Aziz ve muhterem kardeşler, Meraklı takip ve uzun tetkikat neticesinde, Yedinci Şuâ olan Âyetü’l-Kübrâ’nın Mukaddime’sindeki eksik kısma nihayet ulaşmış bulunmaktayız. Latince baskılardaki bu eksik kısmı, herkes elindeki Yedinci Şuâ’nın baş tarafına bakarak açıkça görebilir. Mukaddime bölümünde “dört mesele-i mühimme”den söz edildiği ve bu bölümün “lüzumundan fazla” uzun olduğuna atıf yapıldığı halde, bu Mukaddime kısa kesilmiş görünüyor. Sebebi şu: Dört Meselenin tamamı derc edilmemiş; Üçüncü Mesele kısmen eksik, Dördüncü Mesele ise hiç konulmamış. İşte, aşağıdaki metni dikkatle takip ederek, bahsettiğimiz eksik kısmın tamamını da okuyabilirsiniz. Hz. Üstad’ın defaatle ifade ettiği gibi, Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinin telifi (1938?) ve bilhassa tab’ı (1942), muazzam bir fütûhata vesile oldu. Tenkit niyetiyle okuyanlar dahi, tehlikede olan imanlarını kurtardılar. Üstad Bediüzzaman ve Talebeleri, bu risâlenin gizli tab’ı bahane edilerek Denizli Hapishanesine sevk edildiler. Muarızlar, Nur Talebelerini imha niyet ve kastıyla Denizli Mezbahanesine sevk ettikleri halde, orada harikulâde bir fütûhat yaşandı. Maznunlar, ittifakla beraat kazandılar. Ayrıca, mahkûmlar, adliye ve asayiş memurları, Denizli halkı Nur’a dost oldular. Denizli kahramanları Nur dairesine girdiler. Dolayısıyla, vahye dayalı Celcelûtiye’de de ismi senâ ile zikredilen bu risâlenin tam, yani eksiksiz okunmasında büyük fayda var. Tamamı okunduğunda-inşaallah-düğümler açılır, fütûhat inkişaf eder, Nur dairesi genişler, sıkıntılar izâle, usanç bertaraf olur, vesaire… Şimdi siz bu risâle-i harikayı bir kez daha elinize alın ve aşağıda farklı renk, farklı karakter ile dizilmiş olan kısmı da normal “telif tertibi” üzere takip ederek okuyun. İnşaallah, çok feyizli ve bereketli neticesini hissedip görürsünüz. Son olarak, birkaç noktaya daha temas edip sizleri Âyetü’l-Kübrâ ile baş başa bırakalım.
1) Eksik kısmı, Osmanlıca nüshalar hariç, Latince basılmış Şualar ve diğer eserlerin hiç birinde bulamadık. Hatta, elimizdeki 1959’da İstanbul’da basılmış Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinde bile o eksik kısım bulunmuyor. 2) Yeni Asya Neşriyat’tan görüştüğümüz arkadaşlar, bu eksik kısmın yeni baskılarda telâfi edileceğini söylediler. O zamana kadar, buradaki metinle idare etmeye çalışıyoruz. 3) Size ulaşan bu metni, okuyup istifade edin; ancak, şimdilik bunu başka kimselere iletmemenizi istirham ediyoruz. Zira, bütün dikkat ve itinaya rağmen, içinde bazı tashih hataları olabilir. Sizlerden gelecek tetkik, tashih ve tavsiyelerden sonra, metne nihaî şekil verilip, musahhah bir sûrette bu metin size tekraren gönderilecek, inşaallah. 4) Nur’un lisânına âşina olan siz kardeşlerin, bu tashih konusunda da bize yardımcı olacağınız ümit ve beklentisi ile selâm, hürmet ve muhabbetlerimizi sunarız. M. Latif Salihoğlu
*******************************************************************************
Yedinci Şuâ (Âyetü’l-Kübrâ) Mühim Bir İhtar ve Bir İfade-i Meram: …………………….. “…Bu risâlenin öyle bir ehemmiyeti var ki, İmam-ı Ali (ra) kerâmât-ı gaybiyesinde bu risâleye, ‘Ayet-i Kübrâ’ ve ‘Asâ-yı Mûsâ’ nâmlarını vermiş, Risâle-i Nur’un risâleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş. HAŞİYE El-Âyetü’l-Kübrâ’nın bir hakikî tefsiri olan bu Ayetü’l-Kübrâ Risâlesi, Hazret-i İmam’ın (r.a.) tâbirince, Asâ-yı Mûsâ nâmında Yedinci Şuâ kitabıdır. Bu Yedinci Şuâ, bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi (MLS’nun notu: Dördüncüsü, Latince baskılarda hiç yok; Üçüncüsü ise kısmen eksik kalmış), Birinci Makamı, Ayet-i Kübrâ’nın tefsirinden Arabî kısmını, İkinci Makamı onun bürhanlarını ve tercümesini ve meâlini beyan ederler. Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla (Fazla kısmı nerede?) izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler. Said Nursî
_______________________________________________
HAŞİYE Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) Ayetü’l-Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risâlenin gizli tab’ı, hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. Ve İmam-ı Ali (r.a.) keramet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki duasının kabulünü ispat etti. ********************************
MUKADDİME
Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billâh ve mârifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemâlâtlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur. Risâle-i Nur’da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikatı Risâle-i Nur’a havale ederek, yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı Dört Mesele (?) içinde beyan ederiz. Birinci Vartadan Çare-i Necat İki meseledir Birinci mesele: …………………….. İkinci mesele: …………………….. İkinci Varta Ve Çare-i Necat Bu dahi iki meseledir: Birincisi: ……………………..
“…Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeâir-i İslâmiyede kesretle azamet-i kibriyâsını her vakit ilânı, hem hadîs-i kudsînin fermanı, hem Cevşenü’l-Kebîr Münâcâtının seksen altıncı ukdesinde
diye olan gayet ârifâne münâcât-ı Ahmediyenin (asm) beyanı gösteriyor ki, azâmet ve kibriya lüzumlu bir perdedir… (Dikkat! Risâle-i Nur Külliyatını Latince hurûfat ile tab’eden yayınevlerinin “Yedinci Şuâ/Âyetü’l-Kübrâ” risâlesinin hiç birinde şimdiye kadar (Ekim 2010) rastlayamadığımız “Mukaddime” eksik kalan âhir kısmı, işte tam da bu noktada başlıyor. MLS)
“…Akıl ile ihata ve kalple görmeye manidir. Ve tam marifete sed çeker. Ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebeptir. Ve marifetullah’da terakki ettirmeye cazibedar bir ihticab-ı kudsidir. Yoksa hiçbir cihetle inkara ve nefye sebeb olamaz. Evet azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi ünvanı ve diğer bir sureti olan şiddeti’z-zuhur dahi bir vesile-i ihtifa ve ihticabdır ki SÜBHANE MENİHTEFA Bİ ŞİDDETİ’Z-ZUHUR demişler. Evet güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder, hastalıklı gözler görmez…” İkinci Mesele İmanî meselelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hatta avamın kalplerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli delilleri vardır. Meselâ: Bu Yedinci Şua’da göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakât ve enva ve efrâd ve müştemilâtıyla vâcibü’l-vücuduna ve vahdetine şehâdet eden bir daire-i zikir teşkil ederek beraberce LÂİLAHEİLLALLAH derler.
Meselâ: Nasıl ki, küçücük HÛ HÛ HÛ’lardan mürrekkeb büyükçe HÛ HÛ yazılır. Sonra, bu HÛ’lardan mürekkeb çok büyük bir HÛ olur. Hem, nasıl ki bir taburun hücûmunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde ALLAH ALLAH ALLAH derler… Ve onların seslerinden terekküb eden büyük cemaat sadâsıyla büyük bir ALLAH ALLAH kelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküb eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telaffuzla ALLAH ALLAH ALLAH dediğini işittirebilir. Aynen öye de, bu kâinatın her bir nev’i ve o envâın fertleri ve o fertlerin a’zaları, lisân-ı hâl ile LÂİLAHE İLLALLAH derler. Birbiri içindeki bu zikir daireleri, misâlimizdeki yalnız üç-dört mertebe değil, belki üç yüz mertebeden geçer. Hem, büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük fertlerin zikirlerinden neş’et etmiyor; belki, her bir büyük ve küllî mevcud büyüklüğü nisbetinde bizzat zikreder. Büyük bir şahıs gibi LÂİLAHE İLLAHÛ der. Hatta, bu Yedinci Şua’ın İkinci Makamında On Dokuz daireden Altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazanda dinlerken, hayal gözüyle gördüm ki: Ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla LÂİLAHE İLLAHÛ dedikleri gibi, ağaçların dâhi kendi lisanıyla onları şahid göstererek daha yüksek bir LÂİLAHE İLLAHÛ söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahî kendi lisanıyla KELİME-İ ŞEHADET getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki, o derece parlak bir hakikattır ki, hayali dahi kendine meftûn edip hakikat hesabına çalıştırdı. Ben kendi kendime namazın arkasında her bir LÂİLAHE İLLAHÛ dedikçe, fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve LÂİLAHE İLLALLAH tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya her bir dairenin, meselâ arzın şehadeti, arz kadar kuvvetli ve büyük ve zâhir bir sûrette hayale görünür. Onun için bu Yedinci Şua’da Bİ ŞEHADETİ A’ZAMETİ…ilâ âhir… ve Bİ MÜŞAHADETİ A’ZAMETİ… ilâ âhiri… fıkraları çok tekrar ederler. Bu Şuâ gerçi Risâle-i Münacât’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş, fakat benim için bu şuâ müşahedât sûretinde ve ayne’l-yakîn tarzında görüldüğünden, daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şua’ın Birinci ve İkinci Makamları, bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan TUSEBBİHU LEHÜS-SEMAVATU’S-SEB’U VE’LARDU VEMEN FÎHİNNE VEİN MİNŞEYİN İLLÂ YUSEBBİHU BİHAMDİHİ hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerif’in bir hediyesi ve bir nuru ve çok benzediği Risâle-i Münâcât’ın ve o münâcâtın menba’ı olan münâcât-ı
Aleviyye’nin ve onun menbaı olan münâcât-ı Cevşeniye-i Ahmediye ve onun menba’ı olan İNNE FÎ HALKI’S-SEMAVATI VE’L-ARD… (ilâ âhiri)’nin ilhâmî bir ziyası ve tevhîdî bir feyzi olarak hem zikir hem fikir sûretinde zuhur eden aynı kelimât-ı Arabiyeyi Ramazanın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse mükerrer kelimeler yerine ‘ve hakeza’ deyip okuya ve yazabilir. Bu hediye-i Ramazaniye, bende zikir ciheti ve zikir mânâsı fikre galebe ettiğinden, sâir zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor. Hem umumun neticeleri bir tek burhan olduğundan ve burhanların vecihleri birbirine benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü, her bir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i bürhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O hayal değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imânî veriyordu. Kur’an-ı mûcizü’l Beyan’da, zikir mânâsı ve tilâvet ciheti dahi bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belağatına belağat katmış, noksaniyet vermemiş. Her neyse… On dokuz nurdan ve otuz üç Mukaddeme ve Mertebeden terekküb eden bir tek bürhan olan bu Yedinci Şuâ kadar, vücud-u Vacib-ül Vücud ve vahdaniyetin isbatında, daha kuvvetli bir delil ve daha kati bir bürhan tasavvur edilmez. Ve hiçbir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hatta hiçbir kaydı yoktur ki Risâle-i Nur’da isbat olunmamış olsun. Hususan, Münâcat ve İkinci Şuâ Risâlelerinde ve onun (Yedinci Şuâ’nın) kat’iyeti ve kıymeti ve lezzeti için, ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirâne okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz. Mânidâr bir tevâfuktur ki, namazın tesbihatında ve tesbihat gibi otuz üç defa tekrar ettiğim LÂİLÂHE İLLALLAH’ın zikrinde otuz üç mertebe ayrı ayrı nurları gördüm. Sonra, o mertebelerdeki isbat-ı vücud ile isbat-ı vahdaniyete baktım, gördüm ki: İsbat-ı vücud bürhanlarının adedi Risâletü’n-Nur’da gayet ehemmiyetli bir adet olan on dokuz adet, hem on dokuz harfli ve on dokuz defa okunan ism-i âzamın tılsımlı rakamı olan on dokuz adedine tevafuk sırrıyla, on dokuz alemde tezahür etmiş ve ism-i âzamın mazharı olduğuna bir emare göstermiş. Ve isbat-ı Vahdaniyet ise, bir defa Risâle-i Nur’da gayet sırlı ve mübarek bir rakam olan on üç, bir defa on dört ve bir defa da on dokuz adedi ile zâhir oldu.
Kastım olmadan uzunlaşmış olan Mukaddeme nihayet buldu.” …………………………… ÂYETÜ’L-KÜBRÂ (Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.)