FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ Budala
İletişim Yayınları, Dünya Klasikleri, 2003-2013 (11 baskı) © 2003 İletişim Yayıncılık A. Ş.
Идиот
© Önsöz: Liza Knapp, “Introduction to the Idiot. Where, When, and How The Idiot Was Written”, Dostoevsky’s The Idiot: A Critical Companion, Northwestern, University Press, 1998. © Sonsöz: Murray Krieger, “Dostoevsky’s ‘Idiot’: The Curse of Saintliness”, Dostoevsky: A Collection of Critical Essays , Printice Hall, Inc., 1962. İletişim Yayınları 869 • İletişim Klasikleri 15 ISBN-13: 978-975-05-1684-9 © 2015 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2015, İstanbul DİZİ YAYIN YÖNETMENİ Murat Murat Belge YAYINA HAZIRLAYANLAR Güneş Akkor, Emrah Serdan KAPAK Suat Aysu
KAPAK RESMİ Edvard Munch, “Melankoli”, 1894 UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Cansu Cansu Özyurt BASKI ve CİLT Sena Sena Ofset · SERTİFİKA NO. 12064
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 38 46
İletişim Yayınları · SERTİFİKA NO. 10721 Binbirdirek Meydanı Sokak, İletişim Han 3, Fatih 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail:
[email protected] • web: www.iletisim.com.tr
FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ
Budala Идиот
RUSÇADAN ÇEVİREN Mazlum Beyhan LIZA KNAPP’IN ÖNSÖZÜ VE MURRAY KRIEGER’IN SONSÖZÜYLE
FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ doktor bir babanın oğlu olarak, 11 Kasım 1821’de Moskova’da doğdu. Çocukluğunu Moskova’daki Marya Hastanesi’nin bir lojmanında, zorba ve alkolik bir baba ile hasta bir anne arasında geçirdi. Küçük yaştan itibaren edebiyatla ilgilenmeye başladı ve Puşkin, Goethe, Cervantes gibi yazarlarla tanıştı. 1837’de annesini kaybetti ve ertesi yıl St. Petersburg’daki Askerî Mühendislik Okulu’na gönderildi. Babasının ani ve şüpheli ölüm haberini burada aldı. Bu kayıp üzerine bunalıma giren Dostoyevski, 1839 yılında ilk sara nöbetini geçirdi. 1844’te edebiyatla daha yakından ilgilenebilmek için askerlik mesleğinden istifa etti. 1846’da ilk romanı İnsancıklar yayımlandı ve edebiyat çevrelerinde büyük ilgiyle karşılandı. Ne var ki ardından gelen çalışmaları Öteki (1846), Ev Sahibesi (1847), Beyaz Geceler (1848) aynı başarıyı sağlayamadı ve ilk romanında kendisine destek veren ünlü eleştirmen Belinski’nin alaylarına hedef oldu. Aşırı duyarlı ve sinirli bir kişiliğe sahip olan Dostoyevski bunun üzerine ruhsal çöküntü yaşayarak hastalandı. 1849’da Çar I. Nikola’nın baskıcı yönetimine karşı faaliyetlerinden dolayı tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. İnfazın uygulanmasına dakikalar kala, cezası Sibirya’da dört yıl kürek mahkûmiyetine çevrildi. Hapiste okumasına izin verilen tek eser İncil’di. Bu süre boyunca etrafını kuşatan, horlanan ve ezilen kesimi yakından tanıma fırsatı buldu. 1854’te serbest bırakıldıktan sonra Semiapalatinsk’te zorunlu kışla hizmetine gönderildi ve subaylığa kadar yükseldi. 1857’de yoksul ve dul Marya Dimitriyevna İsayeva ile kendisine mutluluk getirmeyen bir evlilik yaptı. Edebiyata dönüşü Amcanın Rüyası (1859) isimli, mizah öğeleri barındıran Gogolvari öyküyle oldu. Aynı yıl yayımladığı kısa romanı Stepançikovo Köyü ve Sakinleri (1859) de istediği ilgiyi göremedi. 1860’ta tefrika edilen ve toplum dışına itilmiş kişilerin anlatıldığı Ölü Bir Evden Hatıralar ile kendini edebiyat çevrelerine tekrar kabul ettirdi. Tolstoy ve Turgenyev’in övdüğü eser Sibirya’daki mahkûmiyetinden derin izler taşıyordu. 1861’de ağabeyiyle birlikte Zaman (Vremya) adlı dergiyi çıkarmaya başladı. Bu dergide Batı karşıtı Slavcı düşüncelerini savunduğu tartışma yazıları yayımladı. Ardından, eleştirmenlerin sert tepkilerine sebep olan fakat okur tarafından beğeniyle karşılanan Ezilmiş ve Aşağılanmışlar yayımlandı. Yoğun çalışma temposu nedeniyle sağlığı bozulan Dostoyevski, doktorunun tavsiyesi üzerine 1862’de hayalini kurduğu Avrupa seyahatine çıktı. Fransa, İngiltere ve İtalya’yı kapsayan bu kısa gezinin ardından, 1863’te Batı kültürünü eleştirdiği Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları’nı kaleme aldı. Aynı yıl yayımlanan bir yazı sebebiyle dergisi kapatılınca yeniden mali krize sürüklendi. Maddi sıkıntılarından kurtulma umuduyla Almanya, Wiesbaden’e kumar oynamaya ve bir süredir ilişki yaşadığı Polina Suslova ile buluşmaya gitti. Birkaç yıl sonra yayımladığı Kumarbaz bu dönemde yaşadığı büyük yıkımları anlatır. 1864’te Rusya’ya döndükten sonra ağabeyiyle Çağ (Epoha) adında yeni bir dergi çıkardı ve Yeraltından Notlar ’ı burada tefrika etmeye başladı. Aynı yıl karısını ve ağabeyini kaybetti. Bunu izleyen on yıl boyunca, Dostoyevski art arda Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1867), Budala (1868), Cinler (1872), Delikanlı (1875) gibi başyapıtlarını kaleme aldı. Sürekli borç baskısı altında yaşayan ve alacaklıları tarafından sıkıştırılan yazar, daha hızlı çalışmak için işe aldığı yirmi yaşındaki sekreteri Anna Grigoriyevna Snitkina’yla, karısının ölümünden üç yıl sonra, 1867’de evlendi. Bu evlilikten doğan kızı üç aylıkken ölünce derin bir sarsıntı yaşadı ve deliliğin eşiğine kadar sürüklendi. Bu dönemde yoksulluk, sara nöbetleri ve kumar tutkusuyla boğuştu. 1874’te solunum yetmezliği tedavisi için bir süreliğine Almanya’ya gitti. 1880’de Puşkin anıtının açılışında konuşma yapmak üzere Moskova’ya davet edildi; konuşması hem halk üzerinde hem de edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Yazarlık hayatı boyunca işlediği önemli temaları bir araya getirdiği Karamazov Kardeşler ’i ölümüne üç ay kala tamamladı. Dostoyevski 9 Şubat 1881’de St. Petersburg’da hayatını kaybetti. Kalabalık bir halk kitlesinin katıldığı cenaze töreninin ardından, Tihvin Mezarlığı’na defnedildi.
İ ÇİNDEKİLER
ROMANA DAİR GÖRSELLER . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .7 KRONOLOJİ . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . .1. 3 ÖNSÖZ BUDALA’NIN
. 5 YAZILIŞI ÜZERİNE / LIZA K NAPP . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . 2
Budala
Birinci Bölüm ...................................................................................................................................47 İkinci Bölüm................................................................................................................................... 253
Üçüncü Bölüm .............................................................................................................................419 Dördüncü Bölüm ....................................................................................................................573 SONSÖZ
DOSTOYEVSKİ’NİN BUDALA’SI: AZİZLİĞİN LANETİ / MURRAY K RIEGER . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .7 5 3
Budala’nın tefrika edildiği Rus Sözü (Russkoye Slovo) dergisinin ilk sayfası (Ocak 1868), kitabın ilk baskısının kapağı (1874) ve kitabın çalışma notlarından sayfalar.
Aleksey Ushin’in Budala için yaptığı çizimler.
Sulimo-Samuyllo’nun Budala için yaptığı çizimler.
19. yüzyıldan Pavlosk manzaraları ve Pavlosk tren istasyonu konser alanında, Tsarskoye Selo demiryolunun açılışının 25. yılı kutlamaları için hazırlanan eğlence (1862), (solda). 19. yüzyıldan St. Petersburg manzaraları, (sağda).
Birinci Bölüm
I
Kasım sonlarında buzların eridiği nemli ve sisli bir günde Petersburg-Varşova treni var hızıyla Petersburg’a doğru yol alıyordu. Hava öyle nemli ve sisliydi ki, saat dokuza geldiği halde ortalık tam ağarmamış gibiydi; yoğun sisten vagon pencerelerinin on metre ötesinde bile bir karartı seçebilmek mümkün değildi. Yolcular arasında yurtdışından gelenler de vardı gerçi ama çoğunluk, özellikle de üçüncü mevki vagonlarını dolduran kesim, trene Rusya içlerinden binmiş tüccar esnaf takımından oluşuyordu. Hemen herkes yorgundu, üşümüştü, herkesin gözkapaklarında zorlu gecenin ağırlığı seziliyordu; ve sisin aklığından olacak, herkesin yüzü olduğundan da solgun görünüyordu. Ortalık biraz daha aydınlanınca, üçüncü mevki vagonlarından birinde, pencere kenarında iki yolcunun karşılıklı oturmakta olduğu seçildi: İkisi de gençti yolcuların, ikisinin de hemen hiç bagajı yoktu, ikisinin de giyimi sadeydi, ikisinin de ilginç yüz ifadeleri vardı ve nihayet ikisinin de birbiriyle konuşmaya can attığı görülüyordu. Birbirlerini tanısalar ve şu dakikada kendilerini ilginç kılan şeyin ne olduğu bilselerdi, onları bu Petersburg-Varşova treninin üçüncü mevki vagonunda karşı karşıya getiren rastlantıya 47
şaşıracaklarına kuşku yoktu. Yolculardan biri yirmi yedi yaşında kadardı; orta boylu sayılırdı; siyah denebilecek kıvırcık saçları vardı, ela gözleri ufaktı ama kor gibi yanıyordu. Elmacık kemikleri çıkık, burnu irice ve basıktı; ince dudaklarında durmaksızın küstah, alaycı, hatta kötücül bir gülümseme geziniyordu; ama alnı açık, genişti ve yüzünün alt bölümünün iticiliğini bu güzel alın örtüyordu. Bu yüzün en dikkat çekici yanı, ölü solgunluğuydu; bu solgunluk güçlü, sağlam bir yapısı olan delikanlıya ağır bir hastalıktan yeni kalkmış birinin bitkin havasını veriyordu; bir de acı veren müthiş bir tutku. Yüzünün solgunluğu, o küstah, alaycı gülümsemesi ve sert, kendini beğenmiş bakışlarıyla hiç uyuşmayan müthiş bir tutkululuk veriyordu ona. İçi kuzu postuyla kaplı, onu çok sıcak tuttuğu belli olan bol bir gocuk vardı üzerinde; nemli Rus kasım gecesine hazırlıksız yakalandığı belli olan komşusu ıslak gecenin ısırıcı okşayışlarını gece boyunca sırtında duyarken, o sıcacık kürküne sımsıkı sarınmış, hiç üşümemişti. Berikinin üzerinde kalınca bir kumaştan, kolsuz, kocaman kukuletalı, harmaniye, pelerin benzeri bol bir giysi vardı; kışın İsviçre ya da Kuzey İtalya’da dolaşan gezginlerin giydiği türden bir giysiydi bu; ancak Eydtkuhnen’den1 Petersburg’a kadar olan bu uç bölgelerde fazla işe yaraması mümkün değildi. Pelerinli genç de yirmi altı-yirmi yedi yaşlarında gösteriyordu. Boyu ortadan az uzundu; saçları beyaza yakın sarı ve çok gürdü; çökük yanaklarında nerdeyse beyaz, sivri bir sakal belli belirsiz seçiliyordu. Gözleri masmavi, kocaman; bakışları sabitti; belli belirsiz bir sükûnetin yanısıra, saralılarınki gibi tuhaf, ağır bir anlamla yüklüydü bu bakışlar. Aslında zarif, oldukça hoş bir yüzü vardı delikanlının ama epeyce soluk bir yüzdü bu, hatta şu anda soğuktan mosmor görünüyordu. Kucağında, rengi atmış eski bir fulardan küçük bir çıkın vardı ve galiba bütün eşyası da bundan ibaretti. Ayağında kalın tabanlı, yüksek ökçeli, Rus işi olmayan ayakkabılar vardı. Gocuğuna sımsıkı sarınmış olan kara saçlı komşu, biraz da yapacak başka bir iş olmadığından bütün bu ayrıntıları ince ince süzdükten sonra, yakınlarının uğradığı felaket karşısında haz duyan densizlerin alaycı gülümsemesiyle: 1
Prusya-Rusya sınırında bir istasyon – ç.n.
“Çok mu soğuk?” dedi damdan düşer gibi ve keyifle arkasına yaslandı. Sarışın olan, hep bu anı, bir konuşmanın başlamasını bekliyormuşçasına, hiç bekletmeden: “Çok!” diye karşılık verdi. “Üstelik de buzlar çözülürken böyle... ya bir de karakış olsaydı?.. Havalarımızı unutmuşum sanki... kışın bizde ne kadar soğuk olduğunu.” “Yurtdışından mı geliyorsunuz?” “Öyle, İsviçre’den.” Kara saçlı bir hayret ıslığı çalıp, hafiften kikirdedi: “Vay be! Ta nerden!” Konuşma başlamıştı. İsviçre işi pelerinli sarışın delikanlı, yol arkadaşının çoğu epeyce yersiz, hatta basbayağı senlibenli sorularına istekle karşılık veriyor, soruların yersizliğinin hiç ayırdında değilmiş gibi görünüyordu. Bu arada, soruları yanıtlarken, gerçekten de dört yılı aşkın süredir Avrupa’da olduğunu; titreme ve çırpınmalarla seyreden, saraya benzer tuhaf bir sinir hastalığı nedeniyle yurtdışına gönderildiğini açıkladı. Onu dinlerken, kara saçlı birkaç kez bıyık altından gülümsemişti; “nasıl, iyileştiniz mi bari?” sorusuna, “hayır, iyileşemedim” yanıtını alınca ise, açıkça gülmüş, sonra da: “Desenize boşa gitti paracıklarınız!” demişti. “Biz Ruslar nedense yabancı hekimlere körü körüne inanırız.” “Doğru söze ne denir!” diye atıldı, yanlarında oturan, zevksiz giyimli, kırk yaşlarında kadar gösteren, çopur yüzlü, kırmızı burunlu, memura benzer adam. “Rusları kendilerine çekmeyi iyi biliyor adamlar!” İsviçre hekimliğinin konuğu olan hasta tatlı, barıştırıcı bir sesle: “Korkarım benim örneğimde yanılıyorsunuz,” dedi. “Herkesin durumunu bilmediğim için, bu konuda herhangi bir tartışmaya giremem kuşkusuz ama benim doktorum yaklaşık iki yıl karşılıksız bakımımı üstlendiği gibi, elindeki son kuruşlarını da Rusya’ya dönüşüm için yol parası olarak verdi.” “Yani paranızı ödeyecek kimseniz yok muydu?” diye sordu kara saçlı. “Yoktu. Oradaki harcamalarımı karşılayan Bay Pavlişçev iki yıl önce ölünce, General Yepançin’in eşine bir mektup yazdım; kendi49
si uzaktan akrabam olur; ancak bir yanıt alamayınca, çaresiz dönmek zorunda kaldım.” “Nereye dönüyorsunuz peki?” “Yani nerde kalacağımı mı soruyorsunuz? Henüz bilmiyorum. Doğrusunu isterseniz...” “Yani daha bir karar vermedim mi demek istiyorsunuz?” Kara saçlıyla memur kılıklı katılırcasına gülmeye başlamışlardı. “Varınız yoğunuz da şu çıkın Allah bilir?” dedi sonunda kara saçlı. Memur kılıklı da nerdeyse zevkten dört köşe: “Kalıbımı basarım ki öyle!” dedi. “Yani, evet, her ne kadar fakirlik ayıp değilse de, kendisinin yük vagonlarında falan da herhangi bir bagajı bulunduğunu sanmıyorum.” Evet, öyleymiş; sarışın delikanlı hiç bekletmeden onlara hak verdi, tahminlerinin doğru olduğunu söyledi. Memur kılıklı, çatlayasıya güldükten sonra: “Elinizdeki şu çıkının da,” dedi “büsbütün işe yaramaz bir şey olduğunu söyleyemeyiz (ilginçtir: sonunda çıkın sahibi de yol arkadaşları gibi gülmeye başlamış, onun gülüşü, berikilerin kahkahalarının büsbütün şiddetlenmesine yol açmıştı). Her ne kadar içinin düka altınları, Napoléonlar, Frederichler, Hollanda altınları gibi, ayağınızdaki yabancı işi getrlerinizin ilham edebileceği, yabancı altınlarla dolu olmadığı belliyse de, General Yepançin’in eşinin akrabası olan birine ait olması dolayısıyla çıkınınızın belli bir değerinin olduğu yadsınamaz... tabii, eğer gerçekten General’in eşinin akrabası iseniz... zira dalgınlıktan insanlar yanılabilirler... ve dalgınlık da... aşırı hayal gücü olanlarda pek sık görülen bir durumdur.” “Yine çok iyi tahmin ettiniz!” diye atıldı sarışın delikanlı. “Çok haklısınız... Büyük olasılıkla burada yanılan benim. Yani Bayan General’le akrabalığımız o kadar uzaktan ki, buna akrabalık diyebilmek çok zor. O bakımdan, İsviçre’den yazdığım mektubu yanıtlamamasına hiç şaşırmadım. Başka ne beklenebilirdi ki?” “Demek oluyor ki, posta için harcadığınız paracıklar da boşa gitmiş. Evet... Yine de... hiç değilse saflık ve içtenliğinizin övgüye değer olduğunu belirtmeliyim. General Yepançin’e gelince... kendisini tanırız... toplumca tanınmış biridir. Sizin İsviçre’de bakımınızı üstlenen müteveffa Pavlişçev’e gelince, onu da tanırız; tabii eğer 50
aynı kişiden, yani Nikolay Andreyeviç Pavlişçev’den söz ediyorsak... çünkü iki kuzendirler kendileri ve öbür Nikolay Andreyeviç şu anda Kırım’da yaşıyor; bizim sözünü etmekte olduğumuz, müteveffa Nikolay Andreyeviç ise üst tabakayla ilişkileri olan son derece saygıdeğer bir insandı... ve bir vakitler dört bin dolayında canı vardı kendisinin...” “Evet evet, o Nikolay Andreyeviç Pavlişçev!” diye atıldı sarışın delikanlı ve merak dolu mavi gözlerini her şeyi bilen adama dikti. Toplumun bazı kesimlerinde zaman zaman, hatta sıklıkla rastlanır, böyle her şeyi bilen tiplere. Bunlar her şeyi bilirler, çünkü zekâ ve yeteneklerinden fışkıran ele avuca sığmaz kıpırdak merakları tek bir noktaya yönelmiştir; kuşkusuz, çağdaş bir düşünürce de belirtilebileceği gibi, bu durum daha önemli, yaşamsal nitelikte ilgilerin bulunmayışının bir sonucudur. Aslında bu “her şeyi bilme”nin, sınırsız bir alanı içerdiği sanılmamalıdır; tam tersine: falanca nerde çalışır, kimleri tanır-kimleri tanımaz, ne kadar malı mülkü vardır, vaktiyle nerede valilik yapmıştır, kiminle evlidir, evlenirken karısı ne kadar drahoma getirmiştir, kuzenleri kimlerdir, kuzenlerinin kuzenleri, onların dış kapılarının mandalları kimlerdir...vb.vb. gibi bilgilerle sınırlıdır bu “her şey.” Her şeyi bilenler, çoğunlukla dirsekleri eprimiş giysiler giyer ve ayda on yedi ruble kadar maaş alırlar. Haklarında bunca şey bildikleri insanlar, kuşkusuz, onların hangi güdüyle kendileri hakkında bu kadar çok bilgi edinme gereksinimi duyduklarını asla anlayamazlar; oysa her şeyi bilenler kendi bilgilerini gerçek bilime eş tutar, bunun sonucu olarak da kendilerine en yüksek düzeyde saygı duyar, tam bir ruhsal doyum içinde olurlar. Bütün bu konuşma sırasında kara saçlı genç esnemiş, vagon penceresinden boş boş bakmış ve yolculuğunun bir an önce sona ermesi için sabırsızlanmıştı. Dalgın gibiydi sanki, hatta epeyce bir dalgın gibiydi: Dinliyor ama duymuyor, bakıyor ama görmüyor, gülüyor ama neye güldüğünü kendi de anlamıyor gibiydi. Doğrusu, oldukça tuhaftı durumu. Kırmızı yüzlü, memur kılıklı adam, çıkınlı sarışın delikanlıya: “Affedersiniz ama acaba kiminle müşerref oluyorum?” dedi. Sarışın genç, sorunun bitmesini bile beklemeden, bir solukta: “Ben Prens Lev Nikolayeviç Mışkin,” dedi. 51
“Prens Mışkin? Lev Nikolayeviç?” diye yineledi memur dalgın dalgın. “Çıkaramadım... hatta daha önce hiç duymadım bile diyebilirim... Yani tarihsel bir ad olarak demek istiyorum... Karamzin Tarihi’nde herhalde geçiyordur Mışkin adı... ancak böyle tarihsel adlara hiç rastlanmaz oldu artık; tümüyle silinip gittiler yeryüzünden sanki.” “Evet, evet,” diye atıldı hemen Prens. “Mışkinler de, beni saymazsanız, tümüyle yok oldular; sanırım ben sonuncularıyım. Dedelerimizin dedeleri, sarayın iltifatına mazhar olmuş asker köylülermiş. Benim babam askeri okulu bitirdikten sonra orduda üsteğmen olarak hizmet etmiş. Öte yandan, General Yepançin’in eşinin, Prens Mışkinler soyuyla olan yakınlığının nerden geldiğini de anlayabilmiş değilim... ki o da soyunun sonuncusu sayılır bir tür...” “Soyunun sonuncusu sayılır bir tür, ha! Hah-hah-ha! Doğrusu çok güzel!” diye kikirdedi, memur. Kara saçlı da gülümsedi. Sarı saçlı, ağzından kelime oyununa benzer bir sözün çıkmış olmasına şaşırmış gibiydi. “Düşünerek söylediğim bir söz değildi,” diye açıklamaya girişti hemen. Pek bir keyiflenmişe benzeyen memur kılıklı: “Tabii, canım, tabii!” diye evetledi onu. “İsviçre’deyken, o profesörün yanında, bilim de öğrenmişsinizdir herhalde, Prens?” diye sordu birden kara saçlı. “Evet... öğrendim diyebilirim...” “Bense hiçbir zaman hiçbir şey öğrenemedim.” “Aslına bakarsanız benim de pek bir şey öğrendiğim söylenemez,” dedi Prens, özür diler gibi. “Hastalığım nedeniyle sistemli bir öğrenim görmeme izin vermedi doktorlar.” “Rogojinleri tanır mısınız? “Hayır, tanımam. Aslında pek az tanıdığım var Rusya’da. Sakın siz Rogojin olmayasınız?” “Evet, adım Rogojin, Parfyon Rogojin.” “Parfyon mu.?..” diye atıldı memur; sonra yüzünde aşırı bir saygı ifadesiyle: “Yani siz... Rogojin ailesinden misiniz?” Baştan beri yalnızca Prens’le konuşan ve kırmızı yüzlü memura tek bir söz söylemeyen kara saçlı: 52
“Evet!” diye kestirip attı kısaca. “İyi ama... bu nasıl olur?” diye kekeledi memur; donakalmış gibiydi; gözleri yuvalarından uğramıştı... Hem saygı hem korku ifadesi vardı yüzünde. “Demek siz... yedi göbekten soylu... Semyon Parfyonoviç Rogojin’in oğlusunuz... Geride tamı tamına iki buçuk milyonluk bir servet bırakarak bir ay önce vefat eden o saygın, onurlu, büyük insanın?” Kara saçlı, bu kez de memurun yüzüne bakmaya gönül indirmeden: “İyi de, sen nerden biliyorsun bıraktığı servetin tam iki buçuk milyon olduğunu?” dedi. Sonra gözüyle Prens’e memuru göstererek: “Görüyorsunuz değil mi?” diye sürdürdü. “Kokuyu alır almaz nasıl yalakalık etmeye başladı? Babamın bir ay önce öldüğü doğru; ben de bu süre içinde sürünüp durduğum Pskov’dan, gördüğünüz şu yırtık çizme, şu perişan üst başla yollara düştüm. Ne ağabeyim olacak alçak, ne de annem tek kapik para yollamadıkları gibi babamın öldüğünü bile haber vermediler! Köpek kadar değerim yok gözlerinde. Pskov’da tam bir ay hummadan kıvrandım. “İyi de, şimdi en azından bir milyon küsuru cebe indireceksiniz,” dedi memur. Sonra ellerini çırparak, “Aman yarabbim, paraya bak!” diye ekledi. Rogojin yeniden başıyla memuru işaret ederek, Prens’e: “İyi ama ona ne oluyor, Allah aşkına!” dedi. “İsterse amuda kalkıp dolansın çevremde, kendisine tek kapik koklatmaya niyetim yok.” “Tam da öyle yapacağım efendimiz; hep ellerimin üzerinde dolanacağım çevrenizde.” “Bir hafta gece gündüz öyle amutta dolaşsan yine de metelik koparamazsın benden.” “Olsun! Olsun! Ben yine hep ellerimin üzerinde dolaşacağım çevrenizde. Karımı, çoluğumu çocuğumu terk edip önünüzde dans edeceğim. ‘Öv onu! Öv onu!’ diyeceğim kendime durmadan.” Kara saçlı tükürür gibi yaparak: “Tuh, sana rezil herif!” dedi. Sonra Prens’e dönerek: “Beş hafta önce baba evinden kaçıp Pskov’a, halamın yanına giderken be53
nim de şu sizin çıkın gibi çıkından başka hiçbir şey yoktu yanımda. Ben Pskov’da hummadan kıvranırken, babam da beyin inmesinden ölmüş. Işıklar içinde yatsın rahmetli; ancak sağ kalsaydı kesin beni öldürürdü. İnanın bana Prens, Pskov’a kaçmasaydım eğer çoktan işimi bitirmişti. Karşısındaki gocuklu milyoneri aşağıdan yukarıya dikkatle süzen Prens: “Herhalde çok kızdırdınız kendisini?” dedi. Pek çok kişi için büyük bir ilgi konusu olabilecek milyonluk miras değildi, Prens’in muhatabında ilgisini çeken; bundan çok daha başka şeylerdi. Öte yandan Rogojin de Prens’e duygusal değil, mekanik diyebileceğimiz nedenlerle bir konuşma arkadaşı olarak dört elle sarılmıştı; yani amacı ona duygularını içtenlikle açmak, bunları onunla paylaşmak değil; bakışlarını, düşüncelerini rastgele şeylere yönelterek heyecanını bastırabilmek, en azından coşkuyla akan duygularının yatağını değiştirebilmekti. Sayıkladığını değilse bile, hâlâ geçirdiği hummanın etkisi altında olduğunu düşündürtecek bir hali vardı. Memura gelince, soluğunu tutmuş, dikkatten kaskatı kesilmişti: Rogojin’in ağzından dökülen her sözcüğü birer mücevhermiş gibi anında yakalıyordu. “Doğrusunu isterseniz, evet, çok kızmıştı,” dedi Rogojin. “Haklıydı da belki kızmakta. Ama ben en fazla ağabeyime içerliyorum. Annemin elinden bir şey gelmez... yaşlı kadın... Gününü takvimden ermişlerin yaşam öykülerini okumakla, kendi gibi yaşlı kadınlarla gevezelik etmekle geçirir. Ama ağabeyim niye bildirmedi bana babamın ölümünü? Ah, anlıyorum. O sıralar ben kendimde değildim ki... Dediklerine göre bana telgraf çekmişler, ama telgraf halamın eline geçmiş. Hala da hala hani... otuz yıldır dul ve sabahtan akşama dek birtakım divanelerle oturur kalkar; rahibeden bin beter bir yaşamı var. Telgrafı görünce öyle bir korkmuş ki, açmadan götürüp karakola bırakmış. Hâlâ orada durur. Bereket versin, Vasili Vasiliyeviç’ten aldığım bir mektup her şeyi açıklıyordu. Pederin tabutu üzerine örtülen örtünün altın sırma püsküllerini bile kesmiş geceleyin bizim birader, bunlar çuvalla para eder diyerek. Bu suçu yüzünden istesem onu Sibirya’ya sürdürürüm, çünkü kutsallığı çiğnemekten başka bir şey değil bu yaptığı.” Sözlerinin burasında me54
mura döndü: “Hey, bostan korkuluğu! Yasada, mukaddesatı tahkir ve tezyif gibi bir şey diyorlar galiba buna?” “Aynen öyle, efendimiz” diye onayladı hemen memur. “Peki cezası da Sibirya’ya sürgün mü?” “Aynen öyle efendimiz... Sibirya’ya sürgün... Hem de o dakka!” Rogojin yeniden Prens’e döndü: “Onlar hâlâ beni hasta sanıyorlar. Evet, hasta olmaya hâlâ hastayım ama yine de kimselere haber vermeden kendimi bu trene atıverdim... Hey, Semyon Semyonıç, kapılarını ardına kadar aç ve kardeşini bekle! Bizim rahmetliye kimbilir nasıl çekiştirdi beni? Doğru, Nastasya Filippovna meselesinde pederi çok kızdırdım. Suçluyum. Şeytana uydum.” Memur, dalkavukça: “Nastasya Filippovna meselesi mi?” dedi. Bir şeyler düşünüyormuş gibiydi. Rogojin, sözünü ağzına tıkarcasına: “Hiç değilse tanımadığın kişilerin işine burnunu sokma!” diye bağırdı. Memur, muzaffer bir tavırla: “Niye tanımayacakmışım?” dedi. “Tabii ki tanıyorum.” “Be adam, dünyada tek Nastasya Filippovna o mu? Hem sen ne kadar küstah adamsın böyle!” Sonra Prens’e dönerek: “İnanır mısınız, böyle bir rezilin yakama yapışacağı sanki içime doğmuştu,” diye sürdürdü sözlerini. Memur ayak dirercesine: “İyi ama neden tanıyabileceğimi düşünmüyorsunuz hiç?” dedi. “Lebedev’in bilmediği mi var! Beni azarlayıp duruyorsunuz ama ya tanıdığımı kanıtlarsam size? Babanızın sizi kızılcık sopasıyla okşamasına neden olan Nastasya Filippovna’nın soyadı Baraşkova’dır; yüksek tabakadandır, hatta kendine özgü bir prenses olduğu bile söylenebilir; Totskiy adında biriyle beraberdir; Nastasya Filippovna’nın beraber olduğu bu Afanasiy İvanoviç Totskiy hem büyük bir toprak sahibi hem de önemli birtakım şirketlerin yönetim kurullarında üye olan büyük bir kapitalisttir ve bu nitelikleri dolayısıyla da General Yepançin ve ailesiyle çok yakın bir dostluğu olup...” 55
“Pes doğrusu!” dedi Rogojin, tam bir şaşkınlık içinde. “Gerçekten de haberi olmadığı bir şey yok bu herifin!” “Lebedev’in bilmediği yoktur... Lebedev her şeyi bilir. Benim, efendiciğim, Aleksey Lihaçov denen adamla tam iki ay gece gündüz sürtmüşlüğüm vardır... O da babasını kaybetmişti... Ve bizim girip çıkmadığımız delik yoktu... diyebilirim ki bensiz şuradan şuraya adım atmazdı Lihaçov. Kendisi şu anda bir borç işi yüzünden hapistedir. Ama vaktiyle Armans, Korali, Prenses Patska ve Nastasya Filippovna gibi kişilerle tanışma fırsatı bulmuş ve haklarında pek çok şey öğrenmiş biriydi.” Rogojin titreyen bir sesle: “Yani sen şimdi Nastasya Filippovna’yla Lihaçov arasında bir şeyler olduğunu mu ima etmek istiyorsun?” dedi; öfkeden dudaklarının kanı çekilmişti. “Hayır... hayır... katiyen!” diye atıldı hemen memur. “Asla böyle bir şey olmadı. Onca para harcamasına karşın Lihaçov amacına ulaşamadı. Nastasya Filippovna örneğin bir Armans değildi. Bir tek Totskiy vardı onun için. Akşamları beraberce ya Bolşoy’daki ya da Fransız Tiyatrosu’ndaki özel localarına gider oyun izlerlerdi. O akşam tiyatroya gelmiş subaylar, aralarında Nastasya Filippovna’yı çekiştirirlerdi ama onların da söyledikleri, ‘Nastasya Filippovna dedikleri işte bu kadındır’dan öteye geçmezdi; çünkü ne onlar bunun ötesinde bir şey bilirlerdi, ne de zaten bunun ötesinde bilinecek bir şey vardı.” Rogojin asık bir yüzle onayladı memuru: “Evet, vaktiyle Zalyojev’in bana anlattıkları da tam böyleydi. Ben bir gün, Prens, üzerimde üç yıldır giydiğim eski bir redingot, Nevskiy’de dolaşırken gördüm onu; bir mağazadan çıkmış arabasına biniyordu. O anda tam şuramın nasıl yandığını anlatamam. Tam o sırada Zalyojev’e rastlamayayım mı? Gözünde bir monokl... sinekkaydı tıraşlı... iki dirhem bir çekirdek... benim tam tersim bir durumda sizin anlayacağınız. Çünkü biz baba yurdunda hep çamurlu çizmelerle dolaşır, lahana çorbasından başka bir şey bilmeyiz... ‘O bir prensestir,’ dedi Zalyojev. ‘Ve ondan sana eş olmaz. Adı Nastasya Filippovna, soyadı Baraşkova’dır ve Totskiy ile yaşar. Totskiy’nin ise aklı fikri ondan kurtulmakta; çünkü yaşı artık 56
kemale gelmiş olmasına karşın –elli beş yaşında Totskiy– Petersburg’un en güzel kızıyla evlenmeyi kafaya koymuş.’ Bu arada bana o gün Bolşoy Balesi’ne gidersem Nastasya Filippovna’yı locasında görebileceğimi de söyledi. Babama baleye gitmekten söz edecek olsam esaslı bir dayak yiyeceğime kuşku yoktu; bu nedenle gizlice gittim ve Nastasya Filippovna’yı bir kez de orada, locasında gördüm. Tabii o gece gözüme uyku girmedi. Sabahleyin babam paraya çevirmem için yüzde beş faizli beşer bin rublelik iki tahvil verdi: ‘Bunlardan alacağın paranın yedi bin beş yüz rublesini götür Andreyev’e ver, kalanını da bir yerlere takılmadan doğruca bana getir, burada oturup seni bekleyeceğim,’ dedi. Tahvilleri sattım, on bin rubleyi aldım, ama babamın borcunu ödemek için Andreyev’in yazıhanesine gidecek yerde doğruca İngiliz mağazasına gidip her birinin ucunda fındık irililiğinde birer pırlanta sallanan iki küpe aldım. Dört yüz ruble eksik geldi para; ama kim olduğumu söyleyince, sonra ödersiniz deyip küpeleri sardılar. Oradan doğruca Zalyo jev’e gittim: ‘Böyleyken böyle kardeş,’ dedim; hemen hazırlan, doğruca Nastasya Filippovna’ya gidiyoruz. Yola koyulduk. Ben ne yolun, ne yürüdüğümün, ne yanımın yöremin farkındayım! Doğruca kabul salonuna alındık; kendisi karşıladı bizi. Ben o sırada... yani... benim ben olduğumu söylemedim. Zalyojev aldı sözü: ‘Parfyon Rogojin’den... size rastladığı dünkü günün anısına hanımefendi,’ dedi. ‘Lütfen kabul buyurun.’ Kutuyu aldı, açtı, içindekilere bir göz attı, gülümsedi, ‘Arkadaşınız Rogojin’e incelikli ilgisi, dikkati için teşekkürlerimi iletin,’ dedi, selam verip çekildi gitti. Ah, o anda nasıl oldu da ölmedim, anlayamıyorum! Oysa giderken, ‘Öyle de öldüm, böyle de...’ diyordum. ‘Bu gidişin sağ salim dönüşü yok.’ Ama en ağırıma giden, Zalyojev denen cin herifin parsayı toplamasıydı. Hem boyca kısaydım ondan, hem üstüm başım dökülüyordu; belermiş gözlerimle, ağzımı açmadan kadına bakıp duruyor, müthiş utanıyordum; oysa Zalyojev’in üzerinde son moda giysiler, boynunda damalı bir kravat vardı; saçlarını kıvırtmış, yüzüne pudralar, kremler sürmüştü; öyle şen şakraktı, öyle yaltaklanıyordu ki, Nastasya’nın onu ben sandığına hiç kuşkum yoktu. Dışarı çıkınca, ‘Bir daha,’ dedim, ‘buraya benimle birlikte gelmeyi unut!’ Güldü: ‘Semyon Parfyoniç’e nasıl hesap vereceksin, çok merak ediyorum,’ 57
dedi. Gerçekten de bir ara, eve gitmektense kendimi oracıkta nehre atmayı düşünmedim değil, ama sonunda, ‘Amaan,’ dedim, ‘korkunun ecele faydası yok; ne olacaksa olsun varsın!’ Ve üzerinde lanet taşıyan biri gibi evin yolunu tuttum.” Bu arada memur Prens’e dönerek cin çarpmış gibi büyük bir korkuyla: “Vay anam!” dedi; bütün vücudu korkudan titriyordu. “Rahmetli, on bin ruble şurda dursun, on kâğıt için bile insanı dünyaya geldiğine pişman ederdi.” Prens, dikkatle Rogojin’e bakıyordu; rengi daha bir atmış gibiydi Rogojin’in. “On kâğıt için bile insanı dünyaya geldiğine pişman edermiş!..” diye küçümser bir edayla memurun sözlerini yineledi Rogojin, sonra Prens’e dönerek: “Olayı o dakka öğrendi,” diye sürdürdü. “Zaten Zalyojev önüne gelene anlatıyordu olup biteni. Peder beni kolumdan tuttuğu gibi üst kattaki odalardan birine kapadı ve tam bir saat Allah yaratmış demedi. Sonra da, ‘Bunlar daha bir şey değil,’ dedi. ‘Seninle asıl akşam görüşeceğiz!’ Ve ne yapsa beğenirsiniz? O yaşında kalk Nastasya Filippovna’ya git sen, salya sümük ağla, yalvar... O da getirmiş küpeleri kutusuyla, ‘Al mücevherlerini!’ diye fırlatmış suratına, sonra da eklemiş: ‘Parfyon’un bunları elde etmek için hangi tehlikeleri göze almış olduğunu gördükten sonra şimdi o küpeler benim için çok daha değerli. Parfyon Semyonıç’a engin selamlarımı ilet ve tarafımdan teşekkür et!’” “Bu arada ben Seryojka Protuşin’den bulduğum yirmi rubleyle, annemin de hayır dualarını alıp, trene atladığım gibi Pskov yolunu tuttum. Oraya vardığımda sıtmadan tir tir titriyormuşum... Bunun üzerine kocakarılar bana azizlerin yaşam öykülerini okumaya başlamışlar; bense kendimi meyhaneye atıp cebimde kalan son kapiklerle felaket bir şekilde kafayı çekip sokaklarda yatmışım... Gece köpeklerin saldırısı... Sabaha doğru yeniden sıtma nöbeti... Nasıl kendime gelebildiğimi bir ben bilirim.” Memur neşeyle ellerini ovuşturarak: “Öyle ama bundan sonra Nastasya Filippovna’yla neşeli günler bekliyor bizi,” diye kikirdedi. “O küpelerin çok daha değerlilerini armağan ederiz kendisine... Öyle değil mi, beyzadem?” 58
Rogojin, memuru kolundan kıskıvrak yakalayarak: “Bana bak,” dedi, “Nastasya Filippovna’nın adını bir kez daha ağzına alacak olursan, canını çıkarana dek kırbaçlarım seni! Lihaçov’la gezip tozmalarının boşa gitmediği anlaşılıyor!” “Beni kırbaçlamaktan söz ettiğine göre, beni geri çevirmiyorsun demektir. Kırbaçla! Kırbaçla beni... kırbaçla ki senin damganı taşımış olayım böylece... A-a... şuraya bakın, gelmişiz bile!” Gerçekten de tren istasyona girmek üzereydi. Kimseye haber vermeden yola çıktığını söylemiş olmasına karşın garda Rogojin’i bekleyenler vardı; şapkalarını sallıyor, sesleniyorlardı. Rogojin kendisini karşılamaya gelenlere zafer kazanmışçasına – ve biraz da kindar– bir gülümsemeyle bakarak: “İşe bak, Zalyojev de burada!” diye mırıldandı. Sonra birden Prens’e dönerek: “Nedenini bilemiyorum, Prens, ama seni çok sevdim,” dedi. “Belki, böyle bir anda karşılaştığımız için... Ama –başıyla memuru gösterdi–: Onunla da karşılaştım bu yolculukta, ancak kendisini hiç sevmedim. Bana uğra, Prens. Öncelikle şu ayağındaki tuhaf kunduraları çıkarıp atalım... sana en üstün kaliteden bir sansar kürk vereyim; yine birinci sınıf bir frakla beyaz bir yelek ya da başka ne istersen, diktireyim, cebini parayla doldurayım, sonra da... birlikte Nastasya Filippovna’ya gidelim... ne dersin, ha? Kabul mü?” “Kabul edin, Lev Nikolayeviç!” diye atıldı Lebedev. Sonra, etkilemek istercesine tane tane: “Sakın kaçırmayın bu fırsatı!” dedi. “Sakın!” Prens, yerinden doğruldu, büyük bir incelikle elini Rogojin’e uzattı ve sevecenlik dolu bir sesle: “Sizi ziyaret etmek benim için büyük bir zevk olacak,” dedi. “Ayrıca, beni sevdiğiniz için de size çok teşekkür ederim. Bakarsınız, bugün bile gelebilirim ziyaretinize. Çünkü açık söylemek gerekirse, ben de sizden çok hoşlandım, özellikle de o pırlanta küpeler hikâyenizi anlattığınızda. Aslına bakarsanız, yüzünüz asık olmasına karşın, küpe hikâyesinden önce de hoşlanmıştım sizden. Söz verdiğiniz kürk ve giysiler için çok teşekkür ederim. Çünkü her ikisine de çok ihtiyacım var. Para konusuna gelince, şu anda cebimden üç beş kapik bile çıkacağını sanmam.” 59
“Paran olacak... bu akşam paran olacak!” “Olacak, olacak!” diye atıldı memur. “Bu gece, gün doğmadan paralanacaksın!” “Cinsi latiflerle aranız çok iyi gibi sanki, Prens, yanılıyor muyum? Önceden bileyim ki...” “Benim mi? Hayır, hayır! Sanırım bilmiyorsunuz... doğuştan hasta olmam nedeniyle kadınları hiç... hiç tanımıyorum ben!” “O zaman sen meczup, divane gibi bir şeysin, Prens?.. Allah’ın makbul kullarıdır senin gibileri.” “Evet, yüce Tanrı’nın makbul kullarıdır,” diye onayladı memur da. “Kes yalakalığı da arkamdan gel,” dedi Rogojin, memura; hep birlikte vagondan çıktılar. Lebedev amacına ulaşmıştı. Az sonra Rogojin’i çevreleyen gürültülü kalabalık Voznesenskiy Caddesi yönüne doğru uzaklaştı. Prens’in ise Liteynaya yönüne gitmesi gerekiyordu. Hava sisli ve çok nemliydi; Prens gelip geçenlerden yolu sordu; gitmesi gereken yolun üç kilometre kadar tuttuğunu öğrenince bir arabaya binmeye karar verdi. II
General Yepançin, Liteynaya Caddesi dolaylarında, Preobrajenye’ye yakın bir yerde, kendine ait bir evde oturuyordu. Beşi kirada olan altı dairelik bu şahane evden başka General’in Sadovaya’da, yine esaslı gelir getiren çok büyük bir başka evi daha vardı. Bu iki evden ayrı General Yepançin’in hemen Petersburg dolaylarında büyük gelir getiren bir yurtluğu, yine Petersburg yörelerinde bir fabrikası vardı. General’in geçmişte kesenekçilik yaptığı, yani devlete ait gelirleri, tekel vergilerini toplayan bir mültezim olduğu biliniyordu. Şimdi ise, önemli birtakım şirketlerde hatırı sayılır oyu olan, sözü geçer biriydi. Parası çok, işi çok, tanıdıkları çok bir adam olarak ün salmıştı. Kimi yerlerde, bu arada çalıştığı dairede de, kendini her işte gereksinilen, olmazsa olmaz kişi yapmayı becermişti. Öte yandan herkes İvan Fyodoroviç Yepançin’in herhangi bir eğitimden geçmediği ve bir asker çocuğu 60
olduğunu da bilirdi; bu sonuncu nokta kuşkusuz General’in lehine sayılacak, ona yalnızca onur verecek bir noktaydı, ancak yine de General’in, bu konuyla ilgili imada bulunulmasından hoşlanmamak gibi küçük, bağışlanabilir bir zayıflığı vardı. Ne olursa olsun, akıllı, becerikli biri olduğuna hiç kuşku yoktu. Görünmemesi gereken yerde öne çıkmamak, silinip gitmek gibi bir ilkesi vardı; insanlar onun özellikle de sadelik ve kendi yerini bilme niteliklerine büyük değer verirdi. Her zaman yerini bilen, asla haddini bilmezlik etmeyen bu insanın içinden zaman zaman neler geçtiğini bilseler acaba ne düşünürlerdi, ona büyük değer veren bu insanlar? Hayat işlerinde büyük deneyimleri ve kimi çok ilginç yetenekleri olmasına karşın, “yalakalıktan uzak sadakat”2 duygusuna sahip bir insan gibi, hatta (ah, nereye gidiyor yüzyılımız?) bir Rus, içten bir insan, bağımsız bir akla sahip ve bu akla göre yapıp eyleyen bir kişi gibi değil, daha çok başkalarının düşüncelerinin uygulayıcısı gibi görünürdü. Dürüstlük, içtenlikle ilgili olarak gülünç birtakım fıkralar da uydurulmuştu hakkında, ama en gülünç fıkraların bile General’in cesaretini kırdığı söylenemezdi. Aslında şansı daima yaver gitmişti; kumar masalarına servet denilebilecek tutarlar yatırır ve bu sırada kâğıt oyununa düşkünlük şeklindeki –çoğu kez kendisinin işine yarayan– küçük zayıflığını gizleme gereği duymaz, tam tersine, öne çıkarırdı. İçinde yer aldığı topluluk, kuşkusuz birinci sınıf bir topluluktu. Gelecek çok önemliydi ve onun bu konudaki düsturu basitti: sabrın sonu selamettir; her şey ağır ağır, sabırla ve sırasıyla gerçekleşecekti. Esasen General Yepançin’in yaşı da “tam vakti” denebilecek bir yaştı, yani elli altı, yani yaşamın gerçek anlamda daha yeni başladığı, çiçeklendiği, en zinde yaş. Sağlığı yerindeydi, yüzünden kan damlardı; dişleri kahverengi-siyahımsı bir görünüm almasına karşın sapasağlamdı. Sabah, işte kaygılı olan yüzü, akşamları oyun masasında ya da Ekselanslarının evinde neşeyle ışırdı: kısacası şimdiki ve gelecekteki başarıları için her şey el vermiş gibiydi, yaşam güller sermişti ayaklarının dibine. 2
I. Aleksandr döneminde, Çar’ın tanıdığı sınırsız yetkilerle işkence, sürgün gibi son derece acımasız uygulamalara imza atan A.A. Arakçayev’in (1769-1834) armasında yer alan slogan – ç.n. 61