Birlik ve Mücadele sayı 4, Mart 1998 İçindekiler • Burjuva Demokrasisi Ve Ajanı Sosyal Demokrasinin Gerçek Yüzü, Norveç • Dominik Konferansı'na Koordinasyon Komitesi Tarafından Sunulan Metin Üzerine Gözlem Ve Öneriler, Benin • Emperyalizmin Krizinin Genel Belirtileri Ve Görevlerimiz: Marksist-leninist Parti Ve Örgütler Uluslararası Konferansı Kararı, • Geçmişi Aşarak Geleceğe İlerleyeceğiz, Şili • Gelecek Yüzyıl, Proleter Komünist Devrimin Yüzyılı Olacaktır, İtalya • Kapitalist Kaos Karşısında, Venezuela • Kore Halk Cumhuriyeti'ne Karşı Tutumumuz Nedir?, Almanya • Narkotrafik Bahanesi, Kolombiya • Sınıf Tahlili Üzerine: İletişim Ve Ulaştırma Sanayindeki Emekçilerin Rolü Ve Yeri, Fransa • T D K P 2. Genel Konferansı'nın Açıklaması, Türkiye • Temel Görevlerimiz, Ekvator • Ülke Gerçeği, Ulusal Anti-emperyalist Mücadeleyi Her Dönemden Daha Çok Zorunlu Kılıyor, Dominik • İşçi Komisyonları'nın (cc.oo) 6. Kongresi Üzerine, İspanya • İşçi Sorununa İlişkin Olarak Parti, Meksika
Burjuva Demokrasisi Ve Ajanı Sosyal Demokrasinin Gerçek Yüzü Birlik ve Mücadele Sayı :4 Norveç Değişik revizyonist akımlar, 'yeni dünya düzeni'nin ve Doğu Avrupa'daki barışçıl karşı-devrimlerin deneyiminin, şiddete dayalı devrimlerin artık mümkün olmadığını, bunun ümitsiz bir girişimi ifade ettiğini, hatta hiç 'gerekli' olmadığını kanıtladığını iddia ediyorlar. 'Demokrasi'nin (ki bunu sınıf içeriğinden yoksun birşey olarak algılıyorlar) bugün ulaştığı aşamada, barışçıl geçişin ve 'antitekelci strateji'nin, mümkün olan tek gelişme yolu olduğuna inanıyorlar. Aşağıdaki makalede, Avrupa'nın sosyal demokrat 'vitrin'lerinden biri olan Norveç'te, çağdaş burjuva demokrasisinin gerçek içeriğine bakacağız. Devlet sorununa ilişkin Marksist konsept herkes tarafından bilinir. Tarihsel bir kategori olarak devlet, bir sınıfın diğer sınıfları baskı altına almasının bir aracıdır. Devlet gücünün özünü her zaman, polisi, ordusu ve mahkemeleriyle şiddet mekanizması teşkil eder. Marksist devlet kavramı, zora dayanan burjuva devlet gücünün, ancak baskı altındaki sınıfın zor kullanmasıyla ortadan kaldırılabileceğini kavramada esas teşkil eder. Burjuva devleti, işçi sınıfı tarafından devralınamaz; onun 'yıkılması' ve işçi sınıfının kendi devlet organlarını yaratması gerekir. Paris komünarlarının ayaklanmasını ve sonunda yenilgiye uğramasını inceledikten sonra Marx'ın çıkardığı en önemli sonuçlardan biri bu olmuştur. 'Solcular'ın reformist yanılsamaları Norveç 'solu'nda, küçük burjuva yanılsamalar ve reformist fikirler her zaman gelişecek verimli topraklar bulmuştur. Bu yazıda, bunun özel tarihsel, ulusal, jeopolitik ve sınıf kaynaklı nedenlerine girmeyeceğiz. Ancak, ikincil diyebileceğimiz bir emperyalist güce ve küçük bir nüfusa sahip olsa da, günümüzün 'küçük Norveç'i sadece, balıkçıların ve küçük çaplı çiftçilerin yaşadığı uzaklarda bir yarı-arktik kaya parçası değil, aslında emperyalist arenada her geçen gün daha aktif ve hırslı bir hale gelen bir aktördür. Petrol ve kıyı sanayinden gelen aşırı karlar, güçlü bir devlet finansmanı birikimi sağlayarak Norveç burjuvazisinin birçok alanda ihtirasla hareket etmesini sağladı. Norveç'in aynı zamanda, itaatkar bir şekilde çok daha güçlü emperyalist ülkelerin ve ittifakların (ABD ve AB) kuyruğuna takılmış emperyalist 'küçük kardeş' olması, daha önce değinilen gerçekle çelişmez. İsveç ve Danimarka gibi diğer Kuzey ülkelerinin yanında Norveç de, tüm nüfus için belli asgari sosyal standartların garanti altına alındığı - elbette ki sermayenin egemenliğini ya da daha güçlü emperyalist güçlere boyun eğilmesini etkilemeyecek bir tarzda büyük bir demokrasi ve sosyal demokrat 'refah devleti'nin önemli bir örneği olarak ortaya çıkıyor. Uluslararası arenada ise, bu 'sosyal demokrasi cennetleri', özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerine ve halklarına, ulusal ve sosyal kurtuluşun, devrim ve sosyalizmin en 'mantıklı' alternatifi olarak sunuluyor. Sosyal demokrasinin 'başarısı' konusundaki gerçek Yakın dönemlere kadar, sosyal demokrasinin 'başarısı' olgusu, İskandinav ülkeleri emekçilerinin çoğunluğu içinde belli bir etkiye sahip olduğu gibi, birçok durumda, dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleri, işçi örgütleri ve ilerici hükümetler üzerinde de 'ılımlılaştırıcı bir etkisi' oldu. Son yıllarda Norveç hükümetleri, (Güney Afrika'da olduğu gibi) 'baskıya karşı ittifak' ve Ortadoğu, El Salvador, Guatemala vb. birçok çatışma bölgesinde 'görüşmeci' ve 'arabulucu' rolünü şevkle oynuyor. Küçük bir emperyalist güç olarak Norveç'in, yeni emperyalist çıkarlarını ve ihtiraslarını gerçekleştirmek için bu 'arabuluculuk' pozisyonunu nasıl etkili bir şekilde kullandığı bugün açıklık kazanıyor. Bir örnek verirsek; Norveç hükümeti bir yandan resmi olarak Endonezya'nın Doğu Timor'u işgalini kınıyor; ama öte yandan da tekelci sermayesi ile birlikte Suharto rejimi ile açıktan flört ediyor ve hatta Timor Denizi'ndeki petrol kaynaklarının Endonezya toprağı olarak değerlendirilmesi gerektiğini kabul ediyor! Belirgin olan bir başka şey ise, çağdaş sosyal demokrasinin onyıllardır övündüğü 'refah devleti'nin ortadan kaldırılmaya başlanmasıdır. Bunun nedeni açık: 1989-90 yıllarını izleyen dönemde ortaya çıkan iç ve dış olaylar sonrasında devrim olanağı ve 'sosyalist tehdit'in neredeyse sıfır olduğunu düşünen sermaye, sınıf uzlaşmasını daha fazla gerekli görmüyor. İskandinav ülkelerinin işçi sınıfı ise, kapitalist gerçekliği ve burjuva demokrasisi ve sosyal demokrat maske altındaki 'refah devleti'nin gerçek yüzünü anlama konusunda giderek uyanıyor. Bu algılayışın önemli bir parçası, savaş sonrası dönemde sosyal demokrasi ile maskelenmiş olan, gelişmiş burjuva demokrasisi olarak bildiğimiz kapitalist egemenlik biçiminin özünde yatmaktadır. Komünistler, 'herkes için' demokrasi, devletin 'tarafsızlığı', Norveç burjuvazisi için tipik olduğu düşünülen 'demokratik düşünme şekli' gibi sahte söylemlerin ve şiddet aygıtının gerçek yüzünü ortaya çıkarmalıdır. Hizmet edeceğimizi ve devrime hazırlayacağımızı söylediğimiz sınıfa, Norveç emperyalizminin gerçek yüzünü teşhir etmek bizim görevimizdir. Belki sermaye bugün için artık sosyal demokrasiye ihtiyaç olmadığını düşünüyor; ya da burjuvazinin ve partilerinin değişik kesimleri arasındaki rekabet kontrolden çıkmış durumda. Sebep ne olursa olsun, tarihin ironisi sosyal demokrasiyi yakaladı. Norveç'teki (ve şüphesiz diğer birçok ülkedeki) işçi ve sendikal hareketin üzerini zehirli ağlarla örten emperyalizmin bu burjuva akımının gerçek karakterini ve rolünü teşhir etmede, bugün burjuva parlamenter sistemin kendisi bize yardımcı oluyor. Norveç parlamento komisyonu, Lenin'in burjuva demokrasisinin karakteri üzerine söylediklerinin kesin bir kanıtını oluşturuyor Lenin'e göre, devlet mekanizması üzerinde burjuvazinin gücü ve etkisi ne kadar büyük ise, devlet de o kadar demokratik
parlamenter vb. şekilde işliyor demektir. 'Çalışan kitlelerin burjuva parlamentolarına katılımı, binlerce bariyer konularak engellenir (burjuva demokrasisinde, bankaların ve borsaların karar verdiği önemli konularda onlar hiçbir zaman karar hakkına sahip değildir) ve işçiler, burjuva parlamentoların kendilerine yabancı olduğunu, burjuvazinin kendileri üzerindeki baskı araçları olduğunu, düşman sınıfın, sömüren azınlığın kurumları olduğunu çok iyi biliyor, hissediyor, görüyor ve anlıyorlar.' (V.I. Lenin, Toplu Eserler (İng. CW) 28, s.247) Elbette Marksist-Leninistler her zaman demokratik hak ve özgürlüklerden faydalanıp onlar için mücadele edecektir; fakat bu taleplerin kapitalist koşullarda ancak kısmen elde edilebileceğini bilerek. Savaş kışkırtıcılarına karşı mücadele, emperyalizmin ulusal egemenliğe saldırılarına karşı halkın eylem birliği, çevreyi koruma mücadelesi, grev hakkı ve diğer demokratik hakları savunma, her zaman komünistlerin taktik programının merkezinde olacaktır. Komünistler aynı zamanda, kapitalist koşullar altında bu tür mücadelelerin başarısının, işçi sınıfının ve kitlelerin zor gücüne, eylem birliğine ve mücadele yeteneğine bağlı olarak, ancak kısmi ve sınırlı bir zaman için geçerli olacağı gerçeğini saklamaya kalkışmazlar. Kalıcı reformlar ve önemli gelişmeler, tamamiyle farklı bir sosyal ve ekonomik sistemin, yani sosyalizmin bir parçasıdır. Bu nedenle, burjuva devlet kurumları (parlamento, ordu, mahkemeler) hiçbir zaman devrimci bir stratejiye dahil edilemezler. Bu organlar sözkonusu olduğunda komünistlerin tutumu (örneğin seçimlere katılıp katılmama, askere gitmeyi kabul edip etmeme vb.), taktik bir sorundur. Duruma, başka bir deyişle sınıf mücadelesinin 'derecesine' bağlı olarak bu sorulara verilecek cevaplar değişebilir. Kısacası, içinde bulunulan döneme, değişen koşullara göre, stratejik amaçlarımızın gerçekleşmesine katkıda bulunacak en iyi şeye karar verilir. Değişik revizyonist akımlar, 'Yeni Dünya Düzeni'nin ve Doğu Avrupa'daki barışçıl karşı-devrimlerin deneyiminin, artık şiddete dayalı devrimlerin mümkün olmadığını, bunun umutsuz, hatta -emperyalistler artık aralarındaki farklılıkları Birleşmiş Milletler aracılığıyla çözdüğünden (!) - 'gereksiz' bir çaba olduğunu kanıtladığını iddia ediyorlar. Ülkemizdeki bazı revizyonistler, dünyanın diğer bölgelerinde şiddete dayalı devrimlerin hala bir gereklilik olabileceğini ifade ediyorlar. Ancak, onlara göre, Norveç'in 'barışçıl tarihi ve gelenekleri', bu Leninist öğretiyi 'eski' ve 'gerçeğe uymaz' kılıyor. Elbette bu sahte bir açıklamadır. Emperyalist gerçeklik Asıl gerçeklik ise, revizyonistlerin 'zımni gerçekliğinin' tersini söylüyor. Petrol ihracında Suudi Arabistan'dan sonra bugün ikinci sırada olan Norveç gibi bir ülkede, barışçıl bir devrim olasılığının mikroskobik olduğunu belirtmek gerekir. Ancak gerektiğinde silahlı gücü kullanma kararlılığına sahip olduğunu gösteren bir işçi sınıfı, kan dökülmesini önlemek için burjuvaziyi yeterince korkutabilir. Son 150 yılın uluslararası işçi hareketinden çıkarılan ders budur. 'Burjuva düzenin medeniyeti ve adaleti, o düzenin köleleri efendilerine karşı ayağa kalktığında kırmızı ışığını gösterir. O zaman bu medeniyet ve adalet, açık vahşetini ve yasa tanımaz intikamını sergiler. Üretenlerle ona el koyanlar arasında cereyan eden sınıf mücadelesindeki her yeni kriz, bu gerçeği daha göz kamaştırıçı bir şekilde ortaya koyar.' (Marx, Fransa'da İç Savaş) Burjuva devletin demokratik görünüşü, kağıttan yapılma evden başka birşey ifade etmez. Toplumsal kargaşa tehdidi altında hemen yerle bir olur. Bu anlayış, devrimci stratejinin geliştirilmesi açısından esas teşkil eder. Komünistler ve işçi sınıfı, nasıl bir düşmana karşı durulduğu konusunda net olmalıdır. Diğer bütün ülkelerde olduğu gibi küçük, barışçıl, uzak Norveç'te de burjuvazi, ciddi bir ayaklanma girişimini bastırmak için, şiddete dayanan devlet mekanizmasını kullanma konusunda bir dakika bile tereddüt etmeyecektir. Burjuvazinin açık diktatörlüğü Bugün bu gerçek, Norveç örneğinde de burjuva sistemin kendisi tarafından resmi olarak onaylanmış durumdadır. Norveç solu, işçi partileri ve örgütleri, ve hatta her renkten liberal unsurlar ve demokratlar, yıllarca, saldırılar, hatta ölüm olaylarıyla sonuçlanan siyasi gözetimin onyıllardır sürdüğünü iddia ettiler. Son yıllarda, önde gelen eski sosyal demokrat liderler ve diğer merkez unsurlar, komünistlerin 1950'lerden beri ifade ettikleri birşeyi doğrulayan kitaplar yayınladılar: Bu faaliyetlerin yürütülmesinde, Norveç polis örgütü POT ve Askeri İstihbarat Servisi ile yakın ilişkiler içinde olan Sosyal Demokrat Parti liderliği ve Norveç sendikalar konfederasyonu LO büyük bir rol oynamıştır. 'Çağdaş devletlerin temel yasalarına, yönetimlerine, toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü ya da 'yasalar karşısında tüm vatandaşların eşitliği' ilkesine baktığınızda, her dürüst ve sınıf bilinçli işçinin aşina olduğu burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünün kanıtlarını görürsünüz. Ne kadar demokratik olursa olsun, anayasasında, 'kamu düzeninin ihlali' durumunda ve sömürülen sınıfın kölelik konumunu 'ihlal' edip kölece davranmamaya başlaması durumunda, burjuvaziye, işçilere karşı asker gönderme, sıkıyönetim ilan etme vb. güvencesi veren çekincelerin ve yasal boşlukarın olmadığı hiçbir devlet yoktur. Kautsky utanmaz bir biçimde burjuva demokrasisini süslüyor ve örneğin en demokratik ve cumhuriyetçi burjuvazi durumunda olan Amerikan ve İsviçre burjuvasinin grevdeki işçilere karşı tutumundan sözetmekten kaçınıyor.' (V.I. Lenin, age., p.244) Tarihi bir skandal açığa çıkıyor Eldeki deliller sonunda öyle bir boyuta ulaştı ki, 1993'te parlamentodaki muhalefet, Sosyal Demokrat hükümeti bu konuyu araştırmak üzere bir meclis komisyonu kurmaya zorladı. Bilindiği kadarıyla başka herhangi bir ülkede böyle birşey olmamıştı. Geçen yıl 8 Mayıs'ta, başkanı Ketil Lund'un adını taşıyan Komisyon, Norveç Polis Örgütü ve Askeri İstihbarat Servisi'nin yasadışı bir şekilde onbinlerce Norveç vatandaşını gözetim altında tutması iddialarına ilişkin 1100 sayfalık raporunu kamuoyuna açıkladı. Lund Komisyonu'na göre yargı, yasalar tarafından güvence altına alınmış hakları koruma görevine ihanet etmiştir. Rapor, birçok durumda temel sivil haklara saygı gösterilmediğini ve mahkemelerin Oslo'daki Milli Güvenlik Konseyi'ne karşı fazlasıyla itaatkar davrandığını belirtmiştir. Rapor ayrıca, komünist, yarı-komünist ve devrimci parti ve örgütlerin üye ve taraftarlarının -hatta bunların 10 yaşındaki çocuklarının bile- gözetim altında tutulduğunu göstermiştir. Örneğin, Klassekampen adlı Maoist günlük gazetenin tüm yazı kurulu
üyelerinin telefonları Aralık 1976'dan Aralık 1979'a kadar dinlenmiştir. Burjuva basının kendisinin ifade ettiği gibi, 'Norveç vatandaşlarının yaygın bir şekilde gözetlendiğini ortaya çıkaran Lund Komisyonu raporu, Norveç'in yasaların hakim olduğu bir ülke olduğuna ilişkin şanını lekelemiştir'. Norveç'teki devrimciler için bunların hiçbiri şaşırtıcı değildir. Ancak şaşırtıcı olan şey, raporun kamuoyunun bilgisine sunulması ve tüm siyasi partilerin, Lund Komisyonu'nun Norveç gizli servisine yaptığı tarihi eleştirileri kabul edip yaptığı işten dolayı komisyonu övmesidir. Muhafazakar Parti dışında tüm muhalefet, gözetim altında tutulmuş Norveç vatandaşlarından özür dilenmesini talep etmiştir. Burjuva demokrasisinin 'üstünlüğü' Tabii ki tüm bunlardan sonra, bir bütün olarak burjuvazi, en sağcısından solcusuna ve revizyonistine kadar herkes, yasal siyasi faaliyetlerinden dolayı vatandaşların yasadışı bir şekilde gözetim altında tutulmasının artık son bulacağını ifade etmeye başladı. Bu politik skandal şimdi tersine çevrilerek, sistemin kendisinin, 'sağlıksız' yanını teşhir etme cesaret ve 'yeteneği'ne sahip olan burjuva demokratik düzenin 'üstünlüğünü' kanıtlamada kullanılıyor. İşçi Partisi Başkanı ve Başbakan Thorbjørn Jagland, dinleme cihazları yerleştirme gibi yasadışı faaliyetleri kınamak zorunda kaldı ve parti liderleri ile polis arasındaki danışıklı dövüşten üzüntü duyduğunu ifade etti. Ancak, muhalefet birlik halinde, İşçi Partisi'nden özür dilemesini isterken, basın, İşçi Partisi'nin komünist niyeti algılayışının asıl önemli şey olduğuna açıklık getirmede Jagland'ın epey sıkıntıyı göze aldığını ifade etti: Jagland, 'kullanılan yöntemleri yargılarken bu dikkate alınmalıdır' dedi. Komünizme karşı mücadelenin demokrasiyi koruma mücadelesi olduğunu belirterek tarihi özün gözardı edilmesine karşı uyarıda bulundu. Lund Raporu'nun başlattığı siyasi çatışma, kimin hangi suçu işlediği kavgasına dönüştü. Burjuva basını, sosyalist olmayan partilerin de raporu okuduktan sonra kendilerine dönüp bakmaları ve işlenen suçlardan kendi paylarına düşenin sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiğini, ayrıca sosyalist olmayan hükümetlerin bazı Adalet bakanlarının da bu faaliyetlere göz yumduğunu kabul ediyor. Bu skandal kamuoyuna yansıdıktan sonra ve bir başka skandal sahneye çıkmadan önce, burjuvazi bunu 'demokrasinin nasıl da iyi işlediğinin' bir kanıtı olarak kullanmaya çalışıyor. Bu, yeni Adalet Bakanı'nın, sadece siyasi nedenlerden dolayı gözetimde tutulmanın artık tarihe karıştığını açıkça ifade etmesinden sonra gerçekleşti. Soruşturanın soruşturulması Storting'in (Norveç Parlamantosu) gizli servisi araştırmak için oluşturduğu yeni özel komite, geçen sonbahar Milli Polis Teşkilatı'na ilişkin çok ciddi bazı bulgular elde etti. Bu komite üyelerinin bile gözetim altında tutulduğu ve gizli polisin faaliyetlerini araştırmak üzere atanan kişiler hakkında bilgi toplandığı ortaya çıktı. Norveç Polis Teşkilatı (POT), dış güçler için casusluk yapıldığı ya da başka suçlar işlendiği kuşkusuyla, Sosyalist Sol Parti eski başkanı Berge Furre'yi gözetim altında tutmuştu. Yani Lund Komisyonu'nun bir üyesi olarak Berge Furre gizli polis hakkında soruşturma yürütürken, gizli polis de onun hakkında bir soruşturma yürütüyordu. Polis, Furre hakkında bilgi edinmek için eski Doğu Alman Stasi arşivlerine başvurdu. Gizli servisin soruşturulmasına ilişkin Storting'in oluşturduğu özel komitenin raporunu açıklamayı reddeden polis, daha sonra geri adım atmak zorunda kaldı. Bir başka deyişle gizli polis, Berge Furre Lund Komisyonu'nda yer alırken onun itibarını sarsmaya çalıştı. Aslında bu tavır, Furre'nin atandığı komisyonu atayan Storting'e karşı bir hakaretti. Ayrıca, POT'un Berge Furre hakkında yürüttüğü soruşturma, Adalet Bakanlığı'nın en yüksek düzey görevlileri tarafından da onaylanmıştı. Adalet Bakanı Holt, bundan sadece iki hafta önce, parlamentoda Lund Komisyonu ile ilgili açıklamalar yapılırken, siyasi nedenlerden dolayı kişilerin artık gözetim altında tutulmayacağına dair güvence veriyordu. Bu skandal, eski Adalet Bakanı'nın ve POT başkanının görevden alınmasına neden oldu. Uzun süre başbakanlık görevini yapan Gro Harlem Brundtland ise, bu skandalın siyasi sorumluluğundan kurtulmak için tam zamanında istifa etti. Bu istifanın zamanı elbette rastlantısal değildi. Egemen sınıf kendi koyduğu yasaları tanımıyor Egemen sınıfın, işine gelmediğinde kendi yasa ve düzenlemelerini bütünüyle çiğnediğini geniş kitlelere gösteren bu olaylar oldukça utanç verici. Tabii ki yasadışı bir şekilde gözetleme sürüyor ve yeni biçim ve araçlarla sürmeye de devam edecek. Bundan bağımsız olarak olayın özü şudur: Siyasi muhalefetin 'milli güvenliği tehdit ettiği' düşünüldüğü sürece, bu muhalefet ile 'ilgilenmek' için yapılan hazırlıkların da hala çok olağan ve yasal olduğu düşünülüyor. Norveç devletinin de anayasasında hala, herhangi bir 'kamu düzeninin ihlal edilmesi' durumunda, burjuvazinin işçilerin üzerine asker gönderme, sıkıyönetim ilan etme vb. olanaklarını güvence altına alan birçok madde var. Lenin'in bu sözleri hala geçerliliğini koruyor. Norveç'te hala hüküm süren bu tür yasalar üzerinde Lund raporunun herhangi bir etkisi olmamıştır. Burjuvazi, 'sosyalizmin ortadan kalkması' ve soğuk savaşın sona ermesinden sonra bile, Norveç'in ABD'ye boyun eğme ve NATO üyesi olma döneminde ortaya çıkan bu yasaları değiştirme önerilerini tamamiyle reddediyor. Bunlar aslında, gerektiğinde 'iç düşman'dan kurtulmak için sıkıyönetime açık kapı bırakan yasalardır. Uluslarüstü ve yasadışı işbirliği Bu arada, sosyal demokrasinin ve onun İskandinav 'vitrini'nin gerçek yüzünü ortaya koyan utanç verici yeni skandallar yolda bekliyor. Juhani Salminen adlı Finlandiyalı bir sosyal demokratın yazdığı bir kitap, Kuzey ülkelerinde sosyal demokrat liderler ile istihbarat
servisleri arasında hem politik hem de istihbarat ve takibe ilişkin işlerde kurulan yakın bağlar hakkında yeni bilgiler içeriyor. Bu 'kardeşlerin' işbirliği, 1939'da Sovyetler Birliği'ne karşı yürütülen saldırıda yarı-faşist 'beyaz' Finlerin yanında yer almalarıyla başladı. Bu kitapta ayrıca, Finlandiya'daki sosyal demokrat istihbarat örgütünün, Finlandiya Komünist Partisi liderliği içine bile sızdığı ortaya konuyor. Bu istihbarat örgütünün, çoğu gönüllülerden oluşan binden fazla ajanının olduğu ve örgüte aylık raporlar verdikleri söyleniyor. Bu, Norveç açısından da çok tipik bir örnektir. 1940'ların sonunda Norveç polisi, askeri istihbaratı ve Sosyal Demokrat Parti'nin önde gelen çevreleri, Norveç Komünist Partisi'ne sızmak için eski Alman Komünist Partisi üyesi Karl Bargstadt'ı kullandılar. Willy Brandt'ın, Almanya'da başbakan olduğu dönemde, Norveç İşçi Partisi'ne bu bağlantıyı kurmada yardımcı olduğu iddia ediliyor. Şüphesiz, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Norveç ve Almanya'daki sosyal demokratlar arasında uluslarüstü yakın bir işbirliği oldu. 1970'lerde, İsveç Sosyal Demokrat Partisi'nin 'varolmayan' bir istihbarat örgütü işlettiğini ortaya koyan İsveç IB skandalı ve iki komşu ülkenin Sosyal Demokrat partileri, hükümetleri ve askeri istihbaratları arasındaki diğer yakın ilişkiler, İsveç, Norveç ve hatta (Norveçli ajanların Sovyet sınırına gönderildiği) Finlandiya'nın, kendi ülke anayasaları, yasal düzenlemeleri ve egemenlikleri ile çelişki içinde olan gayrıresmi ve uluslarüstü bir işbirliği içinde olduklarını gösteriyor. Bir dönem sona mı eriyor? En başarılı olduğu ülkelerde bile Sosyal Demokrasinin çirkef rolünü kanıtlayan bu kadar çok delilin olması, geleneksel Sosyal Demokrasi çağının sona erdiğini gösteriyor. Özellikle Avrupa'da bugün Sosyal Demokrasiye verilmiş olan görev, Sosyal Demokrasinin kendisinin ebelik yapmakla övündüğü 'sosyal devlet'in ortadan kaldırılmasını sağlama görevidir. Sosyal Demokrat partilerin kendi tabutlarına çivi çakmaları anlamına gelse de, bugün İskandinav ülkelerinde bu görevi kimse onlardan daha iyi omuzlayamaz. İster I. Dünya Savaşı'nın çıkmasındaki rollerinden, Ekim Devrimi'nin zaferinden sonraki gerici faaliyetlerinden, NATO ve ABD saldırganlığına sunduğu destekten, isterse de işçi sınıfı hareketi içindeki komünistlere karşı büyük burjuvazinin en gözde aracı olarak oynadığı ihanetçi rolden sözedelim, Sosyal Demokrasinin gerçek yüzü ile ilgili aydınlığa çıkmış sayısız olay ve olgular, onun işçi hareketi içindeki ihanetçi rolünü mahkum etmek için yetenekli bir şekilde kullanılmalıdır. Ayrıca, Sosyal Demokrasinin revizyonist özürlerinin sorumluluğunu da akılda tutmak gerekir. Onların reformist ideoloji ve partilere karşı uzlaşmacı tutumları, emekçi kitlelerin reformizm ve burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü görmelerine engel olmuştur. Revolusjon Aralık 1996 Norveç Marksist-Leninist Revolusjon (Devrim) Grubu http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=239
Dominik Konferansı'na Koordinasyon Komitesi Tarafından Sunulan Metin Üzerine Gözlem Ve Öneriler Birlik ve Mücadele Sayı :4 Benin
I. 'Birinci ve İkinci Uluslararası Konferans arası dönemde yürütülen faaliyetlerin değerlendirilmesi' başlıklı ve Eylül 1995 tarihli yazıda Koordinasyon Komitesi, 'işçi hareketinin durumu ve marksist-leninist partilerin taktik görevleri' üzerine bir döküman hazırlanmasını öneriyordu. Öneri, kendi başına oldukça yerindedir. Haziran 96'da işe girişildi ve taslak metin bize de iletildi. Anladığımız kadarıyla ve komitenin kendisinin de belirttiği gibi, partilerin bölge toplantılarında yapılan tahliller dökümana temel teşkil etti. Akla, uygulanan metodun uygun olup olmadığı geliyor. Zannediyoruz daha 1995'te komitenin elinde 'Bandera Roja' tarafından hazırlanmış metin bulunuyordu. Bu çalışma kuşkusuz önemli eksiklikler taşımakta ve hazırlanacak taslak için yetersiz kalmaktaydı. Bu durumda geriye, değişik partilerin tahlillerinden bir sentez çıkarmak kalıyordu. Buradan kalkarak hazırlanmış bir taslak ise, ister istemez uyumsuzlukları ve tutarsızlıkları içinde taşıyacaktı. Burada bunlara tek tek değinmenin bir yararı olmayacağını düşünüyoruz. Ancak, çokça olduğunu belirtmek gerekir: Yapılan tahlil içerisinde bazen sonuçlar, neden yerine konuyor. Metnin tümü üzerinde durmayacağımız için, belirlenen bazı taktik görevlere ilişkin genel düşüncelerimizi belirtelim. Öncelikle, bir bütün olarak neyi hedeflediği belirgin değildir. İkinci olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerin komünist partilerine düşen görevler ve onu, geri ülkelerin ve eski sosyalist ülkelerin partilerine düşen görevlerden ayırt eden noktalar açık değildir. Partilerin bir kısmı illegal kalmaya devam ederken, bazı partiler legal mücadele olanakları elde ettiler ve tümüne bu aşamada aynı görevlerin yüklenmesi imkanı yoktur. Ortaya çıkan metnin temel eksikliği, konferansın uluslararası karakterini unutmuş olmasıdır. II. Dünya proleter devriminin ve sınıf mücadelesinin genel prensiplerini özetleyen Quito Komünist Deklarasyonu'ndan (Ağustos 1994) sonra, yapılması gereken ilk şey, ML parti ve örgütlerin bu prensipleri gerçekten kavradıkları ve özümsedikleri konusunda emin olmak, mevcut duruma denk düşen bir denetim mekanizması çerçevesinde uygulamaya girişmeye hazır olup olmadıklarını tespit etmekti. Bu olmaksızın hazırlanacak bir taktik görevler listesinin herhangi bir anlamı yoktur ve uygulanacağı konusunda asgari bir garanti olmadan taktik görevler belirlemek, harekete oldukça zarar verecektir. 'Uluslararası Komünist Hareket: hedefler, ilkeler, metod ve görevler' (genel görevler anlaşılsın) başlıklı döküman, Benin Komünist Partisi'nin ilkeler ve metod üzerine hatırlatmaları içeren bir katkısıdır. Bu dökümanın, partilere enternasyonalist görevlerini hatırlatmak maksadıyla uluslararası proletarya saflarında dağıtılmasını zorunlu görüyoruz. Gerçekten marksist-leninist tutumda ısrar eden partiler, partiler arasında eleştiri-özeleştiri temeline oturan bir karşılıklı denetimin gerekliliğini doğal olarak göreceklerdir. Yok değilse, konferans içerisinde alınacak olan tedbirler keyfi olacak ve konferans, proletaryaya ve diğer emekçilere seslenme hakkını kendinde bulamayacaktır. Her halükarda, belirtilen bu metod ve ilkelerle hareket edildiğinde, bugün başka gruplaşmalar içerisinde bulunan partilerin, yarın Uluslararası Konferans'a yaklaşmayacakları ve dahil olmayacaklarını düşünmek doğru olmayacaktır. Burada söz konusu edilen şey, bugünkü haliyle şu veya bu parti hakkında hayal beslemek değildir. Fakat proleter kitlelerin ve diğer emekçilerin, kendilerini temsil eden partiler üzerinde yaratacakları baskıyı da küçümsememek gerekiyor. Bu partilerdeki komünistlerin, ilke ve metod mücadelesini kendi partileri içerisinde yürütmeleri, arzu edilen bir durumdur. Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı'nın güvenilirliği biraz da buna bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, revizyonist olsun veya olmasın, eski partilerin sahip oldukları birikim, genel olarak genç partilerde yoktur. Peki hatırlatılan ilkeler, pratik planda ne anlama gelmektedir? Quito Deklarasyonu'nda, Komünist Manifesto'nun şu meşhur cümlesi tekrarlanıyor: 'Komünistler asla fikir ve hedeflerini gizlemezler. Hedeflerine, eski toplumsal düzenin ancak şiddet yoluyla devrilmesiyle varacaklarını açıkça ilan ederler. Varsın, yönetici sınıflar komünist devrim fikri karşısında titresinler, proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri birşeyleri yoktur. Ama kazanacakları bir dünya var.' Ortak taktikten bahsedilen yerde, ortak örgütlenmeden de bahsedilmiş demektir. Ve burada söz konusu olan, proletaryanın dünya çapındaki örgütüdür. ML Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı, ne hedeflerini ne de tasarılarını gizlemelidir. Faaliyetini uluslararası planda yürüten Konferans, dünya proleter devriminin olabilecek en acısız biçimde başarıya ulaşması için çalışmaktadır. Her enternasyonalın hedefi, dünya proleter devrimidir. Belirli bir enternasyonalın başka tarihsel bir görevi yerine getirmiş olması, sorunun özünü ortadan kaldırmamaktadır. Süreç içerisinde temel ilkeler daha belirginleşti ve daha operasyonel duruma geldiler. III. Enternasyonal'in II. kongresinden bu yana Komünist enternasyonalin temel ilkeleri şunlardır: Proletarya diktatörlüğü ve sovyet iktidarı, yani dünya proleter devrimi. 'Birlik ve Mücadele' dergisinin 2. sayısında yeralan Ekvator ML Komünist Partisi'nin yazısında Lenin'den şöyle bir alıntı yapılıyor: 'Devrim yapılmaz, örgütlenir'. Partimizin henüz genç olduğu dönemlerde, devrim yapmak deyimini
kullanarak aynı hatayı bizim de işlediğimizi itiraf etmek gerekiyor. Hemen ardından da, devrimi kitleler yapar, parti de onlara bilinç taşır diye ekleme yapar ve kavramları gerçek anlamlarına biraz daha yakın kullanmaya çalışırdık. Hatalar yapmadan ustalaşmak da mümkün değil. Önemli olan, bulanık ve belirsiz olandan, belirgin olana doğru ilerlemesini bilmektir. Bizim buradan çıkardığımız şey şudur: Uluslararası Konferans'ın önünde; dünya proleter devrimini, dünya sovyetler cumhuriyetini ve proletarya diktatörlüğünü örgütlemek görevi durmaktadır. Genel görevler dendiğinde yüklenilen sorumluluklar nelerdir? Bu soruya, Lenin'den alıntılar yaparak genel yanıtlar vereceğiz. III. Komünizmin birinci aşaması olan sosyalizmin kapitalizm üzerindeki zaferi, gerçekten devrimci tek sınıf olan proletaryadan şu üç görevin yerine getirilmesini talep eder. Birinci görev: Sömürücüleri ve ilk önce de gelişmiş ülkelerin büyük burjuvazisini, geri ülkelerin büyük burjuvazisini ve emperyalizmi, sömürücülerin başlıca politik ve ekonomik temsilcilerini devirmek, mutlak bir yenilgiye uğratmak, direnişlerini ezmek; hangi biçimde olursa olsun yeniden emperyalist hegemonyayı, sermaye egemenliğini ve ücretli köleliği yeniden restore etme imkanlarını ortadan kaldırmak. İkinci görev: Sadece proletaryayı ya da onun ezici bir çoğunluğunu değil, sermayenin sömürdüğü geniş emekçi kitleleri de proletaryanın devrimci öncüsünün ve komünist partisinin etrafında ve yönetiminde birleştirmek, eğitmek, örgütlemek, sömürücülere karşı kararlılıkla ve fedakarlıkla yürütülen mücadelenin ateşi içerisinde disipline etmek. Bütün kapitalist ülkelerin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan bu kesimleri burjuvaziden bağımsızlaştırmak ve kendi deneyleri temelinde proletaryanın ve onun devrimci öncüsünün yönetici rolüne güveni sağlamak. Üçüncü görev: Hala bütün ülkelerde nüfusun önemli bir kesimini oluşturan tarım, sanayi ve ticaretteki küçük patronların (esnafların), burjuvazi ile proletarya, liberal ve burjuva demokrasisi ile sovyet iktidarı arasındaki tereddütlerini etkisiz kılmak ya da nötralize etmek. Ve Lenin proletaryanın strateji ve taktiğinin bir parçası olarak şu önemli belirleme ile devam eder: 'Bu görevlerden birinci ve ikincisi, hem sömürücülere ve hem de sömürülenlere ayrı, özel bir yaklaşımı gerektiren bağımsız görevlerdir. İçüncüsü, ilk ikisinden kaynaklanır ve ilk iki görevin esnek ve usta bir kombinasyonunu zorunlu kılar.' Ve devamla, işçi sınıfı partisinin öncü ve eğitici rolü, proletarya ve emekçilerin saflarında sosyalizmin inşasının pratik deneyleri ve eğitimin gerçekleştiği yer olarak Sovyet'lerin rolü üzerinde ısrarla durur. IV. Karşımızda, tespit edilmesi ve kaçınılması zorunlu olan iki tehlike var. Birincisi, konferanslarımızın turistik geziler için ya da uluslararası bir örgütün ardına sığınarak kendi ülkesinde komünist sıfatını elde etmek için vesile olması tehlikesidir. Bütün bu söylenenlerle birlikte değerlendirildiğinde, bizce az ve öz olması tercih edilir. Ve bu nedenle de biz her dönemde metinlerde (iç yayınlar da dahil olmak üzere parti yayınlarında) ve mücadele alanında sınanabilecek niteliğe özel bir önem verdik. Burjuvazinin haklı olarak, sözde komünistlerden ve örgütlerinden korkmadığını, onları hor görüp küçümsediğini bilmemiz gerekiyor. Bizim örgütümüz, emekçi kitleler üzerindeki büyük etki gücü ve otoritesi ile farklılığını göstermek zorundadır. Bu özelliklere de, başka şeylerin yanısıra hareketin mensubu olan partilerin enternasyonalist literatürü, kendi ülkelerinde açık ve yaygın olarak dağıtmasıyla varılır. Yok değilse, -aslında sovyetik fikirlere ilgisiz olmayan- geniş emekçi kitleler, burjuvaziye ve sahte komünistlere yem edilmiş olacaktır. Burada sözkonusu olan, her partinin durumuna göre nüanslar arzeden ve burjuvarevizyonist ideolojiler karşısında şu veya bu şekilde ezilmek anlamına gelen bir sağ tehlikedir. İkincisi ise, sahte komünistleri küçümseyen ve halk kitlelerini parti çizgisi etrafında birleştirecek yöntemleri bulamayan anlayışın teşkil ettiği tehlikedir. Açıkça ve herkes önünde parti örgütü ve onun temsilcileri olarak, komünist olduğunu ilan edecek imkanları yaratmak demek; nerede bulunurlarsa bulunsunlar proleterlere ve diğer emekçilere seslenme olanaklarını arttırmak, gerektiğinde ve ilkelerle oynamadan uzlaşmalara gitmek, örgütleri tarafından alıklaştırılmış proleterlerin bizi dinlediklerinden emin olarak, revizyonistlerin strateji ve taktiklerine karşı açıkça mücadele imkanları yaratmak demektir. Burada sözkonusu olan, yeteneksizliktir ve bu türden 'sol' bir pratiğin temelinde yatan şey, açık mücadeleden korkudur. Halbuki, ML doktrinden hareketle güncel ve canlı gerçekler üzerinde yükselen marksist analize ve onun yaygınlaştırılmasına, hareket bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. İnisiyatifi burjuvazinin elinden almak ve teori alanında onun üzerinde zafer kazanmak gerekmektedir. İnşa halindeki uluslararası örgütün mutlaka başarması gereken ve başarıldığında kendisine, ihtiyaç duyduğu otoriteyi kazandıracak önemli hedeflerinden biri budur. Dünya Sovyet Cumhuriyeti'nin kurulması gibi enternasyonalist bir hedef gütmeden, emperyalizmin global stratejisinin güçlerini, belirli emperyalist kuvvetlerin stratejilerini, proletaryanın ve müttefiklerinin gücünü, ara güçleri vb. içeren ve halihazırdaki bütün kuvvetleri hesaba katan bir strateji ve taktik izlemenin; proletaryanın ve onun öncüsünün
inisiyatifi yeniden ele geçirebilmesi için zorunlu olan teorik görevlerin tam olarak tespit edilmesinin; Komün ve onun devamı olan Sovyet deneylerinden gerekli dersleri çıkarmanın; devrimciler örgütünün metod ve yasalarını özenle irdeleme ve geliştirmenin imkanı yoktur. V. Metoda ilişkin olarak burada hatırlatılanları kısaca özetleyecek olursak; proletarya örgütleri, sözkonusu olanın, iki karşıt sınıf yani burjuvazi ile proletarya ve onun coğrafi cephelere göre değişkenlik arzeden müttefikleri arasındaki ampirik bir mücadele olduğunu gözönünde tutarak, güncel ve canlı harekete müdahale etmelidirler. Proletaryanın hedeflerini ve genel stratejisini belirleyerek, acil eylemler için güncel taktikler geliştirebilir ve proletarya diktatörlüğü ve dünya sovyet cumhuriyetinin inşası temel hedefine ulaşıncaya kadar devrimci mücadele olanaklarını arttıracak kısmi başarılarla nihai hedefe doğru ilerleyebilirler. Sunulan metinde, hedefler ve araçlara ilişkin literatürde bir bulanıklık ve bu genel metodun genel bir unutuluşunu tesbit ediyoruz. Yazımızın üçüncü bölümü, Lenin'in kaleminden bu sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu karışıklık ve bulanıklıkları çözmenin kolay bir iş olmadığını biliyoruz. Kendi deneylerimiz, bunun yönetici ve kadrolardan büyük sabır ve sebat talep ettiğini kanıtlıyor. Partilerin bileşiminde küçük burjuva unsurun ezici çoğunluğu sorunun önemli bir yönünü teşkil ediyor. Halbuki karşımızdaki burjuvazi, şeyler arasında ayırım yapmayı çok iyi beceriyor. Pratik politikada, sovyetizm bizi en üst derecede meşgul etmelidir. Ne yazık ki, partilerimizde bu soruna ilişkin genel bir unutkanlık var. Sovyetlerin biçimi de büyük önem taşıyor. İç biçimden bahsettik. Gerçekten de her günkü somut mücadele içerisinde bu biçimlerin oluştuğunu, devrimciler tarafından iyi gözlenmedikleri, ele alınmadıkları ve kanalize edilmedikleri için yeniden dağıldıklarını düşünüyoruz. Bugün sovyetlerin gerçek durumuna ilişkin bilgileri sadece burjuvalardan ve genel olarak da komünizmle herhangi bir alakası bulunmayanlardan izleyebiliyoruz. Halbuki komünistler biraz çaba sarfetseler, hem herşeyi yerli yerine oturtma ve hem de daha güvenilir ve ikna edici olabilmek için gerekli materyallere sahip olabilme imkanı doğacaktır. Bu konuda, gelişmiş kapitalist ülkelerin komünistlerinden çok şey talep edilecektir; çünkü onlara çokça şey verildi. Gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, bir ülkede sovyetin biçimlerinden biri, devrimci kriz lehine ve sosyalizme doğru büyük bir ilerleme saglamak üzere maddileşebilir ve maddileşmelidir. Bütün ülkelerin devrimcileri bu soruna şimdiden eğilmeli, en yeni bilimsel gelişmelerden faydalanmalı ve örgütlerini burjuvazinin kuyruğuna takmadan mükemmelleştirmelidirler. Sovyetizmin unutulmuş olduğunu söyledik. Koordinasyon Komitesi'nin sentez dökümanına bakın, konuyla ilgili tek kelime bulamazsınız. Halbuki, eğer Lenin'in fikirlerinin bugün artık güncel olmadığını iddia eden yoksa, sadece doktrine iyi bir hakimiyet bizi günübirlik 'tartışmalar'dan koruyabilir ve temel meseleler üzerine düşünmeye sevkedebilir. İlkelerin gelişme derecelerine göre proletarya diktatörlüğünü ya da işçi-köylü diktatörlüğünü, sadece sovyetizmde bulmak mümkündür. Bütün ülkelerin proletaryasının savaşımında, taktik, propaganda ve ajitasyonda ve Sovyet hedefinde ortak özellikler var olmakla birlikte, nüanslara da dikkat çekmek gerekmektedir. Sömürgelerin (daha dünyada bir miktar varlar), yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin koşulları farklı olmakla birlikte, hepsinde de Sovyetler'in inşası için çağrı görevi önümüzde durmaktadır. SSCB de dahil olmak üzere eski sosyalist ülkelerde ise yeniden inşa görevi. Ama yine de herşey, halkların önüne sloganlaştırılmış formülasyonlar koymadan önce, yapılmış olan propagandanın düzeyi ve hazırlık seviyesine bağlıdır. Durumun detaylı ve derin bir genel tahlili ve buradan çıkan sonuçların yaygınlaştırılması yeterli olacaktır. Yok değilse, bir çok metinde bozuşturulmuş halde yer alan ve komitenin sentezine de pek bir değişiklik olmadan girmiş olan, kendi ulusal burjuvazisine karşı mücadele çağrıları, bizce kesinlikten ve kavrayıştan yoksundur. Yanılgıya kapılmayalım: Bugünkü koşullarda eğer kararlı bir sovyetizm propagandasıyla ve onu izleyen mücadeleyle birleştirilmemişse, oportünizme, reformizme ve revizyonizme karşı esaslı bir mücadeleden sözedilemez. Bilim ve teknikteki gelişmelerin analizi yapıldığında ve özel olarak da bilimsel-teknik devrimin yolaçtığı sonuçlara bakıldığında, gelişmiş ülkelerin komünist partilerinin, çoğu kez üretimdeki anarşi ve israfa dikkat çektiklerini, ama buradan bu ülkelerin proletaryasının, emekçilerinin ve geri ülkelerin halklarının taleplerine vurgu yapmadıklarını gözlemliyoruz. Daha yakından bakıldığında, bunun popülist bir yaklaşım olduğu ve bilimsel-teknik gelişmelerin, özellikle de iletişim ve organizasyon bakımından, nerede olursa olsun işçi sınıfı için de olumlu koşullar yarattığını hesaba katmadığı görülecektir. Güncel sorunlar üzerine biraz derinlemesine bir yaklaşım, bir yandan herkesin bilimsel bilgi ve teknolojiye ulaşması için mücadelenin, öte yandan ise sovyetizmin yeniden doğuşu için mücadelenin, proleter partilerle proleter olmayanlar arasındaki gerçek bir ayırım çizgisi olduğunu ortaya koyacaktır. Bu iki hedef için mücadele, proleter hareketin geleceğini kurtaracak tek yoldur. Bunun anlaşılması ve uygulanması için mücadele, proletaryayı kaçınılmaz olarak bütün diğer eylemlerinde olanaklar bulmaya zorlayacak, değişik partilerin oluşturdukları oluşumların gerici ya da ihanetçi karakterlerini açıkça ve doğrudan ortaya serebilme ve anti-emperyalist kazanımları da koruma imkanı yaratacaktır.
Meseleye daha yakından bakıldığında, Uluslararası Konferans mensubu partilerin gerçekte anti-revizyonist, anti-reformist ve komünist partiler olmayı arzuladıklarını kabul etmek gerekir. Bunun ötesinde onu, diğer uluslararası oluşumlardan ayırt eden bir şey yok. Bize, proleter örgütün pratik ilkeleri ve sovyetizm üzerine oturan gerçek devrimci bir program gereklidir. Böyle bir organizasyona ulaşabilmek için belki daha bir müddet beklemek gerekiyor. Ama her halükarda konferansın gelecekte emekçi kitleler ve gençlik üzerindeki otoritesi buna bağlı olacaktır. Bu kolay bir görev değildir ve son onyılların alışkanlıklarının yarattığı mukavemeti yıkmayı zorunlu kılmaktadır. Alışkanlıklar, önyargıları ve proleter toplantılarında olmaması gereken güvensizlik ve rahatsızlıkları yarattı. Ampirik eleştiriyi destur edinen burjuva bilim adamları bile bizden daha iyi bir konumdalar. Halbuki, eğer doğru metoddan etkilenmelerine yardımcı olmak istiyorsak, onlara olumlu ve eğitici örnek olmak bize düşer. İkili görüşmelerdeki olumsuz tutumları gözönüne getirdiğimizde, bu konuyla ilgili olarak söylenecek çok şey olduğunu belirtmekte fayda var. Fazlaca tekrarlar yaptığımızdan dolayı affedin bizi. Çünkü bazı konularda hassas olunması gerektiğini düşünüyoruz. Eğer faaliyetimizi marksist-leninist metod ve ilkelerin benimsenmesine, günün önemli sorunlarının (sovyetizm ve bilimdeki en yeni gelişmeleri kullanabilen proleter örgütün inşası) pratik çözümüne yöneltebilirsek; o zaman gericiliğe ve her türden oportünizme meydan okuyacak, emekçileri ve halkları dünya proleter devrimi için örgütleyip seferber edecek uluslararası bir örgüt yaratabiliriz. Yaşasın marksizm-leninizm! Yaşasın bütün ülkelerin proleterlerinin birliği! Yaşasın halklar arasında dostluk! Benin Komünist Partisi Politik Büro http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=231
Emperyalizmin Krizinin Genel Belirtileri Ve Görevlerimiz: Marksist-leninist Parti Ve Örgütler Uluslararası Konferansı Kararı Birlik ve Mücadele Sayı :4
Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı kararları (Santo Domingo, 1996) 1. Mali sermayenin genel krizinin bir parçası olan güncel krizin tahrip edici sonuçları, gelişme dereceleri ne olursa olsun, tüm ülkelerde ekonomik, politik, sosyal ve kültürel her alanda kendini hissettiriyor. 2. Bu, sermayenin kendi değerini arttırmasına neden olan bir krizdir. Sermaye, kar oranlarını koruyabilmek için, her zaman önemli oranda üretici gücü tahrip ederken çalışan kitlelerin ve halkın sömürülmesini bir derece daha arttırır. Üretici güçlerin bu tahribi, özellikle yüksek işsizlik, işçi ve halk kitlelerinin sürekli ve mutlak yoksullaşması, yeterli sömürü olanağı sağlamayan üretim birimlerinin tamamen tasfiyesiyle kendini ifade eder. Azgelişmiş ülkelerde bu, işçiler ve halk için yıkıcı sonuçlara neden olan sanayinin yokolmasıyla sonuçlanır. 3. Ne olağanüstü bir seviyeye ulaşan sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, ne de bilimsel-teknik devrim tarafından sunulan üstün imkanlar, sermayenin krizine son verebilir. Tam tersine bu kriz, sistemin çelişkilerini derinleştirip tekeller ve tekelci devletler arasındaki rekabeti biraz daha arttırır. Doğu Avrupa'nın revizyonist iktidarlarının çöküşü, ilk canlı örneği Körfez Savaşı olan, yeni bir emperyalist paylaşım için mücadeleyi hızlandırdı. Bu emperyalist paylaşım, Balkanlar, Ortadoğu, Afrika vb. stratejik bölgeleri tahrip eden yerel çatışmalarla kendini gösteriyor. Emperyalistler için, mevcut rekabeti keskinleştirmekten başka çıkar yol yoktur, ki bu da onların genelleşebilecek askeri çatışmalara girmesine yol açacaktır. Halkın ve işçi sınıfının çıkış yolu ise devrim ve sosyalizmdir. 4. Günümüzde Leninist 'çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır' tezi tamamen geçerlidir. Kriz, ancak kesin olarak işçi sınıfının ve halkların lehine proletaryanın sosyal devrimi ile çözüme kavuşabilir. Bu nedenle, dün olduğu gibi bugün de alternatif hala devrimdir. 5. Emperyalizm tarafından hayata geçirilen politikalar nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, amaçları, krizin yükünü halkların ve işçi sınıfının sırtına yıkmaktır. Bunlar sadece adı liberal olan gerici ve tutucu politikalardır. 6. Uluslararası işbölümü bugün dünya çapında kendini dayatıyor. 'Globalleşme' kavramı, emperyalist devletler ve tekellerin, malları ve sermayeleri için her pazara serbestçe girmek, fabrikaları kapatıp daha fazla sömürü olanaklarına göre başka yerlere taşımak için diktası anlamına geliyor. İMF, Dünya Bankası, G7 (Zengin 7'ler kulübü) Avrupa Komisyonu vb. uluslararası kuruluşlar bu politikanın araçlarıdır. 7. Artan tekelleşme, artan gericileşme ile sonuçlanıyor. Işçi sınıfı ve halklara daha fazla düşman devletler, komünizme ve ilerici düşüncelere karşı iki kat arttırılmış ve genişletilmiş bir saldırı yürütüyor. Açıkça ırkçı ve faşist olan ideolojiler, işçi sınıfı ve halk kitlelerini bölmek için ileri sürülüyor. 8. Emperyalizmin krizi, revizyonistler ve reformistler için bazı sonuçlara yol açtı. Revizyonistler, revizyonist ülkelerin çöküşü ile sarsıldılar. Sosyal demokrat modele örnek gösterilebilecek bir devletten yoksun kalan reformistler ise, kendi moral bozukluklarını ve perspektifsizliklerini işçilere, işçi ve sendikal harekete aşılamak istediler. Reformist ve revizyonistlerin, işçi ve halk hareketi içinde onu bulanıklaştırıcı ve reformist çıkmazlara sürükleyici etkilerini yitirmedikleri kesin. Fakat genel eğilim gösteriyor ki, örgütlenme ve mücadele biçimleri, talepleri ile kavgayı kendi ellerine alan işçi ve halk hareketi giderek radikalleşiyor ve bağımsızlaşıyor. Avrupa: 9. Daha somut olarak, burjuvazi Avrupa'da sadece kendi mallarını satabilmek için değil, aynı zamanda işçiler arasında da rekabet yaratacak büyük bir pazar yarattı. Uluslararası sermaye kuruluşları, en zayıf devletlere kendi kurallarını dikte ediyorlar. Avrupa Topluluğu'nun inşası, öncelikli olarak Avrupa'da önde gelen güç görünümündeki Alman emperyalizminin çıkarlarına hizmet ediyor. Avrupa Topluluğu, Avrupalı emperyalist güçlerin, ABD ve Japon emperyalizmine karşı rekabetinin ve halklara karşı emperyalist baskı ve zulmünün bir aracıdır. Bu son özellik, Avrupalı devletlerin özellikle Afrikalı halklara karşı sıklaşan askeri müdahaleleriyle kendini gösteriyor. Avrupa'da sınırların açılışı, fabrikaların kapanmasına, işçiler ve işsizler arasında keskin bir rekabete, ücretlerin önlenemeyen düşüşüne, aşırı çalışmaya ve sosyal hakların ortadan kaldırılmasına yol açtı. Egemen sınıf, işçileri ve halk kitlelerini bölmek amacıyla faşist örgütler ve ideolojileri güçlendirmek için şovenizmi kışkırtırken kendi yarattığı koşullardan yararlanıyor. Tekelci sermaye, toplumun her alanını ve kesimini kontrol altına almak için krizden faydalanırken, sermayenin biraz daha fazla tekelleşmesi ve yoğunlaşmasıyla sonuçlanan devlet kuruluşlarının özelleştirilmesi gibi dolambaçlı yollar kullanıyor.
Sosyal demokrasi ve revizyonizmin etkisinin güçlü oluşu nedeniyle, işçi ve halk hareketi uzun zaman boyunca zayıf ve bölünmüş durumdaydı. Fakat son yıllarda, işçi ve halk hareketi, Fransa, Almanya, İspanya ve diğer ülkelerdeki büyük grevlerde görüldüğü gibi hissedilir bir gelişme gösterdi. Bu grevler, işçilerin mücadelenin inisiyatifini ele almadaki büyük yeteneklerini gösterdi. Işçi sınıfı ile sosyal demokratlar, revizyonistler ve bürokratik sendika yöneticileri arasındaki ayrım belirginleşti ve derinleşti. Birçok ülkede sınıf sendikacılığı güç kazanarak genişledi. İleri işçiler, ulusal sınırların dışında olup bitenlere daha fazla ilgili hale gelerek uluslararası planda ortak mücadeleye yöneldi.'Sermayeye karşı hep birlikte!' sloganı bu isteği özetliyordu. Avrupa Topluluğu için yapılan referandumlar, emperyalist güçlere karşı, tüm ülkelerde, halkta bir tepkinin geliştiğini gösterdi. Burjuvazinin halk kitlelerine (krizden çıkış için, ç.n.) bir alternatif gibi göstermek istediği Birleşik Avrupa planı başarısızlığa uğradı. Kitleler 'Maastricht Avrupa'sına hayır!' Tekellerin Avrupa'sına hayır!' sloganlarında birleşerek uluslararası dayanışmaya yöneldiler. Afrika: 10. Afrika ülkeleri yeni kapitalist ülkelerdir ve hem kapitalist gelişmenin hem de aynı kapitalizmin gelişmesinin yetersizliklerinin sıkıntılarını çekiyor. İMF ve Dünya Bankası'nın bu ülkelere dayattığı yapısal düzenleme programları, ekonomik, sosyal ve politik planda ağır sonuçlar doğuruyor. Bu programlar, ekonomik planda bu ülkeleri istikrarsızlığa sürüklerken, Somali, Liberya, Zaire vb. ülkelerde iç patlamalara neden oluyor. Afrika halkları ve proletaryası, bu politikaların yıkıcı sonuçlarına karşı politik ve toplumsal bir mücadele yürütüyorlar. 90'lı yıllar boyunca Benin, Togo, Mali vb. ülkelerde ayaklanma şeklinde politik ve sosyal kurtuluş hareketleri gelişti. Bu hareketleri boğmak ve yoldan çıkarmak için emperyalist güçler yerel işbirlikçileri ile birlikte, ekonomik ve politik geri kalmışlığın sonuçlarına bağlı olan bazı zayıflıklardan faydalanarak etnik ve diğer tür kavgaları kışkırtıp gerici iç savaşlara neden oldular. Kito'da ML partilerin ortaya çıkmasına, gelişmesine ve olumlu yöndeki hareketlerine rağmen halkların örgütlenme ve bilinç düzeyi hala çok düşüktür. Birçok ülkede proletaryanın örgütlenme düzeyi çok zayıftır. Sübjektif koşullar, objektif koşulların gerisinde kalmıştır. Afrika kıtasında ve Arap dünyasında, onların, zenginliklerine ve stratejik konumlarına göz diken emperyalist güçler ve gerici burjuvazi, halkın bilinçlenmesi ve örgütlenmesini frenlemek için siyonizm ve dinci gericilikten faydalandı. Tunus gibi bir ülkede, Tunus halkı ve proletaryası hem Destour'un faşizmine hem de dinci faşizme karşı mücadele ediyor. ABD ve diğer emperyalist güçlerce desteklenen siyonist Israil, uzlaşmaz ve küstah tutumuyla özellikle Arap dünyası ve tüm bölge için bir savaş, istikrarsızlık ve baskı unsuru teşkil ediyor. Latin Amerika: 11. Kuzey Amerika emperyalizminin arka bahçesi olan Latin Amerika da emperyalizmin genel krizinin sarsıntılarını hissediyor. Dünya Bankası ve IMF tarafından neoliberalizmin dayatılmasıyla dış borçların sürekli artışı, doğal kaynakların talanı, işçi sınıfının aşırı sömürüsü ve üretken olmayan alanlara yapılan harcamaların yükünün halkın sırtına yıkılması ile kapitalist kriz, tüm belirtileriyle kendini gösteriyor. Ekonomik durgunluk, işsizlik ve enflasyon ve sanayinin yokedilmesi, emperyalistlerce ulusal bağımsızlıkların çiğnenmesi, temel tüketim maddelerinin ve hizmetlerin fiyatlarının artışı, büyük çoğunluğu yoksulluk içinde yaşayan halk kitlelerinin daha da yoksullaşmasına yol açtı. Rüşvet, politik ve sosyal belirsizlik, Latin Amerika'daki durumu karakterize eden özelliklerdir. Son zamanlarda, halk düşmanlığı ve emperyalizme uşaklık, burjuvazi tarafından yasallaştırılıp insan hakları ayaklar altına alınırken, demokrasi emperyalizmin bir sloganı haline geldi. Politik ve sendikal hakların kısıtlanması, tüm Güney Amerika ülkelerinin ortak özelliğidir. Latin Amerika'da emperyalizmin krizi ve anti-komünist saldırılar doğrudan doğruya sosyal demokrasi, revizyonizm ve oportunizmi vurdu. Bunlar, burjuvazi ve emperyalizm tarafından başlatılan sosyal barış ve uyuşma politikalarına kapılıp zayıflayan ve bölünen krizdeki politk güçlerdir. Fakat yine de halk hareketi üzerinde belli bir etkiye sahip olduklarından, devrimci hareket için tehlike olmaya devam ediyorlar. Latin Amerika'da işçi ve halk hareketi giderek uyanıyor. Memurların, işçilerin ve öğretmenlerin grevleri, güçlü köylü hareketleri, giderek politik hayata katılan yerlilerin ve halkın uyanışı, IMF'nin politikalarına ve dayatmalarına karşı mücadeleye kitlelerin daha aktif katılımı, burjuva iktidarın yolsuzluklarına karşı mücadele, giderek güç ve perspektif kazanan kitle hareketinin bazı örnekleridir. Uğradığı başarısızlıklara rağmen silahlı mücadele, halk iktidarının zaferi, devrim ve soyalizm için hala geçerli bir yoldur. Bazı Latin Amerika ülkelerinde ML oluşumların varlığı, halkın ve işçilerin mücadele geleneği, devrimci hareket için yol ve çizgi arayışıyla değişik devrimci grupların biraraya gelmesi, anti-emperyalist güçlerin giderek gelişmesine ve proletaryanın sosyal devrim sürecine katılışını sağlayacaktır.
Görevlerimiz: Kapitalizmin güncel krizinin giderek derinleşmesi ve yayılması karşısında komünistler, devrimciler, işçiler ve halk, toplumsal devrimin örgütlenmesinin biraz daha ilerlemesine olanak sağlayacak somut öneriler öne sürmelidir. Krizin şiddeti ve saldırılar, esas olarak işçi sınıfı ve halklar tarafından hissediliyor. Kriz, emperyalizmin çelişkilerini derinleştirerek devrimin objektif koşullarını olgunlaştırıyor. İşçi ve halk hareketinin geri çekilmesi ve anti-komünist kampanyaya rağmen, devrimin sübjektif koşullarının da gelişme eğilimine girdiği görülüyor. Esas görevimiz, kriz koşullarında devrimi hazırlamaktır. Biz işçi sınıfı ve halklar, günlük mücadele ve çabamızı, devrim ve iktidarın ele geçirilmesi amacına kanalize etmeliyiz. Partilerimizin tüm çabası ve çalışması devrim ve sosyalizme yöneliktir. Devrim ve sosyalizm hedeflerini, kitlelerin de hedefi ve amacı haline getirmeliyiz. Ülkelerimizin işçi ve halk hareketini bilimsel sosyalizmle birleştirme sürecinde biz komünistlerin bugünkü görevleri şunlardır: - İşçilerin örgütlenmesi, özgürlük ve demokrasi bayrağını yükseltmek; - Halkların kendi kaderini tayin hakkı ve bağımlı ülkelerin bağımsızlığı için mücadele etmek; - Talepleri ve hakları için işçilerin mücadelesini örgütlemek. Her alanda, zulme, emperyalist sömürüye, diktatörlüğe ve yolsuzluklara karşı uzlaşmaz bir mücadele vermeliyiz. Taktiğimiz, ortak talepler ve hedefler etrafında dünya işçileri ve halklarını birleştirmek, mücadele ve örgüt biçimlerini geliştirmektir. İşçi sınıfının mücadele ve örgütlenme potansiyelini küçümseyen ve görmezlikten gelenlere karşı açık polemiğe girerek işçi sınıfının belirleyici karakterinin altını çiziyoruz. Sınıf sendikacılığını güçlendirmek gerekiyor. Tek tek ülkelerdeki mücadele, mücadelenin uluslararası düzeyini yükseltirken, uluslararası mücadelenin düzeyi de tek tek ülkelerdeki mücadeleyi geliştiriyor. Uluslararası birlik ve mücadele, görevlerimizden biri olmalıdır. Üretimin toplumsallaşması ve karın yoğunlaşması görülmedik bir seviyeye ulaştı. Emeğin sömürüsü dünyanın her noktasına kadar yaygınlaştı. Emperyalizmin gerici politikası ve kolları tüm dünyaya yayılıyor. Olaylar ve olgular, işçi sınıfının gerçek uluslararası karakterine, emperyalizme karşı birlikte mücadele için iki kat daha fazla çaba harcanması ve dünyanın bütün ülkelerinde işçiler ve halklar arasındaki dayanışmayı yükseltmek için proletarya enternasyonalizmini güçlendirme ihtiyacına işaret ediyor. Mücadelemizde temel olarak proletaryaya kent ve kır emekçilerine yöneliyoruz. Mücadele içinde pişen ve olgunlaşan işçilerin ve köylülerin ittifakı, bağımlı ülkelerde sosyal devrimin bugününün ve geleceğinin garantisidir. Bu da, köylü kitlelerin sorunlarının ve taleplerinin, mevcut durumlarının ve perspektiflerinin dikkate alınmasını gerekli kılıyor. Partilerimiz, devrimci harekete kazanmak ve sınıf mücadelesinin bir bileşeni haline getirmek için, kır ve kentin genç işçileri ve öğrenciler içinde faaliyete özel önem veriyor. Gençlik her zaman çok önemli bir rol oynar, (onu kazanma, ç.n.) görevini yerine getirebilmek için alternatifler ve yöntemler formüle etmeliyiz. Büyük kentlerin banliyölerinde, içiçe ve sıkışık durumda yaşayan halk tabakaları, bugün sosyal mücadelede büyük bir önem arzediyor. Ekonomik ve toplumsal mücadele deneyimine sahip bu tabakaların önemli talepleri bulunuyor. Devrimin toplumsal bileşenlerinden biri olan bu tabakalar, partilerimizin dikkatlerini yöneltmesi gereken alanlardan biridir. Kitlelerin kendiliğinden mücadelesini dikkate almalı ve günlük hareketlerine katılmalıyız. İktidar mücadelesine katkısı olan günlük talepler için mücadelede başarıya ulaşmak için işçi sınıfının doğrudan mücadelesi kadar, ulusal ve uluslararası planda yasal boşlukların kullanılması da iyi araçlardır. Partilerimizin etki alanını genişletmek ve politikalarımızı geliştirmek için, tek tek ülkelerde ve uluslararası planda gelişen her işçi ve halk eylemine katılmalıyız. Bu amaçla, partilerimiz arasında koordinasyonu geliştirmeliyiz. Gerici ve ilerici güçler arasındaki ayrımı çizecek, ezilenlerin gücünü gösterecek, emperyalizme karşı direnen tüm güçleri birleştirebilecek, halk için umut olabilecek politik alternatifin yolunu açmalıyız. Anti-emperyalist bir cephenin kurulması çabası aracılığıyla işçilerin ve halkların anti-emperyalist bilinç seviyesini yükseltmeye çalışmalıyız. Özgürlüklerin savunulması, insan hakları için, zorbalığa gericiliğe ve diktatörlüğe karşı mücadeleye diğer politik ve toplumsal grupları da katabilmenin kaygısını taşımalıyız. Bu gruplar, ilerici ve demokratik cephe içinde dönüştürülebilirler. Ortak amaçları hayata geçirmek için, mücadele ve örgüt biçimlerini tartışmak amacıyla, üretim ya da faaliyet alanlarına göre bölgesel ya da uluslararası çapta işçi toplantıları düzenlemeliyiz. Halk kitleleri içinde devrimci alternatifleri benimsetmek için, her alanda büyük bir ideolojik mücadeleye girişmek partilerimizin görevidir. Sosyalizm ve devrim ideali, bu ideolojik saldırının temel çekirdeğini oluşturmalıdır. Faşizme ve gericiliğe karşı her an ideolojik mücadele yürütmeli, değişik revizyonist ve oportunist akımların etkisini kırmalıyız. Marksizm-leninizmin savunulması temelinde politik önerilerimiz ve formülasyonlarımızı netleştirmek için, bu mücadelede çabamız, teorik gelişmeye, marksizm-
leninizmin zenginleştirilmesine, yaşanan geriye dönüşler ve sosyalizmin deneyimlerinin güncelleştirilmesine katkı sağlamalıdır. Burjuvazi ve emperyalizm ile sınıf işbirliği ve barışına karşı mücadele ilanı, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine, sosyal demokrasi, revizyonizm ve oportunizme karşı mücadele ilanı, çalışmamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Emperyalizm ve kapitalizmin saldırılarına karşı işçi sınıfının giriştiği mücadele, proletaryanın deneyimlerini arttıracaktır. Bu mücadelenin ateşi içinde kendi doğal çevrelerinde kök salmış, işçi sınıfının genel çıkarları için mücadele eden sendikaların yeni önderleri, proletaryanın yeni politikacıları öne çıkar. İşçi sınıfının genel hareketi aynı zamanda proletaryaya, marksizme sempati duyan ilerici aydınları etkileme olanağı sağlar. Bizzat mevcut koşullar, partilerimizin genişlemesi, yeniden örgütlenmesi, yenilenmesi ve hareketin başına geçmesi için, mücadele içinde pişmiş en iyi işçi unsurların partilerimize kazanılmasını sağlıyor. Sermayeye, burjuvaziye ve emperyalizmin politikalarına karşı mücadele için, genel hatlarıyla şunları öneriyoruz: - Emperyalizme ve onun savaş hazırlıklarına, halkların boyunduruk altına alınmasına karşı ulusal bağımsızlık ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı için, dış borçlar ve etkilerine karşı mücadele bayrağını yükseltmek; -Emperyalistler tarafından dayatılan politikalara ve ekonomik önlemlere karşı koymak için: - İşçi hakları için, örgütlenme hakkı, iş güvenliği, ortak anlaşmalara uyulması, grev hakkı, işçilerin sosyal kazanımları ve sigortalarının korunması için mücadele etmek, - Devletin sosyal sigortalarının ve üretici kuruluşların özelleştirilmesine karşı mücadele etmek. - Ekonominin doğal ve stratejik kaynaklarının yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesini önlemek için, işçilerin ve halkın gözü bunların üzerinde olmalıdır. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma bütçesi artırılırken savunma bütçesi azaltılmalıdır. Ücretlerin yükseltilmesi ve temel tüketim mallarının fiyatlarının kontrol altına alınması için mücadele edilmelidir. - İşçilerin ve halkların devrimci, demokratik, politik mücadelesi için, iktidarların sağa kayışı ve faşizme, işçi ve halk düşmanı hükümetlere karşı mücadele, proletarya ve halk kitlelerine sosyalizmin iktidar alternatifi olduğunu gösterecek programların hayata geçirilmesi için en iyi koşulların elde edilmesi, politik özgürlük için mücadele etmekten geçiyor. - Devlet terörizminin yakıp yıktığı ülkelerde yaşama ve insan haklarına saygıda ısrar etmek, bizi burjuvaziden ayıran bir başka noktadır. - Kapitalist sömürünün neden olduğu çevre kirlenmesine karşı, insan ve yeryüzündeki her canlı yaşam türünü korumak için mücadele etmeliyiz. - Burjuva milliyetçiliğine karşı mücadele etmeli, ulusal bağımsızlık ve halkların kendi kaderini tayin hakkını savunmalıyız. - Ülkelerimizde devrim sürecinde önemli bir konuma sahip olan gençlik hareketinin taleplerini savunmalı, özel taleplerini gözönüne alarak kadınların da devrimci ve demokratik mücadeleye katılmasını sağlamalıyız.
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin! Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı Santo Domingo, 1996 http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=229
Geçmişi Aşarak Geleceğe İlerleyeceğiz Birlik ve Mücadele Sayı :4 Şili 1973 askeri faşist darbesinden 23 yıl sonra bugün, onu mümkün kılan nedenleri doğru marksist-leninist bir temelde açıklamanın, her zamankinden daha fazla gerekli olduğunu düşünüyoruz. Değilse sadece gelecekteki başarılar ipotek altına alınmış olmayacak, aynı zamanda 1973 darbesinden önce, darbe esnasında ve sonrasında dökülen halk evlatlarının kanına da saygısızlık edilmiş olacaktır. Yırtıcı hayvan, kışlalarından çıkarak egemenliğini bir bütün olarak toplum üzerine yaydı. Çünkü varolan 'demokratik' burjuva kurumsal sistem, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve hakimiyetini devam ettiremez konuma gelmişti. Emekçiler politik iktidarı ele geçirmek özlemiyle belirli ileri adımlar atmış durumda idiler. Darbeyle birlikte, henüz ideolojik ve örgütsel bakımdan büyük bir karışıklık içerisinde bulunan 'Unidad Popular' saflarında revizyonist ve oportinistlerin yaymış oldukları 'emperyalizmin ve sömürücülerin devletinden emekçilerin hizmetindeki bağımsız bir devlete barışçıl geçiş' hayalleri de yerle bir oldu. Darbe öncesi dönemde yerli gericilik ve Yankee emperyalizmine karşı bazı önemli başarılar elde edilmişti: Halkın desteğiyle iktidara gelen Salvador Allende yönetimindeki ilerici hükümet, millileştirme, toprak reformu, devletleştirme (önemli miktarda tazminat ödenerek de olsa) gibi adımlar atmıştı. Kazandığı başarılarla güç kazanan ve seferber olan kitleler, dövüşme kararlılılklarını arttırmaktaydılar. Burjuva devletini yeniden tahkim etmek üzere darbe yapmak, Yankee emhperyalizmi ve iç gericilik için bir zorunluluk haline gelmişti. Ve burjuvazi bu doğrultuda ihmalkarlık ve kararsızlık göstermedi. Marx'ın 'gerici sınıflar iktidarı asla kendi istekleriyle terketmezler' öngörüsü, burada açık bir tarzda ve katledilen, işkencelerden geçirilen, hapsedilen, sürgüne mahkum edilen binlerce kurban pahasına yeniden doğrulanmakla kalmadı, ama aynı zamanda büyük çaplı toplumsal bir gerileme ile de karşılaşıldı. Kuşkusuz geçmişin bu acı tecrübelerini biriktirmiş olarak, ama yeni temeller üzerinde bugün ilerliyoruz. Hiçbir şey ve hiç kimse başlangıçtaki kalkış noktasına geri dönmez. Ve bu, gericiliğin yenilgiye mahkum olduğunun göstergesidir! Amerikan emperyalizminin sopası altında birleşmiş olan halk ve ulus düşmanı gericilik; halkçı kampın (mensuplarının iyi niyetinden bağımsız olarak) Kruşçevci revizyonizm, küçük burjuva pasifizmi, legalizm ve reformizm tarafından zehirlenmiş olan yöneetiminin bölünmüşlüğü, eklektizmi ve kafa bulanıklığından yararlanmasını oldukça iyi başardı. 'Vatan ve Hürriyet', 'Milliyetçi Parti' ve sağcı 'Hristiyan Demokratlar' gibi ve diğer paramiliter- faşist örgütler içerisinde mevzilenmiş olan gericilik açıktan askeri darbe çağrıları yaparken, ilerici hükümet ordunun kavgacı olmadığına vurgu yapıyor ve hatta kitleleri 'ordu-halk elele' sloganı etrafında toplamaya ve 'asker, halkın uniformalı evladıdır' görüşüne ikna etmeye çalışıyordu. Faşist katliamlar yapıp köprülere, hastanelere, kamu mallarına, toplu taşıma araçlarına yönelik sabotajlara başvururken ve temel tüketim mallarını stoklayarak karaborsaya yönelirken, kullandıkları Canal 13 televizyonu ve diğer basın vasıtasıyla karalama kampanyası yürütürken, 'Unidad Popular' (UP) yönetimi şu önerilerde bulunuyordu: 'Artık geri dönülmez bir sürece girilmiştir; şimdi görev daha çok üretmek, ilkbahar atılımına hazırlanmak ve sükuneti korumaktır.' Bu ve benzeri yönlendirmeler, iktidar sorununa ilişkin illüzyonların yaygınlaşmasına yolaçıyordu. UP'nin solunda ve onun dışında yer alan bazı akımların devrimci şiddet çağırları ise, işçi ve emekçilerin durumunu daha da kötüleştirdi. Çünkü doğru politik bir çizgide gelişmiyorlardı. Birçok kez hedefler şaşırılmakta, orta ve küçük burjuvaziye yönelmekteydi. Bu, bir olgu olmakla birlikte, daha sonraları askeri faşist darbeye neden oldu diye MİR'i ve Devrimci Komünist Partiyi (PCR) 'goşistlik'le suçlayarak eleştiren revizyonistlerin günahlarını azaltmaz. Darbeyle birlikte ilk günden itibaren direniş bayrağını yükselten ve katledilen cesaretli insanlar Şili halkının tarihinde yeni bir kahramanlık sayfasını açtılar ve bu sayfa ancak, zaferle sonuçlanacak yeni devrimci kasırganın yürütücüleri tarafından ve yeni bir sayfayı açmak üzere kapatılacaktır. Kafa karışıklığı, sosyal demokrat, sosyal hıristiyan ve revizyonistlerce teşvik edilen ideolojik bulanıklık, katliamcı faşizme karşı savaşan halkı her bakımdan silahsız bıraktı. Bu karmaşık durum halk hareketinin yönetimini zaafa uğrattı. Kanlı faşizmin saldırılarının, bizzat bu karışıklığı yaratmış olaylara da yönelmesi, daha sonraki süreçte de ayrışmayı zorlaştırdı. Öte yandan faşizmin dayattığı yoksulluk ve hak yoksunluğu durumu ile bir önceki dönemde elde edilmiş kazanımlar arasındaki bir karşılaştırma (mukayese) da buna yol açmaktaydı. Bütün bunlar, eski revizyonist ve küçük burjuva akımların yeniden halk hareketinin başına nasıl oturabildiklerinin anlaşılması açısından önem taşımaktadır. Bu dönemde gerçek devrimci marksist-leninist bir partininn henüz bulunmadığı da biliniyor. Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem) PCC (AP), bir grup devrimci komünist tarafından 8 Kasım 1979'da (inşaa örgütü olarak) kuruldu. Kuruluşundan itibaren sadece faşizme karşı değil, aynı zamanda yenilenmiş ve kitle desteği edinmiş olan revizyonistlere karşı da mücadele içerisinde oldu. Buna, yetersiz gelişimden kaynaklanan politik kavrayışsızlıkları da eklemek gerekir. Bütün bunlar, anti-faşist mücadelede önder bir konum elde etmemizi engelleyen etmenlerdir. Buna karşı PCC (AP)'nin katkıları ve önerdiği proje, bugün ve gelecekte halkın zaferi için mücadeleye temel teşkil etmektedir. Şiddetli faşist saldırganlığın, aralarında Rus sosyal-emperyalizmi, yaşlı sosyal demokrat Avrupa ve hatta Yankee emperyalizminin libarel kanatları ve katolik kilisesinin bir bölümünün, anti-faşist direnişi destekleyici tutum takınmalarına neden olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. 'Komünist' partisine, sosyalist partiye ve Hristiyan Demokratlara özellikle maddi parasal yardım başta olama üzere, her bakımdan destekler sunuldu.
Hedef iki yönlü idi: Birincisi, Pinochet gibi artık ayakbağı teşkil eden bir müttefikten kurtulmak ve mevcut kapitalist sömürü sistemi koşullarında diktatörlüğe bir çıkış kapısı bulmak. İkincisi, anti-faşist mücadelinin Şili'nin ulusal ve sosyal kurtuluşuna kadar gelişmesini engellemek. Diktatörlük karşıtı hareketin programatik hedeflerine ve mücadele biçimlerine bakıldığında, sadece ekonomik taleplerle ve Pinochet'nin yıkılması politik hedefine çakılıp kaldığını, o gün ve günümüzde de geçerli olan 'Yeni bir Şili', 'Sosyalizm yolunda demokratik bir halk iktidarı' hedefinin gözardı edildiği görülecektir. Şili tarihinde ve belki de uluslararası planda, halkın en geniş kesimlerinin bu denli katıldıkları bir karşı mücadele pek az görülmüştür. Ama tarihte çokça örneği görüldüğü gibi, bir kez daha halkın başı üstünde pazarlıklarla açık kriminal bir diktatörlükten, 'demokrasi' kılığına bürünmüş bir diktatörlüğe geçiş gerçekleştirildi. Silahlı mücadele, belirli bir aygıtın mücadelesi olmaktan çıkıp, kitlesel bir karakter kazanamadı. Birleşmiş Milletler şartı ve Saint Thomas d'Aquin'in dini vaazlaer çerçevesindeki 'halkın isyancı çizgisi' aşılamadı. Gerçekte, Pinochet ve faşist çetesini iktidardan uzaklaştırmanın ötesinde bir perspektif, hiç olmadı. Gerisini ise biliyoruz ve hergün yaşıyoruz: Pinochet'nin yönetimindeki faşist burjuvazi ile bir ucu reviyonist 'KP' ye uzanan 'demokratik' burjuvazi arasında gerçekleşen 'uzlaşmalar demokrasisi'.. İşçi ve halk hareketi aldatıldı, diktatörlük yıllarında gelişme gösteren anti-faşist hareket tıkandı, bezginlik ve uzaklaşma eğilimleri yaygınlaştı. Ve açıktan kapitalizm savunucusu bir platforma kaydı. Bunun, gerçekten sağlıklı, halkçı ve toplumun devrimci dönüşümünü hedefleyen bir önderlikten yoksunluk gibi nedenlerinin yanısıra, başta Rus emperyalizmi olmak üzere yabancı emperyalizme ideolijik bağımlılık, Gorbaçov ve perestroikasına aldanma, aptallaşma gibi nedenleri de vardı. Sadece PCC (AP) bu burjuva palavaraların gerçek içeriğini ortaya koydu. 'Uzlaşmalar'la gerçekleşen 'korunaklı demokrasi' ile birlikte, hükümete ve parlamentoya neoliberal sömürü sisteminin itirazsız kabulünden yana olanlar yerleşti. Sosyalist Parti (PS), Demokrasi Partisi (PPD), Hıristiyan Demokratlar (DC), Radikaller ve Sosyal Demokratlar yaptıkları anlaşmalar neticesinde, sadece diktatörlükten 'demokrasiye' geçişi gerçekleştirmekle yetinmediler, ama aynı zamanda bütün anayasal, adli, ekonomik, askeri ve polis aygıtını olduğu gibi koruma konusunda yarışa da girdiler. Faşistlerle aralarındaki çelişkiler, otomatik olarak sembolik bir karakter kazandı. 'Komünist' partinin revizyonist yönetimi oradan oraya savrularak ve hatta 'goşist' tutumlar takınarak uzlaşma sofrasında pay kapma telaşına düştü. Bugünkü bütün legal partiler, neoliberalizmin partileridir. Mevcut koltuklardan birini kapmak haricinde bir rekabetleri sözkonusu değildir. Hiçbirisi halkın çıkarlarını gözetmemekte, aksine halkın sırtından elde edilecek rantı paylaşma kavgası sürdürmektedirler. Birçok legal partinin kapitalist sisteme entegrasyonu gerçeğini daha iyi kavramak için, emperyalist ve kapitalistlerin hizmetinde asil bazı kavramlarla nasıl oynadıklarına dair örnekler vereceğiz. a) Tabanlarının baskısıyla ya da kendi inisiyatifleriyle kitle hareketlerini desteklemek zorunda kaldıklarında, belediye seçimlerinde değişik adayları desteklediklerinde, acil ve kısmi taleplerle yetindiler. Ve grev hareketinin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden oldular. Bugün aynı durum madenciler, sağlık elemanları ve eğitimcilerin hareketi için de geçerlidir. b) Uzlaşma partilerinin tümü (KP'ye varıncaya dek) ülkemizdeki emperyalist kapitalist çıkarların ifadesi olan MERCOSUR'a üyeliği onayladılar. Emperyalizme yamanma tutumunu gizlemek için ise, MERCOSUR'un Latin Amerika'nın entegrasyonu için bir fırsat olduğu yalanını uyduruyorlar. c) Gerçekten yakıcı sorunlar olan sağlık, temizlik, çevre vb. sorunların çözümü adı altında, Şili küçük ve orta işletmelerini iflasa sürüklüyor ve kapıları uluslararası tekellere açıyorlar. d) Burjuvalar arası çatışma çerçevesinde faşistlerle kapışan 'KP' ve müttefikleri 'devletin özelleştirilmesi' planı dahilinde ordunun küçültülmesini savunuyorlar. Sorun, ordunun byüklüğü ya da küçüklüğü değil, esas olarak gerici karakteridir. Bu konuda ağzını açmamak demek, neoliberal alternatiflerin dışında başka bir şeyin olmadığına kani olmak demektir. Öne sürdükleri diğer tezler de, kafa karışıklığını artırmaktan ve burjuva sömürü sisteminin güçlenmesine hizmet etmekten başka bir anlama gelmemektedir. Yoldaşlar, Dostlar: Biz komünistlerin görevi sadece gerçekleri ifade etmekten ibaret değildir. Eğer toplumun devrimci dönüşümü için eylemle birleşmiyorsa, doğruları söylemiş olmanın hiç bir kıymeti harbiyesi kalmamaktadır. Bugünkü ve tarihsel tecrübelerin de kanıtladığı gibi, toplumsal değişim, onu mümkün kılacak çözümleri gerektirir. Bunun için marksizm-leninizm gibi doğru ve bilimsel bir ideolojiye yaslanmak, güncel toplumsal gelişime yanıt veren programatik bir politikaya sahip olmak gerekir. Demokratik Halkçı Alternatif ve onun örgütsel ifadeleri olan Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem) ve Demokratik Halk Birliği (ADP) mücadeleci ve sağlam dayanaklardır. Bugün artık düşünmenin, dersler çıkarmanın, oportünistleri kendi kaderleriyle başbaşa bırakmanın ve devrimci onurla yaşamak için ortaya çıkmanın zamanıdır. Toplumun devrimci dövnüşümü için öne sürdüğümüz alternatifi cesaretle sahiplenmelisin! Herşeyi yerli yerine oturtmak, işçi ve halk hareketini yeni bir yenilgiden korumak bugün artık aciliyet taşımaktadır. Yanlış ve yenilgiye götüreni mi, yoksa yeni Demokratik Halkçı Şili projesini mi destekleme tümüyle sizin seçiminize kalmıştır. Biz ise yolumuzu zaten belirledik.Tarihin tekerleği durmaz, işçi sınıfı ve halklar geçmiş tecrübelerinden dersler çıkararak baskıcı, sömürücü emperyalist kapitalist sisteme karşı nihai zafere ilerliyorlar.
Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem) Siyasi Sekretarya Eylül 1996 http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=240
Gelecek Yüzyıl, Proleter Komünist Devrimin Yüzyılı Olacaktır Birlik ve Mücadele Sayı :4 İtalya Lenin tarafından öne sürülen toplumsal sınıflar belirlemesi, başka bir çok şeyin yanısıra şunları içerir: Bu sosyal sınıfların belirli tarihsel üretim sistemindeki yerini, üretim araçlarıyla ilişkilerini ve toplumsal ürünlerin bölüşüm metodunu. Bu ifade bugün de geçerli midir? İnkar etmek zor, ama emperyalizmin modern ideologlarının geçmişteki hemcinslerini de aşarak bugün artık işçi sınıfının varolmadığını, ya da ekonomik rolünün kalkınma ve kar mekanizması için belirleyici olmaktan çıktığını iddia ettiklerini biliyoruz. Bu 'teorisyen' lerden önemli bir kısmı kendilerini 'solcu' ve hatta 'komünist' olarak ilan ediyorlar. Bu türden bir sofizmin politik hedefi bellidir. Ama yine de burjuva ve revizyonist iktisatçılar şu marksist tezi de inkar edemezler: 'Ücretli emek, değer, para ve fiyat olmaksızın, sermaye hiçbir şey demektir.' Proletaryanın rolünün ve hatta bizzat kendisinin varlığının inkarı özellikle batıda, toplumsal yaşamın bütün alanlarında önemli sonuçlar yaratmaktadır. Bu teori sömürüyü, sınıf mücadelesini, devrimin zorunluluğunu ve tarih öncesi insanlığını, komünizm uygarlığına taşıyacak olan proletarya diktatörlüğünün kaçınılmazlığını gizlemek - maskelemek amacıyla geliştirilmiştir. N. Kruşçevin bizzat kendisi ve takipçileri işçi sınıfının belirleyici rolünün inkarını, sınıf işbirlikçi burjuva-reformist ve şovenist politikalarının temel direği olarak belirlemişlerdir. Batıda bu gerici teorinin özü şu kavrayışlar üzerinde yükselmektedir: Değerin ve artı değerin kaynağı artık ücretli emek değildir. Bilgisayar 'devrimi' çağında kar artık bilimsel- teknik ilerlemelerin üretime sokuluş hızının bir ürünüdür, üretim araçlarındaki devrim sadece işin biçimini değiştirmekle yetinmemiş, ama aynı zamanda emek ile sermaye arasındaki ilişkinin ekonomik özünü de değiştirmiştir. (Böylece artık çalışma süresi de üretilen zenginliğin ölçüsü olmaktan çıkmıştır) vb. Fakat modern cambazlar bile, olguların ortaya serdiği gerçekleri çarpıtma gücüne sahip değildirler. Bugün yeryüzünde yaşayan bir milyarlık proleterler ordusu tarihin tanık olduğu en büyük ordudur. Kapitalist üretim biçimini, tekelci mali oligarşinin egemenliğini bütün dünya çapında kurmuş olan dünya emperyalizmi, kalıcı ve çözümsüz bir genel kirize girmiştir. Bu nedenledir ki, Stalin'in şu tespiti bugün her zamankinden daha günceldir: 'Bugün tek bir bütün teşikil eden dünya emperyalist ekonomik sisteminin tümü için devrimin nesnel koşullarının varlığından söz etmeliyiz. Devrim şimdiden olgunlaşmıştır.' Enver Hoca da aynı anlama gelmek üzere şu sloganı formüle ediyordu: 'Devrim çözülmek üzere gündeme gelmiş bir sorundur.' Lenin'in işaret ettiği emperyalizme özgü bütün eğilimler, bugün azami derecesine varmıştır. 'Globalleşme' de, 'İnformatizasyon' da, uluslararası tekelci mali sermayenin egemenliğinin en üst derecede ifadesinden başka birşey değildir. Brejnevci sosyal emperyalizmin iflası, emperyalizmin tam da 'globalleşme' denen saldırısı için zemin hazırladı. Bu, mali sermayenin ve azami kar yasasının liberalizme (paranın, sermayenin, metaların ve iş gücünün serbest dolaşımı) bulanmış vahşi saldırısıdır. Marx ve Engels bu globalleşme eğilimini Komünist Parti Manifestosu'nda açıklıyorlardı. Bugün tarih muazzam bir derinlik ve etki ile, ama aynı zamanda yeni sonuçlara yol açarak tekerrür ediyor. Çok uluslu ve ulus-devletler krize giriyor; uslararası işbölümü bazı kıtaları toptan açlığa mahkum ediyor; üretici ve bilimsel-teknik temel, sermayenin ve bilginin birkaç ülke elinde birikmesi ve diğerlerinin dıştalanması yoluyla daralıyor; emperyalistler arası rekabet yoğunlaşıyor ve eski güçlerin hegemonyası tehlikeye düşüyor. Ekonomik planda liberalizm, sosyal devleti (sağlık, emeklilik, eğitim vb.) tasfiye ediyor. İş piyasasının esnekleştirilmesi ve part-time çalışma yoluyla ücretler budanıyor, iş güvencesi ortadan kaldırılıyor ve ücretler karın bir yan ürünü derekesine düşürülüyor, sanayileşmiş ülkelerde işsizler kitlesi yığılırken geri ülkelerde sefalet ücretiyle çalıştırılan bir 'işsiz olmayan işsizler' topluluğu yaratılıyor. Mali sermayenin sınırsız iktidarı ve kamu borçları batağı, revizyonizmin ve sosyal demokrasinin bütün illüzyonlarını yerle bir etmektedir. Sanayileşmiş ileri ülkelerde bile, ümitsizce ve çıkmaza götürdüğü belli olan planlara bel bağlanmak zorunda kalınmaktadır. Amerika'da Clinton, gerçek ücretlerin arttığı ve işsizliğin düştüğü yalanına sarılırken, kalifiye olmayan işçilerin ücretleri son yirmi üç yılda yüzde 13 oranında düştü ve işgücünün üçte biri ya işsiz, ya da yarım günlük işlerde çalışıyor ve günübirlik yaşamaya mahkum edilmiş durumdadır. Sosyal kutuplaşma dünya ölçeğine yayılmış ve metropollerin orta sınıflarının büyük kesimleri yoksulluğa sürüklenmişlerdir. Kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlık dramatik boyutlara varmıştır. Bu durum bir taraftan bilimsel teknik gelişimin önünü tıkarken, öte yandan da halkları ve ulusları kültürsüzlüğe ve kozmopolit kültürler karşısında tam bir bağımlılığa sürüklemektedir. Yeni üretim süreçleri işçi sınıfını, mesleki yeteneklerinin önemli bir bölümünü yitirmeye zorlamıştır. Kötü iş koşulları ve maddi sefaletle atbaşı olarak gerçekleşen bu olgu, emperyalizmin üretici güçleri, gezegenimizin zenginliklerini ve bizzat yaşamın kendisini tahrip ettiğinin tek göstergesi de değildir. Emperyalizm, sermaye ve meta ihracı demektir. Yabancı sermaye tarafından finanse edilen üretim, işgücünün ucuz olduğu alanlara akmakta ve köy ekonomisini tahrip etmektedir. Büyük şehirlerin kenar semtleri işsiz kaynamaktadır. Burjuvazi ve onun aydınları, kapitalist sistemin sonunun geldiğini biliyorlar. Ama ebedi orman kanunlarıyla yönetilmeyen daha üstün bir uygarlığın gerçekleşebileceğine inanmak istemiyorlar. 'Endizm' teorisi (herşeyin sonu) her tarafı kaplamış durumda.
Tarihin sonu, ideolojilerin sonu, çalışmanın sonu, politikanın, devletin, sanatın, bilimin, ailenin, insanlığın, dünyanın vb. sonu. Gerçekte ise ölen, kendi iç çatışmaları tarafından tahrip edilmekte olan kapitalizmin kendisidir. Kapitalist emperyalizm demokratik özgürlükleri de tahrip etmektedir. Ki tarihsel olarak burjuvazinin kazınımı olan bu özgürlükler, proleteryanın devrimci mücadelesi açısından yetersizdirler. Bugün özgürlük ve demokrasi, birer talep olarak, proleterya hareketinin üst bir aşamaya sıçradığı bir andan itibaren başka bir içeriğe bürünmüştürler. Peki burjuva ideologlarının bizzat kendileri tarafından bile eleştiri konusu edilen bu trajik gerçek karşısında, ilerlemenin, radikal değişikliklerin yolu nedir? Yeni bir ortaçağı, yerel ve dünya çapındaki savaşları, soykırımları, sefaleti, ırkçılığı, milliyetçiliği, moral ve kültürel çöküşü, yozlaşmayı engelleyecek toplumsal güç kimdir? Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, ekonomide anahtar rolü elinde tutan ve ilerlemeden yana olan tek devrimci güç proletaryadır ve hala öyle olmaya devam etmektedir. Fakat bu sınıfın bugünkü koşullarda kendi tarihsel fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için bazı şartların olgunlaşması gerekiyor: - Marksizm- Leninizmin bilimsel özünü, en başta da oportünizmin, revizyonizmin ve onların iktidardaki biçimlerinin anlaşılmasına eserleriyle büyük ve hala güncelliğini koruyan katkılarıda bulunmuş olan Stalin ve Enver Hoca'nın öğretilerinin içselleştirilmesi. - Marksist- Leninist teorinin geliştirilmesi. Emperyalizmin yeni sömürü ve egemenlik biçimlerinin tahlili, mali sermayenin ve uluslararası tekellerin gelişiminin irdelenmesi, eski ve yeni emperyalist güçlerin bölgesel, politik ve askeri stratejilerinin, emperyalist ekonomik politikaların yeni gelişmeler ışığında tahlil edilmesi. - Burjuva siyasi demokrasisinin krizi, bilimin kullanılması, 'sol' partilerin ve sendikaların tekellere bağlanma metodlarının incelenmesi ve açığa çıkarılması. - Ulusal ve uluslararası planda sınıf tahlilinin güncelleştirilmesi; başta işçi sınıfıyla aynı kötü yaşam koşullarını paylaşan yoksul köylülerin ve onlarla hemen hemen aynı toplumsal ağırlığa sahip bir konuma gelen kentlerin yoksul ve işsiz emekçilerinin durumlarının ortaya konması; proleteryanın geniş alt tabakalarının üretim dışına itilerek deklase konuma düşürülmesi durumunun açıklanması. - Birleşik proleter cephe ve birleşik demokratik cephe politikaları temelinde, geniş emekçi kitleleri birleştirecek örgütlenmelerin yaratılması. - Kitlelerin bulunduğu her yerde stratejinin hedeflerini günlük hayatta gerçekleştirmek üzere (özünden saptırmadan) gerekli taktik esnekliğin gösterilmesi. - Bir taraftan reformist, gerici ve muhafazakar sendika merkezlerinde bürokrasiyi tecrit edecek, emekçileri anti-kapitalist hedeflere seferber edecek bir çalışma yürütürken, öte yandan da kitlelerin onayını alarak sınıf sendikalarının yaratılması. - Ama hepsinden de önemlisi, proleteryanın leninist partisinin varlığıdır. Sınıfın en iyi unsurlarını birleştirecek öncü bir parti, sınıf savaşçısı, mücadelenin her biçimine ve ilerleme - gerileme dönemlerine adapte olabilen bir parti. Ülke çapında fabrikalarda bir ağ gibi örülmüş, teorik planda monolitik, sınıfa bağlanmış önderlere sahip bir kitle partisi. Demir disipline sahip, kuvvetle merkezileşmiş ve demokratik, yani kısacası Stalin'in bize öğrettiği gibi bolşevik bir parti. Stalin'in ölümünden önce ve sonraki son on yılların tarihi bize, parti içinde ortaya çıkabilecek ve hatta hakimiyet kurabilecek küçük burjuva devrimci 'teorilere' karşı mücadelenin ne denli hayati öneme sahip olduğunu büyük bir açıklıkla göstermiş bulunuyor. Eğer yenilgimizin temel nedenlerini birkaç kelime ile açıklamak gerekirse; bunun başta gelen sebebinin, hareketimizin yönetiminin proleteryaya yabancı sınıfların ve tabakaların ideolojisi tarafından tahrip edilmesi olduğunu söylememiz gerekir. Sovyetler Birliği'nde Bogdanov- Buharin- Yarochenko- Kruşçev akımı, Çin'de Mao Ze Dung düşüncesi, İtalya'da Buharinci Togliatti çizgisi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Sonuç olarak; mali sermayenin genel krizinin ürünü olan ekonominin 'globalleşmesi', proleteryanın ve halkların birliğini, yeni bir enternasyonalizmi zorunlu kılmaktadır: - Bütünlüklü bir strateji, Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in öğretilerinin tahrif edilmeden benimsenmesi. - Her ülkenin işçi partisini, emperyalizmi ezecek devrimci bir ordunun bölüklerine dönüştürecek olan bir genel çizgi. Bu olmadıkça gericiliğin genel stratejisi daha uzun bir süre egemen olmaya devam edecektir. - Sadece, kitleleri seferber etme yeteniğine sahip politik ve ideolojik bir alternatif, felaketleri önleyebilir, emperyalist saldırganlığa son verebilir ve oportünizmi tecrit edebilir. Burjuva demokrasisinin krizi ve kapitalizmin uluslararası gelişimi, daha ileri politik önermelerde bulunmamızı zorunlu kılmaktadır. 'Endizm' in karşısında kitleleri harekete geçirebilecek tek doğru yol olarak proletarya diktatörlüğünün komünist hedeflerini somut olarak geliştirmeli ve açıklamalıyız. Komünist özgürlük ideallerinden, sosyal eşitlik isteminden ve halkların ve ulusların özlemlerinden hareketledir ki, komünist hareket egemenliğini yeniden tesis edebilecektir. Nesnel koşullar bizden yana. Dünyanın bir çok köşesinde aralıksız toplumsal çatışmalar patlak verecektir. Halkların ve işçilerin isyanının ulusal burjuvaziler ya da rekabet içerisindeki emperyalist kuvvetlerce yedeklenmesine izin vermemeliyiz. İşçi sınıfı, yeni bir dünyanın yaratıcısıdır ve öyle de kalacaktır. Yeni bir hümanizm ve kültürel-sahlaki yeniden doğuş (rönesans), onun ideolojisi temelinde gerçekleşecektir.
Haydi, sınıf mücadelesinin barikatlarına! Gelecek yüzyıl proleter komünist devrimin yüzyılı olacaktır! Ubaldo Buttafava Merkez Komitesi Birinci Sekreteri İtalya Proletaryasının Komünist Partisini İnşa Örgütü http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=236
Kapitalist Kaos Karşısında Birlik ve Mücadele Sayı :4 Venezuela
Günümüz dünyasında Marksist-Leninist komünistlerin politik çizgisi (I. Bölüm: Nesnel koşullara ilişkin bazı düşünceler) Neoliberalizm: Emperyalizmin mızrağı Dünya kapitalizminin bugün içinde bulunduğu krizin en önemli özelliklerinden biri, bu krizin -gerçeklikle tezat teşkil edecek bir şekilde- insanlığın gelişmesini garanti altına alan bir örnek olarak sunulan ekonomik, politik ve sosyal bir politika temelinde gelişmiş olmasıdır. Neoliberalizm, bu üretim sisteminin en kötü yönleri açısından bir katalizör işlevi görmesine rağmen, politik, ideolojik ve felsefi kavramlar eşliğinde, dünya kalkınmasının mevcut koşulları içinde mümkün olan tek politika olarak sunuluyor. Bu nedenle, kapitalizmin bugünkü koşullarını, neoliberal politikaların yarattığı çerçeve içine yerleştirmek gerekir. Bu politikalar, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO, önceki adıyla GATT) gibi mali sermayenin en bariz araçları tarafından sermayenin doymak bilmez iştahını tatmin etmek için kullanılmaktadır. Genel olarak, kendi çürüyüş aşaması ve sosyalizme geçişte yeni ve eşsiz bir bölüm yazan burjuva rejimin tarihsel gelişimi bu politika tarafından belirlenmiştir. Bu sorun, kapitalist ekonominin yarattığı objektif koşulların, özelikle de kriz koşullarında gelişen, doğası gereği yapısal ve global olan ve bu nedenle de krizin genel karakterini derinleştiren koşulların ortaya koyduğu bir sorundur. Neoliberal ekonomi politikası, sermayenin ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sürecini kolaylaştırmaya yöneliktir. Bu süreç, günümüzde olduğu gibi, kriz dönemlerinde büyük bir artış gösterir. Neoliberalizm, bu nesnel süreci hızlandırmak için kapitalizmin gelişme yasalarının temel çelişkilerinden birini derinleştirir. Bu çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile toplumsal ürünün dağılımının özel karakteri arasındaki çelişkidir. Bu, global karaktere sahip bir durumdur ve hacim ve çeşitlilik açısından meta üretiminin bilimsel ve teknolojik devrimin gelişiminde yeni bir aşamaya işaret eden bir büyüklüğe ulaştığı zamanlarda kendisini daha belirgin hissettirir. Kapitalizmin gelişimindeki bu çelişki, tüm kapitalist ülkelerde, özellikle de bağımlı ve mali sermayenin boyunduruk altına aldığı uluslarda sınıf mücadelesinin dinamikleri açısından temel bir unsur teşkil eder. Uluslararası ölçekte bu durum, bir yandan emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin, öte yandan da bağımlı ve yeni sömürge ülkelerle emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin derinleşmesinde ifadesini bulur. Krizin ve bu politikanın global karakteri şu anlama gelir: Uluslararası durumun ve neoliberal örneğin -ki ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve felsefi evrim bu temel üzerinde meşrulaştırılıyor- tahlili, komünistler için genel bir çizginin belirlenmesi açısından kaçınılmaz bir gerekliliktir. İlk bakışta neoliberalizmi, temel ekseni mali sermayenin çıkarlarının korunması olan uluslararası bir ürün olarak görmek zorundayız. Daha somut bir ifadeyle bu, dünya kapitalizmi açısından, tüm gezegeni kucaklayan burjuva dinamiğin sonuçlarına verilen bir cevap sorunudur. Çünkü bu politika, mali sermaye ve onun en bariz örgütleri olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü ile işbirliği halindeki yeni sömürgeci ya da emperyalist devletlerin egemenliği altındaki bloklar eliyle dünyanın hemen hemen bütün ülkelerine aşılanmak zorunda kalınmıştır. Herbir ülkenin kendi özgünlükleri, bu politikanın yarattığı çelişkiler (çoğu zaman nesnel durumun teorinin öngördüğünün tersi yönde bir iti oluşturmasından kaynaklanan) ve herbir ülkedeki halk hareketinin tepkisi nedeniyle bu politikanın uygulanışı her yerde eşit şekilde olmaz. Yani ne bu durumun kapitalizm için ortaya çıkardığı ekonomik ya da politik karakterli sorunlar ve çelişkiler, ne de sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, daha fazla emek sömürüsü, üretim süreci örgütlenmesinin yeni biçimlerinin ortaya çıkması ve yeni tüketim standartlarının dayatılması temelinde, sermayenin birikim sürecindeki değişikliklere hız kazandırmasıyla, bu neoliberal politikanın uygulanmasını engellemede yeterli olmuştur. Neoliberalizm, içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası mali sermayenin ekonomi politikasıdır. Bu politika, kriz koşullarında kapitalist birikimi ve genişletilmiş yeniden üretim sürecini güvence altına almaya yöneliktir. Yani, mali sermayenin amaç ve ihtiyaçları doğrultusunda yürütülür. Bu durum, hızla büyüyen sermayenin kullanılacağı daha büyük ekonomik alanlar arayışında ifadesini bulur. Bunun sonucunda ise sömürü oranını artırmak ve işgücünün değerini düşürmek için işçilere karşı büyük bir saldırı başlar. Bütün bunlar, uluslararası ölçekte ortalama kar oranının düşmesini frenleyici etkide bulunur. Sermaye açısından tüm bunlar kendisini, yeni genişletilmiş birikim derecesinde, büyük ölçekli uluslararası firmaların ve bağlı şirketlerin cazip satışlarında, tekelci birliklerde ve bazı tekellerin diğerleri tarafından yutulmasında gösterirken; emek cephesi açısından neoliberalizm, hızla derinleşen yoksulluk demektir. Çözülmeyi bekleyen sorunları derinleştiren bu etkilerin makro ekonomik denge üzerinde yarattığı sonuç çöküştür. Neoliberal politikaların uygulandığı ülkelerde ödemeler dengesi açığı büyümüş, bütçe açığı kronik bir sorun haline gelmiştir. Bu durum ABD için de geçerlidir: Bugün moneter sorunlar sadece bağımlı ülkelerin parasını değil, uluslararası piyasanın ana parası olan doları da etkilemektedir.
Bu önlemler reçetesi uygulandığında, neoliberalizmin savunucularının çözüleceğini iddia ettiği diğer sorunlar da derinleşir. Enflasyonu düşürüp rekabeti artıracağı varsayılan bir mekanizma olan döviz piyasasının liberalizasyonu, zayıf ülkelerin ekonomilerini, başta dolar olmak üzere dünya piyasasındaki en önemli paraya daha bağımlı hale getirmiştir. Bu bağımlılık öyle bir noktaya ulaşmıştır ki emperyalist ülkeler, geleneksel ihraç mallarının göreli avantaj olarak rollerini arttırıp fiyatlarını düşürürken, ithal ürünlerin fiyatını yükseltip enflasyonu kronik bir sorun haline getirerek dış pazarları üzerindeki denetimlerini daha da artırmışlardır. Devlet işletmelerini ve kamu hizmetlerini daha etkin kılması beklenen özelleştirme, devlet işletmelerinin haraç-mezat satışına dönüştürülmüş ve kamu hizmetlerini daha pahalı ve elitist bir hale getirerek eğitim ve sağlık gibi temel insan haklarının altını oymuştur. Koruyucu duvarların ortadan kaldırılması yoluyla dış pazarın liberalizasyonu, değişim ilişkilerinde eşitsizliği derinleştirmiştir. Böylelikle bağımlı ülkeler açısından göreli avantaj sağlama yolunu izlemeyen uluslararası pazarda rekabeti artırma olasılığı ortadan kaldırılırken, emperyalist ülkeler açısından da rekabetin artışı, sermayenin organik bileşiminin artırılmasına dayanmıştır. Bağımlı ve yeni sömürge ülkeler açısından temel sorunu teşkil etmesine rağmen, bu politika tarafından desteklenen dış borçlar büyümeye devam etmektedir. Neoliberal politikalar nedeniyle büyük ulusal ve sosyal sorunların derinleşmesine bağlı sosyal çatışmaların artışıyla istikrarı etkilenen kapitalist düzeni güvence altına almanın araçları olarak devletler güçlenmiştir. Neoliberal ekonomik saldırılar açısından, global ölçekte temel çelişki olan kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkinin, geçici ve duruma ilişkin bir sorun olarak da olsa kapitalizmin yararına çözülmesinin nedeni budur. Devrimci güçler uluslararası alanda, ilerleme sağlamaya uygun olmayan koşullarda, uzun süreli bir yenilgi, dağılma ve savunma tutumuna girme dönemi yaşadı. Bu durum, bugün son aşamasını yaşamakta ve dünya halklarının tarihi öncüsünün gelişmesine yeni olanaklar açan günümüz koşullarında yeni bir döneme yol açmaktadır. Ancak, neoliberalizm uygulaması, komünist ve devrimci hareketin dünya çapında içinden geçmekte olduğu döneme rağmen, önemli terslikler yaşamaktadır. Bu politikanın çelişkili karakterinin, çözmeyi öngördüğü güçlüklerin ve dengesizliğin derinleşmesine neden olduğunu görüyoruz. Öyle ki, sosyal gelişme yararına çözüm üretme ve hedeflerine varma açısından etkisizliği ve 'tedavinin hastalıktan daha zararlı olduğu' hızla ortaya çıkmıştır. Bu süreç esas olarak bağımlı ülkelerde görülüyor. Neoliberal politikalar, bu ülkeleri -sermayenin aktığı havuz, ucuz hammadde kaynağı, yüksek teknolojiye sahip parçaların ve fiyatı yapay bir şekilde yüksek olan nihai ürünün gideceği pazarlar olarak- birikim için önemli faktörlere dönüştürmek için, asıl hedefi ne pahasına olursa olsun global ölçekte ortalama kar oranının düşüşünü yavaşlatmak iken, kapitalist krizin derinleşmesine yol açıyor. Öte yandan, bunun bir sonucu olarak neoliberalizm, sınıf mücadelesini ve siyasi istikrarsızlığı hızlandırıcı bir rol oynuyor. Çünkü neoliberal politikalar, işçilerin ve dünya halklarının yoksulluk seviyelerinde ifadesini bulan kapitalist sömürünün vahşi ve doymak bilmez karakterini yoğunlaştırıp onları bu politikaların uygulanmasına karşı direnişe geçmeye zorluyor. Bu nedenle sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; sorun, bazı eleştirmenlerinin iddia ettiği gibi neoliberlizmin tutarsızlığı ve anlaşılmazlığı sorunu değildir. Tersine, bu politikanın çelişkili karakteri, söylenenin ayrı, uygulamaların altında yatan amaçların ise daha ayrı birşey olduğu anlamına gelir. IMF politikalarının uygulanması ile ortaya çıkan sonuçlar ortak yanlar taşımaktadır: Ekonomik büyüme hızının ve yatırım oranının mutlak bir düşüş noktasına inmesi; işsizlik ve gizli işsizliğin daha da kötüleşmesi; fiyatların genel bir yükseliş göstermesi; gerçek ücretlerde ve diğer gelirlerde düşüş; paranın değerinin daha da düşmesi; sermayenin ve karların dış ticarete bağlı sektörler lehine yeniden dağılması; küçük ve orta ölçekli işletmelerin iflası ve mali çöküşü; devlet tarafından sağlanan temel sosyal hizmetlerin kötüleşmesi ve fiyatlarının artması; ekonominin özelleştirilmesi ve dış borçların büyük bir artış göstermesi. Postmodernizmi, globalleşmeyi ve yabancılaşma mesajları olarak hizmet gören tüm tezleri ortaya çikaran koşullar bunlardır. Bu tezlerin maddi ve objektif temeli, mali sermayenin vahşi bir şekilde hüküm sürdüğü global bir gerçekliğe dayanır. Bilim, kültür ve sporda büyük gelişmelerle ve işçiler için önemli kazanımlarla sosyalist blok dünya halkları için gerçek bir umut teşkil ettiği dönemde olduğu gibi, radikal bir farklı düzene dayanan neoliberal politikalara karşı sağlam bir direniş olmadığı için, bu içerik güç kazanmaktadır. Tersine, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda ise, dünyanın büyük bir bölümünün bunlara ulaşmasını engelleyen tüm sınırlamalarla, ahlaki, kültürel ve felsefi değerlerin uygulanması yoluyla güç kazanmak isteyen serbest pazar bir soyutlamayı ifade eder. Ancak pazar lehindeki postmodernist ve neoliberal savunma, onu sosyalizm karşısında muzaffer bir güç olarak sunarak dönemin global sorunlarına cevap veremiyor. Yüzmilyonlarca insanın açlığı, emperyalist talan savaşları, müdahale edilen ülkeler için daha fazla bağımlılık ve boyun eğme anlamına gelen 'insani' müdahaleler gibi sorunlar konusundaki argümanı, bu sorunların politik olarak anti-demokratik bir yeniden örgütlenme oluşturmasıdır. İşgücü pazarını daha esnek hale getirmek ve kapitalist uluslarüstü tekellerin dış yatırım ve ihraç mallarının girişini kolaylaştırmak için yeni sömürge devletlerin kalıntılarını zayıflatmak istiyorlar. Bu arada emperyalist ülkeler, global çatışmada kendileri için daha iyi koşulları güvence altına almak isteyerek kendi konumlarını sağlamlaştırıyorlar. Hep birlikte ele alındığında tüm bunlar, bu politikanın, uluslararası üretim ve faize yatırılan sermayenin daha fazla kar getirmesini garantiye almanın ana unsuru haline getirildiğini açıkça göstermektedir. Öyle ki krize rağmen sermaye ihracı olağanüstü bir gelişme seyri izlemektedir. IMF'nin direktörü Michael Camdessus'un şu beyanda bulunmasına
izin veren de budur: 'Gelişmekte olan ülkelere net özel sermaye akışı, 1970'lerdeki yıllık ortalama olan 10 milyar doları aşarak, 1990'ların ilk yarısında yıllık 100 milyar dolara, 1996'da ise 166 milyar dolara ulaşmıştır.' Neoliberalizm, mali sermayenin etki alanının genişletilmesini güvence altına alan yaklaşımların bir sentezidir. Neoliberalizm aynı zamanda tekelci kapitalizmin, mali sermayenin somut bir duruma yönelik cevabıdır. Bu somut durumun kökeninde yatan ise, (pazar, yatırım alanları ve sermayenin organik bileşiminin gelişme alanlarında) ortaya çıkan sınırlılıkların çok büyük olması nedeniyle radikal çözümler gerektirmesidir. Bu ise kaçınılmaz olarak pekçok ülkeyi iki seçenekten birini seçme çıkmazına sokmaktadır: Ya bu rejimin ebedileştirilmesi, ya da onun ağırlaştırdığı sorunların radikal çözümü. Neoliberal perspektif, ekonomik sorunlarla da sınırlı değildir. Tersine, tamamiyle ekonomik olan sorunlar yanında sosyal, politik ve kültürel sorunları da içine alan kategoriler ve konseptlerle de bağlantılıdır. Bu perspektif, bir dönüşüm sürecinin parçası olarak ekonomik gerçekliği etkilemek için ekonomiye müdahaleden çok, sermayenin ihtiyaçlarının bir ifadesidir. Bunun teorik temelleri ise, mali sermayenin bu süreçte sermaye birikimini güvenceye alacak eğilimleri güçlendirme isteğinin ürünüdür. Kendilerini, emperyalist burjuva ideolojiye uygun felsefi, ideolojik ve kültürel alanlara daha çok yerleştiren neoliberallerin vurguladığı konseptler, metafizik, kuşkucu ve muhafazakar bir felsefi tutum içinde ifade edilen tarihi, ekonomik ve sosyal gelişme sorununa gönderme yapan konseptlerdir. Adam Smith'in 'doğal düzen'inde olduğu gibi, insan gelişiminin en yüksek (tek dememek için) aşamasının kapitalizm olduğu konsepti bunun bir örneğidir. Her ne kadar Hegelci 'diyalektik'in felsefi yanları olarak iddia etseler de 'tarihin sonu' konseptine dayanak teşkil eden şey, değişik aşamalarıyla sosyalizme ulaşmış ülkelerin çoğunda kapitalizmin restore edilmesiyle, bu ülkelerde revizyonizmin iktidara gelmesi ve ardından Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla yenilgiye uğrayıp devrilmeleriyle sosyalizmin aldığı geçici yenilgidir. Bu felsefi egzersizler, entellektüel söylemlerin bir parçası olmaktan öteye gitmez. Bunların genel hedefi ise, mutlak bir kuşkuculuk çerçevesinde, pazarın, ona karşı çıkma cesareti gösteren süreçlere hakim olduğunu, bilimsel ve teknolojik gerilik ve makroekonomik performansın düzensizliği şeklinde ortaya çıkan sonuçların topluma acı çektirmesi pahasına durdurulması mümkün olmayan bir maddi güce sahip olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. Genel olarak, tarihsel koşullar, neoliberalizmin gelişiminin ve gerçekleşmesinin olanaklarını güçlendirerek mantıksızlığın, nihilizmin ve kuşkuculuğun yeniden doğuşu için elverişli koşullar sunmaktadır. Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve SSCB'nin dağılması şeklinde özetlenebilecek son yıllardaki uluslararası politik gelişmelerin en önemli yanı, ekonomik ve siyasi liberalizm çerçevesi dışında sosyal gelişmenin mümkün olmadığını öne süren argümanında neoliberalizme hizmet eden 'gerçek' bir temele dönüştürülmüştür. Bu da, global hakimiyet arayışında, insanlığın pazar güçlerinin mantığına tabi hale getirilmesi sürecinin bir parçası olduğu gerçeğini ifade eder. Bu iddialar, sermayenin çıkarlarına hizmet eden ekonomi politikaların geliştirilmesinde neoliberalizmin tek burjuvaemperyalist seçenek haline geldiğini ifade etmez. Ancak neoliberalizm, kapitalizmin bugünkü genel kriz koşullarında, sermaye birikimini, özellikle de mali sermaye birikimini kayıran eğilimlerin ve karşı eğilimlerin gelişmesine en uygun olan ekonomi politikasıdır. Neoliberalizm yerine başka birşeyin konması, onun geçerliliğini yitirmesi, başta objektif koşullardaki değişime, bu da, kapitalizmin bugünkü krizinin üstesinden gelip gelememesine bağlıdır. Şüphesiz bu, sermayenin tahrip süreci gibi en genelinden, daha belirgin bir eğilime, yani sermayenin organik bileşiminin gelişimine yol açacak şekilde dünyanın yeniden paylaşımı şeklindeki en somut ifadesine kadar emperyalizmin doğasında olan eğilimlerin -nihai sonuçlarına kadar- gerçekleşmesinden doğacak olan bir sorundur. Çeşitli biçimlerde sunulsa da (globalleşme, uluslararasılaşma gibi aslında bu genel politikanın bir parçası olan kategoriler), ya da bu politikanın özünü gizleme amaçlı konuşmalar eşliğinde sunulsa da (hükümetler, halkın desteğini kaybetmemek için bu politikanın özel bir şekilde uygulanmasında farklılık olacağını iddia ederek pekçok kez bunu ifade etmişlerdir), neoliberalizm kapitalist sisteminin bütününde empoze edilmeye devam ediyor. Mali sermaye gücünü arttırıyor Kapitalizmin ayakta kalmasını ifade eden temel öncül şüphesiz bu üretim sisteminin gelişmesi için esas olan sermayenin genişletilmiş yeniden üretimidir. Pazar, bu sürece paralel ve onun gereklerine uygun olarak gelişmek zorundadır. Daha da önemlisi, bu gelişme, üretim ve birikimin ritmine uygun olmak zorundadır. Aksi takdirde aşırı üretim krizi ortaya çıkar. Bu eğilim, organik bileşimdeki artış eğilimi nedeniyle (bu artış da sınai üründe kısmi olarak daha az canlı emek ve kar oranında düşüş anlamına gelir), pazarda kısmi bir talep artışı olmadan üretimin sınırlanmasının sonucudur. Bunun sonucunda ise, bu düşüşü yavaşlatmanın ana mekanizması olarak işgücünün değerini düşürme girişimi ortaya çıkar. Pazarın gelişmesi için birikim ihtiyacı ve bunun özündeki çelişkiler üstün bir karakter kazanır ve acil, hatta uç çözümler gerektirir. Bu, yatırımı güvence altına almak için gereklidir; çünkü yatırım olmadan bu süreç, tüm sistemin çöküşü ile kesintiye uğrayacaktır. Yatırım sermayesi olmadan birikim de olmaz. O halde, kapitalizmin 1970'lerden bu yana hızlı bir şekilde gelişmekte olan global krizi, genel olarak yatırım olanaklarını, ama daha da önemlisi üretken yatırım olanaklarını büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucunda, esas dayanağı dış borçlar olarak, uluslararası tefecilik ve spekülasyon alanlarına yatırıma yönelme eğilimi gelişmiştir. Geçen onyıllarda uluslararası spekülatif pazarın ve dış borçların artışı bu şekilde gerçekleşmiştir. Böylelikle, yeni
sömürge ve bağımlı ülkelerin global mali sermayeye ekonomik bağımlılık ilişkileri güçlendirilmiştir. Spekülatif yatırımlara yönelme eğiliminin gelişmesinin en iyi kanıtını, 1993 yılında global sermayenin yüzde 60'ının finans spekülasyonuna bağlanmış olması gerçeğinde görebiliriz. Bu durum, sermayenin büyük ölçüde tahrip olması sürecini ifade eden krizlerin aynı zamanda, moneter çıkarların sanayi çıkarları aleyhine zenginleştikleri dönemler olduğunu gösterir. Bu sorunlar, kapitalist krizlerin sonuçları olup, krizlerin kapitlaist koşullarda aşılması sorunu haline gelir. IMF ve neoliberal politikalar, günümüz koşullarında mali sermayenin dünya ölçeğinde üretken ve üretken olmayan yatırımlarına alan yaratmak için düzenlenmiştir. Kapitalist dünyanın içinde geliştiği koşullar, bu politikanın uygulanmasını acil bir sorun haline getirmiştir. Çünkü sermayenin karlı yatırımı için ekonomik alan talebi, global ölçekte ulaşılmış birikim seviyesine bağlıdır. Bu birikim ise, dünya piyasasında buna uygun bir toplumsal talebin yaratılmadığı yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Genel olarak bu neoliberal ekonomi politikası, sermayenin yatırım olanaklarının genişlemesine izin vermiştir. Bunun gerçekleşmesinde IMF ön saflarda yer alarak, emperyalist ülkelerden gelen yatırımları kolaylaştırıcı özel tedbirler uygulamaları için özellikle azgelişmiş ülkeler üzerinde uyguladığı baskılar yoluyla önemli bir rol oynamıştır. IMF programları, yabancı sermaye yatırımlarını teşvik edici özel tedbirlerin uygulanmasını; yabancı sermaye girişi üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını; sermaye sahibi ülkeye geri dönecek kar oranlarının arttırılması ya da devletlerin bu alanda zaman zaman uyguladıkları denetimin kaldırılmasını; serbest bölgelerin, 'vergi sığınakları'nın oluşturulması ve genişletilmesi ve sermayenin gittiği ülkedeki işçi sınıfının süper sömürüsünün yaygınlaştırılmasını; genelde kar ve gümrük vergilerinden muafiyeti; ve doğrudan dış yatırımlar lehine yasaların düzenlenmesini içerir. Bu koşullarda, sermaye ihracı eğiliminin hayata geçirilmesinin olanakları genişletilmiş olur. Genel olarak, 1945'te kuruluşundan bu yana IMF tedbirleri ve yönelimleri, bu uluslararası örgütün yardımını isteyen bir ülkede kredi kapasitesinin devamını güvence altına alan programlar ve devlet kredileri biçiminde mali sermayenin yerleşmesi yönünde olmuştur. Niyet mektupları, bunların içerdiği tedbirlerin denetimi, 'yardım' edilen ülkelerin ekonomi politikalarının gidişatının IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerce sürekli gözlenmesi, ekonomik bağımlılık ilişkilerini derinleştiren bu saldırıların bir yanını oluşturur. Bu durum, sermayenin gittiği ülkelerin egemenliklerinin ihlal edilmesinin özünü oluşturur. Bu politikanın sonucu, emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere, dünyanın bütün ülkelerinde iç ve dış kamu borçlarının büyümesidir. Öte yandan, emperyalist ülkelerin azgelişmiş ülkelerde yaptıkları doğrudan yatırımlar da önemli bir boyuta ulaşmıştır. Bu durum aynı zamanda, herhangi bir iş alanına katılımdan tamamiyle uzaklaşmış, aylaklığı meslek edinmiş, kupon keserek geçinen bireylerden oluşan bir hissedarlar sektörüne ve asalaklığa yönelme eğiliminin büyümesine de yol açar. Sermayenin sömürüsü, bir bütün olarak ülkenin üzerine asalaklık damgasını vurarak, hissedarlar sektörünün üretimden tamamiyle uzaklaşmasını vurgular. Neoliberalizm, bağımlı ülkelerin ekonomik faaliyetini uyarlar Mali sermaye, sermaye ihracı olanaklarını genişletmek için, devlet bürokratizmine kıyasla etkinlik açısından pazarın üstünlüğü sloganı altında, devlet işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini teşvik ve talep eder. Kelimenin tam anlamıyla bu, finans alanının genişletilmesi sürecinin gerçekleşmesi yararına olan mekanizmaları devreye sokarak, özel işletmeciliği kolaylaştıracak devlet sektörlerinin devredilmesini talep etmek anlamına gelir. Öte yandan özelleştirme de, işgücü pazarını daha esnek hale getirmede ve kriz nedeniyle tüketimin, düşük üretim seviyesine uyarlanmak istendiği günümüz koşullarında kapitalist rejimin yeniden üretimi için maddi koşulların yaratılmasında önemli bir mekanizma haline gelmiştir. ABD, Japonya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde yaşam beklentisi 70 yıl iken, bağımlı ülkelerde sadece 43 yıldır. Ayrıca, azgelişmiş ülkelerde ölümlerin yüzde 50'si bulaşıcı hastaklılardan kaynaklanırken, gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 25'tir. Hergün yedi milyon insan tüberkülozdan ölmekte ve her saat onbin yeni tüberküloz teşhisi konmaktadır. Aşıyla önlenebilecek bir hastalık olan Hepatit B, yılda bir milyon kişinin ölmesine neden olmaktadır. Bağımlı ülkelerde her yıl beş yaşın altında 12 milyon çocuk ve dünyada her sekiz saniyede bir çocuk ölmektedir. Her yıl üç milyon çocuk ishalden, 1,2 milyon çocuk kızamıktan, bir milyon çocuk sıtmadan ve beşyüz bin çocuk da doğuştan tetanoz nedeniyle ölmektedir. Bunlar 'muzaffer' kapitalist gelişmenin sorunları ve dramlarıdır. Bir taraftan büyük çoğunluğun yoksullaşmasının artışı, öte yandan da zenginliklerin yoğunlaşması, gelişmiş ülkelerde ve bağımlı yeni sömürge ülkelerde eşit bir şekilde ortaya çıkar. Ancak, dünyanın en büyük sanayi ülkesi olan ABD'de de yoksulluk büyük bir artış göstermiştir. Bu ülkede 1970 yılında nüfusun sadece yüzde 11'i yoksulluk sınırının altında iken, bugün bu oran yüzde 14'e vararak 36 milyon kişiyi kapsamaktadır. Aynı durum, yoksulluk sınırı altındaki nüfus oranının yüzde 12'yi aştığı Batı Avrupa için de geçerlidir. Neoliberal politikalar aynı zamanda gelişmiş ülkelerde de olumsuz sonuçlar doğurmuş; bozuk, ayrımcılığın, 'ekonomik ayrımcılığın' hızla ilerlediği ikili bir toplum yaratılmıştır. Nüfusun değişik kesimlerinin, her yıl aradaki uçurumun daha da büyüdüğü iki ayrı seviyede yaşadığı bir toplum yaratılmıştır. Bu elbette zengin ile yoksul arasındaki, ama aynı
zamanda da büyük üniversiteler ile saldırı altında olan bir eğitim sistemi, süper modern hastane ve klinikler ile eski olduğu kadar masraflı da olan bir sağlık altyapısı arasındaki vb. ikiliktir. Uluslararası ölçekte bu ikilik en kısa ifadesini, büyük gelişme kaydetmiş emperyalist ülkeler ile, kapitalist sistemin yarattığı ve neoliberalizm yoluyla bugün daha da ağır hale gelmiş bütün kötülüklerin yaşandığı dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu arasındaki ikilikte ifadesini bulur. Ayrıca, bugün bu ikilik, emperyalist ülkeler arasında olduğu gibi, mali sermayeye bağımlı ülkeler arasında da gelişmektedir. Öte yandan neoliberalizm, işsizliğe ilişkin olarak da aşikar bir iz bırakmaktadır. İşsizlik, düşündürücü bir seviyeye ulaşmakta ve uzun süre varlığını korumaktadır. Ücretler, fiyatların gerisinde seyretmekte ve gelir dağılımı hızla kötüleşmektedir. Bunun başka türlü olması da düşünülemez zaten. Çünkü kapitalizmin mantığı budur ve neoliberal eğilim de, sermayeyi cezbetmenin en 'ideal' avantajını, işgücünün düşük maliyetinde bulur. Bu ise, işsizlik oranının yükseltilmesi ile gerçekleşir. Öyle ki, ücretlerin genel seyri, yedek işgücü ordusunun çelişkileri ve genişletilmesine bağlı olarak düzenlenir. Uluslararası ölçekte ulaşılmış olan yüksek yoksulluk oranının yanında, başta kapitalist olarak daha az gelişmiş ülkelerdeki yüksek işsizlik oranının nedeni de budur. Sermayenin, kar oranlarındaki düşüşü yavaşlatmak için işgücünün fiyatını düşürme zorunluluğu, yoksulluk ve işsizliğin böylesine yüksek oranlara ulaşmasına yol açan nedendir. İnsanlık için dramatik olan bu koşullar, kapitalist rejimin genişletilmesi ve derinleştirilmesinin önemli birer mekanizması haline dönüştürülmüştür. Teknolojik gelişme sosyo-ekonomik kalkınmaya karşıdır Son tahlilde, mali sermaye ihracı, global ölçekte ekonomi politikalarını ve uluslararası işbölümünün evrimini belirler. Hem bu belirleme, hem de tanımlanan ekonomik yönelimlerin gelişmesi, kar oranlarındaki düşüşün etkisini yumuşatan karşı eğilimlerin bazılarını güçlendirir. Ancak rekabet, sermayenin teknik bileşiminin kaçınılmaz gelişimine -sınırlı da olsa- yol açar. Öyle ki, neoliberal politikalar, hem daha yüksek birikime dönüştürülen sermaye lehine olan çelişkili gelişmeleri, hem de sınıf çelişkilerindeki artışı tamamlamaya çalışır. Sermayenin organik bileşimindeki artış, özellikle son yıllarda belirgin hale gelmiştir. Bilimsel-teknik devrim, emperyalist ülkelerde bilgisayar teknolojisi ve robotların üretim sürecine uygulanmasında ifadesini bulan yeni gelişmelere yol açmıştır. Yine bu yeniliklerin uygulanması, emek üretkenliğini artırmaya çalışan üretim sürecinin örgütlenmesinde yeni planların geliştirilmesine de neden olmuştur. Günümüz koşullarında, sermayenin organik bileşimindeki gelişmenin esas ifadesi, sanayideki yeniden yapılanmadır. Bu yapılanma, organik bileşimde nitel bir sıçrama ve bilimsel-teknik devrimin yeni bir aşaması olarak sunulmakta ve bu aşamanın, hem yeni teknolojilerin kullanılması hem de emek sürecinin örgütlenmesi açısından sanayinin yeniden düzenlenmesini teşvik ettiği öne sürülmektedir. Sanayideki yeniden yapılanma global ölçekte yaşanan bir süreçtir. Bu süreci gerçekleştirmenin dayanak noktası ise, IMF'nin, sanayiye teknolojik unsurların girmesinde belirleyici olan doğrudan yatırımlar şeklinde mali sermaye ihracını kolaylaştıran yönelimidir. O halde, farklı ülkelerde bu ekonomi politikalarının farklı sonuçlarla ortaya çıkması esas olarak üç faktörden kaynaklanır: İşgücünün gelişme derecesi, sabit sermaye birikimi derecesi ve iç pazarın büyüklüğü. Ülkeler arasındaki bu eşitsiz gelişme aynı zamanda herbir ülke içinde de yeniden üretilir. Sanayi devriminin gelişmesinin bu yeni aşamasının en önemli unsurları, mikroelektronik, biyoteknoloji ve yeni materyaller dallarında mevcuttur. Mikroelektronik, üretim sürecinde uygulanan değişikliklerde en dinamik faktör olmuş ve dünya çapında emek süreci üzerinde etki bırakmıştır. Sermayenin organik bileşimi ise, artan üretken yatırımlar yoluyla global ölçekte daha yüksek bir gelişme seviyesine ulaşmaktadır. Bu eğilim, emperyalist ülkelerde kar oranının düşmesine yol açtığı için, sermaye ihracını teşvik edici bir işlev görmekte ve uluslararası arenada ekonomik alanı öyle bir noktaya indirgemektedir ki, bunalımlı ekonomilerin ürünleri emme kapasitesi ile emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin derinleşmesi arasında hiçbir bağ kalmaz. Kapitalist rekabet, işgücünün yerini alan teknolojik yeniliklerin uygulanmasını hızlandırıcı bir işlev görür. Bu durum, genelde üretici güçlerde bir gelişme yaratır; ama bu sınırlı bir gelişmedir. Öte yandan, kar oranlarının düşme eğilimi, yeni göreceli avantajlar arayışında olan sermayenin, kendisine kolaylık sağlayan, işgücü akışkanlığında büyük oranda esneklik vaadeden ve önemli bir iç piyasa kapasitesine sahip olan pazarlara yeni mali sermaye ihracına yönelerek yer değiştirmesine neden olur. Neoliberal globalleşme tüm engelleri yıkıyor Neoliberal politikalar, üretici faaliyeti ve toplumsal ürünün gerçekleşmesinin koşullarını ulusal ve uluslararası ölçekte önemli ölçüde etkileyerek, dünya çapında ekonomilerin globalleşmesini derinleştirmektedir. Globalleşme, mali sermayenin saldırılarının bir parçası olup, sınai kalkınma derecesine, sanayideki işbölümünde oynadıkları role ve pazarlarının büyüklüğüne göre herbir ülkede özgül özelliklerle ortaya çıkmaktadır. Yine globalleşme, sanayide yeniden yapılanmaya, kapitalist dünya pazarının genişlemesine, Dünya Ticaret Örgütü'nün belirlediği ticari
anlaşmalara ve genelde emperyalistler arası derin çelişkiler yoluyla kapitalist kalkınmanın bugünkü koşullarına bağlıdır. Pazar çelişkileri ve sanayideki yeniden yapılanmanın yol açtığı eskimenin hızındaki artış nedeniyle globalleşme bu dönemde daha acil hale getirilmiştir. Globalleşmenin objektif temeli, emek üretkenliğindeki artışa ve kapitalist rekabete dayanır. Bu durum, üretimde ve tüketim maddelerinde değişim için baskı oluşturur. Bu da eskimenin hızının artması demektir ve acımasız bir rekabete başlayan kapitalist üreticiler ve tüketiciler üzerinde baskı oluşturur. Kapitalist gelişmenin bugünkü koşullarının en temel ürünlerinden birinin, gezegende bir milyar aç insanın yaratılması olduğunu unutamayız. Bu durum, dünya nüfusunun bu kesiminin yaşamları için gerekli en asgari şeylerden mahrum oldukları bir anda, ürünlerinin eskiliği kadar kendileri için ikincil olan sorunlara ilgi duymalarına izin vermeyen bir trajedidir. Bu ihtiyaçları karşılayan ürünler ise modası geçmiş değil, hayati ürünlerdir. Globalleşme çok eşitsiz bir şekilde gerçekleşmekte ve ikili bir kapitalist toplumun gelişmesi ve güçlendirilmesine varmaktadır. Bu ikilik, zengin ülkelerle yoksul ülkeler, yoksul ülkelerin kendileri arasındaki, bu ülkelerdeki zenginlerle yoksullar arasındaki bir ikiliktir. Bu aynı zamanda kapitalist açıdan daha gelişmiş durumda olan ülkelerdeki zenginlerle yoksullar arasındaki bir ikiliktir. Başdöndürücü bir hızla gelişen bu ikilik, açlık ve yoksulluk gibi sorunların sadece kapitalist olarak daha az gelişmiş ülkeleri etkilemediğini, dünyanın en zengin ülkelerinde de dehşet verici bir şekilde görülmeye başlandığını gösteren bir kanıttır. Globalleşmenin hedefleri, üretim ve sermayenin dağılım alanlarında ifadesini bulur. Bir yanda, sermayenin nüfuz etmesi ile onun üretken biçimleri arasındaki ilişkiyi, öte yanda ise belirleyici olarak ucuz işgücü ve hammadde gibi göreceli avantajlar arayışında olan globalleşmeyi buluruz. Bu nedenle, globalleşmenin, üretimin sınırsız büyümesine ve toplumsal talebin mutlak ve göreceli bir şekilde daralmasına tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Neoliberalizm, üretim alanında globalleşmenin koşullarını yaratan, teşvik eden ve kolaylaştıran bir faktör haline gelmektedir. Neoliberalizm, işgücünün fiyatını ucuzlatma ve kapitalist yatırıma açık ekonomik alanları genişletme peşinde koşan bir politikadır. Bu şekilde, neoliberalizm ve globalleşme, aynı niyetin ve aynı çıkarların bir parçasını oluşturur. Globalleşme, ulusal sınıraların yıkılması, ve malların daha pahalı hale gelmesine neden olan gümrük duvarları olmaksızın sermayenin liberal bir şekilde nüfuzuna (girişine) izin verilmesi ve böylelikle dünyanın sanayileşmiş ülkeleri lehine olan ticaret koşullarının geliştirilmesi için mücadele eder. Bu nedenle bağımlı ve yeni sömürge ülkeler, ulusal egemenliklerinin ve halkların karakterinin mümkün olduğunca altını oyma amacı taşıyan bir saldırıyla karşı karşıyadır. Dünya ticareti eşitsizliği perçinler ve emperyalizme yarar Ticari ilişkiler ve ticaret koşulları, daha büyük sanayi kalkınmaya sahip ülkelerin yararına işleyerek, kapitalist yayılmanın önemli bir kaldıracına dönüştürülmüştür. Sanayide yeniden yapılanmanın gelişmesi, meta üretimine daha az sayıda canlı emeğin katılımına yol açar. Böylelikle de daha fazla mal ama daha az değer ortaya çıkar. Öyle ki, kapitalist rekabet geliştikçe, sermayenin organik bileşimi yükselir ve rakipten daha düşük bir fiyata satış yapmanın olanakları genişler. Emperyalizm koşullarında bu soruna arz lehinde müdahale edilir. Bu durum, eşitsiz ticaret koşullarını daha da kötüleştirir. Öyle ki, tekeller pazarda sahip oldukları denetim avantajını kullanarak malların fiyatlarını değerinin çok üstüne çekerler. Bu durum, azgelişmiş ülkelerin rekabet kapasitesine engel olur; çünkü sermayenin organik bileşiminde gerçekleşen eşitsiz gelişme nedeniyle, azgelişmiş ülkelerin ürettiği malların değeri, sanayileşmiş ülkelerde üretilenden her zaman daha fazla olacaktır. Sanayileşmiş ülkeleri, ürünlerine karşı uygulanan koruyucu bariyerlerin kaldırılması temelinde pazarların kendilerine açılması için baskı uygulamaya iten şey budur. Bunun yanında, kendi iç pazarlarını açma karşılığında elverişsiz ticaret koşulları empoze ederek zayıf ülkelere şantaj yapmaları da sözkonusudur. Uluslararası mali sermayenin hizmetindeki araçlar olarak IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nün oluşturduğu üçlü takım da aynı stratejinin parçasıdır. Ekonomik liberalizm temelinde, değişim ilişkilerinde emperyalist ülkelerin çıkarını güvence altına almayı amaç edinmiş olan Dünya Ticaret Örgütü, ticari açıdan egemen ülkelerle hakimiyet altındaki ülkeler arasındaki ilişkileri tamamlayıcı bir işlev görmektedir. Kısacası, emperyalist ülkeler, ticaret ve hizmetlerin liberalleştirilmesi, tarım sübvansiyonlarının azaltılması ve çıkarları gereği gelişmekte olan ülkelere taviz vermeme amaçlarını başarmaktadırlar. Emperyalistler arası çekişmeler büyüyor Dünya çapında işgücünün daha fazla sömürüsünü dayanak noktası yapmış olan neoliberal ekonomi politikası, üretken ve spekülatif yatırımlar yoluyla ekonomik alanın genişletilmesini hızlandırmıştır fakat aynı zamanda bu politika, kapitalizmin daha fazla çürümesine neden olan ve uluslararası kalkınmanın yeni olanaklarını açan süreçleri de geliştirmiştir.
Neoliberalizm bir yandan emperyalistler arası işbirliğine dayanırken, öte yandan da emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri derinleştirmiştir. 1980'lere kadar hakim olan birinci eğilim, içinde bulunduğumuz dönemde yerini sürekli artan çekişmelere bırakmıştır. Dünyada uzun süre emperyalistler arası işbirliğinin hakim olduğu dönemde esas olan düşünce, uluslararası durumun devrimci politikaya müsait olmadığı yönündeydi. Revizyonist blokun çöküşü bu düşünceyi destekledi. Emperyalistler arası ilişkilerde çatışmanın hakim eğilim olduğu yeni dönemde ise, ulusal mücadelenin devrimci bir karakter kazanması, özellikle lehte olan bu koşullardan faydalanma yeteneğine bağlıdır. Sorun, dünya halklarının, sömürge ve yeni sömürgelerin daha fazla sömürüsü için aralarında anlaşma olduğu sürece emperyalistler arası işbirliği varolmaya devam eder. Egemen emperyalist gücün emirlerine uyan ve daha büyük ekonomik alan elde etme mücadelesi veren ekonomik blokların oluşturulmasında da bu durum kendisini gösterir. Dünya halklarının sömürüsü için ortak stratejilerin oluşturulması, bu ülkelerde hammaddelerin çıkarılması için yapılan anlaşmalar, ticaret koşullarının sanayileşmiş ülkeler lehine geliştirilmesi, emperyalist ülkeler lehine ticari düzenlemelerin uygulanması, para sisteminin mali sermaye yararına geliştirilmesi için yapılan anlaşmalar ve mali sermaye ihracının kolaylaştırılması da bunu ifade eder. Mali sermaye, kendi iç ve dış pazarına dayanma da dahil olmak üzere, kendi ihtiyaçlarına cevap veren ulusal bir desteğe sahiptir. Bu destek, onun uluslararası gelişmesinden sorumlu bir ordu olan ve hepsi de önemli çelişkilerin derinleşmesine yol açan kendi artçılarıdır. Şimdiye kadar bu durum, emperyalist ülkeler arasında uluslararası ölçekte bir kapitalist birlik ve işbirliği sürecine engel olma yeteneğine sahip bir çatışmaya yol açmadı. Mali sermaye ihracı uluslararası bir süreç olduğu için, pazarı genişletme eğilimi derinleşir, ki bu, ekonomik durgunluk süreci ve emperyalistler arası hakimiyet yarışı ile karşı karşıya olan bir sorundur. Bütün bunlar, kendi ekonomik alanlarını denetim altında tutmaktan ve 'başkalarının alanları'na, emperyalist zincirin bir parçasını oluşturan ancak başka bir emperyalist güce ait olan ülkelere tecavüz teşebbüsünden kendilerini alıkonmuş olarak bulan emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin daha da derinleşmesi anlamına gelir. Anlaşmazlık konusu olan ekonomik alanlar, Doğu Avrupa pazarlarının katılımı ile genişlemiş olup, Çin ve eski SSCB'de açılmakta olan alanları ve 'geleneksel' emperyalist ülkelerin kendilerini temsil eden alanları da kapsamaktadır. Emperyalist ülkeler bloku yakın geçmişte olduğu gibi kendilerini egemen bir şekilde sunarken, bu durum kendisini uluslararası ilişkilerin tüm alanlarında göstermekte ve bugün büyük bir önem kazanmaktadır. Emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesi ilk belirleyicisini, mali sermayenin gelişmesinde, eşitsiz gerçekleşmesinin ölçeğinde ve teknoloji ve sanayi seviyesinde bulur. Bu durum, tam anlamıyla ekonomik bir bakış açısıyla yeni bir uluslararası çerçeve yaratmaktadır. Bu ise ifadesini şu gerçekte bulur: Artık kapitalist dünyayı karakterize eden şey sanayi ve finans alanındaki ABD egemenliği değil, bu alanlarda liderliği elde etmek için mücadeleye katılan birçok kutbun varlığıdır. Rekabet öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, eski SSCB'nin yenilgisinden sonra, ABD ve SSCB'nin uluslararası egemenlik için mücadele ettiği iki kutuplu dünyanın, -Körfez Savaşı'nda görülen askeri üstünlüğü ile- ABD'nin egemenliği altında tek kutuplu bir dünyaya yerini bıraktığı yönündeki iddianın metafizik karakteri iyice açığa çıkmıştır. Genel olarak, Rusya'nın önderliğindeki Bağımsız Devletler Topluluğu'nun (BDT), ekonomik, askeri ve coğrafi gücünden fazla kaybetmemiş bir güç olarak günümüzde kapitalizmin gelişmesinde önemli bir faktör olmaya devam ettiği söylenebilir. Bu nedenle, BDT'nin, ekonomik alanlar konusunda uluslararası uyuşmazlığa giren güçlerden biri olduğunu iddia etmek çizgi dışı değildir. Ancak ABD'nin dünya egemenliğine karşı asıl harekete geçen ülkeler Almanya ve Japonya olmuştur. Bu durumu güçlendiren şey ise bu ülkelerin, eşitsiz gelişme sürecinden en gelişmiş ülkeler olarak çıkmalarıdır. Uluslararası durumun bugün içinde geliştiği temel koşullar bunlardır. Krizin ve mali sermayenin politikalarının global karakterini gizlemek, ne uluslararası devrimci bir çizginin gelişmesine, ne de iktidarı ele geçirme perspektifine sahip ulusal bir çizgiye hiçbir şekilde katkısı olmayan sübjektif, yerel ve bölgesel sonuçlara varmaya neden olur. Bu global saldırıyı mümkün kılan, mali sermayenin, emperyalist hegamonyanın devamı konusundaki birliğidir. Bu nedenle, aynı şekilde, proletaryanın öncüsünün ifadesi olan biz komünistler de, esas amacı dünya halklarının ezeli düşmanlarının bu politikasına karşı birleşik bir cevap vermek olan bir uluslararası çizgi ile kendimizi donatmak için dünya çapında çalışmalıyız. Venezuela Kızıl Bayrak Partisi (Bandera Roja) http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=242
Kore Halk Cumhuriyeti'ne Karşı Tutumumuz Nedir? Birlik ve Mücadele Sayı :4 Almanya
Marksist-Leninist partilerin bazı eğilimleri üzerine: Kore Halk Cumhuriyeti'ne karşı tutumumuz nedir? Anti-emperyalist mücadeleyle dayanışmaya evet diyoruz. Ancak Kuzey Kore'de sosyalizmin varlığından sözedilemez. Güney Kore'de öğrencilerin Kore'nin birleşmesini savunmaları ve binlerce ABD'li askerin çekilmesini istemeleri nedeniyle devlet iktidarı tarafından terörize edilmeleri ve karaya oturan Kuzey Kore denizaltısı ile ilgili olaylar, bu ülkeyi dünya kamuoyunun merkezine oturttu. Daha önce ise, Kore Halk Cumhuriyeti'nin ölen liderinin oğlu Kim Jong Il ile ilgili spekülasyonlar, büyük karmaşıklıklar içine düşmüş ve uluslararası yardım alamayan Kuzey Kore'nin çöküşünü özlemle bekleyen batı medyasınca yayılmıştı. Kore halkı birleşmeyi istiyor Onyıllarca ülkelerinin birleşmesi için mücadele eden bir halk karşısında uluslararası medyanın sessiz kalması tuhaf görünüyor. Bu halk, Kore halkıdır. 1953'te ABD'nin ülkenin bölünmesini empoze etmesinden bu yana, Kore halkının çoğunluğu barışçıl bir birleşmenin özlemini taşıyor. Bu özlemi bastırmak için Güney Kore'de faşist bir diktatörlük kuruldu. Onbinlerce insan tutuklandı, onbinlercesi polis copları ve gözyaşartıcı bombalarla saldırıya uğradı. Pekçok kişi bu özlem uğruna yaşamını yitirdi. Kore'nin bir ucundan diğer ucuna bir duvar örüldü. Bu duvar, Berlin duvarından daha acımasız ve daha kalın bir duvar. Güney Kore hükümeti ve ABD emperyalizmi tarafından inşa ettirilen bu duvar çok iyi bir şekilde korunuyor. Bir taraftan diğer tarafa geçişlere izin verilmiyor. Duvarın güney tarafında sık sık silah sesleri işitiliyor. Güney hükümeti ve ABD emperyalizmi ancak bu duvarla Kore halkının birleşme özlemini ve yakınlarını ziyaret etme özlemini bastırabilirdi. Böylesi bir duvara ihtiyaç duyanlar büyük bir korku taşıyor olmalılar. Berlin duvarında insanların üzerine ateş açıldığında, insanların Demokratik Almanya'dan Federal Almanya'ya geçmeleri engellendiğinde bu durum medya tarafından adaletsizlik olarak görülüyordu. Bunun doğru olduğunu düşünüyoruz. Fakat partimiz KPD, kendi halkına karşı inşa edilmiş bu duvarı reddediyordu. Güneydeki dktatörlük ve ABD emperyalizmi tarafından örülen Kore'deki duvar ise daha yüksek, daha kötü, daha acımasız ve daha kanlı bir duvardır. Kore halkının yüreğinin hangi taraf için attığını, yabancı ülkelerdeki Korelilerin tavırlarında görebilirsiniz. Onlar, ne ABD emperyalizmine dayanan diktatörlüğün baskısı, ne de Kuzey'deki hükümetin etkisi altındalar. Onlar özgürce karar verecek durumdalar. İkinci Dünya Savaşı sırasında köle olarak götürülen binlerce Koreli Japonya'da yaşıyor. Bunların yaklaşık yüzde 90'ı Kuzeyi, Kore Halk Cumhuriyeti'ni destekliyor. Bu durum Japon hükümetini ve ABD emperyalizmini kızdırıyor. Bunlar ziyaret için Kuzey'e gidiyor; oradaki aileleriyle ilişkileri var ve oraya para gönderiyorlar. Japonya pekçok kez bunu engellemenin yollarını aradı. Neden Korelilerin çoğunluğu birleşmeden yana ve Halk Cumhuriyeti'ne karşı olumlu bir tutuma sahip? Nedeni basit: Güney'de kanlı bir diktatörlük hüküm sürüyor. Kısa bir süre önce, dünyanın her tarafında pekçok insan, birleşme özlemlerini ifade eden öğrencilerin vahşi polis saldırısı ile üniversiteden nasıl çıkarıldıklarını gördü. Aynı şekilde Kuzey Koreli yüzlerce öğrenci ve gencin Güney'e geçişi şiddetle engellendi. Doğu Almanya'dan Batı Almanya'ya geçmek isteyen insanlara engel olunduğunda, uluslararası protestolar sözkonusu oluyordu. Ve bizce bu doğruydu. Ama Kuzey Koreli insanların Güney'e geçişi Güneydeki diktatörlük tarafından şiddetle engellendiğinde, medya bunu kabul edip sessiz kalıyor. Güney'deki diktatörlük Özellikle Güney'deki işçiler ve alt tabaka, hiçbir sosyal sigortaya ya da sağlık hizmetine sahip değil. Özgür sendikalara ve toplu sözleşmelere izin verilmiyor. Sadece kapitalistler tarafından oluşturulmuş bazı sendikalar var. Grevler polis ve ordu tarafından bastırılıyor. Ülke, ABD emperyalizminin bir sömürgesi durumunda. Diktatörlük, halkı ve ücret taleplerini bastırıyor. ABD tekelleri ülkeyi sömürüyor. Alman emperyalizmi de buradaki yerini almak istiyor. Kuzey'deki bağımsız gelişme Öte yandan, Kuzey'deki Halk Cumhuriyeti, önce Japon emperyalizminden, ardından da ABD emperyalizminden kurtulduktan sonra ekonomisini ve toplumu geliştirdi. Başlangıçta, sosyalist Sovyetler Birliği'nin ve kurtarılmış Çin'in desteğiyle, daha sonra da kendi gücüne dayanarak, Kuzey kendi bağımsız ulusal sanayini gelişti. Tarım da kollektif bir şekilde geliştirildi. Bu şekilde büyük sulama ve ıslah projeleri gerçekleştirildi. Sosyal alanda da tüm halk sürekli gelişen bir eğitim aldı. Ülkenin gelişmesine bağlı olarak kültür de geliştirildi. Bedava tedavi hizmetleri getirildi. Çalışma hakkı ve emeklilik gibi sosyal güvenlik hakları garanti altına alındı. Bunlar halk için gözle görülür gelişmelerdi. Bütün dünyadaki Koreliler, Kuzey'deki toplumun ve ekonominin bağımsız ulusal kalkınması ile Güney'de emperyalizmin dikte ettiği kalkınma arasındaki farkı görebiliyordu.
Almanya'daki durum açısından ise önemli bir farklılık vardır. Başlangıçta ABD emperyalizminin küçük ortağı olan Batı Almanya, daha sonra kendisi bir emperyalist güç haline geldi. Böylelikle yabancı ülkelerin sömürülmesi avantajından yararlanıp, işçi sınıfına bazı imtiyazlar verebildi (örneğin ucuz ithal mallar, dış ülkelere ucuz seyahat olanakları vb.). Batı Almanya, başlangıçta belli oranda, daha sonra ise giderek artan bir şekilde, işçi sınıfına Doğu Almanya'dakinden daha iyi yaşam standartları sunabildi. Kore ise her zaman emperyalizmin denetiminde, sömürülen bir ülke oldu. İşçi sınıfına imtiyaz olarak verilecek birşey yoktu. Ülke yağmalanmıştı ve kitleler için sadece yoksulluk vardı. Emperyalizmden kurtuluş ile birlikte Kuzey bu sömürüye son verdi. Sosyal alanda gelişmeyi mümkün kılan da buydu. Bu sosyalizm değil mi? Herkes için iş, eğitim, sosyal güvenlik, doğru bir şekilde hayata geçirildiğinde sosyalizmin önemli özellikleridirler. Ancak bunlar sosyalizmin tek özellikleri değildir. Sosyalizm bundan daha fazla bir anlam taşır. Sosyalizmin en önemli özelliği, işçi sınıfının hakimiyeti ve sınıfsız bir toplum mücadelesidir. Tavizler verilebilir ve eksikler olabilir; fakat özünde işçiler iktidarda olmalı ve ülke yaşamını onların çıkarları yönetmelidir. Sınıfsız bir toplum mücadelesi, komünizm mücadelesi gözle görülür olmalıdır. Bu özellik, Kore Halk Cumhuriyeti'nde gerçekleşmedi ve gerçekleştirilmiyor. Kuzey Kore'deki hakim parti kendisini 'Emekçiler Partisi' olarak adlandırıyor ve kendi özgün yöntemiyle sosyalizmi kurduğunu iddia ediyor. Bundan dört yıl önce bu partinin ideolojisini, KPD'nin teorik yayın organı 'Weg der Partei'de 'Kuzey Kore Liderliğinin Duçe İdeolojisi Marksizm-Leninizmle Uyuşmuyor' adlı makalede eleştirmiştik. Bu makaleyi tekrar özetlemek istiyoruz. Emekçiler Partisi liderliği Marksist-Leninist olduğunu iddia ediyor. Ama aynı zamanda da Marksizm-Leninizmin yetersiz olduğunu ilan edip onu, ölen Kim İl Sung'un Duçe ideolojisi ile 'tamamlıyor'. 'Marksizm-Leninizmin klasikleri, insanın özünü 'sosyal koşulların bütünü' olarak tanımlıyor.' (Kim Jong İl, Duçe İdeolojisi Üzerine, Pyongyang, 1989, Almanca baskı, s.2) Buna karşı onlar şunu ileri sürüyor: 'Duçe ideolojisi, insanın dünyadaki konumunu ve rolünü felsefenin temel sorunu olarak görür; bu ideoloji, insanın tüm doğanın efendisi olduğu ve herşeye onun karar verdiği ilkesini ortaya koymuştur.' (age., s.2) Yani insan artık sosyal koşullar tarafından 'zincirlenmiş' değildir; tersine özgürdür ve 'tüm doğanın efendisidir'. Kim Jong İl bunun Duçe ideolojisi tarafından ortaya konmuş yeni bir düşünce olduğunu ifade ediyor. Oysa bu düşünce bize pek yeni gelmiyor. Bu düşünce Marx'tan öncesine dayanır ve kendisini 'tüm doğanın efendisi' olarak gören burjuvazinin düşüncesidir. Marksizme yapılan böylesi ideolojik eklentiler de yeni değildir. Profesör Dühring'in insanın özgür iradesinden sözedişini anımsayalım. Engels bunu yüz yıl önce reddetmişti. Özellikle bugün işçi hareketinin bir kriz ve geçici bir geri çekiliş yaşadığı bir dönemde, Marksizmi 'yenilemek' ve herşeyin kendi iradesine bağlı olduğu doğrultusunda bireyi ikna etmek isteyen böylesi 'kutsal ideolojiler' ortaya atılıyor. Örneğin Almanya'da Maoist MLPD, küçük burjuva ve proleter bilincin herşeyi belirlediği teorisini geliştirdi. Bu teorinin Duçe ideolojisine yakınlığı ortada. Bütün bu ideolojilerin bir ortak noktası var: 'Doğru' bilinçlilik konusunda karar verecek bir örneğe, yani liderlere ihtiyaç vardır. 'Devrim konusunda Duçe ideolojisinin özü, partiye ve lidere sadakattir.' (age., s.77) 'Günlük yaşamda liderin eylemleri ile uyum içinde olan fikirler ve niyetler yüksek bilince sahiptir ve ahlaklıdır; çünkü lider ideal bir şekilde halk kitlelerinin taleplerini ve çıkarlarını temsil eder. Bu nedenle, lidere bağlılık komünist ahlakın en yüksek ifadesidir.' (age., s.193) Ancak bunun komünist ahlak olmadığı açıktır. Komünistler belli bir programa ve hedeflere sahiptir ve tüm eylemler buna göre değerlendirilir. Liderin yüceltilmesi bu hedeflere aykırıdır. Komünistler özellikle bunu ortadan kaldırmayı ister ve toplumsal güç ilişkileri hala gerekli iken bunu yapmak isterler. Kim Jong İl'den yapılan alıntılarda bundan ya da bunun geçici gerekliliğinden ve ortadan kaldırılması gereğinden hiç söz edilmez. İnsanın insan üzerinde ebedi hakimiyetini kurmak ister ve bundan övgüyle sözeder. 'Lidere sadakat' başka ne anlama gelir ki! Duçe ideolojisi özgürleşme ideolojisi değil, yönetimde olan ve yönetimde kalmak isteyen bir tabakanın ideolojisidir. Ancak ne yazık ki elimizde Kuzey Kore'deki ekonomik ve sosyal ilişkileri iyice irdeleyecek ölçüde materyal yok. Ama her ideoloji gibi Duçe ideolojisinin de köklerini sınıf ilişkilerinde aramak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Kuzey Kore, sosyalizmin güçlü ve halklar için çekici olduğu bir dönemde kuruldu. O dönemde sosyalizmin güçlü ve başarılı olması nedeniyle aslında ulusal burjuvaziye yakın olmalarına rağmen ulusal hareketlerin bazı önderleri kendilerini sosyalistler olarak nitelediler. Bu nitelemeleri nedeniyle onları suçlayamayız. Onlar, o zamanlar iradi olarak ikna olmuş durumdaydılar. Verdikleri kurtuluş savaşlarıyla olumlu şeyler yapmak istediler ve çoğunlukla da yaptılar. Cezayir, Filistin ve Nikaragua'daki kurtuluş savaşlarını düşünelim. Sömürgeci boyunduruğun yokedilmesi, emperyalizmden kurtuluş, o ülke halklarının çıkarına olan gerekli adımlardı. Sosyalizmin başarısı ve güçlü oluşu kurtuluş savaşlarının önderlerini emperyalizme karşı verilen mücadelede en geniş kitleyi yanlarına alabilmek için toplumsal ilerlemeyi garanti edecekleri sözünü vermeye zorladı. Ancak burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Toplumsal ilerlemeler ne denli büyük olurlarsa olsunlar, işçi sınıfının iktidarı ve komünizme geçiş mücadelesiyle bağlantılı değillerse sosyalizm olarak tanımlanamazlar. Kuzey Kore'de, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği'nin özel destek verişi ve emperyalizmden kurtulmuş Çin'in yakınlığıyla ulusal devrimci bir tabakanın yönetiminde emperyalizmden bağımsız ulusal bir sistemin ortaya çıktığı görülmekte. Bu tabaka emperyalizmin sürekli ve yoğun tehditlerine karşı verdiği mücadelede halkı yanına alabilmek için birçok sosyal hakkı vermek zorundaydı. Çünkü kitlelerin desteği olmaksızın bu sistem birkaç hafta bile
yaşayamazdı. Başından beri 'ölüm-kalım' mücadelesi verildiği açıktı. ABD emperyalizmi, burjuva içerikli dahi olsalar tüm ulusal devrimleri ya yoketmiş ya da yokettirmişti. Örneğin Allende'nin milli burjuva sosyalistlerini düşünelim. Emperyalizm böylesi bir kurtuluşu bile ölesiye nefretle karşıladığı ve yoketmeye çalıştığı için onunla barışçıl bir uzlaşma olanağı yoktu orada. Yalnızca Arafat gibi her türlü aşağılanmaya ve emperyalistlerin yardımcı polis rolünü üstlenmeye hazır olunursa, halkın sırtından barışçıl bir anlaşmaya varılabilinir. Kuzey Kore'de ise böylesi bir durumun olması olanaksızdı. Güneyde kanlı faşist diktatörlük yönetimdeydi. Bu nedenle Kuzey Kore'deki sistemin gelişmesinin koşulları doğdu. Kuzey Kore'de bir yandan egemenliğin babadan oğula geçmesi gibi yarı feodal izler taşıyan sistem, öte yandan iş ve sosyal haklar konusunda da tek tek sosyalist izler taşımaktaydı. Sistem sosyalizm olmamasına rağmen, Güneyde ABD emperyalizmi ve onun kanlı diktatörlüğünün hiçbir zaman halka sağlayamayacağı ilerleme ve olanaklar sağladı. Kuzey Kore, birçok küçük ülkeye, emperyalizmden bağımsızlık koşullarında ekonomik ve sosyal ilerlemenin sağlanabileceğini gösterdi. Geçen süre içinde Kuzey Kore yönetimi emperyalizmle birçok alanda uzlaştı. Değişen dünya koşullarında, bir sosyalist ülke de bazı tavizler vermek zorunda kalabilirdi; ancak Kuzey Kore, yabancı sermaye için serbest bölgeler açarak sömürüye karşı olmadığını gösterilmiş oldu. İktidardaki ulusal burjuva tabaka için, bu şaşırtıcı bir durum değildi. Ulusal burjuvazi her zaman yalpalamaya, uzlaşmaya ve hatta ihanete hazırdır. Biz Kuzey Kore yönetimini bu şekilde suçlamıyoruz; ancak kendi sınıf çıkarlarını düşündükleri ve hiç de partinin adında olduğu gibi emekçilerin çıkarlarını savunmadıkları tespitini yapıyoruz. Komünistler olarak, sözlere değil, yapılanlara bakmak zorundayız. Birileri kendilerini sosyalist olarak isimlendiriyor diye biz de kabul etmek zorunda değiliz. Sosyalist olmadığı saptamasını yaptıktan sonra 'Duçe ideolojisi'ni reddedip emperyalizmle uzlaşmayı mahkum etsek de, sistemin sağladığı ilerlemeyi görmek zorundayız. Bu nedenle emperyalizmin bu sistemi yıkmak için yaptığı tüm girişimleri de nefretle karşılıyoruz. Kore halkının yeniden birleşme hakkını, kendi yolunu izleme hakkını ve bağımsızlığını savunuyoruz. Bu nedenle Kore'deki anti-emperyalist tüm çabaları destekliyoruz. Pyongyang Deklarasyonu Bundan yaklaşık dört yıl önce Kore Emekçiler Partisi, kendini sosyalist, komünist, Marksist-Leninist olarak niteleyen birçok partiyi Pyongyang'da yapılan bir toplantıya davet etti. Davet edilen partilerin çoğu ulusal kurtuluş hareketlerinden çıkmış partilerdi. Bir kısmı da sosyal demokrat ya da revizyonist partilerdi. Kore Emekçiler Partisi önderliğinde hazırlanan deklarasyonda, sosyalizmin savunulması çağrısı yapıldı. Ancak sözü geçen sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olduğu açık değildi. Biz, sözü edilen soyalizmin Kuzey Kore'deki yarı-feodal, anti-emperyalist ve özel formlarıyla burjuva toplumu olan sosyalizm olduğunu anlıyoruz. Deklarasyonda sosyalizmin gerilemesinden şikayet ediliyor ve sosyalizm için mücadeleye devam edilmesi çağrısı yapılıyor. Bunlar kulağa hoş gelen sözler. Ancak gerilemenin nedenleriyle ilgili açıklamalar yetersiz. 'Bazı ülkelerde sosyalizmin başarılı olmamasının nedenlerinden biri, halkın temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapının oluşturulmaması ve bilimsel sosyalizm teorisiyle örtüşen bir sosyalizmin kurulamamasıdır' deniyor. Bunlar boş formüllerdir. Örneğin Sovyetler Birliği'nde 1920'li ve 30'lu yıllarda halkın temel ihtiyaçlarına cevap verecek yapılanma sağlanmıştı. Ancak bunlar yokedildi. Varsayalım deklarasyondaki bu yanlış tez doğru olsun. Öyle olsa bile Marksist-Leninist her materyalist şu soruyu sormak zorundaydı: 'Niye bu yapılanma sağlanamadı?' Bilimsel sosyalizmle örtüşmeyen bir sosyalizm saptaması ise bir açıklama değil, en iyi koşullar altında, bir görüntü saptamasıdır. Kore Emekçiler Partisi'nden böylesi açıklamalar duymak bizi şaşırtmıyor. İdealist 'Duçe ideolojisi'ni izleyen, Marksist-Leninist olmayan bir parti, sosyalizmin başarısızlığının gerçek nedenlerini cevaplandıramayacağı gibi, sosyalizmin savunulması için samimi bir çağrı da yapamaz. Bu partinin ABD emperyalizmine karşı verdiği ölüm-kalım mücadelesine ve Güney'deki faşist diktatörlükle mücadelesine destek verilmek zorundadır. Böylesi bir talep haklıdır. Ancak bu, ideoloji ve düşüncesini 'sosyalist' olarak sunarak yapılamaz. Bizim için şaşırtıcı olan, bazı Marksist-Leninist kardeş partilerin de yavaş yavaş bu deklarasyonu imzalamalarıdır. Onlar bunu Kore Halk Cumhuriyeti ve Kore Emekçiler Partisi ile dayanışma olarak ifade ediyorlar. Bazıları ise Kuzey Kore'yi yayın organlarında 'sosyalist' ilan edecek kadar ileri gidiyorlar. Gerçeğin gizlenmesi, sözde 'sosyalist' maskaralıkların, boş formüllerin imzalanması nasıl dayanışma olabilir? Kore'nin yeniden birleşme ve ulusal kaderini tayin etme hakkının desteklenmesi en doğal görevdir. Bu, Kore'yi sosyalist olarak ilan etmek ve Kuzey Kore ile sosyalizmin savunulması için bir deklarasyon imzalamakla yapılamaz. Bu bizi ileri işçiler karşısında gülünç duruma düşürmekten çok, Marksizm-Leninizmi çeşitli sosyalist akımlarla karıştırmak ve tümüyle sosyalizmden vazgeçmek tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Tam da şimdi -yozlaşmış Doğu Avrupa ülkelerinin ve Arnavutluk'un çöküşünden sonra- sosyalizmin ne olduğu ile ilgili karışıklığa değil, netliğe ihtiyacımız var. Sosyalizmin karakteri, temelleri konusunda açıklığa ve çöküşün nedenleriyle ve gelecekte çıkarmamız gereken sonuçlarla ilgili materyalist araştırmalara ihtiyacımız var. Pyongyang Deklarasyonu gibi açıklamalar Marksizm-Leninizmi geliştirmez, tam tersine ona zarar verir.
Son olarak Kuzey Koreli yöneticilerin, dayanışma çabalarında yalnızca Marksist-Leninistlere yönelmediklerini bir örnekle göstermek istiyoruz: 1995 yılında bir grup Alman neo-nazi Kuzey Kore'ye davet edildi. Kendilerini 'milliyetçi sosyalistler' olarak nitelendiren bu grup, Almanya'da varolan en terörist ve faşist gruplardan biriydi. Milliyetçi sosyalizmden, Alman sosyalizminden söz eden bu grup, Kuzey Kore'deki milliyetçi sosyalizmi tanımak arzusuyla oraya gitmiş. Hepsi de Almanya'da 'Duçe ideolojisinin yayılması için araştırma grubu üyesi' olan neo-naziler, Duçeci Bilim Adamları Akademisi tarafından Nisan 1995'te iki haftalığına Kuzey Kore'ye davet edildiler. Kore Emekçiler Partisi Merkez Komitesi tarafından da kabul edildiler ve Almanya'ya döndüklerinde Kore'nin milliyetçi sosyalizmine övgüler yağdırdılar. İyi arkadaşlar olduklarını gösterdiler. Biz Kuzey Kore'nin her türlü yardıma ihtiyacı olduğunu biliyoruz, anlıyoruz. Ancak neo-nazilerin yardımlarına da mı ihtiyaçları var? Kuzey Kore'nin yardıma ihtiyacı var. ABD emperyalizmine karşı, Güney'deki faşist diktatörlüğe karşı mücadelesinde en geniş yardıma ihtiyacı var. ABD emperyalizmine karşı olan herkesin Kuzey Kore'yi desteklemesi gerekiyor. Ama biz, yöneticilerinin Marksist-Leninist olmadıklarını, Kuzey Kore'nin de sosyalist olmadığını biliyoruz. ABD emperyalizmine karşı olmak adına neo-nazilerle beraber çalışmak mı gerekiyor? Kuzey Kore'yi korumak adına sosyalizmin değerlerinden vazgeçmek mi gerekiyor? Dayanışmamızı göstermek için Kuzey Kore Emekçiler Partisiyle 'sosyalizmi' korumak adına deklarasyonlar imzalamamız mı gerekiyor? Cevabımız: 'Hayır'! Eleştiriden uzak bir yaklaşım, Marksizm-Leninizme yarar değil zarar getirir. Almanya Komünist Partisi (KPD)
Narkotrafik Bahanesi Birlik ve Mücadele Sayı :4 Kolombiya Görülmemiş derecede Amerikan müdahalesi Kolombiya hükümeti ile ABD arasındaki ilişkiler, derin bir kriz sürecinden geçiyor. Bu krizin merkezinde ise yasadışı uyuşturucu konusu yer alıyor. Narkotrafik üzerinde doğrudan denetim oluşturmak ve kendi politikalarını kategorik olarak empoze etmek için Amerikan emperyalizmi çelişkileri kullanıyor. ABD'deki seçimler, bu konuyu daha da derinleştirici bir rol oynuyor. Çünkü adaylar, kokuşmuş püriten duygulara bulanmış ve tehlikeyi her zaman kendi sınırlarının dışında gören orta sınıfların oylarını almaya çalışıyorlar. Onların amaçları açısından Latin Amerikalı bir şeytanın ve Noriega'nın olmaması ve Samper'in varlığından daha iyi bir şey yoktur. Samper'in Kolombiya zenginlerine ve diğer emperyalistlere mineraller, stratejik konumlar, biyolojik çeşitlilik ve okyanus ötesi bir kanal rotası gibi olanaklar sunma çabası da bu konuya etkide bulunuyor. İngiltere ile özel ilişkiler önem taşıyor. Bu nedenle BP (British Petrolium), Kolombiya hükümeti ile son sözleşmesinde en iyi koşullardan yararlandı ve şimdi de daha büyük yatırım karları elde etmek için fena halde desteğe ihtiyaç duyan zayıf bir hükümetle bu koşulları yeniden görüşmek istiyor. Fakat en önemlisi, bütün sömürenlerin çıkarlarının çakıştığını gösteren, derinlere kök salmış bir gerçeği görmemezlik edemeyiz. Bu, uyuşturucuya karşı ahlaki bir seferberlik bahanesi altında Kolombiya devrimini yenilgiye uğratmayı hedefleyen, uzun vadeli bir ayaklanma-karşıtı (counter-insurgency) strateji ile ilgilidir. Clinton hükümetinin Kolombiya'ya dayattığı 'ehliyetsizleştirme' tutumu, emperyalizmin, 'uyuşturucuya karşı savaş' sloganı ile, bağımlı ülkelere müdahale 'hakkı'na sahip olduğu düşüncesinin bir ifadesidir. Aslında iddia edilen 'ahlaki yaptırım'dan çok, ciddi bir ekonomik, askeri ve siyasi baskı özelliği taşır. Kolombiya'da narkotrafiği denetlemek için hükümetin uyguladığı politikaları yetersiz bulan Clinton yönetimi hoşnutsuzluğunu çeşitli şekillerde gösteriyor. Devlet başkanı Samper ve bazı burjuva politikacılara ABD'ye giriş vizesinin iptali, Amerikan senatosunun başta adalet ve kamu düzeni olmak üzere tüm alanlara kendi politikasını dayatmak için ticari yaptırım tehdidi şeklinde uyguladığı sürekli baskı, hükümeti düşürmeleri için en geri kesimleri teşvik etmesi ve küçük düşürmek amacıyla Noriega ile kıyaslaması vb. bunun göstergesidir. Amerika'nın bugünkü çıkarları açısından Samper önemli bir araçtır. Onun zayıflığı ve boyun eğişi, karşılığında hiçbir şey vermeksizin ABD'nin kendi politikalarını dayatmasına olanak sağlıyor. Samper hükümetinin, kendisine seçimlerde yardım etmiş olan büyük mafya baronları ile yaptığı anlaşmaya ihanet ederek onlara büyük bir darbe indirmesi bunun bir kanıtıdır. Koka ürününe karşı ayrımsız spreyleme savaşı yoğunlaştırılmış, baskıyı artırmış ve bugünkü anayasanın gerici yanlarını güçlendiren ve yeni gerici yasalar ekleyen bir anayasal karşı-reforma girişilmiştir. ABD'nin öncelikleri açısından gündemdeki tek eksik şey suçluların iadesine ilişkindir. Bugünlerde politik olarak tartışılan bu konunun parlamentodan geçmesi şaşırtıcı olmayacak. Yine de bu hükümet, ne Amerikan senatosu ne de Clinton yönetimi tarafından hoş karşılanmıyor. Merkezdeki askeri el Bugünlerde 150 bin kişilik katılımın olduğu büyük protesto yürüyüşleri oluyor. Bunlar, uyuşturucu kaçakçısı muamelesi gören, ülkenin birçok bölgesinde koka bitkisinin yetiştirilmesinde belli şekilde yer alan 250 bin aileye mensup insanlardır. Eski ABD elçisi Lewis Tambs bu insanları 'narko- gerillalar' olarak nitelendirmişti. Oysa uyuşturucu konusunda uzman olan Tambs'ın, Nikaragua'daki kontraları bu yolla finanse ettiği kanıtlanmıştır. Hükümetin bu soruna sert yaklaşımı yanında, halk mücadelesini kötüleyip kriminalize ederek onu gayrımeşru kılmaya çalışan karşı-devrimci bir strateji ile karşı karşıyayız. Bugün her anti-emperyalist mücadele, narkotrafiğin hizmetindeymiş gibi muamele görüyor. Bu taktiğin başını çeken yüksek askeri komutanlık, Kolombiya'daki gerilla hareketi ile uyuşturucu
kaçakçılığının aynı şey olduğu konusunda Amerikalıları 'ikna etmeyi' başarmış ve bugün ondan aldığı askeri yardımın bu harekete karşı savaşmak için kullanılmasına 'izin' verilmiştir. Bu yeni bir durum değildir. Eskiden gizliden yapılan bu eylemin yeni yanı ise bugün sahip olduğu 'meşruluk'tur. Bu durum geniş çaplı bir askeri kuşatma ile sonuçlanabilir. Hükümetin askeri aygıtının etkin olmaması gerçeği, bu olasılığın gözardı edilmemesi gerektiğini gösterir. Amerika'nın ülkemizdeki askeri varlığı yeni olmadığı gibi, ülkenin Pentagon'a bağımlılığı da yeni bir durum değildir. Santa Fe II dökümanında söz edilen 'And Stratejisi'nde Kolombiya'nın bazı özel durumlara sahip olduğu görülür. Çünkü Kolombiya'da, hükümetin yoketmeyi başaramadığı güçlü bir ayaklanma hareketi sözkonusudur. Bu durum, emperyalistlerin ve burjuvazinin, bu harekete karşı mücadele etmek ve farklı araç ve yöntemler ortaya sürmek için daha büyük yabancı askeri birliklerin ülkede yer alması sorununu gündeme getirmelerine neden oluyor. ABD'nin bugünkü tutumu, uyuşturucuya karşı savaşa daha askeri bir karakter vermek ve bunu ortak bir davaymış gibi göstererek onu meşru kılmaktır. Bu şekilde karşı ayaklanmacı mücadelenin sınır öteliliğini meşrulaştırmaya ve müdahale hakkını ahlaki yönden geçerli kılmaya çalışmaktadır. Tehlikede olan, emperyalist devletin milli güvenlik nosyonu ve bunun savunulması ve dünya üzerinde egemenlik kurma mücadelesinin ortasında yayılmacı eğiliminin geliştirilmesidir. Helms-Burton yasası da başka bir alanda aynı şeyi yapıyor gözükmektedir. Bu, ulusal egemenliği reddeden 'meşru müdahale' teorisidir. Bugün her zamanki müdahalecilikle karşı karşıyayız. Tek farkla ki, bugünkü müdahalecilik, emperyalizmin, çokuluslu baskıyı, önleyici savunmayı, sınır ötesi faaliyeti ve işgali, ABD'nin ulusal güvenliğini korumak için dünya gözünde meşru eylemler olarak savunmasına izin veren 'insani', 'ahlaki' ya da 'demokratik' argümanlarla süslenmiştir. Kolombiya'nın özgünlükleri Kolombiya olayını ele almak özel taktikler gerektirir. Kolombiya'nın dünyadaki en yüksek şiddet oranına sahip olduğu biliniyor ve bu trend son dönemlerde artış göstermiştir. 1994'te 26.828 cinayet işlenmiş ve bunların yüzde 6'sı da silahlı çatışmalar sonucunda olmuştur. Geri kalanların nedeni ise belirlenememiştir. Bu suçları işleyenler hiçbir cezaya çarptırılmamıştır. Kolombiya'da insan hakları ihlaleri korkunç boyuttadır. Bir gün içinde 5-10 siyasi cinayetin işlendiği dönemler olmuştur. Kolombiya, ABD'nin yarıküreye dağıttığı askeri yardımın yarısını alıyor ve bu miktar her geçen gün artıyor. Ülkede güçlü ve gelişen bir gerilla hareketi vardır. Gerilla hareketi hala kırsal bir olgu olsa da, bugün artık marjinal olmaktan çıkmıştır. Ekonomiyi ciddi olarak etkileyen ve ülkenin ekonomik olanaklarını ve enerji, madencilik ve biyolojik kaynaklar alanında yoğunlaşan çokuluslu tekellerin çıkarlarını tehdit eden bir özellik taşımaktadır. Gerilla hareketi, iktidarı tehdit etmekte ve burjuvazinin istikrarı açısından tehlike teşkil etmektedir. Bu nedenle sakin bir geleceğe sahip olmak için hareketi yenilgiye uğratma zorunluluğu duymaktadır. Bu tahlil daha geniş bir çerçevede, kötüye giden ekonomi, işletme karlarının hassaslığı, düşük verimlilik, hayat pahalılığı, artan işsizlik ve enflasyon, derinleşen kriz açısından ele alındığında egemen sınıfların iyimser olması pek mümkün değildir. Bu yetmiyormuş gibi, iktidarın bütün alanlarında yaşanan ve farklı sosyal organlara, siyasi partilere, bireylere vb. doğru yayılan, burjuva konsensüsün çatırdadığını ve yönetebilme durumunun son sınırına dayandığını gösteren sürekli bir çatışma biçimini alan derin bir kurumsal çözülme sürecinden geçmekteyiz. Halk cephesinde ise hoşnutsuzluk artmakta, kural tanımazlık çeşitli biçimlerde kendini göstermekte ve burjuva egemenliği zayıflamaktadır. Toplumsal çelişkilerin keskinleşmesi süreci, emperyalizmi ve Kolombiya burjuvazisini her geçen gün daha saldırgan ve tehlikeli bir hale getirmektedir. Parlayan herşey altın değildir Partimiz, Kolombiya'da narkotrafiğin ne anlama geldiğinin belirlenmesine ve görünüşte Amerika'ya karşı mücadele açısından çıkarları örtüşüyormuş gibi gözükse de onu devrimci mücadeleden ayıran derin farklılıkların ortaya konmasına büyük önem vermektedir. Bizim açımızdan uyuşturucu kaçakçıları ile
devrimci hedefler arasında ortak amaçlar varolamaz. Gerilla hareketi ile, narkotrafikle bağlantısı olan ve milli güvenlik politikasının başka bir kolu olan paramilitarizm arasında herhangi bir benzerlik yoktur. Bu bakış açısını yitirmek, devrimden uzaklaşmamıza ve tehlikeli alanlara çekilmemize yol açar. Tamamiyle farklı olan birbaşka konu da şudur: Devrimciler, en alttaki işçiden narko-finansörlere kadar geniş bir alana yayılan bir sosyal tabakayı içeren ve kapitalizmin bağrından doğan uyuşturucu ticaretine baskı uygulamak için Kolombiya hükümetinin polisliğini yapamaz. Bu konuyu ele alırken açık sınıf farklılıklarını ortaya koyuyoruz. Asıl büyük uyuşturucu baronları, çokuluslu tekellerin başında olan, narkotik ticaret ile kısa yoldan servet yaratan ve bu serveti şiddet yoluyla muhafaza eden kapitalistlerdir. Bunlar, sistemin içinde yer alan ve çeşitli biçimlerde ona hizmet eden karşıdevrimci güçlerdir. Uyuşturucunun hammaddesini yetiştiren sıradan insanlar ise, iş güvencesinden ve devletin ilgisinden yoksun, polis ve asker baskısı altında giderek artan bir yoksulluk içinde yaşayan, dolayısıyla devrimin zafere ulaşması durumunda kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan yoksul ve orta köylülük katmanına mensupturlar. Bu konudaki Amerikan politikası açıktır: Uyuşturucuya karşı savaşı, karşı ayaklanmanın bir bahanesi olarak kullanmak. Bu politika, sermayeden faydalanıp kendi büyük baronlarını korur ve onları gericiliğin mızrak ucu olarak kullanırken, koka bitkisini yetiştiren kitlelere 'yıkıcı' damgası vurup onların yok edilmesini ve yerlerinden edilmesini emrederek müdahaleci özelliğini tırmandırır. Yılanın başı Karmaşıklığı nedeniyle narkotrafik sorununu çok yanlı olarak ele almak gerekir. Ekonomik açıdan bu alanda bir tekelleşme eğilimi görülmekte ve Amerika denetimi elinde tutmaktadır. Finans alanında ise aslan payını kimin aldığını görmek zor değildir. Hammadde üretimi yapılan alanların birkaç büyük mülk sahibi elinde toplandığı da bir sır değildir. Kolombiya'nın 40.000 milyon hektarlık tarım alanının yüzde 8'i bu narko toprak sahiplerinin denetimindedir. Bunlar içinde hayvancılığa ayrılmış 5 milyon hektarlık en verimli topraklar ve toplam 1.050 beldenin 400'ünde etkinlik sahibi olmaları sözkonusudur. Tek başına bir aile -Ochoa aşireti- bir milyon hektar toprağı elinde bulundurmaktadır. Kimyasal madde üretimi ele alındığında ise, Kolombiya'da kullanılan kimyasal maddelerin yüzde 90'ının Amerikan şirketlerinden karşılandığı görülür. ABD'de kimse bu ticarete denetim uygulama konusuna ilgi duymaz. Bu maddelerin ne kadarının yasal alanda, ne kadarının uyuşturucu imalatında kullanıldığını belirleyip bu alandaki kullanım için ithalatı durdurmak kolay olduğu halde, Clinton yönetimi ve tekelleri, özellikle günümüzde daralan piyasada bu maddeleri satma derdindedir. Ayrıca havadan ilaçlama operasyonları için, bütün canlılar, toprak ve ürünler üzerinde büyük bir tahrip edici etkiye sahip olan 'imazapyr' ve 'glifosfat' maddeleri satıyorlar. Dünyada, halüsinasyon yaratan uyuşturuculara karşı büyük bir talep vardır. Bir araştırmaya göre ABD'de gençler arasında uyuşturucu kullanımı 1992-95 yılları arasında yüzde 105 oranında artış göstermiştir. Geçen yılki artış oranı ise yüzde 166 olarak gerçekleşmiştir. 1989'da G7 üyesi ülkelerin devlet başkanları, narkotrafikten sağlanan para miktarını belirlemek üzere, tek işleri resmi raporları taramak olan uzmanlardan oluşan GAFY adlı bir finansal eylem timi oluşturdular. Bu güçlü piyasanın büyüklüğünü ölçmek mümkün değildir. Fakat ele geçirilen uyuşturucu miktarına bağlı olarak yapılan tahminlere göre, sadece ABD'de yıllık kokain tüketimi 150 ton olarak belirlenmiştir. Bu rakam, uyuşturucu piyasasının ne çok şey vaadettiğinin ve ne kadar derinlere kök salmış olduğunun bir göstergesidir. Tabii ki göstergeler bu miktarın azalacağı yönünde değil. ABD'nin politikaları bu yönde değil. Bağımlı ülkelere örnek olarak sunulan ABD adalet sistemi, kokainin değil, onun düşük kaliteli artıklarının ve krak kokainin kullanımını cezalandırmakla sınırlı.Çünkü kapitalizm, kokainin farklı biçimlerinin farklı sınıflarca kullanıldığını biliyor. Ayrıca tüketime ilişkin eğitim ve koruma çalışmaları olmadığı gibi, bu çürümüş sistemle içiçe geçmiş nedenlere karşı da savaşılmıyor.
Konunun bir başka yanı ise uyuşturucu parasını aklama operasyonuna ilişkindir. 1988'de BM dünya çapında uyuşturucu tüketiminden sağlanan para miktarının 300 milyar dolar olduğunu, bu miktarın ise dünya ticaretinin yüzde 10'u civarında olduğunu açıkladı. Bugün ise OECD uyuşturucudan sağlanan gelirin yılda 600 milyar dolardan fazla olduğunu ve bunun yarısının Amerikan bankalarında dolaştığını ifade ediyor (Bu veriler Noam Chomsky'nin bir konferansında açıklanmıştır). Kolombiya ise yılda 4-5 milyar dolar gibi hiç de gözardı edilemeyecek bir gelir sağlıyor. Uyuşturucu ticaretinin yakın bağ içinde olduğu bir alan da silah ticaretidir. Bu alanda büyük bir pazar sözkonusudur ve silahlar farklı yöntemler kullanılarak satılmaktadır. Hükümetler, paramiliter güçler ve tüm doğrudan ve dolaylı tarafların beslenmesi gerekir. Bağımlı ülkelerde silah ticaretinin dörtte üçünün Amerika'nın hakimiyetinde olduğu unutulmamalıdır. Barış ve silahsızlanma masalı ancak safları kandırabilir; çünkü silah tüccarlarının anarşik ve savaşçı bir dünyaya ihtiyaç duydukları açıktır. Büyük karlar getiren ve hatta ekonominin başka önemli alanlarını da dinamikleştiren uyuşturucu ticaretinin ekonomik bir canlandırıcı olarak kullanılmasını açıklamak zor değildir. Kolombiya'da inşaat, turizm ve otelcilik gibi sektörler bu ticaretten en çok faydalanan alanlardır. Hatta otomotiv, tarım ürünleri, tekstil ve hayvancılık sanayii, ve elbette finans sektörü, bu 'bonanza'dan faydalanmaktadır. Kolombiya burjuvazisi ve hükümeti, şimdi imparatorluktaki efendisinin bu ticaret üzerinde tam denetim sağlama isteklerini üzüntüyle karşılıyor. Paramilitarizm Bu konuyla ilişkili olan bir başka olgu da paramilitarizmin yükselişidir. 1980'lere doğru, açıktan gerici bir karaktere sahip olan çetelerin ve paramilitarizmin varlığı ülkede kendini iyice hissettirmeye başladı. Bunlar, hükümetin silahlı kuvvetleri, büyük güce sahip ekonomik gruplar ve narkotik mafya ile yakından ilintilidir. Milli Güvenlik Doktrini'nin bir yan ürünü olan bu güçler, karşı ayaklanmacı stratejinin bir parçasıdır. Bu güçler, ordu genelkurmayının merkezi kumandası altındadır. Kolombiyalı eğitimcilerin yanında İsrail, İngiliz ve Amerikalılardan da eğitim alan bu güçler en gelişkin silahlarla donatılmıştır. Amaçları da açıktır: Gerilla güçlerine verilen desteği önlemek için sivil halkı ezmek. Bu hedefe varmak için yapılan işbölümüne göre paramiliter güçler, kirli işleri yerine getirmekle görevlidir. Son dönemlerdeki en gözde faaliyetleri, tanınmış gerilla önderlerinin yakınlarını kaçırmaktır. Rastgele katliamlar yaparak, halk liderlerini öldürerek terör saçan bu güçler, her tür yolu kullanarak 'iç düşmanı' yoketmeye çalışırlar. Uyuşturucu kaçakçılarının, askeri güçlerin ve tekellerin ortak yaşamını (sembiyozunu) gösteren belirgin kanıtlar yanında, toprak temerküzünde, faaliyetlerin izlediği çizgide, ülkenin her tarafında devletin göz yummasıyla paramiliter güçlerin attığı büyük adımlarda bu ortaklık bir kez daha sergilenir. Özel Güvenlik ve Asayiş Kooperatiflerini oluşturarak bu karşı devrimci kolu yasal kılan kararname ile bu çerçeve tamamlanmıştır. Bunlar, bizi boğmaya çalışan faşizmin kollarıdır. Bu çok sayıdaki kollara karşı halkın cevabı da çök yönlü olmalıdır. Sonuç Amerikan emperyalizminin, Kolombiya'ya daha açıktan müdahale için narkotik bahanesini kullandığı açıktır. Bu olgunun bütün etkisi, karmaşık bir çıkar oyununda ifadesini bulur. Bu durum, MarksistLeninistlerin kendi düşünce ve eylemlerini daha açık bir şekilde ifade etmesini gerektirir. Emperyalizmin çıkarları ile narkotik ticaretini yapan burjuvazinin çıkarları arasındaki bağı iyi bir şekilde ortaya koymalıyız. Ne şekilde ortaya çıkarsa çıksın, amaçları açıkça karşı-devrimcidir. Emperyalizme karşı mücadele, özünde burjuva olan ve dizginsiz bir şiddetle desteklenen mafyaya karşı mücadeleden geçer. Demokrasi ve sosyalizm, ulusal ve sosyal özgürlüğe bağlıdır ve uyuşturucu ticareti ile aralarına kesin bir ayrım konmalıdır. Narkotrafiğin sızmasına yol açtığı, politik hedefleri bulanıklaştırdığı ve amaçları tehlikeye düşürdüğü gerekçesiyle silahlı mücadele küçümseniyor. Gerillalarla uyuşturucu tüccarları arasında hiçbir çıkar
ortaklığı yoktur. Bunu gözden kaçıran herkes devrimci bakış açısından uzaklaşıyor demektir. Partimiz, Amerikan emperyalizmine karşı gerekli tarz ve araçları kullanarak mücadeleye devam edecektir. Ulusal egemenlik ve bağımsızlık üzerinde kuvvet kullanmak isteyen bu yeni Amerikan argümanını kabul etmiyoruz. Ulusal ve sosyal özgürlüğün gerekliliği konusunda artan bilinçlenme ile gelişen anti-emperyalist duyguları körüklemeye devam edeceğiz. Narkotrafiğe ilişkin olarak, anti-emperyalist ve demokratik taktiklerimizden kaynaklanan bakış açımız, bu konuyu hem ulusal hem de uluslararası arenada milli güvenlik sorunu olarak değil, sosyal bir sorun olarak ele almayı, sadece etkilerine değil nedenlerine karşı da mücadele etmeyi, küçük üreticiler üzerinde baskı kurmayı değil, tüketimi önlemeyi, bu işten çıkar sağlayanların silahlı kolu olan paramiliter güçleri cezalandırmayı, hakim sınıfların yozlaşmışlığına ve uyuşturucunun tüm tahrip edici etkilerine son vermeyi gerektirir. Bunu yapmak için ise ne emperyalizme, ne de onun ajanlarına ihtiyacımız var. Kolombiya Komünist Partisi / Marksist-Leninist (PCC/ML) http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=237
Sınıf Tahlili Üzerine: İletişim Ve Ulaştırma Sanayindeki Emekçilerin Rolü Ve Yeri Birlik ve Mücadele Sayı :4 Fransa Niçin bu iki sektördeki emekçilere özel bir ilgi gösteriyoruz ? Sınıf tahlillerinde (Mart 1989'daki 3. kongre dökümanlarında) bu iki sektördeki emekçileri 'hizmet sektöründeki proletarya' kategorisine koymuş (sf. 23) ve şunları eklemiştik:'Bunlar direkt olarak üretim süreciyle bağlantılı hizmetlerdir: hammadde ulaşımı (demiryolları, karayolları ..), kol kuvveti gerektiren işler, tamamlanmış ve satışa hazır ürünler, bir işletmenin kendi içinde ya da aynı üretim sürecinde birbirleriyle bağlantılı değişik işletmeler arasında dolasan ürünlerin üretimi, ağır iş makinalarının kullanımı, endüstriyel bakım ve temizlik...' Devamla (sf. 27) yarı-proletarya hakkında şunları söylüyorduk: 'Direkt üretim içinde olmadıkları halde çalışma koşulları ve ücret bakımından işçi sınıfına yakın olan, posta dağıtım merkezlerinde kol kuvvetiyle çalışanlar, sağlık emekçileri, kamu ve özel sektördeki idari hizmetlerde çalısan emekçiler yarı-proleter kategorisine girerler.' Ama öte yandan, iletişim (telekomünikasyon) dalında çalışan emekçilerin hangi kategoriye tekabül ettiklerini tespitte zorluklarımız vardı. Sayısal olarak azımsanmayacak bir yekün teşkil eden ve ekonomik önemi giderek artan sektörlerde çalışan bu kesimler hakkındaki eksik ve yanlış yaklaşımları, bugün artık gidermek gerekmektedir. Ayrıca yoğun bir özelleştirme, işten atma ve çalışma koşullarının kötüleşmesi gibi sorunlarla karşı karşıya olan bu sektörler, 1995 büyük Aralık grevleri ve 96'daki grevler başta olmak üzere bir çok vesile ile mücadeleci özelliklerini de ortaya koymuş bulunuyorlar. (Bu derginin 3. sayısında yayınlanan makalemize bakınız.) 1) Taşımacılık, sanayi üretiminin önemli bir kolu: Birinci olarak, resmi ağızlarca kullanılan 'hizmet' tanımlamasıyla maskelenen yönüne, yani sanayi üretiminin bir kolu olma özelliğine değinmek gerekiyor. Bu tanımlama, sanayinin diğer dallarından farklı olarak, üretimin yeni maddi bir ürün olarak somutlaşmamasından dolayıdır. Özel olarak ulaşım sanayini inceleyen Marx şunları belirtiyor:
'Yararlı etki, ulaştırma süreci ile, yani ulaştırma sanayiinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya, ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir varlığa sahip değildir. Bu süreçten farklı bir yararlılık, bir ticaret malı gibi bir islev yapmayan bir kullanım şeyi olarak varolmaz ve üretilene kadar bir meta olarak dolaşmaz. (...) Öyleyse ulaştırma sanayii için formül şöyle olacaktır: E P-M
......R-P ÜA
Çünkü, karşılığı ödenen ve tüketilen şey, üretim sürecinden ayrı ve ondan farklı bir şey olmayıp bu sürecin kendisidir.' (Kapital II. Kitap, birinci başlık) Ulaştırma sanayinde, yararlı etkisi transfer (nakil) olan bu özel 'meta'nın üretim süreci, üretim araçlarını harekete geçirecek işgücünün satın alınmasını gerekli kılar. Bu üretim araçları kamyonlar, vagonlar, uçaklar, gemiler ve gerekli bütün yakıtlar ile karayolları, raylar ve diğer altyapı ağıdır. Marx'ın altını çizdiği gibi 'aracılık eden diğer şeylerin yanısıra, insanın nesne üzerindeki faaliyetinin araçları, genel anlamda iş araçları, operasyona direkt olarak dahil olmamakla birlikte, hesaba katılmadıklarında süreci sekteye uğratacak tüm maddi koşulları içerir. (...) Bu kategorinin, bir önceki süreçte sarfedilen emeğe bağlı olarak yaratılan iş araçları, atölyeler, şantiyeler, kanallar, yollar vb.dir.' (Birinci kitap - 6.başlık) Bu unsurları aşağıdaki genel tabloda görüldüğü gibi sıralayabiliriz: Buradan ortaya çıkan sonuç; ulaştırma sanayi işçilerinin üretim araçlarını işleterek bir artı-değer yaratmaları ve buna, bu sanayi dalındaki üretim araçlarının sahipleri tarafından el konulmasıdır. İster gezmekte olan bir yolcu, ister üretim sürecindeki bir mal veya kapitalist tarafından satılmak üzere pazara gönderilen bir meta olsun, taşınan malın doğasından bağımsız olarak gerçekleşen süreç budur.
İşgücü (T) Üretim araçları (Mp>
Karayolları Ulaşımı
Demiryolları Ulaşımı
Denizyolu Ulaşımı
Havayolu Ulaşımı
şöför, yükleyiciler
Demiryolcu, sürücü, hareket memuru vb.
Donanım, liman işçisi, yükleyiciler
Donanım, teknik personel, yükleyiciler
Kamyonlar, lokomotif, kömür, gemi, kömür, benzin, mazot, mazot, elektrik, mazot, yağ, lastik vb. vagonlar, raylar, nükleer yakıt,
uçak, uçak yakıtı (kerozen),
Depolar, yollar
istasyonlar ve diğer altyapı vb.
depolar
havalimanı altyapısı
Ulaştırma sanayinin özel yeri; ulaştırmanın yararlı etkisinin tüketilmesi: Bu yararlı etkinin değerinin, taşınan metanın değerine eklendiğini belirtmek için, 'üretici tüketim'den söz edilir. 'Eğer, taşınan metaların üretiminde kendisi de bir aşama oluşturacak biçimde üretken biçimde tüketilirse, onun değeri de, ek bir değer gibi metaya geçmiş olur' (İkinci Kitap, 1.başlık, 4.paragraf-Bir tüm olarak dolaşım). Belirli bir metanın üretim süreci çerçevesinde 'iş nesnesinin ve iş araçlarının yer değiştirmesi' böyledir. Hammaddelerin ve yardımcı maddelerin taşınması, üretim sürecindeki bir metanın bir üretim biriminden başkasına taşınması da böyledir. Öte yandan 'Ne var ki, nesnelerin kullanım değerleri ancak tüketimleri ile maddeleşir, ve bunların tüketimi, bu şeylerin yer değiştirmesini, dolayısıyla da taşıma sanayiinde ek bir üretim sürecini gerektirebilir' (İkinci Kitap, 6. başlık, 3.paragraf -taşıma maaliyetleri-) Bunu, 'bir de son biçimini almış ürünlerin üretim alanından tüketim alanına geçişi izler. Bu hareketleri tamamlamadan, ürün, tüketim için hazır değildir.' (İkinci Kitap, aynı yer) Bu yer değişimi, metanın satılabilmesi için zorunludur. Bunlar kaçınılmaz üretim harcamalarıdır. Bu katma üretim süreci, taşınan metanın değerine bir katma değer ekler. İretici olmayan tüketim, bir yerden başka bir yere varmak için taşıma araçlarının kullanımında olduğu gibi, şahsi bir karakter taşıyan tüketimdir. 'Eğer (ulaştırma sanayi tarafından üretilen yararlı etki) kişisel amaçlarla tüketilmişse, değeri tüketim sürecinde kaybolur.' Bir başka örnek ise işgücünün taşınmasıdır. Burada sözkonusu edilen şey, işyerine gitmek üzere işçilerin (işgücünün) taşınmasıdır. Bu taşıma masrafları, işgücünün bakımı ve yenilenmesi için gerekli olan diğer şeyler gibi, işgücünün değeri hesaplaması içerisine girer. İşçiler, evleriyle işyerleri arasındaki yol masrafları için 'taşıma primi'nin ödenmesi hakkını elde ederek, bunun işgücünün değeri hesaplaması içine girdiğini kabul ettirmişlerdir. Transferin yararlı etkisinin değerinin büyüklüğü nasıl hesaplanır ? 'Bu yararlı etkinin değişim değeri, herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim öğelerinin (emek gücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin artı-emeğinin yarattığı artı-değerin toplamı ile belirlenir' (İkinci Kitap, 1.başlık, 4.paragraf-Bir tüm olarak dolaşım-) Taşınan metaya ulaştırma masraflarının eklediği değerin büyüklüğü (taşımanın üretici tüketimi durumunda) nasıl farklılaşır ? Sanayinin bütün dallarında olduğu gibi 'emeğin üretkenliği, yarattığı değerle ters orantılıdır. (...) Metaların belli bir uzaklığa taşınması için gerekli ölü ve canlı emek miktarı ne kadar az olursa, emeğin üretkenlik gücü o kadar büyüktür ve bunun tersi de doğrudur.' (İkinci Kitap, 6.başlık, 3.paragraf -taşıma maaliyetleri-) Metanın ağırlığına, hacmine ve taşınması ya da yer değiştirmesi için fazladan bir emek harcaması gerektirip gerektirmediğine bağlı olarak değişir. Örneğin belirli özel koşullarda gerçekleşen tehlikeli, bozulabilir ya da kırılacak eşya taşınması esnasında olduğu gibi. Kapitalizmin gelişimine, metaların dolaşımındaki muazzam artış ve dolayısıyla taşıma sanayinin gelişimi eşlik etmiştir. 'Kapitalist üretimdeki gelişmeyle birlikte üretimin ölçeği gitgide daha az bir biçimde, ürüne olan doğrudan taleple ve gitgide daha fazla bir biçimde, bireysel kapitalistin elinde bulunan sermaye miktarıyla, sermayenin özünde yatan kendini genişletme zorunluluğu ve üretim sürecinin devam etme ve genişleme gereksinmesiyle belirlenir' (İkinci Kitap, 6.başlık, 2.paragraf- Tam deyimiyle meta ikmal) Kapitalizm 'ayrı ayrı ele alındıklarında, metaların herbirinin taşıma maliyetlerini, iletişim ve ulaştırma araçlarını geliştirerek ve yoğunlaştırarak düşürür' (aynı yer). Fakat bunun için, toplumsal işin sürekli artan bir bölümü bu alana hasredilmelidir. Ve bu da, artan bir emek üretkenliğiyle birlikte, otomatizasyona başvurularak daha az miktarda bir işgücünün kullanılması, daha uzak yerlere çok daha fazla miktarda malın taşınmasını mümkün kılacak kuvvetli ulaştırma araçlarının geliştirilmesi demektir. Ulaşım sektöründeki bu aşırı büyümenin çevre üzerindeki etkileri de oldukça ağırdır. Kara, hava ve demiryolları ağı; metaları, hammaddeleri ve yardımcı maddeleri, insanları, pazarlara ve üretim birimlerine bağlayan ve bu arada bölgeler, ülkeler ve ülke grupları arasında eşitsiz gelişimi teşvik eden atardamarlardır. 2) Komünikasyon (iletişim) işletmeleri a) Posta Öncelikle, Marx'ın ulaştırma sanayi ile iletişim arasında öze ilişkin bir farklılıktan sözetmediğini belirtmek gerekir. Niçin ? Mektup, paket vb.nin yerine ulaştırılmalarını, yani posta işlemlerini alalım. Posta ile ulaştırma işletmesinin birbirlerine yakınlıkları açık bir seydir. Mektupları posta torbalarında kamyon, tren ya da uçak vasıtasıyla bir yerden başka bir
yere ulaştıran postacı ile ulaşım sanayinde çalışan isçi arasındaki fark nedir ? Farklılık, iş araçlarından ya da işin niteliğinden ziyade, taşınan nesnelerin niteliğindeki bir farklılıktır. Her iki durumda da gerçekleşen şey, üretim araçlarını harekete geçiren ve isgücüne ihtiyaç duyan bir yer değiştirmenin (deplacement) üretilmesidir. Taşınan metaların özel niteliği, yani mektup ve paketler ve özellikle de bu taşıma işletmesinin ülkenin herhangi bir yerinden başka bir noktasına güvenlik ve süreklilik içerisinde taşıma zorunluluğunun bulunması nedeniyle, bu iş, devlet garantisi altındaki özel statüye sahip bir işletmeye emanet edilmiştir. Fransa'da 1576'dan itibaren kral III. Henri, kraliyetin bu alandaki servisini, müşterilerin hizmetine de sokmuştur. Fakat, mektup dağıtım tekelinin tümüyle devlete devredilmesi 1801 yılında, telekomünikasyonun devredilmesi ise 1837'de gerçekleşti. İretim araçlarının mülkiyetinin devlete ait olması, bu isletmelerin kapitalist niteliğini ortadan kaldırmamaktadır. Taşıma sanayi ile ilgili olarak çizilen tablo, genel olarak posta için de geçerlidir. (Burada postanın mali fonksiyonlarından değil, 'mektup'la ilgili fonksiyonlarından sözediyoruz.) (*) Postada elektronik ve bilgisayar kullanımı geç başladı. Fransa'da bu alandaki değisim 73/74'lerde Otomatik Ayrıştırma Merkezlerinin (CTA) devreye girmesiyle gerçekleşti. CTA'ların inşası, dağıtım merkezlerinde kol gücüyle çalışanların belirleyici bir rol oynadıkları 1973'deki tarihi grevden sonra hızlandırildı. Yüzlerce işçiyi çalıştıran bu merkezler, 'tugaylar' şeklinde kollektif çalışma üzerine kurulu gerçek fabrikalardı. Otomatizasyon, işçilerin sayısında büyük bir azalmaya ve tugayları oluşturan grupların küçülmesine yolaçtı. b) Telekomünikasyon Başka önemli bir sektör ise (öncelikle optik (Chappe telegrafı), ardından elektrik, radyoelektrik, elektronik dalga vb.) sinyaller üreten, onları dönüştüren ve ağ halinde birbirleriyle bağlantılı (kablo, satelit vb.) iletişim araçları kullanarak başka alanlara aktaran telekomünikasyon sektörüdür. Bu sinyaller bilgi (information) olarak adlandırılan mesajların tercümesidir. Ama bizi ilgilendiren şey, bu bilgilerin içeriği değil, (taşıma sanayinin üretici karakterinin, taşınan nesnenin niteliğiyle alakalı olmaması gibi) bu sinyallerin üretimi ve iletişimini mümkün kılan iş sürecidir. İretici iş; bu donanımın her an çalışabilir durumda ve hazır olması ve çalıştırıldığı anda, sinyalleri en iyi koşullarda, hızla, güvenceli bir şekilde ve sürekli ulaştırmasından ibarettir. Bu işleri yapan emekçilerin tümü, bir değer üretirler. Artı-değere, uretim araçlarının mülkiyetine sahip kapitalistler tarafından el konulur. (Burada da, iletilen mesajın içeriği önem taşımaz.) Bu metanın tüketimi üzerine: Bu metanın kişisel amaçla tüketiminin üretken olmayan bir tüketim olduğu kolayca anlaşılır. Peki bu metanın, üretken bir tüketimi var mıdır ? Ulaşımla ilgili söylediklerimizin bir bölümünü iletisim için de söyleyebiliriz. Bazı metaların üretim süreci, (geniş anlamıyla telefon bağlantıları, TDF gibi özel iletişim araçları, satelitle bağlantı ya da hepsi birlikte olmak üzere) komünikasyon sanayinin kullanımını zorunlu kılmaktadır. Televisuel üretimi ele alalım. İrün (görüntü ve ses) televizyon kutusuna kadar iletilmelidir. Bu ürünün satışının aldığı biçim (vergi, abone ya da 'kart'la ödeme) şimdilik konumuz dışındadır. İstelik, bu görüntü ve seslerin bizzat kendileri de yayına hazır hale gelmeden önce bir çok iletişim evresinden geçmiş olabilirler. (Bir televizyon röportajının kameradan stüdyoya, oradan da şebekeye iletilmesi örneğinde olduğu gibi.) Telekomünikasyon sanayinin üretim araçlarının kullanılmasını gerekli kılan bütün bu operasyonlar, televisuel üretim endüstrisi tarafından üretilen metaya, yeni bir değer katarlar. Genel sorunlarla ilgili bu incelemeden çıkarabileceğimiz ilk sonuç, bu iki büyük sektörün emekçilerinin bedava emeği, en azından üretim araçlarını harekete geçirenler, artı-değer yaratmakta ve dolayısiyla işçi sınıfının bir parçasını teşkil etmektedirler. İşçi sınıfı homojen değildir. Ulaşım ve iletişim emekçileri kategorisinin içinde değişik tavır ve anlayışları teşvik eden farklılıklar vardır. Neredeyse askeri disiplin ve örgütlenme içerisindeki ayrıştırma (dağıtım) merkezi işçileriyle, elektronik telefon santralı teknisyenlerinin işi arasında fark vardır. Birinciler, kendilerini 'doğal olarak' herhangi büyük bir fabrikanın işçilerine yakın hissederken, ikinciler, kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmekte zorluk çekerler. Bu farklılıklar, bu alanda çalışanların hala memur ya da kamu emekçisi statüsünda görülmeleri gibi subjektif faktörler nedeniyle daha da derinleşebilir. Gündemdeki özelleştirmeler bunu da ortadan kaldıracaktır. Fakat, kendi durumunun bilincine vardırmayı kolaylaştıran asıl etken sınıf mücadelesidir. Aralık 95 grevleri esnasında bir tren makinisti şunları söylüyordu : 'Grevin başında kendimi makinist olarak görüyordum. Daha sonra SNCF (Devlet Demiryolları İşletmesi, ç.n.) emekçisi olarak görmaya başladım. Sonunda ise kendimi tümüyle ve sadece emekçi olarak hissetmeye başladım.' 'Sermayeye karşı hep birlikte' sloganı da zaten bunu ifade etmektedir. Ocak 1997 Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)
T D K P 2. Genel Konferansı'nın Açıklaması Birlik ve Mücadele Sayı :4 Türkiye TDKP'nin 2. Genel Konferansı, parti örgütlerinin ve güçlerinin, başta işçiler olmak üzere emekçiler ve gençlik içindeki ileri parti çevrelerinin en geniş ve ileri düzeyde temsilinin ve katılımlarının sağlandığı çeşitli oturumlardan oluşan bir süreç olarak gelişti ve saptadığı gündeme uygun olarak çalışmalarını tamamladı ve tam bir irade birliğiyle sonuçlandı. Konferansımız, dünyadaki ve Türkiye'deki çok yönlü gelişmelere bağlı olarak, partimizin bir dönemeç noktasına geldiği, ideolojikpolitik, örgütsel-pratik tüm alanlardaki çalışmasını yenileyerek geliştirmesinin ve taşıdığı zaaflardan arındırmasının ertelenemez bir özellik kazandığı ve partimizin, bu doğrultuda taktik platformunu, pratik örgütsel çalışmasını yenilemeye ve ilerletmeye yöneldiği, buna karşılık diktatörlüğün partimize yönelik saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda gündeme geldi ve gerçekleşti. Partimizin 1. Genel Konferansı'ndan bu yana; Uluslararası durum ve gelişme doğrultusunu, Uluslararası durumla bağlantı içinde, ülkemizdeki gelişmeleri, ve Partimizin ideolojik-politik, pratik-örgütsel tüm alanlarda yürüttüğü faaliyeti merkezine alan bir gündemle toplandı. Konferansımızın, ele aldığı sorunlara ilişkin olarak vardığı belli başlı sonuçlar şunlardır: Uluslararası alanda: Partimizin 1. Genel Konferansı, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci hareketinin, 1950'li yılların ikinci yarısında girdiği yenilgi sürecinden çıkamadığı ve tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı ve bu sürecin devam ettiği, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin güçlerini ve olanaklarını birleştirerek çok yönlü bir saldırı kampanyası yürüttüğü, ancak, emperyalist-kapitalist sistemi zayıflatan, genel bunalımını derinleştiren etkenlerin de geliştiği bir geçiş sürecinde toplanmıştı. 1. Genel Konferansımızın toplandığı 1990 Şubat'ından bu yana, uluslararası alanda yaşanan sürecin temel özelliğini; emperyalist-kapitalist sistemin temel çelişkilerinin giderek keskinleşmesi, genel bunalımının derinleşmesi, bunun da ötesinde genel bunalımının yeni bir aşamsına doğru, yeni bir savaşlar ve devrimler, köklü alt-üst oluşlar dönemine doğru yol aldığını gösteren olguların ve verilerin gelişerek belirginleşmesi oluşturmaktadır. Partimizin 1. Genel Konferansından sonraki süreçte; a- Revizyonizm destekli burjuva-emperyalist propaganda tarafından, sosyalizmin iflası, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kesin yenilgisi olarak yansıtılan, SSCB'nin başında bulunduğu kapitalist-emperyalist blokun çözülme ve dağılma süreci tamamlandı. Bu ülkelerde, sermayenin ve burjuvazinin egemenlik sisteminin ve kapitalist sömürünün, deforme edilmiş sosyalist biçimlerle örtülmemiş, çıplak ve en yalın biçimleri ve yöntemleri toplumsal yapının tüm alanlarında egemen oldu. b- 1960'lı yıllardan sonra dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnvutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti'nde sosyalizm yıkıldı ve kapitalizm yeniden inşa edildi. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci hareketinin, 1950'li yılların ikinci yarısında aldığı darbe ve uğradığı ağır yenilginin tahrip edici sonuçları bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Uluslararası plandaki devrimci mevziler ve dayanaklar da kaybedildi. Bu dönem aynı zamanda, dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci hareketinin dibe vurduğu en zayıf dönemi oldu. Yukarıdaki gelişmeler, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, işçi sınıfına ve ezilen halklara, devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı yürüttüğü çok yönlü saldırıya ve demagojik kampanyaya yeni bir ivme kazandırdı. Kapitalizmin üstünlüğü ve kesin zaferi ilan edildi. Bu zafer, dünya işçi sınıfının ve halkların uğradığı yenilginin içteki dayanağı olan revizyonizm ve burjuva sosyalizmi tarafından da kutsandı. SSCB'nin başında bulunduğu emperyalist blokun dağılması, Arnavutluk'ta sosyalizmin yıkılması ve proletaryanın ve halkların son mevzilerini de yitirmesi ve hareketin dibe vurması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kesin yenilgisi, kapitalist sistemin temel çelişkilerinin aşılması, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin sona ermesinin, evrensel uyum, barış ve refah döneminin başlangıcı olamazdı ve olmadı da. Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, proletaryanın ve halkların devrimci hareketine tarihin en ağır darbesini vurduğu; tarihsel hareketin yenilgi ve gerileme sürecine girdiği 1950'li yılların ikinci yarısından bu yana geçen sürede, devrim ve sosyalizmin zaferinin maddi temeli zayıflamak bir yana, öncesiyle kıyaslanamayacak düzeyde gelişmeye ve olgunlaşmaya devam etti. Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yürüttüğü demagojik propagandada temel aldığı SSCB'nin başında bulunduğu ülkeler blokunun çok yönlü bir bunalım sürecine girerek dağılması, şu ya da bu emperyalist devlete ve tekelci gruba bazı olanaklar sağlasa da, emperyalist sisteme geçici bir süre için de olsa soluklanma olanağı sağlamadı. Tersine, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımını derinleştirecek çok yönlü gelişmelere yol açan bir etken oldu. SSCB'nin ve başında bulunduğu blokun dağılmasıyla birlikte; - Kapitalist dünyanın, dünya hakimiyeti için mücadele eden ve başında birer süper devletin bulunduğu iki kampa bölünmesi ve emperyalist devletler ve tekeller arasındaki ilişkilerin ve ittifakların bu bölünme ve mücadele temelinde şekillenmesi süreci sona erdi. Emperyalist devletler ve tekeller arasındaki güçler dengesi ve ilişkileri alt-üst oldu. Egemenliği sıçramalı gelişme sonucu sarsılan ve sarsılmaya devam eden ABD, kapitalist dünyanın tek süper gücü olma özelliğini korumasına karşın, doğuda Japonya, Batı Avrupa'da Almanya ve Fransa, dünyanın yeniden paylaşımı için mücadele eden belli başlı emperyalist odaklar olarak ortaya
çıktı. Olgular, SSCB'nin yıkıntıları üzerinde yeniden toparlanan Rusya'nın bunlara eklenme doğrultusunda ilerlediğini ve emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında dünyayı paylaşım mücadelesinin daha da karmaşıklaşarak şiddetleneceğini göstermektedir. - Burjuva-revizyonist çevrelerin ileri sürdüğü gibi 'Batı blokuna katılma' bu ülkelerin girdabına kapıldıkları çok yönlü bunalımın aşılmasına, dünya kapitalist ekonomisinde yeni bir atılımın unsuru olabilecek, istikrarlı bir ilerleme ve gelişme sürecine girmelerine yol açmadı. Aksine, bu ülkelerde bunalım derinleşerek, toplumsal bir çözülme ve kaosa doğru ilerlerken, üretici güçler tahrip oldu, tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları ve toplumsal zenginlikleri, batılı emperyalist devletler ve tekeller tarafından yağmalandı. Kapitalist dünyanın savaşların, sınıf mücadelelerinin olmadığı, evrensel uyum, barış ve ilerleme dönemine gireceğini ilan eden emperyalist propagandanın mürekkebi bile kurumadan Körfez Savaşı patladı. Başta SSCB'nin etki ve nüfuz alanı olan bölgeler olmak üzere, Adriyatik'ten başlayıp Balkanlar ve Kafkaslar'dan geçerek Orta-Asya'ya kadar uzanan ve Orta-Doğu'ya ve Afrika'ya kadar genişleyen geniş bir alan, emperyalist devletlerin ve tekellerin kışkırttığı, gerici dinsel, ulusal, hatta kabile savaşlarının birbirini izlediği bir arenaya döndü. Burjuva-emperyalist çevrelerin iddialarının tam aksine, dünya kapitalist ekonomisi istikrarlı bir büyüme ve ilerleme sürecine girmedi. Kapitalist dünya ekonomisinin, istikrarsız ve dengesiz gelişme süreci derinleşirken, ortalama büyüme hızı beşer yıllık dilimler itibariyle ele alındığında yükselmek bir yana düşmeye devam etti. Ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, devrevi krizler ve durgunluklar arasındaki süre kısalır, kriz ve durgunluk dönemleri uzarken, tahrip edici sonuçları daha da ağırlaştı. Bu gerçek, burjuva-emperyalist çevreler tarafından da artık yadsınmamaktadır. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesindeki düşüş ve gerileme, emperyalizmi, saldırılarını dizginlenmemiş bir saldırıya doğru ilerletme yönünde cesaretlendirdi. Sıklaşan ve tahrip edici sonuçları ağırlaşan devrevi krizler ve durgunluk, aynı şekilde şiddetlenen rekabet ve dünyayı paylaşım mücadelesi, bu saldırıya yeni özellikler kazandırdı. Emperyalist devletler ve tekeller ve bütün ülkelerdeki dayanakları, giderek sıklaşan ve ağırlaşan devrevi krizlerin ve ekonomideki durgunlukların, şiddetlenen dünyayı paylaşım mücadelesinin ve tekeller arası rekabetin yüklerini işçi sınıfının ve halkların sırtına yıkmak için ekonomikpolitik saldırılarını dünya ölçeğinde; a- Sadece geri ülkelerin değil, ileri ancak küçük ve zayıf ülkelerin de, uluslararası mali sermayenin sınırsız sömürü ve egemenlik alanı haline gelmelerine, yeni sömürgeci yöntemlerle tipik sömürge kıskacına alınmalarına, b- Geri ülkelerin yanısıra, ileri ülkeler proletaryasının ve emekçilerinin tüm ekonomik, politik ve sosyal haklarının ve kazanımlarının gaspına doğru genişlettiler. Sömürünün yoğunlaşması, mutlak yoksullaşma ve hak gaspları, geri ülkelerin yanısıra, en gelişmiş kapitalist ülkeler işçilerinin ve emekçilerinin de yaşamının bir parçası haline geldi. Sadece geri ülkelerde değil, kapitalizmin örnek ülkeleri, barış, refah ve uyum toplumları olarak yansıtılan en ileri kapitalist ülkelerde de, sermayenin yoğunlaşan ekonomik ve politik saldırıları, giderek kötüleşen yaşam ve çalışma koşulları, işçiler, gençlik ve diğer ezilen ve sömürülen tabakalar arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerini geliştirdi. İşçi ve emekçi hareketindeki durgunluk ve sessizlik yerini, Fransa, İtalya, Belçika, İspanya, Almanya örneklerinde açıkça görüleceği gibi, son yarım yüzyılın en kitlesel ve birleşik direnişlerine, sokak gösterileri ve yürüyüşlerle birleşen grev ve genel grevlere doğru ilerleyen yeni bir canlanmaya bıraktı. Olgular, dünya işçi sınıfının nicel ve nitel olarak en gelişmiş bölüklerini oluşturan ileri ülkeler proletaryasının saflarında yeni bir hareketlenme ve uyanışın geliştiğini göstermektedir. Uluslararası Komünist Hareketin saflarında, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, güçlerini ve olanaklarını birleştirerek kapsamlı yeni bir saldırı kampanyasını başlatarak sürdürdükleri koşullarda gelişen ideolojik, politik, örgütsel çok yönlü kaos ve dağınıklık yerini, uluslararası bir hareket olarak yeniden örgütlenme, zayıflıklarını aşma sürecine bıraktı. Partimizin de bir parçası olduğu Uluslararası Komünist Hareket, 1993'te Batı Avrupa'da, 1994 yılında Kito'da, 1995 yılında Paris'te gerçekleştirdiği toplantılarla saflarındaki dağınıklığı aşma doğrultusunda pratik adımlar attı. Proletaryanın ve ezilen halkların hareketindeki canlanmayla birlikte, burjuva, küçük-burjuva sosyalizminin, kapitalizmin kesin zaferini ve üstünlüğünü açıkça ilan eden revizyonizmin kalıntılarının, iflas etmiş olan teorik ve pratik-örgütsel platformlarını yenileyerek, işçi sınıfına ve halklara yeniden dayatma ve uluslararası bir hareket olarak örgütlenme girişimleri yoğunlaştı. Konferansımız, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin, tarihinin en büyük zaferlerinin hemen ardından en ağır yenilgisini almasının içteki dayanağı ve sorumlusu olan bu akımların yoğunlaşan girişimlerine ve bu akımlara karşı mücadelenin taşıdığı öneme dikkat çeker. Partimizin uluslararası durum ve gelişme doğrultusuna ilişkin tezlerini onaylayan Konferansımız: - Bir dönemin kapandığı, yeni bir dönemin başladığı; - Emperyalist-kapitalist sistemin, yeni bir istikrar ve atılım dönemine, güç toplama dönemine değil, yeni bir kaos, çatışmalar ve istikrarsızlıklar dönemine, şu ya da bu cephede, en zayıf halka ya da halkalarda yarılma doğrultusunda ilerleme sürecine girdiği; - Bu sürecin, genel olarak ekonomik, politik, toplumsal yönleri, özel olarak da ülkelerdeki yansımaları bakımından dengesiz, gelişme seyri açısından da inişleri ve çıkışları içeren bir süreç olarak ilerleyeceği gerçeğinin altını çizer. Uluslararası durumdaki değişimin, ülkemiz üzerindeki çok yönlü etkileri, ülkemiz devrimi, işçi sınıfı mücadelesi açısından yol açtığı sonuçlar ve gündeme getirdiği görevler üzerinde duran Konferansımız, şunlara özel dikkat çekmiştir:
Bilim ve teknikteki devrimin ve sermayenin uluslararasılaşmasının eriştiği düzey temelinde ekonomik, politik, askeri vb. tüm alanlarda, emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki ilişkilerin günümüzde kazandığı boyut, özel olarak da ülkemizin emperyalizme her alanda artan bağımlılığı ve kapitalist gelişme düzeyi gözönüne alındığında, uluslararası durum ve gelişme doğrultusu diğer ülkelerin yanısıra ülkemizdeki ekonomik, politik, ideolojik tüm süreçler üzerinde yüzyılımızın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak düzeyde bir etkide bulundu ve bulunmaya devam edecektir. Günümüzde emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki ekonomik, politik, kültürel tüm bağlar yüzyılımızın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak düzeyde ilerlemesine ve halkalar birbirine daha çok bağlanmasına karşın, ülkeler arasındaki gelişme düzeyi farklılıkları ve tekelci aşamada sıçramalı gelişmelere yol açan dengesiz ve eşit olmayan gelişme süreci devam etti. Emperyalist-kaptalist sistemin bütününde yaşanan süreç, sistemi oluşturan halkaların farklı düzeyde etkide bulundukları bir bileşke olarak teşekkül ederken, her ülkede yaşanan süreç farklı özellikler taşımakta ve sistemin bütününde yaşanan süreçten farklı düzeylerde etkilenmektedir. Ülkemiz, genel bunalımı derinleşen, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alan emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası, emperyalist zincirin halkalarından biridir. Diğer halkalarda olduğu gibi Türkiye'de de, sadece proleter sosyalist devrimin değil, yarı yolda takılıp kalmayan gerçek bir halk devriminin -ki sosyalizme kesintisiz geçişi hedeflemesi ve proletarya önderliği böyle bir devrimin zorunlu koşuludur-, proletaryanın ve halkların kurtuluş mücadelesinin zaferi aynı zamanda, emperyalist zincirin halkalarından birinde parçalanması, emperyalizmin yenilgiye uğratılmasıdır. Dünya gericiliğinin başlıca dayanağı olan emperyalizm, devlet iktidarını elinde tutan tekleci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ittifakı ile birlikte ülkemiz devriminin, işçi sınıfının ve diğer ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesinin önündeki başlıca engeldir. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının derinleşmesi, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alması; - Ülkemiz devriminin, işçi sınıfının ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin ve bunun mevcut koşullarda zorunlu ön aşaması olan anti-emperyalist demokratik devrimin zaferinin önündeki engellerin zayıflaması, - Ülkemiz proletaryasının ve devriminin uluslararası müttefiklerinin ve dayanaklarının güçlenmesi, - Uluslararası durumun ve etkenlerin Türkiye üzerinde mevcut toplumsal sistemin ekonomik, politik, ideolojik her alanda güçlenmesi ve istikrarı yönünde değil, zayıflaması ve istikrarsızlığın derinleşmesi yönünde etkide bulunduğu ve bulunacağı anlamına gelmektedir. Proleter dünya devriminin uluslararası temeli günümüzde daha çok olgunlaşmasına ve gelişmiş olmasına karşın, dünya proleter devriminin yeni bir atılımı, emperyalizmin en zayıf halkasında ya da halkalarında yarılmasıyla başlayacak ve ilerleyecektir. Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerlemesine yolaçan etkenlerden ve olgulardan en fazla etkilenen ve gelecekte de etkilenecek olan halkalarından biridir. Konferansımız, ülkemizin jeo-politik konumu nedeniyle özel bir önem kazanan bu gerçeğin altını çizer ve ulusal dar görüşlülüğün yol açacağı tehlikeli sonuçlara dikkat çeker. Türkiye: 1. Genel Konferansımızdan bu yana uluslararası alanda çok yönlü gelişmelere yol açan değişiklikler, başta ABD olmak üzere emperyalizmin ve ülkemizdeki uzantıları egemen sınıfların sözcülerinin ileri sürdüğü gibi, Adriyatik'ten başlayıp Balkanlar ve Kafkaslar'dan geçerek Orta-Asya'ya kadar uzanan ve Orta-Doğu'ya doğru genişleyen yeni olanakların doğmasına yol açmadı ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ve durumunu güçlendiren bir rol de oynamadı. Aksine Türkiye açısından istikrarsızlık unsurlarını geliştiren bir rol oynadı. Aşağıdaki olgular ve gelişmeler bunu açıkça göstermektedir: - Dünyanın, başında ABD ve SSCB'nin bulunduğu iki emperyalist bloka bölündüğü ve emperyalist devletler ve tekelci birlikler arasındaki ilişkilerin, iki blok arasındaki dünya hakimiyeti mücadelesine göre şekillendiği koşullarda, aralarındaki rekabete karşın, Türkiye batılı emperyalist blokun desteğini alan ileri bir karakoldu. Ancak SSCB'nin ve başında bulunduğu blokun dağılması, emperyalistler arası güçler ilişkisinin alt-üst olması ve dünya hakimiyeti için mücadele eden yeni mihrakların oluşmasıyla birlikte, bu durum değişti. Ekonomik, mali, askeri ve politik her bakımdan dünya hakimiyeti için mücadele eden emperyalist mihraklardan birinin kesin bir üstünlük sağlamadığı Türkiye, emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında egemenlik mücadelesinin şiddetlendiği ülkelerden biri haline geldi. Askeri ve mali bakımdan ABD'ye ve onun denetimindeki uluslararası kuruluşlara, dış ticaret ve dolaysız sermaye yatırımları bakımından Batı Avrupa'ya bağımlı olma, öte yandan da Rusya'nın toparlanması, egemen sınıfların hangi emperyalist mihraka ne ölçüde uşaklık edeceklerine ilişkin açmazlarını artırmaktadır. - Dünya hakimiyeti için mücadele eden emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler açısından Türkiye, sadece yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, pazarı ve ekonomik potansiyeli açısından önem taşımamaktadır. Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu'nun kesiştiği ve bu bölgelere hakim olmak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek açısından önem taşıyan bir jeo-politik konumda bulunmaktadır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu ise, taşıdığı büyük ekonomik potansiyel, pazar vb. özelliklerinin yanısıra, başta zengin petrol yatakları olmak üzere, yeraltı ve yerüstü kaynakları açısından emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler için dün olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Bu bölgeler dünyanın, emperyalistler arası güçler ilişkisindeki değişimden en çok etkilenen, paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği, yeni bir paylaşımın konusu bölgeler haline geldiler ve bugün de bu özelliği taşımaktadırlar. - Türkiye jeo-politik konumunun yanısıra, ekonomik ve askeri potansiyeli ve gücü bakımından da, yeni bir paylaşımın konusu olan bu bölgelerin en büyük ve güçlü ülkeleri arasında yer almaktadır. - Türkiye'nin de içinde yeraldığı bu bölgelerin bir özelliği de; birarada ve iç-içe bulunan farklı ulusal ve dinsel topluluklar arasındaki sorunların çözülmemiş olması, yerel burjuva - feodal gruplar arasındaki çıkar çatışmaları ve egemenlik mücadeleleriyle daha da karmaşık bir özellik kazanmasıdır. Başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, ulusal ve dinsel sorunların çözülmediği ülkelerden biri de Türkiye'dir. Dün olduğu gibi bugün de, emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler, etki ve
nüfuz alanlarını genişletmek ve güçlendirmek, rakiplerini zayıflatmak için bu çelişmeleri ve çatışmaları kullanmaktadırlar. 1990'lı yıllar Türkiye'yi çevreleyen ülkeler ve bölgeler açısından, istikrar değil istikrarsızlık unsurlarının geliştiği yıllar oldu. Orta-Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar; emperyalist devletler ve tekeller arası yeniden paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği, yerel burjuva gruplar arası çelişmelerinin emperyalist devletler ve tekeller tarafından kullanıldığı ve kışkırtıldığı, gerici ulusal savaşların, burjuva gruplar arasındaki egemenlik savaşlarının birbirini izlediği, dünyanın en istikrarsız bölgeleri haline geldi. Bütün veriler ve olgular, bu bölgelerdeki paylaşım mücadelesinin devam ettiğini ve edeceğini, Rusya'nın toparlanmasıyla birlikte bu mücadelenin yeni özellikler kazanarak daha da karmaşıklaşacağını, istikrarsızlığın süreceğini göstermektedir. Türkiye, süren ve sürecek olan bu kaosun ve çatışmaların girdabına sürüklenen ve merkezinde olan ülkelerden biridir. Egemen sınıfların tarihsel-kültürel bağlara dayanarak belli başlı emperyalist devletlerin, uluslararası mali sermaye gruplarının ve tekellerinin taşeronluğunu, aracılığını yaparak yeni olanaklara kavuşma üzerine inşa ettikleri sözde emperyalist planlarının ve girişimlerinin sonucu tam bir iflas ve hüsran oldu. Bu girişim ve planlar, yeni olanaklar sağlamak bir yana, Körfez Savaşı, Yugoslavya ve Kafkaslar örneğinde de açıkça görüldüğü gibi kayıplara (Körfez Savaşı sonrası Arap ülkeleriyle ticaretin düşmesi gibi), yeni yüklere (askeri harcamaların artması) ve egemen sınıfların karşı karşıya oldukları açmazların ve sorunların ağırlaşmasına yol açtı. Ekonomik, askeri, politik vb. her bakımdan emperyalizme bağımlı ve giderek daha bağımlı hale gelen Türkiye, bazı 'sol' çevrelerin özellikle diktatörlüğün akıl hocalığına soyunan strateji uzmanlarının da ileri sürdüğü gibi; SSCB'nin ve blokunun dağılmasıyla birlikte oluşan yeni uluslararası koşullarda, bölgesinde bağımsız bir rol oynayamazdı. Sadece ve sadece dünya hakimiyeti için mücadele eden şu ya da bu emperyalist mihrakın maşası olarak belli bir rol oynayabilirdi ve bugüne kadar da bu rolü oynadı. Başta ABD olmak üzere emperyalistler; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu'da etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için mücadele eden büyük devletler, bir yandan Türkiye'deki etkilerini artırmak için mücadele ederlerken diğer yandan da, bölgedeki çıkarlarına ve bu çıkarların belirlediği politikalarına uygun bir rol oynaması için Türkiye üzerindeki baskılarını yoğunlaştırıp, teşvik ettiler. Türkiye'nin bu rolü oynamasının, özellikle ABD emperyalizminin tercihlerine ve saldırgan politikasına uygun bir dış politika izlemesinin belli başlı sonuçları şunlar oldu: - Politik ve askeri bakımdan bağımlı olduğu ve uşaklığını yaptığı ABD ile ilişkilerinde ambargoya varan sorunlar yaşamasının yanısıra, diğer emperyalist mihraklarla ilişkilerinde sorunlar çıkmasından ve onların yeni tehditlerinden de kurtulamadı. - Belli başlı emperyalist devletler ve tekelci birlikler arasında keskinleşen paylaşım mücadelesinin girdabına daha çok girmek zorunda kaldı. - Bölge ülkeleriyle ilişkilerinin daha da istikrarsızlaşmasından, komşularıyla ilişkilerinin kötüleşmesinden ve tecrit olmaktan kaçınamadı. - Dış politikanın anti-ulusal , emperyalizm yanlısı niteliği yoğunlaştı ve çıplak gözle görülür hale geldi. Konferansımız, egemen sınıfların ve onların faşist diktatörlüğünün, ülkemizi bölgedeki emperyalistler arası dalaşmaların girdabına çeken, ABD emperyalizminin bölgedeki çıkarlarına ve tercihlerine uygun olarak şekillenen dış politikasına ve bu politikaya karşı mücadelenin önemine dikkat çeker. Ekonomik durum: Bölgesinde başta ABD olmak üzere emperyalizmin en sadık dayanağı olma rolünü oynayan ve buna uygun bir dış politika izleyen egemen sınıflar, içte de, cılız bir anti-emperyalist devrim olan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın sağladığı kazanımların son kalıntılarının tasfiyesine, ülkenin her alanda emperyalist devletlerin ve tekellerin sınırsız egemenlik ve sömürü alanı olmasına yönelik bir politika izlediler. Gümrük duvarları ve diğer koruyucu önlemler kaldırılırken, devlet işletmelerine, tarıma sağlanan sübvansiyonlar aşağı çekildi. Emperyalist tekellerin kar transferlerinin ve dolaylı / dolaysız yatırımlarının önündeki son engeller de tasfiye edildi. Ülke ekonomisinin, IMF ve Dünya Bankası'nın yönetiminde, tipik sömürge ekonomisi doğrultusunda gelişmesi 1990'lı yıllarda da devam etti. Tarımdaki yıkım derinleşir, bağımsız bir ekonominin temeli olan sınırlı sayıdaki sanayi işletmesi, emperyalist tekellere devredilir, devredilmeyenler de teknolojinin yenilenmemesi, yeni yatırımların yapılmaması sonucu sönmeye terkedilirken, ticari sektörde de emperyalist tekellerin denetimi ve egemenliği güçlendi. 1990'lı yıllar, istikrarlı bir büyüme, en ileri ülkelere yetişme ve geri kalmışlık zincirini kırma yılları olarak ilan edilmesine karşın ekonomi, 1. Genel Konferansımızdan bu yana geçen 5 yıl içinde de, kısa süreli canlanma ve büyümeyi izleyen küçülme ve durgunluk sürecinden çıkamadı. Bu süreçten çıkmak bir yana, son 5 yılda ortalama büyüme hızı 1980'li yılların birinci ve ikinci beşer yıllık ortalamalarına göre düşerken, istikrarsız ve dengesiz gelişme daha da derinleşti. Ekonomisi 1994 yılı başlarında mali sektörde ve birkaç ay gibi kısa sürede başta ticaret ve sanayi olmak üzere tüm sektöre hızla yayılan ve 1980'li yıllar bir yana son yarım yüzyılın, sonuçları itibariyle de en ağır ekonomik krizi sürecine girdi. Ekonomi, krizin tüm yüklerinin işçi sınıfının ve tüm ezilen ve sömürülen yığınların sırtına yıkmasına da bağlı olarak 1995 yılında tekrar canlanma ve büyüme sürecine girmekle birlikte, bütün veriler, ekonominin yeni bir krize doğru ilerlediğini göstermektedir. Enflasyon oranı, dış ve iç borçlar, toplam yatırımların artış oranı, dış ticaret ve ödeme dengeleri gibi temel ekonomik göstergeler 1980'li yıllarla karşılaştırıldığında, olumlu değil, olumsuz yönde gelişti. Ekonomi, iç ve dış borçların faiz ve ana taksitlerinin, ancak yeni borçlanmayla ve devlet işletmelerinin emperyalist tekellere ve yerli işbirlikçilerine yok pahasına peşkeş çekilmesiyle sağlanan gelirlerle ödenebildiği bir mali iflasın eşiğinde bulunuyor. Toplam yatırımlar içinde de üretken yatırımların payı hızla düşerken, rantiye gelirler hızla büyümeye devam ediyor. Şehir ve kır yoksullarının yanısıra, ekonominin tüm sektörlerinde orta ve küçük işletmelerin de durumu hızla kötüleşti ve bu süreç
devam ediyor. Başta sanayi ve tarım olmak üzere, ekonominin tüm sektörlerinde küçük ve orta işletmelerin bir bölümü iflasa sürüklenirken, ayakta kalabilenler üzerinde de tekellerin, mali sermayenin boğucu boyunduruğu daha da yoğunlaştı. Büyük toprak sahiplerinin ve tarım burjuvazisinin etkisinde gelişiyor olsalar da, Adıyaman, Bursa, Malatya ve Muğla'daki köylü hareketleri, küçük ve orta mülk sahipleri arasında da hoşnutsuzluk ve öfkenin kabardığını, henüz yaygınlaşmamış ve süreklilik kazanmamış olmakla birlikte, mücadele eğilimlerinin geliştiğini ve diktatörlüğün, emperyalizm ve egemen sınıflarının bu tabakalar arasındaki toplumsal temellerin sarsıldığını göstermektedir. Bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin (önümüzdeki dönemde daha da gelişecek olan) özelliklerinden biridir. Henüz bütün sonuçları ortaya çıkmamış olan AB ile gümrük birliğine girilmesi, IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulanması, küçük ve orta mülk sahibi tabakalar arasındaki yıkımı ve emperyalizmin, tekellerin boğucu baskısını daha da artıracaktır. Kürdistan'da başta köyler olmak üzere yerleşim merkezlerinin yakılması ve boşaltılması bir yandan tarım ve hayvancılıktaki yıkımı derinleştirir, köylülüğün durumunu daha da kötüleştirirken, diğer yandan da köyden şehre göçe yeni bir ivme kazandırdı. Başta Kürt köylüleri olmak üzere milyonlarca emekçi, işsizliğin, yoksulluğun kol gezdiği ve geleceğe ilişkin hiçbir güvencenin bulunmadığı büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldı. İşsizler ordusu ve yarı-proleter kitleler, Türkiye tarihinde görülmemiş bir hızla büyüdü ve bu süreç devam ediyor. 1989 grev ve gösterileriyle yeni bir ivme kazanan işçi hareketindeki yükselişle birlikte gerçek ücretlerde sağlanan artış, yüksek enflasyon karşısında hızla aşınarak gerçek ücretlerin ve gelirlerin sonraki süreçte düşmesine yol açtı. Geçici ve kısa süreli dalgalanmalar olmakla birlikte; işçilerin, tüm emekçilerin gerçek ücretleri ve gelirleri, 1990'lı yıllarda düştü. 1994 yılı bu bakımdan da bir dönemeç oldu. 1994 krizinden bu yana geçen iki yıl, son yarım yüzyılda gerçek ücretlerde en hızlı düşüşün yaşandığı, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının en hızlı kötüleştiği yıllar olma özelliği taşımaktadır. Türkiye kaçınılmaz hale gelen yeni bir ekonomik kriz ve yeni saldırılar sürecine, emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarında nispi de olsa bir iyileşmenin sağlandığı bir dönemin ardından değil, son yarım yüzyılın en hızlı mutlak yoksullaşma sürecinin yaşandığı bir dönemin ardından girmektedir. Bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin ve önümüzdeki dönemin en önemli ayırdedici özelliklerinden biridir. Politik durum: 1990'lı yıllar, egemen sınıfların ve faşist diktatörlüğün kitle temelinin, sosyal temelinin zayıfladığı, uluslararası ilişkiler ve durumunun yanısıra ülke içinde de karşı karşıya olduğu açmazlarının derinleştiği ve sorunların arttığı yıllar oldu. Aşağıdaki olgular ve gelişmeler bunu açıkça göstermektedir: 1990'lı yıllarda da, demokratikleşme ve liberalleşme demogojilerine karşın, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması (ve bunun bir unsuru olan Kürt ulusal sorununun çözülmesi) ve yasal, anayasal güvence altına alınması doğrultusunda bir adım atılmadığı gibi, baskı ve terör daha da yoğunlaştırılıp yaygınlaştırıldı. Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtları sürekli güçlendirildi ve yetkileri artırıldı. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamentonun, burjuva demokrasisinin gerçekleşmesinin bir aracı olmadığı, aksine, halkları aldatma, faşist diktatörlüğe demokratik bir görünüm verme ve perdeleme işlevine sahip, kukla bir kurum olduğu daha da açığa çıktı. Burjuva-düzen partileri arasındaki dalaşmalar da giderek şiddetlenirken, siyasal partileri, hükümeti ve parlamentosuyla 'temsili' kurumlar, tarihinin en itibarsız döneminden geçiyor. Burjuva düzen partileri arasındaki dalaşmaların şiddetlenmesi, kitlelerin dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmak için kullanılmasına karşın, kirli çamaşırların, yolsuzlukların, çok yönlü yozlaşma ve çürümenin kısmen de olsa açığa çıkmasına yol açan bir gelişmedir. 1990'lı yıllarda, burjuva-düzen partileri arasındaki güçler ilişkisi değişti ve TBMM'nin işlemez hale gelmesine kadar ilerleyebilecek, hükümet krizlerini ve yeni erken seçimleri sürekli gündemde tutacak bir özellik kazandı. Tüm kısıtlamalara ve anti-demokratik seçim yasasına karşın, son seçimden de, burjuva-düzen partilerinden hiç biri emperyalizmin ve egemen sınıfların özlemini duydukları güçlü ve istikrarlı bir hükümetin kurulmasını sağlayacak bir güç ve kitle desteğiyle çıkamadı. Düzen karşıtı bir söylem ve dinsel motifler kullanarak oy oranını artıran RP de dahil, burjuva-düzen partilerinden hiç biri, kitleler arasında kabaran hoşnutsuzluk ve öfkeyi yatıştıracak ve gericiliğin tüm güçlerini emperyalizmin ve egemen sınıfların halka saldırı politikası etrafında birleştirebilecek bir kitle desteğine ve gücüne sahip olma özelliği taşımamaktadır. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamentonun yetkileri ve ülke politik yaşamındaki rolü ne kadar sınırlanmış olursa olsun, yukarıdaki gelişmeler egemen sınıfları ve diktatörlüğü zayıflatan, açmazlarını artıran bir rol oynamaktadır. Ancak bu olgular, kendi başına, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenlik araçlarını, politik hakimiyetini felce uğratan, sarsan bir gelişme olma özelliği de taşımamaktadır. Çünkü gerçek ya da fiili yönetim bir yana, Türkiye'de siyasal partileri, hükümetleri ve diğer kurum ve kuruluşlarıyla mevcut parlamento, görünürde bile ülkeyi yöneten bir güç değildir. Emperyalizm, tekelci büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ve onlarla birleşmiş, kaynaşmış ve içiçe geçmiş olan generaller, polis şefleri ve militarist-bürokratik cihazın diğer yönetici kurumlarının oluşturduğu oligarşi ülkeyi sadece pratikte, fiilen değil görünürde de yöneten gerçek güçtür. Konferansımız bu gerçeğin altını çizerken, parlamentodaki ya da burjuva-düzen partileri arasındaki dalaşmaları ve güçler ilişkisindeki değişimi, politik krizin, devrimci bir durumun göstergesi ya da temel unsurlarından biri olarak ele almanın tam bir parlamenter ahmaklık olduğuna dikkat çeker. Emperyalizmin ve egemen sınıfların temel egemenlik aracı olan devletin, ordu ve polis gibi temel aygıtlarının işlemez hale gelmesine yol açacak bir gelişme ve parçalanma olmamasına karşın, çok yönlü bir çürüme ve klikler dalaşması gelişmektedir. Patlayan skandalların, yolsuzlukların, rüşvetin, ortaya çıkan çetelerin ve mafya gruplarının bir ucu muhakkak polis ve orduya dayanmakta ve bu artık saklanamamaktadır. Başta polis olmak üzere, sürekli yeni birlikler ve düzenlemelerle güçlendirilen, sınırsız yetkilerle donatılan diktatörlüğün saldırı aygıtlarının dizginsiz terörü ve ardarda patlayan skandallar, kitlelerin kendi öz tecrübeleriyle bu kurumların ve devletin gerçek işlevini görme sürecini hızlandırmakta, kitlelerin uyanış içindeki kesimleri arasında, bu kurumlara ilişkin gerici ön yargıların yıkılmasına yol açmaktadır. Yaşam koşulları hızla kötüleşen memurların alt
kesimleri arasında hoşnutsuzluk ve öfkenin kabarması, bürokrasinin üst tabakalarından ayrı bir güç olarak örgütlenmelerinin ilerlemesi, memur hareketinin gelişmesi ve işçi hareketiyle birleşmeye doğru eğilim göstermesi; polis ve orduyu kapsamamakla birlikte devlet aygıtındaki çözülmenin bir belirtisi ve diktatörlüğü zayıflatan bir etken olması bakımından da önem taşımaktadır. 1990'lı yılların en önemli gelişmelerinden biri de; kitleler arasında mevcut rejim çerçevesinde, kendiliğinden ve tedricen de olsa, yaşam ve çalışma koşullarının iyileşebileceğine, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılabileceğine ilişkin beklentilerin zayıflaması, geleneksel burjuva-düzen partilerinden kopuş ve yeni arayışlara yönelme sürecinin ilerlemesi, özellikle ileri işçiler arasında ayrı bir parti olarak örgütlenme eğiliminin gelişmesi ve güçlenmesi olmuştur. Bu gelişmeye karşın, ileri işçilerin ezici çoğunluğu arasında dağınıklık ve örgütsüzlük aşılamadı ve devrimci bir işçi partisinde örgütlenmesi gerçekleşmedi. Bu, hareketin istikrarlı bir gelişme ve ilerleme sürecine girememesinin ve 1992-93 yıllarındaki durgunluğun, 1994-95 yıllarındaki canlanmaya karşın aşılamamasının ve açık işçi kitle hareketinin son 10 yılın en zayıf dönemini yaşamasının temel nedenlerinden biridir. Öte yandan, açık işçi ve emekçi kitle hareketinin yanı sıra Kürt halk hareketinin, 1995 ortalarından bu yana yeni bir durgunluk ve dağınıklık sürecine girmesinin nedenleri, 1991-94 yılları arasındaki durgunluğun nedenlerinden bir yönüyle ayrılmaktadır. Zira sözkonusu dönemde, işçi ve emekçi sınıflar ve Kürt emekçi kitleleri açısından, yaşam koşulları 1990-91 yıllarında olduğu gibi nispi bir iyileşme göstermedi; aksine daha da kötüleşti. Yanı sıra, 'demokrasi' kampanyaları, beklenti yaratacak ve kitle hareketini baltalayacak bir etken olamadı. Açık kitle hareketi, esas olarak kendi içinden baltalandı: Geleneksel liberal 'sol' grupların ve sendika bürokrasisinin işçi ve emekçi kitleleri umutsuzluğa sürükleyen eylem çizgisi ve anarşizan 'sosyalist' akımların büsbütün çürüme sonucunda vardıkları terörizm, kitle hareketini dağıtan, ileri kesimlerle geriden gelen yığınlar arasındaki ilişkiyi tahrip ve politik ortamı ve kitleleri provoke eden tasfiyeci bir rol oynadı. Kürt miliyetçi akımının Türk-Kürt düşmanlığı eksenine oturan ve 1991'lerden itibaren emperyalist güçler arasındaki çıkar mücadelesinin yörüngesinde yeniden şekillenen 'çalışması', Türk emekçilerini sermayenin provokatif faaliyetine açık bir pozisyona iterken, Kürt nüfus arasında da, artan hoşnutsuzluk ve bıkkınlığı umutsuzluğa dönüştüren bir etken oldu. Bu koşullar altında mücadele eden ileri işçi örgütleri, tüm bu olumsuz faktörleri etkisiz hale getirme ya da tahrip edici sonuçlarını en asgariye indirme yeteneğini gösteremedi. Birbirini karşılıklı besleyen ve güçlendiren bu faktörler, emekçi kitlelerin düzenden kopuşları, 1995-96 yıllarında daha da derinleşmesine karşın açık kitle mücadelesinin durgunluk göstermesine ve nüfusun alt tabakaları arasında dağıtıcı bir umutsuzluk yaşanmasına yol açtı. Olgular ortadadır: Terörcü saldırılar, gençlik adına yapılan eylemler, 1 Mayıs'ta örnekleri ve sonuçları açıkça görülen sorumsuz yağma ve saldırı eylemleri, sendikal platformlara yönelik provokatif girişimler, emekçi sendikalarındaki yeni bürokratik çöreklenme vb. olgular ve bunların kitleler arasında yarattığı duygular bilinmektedir. Diktatörlük, bu türden girişim ve eylemleri ve bunların emekçi sınıflar arasındaki geriletici ve moral bozucu etkilerini, kitle mücadelesi sonucu fiilen kazanılan mevzileri (örneğin kitlesel yasadışı gösteriler) gaspetmek, saldırıların yoğunlaştırılması ve yasaların daha da faşistleştirilmesi için kullandı. Kitle hareketindeki durgunluk mutlak bir olgu değildir. Kitle hareketinin, patlamaları da içerebilecek yeni bir yükseliş sürecine girmesinin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların birleşik mücadelesi olarak gelişmesinin koşulları ve işçi ve emekçi hareketini tahrip eden, geriye iten etkenlerin üstesinden gelmenin olanakları gelişmeye ve olgunlaşmaya devam ediyor. Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtları sürekli güçlendirilmesine ve baskı ve terör yoğunlaştırılmasına karşın, kitle mücadelesindeki düşüş ve yükselişe bağlı olarak fiilen kullanılan demokratik hakların alanı genişlemeye devam etti. Türkiye, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının hızla kötüleştiği, acil ekonomik ve politik taleplerinden hiçbirinin gerçekleşmediği, kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin geliştiği, buna karşılık egemen sınıfların ve hükümetin ekonomik ve politik saldırılarını yoğunlaştırdıkları, yeni saldırı paketlerini gündeme getirmek ve uygulamak için en uygun anı kolladıkları bir süreçten geçiyor. Koşullar, tekelci büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin, başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, emperyalizm destekli ekonomik ve politik saldırılarının yoğunlaşacağı, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşeceği bir doğrultuda gelişmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise ezilen ve sömürülen kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişmesi, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, yönetenle yönetilen sınıflar, emekle sermaye arasındaki çelişmelerin daha da keskinleşmesidir. Türkiye'de devrimle karşı-devrim, emekle sermaye, ezilen ve sömürülen sınıflarla emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakı arasındaki mücadele henüz kesin bir hesaplaşma özelliği kazanmamış olmakla birlikte, süreç buraya doğru ilerlemektedir. Bu düz bir çizgi olarak gelişmemekte, iniş ve çıkışları içeren bir özellik taşımaktadır. Bütün bunlar, yığınların birleşik mücadele ve direniş cephesinin örülmesinin önem ve aciliyetini artırmaktadır. Partimiz, sağ ve 'sol' oportunist gruplardan farklı olarak, birlik sorununu, 'solun birliği' ya da 'sol gruplar arasındaki bir ittifak' sorunu olarak görmemektedir. İşçi sınıfı ve hareketiyle bir bağı olmayan bu türden gruplar ve aralarındaki 'birlik' ya da 'ittifaklar', gerek üzerinde bulundukları platform ve gerekse de eylem çizgileriyle, hareketi birleştiren ve ilerleten değil, tam tersine onu zayıflatan ve baltalayan tasfiyeci bir rol oynamaktadırlar. Partimizin birlik konusundaki temel politikası, işçi sınıfının parti birliğinin yanı sıra, geniş işçi yığınlarının mücadele birliğinin ve işçi merkezli bir Emek (ve Halk) Cephesi'nin yaratılmasıdır. Bunun bugünkü araçları ise, oluşmuş işçi platformları, sendikalar ve diğer toplumsal örgütlerdir. İşçi sınıfının, sermayenin ve diktatörlüğün ardı arkası gelmeyen saldırılarına karşı güçlü bir mücadele cephesi yaratmada, saldırıları püskürtme ve kurtuluş yolunda ilerlemede en temel silahı partidir. Konferansımız, işçi sınıfının günlük hareketine, başta işçi sınıfı olmak üzere yığınların devrim için hazırlanması ve örgütlenmesine azami yardımı yapma, bunun için gerekli bütün araç ve olanaklardan sonuna kadar yararlanma yeteneğini gösterecek, işçi sınıfının uyanış içindeki ana kitlesini kucaklayan kitlesel partisinin ve komünist işçilerin çelikten disipline sahip örgütünün yeniden inşası görevlerine dikkat çeker. 1. Genel Konferansından bu yana partimizin bütün alanlarda yürüttüğü faaliyeti değerlendiren Konferansımızın vardığı başlıca sonuçlar şunlardır:
TDKP, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin 1950'li yılların ikinci yarısında aldığı yenilginin tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı, yenilgi ve gerileme sürecinin devam ettiği, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin saldırılarını yoğunlaştırdığı ve proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin dibe vurduğu 1980'li yılların sonları ve 1990'lı yılların başlarında da, proletaryanın kurtuluşu davasına sadık kaldı ve bu davadan sapmadı. Partimiz, emperyalizmin ve burjuvazinin ve bütün ülkelerdeki dayanaklarının kazandığı zaferin ve proletaryanın ve halkların, devrim ve sosyalizm mücadelesinin uğradığı yenilginin geçici niteliğine ve emperyalist kapitalist sistemin tam da kesin zaferini ilan ettiği dönemde genel bunalımının derinleştiğine ve bunun da ötesinde yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecine girdiğine dikkat çekti. Ülkemizde ve dünyada emperyalizmin ve burjuvazinin her türden revizyonizmin yoğunlaşan saldırıları ve baskıları altında, sahtesi ve gerçeğiyle devrim ve sosyalizm adına ortaya çıkan tüm akımların, örgütlerin ve partilerin sarsıntı geçirdiği, dağıldığı ya da parçalandığı bir dönemde TDKP, saflarında sarsıntıya, emperyalizmin ve sermayenin sosyalizm maskeli uzantısı akımların ortaya çıkmasına olanak tanımadı. Tam da çok yönlü saldırıların ve baskıların yoğunlaştığı bir süreçte, Şubat 1990'da toplanan 1. Genel Konferansı'nda tam bir irade birliğiyle, emperyalizmin ve her türden revizyonizmin çok yönlü saldırısına karşı mücadele etme, dünya proletaryasının tüm tarihsel kazanımlarını savunma, işçi sınıfının tam ve kesin kurtuluşu gerçekleşene kadar mücadele etme kararı aldı ve bunu uyguladı. Parti saflarında ve çevresinde ortaya çıkan burjuva, küçük burjuva sınıf dışı eğilimlere karşı mücadele etti ve onların partiyi yolundan saptırma girişimlerinin gelişmesine olanak tanımadı. Hatalarından ve pratiğinden dersler çıkararak, sadece ülkemiz işçi sınıfına karşı değil dünya işçi sınıfına karşı yükümlülüklerini yerine getirmek için de içtenlikle mücadele etti. Tüm zayıflıklarına ve eksikliklerine karşın, gençliğe özel bir önem veren ve işçi hareketinin yönetim, bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyinin ilerletilmesine en azami yardımı faaliyetinin merkezine alan TDKP, başta işçi hareketi olmak üzere kitle hareketindeki yeri, ilişkileri vb. ile tüm alanlarda diğer akım ve örgütlerden ayrıldı. Devrim ve sosyalizm adına yola çıkan tüm akımlar burjuva liberalizminin ya da bireysel terörizmin yolunda ilerler, işçi hareketi karşısında tasfiyeci bir rol oynarken, partimiz, işçiler arasında faaliyet yürüten, işçi hareketini ilerletme olanağına sahip tek akım durumuna geldi. Partimiz saflarında ve çevresinde özellikle gizlilik ve güvenlik gerekçesinin ardına sığınan, işçi hareketinin ihtiyaçlarına uygun bir değişimi ve ilerlemeyi düşünce, yaşam ve çalışma tarzında gerçekleştirmeyi göze alamayan, geleneksel solun işçi hareketinden ve ihtiyaçlarından koparılmış sözde yeraltı çalışmasının temsilcisi pratik oportunizm, burjuva liberalizminin başta örgüt disiplini olmak üzere çeşitli alanlardaki yansımaları ve diğer zayıflıklar; partimizin koşullardaki ve işçi hareketindeki gelişmelere bağlı olarak, şiarlar, örgüt ve mücadele biçimleri ve yöntemleri arasındaki ilişkilerde gerekli değişiklikleri ve yenilenmeyi zamanında gerçekleştirmesini engelledi. Partimiz gerek işçi hareketindeki ilerlemenin gerekse partimizin yürüttüğü faaliyetin geliştirdiği tüm olanakları ve araçları en azami düzeyde kullanma yeteneğini gösteremedi. Bunun da ötesinde, bu olanaklar, özellikle diktatörlüğün saldırılarının partimiz üzerinde yoğunlaştığı, bu saldırıların partinin yeniden inşası ve yenilenmesindeki gecikme sonucu etkili olma olanağı bulduğu, bu koşullarda kayıpları en aza indirmek için olağanüstü tedbirlerin alınmak zorunda kalındığı son yıllarda, örgütümüzün bünyesinde taşıdığı bu eğilimlerin ve zayıflıkların gelişme ve serpilme olanağı bulması sonucu baltalandı. Koşullardaki değişim, başta uyanış içindeki ileri işçiler olmak üzere işçiler arasında gelişen ayrı bir sınıf olarak örgütlenme eğiliminin olgunlaşma düzeyi, partimizin bugüne kadar yürüttüğü faaliyetin birikimi ve işçi hareketindeki yeri ve etki düzeyi, hatalar ve zayıflıklar da taşısa yakın zamana kadar partimizin çalışmasını ilerleten propaganda, teşhir-ajitasyon ve örgütlenme faaliyetinin, bu faaliyeti yürütürken kullandığı biçimler ve araçlar arasında öngördüğü ilişkinin, örgütlerinin ve kadrolarının mevzilenmesinin eskidiğini, bir bütün olarak yenilenmesinin, gündeme gelen yeni biçimler ve araçlarla geliştirilmesinin zorunlu hale geldiğini göstermektedir. Bu değişim eski örgüt ve perspektifin korunması temelinde biçimler ve araçlar arasında yapılacak kısmi değişikliklerle başarılamazdı. Değişim, ancak ve ancak partimizin açık ya da gizli her alanda yeniden inşası, güçlerinin arınması ve yenilenmesi gündeme alınarak gerçekleştirilebilirdi. MK'nin bu perspektifle aldığı tüm kararları ve partimizin attığı pratik adımları onaylayan konferansımız, partimizin yeniden inşası ve her alandaki faaliyetinin koşullardaki değişime uygun olarak yenilenmesi ile tüm parti güçlerinin kendilerini aşmada ve arınmada gösterecekleri yetenek, en önemlisi de işçi sınıfının ve gençliğin taze güçleri ile yenilenmesi ve çelikten bir disiplin ve irade arasındaki tayin edici ilişkiye dikkat çeker. İşçi sınıfının devrimci partisi, faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü Türkiye gibi ülkeler bir yana, en demokratik ve istikrarlı burjuva cumhuriyetlerinde de faaliyetinin ve işçi hareketinin geleceğini güvence altına almak için sağlam bir yeraltı örgütüne ve temeline sahip olmak zorundadır. Demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmadığı ve yasal anayasal güvence altına alınamdığı ülkemizde, işçi sınıfının devrimci partisi, sadece hareketin geleceği açısından değil, bugününü ve işçi hareketine en ileri düzeyde yardım etme ve etkide bulunmanın yasalarla kısıtlanmamış ve sınırlanmamış devrimci bir çizgide gelişmesini güvenceye almak açısından da sağlam ve sürekli güçlenen bir yeraltı örgütüne ve temeline sahip olmak zorundadır. Açık ve yasal olanaklardan sonuna kadar yararlanma ve bu alandaki çalışmayı güçlendirmenin yanı sıra, devrimi hazırlama ve örgütleme faaliyetinin kesintisizliği ve başarısının güvencesi olarak, hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek özelliklere sahip bir illegal örgütlenmenin yeniden inşası ve güçlendirilmesi, bugünün temel öneme sahip bir diğer görevi durumundadır. İhtiyaç olan, işçi hareketinden kopuk, onun ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak, kendi kendinin nedeni ya da 'amacı' haline gelmiş, yozlaşmış bir sözde illegal örgüt değil, işçi hareketine ve örgütlerine yüzlerce, binlerce bağla bağlı, dayanıklı, mümkün bütün araç ve olanaklardan yararlanma ve karşı devrimin azgınlaşan saldırıları karşısında da devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütleme ve yönlendirme yeteneğine sahip bir illegal örgüt ve illegal çalışmadır. Başta partimizin örgütlü güçleri olmak üzere sınıfın bilinçli kesimlerinin önündeki en önemli görevlerden biri de, yasal olanaklardan en azami ölçüde yararlanırken yasadışı çalışmada yetkinleşmek ve yasadışı örgütü güçlendirmek, sınıfın uyanış içindeki kitlesinin yasadışı örgütte örgütlenmesini teşvik etmek ve örgütlemektir. Geleneksel 'sol'un bugün tümüyle tasfiyeci bir platformda bulunan sağ ve 'sol' kanatlarının savundukları gibi, yasal ve yasadışı örgütlenme ve çalışma, biri diğerini dıştalayan ya da birbirinin alternatifi olan değil, tam tersine, aynı amaca bağlanmış tek bir çalışmanın birbirini tamamlayan ve güçlendiren farklı yönlerinin bir birliğidir. İşçi hareketinin bilinç, örgütlenme ve mücadele
düzeyi bakımından ilerlemesinin bugünkü görevlerine, en etkili araçları ve biçimlerine dolayısıyla da, işçi hareketine sırt çevirerek; işçi hareketinin ilerlemesine yardım edilmeyeceği gibi, sağlam ve sürekli güçlenen bir yeraltı örgütü ve temeli de inşa edilemez. Konferansımız, fabrika ve işletmeleri temel alan devrimci bir çalışmanın örgütlenmesi ve ilerletilmesi temelinde, işçi sınıfının açık-yasal (ekonomik-siyasal) alandaki örgütlenmesine azami desteği vermenin ve güçlendirmenin, buralarda en enerjik biçimde çalışmanın yanısıra ve bunun bir parçası olarak, işçi sınıfının mücadelesinin ilerletilmesi ve örgütlenmesinin en etkili araçlarından birisi olan açık işçi basınını desteklemenin ve güçlendirmenin, onu günlük çalışmada en etkin bir biçimde kullanmanın önemine dikkat çeker. Örgüt, Kadın, Kültür, Gençlik, Yurtdışı Örgütleri ve Ulusal soruna ilişkin kararlar alan Konferansımız, tüm parti örgütlerinin ve güçlerinin, ileri işçilerin, geleceğimiz olan gençliğin, TDKP 2. Genel Konferansı'nın kararlarını tam bir içtenlik ve büyük bir özveriyle uygulayacaklarına olan inancını ve güvenini belirtir. Ekim 1996 Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=241
Temel Görevlerimiz Birlik ve Mücadele Sayı :4 Ekvator
* Ekvador devriminin karşı durması gereken ve Marksizm-Leninizmin ışığında proletaryanın devrimci partisi tarafından çözülmesi gereken somut sorunları vardır. Marksist-Leninist ilkelerin Ekvador devriminin somut koşullarına uygulanması Marksizm-Leninizm geçerliliğini koruyor. İşçilerin ve halkların mücadelesinde, zafere ulaşan devrimlerde ve gerici güçlerin üstünlüğü ve komünistlerin hataları sonucu yenilgiye uğramış devrimci süreçlerde Marksizm-Leninizmin devrimci ilkeleri geçerliliğini göstermiştir. İşçilerin toplumunun, yani sosyalist toplumun inşasında onun geçerliliği ve doğruluğu ortaya konduğu gibi, zayıflıkları, sınırlılıkları ve sürekli geliştirilme ihtiyacı da ortaya konmuştur. Marksizm-Leninizm bir dogma değildir. Tarihsel deneyimler Marksizm-Leninizmin, devrimci proleterlerin onu özümsedikleri, politik mücadelelerinde onun devrimci ilkelerini kılavuz olarak uyguladıkları ve toplumun somut tarihsel özelliklerini dikkate aldıkları her yerde uygulanabilir ve geliştirilebilinir olduğunu kanıtlamıştır. Ekvador'un Marksist-Leninist komünistleri Marksizm-Leninizmi bir eylem kılavuzu olarak anlamak için her çabayı göstermiştir. Onun ilkelerine dayanarak Ekvador gerçeğini inceledik ve toplumsal harekete doğru ve tam zamanında müdahale etmemizi sağlayan çeşitli taktik çizgiler ve işçi sınıfının ve halkın mücadele ve örgütlenmesine ilişkin doğru kararlar yanında partinin politik hattını da geliştirdik. Bugün bizler büyük toplumsal hareketliliğin, toplumda yaratılan yapısal değişikliklerin, devrimci sınıfların öznellik ve tavırlarındaki değişikliklerin ve emperyalizm ve burjuvazinin yeni politikalarının getirdiği meydan okuyuşla karşı karşıyayız. Marksizmin genel ilkeleri konusunda eğitimi derinleştirmeli ve bunu ulusal ve uluslararası sorunlarla, bilim ve teknolojideki gelişmelerle -burjuvazinin felsefi, sosyal ve ekonomik teorilerine karşı koyarak- ve dünya tarihini değiştiren tarihsel olaylarla bağlantılı bir şekilde yapmalıyız. Marksizm-Leninizmi, onu uygulamak ve bu yolla onun kılavuzluğu sayesinde gelişmek ve proleter sosyal devrimin karşılaştığı yeni sorunları çözmek için incelemeliyiz. Herşey söylenmiş değildir; devrimcilerin teorik açıdan ele alması gereken pekçok sorun ve durum vardır. Ekvadorlu komünistler için sorun, sınıf bakışı ve toplumun ele alınışı, ulusal sorun, tüm mücadele biçimlerinin kullanımı, devrimci şiddetin somutlaştırılması ve partiyi inşa teorisi sorunu olarak kendini gösteriyor. Teori ve pratikte birikmiş deneyimle, kendi devrimci güçlerimizle, eğitim, tartışma ve bunların yansımasıyla, ülke gerçeğini kavramada artan bilgimizle, işçi ve halk hareketi içerisinde bilimsel sosyalizmi kurma görevimizde daha ileriye gidebiliriz. Önerilerimizi, Ekvador toplumunun bugünkü sorunları ve işçi ve halk hareketinin gerçeklerine göre değiştirmeli, halk kitlelerine ulaşmak ve devrimci mesajı yaymak için daha iyi çalışmalıyız. Marksist-Leninist komünistlerin Marksizm-Leninizmin evrensel ilkelerini işçi sınıfının somut pratiğine uygulamak için çalışmaları oranında Ekvador devrimi zafere ulaşacaktır. Marksizm-Leninizmin savunulması için mücadele Emperyalizm, gericilik ve revizyonizm tarafından yürütülen büyük anti-komünist saldırı, esas oklarını MarksizmLeninizmin eskimişliğini sergilemeye; devrimcilerin, işçilerin ve halkın bu ilkeleri uygulama çabalarının boşunalığını; devrimin olanaksızlığı ve başarısızlığı ile birlikte sosyal, ekonomik ve bilimsel gelişmelerin sorunlarını ve işçi sınıfının sorunlarını çözme yeteneğine sahip olmadığını göstermeye yöneltmiştir. Bizim, Marksizm-Leninizmin geçerliliğinden ve insanlığın gelişmesinde, büyük zaferler kazanmasında ve geri çekilmesindeki anlam ve öneminden şüphemiz yoktur. Marksizm-Leninizmin savunulması, onun geçerliliğinin ilan edilmesi, haklılık ve doğruluğunun onaylanması yoluyla olamaz. Bunlar önemli, fakat aşılması ve bir adım öteye götürülmesi gereken noktalardır. Marksizm-Leninizmi savunmanın esas yolu, dünyayı sermayeden kurtarabilecek maddi bir güce dönüştürmek için onun Ekvador devrim sürecine uygulanmasından, politikalarda ve işçi sınıfı ve halkın mücadelelesinde somutlaştırılmasından geçer. Marksizm-Leninizmi bu şekilde uygulamak onun öğrenilmesini, geliştirilmesini ve yaşamla yüzyüze getirilmesini gerektirir. Proleter devrimciler daha ileriye gitmelidir. Marksizm-Leninizme yöneltilen bütün hakaretlerin ve yalanların üstesinden gelmek zorundayız. Bu, ortaya konulan teorik tartışmaya aktif bir şekilde katılmak, yani her alanda devrimci militanlığı edinmek anlamına gelir.
Diyalektik ve tarihsel materyalizm, Marksist ekonomi-politik ve bilimsel sosyalizm aracılığıyla mücadelenin her alanında saf tutmak için yayınlardan, parti gazete ve dergilerinden ve diğer organlarından faydalanmalıyız. Mücadele, sadece burjuvazinin gerici ve idealist tutumlarına karşı değil, revizyonist 'neo-Marksist' tutumlara karşıdır da. Sermayeye karşı ideolojik mücadele Proletaryanın sosyal devrimi için mücadele, devrimciler olarak yapmak istediğimiz ve uğruna mücadele ettiğimiz şeylerin işçi sınıfı ve kitleler içinde yaygınlık kazanmasını ve işçilerin kendi programlarının hazırlanmasını, yeni toplumun uygulanmasını ve onun başarısı için mücadele edilmesini gerektirir. Bu süreçte, gericiliğin ve kapitalizmin temelsiz ideolojisinin maskesini düşürmek, ona karşı savaşmak ve ona proletaryanın ve devrimin politik ve ideolojik değerleriyle karşı koymak büyük önem taşır. Kapitalizmin üstünlüğü iddialarına karşı, sosyalizmin inşasında işçilerin başarıları ile karşı koymalıyız. Sosyalizmin yenilmiş olduğuna ve devrimin imkansızlığına dair ileri sürülen yanlış tezlere karşı, herbir kıtada gelişen ve alternatif olarak sosyalizmi gösteren işçi sınıfı ve halk hareketi mücadelesinin gerçekleriyle cevap vermeliyiz. Burjuva egoizmi ve bireyciliğine, kollektivizmin yaratıcı gücü ve sınıf dayanışmasıyla karşı koymalıyız. Sosyalizmin bireyi inkarı yalanına, yalnızca sosyalist toplumda her bireyin kişisel yetenek ve niteliklerini tam olarak geliştirebileceği gerçeğiyle karşı çıkmalıyız. Revizyonizme ve oportunizme karşı ideolojik-politik mücadeleyi sürdürmek Yaşam ve tarihsel deneyimler, burjuvaziye karşı ideolojik, politik, kültürel ve askeri her alanda mücadele etmeksizin, kitlelerin devrimci hareketi ve Komünist Parti içindeki revizyonist ve oportunist ideoloji ve politikaları açığa çıkarmak ve onlara karşı mücadele etmek için tavır takınmaksızın devrimin sonuca ulaştırılmasının mümkün olmadığını göstermiştir. Olgular, işçilerin iktidarda olduğu ve proletarya diktatörlüğünü uyguladıkları zamanlarda bile revizyonizmin sürekli bir tehlike olduğunu ve yeni düzeni devirip kapitalizmi restore edebileceğini göstermiştir. Bu, mücadelenin sürmesi, komünistlerin saflarını korumamız, işçilerin ve halkın bilincini, örgütlenme ve mücadelesini revizyonizmin saldırılarından korumamız gerektiği anlamına gelir. Revizyonizme karşı mücadele, komünistler açısından uyanık olmayı, Marksizm-Leninizmi daha iyi kavramayı ve sınıf mücadelesi içinde, hem teoride hem de pratikte, kendilerini gösterdikleri her yerde oportunistlere ve revizyonistlere karşı sürekli mücadeleyi gerektirir. Revizyonizme karşı mücadele, onun organik ifadesine, esas olarak da onun tezlerine, Marksist-Leninist öğretinin tahrifine, komünist parti safları içinde ortaya çıkabilecek korkak ve oportunistlere hakim olma ve devrimcilerin kafasını karıştırmaya yönelik ideolojik saldırılarına karşı olmalıdır. Bu, sonuçlarını alıncaya kadar yürütülmesi gereken sürekli bir mücadeleyi içerir. Devrimci propaganda kitlelere ulaşmanın anahtarıdır Devrimci propaganda olmadan devrim örgütlenemez. Komünistler, politik talepleriyle, devrim, devrimci şiddet, halk iktidarı, sosyalizm ve komünizm talepleriyle kitlelere ulaşmalıdır. Burjuvazi ve revizyonizmin ideolojik ilerlemesi, iletişim araçlarının muazzam gücü, yeni propaganda ve yayın teknikleri devrimci proletaryaya bir meydan okuyuş dayatmaktadır. Bu, aynı medya ya da burjuvazinin ekonomik kapasitesi ile yarışmak anlamına gelmediği gibi, onun kullanımının reddi anlamına da gelmez. Bunları, mümkün olduğu kadar kendi propaganda amaçlarımız için kullanmalıyız. Bu esas olarak, devrimci mesajların formülasyonu amacıyla inisiyatif yaratmak için sorunun incelenmesi demektir. Gelişmemizde bize destek olması için kullanmamız gereken önemli bir propaganda deneyimine sahibiz. Yaşam bize, sloganları tekrar etmenin ya da konuşmalar yapmanın yeterli olmadığını gösteriyor. Şematizmi ve klişeleri aşmalıyız. Devrimcileri hep aynı gösteren ve tekrarcı ve mekanik kılan her tür tek tipliliği, herkesin bildiği şeyleri, peşin hükümlü konuşmaları bir kenara bırakmalıyız. Devrim, fazla sayıda ve nitelikli propagandistler yanında, kitlelere ulaşmak için mentalitenin, izlenen yöntemlerin, biçim ve tekniklerin devrimcileştirilmesini gerektirir. Kitlelerle doğrudan, akıcı, ve etkileyici bir iletişim için devrimci örneklerin, yaşamla ve işçilerin ve gençlerin umutları ile uyumlu bir sembolizmin, kimliği beyan eden ideolojik ve politik unsurların yaratılıp kullanılması gerekiyor. İnisiyatif yaratma, makalelerin, bildirilerin ve manifestoların özenle işlenmesinde yeni biçimler yaratma işi, kitlelerin sorunlarını anlama, sorunun ağırlıklı yönüyle birlikte ve talepleri kavrayarak, o anı, izleyicileri, konjonktürü ve dolaylı karakterlerin amaçlarını gözönünde bulundurarak birarada yürütülmelidir. Somut, dolaysız, sorunu ve onun çözümünü içeren, devrimcilerin kişisel niteliklerini ifade eden basit bir tarz, verilmek istenen mesajı geliştirmemizi sağlayacaktır. Her tür yapmacığı, herşeyi bilirim havasını, resmiyeti ve bilinen söylemleri bir kenara bırakarak kitlelerin seviyesinde
yapılan konuşma ve tartışmalar, endişeleri giderme yeteneği, kitleler ile diyalog, öneri yaparken duyarlılık gösterme ve çıkarılan sonuçları somut bir şekilde formüle etme, tartışmaları zenginleştirmemizi ve kitlelerin bu tartışmalara daha fazla katılımını sağlayacaktır. Bu da devrimci politikalarımızla kitlelere ulaşmamızı, onların anlayış ve onayını kazanmamızı sağlayacaktır. Devrimci ajitatör güven vermeli ve yetenek göstermeli, her türlü müdahaleye hazır olmalı ve bunları kollektif bir şekilde tartışabilmelidir. Kendi müdahalesinin, bir fikri, sloganı ya da direktifi yayma amacı taşıdığını unutmamalıdır. Her fırsatta ve her durumda her şeye cevabının hazır olduğunu iddia etmemelidir. O, kitlelerin önderidir ve her durumda bu önderliği göstermesi gereken bir kadrodur. Duvar yazıları ve resimleri, afişler ve devrimci propagandanın diğer biçimleri, partinin niteliğini ve kapasitesini göstermeli, bu nedenle de iyi hazırlanmalıdır. Radyo ve televizyondan faydalanma, küçümsenmemesi gereken yeni unsurlardır. Nitelikli bir tecrübe geliştirmek gerekir. Bu iletişim araçlarının idaresine vakıf kadrolar ve araçlar geliştirmeliyiz. Bu alanda devrimci propagandistlerin oluşturulması zaman ve çaba gerektirir. Bunu geçiştirmemeli ve devrimci sürecin kendi yolunu izleyeceğini, şu ya da bu görevle tamamlanmayacağını, sürekli bir eylem gerektiğini ve ideolojik, politik ve teknik olarak propagandistlerin yetiştirilmesi için harcanan yılların yararlı bir şekilde kullanılacağını unutmamalıyız. Leninist partinin önemli geleneklerinden biri, önderlik tarafından yayınlanan periyodik komünist yayındır. 'Iskra'dan günümüze kadar, devrimci periyodik yayın, değerini ve gerekliliğini göstermiştir. Partinin deney birikiminde, periyodik yayınımız 'En Marcha' (Kendi Yolumuzda) önemli bir rol oynadı. Onu daha düzenli bir hale getirmek, dağıtımını yaygınlaştırmak ve devrimci süreçte onu uygun ve inisiyitafli bir şekilde kullanmak gerekiyor. Komünistlerin, devrimcilerin ve kitlelerin, proleter basını geliştirmede gerekli olabilecek tüm ideolojik, politik ve maddi güçleri tereddütsüz bir şekilde uygulamaya sokulmalıdır. Devrimin sesi, komünizmin propagandacısı, işçilerin kurtuluşu mücadelesinde savaşçı olarak 'En Marcha' kendi rolünü, içeriğini ve biçimini geliştirmelidir. Biz komünistler, kitlelerin ve politik cephelerin örgütlenmesi ve bunun propagandasının idaresi üzerinde yoğunlaşmalıyız. Adına konuştuğumuz örgüt ve kurumların özelliğini gözönünde bulundurarak mücadeleyi ve devrimci eylemi yaygınlaştırmak zorundayız. Propaganda, tüm komünistlerin, komite ve hücrelerin, devrimcilerin ve kitlelerin kendisinin görevidir. Bu böyle anlaşılmalı ve uygulanmalıdır. Hücrenin, belli bir toplumsal kesime yönelik özel propagandasını derinleştirme ve yaymaya yönelmesi gerekir. O kesimin özgül sorunlarına hitap eden ve kitlelerin dilini ve tarzını kullanan bu propaganda, partinin merkezi perspektifinin kabul ve onay görmesini, kitlelerin harekete geçirilmesine katkıda bulunmasını sağlayarak bu perspektifi yansıtmalıdır. Devrimci propaganda ayrıca, ideolojik ve politik olarak donanmış, dönemi ve yöntemleri gözönünde bulunduran teknik bilgiye sahip özel gruplar da gerektirir. Ulusal Propaganda Komisyonu, istikrar ve süreklilik ile politik ve teknik kalite gerekliliğini ve liderlik ve uygulama açısından sorumluluklarını gözönünde bulundurarak yapısını geliştirmelidir. Aynı şey bölge komisyonları ve kitle örgütleri ve cephelerinin propaganda grupları açısından da geçerlidir. Halk iktidarı ve sosyalizm mücadelesini örgütlemek Proleter devrimciler için, iktidar sorunu devrimci faaliyetin anahtarıdır. İktidar mücadelesinin gerekliliği konusunda halk kitlelerini, işçi ve köylüleri, şehir yoksullarını, öğretmenleri ve gençleri eğitmek için çalışmalıyız. İşçilerin her sosyal, maddi ve politik kazanımı, maddi ve manevi bir faydaya işaret eder. Fakat burjuvazi bunları saymadığı ya da sürekli artan hayat pahalılığı karşısında ücret artışlarının birşey ifade etmemesi örneğinde olduğu gibi sonuçta yine işçilere ödettiği sürece bu sonuçlar geçici olacaktır. İşciler herşeyin kontrolünü kendi ellerine almalı, emeği, devleti, ve yasaları kendileri düzenleyebilmelidir. İşçiler, emeklerinin meyvalarından ancak iktidarda oldukları zaman faydalanabilecektir. İktidarda olmadan, sosyal kazanımlar her zaman kısmi olacaktır; çünkü her zaman kaldırılma durumları vardır. İktidar için yürütülen politik mücadele, kendisini günlük olarak her durumda göstermelidir. Komünistler her fırsatı politikleştirmelidir. Emperyalizm ve burjuvazinin baskılarının mahkum edilmesi, sadece belli kurumlarında değil bir bütün olarak burjuva devlet içindeki yozlaşmaya karşı mücadele, kurumların teşhiri, 'politik sınıfların', oligarşinin ve onun politikalarının teşhiri, herbir hükümetin ve bir bütün olarak kapitalist rejimin halk düşmanı politikalarına karşı mücadele, proletaryanın ve onun partisinin politikasının ifadesidir ve iktidar mücadelesinin göstergesidir. Politik mücadele, partinin ve parti güçlerinin, iktidar mücadelesinin her alanına, kitle örgütleri içindeki seçimlere, demokratik örgütler arası tartışmalara, temsili demokrasi seçimlerine aktif katılımını gerektirir. Politik mücadele, her
tür mücadele biçiminin kullanımını, ayaklanma için hazırlık yapmayı, parti ve onun güçlerinin ve devrimci şiddet kullanımı konusunda kitlelerin eğitimini gerektirir. İktidar mücadelesi, onun özünün anlaşılmasını ve açıklık kazanmasını içerir. Halk iktidarı, yeni bir durumu ifade eder. Yani işçi sınıfının önderliğinde halk kitleleri genel seviyede iktidarı alır. Bu da egemen sınıfların yenilgisi ve onların yerine halkın iktidara geçmesi anlamına gelir. Halk iktidarı, burjuvazinin silahlı kuvvetlerinin varlığı ile bağdaşmaz. Mevcut kurumları altüst ederek halk kitlelerinin çıkarlarına uygun yeni bir düzen kurulmalıdır. Halk iktidarı, kapitalist sömürü ile bağdaşmaz ve kitlelerin siyasi baskı altında tutulmasına karşıdır. Halk iktidarı tam demokrasi, kitlelerin, devrimcilerin, savaşçıların ve önderlerin hükümetin plan ve programlarının oluşturulmasına aktif katılımı anlamına gelir. Yeni bir toplumun inşası anlamına gelir. İşçi toplumu için sosyalizme giden yoldur. Belediye meclisinde bir sandalyenin, belediye başkanlığının, parlamentoda milletvekilliğinin, kurumlardaki lider konumların, ya da kitle örgütlerinde ileri sorumluluklara sahip olmanın halk iktidarı anlamına geldiği iddiaları yanlış iddialardır. Bu, iktidar kavramının basitleştirilmesidir. İktidar, pratiğe uygulanmak zorundadır ve kapitalist sisteme, burjuva hukuka ve kurumlara tabi olamaz. Bu nedenle, bu mevziler devrimci politikaların hayata geçirildiği, burjuva devleti yıkma yönünde daha ileri seviyelere yükseltilmesi gereken platformlardır. Bu platformlar, halk iktidarının provalarının yapıldığı sahneleri temsil eder. Komünistler ve devrimciler, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeli, kitlelere politikalarının doğruluğunu ve toplumun kaderini yönlendirecek insanlar oldukları konusunda meşruluğu göstermek için kararlı, dürüst ve yetenekli bir çalışma göstermelidir. Devrimci güçlerin biriktirilmesi sürecinde bir aşama olan kitle ilişkilerimizden söz etmek için, bu mevzilerde siyasi sorumluluğu yerine getirme işi bir deney tüpüne dönüştürülmelidir. Parti, milletvekilliği gibi mevzileri, devrimci politikalar açısından, kitlelerin örgütlenme, eğitim ve mücadelesine katkıda bulunacak araçlar olarak görür. Bu, bizim temsilcilerimizin, işçilerin sesi ve solun bayraktarı olmak için elinden gelen herşeyi yapması anlamına gelir. Onlar, burjuvazinin hakaretlerini, rüşvet, yozlaşma ve aldatmalarını mahkum etmelidir. Sisteme karşı koyabilmek için burjuva demokrasisinin çatlaklarından faydalanmalıyız. Temsilcilerimizi cesaretleri, zekaları, kararlılık ve inisiyatifleri ile halkın karşısına çıkarmalıyız. Kendilerinin halkı temsil etmeye değer olduğunu göstermeliler ki kitleler ve seçmenler onlara sahip olmaktan gurur duysun. Düşünce önerme ve halkın sorunlarına cevap vermede kararlılıklarıyla liderlik istemelidirler. İktidarı aldıklarında komünistlerin ve devrimcilerin ne yapacaklarını, yani rollerindeki yeteneklerini sergilemelidirler. Herbir eylemin, düşmanla her çatışmanın, her somut mücadelenin devrim için bir savaş haline gelmesi, kitlelerin politik ve ideolojik eğitimini, onların örgütlerini güçlendirmeye hizmet edebilecek devrimci güçlerin biriktirilmesi sürecinde - ki bu devrimci ve sosyalist etkinin gelişmesi ve onay bulması anlamına gelir ve özsavunmanın oluşturulmasına ve partinin büyümesine katkıda bulunur - bir aşama haline gelmesi için çalışmak, her an ve her eylemde iktidar mücadelesini ifade eder. Devrimi, sosyalizmi ve komünizmi geliştirmek, parti için propaganda yapmak, onun önderlerini ve militanlarını halkın karşısına çıkarmak, işçi sınıfı ve halk açısından onların otoritesiyle kazanmak halk iktidarı için mücadeleyi ifade eder. Proletarya partisinin ideolojik, politik ve organik inşasında gelişme kaydetmek, hergün siyasi iktidar mücadelesi verme anlamına gelir. Aralık 1996 Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi (PCMLE) (*) Bu makale, Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi'nin Aralık 1996'da yapılan 5. kongresinde onaylanan ve Parti Merkez Komitesi'nin çıkardığı Politik Haberler adlı belgenin 'Ekvador Devriminin Bugünkü Sorunları' başlıklı IV. bölümünden alınmıştır.
http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=233
Ülke Gerçeği, Ulusal Anti-emperyalist Mücadeleyi Her Dönemden Daha Çok Zorunlu Kılıyor Birlik ve Mücadele Sayı :4 Dominik Emperyalist egemenliğin yeni biçimlerinin ülkemizde oluşturdugu sosyal, ekonomik ve politik durum, anti-emperyalist, ulusal halk mücadelesini zorunlu kılıyor. Neoliberal politikalar, ilerici yönde değişim için mücadelenin siyasi nedenlerini ve toplumsal temelini genişletti. Sorun, bizim bu sonuçları kavramamız ve devrimci perspektifi güçlendirmemizdir. Komünist Emek Partisi, bu koşullarda başkaldırı anını yaklaştırmak için çaba sarfedecektir. Uluslararası Para Fonu'nun ve neoliberalizmin yönelimleri Onbeş yıldan beri ülkemiz, neo-liberal anlayışların ve IMF'nin dayattığı sosyal, ekonomik ve politik çizgiye tabi kılınmıştır. Geniş kitleler üzerindeki sonuçları gözönünde bulundurulduğunda, ülkemizin bundan daha fazla çöküntüye gidemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu politikaların dramatik ve açık sonucu, yoksulluğun sürekli büyümesidir. Bazı araştırmalara göre toplam nufusun yüzde 70'i, yani 5 milyon civarında insan, yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Bu durum, belli bir zaman diliminde toplumun refah düzeyini görmemize olanak tanıyan değişik toplumsal belirtiler çerçevesinde kendisini yansıtıyor. Devlete sosyal yük olarak gösterilen alanlarda kısıntılar politikası devam ediyor. Bu politika, az gelirli ya da hiç geliri olmayan kesimleri sağlık, eğitim ve insanın gelişimi için hayati önem taşıyan hizmetler alanında yoksunluk ve büyük zorluklar içerisinde bırakıyor. Sağlık alanında, muayene, hastahane ve kamu dispanserlerinin toplam giderleri 1977 yılı baz alınırsa, 1980 -1995 arası dönemde yüzde 60-70 civarında kısıtlandı. Devlet, sağlık alanında, her Dominik vatandaşı için sadece 14 pesos 'harcamış' durumda. Eğitim alanında ise, 1980'de brüt ulusal gelirin yüzde 2.1'i ayrılmışken, bu miktar 1990'da yüzde 1'e düştü. Bu alanda hükümetin üstlendiği pay aşırı derecede düştü. 1977'de bu alanın yaklaşık yüzde 65'i devlet tarafından finanse ediliyorken, İMF planlarının uygulanmaya başlanması ve özel sektöre devredilen payın büyümesiyle bu rakam, yüzde 45'e düştü. Şüphesiz ki bu durum, en çok yoksul kitleleri etkiledi. 1980 ve 1977 yıllarının rakamları karşılaştırıldığında şu korkunç verileri elde ederiz: Dominik nüfusunun en yoksul yüzde 40'lık kesiminin eğitim giderleri yüzde 430 civarında artarken, en zengin yüzde 5'lik kesimin giderleri, yüzde 125 civarında arttı. Sağlık alanında ise yoksul ailelerin giderleri ikiye katlandı. Tüm bunlar, zenginliklerin belirli ellerde yoğunlaşmasına paralel olarak gerçekleşiyor. Zenginlikler gittikçe daha az kişinin elinde yoğunlaşırken, nüfusun çoğunluğu yoksullaşmaktadır. İnter-Amerika Kalkınma Bankası'nın (BID) verilerine göre Dominik Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 95'inin yıllık geliri 12.500 Dominik doları seviyesindedir ve bu da mutlak yoksulluk seviyesinin altındadır. Sadece bu veriler bile, yoksulluğumuzun neoliberal politikaların açık sonucu olduğunu ve ülkenin bağımsızlığı ve ilerleme için buna karşı mücadele etmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Bu sorunların dışında, aynı politikanın sonucu olarak ülkemizin yiyecek maddeleri bakımından kendi kendini idare kapasitesini ve egemenliğini ipotek altına alan ulusal üretim bazının gittikçe parçalanmasına tanık oluyoruz. Ekonomik ve politik bağımsızlığını korumak isteyen hiç bir ülke, dışardan alış potansiyeli ne olursa olsun, yurttaşlarının tüketimini ithalat üzerine kuramaz. Politik ve doğal olasalıklar bazı dönemlerde hizmet ve mal stoklarını azaltabilir, ülke açlık sorunlarıyla karşı karşıya gelebilir ya da köleleştirici koşullara boyun eğmek zorunda kalabilir. Bir ülkenin yiyecek maddeleri yönünden kendi kendisine yetmesi, egemenliğinin dayanağıdır. Ulusal üretim, aynı zamanda dili, toprağı, kültürü ve ulusal kimliği de içerir. Verimli geniş arazilerin neoliberal politika adına, merkezi turistik yerlerin yapımı ve ihraca yönelik meyva üretimi için yabancılara peşkeş çekilmesi, ama öte yandan ulusal tüketime yönelik üretimi teşvik etmemek ciddi kaygılara yol açıyor ve kararlı mücadelelere neden oluyor. Çağlar boyunca köy nesli ile yaratılan yaşama biçimi, kültürel kırıma uğratılarak harap edilirken, Kuzey Amerika'lıların damak tadına hizmet eden tarım endüstirisi temeline dayanan yeni bir ekonomiye yol açıldı. İflasla yüzyüze bulunan ulusal hayvancılık ve sanayi altyapısı için de aynı şeyler söylenebilir. Ekonomik Araştırmalar Enstitüsüne göre, imalat sanayiinde yüzde 13'lük bir gerileme yaşanmıştır. Hayvancılığın ulusal ekonomide tuttuğu yer, son on yıl içerisinde yarı yarıya düştü. Bu gerileme, gerçekleştirilen cirodan da anlaşılıyor. Merkez Bankası verilerine göre Temmuz 1995'te sanayide kapasite kullanımı yüzde 15.8, Ocak 1996'da ise yüzde 16.6 civarında. Tarımda ise aynı dönemlerde bu rakam yüzde 13.5 ve yüzde 14.9 idi. İşte hizmetler ve diğer sektörlerdeki aktivitenin giderek artan ölçüde spekülatif karakter almasının neticeleri. Yöneticilerin son yıllarda mali yönde seri halinde aldıkları bazı tedbirler nedeniyle sanayiye yönelik ticari banka kredileri yarı yarıya, tarıma kredileri ise yarıdan daha fazla düştü. Bu dönem boyunca ithalata, genel fason mal ticaretine ve şahsi günlük ihtiyaçlara daha fazla fon ayrıldı. Aynı mantıkla hareket eden Tarım Bankası, 1994'de üreticilere 20 milyar kredi vermesi gerekirken, bankanın elinde bulunan para sadece 1.1 milyardı ve verdiği kredi miktarı ise sadece bir milyardı. Spekülasyon ve hizmetler temeline dayanan ekonomi, artık ülkemizde basit bir yönelim olmaktan çıkmış, ekonominin egemen kuralı haline gelmiştir. Bu durumun sonuçlarını, işçi sınıfının bileşimi, nüfusun yerleşmesi, kentlerin gelişmesi üzerindeki ve toplumun üst yapı ve düşünce alanındaki etkilerini tahlil etmek gerekmektedir. Merkez Bankası yöneticisi Dr. Hector Valdez Albizu, Kuzey bölgesi ve Santiago küçük işverenler derneği üyeleri önünde yaptığı konuşmada, övünerek aşağıdaki rakamları veriyordu : 1994'te 1134 yatak kapasiteli ve faaliyet halinde 18 otel vardı. Bugün ise 29 000 yataklı, 1 milyon 300 bin yabancıyı ve 594 bin Dominikliyi barındırabilecek 467 otelimiz var. Aynı yıl turizm sektörü 1milyar 147 milyon dolar gelir getirdi. Bu miktar, toplam ihraç
gelirlerinin yüzde 44.1'ni tutmaktadır ve 42 bin işçi direkt olarak, 106 bin kişi de dolaylı olarak bu alanda çalışmaktadır. Yine, 1964'te varlığı bile bilinmeyen serbest bölgeler, bugün 500 işletmeyi barındırmakta ve 182 bin kişiye iş imkanı yaratmaktadır. 1994'te bu işyerleri 1.416 milyar dolar değerinde ihracat gerçekleştirirken, ülkeye 441 milyon dolarlık ek gelir sağlamışlardır. Dışarıda yaşayan Dominiklilerin gönderdiği para, 1994'de 493 milyon dolar dolayındaydı. 1964'de, hizmet sektörü 25 milyon dolar getirirken, otuz yıl sonra bu miktar 1957 milyona yükseldi. Ülke, büyük emperyalist merkezlerin yönlendirdiği dünya ekonomisinin taleplerine uygun davranıyor. Yeni hükümetin önde gelen mali yöneticisi olarak Merkez Bankası yöneticisi 'biz satılan malı üretiriz' diyerek bu yönelimi bir kez daha onaylıyordu. Dominik Cumhuriyeti emperyalistlerin, özellikle de ABD'nin çıkarlarına tabi kılınmış durumdadır. Ülkenin bütün ekonomik kalkınması ve gelişme olanakları dış ticarete ve o da emperyalist sermayenin yoğunlaşması ve birikimi şartına bağlanmış durumdadır. Neoliberal bağımlılığı ortadan kaldırmak, ülkenin kendi vatandaşlarının refahını garantilemesi, bağımsız ve egemen bir Dominik Cumhuriyeti'nin zaferine bağlıdır. Eskinin anti-emperyalistleri ve devrimcileri, bu sorunun geçmişe ait olduğunu, o dönem talep edilenlerin elde edildiğini, komunist rejimlerin yıkılmasıyla (kendilerinin de şu an işbirliği halinde oldukları) emperyalist merkezlerin demokrasi faktörü haline geldiklerini iddia ediyorlar. Kuzey Amerikalılar bütün dünyaya, demokratik rejimleri desteklemek ve uyuşturucu trafiğine karşı mücadele etmek için gittikleri kandırmacasıyla insanları inandırmaya çalışmaktadırlar. Bütün bu demagojilerin ötesinde ise, kendi stratejik çıkarlarının gelişmesi ve inanılmaz oranlarda sermaye birikimine neden olacak önlemler olan neoliberal politikalar gerçeği vardır. Bu politikalar, halklarımız için yoksulluk, ülkelerin egemenliklerinin çiğnenmesi ve bir halka ulusal kişiliğini veren kültürel unsurların ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Emperyalizmin sürekli egemenlik arzusu onu, her ülkede büyük ekonomik avantajlarını garantiye almak üzere ideolojik ve politik planda da kuvvetli bir çalışma yürütmeye zorunlu kılıyor. Emperyalizmin yağma ve egemenliğinin yeni biçimi olan neoliberalizm, ideoloji ve politikasıyla özellikle ulusal devleti de hedefliyor. Eskiden büyük tekel sermayesi ve çıkarları için ulusal devletlerin güçlenmesine ihtiyaç duyulurken, bugün globalizm, fiyatları belirleyen mal ve hizmetlerin akışını belirleyen pazar olgusu dikkate alındığında, bizimki gibi devletlerin rolü tekellere olabildiğince daha fazla kar imkanı yaratmak ve kriz durumunda sistemin imdadına koşmak olarak belirlenmiştir. Kapitalist tekeller ve onların hizmetindeki hükümetler, Lenin'in 'Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması' adlı eserinde belirttiği gibi dünyanın büyük emperyalist kuvvetler tarafından bölüşümü esas olarak tamamlandığına göre, ulusal devletlerin rolünü özel mülkiyetin bekçiliğine indirgiyorlar. Bunun için de onları en başta ilgilendiren şey, devletin engelleyici ayakbağı teşkil eden yönlerinden olabildiğince kurtulmaktır. Neoliberal uygulama ve istemlerin bir parçası olarak piyasanın rolünün ulusal devletler aleyhine olmak üzere genişlemesi, devletleri de sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi yükümlülüklerinden azade kılmakta ve devletten boşalan bu alanlara el atan özel tekellerin büyük ek karlar elde etmelerine yol açmaktadır. Bu nedenlerden dolayıdır ki ulusal sorun, komünistler ve devrimciler açısından yurtsever ve anti-emperyalist mücadeleyi geliştirmenin olanaklarını sunmaktadır. Anti-emperyalizm bayrağı bugün de bütün geçerliliğini korumaktadır ve komünistler buna en başta sahip çıkmalıdırlar. Bir kez daha ulusal sorun Ulusal 'devletimizin' ve bizzat ulus sorununun bugün tekrar aydınlar arasında tartışmaya başlanması ise tesadüfi değildir. 1990'lı yıllar, Dominik ulusunun yaşayabilirliği, Dominik vatandaşlarının ulusal egemenliği hangi alanda ve hangi biçimde yaşayabileceğinin tartışılmaya başlandığı yıllar oldu. Bu yeni bir tartışma değildir. Hemen hemen bütün cumhuriyet dönemi boyunca yürütülmüş, ama emperyalist metropollerde ulusal sınırların kaldırılmasının ve globalizasyonun teorize edilmeye ve halklara kimliğini veren sembollerin ve değerlerin karalanmaya çalışıldığı günümüzde ise yeniden kışkırtılmıştır. Dr. Manuel Nunez 1990 yılında 'Minik Dominik Cumhuriyeti'ni, aynı adla yayınlanan kitabında ilan ediyordu. Ama bu düşüncenin ilk taslağı 1987 yılında 'Hoy' dergisinde çizilmişti. Egemenliğin nasıl kullanılabileceğini ise, 1989'da yayınlanan 'Zayıf Devlet' kitabında profesör Andre Corten şu şekilde formüle ediyor : 'Aynı ada üzerinde bir tarafta Haiti devletinin, öte tarafta da Dominik Cumhuriyeti devletinin yaşaması mümkün değildir. Egemenlik sorununu yurttlaşlık statüsüne göre değil de, 'Metropol'e göre belirlemek gerekir.' Yine yazara göre, Haiti ve Dominiklilerin ulusal egemenlik hakları, metropol bir yerde (burası New York da olabilir) topluluk halinde yaşayan göçmenlerin temel haklarını tanıma anlamına da gelebilir. Bu aldatıcı tez, geçen yüzyılın sonunda ya da bu yüzyılın başında egemen, bağımsız ve özgür bir ülke için ulusal bir projeyi formüle etme konusunda karamsar anlayışlara sahip olan bir kısım aydınların öne sürmüş oldukları tezlerden bile daha geridir. Partimizin genel çizgisinde ve programımızda ulusal sorunu doğru bir tarzda ele almamıza, uygun çözümler formüle etmiş olmamıza rağmen ve toplumsal bilimsel araştırmalarımızın Dominik ulusal kimliğini anlamaya büyük katkıları olmasına rağmen, ülkemizin demokratik ve devrimci hareketinin tümü açısından bu sorun tam anlamıyla çözülmüş değildir. Sorun tartışmaya açık kaldıkça, neoliberalizmin ideolojik, politik saldırılarının gücü, kullandığı iletişim araçları ve bizim olanaklarımiz göz önünde tutulursa, karamsarlık yeni argümanlarla beslenecektir. Duarte ve diğer Trinite üyelerinin Dominik Cumhuriyetini kurdukları günden beri bu sorun, kültürel, entellektüel ve politik yaşama ilgi duyan Dominiklileri sürekli olarak iki kampa bölen bir özellik taşımıştır. Ülkenin 1861'de İspanya'ya bağlanmasının gerisinde, Santana'nın ve ondan sonrakilerin ulusal bir proje konusundaki güvensizlikleri yatmaktadır. Restorasyon savaşı ise özünde, Duarte'nin baştaki fikirlerinin yeni bir konjonktürdeki tezahüründen ibarettir. 1965'te bu çatışma yeniden nüksetti. Bugün ise görüldüğü gibi, daha açık bir anti-ulusal tutumla karşı karşıya bulunuyoruz. Bir yazıyla bu sorunun çözulebileceği iddiasında değiliz. Parti bu sorun üzerine tartışmayı daha da derinleştirmelidir. Çözümü ise büyük ölçüde ülkemizde devrimin ilerletilmesine bağlıdır. Partimizin, politik ve toplumsal hareketimizin kadın ve erkek militanları,
bugüne kadar ulusal davanın çözümü önündeki engelleri açığa çıkarmak ve perspektiflerini geliştirmek için çaba sarf edeceklerdir. Bu sorun ulusal devletle sınırlı değildir Soruna yurtsever ve demokratik bir perspektifle yaklaşan ve ulusal bir devlet ve ulusal bir kimlik için mücadele eden biz Komünist Emek Partisi üyelerinin tutumuyla, gerici milliyetçi ve Haiti düşmanı tutumları birbirinden ayırmak, özel bir önem taşımaktadır. Devletin sınıf karakteri hiç bir koşulda gözardı edilmemelidir. Yine, bugün devlet yönetimini elinde bulunduran burjuvazinin, ulusun egemenliğini yankee'lerin vesayeti altına almış olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Biz, Dominik ulusunun kendi devletine sahip olma hakkını, ulusal egemenliğini garantilemek için gerekli olanaklara sahip olmasını savunuyoruz. Bu ise, egemenliğin, halkın çıkarlarına, özlem ve taleplerine bağlı olarak gerçekleştirilmesinden bağımsız değildir. Burjuvazi ve partileri ile partimiz arasındaki ayırım çizgisi burada yatmaktadır. Halk her dönemde ulusal egemenliğin savunulması ve korunmasının temel gücü olurken, burjuvazi de ülkemiz tarihinde hep yabancı güçler önünde boyun eğen ve ulusal egemenliği onlara peşkeş çeken güç olmuştur. Kendi kaderi ve geleceği hakkında söz söyleme, demokratik bir hukuk devleti için mücadelenin yanısıra, ulusal egemenlik için mücadele, Dominiklilerin kendi tarihlerinde uğruna kan döktükleri ve kahramanca savaştıkları taleplerdir. Geçen yüzyıldaki restorasyon savaşı ve Nisan 1965 başkaldırısı, hem geniş kitlelerin katılımı, hem de hareketin yurtsever karakteri ve demokratik idealleri nedeniyle ülke tarihinde derin izler bırakmış önemli dönüm noktalarıdır. Luis Juilan Perez, Vincho Castillo gibilerinin milliyetçiliği ve Balaguer'in 'yurtseverligi' ise, içerik olarak dar, milliyetçi ve güçlü bir şekilde ırkçılıktan etkilenmiştir. Ne birincisi ne de ikincisi halkı, ulusal egemenliğin temel gücü olarak görmüştür. Zaten bunlar hiçbir zaman halk kitlelerinin kamu yaşamında karar sahibi olabilmeleri ve kararlara katılmaları için hiçbir çaba sarfetmediler. Onlara göre ulusun özü halk değildir. Ulus adına savundukları şey ise, anti-Haiti'cilik ötesinde bir şey değildir. Komünist Emek Partisi'nin bu anlayışlarla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Bizim stratejimiz, Dominik halkının ileri, politik bakımdan demokratik bir ülkede ve başta komşu Latin Amerika ülkeleri olmak üzere başka halklarla dostluk temelinde ulusal egemenliğinin garantiye alınacağı koşulları yaratmaktır. Bu anlayıştan hareketle ve esas olarak halkın çıkarlarına bağlanan, onun istemlerini dile getiren partimiz, emperyalist egemenlik ve bağımlılık ilişkilerini reddeden, onun yörüngesi dışına çıkan güçlerle karşılıklı saygı temelinde işbirliklerinin geliştirilmesinden yanadır. Ekim 1996 Manuel Salazar Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi (PCT) http://www.evrenselbasim.com/bm/yazi.asp?id=232
İşçi Komisyonları'nın (cc.oo) 6. Kongresi Üzerine Birlik ve Mücadele Sayı :4 İspanya Sendikalar içindeki sınıf mücadelesi Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İspanya'da da, kapitalizmin yürüttüğü yapısal reform, 'sosyal demokrat model'in zayıflığını ve yanlışlığını gösterdi. Bu durum, burjuvazinin ve emperyalizmin sosyal demokrasiyi kullanmaktan vazgeçtiği anlamına gelmez; çünkü tarihin deneyimi sosyal demokrasinin sermayenin mükemmel bir aracı olduğunu ve -günümüzdeki söylemlerin de ötesindebu sahte sosyalistlerin her zaman kapitalizm için oynadıklarını göstermiştir. Bugün biz, İspanya işçi sınıfının başlıca sendikası olan İşçi Komisyonları'nın (CC.OO) bağrında gerçekleşen ve değişik derecelerde güç içeren gösterilere katılıyoruz. CC.OO, oportunistlerin, sosyal demokratların ve sınıf yanlısı sendikacıların tutumları arasındaki çelişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve geçen yıl yapılan 6. kongresinde bu çelişkiler açıktan kamuoyuna yansıdı. Bu sorunu daha iyi anlamak için bazı temel unsurları dikkate almak gerekiyor. Kongre öncesi 1975'te faşist diktatör Franko'nun ölümüyle birlikte sendikalar yasallaştı. Faşizme karşı uzun mücadele yılları döneminde kurulan halk örgütleri, sadece gericiliğin güçlerine değil, ünlü dönek Santiago Carrillo ve o dönem hiç tanınmayan Felipe Gonzales gibi her türden oportunist liderlere de korku salan inkar edilemez bir güce sahipti. Bu dönemden itibaren 'tasfiyeye yönelik bir politik baskı başladı. Partilerin kurumsallaştırılması, radikal sosyal taleplerle politik reform arasındaki bağı gittikçe koparan bir 'tepede anlaşmalar politikası' ile telafi edildi.' (1) Yani (Komünist Parti'nin hakimiyetinde olan) CC.OO ve (son dönemlerde sosyal demokratlar tarafından yeniden yapılandırılan) UGT gibi temel sendika konfederasyonları ve belli başlı siyasi partiler, Frankoculuk'tan (Franko'nun kendisi tarafından karar verilmiş olan) monarşiye sözde barışçıl geçişi sağlamak için itfaiyeci rolüne soyunarak halk hareketini yatıştırdılar. 1977'den 1986'ya kadar sırasıyla sendika liderlikleri, patronlar ve hükümet arasında genel anlaşmalar yapıldı. Sosyal sözleşme politikası, kafa karışıklığı yaratmanın yanında proletarya hareketinin tasfiyesine de katkıda bulundu: Sendika üyeliği, 1978-81 arasında büyük bir düşüş yaşayarak Avrupa'daki en düşük seviyeye ulaştı. 1986'dan itibaren ise yavaş bir nekahat dönemi başladı. 1982'de Felipe Gonzales'in Sosyalist Parti'sinin (PSOE) iktidara gelişi pekçok işçi kesimi içinde büyük bir beklentiye ve öforiye (kendini aşırı derecede iyi hissetme hali -ç.n.) yol açtı. 'Sosyalistler'in iktidara gelişi ile, kaybedilen şeylerin geri kazanılacağı ve 'refah ve sosyal adalet rejimine' doğru ilerleneceği düşünüldü. Ancak sosyal demokrasi, önceki hükümetin başlattığı sanayinin tasfiyesi, emek pazarının parçalanması ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması sürecini hızlandırmakta bir dakika bile gecikmedi. Felipecilerin uygulamaları, işsizlik oranının, esnek çalışmanın ve sosyal harcamalarda yapılan kesintilerin artmasına neden oldu; halk kitlelerinin yaşam standartlarının daha da düşmesine ve çalışma koşullarının daha da kötüleşmesine yol açtı. PSOE'nin, açıktan halk ve işçi düşmanı politikalarını uygulamada gösterdiği saldırgan tutum, (daha önce belirttiğimiz gibi 'barışçıl geçiş' dönemindeki tasfiye sürecinde zaten uzlaşmacı bir tutum takınmış olan) sendika liderliğini PSOE hükümetine karşı durmaya zorladı. İşçiler adına hükümetten, 'sosyal borç' (1987) adı verilen paraların geri ödenmesi talep edildi. Ancak bu, o zaman geçici bir genişleme dönemi yaşayan kapitalizmin politikalarının köklü bir eleştirisine dayanmayan bir talepti. Bu dönem, işçi sınıfının belli başlı siyasi partilerinde yaşanan bir düşüş sürecine tekabül etti ve sendikalar, siyasi partilerden ayrılan aktif unsurlar için bir barınak haline geldi. Böylelikle, kendilerini o şekilde tanımlamasalar da sendikalar, halk sınıflarının siyasi odağı rolünü oynamaya ve sosyal demokrat hükümetin saldırılarına karşı genel bir cephe olarak görünmeye başladılar. Sendikaların oynadığı politik yapıştırıcı rolü, özellikle PSOE ile yakın bağlara sahip UGT'nin (Genel-İş Sendikası) karakteristiğidir. 1987'den ititbaren ise, Nicolas Redondo başkanlığında UGT liderliği kendisini açıktan PSOE önderliğinden ayırarak kitlesel hareketlerin örgütlenmesinde aktif bir yer aldı. Böylece, 1980'lerde İspanya'daki işçi direnişlerinin seviyesi, Avrupa çapında en yüksek noktaya ulaştı. (3) Ancak, 1990'ların başlarında, sosyal demokrasi ile daha yakın ilişkilere yönelen sendikalarda bir sağa kayış yaşandı. Bu nedenle, CC.OO'nun başındaki Marcellino Camacho ve UGT'nin başındaki Nicolas Redondo'nun zayıflıklarından, politik vizyon eksikliklerinden ve tereddütlerinden faydalanan en sağcı unsurlar, her iki sendikanın da liderlik konumlarında önemli bir yer edindiler. Sendikaların şemsiye örgütlerinde yaşanan bu açıktan sağa kayış, Avrupa kapitalizminin yakınlaşma sürecinin hızlanması ve ekonomisinin bağımlı özelliği nedeniyle özellikle İspanya'da ciddi sonuçlar doğuran bir ekonomik krizin başlangıcı ile aynı zamana denk düştü (ki bu kriz bugün bile henüz aşılmış değildir). İspanya hükümetinin, anayasadaki düzenlemelere ve pekçok kesimin talebine rağmen referanduma gitmeden onayladığı Maastricht Anlaşması, Avrupa kapitalizminin işçilerin sosyal kazanımlarına karşı yürüttüğü ve ülkemizde hayal edilemez boyutlara ulaşan vahşi genel saldırısının başlama sinyali oldu. 1992'den beri yürürlükte olan diğer gerici uygulamalar büyük bir işsizliğe (diğer AB ülkelerindeki oranın iki katı) ve esnek çalışmanın görülmemiş derecede yaygınlaşmasına yol açtı. Aynı zamanda, parlamentonun desteğiyle işverenler, kendilerine tam bir hakimiyet sağlayan iş yasalarının yürürlüğe girmesini sağladılar. (4) İspanya'da kapitalizmin krizi derinleştikçe, işverenler sendikaların boynundaki ipi daha da sıktılar. Felipecilerin PSOE'si, UGT'nin genel sekreteri Nicolas Redondo'yu ve sendikanın diğer liderlerinin büyük bir bölümünü kovmak için neredeyse faşist denebilecek en pis yöntemleri kullanmakta tereddüt etmedi. Onların yerine, sosyal demokrat cemaate dönme niyetini saklamayan çok daha uysal ve kolay çekip çevrilebilir bir liderler grubu getirildi. Böylelikle UGT'deki muhalefetin o an için ortadan kaldırılmasıyla, saldırı sırası İşçi Komisyonlarına, CC.OO'ya gelmişti.
CC.OO'nun liderliğine, hain ve dönek İKP aracılığıyla sağcı unsurlar getirildi. Bunların başında, her tür burjuva ilkeyi kabulde tereddüt etmeyen ve proletaryaya, ekonomiyi daha açık ve daha 'etkin ve serbest' hale getirecek reformların gerekliliği konusunda vaazlar veren Antonio Gutierrez geliyordu. CC.OO'nun 6. Kongresi Kongrede yaşanan gerginlikler uzun bir geçmişe sahip. Daha 1992'deki 5. kongrede bir dizi çelişki ortaya çıkmıştı. Ancak bunlar, birçok sendikacı ve yoldaşın, tepedeki 'birliği', içteki tutumların açıklık kazanması zorunluluğu ile karıştırma hatasına düşmesi nedeniyle tam olarak kamuoyuna yansımamıştı. Kongrenin yapıldığı dönemde İspanya'daki işsizlik oranı yüzde 24 civarındaydı (bu oran son yıllarda herhangi bir düşüş göstermedi); esnek çalışma oranı yüzde 37'den fazlaydı (1994'te yapılan istihdam reformlarından bu yana, sözleşmelerin yüzde 90'ı esnek çalışmaya dayanıyor); ve bir milyondan fazla aile herhangi bir ücrete sahip değildi. Sendikal alanda, işverenlere yardım eden ve giderek daha fazla bürokratik yapılar şeklinde ortaya çıkan sendikalar büyük bir itibar kaybına uğramıştı. Aynı zamanda, iş kaybetme korkusu ve daha da önemlisi sendika liderliklerinin sağa yönelimleri nedeniyle endüstriyel uyuşmazlıkların sayısında büyük bir düşüş yaşandı. Siyasi arenada ise, işçilerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalarda büyük bir artış oldu. Öte yandan, PSOE'nin istihdam reformlarına karşı Ocak 1994'te yapılan genel grev, durum sendikaların lehine olduğu halde koşulsuz olarak teslim olan oportunist karakterli CC.OO liderliğini gevşemeye itti. Bunun ardından, İşçi Komisyonları genel sekreteri A. Gutierrez, bu grevin tabandan gelen baskı sonucu gerçekleştiğini itiraf etti: '... O dönemdeki UGT liderliği (Nicolas Redondo), hükümet üzerindeki baskıyı artıracağı inancıyla bu hareketi sembolik bir isyan haline getirmeyi istedi. Ancak, sendikal birliğe ilişkin olarak, niyet ne olursa olsun, bunun taktik bir hata olduğunu kabul etmek zorundayız. Neyse ki, çatışma değil de çatışmaların çözümünü istediğimiz için, bu durum daha ciddi sonuçlara yol açmadı.' (Tribuna Publica, CC.OO'nun sendika dergisi, Aralık 1996) 1995'teki koşullar, sendikal mücadelenin geleceğinin öngörülmesini sağladı; ama onun kaçınılmazlığını değil. Sendikal mücadelenin gelişmesinde belirleyici önem kazanan unsur, Maastrich Anlaşması'nın kriterlerine uyma çabasına girmiş ve bunun yaratacağı toplumsal gerginliğin farkında olan burjuvazinin siyasi baskısı ve bu durumun (kitle örgütlerindeki yerlerini zaten almış olan) sağ oportunistlerin de açıktan hareket ederek kartlarını masaya açmak zorunda kalmalarıydı. Burjuvazinin sosyal maskesi düşmüş ve proletarya ve halk kitleleri üzerine empoze edilen 'kaçınılmaz şok tedavisi' bir devlet sorunu haline gelmişti. Bu uygulamalar, aşırı sağ ve liberaller kadar, Sol Birlik (Izquierda Unida) gibi halk güçleri içinde konumlanan (ve sızan) sağ oportunistler tarafından da savunuluyordu. Uzun süredir İKP Politbüro üyesi olan oportunist Nicolas Sartorius, Nisan 1996'da şunları yazıyordu: 'Büyük konsensüs ve anlaşmalar politikası, tarihi bir kriz döneminde iş dünyasının başarısının güvence altına alınması amacıyla, Avrupa Birliği'nin belirleyici özü olan para birliğine belirlenen zamanda ulaşılması amacıyla empoze ediliyor. Yani, en azından son iki yıldır İspanya hükümetinin aldığı tüm tedbirlerin ve tüm anlaşmaların merkezinde bu yatıyor... Bu noktaya ulaşmak için herkesin, gerek partilerin ve sendikaların, gerekse de patronların ellerinden gelen bütün çabayı göstermesi gerekir...' Bu koşullarda, sendikal hareketin önemli bir kesimi, pasifliğin sadece oportunizme hizmet ettiğini nihayet anladı. Bunun üzerine, CC.OO içinde, değişik sol güçlerin üyelerini de kapsayan, sınıfa dayalı bir muhalefet hareketi inşa etme çalışması başladı. 6. kongre hazırlıkları sürecinde yapılan toplantılar, 1995 yılı boyunca, iki sendika modeli arasındaki ilk ciddi çatışmaların sahnesi oldu. Bu iki modelden ilki, kendilerini liberal ideolojinin temel ilkeleri ile tanımlayan ve sosyal yardımlara saldıran sosyal sözleşmelere katılımlarını meşrulaştırmaya çalışan oportunistlerin savunduğu 'resmi' model (5); ikincisi ise, sınıf sendikacılığını, diğer sosyal ve siyasi örgütlerle birlikte siyasi cepheye katılımı ve burjuvazinin saldırısı karşısında işçi hareketini güçlendirecek daha kavgacı bir tutumun gerekli olduğunu savunan, ve halkın 'eleştirel kesim' olarak tanıdığı grubun temsil ettiği modeldir. Bürokratik aygıtın bütün hile ve manevralarına rağmen bu 'eleştirel kesim', 6. kongrede delegelerin yüzde 37'sinin desteğini kazanmayı ve sendikanın konfederal yönetimine 7 üye seçtirmeyi başardı. Son bölge ve şube toplantılarında 'eleştirel kesim', bazı bölgelerde temsilcilerinin sayısını artırdı, bazılarında ise çoğunluğu ele geçirdi. (6) 'Eleştirel kesim'in güç kazanmasını engellemek için her yola başvuran 'resmi' liderliğin provokatif ve saldırgan tutumu, CC.OO içindeki bu kavganın siyasi arenada burjuvaziye verdiği zararın bir yansımasıdır. Aznar hükümeti bu yıl, halkın çıkarlarıyla zıtlık teşkil eden yeni ve ciddi tedbirlerini açıkladığı için 'resmi' kesimin tam bir korkuya, hatta histeriye kapılması anlaşılır birşeydir. Bu gelişme, oportunist liderleri kapitalistlerin planlarını savunmak ve bu nedenle de sendikanın önemli bir kesiminin tepkisiyle yüzyüze gelmek zorunda bırakacağından onları zor bir duruma sokacak. Bazı sonuçlar Ekim 1994'te yayınımızda şunları yazmıştık: 'Tecrübe bize, en acil talepler için bile olsa sınıfımızın mücadelesinin esasında politik olduğunu bir kez daha gösteriyor...' Aslında, kongredeki bölünmenin sendika temelinde odaklaşmasının ötesinde, 'bugünkü gelişmenin zayıflıkları ve farklı seviyeleri ile, sendikanın kontrolünü ele almak için yarışan açık ideolojik akımlar ortaya çıktı... Bu yarış kendisini esas olarak, liderliği elinde bulunduran inatçı sağ kanat ile, henüz yeterince yapılanmamış durumda olan ve sağ sosyal demokrasiden bağımsız olarak, sol için kendi politik arenasını açmak amacıyla, birlikte çalışmaya hazır değişik eğilimleri biraraya getiren akım arasında gösterdi. Bu kongrede bunların CC.OO üzerindeki organik kontrolünün geliştiği görüldü.' (Octubre, No: 30, Şubat 1996) '(Başta CC.OO olmak üzere) sendikalar içindeki mücadele, sol siyasi örgütlerdeki iç mücadeleden önce gelmektedir. Ancak, sendikalar içindeki mücadelenin gelişimini belirleyecek olan şey, bu politik örgütler içinde bugün açıkça görülen bu çelişkilerin çözülmesidir.
'Bugün esas olan, devrimci programlar ortaya koyma sorunu değil, sınıf sendikacılığının savunulması için mücadeleye hazır olan aktif militanlarla -bizim devrimci önerilerimize tümüyle katılmasalar da- omuz omuza çalışarak, sendikalar içindeki mücadeleler yoluyla, proleter bilincin gelişimini sağlayacak koşulların yaratılması sorunudur.' Bu doğru tutumun yanında, azınlıkta olan anarşist bir tutum da ortaya çıktı. Yayınımız Octubre'nin 22. sayısında şunları yazmıştık: 'Bugün, sendikalardaki bürokratlaşma karşısında kendilerini iktidarsız hisseden pekçok yoldaş arasında öfkenin arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu öfke, işçi hareketinin bağrında anarşist eğilimlerin yeniden ortaya çıkması için zemin hazırlayan bir işlev görüyor. CC.OO ve UGT'nin 'şemsiye' sendikacılığı karşısında, daha katılımcı bir model talep eden bazı kollektifler oluşturuldu... Ancak, izole karakterlerine ek olarak bu akımlar, sendika faaliyetinin politizasyonuna açıktan muhalif olmadıkları zamanlarda da politik perspektiften yoksun ekonomist bir vizyonla hareket ediyorlar.' İşte bu nedenledir ki bu azınlık tutumlar özellikle tehlikeli olabilir ve sınıf tutumunun gelişmesini frenleyici bir rol oynayabilir. Bunlar, proletaryanın birleşik eylemini örgütlemek yerine, daha fazla bölünme ve parçalanma tohumları ekiyorlar. Üstelik, politik taleplerle bunların sosyal sonuçlarını birbirinden ayırma düşüncesini onaylıyorlar. Komünistler olarak bizler, işçilerin bugünkü sorunlarının çözümü için nitel bir sıçramanın koşullarını hazırlamamız gerektiğini ve bu sıçrama için de, burjuvazinin, emekçi halk içindeki sınıf ittifaklarını -bunların ne kadar küçük olduğu önemli değil- parçalama girişimlerini durdurmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz. Genel olarak sendikalar içinde devrimci tutumlar azınlık oluşturduğundan, politik tartışmaların sosyal demokrasinin sınırları içinde gerçekleşeceği kesindir. Yani, tartışmalar kapitalist sistemin kendisini değil, sadece onun politikalarının en bariz yanlarını sorgulayacaktır. O halde, burjuvazi saflarını sıklaştırıp birleşir ve koordineli bir şekilde çalışırken, bizim, kitleler içinde kafa karışıklığına ve ideolojik, politik ve örgütsel bölünmeye meydan vermeye nasıl devam edeceğimizi anlama konusuna eğilmemiz gerekir. Biz buna karşı mücadele ediyoruz. Çünkü bu durum sadece proletaryanın gelişmesini engellemekle kalmıyor, aynı zamanda, burjuvazinin en gerici kesimleri ile 'sol' maskesini takmış sosyal demokrat kesimlerini birleştiren bir amaca, komünistleri izole etme amacına da katkıda bulunuyor. Kasım 1994'te (bir kere daha yayınımızdan alıntı yapacağız) CC.OO içindeki mücadeleden söz etmiştik. Bu yazı, örgütuümüzdeki iç tartışmaları bir adım daha öteye taşıyarak önemli sonuçlara varmamızı sağladı. Burada bazı paragraflardan alıntı yapalım: 'Pekçok kişi, sosyal demokrasinin değişik akımları arasındaki bu çatışmanın bizi ilgilendirmediğini, bu çatışma içinde yer alan herhangi bir taraf ile anlaşmaya varmanın, sosyal demokrasinin kriz içinde olduğu işçi hareketinin bağrında devrimci tutumdan şimdiden vazgeçmek anlamına geleceğini düşünecek. Ancak bu şekilde düşünenler, sosyal demokrasinin çalışmasının sadece fiziksel ve politik dağınıklığa değil, aynı zamanda pekçok aktif üyesinin öfkesine de yol açtığını unutuyorlar. Depolitizasyonun bugünkü sendikaların üzücü bir gerçekliği olduğunu ve sosyal demokrasi ile politik tartışmaları reddettiğimizde bu gerçekliğin daha da kötü bir hal alacağını unutuyorlar. Bugün sendikaları yönetenin sosyal demokrasi olduğunu, sendika üyelerinin öne sürdüğü taleplerin onun talepleri olduğunu ve onun değişik akımları arasındaki mücadelenin sendikal faaliyeti önemli ölçüde etkilediğini unutuyorlar. Kim işçi hareketinin lideri olmak istiyorsa onun, bugün için hala çok zayıf olan devrimci tutumları geliştirme hedefiyle taktiklerini uygulayabilmesi için, sendikalar içinde hangi güçlerin olduğunu bilmesi, öne çıkan yeni politik unsurlara karşı duyarlı olması zorunludur... Sosyal demokrasinin krizi, sadece sendikal alanda değil, ideolojik ve politik alanda da tartışmayı körüklüyor. Reformist sol (devrimci sol değil) ile sosyal demokrasinin sağ kanadı arasındaki politik mücadelenin yansımasından başka birşey olmayan bu tartışma, sendikaların içinde bulunduğu boğucu monotonluğun aşılmasına yardımcı olabilir. Elbette bizim kendi tutumumuz var. Komünistler olarak biz, kapitalist sisteme son vermek için mücadele ediyoruz ve ancak proletaryanın mücadelesine yeniden devrimci bir karakter kazandırarak hedeflerimize doğru ilerleyebileceğimizin farkındayız. Kapitalizm ile halkın çıkarlarını uyumlu hale getirme çabasının gerçeklik karşısında hüsranla sonuçlanacağını biliyoruz. İşte bu nedenledir ki, sosyal demokrasinin değişik akımları arasında ortaya çıkan çelişkiler, kapitalizmin işçi hareketine taviz verme zorunluluğunu duymadığı ve devrimci eylem ve önderliğin gerekli olduğu an geldiğinde bir tutum takınmak gerektiği zaman onun ne kadar iktidarsız durumda olacağının bir kanıtıdır. Bu mücadelede, tutumumuzu ortaya koyup, en azından sendikal eylemin demokratikleştirilmesi, politikleştirilmesi ve güçlendirilmesi konusunda bizimle hemfikir olan diğer güçlerle ve yoldaşlarla mümkün olan alanlarda anlaşmaya vararak, açıklık talebiyle müdahale eden ilk biz olmalıyız.' CC.OO'nun 6. kongresindeki gelişmeler ve elde edilen sonuçlar nedeniyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Mücadele gelişecek. Bu zor olacak; ama işçiler şimdiden kendi sendika ittifaklarının nüvelerine sahip durumda. Sendikanın en kavgacı ve aktif kesimlerini biraraya getirebilecek olan bu ittifak, sağ sosyal demokrasiye karşı bir bariyer işlevi görebilecek bir sınıf ittifakıdır. Nasıl çalışmamız gerektiğini biliyorsak eğer, bütün bunlar, gelecekteki başarılı mücadelelerin bir garantisidir. Dipnotlar: 1) 'Las Relaciones Laborales en Espana', Carlos Prieto, Ed. Bölüm XXI, sayfa 404. 2) En yüksek sendikalaşma oranına sahip bazı sanayi sektörlerinde, 1978-90 arasında sendikalı üyelerin sayısı yüzde 56.3'ten 35.6'ya düştü. 3) Örnek olarak, 14 Aralık 1988'de CC.OO ve UGT'nin en büyük sendikaları, yaklaşık yüzde 100'lük bir destek ile bir günlük genel grev çağrısı yapmıştı. 4) 1993'te hükümet, işsizlik yardımını büyük ölçüde düşüren reform kararnamelerini yürürlüğe soktu. 1994'te ise aynı hükümet (bunun Felipe Gonzales'in 'sosyalist' hükümeti olduğunu unutmayalım) işverenler lehine istihdam reformunda aşırı bir reform gerçekleştirdi. Gerici ve sağcı Aznar'ın devraldığı bu reform bugün hala yürürlüktedir. 5) Ekim 1996'da CC.OO ve UGT'nin liderlikleri, emeklilik sübvansiyonlarının azaltılması için Aznar hükümeti ile bir anlaşma imzaladılar. Bugün, diğer sosyal harcamalarda da yeni kesintilerin yapılması için görüşülüyor.
6)Asturias ve Sevilla gibi önemli bölgelerdeki bölge sendikalarındaki durum budur.
İspanya Komünist Ekim Örgütü
İşçi Sorununa İlişkin Olarak Parti Birlik ve Mücadele Sayı :4 Meksika Kapitalist gelişmeye ilişkin bazı sorunlar Mevcut üretim sistemini ortadan kaldırmada proletaryanın tarihsel ve evrensel rolünün altını oymaya çalışan burjuva, revizyonist ve oportunist önermelere karşı mücadelede işçi sınıfının öncüsünün rolünü sıralayabilmek için, üretici güçlerin bugünkü durumuna ilişkin bazı fikirlerden söze başlamak istiyoruz. Bir süre önce bir Maoist aktivist şunları söylemişti: "Proletaryanın yerini robotlar almadan önce, proletaryayı örgütleme konusunda acele edelim!" Devrimci faaliyet içinde olmasına rağmen, bu yoldaş üzerinde burjuva etkinin kendini hissettirmeye başladığı açık. Ancak bu sorunu sadece burjuva etkiye bağlayarak geçemeyiz. Aslında bunun arkasında yatan, düşman kamp tarafından zekice kullanılan bir gerçeğin belirtisidir. Bu, basit bir propaganda sahtekarlığı değil, burjuva çıkarlarının tahrif ettiği bir gerçektir. Bu durumu, üretici güçlerin bugünkü gelişiminin esrarengiz hale getirilmesi olarak adlandırabiliriz; ama olayı zaten anladığımızı düşünüp bu meseleyi kapanmış sayamayız. Bu konuya ilişkin yeterince yazı yazılmıştır. Bu sorunu (her ideolojik tutumun normal olarak gerektirdiği gibi), bir programın yerine getirilmesi ve gerçekliğe göre çıkardığımız sonuçlara uygun bir pratiğin yürütülmesi düşüncesinin ışığında ele almalıyız. Üretimin yeni belirtileri konusunda Marksizm doğruluğunu kanıtlamıştır. Bu belirtiler genellikle tüm toplum sathına yansımıştır. Böylelikle de Marksizm, yeni belirtilere ilişkin burjuva kampta ortaya çıkan teoriler ve düşünceler ile çatışma halinde olduğunu göstermiştir. Marksizm-Leninizmin bunların üstesinden geleceğini ilan eden söylemler yeterli değildir. Marksizm-Leninizmin üstünlüğünü bu çatışma içinde sergilemek gerekir. Ancak bu şekilde teorimiz gelişmeye devam edebilir. Entellektüel iddiada bulunmuyoruz. Partimize göre bu sorun, devrimci faaliyet için kaçınılmaz ve gerekli sonuçlar çıkarılmasını içerir. Bu nedenle namluyu gerçekten temizlemek zorundayız. Bu yeni durum nedir; bu durumda işçi sınıfına düşen rol nedir? Şüphesiz burada, çağımızda gerçekleşen ve bir şekilde kapitalizmin (çelişkilerini derinleştirerek) fizyonomisini (görüntüsünü) değiştiren bilimsel-teknik devrimden sözediyoruz. Robotların, elektroniğin, enformasyonun gelişmesinden; bilim alanında sibernetik, biyokimya, biyofizik gibi alt disiplinlerin ortaya çıkmasından; işbölümünü derinleştirerek, üretici güçleri geliştirip toplumsal üretimi artırarak kapitalizmin görüntüsünü değiştiren mekanizasyon ve enerji kullanımındaki yeni gelişmelerden sözediyoruz. Bu gelişmeler son 40 yıl içinde gerçekleşmiş ve üretici faaliyetlerin yeni dallarının ortaya çıkmasına ve binlerce değil, milyonlarca insanın proleterleşmesine neden olmuştur. Bu olgu, ondan kendi sonuçlarını çıkaran kapitalistler tarafından büyük bir şevkle ele alınıyor. Hatta eski SSCB'nin başını çektiği kapitalist-revizyonist blokun çökmesi ile, burjuvazi için herşey aşağı yukarı şu şekilde gelişti: "İnsanın ideolojik kavgasının yerine, ekonomik hesaplar, teknik sorunların bitmez tükenmez çözümü, çevre sorunları ve tüketicilerin karmaşık taleplerinin tatmin edilmesi sorunu geçmiştir." (Tarihin Sonu, F. Fukuyama) Kapitalist sistemi sevenler ve kapitalizmin sınırlı bilimsel-teknik devrimi ile şevklenenlerin -ki bunlar devrimi "kontrol edilemez" birşey ve sistemin "doğası" olarak görürler- dikkatlerinden kaçan bir gerçek var: Bunlar, burjuva bilimlerin vülger (kaba) diyalektiği içinde, düşüncenin felce uğramasına ilişkin en kaba metafiziği, burjuva düşüncenin mevcut yörüngesinin, değişmez birşey olarak üretim ilişkilerinin entellektüel yeniden üretiminin içine gömmüşlerdir. Onlar için baskı ve sömürü ilişkileri değişmezdir. Değişime tabi olan tek şey, insanlar arasındaki kölelik zincirlerinin takviyesidir. Bu ise böylesi ilişkilerin akıldan çıkarılmamasına ve yaşamın her alanında burjuva çıkarlara göre yönetilmesine dayanır. Onlara göre düşüncede değişebilir tek şey, burjuva yozlaşmanın derecesi ve kapitalistlerin çalışanları sömürmek için kullandıkları hilelerin sayısıdır. Bu burjuva düşünceyi izleyenler için esas olan sorun, nitel değişimin olmaması; üretim ilişkilerinde ise burjuva olmayan bir değişim olasılığının varolmamasıdır. Görüldüğü gibi bu beyler tüm vücutları ve ruhları ile, diğer bütün tanrıları yerle bir eden Tanrı'nın sadık hizmetkarları durumundadır. Ve bize şunu salık verirler: "Geleceğin kaçınılmaz olarak sosyalist olacağına inananlar çok yaşlı ya da marjinal olma eğilimindedirler; çünkü gerçek olan politik tez (...), tarihin sonu, ne sanatın ne de felsefenin varolmadığı, sadece insanlığın tarihi müzesinin ebediyen geçerliliğini koruyacağı tarih sonrası dönem resmen başlamıştır." (ibid.) Teknokratların konuşmaları yeterince saçma. Değil mi? Onlara yüz vermeyelim. İnsanlığın, onların saçmalıklarıyla dalga geçecek ve küçük görme dışında dikkate almayacak kadar zamanı olacaktır. Fukuyama geç kalmış durumda; en azından o ilk değil. Kapitalistler her zaman teknik gelişmeleri kendi egemenliklerini ebedi kılmak için kullandılar. Bunu yaparken de, bu gelişmeler ardında aslında kapitalist sistemin en radikal sınıfının unsurlarını büyük kortejler halinde seferber ediyor, kendi mezar kazıcılarına zemin hazırlıyor olmaları gerçeği karşısında hazırlıksız kalıyorlar. Kapitalistler, modern üretimle aslında işçi sınıfını disipline ettiklerini anlayamıyorlar. Bu sınıf, mevcut toplumsal ilişkileri koruma konusuna en az ilgi gösteren üretici sınıftır. Onlar olmadan kapitalistler dev iktidarlarını kurmuş olmayacak ve kendi egemenliklerini bir dakika bile sürdüremeyeceklerdir. Kapitalistler kendilerinin işçilere verdikleri muhteşem örneği, üretici güçlerin yeteneğini ve gerçekten insancıl bir gelişme için sömüren sınıf olarak kendi varlıklarının gerekmediğini düşünüyor görünmezler. Çünkü onlar daima, bilimsel-teknik gelişmenin "tamamen bağımsız bir tarzda mülkiyet ilişkilerinin sosyal devrimini provoke eden kendi kendine yeterli bir süreç" olduğu fikrini kabul etmişlerdir. (N.A. Tsagolov, Çağdaş Burjuvazinin Reformist ve Revizyonist
Ekonomik Teorilerinin Eleştirisi). Bu nedenle, bu noktaya geldiğimizde, bilimsel-teknik devrimin Marksizm-Leninizmin klasik yazarlarının halihazırda belirtmiş olduğu nedenlerini özet halinde incelemekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Sınıf mücadelesinin bilimsel teorisinin kurucuları şöyle demiştir: "Burjuvazi, üretim aletlerini, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini devrimcileştirmeksizin yaşayamaz. (...) Üretimin sürekli altüst oluşu, tüm toplumsal yapının kesintisiz olarak sarsılışı, sonu gelmeyen bir hareketlilik ve güvensizlik, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırdeder. (...) İnsan artık kendi yaşamının gerçek koşullarını ve öteki insanlarla olan ilişkilerini tüm çıplaklığıyla karşılamak zorunda kalmıştır." (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu) Kapitalistler kusur işlemiyorlar. Onları, kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını geliştirme gibi asil düşünceler yönlendirmiyor. Tek düşündükleri, daha fazla artı-değere el koymak ve yerlerini rakiplerine kaptırmamak için sömürüyü artırmaktır. Bu nedenle, her dakika olmasa da, üretim araçlarının ve işgücünün niteliğinin gelişimini ve maksimum performansı sağlamalarını teşvik ederler. Rekabet, pazar ve bilimin tekellerin denetiminde olması durumu ile sınırlanmış olsa da, üretimi sürekli olarak artırmak için, en iyi nitelikli teknik, bilimsel ve idari personelden ve işçi sınıfının iş deneyiminden yararlanırlar. Üretim, insan ırkını entegre eden "genel" amaçlara değil, üretim araçlarını elinde tutanların özel amaçlarına bağlı olarak denetimde tutulur. Özel mülkiyet sadece özel mülkiyetin çoğaltılmasına hizmet eder. Ama üretim araçlarının ve yöntemlerinin başlamasına zemin hazırlayan şey nedir? Bu, zeka, tecrübe ve kaybetmeme şartlanmasından başka birşey değil midir? "Unutmamalıyız ki, birinci olarak büyük bir pazar ve üretimde geniş bir kapitalist temel, ikinci olarak da çalışmada işbirliği konusunda yaygın ve karmaşık bir çaba gereklidir." (Karl Marx, Kapital, cilt 1) Üçüncü olarak ise, sermayenin yüksek oranda yoğunlaşması ve merkezileşmesi temeline dayanmaksızın böyle bir işbirliği mümkün değildir. En modern üretim araçları ve yöntemleri, kar elde etme ve üretimi sürdürmenin mümkün olduğu düşüncesi ve beklentisi ile başlayan geniş çaplı bir büyük sermaye harcamasını gerektirir. Yeni üretim araç ve yöntemlerinin istenen etki düzeyinde kesin ve mutlak olarak üretime sokulmaması sorununun altında yatan şey, bunun büyük kaynaklar gerektirmesine, elde fazla miktarda eski makinaların olmasına ve esas olarak kapitalistlerin çıkarlarına dayanır. Robotlaşma, otomasyon, bilgisayarlar ve diğer üretim süreçlerinin ve yöntemlerinin icadı, sermaye kaynaklarının uluslararası çapta merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını gerektirir. Hakimiyetlerini ve vazgeçilmez etkinliklerini güvence altına almak, diğer sömürü biçimlerini "tükettikten", saldırıya geçmenin ve koordine eylemin zorunlu hale gelmesinden sonra varlığını sürdürmek için bu gereklidir. Buradan itibaren teknik devrimin en önemli koşulları şunlardır: "Kapitalist sistemin genel temeli verildikten sonra, birikim sırasında, toplumsal emeğin üretkenliğindeki artışın, birikimin (kapitalist üretim tarzının tek amacıdır) en güçlü kaldıracı haline geleceği bir noktaya ulaşır. (...) "Bir emekçinin belli bir sürede, emek-gücünün aynı gerilimi ile ürüne dönüştürdüğü üretim araçlarının nisbi büyüklüğü ile ifade edilir. Emekçinin böylece dönüştürdüğü üretim araçları kitlesi, emeğinin üretkenliği ile birlikte artar. Ama bu üretim araçları, ikili bir rol oynarlar. Bunlardan bazılarında görülen artış, emeğin üretkenliğindeki artışın sonucu olduğu halde, diğerlerindeki artış, emeğin üretkenliğindeki artışın koşuludur. "(...) Sermaye olarak iş gören servetin kitlesindeki artışla birlikte yükselen birikim, bu servetin bireysel kapitalistlerin elinde yoğunlaşmasını arttırır ve böylece, boyutları genişlemiş bir üretim ile, kapitalist üretime özgü yöntemlerin dayandığı temeli genişletir." (Karl Marx, Kapital, cilt 1) Sonuç olarak, sermayenin işçileri sömürmesinin yoğunluk derecesinde ve sermaye sahiplerinin elinde toplanan kar miktarında bir artış olur. Kapitalizm sınırları içinde özgürlüğümüz özgürlük karşıtına dönüşeceğinden, kendimizi fikren hazırlayacağımız böyle bir bilimsel devrim prangalarımızı pekiştirecektir. Bu aynı zamanda da, biz onların sınıf olarak doğasını gözardı ederken, üretim araçlarının özel mülkiyeti sorununu ve dolayısıyla iktidar sorununu unuturken, proletarya ve tüm diğer ezilen ve sömürülen kitlelerin sınıf çıkarlarının şekillendirilmesinin saltanat gelinceye kadar askıda kalacağı gerçeğini gösterir. Marx'ın tahlillerinin, günümüzde, ortaya kondukları dönemden daha fazla değer taşıdığını söylüyorlar. Kapitalizm Marx'ın öngördüğü şekilde bir gelişme izlemiş olduğundan bunda büyük bir doğruluk payı vardır. Fakat Marx'ın sadece henüz varolmayan şeyleri görerek kendisini yönlendirdiğine inanarak sübjektivizme teslim olmayacağız. Burada dikkatli olmak ve Marx'ın katkılarının, kapitalizmin genel kurallarını ve geleceğini keşfetmesine hizmet eden diyalektik çalışmanın ve uygulanışının özünü korumak zorundayız. Kapital'de mükemmel bir tarzda tanımlanan yasalar da aynı yasalardır. Orijinal birikim ile ilgili bölümde Marx şöyle der: "(...) Emek-sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılması ile sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile elele gider." Çağdaş kapitalist üretimin temelleri konusunda, kapitalist üretimin sürekliliğini sağlayanın işçi sınıfı olduğu konusunda buraya kadar hemfikir olabiliriz. Fakat "buradan itibaren" herşey, bu yeni üretim koşullarında proletaryanın öncü rolü konusunda bir
anlaşmaya varıp varmayacağımıza bağlıdır. Kapitalistler ve onların uşaklarına göre, otomasyon olarak bilinen üretim sürecinin yönüne ilişkin üretimde yeni bir halka (tek halka olmasa da) oluşturan bilimsel-teknik devrim, bu halkanın sınıfları ortadan kaldırmaksızın sınıf antagonizmalarını yok edebileceğini ileri süren burjuva iddiayı gün ışığına çıkarıyor. Bu iddiaya göre bu halka, emek ile sermaye arasındaki çelişkiyi zayıflatacak yetenektedir. Aynı zamanda proleter radikalizminin yerine, verimlilik ve üretkenliğin herşeyi ifade ettiği ve proletaryanın sınıf çıkarlarının gereksiz ve fazlalık olduğu "yeni" üretim ilişkilerini geçirme yeteneğindedir. Bu devrim, kapitalizmin yasaları ötesinde, işçi sınıfının faaliyeti ötesinde, toplumun devrimci dönüşümünde proletaryanın kaybetmiş olduğu iddia edilen öncü rolünün ötesinde, kendi kendini düzenleyen bir süreç içinde geldiğini ilan etmiş gibi ortaya konuyor. Proletaryanın öncü rolünü kaybetmesi iddiası ise, sözü edilen bu sürece ve modern üretim araçlarının potansiyeline dayandırılıyor. Oysa bunun tam tersi doğrudur: "(...) Çalışmada daha yüksek bir kalite gerektiren bilimsel-teknik devrim, işçi sınıfının üretimdeki ve bir bütün olarak sosyal ilişkiler sistemindeki rolünü objektif olarak artırır. Bilim ve tekniğin gelişmesiyle, yeni beceri ve kalifikasyona sahip işçilerin yanında, çalışanlar ve entellektüel çalışma yürüten diğer kişiler de proletarya kapsamında sayılır." (SSCB'nin Açıklaması, "Bilimsel-Teknik Devrim ve Kapitalizmin Çelişkileri") Proletarya sadece üretim sürecinde yer almaya devam etmekle kalmaz, öncü rolünü de sürdürür. Üretim sürecinde kullanılan araçlar ne kadar modern olursa olsun, yaratıcıları tarafından kullanıma sokulmadıkları zaman hiçbir değer taşımazlar. Bu bilimsel-teknik devrimin değiştirdiği şeyler nelerdir ve hangi doğrultuda değişmişlerdir? Doğa güçlerini kontrol etmede insanın ihtiyaçlarının karşılanması için insan kapasitesinin artışı şüphesiz değişir. Bugünkü sosyal üretim ilişkileri ne kadar tahammül edilmez durumda ise o kadar geri ve barbar hale gelmiş olur. İşte değişimin yönünü gösteren de bu gerçeğin hergünkü yansımasıdır. "Çalışma ve Tekelci Sermaye" adlı kitabında H. Braverman oldukça ikna edici bir şekilde şunları söylüyor: "Aletlerin hareket ettirilmesinde rehber araçlar olarak elin yerini kaba makinaların almasıyla makinanın ilkel biçimden, başlangıçtan bitişe kadar tüm sürecin sadece mekanik değil aynı zamanda elektrikli, kimyasal ve diğer fiziksel türden güçler tarafından yürütüldüğü modern komplekslere evrimi, aletlerin eylemi üzerinde insan denetiminin artması olarak tanımlanabilir. Bu aletler, duyu organlarının uzantısıymış gibi insan kontrolündedir. Bu seviyeye, sözkonusu aletler üzerindeki insan kavrayışının artışı ile, bir başka deyişle fizik yasaları üzerindeki bilimsel denetimin artışı ile varılmıştır." İnsanlar her zaman makinalarına, gelişmenin ulaştığı dereceye uygun bir "program" yüklerler. Bu program, ancak üretim faaliyetiyle, makinaların değil, sadece insanların üretim süreci üzerinde gerçekleştirebileceği yoğun araştırmalarla aşılabilir. Kendi kendini düzenleyen bir süreç ancak bu süreç içinde yer alanların kendi fikirlerine ve isteklerine sahip etten kemikten insanlar olması ve üretim ilişkilerinin sözkonusu olduğu bir durumda varolabilir. Yoksa robotlar sorunu çözecek yetenekte değildir; çünkü onlar da insanların hazırladığı ve bu yüzden de yine ancak insanların aşacağı sınırlılıklara sahip programlarla ve yine insan olan "motor kaldıraçlar"la çalışır. Doğaya hükmeden çalışan insanlardır; ve en modern makinalar, insanın bilime ve doğal güçlere hükmetmede kaydettiği gelişimin bir tür sentezi olacaktır. İnsanın yarattığı ve kendisini geçme yeteneğine sahip tek varlık yine insandır. İnsanın üretici faaliyeti de, sadece kaydedilen gelişmeye değil, insanın ilgi, istek ve ihtiyaçlarına tabi olmadığı sürece pratiğe geçirilemez. Bu nedenle insanı, üretimin belli bir aracının programlanmış faaliyetinin basit hesapları ya da sonuçlarının hakim olduğu bir üretim sistemine boyun eğdirme girişimi, insan özgürlüğünden bağımsız bir sistemin uygulanmasından başka bir anlam ifade etmeyecektir. "Kutsal Aile"deki fikirlerin amaçlarından biri öz olarak budur: "O halde kurtuluş nerede yatmaktadır? Cevap: Radikal zincire sahip bir sınıfın, burjuva toplumdan olmayan bir burjuva toplumu sınıfının, bütün devletlerin çözülmesini ifade eden bir devletin, evrensel acılarından dolayı evrensel bir karaktere sahip olan, kendisine karşı saf ve basit olan bir suçtan başka özel bir suç işlenmediği için kendisi için özel herhangi bir hak iddiasında bulunmayan, insan olmaktan başka herhangi bir tarihsel ünvana gönderme yapamayan, herhangi bir durum için önkoşullarla çok yönlü tezat dışında sonuçlarıyla tek yanlı bir tezat tarafından oluşturulmamış, ve nihayet toplumun tüm alanlarını kurtarmaksızın kendisini de toplumun diğer alanlarından kurtaramayacak, yani tek kelimeyle insanın bir bütün olarak kaybı anlamına gelen ve bu nedenle de insanın bütünüyle insan olması yoluyla kendini kazanabilecek bir alanın oluşumunda. Özel bir sınıf olarak toplumun bu şekilde çözülmesi proletaryadır." Proletarya içinde, bu kapitalist uyumla tam bir uyumsuzluk içinde olan maddi nitelikler mevcuttur. Fakat tabii ki sorun, maddi koşulların sosyal düzenin karmaşık unsurlarıyla, daha doğrusu sübjektif düzen ile bağını kurmaksızın tanımlanarak özetlenemez. Bir sınıf olarak proletaryayı örgütlemede partinin görevleri Mücadelenin bugünkü aşaması, ülkemizdeki burjuva diktatörlüğünün, büyük zorluklarla karşılaşmaksızın egemenliğini yeniden sağlamlaştırmaya yönelik ısrarlı çabaları ile karakterize olmaktadır. Kapitalistler, taleplerine cevap isteyen ve sokaklara dökülen kitlelerin eylemlerinin yolaçtığı zorluklardan ve sıkıntı yaratan olaylardan sıyrılarak kendi egemenliklerinin devamını sağlayacak birtakım ekonomik-politik unsurları oluşturmayı bir kez daha başardılar (ekonomik "nekahat", Zapatistaların ehlileştirilmesi, politik reformlar, anayasal reformlar, güç grupları arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi, işçilerin kontrolü vb). Bu göreceli kontrole rağmen rejim, her türlü ayaklanma ve itaatsizlik belirtisini yasal ya da yasadışı, açıktan ya da gizli yollarla ortadan kaldırmak için faşistleşme sürecini yoğunlaştırmak zorunda kaldı (örneğin resmi söylemde aşırı sağa kayış, reformlar ve bunların faşist sonuçları, basına, radyo ve televizyona konan sınırlamalar, işveren örgütlerinin ve toprak sahiplerinin (charros) işçi sınıfına yönelik saldırıları, işçi sınıfının politik haklarının olmaması vb).
Burjuvazi böyle bir durumu daha ne kadar devam ettirebilir bilmiyoruz. Bu birçok unsura bağlıdır: Devrimci öncü olarak proletaryanın kitle mücadelesinin patlak vermesine; mücadele ve eylem birliği hedefiyle rejime karşı gerçek bir halk muhalefetinin sağlamlaştırılmasına; işçi-köylü ittifakı ile desteklenen ve hareketi daha çeşitli eylemlere götürecek, stratejik karakterde kararlılığa sahip devrimci bir mihrakın güçlendirilmesine; taleplerin ve şimdiye kadar sosyal demokrasi ve revizyonizm tarafından kullanılan söylemlerin radikalleştirilmesine; ve hepsinden önemlisi de, ülkede Marksist-Leninist Komünist Partinin inşası ve güçlendirilmesi ve işçi, köylü ve halk kitlelerinin geniş devrimci hareketine önderlik etme görevini yerine getirmek için biz komünistlerin göstereceği çabaya bağlıdır. Bu koşullarda parti, kapitalist güçlerin altını oymak için, örgütsel, pratik ve teorik görevlerin yerine getirilmesi ile karşı karşıyadır. Partimiz, işçi sınıfı, özellikle de sanayi proletaryası üzerinde büyük bir etkiye sahip değildir. Bu nedenle partimizin bir bütün olarak, bu büyük güçlüğü çözmesi, sınıf mücadelesini komünist devrime taşımak için, işçi sınıfının sinir sistemini teşkil eden temel sektörlerinde daha güçlü hale gelmek için mücadele etmesi gerekir. Temel politikamız bu olmalı ve partimizin tüm çabası bu önemli konuya yönelmelidir. Devrim için anıt dikmekten vazgeçip hareketin temel hedeflerine yoğunlaşmalıyız. Herkesi devrimci faaliyete bağlamak temel görevdir. Bu göreve uygun davranmadığımız sürece, devrimi güçlendirme isteği birşey ifade etmez ve zafere daha da yabancılaşmış oluruz. Parti, sınıfa karşı olan görevlerini hangi koşullarda ele alacaktır? Programını oluşturan, devrim ve komünizm iddiasında olan, Marksizm-Leninizmi savunan ve proletaryayı öncü seviyesine çıkarmak için sürekli bir çalışma yürüten parti, proletaryanın öncü müfrezesidir. Fakat proletaryanın desteğine dayandığımız bugün ile bu proletaryanın kendi partisi içinde bütünleşeceği zaman arasında uzun ve zor bir devrimci faaliyet dönemi vardır. Meksika proletaryasında bugün resmi "yevmiyecilik" (charrism) ve korporatizm hakim olup, burjuva, milliyetçi, reformist, küçük burjuva, sosyal demokrat, ekonomist, popülist fikirlerin etkisi sözkonusudur. Kısacası, bir sınıf olarak proletaryanın henüz politik bağımsızlığı sözkonusu değildir. Parti tüm bu engellere karşı savaşmak zorundadır; fakat nasıl savaşacağını ve nasıl kazanacağını bilmelidir. Yukarıda saydığımız ve kendiliğinden hareketin dinamik gücü tarafından geniş ölçüde kabul görmüş bu fikirlerin büyük bir direnciyle karşılaşacağımızın bilincinde olmalıyız. Stalin şöyle der: "Parti, kendisini işçi sınıfı kitlesinin ne hissettiği ve düşündüğünü anlamakla sınırlarsa, onun kendiliğinden hareketine takılıp kalırsa, kendiliğinden hareketin uyuşukluk ve kayıtsızlığının üstesinden nasıl geleceğini bilemiyorsa, proletaryanın anlık çıkarlarının ilerisine nasıl geçeceğini, kitlelerin proletarya sınıfının çıkarlarını kavrama bilincini nasıl yükselteceğini bilemiyorsa, gerçek bir parti olamaz." (Leninizmin Sorunları) Bugün, "bütün sıkıntıları sıralamaktan vazgeçip onlara karşı mücadele edelim" diyecek olanlar olabilir. Ama hayır... Sıkıntıları bilmeli, tedavi reçetesini yazmalı, tedavinin zaman sınırlarını koymalı, gerekli ve yeterli ilaçları almalı ve tedaviyi uygulamalıyız. Hepsinden önemlisi de, etkili unsurları eyleme geçirmeyi bilmek zorundayız. Biz tedaviyi yapmakla sorumluyuz. Sürekli olarak elde edilen sonuçları değerlendirmek ve beklenmedik değişiklikler üzerinde düşünmek zorundayız. Çarlık Rusyası'nda partinin inşası dönemi ile bugün bizim partimiz arasında mekanik tarzda bir özdeşlik kurup onu taklit etme iddiasında değiliz. Fakat emperyalist gerileme ve bugünkü tüm devrimci güçlerin elde ettiği sonuçların toparlandığı dönemde, taktiklerimizi gerektiğinde uluslararası komünist hareketin deneylerine göre uyarlamak için, Bolşeviklerin parti kurmak ve onu kitlelere maletmek için gelişmeleri değerlendirmedeki deneyimlerini akılda tutmak gerekir. Çünkü, baştan beri partiye ve uluslararası komünist hareketin miras bıraktığı zengin bir çalışma deneyine sahip olsak da, görevler açısından tamel benzerlikler bulunmaktadır. Bu nedenle Lenin'in, proletarya üzerinde etkide bulunmaya başlayan bir partinin görevlerine ilişkin fikirlerine sadık kalıyoruz. "Nereden Başlamalı?" adlı makalesinde Lenin şöyle der: "(...) Partimizin acil görevi; dayandığı bütün güçleri birleştirme, sadece sözde değil gerçekten de harekete önderlik etme yeteneğine sahip, yani nihai çatışmada ihtiyaç duyulacak birlikleri çoğaltmak ve güçlendirmek için her protestoyu ve patlamayı değerlendirme ve desteklemeye hazır olma yeteneğine sahip devrimci bir örgüt kurma çağrısı yapmadan, bu güçlere bugün bir saldırı çağrısı yapmak olamaz." Kendimizi sınıf mücadelesinden uzaklaştırmadan, kitleleri hareketsizliğe itmeden, bugünkü mücadelenin sınırlı olduğu çatışmaları ihmal etmeden, hiçbir devrimci faaliyetin önemini gözardı etmeden; fakat öte yandan da devrimle ve ayaklanmayla flört etmeden, hareketi, bugün zayıflığı nedeniyle başaramayacağı ya da stratejik olarak ters bir etkiye yol açacak görevleri kucaklama gibi yanlış bir yola sürüklemeden, partiyi ve onun mücadele araçlarını inşa ederek, kitleler içine proleter bilincin demirini atarak, proletaryayı onlarca yıldır tabi olduğu oportunizmin, burjuva milliyetçiliğinin ve sahtekarlıkların güçlü etkilerinden sıyırarak ısrarlı bir çalışma yürütmeliyiz. Güçlerimizi toplama ve kitlelerle bağlarımızı geliştirme amacıyla ittifakları güçlendirerek ve partinin örgütsel ağını genişleterek çalışmalıyız. Ancak iktidarı ele geçirme perspektifine sahip olan, yönünü en uygun strateji ve taktiklere çevirecek, mücadelenin her döneminde ortaya çıkan olumlu sonuçların azamisini elde edecek, gözü sınıfın üzerinde olacak, sınıfı teşvik edecek, sınıfın politik gelişimini gözleyip geliştirecek, sınıfa önderlik edecek, onun en iyi örgütlü silahı ve savaştaki genel kurmayı olmasını bilecek bir politik parti, ancak bu özelliklere sahip bir parti, kendini davaya en çok adamış olan devrimcilerin ellerinden gelen bütün çabayı sarfetmek isteyeceği bir parti olabilir. Ancak böyle bir parti, oportunizme karşı acımasızca mücadele eden, ilkelerinden taviz vermeyen, sürekli aktif ve kitlelerle kaynaşmış bir parti devrim bayrağını bir adım daha ileri taşıma yeteneği gösterebilir.
Perspektifini kaybetmiş bir parti ise ya ihanetin batağına saplanacak ya da "sonuçların" kurbanı olacaktır. Ezenlerle ezilenler arasındaki uyum üzerine bahse girmiş olan bir parti, derhal kendisini patronlarımızın dostuna dönüştürecektir. Bugünkü faaliyetimizin bazı temel noktalarına değinelim. Öncelikle şu gerçeğe işaret etmemiz gerekiyor: Proletarya kitleleri içinde (hatta onun en ileri kesimleri içinde bile) parti fikri, kapitalizmin gerçekliği ve devrimin ve komünizmin inşasının sorunları kök salmış değildir. Bunun nedeni bir taraftan yerli ve uluslararası revizyonistlere, sosyal demokratlara ve burjuvaziye dayanırken; öte yandan da, kitleleri içinde bulundukları gerilikten kurtarmaya yönelik sistematik planlara sahip olmadığımız için bizim sorumsuzluğumuza, işçi çalışması yapma konusunda içinde bulunduğumuz özgüven eksikliğine, şematik yöntemlerimize, Marksist-Leninist perspektiften uzaklığımıza değil ama kitlelere yönelişimizdeki eksikliklere bağlanabilir. Temel bir soruyu ele alalım: Lenin'e göre komünistlerin çalışmasını oluşturan şeyler nelerdir? "(...) Bilimsel sosyalizm öğretisinin propagandasını yapmak, işçiler arasında günümüz ekonomik-sosyal sistemi, onun temelleri ve gelişmesi, Rus toplumundaki farklı sınıflar, bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiler ve mücadeleler, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, onun çürümekte ve gelişmekte olan sınıflara karşı tutumu, kapitalizmin geçmişine ve geleceğine karşı tutumu, uluslararası sosyal demokrasinin (uluslararası komünizmin) ve Rusya işçi sınıfının tarihsel rolü ile ilgili doğru bir imaj yaymak. (...) İşçiler içinde ajitasyon, sosyal demokratların (komünistlerin) işçi sınıfı mücadelesinin kendiliğinden gösterilerine, çalışma saatleri, çalışma koşulları, ücretler vb. nedenlerle işçilerle kapitalistler arasında çıkan bütün çatışmalara katılmasında ifadesini bulur." (Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri) Bu alıntıda ortaya konan düşüncelerin hayata geçirilmesi bir yana, anlaşılıp anlaşılmadığına dair konuşmaya bile cesaret edemiyoruz. Parti uzun bir süre boyunca, fikirlerini sınıfa taşımanın önemli bir aracı olan basınını belli bir düzene koymada büyük zorluklarla karşı karşıya kaldı. Hiçbir militanın, basınımızın bugünkü durumunu yeterli görmemesi gerekir. Ne kadar diğer yayınların önünde olursa olsun (sefalet felsefesi yapmak bize yakışmaz), kafalar bu soruna çözüm bulunması ile meşgul olmalıdır. Şu an için bu konuda tahlil yapmayı bir kenara bırakarak, bunun bütün partiyi ilgilendiren bir mesele olduğunu vurgulamakla yetinelim. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, bu sorunun arkasında ağır örgütsel sorunların ve teoriyi özümseme sorununun yattığına şüphe yok. Militan ve bolşevikçe bir kendini adamışlığa sahip olmadığımız için, bu sorunlar bugüne kadar çözülemeden devam etti. Kendimizi diğer sosyal katmanların etkisinden sıyırmak bizim için kolay değil. Gerek bireysel gerekse de kollektif olarak, bu sorunları çözme konusunda zorluklarla karşı karşıyayız. Ayrıca, yoğun bir şekilde kendisini işçi çalışmasına yönelmeye adamış bir komünist kadro oluşturma konusunda bugüne kadar başarılı olamadık. Hatta ideolojik, politik, örgütsel ve pratik silahlarla iyi bir şekilde donanmış durumda olan kadrolarımız yok. Bu nedenle parti, bu özelliklere sahip kadrolar yetiştirmeyi hedefleyen kararlar çıkarmalıdır. Parti çeşitli mekanizmalara sahip olsa da, bunları kullanmada ısrarlı bir çaba gösterme konusunda başarısızlığa uğramaktadır. Genel olarak parti bütün tarihi boyunca, işçi sınıfı içinde çalışma yapmanın gereğini vurgulamıştır. Ancak parti, böyle bir kapasiteyi, ısrarlı olma tutumunu ve faaliyetin gerektirdiği kendini adamışlığı gösteremediği için bu çalışma hep sınırlı kalmıştır. Bu gerçek başka bir sorunu da gizliyor: Bu çalışmayı açıklayan prensiplerin "çok genel kaldığını" ve çalışmanın ayrıntılarına "değinmediğini" öne sürerek kendimize gerekçeler buluyoruz. Belki bir el kitabının ya da kılavuzun çıkmasını bekliyoruz! Oysa komünistler, Marksist-Leninist ilkeler ışığında kesinlikle kendi inisiyatiflerine dayanmalıdır. Bugün işçi çalışması yürütenler de komünist bir çalışmadan uzak olup, partinin hedeflerine dokunmaksızın, kendilerini sadece "formaliteleri" yerine getirmeye, "demokratik sendikal" bir çalışmaya vermiş durumdalar. Kitlelere devrimin görevleri hakkında değil de devrim hakkında ne kadar çok söz edilirse, onlara, devrimci hedeflere götüren o kadar az görev verilir. Kısacası, "kimsenin reddedilmemesi" ya da "bölünmelerin kışkırtılmaması" amacıyla ılımlı politika yapıyoruz. Aşağıda sıralanan görevleri unutarak kendimizi pratikçilik içinde kaybediyoruz: "Bizim görevimiz, faaliyetimizi işçilerin günlük yaşamlarındaki pratik sorunlarla birleştirmekten, bu sorunları çözmede onlara yardımcı olmaktan, karşı karşıya oldukları en önemli saldırılara onların dikkatini çekmekten, taleplerini daha net ve pratik bir biçimde ifade etmelerine yardımcı olmaktan, aralarında işçi dayanışması bilincini, dünya proletarya ordusunun bir parçasını oluşturan Rus işçilerinin bir sınıf olarak çıkarlarının bir olduğu bilincini geliştirmekten ibarettir." (Lenin, Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri) Maddi sınırlılıklarımız büyük olsa da, asıl sorun örgütsel sorun olmaya devam ediyor. Oldukça sınırlı bir çevreye kapanma alışkanlığı nedeniyle geniş kitlelere açılamaz hale geldik. Sınırlı koşullarda hareket etme alışkanlığı yüzünden, çalışmamızı hafifletmeye yardımcı olacak bütün unsurları harekete geçiremiyoruz. Ancak bireysel ve kollektif sorumlulukları yerine getirdiğimiz oranda, zorluklardan korkmadığımız oranda, partinin kendi güçlerine ve hedeflerinin doğruluğuna olan güvenini pekiştirerek belli bir yarar sağlayan görevlerde partinin yapıcı çabalarının gereklerini yerine getirdiğimiz oranda kendimizi bu sorunlardan kurtarabiliriz. Görevlerimizi yerine getirmek için çalıştığımız oranda ve çalışmamızdan elde edeceğimiz sonuçlar oranında parti, daha fazla güven içinde ve olayların bilgisine sahip olarak daha hummalı bir çalışmayı planlayabilecektir. Meksika Komünist Partisi (M-L)