bize Kilise’nin niçin balıklarla bu denli ilgilendiğini yanıtlamalıyız tabii ki: Çünkü biziz Kilise’nin en gözde yemeği”.
George Barker (1913-1991, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _____________________________________________________________ Street Ballad -Iby George Barker As I lay by the summer Tiber I heard the fishes singing: “Down here they do not ring the bell of hell on Sunday morning, nor do all the bones get up and walk like sheep to slaughter. Down here we swim in lovely sin as sweet as holy water. O what paradise on earth it is to play about in the fountain of the Holy See, O see the holy fountain! The Holy Church sees to it that all fishes in the Tiber are kept well fed, put clean to bed and mustn’t read the Bible. And if you ask us why the Church is so concerned with fish we must reply: “Because we are the Church’s favourite dish.” Benim Kederli Kaptanlarım Birer birer belirdiler karanlıkta: birkaç arkadaş, ve tarihi isimler taşıyan birkaç kişi. Nasıl da geç başladılar ışımaya! fakat sönüp gitmeden somutlaşarak dururlar kusursuzca, bütün geçmiş sarmalamaktadır onları bir keşmekeşin cübbesi misali. Bence, her bir sıcak ıspazmozda harcadıkları o müsrif gücü yenilemek için, sadece bunun için yaşayan adamlardı onlar. Aklıma düştüler, şimdi uzaktalar. Doğrudur, onların henüz rahatta olmadıkları, fakat şimdi gerçekte ayrıdırlar, ayıklanmışlardır başarısızlıklardan, bir yörüngeye kapanmışlar ve dönerler ilgisiz katı bir güçle, yıldızlar misali. Thom Gunn (1929-2004, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ________________________________________________ My Sad Captains by Thom Gunn One by one they appear in the darkness: a few friends, and a few with historical names. How late they start to shine! but before they fade they stand perfectly embodied, all the past lapping them like a cloak of chaos. They were men who, I thought, lived only to renew the wasteful force they spent with each hot convulsion.
They remind me, distant now. True, they are not at rest yet, but now they are indeed apart, winnowed from failures, they withdraw to an orbit and turn with disinterested hard energy, like the stars. Salyangozu İncelemek Yeşil bir gecenin arasından abanmaktadır salyangoz, çünkü çimen suyla ağırdır ve salyangozun yaptığı parıltılı yolla karşılaşır; koyulaştırır yağmur yeryüzünün karanlığını orada. Kımıldar arzunun ormanında, ancak bakakalır o avlanırken solgun geyik boynuzları. Hangi güç iş başında, söyleyemem, bir şey bilmeden, sırılsıklam olmuş niyetle orada. Nedir bir salyangozun gazabı? Bütün düşündüğüm şudur, eğer daha sonra tünelin yukarısındaki yaprakları ayırdığımda ve gördüğümde o ince kırık beyaz izleri kuluçka boyunca, tasavvur edemezdim asla o yavaş şehvet nasıl da bu tasarlanmış gelişmeye yol açar diye. Thom Gunn (1929-2004, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _________________________________________ Considering the Snail by Thom Gunn The snail pushes through a green night, for the grass is heavy with water and meets over the bright path he makes, where rain has darkened the earth's dark. He moves in a wood of desire, pale antlers barely stirring as he hunts. I cannot tell what power is at work, drenched there with purpose, knowing nothing. What is a snail's fury? All I think is that if later I parted the blades above the tunnel and saw the thin trail of broken white across litter, I would never have imagined the slow passion to that deliberate progress.
Ölmekteyken İsherwood'a Olabilir, Christopher, Santa Monica'daki Yapraklarla örtülü evinde uzanmışken ve beklerken Dışarıdan duyabilirsin yeniden başlayan Kesintili, anonim bir sesi, Güz günleri gecikir gibi Elli yıl öncesinin Berlin’inden – Zifiri karanlık sokakta durup ıslık çalarken Delikanlılar kızlara, bir kaya parçası gibi Ufalanan kirli paslı binaların altında, Kiralık bir odanın ardında da Kulak kabartırdın sen, merak ederdin Biri sana da kazara ıslık çalar mı diye, Duygusallığı bırakarak eklerdin hemen ”Mümkün değildir bu”. Şimdi daha sıkı bir uyanıklık içindeyken Ve kanyonun palmiyelerinden ve un ufak altınından Mümkün olabilir ki Yalnız bir ıslığın seni çağırdığını duyabilirsin. Dışarı çık Dışarı çık, soğuğa. Sırnaşarak ısrarla ve gayri şahsi. (Noel haftası, 1985) Thom Gunn (1929-2004, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ___________________________________ To Isherwood Dying by Thom Gunn It could be, Christopher, from your leafed-in house In Santa Monica where you lie and wait You hear outside a sound resume Fitful, anonymous, Of Berlin fifty years ago As autumn days got late – The whistling to their girls from young men who Stood in the deep dim street, below Dingy façades which crumbled like a cliff, Behind which in a rented room You listened, wondering if By chance one might be whistling up for you, Adding unsentimentally ‘It could not possibly be.’ Now it’s a stricter vigil that you hold And from the canyon’s palms and crumbled gold It could be possibly You hear a single whistle call Come out Come out into the cold. Courting insistent and impersonal. (Christmas week, 1985). Ses Çok özlenen kadınsın, nasıl çağırırsın beni, çağırırsın, Söylersin ki sen artık o eski sen değilsin,
Benim için tek olan biriydin, dersin ki değiştin, Fakat başlangıçtaki gibi günümüz apaydın. Duyduğum sen olabilir misin? Ben yaklaşırken kente Ayakta durarak beni beklediğin yere Bakayım o halde: evet, o bildiğimsin öylece, Hatta o ilk gök mavisi entarinde! Ya da meltem midir sadece, halsizliğinde Gelirken bana ıslak çayırlar arasından, Çözülmüşsün sen bir kere solgun hasretsizlikte, Duyulmaz mısın bir daha ne uzaktan ne de yakından? Sendeleyerek ilerlerim böylece ben, Etrafımda yapraklar dökülürken, Kuzey rüzgârı alıçlardan ince ince sızarken, Ve o kadın beni çağırırken. Thomas Hardy (1840-1928, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ____________________________________________________ The Voice by Thomas Hardy Woman much missed, how you call to me, call to me, Saying that now you are not as you were When you had changed from the one who was all to me, But as at first, when our day was fair. Can it be you that I hear? Let me view you, then, Standing as when I drew near to the town Where you would wait for me: yes, as I knew you then, Even to the original air-blue gown! Or is it only the breeze, in its listlessness Travelling across the wet mead to me here, You being ever dissolved to wan wistlessness, Heard no more again far or near? Thus I; faltering forward, Leaves around me falling, Wind oozing thin through the thorn from norward, And the woman calling. Karga Tünemeleri Buharlı bir sabahta, sürü halindeki dağları gördü karga. Ve sarmallarında bütün dünyayı barındıran Karanlık omurgalı denizi gördü. Siyahta buharlaşıp giden yıldızları gördü, hiç ormanının Sporlarını karartan mantarlarını, Tanrı’nın zehrini. Ve titredi Yaradılış’ın dehşetinden. Fundalıkta uzanan Yağmurla ıpıslak, tabansız Şu ayakkabıyı gördü dehşetin sanrısında. Ve dibi paslanıp gitmiş şu çöp tenekesi vardı, Rüzgârın oyun yeriydi, atık su birikintilerinde. Sessiz odada, sessiz evde,
Şu palto vardı, karanlık dolapta. Alacakaranlığın penceresiyle ateşin korları arasında Sigarasını tüttüren şu yüz vardı. Yakınında yüzün, şu el, kımıltısız. Yakınında elin, şu fincan. Gözlerini kırptı karga. Gözlerini kırptı. Hiçbir şey eskimedi. Bakakaldı apaçıklığa. Dikkatinden kaçmadı bir şey. (Dikkatinden kaçmazdı bir şey). Ted Hughes (1930-1998, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _____________________________________________________ Crow Alights by Ted Hughes Crow saw the herded mountains, steaming in the morning. And he saw the sea Dark-spined, with the whole earth in its coils. He saw the stars, fuming away into the black, mushrooms of the nothing forest, clouding their spores, the virus of God. And he shivered with the horror of Creation. In the hallucination of the horror He saw this shoe, with no sole, rain-sodden, Lying on a moor. And there was this garbage can, bottom rusted away, A playing place for the wind, in a waste of puddles. There was this coat, in the dark cupboard, in the silent room, in the silent house. There was this face, smoking its cigarette between the dusk window and the fire's embers. Near the face, this hand, motionless. Near the hand, this cup. Crow blinked. He blinked. Nothing faded. He stared at the evidence. Nothing escaped him. (Nothing could escape.) Karganın İlk Dersi Kargaya konuşmayı öğretiyordu Tanrı. “Sevgi,” dedi Tanrı. “De ki, Sevgi.” Ağzı açık baktı karga, ve gümbürdetti denizi beyaz köpekbalığı Ve kendi derinliğini keşfederek, kıvrılıp gitti dibe. “Hayır, hayır,” dedi Tanrı. “De ki, Sevgi. Tekrar dene şimdi. Sevgi.” Ağzı açık baktı karga, ve mavi bir sinek, bir çeçe sineği, bir sivrisinek Vızıldayarak uçtu ve kondu Muhtelif et çanaklarına. “Son bir deneme,” dedi Tanrı. “Şimdi, Sevgi.” Titredi karga, ağzı açık baktı, öğürdü ve Erkeğin gövdesiz dev başı Yuvarlandı toprakta, fırıl fırıl gözlerle,
Mırıldanarak şikâyetini – Ve Tanrı kendisini durdurmadan önce, yeniden öğürdü Karga. Ve düştü kadının vulvası ve sıkıştırdı erkeğin gırtlağını. Bu ikisi boğuştular çayırda. İkisini ayırmaya çalıştı Tanrı, söverek, ağlayarak – Suçlulukla uçup gitti Karga. Ted Hughes (1930-1998, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ______________________________________________________ Crow's First Lesson by Ted Hughes God tried to teach Crow how to talk. "Love," said God. "Say, Love." Crow gaped, and the white shark crashed into the sea And went rolling downwards, discovering its own depth. "No, no," said God. "Say Love. Now try it. Love." Crow gaped, and a bluefly, a tsetse, a mosquito Zoomed out and down To their sundry flesh-pots. "A final try," said God. "Now, Love." Crow convulsed, gaped, retched and Man's bodiless prodigious head Bulbed out onto the earth, with swivelling eyes, Jabbering protest And Crow retched again, before God could stop him. And woman's vulva dropped over man's neck and tightened. The two struggled together on the grass. God struggled to part them, cursed, wept – Crow flew guiltily off. Çocuksu Bir Eşek Şakası Cennet’in çiçekleri üstünde, Ruhsuz yatıyordu erkekle kadının bedenleri, Sersemce açık ağızlarla, aptalca bakarak, uyuşukça. Düşünüp taşınıyordu Tanrı. Kendisini uykuya sürükleyen sorun öylesine büyüktü ki. Güldü Karga. Istırapla kıvranan Solucan’ı ısırdı, Tanrı’nın biricik oğlunu. Kuyruk kısmını yaralı bölümü dışta sarkacak şekilde Doldurdu erkeğin içine. Kafa kısmını da baş aşağı şekilde doldurdu kadının içine Ve kadının gözleri arasından bakmak için Çağırmak için kuyruk kısmını çabucak çabucak birleşsin diye kendisiyle Daha derine ve yukarı süründü solucan Çünkü ah nasıl da ağrı veriyordu. Uyandığında çayırlıkta bir şey çekiyordu erkeği. Uyandığında erkeğin geldiğini gördü kadın. İkisi de ne olduğunu bilmiyordu. Hâlâ uyuyordu Tanrı.
Hâlâ gülüyordu Karga. Ted Hughes (1930-1998, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ____________________________________________ A Childish Prank by Ted Hughes Man's and woman's bodies lay without souls, Dully gaping, foolishly staring, inert On the flowers of Eden. God pondered. The problem was so great, it dragged him asleep. Crow laughed. He bit the Worm, God's only son, Into two writhing halves. He stuffed into man the tail half With the wounded end hanging out. He stuffed the head half headfirst into woman And it crept in deeper and up To peer out through her eyes Calling it's tail-half to join up quickly, quickly Because O it was painful. Man awoke being dragged across the grass. Woman awoke to see him coming. Neither knew what had happened. God went on sleeping. Crow went on laughing. 1. Sone Dileriz ki en hoş varlıklar çoğalsın, Ki böylece güzelliğin gülü hiç solmasın, Fakat olgunlaşan için ölüm nasıl mutlaksa, Anısı da yaşar körpe kalıtçısında: Ancak senin parlak gözlerin kendine kısılmıştır, Öz yakıtını besleyen de ışığının alazıdır, Her yerdeki bolluğu kıtlığa çevirirsin, Düşmanın kendindir, şirin özüne çok zalimsin: Dünyanın taze süsüsün şimdi sen, Ve sadece bezenmiş bir baharı müjdelersin, Kendi tomurcuğunda gömülüdür güzelliğin, Ve ey tatlı hödük, cimriliğinle neler neler heder edersin: Ya acırsın şu dünyaya, ya da yersin Oburluğunla dünyanın hakkını, mezarındayken sen. William Shakespeare (1564-1616, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _________________________________________________ Sonnet 1 by William Shakespeare From fairest creatures we desire increase, That thereby beauty's rose might never die, But as the riper should by time decease, His tender heir might bear his memory: But thou contracted to thine own bright eyes, Feed'st thy light's flame with self-substantial fuel, Making a famine where abundance lies, Thy self thy foe, to thy sweet self too cruel:
Thou that art now the world's fresh ornament, And only herald to the gaudy spring, Within thine own bud buriest thy content, And, tender churl, mak'st waste in niggarding: Pity the world, or else this glutton be, To eat the world's due, by the grave and thee. 2. Sone Gelip kuşattığında alnını kırk yılın kışı, Ve güzelliğinin meydanında derin siperler kazdığında, Gençliğinin göz alıcı kibirli giyim kuşamı, Dönüşür değersiz eski püskü paçavraya. Derken sorulduğunda sana güzelliğin nerde diye, O diri günlerinin definesi nerde bulunur, Dersen ki derine çökmüş gözlerimde, Bu yanıt, ezici bir utanç ve müsrif bir övünme olur. Oysa ne çok övünme hak ederdi güzelliğin, Eğer şöyle deseydin: “Bu benim güzel yavrum Mazur gösterecek beni, toplandığında yekunum”. Çocuğunda sürdüğünü gösterebilseydin keşke güzelliğinin! Çocuğun daha körpeciktir sen yaşlanırken, Ve duy kanının ısındığını üşüyorken sen. William Shakespeare (1564-1616, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ________________________________________________________ Sonnet 2 by William Shakespeare When forty winters shall besiege thy brow, And dig deep trenches in thy beauty's field, Thy youth's proud livery so gazed on now, Will be a tattered weed of small worth held. Then being asked, where all thy beauty lies, Where all the treasure of thy lusty days, To say within thine own deep sunken eyes, Were an all-eating shame, and thriftless praise. How much more praise deserved thy beauty's use, If thou couldst answer, "This fair child of mine Shall sum my count, and make my old excuse," Proving his beauty by succession thine. This were to be new made when thou art old, And see thy blood warm when thou feel'st it cold. 3. Sone Aynana bak ve gördüğün yüze de ki: Yeni bir yüz oluşturmanın zamanı şimdi. O canlı ıslah tazelemezse seni Hem dünyayı aldatırsın hem de bir anneyi. El değmemiş dölyatağıyla o güzel nerdedir ki Küçümseyecek senin ektiğin ekini? Ya da var mıdır böyle kendi özünün sevgilisi Bir adam ki yeğlesin ölümü sürdürmektense neslini? Kendi annenin aynasısın sen ve O sana bakarken Gençliğin Nisan ayını çağrıştırırsın O’na sen. Bakıp dursan bile görürsün yaşlılığın penceresinden, Her zaman kendi altın çağını, kırışıklıklara rağmen. Fakat eğer yaşıyorsan hatırlanmamak için,
Yalnız ölürsün, ve seninle de birlikte ölür şu suretin. William Shakespeare (1564-1616, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _______________________________________________________ Sonnet 3 by William Shakespeare Look in thy glass, and tell the face thou viewest Now is the time that face should form another; Whose fresh repair if now thou not renewest, Thou dost beguile the world, unbless some mother. For where is she so fair whose unear’d womb Disdains the tillage of thy husbandry? Or who is he so fond will be the tomb Of his self-love, to stop posterity? Thou art thy mother’s glass, and she in thee Calls back the lovely April of her prime: So thou through windows of thine age shall see Despite of wrinkles this thy golden time. But if thou live, remember’d not to be, Die single, and thine image dies with thee. 4. Sone Müsrif aşk, niçin harcarsın kendine Kendi güzelliğinin mirasını? Karşılıksız vermez doğa, ödünç verir sadece, Ve esirgemez ödünç verirken cömertlere. Ey güzel cimri, niye kullanırsın kötüye Veresin diye sana cömertçe verilmiş olanı? Ey kazançsız tefeci, harcarsın da onca büyük miktarı Niçin yaratamazsın bir hayatı? Sadece kendinle görüştüğünde sen, Kendi şirin özünü aldatan da yine sen. Gitmek için çağırdığında doğa seni, Hangi kabul edilebilir hesap kalacak geri? Kullanmadığın güzellik de gömülür seninle, Kullanırsan eğer, güzelliğin yaşar vârisinde. William Shakespeare (1564-1616, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy _______________________________________________________________ Sonnet 4 by William Shakespeare Unthrifty loveliness, why dost thou spend Upon thyself thy beauty’s legacy? Nature’s bequest gives nothing but doth lend, And being frank she lends to those are free. Then, beauteous niggard, why dost thou abuse The bounteous largess given thee to give? Profitless usurer, why dost thou use So great a sum of sums, yet canst not live? For having traffic with thyself alone, Thou of thyself thy sweet self dost deceive. Then how, when nature calls thee to be gone, What acceptable audit canst thou leave? Thy unused beauty must be tomb’d with thee, Which, used, lives th’ executor to be
5. Sone Bütün gözlerin konduğu şu başyapıtı Hünerli ellerle biçimleyen o saatler, Aynı güzelliğe gösterir sonra zorbalığını Ve o eşsiz güzellikten kalmaz hiç eser; O gudubet kışa götürür yazı zaman Öldürmek için hiç soluk almadan; Donar özsu, eser kalmaz canlı yapraklardan, Güzellik kar altındadır ve her taraf anadan üryan: Cam duvarlar ardında bir mahpus sıvıydı Yazın damıtılmış özü, ki iyi saklanmamış olsaydı, Güzelliğin etkisinden güzel de mahrum kalırdı, Ne mene bir şey olduğunu da kimse hatırlamazdı: Fakat özsuyu alınmış o çiçekler, kışla karşılaşsa bile, Süsünü kaybeder sadece. Özleri yaşar şirinlikleriyle. William Shakespeare (1564-1616, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ________________________________________________ Sonnet 5 by William Shakespeare Those hours, that with gentle work did frame The lovely gaze where every eye doth dwell, Will play the tyrants to the very same And that unfair which fairly doth excel; For never-resting time leads summer on To hideous winter, and confounds him there; Sap checked with frost, and lusty leaves quite gone, Beauty o'er-snowed and bareness every where: Then were not summer's distillation left, A liquid prisoner pent in walls of glass, Beauty's effect with beauty were bereft, Nor it, nor no remembrance what it was: But flowers distill'd, though they with winter meet, Leese but their show; their substance still lives sweet. Bulunmayış Bilirim bazen yürüdüğün Yolu, körfezin yukarılarında; Bir rüzgârdır o uzak denizden Saçının rayihasını estirip getiren bana. Ya da bu bahçedeki esinti Düşleyen gölgelerini çimende canlandırmak için Dokunduğunda ağaçlarıma, Geçip gidişini görürüm senin. Korunmuş yataklarda, her gülün yüreği Sakin uyur bu gece. Tedbirli yüreğin Onlar kadar kapalıdır; nasıl güvenle biçimlerlerse salınımı, Toynakların vuruşu da öyle çiğner caddeye düşmüş gülleri. Dönme asla geri Yabanıl bir yağmurla kör bu gözlere Gözlerinle; yıldızlardı onlar benim için. – Yıldızların görmemesi gereken bazı şeyler de vardır.
Fakat çağır, çağır beni, ve ağzımın üstüne İsa yaralı ellerini koyup Sakince dursa da, cevaplamak zorundayım. Yani Geleceğim – Gelmeme izin verecek O! Charlotte Mew (1869 – 1928, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ______________________________________________________ Absence by Charlotte Mew Sometimes I know the way You walk, up over the bay; It is a wind from that far sea That blows the fragrance of your hair to me. Or in this garden when the breeze Touches my trees To stir their dreaming shadows on the grass I see you pass. In sheltered beds, the heart of every rose Serenely sleeps to-night. As shut as those Your guarded heart; as safe as they form the beat, beat Of hooves that tread dropped roses in the street. Turn never again On these eyes blind with a wild rain Your eyes; they were stars to me. – There are things stars may not see. But call, call, and though Christ stands Still with scarred hands Over my mouth, I must answer. So I will come – He shall let me go! Tarlalarda Tanrım, geçip giden hoş şeylere baktığımda, Yaşlı ağaçların altında taze yaprakların gölgesi Dans eder çimende dolanan rüzgârı ya da Ağustos demetlerindeki Ağustos güneşinin altın sessizliğini hoşnut etmek için. Bundan daha mutlu bir dünya olduğuna inanabilir miyim ki? Ve varsa eğer Ölümsüz herhangi bir şeyin yüreği Getirir mi bana soluğumu alıp götüren bu düşleri? Akşamleyin eve dönen kargalarla ve tarlaların üstündeki Saman kokusuyla gelirler. İlkbaharda gelirler. Charlotte Mew (1869 – 1928, İngiltere) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy ______________________________________________________________ In The Fields by Charlotte Mew Lord when I look at lovely things which pass, Under old trees the shadow of young leaves Dancing to please the wind along the grass, Or the gold stillness of the August sun on the August sheaves;
Can I believe there is a heavenlier world than this? And if there is Will the heart of any everlasting thing Bring me these dreams that take my breath away? They come at evening with the home-flying rooks and the scent of hay, Over the fields. They come in spring.