DARYUSH SHAYEGAN
YARALI BILINÇ •
•
Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni
kutuphaneci - eskikitaplarim.com METİS YAYINLARI
Metis Yayınlan Başmusahip Sokak 3/2 Cağaloğlu/lstanbul Yaralı Bilinç, Daryush Shayegan Özgün Adı: Le Regard Mutile © 1989 Albin Michel, Paris © 1991 Metis Yayınları ©Bu çevirinin bütün yayı m hakları Metis Yayınlan'na aittir Birinci Basım: Ekim t991 Kapak Resmi: Erol Akyavaş Kapak Tasarımı: Semih Sökmen ISBN 975-7650-70-6
Dizgi: Metis Yayıncılık Ltd. Basım: Yaylacık Matbaası, Cilt: Örnek Mücellithanesi
Daryush Shayegan
YARALI •
•
BiLiNÇ Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni Çeviren: Haldun Bayrı
METİS YAYINLARI
İçindekiler
1. Bölüm ÇATLAMA 1. Aynı zamanda bir başlangıç da olan bir sona ertelenmişlik 10 il. Tarihte "tatil" 20 III. iki örnek: Çin ve İslam dünyası 24 iV. Kimlik kaybı korkusu 30
2. Bölüm ONTOLOJİK UYUMSUZLUK 1. Gerçek hep başka yerde 40 il. Skolastik köhneleşme 45 IIL Paradigma değişimi 52 iV. İki paradigma arasında çelişki zamanı 58
3. Bölüm ÇARPIKLIKLARIN ALANI I. Fikre "geç kalmış" bir bilinç / 66 il. Yamanın iki yüzü: Batılılaşma ve İslamileşme
85 III. Mekan-dışı bir dünya
111
4. Bölüm ÇARPIKLIKLARIN TOPLUMSAL ZEMİNİ
1. Entelektüeller 134 il. İdeologlar 155 III. Teknolmıtlar
163 iV. Tanrı stratejisi uzmanları 172
Yaralı Bilinç, tarihte geride kalmış ve değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıkları üzerine bir denemedir. Varlığını İra ni-İslami dünyadaki kişisel deneyime borçlu olmasına rağmen, bu kita bın menzilinin yalnız o dünyayla sınırlı olmadığını ve bir bakıma, zi hinsel yapıları hala Geleneğe bağlı olan ve modernliği sindirmekte güçlük çeken uygarlıkların çoğunu ilgilendirdiğini düşünüyorum. Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin za manında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleşti ren bağdaşmaz dünyalar ara<>ındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu ikiyanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı ikiyanlılık durakla malara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada ol duğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmek tedir. Günümüzdeki kritik aşamasında, bu deneyin gerçek kapsamı, Batı bilincinin gözünden büyük ölçüde kaçmaktadır. Zira aslına bakılırsa, Batı'nın sorunu değildir bu. Bu deneyin gerçek kapsamı ancak, bedelini mutsuz bilinçleriyle ödeyenler tarafından belirginleştirilebilir. Bu uyumsuzlukların ardında, çatışan iki varoluş tarzının, iki ayrı ta rihsel deneyin gölgeleri belirmektedir; açıkça görünmeyen aykırılıkla rına rağmen bu iki tart., yine de insanın dünyadaki biricik deneyinin iki yüzünü temsil etmektedir. Yeryüzü sakinleri arasmda bir diyalog ola nağı, gelecekte bu iki dünyanın eleştirel olarak yüzleşmelerine bağlı olacaktır.
Birinci Bölüm
ÇATLAMA*
* Le
Debat, G allim ard, No. 42, K asım-Aralık 1 986'd a yayıml an an m ak ale.
1
AYNI ZAMANDA BİR BAŞLANGIÇ DA OLAN BİR SONA ERTELEN MİŞLİK
Batı etkisi ve Batı'nın temeli olan modernlik, kah İslami toplumlarda acısı çekilen tüm toplumsal eşitsizlikleri ve ahlaksal çöküntiüei-r mu� Cizcvi bir şekilde çözmesi beklenen köken mitolojisine doğru bir geri _ıcıricye, ·kah gitgide daha tehlikelileşen maceralara doğru kaçışa, bazeıı de yeni zamanların meydan okumasına cevap vermenin koşulsuz red-, dCctlliŞine ·neden olarak, günümüz İslam dünyasında birçok direniş çev �c-si y�ratm.ik llidır. Az çok sapkın bütün bu kaçış bahaneleri, aynı ola yın farklı yüzlerin( dışa vurmaktadır ve gözlemlenen tepkilerin şu ya da bu biçimi almaları, bunların derin bir rahat-;ızlığın belirtileri olduk ları gerçeğini değiştirmemektedir. Bence bu rahatsızlık, büyük bir ta rihsel olayın -en geniş anlamıyla_rpodernliğin- anlaşılmaması ya da. başka bir deyişle sindirilmemesinden kaynaklanmaktadır; modernlik 'lifçbir zariian,"olduğu'hariylc, yani kendine özgü felsefi Kapsamı içinde nesnel olarak hesaba katılmamış; hep geleneklerimizde, yaşama ve dü şünme tarzlarımızda yaratl1ğı travmalı değişimlere bakılarak değerlendi rilmiştir. Bundan dolayı ilişkilerin başından beri modernliğe karşı her yargı ahlaksal bir değerlendirmeye bürünmüştür: İslam dünyası Batı' nın maddi gücüyle karşılaşmasının başlarında, kendi gecikmesini ve o nu Avrupa'dan ayıran uçurumu büyük bir şaşkınlıkla farkeuiği zaman bu gücü önce övgüyle karşılamış; Batı etkisine kapanıp en uçuk fan tazmları diriltmeye başladığındaysa uğursuz olarak değerlendirmiştir. İlk tepki alabildiğince coşkulu olmuş, ikincisiyse aksine, saplantılı bir reddedişin histerili dilini benimsemiştir. Her iki durumda da Batı, hiç bir zaman geçmişiyle bir kopma gerçekleştirmiş, kendine özgü yasaları
SONA ERTELENMlŞUK 1 1 ve kendine özgü bir hakimiyet mantığı olan yeni bir paradigma olarak ele alınmamış, maddi gücünün yardımıyla bizi ele geçiren, en derin da
yanaklarımızı sarsıp göreneklerimizi saptıran, faziletlerimizi bozarak bizi uzun vadede siyasal ve kültürel köleliğe düşürmekte olan gizli
güçlerin bir fesadı olarak görülmüştür.
Ncıluta (Yenilenme) döneminin ilk düşünürlerinin, Avrupa'daki siya
sal ve hukuksal sistemlere özel bir dikkat gösterme onuruna sahip ol
dukları doğrudur. Hukuk ve bireysel özgürlükler kavramlarını çekici
bulmuşlardı. Ne var ki bu ilk düşünürler de tıpkı bugünküler gibi te
mel bir şeyi gözden kaçırdılar: Faziletleri övülen bu temel kavramlar
mucizevi bir reçetenin ürünü değildiler; istisnai bir tarihsel sürecin -
neredeyse bir paradigma değişiminin- nihayetine erdirilmesinin ürü
nüydüler ve aşırı derecede bağlı olduğumuz, kamu alanımızı bütünüyle dolduran geleneksel değerleri tahliye etmeden, dolayısıyla marjinalleş
tirmcden bizim dünyamıza yerleştirilemezlcrdi.
Öte yandan, birçok açıdan devrimci olan bu yeni fikirler, gelenekle
rimizin kapalı dünyasında çoğu zaman bulunmayan başka gerçeklik
katmanlarına, başka toplumsal ilişkilere zemin hazırlıyorlardı. Zira, dünyaya bakışımızdaki toparlayıcı ve dinsel perspektifte, bu gerçeklik
ler -tabii bunların bilincine varıldığı zamanlar- ya yoktular, ya da
şeylerin maddi olanaklılığına bağlılarmış gibi değerlendiriliyorlardı.
Jacques Berque, Arap dilindeki ayırıcı niteliğe atıfta bulunurken haklı olarak şöyle der: "Her bir sözcüğünün sonu Tanrı'ya varan Arap dili,
gerçeği kavramak için değil, örtmek için doğmuştur".1 Yeni gerçeklik
katmanlarının ortaya çıkışıyla, bunları bilgi sahasının dışına ya da di
bine iten atadan kalma dirençler arasındaki gerilimlerin bilinçte birta
kım çatlamalara yol açması zorunluydu. Şeyler dışsal olarak değişmek teyken kafalardaki yansıtmalar hala eski tasavvur biçimleriyle kurul
maktaydı. Durum böyleyken bilinç içindeki bu çatlamalar nasıl yaşa nabilirdi? İstense 'de istenmese de bu sorun, dünyamızı kırıp geçiren
tüm zihinsel çarpıkhklardaki -ki bunlar çoktur- çözülmez sorun o larak önümüzde durmaktadır. Bu sorun ancak bu uygarlıkların savunu
cuları tarafından ortaya çıkarılabilir; çünkü nasıl kimse bir b_aşkasının yerine ölemezse, �izim içinde yaşadığımız uygarlığın dışındaki bir uy-
1 . Ak taran A. K. El Janabi, "Sur la culture arabe actuelle", Sou'al'da no. 3, Paris, 1 983, ss. 48-50.
12 YARALI BlLlNÇ
garlıktan gelen biri de, bu çatlama deneyini varlığının her zerresinde hissederek ruhunda yaşayamaz. Başka bir deyişle bu çatlama, bize özgü olan ve başkasına dcvredemcycccğimiz kaderimizdir. Daha açık olabilmek için burada biraz konu dışına çıkacağım. Bu çatlağın kenarları ara-;ında cendereye alınmış olan ve çelişki dolu ikili bir büyülenmeye karşı mücadele veren bir "ben" olduğunu farzedelim: Bu "ben", hala kolektif hafıza halesine bağlı olan bir dünyadaki büyülü görüntü ile, bundan aşağı kalmayan yeni ve luhaf olanın çekici görün ltisüne karşı mücadele elmektedir. Bu far.tzi "ben", hem etkisine maruz kaldığı radikal değişim karşısında; hem de aufta bulunduğu evren, eli kulağında bir yokoluşun yıkıntılarını her tarafa saçarak dünya sahne sinden azar azar çekildiği için daha da can yakan bir nostalji karşısında, kendini ilkin yabancılaşmış hisscdeceklir. İşle bu farazi "ben"in aşağı yukarı nasıl akıl yürüteceği: J'JL'!I derinliğiyle karşımda yayılan yeni nesneler ve beni hazırhksız yakalayan yeni fı�!rler bana yabancı. Bunları tanımak için zihnimde ne elverişli sözcükler ne de uygun tasvirler var. Bilgi alanımda apansız or taya çıkıveriyorlar ve ele �!!:iJm��Et!�n����L:�-Buôıail--göl-
SONA ERTELENMİŞLiK 13 Dünyaya bakışım, şeylerin sihirli bir iklim içinde yüzmesini sağlayan bir ilk çehre değişikliğine göndermektedir beni. Şeylerin ya şadıkları ve işlevlerini buld ukları dünya, bilincime, b unları kavrayıp deneyini yaşayan bakışt;ıki gerçek yoğunl ukla yansımaz. Ben bir yok luk dünya-;ında yaşarım: Düşüncem, şeyler üzerinde hiç etki yapmayan fikirler meydana getirir. içerinin kapsamıyla dışarının biçimleri, artık organik olarak denk düşmemektedir. Tasarlanan fikirler, doğal ekoloji mi kısmen mahveden çarpıklıklarla tema-;a geçtiklerinde biçimsizlcş mektedirler. Tasarladığım şeyin karşımda duran şeye göre "geç kalmış" olması, yalnızca kronolojik bir uy umsuzluk değil, ontolojik bir bö lünmedir. Şeyler, gerçeklik algılarımın evriminden çok daha hızlı de ğişmişlerdir. Bu dönüşümler göndermelerimi saptırıp sürdüğüm izleri dağıtmış, ama ruhumun derin katmanlarında değişiklik yapmamışlar dır. Gerçekliği "mitoslaştırma" eğilimim öyledir ki şeylerin tarihsel bir evrim sürecinden ziyade, tözel bakıştaki değişmez özlere inanırım. Beni dört bir yandaı) çevreleyen sanayi üretimi karşısında geç kalmış tasavvurlarımın içeriğinde, dolduramadığım bir boşluk açılmaktadır. B u büyük boşluk yalnızca yaşam tarzındaki bir değişim değildir, algı lama tarzımın da sapmasıdır. Düşüncem, tarihteki büyük sarsıntıların uzağında kalmıştır. Batı'da teknik-bilimsel altüst oluşların neden oldu ğu devrimler, bilinci her seferinde yeni bir bakışın gereklerine uyduran bir paradigma değişikliğine yol açmışken, benim durumumda böyle ol mamıştır. Bilincim hala büyülü dünyanın zamanında yaşamaktadır. Sürekli bir bombardıman sonucunda yeni şeylerdeki t
14 YARALI BlLlNÇ Açıkçası, ben neredeyim? Tarihsel koordinatlarım bütünüyle başka. Ben hesaplarımı, ne
16., 17., 18. yüzyıllarla, ne de Ortaçağ'dan
Rönesans'a. Kla"ik Çağ'a, Modem Zamanlar'a geçişteki kopmalarla ya parım. Tarihte birbirini takip eden dönemler beni ilgilendirmez. Yüz yılların üzerinde daldan dala atlayabilirim, çünkü zihnimde, Batı tarihi ni kesitlere ayıran niteliksel sürcksizliklerin hiçbir somut tasavvuru yoktur. Şimdiki zamanla karışan bir geçmişim (hep o geçmişe atıfta bulunmam ve hep o geçmişi diriltmemden ötürü) ve geleceğim olan bir şimdiki zamanım vardır. Yüz yıldır derin altüst oluşlara maruz kaldığım doğrudur; tarihten söz ederim, tarl'hi düşünürüm, tarihin çark larını öğrenmeye, sahte modemliğimin bütünüyle göreli kaynaklarına inmeye çalışırım, ama sürekli daha geniş ufuklara sürüklenen bir za mana görkemli bir giriş yapmama damgasını vuran bu kısa dönemin içinde ruhsal yaşantım, önce ve son ra 'nın
sonra ve tarih-sonrası 'yla ha
la karıştıkları bir tarih-ötesinde geçer. Ve ikisinin arasında, kendimi aynı zamanda bir Başlangıç da olan bir Son'a ertelenmiş bulurum. Zaten -benim gibi bir Acem için paha biçilmez olan- büyük şa irlerimi yeniden toparlamaya çalıştığımda, zaman galerisinde birbirini takip eden ponreler gibi görmem onları. Falanca şairin filanca döneme
ait olduğunu belirleyen, ne zamanının modası ne de takvimlerdeki kro nolojidir -kfa<;ik şairin romantik şairden önce, sembolist şairin de ro
mantikten sonra gelmesi gibi-; hafızanın görünmez merkezine ortak bağlılıkları, bu şairleri zamana bağlı olmayan bir hale ile sarmalayıp, tek bir güneşin parıltılı ışınları haline getirmektedir. Büyük şairlerin
her biri çağrıştırdığı zamanın boyutuyla birlikte' varolan bir muhatap tır: İster destanların epik zamanı, ister benliğe dönüşün mistik zamanı,
isterse de varlık kıvılcımları gibi çakan askıda bırakılmışlığın parçalı zamanı olsun. Her şairin, kapsayıcı görüşümün çevresinde kendine öz gü eliptik hareketiyle döndüğü bir takımyıldızda yaşarım. Bundan ötü rü imgelerle görürüm, kendimi sesli ritimlerle ifade ederim ve şiirle düşünürüm. Bunları, dönemler ve çağlar gereği ayırt edemem. Yüzyıl başında başlatılan eleştirel ve tarihsel araştırmaların, bu dünyayı bana bir bakıma açık kıldıkları ve farklı üslupları, dildeki dönüşümleri, se mantik değişiklikleri ayırt edebilmemc yardım ettikleri doğrudur. Ama herşey, sorunun özünün değişmediğine inanmaya yöneltir beni. Firdev si gibi bir şairin
1O. yüzyılda k afasını meşgul eden büyük "ulusal
SONA ERTELENMlŞUK 15
kimlik" teması, 20. yüzyıl sonunda dinsel taassubun taarruzuna karşı kültürel milliyetçiliği diriltme mücadelesi veren düşünür için hfila gün celdir. Bir 14. yüzyıl mutasavvıfının beslediği ülküler, dünyanın sada kat-;izliği karşısında büyübozumuna uğramış bakışıma hala -farklı lıkları da hesaba katarak- esin kaynağı olmaktadır. Eski rejimin hü kümdarı gözden mi düştü, hemen İmam Hüseyin'in kanını alçakça akı tan Yezid'le özdeşleştirilir; hükümdarın halefi ülkeyi bir şehitler mezar lığına mı dönüştürdü, o da Şehname'deki Zahhak'la, omuzunda biten yılanları beslemek için her gün masum beyinlerin kurban edilmesini emreden o uğursuz kralla karşılaştınlır. Gerçekliğin mitsel yapısının aynı kalması demektir bu; kuşkusuz zamanla kişiler değişmektedir, a ma oynadıkları roller hep aynıdır. Aydınlık'la Karanlık arasında, dur madan kendini yineleyen çevrimlerde gerçekleşen Maniheist mücadele. Kültürümün büyük akımlarıyla iletişime geçtiğimde, bu akımları yönlendiren büyük ilkeler nazarında ne bir kopma, ne bir yön değişme si ne de bir sapma görüyorum. Değişimlere rağmen bir şeyler sürüp gitmekte, bir şeyler kendilerini 7.amanın pürüzlerinin üzerinde tutmak tadır. Tanrı, binlerce kez söylenmiş uzun duaları bıkmadan usanmadan yinelemektedir sanki. Bu nakil zincirinin içinde ayrım çizgileri ve nite liksel belirlemeler, sanki kafadan uydurulmuşlar ve olayların ezeli sey riyle hiçbir gerçek bağları yokmuş gibi yapay görünmektedirler. Bu nunla birlikte, şeylerin içinde bulundukları bu duruma olan bağım1ılı ğıma ve nihai olarak çözüldüğüne artık inanılmış olan sorunların sü rekliliğine rağmen, sinsi deliklerin kendilerine ustaca yer açardk, hem kendi hakkımda kendi kendime oluşturduğum el değmemiş imgeyi, hem de dünya gerçekliğine atfettiğim imgeyi bozduklarını biliyorum. Atalarımın bana bıraktığı mirasla dünyanın bugünkü hali arasında bir kopukluk olduğunu el yordamıyla hissediyorum. Kültürümün içinde fiIÇ1>ifŞef6enıbunailazlrlamıyordu, bu düzeyde bir değişikliği haber veren bir şey de yoktu. Ne var ki bu yara orada dunnaktadır: Uzun za mandır denetimini kaybettiğim şeylerin karışık düieilinde OWuğu gibi, zihnimdcdir de. Okulda, modem insanın entelektüel bagajını oluşturan bütün klasik konuları görürüm. Matematik, fen bilimleri, tarih, coğrafya ve edebi yat okurum; geleneğimin kültürel kaideleriyle görünürde hiçbir orga nik bağı olmayan, bağlamının dışında öğretilen bu bölük pörçük bil-
16 YARALI BiLİNÇ giler nereden çıkmaktadır? Dekartçı
cogiıo, transsendental ego, zaman
içinde cisimleşen Varhk'ın hareketi ve bilimsel yöntemin övündüğü o
yansız nesnellik nereden gelmektedir peki? Hala Ortaçağ'da mıyım?
Klasik Çağ'ı ve Modem Zamanlar'ın bilgisel kopmalarını yaşadım mı?
Eleştirel çağın eritici kükürtüyle dağıldım mı'? Kapitalizmin burjuva
değerleri tamfından biçimlendirildim mi? Bir dünya devriminin müm
kün olduğunu far1.edelim; bunun için yeterli olgunlukta mıyım? İşte kafamdan geçen sorular, çünkü düşüncemin eğilimi karşılaştırmalar,
zaman ve mekan uyumları arama yönündçdir. Ne yaparsam )".tpayım
karşılaşurmalı bir dünyada ilerlerim; artık kendi kendine yeten kapalı bir dünyada yaşamamaktayım; haberim olmadan maruz kaldığım etki
ler yoluyla da olsa, başkası tarafından uyarılmak.tayım. Zincirleme kar şılaştırmalar, genelleştirmeler ve özdeşleştirmelcrle akıl yürütürüm.
Tarih müzesinden çıkan örnek modellerden yararlanırım. Bunları kendi kaderime uygulamaya uğmşınm. Üstelik, bana daha başlangıçta dayau
lan normlara göre geçmişimi yeniden oluşturmaya uğraşırım. Ve ken
dimi başkalarının gözlüğüyle görme kaygısı o kadar kuvvetlidir ki,
yargılarımın aldıkları biçimlere o kadar yer etmiştir ki bütün geçmişi
mi dışarıdan gelen ölçütler ışığında yeniden değerlendiririm. Yakın tari
himin önemli anlarını, örneğin anayasa hareketinden ( 1905- 1 1) Ulus
Dcvlet'in kuruluşuna (1926) geçişi kaba çizgileriyle oluşturmaya çalış-·
tığımda, hafızamdaki tekil sürece çok uzak kalan kavramları kullanı
rım. Burjuvazinin rolünden söz ettiğimde, özel bir kültürde bu kavra
mın kesin yananlamları olduğunu unuturum ve bu terimi kullanıyor olmam, bunun sosyolojik zemininin nasıl varolduğunu hayal etmemi
sağlamaz. Zaten ödünç aldığım fikirlerin çoğunun, olgularda toplumsal
bir karşılığı bulunmaz ve başımı döndüren boş konuşmalardaki bir
sürü aşırılık, kavramsal eksikliklerimin kanıtıdır olsa olsa.
Tarihimin anlaşılması daha kökeninden saptırılmıştır: Tarihim, ha
kiki sorunlarımı ancak oturmamış bir şekilde andıran ölçütlerle gerek
çelcnıniştir. Kendimde nereye baksam aynı ezeli temaların, aynı naka
ratların, aynı kısır sloganların can sıkıcı tekrarını görürüm, tıpkı çölde
aynı kiımun durmadan yer değiştirerek oluşturduğu oynak kumullar gi bi. Aynı sorulara hep aynı cevaplar çıkar. Sanki, ne kadar uzağa gider sem gideyim, aynı başlangıç noktasına varıyormuşum gibi.
·Peki, hiçbir şeyin durduramadığı bir dünyanın ölçüsüz teknolojisi
SONA ERTELENMIŞUK 17
ile düşünce ustalarımın gönül gözüyle görmeye bağlı pasiflikleri ara sında ne gibi bir bağlantı vardır? Hegel'le İbni Arabi, Kant'la Sührever di arasında ne gibi bir bağlantı vardır? En olanaksız yolculuklara çağ nyla, dünyada sadece görmek istediğini -yüce yanılsamalann sihiriyle çehresi değişmiş bir haleyi- gören kendine kapanmışlık arasında ne gibi bir bağlantı vardır? Düşünce ustalanm öteki dünyada daha çok mevcut olabilmek için bu dünyadan çekilmemi öğütlerken, modem us talarım, aksine, deneyle doğrulanmayan hiçbir şeyi kabul etmememi, dogmacı a priori'lerden ve ao:ularını gerçeklik zanneden düşlerden ken dimi sakınmamı öğütlerler. Şizofreni, çabalanma karşın beni koşullan dıran bir durum değil yalnızca; haya,ttan, okuldan, sokaktan, siyasetten ve beni gün boyunca bunaltan anlaşılmaz aptallıktan gelen bir işaretler ağı tarafından da ayakta tutulmakta. Yalan,. fikirlerimin dokusuna, kav ramlarımın çarpıklığına, hareketlerimin tutarsızlığına kadar girip, son savunma noktalarıma kadar izlemekte, bir bakıma ikinci mizacım ol maktadır. Kendi kendimle kararsızlık içindeyimdir, yani temsil ediyor sayıldığım ve dört bir yandan teşvik edildiğim şeyle. Kendilerine özgü bir mekanın olmamasından ötürü buharlaşıp giden fikirler ve uyarlan ma eksikliğinden ötürü keskinleşen arkaik tavırlar arasında cendereye alınmışımdır. Yalan, dünyada-olma'nın bir biçimi, kavrayamadığım bir gerçekliği az çok anlama tarzı olmaktadır ve onun karşısında elim ko lum bağlı, sürekli başarısızlığa uğramaktayımdır. İstediğim kadar ma zeretler uydurayım, istediğim kadar günah keçileri arayayım: çokuluslu kapitalizm, sömürgeciliğin yıkıcı yan etkileri, siyonizm, emperyalizm ve önüme gelen bütün "izm"ler; bütün bu terimler, beni tescili eden geçici tcdbirl;;rden, dogmacı uykumu daha da derinleştiren müsckkinler den başka bir şey değildir. , Bununla birlikte, beni hata kendilerine bağımlı tutan, putlaştırdığım ustaların vesayetinden çıkacaksam, yanılsamalarımla dünya gerçekliği arasında engel teşkil eden aldatıcı görünüşlerin örtüsünü yırtabilmem gerektiğini az çok bilirim. Bu da sıçrama cüretini göstermemi ve gö bek bağımı kesmemi gerektirmektedir. Bu sıçramayı ne pahasına olur sa olsun gerçekleştirmem gerekir, şairin dediği gibi sonsuzluğa düş mek pahasına da olsa. Aşırı kolaycı açıklamaların kısır döngüsünden yakamı kurtarmam gerekmektedir. Bir yerlerde bir şeyler değişmek zo rundaysa, bu değişim, kafaların içinde, temeller düzeyinde, hatta en de-
18
YARALI BlLlNÇ
rin ve en muL"uz bilinç düzeyinde olmalıdır�!_!Yapılardaki piçim deği şiklikleriyle kafalar değiştirilemez, bizzat kafal_arın al_t.�st edilmesi ge _rekir.JLY.umsuzlıığ':!mu��n� vardığımdan bCn_so�uilTarı�ın.değiş: _Ele�jğini görmenin �mlı!!"i�Q�i'!l;. Hep aynı nostaljik temaları yineliyor, hep aynı günah keçilerini arıyor, hep aynı siperlerin ardına saklanıyorum; a-;ırlık zafiyetin kısırlaşurdığı düşüncem bayatlamış kli şelerle iş görmektedir. Kuşkusuz zamanla dramın kahramanları değiş mekte ama dramatürji hep aynı kalmaktadır. Hep başkasının kurbanı yımdır. Ma-;um olduğum kesindir; başıma gelen bütün belaları, denet leyemediğim esrarengiz güçlerden bilirim. Zira, dünya kadar eski bir kaderin kurbanıyımdır aslında ve bu kader sürekli çehre değiştirerek karşıma çıkmaktadır: bazen Büyük İskender, bazen Bedevi Arap, bazen bozkır aı.lısı Cengi1. Han, bazen kalleş İngiliz, bazen çirkin Amerikalı, bazen Sovyet ayısı ve kimbilir daha kimler. Oysa bana en modem arJçları, bolca pctrodol�rl
SONA ERTELENMIŞUK 19
Marksist diyalektiğin keskin bıçı:ı���)�üstah k3!Ş!_İ:!�!!l!I!_kellele3 rini k.2�tlıktan sonra uslu uslu evime dönüJ?J.lahi _Hafı�!!!Q���.'.!!1.� ya da Mevlana'nın Mesnevi'sini açarım:. sözcüklerle, imgelerle sarhoş olurum; Melekler şölenine kaulıp, tasavvufi sefahatın zevklerinden tat almaya hazırımdır. Hatta neden olmasın, meşhur Simurg'u arayan hacı kuşların peşinden de gidebilirim. Çünkü aslında Melek ile Melek-kar şıtı arasında kurulu bir salıncağın baş döndürücü zevkini yaşarım. Bu durum beni şaşırtmadığı gibi, çelişkilerimin farkına varmadığım gibi, birtakım görgülü kimseler bunu bana hatırlattığında da gözlerim faltaşı gibi açılır: Çelişkilerimi masumiyet içinde yaşarım; bundan pek so rumlu da değilimdir, upkı ben( ülkemden kovan o lanet olası devrim � e dcsoru d n mlu olmadığım gibi. Benim kabahatim yoktu. Ortadoğu' nun Japonlar'ı olmamızı çekemeyen emperyalistlerin bir komplosuydu bu. Daha ne? Herşey Kur'an'da yazıyor ve tarih, eğer bir anlamı varsa, bunun ancak soluk bir yorumudur. Herşey kafalarımızın içinde yazılı ve geriye kalanlar matematik tümdengelimle kesin olarak çıkarsanabilir. ·
il
TARİHTE "TATİL"
Bir kerelik tutarlı olmaya çalışalım!
Şu
son dört yüz yıldan beri tam
olarak ne olmuştur? Büyük astronomi yasalarının bulunuşundan beri
ne olmuştur? Düşünce mabetlerimizin son evreleri, Dekartçı öznelli
ğin ortaya çıkışıyla garip bir şekilde çakışmaktadır. Neredeyse Hegel'e
kaulıp, Dünya Tini'nin, nihayetine ermiş kültürel çevrelerden uzak
laşarak Bau'da bir yerlere sığındığını söylemek gelecek içimizden. Ne
den? Bunun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bu konuda o kadar çok
ğ
bilgili açıklamalar, ö retici yorumlar yapılmıştır ki okuru bu konudan
�
���
� 1. �
sya ve A !·r U.���!l� � �� ın � . çocukları olan bizler üç yüz yıldır tarihte "tatil"deyiz (kuşkusuz ıstis
muaf tutacağım. Olgularla yetinelim.
nalar vardır). Gotik üsluptaki öğreti mabetlerimizin ;on taşlarını yer
leştirdikten sonra bunları seyre daldık. Zamanı mekanda öylcsine'mü kemmel bir şekilde billurlaştırdık ki sorgulama tasalarından uzakta kollarımızı kavuşturup, zamanın dışında yaşama olanağımız oldu.
lran'ın, Hindistan'ın, Çin'in mm eşsiz yapıları, tüm metafizik öğre
tileri nihayetlerine ermişlerdi; tüm dinsel mimari üslupları yerçekimi kanununa meydan okurcasına tefekkür tapınakları olarak yapılmışu.
Nefsini unutma ve vecd derecesinde Tanrı sarhoşu olan bizler, yeryü
zünü, insanı ve sanat eserlerini Tanrı'nın zaferinin silinmez işaretleri
haline gelirdik. Tanrı'nın tüm sıfatları, adları, tezahürleri ve kaprisleri önce titizlikle deftere düşüldü, sonra da değişmez dinsel kaideler olarak
donduruldu. Tanrı'nın tüm fantezilerini araştırdık, esnırını deşifre ettik,
gizli anlamlı dilinin hiycroglifimsi kodlarını çözdük. İlahi llim'e öy lesine aşina olduk ki, hiçbir şey -kesinlikle hiçbir şey- metafizik
TARiHTE ''TATiL" 21
merakımızın elinden kurtulamadı. Bir süre sonra ezeli kozmogoniler labirentinde kendimizi,.kendi mekanımızın dolambaçlı köşelerindeki kadar rahat hissettik. Gündelik hareketlerimizdeki titiz ritüeli ilahi kap rislere göre ayarladık. Her hareket ayine dönüştü, her söylem Tanrı ke lamının kut-;anma.,ına. Bunu, yaşam tarzımızla öylesine mükemmelce bütünleştirmiştik ki özel alan ile ilahi alanı ayırt edememeye başla mıştık. Böylece bizim, ilahi alanın tu;,r.ağına düşmemiz kadar, ilahi a lan da bizim muamelelerimizin kurbanı oldu. Dünyamızı nihayetine erdirmiş olduğumuzdan, kendimizi çektik ve hiç rahatsız edilmeden kendimizi ibadete verdik. Biz eserlerimizin kar şısında tefekküre dalmışken Bau'nın küçük kurnazları dünyamızın yıkı mını hazırlıyorlarmış. Girişimci barbarlar kendi mabetlerine kararlılık la sırt çevirerek tuhaf şeylerden söz ediyorlarmış: Kopemik Devrimi' nden, hümanizmden, iman ile bilginin ayrılmasından, kendine yeterli özne olardk insandan, vb ... Uğursuz sonuçlarını kestirebilsek tüylerimi zi diken diken edecek şeyler. Ama iyi ki onların suç ortağı olmamışız. Sonra, o kafirler şaşırtıcı nesneler imal etmeye koyuldular: toplar, tü fekler; sonra mükemmel gemileriyle denizlerimizde turalamaya, bizi ziyaret etmeye başladılar. Onları bağrımıza basuk, misafirperverlik ica bı. Mekanik oyuncaklarına, teknik keşiflerine, büyülerindeki şeytani ustalığa hayran kaldlk. Onlara çok kibar davrandığlmız kuşkusuz. Pey gamberler devrinin son vahyine mazhar olan biz Müslümanlar için bu barbarlar yalnızca kafirdiler. Açgözlü bir iştahla dillerimizi öğrenmeye, göreneklerimizi incelemeye, -çok sonradan bize söyleyecekleri gibi antropoloji yapmaya koyuldular. Tıpkı gözlükleri ve aletleriyle göz lemledikleri nesneler gibi ilginç konulardık onlar için. Onlar gibi yapabileceğimiz fikri hiç aklımıza gelmedi. Neyi yap mak? Bu kadar boş meşguliy etlere mi bulaşmak? Yenilik mi yapmak? Kutsal Gelenek'ten mi kopmak? Küfürün daniskası olurdu bu. Hem biz, ne de olsa çabamızı nihayetine erdirmiş, tatile girmiştik. Nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi ve zamanın başlangıcıyla sonu arasında nerede bulunduğumuzu kesin olardk biliyorduk. Üstelik, şeylerin doğal seyrine utanmadan burnumuzu sokarak Tanrı'ya hakaret etmek de şer kuvvetlerinin üstümüze boşanma-;ına yol açardı. Üstelik, yaklaşık yir mi beş yüzyıl önce bir Çin bilgesi bizi bu tehlikeye karşı uyarmışu: "Zi Gung, Han Irmağı'nın kuzey yakasından geçerken bostanda çalı-
22 YARALI B1L1NÇ
şan yaşlı bir adam gördü. Adam bostana sulama arkları açmıştı. Kuyu ya kendisi iniyor ve elleriyle çıkardığı bir kova suyu arka döküyordu. Bütün yorgunluğuna rağmen çok kötü bir sonuç elde ediyordu. "Zi Gung: 'Bir günde yüz arkı sulamanın bir yolu var. Az bir yor gunlukla büyük sonuçlara ulaşılıyor. Sen de yapmak istemez misin?' dedi. Bostancı ayağa kalktı, ona baktı: 'Nasıl bir yol'!' dedi. "Zi Gung: 'Arkası ağır önü hafif ağaç bir levye alırsın. Böylece bol bol su çekebilirsin. Bunun adı zincirli kuyudur,' dedi. "Yaşlı adamın suratı öfkeyle gerildi, sonra gülerek şöyle dedi: 'Ustam der ki: Makina kullanan kişi bütün işlerini makina gibi görür; işlerini makina gibi gören kişinin makina gibi bir yüreği olur. Ve göğsünde makina gibi bir yürek olan kişi masumiyetini kaybeder. Saf masumiyetini kaybeden kişi ruhunun hareketlerinde kararsız olur. Ruh kararsızlığı doğru anlamla uyuşamaz. Bu şeyleri bilmediğimden değil - kullanmaktan utanırım·."2 Bu Çinli bilgenin neredeyse yirmi beş yüzyıl önce söylediğini, bir Hindu ya da bir Müslüman rahatlıkla benimseyebilir. Belki bir Müs lüman bu kadar kesin sözcüklerle dile getirmezdi, ama Müslüman'ın, hangi konuda olursa olsun saplantı derecesindeki yenilik korkusunda -gerek düşünce alanındaki yeniliklerden, gerek teknik alandakilerden korkusunda- bu fikir yine de vardır. Yenilik yapmaktan korkulup, başkalarına karşı edilginlcşilince, başkalarının eline kalınır. Kaçınıl maz olarak başımıza gelen de bu oldu. Bir gün geldi, tuzağa düştüğü müzü, kaderimizin dizginlerini artık elimizde tutamadığımızı, toprakla rımızdan demiryollarının geçtiğini, telgraf direklerinin tarlalarımızı ağ gibi sardığını, buharlı gemilerin limanlarımızı kuşattığını gördük. Tavrımız geri çekilme oldu: Tıpkı asırlık tatilimizi zararsız sürdürerek anıılarımızı seyre daldığımız gibi, çevremizde dolanan bu tüccarları, misyonerleri ve seferdeki birlikleri pasif bir şekilde inceledik. Tavrı mız, İkinci Dünya Savaşı sırasında İuifak Dcvletleri'nin ülkede bulun ma"ı üzerine Temsilciler Meclisi'nde kendisine sorulan sorulara, "Ge liyorlar, gi9_iy()�!l.\r, ��i ��l!��-l.l�'kları d� Y °-k1" tarihi cevabını vere;· __ _ _ İnın Başbakanı-'nın tavrından pek farklı değildi. Güçsüzlüğümüzden öylesine emindik ki zamanında ilahi güce atfet2. Aktaran W. Heisenberg, La naıure dans la physique conıemporaine, Gallimard, "'Id ces", Paris, ss. 25-26.
TARİHTE '!ATIL" 23 liğimiz sihirli nitelikleri bu kurnaz yabancılara atfettik. Bu İngilizler' in işi, diyorduk! Bu Ruslar'ın işi! Bu İngiliz, Amerikan vb. gizli ser vislerinin komplosu. Şah gitti, çünkü "onlar" öyle karar verdiler. Yeri ni İmam aldı çünkü "onlar" öyle istediler. Ben deliler gibi yollara dü şüp bağırdım, çünkü BBC tarafından hipnotize edilmiş, CIA tarafın dan maşa olarak kullanılmıştım. Tüm dünya bize karşı birleşiyor, bizi sömürüyor, itip kakıyor, hırpalıyordu ve biz sırtımıza saplanan bunca bıçaktan iflahımız kesilmiş bir halde umutsuzca işin içinden zarara uğ rnmadan sıyrılmaya çalışıyorduk. Düşüşün masum çocukları olan biz ler çabamızı nihayetine erdirmemiş miydik? Dev anıtlarımızı dikme miş miydik? İmanımızın ateşinde kül olana kadar yanmamış mıydık? Sonunda usanıp, mekanizmaları hakkında hiçbir şey bilmediğimiz yöntemleri, nesneleri ve fikirleri tüketmeye koyulduk. Teknik gücün hakim olduğu bir dünyada eski bilgilerimizin, tıpkı Çinli bostancının kova'lı gibi güdük kaldığını, fikirlerimizin tedavülden kalktığını farlına geçmişlik bile: Dünyada olanlarla kafaları mızda olanlar arasında bir uçurum oluşmuştu. Taşradaki tatil aniden son buluyordu, çünkü arada geçen 7.amanda dünya değişmiş, tarih iler lemiş, tanıdık ekolojimiz yıkılmıştı ve biz bir
no man's Lan
atıl
mıştık: Ne atalarımızın toprağı, ne de yeni sahiplerimizin toprağı olan bir yere� Uzakta olan hep haksızdır! Evet, öyle! .Hak�ı.z
111
İKİ ÖRNEK: ÇİN VE İSLAM DÜNYASI
Ming Hanedanı zamanında (1368-1644) ilk misyonerler Çin'e ayak bastıklarında, hemen büyük bir baştan çıkarma kampanyası denediler. Çinliler'e Hıristiyanlık, inançlarını fazla sarsmadan na'iıl benimsetile cekti? Daha teknokrat sözcüğü icat edilmemişken ilk teknokratlar olan misyonerler, kafaları bulandırmak için bir fetih strntcjisini uygulamaya koyarlar. Zira, daha sonra diğer sömürgeleştirilmiş ülkelerde de göıiile ceği gibi, Hıristiyanlığı benimsetme işgalin ön aşamasıdır. Çinliler önce, Ruggieri ve Ricci gibi 1583'te Güney Çin'e yerleşen İtalyan misyonerlerinin getirdiği teknik ve bilimle büyülendiler. Jacqucs Ger net'nin işaret ettiği gibi: "Ricci, okumuşlar arasındaki şöhretinin bü yük bölümünü dünya haritasına ve bilimsel öğretilerine (matematik ve astronomi) borçlu olduğunu kabul etmiştir. Bilimler -ama teknikler de- yalnızca birçok okumuş kişiyi misyonerlere yaklaştırmakla kal mamış, aynı zamanda misyonerlerin itibarını ve çevrelerini kuvvetlen dinnişÜr. Misyonerlerin dostları da, düşmanları da bu noktada muta bıktır: Batılı Barbarların başlıca başarısı takvim yöntemlerinden, as tronomi aletleri yardımıyla takvimde reform yapabilmelerinden, top i mal edilmesine yardım etmelerinden gelmektedir [ ı. Devlet ve İmpa ratorluğun savunması için yararlı olduklarına karar verilmiştir. "3 Ama tepkiler gecikmeyecektir. Çinliler, bu baştan çıkarma girişi mindeki kalleşliği, hileyi ve kötü niyeti kısa sürede ortaya çıkaracak lardır. Cizvit papazlarının Makyavclist manevralarını meydana çıkarma çabasındaki bir Çinli: "Topların imal edilmesine yardım ederlerken, ...
3. Jacques Gemet, Chine eı chrisıianisme, Gallimard, Paris, l 982, ss. 3 3 -34.
ÇlN VE lSLAM DÜNYASI 25 kendi coşkularına katılmamızı istiyorlar. Yağmur için dua ederlerken sihirli yollar bildikleri zannını yayıyorlar. Saatlerinin, klavikordları nın, yakını gösteren gözlüklerinin sergiledikleri ustalık göz kamaştırı yor. Bolca altınları sayesinde kendilerine yandaşlar buluyorlar, insanla n aşırı nezaketleriyle baştan çıkarıyorlar,"4 diyecektir. Çünkü bütün bu manevraların ardında, Çinliler'i göz göre göre kandırma ve gelenekle rinden saptırma niyeti vardır. Bundan dolayı eleştirel Çinliler'in uyarı ları, bu girişimdeki dönlü manevraya işaret etmektedir: tanıahkiirları parayla büyülemek, akıllıları bilimsel bilgilerle baştan çıkarmak, ah lakçıları ahlaksal kurallarla kandırmak ve sır.tdan ölümlüleri cehennem korkusuyla bağnazlaştırmak: Bununla birlikte, Çinliler'in eleştirel tav rı ikiyanh kalacaktır; bu ikiyanhlığı, tüm tarih boyunca Bau'nın tek nik gücünün boyunduruğuna giren, ama dinle bilimi birbirine bağla yan organik bağlantıları pek ortaya çıkaramayan tüm Doğulu halklarda görüyoruz. Bu noktadan itibaren; tıpkı diğer Doğulu halklar için olduğu gibi Çinliler için de en kolay çözüm, teknik ile tekniğin temeli olan meta fizik arasında bir ayrım yapmaktan ibare\ olacaktır. Yararlı ve işgörür olanı kabul edip atadan kalma geleneğe karşıt ve zararlı olan ötekini reddetmek. Çin tarafında, misyonerlerin az çok materyalist oldukların dan pek yerinde olarak kuşkulanılmaktadır, çünkü, uyanık bir yazarın işaret ettiği gibi, "Gökteki Sahip'e5 saygıda kusur etmemek bahanesiy le Göğün ve Yerin zekadan yoksun olduklarını; Güneş'in, Ay'ın ve ge zegenlerin ham şeyler olduklannı; dağ ve ırmak tanrılarının, Yer tanntarının ve Hasat tanrılarının şeytan olduklarını ve atalarımız için kur ban etmenin gerekli olmadığını ilan etmek makul bir şey midir?"6 Bu Çinli'nin tam yerinde ortaya çıkardığı ve Cizvitlcr'in öğrettiği şey (doğa değerlendirmeleri daha o zamanlar dinden bağımsızlaşmışu), Bau bilimini doğuran özel olaydan, yani simgcsizleştirmeden ya da Al man düşünürlerinin dediği gibi dünyanın büyübozumundan (die Ent zauberung) başka bir şey değildi. Bilindiği gibi bu olay dünyevi, ölçü lebilir ve matematik olarak belirlenebilir bir doğa fikrini müıııl..iin kı lan temel önermelerden biri oldu. Evrenin jeometr bir Tanrı tarafından 4. a . g .e., s. 65. 5. Misyonerler !sa'nın adını, Konfüçyüsçü bir yananlam vermek için Gökteki Sa hip olarak çevirmişlerdi. 6. Jacques Gemct, a.g.e., s. 277.
·
26 YARALI BlL1NÇ
yaratılmış olması olgusu, doğanın matematik olarak kavranmasına ve bundan sonra da modem bilimin doğma.;; ına olanak verdi. Ne denirse densin, klasik Batı bilimi Hıristiyan teolojisinin sekülarizasyonudur. Ayrıca şu noktalara da bağlıdır: manevi olanla zamansal olanın, teolo jiyle felsefenin. aşkın kişisel bir Tanrı fikri ile buna denk düşen Öz nelliğin ayırt edilmeleri ve sonunda da tarihi, ta yaratılışın yüreğine kadar sokan temel olgu: Cisimleşme. Bütün bu şeyler, doğanın kişisiz düzeniyle Göğün karıştığına inanan bir Çinli'nin zevkini alabildiğine sarsmaktan başka bir işe yaramazdı; Çinli'ye göre İmparator, Göğün oğlu, dünyanın uyumlu düzenini korumak için Gök tarafından görev lendirilmiş kişiydi. Beden ve ruh ikiliği anlaşılmaz bir şeydi ve niha yet Cisimleşme bütünüyle saçma bir mellıumdu. 16 16-17'de Hıristi yanlar'ın hetcrodoksluğa yol açan örgütlenmelerine karşı açılan Nankin davasındaki bir metinde, "Çile çektirilmiş bir barbar, Gökteki Sahip diye nasıl adlandınlabilir?"7 diye ilave ediliyordu. Oysa bir tekniği, benimsemeden ya da en azından temel direğini o luşturan metafizik zemini anlamadan elde etmek katıksız bir yanılsa madır. Ve bu yanılsama, yüzyıldan fazla bir zamandan beri, Japonya hariç Bau-dişı uygarlıklarda girişilen modemleşi'ne denemelerinde hep mevcut olmuştur. İslami dünyanın durumu daha da vahimdir. İslamiyet'in Hıristiyanlık'la i lişkileri hem büyülenme, hem de tik sintiyle dolu olmuştur. Zamanında Yunan düşüncesinden öylesine etki lenen (Yunan felsefi metinlerinin Arnpça'ya çevrildiği düşünülürse) İs lam dünyasınını gitgide daha köhne tutumlar takınarak Bau'yı reddetme sonucuna varmış olması ilginçtir. Bu, birçok olguya bağlıdır. Batı karşısındaki bu çekingenlik, herşeyden önce teolojik düzeyde olmuştur. M üslümanlar'ın zihninde Balı, hep Hıristiyan diniyle karışmıştır. Müslüman'ın mesihe ilişkin kanaatine göre Müslümanlığın son vahiy, Peygamberi Muhammed'in Peygamberlik Mührü'ne sahip olması, Müs lüman'ın Hıristiyanlığı, geçersizleşmiş olmasa da aşılmış bir din ola mk görmesine ve sonuç olarak da Hıristiyan'dan her açıdan üstün oldu ğuna inanmasına yol açmıştır. Fakat Bau'nın askeri yayılması ve İs lam ordularının yankılar uyandıran yenilgiler almaları, zorunlu olarak yeni bir ilişki türü doğurduğunda ve İslam (Osmanlı İmparatorluğu a racılığıyla) Bau'nın teknik ve a.;;keri üstünlüğünün katı gerçeğine kat7. a.g.e., s. 8 0.
Ç1N VE ISLAM DONYASI 27 lanmak zorunda kaldığında, Müslümanlar'ın tutumu bu yeni duruma u
yamayacak derecede uyuşmuştu. Hele İslam'ın 7. ve 8. yüzyıllardaki baş
döndürücü yayılmasından sonra. Müslümanlar kutsal savaş sayesinde
gerçekten çok kısa bir zamanda Hıristiyan dünyaya ait geniş topraklan
fethetmişlerdi. İslam'ın ilk Cihad'ına Hıristiyan Bau, 11. yüzyıldan iti baren İber Yanmadası'nın ve bazı diğer Hıristiyan toprakların
reconquis
ta'sıyla cevap vermiştir; İslam'ın ikinci yayılması, özellikle -Kanuni
Sultan Süleyman'ın saltanat devrinde ( 1 520-66) doruk noktasına va
ran- Osmanlı İmparatorluğu'nun başlattığı yayılma, bu kez Avrupa' nın kültürel alanında oluşmuş niteliksel bir değişim ile karşı karşıya
gelmiştir. Bu değişme bilimsel-teknik çağın başlangıcıdır ve İslam, zi
hinsel kapalılığı ve cansız kuvveti nedeniyle bu çağa uyamamışur.
İ slam dünyası, Avrupa'daki üç büyük olaya (deniz yollarının açıl
ması, Rönesans ve Reform) tamamen yabancı kalmıştır. Zaten yeni
zamanların modernliğini kuran da bir bakıma bu üç olay olmuştur.
Rönesans ve onu takip eden olağanüstü meraklılık Batı'yı diğer kültür
leri edinmeye itti ve böylelikle kapalı dünyasını sonsuz bir evrene dö
nüştürdü. Doğanın Galilei tarafından matematikleştirilmesi, doğa bi
limlerinin ortaya çıkışını, bunun sonucunda da savaş silahlarının yet
kinleştirilmesini ve denizciliğin gelişmesini olanaklı kıldı. Bu sırada Reform, Ortaçağ toplumlarını K ilise'nin boyunduruğundan kurtardı ve merkezi iktidarın güçlenmesine, yani mutlakiyetçiliğin kurulmasına
neden oldu. Öte yandan, denizcilik konusunda Fernand Braudel'in be lirttiği gibi, kullanılan teknikler birbirinden kopuk olaylar değil, tek
nik gruplanmalar ve birlcşmelerdi. Örneğin: "Kıç dümeni, aru geçme gövde inşası, aru gemilerin kenarına yerleştirilen toplar, artı açık deniz gcmiciliği."8 Bu niteliksel değişimlerin yaşanmamış olduğu ve sonuç olarak zihinlerde tasavvur edilemediği dünyalarda bazı birbirinden ko
puk teknikler el değiştirip kolaylıkla yayılabilse de, bilimsel bir dünya
bakışından doğan ve gerçekliğin başka bir tarzda algılanmasıyla ilişkili olan tekniklerin bileşimi kök salamazdı. İ slam dünyasının başına da
bu gelmiştir.
Benzeri görülmemiş bu gelişmenin sonuçlan Osmanlı lmparatorlu
ğu'na vurulan üç darbe oldu. Bu üç darbe, Bernard Lewis'e göre şunlar
dır: Osmanlılar'ın l 774'te Rusya'ya yenilmesi ve bunun Ruslar'a siya-
8. Femand Braudel, La Dynamique du capiıalisme, A rthaud, Paris, 1985, ss. 19-20.
28 YARALI BlLlNÇ sal, ticari ve toprakla ilgili avantajlar sağlayan Küçük Kaynarca Anlaş ması'yla son bulması; 1783'te Kırım'ın Ruslar tarafından ilhak edilme· si; kültürel etkilerinden dolayı en önemlisi de .. l}
oprak
-F
Ama Bau'nın İslam dünyasıyla olan ilişkileri hangi açıdan değerlen dirilirse değerlendirilsin bu ilişkiler inkar edilmez bir olguyu açığa vur maktadır: Baulılar'ınMüslümanlar hakkındaki (sadece zihniyetleri ve psikolojik tutumları konusunda değil) gitgide çoğalan bilgileri ve Müslümanlar'ın Batılılar karşısındaki, bulanık gevşekliği demesek bi le, habersizliği. Karşılıklı ilgideki dengesizliği bir örnek belki yeterin ce sergileyecektir: 18. yüzyılın sonunda Batılı öğrenciler İslam dünyası hakkında elle tutulur bir malzemeye sahiptirler: "Avrupa'da şimdiye kadar Arap grameri üzerine yaklaşık yetmiş kitap, Farsça üzerine on, Türk<;c üzerine de on beş kitap basılmışur. On Arapça, dört Farsça ve yedi Türkçe sözlük vardır."11 Ya öteki tarafın durumu? Arapça'da hiçbir şey yoktur, Farsça ve Türkçe'de keza. İlk sözlükler 19. yüzyılda ortaya çıkar. "Bir Avrupa dilinin Arapça'daki ilk sözlüğü 1828'de yayımlan mışur ve varlığını, Arapça bilen bir yerliye borçludur. Bir Hıristiyan' ın (Mısırlı bir Kıpti) bir Fransız Doğu dilleri uzmanı tarafından gözden 9. Bcmard Lcwis, Commenı /'lslam a decouverı /"Europe, La Decouverte, Paris,
1982, s. 43. !O. a .g . e., ss. 43-44.
1 1 . a .g . e., s. 282.
ÇlN VE lSLAM DÜNYASI 29 geçirilen ve çoğaltılan eseridir; yazarın önsözde belirttiğine göre Arap okurlardan ziyade Baulı okurlara yöneliktir."12 Bu durum günümüze kadar vahimle�rek gelmiştir ve halen bütün a lanlarda çok yetersiz binakım çalışmalara karşın, Batılı edebiyat ve dü şünce eserlerinin en önemli leri İ slam ülkelerinin dillerinde bulunamaz. Bazıları çevrilmişse de o kadar kusurlu ve kuşa çevrilmiş haldedirler ki bizzat kendileri, zihinsel kirlenmenin ve epistemolojik çarpıklıkların kaynağı olmaktadır, tabii özellikle insan bilimlerinde felaket halini a lan tekbiçimli terminoloji eksikliği de bunun cabasıdır. Bundan dolayı kültürlü Müslüman, Avrupa dillerinden birini iyi bilmiyorsa Batı'nın yarattığı büyük eserlere kesinlikle güvenilir bir giriş yapamaz. Ona kendi dilinin sunduğu, genellikle klasik dönemin büyük eserleriyle sı nırlıdır. Gerek insan bilimleri, gerek doğa bilimleri alanında yüzyıllar dan beri düşünülmüş, yazılmış ve keşfedilmiş herşey Müslüman'a an cak çeviriler aracılığıyla ulaşabilmektedir ve çeviriler de günümüzdeki haliyle gerçekten acınacak durumdadır.
1 2. a . g . e .
IV KİMLİK KAYBI KORKUSU
Performansa yönelik ve güç üretici bir kaynak o.imasından ötürü ya rarlı olan bir teknik ile, geleneğe karşı gelmesinden ötürü yıkıcı olan bir düşünce arasındaki ayrım da Müslümanlar üzerinde etkili oldu. Tıp kı Mançu dönemi Çinliler'i gibi bu ayrıma varıldı: Teknik katkıyı mu hafaza edelim, tekniği kuran metafiziği yasaklayalım. Kültürel kimlik arzusu mu? Belki. Tehlikeli düşünce biçimleri tara fından kısadevreye uğnıtılma korkusu mu? Kuşkusuz. Buna rağmen bu ürkek tavır günümüzde bile pek değişmemiştir. Kesinlikle muğlak olan bu tutum, çatlamış kişiliğimizi yansıtan ikili bir dili ve ikiyüzlü lüğü barındırmaktadır. Bu ikiyüzlülük, hem materyalist diye tanımladı ğımız bir bilimi küçümsemekle birlikte onsuz olamamamızda, hem de tam yol gelişen bir dünyada çağdışı olduğu günden güne iyice açığa çıkan, can çekişir durumdaki bir gelenekle yetinrnemizde vardır. Bu ya rı tedbirler, hiçbir şeyin eleştiriyle kesilmediği, herşeyin imalar, sağır dilekler ve ifade edilmeyen pişmanlıklar bulutunda asılı kaldığı bir du rumun sonucudur. Gizli bağdaşmazlıkların bilincinde olunmadan, aynı zamanda hem modem hem arkaik, hem demokrat hem otoriter, hem dünyevi hem dinsel, hem zamanın ilerisinde hem de gerisinde olmak istenmektedir. Birbiriyle uyumsuz yaşam tarzlarından ileri gelen zıtlık ların, dışsal bile olsa, bu iki alanın birbirinden ayrılmasını ve düzen lenA'!esini gerektirdiğini bilerek şeylerin gidişatına uyulabildiği takdir de, yukarıda istenen belki mümkün olabilirdi. Örneğin bir Japon için, işi ve modem hayat tarzı Batılı'dır, ama mahremiyetinin iç bölgesini oluşturan aile hayatı ve görenekleri geleneklere bağlı kalır; öyle ki bu
KlMUK KAYBI KORKUSU 31 bölünme nonnal faaliyetlerini aksatmadığı gibi onu bir ölçüde aşın sert sarsınulardan korur. Ama biz bundan uzağız. lslam'ın, en azından "entegrist" biçimiyle İslam'ın, buyurgan istemleri vardır. Herşeyi belirlemek ister: toplumu yönetmek; zihinleri gruplar halinde toplayıp, dünyayı altüst eden tek nolojik dönüşümler dalgasına kapamak. B unların üstüne bir de, zihin leri araştırma ve yenilik yapmaya karşı hale getirmek. Jacques Ruffie' nin dediğine göre, "temel araşu�ası, ilerlemenin yegane yoludur; bi yolojide makrooluşum ne ise, temellerin araştırılması da bilgi düze yinde odur. Yenilik yapan ve yaratan, yeni şemalar getirerek insan top lumlarının yükselen ilerleyişini temin eden odur."13 Bir geriye dönüş olan ve kültürel ilerlememizi durduran "entegrizm'' , bizi en ba<;it zihin açıklığına karşı bir saldırı olan yeni bir taa-;suba sürüklemekle kalma yıp, yükselen ilerleyişimizi de engellemektedir, çünkü biyolojik gele ceğimiz zaten bundan en az kırk bin yıl önce Cro-Magnon insanının ortaya çıkmasıyla durmuştur. Bu tehlike karşısında İslam dünya<;ındaki entelektüellerin tavrı ne dir? Geçenlerde İslam üzerine çıkan bir kitapta14, Fas'tan Irak'a kadar on ülkeden gelen yirmi dört Arap romancısı, şairi ve filozofu İslam'ın sorunları üzerine görüşlerini belirttiler. "Fondamantalizm"in hortlama sından, İslam kültürünün güneci durumundan, İslam ülkelerini sarsan sıçramalardan ve raydan çıkışın m uhtemel nedenlerinden bahsettiler. Ortak payda: Yeni zamandaki dönüşümlere açık olmadığından ötür� düşük yapacağı kesin görünen bir İslami yönetimin kurulmasına he men hepsi kaçamaksız karşı çıktılar. Iraklı Abdurrahman Munif ya da Fiı;.>tinli Emile Habibi gibilerine göre din kişisel bir iş olarak kalma lıdır. Buna göre din,
ip.
zorlayıcı ve baskıcı bir ideolojiye dö
nüşmeden kendine kamu alan ında yer bulamaz. Hangi türüyle olursa olsun "fondamantal izm"e her geri dönüş, eninde sonunda "bir eksik liğin telafi edilmesi"dir (Abdülvahap El Bayati), ya da milliyetçilik ka dar laiklik yanlılığının da başarısızlıklarını hasır altı etmeye yarayan bir kaçamaktır. İslam'ın, geriye dönmekle ve her tür değişikliği reddet mekle, Nahda'nın aydınlık İslam'ından kopup uzun vadede bir tür Ki* ipso facıo: fii li olarak (ç.n.).
1 3. Jacqucs Ruffie, De la biologie a la culıure, c. il, Flammarion, Paris, 1 983, s. 203. 1 4 . Luc Barbulcsco, Philippc Cardinal, L 'lslam en quesıion, Grasset, Paris, 1 986.
32 YARALI BİLİNÇ
l ise'ye (El Ezher'in bugunkü hali) dönüştüğü ve hareket edemez bir du ruma girdiği de göz önünde tutulmalıdır. Mısırlı Hüseyin Amin �yle der: "Başörtüsü takma sorununun 1 889'da Kasım Amin tarafından çö zülmüş gibi görülmesinden seksen beş yıl sonra bugün hala bu mese leyi tanışacak insanlar çıkıyor; üstelik, kadınlımn başörtüyü bırakma ları doğrultusunda seksen beş yıl öncekinden daha az kişinin sesi duyu luyor." 1 5 Bir diğer Mısırlı, Cemal El G hitani, "Ömer İbni El Hattab'ın ls lamı'nı uyguladığını iddia eden tüm Arap ·yöneticilerine"16 meydan o kumaktadır. Başka bir deyişle, on beş yüzyıllık bir model günümüz to plumlarının koşullarına nasıl oturtulabilir? S udanlı yazar Tayeb Sal ih ise Peygamber'in zamanına geri dönmenin saf ve basit bir ütopya oldu ğunu düşünmektedir. Öte yandan bu geri dönüş, özgürlük alanındaki bir daralmayla çakışmaktadır; El Ghitani şöyle der: " 1926'da Taha Hü seyin'in İslam karşıtı şiiri konu alan kitabı yasaklandı ve bu bir devri me neden oldu. Çok yakın bir süre önce B inbir Gece Masalları yasak landı ve kimse protesto eınıcdi."17 Mısırlı Louis Awad'a göre -geri kalmış olduklarını kabul eden ve lslam'ın düştüğü çıkmaza çareler arayan- Nahdıı'cıların aksine "enteg ristlcr", Batı'yı ahlaksal düzeyde az gelişmiş olarak görmektedirler. Ör neğin Abduh'un anlayışına göre din bir meşru savunma silahıydı, oysa Cmuıat-ül /s/amiya'cılara göre din aksine, iktidarı alma silahıdır. Her tür geri dönüş, ulusal yeniden doğuş için ayakbağıdır. Muhammed A r kun, kaynağa-dönüşçülerin, H icret'tcn sonraki ilk dört yüz yılda ger çekleştirilen önemli teolojik çalışmaları göz ardı ettiklerini belirtiyor. Kaynaklara dönüş bundan dolayı gözü kapalı bir kaçıştır, çünkü Şeriat' ın toplumsal muhayyi lede kut"iallaştırılmasından doğmaktadır. İslam, bir hükümet sistem i de değildir. Üstelik hiç olmamıştır da. Emeviler devrinde, İslami olarak nitelendirilemeyecek bir devletin aygıtı olmuş tur; Abbasi Halifeliği sırasındaysa İslami olmaktan ziyade Sasani (İ ran) tipinde bir yönetimin etkisi allına girm iştir. Tunuslu Mahmud Messadi başarılı bir formül bulmuş ve Arap cumhuriyetlerini "modem emirlikler" olarak nitelendirmiştir; meşhur geri dönüşe gelince, "me1 5. a .g .e., 16. a . g . e . , 1 7. a.g .e.,
s. s. s.
97. 1 46. 1 45.
KlMLlK KAYBI KORKUSU 33
zardan çıkarılan kadavralara can venneyi ummak" 1 8 n e kadar mütnkün
se, bu da o kadar mümkündür. Cezayirli Raşid Boudjedra'ya göre İs
lam, modem devlet anlayışıyla kesinlikle bağdaşmaz; örnek olarak "İs lami sistem uygulamasının korkunç ve toptan başarısızlığı " T9 olan lran'ı gösı.ennektcdir.
Öte yandan bu yazarların çoğunun, bir dinin d ünya işlerine fazla
karışuğında ne hale gelebileceğinin bir bakıma canlı örneği olan lran Devrimi'nden sarsılmış oldukları gözlemlenmektedir. Cezayirli Tahar
Ouettar Amerikalılar'ı, "kızıl tehlike diye adlandırdıklarına karşı İslam'ı doğal bir sipcr " 20 yapmakla suçlamaya kadar varmaktadır. Ve yazar Ka
teb Yacine, lslam'ın hiçbir zaman modem bir devlet olamayacağını dü
şünmekle kalmayıp, İslam'ın, taassuba yaslanıp ortahğı karıştıran ve
ilerleme güçlerinin önünü kesmeye çalışan yöneticilerin işine yarayan fanatizmin dümen suyundan ç ıkarılması gerektiğini düşünmektedir.
Faslı Abdülkebir Katibi, Fas'ta toplumsal alanlan aralarında bölü
şen dil mekanlarını ve üç· hukuk sistemini (Şeriat, geleneksel hukuk ve modem hukuk) inceler. İslami toplum yapısının,
olması
diyalojik
nedeniyle, herhangi bir teokrasiyle uyuşamayacağını düşünür. Ama,
örneğin bir hukuk sistemiyle bir diğerini karşı karşıya getiren çelişki
lerin nasıl halledilcceği üzerine bir şey söylememektedir. Tunuslu Ab
dülvahab Meddeb ise dışlayıcı göndermelere dayanarak öteki'nin redde
dilme'>i üzerine kurulan her tür "emegrizm"in ancak bir gerileme ola
bileceğini söyler. "İslam, Avrupa'yı reddetmek yerine, bazı Asya halk
�aciy�
ları gibi söz konusu Avrupa'yı özümlemek ve belki de aşmak a la alçakgönüllü bir öğrenim devresini niçin kabul etmez?" 21 ·-
"Entegrizm "fn nedenlerine gelince, yazarlara göre değişmektedir.
Mısırlılar ve Lübnanlılar 1 967 yenilgisine takılmışlardır, yeri gelmiş
ken söylenirse bu olay lran'da aynı yankıyı uyandınnamışur. Lübnanlı Y usuf El Khal İslam tarihinde iniş ve çıkış dönemleri ayırt eder. Örne ğin 1 9. yüzyıldaki uyanış döneminin
(Nahda) çıkışını 5
Haziran 1 967'
den sonraki gerileme takip eder. Lübnanlı Raşid El Da'if Müslümanlar'
daki zihinsel ukanmalara işaret eder ve bu ukanmalarda görülen, atadan
gelen kesinliklerin sorgulanmasına cesaret edilmemesi olgusundan 18. a . g . e . ,
s.
20. a . g . e . ,
s.
197.
19. a .,g . e . , s. 2 1 4 .
2 1 9.
2 1 . a . g . e . , s. 267.
34 YARALI B1L1NÇ
doğan tutukluğu açığa vurur. Her tür ilerlemenin önünü kesen ve gerçekliğe de uymayan kolektif hafızaya yapışıp kalınmaktadır. Mısırlı Necip Mahfuz'a göre "entegrizm "in kökü 1967 yenilgisinde ve yaşanan iki tip deneyde art arda gelen ba�ısızl ıklardadır: liberalizm ve sosya lizm. Tev fik El Hakim de, retorik ve gramer öğreti lerine yaslanarak, modem bilimin ruhunu kavrayamayan kurumsal İslam'ın "toz bürü' müş gereçleri"ni eleştirir. Kısacası, "emegrizm"in nedenleri az çok sıralansa da, yol açtığı çat lakların ve gecikmenin felsefi aniamıırı derinleştirmeye çalışanlar na dirdir. Bu yüzyılın sonuna gelinirken İslam dünya'>ının epeydir eskimiş ütopyacı çözümlere (İdeal Site) yönelmesi ve sürekli aynı çözülmemiş sorunları ortaya sürmesi bir şeylerin aksadığını, temel bir şeyin göz ö nünde tutulmamış olduğunu göstermektedir. Kitabın başında da belirt tiğimiz gibi, modernlikle uyuşmazlık belki de henüz boyutu ölçüleme m iş olan radikal bir uyumsuzluğu göstermektedir. Açıklayayım. İslam' ı, onunla bağdaşmaz· oıan bir şeyin üzerine oturtmak yerine kamu ala nının dışına, kendi yerine göndermek daha iyi olmaz mı? İslam'ın zen _gin bir kültür olduğu kesindir, ama yeryüzünden gelmiş geç�m!Ş büliln" kültürlerden farkı yoktur. lsıam'ink.au savunucuıariili_ii..cTfCrlnde tül tuklarını iddia ettikleri başcdilmesi mümkün olmayan o özgüllük ne dir? Hindular için Hinduluk'tan daha özgül bir şey yoktur, Budistler i çin B udizm, Japonlar için Ş intoizm keza. Ama bunun bilincine var mak için önce modem zamanların ortaya ç ıkışına damgasını vuran e pistemolojik kopmaları aydınlığa kavuşturmuş olmak gerekir; bu kop maların epistemoloji, psikoloji ve toplumsal bilim ler alanlarında ya rattığı birçok sonuç bence yeterince değerlendirilmemektedir. Yakamıza yapışıp bizi fclceden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekli ğiyle denk düşemememizdir. Gerçeklik karşısında bakışım ızın -,Ç(ik(ı/ kaldığını söylüyorum. Bizi içeriden özgürleştirebilecek ve şeyleri algı lama yeteneğimizde bir sicil değişikliğine neden olabilecek yegane a raç, hala eleştirel düşünce ve onun en sağır doğrulara acımadan saldıran temel sorgulamasının keskin yüzüdür. Uygarlığımız ve onun temeli o lan paradigmanın doğası üzerine düşünülmezse, bazı İslami düşünürle rinki gibi hep muğlak söylemlerle yetineceğiz demektir. M ısırlı Abdurrahman El Şarkavi, iktidarın güdümünde bir ulema kastı oluşturan bir İslam. ile, Peygamber'le yeğeni ve damadı Ali'nin
KIMLIK KAYBI KORKUSU 35
değerlerine sahip çıkan masum bir İslam arasında ayrım yapmaktadır. Bense aksine, devleti ve t�lumu örgütleyen bir yasa olarak belirdiği zaman her dinin gerici leştiğini düşünüyorum. Bunun nedeni iyi ya ruı: · kÖtÜ-brr--fslam'(fa-d"Cgl1ctir:-yafıli7.ca-TsTam:·1lir sosyopolitik bütünlük_ olarak zamanını doldurmuştur. B u olgu, dindeki mistik ve kültürel bo yutları ı rıda en ufak bir çelişki yoktur. "23 Bc·n ise aksine ikisi arasında, tam da demokrasi gibi bir olayın or taya 1, ıkışını olanaklı kılan paradigma değişimlerinden dolayı çelişki o ld u ğ un u düşünüyorum. Farklı fikir topluluklarına ait olan ve araları ��odl?_!:nlifilJ< uran büyükkopıTialarınğifdigTiki kavr��;-ilhl}� �ıkmak, zincirlem�_özdeşfeşme yapmak ve ele_ alı�� kavramlar �� sinin doğası hakkında yanıl_g�a düşmc:_k dem�ktir. Bu temel kavramlar arasında aşılmaz çatlaklar vardır ve bu çatlakları tıkamak için alışagel diğimiz tedbirlerden farklı yöntemlere başvurmamız gerekir. Demokrasinin ortaya çıkması için, öncesinde zihinlerin ve kurumla rın sekülarizasyonu gerekmişti; olduğu haliyle bireyin Ümmet'in pel teli kitlesi içinde erimiş anonim bir ruhtan ziyade, özerk hak sahibi bir -
_
22. a . g . e . ,
23. a.g . e . ,
s.
1 1 6.
s.
1 53 .
36 YARALI BlLINÇ
özne olması gerekmişti; hukukun sözleşmeye dayanan bir temel edin mesi ve son olarak da, diktatörlerin zorlayıcı baskılarının ve dini mer rilerin onlardan aşağı kalmayan baskılarının üstüne buyurgan meşrulu ğuyla ulusal egemenliğin çıkması gerekmişti. R_�okr��h �)'.�}!.l..�
_
.
__
24. Octavio Paz, Une planete eı quaıre ou cinq mondes, Gallimard, Paris, 1985, s. 1 9 8. 2 5 . L'fslam e n q uesıion, s. 208.
KlMLlK KAYBI KORKUSU 37
!erinden, entelektüel sıkışmalardan ve özellikle dünyanın tüm sorunla nna hazır cevapları olduğunu zanneden o iddiadan kaynaklanmaktadır. Bir tiir alçakgönüllülüğü, bir tür değerler göreliliğini öğrenmemiz ge rekiyor. Hintliler ya da Çinliler'den daha fazla bir şey kotarmış değiliz. Onların uygarlıkları birçok açıdan bizimkinden daha karmaşıktı, çok daha yoğurulmuş ve inceydi. Söz konusu olan, bunları karşılaştırmak tan öte, _a_lç
İkinci Bölüm *
ONTOLOJİK UYUMSUZLUK
* /tinirances, " L'Eveil du creur" dosyası, Albin :v1ichel, n. 1 , :Mayıs 1 986'da ya· yımlanan makale.
1
GERÇEK HEP BAŞKA YERDE
Gezegenimizde yaşayan insanlar henüz dünyayı aynı şekilde gönnüyor lar. Her yerde mevcut tanrıların karşı konulmaz çekiciliğine bağlanmış bir Hindu için "mitos"un gündelik yaşamdan daha fazla gerçekliği var dır; Mahayanacı bir Budist ıçin Bodhisattva'nın yaşamı, dolambaçlı ve eninde sonunda yanılsamalı olan tarihin varlığından daha öğretici ve daha göz kamaşurıcıdır, hele tarihin, samsara'nın (yeniden doğuşlar zinciri) birçok görünümünden biri olduğu hesaba katılırsa. Şii bir Müslüman, dünyanın kurtarıcısı olan Gaaip lmam'ın Zuhuru'nu bek leyerek yaşar; bu anıda, tarihte öfkeli bilgelerin ortaya çıkışıyla bunun işaretlerini görmesi, ahiret bilincinde bir değişikliğe neden olmaz. Za ten tüm bilinci, gerçeğin üstünü örtmek ve gerçeğin ötesinde öze i lişkin gibi görünen şeyi keşfetmek için yapılmıştır. Onun için Varlık, ne üretim biçimlerinden doğan toplumsal ilişkilerdir, ne "kendinde şey" dir, ne de zaman içindeki mutlak Tin'dir. Zaten bu fikirleri ona kendi dil inde iletmeye çalışuğınızda başaramayacağınızı çok çabuk gö rürsünüz. Bunları iletmek için ne kavramlarınız, ne aletleriniz, ne de yöntemleriniz vardır. Farklı ontolojiler ar.ısında akım geçmeyecektir. i kisi arasında tarihin yaratuğı boşluk vardır. Şeytan'ın zamansallık içi ne sızmamasını gözeten metafizik "tatil" hazır ve nazırdır. Doğulu on tolojileri derinlemesine araştırdığımızda, Hegcl'e göre Dekartçı cogito' nun beyan eder göründüğü, ayağın sağlam bafüğı toprağı hiçbir zaman bulamayız, aksine uçurumlar uçurumuna düşeriz. Karşımıza çıkan ister Sühreverdi ve İbni Arabi gibi, gençleri baştan ç ıkaran meşhur temsilci leriyle lslam'ın nazari tasavvufundaki Öz'ün esrarı olsun, ister Budizm'
GERÇEK HEP BAŞKA YERDE 41
deki töz-dışı ıssızlık olsun, isterse de kendini baş döndürücü paradoks larla ifade eden esrarengiz Tao olsun, h içbir şey -kesinlikle h içbir �y- demir atmam ıza 0lanak vermez. Gerçek hep başka yerdedir. Oerçek bile değildir; çünkü gerçeklik di ye bir şey olduğunu farzetsck bile, katıksız ve ba-;it bir yanılsamadır bu.,O kadar gururlanarak nesne diye adlandırılan �yin hiçbir anlamı yoktur; nesne, bir şeyin yansıması olarak vardır, hakkında hiçbir bilgi edinme olanağı olmayan bir üstgerçeğin gözü yanıltarak sunduğu gö rüntüsüdür. Zira bilgiler de, varlığın farklı halleri, mevcudiyetin farkl ı düzeyleri olduğu gibi vardırlar. Bu bağlamda nesnellik kurgusallaşıyor sa, nesnelliği kuran öznellik daha da kurgusaldır. İnsan hiçbir şey de ğilken, merkezdir de. O herşeydir, çünkü ilahi Logos'u cisimleştirdiği ölçüde, yaratılmış diğer varl ıklardan koparak yaratılışın gözbebeği olur; ama hiçbir şeydir, çünkü kurucu bir merci değildir. Olduğu, tem sil ettiği her şeyi bir Başkası'ndan almıştır. Ve bu Başkası, en sonun da, evrenin dipsiz temelidir. Peki, eski insanların kökensel ontolojisiyle, yeni zamanların mo dernliğini kuran ontoloji arasında ne olup bitmiştir? Bir �yin olup bittiği kesindir: Bakışın yukarıdan aşağıya kayması. Yukarıdan aşağıya derken hiçbir değer yargılamasında bulunmuyorum. Yükseklik terimle rini kullanmamın nedeni bakışın, ilk tefekkürün uçurumunda kaybol mak yerine, doğrudan ulaşabileceği somut şeyleri kavrayabilmek için uzak ufuklardan vazgeçm iş olmasıdır. Zaten insan bilincinde bilimin, gözlemlemenin, tikele olan ilginin, niceliksel nesne belirlemesinin or taya çıkması, insanın, metafizik eğilimlerin çekiciliğine kararlılık la sırt çevirmesiyle olmuştur. Kahramanca bir hareket olmasına peki, Prometeus'a benzer bir yü reklilik olmasınaysa belki, ed inilmiş doğrulara karşı bir isyan olma sındansa hiç kuşku yok. Dindar insanın gönül gözüyle gören bakışı modem insanın görsel bakışına dönüşmüştür, diyeceği geliyor insanın. Aniden, hep karşımızda durmuş olan ve bakı şın çehre değiştirmesi sıra sında gözden kaçan şeyin farkına varıyoruz. Örneğin Rönesans'ın, pers pektif yasalarını keşfettiği çok söylenir. Sanki Ortaçağ minyatür sanat çıları önlerinde akıp geçen hayatı olduğu haliyle görmüyorlarmış gibi. Gördüklerine kuşku yok, ama aynı zamanda "daha gerçek", daha büyü-
42 YARALI BlLlNÇ
lü bir alan keşfediyorlardı ve bu alan, fikri içeriğinden ötürü, duyumsa malı algı aracılığıyla açığa çıkan gerçeklikten ziyade, gönül gözüyle görmenin gerçekliğine yakındı. Bu fikri görüş açısıyla duyumsamalı bakış arasında, görüşün niteliği değişmiştir. Daha sonraları dünyayı geometrik bir alana indirgeyecek olan niceliksel yayılmanın keşfini o lanaklı kılan da bu yarı-sihirli bakışın büyübozumuna uğramasıdır. Bu geometrik alan da sırası gelince, yani yüzyılımızın başlarında, da ha da hayret verici bir başkalaşıma uğrayacakur: Kuantum mekaniği. Durumun bu altüst oluşu büyük olasılık!a modernl iğin temel ayak larından biridir. Doğanın, insanın, Tanrı'nın ve bir o kadar da tarihin değerlendirilmesi alanında sayısız sonuçlar doğurmuştur. Aslında bu dört fikir, içinde konumlandırıldıkları ontolojiye göre bütünüyle deği şi rler. Batı'da bu altüst oluşun etkisi metafizikten toplumsallığa ve sonra da tarihe geçilirken kendini hissettirdi. Örneğin şer sorunu Pascal gibi modem bir düşünür için metafizik bir konuydu, oysa Aydınlanma' nın filozofları için öyle olmayacaktır. Pa'ical, Augustin'ci bütün bü yük temaları yeniden ele alır ve bunları modem bir dile çevirir. Yönte mi Dekartçı'dır, ama büyüklüğünü ve sefaletini ilan ettiği çift doğalı insan, kaynağını Düşüş'ten, yani insanın doğuşundan da önce gelen mitsel bir olaydan alır. Yani insan, hakiki durumunu artık doğal akıl yardımıyla arayamaz. "Kendiniz için ne muhteşem bir paradoks oldu ğunuzu anlayın artık. Kendinizi aşağılayın, akıl güçsüz; susun, doğa aptal; insanıf! il!ı>_�ı sı_rı_ıı:ş!�f_ıl_l.iŞ!_ığı11� QğE�l!!ll_ ��1li_İlled�ğiniz _�_ak}�_L . durull"!_l!J!l!ZU ef(!nd!11i!:_cl(!l1 clinl_eyin._Ta.ıt_n'yı dinleyin'.'' ı Jcan-Jacqucs Rousseau içinse sorun başka yerdedir. İnsanın metafi zik anlamdaki çift doğalılığının artık tarihsel bir boyutu vardır ve doğa haliyle kültür hali çatışmaktadır. Rousscau, Emile'in başında: "Şeyle rin Yaratıcısı'nın elinden çıktığında her şey iyidir; insanın elinde her şey yozlaşır,"2 der. Böylelikle şer sorumluluğu _artık ne Tanrı'dadır, ne de tarih-öncesi herhangi bir düşüşte; durmadan toplumları değiştiren ta rihtir sorumlu olan. Çözüm ilk günahın mitsel boyutunda aranmama lıdır; ancak tarihte bulunabilir çözüm. Doğa halindeki insan iyi bir ya banidir; kendini sevmesiyle harekete geçer ki bu sevgi onun doğal ma1. Pascal , Pensies, 434- 1 3 1 , Gamier-Flammarion, Paris, 1 976. (Türkçe'de:
Düşün celer (seçmeler), Çevi ren: ismet Zeki Eyüboğlu, Oluş Yay., İstanbul, 1 966. [söz konusu alıntı hu se5mcde yoktur])
2. Jean-Jacques Rousseau, Emile.
GERÇEK HEP BAŞKA YERDE 43
sumiyetidir, varkalma içgüdüsüdür. Kendini-sevmesini kendine-hayran lığa dönüştürerek onu egoist ve saldırgan bir varlık yapacak olan top lum tarafından henüz etkilenmemiştir. İnsanın doğal karakterini değiş tiren ve onu, tutkuları ve tatmin edilmemiş arzularıyla yaşayan yahan cılaşmış bir varlık haline getiren hizzat toplumdur. Hatta bu yabancı laşma, ilerlemenin akışındaki belirleyici hatlardan biridir. Bütün top lumsal evrimler birer yabancılaşma sürecidir. Kurtuluş artık ontolojik dönü�üm düzeyinde olmayacakur; bireysel imdeleri, erdem üzerine ku rulu toplumsal iradeye bağımlı kılarak açgözlülüğe, kendini beğenmiş liğe ve sömürüye son verecek olan toplumun yenilenmesi sayesinde kurtulunacaktır. İnsan kendi kendisinin kurtarıcısı olmalıdır; başkaları nın keyfi isteklerine boyun eğmek yerine sadece toplumsal iradeye uy duğu daha doğru bir toplumun öncüsü olmalıd ır. E. Cassirer, "Rous scau'daki hukuk felsefesi'nin ilmi ilahi ltheodicee ] sorununa getirdiği çözüm budur. Sorunu, metafizik düzeyden etikle şiirselliğin merkezine geçirerek bütünüyle yeni ·bir zemine oturttuğu bir gerçektir,"3 der. Sosyo-ekonomik ilişkilerin ilerlemesine bağlı olan yabancılaşma nın ve tarihin yeni topraklarına ulaşmak için metafizik toprağını terke den "bilincin bu göçü", tam da Batı'yı yeryüzündeki diğer uygarlıklar dan ayıran şeydir. Bilincin bu taşınma sırasında katettiği mesafenin bir çevrinme olduğunu, bütün kategorilerin tersyüz edilmesi ve sonuç ola rak da bir gezegenden bir diğerine gcçiliyormuşçasına bir takımyıldız değişimi olduğunu belirtelim. İki gezegen arasında ise, bu hareketin dı şında kalan uygarlıkların tatil i yer alır. Öte yandan, toplumsal sarsıntı lara ve uluslararası ilişkilerde altüst oluşlara yol açıp yeryüzünü çok gclişmiş, az-gelişmiş, bazen de az-çok-gelişmiş bölgelere ayırarak çağ daş dünyamızı parçalayan tüm kırılmalar, çatlamalar ve faylar bu yer değiştirme sürecinin içindedir. Durumu içinden çıkılamaz hale sokan da, şeylerin eski halinin pek el değmemiş olarak kalmaması ve kendisine sirayet eden yeni düşünce biçimlerinin, işgörürlüklerindeki işlemsel bedel sayesinde yeryüzüne yayılarak, dünyanın eski yapılarını içten kemirmeleridir. Modernliğin üst üste gelen dalgalarının değmediği kültürel sahalar bulma fikri ka tıksız bir kurgudur ancak. Öte yandan, her tür geri dönüş beklentisi ve hangi biçim altında olursa olsun her tür '1fondamantalizm" uyanışı bir 3. Emst Cassirer, La Phiiosophie des Lumieres, s. 173.
44 YARALI BILINÇ yanılsamadır. Gelenek, tabii hfila kaldıysa, ontt>lojik olarak moJemlik öncesinde yer alan başlangıç noktasını yeniden yakalayamaz. Daima modemlik-sonnısı l ıx>st-modem l döneme yapışır kahr. Beyazların yap uğı katliamlardan mucizevi olarak kurtulan nadir Amazon kabilden, ya da yeryüzünun Tanrı bilir hangi ücra köşesinde yaşayıp giden bazı kabileler dışında, kökeni ve mekanı ne olursa olsun bütün kültiir lı::r , modernliğin etkisini, yani bilincin yukarıdan aşağıya bu gôÇlinü yaşa mışlardır. Artık hepimiz karışım bölgelerinde yaşı)'oruz; tüm bakışla
rın -şeylere eskisi gibi yaklaşan bakışların da; teknik, gelişme ve ta rihle şekillenmiş bakışların
da- karşılaştığı alanlarda yaşıyoruz.
Babil kulesi, yalnızca dillere i li�kin bir gerçekl ik olmaktan ziyade -ki ü�ıclik bu noktada da hemen hemen çözülmesi olanaksız sorun larla karşı karşıyayız- zihniyetlere ilişkin bir gerçekliğe dönüşmekte dir. Dini sayıklama; devrimci saplantı; kadınların özgürleşimi; günden güne ciddiyetsizleşen ütopyalanı doğru gerileme; yıldız savaşları; elden düşme inanışların yeniden ortaya çıkışı; içinde düşüncelerin, inançların ve dünya görüşlerinin oynaşuğı bil' tür kaleydoskopta birbirlerini izle mektedirler; ve neden söz ettiğini bilen, filanca siyasal söylemi niye falanca ilkenin kurduğunu bilen kimse yoktur. Dilek ve umutlar, en çok duygusal olarak eski geleneklerle yüklü inanışlara gönderirken, bunları eklemleyebilecek olan kavramsal yapılar, anlaşılmamış bir
modernliğin en acaip ve en gecikmeli filizleri halinde kalmaktadırlar. İ kisinin-arası, hayat tarzına dönüşmektedir bir bakıma: Anlamaya, çö zümlemeye çalışılmaktadır, ama iki tarafın suçluluğunun ayrıntıları ve nedenleri açıklana açıklana, temel olan şey göz ardı edilmektedir; bu
da, Bau'yı modernliğin kalesi, diğer uygarlıkları ise geçmişin büyük a nıtları haline getiren tarihsel kopmalardır.
II SKOLASTİK KÖHNELEŞME
Yeryüzünün eski uygarlıkları, özellikle Asyalı büyük kültürler 1 7 . ve 1 8. yüzyıllardan itibaren yaratmaz· olurlar. B u iki yüzyıl, dünya tari hinde bir geçiş dönemi olmuştur. 1 7 . yüzyıl yenilik olarak Dekartçı yöntemin hakimiyeti altında olurken, 1 8. yüzyıl Aydınlanma ve eleş tiri çağı olmuştur. Metafizik ikicilik de öıı:gür vicdanın özel alanı ile mutlakiyetçi iktidarın kamusal alanına siyasal olarak yansır. 18. yüz yılda iktidarı denetleme sırası özel alana gelecek, ahlakı siya'ietle zıt laşuran diyalektik çelişkiler gözler önüne serilecektir. B uradan da buna lım fikri çıkacak ve iktidarı ahlaksallaştırma denemeleri bilinen dev rimler ideolojisine varacaktır. Bütün bu hareketler, ilk başlardaki ham. lelerinin rotasında ilerleyen Asyalı uygarlıkların gözünden kaçmıştır. Yaraucı hamleleri soluksuz kalmaya başlamış ve tam da dünya tarihini yerinden oynatan bu büyük altüst oluşların şafağında durmuştur; üste lik Asyalı uygarlıklar, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu altüst o luşlarn direnmişlerdir. Örneğin İslami düşüncenin büyük sentezi, İran'da 1 7. yüzyılda Safa vi hanedanı ( 1 50 1 - 1 722) sırasında nihayetine ermiştir. Aynı yönde gi den birçok akımın, çok güçlü bir sentezin potasında kesiştiği, birbirine karıştığı ve yekvücut olduğu Molla Sadra Şirazi'nin ( 1 57 1 - 1 640)4 göz kamaştırıcı doktrin yapısı ve İsfahan Okulu'nun yeniden doğuşudur bu. :
4. Sadra, " Fars ülkesi Platonculan"nın en ünlü Lem silcilerindcn biridir. "Özler .
metafiziğinin yerine bir Varolma metafiziği koyarak gerçek bir devrime yol açm ı ştır. Bkz. H. Corbin, llisıoire de la philosophie islamique, Gallimard Folio, Paris, 1 986, ss. 467-476. (Türkçe'de: lsiam Felsefesi Tarihi, Çeviren: Hüseyin Hatemi, lletişim Yay., İstanbul, 1 9 86.)
46 YARALI BİLİNÇ
Sadra Descartes'ın çağdaşıdır; Sadra birkaç yüzyıl lık bir hareketi niha yetine erdirip İslami metafiziğin zaten görkemli yapısına son taşı ek lerken, Descartes geçmişi kısadevreye uğraup yenilik yapmakta ve in sanı evrenin kurucu mercii kılacak yeni yollar açmaktadır. İran'da, o günden bugüne kadar düşüncedeki bütün gelişmeler Sadm'nın eseri üze rine yorumlardan başk� bir şey olmayacaktır; Sadm'nın eserinin metafi zik kapsamı hiçbir zaman aşılamayacakur. Çünkü gotik bir kubbe gibi diklemesine yükselen bu kaynaşmadan sonra her tür yenilik, ancak İs lami teolojinin temel ilkelerinden kopmayla oluşabilir. İnsanın dinsel bakış açısı da, kendini rcddeuncden buna hoşgörüyle yaklaşamaz. B un dan dolayı d üşüncede bir yığılma meydana gelmiş ve düşünürden düşü nüre "peygamberce fclsefe"nin çemberi içinde sınırlı bir yenilenme ya şanmıştır ki bu da skolastik köhneleşmeye yol açmıştır. 18. yüzyılın sonundan itibaren hissedilmeye başlanan ve 19. yüzyılda artan Batı et kisi yeni fikirler çıkardıkça (çoğunlukla topl umsal ve siyasal) ve Asya lı uygarlıklar bu meydan okumaya cevap vermekte zorluk çektikçe, köhneleşme daha da göze batar olm uştur. Gitgide daha saldırganlaşan düşünce biçimlerinin kuşatması altında olan bu uygarlıklar kenara iti lip içlerine kapanırlar; bu sırada bireyler, toplumsal olarak atadan kal ma davranıştan taklitçi bir şekilde yaşayıp yeniden üretirler ve kendile rini çevreleyen dünyada değişen gerçekliklerle gitgide daha az çakışan, tedavülden kalkmış düşünce şemalarıyla düşünürler. Neredeyse üç bin yıl boyunca büyük metafizik yapılar ve görkemli düşünce mabetleri yaratan Hint Uygarlığı'nın soluğu 1 7. yüzyıla doğ ru, tıpkı İran düşüncesi ya da Çin kültürü gibi kesilmeye başlar. Hin distan, Asya bağrındaki uygarlığın gerçekten de en göz kamaştırıcı o daklarından biri olmuştur. Eski Yunan'ın Batı'da oynadığı rolü, Hindis tan Asya'da oynamıştır. Hinduizm sürekli yay ı larak, Brahman orto doksluğunun kıyısından doğan tüm felsefi değişimleri, tüm yeni fikir leri içine almıştır. Sonuçta hepsini koca potasında eritmiştir; Veda 'la nn kutsal otoritesini reddedip, Hinduizme girme hakkını kaybeden Bu dizm ve Caynacılık dışında. Hint deha<>ının en evrensel eserlerinden bi ri olan B udizm ise özel likle bir ihraç dini olmuştur. Hıristiyan Çağ'dan önce 6. yüzyılda Buda'nın tutuşturduğu bilgelik meşalesi Asya kıtası nın büyük bir böl ümünü aydınlatm ış, bütün Uzak Doğu'ya Hint Uy garlığı'nın temel kategorilerini sokmuştur; karşılaştıkları en az kendi-
SKOLASTIK KÖHNELEŞME 47 leri kadar göz alıcı uygarlıklarla temas sırasında bu kategoriler şaşırtı cı b�kalaşımlara ve olağanüstü sentezlere uğramışur. S. Radhakrişnan5 Hint felsefesini şu dönemlere ayırır: 1 .) Veda l ar '
dönemi (İ .Ö. 1 500-600); 2.) Destanlar dönemi (İ.Ö. 600-İ.S. 200); 3.) Sutra'lar dönem i; 4.) 1 7. yüzyılda son bulan skolastik dönem. Veda lar döneminden skolastik dönemin sonuna kadar (yani üç bin yıldan fazla bir süre), başlangıçta Veda'ların mitolojik ezgileriyle iç içe geçen, son ra Brahnuına'lann katı kurban doktrininde donukla� ve Upanişadlarda yeniden parı ltılı bir hamleyle sıçrayan bir dünya görüşünün sürekli zenginleşmesine tanık oluruz. Hindu geleneğine göre Veda döneminin Upanişad ları, ormanların sessizliğine çekilip metafizik deneylerini yüksek düzeyde batıni l esoıerique l ayetler biçiminde tasvir eden eski zaman Rişi'lerinin (kahinlerinin) eserleridir. Bu metafizik deneylerde düşünce, ilk nedenlerin sorgulanışıyla uyanmakta; kurban ritüeli, insan nefesini en yüce duaya dönüştürerek içselleşmekte; insan ve evrenin özdeşleşmesi denklemiyle (B u Sensin [tat tvam asil) dile getirilen mut laklık arayışı, saplantılı demeyelim de, baş döndürücü bir boyuta ulaş maktadır. En cüretkar ve en heterodoks doktrinler, Brahman ortodoksluğunun kıyısında ve ona karşı, özellikle savaşçılar kastı (kşaıriya) içinde doğar: kim isi Veda'ların otoritesini sorgular, dünyanın son temel ini inkar e dip, yerine, Budizm'de olduğu gibi boşluğu koyar; kimi Caynacılık gi bi kesinlikle görcci bir mantık kurar; kimi samkhya gibi ikici bir koz moloji öğretisi geliştirir; kimi de V işnu (Vasudeva Krişna) ya da Ş iva (Paşupati) ayin leri düzenler -Vişnu ve Ş iva, Vişnuizm ve Ş ivaizm doktrinlerini doğurmuşlard ır-; kimisi de her tür aşkınlığı inkar eder ve carvaka ile lokayata materyalistleri gibi duyumsanabilir gerçekliğin dışında hiçbir şeyi kabul etmez. En heterodoksları dışında tüm bu doktrinler, Vişnu'nun Krişna biçi m inde vücut bulmasıyla, Bhagavad Güa'daki samkhya-yoga doktrini gibi çok gelişmiş felsefi ve teolojik öğretilerin birbirlerine karıştığı büyük Mahabharaıa destanında ortaya çıkmışlardır. Bu büyük destan, daha sonraları yazılarda şaşırtıcı bir özlülükle kaideleştirilecek olan tüm fikir ve inançların ansiklopedisini oluşturur. '
5. S. Radhakrişnan, lndian Philosophy, George Ailen & Unwin Ltd. , Londra, 1 962, . !. Cilt, s. 52.
48
YARALI B1L1NÇ
B rahmanizm tarafından kabul gören tüm düşünce ekolleri, Suıra'lar olarak adlandırılan, hafızada tuunaya yönelik çok kısa ve yoğun for müller halinde sabitleştirilecektir. Bundan da Suıra'lan yorumlama eği limi çıkm ıştır, yorumlar üzerine yorumlar yazılm ış, sonra da yorumla rın yorumları üzerine yorumlar yazılm ıştır. Çoğu zaman usanç verici ama büyük bir teknik kesinliği olan bütün bu yorum literatürü skolas tik dönemi oluşturur. Hindu tarafında Shankarn, Ramanuca, Vaca'>pati Mishra, Vicnana Bhikshu gibi büyük yorumcu-düşünürlerin, Budizm tarafında da Nagarcuna, Ashvaghosha ve de Budaghosha gibi cüret.kar düşünürlerin ortaya çıkışına tanık olunmuştur. B u dönem, bir tür parıl tılı gotikle göğe yükselerek uygarlıklar tarihinde eşi görülmemiş bir mimari yapıyı tasarlayan Hint düşüncesınin olağanüstü gelişimine ta nık olacaktır, ama bu yapı kendi ağırlığı altında ezilecektir. Öyle ki, 1 7. yüzyıldan itibaren Hinduizm soluksuz kalmaya başlayacak, tekle yecektir. Artık bir şey yaratılmamaya başlanacak, tekrar ve özentilik yaygınlaşacak, sonunda da köhneleşme gelecektir. B ununla birlikte, yukarıdaki gelişmeye paralel olarak, çok önemli bir başka zihinsel olay özel bir parıltıyla dikkatleri çekecektir: Özellik le Moğol hanedanı döneminde Hindisıan'la İslam'ın ilişkileri. Timur' un soyundan gelen Kabil Hükümdarı Babür 16. yüzyılda Lodi haneda nına son verip, 1 556'da ünlü Moğol İmparatorluğu'nu kurar. Babür'ün torunu Ekber'le birlikte Hindistan'ın yakın tarihindeki en saygın çağ başlar. Birçok nedenden ötürü H int-İslam ilişkilerinin altın çağı olarak de ğerlendirilen Ekber'in hükümdarlığı sırasında ( 1 542-1 605) büyük bir e debi faaliyet dönemi başlar. Moğollar'ın İ slami kültürü özellikle Fars dil inde yazı lmıştır. Farsça, yönetimin resmi d ili olmanın dışında, düşünce ve dinin tüm kültürel değerlerini de iletmiştir; öyle ki Moğol hükümdarlarının sarayı, İran'daki Safaviler'in dini fanatizmine maruz kalan İranlı şairler, ressamlar ve düşünürler için, kültürel yabancılık çekmeden girebi lecekleri ayrıcalıklı bir sığınak olmuştur. Üstelik Farsça 1 857'ye kadar (büyük isyan -"Mutiny"-) resmi dil olarak ka lacaktır; 1 858 kararıyla Hint altkıtası İngiliz Kraliyeti topraklarına ka tılacak ve bütünüyle sömürgeci tarzda bir İngiliz yönetim i başlayacak tır. Moğol Çağı'nın en öneml i eserlerinden biri, Sanskrit k lasiklerinin Farsça'ya çevrilmesi olm uştur; bu çalışmalar, Yunan metinlerinin önce
SKOLASTIK KÖHNELEŞME 49
·
Süryanice sonra da Arapça'ya çevrilmesi ya da 1 2. yüzyılın ortalarında Arap metinlerin'n Toledo'da Latince'ye çevrilmesi kadar önemli bir olaydır. Dönemin en iyi beyinlerinin katıldığı gerçek çevirmen ekipleri o luşmuştur: "Şairlerin Prensi" Ebu'I Feyz, kardeşi bakan ve tarihçi E bu'! Fazl, vb. . Maluıbharaıa, Ramayana, Bhagavad Giıa, Aıharvaveda, Pancaıantra ve birçok başka eser çevrilmiştir. Bu bağdaştırmacı zihni yet Ekbcr'in halefi Cihangir ( 1 569-1 627) döneminde sönükleşir, ama büyük büyükbabası gibi Brahmanizm ve karşılaştırmalı din araştırma larına canlı bir ilgi gösteren Veliaht Dara Ş ükuh zamanında son parlak dönemini yaşar. Dara tarafından girişilen Sırr-e Ekber (En Büyük Sır) adı verilen elli Upanişad çevirisi dizinin baş eseridir ve en büyük etkiyi o yaratmıştır. IL�'mn �şerlerL{J6J,5:59)6 Hi11distaıı'�!t_ki iki ��}'lik dini, !irah'!13:� . nizm'le İslam'ı uzlaştırma çabalarının hem doruk noktasına hem de ge _!ilemesi� rastıar:-ı o E�I 165-�� fan�i_k kardeşi Evrcn���afm� dan öldürülen Dara'nın trajik sonu, iki dini cemaat arasındaki uzlaşma düşlerine de son verir ve bu başarısızlık 20. yüzyılda Pakistan-Hindis-:= ıanayrımıyrason-nokiasma-vanr.-U.y-üzyifdan-itibarcn-Hmt- tanıli.. altkıtanın İngiliz-lmparatortilğli'na· ilhakıyla sonuçlanacak bir başarı sızlıklar dizisi olmuştur.7 Çin'e gelince, o da 1 6. ve 1 7. yüzyıllardan itibaren tükenme işaret leri vermektedir. Çin tarihinin büyük dönemleri yaklaşık dört bin yıl üzerine yayılır: Hsia hanedanından (İ.Ö. 2207- l 766) Çing dönemi Çin Mançu hanedanına (İ.S. 1 644- 1 9 1 1 ) kadar uzanır; arada (yalnızca birkaç örnek verirsek) Çou hanedanı (İ.Ö. 1 1 2 1 -256) -bu hanedan sırasında l .ö. 7. ve 8. yüzyıllarda Lao Zi ve Konfüçyüs ortaya çıkmışlardır-, Han hanedanı (İ.Ö. 206-İ.S. 220), Tang hanedanı (6 1 8-907), Song ha nedanı (960-1 1 27), Yuen hanedanı ( 1 272- 1 367) ve Ming hanedanı (1 368- 1 645) hüküm sürmüşlerdir. Çin kültürünün doruk noktası olarak değerlendirilen Tang Hanedanı, imparatorluk metropolleriyle ve kültürünün yayılma gücüyle Çin'i As-
6. Daryush Shayegan, Hirıdouisme el soufisme, Ed. de la Difference, Paris, 1 979. 7. Bkz. The lfoıory arıd Culıure of /ndian Peop/e, ed. R.C. Majunedar, l. Cill; The Vedic Age, Londra, 1 957, il. Ci lt; The Age of lmperial Uniıy, Bomhay, 1 960;
The Classica/ Age, Bombay, 1 962; ve Th� Culıural lleriıage of /ndia, The Ra makrishna Mission, l. Cilt ( 1 958), Il. Cilt ( 1 962). Ill. ve iV. Cilt ( 1 956).
50 YARALI BİLİNÇ
ya'nın büyük bir gücü haline getiren bir birleşme dönemi olmuştur; ayrıca Çin'deki üç büyük din olan Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Bu dizm'in uzlaşma dönemi olmuştur; aynı zamanda şiirin (Li Po, Tu Fu) ve mimarinin (Langman mağaralarındaki dev Buda 676'da bitirilmiştir) geliştiği bir dönem de olmuştur; oysa Mançu döneminin son Çin ha nedanındaki durum böyle değildir. Çing hanedanının hüküm sürdüğü dönem, tersine, büyük derlemeler çağı olmuştur: ansiklopediler ve ede bi diziler. Biriktirilen her şeyin bilançosunu çıkarmaya, geçmişin mo delleriyle kendini karşılaştırmaya, kaideleşmiş metinleri ağırlaştıran ve aldatıcı olduğu varsayılan yorum katmanlarını birer birer kaldırıp ata rak kaynaklara inmeye koyulunur. Tang'ları ve Song'ları taklit eden şiir ilham eksikliği çeker ve bilgiçlikle karışık ukalalık yoluyla, oku yanları şaşırtma kaygısındaki derin bilgililcİ" arasında bir oyun haline gelir. Bu dönemin genci eğil imi bundan ötürü yeniden doğuş olacaktır, bir de Ming hanedanının sonundan itibaren Cizvit m isyonerleri aracılı ğıyla Batı etkisi kendini t :ssettirmeye başlayınca bu kaçınılmaz olur. Çinliler bu dönemde hem üzerlerinde hiçbir bilgiye sahip olmadıkları eşi görülmemiş tekniklerin, hem de bu tekniklerin ardında yatan dini doktrinin saldırısına maruz kalmışlardır. Daha Ming döneminde ( 1 3681 644) bile kaynaklara dönüş moda olmuştur; şiir ve düzyazı, geçmişte ki ustaları taklit etmeye koyulur ve şair Li Meng Yang ( 1 472- 1 529) Han-sonrası edebiyatı reddederek eskiye dönüşü göklere çıkarır. Edebi yatın yeniden doğuşu konusunda J.-P. Dieny şöyle yazmaktadır: "Man çu dönemindeki geç mişi yeniden yaşatma eğilimi, tüm sanatlarda oldu ğu gibi edebiyat eserlerinde de hissedilir. Güzel yazma sanatında geç m işteki bütün tarzların, bütün üslupların ardı ardına yeniden ortaya çıktığı görülür; ama bunların hepsi yüzeysel ve kısır takl itler değildir, Çing dönemi yazarları bu tar1.ların çoğunda benzeri pek görülmeyen bir kusursuzluğa varmakta ve kendilerini özgün bir şekilde ifade etrnekte dirler". 8 B ütün alanlarda gözlemlenen yeniden doğuşa rağmen bu dönemin Çin düşüncesi yaratıcı olmamıştır; tabii Tang dönemindeki yaratıcı l ı ğıyla karşılaştırı ldığı zaman. Kaynaklara dönüşün ve fazla yer işgal e den bir geleneğin sorgulanması olmuştur yalnızca; bu da, düşünürlere göre, kökendeki şeffaflığı bulanıklaştırmıştır. Bundan dolayı Hui Dong 8. Encyc/opaedia Universalis, IV. Cilt, Paris, 1 980, s. 325.
SKOLASTIK KÖHNELEŞME 5 1
( 1 697- 1 758) kaideleşmiş metinleri daha i y i tanımak için B udizm önce si ve Taoizm'in uyanışı öncesi Han hanedanı yorumlarına geri dönmek gerektiğini belirtir; Han ekolünün adı da (yorum) buradan gelir9• Eleş tiri, yanlış yorumların kabuğu içindeki mücevheri daha iyi ortaya çı karmak için geleneği çökertir. Ama yenilik yapmaz, yeni bir düşünce çağı ya da bakış değişikliği çağı açmaz. Modem zamanlarda Batı'yı alt üst eden dünyanın sekülarizasyonuna ya da paradigma değişimine var maz. Gu Yanvu ile Luther, muhalif ve liberter şair Yuan Mei ( 1 7 1 698) ile Voltaire10 arasındaki benzerlik bu noktada son bulur. B ütün öz günlüklerine karşın bu eleştirmenler, Aydınlamacılar'ın 1 8. yüzyılda başlatuğı Eleştiri hükümdarl ığını başlatamazlar. Çin Welıanschauung' undan [ dünya görüşü ] koparak epistemolojik bir dönüşümü de gerçek leştiremezler, çünkü hedefleri geçm işin ilkel görüşünü yeniden bul maktır. Bu eleştiriler daha ziyade, binlerce yıl boyunca kültürel kaide ler içinde billurlaşan Çin ruhunun yaratıcı hamlesinin nihayetine erdi ğini ve geçmişle kopma gerçekleştirmiş hiçbir yeni görüşün onun ye rine geçmediğini gösterir. Öyle ki, bu yeniden doğuş h içbir zaman yeni çağların modernliğine varmamışur.1 1
9. a.g.e. 1 0. a.g.e. 1 1 . C . P . Fitzgerald, China: A Shorı Culıura/ Hislory, Ncw York, 1 959; Marcel Granet, La Pensee chinoise, Paris, 1 934; J. \'ecdham, Science and Civilizalion in China, !."den IV.'e, Cambridgc, 1 945 - 1 965.
111
PARADİGMA DEGİŞİMİ
Bu Asya uygarlıklarının gerilemesi verimli karışımlara da son verir. Hindistan'la Çin, İran'la Hindistan ve Çin'le Japonya arasında verimli karşılaşmaları doğuran büyük çeviriler çağının sonu gelir. Bu büyük �y_g_�!!_klar birbir�ıjnd��te<;!�!�!_llL�� hepsi gözlerini · B aÜ'faÇeV\� _ıi_r!��: !
··
···· · · · · · ·
···- - · · ·
-
-
· · ········-
··
·
1 2. Octavio Paz, Une planete et quaıre ou cinq mondes, Gallimard, Paris, 1 985,
s . 1 89 .
.
PARAD1GMA DEÖlŞlMl 53 İspanyol monarşisi kendi davasını bir ideolojinin davasıyla birleştire
rek, "kendini evrensel imanla ve bu imanın tek yorumuyla özdeşleşti
rir. İspanyol hükümdarı, Büyük Theodosius ile ilk Kurtuba halifesi Abdurrahman'ın bir tür karışımı haline gelir." 1 3
3.
B u farklılıklar sonucunda Latin Amerika, Kuzey Amerika'ya na7Nan
tarihsel olarak ayrı bir düzlemde kalacakur. Çünkü Kuzey Amerikalılar
Refonn ve Ansiklopcdi'yle doğmuşlardır, yani modem dünyayla, oysa Latin Amerikalılar tarihte Karşı-Refonn ve neo-skolastik'le ortaya
çıkmışlardır, yani modem dünyaya karşı 1 4• Üçüncü Dünya'dan olmadı ğı gibi, Bau'nın yoksul akrabası durumunda da kalan Latin Amerika' nın özel niteliği, Paz'a göre buradan gelir. Bu olgu, hem Latin Ameri
ka edebiyatının doğasını, hem de aydınlarının tavrını etkileyecektir.
Her ne kadar Amerikalı-İspanyolca edebiyat -"eleştiri tarafından parça
lanmış eski ilahi kesinliklerin yerinde kalan boşluğu" bir şekilde yan
sıtması anlamında- modernse de, düpedüz eleştiri-karşıtı kalmış olan
felsefi ve siyasal düşünce için aynı şey söylenemez. Çünkü Latin A merika Ansiklopcdi'yi ve eleştiri çağını kaçırmışur. " Bizim 18. yüzyı lımız olmadı: En büyük iyi niyet gösterisiyle bile bir Feijoo'yu ya da
bir Jovellanos'u Hume'la, Locke, Diderot, Rousscau ya da Kant'la kar
şı laştıramayız. B üyük koı>!!! a budur: Modem çağın başlad!ğı �de bi zim de ayrılığımız baŞlar . "15---,--- --- - - ---- --------------- -
---·
. .
- - Modcmilktcn-ve mC>dCmıikte vücut bulan toplumsal gerçekliklerden
bu kopma, fikirlerin topll!msal gerçekliklerde hiçbir karşılık bulama
yıp maskelere, hatta ideolojilere dönüşmelerine yol açacakur. Fikirler,
hem özneyi hem
de öznenin gerçeğe bakışını gizleyen ekranlar olacak
lardır. B undan ötürü de fikir ile davranış arasında bir ayrılma olacaktır.
Fikirler siyasal modanın en son buluşundan gelse de, davran ışların
kökleri en inatçı atac 1 lıktadır. "Fikirler bugünün fikirleri, tavırlar dü nün tavırları. Bunların ataları Aziz Thomas adına yemin ediyorlardı,
kendileri de Marx adına yemin ediyorlar, ama hem eskiler hem yeniler için akıl, bir Doğru'nun hizmetinde ol<ın bir silahur. Ay( nın görevi de
onu korumaktır. B unların kültür ve düşünce anla:,'ışı polemik ve savaşçıdır: B unlar Haçhlardır. " 1 6 1 3 . a .g . e . , 1 4. a . g . e . ,
s. s.
191. 1 92.
1 5. Octavio Paz, la Fleur Sacri/ege, Gallimard, Paris, l 984, 1 6. Octavio Paz, Une planete . , s. 193. ..
s.
74.
54
YARALI BİLİNÇ
Paz'ın sözünü ettiği bu şizofrenik tutumlar, daha da sivrilmiş şekil leriyle İslam dünyasında ve genel olarak Üçüncü Dünya aydınlarında bulunmaktadır (4. Bölüm'de bu konuya geniş olarak döneceğiz). Oysa Modem çağdan bu ayn ima, Bau'daki paradigma değişimiyle çakışmak tadır - ve bu birinci derecede önemlidir. Eski Dünya unufak olmakta, kültürel kaideler çökmektedir. Skolas tik parçalara ayrılırken Rönesans başlamaktadır, sonra Klasik Çağ'ın başlangıcı ve bilim.<>el-teknik çağın doğuşu gündeme gelir. Bu tersyüz oluşun muazzam sonuçları olmuştur. B ilim alanında bir devrim olduğu kadar, dünyayı yeni gözlüklerle yeniden keşfeden insanın bakışında da bir devrimdir. Dünyanın örnekseme / analogie l ekseninde kurulu olduğu eski paradigma tüm çekiciliğini yitirmektedir. Madde, artık varlığın yadsınması olarak değil, doğanın yaratıcısı güç olarak hak kazanmakta dır. Gizli güçlerin yerini matematik alır. Tarih, tin hareketi olarak giri şini yapar. K ısacası, varlığın hiçbir alanını unutmadan radikal bir deği şim gerçekleşir. Ama bütün bunlar, Asyalı büyük uygarlıkların erişe mediği bir alanda, 1 7. yüzyıldan itibaren doğmakta olan yeni paradig manın potası ve modernliğin kuşku götünnez beşiği olan Batı Avrupa' yla sınırlı bir kültürel alanda oluşur. Bu yer değiştirmeye paralel olarak ekonomide yeni bir merkezin o luştuğunu görüyoruz. Femand Braudcl, ağırlık merkezlerinin yer değiş tirmesinin, "dünya-ekonomi" (Welıwirıshafi) diye adlandırdığı şeyle bağlantılı olduğunu gösterir. Her dünya-ekonomi üçlü bir gerçekliği kapsamaktadır: bir coğrafi alan, bir zamanlarki Londra ve bugünkü New York gibi bir kutup ve birbirini izleyen bölgeler. " Her merkez dağılmasında, yeni bir merkez oluşur, ekonomi bir ağırlık merkezi ol madan, bir kutbu olmadan yaşayamazmış gibi."17 Gerçekten de 1 3 80'e doğru Vencd ik'in yararına bir merkezleşme olur, sonra 1 550-60 arasın da Anvers, ondan sonra da yine Akdeniz'e doğru bir dönüşle 1 590- 1 6 1 0 arasında Cenova merkez olur. 1 7. yüzyıldan itibaren yaklaşık iki yüz yıl boyunca Amsterdam hüküm sürecektir. 1 780- 1 8 1 5 arasında dünya ekonominin merkezi Londra olur ve 1929'da merkez, Atlantik-ötesine kayar, bu sefer de New York'ta kalır. Londra'nın merkez olduğu sımda ekonomi tarihinde bir sayfa çevril miş olur. "İlk kez Avrupa'nın dünya-ekonomisi ötekileri bertaraf ede1 7 . Fcmand Braudcl, La Dynamique du capiıalisme, Arthaud, Paris, 1 985,
s.
91.
PARADİGMA DEGIŞIMI 55
rek dünya ekonomisini elinde tutma iddiasındadır ve kendini dünya e konomisiyle özdeşleştirerek İngilizler ya da Avrupalılar önünde her en gelin yıkı lacağı bir evren yaratır. " ı 8 Birkaç yıldır Pasifik tarafında yeni bir merkezin oluşmasından söz edilmektedir. Pasifik'e kıy ısı olan iki güçiü ülke, ABD ve Japonya, Avrupa'yı kısadevreye uğratarak üçüncü teknolojik devrimin yeni kutbu olmaktadırlar, öyle ki kaçını lmaz ya kınl�maları yeni bir gerçeklikte vücut bulmaktadır; John Naisbitt bu yakınl�mayı US-lapan ine. olardk adlandırmaktadır. ı 9 Peki paradigma sözcüğünden ne anlaşılmalıdır? T. Kuhn, "Paradig ma, verili bir grup üyelerinin ortak tekniklerini, kabul edilen değer ve inançlarının bütününü temsil eder,"20 diyor. Paradigma, bilim adamları ve düşünürler topluluğu üyelerinin benimsedikleri bir dünya görüşü dür. Bilimsel dönüşümler nedeniyle bu görüş değiştiğinde, bilim adam larının içinde yaşadığı dünya da değişir ve şeyleri başka bir şekilde gör meye başlarlar, yani yeni bir bakışla. Paradigma değişimi bir takımyıl dızdan diğerine geçmek gibidir. Çünkü şeyler, yalnızca farklı olarak görülmekle kalınmaz, tepkilerimiz bile farklı olarak ifade bulur. " Dev rimden (bilimsel devrimden) önce bilim adamı için ördek olan şey tav şana dönüşmektedir. Yukarıdan bakılan bir kutunun dışı olarak görü nen şey, aşağıdan bakılan bir kutunun içi olarak görünmektedir."21 Bundan dolayı her par.ıdigma değişiminin beraberinde, görsel algılama da da bir dönüşüm olur. Örneğin Kopemik kuramını savunan bir bilim adamı Ay'a bakarken, "eskiden bir gezegen görüyordum, şimdi bir uy du görüyorum ," demez, "eskiden Ay'ı bir gezegen zannediyordum, ya nılıyormuşum," der. "Eskiden" ve "şimdi" arasında, önceki algılama nın düzeltilmesi olan bir bakış değişimi vardır; bu düzeltme, hem algı lama kategorilerindeki değişimlerin, hem de psikolojik tavırlardaki dö nüşüm lerin birbirlerine eklemlendikleri ekseni ol uşturur. " Lavoisier' nin oksijeni gördüğü yerde Pricstlcy llojistonsuz havayı görmüştü; diğerleriyse hiçbir şey görmemişlerdi." Oksijeni bulduğu andan itiba1 8. a .g .e . , s. 1 07 . 1 9 . John Naisbiu, The Year Ahead, 1 986, Wamer Books, N e w York, 1 985, ss. 2 1 -37. 20. "11ıomas S. Kuhn, La sırucıure des revoluıions scienıifiques, flammarion, Paris, 1 983, s. 238 (rürkçe"de: Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: :'\ilüfer Kuyaş, Alan Yay., lsıanbul).
2 1 . a .g .e . ,
s.
1 58.
56 YARALI BiLiNÇ ren, "Lavoisier farklı bir dünyada çalışu . 22 "
Öte yandan, ipe bağlı bir cismin sallanması Aristotelesçi birine gö re karmaşık bir hareket sonra.�ında duracak olan engellenmiş bir düşüş tür; oysa Galilei'ye göre bir sarkaçur, yani aynı hareketi sonsuza dek tekrarlayabilecek bir cisim.
lmpetus [hamle, hız} fikrinden etkilenen
sarkaçlar, "biçimi görüşümüzün tersyüz olmasına çok benzeyen bir şeyden doğmuşlardır, buna yol açan da yeni bir paradigmadır".23 Bu yeni paradigma felsefi biçimini, tüm bu unsurların güçlü bir şe kilde eklemlendiği Descartes düşüncesinde bulacakur. O andan itibaren paradigmalar arası çauşma dönemi ve yeni paradigmayı savunarak dün yayı dönüştürecek olanlar ile bu paradigma dışında kalıp onun
tüm iz
lerini her anlamda taşıyacak olanlar arasındaki sağırlar diyaloğu başlar. Bu sağırlar diyaloğuna birkaç örnek verelim. Eski paradigmanın savu nucuları, gizli güçler ömeksemesi sayesinde dünyalar birbirlerine denk düşer, derler. Yeniler ise aksine, iki heterojen dünya olarak karşıdaşır lar, derler: Uzam ve düşünce dağınık bir şekilde bağlanmaşur. Eskiler, dünyanın bir erekliği vardır, çünkü nedensellikle erek.sellik varlığın be lirlenmemişliğinde çakışar, diye ısrar ederler. Yo hayır! diye cevap verir yeniler, herşeyin Tann'ya has yanılmaz bir zorunlulukla, kendi nedeni nin sonucuymuş gibi akıp gittiği bir yerde erekten söz etmek saçma dır. Oysa, diye cevap verir eskiler, :1..cvklerin ve renklerin, şeylerin do ğasından ayrılmaz olduğunu inkar edemezsiniz. Yine bir yanlış: Zevk ler ve renkler yalnızca düşüncenin öznel biçimleridir. Sizin şey diye ad landırdığınız, uzamdan başka bir şey değildir ve onun özellikleri de bö lünebilirlik, betimlenebilirlik ve hareketliliktir. Peki ya rüyalarımızda, düşüncelere daldığımızda gördüğümüz İmgeler de mi yanılsama? Daha da kötüsü: Onlar muhayyilenin sayıklamalarından sızan bulanık imge lerdir. Ve bu sağırlar diyaloğu günümüze dek sürecektir. Bununla bir likte, Dekartçı düşünce modernliğin son paradigması değildir. Michel Foucault'ya göre -3. Bölüm'de buna döneceğiz- Dekartçı düşünce klasik
episteme'yt temsil eder. Klasik episteme 19. yüzyılda bir baş
kalaşıma uğrayacaktır. Düzen'den Tarih'e doğru bir dönüşüm gerçekle
şecektir, öyle ki durağan bir fikir olan temsil etme fikrinin yerini evEski Yunanca'da: Bilim; Fransızca'daki kullanımı: "Bir toplumsal grup, ya da bir · · ----- -· --� :::_!.
*
22. a.g.e., 23. a.g.e . ,
ss. s.
1 66 - 1 67. 1 69.
PARADiGMA DEÖlŞlMl 57
rim fikri alacak ve yeni ı.arnanlann paradigmasını başlatacakur. Dekartçı rüyaya vücut veren Newton'dur. Kopemik, Kepler, Galilei ve Descartes gibi öncellerinin çalışmalarını güçlü bir sentezde topla yıp,�i_paradigmanın bilimsel doruğu hal ine gelmiştir. Ondan sonra herşey, 1 �· )'�2'.}'.�_l_�!?nu_� kadar düzene girmiştir. Dünya, değişmez ya-. salar tarnfından çalıştırılan bir makina gibi işlemiştir. ye �ıı '!l_()(jel ° kadar güçlü, o kadar ikna edici bir hale gelmiştir ki yalnızca saf bilim leri değil, insan bilimlerini de etkilemiştir'. "The Turning Point"24 adİı kitabında Fritjof Capra biyolojideki mekanik yaşam kavramında, biyo medikaJ modelde, psikolojide, ekonomi. bilimlerinde bu modelin uygu lamasını göstermektedir. Kısacası, bütün indirgemeci sistemlerdeki uy gulamaları göstermektedir. 20. yüzyıldaki bilimsel devrimlerden beri (görelik kuramı, kuantum mekaniği), eskisine nıv..aran organik, holistik ve ekolojik ofoia ivanliıE��tu�lifl.Y�ılLfür �l!��Is�anın-oruyaÇ;. kışına tanık oldÜğumuz_
24. Flamingo, Lond ra, 1 984 (Türkçe'de: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, Çe viren: Mustafa Annağan, insan Yayınlan, İstanbul, 1 989).
IV İKİ PARADİGMA ARASINDA ÇELİŞK İ ZAMANI
Batı-dışı uygarlıklar iki panıdigmanın zamanı'!!L�a m�E!d!�l�: kendi ��g!g_f!l!tl�_r����l!l'.�k bilimsel devrimlerden doğan paradigma (Fou caull'nun deyişiyle modern episteme). B irbirine bu kadar karşıt model lerin çarpıştığı bir dünyada yaşayan insan, saçma davranışlarda bulun ma tehlikesiyle karşı karşıya kalmadan bu duruma nasıl razı olabilir? Her yanından gelen dalgalara na-;ıl set çekebilir? Aslında iki paradigma nın çatışması, onıolojik, psikolojik ve estetik uyumsuzlukların temeli olduğu kadar, gelenekle modernliği karşı karşıya getiren çelişkilerin de temeli olduğuna göre (Bkz. 3. Bölüm). B ir yanda değişim, niteliksel sıçrama, ilerleme ve dönüşüm, öte yanda sosyolojik ağırlık, geleneksel cansızlık, köhneleşme ve kavga i deolojisi. Bu iki paradigma arasında yalnızca her türden farklılıklar de ğil, aynı zamanda tiırihsel olarak tersten bir simetri vardır. Örneği n Bu dizm i le H ıristiyanlık arasında bir karşılaştırma yaparken Octavio Paz25, birbirini izleyen evrelerini karşılaştırarak ve gelişmelerinin ters yönde olduğunu göstererek çok ilginç bir sonuca varmaktadır. B udizm, Brahman ortodoksluğuna karşı bir tepki olarak doğduysa da, kısa süre de bir felsefeye (Sarvastivadin Küçük Taşıyıcı Ekolü'ne), sonra Maluı yana'nm yarattığı büyük eserlerle bir metafiziğe ve nihayet Tantrizm'le ritüalist bir dine dönüşm üştür. B una karşılık Hıristiyanlık, yolu tersi ne katetmiştir: Doğuşunda zaten bir selamet dinidir. Kilise Babalan'yla bir felsefe yaratmış, sonra bir metafiziğe dönüşmüştür, bunun ardından gelen Rcform'la (yani Batı'da ortaya çıkan paradigma değişiminin baş25. Ocıavio Paz, Conjoncıions et disjoncıions, Gallimard, Paris, 1 97 1 , ss. 55-69.
IKl PARADIGMA ARASINDA ÇELlŞKl ZAMANI 59 langıcıyla) "metafizikten eleştiriye ve rilıen ahlaka geçer. "26 Hıristi yanlığın son evresi Protestanlık'ur, oysa B udizm'in son aşaması Tan ırizm'dir. İ lkinde Cisimleşme'dcn Cisimsizleşme'ye, ikincisindeyse Ci simsizlcşme'den S urctler'in Cisim leşmesi'ne doğru bir hareket vardır. Başka bir deyişle Hıristiyanlık, bedenle olan il işkisinde bir "ayırma" tavrı benimserken Budizm, Tanırizm biçimini alarak bedenle ruhun "birleşmesi"nin doktrini olmuştur ve "somut ve reel olarak ritler dahi l i nde gerçekleşmesi gereken tensel ve ruhsal , bütünsel bir deneyi öğütlemektedir."28 İster ayrılma ister birleşme biçim inde olsun; ister ruhsal bireyleşme ister öznelcilik biçiminde olsun; bedenle, ritle ve ahlakla ilişkisinde is ter soyut ister somut ilişkiler içinde olsun, böylesi birçok farklılık bir paradigma değişimine işaret etmekte ve sonuç olarak kökten karşıt iki dünyanın bağdaşmazlığının altını çizmektedir. Oysa bu uyumsuzluk Doğulular tarafından ancak 1 9 . yüzyılda, özellikle sömürgeci yayılma çagın-cıa-ve 8ati'_��s�I gücü_r!e ���iiaŞIT�gı z�!!l�-�!CIŞ!lm�_!:ır.· Bu meydan okumaya karşı tepkiler çeşit çeşit olmuş ve farklı evreler geçirmiştir. Burada İslam dünyası örneğini alalım. İslam dünyasının, Batı hegemonyasının bilincine varışının iki dö nemde gerçekleştiğini gözlemliyoruz: yeniden doğuş (Nah
27. a .g . e . ,
s.
58.
68. 28. a . g . e . , s . 72. 29. Muhammed Arkun, la pensie arabe, PUF, Paris, 1979. s.
60
YARALI BtLlNÇ
buradan gelmiştir. B u dergide ele alınan büyük temalar daha sonra Ab duh'un yakınlarından olan Reşid Rıza ( 1 865-1 935) tarafından refonnist dergisi El-Manar'da (Kahire 1 898), S uriyeli Abdurrahman El Khavaki bi ( 1 854- 1 902) ve birçok başka düşünürle birlikle işlenecektir. Bu te malarda iki eğilim ayırt edilir: özeleştiri (geç kalış teması) ve Müslü manlar bu kadar çok yenilginin acısını yaşıyorlarsa bunun, hakiki dini yozlaştınp İslam'ı "tersten giyilmiş bir kürke"30 çevirmelerinden ötürü olduğu fikrini doğrulama çabası. Cemaleddin bu yenilenmenin öncüsİi olacaktır. 8 Kasım 1 872'de Kalküta Albert Hall'daki bir konferansta konunun özüne temas etmiş tir: "Osmanlı hükümeti ve Mısır hidivliği altmış yıldır hiçbir şey elde edemeden bilimsel okullar açıyorlar, çünkü bu okullarda felsefe öğretil miyor. Felsefi kafa yoksunluğu diğer bilimsel dallarda bir sonuca ula şamamalarına neden oluyor... Felsefi kafayla donanmış bir halk, özel bilim kollarından habersiz dahi olsa, bu felsefi kafa sayesinde değişik bilimsel alanlarda bilgilenmeye hazır olabilir, diyoruz."31 Cemaleddin, felsefi kafa terimiyle yeni kafayı kastetmektedir: Yani bilimsel kafayı. "Bütün gece boyunca bir petrol lambasının önünde çö melen" Müslüman düşünürlerin kendilerine neden hiçbir zaman "üstü örtüldüğünde bu lamba neden liltüyor?"32 sorusunu sonnadıklanna hay ret eder. Kısacası onları mcrnksızlıkla, vurdumduymazlıkla, herşeyi bu lanıklaştıran bilinçsizlikle suçlar. Çünkü Baulılar bizim memleketleri mize yalnızca silah larının gücüyle ginnezler, aynı zamanda tam bir bi limsel yenilik şebekesiyle gelirler: telgraf hatları, fotoğraf aletleri, mikroskoplar ve teleskoplar. "İbni S ina'nın Kitab-ül Şifa'sında ya da Şehabeddin Sühreverdi'nin Hikmet El lşrak'ında sözü edilmiyor diye bütün bu scrunları bir kenara atmamız olacak iş midir?"33 M ısırlı Abduh, Hintli M uhammed İkbal ( 1 876- 1 938), S uriyeli El Khavakibi ( 1 854- 1 902) gibi diğer düşünürler, geri kalmışlık (taakkür) ve cansızlık (cumud) konularını ele almak için, Batı'dan devraldıkları evrim (tatavvur) ve i lerleme (terakki) fikirlerini bu konuların karşısına çıkarırlar. İslam tarafından "en beler şey" olarak yasaklanmış olan ye30. Ali \1crad, L 'lslam conıemporain, PUF, Paris, 1 984, s. 43. 3 1 . Çeviren ve aktaran il. Pakdaman, Djamal-ed-din Assad Abadi dil Afghani, G.P. :vla isonncuvc et Larose, Paris, 1 969, s. 243. 32. a . g . e ., s. 244. 33. a . g . e ., s. 288.
1K1 PARADİGMA ARASINDA ÇEUŞKl ZAMANI 61
.
nilik yapma (bidat) fikri yeniden değer kazanacak, uzun süredir kapalı olan içtihad (kişisel karar alma çaba'>ı) kapısının açıldığı söylenecek tir.34 İ lerleme fikrinin Kur'an'da zaten zımni olarak bulunduğunu söy leyerek ilerlemeyi haklı çıkarmaya kadar gidi lecektir. Geçmişten katı bir kopuşla uzaklaşmayı dileyen nadir düşünürler dışında tepki lerin ço ğu, suret düşmanlığına [iconoclastiej özen göstereceklerdir. Örneğin Cemaleddin gibi biri, birçok temel noktada Renan'la mutabık olmakla birlikte35, Panislamizm'in militan öncülüğünü yapmaktan da aşağı kalmayacaktır. her tarafından Bergson ve Nietzsche akan bir İkbal, iler lemeyle Kur'an'ı uzlaştırmak için akıl almaz zihinsel cambazlıklar ya pacaktır36; Abduh gibi biri ilk İslam'ın altın çağında örnek modeller a rayacaktır:J�!�m m(lSU_ll!Q.!!�d'()Zl_ilgryisa�k:Cn"dileri-· ncvcıif blrŞeyliafffiegetirmeleridir. - Fakat yeni paradigmanın, ancak eski paradigmanın aleyhine kurula bi leccğlgCrç-eğl yadsinmak iadlr: lslaffiiJölil ıimlcbağdaşmaz olmadığı nı, hatta bilimin lslam'ın kapsamı içinde olduğunu söylemek, ne ts lam'ın sorununu ne de bilimin sorununu çözmektedir, çünkü ikisi ara sında birbirlerine indirgenememelerinden oluşan çukur bir saha vardır. -İslam'ı miL'>elliğindcn uzaklaştırırken bilimin dilini yeniden kut-;allaş tırmakla eşdeğerdedir bu. İslam'ın yeniden ortaya çıkışı, ilk biçimiyle gerçekleşebileceği mümkün kabul edilse bile, dört yüzyıldan da fazla bir süredir bilimsel devrime olanak veren bu epistemolojik altüst olu34. R. B runschvig, "Probleme de la decadence'', C/assicisme et declin cu/ıure/ dans /'histoire de /'lsla "da, G.P. Maisonneuve et Larose, Paris, 1 977, ss. 29-5 1 . 35. Emesi Renan 29 �an 1 88 3 'te Sorbonne"da, yankılar uyandıran bir konferans vermişti: "L'lslamisme et la Science", (Le Journal des debaıs"da yayınlanmıştı). Renan bu konferansta, l s lam·ın bilimsel kafaya zıt olduğunu kesin olarak belir. d cmafcJJlnTiı-ccvabı daha ziyade ılımlı olmuştu. ur'an, '.\uh Suresi, 1 4 : "Oysa O, sizi tavır tavır yaratmıştır"; lnşikak 36 Suresi, 19: "Siz, hiç lanışmasız tabakadan tabakaya bineceksiniz'".
m
ı·fJk �-C
62 YARALI BİLİNÇ şu elinin tersiyle silemeyecektir - dünyanın en büyük iyi niyetiyle bile yapılsa. Yeniden doğuş döneminden
(Nahda)
devrimler dönemine
lSevre)
geçild iğinde şeyler sicil değiştirir. Bu iki dönem arasında hem sürekli lik hem de süreksizlik vardır. Süreksizlik dildeki değişime bağlıdır, çünkü bu evre herşeyden önce ideolojiktir. Arkun'un yerinde tespitiyle: "Söz konusu olan, bilimsel düşüm:enin çaba gösterdiği gibi nesnel gerçeği kavramaktan ziyade, tahammül edilmez olduğu yargısına varı lan varoluş koşullarını daha arzu edilir �lküscl koşullara dönüştürmek tir."37 Başka bir deyişle, önceki dönemde özellikle kültürel uyuşukluğa karşı militanlaşan eleştirel düşünce evresi, epistemolojik görevinden u zaklaşıp kuru bir şekilde sosyolojikleşmektedir. İlk sorgulamalardaki tazeliğin yerini hazırlop cevaplar almakta, ilk zamanlardaki eleştirinin yerine kavga ideolojisi oturmaktadır. Ama bu iki dönem arasında sü reklilik de vardır, çünkü asliyet
(asala)
teması , örnek modeller (ilk
M üslümanlar), geri dönüş teması, Kur'an'daki herşeyi bilen mucizevi lik, kısacası zamanında Nahda düşünürlerinin muhayyilesinde kaynaşan bütün İslam "m itolojisi" akıl almaz boyutlara varır ve -"entegrizm" in de yardımıyla- bütün terörü ve sefaletiyle kolektif bilinçaltı patla masına tanık oluruz. Peki bu iki evre arasında ne olup bitti? Bence ikisi arasında yeni pa radigma içselleştirildi, ama yetersiz ve sapkın bir şekilde. Açıklaya yım. Nahda düşünürleri İslam'a olan sevgileri ve ikiyanlılıklarına rağ men yine de temel sorulan sorarlar. Karşılaştırırlar, uyumsuzluğun far kındadırlar, gerçek sorunlara parmak basarlar ve özellikle hınç duyan insanlar olmamaya çalışırlar. Mısırlı El Kasımi, Allah'a kayıtsız şart sız teslim olmaları nedeniyle doğa yasaları nın ve bilimsel nedenselli ğin üsltinlüğünü görmeyi reddeden Müslümanlar'daki kültürel aıavizme karşı dürüst bir saldın başlatır. Ama Batı'nın tüm etkisinin bilincinde olan bu insanlar iki kültürün arasındadırlar ve çatışmayı yeni gözlerle görme ayrıcalıkları vardır. Buna karşılık,
Sevre
ideologları "Batı lılaş
mış"lardır, yani hakim paradigma (güdük bir modernl i k anlayı Ş ı) bu
ideologların algılama aygıtı tarafından sapkın bir şekilde içselleştiril miştir. Peki söz konusu olan hangi modernl iktir? Düşünen, sorular so ran eleştirel evredeki modernl i k değildir; şeyler hakkında indirgeyici 37. La pensie arabe,
s.
1 07.
lKl PARADİGMA ARASINDA ÇELlŞKl ZAMANI 63 bilgi paketleri halinde kolaycı açıklamalar veren, kabalaştırılmış bir Marksizm'in yan-ürünlerinin son marifetleridir. Yeni bakışın bir bakı ma modem olduğu söylenebilir, ama bu, sakal bir bak ış t ır. Çünkü kendisinden önce gelen bilgi arkeolojisinden kopmuştur. Foucault tarzı bir deyişle, bilgisel l episıemique) kopmalar sonucunda ortaya çıkma mıştır, sakatlanm ış bir şecerenin hafızasız evladı olarak belirmiştir. Bun.dan sonra da hep kör olacaktır. Tarihsel olarak, bu evre ikisinin-a rası evresidir, psikolojik ve estetik olduğu kadar epistemolojik de olan her tür çarpıklıkların evresidir. Gerçekten de, paradigmalar (esk i ve ye ni) kesişe kesişe, sonunda birbirlerini biçimsizlcştirmcktedirler: Mo dernlik Geleneğin ölçüleriyle tartılmış, Gelenek de Modernliğin şiddet l i çclmelerini yemiştir. B undan ötürü sakat bak ış ile hu bak ışı koşullandıran ruhsal tavırlar arasında bir ayrılma başgöstermektedir. Bu tavırlar, yeni zamanlardaki epistemolojik dönüşümlere süreç içinde u yarlanmadıkları i�·in, kendisini şeylerle özdeşleştiren eski görüşe ba ğımlı kalmaktadırlar.· Artık birbirini iten iki paradigmanın zamanı yaşanacaktır; bunlardan biri, bakıştaki sakat algıyı yapılandırır, ötekiyse bu bakışı inançların fevri kapsam ıyla doldurur. Asli bir söylem tutturulduğu sanı lırken, a<; lında paranoyak bir sayıklamadan başka bir şey yapılmamaktadır; ka tıksız ve keskin bir Müslüman olunduğu sanılırken, aslında 1 9. yüz yıldan kalma eskimiş söylemlerin yan-ürününden başka bir şey olun mamaktad ır. Bunun en mqhur örneklerinden biri Şeriati'dir (ölümü 1 977) - İslami Devrim'in ( 1 979) kuramcılarından biri. Şeriati, Cema leddin'den bir ölçüde daha az nettir. İkisi ara<>ında yüz yıllık bir mesafe vardır; buna rağmen karşılaştırmadan meşhur selef muzaffer çıkmakta dır. Cemalcddin günümüzde dahi güncelliğini yitirmeyen sımsıcak so rular sormuştur, Şeriati'nin ise tüm sorulara hazırlop cevapları vardır. Ceınaleddin ne pahasına olursa olsun özümsenmesi gereken bilimsel kafadan söz ederken, Şeriati indirgemeciliğin son raddesinde bir bayağı l ık örneği sunmaktadır. Şeriati'de her şey Marksist altyapı-üstyapı te rimleriyle, Maniheist bir tarih anlayışıyla ve zincirleme bir özdeşleştir me yağmuruyla açıklanmaktadır. Şeriati'nin düşüncesi, birbirinden tik sinen iki paradigmanın oluşturduğu bir karışımdır. "Tinin fenomenolo jisi ve akıl sisteminin kavramsal aygıtından yoksun bırakı lmış bir He gel ile kuramdan ve pra.xis'ten arındırılmış bir Marx'ı, bir de iki kut'
64 YARALI B1L1NÇ bundan
(Mabda, köken ve ma'dd, geri dönüş) koparılmış bir fslam'ı ka
n�tırardk koyu bir çorba elde ederiz; bu çorbada bir araya gelen tüm un surlar, kendilerini oluşturan ve varoluş nedenlerini doğrulayan zemin den kopanlmış olmalanndan ötürü, ontolojik ağırlıklannı yitirmiş o lurlar. Böylesi bir düşünce ancak
mekô.nı olmayan bir düşüncedir. " 38
nesnesi olmayan, sonuç olarak da
Bu genel durum, siyasal görüşleriyle psikolojik davranıştan arasında
sıkışıp kalan İslam dünyasındaki ideolog entelektüelin davranışın i be
lirler. B u acılı aynlma, ideologlarımızın eleştirel düşünürler olmak ye rine, yel değirmenlerine karşı durmaksızın sefer düzenleyen haçlılara benzemelerine yol açar; bu haçlı seferleri sağduyudan tamamen uzaktır ve Descartes'ın hoşuna gitmeyecek de olsa belirtelim ki, sağduyu dün yada en eşit dağılmış şey değildir.
38. Daryush Shayegan, Qu"esı-ce qu'une revoluıion religieuse ?, Les Presses d'Aujourd'hui, Paris, 1 982, s. 230.
Üçüncü Bölüm
ÇARPIKLIKLARIN ALANI
1
FİKRE "GEÇ KALMIŞ" BİR BİLİNÇ1
Aslında iki paradigma sonunda birbirlerini karşılıklı olarak biçimsiz leştirirler: Modernlik, Gelenek tarafından doğasından uzaklaşunlacak, Gelenek de Modernliğin çelmelerine maruz kalacaktır. Tarihsel olarak bu evre ikisinin-arası dönemidir, her tür çarpıklıkların dönemi: episte molojik, psikolojik, estetik. Düşünce art arda gelen uyumsuzluklara çarpmakta ve bu uyumsuzluklar, şeylerin ve varlıkların oluşumuna yansımaktadır. Taşıdıkları çarpıklıkların sosyolojik zeminleri vardır. Üstelik hiçbir toplumsal sınıf, hiçbir toplumsal ve mesleki ortaklık, hiçbir ideolojik söylem bu çarpıkhklann elinden kurtulamamaktadır. Bu çarpıklıklar, entelektüellerin fikirlerinde, kalabalıkların psikolojik davranışında ve ideologların sayıklamalı fantazmlarında karşımıza çı kar. Bunların yaratuğı tahribatı geleneksel olarak adlandırılan sınıfın, yani Ulema'nın en ortodoks temsilcilerinde de gözlemleriz. Gerçekte, toplumsal, estetik ve entelektüel yaşamın hiçbir kesimi bu çarpıklık lardan korunamaz. Sorun karmaşıktır. Bu sorunu incelemeye çalışırken, bu inceleme nin eksiksiz olmadığını da ekleyeyim. Diğer açıklayıcı çalışmalar gibi bu da makul bir açıklamadır. Herşeyden önce üç soru soralım: Bu çar pıklıklar nereden gelmektedir? İşleyişleri nasıl olmaktadır? Doğaları nedir?
İlk soru ontolojik dizgededir, tarihsel çatlakları ve paradigma değişi-
l . "Gecikme" kavramı burada kronolojik anlamda değil, ontolojik anlamda kul lanılmıştır. "Geç kalmış" bir bilinç. bili m itoslara ve ilk gerçekliklere yakın olan bir bilinç demektir.
FİKRE "GEÇ KALMIŞ BİR BİLİNÇ" 67 mini göz önünde bulundurur; ikincisi epistemolojiye, yani heterojen paradigmaları birbirine uydurmak için düşüncenin işleme soktuğu ya malara ilişkindir; üçüncünün nesnesiyse, birleştiklerinde bir alt-gerçek lik ve bir meldin-dışı oluşturan karma bilgi türlerinin araşurılma<;ıdır. Çarpıklıkların doğuş noktası ontolojik uyumsuzluktadır, diyorduk. Modernliğin yapıları yeryüzündeki bütün kültürlere kendilerini kabul ettirdiler, bütün alanlarda tahribat yapular ve sonunda algılama aygıtı mızın içine sızdılar. Tıpkı geçmişteki Ortaçağ kültürümüzün yerine, kendileri de 19. yüzyılın büyük epistemolojik altüst oluşlarından do ğan modem insan bilimlerinin geçmesi gibi, bakışımız da tarihselleş miştir. Fakat bu sızma, bilinçli bir düşüncenin sonucu olmamıştır: İn san bilimleri, onları doğuran süreç içsel olarak yaşanmadan edinilmiş tir. Bu eksik halkanın doğurduğu sonuçlar vahimdir. İçsel olarak değiş memiş olmasından ötürü bilincin Modernliğe "geç kalmış" olmasıyla durum daha da vahimleşmektedir. Modernlik, böyle yaşandığında bilin ci aydınlatmak yerine bulanıklaştırmaktadır. Üstelik bilinç, hala gönül gözüyle görme paradigmasının etkisi alundadır. B ilincin kök saldığı bu varlık deneyinde, simgelerin ömeksemeli doğası işler kalmakta; ba kış, kültürel arketiplcrin büyüsüne maruz kalmakta; ruh ise, toplumsal ilişkilerdeki özdeşleşmenin içinde yüzmektedir. Her şey, bireyin, yani benliğin kolektif bir kendilik yararına silindiği, zaman ve mekan nite liklerinin son derece hareketli kaldığı, varoluş biçimlerinin bir tür or
tak mevcudiyet içinde kaynaştığı varlık biçimleriyle beslenir. Bütün bunlar inançlar düzeyine olduğu kadar, örf ve adetler düzeyine de yansır. İnançlar düzeyinde, hem gerçekten hem de gerçekdışından farklı olan bir tür
gerçeklik-ötesi
oluşturur; "bilinçdışı bir şekilde ce
maatin kimliği olduğu kabul edilen bir gerçeklik-ötesi".2 Örneğin, her H indu'nun, varlığının bir parçası olarak taşıdığı moksha (kurtuluş}, dharma (yasa, düzen}, karma (yaşamlar zincirini yönlendiren kader) ve yoga (kurtuluş yolu) gibi H induizm'in temel kavramları, böylesi bir gerçeklik-ötesini oluştururlar. Öte yandan bu gerçekl ik-ötesiyle, hayatın başından itibaren bir tür rüya gibi bütünleşilir, çünkü çözüm leme ve bilimsel bilgiden ziyade, yaşanmış deneye, gönül gözüyle gör me gücüne ve önseziye dayanır. Gerçekte başka bir tarihsel bağlamda 2. Suddhi Kakar, Moksha, le monde interieur, en/ant eı sociite en inde, Les Belles · Lettres, Paris, 1985, s. 90.
68 YARALI BIL1NÇ
ortaya çıkan modernlik, kökleşmiş örf ve alışkanlıkların ağır kütlesine de yansıyan ve neredeyse değişmez olan bu gerçeklik-ötesine takılır kalır. Bu kökleşmiş örf ve alışkanlıklar o zihinsel alanın toplumsal billurl�masından başka bir şey değildirler; her tür yeniliğe karşı duyar sızl ıkları da bundan gelir. B unlar hakkında doğru tespitlerden birini ya pan Perez Galdos şöyle der: "Düşünce dizgesinde, doğru fikrin yanlış fikir karşısındaki anlık zaferine tanık oluyoruz; o zaman, fikrin örflere karşı da öylesin�abuk zafer kazanacağını sanıyoruz. Oysa örflerCia man �aratmıştır, tİpkı sabırla, ağır ağır·dağlartyarattığl-glhE �oiüafı yalnızca zaman, günler boyÜncaçalışarakyikibilir:oağ1ar süngi.fdar besiyle devrilmcz."3 Belki Kant gibi biçimle içerik arasında bir aynın yapıp, biçimlerin epistemolojik dönüşümlerden doğan yeni fikirler olduğunu; açıkça görünmeyen bilince (geleneksel gerçeklik-ötesine) kendini uyarlama zamanı bırakmayan bu yeni fikirlerin, yeni bir bakış tasarlayıp dünya nın yeni bir şekilde algılanmasına yol açarak, eski görüntüler ontolo jisinin üstüne yerleşmekte olduğunu varsayabiliriz. B ilincin içeriğinin algılama "madde"sine dönüştüğü söylenebilir; öyle ki sureti çıkarılan dünya, söylem düzeyinde moderndir, ama içerik olarak arkaiktir, çünkü ikisinin arasında Galilei-öncesi bir bilinçle Jlege/-sonrası bir söylemi ayıran uçurum yatmaktadır. B unun sonucu, bir yandan ithal fikirlerin şeceresinden kilometrelerce uzakta kalırken, öte yandan Geleneğin ve görüntülerin dünyasını şeyleştiren sakat bir bakış oluşmaktadır. Kolektif ruhun bodrum katından gelen bilinç ile tarihteki başkala şımların ortaya çıkardığı fikir arasında gecikme yer almaktadır. Ve bu gecikme, sergilenme biçimleri kökten karşıt olan iki bilgi dizgesinin çakış�a noktasındadır. Bir yanda, mitos sulandırılmakta, tarih seviye sine düşürülmekte, nedensellikler ve belirlenmeler aranmaktadır; öte yanda dikeylik, özdeşleşme ve tözleştirme eğilimi vardır. "Rasyonel düşünce görüntüyle gerçeği ayırt etmektedir, mitolojik düşünceyse ger çeklikle gerçekliğin görüntüsünü ömeksemeli ve simgesel olarak bir leştirmekte, kendi görüntülerini şeyleştirmekte, kendi icat ettiği kişi ve olaylara gerçek bir vücut ile gerçek bir hayat vermekte, onlara kendi zamanında, kendi mekanında yer bulmaktadır ki, bu zaman ve mekan 3. Perez Galdos'dan aktaran Ocıavio Paz, Une planete et quatre ou cinq mondes'da, Gallimard, Paris, 1 985, ss. 1 98 - 1 99.
Fİ KRE "GEÇ KALMIŞ B İR B İLİNÇ" 69 hem bizim malımızdır hem de değildir."4 Eğer bilinç, modernliğin başlangıcındaki bunalımlara tarihsel olarak katlanmış olsaydı değişimlere ayak uydurabi l irdi ; durum böyle ol mayınca dayanak noktası bulamayan yeni fikirler, tarihsel olarak aynı ölçüyle ölçülemez olan bir zemine yamalanmaktadırlar; öte yandan bu zemin, bu fikirleri ağırlayamamakta ve kesinlikle benimseyememekte dir; bundan ötürü çaresiz, bilincimizde açık bir yara gibi duran uçurum ortaya çıkmaktadır. Bu özel olguya biraz ışık tutmak için birbirlerin den enikonu farklı i k i yazarda rastladığımız i k i kurama başvuracağım: J ung ve Foucault. Foucault'nun arkeoloj i k dönüşümlerin sonucu ola rak epistemoloj i k açıdan gözlemlediği şeyleri J ung psikolojik açıdan gözlemlemektedir. Çünkü ruhsal ekonomi açısından bakıldığında bu uyumsuzluk bir ödünleme (gerileme) eksikliğidir; tarihsel süreksizlik ler açısından göz önüne alındığındaysa durmadan çakışan ve birbirlerini biçimsizleştiren heterojen zihinsel bloklar arasındaki duraklamalı çat laktır.
1 . DÜNYANIN B ÜYÜBOZUMU5 J ung, dünyanın büyübozumunu açıklarken şöyle yazıyor: "İşin tuhaf yanı bilimin, astronomi yasalarının keşfiyle başlamış olması, yani en uzak yansıtmalardan geri çekilmeyle başlamış olmasıdır. Evreni etkile yen animizmin dışında kalan ilk adımdı bu. Her adımı bir diğeri izledi
[ . . ]. Modern bilimimiz, yansıtmaları ayırt edilemeyecek derecelere in.
. dirdi ama gündelik hayutımızda hala yansıtmalar cirit atıyor r ... ] ."6 Sonra şöyle ekl iyor: " Yıldızların yeryüzüne düşmesi ve en soylu sim gelcrimizin soluklaşmasından beri bilinçdışında gizli bir hayat hüküm sürüyor. B undan ötürü bugün psikoloj i var ve bi linçdışından söz edi
yoruz. O simgelerin bulunduğu bir dönem ya da uygarlı k biçiminde
4. Edgar Morin, la Meıhode ili, la connaissance de la connaissance, Seuil, Paris, 1 9 86, ss. 1 90. 5. Bkz. Daryush Shaycgan, "Le retnıil dcs projections et compcns.ıtions'', Cahier de l"llerne, C.G . Jung özel sayısı, yöneten Michcl Cazcnave, L'Ilemc, Pari s, 1 984, ss. 466-473. 6. C.G. Jung, L'Ame et la vie, Fr.'ya çev.:Yves Le Lay, Buchet-Chastel, Paris, 1 963, ss. 44-45.
70 YARALI BİLiNÇ bütün bunlar yersiz olurdu ve öyledir de. Çünkü o simgeler yukarının tinidir ve onlar yaşadığı sürece tin de 'yukarıda'dır [ ... ]. Ama bizim bi linçdışımız, doğayı andıran ve sıvılaştırılmış denebilecek bir tini gizle mektedir ve bu tinin etkisiyle bulanıklaşmıştır. Gökyüzü bizim için, bir zamanlar varolan şeylerin güzel bir anısı, boş ve evrensel bir alan haline gelmiştir."7 Ama yansıtmalann içe çekildiği bütün durumlar ödünleme olgusuna yol açar, bundan ötürü "önemli bir bilinç parçasının değersizleştiği, dolayısıyla ortadan yok olduğu her sefer, öte tarafta, bilinÇli olanın içinde bir ödünleme onaya çıkar".8 Batı'da her geri çekilmeye bir ikame denk düşer. Öte yandan, geri çekilme çalışması eleştirinin yıpratıcı faa liyetiyle hızlanmaktadır. Düşünce tarihinin birçok yadsıyıcı değerlen dirmesi vardır ve bu değerlendirmelerin yol açtığı başkalaşımlar farklı biçimlerde görülür: pasif ve aktif nihilizm (Nietzsche), Varlığın çekil mesi (Heidegger), aklın ar.ıçsallaştınlması (Adomo, Horkheimer) ya da halenin yitirilişi (Benjamin). Bilinci küçümseyen bütün bu görüşlerin ortak paydası, merkezde bir noktaya doğru aynı yolda birleşmeleridir: B ir zamanlar burada olan, ama artık olmayan bir şeyin içe çekilmesi. Aydınlanma Çağı'yla birlikte, akıl vahyin yerini alır, tıpkı temel eği lim ve itkilerin, aklın otoriter hükümdarlığının pabucunu dama atma� ları gibi. Bu birbirinin yerine geçişler, bilgi alanında olduğu gibi üretim bi çimleri ve toplumsal ilişkiler alanlarında da kategorilerin sarsıntı geçir melerine yol açmaktadır. Modernliğin, eleştirinin çözücü çabalan saye sinde gün ışığına çıktığı düşünülürse, bu sarsıntı daha da artma\ctadır. Derinlerdeki her değişmeyi kendine denk düşen bir bilinçlenme izle miştir: fikir ve fikri kendine mal eden bilinç arasında hep denklik ve eşbiçimlilik vardır. Buna karşılık, Batı-dışı kültürel alanlarda yansıt manın içe çekilmesi ve ödünleme olguları birbirlerine uymamaktadır. Herşeyden önce, yansıtmaların içe çekilişi bu bölgelerde, içsel olarak yaşanmış tarihsel deneyler gibi kabul edilmemekte, dışarıdan gelen dar beler halinde yaşanmaktadır. Homojen bir kültürün içinde bilincin bir parçasının değer kaybetmesini ödünlemeye yardım eden yer değiştirme ler bu kültürlerde iş görememektedirler, çünkü kendisini aşan, radikal 7. a .g.e. 8. C.G. Jung, Problemes de l'ame moderne, Buchet-Chastel, Paris, 1 960, s. 1 80.
FİKRE "GEÇ KALMIŞ BİR BİLİNÇ" 7 1 olarak başka bir paradigma tarafından bulanıklaştırılan b i linç geride kalmakta ve kolektif hafıza istihkakıyla beslenmektedir. B içim ve içe riğin birbirlerine paralel ve eşbiçimli olarak evrim geçirmedikleri göz önünde bul undurulursa, burada, yansıtmanın içe çek ilişiyle ödünleme arasında bir çatlak vardır. örneğin, Dekartçı
cogito'nun
öznelliğine -yani simgelerinden ko
parıl m ı ş b i r benl iğe- cevaben zorunl u olarak tözsel biçim leri boşaltılmış geometrik bir gerçeklik d izgesinin nesnelliği gelirse, bi zim durumum uzda ben lik kırılgan kalmaktadır. Benlik, i k i l i bir yok sunluğun acısını çekmektedir: öznellik söylemi düzeyinde görünmez şekilde varolan bilinçli
cogiıo da değildir,
ruhsal bireyselleşme dene
yinde kabından çıkmaya yönelik kolektif benlik de değildir - örneğin, filozofları m ızın gönül gözüyle gördüklerini anlatırken söz ettikleri Melek biçimiyle ya da törensel figürlerle ortaya ç ıkan ruhsal bireyleş me. B izim benliğimiz hem modernlik nazarında, hem de Gelenek naza rında az gelişmiş ve yabancı laşmış olarak kalmaktadır. Benliğin bu pasifl iği de kü ltürün ve davranışları yönlendiren etik
kuraJJann sonucudur. Örneğin, Hintli psikolog Suddhi Kakar'ın9 belirt tiği gibi, Hindu bilgeliğinin ülküsü, güçlenm iş bir benlik, otoriter bir üstbenliğe dayanan özerk bir özne gerektirmemektedir; aksine köken deki kaynaşmaya, mutlu çocukluğun anısına doğru gidebi lecek pasif bir ben l i k gerektirmektedir. Zaten Hintli erkek çocukların anneleriyle olan göbekten bağımlılık i l işkisi ben l iğin zayıllaması yönünde etki yapmaktadır. Beş yaşına gel inceye kadar çocuk okşanmakta, şımartıl makta, aşırı korunmaktadır ve bütünüyle annesinin gözetimindedir. Beş yaşından sonra çocuk ani ve sert bir memeden kesilme dönemi ya şamakta ve nöbeti baba devralmaktadır. " H ind istan'da çocuk ile anne arasındaki (yani benlik i le şu arasındaki) farklı laşma yapısal olarak da ha güçsüzdür ve Batı'dan daha geç devreye girer, bunun sonucu da şudur: İlk çoc ukluk çağındaki göbekten bağımlıl ığın kendine özgü ni tel ikleri olan zihinsel süreçler, yetişkin Hintli'nin kişiliği üzerinde nis peten daha önemli bir rol oynarlar." 1 0 Kakar'ın Hintli ler'in çocukluğu için söyledikleri Araplar'ın ya da lranlılar'ın çocukluğu için de geçerl i dir. Birincil olarak adlandırılan zihinsel süreçlerin baskınlığı, dille ifade 9. a.g .e . , 10. a.g.e.
s.
1 57.
72 YARALI BlLlNÇ edilen ikincil kavramsal süreçlere nazaran özdeşleşme ilişkilerinin daha büyük bir önem kazanmalarına yol açar. Bundan dolayı da bizde, durak
lamalarla, sessizliklerle ve aralarla iletişim kunnaya yönelik bir eğilim
vardır; sihirli ve animist düşünce biçimleri yönünde de doğal bir eği
lim vardır; bunun sonucunda, dışarıdan gelen modem fikirlerin kafalara
yerleşmesi ile, hala mitosların ve simgelerin "animist" dilini konuşan bir çağdan, ruhsal olarak evvelki bir çağdan gelen ve yeni fikirler için
yetersiz olan bir içerik aynı anda karşı karşıya gelmektedir.
2. TARiHSEL GECiKMENiN ARKEOLOJiSi Aynı sorunu, bu sefer Michel Foucault'nun
Les moıs et /es choses
[Sözcükler ve Şeyler] adlı çalışmasında ortaya çıkardığı insan bilimleri
arkeolojisinin ışığında ele almak belki de yararlı olacaktır. Foucault'
nun yöntemi insan bilimlerinin doğuşunda gizli kalmış kavramsal ar
ka-planın ortaya koyulma<;ına dayanmaktadır; "fikirlerin ortaya çıkabil
mesi için, bilimlerin oluşması için, deneylerin felsefelere yansıması i çin, ra<>yonalitelerin belki yeniden çözülüp dağılmadan önce biçim bul
ması için hangi düşünsel pozitivite unsuru ve hangi tarihsel
a priori
zemini gerektiğini" 1 1 bilmek. Böylelikle söz konusu olan şey, farklı düşünce dönemlerindeki tarihsel
a priori leri keşfetmek, "epistemo!ojik '
alanları"nı aydınlatmak, episıeme'leri, yani farklı düşünce dönemleri
nin olabilmesini mümkün kılan bilinçdışı ve anonim şekilleri açığa vurmaklır. Buradan çıkan da, insan bilimlerinin tarihi değil, arkeolojisi
fikri olacaktır. Bu fikir Rönesans'tan beri Batı düşünce tarihini vurgu
layan episıeme'deki süreksizlikleri gözler önüne çıkaracaktır.
Foucault Bau düşünce tarihinde üç büyük süreksizlik tespit eder.
Klasik dönem öncesi
episıeme, yani 17.
yüzyılın yarısına kadar gözde
olan Rönesans'ın episıeme'si; klasik çağı başlatan
( 1 7. yüzyılın ortala
rına doğru) klasik episıeme ve 19. yüzyılın başında modernliğin eşiği
ne damgasını vuran modem
episteme.
Foucault, araştınnasını üç "de
ney alanı"na yöneltir: hayat, emek ve dil; yani insanın biyolojik, sos
yo-ekonomik ve kültürel boyutları. Derinliğine inildiğinde bilgi alan larının geniş ölçüde eşbiçimli olduğu kanısındadır.
1 ! . Mi eh el Foucault, Les Mots el /es choses, GaUimard, Paris, 1 966, s. 1 3.
FlKRE "GEÇ KALMIŞ BlR BlLINÇ" 73 B ilginin tarihsel
a priori si '
gibi "epistemolojik platfonn" fikri de
yeni değildir ve Foucault'dan önce ünlü temsilcileri olm uştur. Özellik le Fransız düşüncesinde i lk önce Gaston Bachelard'ın m i rası vardır ki Bachelard'daki epistemoloj ik kesilme ya da kopma teması Foucault ve A lthusscr için temel olm uştur. B undan daha az önem l i olmayan bir diğer katkı da Rus köken l i Fransız filozofu A lexandre Koyre'den gel m iştir; Koyre tarihin değişik dönem lerindeki epistemolojik eklemlen meleri araştırmışur: Örneğin Ortaçağ'ın kapalı dünyasından modem za manların sonsuz evrenine geçiş. Ve nihayet yapısalcı ekolün etkisi ol m uştur. Bunları söylemekteki kastı mız, Foucault'daki insan bil imleri arkeolojisiyle bütünleşmeden önce, Batı düşüncesinin farklı dönemle riyle uyum arzeden bir "felsefi altyapı" fikrinin zaten ortada dolaştığını belirtmektir. Öte yandan, klasik episteme'nin bilgi biç imi olarak be tim lenen temsil etme fikri Heidegger tarafından "dünya anlayışları " 1 2
(Welıhild) üzerine yaptığı
araştırmada dile geti rilmiştir. Descartes'a gö
re varlığın, temsil etmenin nesnelliği, hakikatin de aynı temsilin ke sinliği haline geldiği fikri i l k kez bu araştırmada görül müştür. Öte yandan bu temsil, modem zamanlar
episteme'si
gibi. bir arada varolan
beş olguya dayan ıyordu: bilim, teknik, estetik anlamda sanat, kültür
(Entgöıterung); bu paralel olaylar hep birlikte (Bild) halinde ortaya çıkışını aç ıklarlar, yani
ve tanrıların çekilmesi dünyanın Görüntü
"olan'ın kendi bütünlüğü içindeki tablosu"nu 1 3 serg ilerler. Foucault'daki
episteme
fikri i le Amerikan bilim tarihçisi Thomas
S. Kuhn'un ünlü Bilimsel Devrimlerin ği
paradigma
Yapısı adl ı
kitabında geliştirdi
kavramı arasında da çarpıcı benzerlikler vardır. Modem
zamanların ilk başlarından itibaren Bau ile yery üzünün Batı dışında ka lan diğer uygarlıklarını karşı karşıya getiren ontolojik uyumsuzluğu
(Bkz. 2.
Bölüm) beti mlemek için, özellikle Kuhn'daki paradigma kav
ramından esinlendim. Çünkü bence Kuhn'un paradigması, modernliğin şafağında Batılı insan ın bilimsel bakışının geçirdiği değişikliği hay ranlık uyandıracak derecede iyi açıklamaktadır. B ununla birlikte Fou cault'nun episteme'leri Kuhn'un paradigmasından en az üç temel nokta da ayrıl ırlar: 1 2 . M anin
1 ) Yalnızca bilime gönderme yapmakla kalmayıp ekono-
Heidegger, "L'Epoque des conceptions du monde'' , Chemins qui ne
menenı nulle parı'da, Gallimard, Paris, 1968, 13. a . g . e . , s. 80.
ss.
69-100.
74 YARALI BİLİNÇ
mi ve filolojiyi de kapsarlar; 2) Newton'ın sergilediği gibi bilinçli il kelere denk düşmezler, aksine bilinç düzeyinin altlarında yer alırlar; 3) Kuhn'un paradigmaları gibi örneklik değildirler, "bunlar [ Kuhn'un pa radigmaları] araştırmacıların bilimsel pratikleri içinde ortaklaşa yarar landıkları somut modeller gibi işlerler". 14 Kısacası episıeme, düşünce nin daha ziyade "bodrum katı"dır, verili bir dönemdeki bilgi biçimleri nin hepsinin temeli olan bir "kavramsal örgü"dür. Yine de, bu iki kav ram iki açıdan benzerdir: 1) Ortak ölçüyle ölçülemezler, tıpkı paradig malar gibi episıeme'ler de arnlarında farkhlaşmışlardır; 2) Paradigmalar gibi episıeme'ler de kültürel manzaradaki ani bir değişiklik sonucunda ölürler. 1 5 Foucaı.ılt episıeme'leri yekpare taşlar olarak, yani bloktan bloka olan duraklamaların bilmecemsi bir karakteri saklı tuttukları bir leştirici bilgi blokları olarak değerlendirirken, Kuhn'a göre paradigma değişimi daha ziyade iki paradigmanın bir arada varolabildiği ve hatta -varkalmak için ısrarla mücadele ettiğ(bunalım dönemferlyie-Çak.ışır. Bugün de Batı-Tie-UçüncüDtinya arasm
FiKRE "GEÇ KALMIŞ BlR BlLlNÇ " 75
episteme dört benzerlik convenientia, aemultatio , analoji ve sempati.16
diğini söyleye l i m . Klasik dönem öncesi üzerine kurulmuştur:
Bu görüş şekli "dünya nesiri"ni, sözcükler v e şeylerin bir benzeşimler örgüsü içinde birbirlerine bağlandıkları bir nesri oluşturur. Benzerlikler türlü şekillerde etkin olabilirler; ya "yakından" işleyerek varlık zinciri nin halkalarını oluştururlar
(con venientia),
ya mesafeli şekilde işleye
rek aynadaki yansımalar gibi tema<>sız benzeşimler yaratırlar (aemulta
tio )11,
ya benzer ilişkiler aracılığıyla, herşeyi örneksemeyle tıkabasa
doymuş özel bir noktaya, yani insana getirerek benzeşimlerin gücünü arttırırlar
(analoji), ya da bir titreme gibi tüm evreni saran ve şeylerin sempati yoluyla etkin olurlar. Sempati,
derinliklerinde rol oynayan
kozmosu mizaçlarımıza bağlar; en uzak şeylerin yakınlaşması ve ö zümsenmesi i lkesidir. Ağırları ağırlığa, hafit1iği etere doğru çeker, şey leri birbirleriyle özdeş kılar, kimliklerini ortadan kaldırır. Eğer gücü antipati aracılığıyla dengelcnmeseydi dünya, Aynı'nın homojen kütle sine indirgenmiş olurdu: "Tek bir mıknatısın çekim ine duyulan sempa tiyle" 1 8 asılı kalmış olurdu. Benzeşimdeki
episteme'nin
belirgin bir işareti vardır: İmza. Tanrı
dünyada her yere imzasını atmıştır. Bu dünyada, "işaretler ve benzerlikler, sonu bel li olmayan bir kıvrım içinde birbirlerine sarmalanıyorlardı" .19 Bundan dolayı dünya, şifreleri çözülmesi gereken işaretlerle kaplıdır. "Öyleyse bilmek yorumlamak demektir'', görünen işaretten görülmeyene doğru gitmektir. Bilgi, gizlerin yorumsamasıdır f hermeneutique ], başka bir deyişle Divinatio Bu
episteme 1 7.
ve Erudiıio • aynı yorumsamadırlar.20 yüzyıldan itibaren çöker ve modernlik öncesi dü
şüncenin yasası haline gelmiş örneksemelerin yerini, yeni bir bilgi bi çimi olarak
temsil etme alır.
Bu noktadan itibaren düşünce, benzeşi
min bölgesinde hareket etmez ol ur. Benzerlik artık bir bilgi biçimi ol maktan ziyade, zihindeki bulanık görüntülerin ve hataların kaynağıdır. Benzeşim itibarını kaybedince, kozmik yanılsama, çiftlenme tiyatrosu ve göz aldatma oyunları belirir. B u yanı lmaca dünyasının yeı:ıi kahra* Divination: Kehanet; Erudition: Bilgi birikimi. (ç. n.)
1 6. 17. 1 8. 1 9. 20.
Les Moıs el /es choses, s.32-40. a .g . e . , s.39. a.g.e. a . g . e . , s.47 . a . g . e . , s.48.
76 YARALI BİLİN<_ manı Cervantes'in Don Kişot'udur. Cervantes "Rönesans dünyasının negatifini"21 çizmiştir: Yazının artık dünya nesiri olmadığı, ben1:erlik lerin kesinlik kaynağı olmaktan çıktıkları, her şeyin sayıklama ve iro niye döndüğü bir evren. Dünyanın sihiri dağılınca simgelerdeki şifreyi çözmek olamksızdır, çünkü "yazı ve Ş0yler anık birbirlerine
benzemez
ler" .22 Don Kişot şeyler arasında başıboş dolaşır; "örnekseme içinde yabancılaşmışur".23 Bundan dolayı
Don Kişot modem eserlerin
ilkidir,
çünkü bu eserde Foucault'ya göre, "ö:t..deşliklerin ve forklılıkların zalim mantığının, işaret ve benzerliklerle sonsuY,a dek oynadığını"24 görürüz. Dil artık gizler yorumsama'iı değildir, edebiyatur; zamanında yaratı cı m uhayyilenin eseri olan benzeşim şimdi, sayıklama ve saçmalıktır. Bilinç faaliyeti "artık şeyleri birbirine yaklaştınnaktan ibaret olmaya cakur,
[
...
] aksine ayırt
etmeye
yönelecektir, yani kimlikler oluşturma
ya".25 Bunun sonucunda örnekseme h iyerarşisinin yerini çözümleme a l ır. Artık her benzeşim denetlemeden geçirilecektir ve sayıları sınırlı olduğu için şeylerin tümünün sayıya dökülmesi, kategorilendirilmesi, içlerindeki farklılıkların ve özdeşliklerin belirginleştirilmesi olanakl ı olacaktır. Kla
taxinomia,
maıhesis, yani
"evrensel öl
yani sınıflandınna ve tablolaştınna
ilkeleridir ki bunun en iyi örneği de Linne botaniğidir. " l 7. ve
18.
yüzyıllarda bilginin merkezi ıablo'dur."26 "Klasik çağda, Dizge'ye olan bu bağlı lık, Rönesans'ta Yorumlı:ıma'ya olan bağlı lık kadar temel dir."27 Ve nasıl yorumlama. sözcükler ve şeyleri dünya nesiri içinde birbirine bağlayan bir benzerlikler bilgisi olduysa,
taxinomia
aracılı
ğıyla dizgeye sokma da, özdeşlik ve farklılık bilgilerini oluşturacaktır. Dünyanın bu şekilde kavranmasını, Foucault da Heidegger gibi, temsil etme ya da Temsil etmek olarak adlandırır: "Klasik çağda verili olan şeylerin tümü temsil etme için veri liydi. "28 Temsil etme, kendi <>iyle arasına mesafe koyar, ikiye ayrılır ve kendine yansır. Temsil et menin resimdeki en iyi sergilenişini Foucault, Velasquez'in 2 1 . a.g . e . ,
s.
61.
22. a .g .e . , s . 62.
23. 24. 25. 26. 27. 28.
a.g . e . a.g.e. a .g . e . , s . 69.
a . g . e . , s. 89.
a.g . e . , s . 7 1 .
a.g .e . , s. 92.
Meninas
FlKRE "GEÇ KALMIŞ BİR BİLİNÇ" 77 adlı tablosunda ( 1 656) bulur. Bu tabloda ressam seyirciye dönük bir durumda temsil edilmiştir. Gerçek modeller, yani İspanya Kral ve Kra liçesi atölyenin ucundaki bir aynaya yansıyan görüntüleri yoluyla do laylı olarak gösterilmektedir. Foucault burada temsil etmenin simgesi ni bulur: Konunun mesafoli tutulduğu bir bilgi. Bu tablonun "temsil eunenin temsil eclilişi" olduğu da söylenebilir, yani temsil etme neyin etrafında dönüyorsa onun görünmez kalmasını gerektiren bir bilgi biçimi. Ve temsil edilen bütün kişiler ara-;ında en az özen gösterilenler Kral ve Kral içe'dir, ama " temel bir görünmezliğe çekildikleri ölçüde bütün temsil edilişi kendi etraflarında düzenlemektedirler; yüz yüze ge linen onlardır, kendilerine doğru dönülen onlardır ve bayram giysili Prenses onların gözünde görünür".29 Kral ve Kraliçe temsil edilişin ko nusudurlar ama temsil edilemezler. 19. yüzyılın başından itibaren or taya çıkacak olan yeni "epistemik alan"ın doğuşuyla birlikte, ortadan yok olacak olan da insanın bu mesafclendirilmesidir. Daha 1 800'de "Dizge'den Tarih'e"30 doğru bir dönüşüm olur. Dizge nin yerine tarih, dünyanın mekansal temsil edilişinin yerine çizgisel evrim gelirken, insan da bilgi konusu olarak ortaya çıkıverir. 1 9. yüz yıldan itibaren tarih, üretimin çözümlenmesinde, örgütlü varlıkların çözümlenmesinde ve dilbilimscl grupların çözümlenmesinde kendi ya salarını dayatacakur. Kısacası, tıpkı birbirini izleyen30 özdeşl ik ve farklılıkların yolunu Dizge'nin açması gibi "Tarih" de örnckscmeli ör gütlenmelere yer vermektedir. 1 775'ten 1 825'e kadar uzanan bu olayın bütününde iki evre ayırt edilebilir. İlk evrede, yani 1775- 1 800 arasında, deney alanlarının varlık biçimleri değişmez, ama ikinci evrede sözcük ler, varl ıklar ve zenginlikler klasik episteme'yi temsil eden dünya ile bağdaşmaz olan bir varlık biçimi kazanırlar. Filolog Bopp, biyoloj ist Cuvier ve ekonomist Ricardo klasik episıeme biçimlerini paramparça ederler. Dil, yaşam ve emek, değişmez bir tablonun unsurları olarak değerlendirilmekten çıkarlar, kendi tarihsellikleri olan öLel alanlar ha line gelirler. Her sahada yeni bir dinamizm başlar: biyoloj ide işlev or gandan önce gelir, dil etimolojiye ve kökler evrimine saldırır, tıpkı e konominin mal dolaşım ını üretim süreci terimleriyle araşurması gibi. 29. a .g . e . , 30. a .g . e . , 3 1 . a.g.e.,
s. s. s.
29. 23 1 . 220.
78
YARALI BlLINÇ
Böylesi bir arkeolojik dönüşüm hareketi içinde " insan, hem bir bilgi nesnesi hem de bilginin öznesi olarak muğlak bir konumda ortaya çı
kar" .32 Böylelikle insan, Velasquez'in tablosundaki boş yerinden çıkıverir: Dışlanmış, mesafeli tutulmuş Kral iken, her yerde mevcut bir varlık haline gelir. Dünyanın merkezinde yerini alır, artık tarih ve antropoloji birbirlerine bağlıdırlar, "tarih (emek, üretim, birikim ve gerçek mali yetlerin büyümesi), ancak bir doğal varlı k olarak insanın sonlu olması ölçüsünde vardır" .33 Klasik episteme insana has özgül bir alanı belirle
episıeme kelimenin tam anlamıyla episıeme'de insan, bilginin hem öznesi hem de
meye çalışmıyordu, oysa modem antropolojiktir. Modem
nesnesidir. İnsanın sonluluğu modernliğin özünü teşkil eder: "Sonlu luk sonsuz bir şekilde kendine göndererek düşünüldüğü gün, kültürü müz modernliğimizi tanıyabilmemizi sağlayan eşiği aşmış oldu."34 Rönesans'taki hümanizm ve klasiklerin rasyonalizmi kuşkusuz in sanla uğraştılar, ona ayrıcalıklı bir yer verdiler, ama onu hiçbir zaman düşünmediler. 1 8. yüzyıldan evvel insanın varolmadığı söylenebilir, çünkü klasik düşünceye göre temsil edilmesi mümkün olan insan, tab lodaki temsil edilişin birbirine girmiş hatlarını bir şekilde düğümleyen insan, böylesi bir insan hiçbir zaman mevcut değildir35• 1 8 . yüzyılda insanın doğasının araştırıldığı doğrudur, ama o zaman incelenen şey, hatırlama, muhayyile ve hafıza gibi bilgiyi olanaklı kılan temsil etme biçimleriydi. Ama modern çözümlemenin
episteme,
insanın sonluluğu üzerine bir
[analytique] oluşumuna tanık olduğundan beri
"söz ko
nusu olan şey bilginin koşullarını, bilgi içinde veril i olan deneysel içeriklerden yola çıkarak gün ışığına çıkarmaktır".36 Bu içeriklerin yer leri insanın içinde ya da dışında tespit edilebilir, bu pek önemli değil dir. B urada en önemli yer insanın doğasına değil, "yoğun bir gerçeklik" ve "olanaklı olan her bilginin egemen öznesi"37 olarak insana veril mektedir. Klasik
episteme'de insan kavramı yokken, modem episıeme'
de insan kavramı aksine fazla yer işgal etmeye başlamıştır, çünkü bu 32. 33. 34. 35. 36. 37.
a . g . e . , s . 323.
a .g . e . , s. 27 1 .
a . g . e . , s . 329. a . g . e . , s . 3 1 9.
a .g . e . , s. 329.
a . g . e . , s. 3 2 1 .
FİKRE "GEÇ KALMIŞ BİR BİLİNÇ" 79 yeni bilgi düzenlemesi, sonluluğu bütün bilgilerin ekseni olan insanın kendisinin de episıeme'ler kortejindeki geçici bir kişilik olduğunu un utmaktadır. Üstelik insan çelişkili bir varlıktır, "tuhaf bir ampiriko transsendental ikilidir".38 Yerine getirilmesi olanaksız bir koşuldur bu, çünkü insan hiçbir zaman benzerlerinden kurtulamayacakur ve eninde sonunda, "suyun sınırında kumdan yapılmış bir çehre gibi"39 bir gün silinip gidebilecek öliimlü bir varlı k olarak kalmaktadır.
3. EPIS1EMOLOJIK ŞiZOFREN/ Michel Foucault'nun bu başeserinin çok yoğun bu özeti bize ne öğ retebilir? Arkeoloj ik yöntemdeki farkl ı episıeme'ler üzerinde bu kadar durmamın nedeni, bunların, bazıları için çok kau olsa da, yeraltındaki kaymaları, Bau düşüncesinin farklı dönemlerindeki duraklamaları açığa vurmasıdır. Bu, bence Batı-dışı uygarlıklar için can alıcı önemde bir noktadır, çünkü bu uygarlıkların çoğu tinsel alanlarda vardıkları inanıl maz büllinlüğe rağmen düşüncedeki bu sarsıntıları yaşamamışlardır: 1şin aslı, ne klasik çağı, ne eleştirel çağı ne de modern zamanları yaşa mışlardır. Başkalarının kefaletiyle bunlara maruz kalmışlardır. Modern lik, insanlık tarihinde, kendi türünde eşi bulunmaz, müthiş bir sürecin sonu olmuştur. Batı uygarlığı iki bin ila iki bin beş yüz yıllık (İ.Ö.
1 0. yüzyıldan 1 8. yüzyıla kadar) bir durgunluktan sonra, Levi-Strauss' un deyişiyle "genişliği, evrenselliği ve sonuçlarının önemiyle, vaktiy le ancak neolitik devrimin sunmuş olduğuna eşdeğerde bir sanayi dev riminin merkezi olarak b irdenbire ortaya çıkmıştır" .40 İnsanın doğayla olan ilişkilerinde nileliksel değişim lere, kendilerinden sonra, başka alt üst oluşları da olanaklı kılan değişimlere yol açan inanılmaz bir dev rimdir bu. "Katal izör maddeler tarafından harekete geçirilmiş zincirleme bir tepki görüntüsü, insanlık tarihinde şimdiye değin sadece ve sadece iki kez tekrarlanmış olan bu süreci açıklamaya olanak verir."41 38. a . g .e., s. 329. 39. a .g .e., s. 398. 40. Claude Levi-Strauss, Race et hisıoire, Denoel, Paris, 1 987 (yeni basım), s. 63. (Türkçe'de: Irk ve Tarih, Çevirenler: Haldun Bayrı, Reha Erdem, Metis Yay., lst., 1 983) 41. a.g . e .
80
YARALI BİLİNÇ
Neoli ti k devrim çoktandır tüm insanlığa mal olmuşken, Batı'nın kültürel çağından çıkan ve henüz taze olan sanayi devrimi diğer kültür ler tarafından dünyadaki yeni varoluş biçimlerini oluşturacak derecede bilinçli olarak benimsenmemiştir; üstel ik bu devrim, gerek yaşam tarzlarında yol açtığı dönüşümler, gerek kafalarda ve gerçekliği kavnı ma biçimimizde yarntuğı mütasyonlarla tüm nitelikleriyle istisnai bir olayı sunmaktadır. 1 9. yüzyılın ortalarına doğru Bau-dışı uygarlıklar modern zaman ların bu yeni Canavan'yla karşı karşıya gelmek durumunda kaldıkların da Canavar, yayılma-anın doruk noktasına varmış ve epistemolojik mütasyonlarının çoğunu yaşamışu. Dizge çoktandır Ömekseme'nin ye rini almıştı ve sırası geldiğinde onun yerini de Tarih aldı. B u durumda Batı-dışı uygarlıkların önünde ambalajı çok iyi yapılmış bir i nsan bi limleri paketi vardı; bu pakette antropoloji hüküm sürüyordu ve insa nın temel boyutunu tarihsel lik oluşturuyordu. Bu yeni dünyayı tanı mak için eski uygarlıkların elindeki yegane epistemolojik silah, klasik dönem öncesi episıeme tarzındaydı. Dünyanın ve varlık bilgisinin en yüksek i lkelerinin hala örnekseme, sempati, küçük evrenle fmicrocos me] büyük evren [macrocosme] arasında sihirli ilişkiler, şeylerle var lıklar arasında gizli uyumlar ve yorumsama olduğu modernlik-öncesi ve Galilei-öncesi bir dünyada yaşıyorlardı. Kısacası hala yansıtrnaların büyülü dünyasında yaşıyorlardı. O zaman da, bütün yanlış anlamalar, bütün yanılgılar ve bütün sayıklamalar olanaklıydı. Ve kaçınılmaz ola rak olup biten de bu oldu. Üçüncü Dünya'yı Bau'yla günümüzde de karşı karşıya bırakan para digma çatışmasında, varılan evrede, iki episreme'nin çakışarak birbirle rini karşılıklı bozdukları bir ara durum oluşmuştur. Episıeme'ler-arası çelişkili bir durum ortaya çıkmıştır ve hıı d u ı uııı, \ � ı ı l ı h i r zamanda ve bir kültürde, her tür bilgi olanağın ı n koşullarını tanımlayan tek bir episıeme olur"42 diyen Foucault'nun ) ekpare taş görüşüne ters düşmek tedir. Bunun aksine, acılı tecrübemizin gösterdiği gibi episıeme'ler, her ne kadar onları birbirlerinden ayırt eden süreksizlikler sayesinde ortak ölçüyle ölçülemez ve heterojen olsalar bile, yine de verili bir dönemde birbirini dışlayan yekpare taş blokları değildirler; birlikte varolabilirlcr, hatta birbirlerini biçimsizleştirebilirler. Böylelikle episteme'de gecik42. Les Moıs et /es choses, s . 1 79.
FiKRE "GEÇ KALMIŞ BİR BİLİNÇ" 81
me dönemleri yaşanabilir43; bu dönemlerde arkaik bir episıeme'nin sa
vunucuları, dünyanın yeni bir şekilde kavramlaşurılma'iının öncüleriy le çatışırlar; örneğin 1 7 . yüzyılda boşluk konusunda Pascal'i Noel Ba ba'nın karşısına çıkaran tartışma. Pa'iCal'in getirdiği eleştiriler doğrudan klasik episıeme'nin yönlendirici ilkelerine, yani çözümleme ve eleştiri ye bağımlıydılar, oysa Noel Baba animist ve ömeksemeli açılardan e sinlenerek, söylediklerini mizaçlar ve dört unsur doktrini üzerinde te mellendirmişti.44 İki heterojen episteme'nin tek bir kişinin içinde etkinlik göstererek, onu körleştirdiği ve eleştirel yetisini felce uğrattığı özel bir durumla da karşı karşıya kalabiliriz. Üçüncü Dünya'daki birçok düşünürün entelek tüel tutumlarının durumu da budur. Burada, episteme "mekanları" fark lılaşmışlardır. Varlığın niteliksel olarak çeşitlileşmiş algılama alan larında yerleşmişlerdir: ruh ve ona eşlik eden görüntülerin sihirli yığı nı; bir de, kavramın çileci yoksulluğuna indirgenmiş olan zihinsel faa liyet. Latin Amerikalı entelektüellerdeki bu epistemolojik şizofreniyi belirginleştirirken Octavio Paz şöyle diyot:
"Fikirler bugünün fikirleri, tavırlar dünkü tavırlar. Bunların ataları Aziz Thomas adına yemin ediyorlardı, kendileri de Marx adına yemin ediyorlar; ama hem eskiler hem yeniler için akıl, bir doğrunun hizme tinde olan bir silahtır. "45
B u Meksikalı şair ve düşünürün basiretli belirlemesinde iki farkl ı dönemi gözlemleriz: iki farklı bilme ve dünyada olma biçimine dam ga..,ını vuran dün ve bugün; biri, ruhsal ve fevri davnmış ile atadan kal ma tavırlara etki ederken, öteki dışarıdan gelen modem fikirlere şekil verir. İkisinin arasında duraklamalı çatlak bulunur, yani varlığı birbiri ne aykırı iki parçaya böldüğü ölçüde vahim olan çatlama; bu iki parça, uyumlu bir eklemlenmeyi olanaklı kılan hiçbir köprü olmamasından ötürü, ancak birbirlerini indirgeyerek diyaloğa girebilirler. Bu durum, birbirleriyle temas etmelerini engellemez, çünkü birbirlerine girip me lezleştikleri noktada, tıpkı karşı karşıya konmuş iki ekranın birbirleri nin görüntülerini yansıma içinde biçimsizleştirmeleri gibi, iki episte me'nin birbirlerini biçimsizleştirdikleri çeşit çeşit çarpıklıklar ortaya 43. Foucaulı ou le nihilisme � la clraire, s. 73. 44. a . g . e . 45. Une planeıe . . . , s . 1 9 3 .
82 YARALI BİLİNÇ çıkar. Bunun sonucunda az çok eşbiçimli kalabilen episteme'lerin fark lı yapılarının aksine, burada, biçimle içerik arasında h içbir eşbiçimlilik yoktur; çünkü biçimle içerik karşılıklı olarak heterojen episteme'lerden beslenmekted irier. Burada varlığın küçümsenemeyecek bir bölümü hala sempati ve ör nekseme yoluyla varolmakta ve kültürel gerçeklik-ötesi'nin sihirli stoklarından beslenmektedir, öteki bölümüyse insan bilimlerinden, top lum felsefelerinden ve diyalektik materyalizmden etkilenmekte ve örne ğin, ahiret bilgisiyle pozitivizmi kanştınnaktadır. Böyle bir karışıklı ğın sonucu hep melezlik olmaktadır ve birbirlerine ancak yamalama yoluyla uyabilmektedirler. Foucault'nun örneklerinden yararlanarak, içimizde bir yerlerde natüralist Aldrovandi ve Buffon ile biyolojist Cu vier'nin tepiştiklerini söyleyebiliriz. B uffon, Aldrovandi gibi bir natüralistte, "bir hayvanın anatomisi, izleri, ayrıntıl ı tasviri, yaşadığı mekanlar, mitolojik değeri ve bu hayvandan tıpta ya da büyücülükte nasıl yararlanı labileceği üzerine açıklamalar, eleştirellikten yoksun fabller, ikinci elden alıntılar ve içinden çıkılmaz bir kesin tasvir kar maşası"46 gördüğü için hayrete düşer. Bu hayret nedendir? Foucaull'ya göre Aldrovandi ve Buffon'un bakış açıları, "şeylere aynı sistemle bağ lanmamıştır, üstelik episteme'lerinin yatkınlığı da farklıdır. Aldrovan di, tepeden tırnağa yazılı olan bir doğayı titizlikle gözleml iyordu ".47 Büyülü bir dünyada yaşadığını söylesek de olur. Bize dönersek, bilincimiz simgelerin sihirli düzeyinde iş görürken, fikirlerimiz yeni zamanların episıeme'de yarauığı mütasyonlardan do ğarlar. B izim dünyamız henüz tam anlamıyla büyübozumuna uğramamıştır: Gökyüzü simgelerinden bütünüyle temizlenmemiştir; yansıtmalar, ciddi şekilde yara almalarına rağmen ayaktadırlar. Uğradığı bütün yıkımlara rağmen kam u alanımız eski hafızanın solgun görüntü lerini içinde barındırmaktadır. Bu görüntülerin dışlanması henüz inanç ların özelleşmesi noktasına varmamıştır. Simgeler yorumsamasıyla ta rihsellik arasında sıkışıp kalınca, akla gelebilen tüm uydurma çözüm lere doğru itilmekteyiz. Ama bu durum, hiç değilse çelişkili biçimiyle, yalnızca Doğul ular'a vergi bir şey değildir. Bazı Batılılar da bunun kurbanı olmaktadırlar: 46. Les Moıs et /es choses, s. 54. 47. a.g.e . , s. 55.
FlKRE "GEÇ KALMIŞ BİR BlLlNÇ " 83 ideologları, din değiştirenleri, yeni yobazları ve her tür dönmeleri kas tediyorum. Şimdiye kadar içinde uyuyakalmış i manı birden göktaşı gibi fışkıran ve bir gün içinde peygambervari bir hakikati keşfediveren bir oryantalistin kesip atar tondaki dili, ya da
1 9. yüzyıldan kalma es
kimiş lafızlara gırtlağına kadar gömülmüş kudurgan bir Marksist'in ya da bir teröristin tavn beni çoğu zaman şaşkınlık içinde bırakm ıştır. Günümüzde her cinsten dönmelerle karşılaşıyoruz: Alman "entegristle ri", İngiliz sufileri, Guenon'cu Müslüman İsviçreliler ve "kültürel ola rak çekici ve münasip bir İslam"a48 vurgun Fransızlar. Bu yeni haçlı larda şaşırtıcı olan şey, dillerinin kapsamının arkai k olmasıdır. Bu dil sanki Peygamber'in ağzından ilham alır gibidir, tüm şüphelerin zırhını emir cümleleriyle kırar, bilmecemsi kehanetler ve nadir hakikat incileri keşfeder. llerici aydınların söylemi ne kadar modem olmaya çalışırsa, bunların söylemi de o kadar iddialı bir şekilde şatafatlıdır: Bu noktada Octavio Paz'ın fonnülünü tersyüz ederek şöyle diyebiliriz:
Fikirler dünkü fikirler, tavırlar bugünün tavırları. Bunların ataları Aydınlanma filozofları adına yemin ediyorlardı, kendileri Peygamber adına yemin ediyorlar. Demek k i , tamamen modem bir psikolojik zemin üzerine yamala nan dinsel bir söylemdir bu. Üstelik bu dönmelerin çoğu "İ slam'ın şanlarını Müslüman ülkelerden ziyade Avrupa'da yerine getirmeyi ter cih ediyorlar".49 Çünkü İslami ülkelerde, yani "entegrizm "in yıkıcı rüzgarının estiği yerlerde yaşamak, en azından, yüzyıllardan beri Batı insanının psikoloj ik yapısını oluşturan örf ve adetlerde radikal bir dö nüşüm ve ruhsal tutumun bütünüyle biçim değiştirmesini gerektir mektedir. İstediği kadar Doğu giysilerine bürünsün, gün boyunca ·
Arapça kuL"lal sözler mırıldansın, önüne geldiği yerde Kur'an'dan alıntı yapsın, umut kaynaklarını Kur'an'da arttırsın, Bau'nın canavar mater yalizmini ve sağrı derisi gibi büzüşüp küçülen Hıristiyanlığın sefaleti ni lanetlemek için binlerce neden bulsun, yine de evinde kalmak ister, " şeytan" demokrasilerinin sığınağında gırtlağına kadar örtünmek,
as corpus·u•
habe
temin eden "laik" bir hukuk devletinin korumasında ve
Sosyal S igortalar'ın konforlu himayesinde kalmak ister. Kendilerinden * llabeas Corpus: B irey dokunulmazlığı. (ç.n.) 48. Lisbeth Rocher ve Fatima Cherqaoui, D'une foi a l 'a uıre, fes conversions a l '/slam en Occident, Seuil, Paris, 1986, s. 8. 49. a . g . e . , s. 1 5.
84
YARALI BILlNÇ
o kadar övgüyle bahsedilen İslam ve Şeriat'ın harika fırsatlar olduğu kesindir, ama Avrupa'da kalmak şartıyla; kısasa kısa5 -y�sindan Üzak ta, aceleci dini mahkemelerden uzakta, sudan Sebeplerfe.kadinlaİı gözaı: tına alıp kırbaç zoruyii hayırll bir ders veren-ÇevfkAffiih kuvveilenn. den ·u;.aı
il
YAMANIN İKİ YÜZÜ: BATILILAŞMA VE İSLAMİLEŞ M E
Yamalama, çoğu zaman bilinçsiz bir işlemdir; birbirini tutmayan iki dünyayı bir bilginin tutarlı bütünlüğü içinde özdeşleştirmek için, bu dünyaların birbirine bağlanmasıdır. Yamalama, eşbiçimlilik eksikliği ni silmeye ve çokbiçimli iki paradigmayı epistemolojik olarak uzlaş tırmaya çalışır; eski ve yeni parndigmalar, onları birbirinden farklılaşu rdll duraklamalardan ötürü ortak ölçüsüz hale gelmişlerdir. Yamalama,
---Ol gularda hiçbir karşılığı olmayan- fikirleri toplumsal gerçeklerle çakışurmaktan ibarettir. Yamalama, gerçekliği içi boş bir söyleme in dirger bir b;ıkıma; bu söylemin modem ya da arkaik olması önemli de ğildir. Ama bu indirgeme sorgulamasız, mesafe bmıkılmadan ve eleşti risiz yapılır. Yamalama, şeylerdeki pürüzleri kaplayan ince bir vernik katıdır, yüzeyi hafifçe kazındığında çatlaklar ve hatalar ortaya çıkar. Yamalama, zamanın aşındırdığı çatlak yüzeyleri, kötü havaların harap etliği yapıları cafcaflı bir dekorla örter. Hambeleri, döküntüleri, yıpran mış binaların çatlak cephelerini, kötü kabuk bağlamış yaraları gizleyen sahte panlulı bir yüzeydir; soluk, yakışık almayan paçavraları, param parça olmuş pılı pırtıyı kamufle eden bir yaldız. Yamalama, iki karşıt yönde olabilir, ama sonuçlar hemen hemen aynıdır. Ya eski bir içerik üzerine yeni (modem) bir söylemi yamalar, ya da yeni bir zemin üzerine eski (geleneksel) bir söylem oturtur. İlk durumda Batılılaşma'yla karşı karşıyayızdır (modernliğin Batı'yla iliş kili olmasından ötürü), ikinci durumdaysa İslamileşme'yle - bizi a'iı l ilgilendiren b u durumdur. B u i k i işlem karşıt gibi görünürler, fakat çözüldükleri noktada birbirlerine benzerler; ikisi de aynı olguya yol a-
86 YARALI
BiLİNÇ
çarlar: Çarpıklık. Peki neden? Çünkü, üzerine yeni veya eski söylem yamalanan "zemin" ne odur, ne de öteki; melezdir, yani ikisinin karışı mıdır ve daha o anda bir kırılma ve pamzit alanı yaraur. İki durumda da sakatlanmış bir bakışla karşı karşıyayızdır, tıpkı biçimleri bozan bir ayna karşısında olduğu gibi, görüntü çarpık ve bozuktur. Yapılan yamanın doğası ister laik, ister dinsel olsun pek önemli de ğildir, sonuç hep ikisinin-arası olur. Ya söylem, üzerine yamandığı ze minden "ileride" olacaktır, ya da "gecikmiş" olacaktır, ama hiçbir za man gerçekliğe uygun olmayacaktır, hele bu gerçekliğin de aynı ölçüde sakatlanmış olduğu hesaba katılırsa: Gerçeklik, ne modemlerin onun hakkında yürüttükleri fikirlere uyacaktır, ne de gelenekçilerin kafasın daki görüntüye. Uyum eksikliği iki durumda da kendini hissettirecek tir. Çarpıklaşmaya götüren farklı aşamaları daha iyi anlamak için özet leyelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kendimizi, epistemolojik an lamda, farklı "iki tarihsel a priori"ye birlikte damgasını vuran, birbi rinden ayrılmış iki dünyanın, yani heterojen iki paradigmanın ya da iki episteme'nin (bumda paradigma ve episteme kavramlarını aynı anlamda kullanıyorum) kesiştiği yerde bulunan duraklamalı çatlaklara yerleştiri yoruz. Bu episıeme'/er-arası durumda, iki paradigmanın kesiştiğini ve karşı karşıya konmuş iki ekran gihi birbirlerinin görüntülerini biçim sizleştirdiklerini de eklemiştik. İki pamdigmanın kesişmeleri sırasında -modernliğe nazaran geç kalmış bilincin içeriğini oluşturan- eski pamdigmanın, yeni paradigmanın "madde"si haline geldiğini, böylelik le de kendimize temsil ettiğimiz dünyanın felsefi altyapı açısından lle gel-sonrası'na, içerik açısından ise Galilei-öncesi'ne ait olduğunu da vurgulamıştık. Nihayet, bu iki' paradigmanın kesiştiği noktada her tür çarpıklığa şahit olunduğunu ve çarpıklıkların da yamalama yöntemiyle iş gördüklerini ve bu yamaların da iki yüzü olduğunu görmüştük: Batı lılaşma ve İslamileşme. Peki, bu episıeme '/er-arası kavgada, sonunda ötekine yapısal olarak üstünlük sağlamayı başaran paradigma hangisi dir? Kuşkusuz yeni paradigma -yani en geniş anlamıyla modcmlik gclencğin sihirli içeriğinin geniş izlerini taşıyanı ağır basmaktadır. Yeryüzü ölçeğinde onu alttan alta yayan şebekeden dÖlayı, algılama ay gıtının sinsi bir şekilde içselleştirdiği bu paradigma, istesek de isteme sek de �oğu zaman da haberimiz olmadan- bakışımızın a priori bi-
�
BATILILAŞMA VE 1SLAM1LEŞME 87
çimi olmaktadır, başka bir deyişle, dünyayı algıladığımız gözlük ha line gelmektedir. B u paradigma, önceden verili olarak hep buradadır. Onunla özdeşleşmek bir tercihin sonucu olmayıp, doğal bir gelişme ya da uygun bir ödünlemcnin sonucu olmayıp, hir içe çekilmenin (Jung) sonuı.:u olduğu için, bilinı;dışı Baıılılaşma olarak kendini göstermekte dir. Dinsel kimlif��!.��e.-.ı�.�� ��fl.!��-Y.S düE.YJ!YLJslam�timıç..!(
.
.
50. Daıyush Shayegan, Qu'est-ce qu'une revolution religieuse?, Presses d'Aujourd' hui, Paris, 1 982, s . 203.
88 YARALI BiLİNÇ
hiçbir zaman yeni bir anlam kazanamaz. Fikirler yepyeni ve özgül görünebilirler ama,
"evrensel bir Gestalt ın kısmi bakış açısı" olarak '
kalırlar, "üstelik, bilinçdışı bir Batılılaşma biçimini temsil etmesinden ötürü bu bakış açısı daha da güçlüdür."5ı
/. ÖKÜZÜN ÖNÜNE KOŞULAN KACNI Yamaların algılama halalarına, yanlış yargılara ve Maniheist tavırlara yol açtığını söylemiştik. Eleştiri yeteneğini hareketsizleştirip, çözüm leme gücünü dizginler, geçici çareler ve kolay çözümlerle kendilerini hoşnut ederler. Fikirler sürekli olarak olgular tarafından yalanlanır, çünkü "geç kalmış"lardır. Fikirlerin ardında başka tarihsel evrim süreç
a priori'ler vardır. Bir örnek. İranlı tarihçiler, Anayasa (1906- 1 1 ) Ulus-Devlet'in kuruluşuna (1926) geçişi araştı
lerinden gelen hareketinden
rırken aşağı yukarı şu sonucu çıkarırlar: Anayasa hareketinin başlattığı demokra<>iye Şah Rıza Pehlevi'nin52 diktatörlüğü düşük yaptırmıştır. Bu iddia yarı yarıya gerçektir. Birbiriyle bağdaşmayan tarihsel karşılaş unnalara ve genellikle bunlardan doğan simetri yasalarına dayanmak tadır. Oysa simetri yasası, ancak karşılaştınlabilen durumlarda, yani aynı tarihsel süreci ve aynı episteme değişimlerini yaşamış olan uygar lıklar arasında kullanılabilir; aksi takdirde yanlış perspektiflere varılır. İran'ın durumu klasik Fransa örneğiyle karşılaştırılırsa, bunların yapı sal olarak farklı oldukları görülür. Hükümdar Kaçar53 Fransız mutla kiyetçi rejimindeki kralla eşdeğerde değildir, tıpkı Fars ülkesinde hafif
çe beliren laik entelijensiyanın 18. yüzyıl Fransası'ndaki filozoflara
benzer olmaması gibi. Fransız Devrimi'nin ardında bütün bir kortej vardır: ansiklopediciler, Diderot'lar, Voltaire'ler, Rousseau'lar. Bizim hareketimizin ardındaysa bulanık hevesler ve 19. yüzyılda Tanzimat adı altında Osmanlılar'ın gerçekleştirdiği yenilik hareketinden ilham alan dilekler vardı. Fransa'da yeni paradigmanın ve onun sosyolojik z�mini nin -burjuvazinin- ortaya çıkışı devrimden önce olmuştur; bizdeyse aksine, bilinçlerde hiçbir uygun temsili olmayan, toplumda da hiçbir 5 1 . a.g.e . , s . 2 1 3 . 52. Pehlevi hanedanının ( 1 926-1 979) kurucusu. 53. Pehleviler'in gelmesinden önce İran'da hüküm süren hanedan ( 1 796-1925).
BATILILAŞMA VE lSLAMlLEŞME 89 yapılaşmış zemini olmayan yeni paradigma, neredeyse Ortaçağ'ı andı ran, dolayısıyla da devrimci fikirleri toplumsal olarak gerçekleştirmeye
elverişsiz olan geri kalmış bir dünyanın üzerine getirilip yamanmıştır.
Böylelikle bu bağlamda, Modern lran'ın kurucusu Şah Rıza, aslını
söylemek gerekirse ne olgular düzeyinde ne de bilinçler düzeyinde varo lan bir özgürlüğe son verebilirdi, hatta aksine, ülkeyi, bu kavramların
açılıp saçılabileceği laik bir toplwnun ar.ıçlarıyla donaıabi lirdi.
Bu dolambaçlı yargı, kamusal ve siyasal alanların eleştirisinin, an
cak din eleştirisinden sonra sonuç verebileceğinden de habersizdir. Din eleştirisi, düşünme biçiminde bir değişikliği hemen gündeme getirir.
Diderot, Ansiklopedi'yi "yaygın düşünme biçimini değiştirmek için"54
hazırladığını bildirir. Çünkü m ücadele edilmesi gereken asıl kötülük ateizm değil putçuluktur, inançsızlık değil baul inançlardır. Bayle, ün lü sözlüğünde daha o 1.amanlar yolu açıyordu: "İyi bir Vicdan Muhase
besi'nin önündeki engellerin, Ruh'un bilim eksikliği çekmesinden zi yade, önyargılarla doİö olmasından gelip gelmediğini söyleyebilir mi
yiz, bilemiyorum."55 Eleştiri ister Diderot'daki gibi doğal bir din adına
yapılsın, isterse de Hume'daki gibi dogmalan besleyen bulanık içgüdü
lerin tel tel ayrılması olsun, bütün bu eleştirilerin hedeflediği şey, iki . yüzyıl önce İngiliz Francis Bacon'un ldolae menıis diye adlandırdığı şe
yin üzerindeki esr.ır perdesini kaldırmaktan ibarettir. Üstelik Batı-dışı uygarlıkların hiçbir zaman özümsemediği eleştirel
çağ, kuşkusuz, düşünce tarihindeki en verimli dönemlerden biridir hatta en belirleyicisi olduğunu da söyleyebilirim. Çünkü, çözümlen
mesi için açıkça görünmemesine karşın öncelikle gereken fikirler Ge
leneğe ters yönde hareket ediyorlardı; eski alışkanlıklarla aralarındaki
palamarları kesip atıyorlardı; sonra da eleştiri içinde doğruluk ölçütü
nün yeri değiştirilip, vahiyden açık ve makul düşünceye, yani eleştirel
düşünceye geçiliyordu. l 678'de yayımlanan Eski A hiı'in Eleştirel Tari
hi adlı eserinde Richard Simon da, Spinoza gibi, eleştiri kurallarının i
mandan bağımsız olduğunu söyleyerek başlangıç notasını veriyorıiu.
Çünkü modernlik Hıristiyanlığın eleştirisinden doğmuştur; . bunu ne İs· � sailnc
��J'�.��.��-��.�ci<ıa-��·�T��.x"IiF �I�X�f.�i�ş �iii.fr�
yr
mücadeleler işgal ettiği sürçce hümanist eleştirmenler siyasetçilerle or..
54. Emst Cassirer, La Phi/osophie des Lumieres, s. 49. 55. Eski Fransızca'da aktaran Emst Cassirer, a.g.e., s. 176.
YARALI BlLlNÇ
90
tak bir cephe oluşturmuşlardır; çünkü ortak rakip din ve dine vücut ve ren kilise yöneticileridir. Reinhart Koselleck, "aynı kimselerin hem İn cil'i eleştirmesi hem de 'siyasetçi' olarak göze çarpması, örneğin Bodin ve Hobbes, dikkat çekicidir. Kampların ayrılabilmesi için 1 8. yüzyılda dinsel mücadelelerin son bulması gerekiyordu; o zaman rasyonel eleşti ri Devlet'e de sir.ıyet etti"56 diyor. Ama vahiyle aklın ayrılması Pierre Bayle tarafından zaten gerçekleş tirilmişti. Bayle'ın dev eseri Tarihsel ve Eleştirel Sözlük ( 1 695), tüm 18. yüzyıl filozoflarının beslendikleri mmtu.am bir malzeme yığınını kullanıma açmıştır; "Akıl yürütmenin doğruluğuna yöneldik, hafızadan çok bilinci işledik [ ). Herşeyden çok anlama ve akla karşı duyarlık kazanıyoruz57." Bayle'la birlikte eleştiri, bizzat aklın yaratıcı faaliye tine dönüşür. Yalnızca filoloj ik, estetik ve tarihsel alanlarla sınırlı kal maz; herşeyin olurunu olmazını tartan, aynı anda hem savcı hem avu kat olan ve bu ikili işlev sayesinde taraflar-üstü kalabilen bir akıl faa liyetini kapsar. Böylece eleştirinin görevi doğruy u göstermek olur. Tek bir zorunluluğu vardır: Gelecek. Çünkü doğru�İ! z�!!l��� ��r.iF değildir, onu sürekli keşfetmek, onclaki hataları atmak, sahte görün e !_ı; E: indirffiek -\'.� �<ıiı ı in�rı ctan "ku iU eEn leştirinin çıkarları ilerlemeyle ortaktır. " İlerleme, eleştirinin rrwdus vi vendi*'sidir, -Baylc'ın durumunda olduğu gibi- yükselen bir hareket olarak değil de, bir İmha hareketi ve çöküş olarak anlaşıldığı yerlerde bile bu böyledir."58 Gitgide daha ince yöntemlerle ayrımları ortaya çıkaran Bayle sonun da, dinin karşısına egemen aklın mutlak hakkını koyar. "Zorunlu ola mk bu noktaya varmak gerekir; isterKuL-;al Yazılar'da bulunduğu iddia edilsin, ister başka biçimlerde sunulsun, karşısına doğal ışıktan farklı ve açık kavramlarla çıkıldığında her özel dogma yanlıştır, özellikle de Ahlak açısından."59 Ekştiri akıl ve din alanlarını ayırarak bir ilk sınır çizer, ama ayrı! sı11.ı� çizer ki bunu çok daha sonra aşacaktır: Devlet'le � ...
..
·
l
ıı:�.s���i11i
ç:ı�
rtaıılı iıı<. ğ l"e,�
�
'�-��1:!��-�i!
* Modus vivendi: Geçici uzlaşma. (ç.n.)
56. Le Regne de la criıique, Fr.'ya çev. : Hans H ildenbrand, Editions de Minuit, Pa-
ris, 1 979, ss. 88-89.
57. a . g . e . 58. a.g . e . , s . 9 1 .
59. a.g .e., s . 93.
BATILILAŞMA VE 1SLAM1LEŞME 91
_ıa�!�!!".:.l!�.2��!�.,---��-���!! -�a.!!! !l_ı!!�m.ımn ��tiris,i!!.L�m l ıy�ry,ı!!l;-. anE_a._� !ai�l_eştirme. gir!şimi rrıeyv�l1:1:rmı \/erme)'� ��l_a_çl�ğ_I_!!.��§!.!�!?i lir; ancak o zaman akıl, eleştiri tahtına rahatlıkla kurulabilir. Bu - hÜkÜmdarlığı Kant, şöyle ustalıkla özetler: "Yüzyılımı;, herşeyden ön ce eleştiri yüzyılıdır ve herşeyi eleştiriye tabi kılmak gerekir. �� le din kutsallığı'nı, yasamaysa haşmeti'ni dayanak .s_österere!_ elc�tiri nin elinden kurtüimak isterler; amiiö zaman.da· h�klı i·;;şicuıar uyandi= -rırıaı:·vcaffiii "sa"ctccclendl özgür ve herkese açık sınav!Ô�n geÇenlcre ··ıanldıği-ô��amirril hiban elde edemezler.';6o . -·şımcifferde CfcŞti-rCliudann haŞmeiı-n�- ceza görmeden saldırabili_.>'.or sa'Sii� diiha önce "dTnln Tutsaffığ.mı �zmuş oııiıasındand;;::· C�ikı'ik ·5T:: ·yasete'kŞt�is.lnCıen önce gdmeiictir, tersi değil. Avrupa'cta"Di�· 5a-;aŞla n'nın-son 6ulması, hükümctıirıarin mutlak ik.llctarı elde etmelerine ola nak tanımıştır. Çünkü hükümdar, kendini inançların üzerinde bir ha kem olarak konumlandırdığında, eleştirinin özel alanının dışa açılma<;ı na olanak vermiştir; ve e leştiri, şimşeklerini önce batıl inançlara, taş laşmış dogmalara ve fanatizme yöneltmiştir. Aydınlanma'nın meşru çocuğu olan burjuvazinin, siyasetin kamu alanına saldırması ve mut lak iktidarın meşruluğunu sorgulamasıysa ancak toplumun laikleştiril mesinden ve kendi iktidarının toplumsal yapılarının yaratılmasından sonra olmuştur. Üçüncü Dünya'daki entelijensiya, özel olarak da İran entelijensiyası (özellikle son 20-30 yılda, çünkü savaş öncesi entelijensiya daha eleş tireldi), kağnıyı öküzün önüne koşmuştur. '/ahiy ile Modernliği birbi rinden ayırmak yerine, eski rejimde bulunan kısıtlı işlevsel rasyonali teyi tasfiye etmek için dine sarılmışlır. Ve daha sonra teokrnsi tuzağına düştüğünde de şaşkınlığa uğrayıp, hatayı her zamanki gibi ülkeyi gizli olarak balırmaya çalışan gizli güçlerin üzerine atmı�tır. İran entelijen siyası eski rejimin temelini yıkarken hedefini �a�ırmıştır: Bilinçsiz bir şekilde, üzerinde oturduğu dalı kesmi�tir. Çünkü Şahlık rejimine mu halif olan laikler, yine de rejimle aynı kültürel takımyıldızda bulunu yorlardı, oysa tcoknısi ile modernlik arasında, aksine, galaksileri ayıran astronomik uzaklıklar vardır. ..
.
.
60. Criıique de la raison pure, PliF, Paris, 1 980, s. 6'daki not.
...
.. ·-
92 YARALI BlLlNÇ
2. iYiLERLE KÖTÜLER Türlü türlü yamaların doğurduğu yanlış algılamaların manevi yöndeki yansıması Maniheist iyi ler-kötüler görüşüyle olur. Kırılan cevizlerin bedelini ödeyecek birisi bir yerlerde hep vardır. Öyleyse bize gereken günah keçileridir: küçük ve büyük şeytanlar, komplolar, sağda ya da solda fesat çeteleri, sırtımızda çevrilen kalleş entrikalar. İyi olansa, bu rada yetişen, bu topraktan, bu yakıcı güneş altında kendiliğinden fış kıran şeylerdir; ölümcül olduğu ortaya çıksa bile o, bozulmamış ger çektir, içteki şeydir. Bu bozulmamış şey bir fikir de olabilir, bir şey de, bir sınıf da, bir kişi de. "Dünyanın lanetlisi" de olabilir, "içteki sö mürgeli"ye karşı mücadele eder, ya da daha moda bir dille kibirlinin karşısındaki mahrum insandır. Yabancılaştmın modernliğe karşı çıkan kültürel kimlik olabilir -tabi i bunun ne olduğuna da bir karar vermek gerekir-; Karanlıklar Prensi'nin hesabına herşeyi dünyevileştirenlerin laikliğine karşı ç ıkan ataların dini de olabilir. B ir siyah vardır, bir de beyaz; pastel tonlara, açık-koyu dağılımının nüanslarına, alacakanmlı ğın grilerine, arn renklerin ince farklılığına yer yoktur burada. Bu inat çı alışkanlıklar ve indirgeyici görüşler kafalarda öylesine yer etmiştir ki sürekli olarak yeni şekillerde ortaya çıkarlar, dayanak noktaları olay lar tarafından yalanlandığında bile yeniden saldırıya geçerler. Tıpkı ge
çenlerde Tahran zindanlarından çıkıp, kültürel�evrimlerin başarısızlığı
na rağmen, az kuşkuyla da olsa "Batılı ve Marksist modellerden kopya
edilmemiş özgün kalkınma formülleri arayışını"61 sürdürerek geri adım atmayan sosyoloğun biri gibi. Bu ne Batı düşkünlüğüdür! İpe sapa gel mez ve azgın bir "kalkınma serabı"dır bu; yöneticileri körleştirir, top lumu kutuplaştırır ve "Batılılaşmış bir seçkinler sınıfı"62 yaratır. Kısa cası saplantılar aynıdır, kullanıla kullanıla canı çıkmış dayanaklar ay nıdır, ama insanlık tarihinin olağanüstü bir olayı olarak modernliğin kendisine biraz uyan bir çözümleme hiç yoktur. Sanki modernlik, bir ucundan alınabilen, istenilen yönde bükülebilen, Prokrustes'in işkence yatağına yatırılabilen, fikirlerimizin sınırlarına göre daraltılabilen ve "kültürel kimliğimiz" in fantazmları içine girebilen bir şeymiş � ibi. 6 1 . M. Ehsan N'araghi'yle söyleşi: "l.Jluslann Siyasal Yaşamında Dinin Rolü Git gide Daha Fazla Göz Önünde Bulundurulmalıdır", Le Monde, 22 Ağustos 1986. 62. a .g . s .
BATILILAŞMA VE 1SLAM1LEŞME 93
Ya da, aynı kutuplaşma karşısında en az öteki kadar hınç duyan bir diğer yazar63• lran'da, eski rejim i'.amanında iki farklı ulus vardı: yerli sömürgeliler ve toplumdışı insan kitleleri. Böylelikle bir "kolektivite mitozu"na, ya da daha kötüsü ülkenin Güney Afrikalılaşıırılması'na ta nık olunuyordu. Buradan da karşıt iki insan tipi ortaya çıktı: kendine özgü kültürü (Batılı), dilleri (İngilizce, Fransızca), okulları ve metro polleri (ABD, Avrupa) olan yerli sömürgeli ve yine kendi kültürüyle dünyanın lanetlisi. Ama bu sonuncunun kültürü, egemen azınlık ta rafından ıskartaya çıkarılmışu. Bedenini ve ruhunu yabancıya satan bu azınlık, köle ruhlu taklitçilerdi. Baulı'dan daha Batılı olan bu kesim, kendi dili yerine yabancı dilleri konuşuyordu; içlerinden bazıları, kendi lerini dünyanın lanetlilerinden iyice ayırmak için gizlice Hıristiyanlığı kabul ediyorlardı. Böylelikle, birbirlerine düşman iki kardeş gibi zıt o lan bu iki halkı uzlaştırmak olanaksızdı. Bütün bunlar kuşkusuz doğ rudur, ama ne görüyoruz! Yazanınız devrime geldiğinde duruyor ve ta rihin devamını ele almayı ·unutuveriyor. Dünya lanetlileri, eski yerli sömürgelilerin yerine geldiklerinde ne yaparlar pek bilinmiyor. Daha kötü, daha " bozulmamış", daha zal im mi olurlar? B ütün bunlar bilin miyor ve yazar, makalesini devrimden birkaç yıl sonra yazmasına rağ men hiçbir şey olmamış gibi bu konuda tek kelime söylemiyor. Bence bu dil, temel bazı eksenler etrafında eklemlenmektedir: sömürgeleştirici-sömürgeleştirilen diyalektiği; ahlakçı ve saklı bir fikir olan, dışarıdan gelen herşeyin kesin olarak kötü, içeriden gelen herşe yin ise zorunlu olarak iyi olduğu fikri. Bu, ouıgroup'un şeytanlaştırıl masına neden olmaktadır, kimliğe ilişkin bütün söylemlerin içinden belli belirsiz bir titreme gibi geçen gizli bir popülizme de yol açmak tadır. Halk hep haklıdır, çünkü o, tarihsel .faıum ! kaderi içinde toplaş mış l hyposıasie] bir kitledir. Ama bu karşıtlık bir kez köhneleştiğinde, sonradan gelen olaylar değişme yönünde etki eL�e bile değişme yetene ğini kaybetmiştir. Bu cins düşünürlerin çoğu, geride kalmış bir duru ma saplantılı bir şekilde sarılırlar, sanki dokuz yıldır zaman durmuş gi bi. İnsan onları dinlediğinde, ülkeyi dokuz yıldır altüst eden sarsıntıla rın geçici bir parantez olduğu izlenimine kapılınır. B unların düşüncele63. Reza Alavi, "Scicnce and Socicty in Persian Civili1,ation", Knowledge: Crea ıion, Diffusion, Uıilizaıion'da, Vl. Cilt, no. 4, Haziran 1 9 85, Sage Publica tions ine., ss. 329-349.
94 YARALI BİLİNÇ rinin ufkunda mahkum edilebilir tek "muhatap" hata eski rejimdir. Pe ki neden? Çünkü eski reji m " şer"in, yabancının cisimleşmiş halidir, oysa yeni rej im aile arasında olan özel bir iştir. Bu yargıların köken inde de ba'iit bir gerçeğin gö1. önünde bulundurul maması yatmaktadır: Gelişme yolundaki bütün toplumlarda kutuplaş ma kaçınılmazdır - modernliği az bile olsa özümsemeye çalışan bütün toplumları ka
sı l? Örneklere boğulduğumuz söylenemez. Japon örneği -şimdi de Ko re, Tayvan, vb.-, uyarlamak için, �ırı dozda bir benimsemeye önceden maruz kalınması gerektiğini gösteriyor, öyle ki hareket dönüşsüz hale gelsin; yoksa İnın tipi bir raydan çıkma her zaman olanaklıdır. Hem son ra, göreneklerin ve sosyoloj ik ağırlıkların her şeyi kara delik misali içlerinde yok edebilecek bir cansızlaşu rma gücünde oldukları hareketsiz bir dünyada oluşacak kültürel sarsıntılardan, travmalardan , bozulmalar dan, kayıplardan, kırılmalardan nasıl kaçınılabilir? Öte yandan ,
Max Weher' in de öğrettiği gibi hakimiyet, bütün sana
yi topl umlarının ayırt edici nitelik lerinden biridir ve istesek de isteme sek de modem dünyan ın kaderini oluşturmaktadır. Gerçekte teknoloj ik rasyonalite bir Ball olgusudur ve Çin'de, Hindistan'da ya da İslam dün yasında doğamazdı. Bu rasyonalitenin ortaya çıkışı üç unsur tarafından belirlenir:
1 ) B ütün bilgi alanlarının matematik tarafından, yani mo 2) B i limlerin elde ettikleri so
dern bilimin temel leri tarafından fethi ;
nuçların elverişli bir teknoloj i arac ı l ığıyla uygulanması;
3)
Görevi,
hiçbir k i şisel uğraşıya bağlı olmayan bir işlevi temsil etmek olan
BATIULAŞMA VE lSLAMlLEŞME 95 kişiliksiz bir bürokrasinin ortaya çtkışı.64 Amerikalı sosyolog Daniel Beli, sanayi toplumuna bağlı yapısal karşıtlıkların derinine inerken farklı üç çemberi ayırt eder; bu çemberle rin h�r biri farklı eksende bir ilkeye uymaktadır: tckno-ekonom ik, yö netimsel ve kültürel. " Bunlar birbirleriyle uyum halinde deği ldirler ve farkl ı değişim ritimlcri arzederler. Farklı nonnlarn uymak tadırlar ve bu normlar farklı, hatta karşıt tavırları doğrular. Toplumdaki çeşitli karşıt lıklardan sorumlu olan da bu çemberler arasındaki uyumsuzluktur."65 Tekno-ekonomik çemberin temel d ireği işlevsel rnsyonalitedir. Max Wcber'de de görüldüğü gibi işlevsel msyonalitc, "uzmanlaşma, işlevle rin aynştı n lması ve de faaliyetierin düzenlenmesi zorunluluğuna bağlı olan66" bürokrasi ve hiyerarşiden oluşmuştur. İşgörürlüğün ölçütü ya rarl ılık ve verimli liktir. İnsanlar görev ve işlevleri düzeyine indirgen m iştir, kişisizleştirildikleri de söylenebilir; öyle ki yetke, bireye değil, görevlerin ra'iyoncl olarak yerine getirilişi sırasında bulunduğu konu ma aittir. Bunun sonucunda işletme, bütünüyle teknokratik bir nitelik kazanır. Max Weber'in betimlediğine çok yakın olan bu tekno-ekono mik çembere Bell yönetimsel çemberi ekler; bu çember demokratik bir toplumda eşitl ik fikri tarafından yönlendirilir: yasa önünde eşitlik, yurttaşl ık haklarının eşitliği, fırsat eşitl iği, başka bir deyişle Tocque ville'in Amerika üzerine yazdığı o ünlü eserde bahsettiği koşul eşitliği. Nasıl tekno-ekonomik çemberin yapısı bürokrasi ve hiyerarşiden olu şuyorsa, yönetimsel çemberin ekseni de temsil etme ve katılım üzerin de bulunur. Kültürel çember terimiyle ise Beli, Ernst Cassirer gibi, s imgesel biçimler alanının tümünü kasteder: "Resim, ş i ir, roman, dini faaliyetler, dualar, dini usuller ve kurallar insan düşüncesinin hayalci bir biçimde ifade edilmesidir67." Görüldüğü gibi farklı çemberlerin değişim ritim leri fark lıdır. Tekno ekonomik düzende değişim çizgiselken -çünkü işgörürlük ilkesi sü rekli yeniliği güdüler-, kültür alanında hep bir ricorso, yani insanın 64. Bkz. l'Eıhique proteslanıe el /'esprit du capiıalisme , Plon, Paris, 1 964, s. 24; ve Economie et socieıe, Plon, Paris, 1 97 1 , lll, 6. böl. (Türkçe.de: Protestan A hlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Zeynep Aruoba, Hil Yay., lst., 1 985). 65. les Contradicıions culturelles du capitalisme, Fransızca'ya çev.: Maıie Matig non, PCF, Pari s, 1 979, ss. 20-2 1 . 66. a . g . e . , s . 2 1 . 67. a .g . e . , s. 22.
96 YARALI BlLlNÇ temel ve felsefi sorunlarına bir dönüş vardır. B uradan da
ayrılması
çemberlerin
fikri ç ıkar. Temel olarak bürokratik ve hiyerarşik, yani kişi
sizleştirilmiş bir tekno-ekonomik toplum yapısıyla, eşitlik ve katılım konusunda ısrar eden bir yönetimsel toplum yapısı ve uzmanlaşmaya karşı çıkı'p benliğin gelişmesinin önemini vurgulayan bir kültürel top lum yapısı arasında esa'ilı karşıtlıklar vardır. "Bu karşıtlıklar arasında, ideolojik ifadesini bulan birçok gizli toplumsal çelişki farkedilir: ya bancılaşma, kişisizleştirme, yetkenin reddi, vb. Bu husumet i l işkileri çemberlerin ayrılışını gösterir. "68 Bu gerginlikler, doğuşlarına yüzyıllardır tanık olan Batı toplumla rında görünür haldedirler, ama bu sürece yabancı kalmış kültürel alan lara yerleştirildiklerinde aynı gerginlikler azgınlaşır ve düpedüz patlayı cı hale gelirler. O andan itibaren, modem işlevsel rasyonaliteye alışmış bir bürokrat sınıfıyla tarihin boş arsalarında yatan tatminsiz kitleler a
rasındaki ani ayrılma daha da sivrilir. Üstelik bu koşullarda bir ayrıl ma, uluslarMa'iı planda gelişme yolundaki ülkelerle sanayileşmiş ülke ler arasında gözlenen, bilgi düzeyindeyse eskiyle yeni paradigma ara sında gözlemlenen kopmayı ulusal düzeyde yansıtacaktır. "Yerli sö mürgeliler"in iktidarda olmaları, aynı zamanda modem eğitim ve tek nik bilgilere de sahip olmalarındandır. Bu uyumsuzluklardan doğan çe lişkilerin kültür düzeyinde önüne geçmek hemen hemen olanaksızdır ve bu çelişkiler, ne ahlaksal dizgedeki yargı larla ne de bir sınıf ya da bir dünyanın bir diğeri adına lanetlenmesiyle çözümlenebilir.
3. CEHALETiN KUTSANMASI Bu kırılmalar, sömürgccilik-karşıu söylemler kılıfı altında, ya da daha cazip gelen kimlik talepleri mazeretiyle görünmez kılındığında, ger çekliğin bir bölümü maskelenmiş olmaz mı? Bu kırılmaların nedeni de, paradigmaların altüst oluşundan ve toplumsal manzaranın ani dönü şümünden doğan "indirgenemez ayrılıklar" değil midir? Bütün teknik bilgiler, yabancı bir bağlamdan gelmeleri, dolayısıyla da ülkenin kül türüyle bağdaşmaz olmaları nedeniyle, bir saldırıyla, buna bağlı olarak da sömürgeci bir hareketle eş tutulabilirler. B urada önemli olan, içe ka68. a . g . e . , s.24.
BATIULAŞMA VE lSLAMlLEŞME 97 panarak bu dış katkıya kayıtsız kalınıp kalınamadığıdır. Madem ki bu olanaksız görünüyor, öyleyse neden bir bürokratın zorunlu olarak sö mürgeli bir yerli olduğu söylenerek kestirip aulıyor? Tekno-ekonomik çemberin dışında kalınabilinir mi? Her tür kalkınma iradesine sın çevi rerek ve modernliğin i'.ararlı etkilerinden vebadan kaçar gibi kaçarak mı yapacağız bunu? Her tür değersel
[
renkten bağımsız ve öz
gür olguların üzerine neden Maniheist iyiler-kötüler görüşü yaman
ah laksa//aştırı/maktadtr. Ama ahlaksallaşurırken değerler öylesine yer de
maktadır'? Böylelikle ne olmaktadır? Ahlaksal olmayan bir sorun
ğiştinnektcdir ki bilen kişi, yani teknokrat, emperyalizmin hesabına çalışuğı bahanesiyle "yerli" sömürgeliye dönüştürülmekte, olayın dı şında kalan kişi, yani toplumdışı kalmış varlık -dünyanın lanetlisi
şeyıanlaşttrılmakıa, kuısanmakıadır. Acı gerçeklerin burukluğunu hazmedebilmek i
iyiye dönüştürülmektedir. Teknokrat (yani işlev) cahilse
çin, değerlerin tersyüz edilmesi ve bilgiyle suçluluk duygusunun bir leştirilmesinden ibaret ol� bu tavır en si��i işlemlerden biridir ve so nuçları da çok ağırdır. Çünkü bunun aksi nesnellik gerektirir, olgulara katlanan bir başlangıç, sabırlı bir eğitim, hatta iyilerle kötüler karşı sında belirli bir yükseklik gerektirir. Ama bu, nasıl yapılabilecektir? Ne yazık ki tarih mahkemesinde suçlular 7..aten mahkum edilmişlerdir. Bir örnek. Zehirini bir şamar oğlanına boşaltmak öylesine karşı ko nulmazdır bir itkidir ki Paris'te sürgünde olan İranlı bir romancı ne ya pacağını bilemeyip ı1iasporanın kendisine saldırır. İyiler-kötüler görü şünü ne pahasına olursa olsun bir yerlere yamama derdiyle, nefretini bizzat sürgünlere karşı kusmuş ve zekice, sürgünlerin iki cins insanı temsil ettikleri sonucuna varmıştır: sığınmacılar (avare) ve göçmenler
(muhacir).
Sığınmacılar, barzakh (ara dünya, çile yeri) sakinleridir; teo
zofi kökenli bu terimle yazar, halk muhayyilesinde yorumlandığı ha liyle gurbeti ve mekan-dışılığı ifade etmektedir. Birisinin
barzakh duru
m unda olduğu söylendiğinde, tıkanmış olduğu kastedilmektedir: ne i lerleyebilmekte, ne de gerileyebilmektcdir bu kişi. S ığınmacılar, göçmenlerle aynı acılan çeken kayıp avarelerdir, ama hiç seçim yapamazlar. Göçmen ise seçim yapabilir: kuzeye, güneye, sağa ya da sola gidebilir. Herhangi bir iz ya da işaret noktasında sığı nak arayabilir. Göçmen umudunu hiç kaybetmez, bütün dünya onun a hın gibidir, "gurbetin tatlı atmosferinde sessiz sessiz otlar". Mutlu an-
98 YARALI BlL1NÇ
lar geçirir, elinden geldiğince b:ıŞının çaresine bakar ve canı çok tatlı dır. Çaresizlik derecesinde iyimserdir, sakal ve bıyıkları çoktan kırlaş mış olsa bile. Göçmen dalga geçer, patlayana kadar g üler, zevkine güvenir, renklerin, parıltıların ustasıdır ve metabolizma dengesini ko ruyabilmek için bir sürü vitamin yutar. Müzeleri seve seve dolaşır, si nemaya gider, parklarda uzun gezintiler yapar, zarif giyinir ve kravat takar. Göçmen, kanlı canlı bedenleri, m ükellef ziyafetleri sever; görü nümlere bağlanır ve hayaller besler. Sığınmacı, belkemiğinin kırılmış olduğunu bilir. Nerede ağırlanırsa
p
oraya sığınır. Seçim hakkı yoktur. O, yı ranmıştır, kovulmuştur, dış lanmışların ortasında dışlanmış biridir, berbat hayatına hfila umutsuzca yapışmasına kendisi de hep şaşar. Vatanını sever, ama kendi hissesine düşenin "aşıklar melteminin huzuru"ndan ziyade "fırtınalar burgacı" ol duğunu bilir. Umudu yoktur. Yakında çürüyeceğini, bedenini kangre nin kemirdiğini bilir. Kendi ölümünün acımasız tanığıdır. Göçmen de, sığınmacı da
barzakh sakinleridir, ama ilki hayali şato
lar kurarken, ikincisi şatoların yıkılışını kendi gözleriyle izler. Onun düşüncesini kamçılayan ve gerekli kılan şey kendi kimliğinin bilinci dir. Sığınmacı süratli ve endişe verici bir ritimle değişir ve başkı;Llaşı ma uğrar. Bu değişim , bir açılmadan ziyade, önüne geçilmez bir' de ölüme götüren sürekli bir çökme halidir.
Şekil
Sığınmacı herşeydcn korkar: Emniyet Müdürlüğü'nden, sığınmacılar bürosundan, yolunu şaşmnışlar sığınağından. Kendi gölgesinden korkar. Gururu ve özsevgisi de dahil herşeyi kaybetmekten korkar. En ufak şey den pirelenir: bir berduşun gülümsemesi, bir sebze saucısının suç ortağı bakışı. Öldükten sonra cesedinin başkalarının başına kalmasından çekinir. Böylelikle iki tip insanımız, iki sürgün tipimiz vardır: asli olan ve asli olmayan. Bu iki varoluş örneğinde, kültürlü olan, tatlı dilli olan, başka bir deyişle "uygarlaşmış" olan kişi asli olmayandır, oysa yolunu şaşırmış, acılı ve başına buyruk olan, cahil, "canlı cenaze", intihar ve ber-duşluk namzeti olan aslidir. Ya sonuç? Bütün ülkelerin sığınmacı ları birleşin! Sefaletinize gömüldükçe dış etkilere kapanırsınız, daha asli olursunuz. Ötekiler göçmendir: yani sahte görünümler hesabına çalışan dümencilerdif>9. 69. Gholam Hosseyn-e Sa' edi ( 1935-1 985), "Degargisi wa rahayi-ye aviirehii", Alefba, II, Paris, 1 983, ss . 1 -5.
BATILILAŞMA VE 1SLAM1LEŞME 99 B urada da, yazarın dokunaklı tonuna rağmen aynı kutuplaşmayı bu l uruz. Bu sefer yerli söm ürgeliler -devrimin yardımıyla- (göç edilen ülke nazarında) iç göçmenlere dönüşmüşlerdir, dünyanın laneti ileriyse dış avareler haline gelmişlerdir - kapitalizmin çürümüş başkentlerinde yoksulluk çeken lüks berduşlar. Avarelik, yoksulluk, mahrumların ve baldırıçıplakların cehaleri, başlı başına değerler haline gelirler; ama bu, bunların yoksun ve mağdur olmalarından öcürü değil, kurban olmala rından ve böyle kalmak isremelerinden ötürüdür. İnsani durumunu iyi leştirmek yasaktır! Özellikle de bilmek yasaktır! B i len kişi kendini denk alsın, çünkü yalan imparatorluğunu ele geçinniş demektir. Entelektüellerimizin sakat bir bakışları olduğunu söylediğim izde, şeylerin temsil edilişini aksatan bütün bu tıkanma ve yamama meka nizmalarını kastediyoruz. Ve bunların eleştirel güçlerinin eksik oldu ğunu söylememizse bir örtmecedir aslında, çünkü eleştirel güçleri hiç olmamıştır. Atadan kalma ağırlıklarımızın altını eşelemekten korkuyo ruz, çünkü oralarda gömülüp gitınekten ve kimliğimizi kaybetmekten çekiniyoruz. Ruhumuzun labirentlerinde bize musallat olan hafsalaya sığmaz geçmişte asılı olan ve nereden ç ıktığı bilinmeyen hayaletler gi bi ortaya çıkan fikirlerle karşı karşıya bulunan bizler, bir de Promethe us gibi dünyayı yeniden kurma görevine kendimizi adan11ş oluyoruz. İdeolojik onarım ve yamalardan başka ne kalmaktadır? Bu eğilim ürettiğimiz her şeyde görünür: edebiyatta, sanatta ve Fikirler Cumhu riyeti'nde. Kimse bunun elinden kaçamaz, Tanrı'nın monarşisini temsil ettiği kabul cdi��ll-���I"!!�. bile bunun içine saplanif:--"' -- -
4 . /SLAMILEŞME Günümüzdeki uygulan ışıyla İslamileşme, türünde bütünüyle yeni bir olgudur. İslami leşme, bir bakıma, bir kültürel kimlik felsefesinin zı vanadan ç ıktığında varabileceği en uç sınırdır; öteki'nin yadsınması gi bi dizginlenemez bir kendini onaylama noktasıdır bu sınır. İslamileş me aynı zamanda, topl umsal muhayyilede saklı duran bütün çarpıklık ların güncelleştirilmesidir de. Atalar Geleneği'nin Kökeni'ne bir dönüş olması istenir, yani Selefler geleneğinin kökenine: Zorunlu olarak iha net ve sapma olan her tür tarihten önceki zamanı yaşayan Selet1er. Do-
100 YARALI BILINÇ layısıyla, modernliğin ve ona eşlik eden yıkıcı fikirlerin tersini savun maya çalışır. İran'da iktidarı mollalar aldığından beri İslamileşme, mo dem zamanlar tarihinde benzeri görülmemiş bir kitlesellik ölçüsünde uygulanmaktadır. Bu da bir tür yamadır, ama bilinçli Batılılaşma'nın ters yönünde işlem gören çok yönlü bir yamadır. İslamileşme, güncel haliyle kendisinden tarihsel olarak sonra gelen bir dünya zemini üze rine modernlik öncesi bir episıeme'nin içeriğini yamamak istemektedir - görüş ölçütlerine bilinçdışı bir şekilde modernliğin girdiği bu dün yada, gerçekliğin bütün algılanışını mod�mlik koşullandırır. Bundan ötürü, bu bilinçdışı Batılılaşma sinsi bir şekilde etki etmekte ve İslami söylemi "tarihsel a priori"lerin süzgecinden geçirmektedir. "Tarihsel a priori"lerin içinde kaba Marksizm'in en yaygın durumda olmasından ö türü de Marksist kategoriler İslami söyleme, o farkında olmadan bulaş maktadır.
Gizli bir Marksizm havada uçuşmakta, dini söylemin çatlaklarına nüfuz etmekte, ona bir nefes oksijen vermekte, "modernleştirmekte" ve eninde sonunda onu siyasal olarak satılabilir kılmaktadır. Devrim za fere ulaştığında geçmiş "Tarih'in çöplüğü"ne atılır, emperyalizm "İsla mileşir" ve "uluslararası küstahlık"a dönüşür, proleter sınıf statüsünü kaybeder, mahrum hırpaniye dönüşür ve sonunda Mehdicilik de seküla rize olur ve tarihsel determinizm haline gelir, Kahin'in Kıyameti ile Komiser'i garip bir şekilde birleştiren bir determinizm. Ulema yeni bir sosyo-politik söylemin tuzağına düşmüştür ki bu söylem açık artırma ve öne doğru kaçıştan başka bir şey değildir. Yarışırcasına. Yeni söylem birçok düzeyde mücadele edebilmelidir: kültürel, ekonomik ve toplumsal düzeylerde. Kültürel düzeyde ne pa hasına olursa olsun İslamileşmek gerekir; bunu yaparken İslam, ya da İslami olduğu söylenen biçimler, kendilerinden önce varolan ve tarih sel olarak onlardan "ileri" olan bir evreye götüren yapılann üzerine yer li yersiz yamanmaya çalışılmaktadır. En boş görünümlerle sınırlanan ve abuk-sabukluğa yakın bir "gerçeküstü" dünya yaratan lslamileş me'nin yaygarncı yüzeyselliği buradan gelmektedir. Kapalı bir sistemi ve Ortaçağ degerleri olan bir dindarlar dünyası, günümüzde ancak kitap larda, beyin hücrelerinde ve kutsal şehirlerde vardır. Ülkenin metal.izik ekolojisi derinlemesine değişmiştir: İçeriyle dışarısı arasındaki eşbi çimlilik artık yoktur. Mollaların zaman-dışı dünyası, şimdi en gele-
/
BATILILAŞMA VE ISLAMILEŞME 1 Ol neksel kesimler de dahi l olmak üzere hayaun hiçbir kesimini affetme yen bir yıkımın ortasında, batmakta olan bir sal gibi sürüklenmekte dir. Bu yıkım herşeye el uzatmaktad ır: görenekler. alışkanlıklar, üretim biçimleri, toplumsal ilişkiler ve dünyayı temsil etme biçimleri. Tarih sel olarak birbirini tutmayan dünyalar yan yana dizil miştir: y üksek teknolojinin yanında en ilkel davranışlar; harabe kal ıntılarının, arsa ların ortasında düşünce mabetleri; süpermarketler, dev mantarlar gibi biı.en gökdelenler. B u
technicolor dünya, bilgilere de bulaşmaktadır ve
U lema, kendisine rağmen Batıl ılaşmaktadır. Ulema'nın söyleminde, ancak modernlik bağlamında anlamlı olan tuhaf kavramlar ortaya çık maktadır. En militan olanlarında, toplumsal felsefelerin gecikmiş kav ramsal kollarının izine rastlanmaktadır; bu kavram lar, m i l itan ların göndenneleri çerçevesinde, saçmalık, hatta dine küfreden sapmalar olur lardı. Bütün bu biçimsizleşmiş fikirler, İslami kavramların kendi içle rinde kararsızlaştığı bir yurtsuzlaşma atmosferini ele vermektedir. Ge leneğin k ucağından yoksun kalm ı ş yetimler gibi görünmektedirler. Söylemin heyecan verici yönünün, ardındaki m ünasebetsizlikleri usta l ıkla maskelediği doğrudur, ama bunlar, çözümlemenin ısrarı karşısın da kendilerini ele vennektedirler. Örneğin, kadınlara miadı dolmuş töreler dayatılmaktadır; oysa bu kadınların çoğu (en azından haklarının bilincinde olanlar ki yeteri k,,adar kalabalıklar) bu töreleri kafalarında aşmışlardır, çünkü m uhayyileleri,
(Fatımatü'z Zehra) esinlenen 20-30 yılın feminist hareketlerinden ge
Peygamber'in kızı Kusursuz Fatma'dan dinsel ülkülerden ziyade, son
len örneklerle doludur. Zihnen gelişmiş kadınlarda gözlemlenen ve ne redeyse bilinçdışı olan ret buradan kaynaklanmaktadır ve bu kahraman ca tutumda göıiilcn cesaret ve aşırı dayanıklılık şaşırtmaktadır. Bu ka dınlar bir yandan iktidarın isteklerine geçici olarak katlanırken aldatma caya başvurup hile yapmakta, en ufak bir gevşeme işareti aldıklarında eski alışkanlıklarına dönmekte, böylelikle de bir yalan ve aldalmaca dünyasında yaşamaktadırlar. Başörtüsü takmaya alışkın halk kadını bile -fanatiklqmiş kadınlardan söz etmiyorum- aslında tam anlamıyla dinsel olmayan bir işlemin söz konusu olduğunu vç bunun, asi kafa ları hizaya sokmayı hedefleyen baskıcı bir iktidarı ve zorlama mckaniz n:ıalarını açığa çıkardığını hissetmektedir. Ya da, (neden olmasın?) cep hede işler kötü gittiğinde ya da savaş alanında büyük bir başarısızlığa
102 YARALI BİLiNÇ uğrandığında, bunu kadınların burnundan getirmenin ahlaksız bir biçimi olduğunu. Buna bir de, güzel olan şeylere karşı tepeden bakan bir horgörü ek lenmektedir. Hayatın kannaşık cazibesi, ya hayal gücünü uyandırabile cek gözle görülür bütün çekici şeylerin kökünün kazınma'>ı, ya da gri ve karanlık renklerin kullanılmasında marazi bir ısrar gösterilmesiyle bir matem havasına girer. Çünkü estetik zevke ilişkin her türlü coşku, iktidarın gözünde cinsel açıdan kuşkulu bir hava yaymaktadır. Müzik, zarafet ve güzellik gibi şeylerin münasebetsizliği, muzırlığı, hatta giz li bir sapıklığın aldatıcı yaldızlarını yaydığı düşünülür. İ slam'a özgü bir nitelik midir söz konusu olan? Öyle olduğunu dü şünmüyorum; hem de İslam'ın lüksü her zaman kınamasına ve bazı i lahiyatçıların müzikle resmi mahkum etmelerine rağmen. Ortodoks bir
düşünür olan Ebu Hamid El Gazali (1058- 1 1 1 1), ki hem İranlı'dır hem de filozoflara karşı acıma'iız olduğu kabul edilir70, şarkı ve müziği dış talamamıştır.
Livre de l'A udition eı de l'Exıase (Dinleyiciliğin
ve Vec
din Kitabı) adlı eserinde bu cins uygulamaların yanında dahi olduğunu gösterir. Ona göre dinleyicinin yaşadığı vecd peygamberlerin vahiy es nasında yaşadıklarına bcnzer71 • İlahiyatçımız, müziği mahkum etmedi ği gibi, Kur'an'la vecde ulaşmanın, şiirle vecdden daha zor olduğunu da belirtir. Buna karşılık, İbni Teymiyye ( 1 263-1 328) gibi kurallara ka yıtsız şarL'iız uyan gelenekçi bir ilahiyatçı, İslam Devrimi'nin yönetici lerine daha yakındır; çünkü bu uzlaşmaz ilahiyatçıya göre sufilerin se ması, "müşrikliğe" (Tann'ya eş koşma) ve "küfre" (ihanete) yol açan bir bidattır (yenilik) ki bunun sonu da sarhoşluktur
(sekr).72
Kısacası, İslam'ın kesin olarak mahkum edemeyeceği herşey mah kum edilmektedir. Ama yine de, İslam Devrimi'nin çağdaş tavrı bu açı dan başka şeyleri de açığa vurmaktadır. Güzel olan şeylerin aşağılan ması, duygulara az çok hitap eden şeylerin saplantılı bir şekilde redde dilişi bence, yepyeni bir tavrı ele vermektedir. B u tavrın yol açtığı şey, geleneksel İslami cemaatlerin biraz katı olan sofuluğundan ziyade, to70. livre de /'autodestruction des philosophes (Türkçe'de: Filozofların Tutarsızlık /arı, Çev: Bekir Karlığa, Çağrı Yay.). 7 1 . Jean·Robcrt \1ichol, "L'lslam el le monde: al-Ghazall el Ibn Taymiyya iı pro pos de la musique (sama')" Figures de la finiıude de Bibliotheque philosophiquc '
de Louvain no. 32, Louvain-la-Neuve, 1988.
72. a .g . e .
•
,
BATILn...AŞMA VE ISLAMILEŞME 103 taliter rejimlerin yadsıyıcı çirkinliğidir. Alışılmışın dışında bir iktidar
isteği, hayaun hamurunu döktükleri -ve İslami olduğu varsayılan kalıbı kırabilecek her girişimi mat etme yolundaki azgın. istek bu nev
rotik reddin içinde bulunmaktadır. Tam da bu "modem" ve totaliter ta
raf, çirkinliği başlı başına bir kategoriye dönüştürmektedir, öyle ki çir
kinlik bu rejimde neredeyse ontolojik bir asalet kazanmaktadır.
Comelius Ca'itoriadis aslında yanılmamıştır; sosyalist rejimlerdeki
çirkinliği incelerken şöyle der: "Neredeyse sınırsız zulüm ve .adaletsiz
lik içinde yaşayan insan toplumları olduğunu önceden biliyorduk. Hiç
bir güzellik üretmeyen bir insan toplumuysa henüz görülmemişti. Po zitif çirkinlikten başka bir şey üreuneyen bir toplum henüz görülme
mişti. Bürokratik Rusya sayesinde bunu da gördük."73 Ve bu çirkinliği
rejimin doğasının bütününde aramak gerekir. Özgürlük yokluğu, bas kı, güdümcülük türünden açıklamalar yetersiz savlardır. Tarihte sanatçı her zaman "sipariş üze�ine" ve zorunlu bir üslupta çalışmıştır. Ama
buna kendi de inanmıştır. "Resmi Rus 'sanatı'nın boşluğu, sersemliği
ve gösterişçiliği, aşağıdaki iki önermede bulunan karşıtlıkları en yalın
haliyle ve karşı çıkılmaz bir şekilde gösterir: sanatçının
kendisi de i
nanmaz ve yaptığına inanılması olanaksızdır."14 Castoriadis'in Sovyet rejimi için söylediği şeyler, başka bir biçimde
ve karşılaştırmanın ölçüsü kaçırılmazsa, günümüzdeki İran rejimi için
de geçerlidir. İranlı yöneticiler de tıpkı Sovyetler'dcki yöneticiler gibi, ama farklı bir kültürel sicilde, hayatın çıkıntılarını anonimliğin gri
peçesiyle örtmekte ve varoluşu, ya ölümün kuru hıçkırıklarına ya da
sıkıntının boğucu tekdüzeliğine indirgemektedirler. Bu olgu, biraz da Mi lan Kundera'nın "totaliter kitsch" diye adlandırdığı şeyi, yani herşe
yin
varlığın kategorik ülküsü ne '
bağlanmasını hatırlatmaktadır. Bu,
siyasal olarak egemen ideoloji (İslam) olabilir veya tek parti diktatör lüğü olabilir. O andan itibaren her yerde hüküm süren bu
kitsch'e
do
kunmaya kalkışan herşey hayattan uzaklaştırılır: güzelliğin uzaklaştı
rıldığı kadar bireycilik de, şüphecilik ve eleştirel güç kadar alaycılık da.75 Çünkü bumda herşey güvenilir ellerdedir: Hayat dahi askıya alın-
73. Devanı la guerre, Fayard, Paris, 1980, s . 238. 74. a . g . e . , ss. 239-240. 75. L'/rısouıenable ligereıe de /'eıre, Gallimard, Paris, 1984, ss. 3 1 1 -3 1 5 (Türkçe' de: Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Çeviren: Fatih Özgüven, lletişim Yay., lsı., 1 9 89).
104 YARALI
BlLlNÇ
mıştır. Her tür estetik, siyasal, insani hareket; her tür başkaldırı, hangi biçimiyle olursa olsun o koyu çirkinliğin saklı yüzünü gösterebilecek herşey, derhal ölümcül bir tehlike, bir çatlama, bizzat sistemin nıdikal olarak sorgulanması gibi hissedilir. Rejim, cansızlığı kendi varolma nedeni haline getirm iştir; kutsallıkla çirkinliği birbirine öylesine karış tırmıştır ki bu karışıklık, kendinde, muazzam bir zevksizliğin sahte karlığı haline gelmiştir.
a) Dişi Arkeıipinin Erkeksileşıirilmesi Toplumsal yaşamdan kovulan cinsellik, kafalara tenin şehvet eğilimle rinden daha b�ük bir şiddetle musallat olan marazi, boğucu ve her yerde kendini gösteren bir �1planuyla, aniden eskisinden güçlü olarak ortaya çıkmıştır. Wilhelm Reich, zamanında faşizmin kitle psikoloji sine gönderme yaparak, "doğanın gerektirdiği tatminleri, bastırma süre ci yoluyla reddeden cinsellik, diğer tüm ödünleyici tatminlere yönelir
ı . )"76 derken bu bastırma şiddetine dikkati çekiyordu. Bu ödünleme ..
biçimleri militarizm , saldırganlık ve ölüme tapınma olabilir. Bu cin sel-güdüsel mekanizma günümüz İran'ında başka görünümler altında su yüzüne çıkmaktadır. B urada ödünleyici tatminlerin çoğu birleşmiştir: Savaş, muazzam bir yok edici enerjiyi özgür kılarak -kan ve gözyaşı seli halinde- ahirete yönelik bir kurtuluş eylemi olarak yüceleştiril mektc; ölüm, yaşamın kutsanmasına dönüşmekte; kadın, Şehitlerin A nası ayrıcalıklı statüsünü elde etmesine karşın, her ne paha<;ına olursa olsun basurılması gereken tenin karanlık eğilimlerini barındırmaktadır. Rejimin, kadının cinsel-güdüsel gücüne karşı kıyasıya saldırması bu nun hüzün dolu bir örneğidir. Rejim, ta başından beri kadınlara karşı harekete geçmiştir. Düzenine karşı sürekli bir tehdit gibi görünen bu bozguncu unsuru yola getir mek için enerjisinin büyük bir kısmını bu uğraşta yoğunlaştırmıştır. Bu etkinlik, kadınlarla ilgili her alanda kendini göstermiştir: Tahran' 76. La Psycho/ogie de masse du fascisme'den (Türkçe"de Faşizmin Kiıle R1thu An layışı, Çeviren: Benan Onaran, Payel Yay., lst., 1 982) aktaran M.A. Maccioc chi, "Les fommes et la ıraversee du fascisme", Elimerııs pour une analyse du fas cismel J 'de, 1 0/1 8, Paris, 1 976, ss. 209-2 1 0. (Türkçe'de: Faşizmin Analizi, Çeviren: Cemal Süreya, Paye! Yay., lst., 1 979)
BATILILAŞMA VE 1SLAM1LEŞME 105 daki genelevlerin dağıtılmasında ve fahişelerin yeni İslami düzen tara fından kullanılma">ında; bizzat din kefaletiyle gerçekleştirilen geçici birleşmeleri meşrulaştıran vadeli evliliğin, normal evliliğe koşut ola rak yaygınlaştırılmasında; en başından beri genci bir protesto gören zo runlu çarşaf örtünmesinde; bazı mollaların c insel fantazmalarla dolu te levizyon konuşmalarında; ve nihayet, rejimin katı gelenekçiliğinden farklı her tür c inselliği bastınnak amacıyla çevik ahlak zabıtalarının
(sarôl/ah) kwulma">ında. Hatırı sayılır sayıda kadın, iktidarın keyfince yönetilmeyi reddedip isyanlarını -bazen incelik dolu- dolaylı yol larla gösterdilerse de, çok sayıda fanatikleşmiş kadın "mazoşist bir katılım"da bulundular. Kadın ların bu tavırlarıyla, daha önce Alman ve İtalyan faşist yönetimlerinde gözlemlenen tavırlar arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. M.A. Macciocchi faşizmle kadınlar arasındaki ilişkileri incelerken şöyle der: "Faşizm ilk başından beri kadınlardan,.mazoşist olarak nitelendireceğim bir katılım elde etmeye çalışmıştır: faşistlerin amblem olarak seçtiği ve hemen her yere çizdikleri, bere ve kara gömleklerine dikip kasıla kasıla dolaştıkla rı kurukafaların ortasında kadınların, iffet-kefareı'lcrini kutlayan dullar adına ve değişmez ölüm kültü adına, boşalmanın her tür yolunu·bir ö lüm itkisi (Freud) içinde kabullenmesini beklemiştir. Yaşamdan bu vazgeçişten,
kendini olduğu gibi yadsmuı sevinci
doğar. Bu, kadının
İktidar'la ilişkinin sevincidir: Şefin, Duce'nin soyut, demagojik, lafa zan aşkına karşı vazgeçiş, boyun eğme, dönüşüyle evcil kölclik".77 Mazoşist katılım, ölüm itkisi, iffet-kefaret, iktidara boyun eğme gi bi ödünleyici tatminlerin hepsini, günümüz l ran'ında fanatikleşmiş ka dınların çoğu zaman histerik tavırlarında da buluyoruz. Bu militan ta vır yenidir ve benzeri görülmemiş bir olgunun tüm yönlerini sunmak tadır. Burada, kadının geleneksel imgesinde örnek bir dönüşüme tanık oluyoruz. İranlı kadının eski yönetim döneminde özgürleştiği ve ülkenin patavatsız modernleşmesiyle oluşan değişimlerin kadını siya sal olarak kullanılabilecek bir kitle varlığı yaptığı doğrudur, fakat kul lanılması yolundaki bu adım hiç atılmamıştır. Yeni İslami düzenin a şırı etkin bir şekilde yaptığı da budur, ama bunu yaparken kadın imge sini derinden değiştinniş ve Ş ii İslamı'nda cisimleşen ideal kadınlığa o-
77. M.A. Macciocchi, a . g . e . , ss. 1 56- 1 57.
•
106 YARALI BlLINÇ
ranla bir sertleşme getirmiştir. Açıklayayım: Sophia-Kadın* örneği lnı.n İslamı'nda özellikle Peygamber'in kızı ta rafından simgelenmiştir: Kusursuz Fatma. Peygamberler Zinciri'nin sona ermesiyle başlayan Velayet devrini koruyacak olan, Peygamber'in yeğeni ve damadı ilk İmam Ali İbn Abi Talib'in karısı Fatma'nın so yudur. O andan itibaren Fatma, "Nurlar Kavşağı" (Majma' al-nurayn) diye adlandırılır. Babası Peygamber, kocası ve on bir çocuğuyla On Dört Masum'dan biridir. İç hakikatin doğuş kaynağı Fatma, Sophia kişiliğini simgeler ve zihinsel bireyleşme imgesinin taşıyıcısıdır. 17. yüzyıl İranlı filozofu Mir Damad'ın vecdi itiraflarında lmamlar'la bera ber78 bir tür mandala'nın göbeğinde görünür. B u zihinsel ikonografide başı haleli Fatma, bilinç alanının üzerinden sarkarak imgenin tam mer kezinde kendini gösterir. Bu, Merkez simgeciliğinin bir tür yinelenme sidir. Zira Merkez'e varmak bütünlüğe, bireyleşmeye ulaşmak demek tir. Fakat dinin ideolojileştirilmesi ve kadının siyasal bir araç olarak kullanılma<>ıyla bu Sophia-Kadın imgesi, belki daha az ianınan fakat daha militan olan ve fanatikleşmiş kadınların devrimci duyarlığına kuş kusuz daha yakın olan başka bir figürün lehine gözden kaybolacaktır: Şehitler Sultanı İmam Hüseyin'in kız kardeşi Zeynep. Nasıl eski za manın yol gösterici mistik-filozofu bugünün devrimci İslam ideoloğu na dönüştüyse, zatiyetin dişi simgesi de erkeksileşıirilmekte, doymak bilmez gayretleriyle sürekli intikam isteyen dişi milisler, yani Zeynep komandolarının saldırganlığına dönüşmek için erkekleşmektedir. Tarih teki Zeynep, İ.S. 680 yılında Muharrem ayının onuncu günü Kerbela katliamından kurtulmuştur - İmam ve ailesinin fertleri ve yandaşları nın alçakça katledildiği gün. O andan itibaren Zeynep, kardeşinin kanı nı ödetmeden rahat edemeyecektir. Katliamın sorumlusu Emevi halife si Yezid'in sarayına tutsak getirildiğinde az görülen bir cüretle halifeye kafa tutar, tüm suçlarını yüzüne vurur ve Tanrı önünde intikam ister.79 Zeynep Kardeşler, tavırlarındaki sertlik ve soğuklukla şaşırtırlar. Ö lüm ve intikamla birliktelikleri her yerde görünür: Behest-e Zahra me zarlığında toprağın göbeğinden simgesel kanları kızıl bir pınar gibi * Sophia: Yunanca'da bilgelik, bilim. (ç.n.) 78. Henry Corbin, En /slam ira11ie11, IV. Cilt, Gallimard, Paris, 1 978, ss. 37-38. 79. Zeyn al-Abedln-e Rahnema, Zerıdegı'inf-ye emı'im Hosayn, Tahran, Amir Kabir, 1 358, s s . 440-445.
)
BATILILAŞMA VE lSLAMlLEŞME 107 fışkıran şehitlere tapınmalarında, yakınmalarının y ırtıcı ezgilerinde, ka rizmatik Şefe kendilerini bağlayan çılgın sloganlarında. Böylelikle, tüm anaların mistik Koca'>ı, Süper-Erkek tarafından yönetilen erkek re jimine geçişimle yoksunluklannı ödünlemiyorlar mı? Böylece kadın imgesi iki aşırı uç arasında gidip gelmektedir: dul ve militan. Kah Şe hitlerin Anası olarak, kah Maıer dolorosa, ya1;lı yani iffetli ve acısı yü zünden erişilmez kadın olarak, kah kinci militan o larak göklere çıkarıl makta, kah geleceğin şehidi olan savaşçının istirahatine dul olarak su nularak sürekli yas tutmaya yönlendirilmektedir bu imge. Kadın tam da bu kendini-yadsıyıcı sevinci simgelemektedir. S avaş kutsal olduğu için, fitne sürüp gittiği ölçüde savaş da sonsuza kadar süreceği için, bu daha da artmak.tadır.
b) Yasadışılığa lndirgenmjş Bir Modernlik Rejimin İ slamileşmesi doğası gereği eğitime de uzanır. Çünkü beyin yıkama --özell ikle de genç ve uysal beyinlerin yıkanması- lOtaliter olmak isteyen tüm rejimlerin itirazla karşılaşmadan başvurdukları bir yöntemdir. Eğitimin kapsamı değiştirilir, içine y üksek dozda İ slami din dersleri zerk edilir; bu dersler varolan laik eğitim kapsamının üzeri ne yamalanır ve su dolu bir kaptaki zeytinyağı gibi yüzeyde dalgalanır. Diğer kitlesel İ slam i leştirme yöntemleri gibi eğitim de genelinde yü zeysel bir yama örneğidir. Gençlerin çoğu --özel likle şehir ortamın da- durumdaki saçmal ığın az çok farkındadır. Bu durumun yapay ol duğunu, zamanın havasına ters düştüğünü, çılgın Araplaşma'da ve su relerin bu şeki lde kafalara doldurulma.,ında yapay bir şeyler olduğunu bil irler. İkiyüzlülüğün neden olduğu okuldan kaçışlarda ikili bir dil öğ renen çocukların kaypak tavrı bundan kaynaklanmaktadır. Dünyalarına esin veren şeyler video-kliplerin kahramanlarıdır. Michael Jackson, Prince ve Madonna'nın gerçekliği onların gözünde İ mamlar'ın çektiği çilelerden daha elle tutulurdur;
break-dancing sonu gelmeyen duaların
usanç verici kurallarından daha yakındır. Her ne kadar dini iktidarın ağır taleplerine katlansalar da kendi içlerinde yasadışı bir durum yaşar l ar, yani iktidara nazaran farkl ı bir zamanda yaşarlar. Bundan ötürü, eski sinden daha nevrotik olan şizofren bir kuşak ortaya çıkmıştır.
108 YARALI BlLlNÇ
Hayatın alacalı bulacalı tüm bölgelerini kelimenin tam anlamıyla kuşatan "fslam i " biçimlerin ağır yüzeyi altında Bau'nın kültürel mo dellerine bağlı kalan yasadışı ve yıkıcı bir yaşamın, daha yoğun
başka
bir yaşam alttan alta kaynaşmaktadır. Eski rejimde militan İslam, an laşmazlıkların zeminini, hatta bastırılmış olan şeylerin yatağını oluş
turuyordu; oysa günümüzde, kolektif bilinçalumızın patlaması ve onu izleyen kusmanın ardından İranlılar'ın gizli yaşamlarının altında kay naşan şey, dinin kof görünümleri altında yatan modernliktir. Eski rejimin yeniden saygınlık ka7..anmasını kısmi olarak açıklayan da bu çokyönlü tepkidir. Ve bu yalnızca, ruhlarını büyük veya küçük Şeytan'a satan -bütün eğilimleriyle birden- Batıl ılaşmışlar için de ğil, bu büyük kargaşada iktidarın dinmeyen hıncına kurbanlık koyun olan mahrumların büyük bölümü için de geçerlidir. Şehadet kuşkusuz yararlıdır, hatta soyludur ve gereklidir, ama yılda bir kez Kerbela facia sını anarken konuşulma<;ı koşuluyla, yoksa bütün ucuz fedakarlıkları en sıradan bir şekilde cesaretlendirmek amacıyla değil. İstenilen İslam, hem muhayyileleri besleyen, hem arzulara cevap veren, hem de mo demlerin de söyleyecek sözleri olduğu dünyevi bir çevre içinde rahatça nefes alıp yaşamalarına olanak verecek bir tslam'dır. Zira, ne denirse densin, modemler düzeni , işlevi ve ekonomik refahı temsil etmektedir ler. Bu modem sınıfı simgeleştiren bütün işaretler bazı ortamlarda el al tından güçlendirilmektedir: kravat takma, yüksek yöneticilCrin yapma cıklı ağızları, teknik bilgiler, yabancı diller ve Baulı değerler. Eski re jimin i şlev ve yapılarına da söz söyletilmemektedir: üniformalı jandar ma veya polise, subaya, resm i erkana, laik yargıça ve pişmanlık getir miş din adamına. Kısacası, modernlikle bağlantısı olan bütün kişi ve kurumlar, yerleşik eski yapılardan ikili bir şekilde yararlanan İslam'ın biçimsiz organlarının karmaşalı magması karşısında, asgari bir düzen ve rasyonaliteye sahiptir. Giysiler, yemek alışkanlıkları, moda olan davranışlar -post-mo demler
cool diyorlar- gibi
modernlik işaretleri, protesto alanlarına dö
nüşmektedirler. Herkes içine kapanmakta -herkes kendi bahçesini ek mekte-, gizlice alkollü içkisini imal edilmekte, kendi gazetesini oku makta, kendi video-kasetlerini seyretmektedir. Modalar, dünyadaki o laylar takip edilmekte, öğrenmek için yırtmılmakt.a ve kimi zaman a-
BATILILAŞMA VE lSLAMlLEŞME 109
bartılmaktadır. Başörtüsü modemleştirilmekte, güzelleştirilmekte, daha cazip, hatta daha baştan çıkarıcı kılınmaktadır. Yabancı diller öğrenil mekte, ülkenin İslam-öncesi kültürü üzerine çok hassas bir ilgi göste rilmektedir. Arap aleyhtarı, lslam aleyhtarı olunmaktadır, ç ünkü kolek tif hafızada ikisi de ayrılmaz bir şekilde birleşmişlerdir. Doruk nok tasındaki milliyetçilikle kızışma derecesinde ateşlenen kafalarda, eski İranlı bilge Zerdüşt, yavaş yavaş lslam'ın Peygamberi'nin yerini al maktadır. Kısacası, eski hafızanın atadan kalma derinliklerinden çıkan ve yakın bir gelecekte yok olmaya mahkum olan arkaik güçlerin, o di nozorun başa gelişini reddetmeye yardım edecek her iz, her işaret kabul görmektedir. Bu ret olgusu, vücudumuzun yabancı bir organın naklini reddetmesi kadar doğaldır. Bütün düzeylerde gözlemlenen ve neredeyse eğreti olduğu söylenebilecek bu ret, bugünkü rejimin kültürel İslami leştirme politikasının başarısızlığını açığa çıkarmaktadır. Duyarlılık, örflerin evrimi ve geçmişten kopmuş zihniyetler, başlangıç hanesine, yani tarihin sıfır derecesine geri döndürülemeyecek olan dönüşsüz olgu lardır. Bütün bu olguların yalnızca evrimleşmiş sınıflarda bulunduğunu, kitleleri ilgilendirmediğini söyleyeceksiniz bana. Bu iddia, gerçeğin yalnızca bir bölümünü yansıtmakla birlikte bir şeyi göstermektedir: içgüdüleri harekete geçirmeyi, nefret ve hınç uyandırmayı başardığında bile, lslamileştirme'nin zekayı ikna edemediğini. Ve bu, bir başarısız lıktır. Kültür alanındaki fiyasko, yapılar, işlevler ve uzman kişiler' düze yinde görünürken, ekonomik başarısızlıklar daha da aşikardır, çünkü el le tutulurdur. Ekonomik alanda, farklı tercihler arasında tereddüt edil mektedir: mill ileştirmek, üretim biçimlerini devletleştirmek veya özel sektörü düzeltmek, yani özel leştirmek. Burada da farklı klanlar çatış maktadır: sertlerle ılımlılar, devrimcilerle muhafazakarlar; üstelik ki min ı lımlı kimin sert olduğu da bilinmemektedir. Burada da tartışılan hedefler İslam'ı aşmaktadır. Zira İslam, geçmişinde hiçbir zaman siya sal bir rejim olmamıştır, hele ekonomik bir sistem hiç olmamıştır. B urada çatışan fraksiyonlar, günümüzde dünyamızı paylaşan farklı ide olojik eğilimleri temsil etmektedirler: Marksizm yanlısı devrimci eği lim ve liberalizm yanlısı muhafazakar eğilim. Çin dahil birçok ülkede gözltmlenen bir tür neo-liberalizme doğru dönüş er veya geç İran'da da
1 1 0 YARALI BlLlNÇ etkilerini gösterecektir; tabi i düpedüz kaskatı bir Sovyetleşmeye varılmazsa, ki bu da mümkündür. Bu duruma hangi açıdan bakılmak istenirse istensin, İ slam zaten bahanedir. Kendi çirkin görünümüyle, iktidarın çeşitli görünümlerini olduklarından daha göz alıcı kılma hiz meti görmektedir. İ slami rejim bütün Batı aleyhtarlığına rağmen Ba tı'nın tüm teknik ürünlerini coşkuyla karşılamakta, karmaşık araçları killi acemice, killi şeytani bir ustalıkla kullanmaktadır. Basın yayın or ganlarından çılgınlık derecesinde sömürerek yararlanıldığını, öldürücü silahların kullanılma biçimlerini ve Bolşevikler'den İslarncılar'a kadar her tür rakibi teşhir etmek için televizyonda düzenlenen itiraf program larını hatırlayalım. İslarnileşme'nin büyük tehlikesi yalnızca aşınlıklarında, yüz seksen derecelik dönüşlerinde, yordamlamalarında, zarnandışılığında değil, ya pılanmış bir tarihsel düzen kuramadığından ötürü kaosa yol açmasında ve bu kaosun da iktidar kulislerinde zamanı kollayan en yıkıcı unsurla ra yaramasındadır. Bu Pandora kutusundan herşey çıkabilir: en gerçek dışı tekboynuzlu hayvanlar, siyasal hayvanatın en korkunç canavarları, hayalcilerin her çeşidi, Kaddafi'den Pol Pot'a kadar. Zira devrimin put laştırılması başlı başına bir amaç haline gelmekte ve kendi cinlerini yaratmaktadır. İslam, varlık nedenine yabancı maceralara sürüklenmek tedir. Bu macerada kanatları tutuşmakta ve tarihi aşmak isterken, enin de sonunda ideolojik bir yan-ürüne dönüşmektedir.
III M EKAN-DIŞI BİR DÜNYA
Farkl ı yamalama biçimlerinin yol açtığı çarpık l ıklar da büyük bir çe şitlilik arzeder. Bu çarpıklıklar epistemolojik, psikolojik ya da estetik olabilirler. Havada gezinen ithal malı fikirlere aşılanan geleneksel içe riklerin dozunun kuvvetli olup olmamasıyla orantılı olarak da farklıla şırlar. Örneğin birbiri ardına eklenen özdeşleştirmeler yaratabilirler: İs lam = demokrasi; abdest = sağlık; mahrum = proleter, gibi. Bu özdeş leştinneler genel olarak tarihsel çatlakların üzerinde uçuşurlar ve fikir lerin gelişim sürecini ya da toplumsal ve kültürel manzarada değişime yol açan epistemik dönüşümleri hesaba katmazlar. Bu çarpıkl ı klar -özellikle
de
İslamileşme olgusu söz konusu oldu
ğunda- şehadet, cihat veya takıyye gibi kutsal fikirlerin, tarihin "mo tor"u, sınıf m ücadelesi ve sessizlik yasası gibi siyasal kavramlar düze yine indirgenmesi yoluyla bilinçli ya da bilinçsiz bir sekülarizasyon o luşturabilir. B irkaç örnek verelim. Şiiler arasında önemli bir kültürel yer kapla yan
ıakıyye
fikrini alalım. En basit anlamıyla bu fikir, temkinlilik, te
m inat ve niyetlerin gizlenmesi anlamına gelir. B u kavram birçok düze ye uygulanabilir. Kişisel düzeyde ele alındığında insanı tehlikeden ko rumayı hedefleyen bir uyan, dinsel düzeyde ele alındığında yabancı sal dırısı karşısında imanın savunulması, metafizik düzeyde ise Allah tara fından insana veri len "e�anet"in, sırrın saklanması anlamına gelir. Ama çok kullanımlı bu ıJı vram ideolojik çarpıklıklar alanından geçti ğinde özünü yitirmekte, yavanlaşmakta, heyecan verici ve simgesel u yumunu kaybederek bir omerta'ya, yani sessizlik yasasına, insanların
1 12 YARALI
B1L1NÇ
çenelerini tutmak zorunda olduğu yasadışı bir hareketin sımna dönüş mektedir. On iki sayısını temel alan Şiilik'te şehadet fikri, Kerbela çölünde sava��m ve 680 yılının Muharrem ayında şehit olan üçüncü imam Hü seyin'in örneğinden esinlenmiştir. Bu örneğin lranlılar'da özel bir duy guyu canlandırmasının nedeni, bunun tarihsel öncüllerinin İslam-önce si İran'da da bulunmasıdır; kimilerine göre şehadet fikri Firdevsi'nin Krallar Kiıabı nın bir kahnunanı olan Siyavuş'un kanına dayanmakta dır. Hüseyin'in şehadeti geleneksel olarak, tıpkı İsa'nın çilesi gibi, a politik bir tapınma unsurudur. Bu facianiiı gerçek nedenleri siyasal bir öğretiden ziyade, gözyaşları, matem ve çiledir. Öyle ki, Miftah al-Buklı (Gözyaşı Anahtarı) ya da Tiif/ın al-Buka (Gözyaşı Tufanı) gibi bu olayı anlatan eserlerin çoğu facianın duygusal yönüne ağırlık verrnektedir.80 Şehadet fikri, çarpıklık alanından geçerken ilk bir başkalaşıma ma ruz kalmaktadır. Bu noktada kan, yani saldırganlık ve intikam gözyaş larının önüne geçecektir. Hüseyin'in görüntüsü de buradan değişmiş o lar.ık çıkmaktadır. Kendisi reddedişin simgesi, dökülen kanı da tarihsel hareketin "motor"u haline gelmektedir. Modern yorumlarda (Necef-A badi'nin Ölümsüz Şehit'i)81 kaynaklar yeniden gözden geçirilmektedir; ama bu iş yapılırken kaynakların efsanevi tarafı yok edilmekte, kutsal lığı zar.ır görmekte ve tarihselleştirilmektedir. Vaktiyle o şahsiyeti taç landıran ve onu efsanevi bir figür yapan hale ortadan kaldırılmaktadır. Hüseyin, kabaca sahici ve siyasal ülküsü için ölmeye hazır bir kahra man haline gelmektedir. önsezileri yani trajik bir son yaşaması olgusu dahi göz ardı edilmektedir. Yavan bir şekilde siyasal ve tekboyutlu o lan şu sonuca varılmaktadır: Hüseyin'in şehadeti yalnızca Emeviler'i devirmeye yönelikti. Böylelikle Hüseyin'in trajedisi in il/o tempore vuku bulan bir efsane değil, temel olarak insani ve tarihsel bir facia ol maktadır. Zira kökeninde Hüseyin'in şehadeti, insanlığın kefaretini ödeyen bir kurtarıcının varlığı ömeğindedir [soteriologique]. Tıpkı İsa' nın, insanlığın günahlarının kefaretini ödemek için çarmıha gerilmesi gibi Hüseyin de İslami cemaati günahlarından arındırmak için Kerbcla' da ölmüştür. Bu noktada çarpıklaşma, kurtarılma efsanesinin çevrimsel '
80. Hamid İnayet, Mot:krn lslamic Poliıical Thought, Macmillan Press, Londra, 1 982, ss. 1 8 1 - 1 94 (Türkçe'de: Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çeviren: Yusuf Ziya, Yöneliş Yay., lst., 1 9 88.). 8 1 . a .g . e .
MEKAN-DIŞI BiR DÜNYA 1 13
zamanının yerine, toplumsal ve tarihsel mücadelelerin çizgisel zamanı nı koymaktadır. Dinden bağımsızlaştıran bu eğilim Humeyni ile bir likle doruğuna varmıştır; H umeyni, Kerbela'nın hatırasını siyasal a maçlar için diğer bütün Şii ilahiyatçılardan fazla kullanmışur. Kitabın daK2 şöyle demektedir: " Monarşinin ve babadan oğula iktidar değişimi nin kurulmasını engellemek için H üseyin başkaldırmış ve şehit ol m uştur. Yezid sülalesinin hanedanına boyun eğmeyi reddeuiği ve Ye zid'in krallığını tanımadığı için Hüseyin başkaldırmış ve bütün Müslü manları isyana davet etmiştir." Yine çarpıklıklarımıza dönersek, bunların yalnızca bahseuiğimiz du rumlardaki kavram ların melezleştirilme bölgesiyle sınırlı kalmadığını belinelim; nesneleri, edebiyau ve sanalı da etkilemektedirler. Örneğin, hala geleneksel olan bir çevrenin nesnelerini ve üsluplarını da estetik biçimsizleşmeye maruz bırakabilmektedirler. 1ran'da ellili yıllarda "kü bist" adı verilen mimari üslubun yol açlığı korkunç başkalaşım buna bir örnektir. Bu çaıpıklıklar Bau'daki edebi yeniliklerden doğan bir tür de de görülebi lir -Yeni Roman gibi-; bu tür, gel işim süreci bağlamında kendisiyle hiçbir yakınlığı olmayan duyarlılık biçimlerini biçimsizleştirdiği gibi, getirdiği fikirler bu biçimlerle uyuşmayıp on ları şiddetle reddctrneklCdir. Gözlemlenen çaıpıklıkların alanı ne olursa olsun ortak bir nokta vardır: gerçekliğe uymamaktadır. Bu çaıpıklıklar gerçeklikle karşılaş tıklarında diyalektik-dışı, tarihsellik-dışı bir i lişki oluşmaktadır. Bun lar, kendi içlerine kapanmış, kendi kategorilerini yaralan ve kendi fan tazmlarıyla yaşayan yapılardır. Kısacası, süreyi uzaysallaşuran, algıla mayı taşlaşuran ve hayalın değişken akışiyla her tür diyalektik i lişkiyi zorlaştıran sui generis* bir zihinsel alandır. Bu çarpıklık alanının açığa vurduğu dünya, öyle görünmesine rağmen gerçeküstü bir dünya değil dir, aşırı-gerçek lhyperreel] bir benzeştirim lsimu/acre) dünyası da de ğildir, bu dünya daha ziyade, gerçekliğin maskeler ardında gizlendiği, yalanların tek başlarına bir amaca dönüştükleri ve özerk bir yaşam sür dürdükleri "gerçek-altı" bir dünyadır. B urada herşey altüst olmuştur: Hayal ölüme, güzel çirkine, aptal iyiye dönüşür. Kendi kapalı çember lerinin dışında ele alındığında hiçbiri gerçeklik sınavını geçemez.
\
Sui ge11eris: Nev'i şahsına m ünhasır. (ç.n 82. Wiliiyaı-e Faqfh, a .g . e . 'de aktarılıyor, s. 1 94.
*
1 14
YARALI BİLİNÇ
Gerçekten de geçemezler, çünkü genel bir feedback nedeniyle kendi sa yıklamalarıyla yaşamaktadırlar böylelikle ikinci dereceden bir sayık -
lama haline gelirler.
1 . HALE, A YNA VE BENZEŞTIRIM Dünya gerçekliği, bir görüntünün temsil edilmesi ve insanın şeyleri algılama biçimiyle ilişkilidir. Bakışı dünyanın sihiriyle biçim değişti ren, gönül gözüyle gören insan, şeyleri, Gutenbcrg'in büyüsü bozul muş galaksisinde yaşayan görsel insanla aynı biçimde görmez. Zira Walter Benjamin'in dediği gibi, görüntünün gözden düşmesi halenin yitirilmesiyle eşdeğerdedir. Bu hale kaybıyla nesne, törensel ve tapm masal değerini yitirir ve kullanım değeri ile sergilenme değeri haline gelir83, öyle ki, tek'in tekilliğinin yerine, kopyaların teknik olarak ço ğaltılabilirliği gelir. Bakışın niteliği görüntünün işleviyse, bu işlev de bir desteğe bağlıdır. Bu destek aynadır, yani dünya. Görüntü-ayna iliş kileri bakışın tözselliğinin azlığına ve çokluğuna göre değişiklik arze der: Bakış, aynanın arka alanına, yani bir yandan kendini açığa vurur ken öte yandan saklı kalan (tıpkı Tann ışığının kendini göstermesi gi bi) şeyin muğlaklığına açık kalabilir; diyalektik bir çelişki olarak görüntü-ayna karşıtlaşma'iıyla sınırlı da kalabilir; ya da kendi çerçeve sinden çıkıp medyaların katlamalı gelişmesindeki gibi özerk bir görün tü orjisi içinde patlayabilir. İlk şıkta, görünlillcrin hala kozmogonik haleleriyle çevreli oldukları bir Görüntüler Ontolojisi'yle, ikinci şıkta, tepkisel bilincin diyalektik ilişkisiyle, üçüncü durumdaysa bir benzeş tirimle, ya da bir benzeştirmeyle [simulaıion] karşılaşırız. Gerçeklik terimleriyle belirtirsek, karşımızda bir gerçeklik-ötesi, bir diyalektik gerçeklik, bir de aşın-gerçeklik vardır. Amerika üzerine hazırladığı kitabında Jean Baudrillard son iki ol guyu, yani Avrupa ve Amerika'nın birbirlerine bakışlarıyla simgeleşen tepkisel gerçeklik ve aşırı-gerçekliği incelemektedir. Bu incelemede Baudrillard temel öneme haiz bir konuyu açığa çıkarmaktadır: Avru8 3 . Walter Benjamin, " L'
MEKAN-DIŞI BiR DÜNYA 1 15 palılar'la Amerikalılar'ın gerçekliğe, görüntüye ve benzeştirmeye ba kışlarındaki fark lılı klar. Peki o zaman bizim dünyamız bütün bunların içinde nerede yer al maktadır? B izim dünyamız sözüyle özel bir konumu olan " Doğu" dünyasını ka'itediyorum, çünkü bu dünya ne ikiye bölün me ne de benzeştirme üzerine kuruludur ve Görüntü'nün törensel nite lik kaz.ınıp bir ikona halesiyle kendini gösterd iği bir dünya olarak kal maktadır. Baudrillard bu konuda hiçbir imada bul unmamaktadır, aslına bakılırsa sorunu da bu değildir. Peki biçim değiştirmiş bu dünya var mıdır'? Varsa, işler haliyle nerede bulunur? B ir yerde bulunmuyorsa, ne
gerçek -ötesi,
ne
gerçek,
ne de
aşırı-gerçek
olan bu dünya nasıl bir
dünya olacakur? Iiaudril lard'a dönelim. Avrupalılar'la Amerikalılar araı;ında temel bir farklılık vardır. "Onlar fikirlerden yola çıkıp gerçeklik üretmekte, bizse gerçekliği fi kirlere veya ideolojilere dönüştürmekteyiz."84 Peki neden? Çünkü, diyor Baudrillard, "Amerika'da yeni olan şey, birinci düzey (il kel ve vahşi) ile üçüncü tip (mutlak berzeştirim) arasında ol uşan şok tur. İkinci derece yoktur. Biz ki her zaman ikinci düzeye, tepk ililiğe, i kiye bölünmeye, mutsuz b i lince ayrıcal ı k tanıdık, bu durumu kavra mamız zordur. "85 Amerika'nın bir bakıma ikinci derecede başarı sızlığa uğradığı ve ü çüncü düzeyi aşın ölçüde geliştirdiği söylenebilir. Baudri llard'ın önerdi ği bütün betimlemeler bu yöndedir: "B ütünsel bilginin, bütünün un surları nın her birinde bul unması anlamında Amerika, lazerle çekilmiş dev bir kabartma l ı fotoğraf gibidir. "86 Amerika bir benzeştirmedir ve bu benzeştirme sayesinde dünya ancak reklam işleviyle varolmakta dır87. Amerika muazzam bir video kayıt cihazıdır. Tüm bu tanımlama lar Amerikan kültürünün şu özgül yeteneğini bel irgin leştirmeyi hedef ler: bir benzeştirim dünyasını üretme gücü, öyle ki Woody Allen'ın filminde
(Kahire'nin Mor Gülü) olduğu gibi
görümü perd�yi yırtıp ö
zerk bir varlığa dönüşmekte ve bir aşın-gerçekl ik yaratmaktadır. B u a şırı-gerçeklik kurgusall ığın tüm özelliklerini sergi lemektedir. "Çarpıcı olan bu kurgusal özel l i ktir. Anı ı, k urgu muhayyile değildir. Kurgu,
84. Amerique, Grasseı, 1 986, s. 1 86. 85. a . g . e . , s. 208. 86. a.g . e . , s . 59. 87. a . g . e . , s . 64.
(
1 1 6 YARALI B1L1NÇ muhayyileyi gerçekleştirerek muhayyilenin önüne geçen şeydir."88 Bundan dolayı Amerikan yaşam tarzı kurgusaldır, çünkü "gerçeklik i çinde muhayyilenin aşılma-;ıdır".89 Böylelikle bütünüyle dayanak yoksunluğuna varılır. Ayna aşaması nın yerine video aşamasının gelmesinden ötürü90 görüntü artık bir tek kendine gönderme yapmaktadır. Öyle ki benzeştirim kendinin-reklamı, hayat sinema olmaktadır, çünkü "bütün mekanlar ve bütün yaşam tarz ları sinematografiktir".91
1 8. yüzyıl ütopyasının gerçekleşmiş gibi gö
ründüğü bu katıksız benzeştirme türü karşısında Avrupa, mutsuz bilin cin taşlaşmış anını yaşamakta, ya da başka bir deyişle
1 9. yüzyılın
gerçekleş_meyecek karşıtlıklarının anını yaşamaktadır. Avrupa'nın ger çeklik karşısındaki tavrı muğlaktır: ya gerçekliği hayal ederek gerçek liğin önüne geçmekte, ya da gerçekliği ülküleştirerek gerçeklikten kaç maktadır.92 Avrupa bilincinin yadsıyıcılık aşamasını aşamamasından ötürü Avrupalılar, "ülkünün elinde kıvranan, ama aslında onun gerçek leşmesini canı çekmeyen, herşeyin mümkün olduğunu vazeden ama herşeyin gerçekleşmiş olduğunu hiçbir zaman söylemeyen nostaljik ü topyacılar"93 olarak kalmışlardır. Örneğin gerçeküstücülük aynı karşıtlığı sergilemez mi? Gerçeküstü cülük, Faust'çu ruhun yüce bir denge noktası bularak kendini aşmak i çin son çabası değilse nedir? Ki Breton'un deyişiyle, "bu noktada, ya şam ve ölüm, gerçek ve muhayyile, geçmiş ve gelecek, iletişilebilir o lan ile olmayan anık karşıt şeyler olarak algılanmazlar"
ge).
(ikinci Bildir
B ununla birlikte, şimdi biliyoruz ki bu düş hiçbir zaman gerçek
leşmemiştir ve gerçeküstücülük sürekli olamk, devrimci ütopyalara ka tılma ile, aksine, kendi içine kapanıp bilinçdışını, deliliği ve halüsi nasyonlu halleri araştırma arasında gidip gelmiş, kararsız kalmıştır. Böylece bütün tarihi, uzlaşmaz karşıtlıklarla özetlenmektedir: bir yan dan deliliği övüp öte yandan bilinçli kalmak, bir yandan bedenle ruhun uzlaşması yönünde hareket edip öte yandan bu birleşmenin gerisinde kalmak, bir yandan geleneksel değerlere saldırıp öte yandan gınlağına 88. 89. 90. 91. 92. 93.
a .g . e . , ss. 1 89- 1 90. a .g . e . a .g .e . , s. 74.
a . g . e . , s . 201 .
a.g . e . , s . 1 90.
a . g . e . , s . 1 56.
MEKAN-DIŞI BiR DÜNYA 1 1 7 kadar Doğulu öğretilerin batıniliğine gömülmek.94 Bence gerçeküstücülük, Baudrillard'ın ikiye bölünme, tepkicilik ve muL'iuz bilinç düzeyi olarak adlandırdığı şeyi temsil eunektcdir. Amerikalı, fikirlerden yola çıkıp gerçeklik üreterek kolektif çılgınlı ğını iyi kötü gerçekleştirirken, Avrupalı gerçekliği fikirlere �önüştü rürken, sürekli değişen ve üstelik kendine ait olmayan bir gerçeklikle karşı karşıya bulunan Doğulu'nun tavrı ne olacakur? Batı-dışı dünyaya ait olan bir insanın bu dönüşümler karşısındaki tavrı edilgendir. Fikir lerden yola çıkıp gerçeklik üretmesi zor olduğu gibi, bir de bizzat mo dem gerçeklik hakkında bir bakış sahibi olamamaktadır. Onun sorunu ne aşırı-gerçekliktir, ne de mutsuz bilinç. Üstelik, vaktiyle bakışına ı şık tutan ve dünyayla nesnelerin ona biçim değiştirmiş bir halde, görü nümler aynasının üstüne asılı mücevherler gibi parıl parıl göründüğü görüntü ontolojisinden de yararlanamamaktadır. Hafız'ın ( 1 320-90) de yişiyle, kulağı Ezeliyet'in Sahibi'nde olan bir dünyadan artık yantrlana mamaktadır.
Aynanın ardında papağana eş yaratı/dun Ezeli Sahip ne söylememi emrettiyse onu tekrarlarım İlksel tecrübelerinden mahrum kalan Doğulu, modem zamanların düşünsel bilincinden yararlanamamakta; bcnzeştirmeli bir medya dün yasının kendi reklamını yapan orjisine de katılmamaktadır. Peki o za man, bir yerde olması gerektiğine göre, onun yeri neresidir? Köhneleş miş kalıntılarını taşıdığı bir dünyanın gerçek-ötesiliğiyle, bilinç kap samını karşıtlıklarıyla gerçekten değişikliğe uğratamayan diyalektik bir gerçeklik arasında iki yandan çekiştiri!en Doğulu insan, no man's land' in sınırlarında asılı kalmıştır. Gerçeği bir alt-gerçekliktir; hem gele neksel görüntünün halesi nezdinde, hem de medyaların aşırı-gerçek pat laması nezdinde. İkonaların halesinden mahrum kalmış olan, starların geçici zaferlerini de tadamayan Doğulu, meldin-dışı bir dünyada bulun maktadır.
94. "Surrealisme", Encyclopaedia 578.
Universalis'te, 1 5. Cilt , , Paris, 1980, ss. 575-
\
1 1 8 YARALI BİLİNÇ
2. NESNELERiN BIÇIMSIZLEŞTIRIC/ MEKANI Bu
mekan-dışı, soluk yansımalarını
muhafaza ettiği, çehre değiştirmiş
görüntüler dünyasının tarihsel olarak " ilerisinde"dir; kendisini ba'iUran sanayi dünyasının da "gerisinde"dir; bunun sonucunda içinde her nesne nin daha baştan biçimsizleştiği m uazzam bir çarpıklık alanı yaratır: hem el ürünü nesne hem de sanayi ürünü nesne. El ürünü nesne, ken dini karikatürleştiren bir modernlikle
garip bir şekilde bütünleşirken,
kendini yaratan dünyaya ters düşmeye başlar; sanayi ürünü nesne ise, kendi alt-gerçekliğine indirgenmiş bir Gelenek'in yaygın çerçevesinden gelen kalın bir hayat tabakası sayesinde biçim değiştirmektedir. Bir örnek. Tahnm'da taksi olarak kullanılan Mercedes'ler bu çarpıklı ğı sergilemek için güzel bir örnek oluşturmaktadır. Bu örnek bir tek Tahran'a özgü değildir. Aynı olguyu Üçüncü Dünya'nın hemen her kö şesinde buluruz. B ir Alman arabası olan Mercedes'in erkeksi, muktedir ve işlevsel bir görünümü vardır. İtalyan ve Fransız arabalarının çizgile rindeki yuvarlaklıklar ve eğrilmelerden kaçınan, daha ziyade klasik olan biçimi kaportasına bir tür seçkinlik havası vermektedir ki bu da onun marka görüntüsünü oluşturmaktadır. Tahran'da taksiye dönüşen bu ara bada, tabiri caizse ruhunun özelliğini veren hatları aruk bulamadığımız gibi, çarpıklık alanının dağıtıcı etkisi arabaya, bir de toplumsal or tamın alçalucı etkisini musallat etmektedir. Kesin ve sade çizgiler kıv nlmakta, ele gelmeyen biçimsizleşmelerle çıkıntıların arasında kaybol makta ve bunun sonucunda araba biçimsiz bir şey görünümüne bürün mektedir. B irbirine uymayan cırtlak renkler tarafından biçimsizleştiri lip mukavvada.n bir nesneye dönüştürülmektedir. Arabanın içinde sağa sola asılan çok renkli küçük ampuller, ön panelde genell.ikle İsv içre manzaraları (ya da tmamlar'ın portrelerini) gösteren kart{X>staller, he men yanında direksiyonun üzerinde hüzünle oynaşan kötü kağıttan bir çiçek demeti arabanın içini dönüştürür, arabada yoksul bir halk bayra mının havasını yaraur. Araba, asıl işlevine eklenen ikinci bir hayat ka zan ır. Ama bu hayat, nesnenin işlevselliğini yadsıyıp büyük bir hü zünle, bir gün evvelki bayramın tükenmişliğini ele veren kabartmalar gibi, düşüklüğünün c ırtlak işaretlerinden başka köken izi taşımayan bir dünyanın mekanını yaratır.
MEKAN-DIŞI BİR DÜNYA 1 19 İşlevinden uzaklaştınlmış nesnenin böylesine şişirilmesinde bir başka olgu da gözlemlenir. Nesne kullanılabilir bir oyuncak düzeyine alçaltılmış, biçimsizleştirilmiş, dağıtılmış değildir; sadece, aynı za mancla yeniden ele geçirilmiştir, bir tür evcilleştirmedir bu. Nesneyi "insanileştirerek" , hem gözlerden koruma amacıyla nazarl ıklar takarak -upkı hayvan lam asılan eşyalara da takılan o turkuaz mavisi nazarlık lar gibi-, veya kötü etkilerden korumak için Kur'an'dan ayetler ya da sihirli sözlerle donatarak canlı bir nesne haline getirilir. Nesne canlan dırılır, ona daha özlü bir ikinci hayaun soluğu üflenir, daha "arkaik" bir hayatın soluğu ki bu hayatın, büyünün kalbinden, yani teknoloji öncesi animizmden geldiği söylenebilir. Nesneyi başkalaşımların doğal çevrimine yeniden sokan esnek bir töz yararına, işlevinden yoksun bırakmak, nesnenin teknik olarak kınl ganlaşmasına yol açar. Dört tekerlekli bir at haline getirilen araba, da ha zengin bir ikinci hay,atla makyajlanmakla birlikte yapısal bir yeter sizliğin acısını çeker. Bakım eksikliği arabayı " hasta" bir eşya haline getirir: el altındaki olanaklarla günü gününe tamir edilen, göz alıcı bir gelin gibi süslenen, giydirilen, şımartılan, ama en derin mekanizması yıpratılan, eski bir çarşaf gibi onarılan, yamalanan nesne çok sert bir kaderin bütün bahtsızl ıklarına maruz kalır. Makinaların yaşam süresi hakkında, bizde şöyle derler: "Genç ölsün! " (cevan-merd), yani vaktin den önce, upkı olgunluğa erişmeden ölen genç bir adam için söylendi ği gibi. Kanıksanmış bu ölüm ler, eşyanın işleviyle kullanan arasında ki uyumsuzluğu ele verir. İşlevselliği reddedilirken mahkum edil m iş olur, ama erken bir ölüme mahkum ederken de başka bir düzeyde haya ta döndürülmüş, ondan yararlanan insanlığın suretinde esrarengiz bir nesne haline getirilmiş olur: Doğanın sertliklerine, zalim bir kaderin tersliklerine boyun eğen, ama hem Tanrı'nın sonsuzl uğunu hem de şu dünyadaki her tür varoluşun iğretiliğini yansıtan sihirli bir nesne. Nesneyi parçalayarak değersizleştiren bu biçimsizleştirici mekan da tam olarak, daha önce çarpıklık alanı olarak adlandırdığımızdır. Ancak bu çarpıklığın sadece nesnelere özgü olmadığının, bunun etkilerinin e debiyatta, sanatta, düşüncede, hatta psikolojik tavırlarda hissedildiği nin altını çizmek gerekir. Tunus'taki otobüslerin tuzbuz olabilecek el den geçirilmiş nesnelere dönüşmesi hakkında Hele Beji şöyle yazıyor: " B unlar yolda giderken sanki gitmiyor g ibidirler. Sanki yolun içine
120 YARALI
BlLlNÇ
girmek ister gibi şoseye yaslanırlar."95 Bunlarda herşey biçimsizleşti rilmiştir: Tekerlekleri "kaçınılmaz tekerlek yanılsamaları, iltihapla şiş miş yanaklar gibidirler".96 Bir tür beyazımsı maddenin, kauçuğun ar dında görünmez bir tekerlek saklıdır. Bununla birlikte "bütün bunlar bir tekeri çukurda yanlamasına giderler, tek ayağına basarak ilerleyen bir savaş gazisi gibi; ve metalik bir iç çekişle ölü tekerleklerin üzerin de dururlar".97 B u otobüslerde hiçbir şey, üretildikleri yer olan Alman ya'daki bir otobüsün görüntüsünü anımsatmaz. Bu arabala.nn "bir te
p
kerleği modemliktedir, neredeyse patlak, aslı, mahvolmuş bir tekerle ği de başka bir yerdedir... " .98
O "kaçınılmaz başka yer" nesneyi bir tür mektin-dışı'na yerleştirir; orada nesne hiçbir zaman durumunu aşamaz, kendinin ötesine geçemez, kendi ağırlığı altında ezilir, temsil eunekle yükümlü olduğu şeyin be risinde kalır ve kendisi hakkında sahip olduğu bir fikrin peşinde, hiçbir zaman yakalayamadan koşadurur. Bu çarpıklıklardan sonuç olarak çıkan şey, yalnızca göz zevkini bozan gariplikler, zevksizlik, ölçüsüzlük, temsildeki sefalet ve parçalanmış biçimlerin uyumsuz yoksulluğu de ğildir; yarı-taslak yarı-işlev halinde, ne köy ne kasaba olarak gerçekli ğin belirsiz kenarlarında kalan şeylerin tanımlanamayan kimliğidir bu şeyler daha varolmaya başlar başlamaz çürümek için yeterince yaş lanmışlardır bile.
3. KOLEKTiF BiLiNÇALTI PATLAMASI İstisnai olaylar birbirini izlediğinde, bir düzen çöktüğünde ve eski hafı zanın bastırılmış kalıntıları birden yüzeye çıkıp toplumsal muhayyile nin bütün fantazmlarına vücut verdiğinde, çarpıklıklar patlayabilir ve sayıklamalı bir söylemle birleşerek bütün kamu alanını işgal de edebi lir. Bu düzen yıkılışı, bir devrim olabilir. Bildiğim kadarıyla, Üçüncü Dünya'da olmuş bütün devrimler arasında İran Devrimi kendi türünde tek kalmaktadır. Çünkü öncelikle bu devrim, diğer birçok sözde devrim 95. " Le Promeneur aboli ou les metamorphoses du troisieme homme", Babylone' da, no. 5, Paris, 1 986, s. 2 1 2 . 9 6 . a .g.e. 9 7 . a.g.e. 98. a . g . e . , s . 2 1 3 .
MEKAN-DIŞI BiR DüNYA 121 gibi bir Darbe değildir; iktidarın tersyüz edilmesi ve değerlerin ani bir altüst oluşu söz konusudur; üstelik, özgül olarak kültürel olmak iste miştir. Ne sağdan ne de soldan gelen bu devrim, kendini kimlik devri mi olarak ilan etmiştir, yani üçüncü tipte bir devrimdir. Bu üçüncü çö zümün bir yanılsama olduğu doğrudur, çünkü hazır bulunan ideolojile rin değirmenine su dökmekten başka bir şey yapmamıştır, ama benzeri görülmemiş bir kültürel deprem olarak ülkedeki kolektif bilinçaltını patlatmayı -hem de dev boyutlarda patlatmayı- başarmıştır. Benim bildiğim kadarıyla Doğu'daki kolektif bilinçaltının belirtisiz biçimlerinin mümkün patlamasını öngönne başarısı gösteren Batılılar ve Doğulular enderdir. Özellikle de sömürgeci çağda, Gobincau dışında kimse bunu görememiştir. Gobineau, tamamen kendine özgü bir önse ziyle bu temalara büyük bir anlayışla yaklaşmıştır. Ona göre Asya, hiç değilse
1 9. yüzyılın ikinci yansına doğru tanıdığı Asya, "durgun bir
birikinti"dir99 ama ölü değildir. Su akmadığı için k uru olduğu zanne dilmektedir. Gobineau ise aksine, birikinti halindeki suyun "türümüz de, kısır varoluşları ve canavarları yaratma konusunda korkunç derecede bereketli " 1 00 olduğuna inanır. Gobineau'ya göre tehlikeli olan, ;'en do ğal haliyle karşısav niteliğinde" kuramların sürekli karışmasıdır. B u "heterodoks fikirlerin zengin hasadı"ndan n e ç ıkacağı tam olarak bilin memektedir. "Karşısav niteliğinde" , "heteredoks", " sürekli karışma" gibi, Gobineau'nun kullandığı tüm terimler, karışık fikirlerin birbirle riyle bağdaşmazlığını ve buradan doğan biçimlerin öngörülemezliğini gözler önüne sermektedir; Gobineau'ya göre buradan ileri gelen tehli keler maddi olmaktan ziyade ahlaksal tehlikelerdir. " B u zihinsel ba taklığın içinde i lkelerde. fikirlerde, vebayı andıran kuıamlarda yeni yan malar olacak ve bundan çıkacak olan i ltihaplanma, temas yoluyla az veya çok ani olarak yayılacaktır, ama kesinlikle yayılacaktır. " 1 01 Bu öngörülemez döllemenin, bir fikrin kendine yabancı bir ortam veya bünyeye aşılanmasından ileri geldiğini söylemektedir öyleyse Go bineau. Gerçekten de şeyler, bakışımızın süzgecinden geçerken değiş mekle kalmayıp, yeni ve önceden bilinmeyen şeyler haline de gelmek tedirler. Örneğin Voltaire'in görüntüsü, Fars kültürünün alanına girer99. Religions et philosophies t:k /'Asie centrale, Gallimard, Paris, 1 957, s. 1 26. 1 00. a.g . e . , s. 1 27 . 1 0 1 . a.g .e., s. 1 26.
122 YARALI BlLlNÇ ken değişmekle kalmayıp -adı Valater olmakta102; gömleğinin düğ melerini iliklemeyen, bütün zamanını içmekle, mollalarla alay etmek le, kadınları baştan çıkarmakla, şeytani dizeler yazmakla geçiren ve tüm sonıştunnaların elinden kolaylıkla kurtulan rezil birine dönüşmek tedir-, neredeyse mütasyon düzeyinde yeni bir kişil iğe dönüşerek başkalaşıma da uğramaktadır. Bu dönüşüm , Voltaire ve Napoleon gibi örnekler söz konusu olduğunda hoş ve eğlenceli olabilmekte, fakat to taliter ideolojiler biçimiyle ele geçirilip dünyada yıkımlara yol açuğın da zararlı , hatta ölümcül olabilmektedir:· Gobineau, Batı nüfuzu alun daki Asya'da vuku bulan ilk altüst oluşların tanığı olmuştur. H indis tan'da Hindu ve Zerdüştçü cemaatlerin içinde yenilikçi ekollerin ortaya çıkışı ve İran'daki Şiiliğin son acı serüvenlerinden biri olan Babilik'in militan bir görünüm kazanma•;ı gibi olaylar bu altüst oluşlara örnek tir. Gobineau, Asya deha<>ının özgün biçimler yaratma hususundaki bu yeteneğine duyarlı olmuşsa da -Gobineau'nun İran'a derin bir sevgiyle bağlı olduğu bilinmektedir-, yine de bu biçimlerdeki birbirini tutma yan ve tehlikeli olan yönlere dikkat çekmiştir. Kuşkusuz Gobineau bir yüzyıldan biraz fazla bir zaman sonra gelecek patlamaların tanığı ola mamıştır, ama en azından böyle bir şeyin olabileceğinden kuşku duy ma keskin görüşlülüğünü göstermiştir. Kolektif bilinçaltının fantazmlarına dönecek olursak, bunların -bi zi i lgilendiren durum özelinde- birçok tortu düzeyini kapsadıkları söylenebil ir. Devrim, jeolojik katmanları adeta çıplak olarak gözler ö nüne sermiştir. İlkin, toplumsal bilinçaltının arkaik katmanları vardır; bu katmanlar, şehadet gibi, Mesihçilik gibi, peygambervari karizma gibi kolektif hafızanın en kalıcı arkeliplerinden beslenirler; bu arketip lcrin hepsi az çok zamanın karanlıklarında kaybolmuş İslam-öncesi bir kökenden gelebilir. İçgüdülerin, soyların oluşumundaki rolü neyse, bu arketipler de toplumsal hilinçaltı düzeyinde o role sahiptirler. Geçerli olan dinin geleneksel inançlarıyla Aydınlanma'nın i lkeleri ve 1 9. yüz yıl liberalizminden ithal edilen modernlik fikirleri de bütün bunlara ka tılır. Daha yeni olan bu katman, daha yakın tarih l i olmasına karşın devrimci ütopya düzeyindeki önemli yeri nedeniyle daha etkin olan Marksist ideolojiyi de kapsar. Ama derin köklere sahip olup, diğer söylemlere kendi temsillerinin duygusal içeriğini aktarruı en arkaik kat1 02. a . g . e .
MEKAN-DIŞI BIR DÜNYA 123 mantar dışında kalan yeni katmanlar birbirleriyle iç içe geçmekte, sar malanmakta, kesişmekte, birbirlerine karşılıklı bulaşmaktadır ve kar makarışık fikirler birbirlerine girmektedir. Bu karmaşa, sosyo-politik düzen istikrar gösterdiği sürece saldırgan laşmayan -ama görünmez de olmayan- çarpıklıklar alanında yansı masını bulmaktadır. Fakat düzen altüst olduğunda, o zamana kadar pa sif kalan bu çarpıklıklar aniden vücut bulmakta, önceden görülmemiş, bazen bütünüyle inanılmaz yapılarda cisim leşmekte, aşırı bir yer işgal etmeye başlamakta, saldırganlaşmakta ve daha önce varolmayan top lumsal tavırlara neden olardk her düzeyde, zihinsel ve estetik düzeylerde etkin ol maktadırlar. B una örnek olarak yeni " İslami" teknokmtın çatık kaşlı, somurtkan ve hırçın tavrını , kravat takmayı reddetmesini -daha baştan her tür başkalığı reddettiği için-, muhatabının gözlerine bak mamasını, yabancı dil kullanımını reddetmesini ve genellikle tıraşsız olmasını verebiliriz. " İslam i " olmak istenmesine rağmen bu tavır ger çekte İslami değildir. Militan ve kinci bir tür İslam'ın atgözlüklü dev rimci bürokmtlarla karıştırıldığı bir ideolojik çarpıklık ortamından do ğan bir hıncın toplumsal sonucudur daha ziyade. Genellikle Doğulu' nun sempatik yumuşaklığının ve ölçülü ahenginin ritmini veren bütün yuvarlak l ıklar, bütün çekicilik ve k ı vrımlar bu çarpıklık ortamında, tartışma götürmez olduğu iddia edilen bir tür katılık adına kurban edil mektedir. Bu çelişik iki tutumun iç içe geçmesi -bir tür "bağdaşmaz lıklar anlaşması"-, ne bütün kök kazıma girişimlerine rağmen Müs lümanlar'ın
inşallah tavrının hala hüküm
sürdüğü geleneksel toplumda
görülen, ne de kişisizlcşmiş bürokratın donuk hatlarını bir tür u ygar nezaketin insanileştirdiği Batı toplumlarında rastlanan
mış
dönüşüme uğra
bir biçimdır; yeni bir durumdur bu.
Zih insel, estetik ve psikoloj i k olan bu çarpıklıklar sosyolojik man zarayı bütünüyle kirlettikleri gibi , egemen ideoloj i düzeyinde
leşıirildiklerinde, gerçekliğin
güncel
bazı cephelerinin tamam ını, yerlerine ye
ni anlamlar koyarak köklerinden sarsarlar. Bu olgunun boyutlarını hoş bir anekdotla sergileyelim: Yıl larca ülkesinden uzak kalmış genç bir adam, İran'a geri döndü ğünde Tahran havaalanından çıkınca evine gitmek için bir taksiye bi ner. Yarı yolda şoföre, ilk tütüncüde durmasını söyler. "Tütüncüde ne yapacaksınız beyim?" diye sorar şoför.
124 YARALI B1L1NÇ "Ne mi yapacağım? Sigara alacağım." "Sigara mı? Sigarayı camide satıyorlar." "Camide mi? Yahu cami Allah'ın evidir, oraya ibadet etmeye gidilmez mi?" "Yanlış beyim! İbadet etmek için üniversiteye gidilir." "Peki o zaman öğrenim nerede yapılıyor?" "Öğrenim hapiste yapılıyor, beyim." "Hapis hırsızların yeri değil mi?" "Yine yanlış beyim! Hırsızlar hükümeteatanıyor." Tuzaklarla dolu bu anekdotta bütün işlevler yer değiştinniştir. Din ticarileşmiş ve yavan bir yararlılık kazanmışken, üniversite siyasal dinsel bir sirk toplaşmasına dönüşür, hapishane bir öğrenim yeri, hü kümet ise bir sabıkalı yuvası haline gelir. Hiçbir şeyin yerinde olmadı ğını söylemek bile hafif kalmaktadır. Bir yanda nesneleri biçimsizleşti rirken, öte yanda düşünceleri bozan, diğer bir yanda da paranoyak dav ranışları koşullandıran kopma, belirtisiz olmakla kalmamakta, gerçek liğin tüm cephelerini içine alan bütünsel bir sistem payesi de edinmek tedir. Tüm varlık örgütlenmesinin bizzat çatısı haline gelmektedir ki bu da dev bir yanlış anlama, hatta derin bir çarpıklık üzerinde dunnak tadır. Bu çarpıklik hoşgörü eşiğini aştığında göze çarpmakta, şeffaflaş maktadır; o andan itibaren cırtlak hakikatine ne bir tıkaç vurulabilir, ne de susturulabilir. Bunun geri tepmesi o kadar geniş boyutlardadır ki in sanların çoğu -hiç değilse gözleri görenler- sahtekarlığı görmekte, aniden kralın çıplak olduğunu farketmektedir; en kurnazlar ise bütün fırsatlardan yararlanmaktadırlar.
4. ÜÇ ÇARP/KLiK SÖ YLEMi
İran'daki gizli kültürel çarpıklıkların radikalleşmesi devrim-sonrası na özgü bir olgudur. Bu radikalleşme sanata, kültürel söyleme ve felse feye yansımaktadır. Burada, bütün alanlardan örnekler verip, üç gerçek kişi tarafından cisimleştirilen üç sanat söylemi türünü üstünkörü ince leyeceğim: bir halk ressamı -kısa bir süre önce halk geuosundan çıkmış bir tür mahrum-, resmi dili temsil eden yüksek mevkide bir şahsiyet ve Gramsci anlamında organik entelektüele örnek olabilecek
MEKAN-DIŞI BlR DÜNYA 125 bir filozof. B unları, Sanaıçııo3, Şahsiyetı 04 ve Filozofı 05 olarak adlan dıracağım. Bu üç söylem türünün bütünü kap�adığı doğruysa da bu örnekler, geçmiş ve dünya ile ani bir kopma yaşadığını ve özgül olarak kimliksel olduğunu ilan eden yeni bir kültür biçiminin ortaya çıkışını yeteri kadar canlı olardk sergileyecektir. B uradaki paradigma kesişmele
ri �arpıklıklar-, bizzat rejimin topogrnfyasında vücut bulan kapsa yıcı bir sistem olarak ıasarlanmaktadır. Şeylerin eski hali emin ellere bırakıldığı için, farklı alanlar arasındaki sınırlar silikleşmektedir: din bu ortamda siyasal-kültürel bir olguya dönüşürken, kültür kutsal bir dil düzeyine yükselmektedir. Haklılıklarından hiç kuşku duymayan bu yeni söylemlere karşı, artık hiçbir argümanın söz hakkı yoktur; bu söylemler, yaygın psikozdan da beslenerek, önlerine gelen her konuda uzun uzun konuşmak, ya da gerektiğinde, kendi genci eğilimlerine ters düşen herşcyi reddetmek yetkisini kendilerinde görmektedirler. Dikka falıları özümsemek ya da kovmak için, istenmeyen kimseleri gerek tiğinde dizginlemek içip, yolunu şaşırmış ruhları aldatıcı sirenleriyle kendine çckeduran modeinizmin büyüsünü bozmak için en ac i l yön temler uygulamaya konmaktadır. Devrim, bu kargaşada ateşleyici yeri ne geçmemiş midir? Bu noktaya vardıktan sonra tüm fedakarlıkları doğrulamaz mı? Daha dün ülkeyi parçalayan her tür aykırılığı sona er dirmekte ve böylece, uyuşmazlıkları tek bir epistemolojik statüde bir leştirmekte değil midir? Büyük tem izlikten sonra yeniden, sıfırdan yola çıkılmaktadır. Elden geldiğince gedikler kapanmakta, nihayet yeniden kavuşulan kimliğin emniyet veren yoğunluğu yeniden tesis edilmektedir. Yakın geçmişe karşı gösterilen sert tepki buradan çıkmaktadır. B u konuda üç. kah ranımız da mutabıktır. Eski rejim, kültür ve sanat d üzeyinde olduğu gibi siya."31 düzeyde de kokuşmuş, düzmece ve sahte bir düzen olmuş tur. Kimi zaman, Sanatçımız'a göre, ceplerini doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen sanatçıların "dekoratif sanatları"nın yayıldığı ucuz bir düzendir; kimi .zaman, Şahsiyet'e göre, Batılı Nihiliım'in lran'daki dü1 03 . Moneza Nejat, "Roshangari hadaf-e naqashihaye man est", Faslnı!ime-ye Ho n a r ·da , no. 6, Tahran, 1 363, ss. 242-255. 1 04. Mir Hossein '.\1ussavi, "Roshanfekran-e maghruq dar falsafeha-ye gharbi", a.g.e., s s . 39-49. 1 05. Reza Davari, " Honar-e rahmani wa honar-e shaytıini, har do dar dowre-ye ma ravaj darand", a .g . e . , no. 2, Tahran, 1 36 1 . ss. 46-54.
126 YARALI BiLİNÇ
şük versiyonudur; kimi zaman da, Filozofa göre, "şeytani sanat"ın, yani düpedüz modern sanatın gelişmesi için elverişli hir ortamdır. Buna karşın yeni İslami düzenin, şerrin panzehiri olması istenmekte dir. Özellikle de değerlerin yeniden kurulması, ama bunun, tarihi pa rantez içine alarak İslam'm kaynaklarına geri dönüş olarak yapılması istenmektedir. Yeniden değerlere dönen bu sanat nedir? Sanatçımız'a göre sanat hal ka doğru dönmelidir, halktan ilham almalı, bunu yaparken de halkı u yandırmalı ve aydınlatmalıdır. Sanau.n yararlılığı, ideolojiye (İslam) tam bağlılığı ve pedagojik işlevi buradan gelmektedir. Bu ilkeden sa pan bütün sanat akımları cafcaflı, sahte parılulı ve "dekoratif'tir. Dola yısıyla sanat natüralist olmalı, gerçekçi olmalı, şeyleri olduğu gibi, ö zentisiz, süslemesiz ve yapmacıksız göstermelidir. Şahsiyetimiz'e göre asli sanat, sanatçının halkın yanında yer aldığı, dünyayı halkın pence resinden gördüğü ve vox populi'ye kulak kesilerek halkın rehberi ve kılavuzu olduğu sanattır. Filozofa göre geri dönüş, bağışlayıcı (rahm!ınf) bir sanatın elikulağında fışkırmasıdır, İlahi Güç'le bir tür ye ni Bağlaşma'dır. K ısaca'>ı, yeniden değerlere dönüş, eninde sonunda başka bir çarpıklığa varmaktadır. Çünkü tüm bu söylemlerin ardında büyük bir yanılsamanın gölgesi görünmektedir: tarihin çizgisel zama nının çevrimsel bir zamana dönüştürüldüğüne, geri dönüş noktasının yeniden ele geçirildiğine, bunu yaparken de modernliğin k ısadevreye uğrauldığına derinden kanaat getirilmiştir. Sanatçımız yeniden değerlere dönüşü yararhlıkta, bağlanmada, şehit lerin kanında ve halk sevgisinde buluyor gibi görünmektedir. Fakat görüşünü desteklemek için başvurduğu temalar, garip bir şekilde, 1 934 Moskova Yazarlar Kongresi'nde ilkeleri ilan edilen sosyalist gerçekçi lik kuramına benzemektedir. Kongre metnine göre sosyalizm , sanatın, "devrımci gelişme içindeki gerçekliği tarihsel olarak somut ve gerçeğe uygun bir şekilde temsil etmesini" istemektedir. "Ayrıca, emekçilerin eğitimine ve ideolojik dönüşümüne, sosyalizmin ruhu içinde katkıda bulunmalıdır." 1 967'de Moskova'da yayımlanan Felsefe Sözlüğü daha da ileriye gitmektedir: "Sosyalist gerçekçiliğin ideolojik ve estetik te mel ilkeleri şunlardır: komünist ideolojiye bağlılık; faaliyetini halkın ve parti ruhunun emrine tahsis etmek; emekçi kitle mücadeleleriyle sı kı sıkıya bağlı olmak; sosyalist hümanizm ve enternasyonalizm; bi-
MEKAN-DIŞI BiR DÜNYA 127 çimciliğin, öznelciliğin ve de natüralist ilkelciliğin reddi. "106 B urada bu benzerliklerin temelleri üzerinde uzun süre duramayaca ğım; Sovyet tezleriyle İslami İ ran'daki sanatın ideolojik işlevi arasın daki yöneşmelerin şaşırtıcı olduğunu söylemekle yetineceğim. Popü lizmi ve halk değerlerini fazla yüceltip, ideolojinin işlevini aşırı dere cede radikalleştirerek indirgemeci bir mantığa varılmakta ve sanat ile düşünce yararlı olana doğru kaydırılmaktadır; bu da kaçınılmaz olarak bir tür sosyalist gerçekçiliğe, ya da isteğe göre, " İslam i " gerçekçiliğe dönmektedir. B undan dolayı bana öyle görünüyor ki devrimci lran'ın halk sanatı, en azından popüler ve propagandacı yönleriyle, burada Sovyetleşme olarak nitelendireceğim bir sürece bilinçsizce ve sinsi bir şekilde maruz kalmaktadır. Zaten unsurların çoğu da burada toplu hal de bulunur: gitgide değersizleşen yaşanmış gerçekliğin yerine geçen devrimci gerçekliğin çağrıştırılması; birbirine uymayan iki ayrı geq,·ek l ik düzeyi, yani olduğu haliyle gündelik yaşam ile uzak bir umut vaat eden o yanılsamalı alan arasındaki boşluk; yabancılaşmış insanı -bu durumda İslami mahrumu- iyi leştirmekle yükümlü sanatın pedagojik işlevi; ve nihayet, e l üstünde tutulan ideolojinin kurtarıcı rol ü. Şahsiyetimiz'e gelince, o da dolambaçlı yollara sapmadan, Pehlevi hanedanının simgeleştirdiği Batılı Nihilizm'in İran versiyonu olarak gördüğü modernliğin kültürel kurumlarına saldırır öncelikle. Her şey elden geçmektedir: kurulduğu sırada, bir Fransız olan Andrc Godard ta rafından yönetilen Güzel Sanatlar Okulu, Şah Rıza döneminde yaratı lan Yeni-Ahameniş mimari, Zerdüşt'ün kutsal kitabının (A vesta) Mo dem Farsça'ya çevrilmesi. Böylelikle irancı l ık ile Batıcılık kol kola so kulmakta ve eskimiş aksesuarlar deposuna yerleştiri lmektedir. Bu has talığa karşı tek deva İmam'dır. Hakiki katalizör, yeniden değerlere dö nüşün kavşak noktası İmam'dır. Sokaklardaki kokuşmuş kültürü (far hang-e khiyabani) süpürüp, aile ocaklarındaki bastırılmış asli kültürü (jarhang-e khilnegf) yeniden ortaya çıkanın odur. Yeniden değerlere dö nüş sayesinde, bastırılmış olan yeniden ortaya ç ıkmakta, yüzeye ulaş makta, iğrenç Hayvan'ı kamu alanından kovup dinin saflığını yeniden kurmakta ve böylelikle dünya ile varlık üzerindeki bakışımızın kapsa mını değiştirmektedir. Peki böyle nereye varırız? Her tür yabancılaşma nın kaynağı olan uğursuz Batılılaşma'yı nihayet başımızdan atmaya. 1 06. "Reaisme socialiste", Encyclopaedia Universa/isıe, 1 3 . Cilt, ss. 1 01 4- 1 0 1 6.
128
YARALI BlLlNÇ
Yalnız, bir şey var! Şahsiyetimiz'in kullandığı dil -belki de o far kında olmadan-, mücadele ettiği dille aynı dildir; yani Batılılaşmışla rın dilidir; başka bir deyişle, Nietzsche'ci Nihilizm, yabancılaşma ve bilincin ikiye bölünmesi üzerine bayıla bayıla nutuklar atan Hegel sonrası'na ait bir söylemdir. Rejimin siyasal olarak yıkılışının, mo
dernliğin içselleşmiş yapısını değişikliğe uğratmadığını, sadece içeriğini değiştirdiğini farketmemektedir belki de. Başka terimlerle söy lersek, modernlik-öncesi bir söylemin episteme'sini, tarihsel olarak ondan sonra gelen bir toplumsal gerçeklik üzerine, İslamileşme saye sinde yamamaktadır. Burada, birbirlerini karşılıklı olarak biçimsizleş tiren iki paradigmanın çakışmasına yine tanık oluruz; paradigmaların yenisi (modernlik) diğerine yapısal olarak baskın çıkmayı başarmakta dır. Zira, ciddi olalım! İstense de istenmese de, dönüşsüz bir olgu, yer yüzünün kaderi ve dünyaya bakışımızın a priori biçimi haline gelen modernlikten kaçılabilir mi? Her şey bu modernliğin kapsamına girmektedir, öncelikle de ondan kaçuğını sananlar. Kendine dönüş -bunun kolektif düzeyde mümkün olduğunu varsaysak bile- hiçbir zaman modernlik-öncesi (İslami) aşa maya ulaşmamaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu dönüşteki kendi'nin nerede bulunduğu da zaten bilinmemektedir. Buna ulaşıldığı zannedilen anda, ne yazık ki 7.atcn çok geç olmaktadır: kendi başka kılıklar alunda, tarihin maskelerine bürünmüş olarak ortaya çıkmakta dır. Bunlar, İslami rejimin yararlandığı bütün araçlardır: medyalar, si lahlar, çok karmaşık aygıtlar ve kitlelerin bölüklere ayrılması, tek niğin özünü önceden benimsemiş bir varlık örgütlenmesinin altyapıla ndır. Heidegger'e göre teknik, "sadece bir amç değildir: bir kendini gös terme biçimidir, yani hakikattir" . ı o7 Bir tehlikeyse de, bizzat kurtaran bir tehlikedir. Yarayı, ancak o yarayı açan silah iyileştirir, der Wagner
Parsifafde. Filozofumuz'a gelince, ondaki geri dönüş görüşü Heidegger'ci bir hava yaymaktadır. Dünyanın, dinin ve sanatın kaderini, Varlığın Unu tuluşu'nun ontolojik şifre anahtarıyla görmektedir aslında. Batı sanatı şeytani bir sanattır, çünkü bu sanatta hakikat benlik, kibir ve alt-bi linç (nefs) biçimleri altında gizlenmektedir. Yeniden değerlere dönüş 1 07. "La Question de la technique", Essais et conferences'da, Gallimard, Paris, 1 958, s . 1 8.
MEKAN-DIŞI BlR DÜNYA 129
(rahmani) (dia-logue) ve
gerçekleştiğinde doğacak olan sanat ise aksine, bağtşlaytct bir sanauır. B u, sempati
(sym-paıhie) çağıdır,
diyalog
doğrudan iletişim çağıdır. Bumda sanatın rolü hakikatin parıltısı önün de silinmekte ve sanat yeniden anonimleşmektedir. Oysa din sürgün edildiğinde, İlahi Güç geri çekildiğinde sanatçılar, özellikle de şairler Bağlaşma'yı yeniden sağlamaya (lajdid-e 'ahd), dine yeniden can venne ye çalışmakta ve tüm sanatçılar bu kutsal davanın gerçekleştirilmesin de işbirliği yapmaktadırlar. B u yenilenme İslam Cumhuriyeli'nin kuru l uşudur. Ve Filozofumuz, bu yeni maneviyata layık büyük şair ve sa natçıların pek yakında gün ışığına çıkacağını ummaktadır, çünkü bu nun ön işaretleri şimdiden görülmektedir. Öle yandan İslami rejimin sanatlarla ilişkiyi kaybetmiş olmasının nedeni, a'>lına bakılırsa sanat ların bu rejime yabancı olmasının nedeni, çağdaş sanatın, modernliğin
nafsani (şeytani) yönüyle iliŞkili olmasıdır.
Filozofumuz'un yüce usavurumunun tamamı, hakikatin Heidegger'
ci yorumuna dayanmaktadtr. Netice itibariyle,
20. yüzytlda yaşamtş bir
Alman filozofunun, Batı felsefesinin "tarihsel" evreleri üzerine eğilme si, Batı felsefesini Varlığın Örtülmesi anlamında yorumlamast, bu fel sefenin zaman içindeki farklı söylemlerini kendi tarzında açığa vunnast gerekiyonnuş ki bu dünyanın karşı kutbunda yer alan bir İranlı bunu Fransızca çeviriler sayesinde öğrenip, kendi sorunu bile olmayan bir sorunun kendini ilgilendirdiğine hükmetsin; ve üstelik, bu yetmiyor muş gibi, Alman'ın pcygambcrvari açıklamalarında İslami yenilenme nin manevi hakikatinin ortaya çıktığına inansın. İşte etkiler haritacılığına bir örnek! Heidegger, yorumsamanın anah tarını vermeseydi bizim Fil
130
YARALI BlLINÇ
turakl ı terimler bize, düşünürlerin eleştirel tespitlerinden ziyade pey gamberlerin kutsal dilini haurlatmaktadır. Demek ki Filozofumuz Şeytan'a saldırırken yanında Batılı
a priort
ler, bu durum özelindeyse Heidegger'ci "mitoloji" vardır. Şeytan'ın ye rini tespit edip etkisiz hale getirdikten sonra Şeytan'ın karşısında pan zehir gibi görünen şey i melekleştirmektedir: Yeni manevi düzen. Bu düzenin, doğuşundan evvelki sanatlara karşı kayıL'iız kalmasının nede ni, bu sanatların, tıpkı kendilerini destekleyen düzen gibi, Şeytan'la işbirliği etmiş olmaları, karanlık ve yabşncı laştıncı dümenlere bulaş mış olmalarıdır. Kısacası bunlar, "ciddi" sanatlar olmamışlardır; dünya yı zapteden, öncelikle de Filozofumuz'u zapteden Kutsal Ruh'la diya loğa girmedikleri için de ortalıktan yok olmaları gerekmektedir. Bu nunla birlikte durum umutsuz değildir, çünkü Filozofumuz bağıra ça ğıra yeni bir sanatın elikulağında doğuşunu ilan etmektedir. Yeni bir Bağlaşma'nın kutsal günü bir gün gelecektir. Ne zaman? O pek iyi bi linmemektedir. O Büyük Sanat'ın mucizevi ortaya çıkışı beklenirken, hemen hatırlatalım ülkedeki güncel sanat
Sovyeıleşme'ye
maruz kal
maktadır. Belki Filozofumuz, Sovyetleşme'nin, manevi yenilenme i çin gerekl i bir hazırlık aşaması olduğuna ve Peygamber'e varmak için önce Marx'a uğramak gerektiğine çekecektir dikkatimizi. Ya da daha i yisi: Allah'ın dostu
(vali)
olmak için önce halkın dostu olmak gerek
mektedir. Kitap boyunca betimlediğimiz birçok çarpıklık göz önünde tutulur sa, bu çarpıklıkların hepsinin karma oluşumlu olmaları dışında, indir gemeci bir mantıktan da az çok etkilendiklerini tespit etmek zorunlu olur. Ötekinin şeytanileştirilmesi, kend inin cennetlikleştirilmesidir. Söz konusu olan, yeryüzü lanetlileriyle yerli sömürgel i ler arasındaki mücadeleler, ya da sığınmacılarla sürgünler, ya da asli kültürle sokak kültürü, ya da bağışlayıcı sanatla şeytani sanat arasındaki mücadeleler bile olsa. İndirgenemez karşıtlık ortadadır: Karşıtlığın işleyebilmesi için kendinin halisünasyonlu övgüsüyle ötekinin sayıklamalı inkarı gerekmektedir. İşleyişinin bir başka yolu da yamalamadır, çünkü var lığımızın bir parçası bilinçsiz olarak, zorunlu ve kaçınılmaz olarak Batılı kalmaktadır. Ama inkar edilen Batı, kendi keşfettiğimiz Batı değildir, kendi kendini dağıtmış haliyle Batı'dır. Bu noktada, Batı'nın ihraç ettiği fikirlerin, günümüzde, bir bumerang etkisiyle dosdoğru
MEKAN-DIŞI BlR DÜNYA 1 3 1 geri gittiğini görüyoruz. Ötekinin bakışıdır bu, aynayı size doğru çevi rir: Bau'nm ba'ilırdığı herşey, binbir yanlış anlamanın kılıfına bürüne rek şimdi üzerine devrilmektedir; defettiği herşey, binbir biçimsizleşti rici büyütecin artuncı etkisiyle irileı?Crek üzerine boşalmaktadır. Batı'yı filozofları, psikologları ve sosyologları aracı lığıyla böyle keşfediyoruz. Bakışımız sakaı/anmışıır: Balı söz konusu olduğunda e leştireldir, ama kendimize bakarken körleşmekledir. Ötekini eleştirmek kuşkusuz takdire değerdir; ancak ötekini yadsıyarak kendimiz oluruz, ama bu yadsımayı yadsıyacağım ız (Hegel, yadsımanın yadsınması diyor) ve ötekinin hem farklı hem de kendisiyle özdeş olduğunu keşfe deceğimiz bir ilerki aşamaya henüz gelinmemiştir. Bu aşamanın ortaya ç ıkışı bir başka bilinç düzeyini gerektirir. Kimbilir, belki de bir başka nesnelleştirme düzeyini ve paradoksal bir etkiyle, varlığın içsel yok sullaşmasını gerektirmektedir.
Dördüncü Bölüm
ÇARPIKLIKLARIN TOPLUMSAL ZEMİNİ
I ENTELEKTÜELLE R
İslam dünyasındaki entelijensiyanın büyük bir bölümünün çarpıklıklar alanında yüzdüğünü öncelikle belirtelim. Entelektüellerin, bilim adam larının ve yönetici kadroların işlevleri zaten Batı'daki gibi kesin hatlar la belirlenmemiştir. Dindaşlarımızın birçoğuna göre entelektüel, oku ma-yazma bilendir; zihinsel bir faaliyet gösterendir; doktor, yazar, çevirmen, mühendis, öğretmen veya yönetici kadro; hangisi olduğu pek önemli değildir. Toplumun "mutsuz bilinci"ni temsil eden, episte molojik statüsü eleştiri olup ayrı bir grup oluşturan entelektüel, bizim ülkelerde henüz görülmemiştir. B undan ötürü özel bir statüden gerçek ten yararlanamaz. En çok rağbet gören entelektüeller iktidara muhalif olup, eylemleri herşcyden önce siyasi olanlardır. Bunlar aslında, bağ lanmış entelektüellerin sert çekirdeğini oluştururlar ve bundan dolayı daha ziyade idcologdurlar. Entelektüellerimize düşen işlevler arasında öncelikle çeviriyi ayırmak gerekir; kültür aracı olarak bir Batı d i l i kullanmayan sömürgeleşmemiş ülkelerde çeviri temel bir rol oynar. Modem bilgi kaynaklarına ulaşabilmelerinden ötürü çevirmenler, yorumladıkları düşünürlerle hemen hemen aynı prestiji elde etmişlerdir. Çevirmenler bilgi aracılarıdırlar; doğa ve insan bilimlerinden doğan bilgileri, düşman değilse de bütünüyle yabancı bir ortama uyarlayan kişilerdir. Örneğin yayınlarda, çevirmenin ismi, kitabını çevirdiği yazarın ismin den önemli olmasa da, en azından eşit bir önem kazanmıştır. Bunu takiben büyük bir denemeci ler, yazarlar ve gazeteciler bölüğü gelir; bu kişiler, yetersiz yabancı dilbilgisi nedeniyle (kuşkusuz birçok
ENTELEKTüELLER 135 istisna vardır) çoğunlukla çok kötü olan bu çeviri lerden yararlanırlar. Çoğu zaman bağlam ının d ışında yapılmış olan bu çeviriler, sağdan soldan birbirinden kopuk bilgi kırınuları devşiren ve bunlardan fikirle rini desteklemek için yerli yersiz yararlanan bütün bir yazar ve ente lektüel kuşağını beslemiştir. Kesin yargı lar da, kapsam l ı ve eleştirel usavurmadan z iyade toptan mahkum euneye başvuran o indirgemeci görüşler de bundan ileri gelmektedir. Öte yandan, çeviriler tutarlı bir siyaset ve bütünlüklü bir görüş olmadan yapıldığı için, bir düşünce e kolünü tanımamıza az çok olanak verebilecek uyumlu bilgi blokları o larak sunulmazlar, hiçbir özel bağlamla ilişkilendiri lemeyen bilgi par çaları halinde dağılırlar ve okuru, özgül bir alanda yönlendirmekten zi yade, insan bilimleri labirentinde kaybederler. Uygun bir çerçeve içinde düşünce akım larını yerleştiren felsefi bir haritanın eksikliği şiddetle çekilmektedir. Örneğin Sartre'm bir kitabı okunur, ama bu kişinin çağdaş Fransız düşüncesi içindeki rolünün ne olduğu, hangi kaynaklardan beslendiği, hangi fikir ai lelerine bağlandığı, Alman Yarol uşçuluğu'yla ne gibi bir bağı olduğu ve n ihayet, çağdaş Avrupa felsefesindeki yerinin ne olduğu bilinmez. Freud, cinselliğin yaratıcısı, yani " m üstehcen" biri olarak görülür (onun hakkında İslami ideologlar tarafından anlau lan çirkin l ikleri okumak yeterlidir), ama Freud düşüncesinin modern rasyona l izm akımında açtığı epistemolojik gediklerden habersiz kalınır, tıpkı derinlik psikoloj isinin muazzam kapsamının üzerinde pek durulmadığı g i bi. Farklı tarihsel dönemlerin çarpışması ve bir dönemden ötekine geçişe damgasını vuran kırılmalar ender olarak göz önünde bul unduru lur. Okur, istense de istenmese de tüm yeryüzünün tarihi haline gelen Batı tarihinin farkl ı dönemlerinin ardında bul unan kavramsal yapıların neler olduğunu bilmez - çünkü tarihe çizgisel bir bak ışı yoktur. Bu derin boşluklar tutarlı bir bilgi bütünü oluşturamazlar ve bilgi şebekesinde "delikler" açmalarından ötürü aydınlatılmamış okurun ala bildiğine keyfi ve aceleci çıkarsamalarıyla doldurulurlar, öyle ki bu bahL<;ız düşün ürlerde en ipe sapa gelmez bakış açılarına rastlarız. Ter m inoloj i düzeyindeki birçok çarpık l ığa, bir de muhayyilenin halüsinas yonlu biçimsizliklcri eklenir. Yanlış anlamalar birikir ve büyüye bü yüye, daha gülünç olan başka yanlış anlamalara neden olur, öyle ki bü tün öneml i fikirlerin temelden bozulduğu biçims izleştiriei aynalar
136 YARALI BlLlNÇ
_
dünyasında yaşamaya başlayıveririz. Bu yapay özümlemeler, fikirleri dağıtıp bağlamlarıyla ilişkilendirmeyi hedefleyen eleştirel gücün yeter sizliğinden ötürü direngenliği daha da artan sahte bir bilinç yaraurlar. Üstelik düşünce, taşıdığı dinsel yük (çoğu zaman bilinçsiz) nedeniyle mitoloji leştirmeye yönelir; şeyleri parçalara ayırıp yalın unsurlarına indirgemeye çalışan çözümleyici bilinç gücü bu ortamda tam olarak kök salmamıştır. Bundan sonrası, hakim duruma geçen bağdaşurmacı [syncreıiste) gücün elindedir ve bu güç, en heterojen fikirleri iyi kötü kaynaştırıp karışık kavramlar uydurui:, böylelikle de kavramsal bir me lezleştirme bölgesini yansıtır. Çevirilerin bir diğer önemli yanı, kendi kendimize çok az düşünmüş olmamızdan gelir. Zengin olan fakat Onaçağ kültürüne benzeyen kültürümüz, modem :.r.amanların büyük duraklarını anlarnarnı:.r.a olanak vermemekte, bu dur-aklardan yararlanmamızı ise hiç sağlayamamakta dır. B irka� yüz Y, ıldan beri "müziğe ayak uyduramaz", dünyayı sarsan bü Bu uyumsW.1iik1ıir bi-· l_l�Ş��Je �.?Yl\.ı �-� Lcy�_ �e �� zi Bau bilimine daha da bağımlı kıldı. Bağımlılığımız ekonomik ve siyasal olmaktan önce kültüreldir. Oynak bir terminoloji uyduran kötü çeviriler, muazzam bir kavram sal çarpıkl ık alanının etkin unsurları haline gelmişlerdir. Bunun birçok nedeni vardır: çevirmenlerin çoğu anadillerini oldukça iyi bilseler bile, çoğu zaman ilerlemiş bir yaşta bir sürü çabayla i lişkiyi kaybetmemeye çalıştıklan yabancı diller hakkındaki bilgileri istenen düzeyden uzakur. Yabancı dil bilgisinin yeterli olduğunu varsaydığımız durumlarda bile iki eksiklik hissedilir: Batı kültür mirasına bağlı olan eksiklik ile İra ni-İslami skolastik bilime ilişkin eksiklik. Hem iki dili yeterli düzey de bilen, hem de aktarıcısı olduğu iki kültürü doğru tanıyan bir çevir men bulmak ender görülen bir olaydır. Üstelik çevirisi yapılacak eserlerin seçimi, konumlandırılmış bir şe kilde, bilgi haritaları çıkarmak kaygısıyla, ya da araşurılmış bölgelerin tespiti amacıyla yapılmamakta, ideolojik eğilime göre oluşmaktadır. Bu ideolojik eğilim, İran'da kırklı yıllarda Hizb-i Tudeh'in çabalarıyla Maksim Gorki'nin eserlerinin büyük bir bölümünün çevrilmiş olması na ve Gorki'nin yeni zamanların bile en i lerici ya:.r.arı olarak tanınması na; Romain Rolland'ın aynı evrensel saygıyı görerek dünyanın en bü yük yazarı haline gelmesine neden olmuştur.
�
�i
i� �..?1���.:
ENfELEKTüELLER 137 K uşa dönmüş çevirilerin yarattığı boşluklara bir de ikinci dilden yapılan çeviriler eklenmektedir. İngilizce bir eser Farsça'ya Fransız ca'dan çevrilmektedir, ya da Almanca bir eser İngilizce versiyonundan çevrilmekted ir. Fark l ı Avrupa dillerindeki yaklaşık versiyonlardan Farsça'ya yapılan bu çeviriler, yanlış anlamaları daha da vahimleştir mekte, fikir çarpıklıkları alanını gözle görülür ölçüde kuvvetlendir mektedir. Bazen umulmadık raı;tlantılar sonucunda, Avrupa' da hiç tanınmayan ya da az tanınan bir yazar, başarılı bir çeviri sayesinde ne ünü ne de de rinliğiyle orantılı bir önem kazanmaktadır. G ustave Le Bon'un La
vilisation des Arabes
Ci
(Arapların Uygarlığı) adlı kitabı lran'da birkaç
molla kuşağının gözünde şaşmaz bir kaynak olmuştur. Le Bon, Arap lar'ın büyüklüğü üzerinde ısrarla durup çöküşün nedenlerini sergiliyor du: savaşçı içgüdülerinin dağılması, ilerlemeyi köstekleyen değişmez bir yasan ın boyunduruğu, imparatorluklarının ufalanıp dağılması ve nihayet, ırkların karışması.1 İranlı İslami düşünürlerin, örneğin Hegel hakkındaki bilgileri genel likle, Hamid İnayet'in çevirdiği W.T. Stace'in kitabıyla2 sınırlıdır. B u
kuşkusuz m ükemmel b i r çeviridir, ama Alman dü�ünccsinin bu devi hakkında sağlam bir sonuca varmak için yeterli değildir. Çok ünlü bir ilahiyatçı ve filozof olan Murtaza Mutahhari'nin3 karşılaştırmalı eser lerinin büyük bir bölümü bu çeviriden ilham alm ıştır. Üstelik M utah hari çoğu zaman Stace ile Hegel'i birbirine kanşurmaktadır; bazı dcne melerinde4 yaptığı alıntılar Hegcl'den değil Stace'dendir. Ama bu karı
şıklıktan öte, bağlamların da birbirine karıştırıl ması daha da sarsıcıdır. M utahhari ve Hegel aynı dili konuşmamaktadırlar; gönderme yaptıkları
veriler, aynı metafizik veriler deği ldir. Mutahhari Galilei-öncesi dünya nın kavram anahtarıyla ve İslam'ın karşı çıkı lmaz üstünlüğüne derin den kanaat getirmiş olarak Hcgel'ci dünyayı, hatta 20. yüzyıl sonların da yaşadığı için Hegel-sonrası dünyayı anlamak istemektedir. Söz ko nusu olan sadece saf ve yalın bir şek ilde anlamak olsaydı, bu çaba 1 . Paris, 1 984, ss. 664-669. 2. The Phi/osophy of //ege{, Dover Publications Inc., New York. 3. lslami Devrim Meclisi üyesi olan Mutahhari 1 979 :Xisanı"nda Forghıin adlı bir örgüt tarafından öldürüldü. 4. 'Elal-e gerayesh-e be miiddegarl (Materyalizme Kaymanın Nedenleri), Tahran, 1 957, 8. basım.
138 YARALI BlLlNÇ meşru olurdu, ama M utahhari eleştirmek istemektedir, hem de, para digma ve dünyaya bakış açısındaki epistemolojik kırılmalardan ötürü soy zinciri itibariyle, dili ve dünyası itibariyle kendine bütünüyle ya bancı bir düşünürü eleştirmek istemektedir. Mutahhari dah i l i k düzeyinde basiretli bir virtüöz b i l e olsa, Hcgel üzerine İngilizce yaz ı l m ış bir eserin Farsça çevirisi ona A l man düşünürün kafa<>ındaki yananlamların �eresini kavramak olanağını hiç veremezdi. Örneğin, Hegel'in, bir olayın gerçek nedeniyle (Neden) bir özün var olma nedeni (Akıl) ara<>ında yapuğı ayrım Mutahhari'yfolçüsüz derecede şaşırtmak tadır. Baş ayrımdır bu, çünkü Akıl sisteminin bizzat temelini oluştu rur; bu sisteme göre dünyanın kökeninde bir Neden olmayan bir ilk il ke vardır, bu ilke Akıl'dır ve evren onun mantıksal sonucudur. M utahhari, İslami irfan kuramında
(gnose)
varlığın esas oluşunun
öncü llerine dayanarak, düşünmeden bu ayrımın düştüğünü belirtir, çünkü burada i lk neden hem kendi kendini oluşturur, hem her tür ne denden kurtulmuştur, hem kendi kendine görünür, hem her tür akıldan bağımsızdır, hem de tüm evrenin açıklayıcı nedeni ve aklıdır. Farklılık böylece halledilmektedir. İki düşünürümüz aynı dalga boyu üzerinde değildirler. Bununla da kalmaz. Biri felsefe dilini konuşmaktadır, öte kiyse yüksek ıeozofi ! h ikmeti ilahiyye] tasavvurlarına kapılmışur. İki sinin arasında, olan'ın esas oluşu yerini, bilen'in esaslığına bırakmışur -Mutahhari bundan habersiz görünmektedir-; ve nihayet i kisinin a rasında şu koca Descartes vardır; Hegel Descanes'ın, felsefenin yeni kıta<>ını, yani öznelliği bulduğunu hayranlıkla belirtiyordu. Öte yandan, entelektüeller ara<> ında Batı düşüncesini iyi tanıyan ama anadiline çeviremcyenler de nispeten kalabalıkur. Çocukluklarından ya da yeniyetmcliklerinden beri yabancı bir ülkede ö!;rrenim görmüş olan bu enıclcktücl lcr, ülkenin hafızasıyla her tür ilişkiyi kaybetmişlerdir. Bazılarının, bir sürü çabayla bu açığı kapatıp, kayıp zamanı telafi ede rek oldukça uygun bir anlatım tamna kavuştukları doğrudur. Fakat bu ender olur, çünkü bunun için bir geri dönüş, zahmetli bir çırakl ık dönemi ve sarsılmaz bir sabır gerekmektedir. Düşünce alışkanlıklarına da yeni biçimler vermek gerekmektedir ki bunun edinilmesi ço� u za
man kolay olmamaktadır. Modem insan bilimlerindeki yöntemlere ayak uyduran kimi gençler, kendi kültürlerini yanlı oryantalistlerin
biçimsizleştirici prizmasında yeniden keşfederken, ülkede yaşayan kimi
ENTELEKTÜELLER 139 gençler de aynı yolu ters yönde katetmektedirler, yani "yerli" Batılılaş macılar'ın kötü çevirileri aracılığıyla Batı kültürüne giriş yapmaktadır lar. Bundan dolayı Baulı laşmacı lar'da da, sözüm ona gelenekçilerde de burası ile orası ikilemi ortaya ç ıkmaktadır. Hep bir yerlerde karanlık kalan bir şeyler, doldurulması gereken bir boşluk vardır; ve bu boşluk lar, bilgilerin dokusunda pot yapan delikler gibidirler.
1 . BÖLÜNMENiN FARKLI DÜZEYLERi Ü l ke içinde öne m l i k ü l türel bölünmeler göz lemlenmektedir. B u bölünmeler, toplumsal sınıfların statüsünden ve b u statüye bağl ı olan popüler ya da modern kültürlerden doğmaktadır. Batıl ılaşmış ve hali vakti yerinde olan sınıflar, ülkedeki entelektüel yaşamın epey kenarın da kalmaktadır; okumuşlar ve entelektüel ler kitlesini ol uşturan şehir küçük burjuvazisi için aynı şey söylenemez; bunlar yabancı kitapları güç l ü k le çözmekte, çoğu zaman da çevirilere bel bağlamaktadırlar.5 B unlar, kaymak tabakayı oluşturan entelektüellerin çekirdeğidirler: ga zetelere, dergilere makaleler yazarlar; şurada burada, çoğu zaman çok politize konuşmalar yaparlar. Burçlarının tepesinden zevksizlik ve va satlık diktatörlüğünü yönetirler. Orta sınıfın bir parçası olmasından ö türü bu grup geleneksel bir eğitimden yararlanır ve d uygusal olarak halk kültürüyle uyumlu bir yaşamı vardır. İçlerinden baz ı larının yük sek öğrenim görmesinin, bu ilk ailevi katkıyı gözle görülür bir şekilde biçimsizlcştirdiği doğrudur, ama kendilerini, Batıl ı laşmış ve hali vakti yerinde teknokrat sınıfının yanında da rahat hissetmezler. Küçük burjuvazi teriminden ne anlaşılmalıdır? A. Laroui6 bana ma kul görünen bir açıklama tasarlamıştır. Marksist çözümlemede, diyor Laroui, küçük burjuvazi bir sınıf değildir. Üstelik Marksizm, olduğu haliyle k üçük burjuvazinin yadsınması üzerine temellendirilmiştir. Klasik üçlemeye (toprak aristokrasisi, burj uvazi, proletarya) nazaran karmakarışık bir şebekedir bu. Küçük burjuvazi, heterojen grup ve alt5. Fransızca (Kuzey Afrika'da), İngilizce (Hindi stan'da) gibi dilleri benimsememiş olan sömürgeleşmemiş ülkelerde yabancı dil bilmek başlı başına bir meziyet haline gelmekte, iktidar ve toplumsal i lerleme açısından yadsınamaz bir araç olmaktadır. 6. La Crise des inıellecıuels arabes, Maspero, Paris, 1974, ss. 1 99-205.
140 YARALI BiLiNÇ gruplardan oluşmuş bir bütündür; kapitalist sistemin rasyonalitesi içinde tanımlanmış hiçbir yere sahip olmamalarından ötürü bu gruplar nostaljik bir geçmişe sığınırlar. lran'da küçük burjuvazi heterojen ve çok yaygın bir orta sınıftır; pazarlardaki k üç ük esnafı, bazı mem u r ka tegorilerini, küçük topr.ık sahiplerini, vb. kapsar. Kültürel olarak bu sınıf geleneksel değerlere, yönetici memurlar, sanayiciler ve iş adam larından olu� hali vakti yerinde sınıflara naı".aran daha bağlıdır. İslami ülkelerde bu üç sınıf sayıca zayıftır. örneğin, lran'da toprak aristokrasisi, altmışlı yıllarda Şah Muhammed Rıza Pehlevi (19 19-
1 980) tarafından başlatılan tarım reformu smısında k ınp geçirilmiştir.
Yeni sanayiden doğan proletarya kalabalık değildir ve hükümdarın be yaz devrimi sayesinde nispeten tuzu kuru bir sın ı f haline gelmiştir (şirketlerin karından hisse almaktadır). Sanayi burjuvazisi, ü lkede son yinni yıl içinde gerçekleşen kitlesel sanayileşme sırasında onaya çıkan yeni bir olgudur. Laroui, İslami ülkelerde küçük burjuvazi veya çok yaygın orta sınıfların tortu halinde olmayıp çoğunlukta olduğunu söy lemekte haklıdır. Bu grubun içinde modernlik yanlısı eğilimlerle gelenekçi eğilimler
arasmda oluşan bölünme gözlem lenir. Laroui böylelikle iki entelektüel tipini ayırdcder: seçmeci entelektüel ve gelenekçi entclektüel7• Bence İran söz konusu olduğunda, bu iki entelektüel tipi dışında başka ayrımlar da gerekmektedir. Çünkü söz konusu olan homojen gruplar değildir. Laik olup -sağcı ya da solcu olması önemli değil- ya da Bau usulü yetişip geleneksel değerleri yeniden kurmaya heves eden bir entelektüelle karşı laşabiliriz -karşı-kültürün İslami versiyonunun nostaljikleri-; veya Mehdi Bezirgan'ın aydın İslam'ı gibi modernlikle lslam'ı uzlaştırmaya uğraşan biriyle karşılaşabiliriz; ya da topl umsal
Mchdici devrimi çabuklaşurrnak için kurulu düzeni devirmeyi arzula yan bir İslami idcologla karşılaşabiliriz (Halkın M ücahitleri); ve niha yet, llizbullah tarzında fanatik bir "fondamantalist"le de karşılaşabili riz. Burada kategorilerin iyice tanımlanmamış olduklarını söylemek az bile kalmaktadır. Yetişmeden gelen ikiliklerin birbirleriyle farklı dü zeylerde çakışuğına kuşku yok. Modem bilgilere dolaysız olarak ulaşa bilenlerle çevirilere bağımlı olanlar arasındaki ikilik; i lerlcmecilerle gelenekçiler arasında da ideolojik oluşum ikiliği. Öte yandan ilerleme7. a.g . e . ,
s.
202.
·
ENTELEKTOELLER 141 ciler, iki farklı oluşumdan (Batı'nın dolaylı ya da dolaysız olarak tanınması) gelen gruplarda olabilirler; gelenekçiler de yabancı ülkelerde modem bir eğitim görmüş olabilirler, tıpkı ABD'den gelen sakallı "İs lami " teknokratların çoğu gibi. Entelektüellerin ideolojik oluşumları, eğitimleri, siyasal tercihleri, Gelenek karşısındaki iki yanlı tutumları ne olursa olsun, İran toplu m unun yapılanmış iki kutbunda yer almaktadırlar: ıeknokraılar
-
bütün bilimsel ve mesleki yönetici kadroları da bu gruba kauyorum ve Ulema. Aynı ikilik, farklı bilgi kurumlarına da yansımaktadır. Bi
limsel enstitüler, ya kamu sektöründe ya da özel sektörde iş bulan
m ühendisleri, doktorları, teknokratları yetiştirmektedir, insan bilimleri okutulan üniversite ve fakülteleri besleyen geniş anlamıyla edebiyat çıların sayısındaki gözle görülür fazlalık ise -çoğu zaman potansiyel işsizler- devletin farklı kurumlarında istihdam edilmekte (entelektüel lerin büyük bir bölümü Planlama Teşkilatı'nda çalışıyordu, diğerleriy se ülkedeki farklı kültürel kurumlarda memurdular), entelektüellik
mesleğini part-time yapmaktadırlar.
Öte yandan, teknik bilgilere sahip olmanın prestiji öylesine büyüktür ki en parlak öğrenciler teknik ve tıbbi okulların sınavlarını kv.anmakta, daha az yetene.idi olanlar ise, birkaç eğitim yılından sonra hem entelektüel hem de memur olarak ç ıktıkları insan bilimleri fakültelerini doldunnaktadırlar. Geçimi devlet ı.amfından karşılanmayan gerçekten serbest entelektüellerin sayısı nispeten azdır. Yclpazcmizin diğer ucunda, mollaları yetiştiren ve Ortaçağ'ı andıran yapılarını olduk ça el değmemiş bir şekilde muhafaza eden dinsel kurumlar bulunmakta dır. Birbirlerine radikal olarak karşıt olan ve aralarında farklı külıürel geçişlerin nüanslarla dolu dizisini barındıran iki ayrı akademik dünya arasındaki ikilik de bumdan gelmektedir. Teknokratlarla Ulema'nın ortasında, iki ateş arasında kalan entelek tüeller, etkilere en açık kesimdir. Üstelik, bilgi alanına bulaşan çarpık lıklanl dosdoğru maruı kalanlar da onlardır. Yanlı olarak ideolojik söy lemlerinin içeriğine bakıldığında haberleri olmadan Baulılaşmış olduk ları belli olan bu cntcleklüeller, havada gezinen bütün hazmedilmemiş fikirlerden yararlanmaktadırlar; aynca aşın militan ve etkin olma'>ından ötürü bu kesim, bütün ideolojik biçimsizleşmelcrin coşkulu öncüsü dür. Aşın duygulu kimselere özgü kibirleri, onları hınçlı insanlar hali-
142 YARALI BlLlNÇ ne getirmektedir. Engellenmişlik özelliğiyle göze batan bu entelektüel kesimle ilgili olarak hınç fenomenolojisi üzerine bütün bir kitap yazı labilirdi. Hınç, birçok engellemeden ileri gelmektedir: pedagojik sis teme bağlı, yabancı dil bilgisine bağlı, öğrenimini yabancı bir ülkede yapmış olma olgusuna bağlı, göreneklerin laik bir biçimde Baulılaş masına (örneğin, dinsel olmayan, m üreffeh ve serbest bir ortamda ya şamış olmak, karşı cinsle köstek lenmeyen ilişk i ler yaşamış olmak, vb.) bağlı engellemeler. Çoktan beri süren bu acılık, tavırları şiddet lendinnekte, kendine hedef olarak günah k��ileri aradığı için de iyiden iyiye saldırganlaşmaktadır. Günah keçileri farklı biçimler alunda bulu nur: ya yabancılar hesabına çalışan baskı sistemidir, ya "yeryüzünün lanetlileri"ne karşı çıkan yerli sömürgeliler ve emperyalizmin uşakları, yani teknokratlardır, ya yabancı kelimelerle dolu bir dil konuşan -do layısıyla kendi kültürüne yabancılaşmış olan- ve ayrıcalıklı sınıfların çocukları olan sapık ve gösterişli gençliktir, ya da bütün yaratıcı ham leleri yutuveren o iğrenç Hayvan, zararlı ve her yerde mevcut sansür dür. Bütün bunlarda bir gerçekl ik payı olduğuna kuşku yok, ama sadece bunların üzerine içini boşaltıp, bu mekanizmaları üreten birçok etkeni incelemekten kaçınarak, başka bir düzeyde öneml i güdüleri, görünür nedenlerle gizleyen bir sorunu derinleştirmek reddedilmektedir. Zaten daha sonraları, lnmlılar'ın diasporası ve sürgün nedeniyle bu köstekle rin birçoğu kalktığında, dikkate değer hiçbir şey üretilememiştir. Siste min bu kadar sert bir şekilde yıkılmasından sonra bile aynı kösteklerin daha da ezici bir ölçekte yeniden ele alınarak ortaya çıkması, tavırlarda ki taklitçiliğin, kolektif ruhta derinlemesine kökleşmiş olan kültürel modellerden ileri geldiğini kanıtlamaktadır ve bütünsel bir açıklama bunu kesinlikle göz önünde bulundurmalıdır.
2. IK/Ll KLOSTROFOBi* Kuşkusuz en kalabalık grup olan vasat entelektüeller grubuna özelliği ni veren şey
kültürel klosırofobisi'dir.
Zira, toplumsal talepleri (ki ço
ğu zaman haklıdır) ve kültürel taleplerine (bunlar daha az haklıdır) rağ* Klostrofobi: Kapalı yer korkusu. (ç. n.)
ENTELEKTÜELLER 143
men bu entelektüeller genellikle kısırdırlar ve özgün hiçbir şey yarat mazlar. Bu klostrofobinin kökeni ikili bir çıkmazdadır. Bu entelektü eller bir yandan kendilerini halk kitlesinin üstünde hissederler, halktaki tarihsel gecikme ve taassuptan yakınırken, sinsice halkın bozulmamış lığını överler; öte yandan, kendilerini Batı karşısında aşağı bir konum da hissederler, Batı'nın ürünlerine hayrandırlar ve kulakları sağır edici patırtılarına rağmen modernliğin römorkunda olduklarını iyi bilirler. Bir yanda kazandıkları avantajı öte yanda kaybMerler. Çoğu zaman iti raf edemedikleri gizli hırsları, sözüm ona uygarlaşmış diinya tarafından tanınmak, evrenselliğe ulaşmak, boğucu ve güçsüzleştirici taşralılığı aşmaktır. İki boyutlu klosLrofobiyi yaratan rahatsızlık buradan doğ maktadır; kendini beğenmiş olunduğunda -çoğu 7..aman da öyledir ı.a ten- bir tür yıpratıcı kinizme vardıran anlaşılmamışlık duygusu da buradan doğmaktadır. "İlerisinde" oldukları bir kültür ile içine gireme dikleri ve sahne ışıkları gözlerini kamaştıran daha geniş bir dünya ara sında kıskaca alınan bu entelektüeller iki açıdan da yabancılaşmışlardır. İranlı büyük çağdaş yazar Sadık Hidayet ( 1 903-5 1), kendini "iki ucu yaldızlı değnek" diye nitelendirerek bu çelişkili durumu çok iyi özetle mektedir; Yusuf Ishaghpour'un8 dediğine göre burada yaldız sözcüğü, rüyalarda olduğu gibi bir dışkı görünümü olarak anlaşılmalıdır. "Ne burada, ne orada; birinden kovulmuş, ötekine varamamış." Entelektüeller varoluşsal olarak klostrofobi içinde boğulurken, top lumsal olarak, daha önce söylediğim gibi, iki çekim kutbu arasında bocalamaktadırlar: teknokratlar kutbu ve Ulema kutbu. Bu iki dünya tarafından çekiştirilen entelijensiya, ne teknokratlardaki kesin bilgiye sahiptir, ne de din adamlarındaki organik, homojen ve skolastik bilgi ye sahiptir; korkunç eleştiri silahını kullar.arak kendi özerk statüsünü kurmayı da başaramamıştır. Bu silahtan yoksun olduğunda savunmasız kalmaktadır: kaderi, her tür ideolojik saldırının ve her tür yargılama ha tasının eline kalmaktadır. Entelijensiya, ne kendini aşağılayan ve az gelişmiş olarak gören teknokratları etkileyebilmektedir, ne de kendi siyle taktik ittifaklar yapan ama kendi taraflarından olmadığı için red deden din adamlarını etkileyebilmektedir. Dolayısıyla rolü, cisimleştir diği karma dünyanın bir sureti olmaktadır; heterojen olan ama militan ların saldırgan ideolojilerinde birleşebilen -ki gerçekten birleşmiş8. H idayet, "L'Enterre vivant", La Quinzaine'de, 1 6-3 1 Ocak 1 987,
ss.
1 3- 14.
144 YARALI
B1L1NÇ
tir- iki söyleme kaulan iki fikirler dizgesi arasında bir aktarıcı duru mundadır. Entelijensiya eleştirel rolünü yerine getirebilseydi, bu iki dünyanın birleşme noktası olurdu kuşkusuz. İkisini birbirine bağlar ve kavram sal arka-planlarını zorunlu olarak ayıran kırılma çizgisine dokunmadan -ki bu çok önemlidir- diyaloglarını birbirine eklemleyebilirdi. Zira düşünce bu rolü, yan tutmadan ve bilinçli olarak yerine getirebilse, farklı bilgilerin a!unda yatan kavramsal katmanları, birinden diğerine geçilen durakları ve iki söyleme de .niteliğini veren algılama biçimlerini gözler önüne sererdi. Kısacası entelijensiya, kimseyi diğerine indirgemeden, bağdaşmazlıklar gibi verimli çakışmaları da gün ışığına kavuşturarak bu karşılaşmanın özgür alanını hazırlayabilirdi. Bu işlevi yerine getinnesinin tek koşulu, takınılan tavırların ve hizip çekişmelerinjn dışında kalmasıydı. lran'da altmışlı ve yetmişli yıllarda ortaya çıkan Geleneic-Modernlik ilişkileri ve Batılılaşma üzerinde ek senlenen büyük tartışma, tartışmanın başını çekenler iki söylemi bir birine karışurmaktan kaçınsalar ve yeni bir taassubun geliş ortamını bilinçsiz olarak hazırlamasaJar verimli olabilirdi. Ama kağnıyı öküzle rin önüne koşup, laikliğin temellerini çökerten İranlı entelijensiya, nostaljik bir arkaizmin yararına modernliği tasfiye etti ve bunu yapar ken hedefini şaşırdı. Zir.ı devrimden sonra, olaylar tarafından kelimenin tam anlamıyla kökü kazındı; fırUnaya karşı duramamasından ötürü pes edip bir tür yasadışılıkta kayboldu ve yeni sistemin kenarlarında elin den geldiğince tutunmaya çalıştı. Aslında bizim ülkemizde entelektüeller, çalışma masalarının ardında sükunetle düşünen bilge düşünürlerden ziyade, yel değirmenlerine karşı savaş açan haçlıları andırırlar. Bizim dünyamızda entelektüel olmak, herşeyden önce iktidara muhalif olmaktır. Gelip geçen rejimlerin çoğunun ya baskıcı, ya da düpedüz totaliter olduğu göz önünde bulun durulduğunda anlaşılır bir şeydir bu. Ama ne yazık ki bu muhalefet, yeteri kadar düşünülmemiş ve kaba kalmaktadır. Beraberinde ne bir eleştirel çözümleme, ne bir yeni perspektif, ne de mesafe koyma tavn gelmektedir. Muhalifin rejime başkaldırması, bir çocuğun babasına ya da annesine başkaldırması gibi olmaktadır. İktidarın kültürel bağlamını hiçbir zaman göz önünde bulundurmamaktadır. Neden bir diğeri değil de bu iktidar iş başındadır? Nasıl olur da hep aynı modeller, amansız
ENTELEKTÜELLER 145
bir geri dönüşlülük ve inatla kendilerini tekrarlarlar? Nasıl olur da en övgüye değer çabalar b�arısızlığa mahkum olurlar? Bu kadar yedi canlı olup, bitmek bilmeyen raydan çıkmalara yol açmaktan başka bir şey yapmayan ve hep yinelenen bu başarısızlık nereden gelmektedir? Top lumsal-ekonomik etkenlerin çözümlemesi -bir tür kaba Marksizm'in, bunun araç larını sağlamasından beri bu yaklaşım çok yaygınlaşmış tır- yeterli değildir. Eski düzeni devrimle alaşağı eunek, ne yazık ki, daha eşitlikçi bir düzenin kurulma-;ı anlamına gelmemektedir! Bununla da kalmaz. " Herşeyden önce," diyor Gaston Bachelard, "sorunları yerli yerine koymayı bi lmek gerekir. Ve ne denirse densin, bilimsel y�am da sorunlar kendiliklerinden yerli yerine oturmazlar. Hakiki bilimsel kafaya damgasını vuran da sorunu anlama gücü'dür. Bilimsel bir kafa için her bilgi bir sorunun cevabıdır. Soru olmasaydı, bilimsel bir ce vap da olamazdı. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Hiçbir şey verili de ğildir. Her şey kuruludur."9 Ülkelerimizin kaderlerinin aydınlatılması için esas olan, sorunu an lama gücü entelektüellerimiz tarafından ender olarak hesaba katılmıştır; bunun nedeni kötü niyet değildir, atgözlükleri tarafından körleştirilen entelektüeller, bunu yapma yeteneğine sahip değildirler sadece. Ne me safeli bir bakışları vardı, ne de bilgi leri . Söyledikleri ve düşündükleri bağlam-dışı kalıyordu: ülkenin tarihsel koşullarının dışında; yönünü şaşırmış bir kültür sefaletinin dışında; kendi karikatürüne indirgenmiş bir halde, dünyayı sarsmış olan büyük hareketlerden muaf tutulmuş birkaç yüzyıllık bir tatilin dışında; ve nihayet, başka yerlerde karar laştırılan yeryüzü kaderinin dışında. B ütün bu sorular zeki bir şekilde ortaya çıkarılsaydı, yeni fikirleri doğurabilecek, ülkenin entelektüel to pografyasını dönüştürebilecek, tartışmaların siyasal perspektifini dcğiş tircbi l1Xek ve entelektüeli hakkı olan ayrıcalıklı yere yükseltecekti: toplumun nesnelleşmiş bilincinin uğrağı. Eserlerindeki dilin, maalesef yalıtı lmış bir dil haline gelmesi ve yeryüzünün büyük edebi eserleri üzerinde hiçbir iz bırakmayan nere deyse yerel bir dile dönüşmesinden ötürü, birçok açıdan dikkate değer olan eserleri dünyada tanınmayan şairleri, büyük yazarları ve özgün araştırmacıları tabii ki bu kesimin dışında tutuyorum. Yabancı dillere yapılan çeviriler çok enderdir ve şairlerin eserleri -İran dünyasının 9. La Formaıion de /'espriı scienıiflque, Vrin, Paris, 1965, s. 1 4.
146 YARALI BİLİNÇ
kuşkusuz en zengin yaratıcıları- söz konusu olduğunda sorun daha da kannaşıklllilmaktadır, çünkü şairlerin dili, özü gereği çevrilemezdir. B u uygarl ıklara niteliğini veren eleştirel kafa yoksunluğu ve türlü türlü çarpıklığın zararlı saldırısının elinden, büyük sanatçı ve şairler de sağ salim kurtulamamaktadır. Örneğin, toplumsal-felsefi konuları ele aldıklarında akıl almaz bayağılıkta konulara yayılmakta, ya da yarnrsız ve sonu gelmez gevezelikler içinde kaybolmaktadırlar. Yetenekle -bu insanlar herşeyden önce yaratıcıdırlar- eleştirel yeti ara.;ındaki bu ay rılma, bizzat varlığımızda oluşan kırılmanın içine kurnazca smm derin bir boşluktan ileri gelir. Bunun nedenCne sanatçının yeteneğine ne de ayırt etme yoksunluğuna bağlıdır, daha ciddi bir şeye bağlıdır: mevcut dünyaların metafizik bağdllilmazlığına. Sanatçının kendi dünyası, sü rekli mütasyon geçiren bir modernliğin ortaya çıkardığı acil ve değiş ken sorulara hiçbir uygun cevap verememektedir. Fikirleri istediği ka dar ustalıkla kullansın; istediği kadar gülünçleştirsin; istediği kadar a lay etsin, dalaşsın, ayak süri1sün; bildiğinden farklı bir şekilde rahatsız edici olan bir güncellikten kaynaklanan sorunların çiğ gerçekliğinin e linden kaçamaz. Nedenlerini bllilka bir yerde aramak zorundadır: herşe yin belli bir kesinlik içinde bağlantılandığı "modem" insan bilimleri bağlamında. Doğulu doktrinler tarafından öğütlenen önsezi, kendiliğin denlik ve büyük metafizik çözümler artık yetmemektedir - hiç değilse tarihsel sorunları çözmek için. Tanımak, haberli olmak, belirli bir pers pektife ve mesafeye sahip olmak, kısacası bilgilenmiş olmak gerek mektedir. Burada, neden söz edildiğini, neye atıfta bulunulduğunu, han gi bağlama bağlanıldığını bilmek gerekmektedir; burada, başka bir de yişle, bilgi haritalarına, entelektüel bagajlara, belirgin fikirlere, açık kavram lara ve önermelere sahip olmak gerekmektedir. Sonuç olarak, sağlam bir zemin, ontolojik bir temel gerekmektedir. Marksist olundu ğunda, bir dalga boyuna, felsefi evveliyatına organik olarak bağlı bir dünyaya dolaysız olarak geçiverilir. Marx, kendiliğinden bir kuşağın sonucu değildir. Aristoteles'ten sonraki tüm Batı ontolojisinin soy zin cirine bağlıdır. Gece gündüz Georges Politzer'in Felse/enin Temel llkeleri nin Farsça çevirisini okumakla Marksizm'in zihniyeti hakkında bir şeyler anlaşılamaz. Olunsa olunsa kırklı ve ellili yıllarda Hizb-i Tudeh'in yasadışı hücrelerinde yetiştirilenler gibi kudurmuş bir Stalin' ci olunur. İstenildiği kadar yetenekli bir yazar, dahi bir şair, baş döndü'
ENfELEKTOELLER 147 rücü bir keşifç i olunsun, başka bilgi araçları gerektiren sorunlar söz konusu oldukça bir adım bile ileriye gidemeyiz. Olguları ve toplumsal müı.a.,yonları çözümlemek için, fikir dünyasındaki kafa karışıklıklannı çözmek için, kültürel dayanak noktalarının izlerini bulmak için, ke limenin hümanist anlamında bir kültür adamı olmak gerekmektedir. Ye ne yazık ki bunun eksikliğini şiddetle hissetmekteyiz. Düşünürleri m iz hakkında Berdyayev'in Rus düşünürleri için dediklerini söyleyebi liriz - aklımdan yazıyorum: " Ya nihilisttirler, ya da kıyametçi. Kül türel değerlerin billurlaştığı ikisinin-arasından yoksundurlar."
3. KADERiN NEGATiF SELAMET/ En yaygın entelektüel tipine dönersek, bu entelektüellerin toplumsal siyasal eserlerinin büyük bir bölümünün yerel düzeyi aşamadığını be l i rtel i m . Ülkenin sosyolojik görünümünü kıran toplumsal-kültürel bölünmelerde enine bir kesit açmayı ender olarak başarırlar; bu görünümü oluşturan grupların psikolojik tutumlarından ve ente lektüellerin kendi şizofrenilerinden hiç söz etmeyelim. İran Devrimi' nin doğası hakkında neden yanıldıklarını sorun onlara, size bin bir ne den sayacaklardır; dokunmayacakları tek şey sorunun özüdür, yani ül kenin jeopol itik durumunu kendilerinin anlamamaları ve eninde sonun da bell i olduğu gibi, demokrasiyi hiç umursamayıp saf ve yalın haliyle iktidardan başka bir şey istemeyen din adamlarının kültürel katkıları ve fanatizmlerinin boyutları konusundaki anlayışsızlıkları. Felaket düzeyindeki boyutları göz önünde bulundurulduğunda, bu anlayışsızlığın belki de kaçınılmaz olduğu söylenebilir, çünkü eski re jimin aptalca korkak ve saçma sansürü, insanların zihinsel miyopluğa yakalanmalarının ön koşullarını hazırlıyordu. Bu sansür, gençlerin, el altından dağıtılan yıkıcı literatürün aptallaştırıcı yavanlığıyla temas kurmalarını engelledi, bu gerekçesiz yasadışılık da pireyi deve haline getiriyordu. Kah devrimci doktrinler biçimi ardına, kah iktidar mercile rine karşı küfürlü saldırı biçimleri ardına, kah peygambervari yergi ve taşlama biçimleri ardına gizlenen bu temelsiz saçmalıkların ortaya çıkarılması, zararlı etkilerini felce uğratıp, bağışıklıklı bir savunma mekanizmasının üremesini sağlardı kuşkusuz. Zira, bu abartmaların
148 YARALI BiLİNÇ ulaştığı endişe verici boyutlardan sarsılıp, hakikati savunmaya ve kao su andıran fikir kargaşasını biraz düzenlemeye aday olacak ente lektüellerin sayısı çok olurdu. Bununla birlikte, eski rejimin sıkı gözetim ağında birçok zayıf nokta ve kaçamak çaresi vardı, en kurnaz lar buraya sızıp sözlerini iletebiliyorlardı. Zaten o dönemin edebiyatı -çağdaş İran edebiyatının en zengin dönemlerinden biri- bu duruma kusursuz bir şekilde uyup, istiareli ve imalı bir dille mesajını iletmeyi başardı. Öte yandan İran entelijensiyası imparatorluk sisteminin antitezi ola rak kalıyordu ve organik olarak bu sisteme aitti. Entelijensiya da, sis tem de aynı ıakımyıldız'da yer alıyorlardı. Entelijensiya, eski rejimin çöküşüyle doğal rakibini, o kadar nefret ettiği alıer ego'sunu• kaybetti. Sesi çölde yitip gidiyordu aruk. Atış menzilinin dışında kalan bugün kü rejim, onu ciddiye bile almıyordu. İslami rejime göre bütün ente lektüeller ·eski rejimin kalıntıları, ya da daha beteri, ahlaksız Batı'nın düzelmez auklanydı. istense de istenmese de günlük nasibimiz haline gelen bütün bu yargı hataları, kafalarımızın çok .eski olmasındandır. Bachelard, kafa ların önyargılarla yaşıt olduğunu söylerdi. Düşünmek manevi olarak gençlcşmektir, "geçmişe ters düşmesi zorunlu olan ani bir dönüşümü kabul etmek"tir10 aynı zamanda. Entelektüellerimiz kültürel klostrofobi lerinden çıkmakta zorluk çekmektedirler. Düşüncenin arıtılmasını denemekte, sabit ve taşlaşmış bilgilerinin yerine açık, dinamik bir bilgi koymakta ve "nihayet akıla, i lerleme nedenleri sunmak"ta 1 1 zorluk çekmektedirler. Zira bu ente lektüellerin çoğu ikili bir yabancılaşma içindedirler: geçişim l osmose] yoluyla aldıkları -yani eleştirel düşünce yol uyla değil- yeni fikirler nazarında yabancılaşmışlardır ve özünü değil de -apaçık söyleyelim " akşamdan kalmalığı"nı muhafaza ettikleri halk kültürlerinin nazarında yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla, bir eksikliği bir diğerine karşı koya rak, iyi tanımlanmamış bir kimliği onun kadar muğlak bir yabancılaş maya karşı çıkararak, bunların birini diğeriyle değiş-tokuş ederek, tari hin kenarlarında, yani bir no man's landde asılı kalmaktadırlar. Param* Alter ego: Bütünleyici benlik. (ç.n.)
10. a .g . e . 1 L a .g . e .
ENTELEKTÜELLER 149 parça düşünceleri, aktardıkları kültürün bir suretidir: Avazı çıktığınca bağının ama sağlam hiçbir şey yaratmayan, sağa sola çarpan ama kök salacağı bir yer bulamayan bir sahte-kültür. Siyasal veya varoluşsal terci he göre değişen iki aşırı tepki de buradan doğmakıadır: ya kızgınlık tepkisi ki bu sizi kinci bir ideolog yapar, ya da başarısızlık tepkisi ki bu da hınca ve büyübozumuna yol açar. B u son duygu yeri geldiğinde mistik bir havayla birleşip yüce bir yararsızlığın izini taşır. Ü l kenin kültüründe, bu duygunun derin kökleri vardır. Örneğin to plumsal muhayyilede çok yaygın olan sufizmin imtina yolunu düşüne lim. Gobincau'nun her zamanki keskin görüşüyle ima ettiği bu duygu dur: " Dünyanın hiçbir değeri olmadığını, hatıa varolmadığını; kadın ve çocuk sevgisinin sahte olduğunu; sağduyulu insan ın, içine kapanması, kendisiyle yetinmesi ve ihanet edecekleri kesin olan arkadaşlara güven memesi gerektiğini; ve mutluluğu, güvenliği, hatalarının kolay affını, en m üşfik hoşgörüyü ve nihayet Tanrı'yı kendi nde bulabileceğini din leye dinleye yetişen, böylesi derslerle büyüyen ve bu derslerin böylesi ne evrensel bir şek ilde kabul gördüğünü gören insanların çoğunun, en saf egoizmi ve bunun bütün sonuç larını, yani en basitinden aile içinde, şehi rlerinde ve vatanlarında etraflarında olup bitenlere tam bir kayıtsız lıkla yaklaşmayı bir fazilet olarak görmemeleri olağanüstü olurdu." 1 2
B u ul usların, hükümetleri karşısında h isseuikleri küçümseme duy
gusunun nedenleri de burada anınmalıdır, diyor Gobineau. Burada Gobi ncau, çok hassas bir noktaya parmak basmaktadır. Bu topl umların
başarısızl ığı
bir tek hükümetlere y ük lenilebi l i r m i , yoksa bu
başarısızlığın nedenleri, kolektif ruhun kendini tekrarlayan yapılarını mutlaka biçi mlendiren kültürel öncel lerde de aranmalı m ıdır? Asyalı yönetimlerin yeteneksizliği ve kokuşmuşluğu muazzam olsa bile, din den, örf ve adetlerden ileri gelen ağırlıklar daha da fclçleşti ricidirler, çünkü " iktidarın meşru eylemlerini bile her an durduran" 1 3 da bu kös tcklerdir. Yöneticiler arasında hem yetenekli hem iyi n iyetli kişi ler bu lunsa bile -bu durumla sanıldığından daha sık karşılaşı l ı r-, bu in sanlar ister istemez başarısızlığa uğrarlar. Zira "kamuoyunun, yönetici lerin başına en acı biçimde kakl!kları şey de reform girişim leridir; ka m uoyu bu denemeler karşısında, eski si steme bağ l ı , çoğu zaman 1 2. Religions et phi/osophies dans /'Asie cenlrale, 1 3 . a . g . e . , s . 76.
s.
75.
150 YARALI BIUNÇ mantıksız ve yıllanmış olan işleyişler karşısında gösterdiği tahammülü göstermez" .14 Yüzyıl önceden gelen bu belirleme hala güncel olmakla kalmayıp, birçok açıdan akla uygundur; başarısızlık nedenlerinden birini göster mektedir. Her tür refonn girişimi alışkanlıkları sarsar şeylere bakışta ,
ki sabitliği bozar, bir tavır değişimini ve zihn iyetin elden geçirilmesi ni gerektirir. Atadan kalma direnç ve kem ikleşmiş eski modellere sı ğınma buradan gelir; çünkü eski modellerin ba'ikı larına maruz kalmak, aşın cüretkar olabilen refonnların yaratabileceği düzensizliklere maruz kalmaktan daha kolaydır; çünkü eski sistemlerin "yıllanmış i şleyişle ri" , şeyler üzerinde ağırlık yapan ve şu ölümlü dünyadaki ikametimizi bir dizi aşı lacak yıkım haline getiren kaderin bir parçasıdır. Evcilleşti rilmiş bir umutsuzlukla beraber yaşamak, olmayacak vaatlerde bulunan belirsiz umutlarda tat bulmaktan daha kolaydır. "Peşin peşin", günü gününe yaşandıkça, geleceğin kredisine ve kaçınılmaz olardk içinde ba rındırdığı başarısızlığa daha az güvenilir. Zira temel bir başarısızlık her yerde vardır: şeylerin akışını değiştinnedeki yetersizlikte; dünyanın ka derinin başka yerlerde kararlaştırılması olgusunda; derimize yapışan, a yaklarım ızda ağır zincirler gibi sallanan o kösteklerde. İrade dışı geli şen ve kaçınılmaz olan varoluşsal başarısızlık, engellemeleri haklı gösterir ve başkalarının başarısızlığına sinsice sevinir; öyle k i , top lumsal ve siyasal bütün başarılar, iyi hazırlanmış ve hak edilmiş bile olsalar, eninde sonunda kuşkulu bir başarı, oyunun kurallarını bozan bir şey durumuna düşerler. Cioran bir yerde şöyle diyor: "Ezilen halklar, eyleme geçmekten kaçınmak için kendilerini 'kader'in eline b ı rakırlar; kader hem negatif bir selamet hem de olaylan yorumlama yöntemidir;
günlük-kullanımlı
bir tarih felsefesi, duygusal temell i determinist bir görüş, yeri gel diğinde kullanılan bir metafiziktir." 1 5 Zira eyleme geçmeden, kılımızı d a kıpırdatmadan başarısızlıklar çevrimine tahammül etmemizi, kaçınılmaz olana tevekkül etmemizi ve göründüğü kadarıyla hiçbir anlama gelmeyen bir varol uşu göze al mamızı sağlayan da bu negatif selamettir. Ve Cioran şöyle bağ l ıyor: "Harcadığım iyi niyet ne olursa olsun, o [negatif selamet] olmasa, ha1 4. a . g . e . 1 5. La Tenıaıion d'exisıer, Gallimard, Paris, 1 986. s. 58.
ENTELEKTÜELLER 151
yatımı bu kadar örnek bir şekilde heba edebilir m iydim? Bunun için bana yardım etti, itti, cesaretlendirdi. Hayatta başaramamak o kadar ko lay değildir, bunu çok çabuk unuturuz; bunun için köklü bir gelenek, uzun bir hazırlanma ve birkaç kuşağın emeği gerekir. Bu iş bitirildi ğinde her�ey çok güzel işler. Size miras olarak yararsızlığın kesinliği kalır: atalarınızın sizin için alınteriyle ve sayısız aşağılanmaya uğraya rak elde ettikleri bir m ülktür bu. Siz talihliler, bundan yararlanırsınız, bunu gözler önüne serersiniz."16 Fakat Cioran'daki zihin keskinliğine sahip olmak, sadece kadere ma ruz kalmak değildir; kaderin sakıncalı mekanizmasını açığa vurup ka derden kunulmaktır da; böylelikle kader neredeyse savılmakta, Bhaga _vad Giıa da, çamurun içine batırılmasına rağmen, çirkefin dışındayken el değmemiş kalabilen lotüs çiçeği gibi olunmaktadır. '
4.
YARI-FELÇLi BiR BAKIŞ
Kendilerini kaderin eline bırakan, bütün eylem hevesleri geçen, talih sizlik sonucu tüm değerlerin yer değiştirdiği heterojen bir dünyada yaşayan ezilen halklar sonunda yarı -felçli bir bakış edinmeye başlarlar. Bu bakış hep yarı yarıya felç lidir: ötekini eleştirdiğinde kendisini ülküleştirir; bir şeye saldırdığında başka bir şeyi de kuL'iar. Aynı anda iki sicil üzerinde kalamaz; hem soran hem de cevap veren olamaz, yani olumlu ve olumsuz nedenlerin üzerinde, her tür nesnelliğe bağlı eleşti rel bir tutumu yoktur. Bu herkesi ilgilendiren bir durumdur, sanatçılar ve büyük yazarlar da dahil. Gabriel Garcfa Marquez'i Fidel Castro'ya kur yapmakla suçlamasın dan ötürü kendini kınayan Günter Grass'a yazdığı bir açık mektupta Maria Vargas Llosa şöyle diyor: "Edebi yetenekle zihinsel ustal ığın, siyaset söz konusu olduğunda zihin keskinliğinin teminatı olmadıkla rını hep savundum; örneğin Latin Amerika'da, yazarların hatırı sayılır bir kesimi demokrasiyi küçümser ve sorunlarımızın çözümü için Marksizm-Leninizm 'e bağlı çözümler savunur. " 1 1 Askeri diktatörlüklerdeki adaletsizlikleri ve demokrasilerde mümkün 16. a . g . e . , s s . 59-60. 17. Le Nouvel Observaıeur, 1 8-24 Temmuz 1986, ss. 5 1 -53.
152 YARALI BlLlNÇ
olan suistimalleri mahkum edip, sosyalist rejimlerdeki gerçekliğe göz yumulan bu durumu, Vargas Llosa manevi yarı:felç olardk adlandırır. Peki neden? Çünkü devrim mitosu hala eskisi kadar etkindir ve top lumdaki bütün kötülüklerin devası gibi sunulmaktadır. Bu yanılsama Gulag'ın sert gerçekliğini, Prag İlkbaharı'nı, yüz binlerce Kübalı'nın ülkelerinden kaçışını görmeyi engellemektedir, özellikle de ente lektüellerin, bu ülkelerdeki güçsüz genç demokrasileri yarı-ölçülere başvurmadan desteklemesini engclleme.ktedir. Öte yandan demokrasi sözcüğü, kafaları karıştıran kullanımlardan ötürü değersizleşmiş bir sözcüktür. "Kaddafi'den Humeyni'ye, Kim lt Sung'dan General Stroess ner'e kadar"1 8 herkes demokrasiden yana olduğunu söylemektedir. De mokrasi ler entelektüellerin koşulsuz desteğine güvenebilselerdi belki de daha az kırılgan olurlardı, ama birçok entelektüel, gerici otardk "şey tanlaştırılma" korkusuyla pes etmekte ve demokr,uik girişimlere katıl mamaktadır. Örnek olar.ık 1980'de kurulan ve o zamandan beri şiddetin ve terörist tehl ikenin ayrıcalıklı hedefi haline gelen genç Peru demok rasisini alalım; bu örnek de gösteriyor ki terörü yaygınlaştıran örgüt, bu durum özelinde Aydınlık Yol, köylüler arasında ya da fabrikalarda değil, üniversite çevrelerinde ortaya çıkmıştır, yani öğretim üyeleri ve öğrenciler arasında; bu insanlar, "şiddeti 'tarihin ebesf olarak çılgınca haklı göstermelerinin, bugün Peru'da yaşanan kan gölüne yol açacağın dan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır". 19 Vargas Llosa en kusurlu demokrasilerin bile, entelektüellere, en yumuşak sosyalist rejimden daha çok özgürlük bıraktığını belirtir. Bundan dolayı da, bir sürü siyasal tutuklu bulunan, hiçbir eleştiriye karşı hoşgörü gösterilmeyen ve entelektüellerin sürgüne gitmek zorun da kaldıkları bir rejimin şefine kur yapmasının, Garcfa Marquez için utanç verici olduğunu belirterek bitirir yazısını Llosa. Böylesi durum larda büyük yetenek sahibi olmak hafifletici deği l ağırlaştırıcı neden lere girir. "Garcia Marquez gibi bir yazarı, Küba rejimi karşısında aldığı tavra neyin ittiğini anlamıyorum. Zira onun katılımı ideolojik dayanışmayı aşmaktadır, çoğu zaman dalkavukluk ve dinsel yobazlık biçimlerini göze almaktadır. "20 1 8. a .g . e .
1 9. a . g . e . ,
20. a . g . e . ,
s. s.
52. 53.
ENTELEKTüELLER 153 Penılu yazarla birlikte ben de, eski rejime muhalif olup, sonra yeni rejime karşı da tavır alan bazı revaçta entelektüellerimizin yurtdışına çıkar çıkmaz, daha da hoşgörüsüz başka bir rehberin kollarına neden atıldıklarını anlamıyorum. Başka bir deyişle, ismini hak eden bir ente lektüel iıa'iıl olur da, Halkın Mücahitleri gibi, işleyişi en sapkın tari katlara benzeyen, karizmatik şefle karısının mistik evliliklerinin hem tarihsel bir olay hem de ideolojik bir devrim gibi kutlandığı bir siya<;af hareketin dava'>ıyla birleşebilir? Akıl ha<>talıklarını tedavi eden, ruhsal kökenli bedensel bozuklukları hafifleten ve yeri geldiğinde beyin yıka mada güçlü bir yardımcı gibi etki eden, tedaviye yönelik bir ideolojidir bu. Saygın olmaya çalı şan entelektüellerin geçerli bir açıklama göstermeden, lideri, Peygamber'in sesi haline gelmiş, liderin evliliği, kurucu bir kut<>al-evlilik eylemi haline gelmiş, yetkileri (Ortaçağ hükümdarları gibi) cin çarpmışları veya cüzzamlıları iyileştiren kera metli bir karizma haline gelmiş olan bir harekete bağlanmaları, başlı başına vahim bir patolojik vakadır. Bu olgu nasıl açıklanabilir? Bu en telektüelleri oportünistler, sahtekarlar ya da ikbal avcıları olarak nitele mek bizi fazla uzağa götürmez. Belki kimileri gerçekten öyledirler. A ma kimileri de hakikaten samim idirler ve ruhlarındaki tüm temiz coş kuyla inanırlar. Dert de burada başlamaktadır. Böylesi bir sahtekarlığa nasıl inanılabilir? Derin bir kırılmadan doğan o acılı gerçeklik dışında neyle açıklanabilir? Bu kırılma farkl ı biçimler almaktadır: bakıştaki yarı-felçlilik biçimi, davr.ınışlardaki şizofreni biçimi ve nihayet, don m uş tavırları taklit eden arkaizm ile ilerlemeci fikirlerin sahte modemliği arasındaki ayrılma biçimi. En azından şaşırtıcı olan bu ka tılımda, şiddetin olduğu haliyle pu tlaştı rı lm as ı yatmaktadır belki de. Kuş beyinli militanların gözüpekliklcri, fedakarlıkları , intiharı andıran tavırları bu entelektüelleri baştan çıkarmaktadır; hareketle seve seve öz deşleşmekte ve yaratıcılıklarının iğdiş edilmesinin ödünlemesini, şehit olma iradeleri ve erkeksi bütünlükleriyle her tür eleştirel, hatta pratik incelemenin dışında kalıp kendinde değer haline gelen aşırılıkçı süper kahramanlara yapılan bir geçişimde bulmaktadırlar. Vargas Llosa'nın sözünü ettiği yarı-felçliliği yaratan da çok sayıdaki bu karşıtlıklardır. Bunun yetenekle bir ilgisi yoktur. Hem büyük bir yazar olunup hem de tutarsız olunabilir.
154 YARALI BİLiNÇ B u konuda Octavio Paz, Latin Amerika'nın zihinsel olarak ikinci el den yaşadığını belirttikten sonra şunu ekliyor: " 1 8. yüzyıldan beri müziğe ayak uyduramaz olduk, kimi zaman da, 'modemist' dönemde olduğu gibi, günün modası olan tek ayak üstünde dönüşlerin peşine takı l may ı denedik ... Uyum sağlamadaki yeteneksizliğimiz, dosdoğru söylenirse, eşi olmayan eserler üretti. İstisnai niteliğini hak eden eser ler. Düşünce, siyaset, kamu ahlakı ve topl um sal yaşam alanlarında ise aksine, ayrıksılığımızın zararlı olduğu onaya çıku."2ı Buna karşılık, düşünce alanında müziğe ayak uydurmak gerekir, olaylara uyum sağla mak, tarihin hareketleriyle birlikte evrim göstermek gerekir, yoksa yan/arruısına uyumsuzluk çarpıklıklar üretir, giderek de yarı-felçli bir bakışa ve sahte bir bilince yol açar. B u sahte bilinç, dünyayı kendine özgü kavrnmsal çerçeveye göre yeniden yorumlar: sabit bir fikir hali ne getirilerek tözleştirilmiş ideolojinin, şeylerin öbür yüzüne ayak direr hale geldiği tıkanmış bir alan olarak süreyi uzaysallaşunr. Bir harekete ya da herhangi bir şefin kişiliğinin putlaşunlmasına dinsel bir şekilde katılan entelektüelin tavrı bence psikolojik olarak da, ruhsal olgun laşmamışlığı ele verir: yalnızlık ve kendini sorgulama riskinden çeki nen az-gelişmiş bir benliğin bütünleşme ihtiyacı, bir sığınağın emni yetli kozasına kapanı vcrir. Bu sığınak, aile olmadığında Kabile olabi lir; bu da olmazsa Parti veya Tarikat olabilir. Bu sığınağa rahat rahat kapanı ldığında, olgulara hiçbir şekilde tekabül eınıeyip ma<>keler haline -ama gözyaşı ve pişmanlık olmadan, hatta bell i bir bilinçsiz huzurla birinin yerine bir diğeri konabilen maskeler haline- gelen fikirler dışarıya doğru yansıtılır; çünkü tüm bu maskelerin ardında annesinden ayrılmaktan korkan titrek bir çocuk saklanmaktadır her zaman. B undan dolayıdır ki karşıtlıklardan pek çekinilmez. İnsan sığınak.tayken, kim senin önünde kendini haklı ç ıkarma i htiyacı duymaz. Marksizm'le bağ lar koptuğunda seve seve AB D'ye ya da A vrupa'ya sığınılır, yani o ka dar nefret edilen kapitalizmin kötülük y uvasına; Gelenek' in deniz kızla rıyla sarhoş olup Berkeley ya da Harvard'a girilir, ama Kum ya da Ne cefteki ilahiyat okullarına gidildiği çok enderdir. Ama ne yapılırsa ya pılsın, hep masumiyet içinde yapılır, çünkü sorumluluk yok�ur. So rumluluk ancak ahlaksız ye tişk inl ere vergi bir şeydir, czclı bilinçsizlik bahçesinde ezeli bir oyunu oynayan ezeli masumların işi değildir. 2 1 . la Fleur sacri!ege, Gallimard, Paris, 1 984, s.77-78.
il
İDEOLOGLAR
Asya v e Afrika uygarlı kları, birkaç yüzyıldır gezegenimizin görünü münü dönüştüren tarihsel altüst oluşların kıyısında kalmışlardır. B u değişimleri aracılardan almışlardır: n e modernliğin devindirici yuvası na, ne de tükenmez diyalektik canl ılığına g irebilen bu uygarl ıklar, modernliğin kültürel yan ürünlerini tüketmeye indirgenmişlcrdir; bu ürünler arasında hemen tüketilmeye hazır dondurulmuş ideolojik paket ler vardır, öyle ki zamanla, bütün biçimleriyle ideoloji en iyi ithal edi len madde, iki dünya arasındaki karşılaşma noktası ve edindikleri tak dirde Batı-dışı uygarl ıkların tarihte hala bir rol oynayabilecekleri yegane düşünce biçimi haline gelmiştir. Ama başka bir yerde de söylediğim gibi: "İdeolojileri belirleyen yapılar sekülarize olmuşlardır, biçimi ne olursa olsun her tür zihinsel içerik, ideolojilerin kapalı sis
teminin kalıbına bir kez döküldükten sonra, bir yandan kendini bozul
mamış i lan ederken, öte yandan bu biçimi benimseyecek, bilinçsizce Batılılaşacak ve sonuç olarak sahte bir bilinç haline gelecektir. Goşist ideolojilerin -en çok ütopya yüklü ideolojilerin- Üçüncü Dünya'da ki çarpıcı başarıları bununla açıklanabilir; bununla açıklanabilecek en az bunun kadar önemli bir diğer öneml i olgu da, ideolojilerde yaradılış tan gelen dogmacılığın, ancak ideoloj ileşerek sekülarize olabilen bu uygarl ıklardaki dinsel kafayla yetinmesidir; tarih macerasını ve Aydın lanma'nm bi limsel-teknik çağını da tanımayan bu uygarlıklar, Batı'da kuvvetli dogmalaştırmaların tehlikeli aşırı l ıklarına engel olmak için telafi edici bir panzehir oluşturan eleştirel yetiye de karşı ç ıkmaktadır-
156 YARALI BİLİNÇ
lar."22 Kuşkusunu her tür bilgi arayışında bir silaha dönüştüren ente lektüelin m utsuz bilinci nazarında ideoloğun, keskin a priori'lerin yardımıyla kurulan sarsılmaz kesinl iklere sahip olma avantajı vardır. Hcrşeydcn önce kavgaların üzerinde konumlanan ve en üst hedefi kur tuluş olan bilge nazarında ideolog, belirli bir inanca somut olarak bağlanmıştır. Doğruyu elinde bulundurduğunu zanneden insanların i nancına sahiptir ve kendine kafa tutulmasına ya da bu doğru üzerindeki tekelinin tartışma konusu yapılmasına katlanamaz. Öte yandan, ente lektüellerimizin çoğu endişe verici bir eleştirel güç eksikliği çektiğine ve gerçekliğin birçok cephesini boşlayarak kesin yargılarda bulunma eğiliminde olduğuna göre, entelektüelle ideolog arasındaki ayrım çiz gisinin pek belirgin olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu belki Batı top lumları için de geçerlidir, ama Batı'da ��nd�J'.apıl_an ���ar5�k. . eleştiri vardır ki sonunda, insanlarda her tür düşünce ekolü virüsüne karşı birtüfbaj�t ık geiiŞffi'CktCd!f. ...\vılıpaodida, en nailiC-k.üillılar
İDEOLOOLAR 157
akla gelebilen her tür s_arpıklıktan acı çekip, bir de bunları pratiğe gcÇ imicy(�ffiall.kiŞiiCı'.. ifra.··t>ıi-öokiacia, l'ikTriCrill.yarariıTiğlktirnmsal olarak dile getirilmelerinden daha anlamlıdır. Toplumsal ve siyasal sonuç larından bağımsız olarak, olduğu haliyle sorunun anlamı, göründ üğü kadarıyla, düpedüz yararsız demesek bile kısır soruların alanından doğmaktadır. 1 . BENMERKEZLI BiR BiLiNÇ
Mizacı gereği aşırı aktif olan ideolog rahatlıkla radikallerin kampına kayabilir, hatta -koşulların yardımıyla- bir terörist de olabilir. Ama her ideolog ille de ateşli bir militan değildir. Kenarda kalıp, temkinli ve ölçülü bir şekilde hareket edebilir, bir yandan da kafaca ideolog kalır; yani dışarıyla ilişkisi kesik benmerkezli bir bilincin kapalı siste mi içine kapanmış biri olarak. İdeologlar genellikle, modernliğin kök salmadığı, törelerin yaninda yaşama hakkını elde etmediği ve aksak adımlarla ilerlediği topraklarda daha kolay yetişirler. Kısacası, modem çağın başkalarının e liyle girdiği ve düşünürlerin büyük değişimler şenl iğine katılmadıkları dünyalarda. Bundan ötürü ideolog ani mütasyonları ve zamandaki başkalaşımları sevmez. Diyalektik-karşıtı ve tarihsellik-karşıtıdır. Bakışın şeyleştirilmesi ve kendinin ülkülcşti rilmesi doğal kategorileridir. Kendini tehdit altında hissedip her yerde komplolar görür ve bundan ötürü de Manihcist'tir. Bilge için zihinsel kopma, entelektüel için öğretisel hoşgörü ne kadar doğalsa, ideolog için de Maniheizm o kadar doğaldır. İdeolog zaman içinde değil, mekan içinde yaşar. Zamanın hareketini her şeyin yerli yerinde olduğu donmuş bir mekana döndürdüğünde, ken dini ancak evinde hisseder. Bu mekanda, örneğin kötüler solda, iyi ler sağdadır; geçmişin bitmiş biçimleri arkada, ütopya yollarını süsleyen değişmez işaretlerine kadar görünür ve şeffaf olan bir gelecek ileridedir. İdeolog ilerlemeye inanır, ama tüm çarkları bilinen bir tarihin ver diği kararlarca belirlenen ve önceden kestirilebilen bir ilerlemedir bu. Bu tarih öylesine şeffaftır ki artık çizgisel değildir, zaman zaman "aklın hileleri "ni ortaya döker, ama aynı anda bin bir biçimin yayılmasıyla hem enlemesine hem de boylamasına akar; sanki geçmiş,
158 YARALI BiLiNÇ şimdiki ve gelecek zamanlar dünyadaki yegane sahnede yan yana gelip, özel davetli seyirci olan ideoloğa kendilerini göstermek için dizilmişler gibi. İdeolog için herşey tanıdıktır da. Kahini andıran bakışı, önceden görülmüş ve önceden bilinmiş şeyleri barındırır. Sağla ya da solla, ile riyle ya da geriyle özdeşleştirme eğilimi de buradan gelir. Üst üste ge len bu özdeşlcştirmeler, Z(IJJ) anın
ve mekanın,
yüzyılların ve toplum
ların üzerinde daldan dala atlayabilir. Bir yerde, düzen ya da gruplar arasında bir katmanlaşma, toplumsal bir farklıla�ma kuşkusu olur ol maz, orada hemen kesin biçimini almamış bir sınıf m ücadelesi tespit edilir. B ir yerde, en sıradan olgular hakkında bir nabız yoklaması söz konusu olduğunda, orada hemen nüve halinde bir demokrasi tespit edi lir. Şu anda savaşılacak bir düşman bulunduğunda (bu durum özelinde emperyalizm), bir de bakarsınız bu
düşmanın
gelmiş geçmiş bütün
kötü maceraları gizli bir bilimin yardımıyla bilinmektedir. Zira, özel davetli seyirci olan ideolog dünyanın merkezidir. Bir gözüyle uzak geçmişi yoklarken öteki gözüyle geleceği görmektedir, Ş iva'nınkine benzer üçüncü gözüyle de önüne geleni, zamandan bağımsız bir çakış mayla hcrşeyin kendini açığa vurduğu çevre mekanına aktarır. ideolog, tıpkı mistik gibi, boşluktan tiksinir. Fakat, mistik kendini evrensel bütün içinde hiçleştirmeye susamışken, ideolog kendini tari katlara, kabilelere, kapalı ve korunmalı ekollere seve seve kapatır. Entclektücldcki kuşkucu çatlama, mesleki nevroz , şeylerin parçalara ayrılması, çemberlerin birbirinden kopması, alanların ayrılma-;ı, temel lerin ve fikirlerin dağılması, kısaca-;ı çözümlemenin gerektirdiği bütün eritici çalışma ideoloğu korkutur. ideolog varlıkla yokluk, mitosla akıl arasında asılı kalamaz; orta mekanların aral ıklarına baş dönmesine kapılmadan giremez. Muğlak durumlar, konumların ikiyanlılığı, kendi kaynaklarıyla sınırlanm ış bireyselliğin yalnızlığı onu aşırı derecede sarsar. Ona, ne pahasına olursa, yalnızlığın kötü ruhlarından korunmak için koruyucu bir koza gerekmektedir. Bir sürü tanıdık fikir tarafından aşırı korunmalıdır. Din değilse, asırlık dogmalardır bunlar. Tanrı değilse, Tarih'tir; Peygamber değilse, gün boyunca kafamıza çekiç gibi inen siyasal propaganda dilidir, medyaların sürekl i yinelemeleriyle güçlendirilen tekdüze mesajlardır. Sonuç olarak ona, aşırı yalın olup, dağ manzaralarındaki çıkıntıları oluşturan kayalar gibi sağlam olan bir kaç fikir gerekmektedir.
1DEOLOOLAR 159
İdeolog bıçağın keskin tarafında ip cambazı gibi yürüyemez. Aynı anda birkaç sicilde bulunamaz. Nüans sanatından, ince dozlar ve diya lektik sanatından iğrenir. Ona net ve iyice kesilip atılmış durumlar gerekir: ya bu ya da şu. İndirgemeci bakışı buradan gelir, görünür ta rihsel tutarlılığıyla ideoloğun mizacına yakın gelen bir tür kaba Mark sizm'in sarsıcı başarısı da buradan gelir. Sınıf mücadelesi mi? Her kö şede önüne çıkıp bütün çözülmemiş bilmeceleri halleden, güç dengele rini açığa vuran, sömürücülerin sefilliğini, m ülk sahiplerinin horgörü lü küstahlığını ilan eden, evrensel fesat hesabına ülkelerine ihanet eden yöneticileri gün ışığına ç ıkaran bu temel motorla herşeyi açıklamak ne umulmadık bir mutluluktur. Tarihsel determinizm mi? Herşeyin ku sursuz bir mantıkla birbirine bağlandığı, hiçbir şeyin tesadüfe kal madığı, süreç bir başladığında herşeyin dönüşsüz bir akışı izlediği tarih hareketinde herşcyin yazılı olduğunu bilmek ne büyük bir düşcştir. E zilenlerin, baldırıçıplakların, istenmeyenlerin, her konuda hüküm süren çok güçlü büyük tekellere satılmış o burjuvazinin kurbanı olan tüm sömürülenlerin tarafında olduğunu bilmek de ne tesellidir. 2. ARAC/N TANRILAŞTIRILMASI
İdeolog, aklın sınırları içinde kendini rahat h issetmez, insanın olay ların ötesine gitmedeki yetersizl iğinden tatmin olamaz. Ona, bir yumağı çözer gibi dünyanın akışını çözecek ilk nedenler, numenler, tözel gerçeklikler gerekmektedir. Aracın tanrılaştırılmasını haklı çıkaracak her şey iyidir: Halk, Irk, Devrim, Tarih, Komünizm. Her şey mitolojik bir doğrunun saygınlığını kazanabilir, sahte-ilahiliğe dönü şebilir. Laik fikirleri mitoloji leştirme eğilimi ve varlığın bir parçasını, bir alt-bütünlük haline getirmek için tö;.lqtirme eğilimi de buradan gelir. ideoloğu, entelektüelden ve mistikten ayıran da bu eğilimidir. Mistik -en azından geleneksel biçimiyle mistik- mitosların ve görüntülerin gönül gözüyle görüldüğü bir dünyada yaşar; bunlar, gele neksel diye adlandırılan uygarlıkların zihinsel mekanını oluşturan bu zihinsel gerçeklik-ötesi'yle kusursuz olarak bütünleşmişlerdir. Modern lik ve sekülariza-;yonun eserleri olan Ruh ve Zihin, M itos ve Akıl ara sındaki bölünmeler, bu uygarlıklarda gerçekten de henüz gün ışığına
160 YARALI BlLlNÇ çıkmamışlardır. Bu iki gerçeklik dizgesinin ortak bağları
Varlık'ın gi
zemi tarafından muhafaza edilmiştir. Galilei-öncesi mistik insanın gö
rüşünde akıl ne kadar mit-;else, m itos da o kadar makuldür. Kozmik
zekayı İlk Evrimleşen'e çevirdiğinde Hint felsefesinin ilan ettiği, Va hiy Meleği'yle filozotların aracı zekasını özdeşleştirdiğinde İslami
düşüncenin ilan ettiği de bu özdeşleşmedir. Kafadaki bu Figürler'in or taya çıkuğı alan, aklın mitsel bir biçime bürünürken mitosun makul
Ieştiği etkin Muhayyile alanıdır. Muhayyile, iki dizgenin simgeler bi
çimi altında uzlaştığı ve ruhun kendisiyle mstlaştığı ortamdır.
•.
yani
göksel
karşılığıyla
Fakat modernlik, ruh hazinelerini koruyan bütün güvenlik kilitleri
ni parçalamıştır. Gökyüzünü ruhsallıktan uzaklaştırarnk, yani göğü ıssızlaşurarak ve basurılmalarla dolu bir bilinci kalabalıklaştırarak mi
tosla akl ın ortak bağlarına son darbeyi vurm uştur. Kuşkusuz
kaç ınılmaz olan bu nihai ayrılmanın yapıcı ve yıkıcı sonuçları
olmuştur. Doğa bilimlerinin onaya çıkmasına olanak verdiyse, insanın
ruhsal dengesine de karışıklık sokup, onu ncvrotik bir varlık haline ge tirmiştir. O andan itibaren bu iki gerçeklik dizgesinin (mitos ve akıl)
ortak bağlarına modem zamanlarla birlikte, karşıtlıklarının diyalektiği
karşı çıkacaktır. Ama, Aydınlanma diyalektiği üzerine dikkat çekici
e..crlerinde Adomo ve Horkheimcr'ın bize öğrettikleri gibi, bu karşıtlık iki ucu keskin bir alettir. Mitos daha o zamandan akıldır, arna akıl da
m i toloj iye dönebilir. Başka bir dey işle, simgesel görüntül
�altılmış
ve diyalektikten yoksun kalmı_ş_�ir dü��Q(l,!_akll_!!litosa
döndürmeye yönelik bir eğilim vardır. İdeoloğun Maniheist tutumunu
y
[
bCslCyen de, nercde �do al olan -bu sapkınlıktır. Zira, hizip çekiş
melerinin daracık sınırlarında bütünlüğün buruşturulduğu bir dünyada,
ideolog bütünlük anıyışmdadır.
Bu sapkınlığın tarihini sergi lemek için Adomo ve Horkheimer
Ulysses mitosunu anlaurlar. Animizmin büyülerinin ve mitsel güçle
rin elinden kurtulan kurnaz Ulysses kurban edilmekten, ancak görünür
de öyleymiş gibi yaparak kurtulur. Doğa güçleri karşısındaki bu kur nazlık,
Aufklarung'un aydınlanmış aklının bizzat kökenidir. Ulysses,
benliğini ileri sürerek doğaya hükmeder, ama doğa, onun aklını mitosa
döndürerek, amçsallaşmış ve içeriği boşaltılmış aklını en azgın içgüdü lerin hizmetindeki bir araç haline getirerek intikamını alır. Yazar-
lDEOLOOLAR 161 lanmız şöyle sonuçlar: "Karşı konulmaz ilerleme ile karşı konulmaz baskının uğursuzluğu. "23 Peki öyleyse bu trajik diyalektiğin çıkmazın
dan nasıl çıkılır? Eleştiri sayesinde bıçağın keskin ucu üzerinde kalarak ve her tür ideolojik kimlik engelinden kaçınarak. Adomo'nun, diyalek tiği "kimlik-sizliğin kesin bilinci "24 olarak nitelemesi, bence hakiki entelektüelin tanımı olarak yorumlanabilir. Zira hakiki entelektüel, karşıtlıkların ötesinde kökensel ortak bağları (mitos ve akıl) yeniden bulan bilge-mistiğin aksine, ya da aklın soysuzlaşmış serüvenlerini
yeniden mitolojileştiren ideoloğun aksine, kahramanca, kimlik dışılığın açık yarasına perçinlenmiş olarak kalır, herhangi bir düzenle bütünleşmeyi ve her tür kolektif bütünlüğe boyun eğmeyi reddeder; Hegel'ci bütünlüğü de, sınıfsız toplumu da; ve böylelikle, sonuç ola
rak bireyin yegane, indirgenemez tekilliğini kurtarır.
3. JK/Il iNDiRGEME Kargaşanın üzerinde kalan bilge-mistiğin yoluyla c. �eştirel ente lektüelin kahramanca yolu arasında kalan ideolog, ancak karma bir çözümü seçebilir: aptallaşmış bir aklı yeniden mitolojileştirmekten ibaret olan çözümU. Dünyanın bizim bölümümüzdeki düşünürlerin çoğunun bilge ya da entelektüel olamayıp ideolog olmaları bundan ötürüdür. İdeoloğun hakiki bilgileri yoktur, alt-bilgileri vardır. Ace leyle tasarlanmış bilgi parçalan ve kaba çizgilerle çizilmiş dar görüşleri eyleme sokulmak zorundadır. Kafaları alevlendirmek, dünyanın çehresini değiştirmek, duygusal salgını yaymak zorundadır. Dönüp dolaşıp yinelediği, yeniden gevelediği, havada yaygın bir ideo loji gibi her tür bağlamın dışında yayılabilen aşırı basitleştirilmiş söylemi, tüm eğilimleriyle bütün radikaller tarafından benimsenebil mektedir. Örneğin İran'da herkes kendine uygun bir şey bulmuştur. Kral-Halk diyalektik öğretisini geliştirmek istediğinde, krallık rejimi bile eski tüfek Marksistleri yaygın olarak yardıma çağırmıştır. Alman hazırlop kategoriler kafaları biçimlendirivermiş ve algı ye timizin içinde, idrakımızın a priori yapılan haline gelen kalıplar oluş23. La DiaJectique de la raison, Galliınard, Paris, 1 974, s. 5 1 . 24. Th. W . Adorno, Dialectique Negaıive, Payot, Paris, 1978, s . 1 3.
162 YARALI BlLtNÇ tunnuştur. Bütün felsefi, siyasal ve toplumsal söylemler ancak bu ka tegorilerin, kuru bir şekilde işlemsel değerlerine indirgenmiş bu kate gorilerin içinde vücut bulmuştur. Yetmişli yıllarda İslam'a ve dinsel kimliğe geri dönüş tarzındaki kimlik söylemleri, önceden varolan ideo lojik sahaya aşılandığında bu iki söylemin kaynaştığına tanık olun muştur; bunlar, hem sözüm ona kültürel kimliği hem de toplumsal siyasal talepleri tatmin etmelerinden ötürü ancak acaip bir karışım oluşturabilirlerdi. İdeologlar, ülkenin toplumsal-kühüreltüm ikilemlerini çözebilecek hazırlop fikirleri biçimlendinneyi böylelikle başardılar. Ve aynı sayede yeni ve saldırgan bir başkalaşıma uğramışlar ırkının ortaya çıktığı görüldü. İdeologların birçok ortak noktası vardı: parçalı bilgilerinin kuruluğu, hınçlarındaki cırtlak duygusallık, özellikle de dünyayı temsil etme biçimlerindeki aşırı basitlik. Böylelikle fikirler ikili bir indir
geme
uygulayarak etki ediyorlardı: i lerlemeci kategoriler işlemsel
düzeylerine, geleneksel kategoriler duygusal düzeylerine indirgeniyor lardı. Duygusallıkla fikirlerin işlemsel bedelinin birleşmesi, kendine özgü hiçbir metafizik çerçeve içinde kalmadan, anlayışlarını şimşek hızıyla yaymalarına olanak verdi. Başkalaşıma uğramışların en tipik soyu olan ve en onurlu dölleri Halkın Mücahitleri olan Marksist-Leninistler'e gelince: En etkili iki grup olan Marksistler ile Dincilerin söylemlerini acaip bir karışımda birleştirerek pratiğe koydular. Marx ile Peygamber birleştirildi ve dün ya devrimi, kibirliler rejiminin yıkılmasını coşkuyla beklemekten baş
ka bir şey yapmayan Beklenen İmam'ın [imam-ı muntazar] ahir günde ortaya çıkışının bir prelüdü haline getirildi. Cebrail Aleyhisselam'a ge lince, o artık ne muhayyilenin m itsel topraklarında, ne bilgelerin içe doğuşlu rüyalarında, ne peygamberlerin haleli hayallerinde aranmalıydı,
çünkü
o, karmakarışık sakalıyla, euen ve kemikten yapılmış olarak
buradaydı, silahını çaprazlamasına asmış dünyanın tüm mahıumlarının kurtuluşu için yanımızda savaşıyordu.
III TEKNOKRATLAR
Bir bütün olarak teknokratlar, modem toplumun bilimsel, ekonomik, siyasal ve teknik çemberlerinin işletmecileridirler. Güçlüdürler, çünkü üretimi ve üretimin yerine getirilmesini program larlar. İşgörürlüğünü temin ettikleri dünyanı r birer sureti olarak kişiliksizlcşmişlerdir. B ütün k işisel yananlamlardan yoksun bir işlevi simgeleştirirler. Düzenini cisim leştirdikleri teknik ve bürokratik rasyonalite gibi onlar da üretimin etik erekliğine kayıL<>ızdırlar. Üretimini denetledikleri fabri kanın silah tüccarları için silah, araştırma laboratuvarları için hassas aletler, ya da bebekler için gıda maddeleri üretmesi onlar için pek far ketmez. Öyleyse teknokrat, üretimin hizmetine sokularak alçaltılmış
aklı, yani içerikleri boşaltılmış kavramların basit b iç im se l kılıflar ha line geldiği araçsallaştırılmış bir aklı temsil etmektedir.25 Çarkının dişlilerinden biri olduğu kuruluş ya da devletin ideolojik amaçları karşısındaki kayıtsızlığı da bumdan gelmektedir. Depolilize olduğu an lamına gelmez bu; işlevindeki özgüllüğün, onu her tür ideolojik ko numlanmadan muaf tuttuğu anlamına gelir sadece. Ş u veya bu siyasal sistem tarafından aynı rahatl ıkla kullanılabilir. Zira yapısal olarak işgörür, yararlı, verim l i olmalıdır ve hepsi budur. Ruh hali, ruhsal
kültürel veya siyasal kişiliğinin boyutları pek hesaba katılmaz.
Zaten teknokrat, geçerli ideolojilerin atmosferiyle uyum içinde ka lır, oportünistleşmcden, geçişim yoluyla bunlardan etkilenir. Örneğin İran'daki eski rejimin SAV AK'ı kolaylıkla yeni rejimin SAV AMA'sı25. Max Horkheimer, L'Ec/ipse de la raisorı, Payot, Paris, 1 979,
s.
17 (fürkçe'de:
Akıl Tutulması, Çeviren: Orhan Koçak, Metis Yay., lst., 1 990 [2. basım)).
164 YARALI BlLlNÇ na dönüşmüştür ve aşın hassas bazı büroların dağıtılması dışında me
murların çoğu, fazla pürüzle karşılaşmadan tüfeklerini bir omuzdan
diğerine geçirm işlerdir. Aynı şey İran Ulusal Petrol Ş irketi'nde (NIOC)
çalışanlar arasında da yaşanmıştır; üst düzeyde yapılan bazı göz alıcı tasfiyeler dışında şirketi yöneten teknokrnllar yapısına neredeyse el
değdirilmemiştir. Bu olay, bu teknokratların kişisel siyasal tercihleri
olması olgusunu ve ideolojik inançların ın bir rej imden diğerine değişebilmesini dışlamaz. Böylelikle, örneğin eski rej imin teknokrat larıyla İslam Cumhuriyeti'ne gönüllü olar'1k katılan bugünün teknok
ratları, aynı işlevleri yerine getirmekle birlikte, kültür, tarih ve Batı
karşısında aynı tavrı almazlar. Eskiler klasik ve İ slam-öncesi kültüre nostalji duyan Batı yanlılarıyken, yeniler, aksine, dinsel kültüre özel
bir ilgi göstermektedirler ve kesin olarak Batı aleyhtarıdırlar - en a
zından görünüşle. Öte yandan, modem toplumlarda teknokratın işlevi, diğer çember lerle, özellikle de hükümet ve kültür çemberleriyle (Daniel Bell26) o lan bariz ayrışmaları açığa vurur. Zira bu farklı çemberler, farklı değiş
me ritimlerine uyarlar ve toplumdaki çeşitli karşıtlıkların sorumluları
olan, kimi zaman ani ve sinsi uyumsuzluklar gösterirler. Duygusal,
kültürel ve hukuksal içerikleri boşaltıldikça işlev, soyut olan matema tik ve teknik alanlarına yaklaşır ve ereklikler karşısında gitgide yan
sızlaşır, sonuç olarak da her tür ideoloji tarafından ele geçirilebilecek
hale gelir. Özgürlük ve eşitlik kaygısını sürekli taşıyan hukuk adamı ile teknokrat arasında doğal bir karşıtlık vardır; teknokratlar, yaptıkları işlerin yarattığı zararları, yani üretim güçlerinin acımasız düzleşme
sinden doğan yabancılaşmaları ve kişiliksizleşmeleri açıklamak duru munda olan entelektüelle de zıtlaşırlar.
Kapitalizmin ortaya çıktığı ve geliştiği ülkelerde zaten varolan bu
gerilimler farklı kültürel alanlara aktarıldığlnda sarsıntılara, altüst
oluşlara ve hatta şiddetli çelişkilere yol açarlar. Zira bu alanlarda üç çember ne kesin çizgilerle ayrılmıştır, ne de iyi eklemlenmiştir; Batı'
daki gibi özerk statülerden ve bir tür güç dengesinden yararlanmazlar.
Burada kültürel çemberin öylesine toparlayıcı bir mevcudiyeti vardır ki diğer iki çemberi gölgede bırakır ve böylelikle işleyişlerini gözle görü lür düzeyde engeller. Dinin her alana sıçradığı ve kendi kafasına aykırı
26. Les Conıradicıions cu/ıurel/es du capiıalisme.
TEKNOKRATLAR 165 bütün girişimleri n , otosansüre uğramadıklannda, daha başlarken ukandığı İslam ülkelerinde kültürel çember herşeyi felce uğratmaktadır. B uralarda din, toplumsal ve hukuksal alanları Tanrı'nın ya,.mana göre yönetmeye çalıştığı kadar, ekonomiyi de İslamileştirme çabasındadır. Modernliğin bu ülkelerdeki icraatı başından beri bir ölçüde, dinsel kültürün dört bir yana yayılan varlığına karşı teknik-ekonomik ve hu· kuksal çemberlerin gitgide geliştirilerek düzenlenmesi olmuştur. G ünümüzde, yeniliklere en çok karşı koyan ülkeler bile sanay ileşmenin ön bilgilerinden vazgeçememekledirler, en azından askeri alanda. Dolayısıyla her yerde teknokmtlar vardır, yerine getirdikleri tek nik ve yararcı işlevler gereği , mesleklerini entelektüellerden daha i�l:"örür bir şekilde, hatta daha titizl ikle yapmaktadırlar. Zira teknok nıuıı işlevi, yukarıda da dediğimiz gibi, aklın araçsal laştırılmasıyla sı nırlı bile olsa, entelektüel, kendine düşen görev olan eleştirinin düze yinde kalamamaktadır.
I . KÜLTÜR KARŞISINDA IKIYANLI BiR KONUM Teknokratın kültür karşısında ikiyanlı bir konumu vardır. Hem çekil mekle hem de itilmektedir. Gördüğü bilimsel ve teknik eğitimin bir özelliği de -bilha'isa bu eğitimin gelenel
166 YARALI BİLİNÇ !erinden, karşıt dilek quanta'larından yapılmış bir varlıktır. Entelektüel gibi teknokratta da eleştiri gücü eksiktir, ama o, şirketlerin
menı'ı
manage
ve bürokrnsi sırlarının içine ister istemez sokulan, eninde so
nunda profesyonel bir kişi olduğu için, gerçeklik duygusuna sahiptir ve çoğu zaman neden söz ettiğini bilir -meslek icabı-; yine de, bir tür kalkınma fikrinin önceden dayattığı modeller burada da teknokratı, yaşadığı ülkenin g�rçek kapasitelerine dayanmadığı için, bariz olarak yıkıldı yıkılacak bir durumda bırakırlar.
.
Zira teknokrat da, tıpkı entelektüelle ideolog gibi, yamalamanın
kurbanıdır. Kendisini çevreleyen ortamın durumuna ancak çok zor ola rak uyabilen kalkınma ve verimlilik modellerini yamamaya uğraşmak tadır. Rakamlara, istatistiklere ve niceliksel ölçütlere olan sevgisi, so mut performansları, onu apayrı bir varlık yaparlar: hem gerçek hem de gerçekdışı bir varlık. Gerçektir, çünkü ona mal edilebilen teknik icraat çoktur; ama gerçekdışıdır da, çünkü çoğu zaman etkileyici olan ve san ki sihirli bir değneğin etkisiyle acele içinde dikilmiş olan bütün bu eserleri, şeylerin yanından geçtikleri izlenimini, göz aldattıkları, ülkenin kişiliğini zedelemedikleri, şeylerin içsel oluşumlarında bile bir değişikliğe yol açmadıkları izlenimini vermektedirler. Böylesine fazla' mukavva dekorun cırtlak bolluğu tarafından hem dokunulan hem de esirgenen ülke, bir yerde, değişmeye alaycılıkla yüz buruşturmaktadır, bu yeni panoramaya karşı koymaya devam etmekte, hangi merciye olursa olsun her tür bağlılığı dışlamaktadır. Sanki, istenildiği kadar uzağa gidilsin, ne yapılırsa yapılsın, hangi yenilik getirilirse getiril sin, kaçınılmaz olarak hep aynı başlangıç noktasına dönülüyormuş gibi, yani hiçbir yer olmayan bir yere. B uradaki cansızlık yalnızca adetlere ve kültüre bağlı değildir, hiç değişmeyenin maddi olmayan do nukluğu içinde, gerçekötesi bir dünyanın hamuruna sokulmuş olarak
meıafizik'tir;
bu gerçekötesi dünya karşısında bütün gerçeklikler ve
olaylar, bir varlıkları olduğu doğruysa, ancak gerçeklik benzeştirimleri ve olay taklitleri durumundadırlar. Ü retimin temel direği olarak teknokrat, cansızlığı h arekete geçirecek, kafaları zenginleştirecek ve hareketi başlatacak süreci cisim leştirir. Teknokratın en doğal işlevi olan kalkınma fikri buradan çık maktadır. Benzeri görülmemiş gerçeklik cephelerini yeraltından çıkarta bilmeli, varlık bölgelerini bütünüyle açığa vurmalı, yeni karşıtlıkların
TEKNOKRATLAR 167 geniş alanlarını bütünüyle üretebilmelidir. Entelektüel için yazı neyse, teknokrat için de kalkınma odur. Verim lilik ve işlev çizgiselliği gerek tiren kalkınma olmazsa teknokratın varoluş nedeni ortadan kalkar. O ancak şeylerin hareket ettiği, sanayi ve üretimin hep gündemde olduğu ülkelerde iş görebilir. Yeryüzündeki bütün ülkelerin şu veya bu yönde evrim göstermelerinden ötürü, hizmetinden vazgeçilemeyeceğini bilir. Teknokrat, dindar veya ateist olabilir, şu veya bu ideolojiyi benimse yebilir, ama ne derse desin, ne yaparsa yapsın, eylemi geleneksel kül türe yine de zarar verir, en azından işlevinin yabancı doğası yüzünden. Zira aksini iddia etse bile iliğine kadar "Batılılaşmış"tır. B ilgilerinin hemen hepsi, ister istemez temel direklerinden biri olduğu modernlik ten doğmuştur. " Yerli " entelektüel, özellikle de halis memleket ürünü olan entelektüel karşısındaki ikiyanlılığı buradan gelir. B iraz gönlünü hoş eder, bilgi edinmek için biraz merak eder, ama ender olarak gerçek bir ilgi gösterir. Tabii, Gelenek tarafından cezbedilip bütünüyle öteki tarafa geçmediyse ve getçeklikten kopup yüce özlemler yaşayan, ezeli başlangıçların şafağına doğru gerileyen bir tutkun haline gelmemişse. Zira yaşadığımız sihirli yerlerde kimse bu türden raydan çıkmalara kar şı güvence altında değildir.
2. NOSTALJiNiN UMUTSUZLUCU İşlevi içine aşın işlemişse ülkesinin kültürüyle arasına mesafe koyar. Kül tür hakkındaki fikri soyuttur, kibirlidir, tözeldir ve bu kültürü yansıtan halkın sefaletiyle belirgin bir ilişkisi yoktur. Ülkede halen varolan kültürü aşağılarken, ona miras kalan geçmiş çağların hazinele rini abartır. Geçmişin büyük eserleriyle, şiirle, sanatla, edebiyatla il gi lenir, ama ona göre ucuz bir karışıma indirgenmiş olan ülke kültürünün düşüş durumuna küçümsemeyle bakar. Geçmişin büyük eserlerinden gurur duymakla birlikte, durmadan şimdiki zamandan yakınır. Ardında yüzlerce yıllık ağır çözülme, sessizlik ve siyasal büyübozumu olduğunu bilir; modernliğin ortaya çıkışından beri kendi mirasının tarihin dışında kaldığını bilir; yaşadığı günde bile tortusuna kadar tükenmiş rezervlerden yararlanıldığını, cömert kaynakların hani dir kuruduğunu bilir; kendi kendinin hayaleti haline gelmiş bir dünyayı
168 YARALI BlLlNÇ kemirerek bütün gerçek değişimlerin ve bilinçlenmelerin cesaretini kı r.m taa'isubun kökünü kazımanın herşeyden önce gerektiğini bilir.
İçlerinde en milliyetçileri, Arnbistan'daki ilkel Bedeviler'in dini olan ve eski bir uygarlığı tarihte her 7..aman işgal euiği ayrıcalıklı konuma yeniden getinne yeteneği olmayan gerilemeci bir lslam'a karşı, kur tarıcı bir lrancılığı rahatlıkla ileri sürerler. B unlar geçmiş nostaljisi du yanlardır. Düşlerini besleyen, onlar için bütün bahL
[ ...]
çok eski bir u l ustur ve belki de, kendilerinin de
söyledikleri gibi, dünyada düzenli bir hükümete sahip olan ve yeryüzünde büyük bir halk olarak iş gören en eski ulustur. B ütün İran camiasının kafasında bu hakikat hep mevcuttur. Bunu bilen ve ifade edenler yalnızca eğitim görmüş sınıflar değildir; en alt tabakadaki in sanlar bununla oyalanır; seve seve bu konuya döner ve olağan sohbet lerinin baş konusu yaparlar. Herkesin paylaştığı fikirlerden birini ve manevi miraslarının önemli bir parçasını oluşturan sarsılmaz üstünlük duygusunun zemini de bumdadır. Fmnsızlar'ın (bilindiği kadarıyla) Av rupa'nın en eski monarşisini kurdukları ve bu yönleriyle Farsiler'e ben zediklerini söyleyerek bana kompliman yapanlar çok oldu. Muhatapla rımın düşüncesinde benimle ilgili olarak nezaket, kendileriyle ilgili o larak da büyük bir zafer vardı: zira, bana kendi halkımın Avrupa'nın di ğer halklarının üstünde olduğunu gösterirken, yine de bizi onlardan a yıran mesafenin ne kadar büyük olduğunu ima ediyorlardı. "27 Bu iddiada abartılı bir şey yoktur. Farsi, kendi hakkında çok güzel bir fikre sahiptir. H intli, vatanından,
Moıher Jndia daki '
gibi şefkatle
bahsederken, Japonlar Kamiler'in toprağından gururla bahsederken, Far si, kendini Kyros'ların ve Dareios'ların meşru mirasçısı olarak, do27. Trois ans en Asie, Ed. A.M. Metailie, Paris, 1 980,
s.
203.
TEKNOKRATLAR 169
layıslyla tüm komşularının üstünde addeder. Tarihsel cüreti, Büyük Hükümranlar'ı ve Muzaffer Hanedanlar'ı putlaştırması ve ezelden beri orada duran Büyük Halk'ın kendi hakkında yanmığı abartmalı görüntü bunun tanıklarıdır. Bu görüntü onun başka durum larda mazoşist ol masını ve ona göre madalyanın diğer yanını oluşturan tüm kusurları üstlenmesini engellemez. Büyük bir coğrafi mekanda üç bin yıldır ke sintisiz olarak varl ığını ve kimliğini sergi lemiş o lma-;ı olgusu, Far si'ye büyüklük ve devamlılık duygusu verir. İ mparatorluklar kurup sonra yıkıntıları altında kalarak, küllerinden yeniden doğup başka bi çim ler altında başkalaşıma uğrayarak Farsi güncel sınırlarının da ötesi ne yayılan bir dünya yaratmıştır. B unun farkına varmak için Orta As ya'ya, Afganistan'a ve H int Yarımadası'na gitmek yeterlidir. Geçmişi nin kalıntılarını her yerde görür, yeniden doğuşunuysa hiçbir yerde. Yüz yıldan beri artık büyük bir kaderi olmadığını bilmektedir. O andan itibaren nostalji zamanını yaşar. B ir ölçüde, Ruslar'a ve İ spanyollar'a benzer. "Bir İ spanyol'la, kapalı evren, şiirselliğinin ve düşüncelerinin konu su, mutlak taşra, dünya dışı olan ülkesi dışında bir şey konuşmak ola naksızdır," diyor Cioran . " Kah coşup kah mahzunlaşarak, ülkesine gözleri kamaşarak ya da hırçınlıkla bakar; tutarlılığının tek biçimi bo calamadır. Kendine bir gelecek tayin ettiğinde, buna gerçekten inan maz. B uluşu: karanlık yanılsama, umutsuzluk gururu; cini: pişmanlık cini."28 Tıpkı İ spanyol gibi Farsi de "pişmanlık cini"nin ve nostalji umut suzluğunun acısını çeker, ama mütevekkil halklar gibi o da kendini ka dere bırakır; eylemin yararsızlığına ve yinelenen başarısızlıkların ku-. sursuz çevrimine hemen inanmı ştır. Perifcri varlığı olarak tarihin şölenine çok geç gelir ve gürültülü bir giriş yaptığında bile, rüyasının ölçüsüzlüğüne denk düşen bir kıyamet sayıklaması iı.'. inde kendi ge leceğini mahveder. İ mparatorluk halkı olduysa da, geçmişteki sar hoşluğunun "akşamdan kalmalığı" nı atamamıştır. Projelerinde megalo manyaktır ve bu projeleri hayata geçirmesi için gereken araçlara sahip olmadığından ötürü kararsızlık içinde kalır. Kimi zaman kendine karşı eleştirel olup, kimi zaman da kusurlarına göz yumar, bazen kendini suçlayıp bazen de affeder; olmak istediği şeyi cisimleştirememesini 28. la
Tenıaıion d"exisıer,
ss.
54-55.
170 YARALI BlLlNÇ hem kendinden hem de ötekilerden bilir. Ülkesini fethedenleri aşağılar, ama onlarla aynı şeyi yapmak için elinden gelen çabayı da gösterir. A rap'ı küçümseyip, bütün dehasını, onun düşüncesini ve kültürünü zen ginleştirmeye harcar. Üstelik Amp'a ders verir ve o kadar aşağıladığı fa tih İslam'a karşı, gerisin geriye giden milliyetçiliğini hayata geçirir. Aslında bir tek kendi ülkesiyle, kendi tarihiyle ve kendi şairleriyle ilgilenir. Bunları gerçekten tanıma-;ı pek öneml i değildir, onların va rolmuş olmaları, hayranlığını haklı çıkarmak için yeterli bir temi natur. Nevroz derecesinde şoven olan Farsi'nin lmam'a hayranlık duy ması Farsi ülkesinin Damadı29 olmasındandır, Platon'a, Zerdüşt'ün yandaşı olmasından ötürü, Peygamber'e, yol gösterici olarak Selman-ı Farısi'yi izlemesinden ötürü ve İ sa'ya -bazı modern m illiyetçiler i çin-, Mitra'nın başka bir cisimleşmesi olmasından ötürü hayranlık duyar. Benmerkezciliğe meyilli olup özle ilgili sorulara rahatlıkla dö nebilir. Aynı rüyalara maruz kalır, kafasına hep aynı çözümler gelir, ama bu megalomaninin beraberinde büyük bir kinizm vardır. Bir tut kundur, ama çoğu zaman zihni açık bir tutkun. Trajediyle mizah ara sında bocalar, birinden diğerine gözyaşları ve kahkahalar arasında ko� !aylıkla geçer. Kendi k usurlarını şeflerine aktarıp onlardan nefret eder, çünkü kendisine çok benzerler. Tevekkülle aşırı ötKe arasında, en bu lanıklaştırıcı şevksizlik halinden en yıkıcı 7.afere geçer. İkisinin-arası, denge, ona ancak bir tür oportünizm sanatının icrası sırasında uyar. Zira felaket sıra-;ında yüzeyde kalma sanaunda harikalaı yaratır. Bir tek kesintilerle, sıçramalarla, yinelenen atlamalarla hareket eder; ne yazık . ki, büyümenin kaçınılmaz kazaları ve kaçırılmış fırsatların acı pişman lığı bumdan gelir. Yen iden
teknokratlara dönersek, modern çağın teknoloj ik
yöntemlerinin ustası olan bu sınıfın, İran özelinde gerçek anlamıyla entelijensiyanın kıyısında kaldığını belirtmek gerekir. Bu sınıfın eski rejim sırasındaki tutumu ricat olmuştur: bir yandan ülke dışında olup, öte yandan ülke içindeydi; bir yandan kopuk kalıp, öte yandan görevle rini yerine getiriyordu. Kendi tarzında düşünüyordu, ama daima ente lektüel akımların dışında hareket ediyordu. "Yerel yapıtlar" onu gerçek ten ilgilendirmiyordu; bunları, az-gelişmiş bir kültürün döküntüleri ya 29. Efsaneye göre !marn Hüseyin'in kansı, Sasani hanedanının son hükümdan olan IlI. Yezdcürd'ün kızıdır.
TEKNOKRATLAR 171 da aukları olarak değerlendiriyordu. B u sını fın devrim sırasında, kendi sinin cisimleştirdiği rejime karşı taraf olduğu doğrudur, ama bunu, çevresini taklit ederek yapmışur. B ir yanda si yasal kurtuluş dilerken, öte yanda buna gerçekten inanm ıyordu. Rejimin yıkılışına neden olur ken, bunu içinden gelerek istemiyordu. Bu sınıf üzerinde ağırlığını his settiren bir alınyazısı payı vardı ; bu alınyazısı acılı bir alaycı l ık bedeli
karşılığında ona, i y i h içbir şeyin yapılamayacağını, herşeyin çoktan
beridir çürümüş olduğunu, şeylerin doğal akışını değiştinnenin olanak sız olduğunu ve ül kede geçerli koşullar ile bunları i y ileştirmek için ge reken modem yöntemler ara<>ında aşılmaz bir uçurum olduğunu anlau yordu. Zihin açıklığını ülkenin aykırı koşullarına uydurma becerisini gösteremeyip, ilkel bir biçi mde davranmak için fazla akı l l ı olan ve özellikle de, geri çekilmekle, kendi varoluşunun dayandığı dalı kes tiğini farkctmek için fazla geride kalmış olan bu kesim, teslim olmak tan başka bir şey yapamazdı ve kaçınılmaz olarak da bunu yapu. Teknokratlar toplumun kıyısında kaldıkları ve ülkedeki entelektüel
yaşama katı lmaktan kaçındık ları gibi, dünyadaki modern lik yanlısı akım lara öylesine uygun ve öylesine meşru olan görüşlerini bile savu namadı lar. Kendilerini dinletebilecekleri alanda -bu alan geniş bir çıkarlar yelpazesi ol uşturuyordu- teslim olmaları, birtakım küçük ca
h i l entelektüellerin sahneye doluşmasına yol açtı. Bun lar önlerine ge len her konuda, pek bir şey bilmeyen ama bunun bil incinde olmayan
insanlara has küstah bir güvenle nutuk atıyorlardı.
IV TANRI STRATEJİSİ UZMANLARI
Üçüncü Dünya içinde benzeri olmayan b i r örnek oluşturan İran'daki olaylar, en azından
20. yüzyıl sonu için yeni bir olayın güncelliğini,
istisnai bir acillikle ortaya çıkardı: Dünyada hüküm süren laiklik ta rafından etkisizleştirildiği, h iç değilse evc i l leştirildiği sanılan Din Adamları kastının siyasal olarak hortlaması. Böylesi bir iktidar değişimi mümkün olduğuna göre, Hindistan'daki Brahmanlar da aynı şeyi yapmaya çalışırlarsa, K ilise Engizisyon'u yeniden canlandırırsa, kutsal olan, Şaman l ık biçimi altında, tinsel bir olay olarak deği l de hayatın bütün çemberlerini yönetme sevdasında bir bütünlük olarak gündelik hayatın her tarafına girerse ne olacaktır? B u yüzden İran örneğinin, özel bir dikkati hak eden bir örnek olduğunu düşünüyorum, zira kutsal olanın dünyaya siya..,al olarak giriş yapması, hangi biçim altında olursa olsun, kaçınılmaz olarak İran'la aynı seyri ar1.edecektir. Ulema İran'da her zaman muazzam bir etkiye sahip olmuştur. Kü çümsenemeyecek bazı tarihçiler, şeylerin bugünkü durumunun tarihsel öncelleri bulunduğunu düşünmektedirler; onlara göre bu durumun, İs lam-öncesi İran'da, Sasaniler dönemindeki Din Adamları kasunın (Mo badan) İslami -Ş ii- versiyonu olduğu söylenebilir. B u iki olayın sürekliliğini kanıtlamaktan uzak olunsa bile, İran'daki ruhban sınıfı nın, Sünni İslam'daki Ulema'nın aksine, iyice kökleşmiş kurumlara, yayılma alanı geniş sıçramalara ve iletişim şebekelerine sahip olan bir tür ka..,ta çok benzediğini düşünüyorum. Halkla ara<>ındaki derin bağı el değmemiş bir ş�kilde koruduğu gibi, bu kast, kitleler üzerinde --özel likle nüfusun çoğunluğunu oluşturan okumamış kitleler üzerinde-
TANRI STRATEJİSİ UZMANLARI 173
dillere destan bir nüfuza sahiptir. B irçok İranlı'nın, özellikle ente lektüellerin, devrimin doğası üzerine öylesi yanılsamalara kapılmaları, büyük ölçüde, bu gizli fanatizmin kuvvetini ve bu kuvvetin din adam ları tarafından kullanıldığını kabul eunemelerinden ötürüdür. B irdi.cık da alaycılıkla, teklifsizce mollalar diye adlandırılan bu kesi min kalabalıklar üzerinde doğrudan etkisi vardır. Kalabalıkların bütün gizli psikolojik etkenlerini, bütün heyecan çeşitlerini, en sıradan fıkra dan, dokunaklı ve trajik olana kadar bütün duygu dizisini tanırlar. On ları gözlerinden yaşlar gelene kadar güldürebilir, heyecanlandırabilir, uyarabilir, seferber edebilir, anmanın sihiri sayesinde kolektif bilinçal tının mil'iel düzeyine sokabilir, inanılacak gibi olmayan tehlikeli ma cenılara sürükleyebilirler. �uhban sınıfının bu gücü, halkla aynı da.!_g_� boyunda olmalarından gelmektedir. Kültürel olarak iki taraf da modern/ik-öncesi'ndedir. Başvurma modellenve hafızalarl aynı-y-örÜngede ha:· ·-rcket ederler, aynı takımyıldızda evrim geçirirler. Birbirlerini anlarlar, çünkü aynı devri yaşamaktadırlar, zihinsel olar.ık çağdaşurlar. Molla halkın iç dünyasının �ışavurumud!:l.S..�-�_l �_![���� �l!.: Birinin düşündüğünü öbürü ifade eder, birinin dilediğini öbürü hayata geçirir. -suç ortaklıklarından oluşan--vc-üzun bir gCÇmişi olan bu-"ürıaı<:yaŞamın tarihsel öncelleri vardır. Mollalar, yüzyıllar boyunca gerek geleneksel okullarda (makıab kluineh), gerek şehir merkezlcıindeki ilahiyat yüksek okullarında (medrese) , bilgiyi elinde tutan tek merci olmuşlardır. _Ülkede, gerçe��_!!_!amı yla en�el iJ.'?.'!:'ii'.�i'.ı y�7)'ı}!a._ı:_ _!>�unc�2nlar oluşturmuşlardır. ve bu konumları, gitgide artan Batı etkisi altında, Aydınlanma'dan etkilenen ilk laik düşünürlerin azar azar ve çekingen bir şekilde ortaya çıktığı 1 9 . yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. B u düşünürler ilk başta münevver ül-fikr (aydınlanmış düşünür), sonra da ruşenfikr (aydınlanmış düşünürün Farsça karşılığı) olarak adlandırıl mışlardır; bu sqzcük daha sonra entelektüel sözcüğüyle eşanlamlı tutu lacak:ur.
174
YARALI BlLlNÇ
1.
HiÇBiR ŞEYiN HAREKET ETMED/Gl B/R DÜNYA
Modernlik..? günümüzde es geç ilmesi imkansız olan açık bir gerçeklik tir. RahaL'iıZ eder, altüst eder, değiştirir, ama atadan kalma dirençler de 2atır ve paradoksal olarak kırıp gcçirme_k istediği �esimlerin rol k uvvetlendirir. Modernliğin denge bozucu akınları karşısında mollalar hiçbir şeyin hıtl-eket etmediği, herşeyin toprağa çakılıp kaldığı, bütün durumların kültürel olarak öngörülebilir dolayısıyla denetlenebilir olduğu Gelenek'in sığınağını -hem de ne güvenli bir sığınağı!- su narlar. Zira dinin katkısı , yeniliklerin bozucu etkisinin önünü aldığı söylenebilecek olan dogmaların kesinliğinde değildir yalnızca, özellikle du rum ları n öngörü lebilmesinde ve ezelden beri açık yolların bulun masındadır. Hic,'.bir şey tesadüfe bırakılmaz; hiçbir şey zamanın kapris lerine, değişimlerin mizacına teslim edilmez. Çok eski zamanlardan beri her şeyin listesi yapılmakta, arşivlere emanet edilmektedir. Din ve dinin ünlü temsilcileri iç rahatlatırlar, çünkü cevabı bilmektedirler, çünkü bilinmeyeni reddederler; tesadüfü, yararlı olanın bölgesine ak tarıp k urtuluşun aydınlık yolundan atarlar. Soruların karışıklık ve rahatsızlık yamttığı bir dünyada hazırlop cev aplar hakiki bir şans oluştururlar. Çözümü mollalar tarafından bilin meyen bir sorun yoktur, anahtarı onlarda olmayan bir hazine yoktur. B ilgi yasalarını, Gelcnek'in naklettiği (nakli) bilgilerle Vahiy'den türe yen Akıl Bilim lcri'ni (akli) temsil eden mollalar değil midir? Aslında, kökeni ne olursa olsun bütün bil imler, ancak Kitap'ta (Kur'an) bill ur laşan vahiylere dayanıyorlarsa meşru olabilirler. Kitap'ın, Kitap'ın gönderildiği ve onu aktaran Kişi'nin (Peygamber) ve nihayet, Şiilik bağlamında, Peygamber'i n yokluğunda onun Kefilleri olanların (İmam lar) önemi buradan gelir. Peki bu kaynaklara ulaşabilenler, mollalardan başka kim olabilir'? İyi kotarılmış, iyi demetlenmiş ve hiyerarşiklcşti rilmiş bütün bu bilgiler, bilinmeye ve açıklanmaya elverişli herşeyi kapsarlar; görünümlerin ötesinde saklı kalan, dolayısıyla bauni olanay sa, buna özel yöntem ler yoluyla hazırlanmış olanlar girebilir yalnızca. " B i lgi paketlcri"nden oluşmuş olan bu dünyanın, düşüncelerini boşuna kesinleştirmeye uğraşan entelektüellerin kekeme term i nolojisinden çok daha tutarlı olan, kendine özgü bir terminolojisi vardır. Kavramsal
Q!i[_
• .
TANRI STRATf.JlSl UZMANLARI 175 aygıtı iyi tutturulmuş, kategorileri iyi eklemlenmiştir. Kısacası, aşın
derecede iyi reçeıelendirilmiş ve bir Mısır pimmidi
gibi
sabitliği olan bir dünyadır bu.
olağanüstü bir
Metafizik kaygılardan uzak bir dünyadır. Yüzyıllardan beri bütün so runlar çözülmüştür. Tanrı'nın vahiyleri nasıl belli ettiği, kendi nitelik lerini nasıl sergilediği, Adları'nı nasıl yaydığı, S ıfatları'nı nas ıl bildir diği bilinmektedir. İnsanın nereden geldiği ve onu Kadir-i Mutlak Efendimiz'e bağlayan kutsal Bağlanma'nın doğa"ının ne olduğu bilin mektedir. Neden yoldan çıktığı da bilinmektedir; özellikle de insanın ölüme na'\ıl hazırlanacağı, ölüm için nasıl eğitileceği ve son yolculuk ta eyere nasıl oturtulacağı bilinmektedir. Ölümden sonra iki Ölüm Meleği'ne Arapça söylemesi gereken şeyler bile öğretilir. Bütün bu bilgiler titizlikle büyüteçte incelenmiştir. Titiz yorumcular bu bilgile rin içeriğini temeline kadar tüketmişlerdir, şairler bu bilgilerin tohum larını dünyanın dört bir yanına ekmişlerdir. Ve bundan herkes yarar lanmıştır: Herkes kendi,ne düşen pay kadar, yeteneği kadar. Kimse bunun dışında bırakılmamıştır, özellikle de mü'minler. Böylelikle, ev ren kadar eski bu bilgi yenilik yapmayıp, alışılmış yollardan da çıkmayıp, aynı öncüller üzerine yığılır, sıkış sıkış olur ve birikir, bütünsel köhneleşmeye varana kadar. O zaman saf cansızlık haline ge lir, düşüncedeki tek eşi ezeliyet olduğundan neredeyse mineralleşir. Bu rada sürprizle, çarpıcı eureka'larla hiç karşılaşılmaz, uygun bir giriş ya
piltlıktan sonra dört
bir yanda önceden söylenmiş, önceden görülmüş,
önceden bhinmiş şeyler keşfedilir. Buradan da yorumlar, yorumların yorumları ve yorumların yorumlarının yorumları çıkar. Zira üzeri örtülü kalan şey bilinmeyen değil, bilinendir. Bilinmeyen de tam olarak herşeyin kaçınılmaz olarak bilindiğinden habersiz olun masıdır, tabii nasıl davranılacağı ve kime başvurulacağı bilindiği tak dirde: sırları kıskançlıkla saklayan muhafızlara, yani kutsal cevapları ellerinde bulunduranlara. Zira molla bütün cevapları elinde bulundurur. İnsanoğlu üzerindeki ü�tünlüğü buradan gelir. Dolaysız olarak vahyin kaynaklarından türeyen o doğuştan gelen bilimin bilginidir. Molla, in sanlığın ilk örneği Adem'den başlayarak sürekli yinelenen vahiy zin ci,rinin son halkası olan son peygamberin bilimiyle ilişkidedir. Dola yısıyla, Yahudiler'in ve Hıristiyanlar'ın dininden üstün bir dinin mute metidir. Ünlü bir hadis bunu iyi belirtir: " Veliler peygamberlerin va-
176 YARALI BlLlNÇ risleridir." B u inanç güvenlik duygusu sağlar ve Müslüman'a metafizik üstünlüğünün tam ölçüsünü verir. Bu sabit dünyaya girildiğinde neden söz edildiği, neye aufta bulu nulduğu ve bu başvurma çerçevesi nazarında nerede konumlanıldığı bi linir. Bu dünya genel olarak Galilei-öncesi bir dünyadır ve insanı doğum-öncesi durumundan dirilişe kadar kapsar. Kendine özgü bir koz molojisi, kendi koordinatları vardır ve Freud'un deyişiyle modern in sanın bilincine şekil veren üç büyük şokun, kozmolojik, biyolojik ve psikolojik şokların uzağında kalmışur. Modem zamanların bu büyük altüst oluşları bir bakıma, insanın kozmostaki yerini değiştirmemiş, ilk mekanından kovmamış, peygamberler şeceresini dağıtmamıştır, ne akıldışının bulanık sularını ne de aklın zayıf halkalarını gün ışığına çıkarmışur; kısacası, bu şoklar o talihli insanların muhteşem zihinsel tecritine dokunmamışlardır. Mollalar -hiç değilse devrimden önce-, yaşanmış bir rüyaya ben zeyip dünyanın yıkımlı çehresinin üstünden geçen ve gerçekliklerin kaygan eğimlerinde asılı kalan korunaklı çitlerin içinde yaşarlar. Biraz karikatürü andıran ama doğru olan tatlı bir anekdot bu zihniyeti bize sergileyebilir. Anlatıldığına göre Amerikan uzay aracı Apollo Ay'a vardığında ve insan ilk kez Ay'a ayak bastığında, bir din okulunun işgü;,r,ar birkaç öğrencisi, hocaları olan çok saygın bir ayetullaha haberi verirler. Ayetullahın tepkisi çok beklenmedik bir şekilde olur. " Batı basınının söylediği bütün bu saçmalara inanıyor musunuz yani?" der suratını asarak. Öğrenciler, televizyonda görüntüleri gördüklerine bü tün imamlar üzerine yemin ettiklerinde hoca daha da ketumlaşır. "Bu nun akli hiçbir delili yok," der sonuç olarak. "Neden olmasın? -Çün kü yerkürenin içinden geçilemez." Şaşkınlık içindeki öğrenciler son bir cesaretle, "Çalkantılı okyanusları yürüyerek geçe� mutasavvıfların mu cizevi güçlerinin akli bir delili var mıydı?" derler. Hoca, "Evet! " der. B ütün U lcma'yı temsil edici nitelikte olmamakla birlikte (Ulema içinde çok iyi bilgilenmiş birçok kişi vardır) bu örnek birçok şeyi a çıklar; ilkin "akli delil" teriminin semantik kapsamının, içinde bulu nulan kültürel bağlama göre ayrı yananlamları olduğunu gösterir. Söz konusu olan delil veya sebep -madem ki bu bağlamda iki kategori birbirine girmekte- hfila ilk kozmogonilerin etkisinde olan bir şeydir. İnsana değil, ilahi merciye bağımlıdır. Öylesi bir kurucu gücü vardır ki
TANRI STRATEJlSl UZMANLARI 177 algımızın yanılsamasını -televizyondaki görüntüleri görmüş ol mamız- aşar. Dünya, bizim az çok anladığımızı sandığımız gibi de ğil, İlahi Aklın ışığı altında ortaya çıkan gibidir. Zaten mollalar da herşeyi bu ışığın altında görürler: zihinsel evren leriyle her günkü gerçeklik arasında bundan ötürü onca ayrılma vardır. İktidarın dışında kalsalar, bu durum sıradan, hatta romantik olabilirdi. Fakat dosdoğru eylem arenasına girdiklerinden beri, eskiden düşsel bir meziyet olan şey, ne yazık ki rahatsız edici bir kusura dönüşmüştür. Varkalma hilelerinde ustalaşmış olan ve yenilikten ziyade cansızlığı ayakta tutmaya uyarlanmış taklitçi zekaları zor bir sınava sokul muştur. Şimdi varkalmak için yenilik yapmak, kastlarının dehasının ters yönünde gitmek, kendi doğalarına aykırı hareket etmek zorun dadırlar. Öngörmedikleri olayların tu:r..ağı içinde, öngörülemez bir ma ceraya kendilerine mğmen sürüklenerek, iki karşıt işlevi birlikte yerine getirme akrobasisine itilmiş durumdadırlar: hem yangını çıkaran olmak hem de itfaiyeci olmak; siyaset sahnesine gürültülü girişlerinin ateşe verdiği yangın odaklarını söndürmek. Kuşkusuz bütün mollalar aynı eğitimi görmezler. İçlerinde, başka birçok yerde olduğu gibi, hakiki alimler, daha az alim olanlar ve ca hiller vardır. Maalesef en kalabalık olan cahi l ler kesiminin kitleler üzerinde zararlı etkileri vardır. Özellikle kırsal bölgelerde modern eğitimden yoksun kalan kitleler söz l ü bilgilerinin büyük bir bölümünü köy mollalarından almaktadırlar. Yaşamlarının ritmini dua lar verir, beşiklerinde kutsal İmamlar'ın hareketlerini dinlerler, öte taraf yanılsamalarıyla beslenirler ve cehennem korkusuyla titrerler. Günah işlemekten korktukça, etkiye daha açık olurlar, dolayısıyla kul lanılmaları kolaylaşır. Bu durum derin bir değişime maruz kalmak üzeredir. Mollaların kitleleri her 1..aman harekete geçirebilmiş olmalarının ne deni -kitlelerle aynı kültürel takımyıldıza ait olmaları dışında- ken di lerini sınırın aynı tarafında bulmuş olmaları, karşılarında iki taraf için de tehlikeli bir iktidar bulmuş olmalarıdır: Modem devlet ve laik organları. Mollalar, kendilerini imanın kefili olarak göstererek halkı, laik devletin aşırılıklarına karşı destekleyebiliyorlardı; modem devletin durmak bilmeyen reformlarının insanların dinlerinden, yani kültürel güvenliklerinden uzak bırakması mollaların işini daha da kolay-
178 YARALI BlUNÇ la.ştırıyordu. Fakat moJJalar kendilerini bu sefer sınırın öte tarafında bul unca, durum bütünüyle değişti. Kendilerini modem devlet organ larının yerine koyup, kaçınıl maz olan devlet manuğına katlanmak, zo runlu taleplerine boyun eğmek, dolayısıyla bütün iktidarlara özgü ya bancılaşmayı daha da kuvvctlcndinnek zorunda kaldılar. Çok tartışılan günah keçisi artık nihai olaı-dk ortadan yokolmuştu. Kötüler artık bura da, gişelerin ardında, sarayların ve devlet binalarının parmakl ıklarının önünde değildiler; bir yerlerde, küçük 've büyük Şeytanlar'a dönüşmüş olarak kimbilir hangi korkunç komploları düzenleyerek, neredeyse m i t sel olan bir başka yerde saklanıyorlardı. Eskiden halkının yanında o ka dar anlayışlı olan, dinsel haklarının savunulması için o kadar uyanık davranan ezilen kişi baskıcıya dönüşüyordu, hem de yıkım, şehadet ve üzüntüden başka bir şey vadetmeyen bir baskıcıya. K utsal İ mamlar bile bundan zarar gördüler, zim yürekten sevilen rüya ve esrar figürleri değildiler artık, bazen en kab.:t şekilde görünür olan m i li tanlara dönüş müşlerdi. Savaş alanlarında beyaz çarşaflara bürünüp susuzluk içinde can. çekişenlere cenaze melekleri gibi teselli dağıtmak için dolaştıktan dahi görüldü.
2. MODERNLICIN iLK DALGALARI Halk m uhayyilesinde mollaların değersiz kişiler olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Eksikliklerini sayıp döken, kusurların ı açığa vuran, alaya alan, horlayan ve hakaret eden mecazi terimler çoktur. Yüzyıl başındaki yeni Farsi edebiyatının tam da bu olumsuz çehreyi alaya ala rak doğmuş olması anlamlıdır. Sonunda dükkancı l ığa dönen bütün meslekler gibi mol lalar da mesleki biçimsizleşme yoluyla neredeyse doğuştan denebilecek kusurlar edindiler: doğrunun bir tek onların elle rinde olduğu konusundaki güvenleri, bu kendini beğen m işlikten gelen bir küstahlık ve patavatsızlık sınırlarında dolaşan başeğmez bir dikka fal ı lık. Birçok istisnanın olduğuna kuşku yoktur. Büyük tinsel nitelik leri olan istisnai insanlarla tanışma olanağı bulm uşumdur. Aralarında bazılarından çok şey öğrendiğim gibi, aç ıkl ıkları ve birçok yöndeki hoşgörüleri karşısında şaşırdığım bile olmuştur. Ama onlarda b i le bir tür katılık gözlemleniyordu. Sam i m i olarak açık tavırlarının yanında,
TANRI STRATEJlSI UZMANLARI 179 öteki'nin reddi. duruyordu; hoşgörüsüz kalmalarını, iç güvenliklerini sarsabilecek bütün düşüncelere karşı çıkmalarını imanları dayatıyormuş gibi. Bu hatlara bir de, aşırı temkin lilik ve insanoğlu karşısında açık bir güvensizlik ekleniyordu. Uzun bir geçmişten m iras kalan bir alışkanlık olan gizleme
(takıyye) onların
ikinci mizacı olmuştu. Açık
sözlüluklcrinin sınırları vardı ve yakınlıkla dolu olduğunda bile sami m iyetleri hiçbir zaman varlığın derin bölgelerinden gelmiyordu. Kendi içlerinde bir yerde, baştan çıkarıcı biçimlerin cilasının altında bütün yakınlaşma girişimleri karşısında erişilmez kalıyorlardı. Yüzyıl başında anaya-;a hareketiyle, ülkeye modernliğin ilk dalgaları yayıldığında, mollaların söylemi çok radikal oldu, çünkü kafalarında açık bir şekilde tasavvur edemedikleri tehdit.kar fikirlerle ilk kez karşı karşıya kalıyorlardı. Olabilecek herşeyden sonra varkalmaya ve ne pa hasına olursa olsun hasımlıkta su yüzünde kalmaya alışkın oldukları için, itibarlarını kullanmayı ve değişim talep edenlerin tarafına geçmeye çalışarak yeni dur.uma uymayı bildiler - çok önemli istisna lar olm uştur, bu konuya döneceğiz. Bununla birlikte, başlarına gelen tek darbe modem çağın meydan okuması değildi. Ü lke tarihinde uzun bir geçmişi olan daha geleneksel bir meydan okuma bundan da evvel gelmişti. İ lahiyatçılar, zamanlarının bir bakıma serbest düşünürleri o lan mutasavvıflarla daima çatışmak durumunda kalmışlardı. Mutasav vıflar, Gclenek'in bağrında kalmakla birlikte, din hakkında daha koz mik bir görüşe sahiptiler. Y üzyıllar boyunca Yasa bilginleriyle Tanrı delileri ara<;ındaki gizli, kimi zaman da açık m ücadeleler Fars edebi yaunda destan niteliği kazanmışur. Bu mücadeleleri anıştıran anlatı ve kitaplar çoktur, bu sırada canını kaybeden şehitlerin listesi de kabarık tır. İ ki farklı tutumu birbirine eklemleyen bu mücadde birçok düzeye yansıyacak güçteydi: kah sevgi düzeyinde, aklın temkinliliğine karşı ilahi deliliği; kah etik düzeyde, mutasavvıf hovardanın rezaletler yara tan kötü davranışlarına karşı vaizin iyi şöhretini; kimi zaman da dinsel düzeyde, sofuların katı zahıriliğine karşı bilgelerin sınamalı yolunu çıkarıyordu. Geniş anlamıyla mutasavvıf, tarihsel olarak dinsel görüşle tamamen bütünleşip, zahiri karşılığı olan ilahiyatçıyla birlikte aynı olayın i ki yüzünü oluştururken, söylemlerini radikal olarak farkl ı bir dünyadan alan entelektüeller için durum böyle olmamıştır. Modernl ikten doğan
180 YARALI BİLİNÇ bu yeni grup, başka bir zihinsel gezegenden gelen güçlü bir rakipti; farklı düşünüyor, başka değerlere inanıyor ve ülke kültürünün öncülle riyle orıak ölçüsü olmayan bir usavurum biçimi kullanıyordu. Bu yeni grup, bir bakıma, Sufi tarikatların parçalanmaı;ı yüzünden uzun zaman dır sahneden çekilen mutasavvıfların yerine geçiyordu. Bu arada mutasavvıtlarla entelektüellerin dünyaları arasında radikal kopmalar yaşanmıştı. Mutasavvıf, baş döndürücü paradokslarına rağ men hfila Gelenek içinde kalırken, entelektüel, Gelenek'e karşı çıkmak tan başka bir şey yapamazdı. Entelektüelin varlık nedeni bütün kurulu değerlere karşı çıkıyordu; söyleminin içerdiği yeni unsurların, lrani İ.slami dünyanın metafizik temelleriyle şecere düzeyinde bir yakınlığı yoktu. Söylemlerinde çoğu 1.aman cüretkar olan, dinin temel ilkelerine aykırı olan ve dine saldıran acaip kavramlar bulunuyordu; bu kavramlar alışılmış kalıpları altüst edip, Tanrı'nın tam olarak yok olmasa da, en azından yüksek bir rol oynamadığı bir dünya kuruyorlardı. İlk kez eleş tiriden söz ediliyordu, yani yüzyıllardan beri kökleşmiş değişmez dog maların ve göreneklerin sorgulama konusu edilmesinden. Mutlakiyet çiliğin 1.ararları eleştirilmeye başlanıyor, hükümranın otokratik yetki lerini sınırlayan ve keyfi uygulamalara karşı kullan koruyan bir anaya sa talep ediliyordu. İnsan haklarına gitgide artan bir ilgi gösteriliyordu. Ülkenin genel hukuksal-siyasal durumunda benzeri olmayan bir öznel lik unsuru getiriliyordu. Azerbaycan kökenli bir Kafkas olan (Türkçe ve FarsÇa yazar) ve yaz dığı sayısız tiyatro piyesi nedeniyle "Doğu'nun Moliere'i" diye ad landırılan Mirza Fethi Ali Akhundzade ( 1 8 1 2-78) gibi rcformist bir dü şünür daha o zamandan önayak oluyordu. "Devrim", "filozof', "libe ral", düşünür" gibi anahtar terimler hakkındaki tanımlarında modern liğin yeni parndigması açık olarak ortaya çıkıyordu. Bu tanımlarda, ik tidardaki ikiz merciler olan monarşi ve dine aykırı laik değerler beliri yordu. "Devrim," diyordu, "halkın hükümrana artık tahammül edeme diği o özel durumdur. Hükümrana karşı ayal
TANRI STRATEJ1S1 UZMANLARI 181 m iş, nedensellik yasalarını tanıyan, m ucizelere, vahye ve simyaya
anık inanmayan kişidir. Kötü ruhların, meleklerin, cinlerin varlığını hepten reddeder ve bu tür zırvalara kendini kapuran herkesi sersemlikle suçlar. Liberal, dinin tehditlerine kulak asmaz, algıyı aşan ya da doğa çevresinin dışında kalan konularla hiç ilgilenmez. Düşünür, çokyönlü, sağduyu ve muhayyile gücüyle dolu bir filozoftur ve siyasetle toplum üzerine yazılarında h iç taraf tutmadan, yani her tür bağlanma ve saldırganlıktan uzak kalarak, tam bir nesnellik içinde insanların kusur larını ve meziyetlerini açıklar.31 Kısaca'iı, Batı'nın siyasal ve toplumsal felsefelerinden esinlenen ye ni ve kuşkulu bir ağız ülkeyi istila ediyordu. Benzeri hiç görülmemiş bu kavramların saldırganl ığı ilahi düzenin savunucularını ancak ürkü türdü; üstelik, Osmanlı İmparatorluğu ve Mısır'la karşılaştırıldığında İran'ın modernlik konusunda gözle görülür bir gecikmesi vardı. Moderlik yanlısı fikirlerin etkisine gelince, İran gerideydi. Ancak, yankılar uyandıran bir yenilgiyle ve İran'ın Aras nehri kuzeyindeki İranlılaşmış toprakların büyük bir bölümünü kaybetmesine yol açan aşağılayıcı bir anlaşmayla
(1 828) biten İran-Rusya savaşı sırasında
Batı'nın askeri üstünlüğünü gerçek anlamıyla gördü. B ir halkın kaderi ni yapan ve etkileri hiç giderilemey ip acı lı birçok anı yüzünden yarası kolektif hafızada hep canlı kalan tarihi yenilgiler vardır. Farsiler'in çok sık bahsetıikleri "Kafkasya'daki on yedi şehir"in kaybedilmesi, tamiri imkansız bir kaybın acı tadını hala korumaktadır. Öte yandan Ş iilik bi linc i nde yer etmiş dinsel kurumların nispeten sağlam yapısı ve Ş i ili ğin batıni niteliği, ülkeyi Batı'dan gelen devrimci fikirlerin sızmasına karşı koruyan "direniş alanları" yaratmıştır. Modern izm aslında laiklerin eseri olm uştur. Mollaların buna girişmeleri çok sonradandır. Modernl iğin bazı fikirlerini ele geçirip bunları kendi dünya görüşlerine uyarlamaya çalıştılar. Bugünkülerden büyük olasılıkla daha esnek, hatta daha açık olan anayasa hareketindeki mollalar usta strateji uzmanları olduklarını göstermişlerdir. Modernli kle düşüp kalkarken, modernliğin, direnilmesi gereksiz olan kaçınıl maz bir zorunluluğun artçısı gibi ortaya çıktığı bir dönemin i htiyaçla rına kaptırıyorlardı kendilerini. İranlı araştırmacı
Hamid İnayet, doğ
makta olan m i l l iyetç i l iğin, ruhban s ı n ıfının yemi nl i düşmanı olan 3 1 . a.g.e.
182 YARALI BILlNÇ
Kasravi'nin ( 1 890-1 946)32 görüşlerinden esinlenen ruhban-karşıtı bir ortam yüzünden bu sınıfın rolünü azımsadığını belirtir. 1 8. ve 1 9. yüzyıl U lema'sından kendilerini sakınmaları ne kadar haklıysa, 1 9051 l anayasa harekeline kaolanlardan sakınmanın da o kadar geçersiz ol duğunu söyler lnayet33• Tarihsel öncelleri bulunan, Tanzimat dönemin den ( l 826'dan itibaren reformlarla geçen yarım yüzyıl) ve Jön Türkler' in taleplerinden (l 860'tan itibaren) yamrlanmış olan Türk anayasa hare ketinin aksine, İran anayasa hareketi neredeyse bakir bir zeminde ortaya çıkıyordu. Bununla birlikte, hukuksal gerekçeler söz konusu olduğunda Ulema' ya kesin avantaj sağlayan etkili bir silahın olduğunu belirtir İnayet; Şii U lema arasında büyük bir teknik inceliğe ulaşmış olan fıkıh usulü dür bu. Bu teknik yetkinlik, yüzyıllar boyunca Usuli'ler ile A hbari'leri karşı karşıya getiren polemiklere büyük ölçüde bağlıdır. Geleneğe ka yıtsız şartsız uyulmasını isteyen Ahbari'ler 1 8 . yüzyıldan itibaren Mu hammed Bakır Behbchani tarafından şiddetle eleştirilmiş ve şaşırocı bir öğretisel bozguna maruz kalmışlardı. Dolayısıyla zaman Usuli'lerden yanaydı. Onlara yardımcı olan da İslami ftkıh'ın araçların ı ustalıkla kullanmaları oldu. Akıl ve uyuşmadan düpedüz çekinerek daha ziyade ıakliı'i öne çıkaran muhafazakar gelenekçilere karşı Usuli' !er aklın meşruluğu konusunda ısrar edip, içtihadı (kişisel yorum getirme çaba sı) uyguluyorlardı. İnayet, bu i lkelerin siyasal sonuçlarının kaçınılmaz olduğu sonucuna varır: Aklın ve içtihadın yetkesini öne ç ıkaran Usult ter, Şii zihniyetinin toplumsal değişimleri kabul etmesine yardım et mişlcrdir.34 Aklın -hangi aklın söz konusu olduğunu da bilmek gerekir- ve içtihad'ın yetkesinin, modernleşme sürecini başlatmaya yetip yetme diğini aslına bakılırsa bilmiyorum. Bu araçların bizzat fıkıh içinde fıkıh'ın eylem çemberinin dışında değil- düzenlemelere, elden geçir melere, yeni düzeltmelere olanak verdiğini düşünüyorum. Ulema'nın dünyasıyla modernliğin saldırgan fikirleri arasında, sırf ilgilenme sonu cunda hakiki bir orcak�yaşam oluşmasına elvermeyecek düzeyde kop malar vardı; varılsa varılsa, en ufak bir anlaşmazlık durumunda ilk du·
Dinin ve geleneksel düşüncenin ateşli eleştinnenlerindendir. Feda 'fyii 11 - e lsliim'ın üyelerinden biri tarafından 1 946"da öldürülmüştür. 33. Modem lslamic Poiiıical Thought, s. 1 68. 34. a .g .e . 32.
TANRI STRATEJIS1 UZMANLARI 183
ruma dönmek kaydıyla, yanlış anlama ve yanılmacalarla dolu bir tür uzlaşmaya varılabilirdi. Yetmiş yıllık laiklik tecrübesinden sonra bu gün mollaların korkunç bir şekilde raydan ç ıkması, Usuli'lerin silahla rının yine de düşüşü engelleyebilecek kadar güçlü korkuluklar olmadık larını ve Ulema'nın -Usuli'ler de dahil- alışılmış yollardan çıkmayı pek başammadığını göstermektedir. Ne denirse densin, daha önce de söz ettiğim gibi modernliğin girişi, İslam'ın gecikmesinin bilincinde olup, İslam Dünyası'nın her tarafın da, İslam'la modernlik arasında uzlaşma noktalan bulmaya uğraşan laik düşünürlerin eseri olmuştur. Düşünsel çalışma ne Ulcma'dan ne de geleneksel aydınlardan gelebi lirdi; kendilerini ara bir konuma yerleştirerek, tarihsel gecikmenin kor kunç boyutlarının bilincine vamn yeni entelektüellerin çevresinden ge lebilirdi. Aydınlar ve Ulema, Fars toplumundaki en donuk bilgin sınıf ları temsil ediyorlardı. Bir yanda, uzun, karanlık, şatafatlı ve bilgiçlik taslayan cümleleriyle boş ve çapsız yaltaklanmalarda bulunan gelenek sel aydınların yapmacıklı ve süslü püslü üsluplarıyla yüz yüzeydik; ö te yanda, bütün yeniliklere karşı çıkıp çapraşık bir dilin ve anlaşılması güç kavramların arkasına saklanarak en sekter tutkuları canlandımn din adamlarının taassubuna çarpıyorduk. Kitabın ikinci bölümünde de gösterdiğim gibi 19. yüzyılın ikinci yarısından 'itibareP gecikme teması İslami düşün ürlerin en değişmez konusu olmuştur. Daha önce gördüğümüz gibi bu tema, 1 884'te İranlı Cemaleddin Esad Abadi (diğer adıyla Afgani) ve M ısırlı Muhammed 'Abduh tarafından Paris'te kurulan Arap gazetesi Urveı-ül Vuska'nın (Çözülmez Bağ) ana eksenini oluşturmuştur. Raydan çıkma, gerilik ve cansızlığın nedenlerini sorgulamaya koyulan birçok Türk ve Arap düşünür gibi, birçok İranlı düşünür de aynı yönde evrim gösterip ben zer konularla ilgileniyordu. En önemli leri arasında Cemaleddin Esad Abadi'yi, Fethi Ali Akhunzade'yi ( 1 8 12-1 878), Mirza Yusuf Han Mus taşaroddol'u (ölümü 1 895), M irza Malkam Han'ı ( 1 833- 1 908), M irza Ağa Han Kirmani'yi ( 1 854- 1 896) ve Talebofu ( 1 834- 1 9 1 1 ) anmak gerekir. Bütün bu yazarları inceleme fırsatım olmayacak. Oldukça liberal olan bu düşünürlerin hepsinin Bau'dan büyülendiklerini, gecikmenin bilincinde olduklarını ve buna bir çare bulmaya uğraştıklarını söyle-
184 YARALI BILlNÇ mem, umarım yeterli kabul edilir. Gecikme konusunda hepsi birleşme
lerine karşın, önerdikleri çözümler bir yazardan öbürüne değişir. Ak hunzade veya Mirza Ağa Han Kirmani gibileri, din karşıtı demesek bile ruhban sınıfına karşıdırlar, her yönde Batılılaşmıı'nın da tartışma sız partizanıdırlar. Kirmani lafı ağzında gevelemez; kimseyi de kolla maz, özellikle de kısır ve boş skolastik tartışmalara gırtlağına kadar gömülmüş mollaları. Saldırılarında, ülkede hakim olan taa�subu sergi lerken çizdiği pek hoş olmayan tabloya ve sertliğine r.ığmen, yine de suret düşmanlığından kaçınır. Dinsel kafayı bir bakıma kollamaktadır ve Avrupa'da Aydınlanmacılar'ın yaptığı gibi vahyin temellerini çö kenmeye yönelmez. Şimşeklerini dinin kendisine yöneltmeyip, dini cisimleştiren kişi ve kurumları eleştirir. Buna karşılık diğerleri uzlaşmayı, bağdaştırmayı ararlar. 1 890 ile 1 898 yılları ara�ında Londra'daki Kanun dergisini yöneten ve Müslü manlığı seçmiş bir Ermeni olan Malkam Han modem hukukla şeriat arasındaki ilişkiyi inceler. Reformist bir yazar ve özel hayatında din konusunda serbest düşünceli biri olan Malkam Han hükümdar Kaçar Nasreddin Şah'a ( 1 846- 1 896) Osmanlı reformlarından esinlenmiş bir reform tasarısı (dqftar-e tanzimiit) verir. Bu tasarıda hükümdarı, sömür gecilere kölelik etmedeki elikulağında tehlike konusunda uyarır. Bun dan ötürü reformlar gerekmektedir ve hem şeriat'tan hem de öiflerden farklı olan modem bir ya<>a yapılmalıdır. Malkara Han, bu düzenlemeden başka, iki sistemin eşitliğine ina nır, ama ülkenin koşullarına uyarlanmadan hiçbir şeyin benimsenme mesi gerektiğini belirtir. Gecikme ne dinden ne de radikal nedenlerden gelmektedir, sorumlu olan siyasal sistem ve kültürel tecrittir. İlk enge li aşmak için hayatı, özgürlüğü, mülkiyeti ve güvenliği muhafaza eden pozitif yasalar önerir; ikinciyi aşmak içinse modem ama İslami zihni yete uyarlanmış olan kavramların benimsenmesi gerektiğini düşünür. Bu fikirlerin kabul görmesi için Kur'an'daki zımni öncellerini bulmak gerekmektedir. "Avrupa'daki görevliler aracılığıyla geldiğinde kesinli kle kabul edilmeyen fikirlerin, İslam'da açık olmadan zaten bulunduğu kanıtlandığında hemen kabul gördüğünü farkettik."35 Böylece, bu yöndeki bütün ilerlemeler, bizim Batılılar'ı taklit etmediğimiz, onların 35. Aktaran Ervand Abrahamian, Iran between two Re voluıions, Princeton, 1983, . s. 68.
TANRI STRATEJ1Sl UZMANLARI 185 bizim fıkirlerimizi elimizden aldıkları ve bol bol yararlandıktan sonra bize aktardıkları kanıtlandığı takdirde ancak gerçekleşebil ir. Malkam Han, Batılı felsefeleri Kur'an'ın ve hadislerin el değmem iş giysisine büründürme hedefine ulaştı mı, bilmiyorum. Sınırlı bir süre için bile gerçekleştiği varsayılsa, böylesine münasebetsiz bir çiftleşme, ancak eğreti bir birlik oluştururdu. Yine de bu fikir başka birçok düşünür ta rafından alınmıştır. İki sistemin birbiriyle eşdeğerde olduğunu savunanlar çok önemli bir noktayı göz ardı ediyorlardı: Bau modem hukukunda görülen yeni zihniyetin, ancak şeriaı'ın aleyhine işlediğinde gelişebildiği olgusu. Bi rinin öbürüyle bağdaşmaz olmad ığını söykmek bizi bir yere vardırmıyordu, zira, ikisinin arasına, birbirlerine indirgenemez olma larından gelen çukur alanın girmesinden ötürü ve bunun en büyük iyi niyetle bile gizlenememesinden ötürü, hem birini hem öbürünü muha faz.a edemiyorduk. Ulema'nın tepkisiyse yumuşak oldu. Entelektüeller gibi bir tür uz laşma arayanlar oldu; dinleriyle yenilikçi fikirler arasındaki aşırı bariz uzaklığın bilincinde olan başkalarıysa sert bir şekilde karşı çıktılar. tik gruba "anayasacılar" , ikinci grubaysa "mutlakiyetçiler�· adları kondu. Ama, Kasravi'nin dediğine göre sempatizanlar bile demokrasi kaygısın dan ziyade din kaygısıyla hareket ettiler.36 Kategorik ret -her tür uzlaşmaya niet- gerici olarak mahkum edi len ve 3 1 Temmuz 1909'da asılan Şeyh Fazlullah Nuri tarafından sim geleştirildi. Bu ret bir ölçüde tutarlı kalır. Anayasa hareketine ilk baş larda katılmasına rağmen Şeyh, Batı felsefelerinden esinlenen anayasa zihniyetiyle dinin hiçbir ontolojik yakınlığı olmadığını ve anayasayla
(meşruti)
ilahi yasanın
(meşruı)
aynı sicilde ol mayıp. aynı kaynaklar
dan türcmediklcrini biliyordu. Müslüman'la kafirin aynı varlık statü sünde bulunmadıkları ve aynı doğada da olmadıkları göz önünde bulun durulduğunda, yeni hukuksal görüşün talep ettiği gibi insanlar yasa önünde eşit olamazlardı.
36. Ahmed Kasravi,
259.
Tarfkh-e mıı shrUıe-ye Iran, Amir Kabir, Tahran, 4. basım, s.
186 YARALI BlLINÇ
3. RUHBAN SIN/Fi VE MONARŞi 1 906 Anayasası, tutarlı bir bütün içinde eklemlenmeyip karşı karşıya kalan üç güç ara-;ında bir uzlaşma oldu: monarşi, din ve en geniş an lamıyla modernlik. Anayasa bunları kendi bünyesinde bütünleştirmeye çalıştı. İ lk iki güç aynı topraktan geliyorlardı, bundan dolayı da uzun bir suç ortaklığının kusurlarını biliyorlardı; başka bir dünyadan gelen ve tek başına hareket eden üçüncü güç ayn·i durumda değildi. Hem en ilginci, hem de en tehlikelisiydi. Ne olduysa oldu, bu üç güç bir arada yaşamaya ve 1906 Anayasası ile 1907'de açıklanan Anayasaya Ek'te iyi kötü bir denge bulmaya başladılar. Anayasaya Ek'in 35. maddesindeki kraliyet iktidarının tanımı alabil diğine çelişik kalmışlı. "Monarşi, halk tarafından kralın şahsına bırakı lan ilahi bir emanettir." B urada meşruluk kaynağı ikilidir. Halk ve Tanrı hüktimrnnlık için çekişirler, bu sırada da hükümdar ikisinin ara sında kalmıştır.
Öte yandan ruhban sınıfı, temsilciler meclisinde çıka
rılan yasaların İslam'ın çok kutsal şeriaıı'na uygun olup olmadığını de netlemekle yükümlü olan ve beş ita y irmi uzmandan oluşan bir İlahi yatçılar Konseyi yaratarak aslan payını kapar. Aslında bu aygıta hiç başvurulmamıştır; Şah Rıza döneminde geçerliliği de kalmamıştır. İs lam Cumhuriyeti, bu affedilmez ihmalin göz alıcı rövanşı olmuştur bir bakıma. Bu üç güç arasındaki denge üzerine en iyi kuram, büyük olasılıkla bu konuda yazılmış en iyi eser olan
Uyarı'yı37
Halkın Arınması için Cemaate
yazan Şeyh Muhammed Hüseyin El Naini ( 1 860- 1 936) ta
rafından geliştirilmiştir. Ülkeyi bölen akım ve hedeflerin bilincinde o lan Naini kral iktidarının sınırlanmasında karar kılar. Çünkü hangi bi çimde•olursa olsun her aşırılık kaçınılmaz olarak zorbalığa yol aç maktadır. İmamlık yok olduğuna ve Gaybet38 zamanı yaşandığına göre hiçbir hükümran, en adil i bile, kendisini pislenmeden koruyabilecek 37. Tanblh a/-umnuı wa ıanzih al-mil/a dar asas wa usUl-e mashruıiyyaı.
38. On ikinci !marn, diğer adıyla Yeniden Can Veren, Mehdf, Zamanın Sahibi, 24 Temmuz 874"tc beş yaşındayken görülmez olmuştur. 94 l "c kadar süren Küçük Gizlilik I Gaybeı-i Suğra] döneminde lmam , Sefirler [Sefura -i Erbaa! vasıtasıyla iletişim kurmuştur. Ama son sefirin ölmesinden beri "Büyük Gizlilik"' [Gaybet-i
Kübra] başlamıştır ve beklenen lmunıazar] lmdm"ın Zuhuru ile son bulacaktır.
TANRI STRATE.JlSt UZMANLARI 1 87 masumiyetten
(ismet)
tam olarak nasibini alamaz. Siyasal iktidarın
keyfil iğini h iç değilse hukuksal olarak gemleyerek zararları sınırlama gerekliliği buradan gelmektedir. Siyasal iktidar gaspç ıdır. Zira Gay bet'le birlikte yeryüzü düzeyinde her tür meşru l uk varlığını yitirmiştir ve her iktidar, cinsi ne olursa olsun, ilk andan itibaren gaspçılıkla le kelenmiştir. Halk tarafından seç ilmiş temsilcilerden ol uşan bir meclis aracılığıyla hükümran ın iktidarı sınırlanılarak, Kur'an'da bildirilen da nışma i lkesi hayata geçirilmiş olacaktır. Bu meclis,
şeriat'ta bul unma
yan ve onun tarafından öngörülmeyen konuları göz önünde bul undura cak bir anayasa tarafından yönetilmelidir. Anayasa İlahi Yasa'ya zıt ol madığı gibi, onu tamamlamaktadır da. B urada, Malkam Han'ın çok düşkün olduğu ve diğer Arap ve Farsi reformistler tarafından öğütlenen iki sistem in eşitliği tema-;ıyla yeniden karşılaşıyoruz. Bu sırada bu hu kukların ikiliğinin düzeyine girdiği miz doğrudur: modern laik hukuk ve İslami hukuk; ama, yasaların şeriaı'la bağdaşıp bağdaşmadığını de netlemekle yükümlü bir din adamı grubu meclise getirildiğinde İslami hukuk hafifçe zayıflatılabilir. Zira Tanrı Yasası'nın m ükemmel uygu laması, aslında ancak tüm zamanların sonunda, İ mam'ın Zuhuru'ndan sonra hayata geçirilebilir.
O zamana kadar düzenlemeler, ayarlamalar ve
d üzeltmeler olacaktır. U lema'nın hukuk tarafından sınırlanan bir mo narşi karşısındaki bu esnekliği ve Kur'an'la uyum içinde olan bir laik hukukun kabul edilmesi olgusu bir dönem geçerli olan bir atmosfer yarattı ve din adamlarının, çabalarını laiklerle ortak hedefler doğrultu sunda birleştirmelerine olanak verdi.39 Naini'nin eserlerinin oldukça kesin olarak gösterdiği gibi geleneksel Ulema -zira daha sonraları ideolojik U lema'yla karşılaşacağız- aslın da monarşinin yıkılmasını hiçbir zanrnn istememişti. Anayasacıların yaptıkları, Safeviler dönemi
( 1 501 - 1 722) hukukçularının monarşi yan
lısı gerekçelerini yaygınlaştırmaktan başka bir şey değildi. Daha çok M uhakkık Sebzevari adıyla tanınan Molla M uhammed Bakır (öl ü m ü
1 679) şöyle demişti: " H içbir dönem lmam'ın varlığından tamamıyle yoksun olamaz, ama bazı dönemlerde İmam bilinmeyen nedenlerden ö türü insanların gözüne görünmez olur, ama o zaman bile dünya onun varlığının yayılması gereği ilerlemeye devam eder. 39. Hamid Alger, "Is l ah", in Encyc/opedie de l'/s/am, yeni basım, IV. Cilt, Leid
en, 1 978 , s . 1 7 1 .
188 YARALI BlLlNÇ "Zamanın Sahibi'nin yok olduğu bu dönemde [ ...] dünyaya yön ve rip hüküm sürecek adil ve aklı başında bir kral yoksa, işler zarar göre cektir ve kaosla parçalanma sonucuna varacaktır, öyle ki herkes için hayat bile imkansız bir hale gelecektir. "Bundan ötürü halkın, adalet içinde hüküm sürecek ve İmam'ın uy gulama<>ını ve geleneğini hayata geçirecek bir kral tarafından yönetil mesi zorunlu ve kaçınılmazdır."40 Monarşi fikri -özellikle de kraliyet karizmasının
mitolojide ve ülkenin eski hükümranları şeceresinde neredeyse mistik bir itibardan yararlandığı İran gibi bir ülkede- kolektif hafızaya öy lesine derin bir şekilde yer etmişti ki, İslam Cumhuriyeli'nin ortaya çıkışına kadar geleneksel unsurlar tarafından hiçbir zaman sorgulama
Feda' iyô.n-e islô.m bile bu fikirden yakalarını sıyıramadı, olsa olsa bunun
konusu edilmedi. Müslüman Kardeşler'in İran versiyonu olan
görüntüsünü tinselleştirmeye çalıştı. Şefi olan ve İslam Cumhuriyeti' nin tartışmasız düşünce ustalarından olan Nevvab Safevi'nin ( 1 924-
1 956) bildirgesinde bu fikir sarih olarak mevcuttur. Safevi, Hakikat R ehbe ri nde4 1 ideal İslami Devlet'i genel olarak nasıl gördüğünü an '
laur. Böyle bir devletin yaratılması gerekliliğinin nedenlerini ve en üs tün "Taklit Kaynağı" olan ruhban sınıfının rolünü tanımlar. Aynı za manda devletin farklı organlarını, medyaların ve bakanlıkların rolünü de inceler. Örneğin Maliye Bakarılığı'yla ilgili görüşleri, ekonomi ko nusunda arkaiklcştirici -neredeyse folklorik olduğu söylenebilir- bir tavrı açığa vurur: "Maliye Bakanlığı'nın modeli, herşeyden önce israf tan kaçınan ve kişisel servetini büyüten bakkal veya eczacı olmalı dır. "42 Bildirgesinin hiçbir yerinde, kralın devrilmesi veya yerine başka sının getirilmesinden söz edilmez. Aksine, kukla olmayan bir şah iste mektedir: "Ailede baba neyse, toplumda Şah öyle olmalıdır."43 Şah iyi bir Müslüman olmalıdır ve ilk İmam Ali'yi kendine örnek almalıdır. 40. Aktaran Hamid inayet, a .g.e., s. 173. 4 1 . Bu bildirgenin çözümlemeli özeti Yann Richard tarafından Fransızca'ya çevrilmiştir, "L'Organisaıion des Fedli 'iylin-e Esi/im, mouvement integriste mu sulman en Iran ( 1 945- 1 956)", Radicalismes islamiques'te, Olivier Carıe ve Paul Dumont yönetiminde, L'Harmattan, Paris, 1 985, ss. 54-66. 42. a . g . e . , s. 60. 43. a.g . e . , s. 6 1 .
TANRI STRATFJlSt UZMANLARI 189 Cuma ve bayram namazlarına gitmelidir.44 Bildiğim kadarıyla geleneksel ruhban sınıfının, İmam'ın yokluğunda hasımlığın darbelerini karşılayacak ve yasuk görevi görecek bir hü kümranın o�·nadığı bir devleti istediği hiç olmamıştır. Hele Rahip ile Kral'ın -Dumezil Rex-Flamen derdi- İran toplumunun iki kutbunu oluşturdukları ve aslında birbirlerini tamamlayıcı oldukları düşünülür se. Bunlardan "aynı yüzüğün iki taşı" diye söz ediliyordu. Monarşinin çöküş�1 c!ini son derece tehlikeli bir duruma sokmuştu. Tehlikelerle do lu bir maceraya sürüklenen din, ya hep ya hiç, diyordu. Ya oyunu ka zanıp tamamıyle başkalaşmış olarak oyundan çıkıyordu, ya da herşeyi kaybedip bu arada canını yitiriyordu. Koruyucu bir ekran olan hü kümdar araya girmediğinden ötürü din, bütün saldırıların yegane hedefi haline geliyordu. Ulema'nın yankılar uyandıran bu rövanşı, bence, Şah Rıza (1 878- 1 944) tarafından Ulus-Devlet'in kurulmasının neden olduğu dengesizliğe, geç ama son derece şiddetli bir cevap oldu. Şah Rıza, dini, en değerlUki işlevi, eğitim ve adalet işlevlerinden yoksun bırakarak kamu alanından çıkardığında,
1 906 Anayasası'nda ol
dukça eğreti bir şekilde bir arada bulunan üç güç (din, monarşi ve mo dernlik) arasındaki denge, monarşi-modernlik leyhine kırıldı. Monarşi artık yasama, yürütme ve yargı güçlerini, dolaysız olarak ya da Adalet Bakanlığı gibi modem organlar aracılığıyla elinde topladığı gibi, sekü larizasyon hareketini daha da hızlandıran modernlik yanlısı akımların etkinliğini destekliyordu. Mollaların bazı reformları destekleyip bazıla rına karşı çıkmaları, özgürlük aşkından ziyade, bu reformların, ayrıca lıklarını sağlamlaştırması ya da zayıflatması olgusuna bağlıydı. Din ve monarşinin dışından gelen her çözümün toplumda kök salabilmesi, toplumun ancak, hem kralların hem de bundan daha az yer kaplamayan mollaların vesayetinden kurtulmasıyla mümkündü. Oysa bu söz konu su d�ğildi ve bu durum günümüzde de değişmemiştir. Bugün yüz yüze olduğumuz İslam, devrimler çağının (Sevre) dam gasını yemiş bir İslam'dır. Ülkenin eski anayasasının dayandığı iki sis temin (modem ve geleneksel) eşitliğini reddeden bir İslam'dır bu. İsla ,11i şeriat'ın bütün diğer hukuksal ve toplumsal sistemler üzerinde dü pedüz üstünlüğünü öğütler. Bundan ötürü, yenilenme (Nahda) dönemi nir. oldukça eleştirel İslam'ından çok farklıdır. Fars ülkesinin 44. a.g . e . ,
s.
62.
1 906
190 YARALI BILlNÇ anayasasının adeta üç temel direğini oluşturan din, monarşi ve modern lik önemli mütasyonlara uğramışlardır. Yeni İslami düzenin kabuğunu biraz kazıdığımızda bu üç kavramın derinden değişmiş olduğunu gö rürüz. Modernlik, eskiden İslam ülkelerindeki yenilikçileri._ ve reform cuların çoğunun esinlendikleri temel özgürlükleri, klasik deı ıokrasiyi, Aydınlanma ilkesini, kısacası liberal değerleri billurlaştıran fasyonel bir bütün olarak algılanmamaktadır artık. Aksine, devrimci mücadele ler tarafından radikalleştirilmiş, totaliter rejimler tarafından değersizleş tirilmiş ve özellikle, her yerde mevcut bir .ideoloji gibi havada gezi nip, en ortodoksları da dahil olmak üzere İslami düşünürlerin çoğunun bakışına sızmış kaba Marksizm'in yerinden oynaulamayan altyapısı ta rafından, bizim kültürel alanımızda, biçimsizleştirilmiş bir modernlik tir. Şiilik bile geleneksel yolundan çıkmıştır. Tinsel ve ahlaksal bir de netleme organıyken, şimdi, en üst baskı gücü haline gelmiştir; böyle ce onikili Şiilik bağlamında, bir tek Mehdi'ye, yani Zaman çevrimine son vermeye gelecek olan On İkinci İmam'a düşen kıyamet eserinin ö nüne geçmiştir. Bir İslam cumhuriyetinin kurulması, Kurtarıcı'nın Mesih görevini bir bakıma inkar etmektedir. Monarşiyse düpedüz tasfiye edilmiştir. Fakat tarihsel hafızada güçlü bir şekilde yer etmiş olan bu cüssede bir arketipin yeri bugünden yarı na doldurulamayacağından, şimdi de
rahip
kendini kral ilan etmiştir,
öyle ki krallar Kralı'nın hükümdar karizmasının
Velayet-ifakih
lfarrih-i izadi) yerine
geçmiştir. Hindistan'daki kastların dilinde söylersek bu
ol;ıy. Brahmanlar'ın Kşatriya'Iara (savaşçılara) karşı bir hükümet darbe si yapmalarıyla eşdeğerdedir. Fakat bu tasfiye, laiklik yararına veya de mokratik bir yönetim biçimi yararına yapılmamıştır. Aksine, bir
tos'un
mi
yerine bir b<1şkası geçmiştir, fakat biçimlerin simgesel olarak
göründüğü bir ekonomide, ancak tamamlayıcı sayesinde iş görebilecek bir mitos gelmiştir. Ruhban sınıfı kralı kovarak öteki yarısını kaybet miştir. Kırılganlaşmıştır ve kendini bütün kötü eğilim ruhlarına kur banlık olarak sunmuştur. Geleneksel toplum topallamaya başlamıştır. Din adamının, gerçekten kral olmadan, kral olduğunu ilan ettiği bir çözüm, beterden hayır uman bir çözümdür. Ruhban sınıfı en ön saf'· ' tadır. Ne olursa olsun, çaresiz sonuçlarına katlanacaktır. Öte yandan, dinsel söylemin radikalleşmesi İslam'ı çok tehl i1ıeeli
·
TANRI STRATEJlSt UZMANLARI 191
maceralara 'oğru itmiştir. Din adamları, akla hayale gelebilecek bütün çarpıklı ki' •ı açgözlü tüketicilerine dönüşmüşlerdir. Azgın Marksist . �i yerden koparma mantığını, sınıf hıncını, özellikle de ler'den i· t söylemi; nostaljiklerin romantik karşı:kültüründen an ti-er ;şçi sloganları öğrenmektedirler; kendi kafalarından kimli' lcülarizasyon süresince dinsel muhayyilede basunl da, , olarak yüklü bütün taşıyıcı fikirleri çıkarmakta il' . , ülke tarihinde benzeri yaşanmamış bir arkaik fantazmlarını hayata geçirmekle, sınırsız mu bırakmakla, şehadet düşkünlüğünü doruğa "tasları en işlemsel bedellerine indirge .,.�meye gitmektedirler. Kolektif bi · ıtmakta olan çılgın potansiyelle yaparken de kendi dünyalarının thrum bırakmakta, aynı anda 'ıin dört yüz yıllık bir tari vi incelikten yoksun bir İslamı'nın geleceği ve •nun kazanılıp ka·
{ kutupyıldızı kitaplığı } 752
Yaralı Bilinç, tarihte geride kalmış ve değişimler şenliğine ka tılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıkları üzerine bir deneme dir. Varlığım İrani-İslami dünyadaki kişisel deneyime borçlu ol masına rağmen, bu kitabın menzilinin yalnız o dünyayla sınırlı olmadığını ve bir bakıma, zihinsel yapıları hala Geleneğe bağlı olan ve modernliği sindirmekte güçlük çeken uygarlıkların çoğu nu ilgilendirdiğini düşünüyorum. Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişki lerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmü şüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve du yarlılık yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanın dan dışlandığında, aynı ikiyanlılık duraklamalara neden olmak ta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirnıektedir. Daryu.sh Shayegan
Metis Toplum ve Felsefe ISBN 975-7650-70-6 Metis Yayınları, Başmusahip Sok.
.
3/2, Cağaloğlu istanb
? _QQQL. � _, 2
T