7 AK BAB A Kıyametin Habercileri
Yazan: Tevfik Yener Yen er Yayın hakları; © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic.A.Ş.
Bu eserin bütün hakları saklıdır.Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı alıntı yapılamaz, yapılamaz, hiçbir şekilde kopya e dilemez, çoğaltılamaz çoğaltılamaz ve yayımlanamaz yayımlanamaz.. I. baskı / ekim 2009 / ISBN IS BN 978-605-1 11-377-7 Sertifika no: 11940 Kapak tasarımı: Yavuz Korkut Baskı: Şefik Matbaası / Turgut Özal Caddesi
No: 137 İkitelli - İSTANBUL
7 Akbaba Kıyametin Habercileri
Tevfi Tevfik k Yener ener
İv», i *
T«fc. fc.
İS.
" ı , i.
V*/
. ‘ ' >$/.* /.*
.V
w
. ~n!t"
S3T56G • D
DOĞAN KİTAP
“Vurun hepsinin kellesini!..” Sahibinin sesindeki keskinlikten ürken at şaha kalktı. Emri alan sekbanlar altı elçiye çullanıp dizüstü çökerttiler. Yakalanın çekip yırtarak enselerini açtılar açtılar,, kılıçlarını çektiler. çektiler. Keskin ve ağır kılıçlarını elçilerin elçil erin çırılçıplak çırılçıpl ak enselerine indirm indirmeye, eye, başların başlarınıı gövgö vdelerinden ayırmaya hazırdıla hazırdılar. r. Son “vur” emrini almak için gözlerini ona çevirdiler. O, “Bekleyin!. “Bekl eyin!..” .” diyerek diye rek atım yokuşun başma sürdü sürdü.. Bir daha daha şalıa kalkıp oynaşan oynaşan kır atın başını başını geriy g eriyee çevirdi. çevir di. Kelle Kel leler lerii kopa nlmak üzere olan elçilere seslendi...
Konstantiniyye, 1452
Öğleden sonra güneş aniden kaçtı. Kapkara bulutlar gökyüzünü boş bulup hücum ettiler. Bir karanlık bastı ki, Akşemseddin Hazretleri, “Bir hikmeti vardır gündüzün geceye dönmesinin, güneşinin battığım Bizans’a haber vermektedir” dedi. Üst üste vurdu gökyüzünün davulları, dağı taşı kara buluta sanp gümbürdetti, inletti, sarstı. Delse de karanlığı şimşekler aydınlığı getirmeye güç yetiremedi, yıldırımlar da korkup yeryüzüne aktı, düştüğü yeri yaktı. Yağmur dağı taşı önüne kattı, denize döktü. Bisans halkı kiliselere doldu, Ayasofya’daki ayine İmparator Kons tanlinos Dragazes katıldı, kenti koruması için Tann’ya yakardı. Kandiller Ayasofy Ayasofya’yı a’yı aydınlatmaya aydınlatmaya yetmedi. Kubbenin camlarıncamlarından girerek mozaikteki Hazreti İsa’yı havalanmış gösteren ikindi güneşinin göz kandıran ışığı olmadığından peygamber hareketsizdi. Kâhin Kâhinler, ler, “Dünya var oldukça lanet sürecek Konstantiniyye felak f elaketetlerden kurtulmayacak” dediler. Üç gün boyunca gök gürledi, yağmur aralıksız yağdı ve sonra birden durdu, hava açıldı. O sabah bulutsuz gökyüzünde güneş parlıyor, ısıttığı nemli topraktan yağmur sonrasının yaşam vaat eden o eşsiz kokusu yükseliyordu. Görülmemiş Görülmemiş şiddetteki şiddetteki yağmur kısa sürede bitmesi gereke gereken n önemli işi işi aksatmıştı. aksatmıştı. Göz açtırmayan açtırmayan üç günlük yağmurdan sonra telaş tekrar başlamıştı. Yüzlerce insan denize inen dik araziyi tepeden yam yamaca aca doldu ldurm rmu uştu. tu. Ça Çalışa lışan nlar lar gen genç erk erkekle eklerd rdi. i. Sakız beya beyazı zı kuşaklarım bellerine sıkıca sarmışlardı. Paçaları diz altından bağlanmış şalvarları simsiyahtı. simsiyahtı. Çoğu yalınay yalınayaktı. aktı. Sınm gibi vücutları çalışmaktan tan kızarmıştı kızarmıştı ve ve terden parlıyordu. parlıyordu. Belden yukansı çıplakların çıplakların yanınyanında kar beyazı gömlekl gömleklile ilerr de vard vardı. ı. Çok hızlı çalışıyorlardı.
12
Hareketleri şaşılacak kadar uyumluydu. Bir teki bile konuşmu yo yor, çevr çevres esin inee bakmıyo ıyord rdu u. Topr Toprağ ağıı ya yara ran n kazm zma ala larl rla a, topra toprağa ğa dalan küreklerin çıkardığı seslerin eş aralıklı düzeni şaşmıyordu. Bir ritim çalgıları orkestrasının kusursuz ahengi kulaklara gelmekteydi. Sayılan yirmiye yakın kaba kabarık rık sank sanklı, lı, cüppeli cüppeli kişiler kişil er çalışanlan sessizce tepeden izlemekteydi. Cüppelerinin ağır kumaşları, duruşlanndaki üstten bakış önemli adamlar olduklannı gösteri yord yordu u. Hepsinin önünde önünde çok genç bir bi r adam adam durmakta durmaktaydı. ydı. Sakız beyazı beyazı sanğı, güneş yanığı yüzüne yakışmıştı. O kadar gençti ki, yanakla nndan gelerek bıyıklanyla birleşen sakalının ayva tüyleri belli ki henüz sertleşmişti. Siyah uzun uzun cüpp cüppesinin esinin ipek ipek kumaşı kumaşı tatlı esen rüzgârla rüzgârla dalgalanıyor, ara sıra hafifçe hafifçe kaban kabanyordu yordu.. O siyah cüppeli genç adam, mağrur duruşu, keskin bakışlan ve kıvrık burnuyla tepeye konmuş bir kartalı andınyordu. Aşağıdan gelen ritmik sesleri dinliyordu. Eş tempoyla metronom düzeninde toprağa inen kazmalann küreklerin sesine, çalışanların her vuruşta çıkardığı “hunh!..” sesleri eşlik etmekteydi. Ayin yapıyorlardı sanki... Yeryüzü davula döndürülmüştü, dövülüyordu. İnsanoğlunun hırs dolu inleyişi ürkütücü olduğu kadar görkemli, saygı yaratan bir melodiyi tepeye doğm doğ m yükseltm yükseltmekte ekteydi. ydi. Tepedeki Tepedeki mağ ağru rurr ge genç nç ada dam mın ince ince duda dudakl klar arıı hoşn hoşnut ut bir gülümsemeyle hafifçe kıvrıldı. Bizans toprağının etini koparan adamları, Konstantiniyye’nin kemiklerini de kıracaktı. “Dünyanın efendisi olmak” ihtirası, yüreğindeki ateşi sürekli alevlendiriyordu. Halkının içinde aynı ateşin yandığını görmek onu mutlu etmişti. Ellerini gökyüzüne doğru kaldırdığında siyah cüppesinin geniş kolları rüzgârla doldu. Kartal kanatlarını açmıştı. Başım kaldırdı, gözlerini kısarak Konstantiniyye’ye doğru baktı. “Ey Roma!.. İşte gör!.. Senin kalbine dayanacak kılıcımın çeliği dövülüyor!..” Sesi kılıç kadar keskindi. Arkasındakiler başlanın biraz daha daha eğerek genç adamı adamı saygıyla saygıyla dinlediler. Sadece baştan aşağı beyazlar giyinmiş ak sakallı yaşlı adam gülümsedi.
13
girecek, onlarla birlikte taş taşıyacak, gayret verecekti. Arazinin ortasında doğal bir teras vardı. Terasa yaklaştığı sırada yamaca doğru koşanlan gördü. Onların telaşı sultam meraklandırmıştı. Koşuşma Koşuşmanın nın sebebini öğrenmek için sekbanlarını gönderecekti gönder ecekti İd, aşağıdaki kalabalığın içinden Zağanos Paşa çıktı. Ellerini hava ya kald kaldırm ırmışt ıştı, ı, orada bir şeyler oldu olduğu ğunu nu işaret işaret etmek etmekteyd teydi. i. Paşa Paşa gibi serinkanlı adam ilk defa böyle heyecanlıydı. Onun heyecanı yokuşu inmekte olan Sultan Mehmed’i hızlandırdı. Muhafız sekbanları çevresinde Zağanos Paşa’nm yamna indi. Padişahın geldiğini görenler işlerinin başına dönmek üzere çabucak dağıldı. Kalabalığın Kalabalığın açılmasıyla herkesi heyecanlandıran heyecanlandıran o şeyi padişah da gördü. Heyecan duyulmayacak, şaşkınlık yaratmayacak gibi değildi. Kazılan toprağın içinden bir kubbe kubbe çıkmıştı. çıkmıştı. Sıradan Sıradan bir kubbeden farklıydı. Tuğla, kiremit kir emit veya ve ya taş değildi. değildi. Aync Aynca a harabe harabe değildi. Sapasağlam kubbe metaldi. Sultan Mehmed hayretini gizleyemedi. “Bu ne ki Zağanos?” Zağanos Paşa sultanın hem hocası hem de eniştesiydi. îyi bir asker oluşundan oluşundan başka başka önemli bir bilim adamıydı. adamıydı. Nihayet serinkanlılığına kanlıl ığına dönmü dönmüştü. ştü. "Kazacağız etrafını sultanım, ortaya çıkaracağız ne olduğunu anlayacağız.” Padişah iyice sokularak baktı. “Kurşun mu kubbe?” Zağanos Paşa olumsuzca salladı başmı. “Baktım ben. Kurşun değil. Sert bir maden, çelik gibi, ama çelik değil. Başka bir şey. Kazmayı küreği çekiyor. Nasıl bir metaldir anlayamad anlayamadım, ım, daha önce görmedim gör medim böylesini.” böylesi ni.” Sultan Mehmed ellerini beline koydu. Boğazkesen (Rumeli) Hisan’mn inşası için başlayan kazılar gömük bir binanın “tuhaf” kubbesini ortaya çıkarmıştı. Boğaz’m Boğa z’m bu en dar yeri, Anadoluhisan’mn tam karşısında denize dik bir araziydi. Yerleşim bölgesi değildi. Konstantiniyye’ye uzaktı. İnsan eli değmediği bilinen çalılık, dikenli, taşlı yamaca kim bu binayı dikmişti? Üstelik kubbesi bazı kilise çatılarında olduğu gibi kurşun değildi, yabancısı oldukları bir metaldi. Sultan Mehmed’in çok meraklandığı belliydi. “Kazsınlar!.. Tamamı çıksın ortaya... Dikkat etsinler ama bir zarar vermesinler yapıya.”
14
Üç günlük yağmurun yumuşattığı toprak kolay kazüıyordu. Metal kubbenin çevresi hızla açılıyordu. Kubbenin tamamı belirmişti. Çapı 40 arşın1olabilirdi. Çukur ukur gittikçe gittikçe derinleşiyordu. Kazmacılardan biri “Hah!..” diye bağırarak durdu. Diğerleri de durdular. Metal kubbenin “acayipliği” üstlerinde gerilim yaratmıştı. “İyi saatte olsunlara” ait dokunulmaz bir yapı mıydı? Ya çarpılırlarsa? Tedirginlikle birbirlerine baktılar. Zağanos Paşa “Nedir?” diye seslenince, bağıran kazmacı dizlerinin üstüne çökerek elleriyle toprağı açmaya başladı. Bulduğu “şeyi” tam olarak ortaya çıkarıp göstermek istiyordu. Padişah merakla oraya yön yönel eldi di.. Çizm Çizmeler elerin inin in çam çamura bula bulaşm şmas asın ına a aldır aldırm mad adı. ı. Yan anla ları rın na geldiğinde çalışanların gözleri irileşmişti, şaşkın bakışıyorlardı. Topr Toprağ ağın ın içind içindee bir iskelet iskelet belir belirm mişti işti.. Topl Toplan andı dılar lar iskele iskeletin tin başma... Parçalanmamıştı, kafatası dahil bütün kemikleri yerindeydi. Kazmacı toprağı biraz daha eşeledi. Bulduğu iskeletin hemen yanında bir kafatası daha görüldü. Zağanos Paşa, “İskeleti bozmadan kubbenin bütün çevresini dikkatle araştırın, başkaları da var” dedi. Kazmalar, kürekler dikkatle kullanıldı. İşçiler zaman zaman kazmayı küreği bırakıyor toprağı elle kaldırıyorlardı. Kubbeyi çepeçevre açtıklarında dört iskelet daha ortaya çıktı. İskeletlerin giysileri, toprakta hırpalanıp hırpalanıp parçalanmış olsa da üstlerinde duru duru- yo yord rdu u. Heyecan ve merak doruktaydı. Zağanos Paşa eğildi, iskeletlerden birinin giysisine baktı. Tuttuğu kumaş parmaklarının arasında dağıldı. Padişaha baktı. “Giydiklerinden hangi millet olduklarını anlayamadım, ola ki Rum’durlar” dedi. “Bunlar nasıl ölmüş? Buraya kim, neden gömmüş, araştırın” diyen sultan, iskeletlerin kaldırılmasını ve kazıya devam edilmesini emretti. Kazmalar hırsla saplanıyor, kürekçiler çıkan toprağı küfelere yük yüklü lüyo yorr ve küfeler küfeler çu çukurun run üstün tüne çekiliy çekiliyor ordu du.. Kubb bben enin in altınltındaki binanın gövdesi belirmişti. Bina yedi köşeliydi. Duvarları ile kubbesini işlemeli kabartma sütunlarla süslenmiş metal bir çember birleştiriyordu. İşlemeler bilmedikleri üsluptaydı. Ne Romanesk, ne de İslami.
15
Akşemseddin de gelmişti. Sultan Mehmed’i çocukluğundan itibaren eğiten yol göstericisi Akşemseddin Hazretleri; tam adıyla Şeyh Mehmed Şemseddin Şemseddin bin Hamza, Hamza, çağının çağının en büyük büyük bilgini olan ve baştan aşağı aşağı beyazlar giyindiği için Akşemseddin denilen şeyh, metal kubbeli yedi ye di köşeli binaya büyü büyük k ilgiyle bakıyord bakıyordu. u. Kürekçüerden Kürekçüerden birkaçım çağırdı, çağırdı, duvan kaplayan kaplayan toprağı kazıttı, kazıttı, sonra yıkatarak iyice iyi ce temiztemizletti. Siyah duvarı incelemeye başladı. Binanın duvarları tuhaf bir taştan taştan yapılmıştı. Siyah taş kaygandı, ama mermer değildi. Şaşırtıcı yönü, duvar tek parça gözükü yord yordu. u. “Böyle bir taşı ilk defa görüyorum” dedi Akşemseddin. O sırada vakanüvis Oruç Bey de yanlarına geldi. Kubbe bulunduğu anda sekbanbaşı Oruç Bey’e hemen haber göndermişti. Böyle bir olayı olay ı kayda geçirmek geçir mek onun onun göreviydi. Tarih yazıcı haberi alır almaz atını dörtnala sürerek hisar inşaatının yapıldığı bölgeye gelmişti. Mürekkebi, diviti, kâğıtları, kalem kamışlarım ufak tahta kutun kutunun un içinde getirmişti. Sultan onu görünce memnun oldu. “Tam zamanında geldin Oruç.” Oruç saygıyla temenna etti. Akşama doğru kubbeden itibaren 20 arşın derinliğe inilmişti. Marangozlar Marangoz lar dibe kadar enli bir merdiven merdive n yaptılar. yaptılar. Çukurda bekbek liyorlar kazı derinleştikçe merdivene basamak ekliyorlardı. Ayrıca padişah ile maiyetinin kazıyı izlemesi için ahşap iskele kurmuşlardı. îskeleye dört yanından bağlı zincirler üstte birleştirilmiş, tek zincir halinde çukurun üstüne uzanıyordu. Araziye çakılı kalın kazıklara takılmış çıkrıktan geçirilen zincirler serbest bırakıldıkça kıldı kça iskele aşağı aşağı iniyordu. iniyordu. Sultan Sultan Mehmed, Mehmed, Akşemseddin, Oruç Bey ve Zağanos Paşa iskelenin üstündeydiler. Saruhan Paşa ile Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ise hisarın hisarın yapımıyla ilgileniyorlardı. Gün Gün kararmıştı. kararmıştı. Çuku Çukurun run içinde içi nde ve üstünde üstünde onlarca onla rca meşale yakıl yakılm mıştı. ıştı. Meşal Meşaleler elerin in alevleri alevleri hafif rüzgâ rüzgârla rla oynuyor oynuyor ortalığ ortalığıı dalga dalga aydınlatıyordu. Serinleyen hava çalışanları rahatlatmıştı. Akşam karavanası geldiğinde ise iyice mutlu oldular. Halis tereyağlı pilavın üstüne dökülmüş tandır kuzu eti tepsilerle önlerine konmuştu. Herkese birer testi ayran verilmişti. Üzüm hoşafı ziyafeti tamamlayacaktı. Sultan Sultan Mehmed yemek yemek için için çukur açma çalışmasını durdurmamışdurdurmamıştı. Yemeğini yiyenler yemeyenlerden vardiyayı teslim tes lim alraışü alraışü.. Padişah Padişah
16
ağzına sadece bir lolona pide atmış, biraz su içmişti. Akşemseddin, Zağanos Paşa ve Oruç Bey ona uymuştu. Sultan dikkatim kubbeli binaya ve onu ortaya çıkarm çıkarmak ak üzere üzere olan kazıya vermişti. vermişti. Çalışma bütün hızıyla sürerken kazmanın toprağa saplanmasından daha farklı bir ses, sert bir tınlama duyuldu. Padişah elini kaldırarak, “Durun!..” diye bağırdı. “Nedir o ses?” Çalışanları denetleyen sekbanbaşı seslendi: “Kazma demire çarptı padişahım.” Zağanos Paşa üzerinde bulundukları iskeleyi dibe kadar indirmeleri için için yukarıya seslen seslendi. di. Zincirler Zincirl er gıcırdadı ve iskele iskel e yavaşça inerek çukurım dibine oturdu. Sultan Mehmed kazmanın demire çarptığı yere yürüdü. Sekbanlar meşale tutarak o noktayı iyice aydınlatmıştı. Açılmış toprağın içinde metal bir tabaka görülüyordu. Sultan Mehmed kazıcılara “Açın biraz daha” dedi. Metal tabakanın tabakanın üstün üstündek dekii toprağı toprağı kazıcılar kazıcılar elleri ell eriyle yle dağ dağıttılar ıttılar.. Tab Tabut uta a benz benzer er bir bir sa sandık ndık çıktı çıktı orta ortayya. San andı dığı ğın n her her yan yanım ım kazd kazdıılar. Yüksekliği bir arşın kadardı. Tabuta benzeyen metal sandık, kubbeli binanın yapıldığı siyah taştan kaidenin üstündeydi. Biraz daha kazınca sert bir zemine ulaştılar. Sandığın 2 arşın yüksekliğindeki ğindeki kaidesi kaidesi bu zemine oturtulm oturtulmuş uştu. tu. Kaideyi ortaya çıkarmak için açtıkları çukurun bir tarafındaki toprak kayıverdi. O zaman bir başka kaide daha olduğunu gördüler. ler. Üstünde Üstünde bir bir başka metal sandık vardı. Esrarengiz kubbenin ve içinde bulunduğu çukurun yarattığı merak zirvedeydi. İkinci kaideden itibaren yanlara doğru yapılan heyecanlı kazı sonunda 14 kaide ve onların üstünde 14 metal sandık buldular. Aynı zamanda kubbeli binanın oturduğu zemin de ortaya çıkmıştı. 14 metal sandık, kubbeye diklemesine konularak, yan yana düzenle yerleştirilmişti. Sandıkların hepsinin kapağında insan başı büyük büyüklüğün lüğünde de kabartma daire vardı. vardı. Dairenin içine içine ayr ayrıca ıca üç tane üçgen çizilmişti çizilmişt i ve üçgenlerin uçlan birbirine değmekte de ğmekte olup yonca yonca ya yapra prağm ğma a benz benzem emek ekte teyd ydile iler. r. Sandıklardan Sandıklardan yedi tanesinin kapağındaki kapağındaki yuvarlak işa işaret ret kubbe tarafındaki uçlardaydı. Geri kalan yedisinin kapağmdaki yuvarlak işaret ters yöndeydi. Zemine varılmasıyla birlikte binanın girişi de görülmüştü. Üstü yuva yuvarl rlak ak,, yaklaş yaklaşık ık iki iki arş arşın ın yüks yüksek ekliğ liğin inde de an ancak cak bir kişi kişini nin n geçebileceğ bil eceğii kadar da dar, çok ç ok düzgün düzgün kubbeli kubbeli bir oyuktu oyuktu..
17
İçini dolduran topraklar temizlenince oyuğun dibinde bir kapı görüldü. Kapı, kubbeyi kaplayan metaldendi. Sandıkların kapağını kaldırmaya hazırlanırlarken kapımn orta ya çıkma çıkması sı dikka dikkatle tlerin rinii girişe girişe çekm çekmişt işti. i. Zağa Zağano noss Paşa padişa padişaha ha sorar gibi baktı. “Kapı mı, sandık mı? Hangisini önce açalım?” “Önce kapı” dedi Sultan Mehmed. Mehmed. Paşa, iyice temizlenen oyuğa girdi. Kapı dümdüzdü, tutacak kolu yoktu. yoktu. Güçlü Güçlü kollarıyla kollar ıyla kapıyı itti. Zağanos Paşa’nm Paş a’nm nam nam salmış gücüne rağmen kapı kımıldamadı. Sultan Mehmed’e baktı. “Açılmıyor Padişahım, ama bu acayip binanın kapısını kırmak doğru olmaz. Bir çare gerek, ama ne?..’’ O anda hiç beklemedikleri bir şey oldu, “trak” diye bir ses duyuldu, kapı aniden açıldı. Sanki içerden biri kapıyı hızla çekip ardma kadar açmıştı. Onca zaman yeraltında kalmış dört beş parmak kalınlığındaki kapmm böylesine kolay açılması şaşırtıcı olduğu kadar ürkütücüydü. Hepsi tek söz söyleyemeden büyük bir sessizlikle kapının ardındaki karanlığa karanl ığa bakıyordu. bakıyordu. Kapıdaki karanlık birden açılmaya başladı, kara boşluk yerini beyaz yoğun bir ışığa bıraktı. Işık değil dışarıya akan sütun biçiminde sıvı mermerdi sanki. Kapıya yakın duran sekbanlar birer adım geri çekildi. İçeride ne vardı? Sultan Mehmed, “Sekbanlar girip baksın!..” emrini verdiğinde Zağanos Paşa padişahın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi. Sekbanlar kapıya giderken Sultan Mehmed el işaretiyle onlan durdurdu, geri çağu'dı. “Destur verin sultanım” diyen Zağanos Paşa cüppesini çıkardı, kapıya kapı ya yürüdü. yürüdü. Bir süre süre içeriy iç eriyee baktı ve sonra girip gözden gözde n kayboldu kayboldu.. Zağanos Paşa’nm yalnız girmesi Akşemseddin ile Oruç Bey’i tedirgin etmişti, ama padişah desturu vermişti. Sultanın kulağına ne söylediğim söyled iğim çok merak ettiler. ettiler. Padişah konuşmuyor, gözlerini kapıya dikmiş sessiz bekli yordu. yordu. Kitle halindeki halindeki yoğun yoğun beyaz ışık ışık Sulta Sultan n Mehmed’in kafasındaki soruları çarpıştırıyordu. İçerde uzun süre kalması padişahı da meraklandırmışken, paşanın kapı oyuğunda belirmesiyle herkes rahatladı. rahatladı. Zağanos Paşa yanına yanına geldiğinde geldiğin de yüzü çok ciddiydi.
18
“Padişahım, içeriye siz, Akşemseddin Hocam, Oruç Bey ve benden başkası girmesin.” Sultan Mehmed çok güvendiği Zağanos Paşa’nın yüzündeki kararlılığı okudu. “Sekbanlar!.. Biz içeriye giriyoruz. Kapıyı tutun, arkamızdan kimse gelmeyecek.” Zağanos Paşa Paşa padişahın padişahın sözler sözlerini ini tamamladı. tamamladı. “Gereken “Gereken bir şey şey olursa seslenirim seslenirim.. Kulaklarınız Kulaklarınız açık ola!..” Padişah ve diğer diğer üçü üçü muam muamma ma binaya “Bismillah” diyer di yerek ek ufak kapıdan girdiler. Sekbanlar arkalarından dua ettiler, meralda, heyecanla beklemeye başladılar. Metal kubbeli binanın içinde neyin olduğunu bir an önce öğrenmek istiyorlardı. Padişah ile maiyeti umulandan fazla içerde kalmışlardı. Esrarengiz binaya girmelerinin üstünden endişe edilecek kadar uzun süre geçmişti. Bir ara Zağanos Paşa girişe geldi, dört testi su istedi. Saatler akıp gidiyordu, padişah ile maiyeti çıkmamışlardı. Sekbanbaşı sonunda dayanamadı girişten içeriye doğru seslendi. “Padişahım bağışla!.. Sıhhatte misiniz?” Biraz sonra derinden Zağanos Paşa’nm sesi yankılandı. “Meraklanma sekbanbaşı, iyiyiz. İçeri sakın girmeyesin ha!..” Geceyarısına yakın binaya girmiş olan padişah, Akşemseddin, Zağanos Zağanos Paşa Paşa ve Oruç Oruç Bey Bey sabah sabah ezanında çıktılar. çıktılar. Sekbanlar Sekbanlar derin derin soluk almıştı. almıştı. Şimdi Şimdi içeri içeride de ne olduğun olduğunu, u, binanın ne sebeple inşa edildiğini öğreneceklerdi. Artık onların içeri girmesine destur verilirdi. Padişaha, Alcşemseddin’e, Zağanos Paşa’ya ve Oruç Bey’e bakıyorlardı. Genç Sultan Mehmed ve yanındakiler hareketsizdiler, suskundular. Meşalelerin aydınlattığı yüzleri ter içindeydi. Bir şeyi gizlemenin gayreti içindeydiler. Donuk ifade takınmalarına rağmen şaşkınlık gözlerinden okunuyordu. Tavırlarındaki ağırlık, düşünceli celi durgu durgunlu nluk, k, şaşkınlık ve suskun suskunlukla lukları rı olağan değildi. değildi. Sekbanların merakı iyice artmıştı. Ayak basılmamış bir yerde, toprağa gömülü acayip bir bina ve çevresinde tabuta benzer 14 metal sandık bulmuşlardı. O esrarengiz binaya girenlerin içerden böyle suskun çıkması olanaksızdı. Sekbanlar, “acayip” binanın içini ilk görenlerden heyecanlı açıklamalar beklerken padişah ve maiyetinin heykel sessizliği
29
ve paşalara elbette soramazlardı. Soran gözlerle bakmaktan başka çareleri yoktıı. Padişah ve maiyetinin ağzından çıkan ilk söz “su” oldu. Soğuk pınar suyunu suyunu kana kana içtiler. Sonra Zağanos Paşa, Paşa, kazıcılardan kazıcıl ardan çukuru çukurun n üstüne üstüne çıkmalarını, çıkmalarını, sekbanların çukurda kalmasını istedi. Kazıcılar çıkınca kalanları padişahın karşısına dizdi. 21 yaşındaki Sultan Mehmed kartal bakışlarını sekbanların üstüne dikmişti. “Şu andan andan itibaren yapacakla yapacaklarınızı, rınızı, gördüklerinizi gördükler inizi hiç kimseye anlatmayacağınıza, sıranızı saklayacağınıza, hak vaki olunca da mezara götüreceğinize yemin edin. edin. Sessizce edin.” Sekbanbaşı bir adını öne çıktı, yemine önderlik etti. Sekbanlar hep bir ağızdan padişahın isteğini yerine getirdüer. “Vallahi, billahi, tallahi sırrı saklayacağız!..” Alçak sesle ettikleri yemini çukurun üstündekiler duymamıştı. Şafak söküyordu, gün ağarmaya başlamıştı. Sultan Mehmed ile Zağanos Paşa sekbanlara uzun süre talimatlar verdi. Gün aydınlandığında yukarıya çıktılar. Padişahın emrini Zağanos Paşa Paş a yukayukarıda bekleyen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’ya ve Saruhan Paşa’ya aktardı. aktardı. “Sekbanlardan başkası çukura inmeyecek, çevresinde bile dolanmayacak. Soru sorulmayacak.” Padişah talimatlarının tam olarak anlaşıldığına emin olunca atının getirilmesini emretti. Dinlenecek, temizlenecek ve kısa süre sonra dönecekti. “Hocam, Zağanos, Oruç, siz de gidip dinlenin. dinlenin. İkindi İ kindi namazında namazında tekrar burada olalım” dedi. Nazlı nazlı gelen kır atma sevgiyle baktı. Arap atlarına has küçük güzel başını okşadı. Seyisin kavuşturduğu ellerine sol dizini koydu, seyis onu kaldırdı, sağ bacağım atın üstünden geçirerek yum yumuşak uşak Çerke Çerkezz eyerine eyerine otu oturd rdu u. Maiye Maiyetin tinin in de de atlan atlan geti getirild rildi. i. Arazinin tepesine at sürdüler. Tepeden sonrası geniş düzlüktü. 250 kadar sekban padişahm güvenliği için karşılıklı iki sıra halinde dizilmişti. Ortalannda altı Bizanslı atlarından inmiş bekliyordu. Dördü yüksek askeri üniforma giymişti. İki sivil ise İmparator Konstantinos Dragases’in elçisiydi. Padişah onlan tanıyordu, çünkü daha önce de gelmişlerdi. İki elçi ilk gelişlerinde İmparator Konstantinos Dragases’in mesajını getirmişti. Padişah onlarla konuşmamış, sadrazamı görüş türmüştü. türmüştü. Konstantinos, “Sultan bana ait o araziye inşaat yapmak için
20
benden izin almalı” haberini göndermişti. Sultan o zaman, “Bir daha gelirlerse kelleleri gider” diye elçileri ihtar ettirmiş, geri göndertmişti. Atını Atını onlara doğru sürd sürdü ü, aniden aniden mahmu mahmuzlana zlanan n kır kır at haf h afif if şaha kalkarak fırladı. Sultan tam önlerinde atının dizginlerine asüdı. Elçi Elçiler ler korkm korkmuştu uştu.. “Bre ben size haber etmiştim ki, bir daha gelirseniz kelleler gider diye?” Sekbanlara döndü. “Vuru “Vurun n bunların bunların kellesini!. kellesini!..” .” Sekbanlar bir anda Bizanslı altı elçinin başına çöktü, emir bekledi. Dizlerini Dizlerinin n üstün üstünee bastırılmış elçil elçilerti ertitri triyordu yordu.. Sultan Sultan Mehmed’in Mehme d’in gözlerinden gözlerinden ateşler çıkıyordu. çıkıyordu. Aşağılayarak süzdü süzdü onları. onları. “Bir daha affediyorum. Söyleyin kralınız Konstantinos Dragases’e, Dragases’e, ben dilediğimi dil ediğimi yaparım yaparım.. Benim kılıcımın kılı cımın yetiştiği yetişt iği yere yere onun hayali ulaşamaz.” Atının başını tekrar tepe üstüne çevirdi, mahmuzladı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile Saruhan Paşa’yı çağırdı. Az önce verdiği talimatların daha da hızlı yerine getirümesini istedi. Kubbenin bulunduğu çukurun üstü o andan itibaren hasırlarla yapı yapılm lmış ış yük yükse sek k duv duvar arla la çevr çevrild ildi. i. Hisann yapımı geçici olarak durduruldu, tüm kazıcılar gönderildi. Avcı sekbanlardan yeminli 120’si kazı işine verildi. Kısa süre sonra onlar da gönderildi. Sadece 18 Sekbanlar kaldı. 18 Sekbanlar’m Sekbanlar’m çukurda çukurda ne yaptıkları yaptıklarım, m, kubbeli binanın binanın içinde içi nde ne olduğunu ve 18 Sekbanlar’m 18 öküz arabasıyla, ne taşıdıklarını kimse öğrenemedi. Tarih yazıcı Oruç Bey metal kubbeli binayı resmi tarih kayıtlarına geçirmedi. İşe dönmelerine izin verilen kazıcılar inşaat arazisine geldiklerinde hayretler içinde kaldılar. Metal kubbeli bina yoktu, çukur kapa ka panm nmıştı. ıştı. Hepsi tembihliydi, kubbeli kubbeli binayla ilgili ilgi li tek sual sual soranın, kubbeli binadan söz edenin kellesi gidecekti. Kubbeli binanın bulunduğu alana Konstantiniyye topraklarındaki ilk caminin temeli atılıyordu. Cami üstte gözükecek, kubbeli bina unutulacaktı.
31 ağustos 1452, Konstantiniyye
Boğazkesen Hisan 4 ay 16 gün sonra tamamlanmıştı. Böylesine görkemli bir kalenin bu kadar kısa sürede inşa edildiği daha önce görülmemişti. görülmemişti. Hisann yapılması yapılması Sultan Sultan Mehmed’in Mehmed’in Konstanti Konstantinopolis nopolis’i’i fetih planlan içindey içi ndeydi. di. 21 yaşındaki padişah Konstantinopolis Konstantinopolis’i’i 53 günde fethetti. Fatih Sultan Sultan Mehmed olarak olarak anılır anılır oldu. Metal kubbeli bina ve çevresindeki 14 metal sandık sır olarak kaldı. Padişah ve üç maiyetinden maiyeti nden başka sırrı sadece 18 Sekbanlar biliyordu. Fatih Sultan Mehmed’ Meh med’in in sadık muhafızlarından 18 Sekbanlar İstanbul’un fethindeki sokak savaşlarında şehit düştü. Mezarları Saraçhanebaşı ile Şehzadebaşı arasında İstanbul Belediye Sarayı’nın Sarayı ’nın yanında 18 Sekbanlar Sekbanlar Sokağı S okağı’mn ’mn başın başında, da, caminin c aminin yan yanında ındadı dır. r. Mezarlığın Mezarlığın biraz ilerisinde ilerisinde XV. yüzyılda yüzyılda yaşam yaşamış ış “gönül “gönül harabiyetlerinin iyileştiricisi, iyileştirici si, yoldan yol dan çıkmışları yola yol a sokan” Üryani Baba Türbesi Türbe si de yer ye r alır. alır. O sokağa girenler gire nler 18 Sekbanlar’ın mezarlarını ziyaret edebilirler. Ruhlanna el fatiha... 18 Sekbanlar’m şehadetinden soma Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin, Zağanos Paşa, Çandarlı Halil Paşa, Saruhan Paşa ve Oruç Oruç Bey’in Be y’in ölümleriyle ölümleri yle metal kubbeli binan binanın ın sırrı da toprağa gömüldü. Aradan yüzlerce yıl geçti. Boğazkesen’in adı Rumelihisarı olarak değiştirildi. Müze yapüdı, yaz aylarında konserlere, tiyatro oyunlanna mekân oldu. Kimse hisann inşaatı sırasında bulunan metal kubbeli binayı binay ı bilmedi. 2008 yılındaki yılı ndaki bir bi r tesadüfe ka kada dar... r...
Berlin 2008 Bayan Leoni Adelheid öyle bir laf etti ki medya başına üşüşüverdi.
22
“Naziler 1933’te kitapları yakarken oradaydım. Nazilerle ilgili kimsenin bilmediği, anımsamadığı olayları gördüm yaşadım. Bunları yazdım” yazdım” demişti. demişti. 97 yaşındaki yaşındaki Bayan Bayan Leoni Adelhei Adelheid d bu sözleri, yayınevinin yayınevi nin tele te le-vizyon vizyon reklamında söylemişti. Kitabın piyasaya çıkmasına 1 ay vardı. Sadece Alman medyası değil, bütün dünya “kimsenin bilmediği” yakın tarih olaylarının tanığı 97 yaşındaki kadına büyük ilgi göstermişti. Bilinmeyenler neydi? Bauer Yayınevi, Bayan Leoni’nin kitap çıkmadan önce konuş mamasmı istemiş, ilgili maddeyi kontrata koymuştu. Leoni, yayınevinin düzenlediği basm toplantılarında önceden hazırlanıp hazırlanıp kendisine verile ver ilen n konuşma konuşmaları ları yapıyordu, yapıyordu, sorulan sorul an asla yan yanıtlam ıtlamıyo ıyord rdu. u. Yayınevinin taktiği iyi sonuç vermişti, Bayan Leoni Adelheid’m kitabı dünyanın her yanından milyonlarca sipariş almıştı. Heyecan büyüktü. Genç Genç gazet g azeteci eci Teo T eo von Huber, ber, Baya Bayan n Leoni Leon i Adelhei Adel heid’ d’m m torun torunu u Tobia Tobias’la s’la yakın yakın ark rka adaştı. tı. Bay aya an Leoni’yle Leoni’yle ilk kon konuşan şan gazetec gazetecii olmak istiyordu. Torunu Tobias’ m ısrarlarına dayanamayan Bayan Bayan Leoni, yayınevi yayınevinin nin yasağına rağm rağmen en gazetec gazetecii Teo Te o’yla görüşmeyi kabul etti. Tek şartla; söyleşi kitap piyasaya çıktıktan bir gün sonra gazetede yayımlanacaktı. BÖylece Teo von Huber 97 yaşın yaşında daki ki yaz yazarla arla söyleşi söyleşi ya yapa pabil bilen en ilk gazeteci gazeteci ola olaca cakt ktı. ı. Kitabın çıkmasına dört gün vardı. Randevu anı gelmişti. Arkadaşı Tobi Tobias as’la ’la birlik irlikte te eski VVT’sine ine bine inen Teo Teo von von Huber uber çok hey eyec eca anlıy nlıy-dı. Bayan Leoni’nin evine yollandıklarında tatlı hayaller kuruyordu. Nazi döneminin döneminin bilinmeyenleri bilinmeyenleri Baya Bayan n Leoni’nin Leoni’nin belleğindeydi. belleğindeydi. Bütü ütün dünyanın ilgisini hiç yitirmediği Nazi dönemine ait bir bombayı patlatabilirse kariyer kariyer karnesine karnesine yüksek notlar notlar yazılacaktı. yazılacaktı. Bayan Leoni, kitabında yer vermediği tanıklıklan da anlatabilirdi. Onlardan yararlanarak kendisine de kitap yazma imkânı doğardı. Teo düş kuru kuruyo yord rdu u; bir milyon milyon kitab kitabıı satıl satılsa sa vergi verg i har ariç iç 34 milyon euro kazanırdı ama onu mutlu edecek olan kitabının mil yonu yonun n üzeri üzerind ndee okur okur bulm lmas asıy ıydı dı.. Zeng Zengin in aristok aristokrat rat ai ailes lesin inin in bıraktığı ve yüzde 50 ortağı olduğu dev şirketten tek kuruş almadan yaşamını sürdürmeye kararlı ilginç ldşiliğe sahipti. Teo Teo tatl tatlıı düşl düşler erin in heyec heyecan anıyla ıyla Tobias Tobias’ı’ı dirseğiy dirseğiyle le dü dürttü. "Tobi, bu akşam sana Le Boubou’da harika bir ziyafet çekece-
23
Tobia Tobiass güld güldü ü. “Bizim “Bi zim cadı bakalım bakalı m neler anlatacak anlatacak.. 97yaşında oluşuna balo balona, na, beyni 18 yaşındaki bir genç kı kızz kadar kadar tazedir. tazedir. Çok zekidir, dikkatli ol. Gazeteci Gazet eci dümenleri yapıp uyutmaya uyutmaya kalkarsan hemen çakar ve susarak seni cezalandım, ona göre ayağım denk al Teo.” Bayan Leoni Adelheid’a ulaşmak için Teo epey direksiyon sallayacaktı. Bayan Leoni’nin evi Schöneiche bei Berlin’deydi. Kentin en güzel beldelerinden biri olan Schöneiche’nin kuruluşu 6 500 yıl öncesine dayanıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonunda Doğu Berlin sınırları içinde kalmıştı. kalmıştı. Berlin Duvarı yıkılınc yıkı lınca a batıyla birleşen Schöneiche gerçek kimliğine kavuşmuştu. Bayan Leoni Adelheid ancak o zaman aile malikânesine dönmüştü. Bakımsız kalmış binayı onartmış, malikâne savaş öncesindeki görkemli durumuna getirilmişti. Schöneiche, Berlin’in önemli bir kültür kültür merkeziydi merk eziydi ve doğanın doğanın en iyi korundu korunduğu ğu parklarda parklardandı. ndı. Teo ara araba basın sınıı uzu uzun Schöne Schöneich ichee Stra Strass sse’ye e’ye sokt soktu. u. Yolım iki yanın yanında daki ki orman ormanın ın güzel güzelliğ liği, i, insa insan nı kent kent yaşam yaşamını ının n karg kargaş aşası asınndan kurtarıyor dinlendiriyordu. Uzun orman yolundan sonra Bayan Leoni Adelheid’m evinin bıüunduğu Mozart Strasse’ye döndüler. Sokağı yanladıklarında Tobias Tobias üç üç bina bina sonr sonras asını ını işaret işaret edere ederek, k, “İşte şu şu pemb pembee beyaz ev” dedi. Teo önün önünee park park ettiği binayı binayı hay hayranlı ranlıkla kla seyretti. seyretti. Baya Bayan n Leoni’nin malikânesi 20’şer metrelik eşit genişlikteki bahçelerle çevrilmişti, üç katlıydı. katlıydı. Çift kanatlı beyaz kapı binanın ortasınday ortasınday dı. Her iki yanda üçer yüksek pencere vardı. Pencerelerin iki yanı yanınd ndan an süt sütun unla larr iniyor iniyor ve üstler üstlerin inii sütu sütun n başlığı başlığı tarzınd tarzında a yap yapılılmış saçaklar örtüyordu. İlk iki katı beyaz, üçüncü kat pembe renkteydi. Onların üstündeki çatının dar kızıl kiremitleri bakımlıydı. Çatı odalannın pencere çıkmtılan geleneksel Alman mimari tarzının imzasıydı. Balıç e, yanm ya nm metre yüksekliğindeki beyaz be yaz taş duvann üstüne üstüne dizilmiş yine yi ne yarım metre boyunda Akdeniz tipi tombul sütunlarla sütunlarla sokaktan sokaktan aynlıyordu. Berlinli binanın binanın tarzına uyum uyumsuz suz Akdenizli Akdenizl i görüntü görüntüsü sü sonradan sonradan yapıldığını belli ediyordu. ediyordu. Ancak güzel duruduru yord yordu. u. Pembe, Pembe, kırmızı kırmızı ve san bur burun unla ların rınıı gösteren gül goncalan goncalan boyunlarını sütunların arasmda sokağa doğru uzatmıştı. Yine Akdeniz tarzı kemer girişli girişl i bahçe kapısının üstü üstü de sarmaşık gülgülleriyle çevrelenmişti. Mevsim gelmişti, güller açacaktı. Bahçe şimdi de güzeldi ama o güller açtığında herhalde cennete dönü yord yordu. u.
24
Bahçeye girdikten sonra kare biçimindeki taşlardan oluşturulmuş yoldan kapıya yürüdüler. Yolun iki yanındaki çimenler ve çiçek tarhları şaşılacak kadar bakımlıydı. Bayan Leoni’nin bahçıvanı çılgın biri olmalıydı. Te Teo, “Bay “Bayan an Leoni zevk zevk sahibi. ibi. Ev, ba bahç hçee çok ba bakı kım mlı. Hele Hele bahçeye şaştım. Bahçıvan geometri uzmanı olmalı ha... Bir de, ninen Akdeniz’i çok seviyor galiba ki Berlin’e taşımış” dedi. “Öyledir. “Öy ledir. Portof Por tofin ino’ o’da da evi var var.. Zaten Zaten iki haftaya kadar mutlaka mutlaka oraya gider. Bahar aylarım kaçırmaz. Eve girince onun zevkini daha da ha iyi değerlendirirsin.” Tobia Tobiass bun bunla ları rı söyle söyledik dikten ten sonr sonra a çift kan anat atlı lı işlemeli işlemeli beya beyazz kapının züini çaldı. Kapının açılmasıyla birlikte minik bir çığlık duyuldu. “Tobiii... Seni çok özlemiştik.” Bunları söyleyen yaşlı kadm Tobias’a büyük bir sevgiyle bakı yord yordu u. Tobia Tobiass ona ona annesiy esiym miş gibi gibi içte içten n sa sanldı, ldı, kadm kadm da Tobias’ı Tobias’ı evlat şefkatiyle kucaklamıştı. Ayrıldıkları Ayrıldıklarında nda kadm kadm Teo’da Teo ’dan n özür diledi. diledi. “Kusura bakmayın efendim, bir zamanlar kucağımdan inmeyen Tobi Tobi ha hayır yırsı sızın zınıı tam tam dört dört ay aydı dırr görm görmed edim im.. Siz Bay Teodor von Huber Huber olmalısınız. olmalısınız. Bayan Bayan Leoni Leoni sizi bekliyor.” bekliy or.” Teo Teo ne ne diyeceğ diyeceğini ini şaşı şaşırm rmış ışk ken Tobi Tobias as onl onlar arıı ta tanıştı ıştırd rdı. ı. “Bu güzel hanımefendi masal prensesi Sofıe’dir. Annemin ölümünden sonra bana annelik yaptı. Şu evde yaşamının 50 yılını geçirmiştir. Ninem onsuz yapamaz. Ondan başkası da ninemi idare edemez.” “Memnun oldum” diyerek gülümseyen Teo, Sofie’nin elmi saygıyla gıyla sıktı. sıktı. “Salona geçin Bay Von Huber. Tobi, burası senin evin, konuğunu ağırlasana...” Açık pembe renkli mobilyalarla döşenmiş, beyaz vazolar ve çiçeklerle bezenmiş oda iç açıcıydı. Duvardaki orijinal Renoir tablosu çiçek temalı odayı daha da güzelleştiriyordu. Beyaz mermer şöminenin üstündeki duvara eski devlet yöneticilerine ait dört resmi asa konmuştu. Sofie onları oturttuktan sonra, “Ben Leoni’ye haber vereyim” diyerek çıktı. Tobi, hizmetçi Sofie’nin ninesini ilk adıyla anmasının Teo’yu şaşırttığını fark etmişti. “Sofie aslında nineme adıyla seslenir, yabancı konuk geldiğinde ise Bayan Leoni Adelheid der. Şimdi ben varım ya daldı, onun
25
“Çok yalanlar yani...” “Evet. Hizmetçi ve hanımı ilişkisi yoldur aralarında... İki arkadaştırlar. Ancak ninem 97, Sofie ise 74 yaşında ve sağlıklı olduğundan ev işlerini o yönetiyor.” “Tek başına başına mı?” “Yok canım Teo, evde bir aşçı ve iki hizmetçi var. Sofıe’nin kocası Anton alışverişleri alışver işleri yapa yapar. r. Hayran olduğun olduğun bahçenin bahçıvanı odur. odur. Anton An ton klasik bir bi r Alman1 Al man1dır.” Tobia Tobiass sözlerini sözlerini bitird bitirdiğin iğinde de Baya Bayan n Leoni Adelheid salona salona girdi. Karizması müthişti. Teo, onun duruşundan hemen etkilenmişti. Bayan Leoni Adelheid uzun boylu, ince bir kadındı. 97 yaşmda olmasına rağmen dik duruyor ve ağır adımlarla yürüyordu. Teo onun tekerlekli sandalyeyle geleceğini sanmıştı. Elmaslı minik taçla süslediği saçları koyu siyaha boyalıydı. Kaim siyah kaşlarının altındaki 97 yıllık gözler çocuk kadar pırıltılı bakıyordu. Yüzündeki kırışıklar ustaca yapılmış makyajın altına elverdiğince gizlenmişti. Yanaklarına ve dudaklarına hafif pembelik sürülmüştü. Yaşma rağmen etkili olan alımlı hali gençliğinde nasıl bir afet olduğunu ortaya koyuyordu. Kulaklarındaki elmas küpeler ile elmaslı zümrütlü kolyesi zarif bir takımdı. Açık zeytin yeşili üstüne ince gri çizgili ve ayaklarını örtecek kadar uzun kostümüyle Leoni Adelheid geçmişten gelen kraliçeydi. Teo ve Tobia Tobiass onu onu görün görünce ce aya ayağa ğa fırlam fırlamışla ışlard rdı. ı. Tobias Tobias gitti gitti,, elini tuttu, öptü ve sonra ninesine sanldı. Bayan Leoni Adelheid güldü. “Sen cezalısın aslında.. Tam dört ay sonra bu eve geldin. Seni almazdım ama arkadaşına dua et, dedi. Sesi yaşından gençti.” Teo, Teo, aynen aynen Tobias Tobias gibi gibi elini elini öp öptü. tü. Baya Bayan n Leoni Adelheid kendikendisine ait olduğu belli bel li olan yüksek arkalıklı koltuğa oturdu. oturdu. Onlara da oturmaları oturmaları için iç in işaret i şaret etti. “Size ne ikram edeyim?” Sofie kahve ile kek ve pasta servisini yapana kadar Teo ild üç nezaket kelimesinden başka laf edemedi. Sadece, kendisini kabul kabul ettiği için minnettarlığım bildirebildi. Ninenin iyice etkisinde kalmıştı. Servisten sonra Bayan Leoni onu rahatlattı. “Evet “Eve t Bay Von Hube Huber, r, benden neyi öğrenmek öğ renmek istiyorsunuz?” i stiyorsunuz?” Teo heye heyecan canlan landı, dı, otur oturdu duğu ğu yerde dild dildld ldi. i. “Sizinle ilk söyleşiyi yapmak elbette kariyerime önemli katla yapa yapaca cak. k. Bu im imkâ kânı nı verdiğiniz verdiğiniz için size minne innetta ttarım rım.. Kitab Kitabınız ınız
26
hakkında açıklama yaparken, ‘Kimsenin görmediği, bilmediği olayları yazdım’ demiştiniz. Yazdıklarınızın son derece önemli olduğuna olduğuna inanıyorum inanıyorum ve okuma okumak k için i çin sabırsızlanıyorum.’’ sabırsızlanıyorum.’’ “Evet doğru, bütün dünya kitabımı okumak için sabırsızlanı yo yor. Pard Pardon on,, deva devam m edm edm Bay Bay Von Von Hu Huber. ber.”” “Efendim ben diyorum ki... Kitabınıza yazmadığınız bir anınızı bana bana veri verirr misiniz? Böyle Böyl e bir an anıı var mı? Bayan Leoni Adelheid güldü.” “Bravo. Akıllı bir çocuksunuz. Ancak neyim varsa kitaba döktüm tüm. Size maal ma alese eseff bir şey şey kalmadı Bay Von Huber.” Teo uğra uğradı dığı ğı haya hayall kırıklığ kırıklığıyla ıyla kıpk kıpkırm ırmızı ızı olm olmuştu ştu. Nine Nine onun yıkık yıkık hal halin inii hem hemen en anlad ladı. “Bak yavrum şu resmiyeti kaldıralım. Sana bundan böyle Teo diyeceğim... Tamam mı?” “Memnun olurum efendim.” “Pekâlâ, sana kitaptaki konulardan birini veririm, kitap çıktıktan bir gün sonra gazetede yayımlarsın. Bak Tobi fotoğraf da çekiyor. İkimizi baş başa gösteren fotoğrafı da eklersin yazıya... Basın toplantısına kadar medyanın önüne çıkmayacağıma göre harika bir gazete gazetecili cilik k yapmış yapmış olurs olursu un. Bayan Bayan Leoni Leo ni Adel A delhei heid’l d’la a ilk ve son röportaj dersin dersin.. Nasıl? İşte sana sana rekor rek or kariyer puanı...” puanı...” Teo Teo sevinçle sevinçle ayağ ayağa a ka kalktı lktı,, nin ninenin enin elle ellerin rinee sarıl sarılar arak ak öptü. tü. “Size nasıl nasıl teşekkür teşekkür edeceğimi ede ceğimi bilemiyoru bi lemiyorum m efendim.” e fendim.” “Tamam tamam heyecanlı adam, abartma canım. Nihayet kitaptan ild sayfa koparıp vereceğim” diyen nine, Tobi’ye döndü. “Bu kadar çektiğin yeter, fotoğrafçılığına güvenin mi yok?” Tobi otu oturu rurk rken en güldü ldü. “Güzelliğinizi tespit etmeye doyulmuyor efendim.” “Hadi oradan dalkavuk sen de.” Nine çok sevdiği limonlu kurabiyeye uzanırken Tobias arkadaşına fısıldadı. “Tatmin oldun mu?” “Elbette, sağ ol Tobi.” Bayan Leoni bu arada Sofıe’ye seslendi. “Kitabın dördüncü bölüm kopyalarının dosyasını getir Sofie.” Gelen dosyadaki sayfalan büyüteçle inceleyen Bayan Leoni dört yaprağı ayırdı. ayırdı. “Al Teo, bu bölüm hay hayli li çarp çarpıcıd ıcıdır. ır. Sofie bir zarf za rf getir!..” getir!.. ” Teo okum okumak ak için deli deli oluyo oluyord rdu u am ama a nezake nezakett gereği gereği sayfal sayfaları arı zarfa koymak zorunda kaldı. Nineye tekrar teşekkür etti. “Bana “Bana büyük büyük bir iyili iyilik k yaptınız.”
27
Bayan Leoni eliyle bir şey değil gibilerden işaret yaptıktan sonra durdu, biraz dikleşti. “Bakın aklıma bir anı geldi çocuklar. Şimdi geldi... Bunu kitaba yazm yazmad adım ım.” .” Teo Teo heye heyeca canla nlanm nmışt ıştıi ıi “Anlatın lütfen lütf en efendim. ef endim.”” Çok Çok şanslı günün günündey deydi. di. 97 yaşmdaki kadının gözleri daldı bir an, hafifçe gülümsedi, anılar canlanmıştı. Akıp geçen o anları gözlerinin önüne getiriyordu. “Iütaplann “Iütaplann yalol yal oldığ dığıı 1933 yılmda yılmda babam Berlin Berli n Kütüpha Kütüphanesi nesi Yönetim Kurulu başkaraydı. Kütüphaneyle bütünleşmişti; binlerce kitap, vücudundaki hücrelerdi sanki... Nazi yönetimi geldiğinde babam babamıı görevden görevden yine Schöneiche’de Schöneiche’de bu evde oturuyord oturuyorduk uk.. Ailemi Ai lemizzde çok kişi kişi beledi belediye ye başkanlığı başkanlığı yapm yapmıştı. Şöminenin Şöminenin üstündek üstündekii asalar onlara aittir. Adelheid ailesi vatanseverdir. Babam Nazi olmamakla beraber komünist de değildi. Rosa Luxemburg ve Liebknecht’in fırtına gibi estiği dönemlerde diğer entelektüeller gibi komünizme yal yala anlaşm laşma amıştı ıştı.. Naziler Naziler bu nede nedenl nlee bab babam amıı kara ara liste listeye ye alm lma adıla ılar. Babam da işini iyi yapıyordu. Aman kitaplarına dokunmasınlar da, başka endişesi yoktu. Ne yazık ki babamın rahatı çabuk kaçtı. Çünk Çünkü ü Propaganda Propaganda Bakanı Goebbels, ‘Alman kültürü kültürü temizlenmeli, temizl enmeli, Yahudi Yahudi yazarların yazarların Alman Alman ruhu ruhunu nu yozlaştı yozlaştıran ran kitaplarından kurtulu kurtulun n malıdır’ malıdır’ diyordu. 1933 yılını yıl ının n nisan nisan aymd aymdaydık, aydık, Alman Öğrenci Öğrenciler ler Birliği yayınladığı bildiride şöyle diyordu: ‘Birleşik Alman ruhunu bozan kitaplara karşı Sauberung 2 operasyonu şarttır.’ Gençler ‘aykırı’ gördükleri kitapların yakılmasını öneriyorlardı. Yahudi literatürünün Alman dilinin safiyetini kirlettiğini ve Yahudi yazarların bunu bunu bilerek bilerek yaptıklarım yaptıklarım ileri ile ri siirmekteydü siirmekteydüer. er. Mayıs Mayıs başında elemeden geçen sakıncalı 25 000 kitap babamın kütüphanesinden alınarak Bebelplatz’da yakıldı. Buna ‘sembolik’ diyorlardı, yakılacak milyonlarca kitap vardı. Babam çok rahatsız olmuştu, kara listeye alınan Bertolt Brecht, Erich Maria Remarque, Lion Feuchtwanger, Alfred Kerr ve saymakla bitmez daha niceleri... Amerikalı yazarlar Emest Hemingway ve Helen Keller... Sonra Yahudi Kail Marx, Sig mund und Freud, Freud, Maxim Gorky, Gorky, Heinrich Heinri ch Heine ve v e Walter Rathenau Rathenau gibi yaza yazarl rla arın rın birçok birçok eser eserii Berli Berlin n Kütüp tüphan anes esi’n i’nd deyd eydi. Bab abam amın ın kork orktutuğu günlerin ikmcisi de geldi. Berlin Kütliphanesi’nden toplanan kitaplar bu kez Berlin Üniversitesi Önünde yaküdı. Kitap yakma törenleri çığımdan çıkmış, ilkel ayinler halini almıştı. Bandolar geli yo yor, milli milli dan danslar lar yap yapılı ılıy yor, or, tören törenler leree Nazi olm olmaya yan n profe profesör sörler ler ve öğrenciler korkudan katılıyordu. Bizim SchÖneiche’nin nüfusu o 2. Almancada, "temizlik”.
28
yılla yıllarr 5 000 kadardı. Beld Beldem emiz izde de 17 170 Yahudi yaşardı. Ya Yahudi komşuşularımızdan Janos Klein babamın asistanıydı. Ateşli bir delikanlıydı, genç yaşta evlenmişti, kansı Leah hikayeciydi, iyi bir yazardı. Üç küçük küçük çocukları vardı. vardı. Onlan ailece ailece severdik. severdik.”” Tobi Tobias as bura burad da nine ninesi sini nin n sözü sözünü nü kesti. ti. “Özür düerim ama Teo’nun işi var, gazeteye yetişmesi gereki yo yor, gelecek gelecek ziya ziyaret retind indee bu bu güze güzell anıla anılan n din dinle ler. r.”” Teo hem hemen atı atıld ldı. ı. “Hayır hayır, harika anılar bunlar, günlerce sürse de dinlerim.” Bayan Leoni, torununa ters ters baktıktan sonra devam etti. “Janos, Yahudi karşıtı eylemlerin artışından endişeliydi. Berlin Kütüphanesi kitaplan o sırada durmadan sansürden geçmekteydi. Yakmak için yine epey kitap ayırmışlardı. Babam ve Janos kahroluyordu kahroluyordu.. 10 mayısta büyük büyük kitap yakma töreni töreni yapılac yapılacağın ağınıı üan ettiler...” Burada susan Bayan Leoni gülmeye başladı. “10 mayıs günü komik bir şey oldu, onun için gülüyorum. Nazi öğrenciler, SS’ler kitapları meydanlara yığmıştı. Sadece Berlin’de değil, tam 21 üniversite kentinde... Fakat gelin görün ki, o gün bütün Almanya’ya sağanak yağmurlar yağdı. Kitaplan yakamadılar, komik duruma düştüler. O gece Janos, kansı ve çocuklarını alarak bize geldi. Çok endişeliydi, Tahudileri toplayıp çalışma kamplarına kam plarına atacak atacaklarm larmış, ış, böyle böyle bir projeyi proje yi bizim bizim cemaatten ba bazı zı lan duymuş’ dedi. Almanya’dan kaçmak istiyordu. Babam nereye gitmek istediğini sordu. Janos, ‘Türkiye’ye İstanbul’a’ dedi. Hepimiz şaşırdık. şaşırdık. Çünk Çünkü ü kaçan kaçan Yahudilerin Yahudilerin pusulası pusulası hep Ameri Ame rika ka ve ve İngiltere’yi gösteriyordu. Ben 1933 yılında 23 yaşındaydım, her şeye aklım eriyordu. Ayrıca Nazi rejimine karşıydım. Babama ‘Kaçmasına yardımcı olalım, Janos haklı, başlanna kötü işler gelebilir’ dedim. Babam, annem, ben ve Janos’la kansı Leah kaçışı organize organize etmek etmek için için düşünmeye düşünmeye başladık başladık.. Babam Janos’a Janos’ a, ‘Sana bazı çok değerli elyazmalan vereceğim onları da götür’ dedi. İslam bilginlerinin elyazmalannı Naziler Nazilerden den kurtarmak kurtarmak istiyordu istiyordu.. Şimdilik ırkçıların gözlerinden gözleri nden kaçm kaçmıştı, ama mutlaka mutlaka İslam dündün yası yasını nın n yaz yazar arla ları rı da kar kara a listeye listeye girec girecek ekti. ti. Türkiye’ Türkiye’ye ye gideceğine gideceğine göre, İslam ülkesinde elyazmalan güvende olacaktı. Türki Tü rkiye’nin ye’nin o dönemdeki lider li derii Atatürk bir bi r düny dünya a savaş savaşıı da daha ha çıkacağım, çıkacağım, fakat Türldye Türldye’n ’nin in tara tarafsı fsızz kala kalaca cağım ğım söy söyle lem mişti. işti. 1933 yılın yılında da,, o tari tariht htee albay olan ünlü Amerikalı kumandan Mac Arthur Ankara’da Atatürk’l Atatürk’lee konuştuklarını konuştuklarını Caucasus dergisine dergisine yazm yazmıştı. ıştı. Türk T ürkiye iye’nin ’nin
29
kesinlikle inanıyorum’ demiş ve eklemiş: ‘Bu savaş Almanya ile İngiltere ve Fransa arasında, Birinci Dünya Savaşı’nm rövanşı olacaktır. Yeni silahlarla çok can alacak bu savaşa Türkiye katılmayacaktır.’ Atatürk’ün sözlerini sözler ini çok net n et hatırlıyorum. hatırlıyorum. Çünk Çünkü ü Caucasus dergisindeki bu söyleşi Almanya’nın entelektüel çevrelerinde yankı yankı yapm yapmışt ıştı. ı. Hitler Hitler söyleşi söyleşiyi yi okuy okuyun unca ca dergiyi dergiyi toplat toplatmı mışş ve okunmasını yasaklamıştı. Çünkü Atatürk şöyle demişti: ‘Savaşı Hitler kaybeder, ancak galip ülkelerin Sovyetler’i fazlaca destekleyip Almanya’yı ezmesi Rusya’yı Avrupa’nın kalbine yerleştirir.’ Bizi de en çok etkileyen etki leyen şu son sözlerdi. sözlerdi. O tarihte tarihte Almanya’da Al manya’da çok tartıştık. Sonuçta Atatürk haklı çıktı, tam söylediği tarihte savaş çıktı, savaşı Hitler kaybetti, Stalin’in Rusyası Berlin’i ikiye bölerek Avrupa'nın kalbine kalbi ne yerleşti. yerleşti . Atatürk’ün yorum yorumunu unun n dikkatleri dikkatl eri çektiği 1933 yılında Türkiye yolculuğuna hazırlanan Janos Klein elyazması kitaplar ve İslam literatürü konusunda önemli bir uzmandı. Kitaplara tutkundu. Babamın önerisine sevindi. Elbette bir sorun vardı, kaç tane kitap götürebilirdi ve hangi yoldan kaçacakt caktı. ı. Janos Janos,, ‘Hamburg’da ‘Hamburg’dan n Türkiye’ye gidecek gidec ek bir gemiye binecebinece ğim’ dedi. ‘Amerikan, İngiliz, Fransız, Norveç, İsveç, Portekiz veya Türk bandıralı gemilerin Yahudüeri aldığını’ söyledi. Kendisiyle birlikte Almanya’dan kaçmak isteyen Hamburg’daki akrabası Oswald, Oswald, ‘Türkler ‘Türkle r bizi kaçırmaktan korkmaz. korkmaz. Önce Türk gemic gem iciilerle anlaşmaya çalışacağım’ demiş. Planı zor gözüküyordu ama Jan Janos os Klein Klein her ihtim ihtimali ali denem denemek ek zoru zorund nday aydı dı.. O yıl Yahud Yahudile ileri rin n seyahat etmesi henüz kontrole bağlı değildi. Janos babamın verdiği kitapları ufak valizine koyarak Hamburg’a trenle taşıdı. Limandaki gemi nakliyatı şirketinde çalışan akrabası kitaplan depolarında gizliyordu. Babam bir yolunu bulup Janos’u Hamburg Kütüphanesi’ne tayin ettirdi. Ailece oraya gidebilir, bütün eşyalanm da taşıyabilirlerdi. Berlin’deki son gecelerinde biz de bu evde yemek yedik. Babamın en çok merak ettiği şey neden ısrarla İstanbul’a gitmek g itmek isteyişiydi. i steyişiydi. Janos Janos güldü: güldü: ‘7 Akbaba’mn sırrmı öğreneceğim, Davud Peygamber’in yedi kollu şamdanım cemaatimize armağan edeceğim, altın sandığı çıkaracağım. Yüzyıllardır aranan Bamabas İncili’ni bulacağım’ dedi. Ne demek istediğini tam anlamamıştık ama hepimiz merak etmiştik. Janos açıkladı: ‘Kütüphane’de 1491 adlı elyazması elyazması bir eser var. var. 14 1491 91’de ’de yazılmış. Oruç Bey adlı Osmanlı İmparatorluğu İmparatorl uğu resmi tarih yazıcısının eseri... İspanya 1492’de Yahudileri kovmuştu. Yahudileri topraklarına kabul eden Türkler olmuştu. Bu neden-
30
le 1491 isimli kitap ilgimi çekti. Bir Türk tarihçi büyük Yahudi göçünden bir yıl önce neler yazmıştı, Osmanlı İmparatorluğu’nda o çağın yaşamı nasıldı merak etmiştim. Kitap Arap harfleriyle Türk Türkçe çe yaz azıl ılm mış. ış. Anca Ancak k Alman Almanca ca çevir çeviris isin inin in iki iki nüshası bizim bizim kütüphanede bulunuyor. Üstat Lukas Koch’un çevirisi olduğu için lötabagüvendim. lötabagüvendim. Okudukçaü Okudukçaügim gim artt arttı. ı. Or Oruç uç Bey, Bey, Konstanti Konstantinopoli nopolis’i s’i fetheden Fatih Sultan Mehmed’in tarih yazıcısıymış. Kitabının bir bölüm bölümünde, ünde, Fatih’in Fatih’in İstanbul’u fethetme fethetme planındaki planındaki hisarın yapımı sırasında bulunan esrarengiz binayı anlatmış. O esrarengiz binaya Fatih ve iki iki paşayla birlikte birlikte girmiş Oruç Oruç Bey Bey.. Kendilerinden Kendilerinden başka kimse binaya sokulmamış, kimseye binanın içinde neler bulunduğu anlatılmamış. Çünkü Fatih Sultan Mehmed bu binadan söz edilmesini yasaklamış. Sultan 1481’de öldükten sonra 1491’de Oruç Bey bu kitabı yazmaya cesaret edebilmiş. Gördüklerinin, bildiklerinin tarihe geçmesini istemiş.” Bayan Leoni burada burada bir bir soluk aldı. aldı. Sonra anlatmaya devam devam etti. “Bunları nasıl anımsadığımı merak edersiniz; Janos anlatırken babam ilgüenmiş, notlar almamı istemişti. Yazdıklarım beni de etkilediği için sonra defalarca okudum. Belleğimde hayli kırıntı kalmış. Oruç Bey kitabında, binanın içindeki 7 Akbaba heykeli olduğunu yazmış... Notlarımı savaş sırasında kaybettiğim için Jan Janos’u s’un an anla latt ttık ıkla ları rını nın n yüzd yüzdee yüzün zünü ak aktar taram amıy ıyor orum um şim imd di... i... Kıymetli taşlarla süslenmiş akbaba heykellerinin göğsündeki veya ve ya kaidesindeki kaidesindeki levhalarda levhalarda hiçbir hiçbir dile benzemeyen yazılarla bir şeyler yazılıymış galiba... 7 Akbaba’nm bulunduğu binanın ortasında bir bi r süt sütun un varmış. Sütunda Sütundaki ki yazıları yazıları Fatih Fatih Sultan Mehmed’ Mehme d’in in hocası olan Akşemseddin adlı bilgin fark etmiş. O yazılar Latince Latince’ym ’ymiş. iş. Akşemseddin Akşemseddin ve Fatih Sul Sultan tan Mehmed Latince bilirbilirmiş. Yazıyı okumuşlar. Levhalarda kıyametten, insanlığın geleceğinden söz ediliyormuş. Kıyametin tarihi konusu beni etkilemişti zaten... Metal kubbeli binayı kimin yaptığını, ne amaçla yapıldığını, neden o arazinin seçildiğini ve nasıl toprağa gömüldüğünü bir türlü çözememişler. Janos bunları anlattıktan sonra, ‘Oruç Bey’in eserinin bundan bundan sonrasını sonrasını okuyam okuyamadım adım.. Kütüphaneye Kütüphaneye koyduklar koyduklarıı Nazi gözlemcilerden çekindim, Yahudi olduğumdan, gözleri üzerimdeydi. Dikkatlerini kitaba çekmek istemedim. Türkiye’ye gittikten sonra umarım ki okuyacağım’ dedi. Janos’a sordum, ‘Altın
31
rum.’ Janos’un başka neler söylediğini 75 yıl sonra anımsamam zor... 0 anlattı bir şeyler daha, sonra hepimiz şakalaştık, Janos’a ‘hazine avcısı’ diye takıldık. Ertesi sabah Janos ve ailesi trenle Hamburg’a gitti. Eşyalarının arasına yine değerli elyazmalan gizlenmişti. lenmişti. Bir ay kadar sonra Jano Janoss ve kansı Leah’ın Leah ’ın çocuklanyla çocuk lanyla birlikte Hamburg’dan bindikleri Panama banchralı bir gemiyle Türkiye’ye Türkiye’ye kaçab kaçabild ildikle iklerin rinii öğren öğrendi dik. k. Sonr Sonra a onla onlard rdan an hiç haber haber alamadık. Almanya karanlıklara sürükleniyordu. Savaş çıkacağı belliydi. Yahudi!er toplanarak kamplara götürülüyordu. Savaş sırasında yakıldıklarını duyduk. Aklımıza o zaman Heinrich Heine’m 1821’de söylediği söyl ediği söz geliyordu: geliyordu: ‘Eğer bir yerde ye rde kitapları kitapları yakıy yakıyorl orlars arsa, a, orada orada enind enindee sonu sonund nda a insan insanlan lan da yak yakac acak aklar lardır. dır.’’ Naziler, Heine He ine’ın ’ın 100 yıl önce yazdığı kitapları ki tapları da yakmışlardı. yakmışlardı. Heine ise, Nazi vandallığmdan 110 yıl önce bu sözü söylemişti. Sonra savaş felaketi geldi malum... Savaşın acılan bize Janos Klein Klei n ve ailesi ai lesini ni unutturm unutturmuştu uştu bile... 1933 yılını yılının n sonundaki veda ved a yemeğim yemeğimizden izden beri Jano Janoss Klein Klein ve ailes ailesini ini ne görd gördüm üm,, ne de onlardan bir haber alabildim...” Frau Leoni Adelheid’ın bunlan anlatırken zaman zaman gözleri buğulanmıştı. “İşte böyle bö yle delikanlı” deli kanlı” dedi Teo’ya. Teo’ya. “Belki bu hikâye işine yara yarar. r.”” Teo büyü büyülen lenmi mişç şçesi esine ne dinl dinlem emişt işti. i. İlginç İlginç bir an anıyd ıydı. ı. Bayan ayan Leoni’nin bütün anlattıklarını teybine kaydetmişti. 97 yaşındaki saygıdeğer hanımefendiye hanımefendiye defalarca teşekkür teşekkür ederek edere k evden ayrılayrı ldığında çok heyecanlıydı. Tobias da ninesine teşekkürler etmiş, yana yanakl klar arın ında dan n defalarc defalarca a öpm öpmüştü ştü. Köhne VWye bindiklerinde Tobias arkadaşının yakasına yapıştı. “Sözünü “Sözünü unu unutm tma, a, doğru Le Boubou’ya Boubou’ ya gidiyoruz. gidi yoruz.”” “Tamam dostum dostum.. Seni üç akşam üst üste üste o lokantaya lokant aya götürebigötüre bilirim.” Le Boubou Restaurant, Kurfuerstendamm 31 numarada, FransızBatı FransızBatı Afrika Afri ka mutfağının kaliteli lokantalanndan... İsmini Afrika dilinde Boubou denilen işlemeli uzun entarilerden almış. Teo üe Tobi loka lokant ntan anın ın camlı camlı ön bölüm bölümün ünde de oturma oturmak k istiyo istiyorrlardı lardı ama orası orası doluydu doluydu.. İçeri İ çeri geçtiler geçtil er boş masa yoktu. yoktu. Teo Te o çevreçevr e ye bakın bakınırk ırken en omzu omzuna na biri biri do dokundu. du. “Merhaba eski dost. İki kişisiniz değil mi? Bekleyin burada.” Boubou’nun hızlı garsonu Senegalli İdrissa bunlan söyledikten sonra gözden kayboldu. Biraz sonra sesleniyordu.
32
“Hey gazeteci, bak buraya!..” Arka taraflarda iki kişilik bir masa ayarlamıştı İdrissa. Teo Teo hem hemen beyaz beyaz şar şarap iste isted di. Heye Heyeca can n için içinii ya yak kmıştı ıştı,, soğu soğuk k şaraba şaraba deli gi gibi bi susam susamıştı. ıştı. Birer Birer kadeh içtikt içtikten en sonra Boubou’ Boubou’nu nun n spesiyalitesi sıcak füme uskumru gelince heyecanları yatışmıştı. Bayan Bayan Leoni Leoni Adelhei Ade lheid d onunla onunla ilk defa defa karşıla karşılaşan şan Teo’ Teo’yu yu etkileetkilemişti. “Sana çok teşekkür ederim Tobi. Büyükannen muhteşem bir hanımefendi. Verdiği doküman ve anlattıkları yaşamımı etkileyecek kadar önemli.” Teo Teo ileriyi ileriyi doğr doğru u görmüştü. tü. 97 yaşı yaşınd ndak akii ka kadı dın nın an anla latt ttık ıkla ları rı kaderinin şaşmaz takvimini belirleyecekti. Tob Tobia iass da ar ark kad adaş aşıı kad kada ar mutlu tlu olm lmu uştu. tu. “Ninemin kitabı üzerine aldığın bilgilerle bomba patlatacaksın şanslı kerata...” “Sonra da konuyu kitap yaparım; ‘Janos’un Hâzineleri’... Bak Tobi Tobi ikim ikimizin izin ailes ailesii de de çok varl varlık ıklı, lı, am ama ben ben ism ismim imin in şirket şirket levhalevhasında değil, kültür tarihinde kalıcı olmasını istiyorum...” Tobi Tobias as on onun elin elinee dostç dostça a vurdu, kade kadeh hini ini ka kaldır ldırd dı, “Çok uçtun uçtun Teo am ama a yazı dizin çok ç ok tutu tutulu lur, r, buna kesinli kesinlikle kle inanıyorum nıyorum.. Hadi başarma başarma içelim içel im şanslı şanslı çocuk. çocuk.”” Kadehlerini masaya koyduklarında Tobi parmağını Teo’ya doğru doğru uzattı. uzattı. “Seni uyarayım, ninemin anlattığı Janos Klein’m İstanbul ve akbaba rüyaları üstünde durma... Aptalların bile inanmayacağı masallara kanmış Janos... Belki o yıllardaki Nazi korkusundan her Yahudi gibi aklı başından gitmişti. Bunlan yazmaya kalkarsan kariyerin çizilebilir, alay konusu olursun. Sakın hayal peşinde koşma, gerçeklerle gazetecilik yap. Janos’u ve akbabalan unut.” Teo Teo dü düşündü, Tobi Tobias as doğ doğru ru söyl söylü üyord ordu. “Haklısın dostum dostum,, Bayan Bayan Leon Leoni’i’nin nin kitabından verd verdiğ iğii bölümler bölümler zaten kariyeri kariyerime me büyük katkı katkı yapacak...” yapacak...”
Tobi’yi Tobi’yi evin evinee bıra ıraka kan n Teo Teo kend kendii evin evinee yollan yollanırk ırken en mutlu tluydu. Yorgunluktan şikâyet eden VW motorunun dırdırına aldırmadan yüks yüksek ek sle rk söyl söylü ü rd . Ufak Ufak bekâ bekâ da dair ir in girinc girinc ilk işi işi
33
çekti. Önce zarftaki dört sayfayı sayfayı okudu okudu.. Bayan Leoni ona çarpıcı bir bölümü vermişti. Bölümde, Nazi kamplarındaki tıp araştırmalarının bilinmeyen yönleri yönlerini ni anl anlatm atmışt ıştıı Bay Bayan an Leon Leoni. i. Özellikle Auschwitz kampında Dr. Eduard Wirths’in yönetiminde insan üstünde yapılan denemeleri kampta görevli bir doktordan dinlemişti. Birinci ağızdan edindiği bilgiler gerçekten bugüne kadar yayımlanmamıştı. Teo’nun haberi de, Bayan Leoni’nin kitabı da etkili olacaktı. Sonra teybi açarak dinlemeye başladı. Bir defayla tatmin olmadı. Bayan Leoni’nin anlattıklarını iki kez dinledi. Başa sardı teybi, Oruç Bey’in 1491 adlı kitabı takılmıştı takıl mıştı akim akima... a... Tobias’m Tobias’m;; “Masa “Masalla llarla rla uğra uğraşm şma a gazetecili gazetecilik k kariye kariyerine rine zara zararr verebilir” uyarısına rağmen kitaptaki gizemli olaylar Teo’yu çekmişti. Esrarengiz kubbeyi ve 7 Akbaba’yı merak etmeye başlamıştı. Kitabı okumanm ne zararı olacaktı, bir göz atmalıydı. Jan Janos ne demiş emişm miş: iş: “Kit “Kita abın Alma Almanc nca a çevi çeviri risi sind nden en üd nüsha sha var. var.”” Kitap hâlâ Berlin Kütüphanesi’nde olabilir miydi? Bu düşünce kafasına girince uykusu kaçtı, sağa sola dönerek sabahı zor etti. Ertesi sabah VW’sini kütüphanenin bulunduğu Potsdamer Strasse’ye sabırsızlıkla sabırsız lıkla sürdü sürdü.. 1661 yılında yılı nda yapılmış tarihi binaya girdiğinde kütüphane henüz açılmıştı. Dünyanın en zengin kütüphanelerinden Staatsbibliothek zu Berlin’de acaba Oruç Bey’in 1491 adlı ldtabmı bulabilecek bulabil ecek miydi? miydi? Danışmaya elyazmasmdan çevrilmiş bir kitabı aradığım söyledi. Memur, Oriental Literatür bölümünün yerini tarif etti. Teo doğrudan bölüm başkanma giderek kendisini tanıttı ve gazetesi için bir araştırma yaptığmı söyledi. Oriental ve Elyazmalan Bölüm Başkanı Alois Friedhof nazik bir adam adamdı. dı. Universitat Universitat der Künste Künste Berlin’de3 profesörmüş. Elyazmalan uzmanlığı yanında “Zamana Bağlı Medya” dersleri veriyormuş. Teo ne arad aradığ ığın ınıı söyleyinc söyleyincee Profesör Friedhof asist asistan anım ım çağı çağırrdı. Asistan “pöti” denilen tiplerden ufak tefek ama bütün hatları düzgün son derece güzel bir kadındı. Profesör tanıştırdı. “Uzman asistanım Bayan Lara Grabovvski, gazeteci Bay Teo von Huber. Bizim sevgili Laramız elyazmalan ve antik semboller konusunda dünyadaki uzmanlar arasında ilk üçe girer.” Lara utanır gibi oldu. “Lütfen profesör, ama ayrıca teşekkür ederim” dedi, sonra Teo’ya dönd döndü ü. 3. Berlin Sanat Üniversitesi.
34
“Pardon Bay Von “Pardon Von Hub Huber, er, sizinle tanıştığıma memn memnun un oldum.” oldum.” Teo ile Lara Lara tok toka ala laşştıla tılar. r. Genç enç adam adam biblo biblo gi gibi bi ka kadı dına na hayr yra an olmuştu. Profesör, Lara’ya ne aradıklarını söyledikten sonra, “Aramayı burada yaparsan yaparsan Bay Von Von Huber de görür görür”” dedi. Lara, bölüm başkanının odasındaki bilgisayarda kitabı arama ya başla lad dı. “Oriental kitaplar bölümünde 40 000 elyazması ve bunların Almanca çevir çev irile ileri ri var” diyen Lar Lara, a, Oruç Oruç Bey 1491, Oruç Bey adlı adlı kitabı ararken Profesör Friedhof kahve ikram etti. “Aramamız uzayabilir, kütüphanemizde varsa elbette bulacağız. Bir tek endişem var, eskinin kitap yakma törenlerine kurban gitmesinden gitmesinden korkarım.” “ 1933 kitap yakma faciası faciasını nı söylüyorsunuz herhalde.” herhalde.” “Evet. “Evet. O dönemde, dönemde, 1933 33’te ’te Berlin Berlin Kütüphanesi Kütüphanesi’n ’nden den 25 25 000 kitap alınmış ve Bebelplatz’da törenle yakümış. Sonra iki kez daha kütüphaneden büyük miktarda kitap gasp edildi ve yakıldı. Birçok değerli kitap kitap yok artık.” artık.” Profesörün sözleri Teo’yu endişelendirmişti. Bir Türk yazarın 1491’de yazdığı kitabm tercümesi Nazilerin öfkesini çekebilir miydi? “Sadece Naziler değil efendim. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu kütüphanedeki 3 milyon kitap kaçırıldı. Bombardımandan kurtarmak için kaçırılan 3 milyon kitap 30 manastıra dağıtüarak saldandı, Savaş bittikten ve kütüphane onarıldıktan sonra geri getirildi. İşte o kaçırmalar, götürüp getirmeler sırasında kazaya uğrayan kitaplar oldu. Kitaplan kaçıran kamyonlar bombalandı, uçurumla uçurumlara ra devrildi, devrildi, kitap sandıkları sandıkları nehirlere nehirlere döküldü, döküldü, dağa taşa dağıldı.” “Aradığım kitap da kaybolanlar arasında olabilir diyorsunuz yani yani profesör?” “Olmama “Olmamasını sını dilerim.” dilerim.” “Ben de...” Kitabı bulamamak endişesi Teo’nun tadım kaçırmıştı. Önüne bakarak sustu. Profesör onu anlayışla izledi. Bir kitap meraklısının heyecanl heyecanla a aradığı aradığı bir bi r eseri eseri bulamam bulamaması ası üzücü üzücü olurdu. olurdu. Profesör Friedhof onu oyalamak için sordu. “Başka “Başka aradığınız eser var mıydı?” mıydı ?” Teo “hay “hayır” ır” diyecekti diyecekti ki, Lar Lara a onla onlara ra döndü. “Burada "1491, Oruç Bey ” diye bir kayıt var. Açıyorum şimdi.” Te gibi profesör de he nla bilg bilgis is ba gi i. is
35
“Evet, böyle böyl e bir bi r elyazması kitap kitap varmış. varmış. Ama Am a savaştan savaştan önce varmış. 1930 1930’dan ’dan önceki önceki kayıtlarda kayıt larda kitap kütüphanede gözüküyor. Savaşm bitiminde kitaplar manastırlardan toplandıktan sonra yapılan sayımlarda 1491, Oruç Bey adlı adlı elyazması kitap ne yazık ki bulunam bulunamam amış. ış. 1946 yılının ocak ayında tutulan zaptı dönemin kütüphane başkam Bay Waldemar Adelheid imzalamış.” Teo bu ismi ismi duy duyunca, nca, “Baya “Bayan n Leoni Leoni Adelheid’m Adelheid’m bab babas ası... ı...”” dedi içinden. Lara devam etti. “1491, Oruç Bey adlı elyazmasımn kütüphanede iki çevirisi varmış. Lukas Koch tarafından Almanca’ya çevrilmiş.” “Evet “Eve t evet...” dedi Teo heyecanla. heyecanla. “Çevirilerden biri kayıtlarımızda görülüyor.” “Yani?” Lara gülerek gülere k Teo’ya Teo ’ya baktı. baktı. “Yani “Yani sizi o kitaba götürebilirim.” Kadını Kadını sarılıp öpmemek ö pmemek için Teo kendini zor tuttu tuttu.. Pro P rofes fesör ör de memnundu. “Eh gözünüz aydın Bay Von Huber. Düerseniz Lara sizi hemen kitabınıza kavuşturu kavuşturur.” r.” “Lütfen profesör, bir an önce kitabı görmek istiyorum.” “Düediğiniz zaman bana geliniz. Danışma vesaire, ne dilerseniz” dedi profes pro fesör ör Teo’yu Te o’yu uğurlark uğurlarken. en. Teo da da defalarca defalarca teşekk teşekkür ür etti etti,, profesöre kart kartım ım verdi ve onu onunnkini de aldı. Lara, profesörün verdiği anahtar kutusu elinde önden yol gösteriyordu. riyordu. Kitabı bulmak kadar kadar önündeki önündeki Lara’mn zarif zar if bir vazoyu v azoyu andıran vücudu da Teo’yu heyecanlandırıyordu. Yaklaşık 1,65 boyundaki Lara kısa siyah saçlıydı. Vücuduna tam oturan açık gri mavi tayyörü bu güzel biblonun tüm kıvrımlarını sergiliyordu. İncecik belinin bel inin altında genişleyen kalçaları ve dizinin az üstündek üstündekii eteğinin seyretmeye izin verdiği ince bileklerine uzanan bacakları Teo’yu Teo’yu büyü büyüle lem mişti işti.. Göz Gözü, ü, Lara Lara’n ’nın ın sert sert adım adımlar larıyl ıyla a ritmi ritmik k oyna oynaya yan n kalçalarındaydı. Nerelerden geçtiklerini bile anlayamadı. “İşte burası!..” diyen Lara’mn sesiyle kendine geldi. Önünde durdukları kapının üstünde “Özel Bölüm” yazıyordu. Lara anahtarıyla kapıyı açtı. Dolaplarla dolu büyük bir odaya girdiler. Odadan çok salon denmeliydi buraya... Temiz ahşap dolapların hepsi camekânlıydı. Bir köşede rutubet çeken makine vızüdıyordu. Ortada genişçe ahşap bir masa ve çevresinde dört iskemle, iki okuma lambası vardı. Lara masanın masanın üstündeki üstündeki kutudan kutudan iki ik i çift ç ift plastik eldiven aldı, bir çiftini Teo’ya verdi.
36
“Bunlan takmalıyız.” Eldivenler Eldivenlerii taktıktan taktıktan sonra Lara kutuda kutudan n çıkardı çıkardığı ğı başka an anah ah-tarla kat kat çekmecelerin bulunduğu bir dolabm cam kapısını açtı. Teo çekmecelerden birinin üstündeki “1491, Oruç Bey- Lukas Koch çevirisi” etiketini gördü. “Aman Tannm, işte kitap burada” dedi Teo. Lara gülümseyerek çekmeceyi çekti açtı. Elini itinayla uzatarak kitabı aldı ve çekmeceyi çekmeceyi ka kapa padı. dı. “Bay Von Huber, kitabı bu odada okuyacaksınız. Yanınıza gözlemci memur memur koymam gerekiyor. Kural böyle, çünkü çünkü bu bölümde bölümde-ki eserler son derece değerli.” “Pekâlâ, tabu kural kuraldır, benim için sakıncası yok” dedi Teo. Lara iç haberleşme haberleşme telefonuyla telefonuyla bir bi r memu memurr çağırdı. “Oturun lütfen Bay Von Huber.” Teo otur oturun unca ca masa asa la lambasın asınıı yak yakan an Lara Lara kita kitabı bı önü önüne ko koyd ydu u. Iütap siyah deri kaplıydı. Bir dosya kâğıdının yansı büyüklüğün deydi. Hayli kalındı, Teo’nun tahminine göre 700 sayfadan aşağı değildi. Memur Memur gelince Lara “İyi çalışmalar” diyerek diyer ek çıktı. çıktı. Gözlemci Gözl emci Teo’nu Te o’nun n tam karşısın karşısına a yerleşti. Başıyla selam verdi ver di o kadar... Sfenks gibi otunıyordu. Kitap 1887 yılında basılmıştı, iyi korunmuştu. Sadece cildinin sırtında bazı kırışıklar ve aşınmalar vardı. Teo kapağı açtı. Girişte kitaptaki konulann sıralaması vardı. Okumaya başladı. Sultan II. Murad ur ad’’m tahtı şeh şehzad zade II. Mehmed’e Mehmed’e bırakması. “1. Sultan 2. Sultan II. Mehmed,'in eğitimi ve Akşemseddin Hazretleri. 3. Ko Kom m tan tiniyy tin iyye’ e’n n in fethine karar karar veril verildi. di. 4. Boğazkesen Hisan’nm yapılması. Hisar’ın planı. 5. Hisann temelleri kazılırken bulunan acayip bina. ” İşte Teo’un eo ’un aradığı buyd buydu. u. Bir alttaki başlığ başlığa a ba baktı. ktı. “6. “6. Acayip Aca yip bina bi nanı nın n içinde için deki ki tuhaflıklar, 7 Akba Akbaba ba,, okunma okunma yan yazılar. ” Konular giderek şaşırtıcı olmaya başlıyordu. Oruç Bey’in kitabındaki içerik bölümü sayfayı dolduruyordu. Teo okudu. “7. Kıyametin tarihini yazan levhalar, ” “Aman Tannm, kıyametin tarihini yazan levhalar mı?” Teo heyecanla titredi, okumaya devam etti. “8. İmparator Konstantinos’un Kudüs’ten getirttiği kutsal eman emanetle etler. r. Hazre Ha zreti ti Musa’ Mu sa’n n ın asası. Hazr H azreti eti Davud'u Da vud'un n veya veya Haz-
37
kâs kâsesi, esi, ekmek ekmek kırınt kır ıntıla ıları, rı, çarmıh parçalan. Bamabas încili. înci li. 9. Konstantinos’un altın mektubu, kutsal emanetleri ne yaptı?” Daha sonrasını okuyamadı. Hazine bulmuştu, eli ayağı titriyordu, sevincinden zıplamak, oynamak istiyordu. Beşinciden doku zuncuya kadar olan beş başlığın içerdiği konular herkesi çıldırta bilirdi. Bu değerli kitabı Janos Klein’dan başkası şükür ki görmemişti. Janos da İstanbul’a gitmiş, kaybolmuştu. Sayfaları hızla çevirmeye başladı. Konu başlıklarına bakarak geçiyordu. Dördüncü bölüme gelmişti. “4. Boğazkesen Hisan’nın yapıl başlığını gördü, gördü, bir sonraki beşinci beşinc i konu “5. ması ması.. Hisar’ Hisa r’m m p lan ı” başlığını Hisar’ His ar’m m tevıelleıi kazılırken kazılırken bulunan bulunan acayip acayip bina” olmalıydı. olmalıydı. Yavaş yavaş dördüncü bölümün sayfalarım çevirdi. Bölüm bittiğinde gözle gö zlerim rim yanlış mı mı görüyor diye durakladı. durakladı. Karşısına Karşı sına çıkan sayfa Almanca değildi. Beş numaralı bölüm yoldu. Dikkatle baktı, sayfadaki yazılar Almanca değil Latince’ydi. Evet evet, bu Oruç Bey’in kitabı olamazdı. Gördüğü İncil’den bir sayfaydı. sayfaydı. Çevirdiği sayfada İncil devam ediyordu. ediyordu. Saymaya Saymaya başlabaşladı, Teo hayretler içindeydi, tam 80 İncil sayfası saymıştı. 80 sayfadan sonra tekrar Oruç Bey’in kitabı başlamıştı, ancak karşısına ilk çıkan 10’uncu bölümdü. Başlığında, “10. Fatih Sul tan tan Mehmed Mehmed’’in Konstantiniyye Konstantiniyye planın ı çizd irmesi" irme si" yazıyordu. yazıyordu. Teo şaşır şaşırdı dı,, bir sonrak sonrakii bölüme bölüme doğr doğru u sayfala sayfaları rı çevir çevirdi. di. Karşıs Karşısıına, “11. Konstantiniyye mimarlığı, Ayasofya’nm camiye çev başlığı çıktı. çıktı. rilmesi” başlığı Teo durdu rdu. Başlık Başlıklar lar girişt girişteld eld dizilişe dizilişe uym uymuyor uyordu du.. Kitab Kitabın ın sonu sonu-na kadar sayfaları çevirdi. Bütün başlıkları dikkatle okudu. İlgilendiği beş bölümü bulamadı. Gözlemciye kitabı gösterdi. “Aradığım beş bölüm yok.” Gözlemci bir şey demeden kaşlarını kaldırıp dudak büktü. Teo biraz daha açıkladı. “Girişte başlıkları yazılı olan beş bölüm kitabın içinde yok.” Gözlemci bu defa lütfen konuştu. “Bu konuları Bayan Lara’yla görüşünüz” dedikten sonra yine sustu. Teo kitab kitabıı sond sondan an başa başa giderek giderek incelemeye incelemeye başla başladı dı.. Aradığı bölümlerin bölümlerin olması gereken yerde İncil İnci l sayfalan vardı. Bir şey fark etti. O bölümdeld İncil sayfalan, asıl kitabın sayfalarından bir milim kadar daha büyüktü. Kitabı eline ilk aldığında heyecandan bir milimlik taşmayı fark etmemişti. Kitabı iyice açarak baleti. Kitabın basıldığı eski tipografya tipogra fya sistemi matbaacılıkta baskılar
38
tabaka tabaka kâğıtlara yapılırdı. yapılırdı. Kitap Kitap boyutuna boyutuna göre üretilmiş üretilmiş kâğıdın bir yüzüne kitabın sekiz sayfası, diğer yüzüne sekiz sayfası basılırdı. Sonra o tabaka kâğıt katlanarak on altı sayfalık bir forma haline haline getirilirdi. getirilirdi. Formalar üst üst üste üste konular konularak ak elle birbirine birbirine dikilir diki lir ve dikildikten sonra sırtları tutkallan tutkallanarak arak cilde yapıştırıhrdı. yapıştırıhrdı. İncil'in başladığı ilk sayfanın cilde yapışan yerine parmağıyla bastırdı. Forma ciltten kolayca ayrıldı. İncil forması bir önceki formaya dikilmem dikilmemişti. işti. Gözlemciye baktı, Teo’nun ne yaptığının farkında değildi. Yoksa üstüne atlayacağı kesindi. Adamı huylandırmamak için serinkanlı davranarak 80 İncil sayfasını çevirdi. Aynen ilk sayfa ya yaptığı yaptığı gibi gibi son son sayfaya sayfaya parmağıy parmağıyla la ba bast stırd ırdı. ı. Son Son forma da ciltten ayrılıverdi. Dibinde dikiş yoktu. Biraz daha bastırdı, şimdi cildin iç sırt kısmı ortaya çıkmıştı. Cildin sırt kartonundaki yırtıkları ve kitabın orijinal formasından formasından kopmu kopmuşş ip parçalarıparçala rını gördü. Beş bölümü alan kişi ayırdığı formaları diğerlerine bağlayan dikiş iplerini kesmişti. Cilde yapışık formalann çekilmesiyle cildin sırt kartonu yırtılmıştı. Bu durumda İncil sayfalan, formaları diken cilt işçisinin hatasıyla araya karışmış değildi. Açıkça Açı kça belliydi, belliydi , en önemli bölümlerin bölümlerin yazıl yazılıı olduğu beş formayı biri koparıp almıştı. Yerine İncü’den 80 sayfayı üstünkörü yapıştırdığına göre işini aceleyle yapmak zorundaydı. Teo çok kötü kötü oldu oldu, başı dön dönüyord ordu. Gözlemciy Gözlemciyee “Bak “Bak mem memur ur bey” bey ” derken sesi hırıltüı çıktı. çıktı. “Bu kitabın beş forması, yani 80 sayfası kopanlıp alınmış. Gördüğün gibi ben almadım. Şimdi lütfen Bayan Lara’ya haber verir misin?” Gözlemci kaşlarını çatarak ayağa kalktı, kitaba eğildi, baktı. “Kesinlikle ben burada nöbet tutarken olmamıştır” dedi. Teo nered neredeys eysee adam adama a ha haka kare rett edec edecek ekti. ti. Kend Kendin inii zor tu tuttu. “Elbette, senin gözünden gözünden kaçar mıydı mıydı yoksa yoksa memur memur bey?” Gözlemci Lara’yı iç haberleşme telefonundan aradı. “Ciddi “Ciddi bir duru durum m var Bayan Bayan Lara. Lara. Özel Özel Bölüm Bölüm odasına gelmeni gelmenizz gerekiyor.” Bunlan Bunlan söyledikten soma Teo’ya Teo ’ya İhtan verdi. verdi. “Şu andan itibaren kitaba dokunmayın bayım.” Lara merakla odaya girdiğinde girdiği nde Teo T eo’nu ’nun n yüzün yüzündeki deki üzgü üzgün n ifadeifade yi gör görd dü. Gözlemci durum rumu ka kaba baca ca an anla latm tmay aya a çalı çalışştı. tı. “Kitabın içinden sayfalar koparılmış.” Lara irkilmiş irkilmiş ti.
39
“Nasıl olur? Yanlış mı duyuyorum? Çolc değerli bir kitap bu...” Teo açı açıkl klam amak ak:: gereğin gereğinii du duydu. “Kitabın içinden 80 sayfa koparılıp alınmış, yerine de Incil'den 80 sayfa konmuş.” Kitap masanın masanın üstünd üstündee duruyo duruyordu rdu.. İncil İn cil yapraklarının yapr aklarının koyulduğu bölüm açıktı. Lara eğilip baktı, sayfalan çevirdi. Yüzündeki büyük büyük şaşkınlık şaşkınlı k öfke öf keye ye dönm dönmüştü. üştü. “Tanrım “Tanrım,, biz bu kitaplan çok ço k iyi koruyoruz. koruyoruz. Odanın Odanın ve dolapların anahtarları anahtarları benden benden ve Profesö Prof esörr Fri F ried edho hoff da dan n başkasında başkasında yok. yok. Buraya gelen gel en tek te k tük ziyaretçi ziyar etçileri lerin n yanında daima gözlemc gözl emcii duru durur. r. Böyle bir şeyin olacağına inanamıyorum. Nerede hata yapmış olabiliriz?” Kitabın içindeki bölümlerin çalınmasından kendini sorumlu tutacaktı tutacaktı neredeyse... Teo onu onu teselli etmeye çalıştı. çalıştı. “Sanınm burada hatalı olan siz değilsiniz, ortada bir hırsızlık var. Kendi K endiniz nizii suçlamayın, kim çaldıy ç aldıysa sa suçlu o dur Bayan Lara...” Genç kadının sinirden elleri titriyordu. “Kitabı al, al, profesörün profe sörün odasına gidelim Joachim” dedi gözlemcigözle mci ye. ye... .. “Siz de buyrun Bay Von Huber.” Lara odayı dikkatle dikkatle küitledikten küitledikten sonra Profes Pr ofesör ör Fried Fr iedho hoff un odasına gittiler. Durumu öğrenen profesör bayıhr gibi oldu. “Görülmemiş bir şey... Bu kütüphane son teknolojiyle korunu yo yor. Her yerde kam kamera era va var. Özel Özel Bölü Bölüm m de kam kamerayl erayla a izlen izleniyo iyor. r. Hırsızlık mümkün değil.” Gözlemci Gözlemc i bön bön bakıyord bakıyordu, u, salakça sord sordu. u. “Peki ne oldu öyleyse? Kim çaldı sayfalan?”
Zaman Tüneli’nde 2008’den 1943’e Farlan sönük otobüs uzakta patlayan bombaların anlık ışığında ancak görülebilen titrek korkak bir siluetti. 48 yolcusu yaşlı otobüse ağır geliyordu, aşırı yüklenmiş arabayı çekmek zorunda olan sıska bir beygiı* gibi inliyordu. 48 yolcu, bombaların çaktığı korkunç ışıklara endişeyle bakı yord yordu. u. Bomba Bomba menzil menzilind inden en kurtu kurtulm lmay aya a çalış çalışan an şoför, şoför, otobüs otobüsee hız hız verebilirmiş verebi lirmiş gibi direksiyonu itiyor, itiyor, göğsün göğsünü ü ileri şişiriyordu. şişiriyordu. 48 yolcunun 40’ı Friedrichstadt Fransız Katolik Kilisesi papazıydı. Yedisi papaz okulu öğrencisi yetim çocuklardı. Bir de şoför Gustav.
40
Kilise bir gün önceki bombardımanda isabet almış ve kulesi yık yıkılmış ılmıştı tı.. Kilise Kiliseyi yi terk terk etmek etmek zoru zorund nda a ka kala lan n pap papaz azlar lar Gust Gustav av’m ’m otobüsünü tutmuştu. Öğrenci çocuklar evlerine yollanmış, yedi yetim yetimii ya yanl nlar arın ına a alm lmış ışla larrdı. Bomb Bomba a sağ sağanağınd ından uza zak kla laşı şıp p kırl kırlık ık alandaki bir manastıra sığınmak istiyorlardı. Kalın paltosuna rağmen kürekkemikleri belli olan kırçıl saçlı şoför Gustav, “Az kaldı, az kaldı tehlike bölgesinden çıkacağız” diye bağırıyordu. Ter içinde kalmıştı. Kanca burnu da akıyor, küfrederek rederek paltosunun paltosunun koluyla koluyla siliyordu. siliyordu. Amerikan bombardıman uçaklarının bütün modelleri Berlin’e bomba yağdırıyordu. Yüzlerce değil, binlerce A20, A26, B17 ve B24 uçan kaleleri bombalarım bırakıp gittikten soma Almanya’dan bir parça yok oluyordu, insanların yaşamı yanında tarihi yapılar da... Gustav’ın bağıra çağıra yüreklendirmek istediği papazlar birden irkildi. Üstlerine gelen güçlü motor sesleri köhne otobüsün öksürüklerini bastırmıştı. Gustav da sesleri işitmişti, sustu. Papazlardan biri yanmdakine sesini duyurmak için bağırdı. “Uçaklar... Tanrı bizi korusun.” Arkadaşının, “Korkma buraları bombalamazlar, tarlaları ne yapsınlar” dediği anda müthiş patlamayla Gustav şoför koltuğundan savruldu. Bomba otobüsün çok yakınmda patlamıştı. Bombanın ya yarattığ ttığıı bas basınç ınçla oto otob büs devri evrilir lir gib gibii oldu ldu, iki iki teker tekerle leği ği ha havala lan ndı. Te Tekra rarr yola yola otu oturrduğunda Gu Gustav yaşınd ından bek bekle lenm nmey eyec ecek ek çek çekirge irge çevikliğiyle sıçramış tekrar direksiyon başına geçmişti. “Yerinizden kımıldamayın, panik yapmayın, olduğunuz yere çökün kafanızı koruyun” diye bağırıyordu. İkinci bomba otobüsün hayli gerisine indi. “Tanrı’dan korkmazlar otobüsten ne istiyorlar?” dedi papazlardan biri. Koltukların önüne çöken papazlar tespih çekiyor, kendilerini koruması için Tanrı’ya dua ediyorlardı. Uçakların uğult uğultus usu u kulakları kulakları sağır edece edecek k kadar kadar güçlü gelmeye gelmeye başlamıştı. Gustav stav,, “Tepemizde “Tepemizde yüzlerce yüzlerce uçak uçak var be!.. Burada ne halt edi yo yorla rlar, tarl tarla ala lard rdak akii ka karg rgal ala arı mı ka kaçı çıra raca cakl klar ar Tann’r Tann’ru un cezalan” diye bas bas bağmyor, hız yapamayan otobüsüne “Hadi eski dost, sakın ölme ha!” diyerek yalvanyordu. Bomba sağanağı çevredeki sağlı sollu tarlalara inmeye devam
41
yeryüz yeryüzün ünee yana yanarda rdağ ğ gibi gibi ateş ateş fışkırt fışkırtıyo ıyordu rdu.. Lav gibi püsk püskür üren en ateşler havada bir daha patlamaktaydı. Gustav durumu anladı, papazlara seslendi. “Bakın, burada cephanelik varmış be! Onun için bombalıyorlar.” “Bizim için burada değiller öyleyse” diyordu ki papazın biri, sözünü tamamlayamadı. Çok yalana düşen bomba otobüsü tüy gibi uçurdu. Birkaç saniye havada kaldı, burun üstü yola indiğinde takla atarak şarampole düştü. Çukura çarpıp top gibi sıçrayan otobüs tarlada birkaç takla daha atarak yana yıkıldı, bir süre kaydı, durdu durdu.. O anda otobüsün otobüsün yanında bir bomba bo mba daha patladı. patladı. Bombaların korkunç gürültüsü ortasında otobüs, vurulmuş bir asker gibi koyu bü dum duman içinde sessizce yatıyordu. yatıyordu. Motorundan cılız bir alev yükseliyordu. İçinden çıkan olmamıştı. Titrek bir el pencere pencerenin nin kena kenarın rına a tu tutun tundu. Kırık cam elini elini kest kestii ama çerçeveyi kavrayan kişi buna aldırmadı. Kendini zorlukla dışarıya çekti, çıktığı pencerenin kenarına oturdu. Yana yatmış otobüsün otobüsün üst üst tarafında şoför mahalline mahalline yakın yerdeydi. İnleyerek İnleye rek titrek elleriyle vücudunu kontrol etti. Yarası yok gibi görünüyordu. Bombardıman artarak devam etmekteydi. Yakma düşen bombalardan, patlayan tarlalardan korkmadığını fark etti. Buna kendisi de şaştı. Delirmiş miydi? Yoksa ölmüş müydü? İki yanağını birden sertçe tokatladı. Canı acıdı, demek ölme mişti. “Tann’ya şükür” diyerek otobüsün üstünden yavaşça kaydı, tarlaya düştü. Dizlerinin üstünde emekleyerek şoför mahalline geldi, ayağa kalkarak pencereden baleti. Bakmasıyla sarsılması bir oldu, donmuş gibi durakladı, sonra yine dizlerinin üstüne yığıldı. Hepsini kurtarmak için çırpınan zavallı şoför Gustav’m başı direksiyon direğinin üstüne düşmüştü. Boynu kırılmıştı, yüzü yukan yukan doğru doğru dön dönmüştü ştü. Sağ gözü gözü ile sağ sağ kulağ kulağın ınıı ön cam camdan dan giren şarapnel uçurmuştu. Ağzı açıktı. Bombalar, gömük cephaneliğin bulunduğu sağ taraftaki tarlaya yağıy yağıyor ordu du.. Papaz Papaz tekrar tekrar emekleyere emekleyerek k otobü otobüsü sün n solun soluna a geçti. geçti. Sürünerek bile olsa bu cehennemden uzaklaşmalıydı. Otobüste sağ kalan var mıydı? Girip bakmalı, yaralılara yardım etmeliydi. Otobüse sürünürken biraz ötesinde patlayan bombalar korku duyusunu geri getirdi, yüzükoyun tarlaya yapıştı. Toprağın kokusuyla delice paniğe kapıldı, mezarlar kokardı böyle... Artık otobüse girip bakacak durumda değildi. Korku bastırdı, kutsal vicdanı “din kardeşlerine yardım et” komutunu geri aldı, karanlı-
42
ğa çekildi. Vakit geçirmeden carımı kurtarmalıydı. Önündeki kapkara ormanlığa doğru hızla sürünmeye başladı. Bir vınlam vınlama, a, ölüm habercisi habercisi o ıslık ıslık yüreğini tekrar ağzma getirdi, bomba geliyordu. Patlama uzandığı tarlayı deprem gibi sarstı. Yüzünü gömdüğü topraktan başım azıcık kaldırarak geriye baktı. Otobüs havalanmıştı, ateşler, metal parçalan ve 39 papaz, 7 yetim yetim pa parça rçalar lara a ayrüd rüdı, soma tarla tarlaya ya döküldü ldü. Acıya Acıyam mad adı, ı, sadec sadecee “İyi ki tekrar içine girmemişim. Tannm sana şükürler olsun hayatımı bağışladın” diyerek dua etti. Tekr Tekrar ar sürü sürün nmey eyee çalış çalışırk ırken en uçak uçakla ları rın n pervan pervanee sesleri sesleri uza zakl klaş aş-tı. tı. Geriye, sıcak sıcak ekmek ekmek gibi gibi dum duman anıı tüten altüst altüst olmuş tarla, tarla, parça parça parça dağılmış dağılmış otobüs ve ceset ces et parçalan, yana yanan n yeralt yeraltıı cephanelicephaneliğinin çıtırtıları ve bir de kendisi kalmıştı. Kilisesinden 47 yoldaşı bir anda yok olmuştu.
L. Manastın Berlin’in banliyösü Brandenburg’daki L. Manastırı o güne kadar bombalanma bombalanmamıştı. mıştı. Berlin’ Berlin’in in hayli dışında olduğundan olduğundan AmeAmerikalılar Hitler’in orada olduğunu düşünemezdi. Berlin’in merkezi ise, Hitler her yerde olabilir varsayımıyla cehenneme döndürülü döndürülüyord yordu. u. Kentin merkez merkez semtler semtlerinde indeki ki mabetler bombalardan mutlaka payını alıyordu. L. Manastm’mn mabet olması yine de bombardımandan biraz olsun kurtulmasını sağlı yo yord rdu u. Fabrika Fabrika olsay olsaydı dı eğ eğer, er, Ameri Amerikalı kalılar ların ın yerle bir bir etmesi etmesi ka kaçı nılmazdı. Papaz oımanda 100 metre kadar ilerledikten soma sürünmeyi bıraktı. Sırtüstü uzandı, ağır gövdesini ormana taşıyan dizleri ile dirsekleri sızlıyordu. Biraz daha dinlendikten soma kalktı, gündüze kalmamalıydı. Papaz Sebastian gece boyunca yürüdü. Güçlü bir adamdı. Onnan dan çıkar çıkmaz gördüğü paralel uzanan çifte parlaklık onu çok mutlu etti. Demiryolu, önünde kıvrılıp gidiyordu ve onu Berlin’in güneybatısındaki L. Manastm’na götürecekti. Demiryolunu gözden kayb ka ybet etmed meden en yarı yarım mdan yürüdü yürüdü,, yürüd yürüdü, ü, yürüdü yürüdü... ... Manastıra Manastıra vardı vardığın ğında da sabah sabah olmuşt olmuştu. u. Gücün Gücünün ün son kmnt kmntıl ılany any la manastırın kapı çanım çalabildi. Kapıyı açan rahibin kollarına yığ yığıld ıldı. ı. “Ben Rahip Sebastian Augustinus, Fransız Katolik Kilisesi...”
43
edrichstadt Katolik Kilisesi’nin bombalarla tamamen yıkıldığını öğrendi. Sebastian’ın L. Manastın geniş bir araziye yayılmıştı. Bombardımanlar başlayınca Berlin Kütüphanesi yönetimi 3 milyon kitabı kent merkezleri dışmdaki 30 manastıra dağıtmıştı. L. Manastın bunlardan en önemlisiydi, büyüktü ve çok miktarda kitabı saklı yord yordu. u. Protestan cemaate ait L. Manastırı’na sığman Katolik Rahip Sebastian Augustinus, Vatikan’ın takdir ettiği bir din adamı ve Hıristiyanlık Hıristi yanlık literatürü konusund konusunda a dünya çapında uzmandı. uzmandı. Bombaların yok ettiği kilisesinde yanıp kül olan eşi bulunmaz kitaplarının üzüntüsüy üzüntüsüyle le sarsılmıştı. sarsılmıştı. 1943 yılının şubat ayında Sebastian Augustinus öğle yemeğinden sonra her zamanki gibi kütüphaneye gitti. Manastmn kalın sütunlarla desteklenmiş yüksek, sivri kıvrımlı romanesk tavanı altında sessizce yürüdü. 40 yaşlarında olabilirdi. Belki de 45. Yuvarlak kafalı, yuvarlak yüzlü yüzlü kaim kaim ensel enseliyd iydi. i. Arka Arkada dan n bakın bakınca ca küçü küçük k toparla toparlak k bir kavu kavun na benzeyen benzey en kafasının kaim boynuna gömüldüğü gömüldüğünü nü görürdünüz. görürdünüz. Rahip Sebastian şişman değildi, iriyan bir adamdı. Orta boylu olduğund olduğundan an eni ile boyu eşit gibiydi. gibiydi. Rahipten çok güreşçiye güreşçi ye benzerdi. Aslında sarı olan azı kırlaşmış saçlan kısacık kesilmişti. Alm geriye doğruydu, kaşları seyrekti, mavi ufak boncuk gözleri vardı. Toparl T oparlak ak yüzü, yüzü, ufak ama delikleri delikl eri büyük burn burnu, u, daima ıslak kaim pembe dudakları ve yuvarlak çenesiyle, Tann bağışlasın ama domuza benzerdi. Kısacık sessiz adımlarla yürürdü. Cüppesinin örttüğü ayakları görülemediğinden soğuk taş zeminin üstünde kayarak gidiyormuş sanılabilirdi. Manastmn loşluğu içinde var yok bir hayal gibiydi. Dar koridora karşm çok yüksek ve birbirine yakın sütu sütun n lann üstündeki sivri tavan altında insanlar ufacık ve âciz gözükürdü. Ürkütücü görkemiyle insanlan ezdiğinden, Ortaçağ’m din adanılan kiliselerin romanesk romanesk ve onu onu izleyen gotik goti k mimari tarzıyla yapılmasını istemişti. Kütüphane kapısında bir süre durdu Sebastian, kısa bir dua okudu. Ağıi' yüksek kapıyı iterek sessizce kütüphaneye girdi. Burası onun dünyasıydı. L. Manastın kütüphanesinin bu bölümünde 560 elyazması elyazması takım cüt ve 1 000 000 elyazması elyazması tek kitap bulun bulunuyordu uyordu.. HırisHıristiyanlığın ild büyüle azizesi Birgitta von Schweden ve Hildegard von Bingen’in yazdığı kitaplar da buradaydı. Rahip Sebastian kapıyı kapadı, elyazması bölümüyle iç içe olan
4 ‘I
büyük salona geçti. Bombardımandan kaçırılan Berlin Kütüphanesi kitapları bu salonda korunuyordu. O kitapların arasından biri dikkatini çekmişti. Bugün onu inceleyecekti. Siyah Siyah deri ciltl ciltlii kitabı kitabı aldı, aldı, masanın asanın üstün üstünee koydu. Cilt Cilt kapağını açtı. Henüz ayaktaydı, kitabın ilk sayfasma kuşbakışı bakıyordu. İlk sayfadaki yazı şöyleydi: “1491, Oruç Bey “Fatih Sultan Mehmed dönemi Osmaniı tarih yazıcı ya zıcısı. sı. Çeviren: Lukas Ko Koch. ch. ” Rahip Sebastian gözü kitapta oturdu. Fatih Sultan Mehmed dönemi onun ilgi alanına giriyordu. Hıristiyanlığın rakibi İslam dininin yayılmasında önemli rol oynayan Sultan Mehmed, Konstantiniyye’yi almış, Roma İmparatorluğu’nun sonunu getirmiş, kiliseleri camiye döndürmüş, Ortaçağ’ı kapatıp yeniçağı açmıştı. Başlıklarla belirtilmiş ve numaralanmış içeriğe baleti. Beşinci maddeden sonrasını okumaya başlayınca Rahip Sebastian ayağa fırladı. İki eliyle başını avuçlayarak kitaba fal taşı gibi açılmış gözlerl gözlerlee bale baleti ti ve yüksek sesle, sesle, “Bakire Meryem Meryem bu senin gönderdiğin bir armağan mı?” dedi. Sekizinci madde aklını başından almaya yeterdi: “8. İmparator Constantinus'un Kudüs’ten getirttiği kutsal emanetler. Hazreti Musa'nın asası. Hazreti Davud’un veya Hazreti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı , Hazreti Nuh’un bal tası, Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kaymak taşından yapılmış kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçalan. Bama- bas İnc İn c ili. il i. ” “Barnabas İncili ha! Orijinal Bamabas!" Şaşkınlığını Şaşkınlığını öyle öyl e yüksek sesle sesle dile getirmişti getirmişti ki, ağzından ağzından çığlık çığlık gibi çılean sözler kütüphanede yankılandı. Yaşamında ilk defa böyle coşku gösteren Rahip Sebastian kendini tutamadığı için utandı, endişeyle çevresine baktı. Gösterdiği aşırılıktan dolayı Tanrı’da Tanrı’dan n bağışlan bağışlanma ma dileyer dileyerek ek dua dua etti. etti. Gösterdiği beklenmedik tepki dikkati çekerdi ve tepkisinin, önündeki önündeki kitaptan kaynaklandığı an anlaşılırdı. laşılırdı. 1491, Oruç Bey adlı adlı kitabı kimse leeşfetmemeliydi. Görülmediğinden, duyulmadığından emin olmak için salonun en kuytu köşelerine kadar gidip baleti leti.. Sinsi Sinsi bir papaz papaz dolapların gölgesine gölge sine gizlenip kendisini izle izle- yebi yebilir lirdi di.. Evha Evham mının ının yersiz yersiz old oldu uğunu anla lad dı. Büy Büyük ük kütü kütüph phan aned edee ya yalnız lnızd dı.
45
Sebastian Augustinus sıçramaktan zor alıkoydu kendini... Kütüphane sorumlusu Rahip Dolf Hartman’dı seslenen. Yüzünden eksik etmediği gülücükle yaklaşıyordu. Okuduğu kitabı merak edecek, yılların alışkanlığıyla her zaman yaptığı gibi mutlaka gelip bakacaktı. Sebastian paniğe kapıldı. Bu kitabı asla görmemeliydi, görürse okumak isteyecekti ve o ilginç sekizinci madde onun da dikkatini çekerdi. Sonra, sır elinden çıkmış demekti. Serinkanlı gözükmeye çalışarak kalktı, sakin bir sesle konuştu. “Dostum Dolf Do lf henüz henüz beni çekecek çekec ek bir b ir kitap kitap bulamadım bulamadım.. Bir yandan da rafa doğru yürüyordu. Oruç Bey kitabını hemen yerine yerine koyd koydu u ve başka başka bir kitab kitabıı çeki çekip p ald aldı. ı. Hızla Hızla cildin cildin sırtın sırtında daki ki yazıyı yazıyı ok okudu. “Ah bakırı dostum, dostum, bu kitap kitap beni çeke ç ekerr işte; Fransız İhtilali ve Dinde Dind e Reform. Reform. Ne dersiniz?” Bey kitabını Sebastian bir yandan da î 491, Oi'uç Bey kitabını koyduğu raftan uzaklaşıyordu. Rahip Dolf artık yanma gelmişti. “Güzel bir kitap, demek daha önce okumaya fırsat bulamadınız,” “Ne yazık ki öyle dostum. Bundan utanmalıyım.” Rahip Dolf hep güleç yüzlüydü, şefkatle Rahip Sebastian’m omzunu okşadı. “Benim de okumadığım o kadar çok önemli kitap var ki...” Daha fazla konuşmadan, “İzninizle hayli işim var” diyerek salondan dan çıkan D o l f un ardından rahat bir nefes nef es aldı. aldı. Kısa süre oyalanoyal andıktan sonra kütüphaneden ayrıldı. Kafası karışıktı, 1491, Oruç kanını kaynatmıştı. kaynatmıştı. O kitabı alıp saklaması şarttı. Saklayacak Bey kanını yeri yoktu yoktu ki? ki? Ne yapa yapabil bilird irdi? i? Man anas astır tırın ın bahçes bahçesind indee dolan dolanıp ıp duruyor çare düşünüyordu. Sebastian ertesi gün yine öğleden sonra kütüphaneye gitti. Kütüphanenin her köşesine göz attı, içeride kimse yoldu. Hemen 1491, Oruç Bey' i aldı, bu defa duvara bitişik loş köşedeki tek kişilik masaya oturdu. Kitabı açtı, ilgilendiği konulan içeren sayfalan saydı; tam 80 sayfa... Ne olursa olsun bu 80 sayfaya sahip olacaktı, hazırlıklı gelmişti. Çevresine bakındı, bakındı, derin bir nefes aldı, aldı, sinirleri sinir leri iyice iyi ce gerilmişti. gerilmişti. Yaptığını görürlerse ceza verirler, manastırdan kovarlardı. Bunlar umurunda değildi. Tek çekincesi vardı, yakalanırsa, Protestan papazların dikkatini Oruç Bey kitabına kitabına çekmiş olurdu. Onlar da okuyup büyük sim öğrenirlerdi. Korkusunun, heyecanının sebebi
46
buydu; Sebastian Katolik’ti ve sırn Protestanlarla asla paylaşmazdı. Özellikle, yasakla yasaklanm nmış ış Bamabas Bamabas încil în cili’ni i’ni elde el de etmek e tmek Protestan Protest an teologları memnun ederdi. Oruç Bey’in kitabı kutsal emanetlerin yerini gösteriyordu. Katolik cemaati, yani Vatikan, kutsal emanetlere sahip olmalıydı. Emanetleri Vatikan’a kazandırmalıydı. Bunu başarırsa kendisine mutlaka aziz rütbesini verirlerdi. Hem de 300 yıl beklemeden... Aziz Az iz Sebastian Sebastian Aug Augus ustinu tinus; s; “Aziz “Az iz”” unvanı unvanı adına ne kadar da yakıyakışıyordu. Aziz olabilmek için hayatını sunmaya hazırdı. Kutsal görevi başlıyordu. 80 sayfalık beş formayı tuttu. Bir eliyle de formaların dibrne bastırıyordu. Formalara asüdı, güçlü adamdı fazla zorlanmadı, zorlanmadı, sayfalan birbirine bağlayan bağlayan iplikler iplikler gözüktü gözüktü.. CüpCüppesinin iç cebinden İncil’ini çıkardı, silkeledi, bir jilet masaya düştü. Jileti dikkatle sürdü, kesilen gergin cilt ipliklerinin çıtlaması sessiz kütüphanede yankılanınca hemen durdu, çevreyi dinledi. Soma Soma ayırdığı bölümün iplerini altlı üstlü üstlü kes kesti, ti, 80 sayfayı kavrayarak asüdı, fonnaları birbirine bağlayan ipler tamamen kopmuştu. Bir daha çekince tutkallı bölüm de ciltten aynldı. Kopardığı 80 sayfayı hemen cüppesinin içine gizleyen Sebastian iç cebinden küçük bir şişe çıkardı. încil’den 80 sayfa saydı, cilt iplerini kesti, çekti kopardı. Ardından küçük şişeden parmağının ucuna yapıştırıcıyı bolca dökerek sayfaları kopardığı Oruç Bey kitabındaki boşalmış yere sürdü. Hemen yapışsm diye üfledi ve 80 İncil sayfasını oraya yapıştırdı. İncil sayfaları belki bir milimetre kadar taşmıştı. “Sen, sen! Ne yapıyorsun Sebastian?” Sebastian yıldınm çarpmış gibi sarsıldı. Rahip Dolf Hartman her zamanki o nazik rahip değildi, şimdi gürlüyordu. Gözleri öfkeden ve şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Kitabı saklamaya çalışarak ayağa kalktığında Dolf’le göğüs göğüse geldi. Dolf, Sebastian’m elinden kitabı kaptı. Sebastian da onun elinden çekti aldı. Dolf kollarım açarak üstüne geldi. Kitabı masaya atan Sebastian yumruğunu salladı ama oturtamadı. Dolf ona engel olmaya çalışarak iki koluyla bh’den kendisinden kısa olan Sebastian’m gövdesini sardı. Sebastian ayağını D o lf ün ayağına ayağına doladı, doladı, çelme takarak yaşlı adamı adamı yere ye re indirmek istiyordu, ama Dolf uzun boylu güçlü bir ihtiyardı, yıkılmadı. İtişirken çarptıkları masa devrildi. Sebastian çıkan gürültünün
47
ğına müthiş bir yumruk yedi. Dolf dizleri üstüne çöktüğünde Sebastian yaşlı rahibin kafasını hırsla tekmeledi. İhtiyar kendini kaybetmişti, sadece hırıldıyordu. Sebastian ip kemerini çözdü, inleyen rahibin boğazına sardı. Öldüğünden emin olana kadar bütün gücüyle sıktı. Salona o ana kadar kimse gelmemişti. Kemeri tekrar beline taktı. taktı. Dol D olf’ün f’ün cesedim sürükleyerek kitap dolaplarının arkasındaarkasındaki boşluğa yatırdı. Dolaplar ile duvarın arası dardı, ortadaki küçük dolabı çekerek boşluğun girişini kapattı. Cesedi kokana kadar Dol D olf’ü f’ü bulamazlard bulamazlardı. ı. Kitabı aldı, yapıştırdığı İncil yapraklarıyla kitap eski kalınlığında gözüküyordu, “Bunun içinden sayfa koparıldığını kimse fark etmez” diyerek 1491, Oruç Bey 'i'i raftaki yerine koydu. Oruç Bey kitabının 80 sayfasım, kopardığı 80 sayfanın yerine İncil’in içine yerleştirdi. Jileti de sayfalarının araşma koyduğu İncil’i İnci l’i cüppesinin altına sağlamca koydu koydu.. Tutkal şişesini cebine attı, attı, kütüphaneden çıktı. Heyecandan mı, korkudan mı, yoksa sevinçten mi bilemi bi lemiyord yordu u ama titriyordu. 1943 yılırım 26 haziranıydı. Amerikalüann Amerikalüa nn 27 şubatta şubatta Wilhelmshaven’i Wilhelmshaven’i yıkarak başladıkları bombardımanlar Almanya’yı Almanya’yı yok y ok ederek sürüyo sürüyordu rdu.. 22 haziranda müttefik mütte fikler ler Sicilya’yı Sicil ya’yı Alınanlardan Alınanlar dan almıştı. 24 haziranda İngilizler Hamburg’u bombalamıştı. O gün 26 hazirandı ve Sebastian için yapılacak en doğru şey Almanya’dan kaçmaktı. Katolik Rahip Sebastian Augustinus kendisini uzun süre bağnna basan L. Manastın’ndaki Protestan dostlarına veda etmeden ortadan kayboldu. Savaş 1945’te bitti. Manastırlara kaçırılan kitaplarınbir kısmı 1947 yılında onarılan Berlin Kütüphanesi’ne taşındı. L. Manastırındaki 1491, Oruç Bey kitabı kitabı da geri getirilenler arasındaydı. 80 sayfa eksilde...
30 mart 2008, Berlin Teo von Huber, ber, iki gün gün önce önce Bayan Bayan Leoni’den aldığı aldığı bilgilerle bilgilerle sevinmiş, 29 martta kütüphanede üzülmüştü. Elyazmalan müdürü Prof Pr ofes esör ör Frie F riedho dhoff ile asistan asistanıı Lara da en az Teo kadar üzgü üzgünd ndü. ü. Kendi bölümlerindeki değerli değerl i bir kitabın 80 80 sayfası çalınmıştı. çalınmıştı. “Kitabın orijinal elyazması ile iki ik i çevirisinden biri zaten kayıptı, kayıptı, son nüsha da eksik çıktı” diyen profesör neredeyse ağlayacaktı. Teo Teo ikis ikisin inee de teşe teşekk kkür ür ederek ederek kütü kütüp phan aned eden en ayrıl yrılm mıştı ıştı.. Gaze Gazete teye ye giderek, Bayan Leoni’nin kitabından seçerek verdiği dört sayfalık
48
bölümü bölümü yazacaktı. Kayıp 80 sayfadan kafasını kafasını kurtarmalıydı. kurtarmalıydı. Haberi yazdı, yazı işleri müdürü onu kutladı. Ancak Oruç Bey kitabının kayıp sayfalarını o kadar merak ediyordu ki... Saat 17.00’ye gelmeden Berlin Kütüphanesinin telefonunu çevirdi, Lara’yı istedi. Genç kadınm sesi sıcaktı. “Ooo “O oo Bay Von Hube Huber, r, bir bir ipucu mu mu buldun buldunuz uz yoksa? yoksa?”” Teo nih nihay ayet et güleb lebildi. ildi. “Buldum evet... İpucu sizsiniz. Size o kadar çok şey sormak istiyorum ki...” “İyi ama sizden fazlasını ben de bilmiyorum.” “Bana bir iyil iyilik ik eder ede r misiniz Bayan Lara? Lara? Sizi bu akşam akşam ye yemeğ meğee davet etsem, şu elyazması kitaplardan konuşsak... O kadar üzgünüm ki, bu konuyu mutlaka konuşmalıyım.” Lara hemen yanıt vermedi. Biraz sustuktan sonra konuştu. “Teşekkür ederim davetiniz için... Şey bilmem ki... Hiç aklıma gelmezdi...” Teo ısr ısrar ar etti. “Bakın “Bakın çekinmeyin, çekinmeyin, dilerseniz bir arkada arkadaşın şınızı, ızı, varsa varsa ve çekiniçekini yorsa yorsanı nızz niş nişan anlm lmız ızı, ı, flör flörtü tün nüzü üzü filan filan da ge getir tirin in.” .” “Çok naziksiniz Bay Von Huber, çok sıküdığınızı anlıyorum. Pekâlâ o halde... Ben ancak saat 8 gibi gelebilirim.” “Harika “Ha rika!.. !.. Dilerseniz ben sizi evinizden eviniz den alırım.” “Hayır teşekkür teşekkürler, ler, ben gelirim. gelirim. Ama nereye?” ner eye?” “Alt Luxemburg olur mu? Hoş bir yerdir. Sessizdir, yani konuşmak için uygun demek istedim. Yemekleri de lezizdir. Adresi Windscheidstras Windscheidstrasse se 31 num numara ara...” ...” “Biliyorum, Alt Luxemburg’a birkaç kere gittim. Ben de severim” dedi Lara. “Saat 8’de bekliyorum.” “Okey...” Teo telefonu telefonu ka kapa pata tara rak k tekr tekrar ar açtı, tı, Tobias Tobias’ı’ı ar aradı. “Oğlum Tobi, şans kapım sonuna kadar açıldı. Bu gece dünyanın en çekici ve akıllı kadınıyla yemek yiyorum.” “Vay... Hem en çekici, hem de akıllı... Böyle bir kadın dünyada var mı? Kimmiş akimı uçuran güzel cellat bakalım?” “Berlin Kütüph Kütüphan anesi esi semboller semboll er ve elyazmalan bölümünden bölümünden bir uzman...” “Nasıl tanıştın?” “Kütüphaneye gittim. Şimdi sen çıldırdın diyeceksin ama dayanamadım, 1491 kitabım aradım.” 1491,, Oruç Oruç Bey kitabım “Ne “Ne yaptın, ne yaptın? Yahu Yahu Teo Teo sen adam olmazsın. olmazsın. Ben sana
49
kitaptan, daha doğrusu o palavradan uzak dur demedim mİ?" o kitaptan, “Merak Teo merak... Kitapta yazılanları öğrenmek istedim, ne var bunda?” bunda?” “Kafam masallarla karıştırmasana deli çocuk. Sen gerçekçi parlak bir gazetecisin... Yoldan çıkma.” “Yoldan çıktığım yok. Sadece merak. Kütüphaneye iyi ki gitmişim oğlum, Lara gibi bulunmaz bir yaratıkla tanıştım.” “Kitabı okudun mu peki?” “Hayır. Kitabın en önemli bölümleri 80 sayfasındaymış. İnanmazsın, o sayfalar çalınmış. Biri koparmış, yerine Incil’den 80 sayfa koymuş... Hayret değil mi?” Tobias Tobias çok şaş şaşır ırm mıştı, ıştı, nerede neredeyse yse bağ bağıra ırara rak k sor sord du. “80 sayfayı koparmışlar ha... ha... Vay canına.” “Bu kitapta bir iş var diyorum sana Tobi. Bu akşam Lara’yla yemekte yemekte kitab kitabıı kon konuş uşac acağ ağım ım.. İpucu İpucu yak yakala alayıp yıp kita kitapt ptan an kop koparı arılan lan sayfalarda yazılanları öğrenmek istiyorum. Kayıp 80 sayfanın peşine düşeceğim.” “Bak Teo, sen beni kızdırmak için saçmalıyorsun herhalde... Gerçek konuların peşinde ol diyorum, sen hayal peşinde koşacağım diyorsun.” “Kararlıyım Tobi, gerekirse İstanbul’a bile giderim.” “Ben yarın aklım başına getiririm... İstanbul’a gidecekmiş filan, seni bırakacak mıyım bakalım?.. İstanbul konusu kapanmıştır, sana yasaklıyorum. Şimdi ne halt edersen et. O yaratıkla nerede yemek yiyeceksiniz?” yiyeceksiniz?” “Alt Luxemburg’da çocuğum Tobias. Baş başa... Mum ışığında...” “Kızı kitapla uğraştırma, bu manyağı ne yapayım demesin. Kız geliyorsa gecenin sonunda aşk umuyordur. Kitapla sıkma, eve at oğlum, kafanı somut işlere çalıştır. Şarap ve ardından doğanın yasa yasasım sım işleme işleme koym koymak ak.. .... İşte İşte hayat hayatın ın gerçeği. gerçeği. Sa Sana na iyi oyunlar oyunlar dilerim Teo.” Tobias’m Tobias’m uyarı uyarılar larına ına aldır aldırma maya yan n Teo’nu Teo’nun içi sıcac sıcacıkt ıktı, ı, Lara Lara gibi gibi farklı bir güzelle buluşacağı için mi, yoksa kayıp kitap sayfalan üzerine bir uzmanla uzmanla konuşacağından konuşacağından mı?
Baş döndüren kadın Alt Luxemburg’da iki kişilik masa ayırtan Teo randevuya 20 dakika kadar erken gelmişti. Heyecanını yenmek için barda bir duble viski içti, barmenle laflayıp biraz oyalandı. Saat tam 8’de
50
masasına geçerken Lara da kapıdan girdi. Lokaııtadakilerin bakışları ister istemez genç kadına çevrilmişti. Koyu kırmızı tayyörün içinde güzel, farklı, kaliteli bir kadm duruyordu. Teo hemen fırladı, bu güzel küçük kadını şefle birlikte masaya götürdü. Geldiği için de iki defa teşekkür etti. Lara kısa kısa siyah siyah saçlarını yaptırmıştı, puı pu ıl pınl pı nl parlıyordu. parlıyordu. Mak ya yajı Icü Icütüp tüphanedekind inden çok farkl farklıy ıydı. dı. İri siy siyah gözle gözleri, ri, uzun kirpikleri, hokka gibi burnu, ufak ama dolgun dudaklı ağzıyla etkileyiciydi. Lara, ürkülecek kadar çekici kadındı. Alt Luxemburg’un romantik atmosferine Lara çok yakışıyordu. Lokantanın duvarları “Türk Kırmızısı/Alizarin Red” ahşapla kaplıydı. Lambrinin larmızı renginden daha açık “Rönesans kırmızısı” kostümüyle Lara, fon rengiyle barışık klasik tablo figüründen farksızdı. Siyah saçları, beyaz teni ve kırmızı dudaklarıyla başının tam üstünde asılı Veneto’nun Laura tablosuna tablosuna benziyordu. Benzerliği fark eden Teo güldü. Lara’ya benzerliği söyledi, Lara dönüp baktı. “Ne ilginç” dedi. O kadar... Benzetmeden hoşlanmamış mıydı? Teo Teo,, ne söyley söyleyece eceği ğim, m, konu konuşm şmay ayıı nas nasıl açaca açacağı ğım m bile bilem miyo iyord rdu u. “Hava “Ha va bayağı ısındı” ısındı” filan filan gibi aptal laflar etmek istemedi... istemedi... “Keşke sevgilim olsaydı bu kadm” diye düşünürken garson yetişti. “İyi akşamlar efendim... İçki ne alırlar?” Teo sora soran n gözlerle Lara’ya Lara’ya bak aktı tı.. O “Beya “Beyazz şarap, lieblich” lieblich” dedi. Teo hem hemen en bir şiş şişee “Riesling “Riesling Auslese Auslese Goldkaps Goldkapsel” el” sip sipar ariş iş etti etti.. Teo’ya Teo’ya göre göre Goldka Goldkapse psell en iyi “lieblich”4 beya beyazz şara şarap ptı. tı. Ren Ren bölgesinin beyaz üzümlerinden yapılan şaraplar rakip tanımazdı. “Çok teşekkür ederim Bay Von Huber, ama en pahalı lieblich şarabı sipariş ettiniz, gerek yoktu” dedi Lara. “Şey... Bana Teo demeniz sizi rahatsız eder mi?” “Bana Lara dersen olur Teo.” İkisi de tatlı tatlı güldüler. Gece iyi başlamıştı. Garson şarabın altın yaldızlı folyosunu fiyakayla kaldırıp Goldkapsel’i açtı. Karides salatası ve ardından Türkiye’den günlük getirilen getirilen fırında f ırında levrek levr ek fil f ilet eto o a la crem sun sunuldu ldu. Lara o ana kadar iki kadeh şarap içmişti. “Severim burayı” dedi gülerek. İyice rahatlamıştı. Teo aslında şu an anda dan n itibaren hiç de kitaptan söz söz etmek istemiyordu. istemiyordu. Lara’yla geçmişi olsaydı da, karşılıklı romantik sözler söyleselerdi diye düşünüyordu.
51
“Aslında bizim o kitapla ilgili yanıp yakılmaktan başka yapacağımız bir şey yok” deyince Lara, kendini topladı. “Almanya’daki diğer büyük kütüphanelerde bulma şansımız yok mu? mu?”” “Yok” dedi Lara, “bilgisayarla hepsini araştırdım. 1491, Oruç Bey kitabının kitabının çevirisinden bugüne sadece bir tane kalmış, o da bizim kütüphanede kütüphanedeki...” ki...” Teo çaresizc çaresizcee kollar kollarını ını iki yana yana açtı. tı. “O halde ben de İstanbul'a gider Janos KLein’m izini bulurum.” Lara anlayama anlayamamıştı. mıştı. “Janos Klein kim?” “1491, Oruç Bey kitabım kitabım keşfeden adam.” “Nasıl yani?.. Anlayamadım söylediğini... Kitabı nerede bulmuş Jano Janoss Klein Klein ded dediğin iğin kiş kişi? i? Kita Kitapla pla ne ilgisi ilgisi var, var, kim kimin nesi nesi?” ?” Teo ellerim ellerim teslim teslim olur olur gibi gibi kald kaldırd ırdı. ı. “Şimdi Lara, hazır ol. Janos Klein sizin kütüphanenin 1933 yılına kadar önemli öneml i bir memuru memuru... ... Kütaphane müdürü müdürü Bay Adelh Ade lhei eid’ d’m m asistanı ve oryantal elyazmalan uzmanı...” “Yani şu efsanevi başkan Bay Waldemar Adelheid mı?” “Evet, asistanı Janos Klein o kitabı okumuştu. 1491, Oruç Bey kitabının orijinali, yani elyazmasını alıp Almanya’dan kaçtı.” Lara çok ilgilenmişti. ilgilenmişti. “Bunu nereden biliyorsun Teo?” “Bay Adelheid’m Adelhei d’m kızı anlattı.” anlattı.” “Aman Tannm Teo, neler söylüyorsun? Sana anlatan Leoni Adelheid olmalı. Hani Nazi döneminin bilinmeyenlerini kitap yapa yapan n 97 97 yaşın yaşında daki ki ka kadm... ... O mu mu?” “Tam isabet Lara. Torunu Tobias arkadaşımdır. Onun sayesinde Bayan Leoni’yle buluştum. Janos Klein’m hikâyesini o anlattı. kitabını keşfeden Janos, Naziler kitaplan yakar1491, 0?~u 0?~uçç Bey Be y kitabını ken elyazması orijinali kurtarmış, başka değerli kitapları da alarak İstanbul’a kaçmış.” “Neden kaçıyor? Kitabı kurtarmak için mi?” “Sadece kitabı değil, canını kurtarmak için de kaçıyor, çünkü Jano Janoss Klein Klein Yah ahud udi.. i...” .” Lara sinirle gülmeye başladı. “Nel “N eler er olmuş ol muş bizim kütüp kütüphan hanede ede... ... Peki P eki ama Janos Klein neden İstanbul’a gitmiş?” “Kitapta “Ki tapta okudukları okudukları onu fena sarmış. sarmış. Bay Adelhe Ade lheid id da İstanbul’a neden gittiğini sorunca, ‘7 Akbaba’yı, Davud’un yedikollu şamdanını bulacağım... Onlar İstanbul’da’ demiş. Ben de Janos’un oku
52
duklarmı merak ettim, size gelerek 1491, Oruç Bey kitabım kitabım sordum. Ama sonucu biliyorsun...” Teo sözler sözlerini ini bitirin bitirince ce La Lara parm rmağ ağım ım şık şıkla latt ttı. ı. “Şimdi anlıyorum, kitabın ild çevirisinden birini de mutlaka Ja Janos Klein Klein aldı. ldı. Orijin Orijinal al ely elyaz azm masm asmda dan n oku okum ması ası müm mümk kün değildeğildi. Elbette ki çeviriyi okuyordu. İstanbul’a kaçarken çeviriyi de götürdü.” “Bravo Lara, Lara, mutlaka mutlaka öyle öyle olmalı. olmalı. Acaba Acaba diğer diğer çevirinin çevirini n 80 80 sayfasını da Jano Janoss mu koparıp götürdü?” “Sanmam” dedi Lara. “Bir kitabı alabüen kişi istese diğerini de alırdı, neden sayfalarım koparsın? Bana göre Janos’a tek çeviri yetm yetmiş işti tir. r. İki ayn aynı kitab kitabıı taşı taşıya yaca cağ ğına ına, başka başka değerli değerli bir elyaz elyazm ma smı almıştır.” Teo düş düşündü bira iraz. “Kimse okumasın diye sayfalaıı almış veya yok etmiş olamaz mı?” Lara başını iki yana sallad salladı. ı. “Olamaz. Kitaplara değer veren kimseler böyle kitaplan asla bozmaz, bozmaz, yırtmaz, yok yo k etmez. etmez. Bay Adelheid Adelheid gibi bir bi r efsanenin asisasistanı asla böyle şey yapamaz. Aklına bile gelmez.” “O halde başka birisi kopardı sayfalan... Bu demek oluyor ki, kitabın en önemli bölümlerini okuyan sadece Janos değil. Biri daha var. O kim peki? Neden kitabı almamış da, sayfaları koparmış. Hadi bakalım çıkabilirsen çık bulmacanın içinden...” “Doğrusu çok ilginç. O kişi ldmse, sayfaları çalmaktaki amacı neydi Teo? Çaldığı sayfaları ne yaptı ve şimdi nerede?” “Ölmüştür belki... Temenni ederim” diyen Teo gülümsedi. “Bak Lara, ben o kitaba ve içerdiği müthiş hikâyelere o kadar takıldım ki, Janos Klein’m ailesini bulmak için İstanbul’a giderim.” Lara şaşırmıştı. şaşırmıştı. “Ciddi mi söylüyorsun?” söylüyorsun?” Teo’nu Teo’nun kend kendis isii de de şa şaşırm ırmıştı ıştı.. “Seninle buluşmadan önce Tobias’la telefonda konuşurken öyle ağzımdan çıktı işte... Böyle bir yolculuk aklıma bile gelmemişti. Coştum demek ki... Fakat fena fikir değil, neden olmasın?” “Sağlığın bakımın bakımından dan gerçekten fena f ena fikir fiki r değil Teo. Çünkü ünkü sen sen bu ldtaptaki kayıp konuları bulamazsan hasta olabilirsin gibi geli yor ba bana .”
53
Lara da kadehini kaldırdı ve bu defa o Teo’yu şaşırttı. “Belki ben de gelirim. İstanbul’u çok eskiden beri merak ederim.” Teo’nu Teo’nun ağzı açık kalm kalmışt ıştı. ı. Lara Lara acaba acaba kafayı kafayı bulm bulmuş uş da atıyor atıyor muydu? Yok canım, o öyle gevşek kadınlardan değildi. El çırptı Teo. Teo. “Sen de gelirsen kendimi dünyanın en mutlu adamı ilan edebilirim Lara.” “Sakin ol Teo” dedi Lara, “ben zaten tatile çıkıyordum. Ayrıca bizim kütüphaneden alınmış 1491 1491,, Oruç Or uç Bey kitabının izini sürmek, Oruç Bey’in yazdıklarını bilmek isterim. Ne olduğunu anlayamadığımız şu 7 Akbaba’nın ve Davud Peygamber’in yedi kollu şamdan şamdanı, ı, İsa Peygamber’ Peyg amber’in in kemikleri kemikleri gibi gib i kitapta yazılı gizemli, akıl almaz şeylerin sıram sı ram kim öğrenmek istemez. Ancak Anc ak Janos Janos Klein’m Kle in’m izi bulunabilir mi? Adam 75 yıl önce İstanbul’a gitmiş. Orada kalmış mı, başka ülkeye geçmiş mi, ailesi ne olmuş bügin yok. İstanbul benim için kitap aramayı da içeren içer en hoş bir gezi ge zi olur. olur. Ancak, elin boş kalırsa düş kınklığı seni sarsmasm. İyi düşün Teo.” “Fantastik bir gezi olsa da, da, aptalca bir hayalin hayalin peşinde koşmak sayılsa da, ben galiba İstanbul’a gitmeyi kafaya taktım Lara. Hele seninle olursa her şeye değer.” Lara onun “Seninle olursa her şeye değer” sözleri üzerine ciddileşir gibi oldu. oldu. Teo’nu Te o’nun n ağzında ağzından n kaçan kaçan sözler sözl er romantikleşmeye romantikl eşmeye başladığını gösteriyordu. “Evet Teo, artık evlerimize gidelim mi? Tatlı sohbete daldık, hayli geç olmuş.” Teo birden birden tela telaşl şlan andı dı.. “İstanbul’a gitmekten vazgeçmedin değil mi?” “Sözüm söz Teo, ama sen kendin için karar ver. İyice düşün sonra konuşalım.” Teo’nun Teo’nun evine kada kadarr götü götürm rmee teklifini teklifini Lara kabu kabull etmed etmedi. i. “Taksiyle geldim, taksiyle gideyim, evlerimiz uzak zahmet etme” dedi Lara. Taksi Taksi gelince gelince Teo’yu Teo’yu yana yanağın ğında dan n öpt öptü. ü. “Teşekkür ederim, çok güzel bir geceydi” demeyi de ihmal etmedi. Lara’mn dudakları yanağına değdiğinde bir b ir tuhaf olmuştu. olmuştu. Parfümü ne güzel kokuyordu. VW’sine bindi, yavaş yavaş sürüyordu. Arabanın camını indirdi, havayı içine çekti. Lara’yla İstanbul’da bir şeyler olur muydu acaba? Evleneceği kız nihayet karşısına çıkmıştı galiba.. gali ba.. Teo, “Haftada yedi gün aşk, aşk, eder ed er hafta boyu aşk”
54
şarkısını söylemeye başladı. Hayat güzeldi be... Bomboş caddenin sonundaki üç yol ağzından sola, evine giden sokağa dönecekti. Farlarını söndürmüş çöp kamyonunu son anda gördü, direksiyonu sola kırarak kasanın altına girmekten son anda kurtuldu. Korkmuştu, çok kızmıştı. “Caddeye gece vakti sinyalsiz kamyon bırakan eşeği polise bildireyim" dedi. Kamyonun nun yanından geçerk geçe rken en baktı, sürüc sürücü ü direksiyondaydı. direksiyondaydı. “Vay hayvan herif’ dedi. İyice öfkelenmişti. Şikâyet için cep telefonunu alırken kamyonu kamyonun n hareket ettiğini gördü. gördü. Kısa farlarını yakan çöp kamyonu şimdi 10 metre kadar arkasmdaydı. Teo çok yavaş sürüyordu ama çöp kamyonu onu sollamadı. Caddenin sonuna doğru kamyonun motor gürültüsü artarak yaklaştı. Dikiz aynasından baktı, son sürat üstüne geliyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Korkuyla “Heey heeey!..” diye bağırdı, kolunu camdan çıkararak “solumdan geç” gibilerden sallamaya başladı, bir yandan da gaza basıyordu. Koskoca kamyon iyice yaklaştı, ona çarpmaya kararlıydı ve kaplumbağasını yerle bir ederdi. Tamponuna değmek üzereydi, dağ gibi araç üstü üstünd nden en geçecekt geçecekti. i. Nasıl Nasıl kurtulacaktı? Direksiyonu birden sola kırdı. Vosvos savruldu kurtuldu. Kamyon sağ tarafından geçer geçmez fren yaptı, geri vitese taktı geri geri hızla sola yönelerek tekrar üstüne geldi. Koskoca çöp konteyneriyle çarpışacaktı. Teo otos otosun unu u cadd caddeyi eyi ikiye ikiye ayı ayıra ran n çim çimenliğ enliğin in üstün tüne çık çıkar arta tara rak k kurtulabilen. Kamyon da ardından çimenliğe çıktı. Teo bu defa karşı yola geçti, kamyon da peşinden... Caddeden geçmekte olan tek tük araçların hepsi yolun sağma soluna kaçıştı, dehşet içinde onları izliyorlardı. Kamyon o kadar yalandı ki, Teo kurtulmak için ne yapması gerektiğini bile düşünemiyordu. Neden olduğunu bilemiyordu, ama kamyon kendisini öldürmeye kararlıydı. Azrail’i arkasınday dı, ölümle tampon tamponaydı. Teo ters ters yolun yolun sağı sağın na direk direksiy siyon on kırınc kırınca a kam kamyon yon da sağa sağa ge geçt çti. i. Teo bu defa an anid iden en sola dönere dönerek k ka kald ldırı ırım ma çıktı. ıktı. Azrail’i de de gürü gürülltüyle kaldırıma fırlamıştı, yine arkasmdaydı. Büyük çöp kamyonu kaldırıma sığmıyordu, çöp kutularını, ufak işaret direklerini, fidan halindeki ağaçları yıkarak hızla arkasından geliyordu. Teo’nu Teo’nun ka kaplu plumba bağa ğası sı ne ne yazık yazık ki ki kam kamyond yonda an hızlı hızlı değild değildi. i. CadCaddenin bitimindeki üç yol kavşağına gelmişlerdi. Yol burada sağa
55
dan geçerdi, hem de sık sık uğrar döner yerdi. Büfenin yan tarafındaki elektrik trafo istasyonunun yanında uzun beton bir aralık vardı. Orası Türk donerciye aitti. Kararmı verdi, dar beton aralığa girerek kurtulacaktı. Teo dua dua ediyo ediyord rdu: u: “Tanr “Tanrım ım,, aralık aralıkta ta dön dönerci ercinin nin arab arabas asıı olmaolmasın.” Kaldırımdan caddeye indi, ters yönden gidiyordu ama karşıdan araç gelmedi. Hafif sol yaptı, arabasını hizaladı, büfenin yanındaki dar aralığa giriverdi. Oraya kamyon asla sığamazdı. Kamyonu süren de oraya giremeyeceğini fark etmiş, fren yapmıştı. Tekerlekleri keskin seslerle asfaltta kara izler bırakırken kamyon duramadı, sağa doğru kafa verdi, kaydı ve döner büfesinin önündeki reklam tabelasına ve meşrubat dolabına çarptı. Gürültü caddede yank yankılan ılandı. dı. Türkler öfkeyle öfke yle dışarı dışarı fırladı. fırladı. Ustanın Ustanın elinde kılıç kadar kadar uzun döner bıçağı vardı. Kamyonun sürücüsü çabuk toparlandı. Geri vitese aldı, kamyonu büfenin önünden kurtardı, düzeltti, gazı kökledi ve soldaki bulvara girdi. Ardından küfürler ettiler, yapacak başka şey yoktu, kamyoncuyu ellerinden kaçırmışlardı. Teo ölüml ölümlee yüz yüz yüze gelmenin gelmenin bitkinliğ bitkinliğiyle iyle çökm çökmüştü üştü.. ArabaArabasından indi, bacakları tutmadı kaldırıma oturdu. Türkler, aralığa giren bu Alman komşuyu iyi tanıyorlardı, onu severlerdi. Almanya’daki Türklerin haklarım haklarım savun savunan an genç gazeteciydi. gaze teciydi. Kollarından tutup kaldrrdılar, Teo nefes nefese konuştu. “Beni öldürmek istedi.” Biraz sonra polis otoları sirenlerini çalarak geldiler. Türkler polislere çöp kamyonunun kaçtığı yönü gösterdi. Bir polis otosu Teo’nu Teo’nun yan yanınd ında a kald kaldı. ı. Kend Kendine ine gelmeye gelmeye çalışan çalışan Teo Teo ile polisler bir süre konu konuştu ştu.. Sonra birlikte birli kte merkeze merk eze gittiler. Teo polis merke merkezind zindee komis komisere ere olanı olanı biten bitenii ayr ayrınt ıntılı ılı olarak olarak anlattı. “Düşmanın var mı?” “Hayır.” “Ne iş yapıyorsun?” “Gazeteciyün.” “Adın?” “Teodor von Huber.” Onu Onu tanıyorlardı. tanıyorlar dı. Komiserin ikram ettiği kahveyi içerken çöp kamyonunu takip
56
eden polisler telsizle haber verdi: “Kamyon terk edilmiş olarak bulundu. Belediyenin tamirhane parkından çalınmış." “Örg Örgüt üt işi işi olmalı... olmalı... Mafya Maf ya veya yasadışı yasadışı siyasi örgütlerden örgütlerden biriybiri yle ilgili yazı yazdınız mı?” diye sordu komiser. “Hayır" dedi Teo, “benim branşım mafya veya yasadışı örgüt gazeteciliği değil, sanının beni birine benzettiler. Herhalde yanlış tarif tari f kurb kurban anıı olacaktım olacaktım.. Vahş Vahşii herifler, herifler, Berlin’in Berlin’in göbeğinde göbeği nde ezerek ezerek adam öldürmeye kalktılar. Umarım onları yakalarsınız.” Komiser sırtını okşadı. “îşimiz bu... Onları yakalayınca sizi haberdar ederiz. Ancak güvenlik olarak otomobiliniz bizim garajda kalsın. Yarın öbür gün bomba koyabilirler. Suçluyu yakalayana kadar sizi sivil plakalı polis aracıyla bizim çocuklar taşıyacak taşıyacak...” ...” Teo Teo “Yan “Yanlış lışlı lık k olm olmu uştur tur, koru korumay aya a gerek gerek yok yok sanı sanırı rım m” dediy dediyse se de komiser kabul etmedi. Teo korunacaktı. O gece Lara’yla geçirdiği mutlu anlardan sonra başma gelen beklenmeyen olaydan dolayı eve yorgun gelen Teo şaşkınlığını atmaya çalışıyordu. Karabasan gibi bir olaydı, kamyonun altında parça parça olmaktan zor kurtulmuştu. Yaşadığı korkunç olayı akimdan atmaya çalıştı, Lara’yla geçirdiği kısa kısa sım sıma a tatlı anı, onu çok seven seven arkadaşı arkadaşı Tobias’ın Tobias’ın “macera yı boş boş ver” nas nasih ihat atle leri rin ni dü düşündü. Burnunun ucuna kadar sokulan ölümün üstüne sinen kokusu genç adamı tedirgin etmişti. Kimse ölümünün tarihini bilemiyordu, o halde halde her her anı mutlu mutlu yaşamak gerekiyo gerekiyordu. rdu. Mutlu ve huzur huzurlu, lu, akılcı ve sakin... “Değil mi?” diye sordu kendine... İstanbul’a gitme kararını düşündü. 75 yıl önce kaybolan adam, bilinmeyen bilinmeyen adresteki Jano Janoss Klein’m izini izini arayıp yorulacaktı. Oruç kitabı neydi, 7 Akbaba ile Hazreti Davud’un yedi kollu şamBey kitabı danı, kayıp Bamabas İncili, İsa'nın kemikleri gerçekten var mıydı? Onları bulacağını düşünmekle aptallık mı ediyordu? Yoksa, 1491, Oruç Bey sırlarının izini bırakmak mı aptallıktı? Tesa Tesadü düfe fen n öğrend öğrendiği iği bu konu konu ay ayağ ağın ına a ka kada darr ge gelm lmiş iş büyü büyük k bir bir şans ise... İstanbul’da eli boş kalsa bile ne olurdu yani? Lara gibi bir kadınla birlikte olacaktı. İşte bu bile tek başma kaçırılmaz fırsattı... Ertesi saba sabah h Lara’ya telef telefon on etti. etti. “Sevgili Lara, kesin kararlıyım gidiyoruz. Bu akşam dilersen Alt Luxemburg’da buluşalım, yolculuk tarihini vesaireyi konuşalım.” “Okey çılgın adam” diyerek güldü Lara.
57
Ailenin hikâyesi Teo telefonu telefonu ka kapa pattı ttıkt ktan an sonr sonra a sevinçl sevinçlee ellerin ellerinii çırptı çırptı ve tekrar tekrar telefonu aldı. “Alo Peter, n’aber? Seninle konuşmamız gerek, hemen.” Peter von Huber ağabeyiydi. Kendisinden dokuz yaş büyüktü. 14 yıl gazetecilik yaptıktan sonra babalarının kendisini emekliye ayırması üzerine ailenin ticari işlerinin başma geçmişti. O güne kadar iki kardeş de babalarının ısrarına rağmen şirkette çalışmamışlardı. Gazeteciliğe tutkundular. Ancak, baba Von Huber’in çekilmesinden sonra iki kardeşten biri yönetim kurulu başkanı olmalıydı. Teo kaçmış, ağabeyi Peter şirketin sorumluluğunu yüklenmişti. Von Huber înşaat Sanayii şirketi dev bir kuruluştu, Prusyalı aristokrat Von Von Huber ailesi sayılı zenginlerdendi. Ailenin Ai lenin hikâyesi bir romana esin verec verecek ek kadar kadar ilginçti. ilginçti. Büyük dede Teodor Von Huber ile oğlu Martin, Birinci Dünya Savaşı sonrasımn çökertilmiş Almanyası’nda işlerini yeniden kuracak kadar becerikli kişilerdi. Prusyalı aristokrat ailenin en büyüğü Mareşal Alexandre von Huber’di. Savaşta Almanya’nın müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu ordusunda görev yapmış ünlü bir askerdi. Türkler Türklerin in hâkim hâkimiye iyetind tindeki eki Bağ Bağda dat’ın t’ın savu savunm nmas asıı sırası sırasınd nda a İng İngi i lizler kimyasal silah kullandı. Britanya İmparatorlğu kimyasal silahı ilk kullanan ülkeydi. XVIII. yüzyılda Lord Jeffrey Amherst, Kızılderilile Kızılder ililere re soykırım s oykırım uygulam uygulamasm asmda da “çiçek hastalığını” yaymıştı. Yüz binlerce yerliyi hastalık aşılayarak katletmişti.’ İngiliz Harp Dairesi kurmayları bu kez yandaşlan Araplara dizanteri basili vererek ver erek Türk askerlerinin içme sularına sularına attırdılar attırdılar.. Halk arasında “kanlı basur" denilen dizanteri çok sayıda Türk askerinin ölümüne sebep oldu. “İskender Paşa” adıyla anılan Mareşal Alexandre von Huber de dizanteriye yakalandı ve Bağdat’ta öldü. Dizanterinin öldüremediği askerler ağır hastaydı. Dizanteri, dışkının kanla karışık çıktığı çıktı ğı korkunç ishaldi. Günde Günde 30 kez tuvalete oturtur, kalbi zayıflatarak öldürürdü. Dizanteriyle zayıf düşürülen Türk ordusu Bağdat’tan çekildi. “İskender Paşa” Von Huber’in naaşı naaşı İstanbul’a İstanbul’a getirildi ve v e Tarabya Tarabya Alman Mezarlığı’ Mezar lığı’na na törenle gömüldü. Oğlu Teodor Teodo r ile torunu torunu Martin Martin Almanya’nın en sancılı yıllarında sanayici olarak yükselirken, komünistler ile Nazi Partisi de yük-
58
selişteydi. selişteydi. Sermaye sahipleri sahipleri komünis komünistt tehlikesine ka karş rşı, ı, Kili Kilise’yi se’yi de arkalarına alarak Nazileri destekledi. Von Huber Huber ailesi destekçi destekçiler ler arasınd arasında a değ değüd üdi. i. Nazi Partisi iktidara gelip Adolf Hitler Hitler başbaka başbakan n olunca ailenin kara kara günleri günleri başlad başladı. ı. İşleİşlerinde ve özel özel yaşamlarında baskı baskı görüyorlardı. Martm’in eşi Sarah’nm Sarah’nm Yahudi olması, baskı yapmakta Nazilere kolaylık sağlıyordu. 1933’ten 1934 yılma kadar Teodor von Huber tüm servetini İsviçre’ye kaçırdı. Aynı yıl bütün aile, geride tek kişi bırakmadan Amerika’ya göçtü. Teod Teodor or,, oğlu oğlu Mar artin tin ve gelini gelini Sara rah h’yla Alman Almanya’d ya’dak akii inşa inşaa at sanayii işini Amerika’da kurarak yükseldi. Martin ile Sarah’nm tek evladı Mark 1938’de doğdu. Aile savaş sonrasın sonrasında da Almanya’ya Almanya’ya dönerek dönerek bombalardan yıkılmış fabrikalarını canlandırdı. Artık okyanusun iki yanında da büyük işlere sahip sanayicilerdi. Dede Teodor öldükten sonra genç oğlu Martin işleri daha da büyütmüştü. Mark babasının yanında yetişti. Genç yaşta Heddy’yle evlendi ve Peter ile dedesinin adı verilen Teo(dor) Teo( dor) Amerika’da Amerika’da doğd ğdu u. Babası Maıtin’den sonra yönetimi alan Mark Amerika’daki inşaat işini bıraktı, üç bankanın büyük hisselerini satın aldı. Almanya’daki inşaat sanayii işini büyüttü, çocuklarını Berlin’de yetiş yetiştir tirdi di.. 65 ya yaşm şma a ge gelin lince ce oğulla oğullan n Peter ile Teo’yu şirke şirkette tte sorumluluğa çağırdı. Kendisini emekliye ayırdı, Peter yönetim kurulu başkanı oldu. Baba Mark ise Amerika’ya döndü, Long Island’daki görkemli malikânesinden denizi izleyerek kitap yazı yor ve eşi eşi Heddy Heddy’yle ’yle balığa balığa çık çıkıyor ıyordu du.. Peter ona ona her her ay ayın ın ba başın şında da işler hakkında rapor verirdi. Teo farklı farklı bir bir gen genççti, aile aileni nin n bü bütün tün varlığı varlığına na ra rağm ğmen en emek emek ververmediği şirketin parasım almazdı. Hissesinin getirisi milyonlarca euro idi, bankadaki parası dağ gibi birikmişti, ama dokunmazdı. Kendi kazancı ona yetiyordu. 45 yaşma geldiğinde ancak şirkette görev alacağını söylerdi. Ağabeyi Pete Pe terr onun onun telefonundan telefonundan sonra sonra merak meraklanm lanmıştı, ıştı, Teo ilk defa böyle telaşla “hemen” görüşmek istiyordu istiyordu.. “Öğle yemeğine şirkete gel” dedi Teo’ya. Ağabeyinin Ağabeyinin ardından ardından Tobias’ı Tobias’ı arayan arayan Teo arkadaşını da koruma polislerinin arabasma aldı. Tanımadığı araba ve sivil polisler Tobi Tobias as’ı’ı şaşırtm ırtmış ıştı tı.. Teo güldü ldü, “Apta “Aptall ap apta tall ba bakın kınma ma”” diyerek diyerek kendisini öldürmek isteyen çöp kamyonunu anlattı. Tobias inanmadı. “Teo, Oruç Bey kitabından sonra hayal gücün arttı bakıyo nım” dedi ve sonra kulağına fısıldadı:
59
“Polisleri uyutursun ama beni böyle ucuz numaralarla işletemezsin.” Teo ciddiy ciddiydi, di, alçak alçak sesle sesle işletm işletmed ediğ iğini ini,, polis merkeziyl merkeziylee kendikendisini konuşturacağını söyledi. “Sen ne diyorsun, benimle dalga geçiyorsun sandım. Kim seni öldürmek ister Teo?” “Bana göre, birine benzettiler. Pis işlere bulaşmış biri değilim ki, benim düşmanım yok, olamaz biliyorsun Tobi.” Tobia Tobiass tedirg tedirgin in olm olmu uştu. ştu. “Sen yine de kendine dikkat et, Teo. Olay aydınlanana kadar polisin korumasında kalmalısın. Şu Oruç Bey masalı peşinden İstanbul’a gitmekten de vazgeç.” “İstanbul’a gitmemin gitmemin ne sakıncası sakıncası olabilir Tobi?” “Çöp kamyonuyla adam öldürmeye kalkanların kim olduklarını bilemiyoruz. Nereye dokunacağını bilemediğin bir yazı yazmış olabilirsin. İstemeden düşman kazanmışsmdır belki... Bir varsa yım yım, ama ama seni seni öldü öldürm rmek ek istey isteyen en varsa varsa İstan İstanbu bul’a l’a gitmekle gitmekle onla onların rın işini kolaylaştırırsın. kolaylaştırırsın. Kafanı koparıverirler.” “Şimdi sen hayalci oldun Tobi çocuğum.” “Ben sadece en sevdiğim arkadaşımı korumaya çalışıyorum kafasız” dedikten sona Tobias küskün küskün oturdu, konuyu bir daha açmadı. Şirketin merkez ofisinde çalışanlar iki patrondan biri olan Teo’nu Teo’nun deni denim mli, montlu ontlu,, spor ayak ayakka kabı bılı lı boş vermiş vermiş giy giyim imine ine şaşarlar, şirkete uğramayıp fakir biri gibi eski Volksvvagen’la dolaşmasına akıl erdiremezlerdi. Oysa ağabeyi Peter, son model Bentley’ye biner, en pahalı kostümleri giyer, kravatsız görülmezdi. Teo’nun uzun saçlarının tersine Peter “adam gibi” tıraş ettirirdi saçlarını... Ağabeyiyle eşit olarak şirketin en büyük iki hissedaıından biri olan Teo 29, Peter 38 yaşındaydı. Her iki kardeş de yakışıklıydı. 1,85 boylarında sportmen adamlardı. Açık kahverengi dalgalı saçlı, yeşil yeşil gözl gözlüy üydü düle ler. r. Bur Burun unla lan n dik dikka kati ti çekecek çekecek ka kada darr dü düzgündü, keskeskin dudakları etkiliydi. Ortasında hafif bir çukuru bulunan geniş çeneleri güçlü insanlar olduklarını gösteriyordu. Köşeli, hatlı, sert görünüşlü görünüşlü yüzleriyle Alman ırkının tipik örnekleriydiler. Üçü yemeğe oturduğunda Teo ilk defa hesabından para çekeceğini söyledi. İstanbul’da İstanbul’da yapacağı araştırma araştırma çok para gerektiregerekti rebilirdi. Peter kardeşinin garipliklerine alışkındı, ancak bu defa anlattıklarına aldı ermemişti. Tobias’m yolculuktan vazgeçirme gayretleri de işe yaramadı. Teo’nun kararlı olduğunu anlayan
60
Peter’in ona hayırlı yolculuklar dilemekten başka çaresi kalmamıştı. Teo, Teo, yüklü yüklüce ce nak akit it pa para ra ve seyah seyahat at çekleri çekleri ile limits limitsiz iz iki iki kredi kredi kartı ka rtı için i çin bankasına bankasına talimat talimat verdi. verdi.
Alman İskender Paşa Peter İstanbul’a yabancı değildi. Her yıl İstanbul’a gider, büyük dedeleri Mareşal Alexandre von Huber’in mezarının bulunduğu Alman Mezarlığındaki törene katılırdı. Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı ordusunda danışmanlık yap yapa an Alexand Alexandre re von Huber’e ber’e pad padiş işah ah da mad madaly alya a ve rütb rütbee vermişti. İsminin Alexandre olmasından ötürü Türkler ona İskender Paşa demişti. demişti. Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan ve “Golç Paşa” olarak anılan Mareşal Von der Goltz da aynı mezarlıkta yatıyordu. Wil helm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz, Osmanlı ve Alman ordularından mareşal rütbesi alan Prusyalı bir askerdi. Aynı zamanda önemli bir yazardı. Birinci Dünya Savaşı sırasmda 19 nisan 1916’da Kutü’l Amare kuşatması sırasında Osmanlı ordusuyla Ingilizlere karşı savaşırken kimyasal bombanın yaydığı tifüse yakalanarak o da Bağdat’ta vefat etmişti. Bir yıl önceki Çanakkale Savaşı’nda ölen 697 Alman askeri, yine yine Çan anak akka kale le Savaşı vaşı sıra sırası sın nda hemş hemşire irelik lik yap apan an Alman Alman kraliy kraliyet et ailesinden Prenses Marie zu HohenloheIngelfingen Tarabya Alman Mezarlığı’na gömüldü. Prenses 35 yaşında, İstanbul Fener Fener’’de 17 mayıs 1918’de ölmüş ölmüştü tü.. Aync Aynca a iki Alman Alman büyükelçisi büyükelçisi de aynı yerde yatmaktadır. Bu nedenle Alman Milli Matem Günü mezarlıkta tören yapılır. Peter Von Huber her yıl yapılan törenleri uzun süre kaçırmadı. Son Son üç yıldı yıl dırr işleri işleri nedeniyle nedeniyle gidemiyordu, gidemiyordu, ama İstanbul’da İstanbul’da birkaç dostu vardı. Bunlann başında gazeteci Koksal Demir gelmekteydi. Kardeşi Teo’ya bir kart uzattı. “İstanbul’da gazeteci arkadaşım var. İsmi Koksal Demir. Anma törenlerine gittiğünde buluşurduk. İyi bir insandır, tanınmış bir gazetecidir. Bu karta telefonlarını ve adresini yazdım, ziyaret edersen iyi olur. İhtiyacın olursa sana yardım eder, çevresi çok
61
“Kendine dikkat et aslanım. Projeni eğlence haline getir, sakın tehlikeli işlere girme.” Şirketten çıktıktan sonra Teo yolda Tobias’m gönlünü almaya devam ediyordu. İstanbul’a gitmek fikrini tekrar açtı. Tobias’m küskünlüğü geçmişti ama yine olumlu değüdi. Biraz öncesinden daha yumuşak konuştu. konuştu. “Boş ver yahu Teo, ben de seni akıllı adam zannederdim. İstanbul’a gidip kendini yoracaksın. Madem Lara o kadar güzel kadın, bırak 7 Akbaba’yı aslanım, tatilini akbaba dedektifliğine değil aşk gezisine çevir. Masanın üstüne bir akbaba bir de fıstık gibi kız koysalar hangisini hangisini alırsın?” alırsın?” “İkisi bir arada olsa...” “Sen kafayı kaf ayı üşütüyorsun üşütüyorsun Teo. 7 Akbaba’ymış, Akbab a’ymış, Davud’un şamdaşamdanıymış, yok Oruç Bey kitabı filan... Bunlar masal... Enayice koşturacaksın, bir şey elde edemeyeceksin, çünkü somut bir şey yok ortada. ortada. Böyle Böyl e yüzlerce yüzler ce efsane var. var. Sen böyle salak değildin. Keşke nineme götürmeseydim götürmese ydim seni...” seni...” Teo gülerek gülerek onun onun yüzü yüzüne ne bakt baktı. ı. “Ben kafayı üşüttüm üşüttüm ve Lara’yla İstanbul’a gidiyorum Bay Tobias, tamam mı? Sen de bize katüırsan ne kadar sevinirim.” Tobias Tobias onu onun n sura suratım tım itti itti.. “Önüne bak oğlum, otomobil sürüyorsun.” “Gelirsen çok iyi olur Tobi, her maceraya birlikte daldık. Beni bırakma şimdi...” “Asla... Aptal işlere beni isteme." Teo ona ters ters ters ters bak baktı tı.. “Kalleş sen de...” Tobi gülü gülüms msed edii o ka kadar. Tobias Tobias arka arkada daşın şına a dikk dikkat at etti etti,, tekrar 1491, Oruç Bey sırlarına sırlarına kilitlenmişti. kilitlenmişti. O geveze gevez e Teo VW’mı sürerken sürerken konuşm konuşmuyor uyordu. du. TobiTob ias dayanamadı. “Sen bu Oruç Bey sırlarını kafandan atmazsan paranoyak olacaksın. Yerinde olsam Lara’yı alır, Hawaii’ye tatile giderim. Boş ver İstanbul’u Teo... Git Hawaii’ye veya Jamaika’ya, at kendini denize, ananas kabuğu kadehlerde kokteylini iç. Lara’yla çılgın gibi seviş... Pompanın volümünü yükseltmekten başkasını düşünme. Hadi gel beni dinle, pomp, pomp, pomp... pompanın volümünü yükselt!” Teo gülm gülmed edi, i, onun onun sura suratın tına a dik dik dik dik bakt baktı. ı. “Neden paranoyak olacakmışım. Büyük bir iş peşindeyim. Umduğumu bulursam dünya çalkalanacak. Küçük düşünüyorsun
62
To Tobi... i... Ben Ben ise ise bü büyük düşün şünüyoru yorum m.” “Ben seni çok seven en yakın arkadaşınım, büyük düşünen küçük beyinli, sadece mutlu olmam istedim.” “Sağ ol dostum. Ancak boşuna çeneni yorma, kararım kesin.” Tobi Tobias as bu sözler üzer üzerin inee sade sadece ce ka kaşl şlar arm mı kaldır ldırd dı, sustu. Bu Burnu rnu akar gibi oldu, cebinden çıkardığı küçük paketi açtı, başparmağı ile işaretparmağı arasını çukurlaştırdı, oraya döktüğü beyaz tozu burnuna çekti. Teo kız kızm mıştı ıştı.. “Lanet olası kokaini bırakmazsan hakiki bir budala olarak geberip gideceksin... gideceksin... Hem sana sana arabamd arabamda a böyle halt yeme demedim mi?” Tobia Tobiass ba başını şını geriye geriye ya yassla lam mış, ış, gözlerin gözlerinii ka kapa pam mıştı ıştı..
Son akşam yemeği Akşam yemeğinde buluştuklarında Teo kendi heyecanını Lara’da Lara’da görünce sevindi. sevindi. Ertesi sabah sabah salıyd salıydı, ı, bilet biletleri lerini ni alacaklar alacaklar ve çarşamba günü İstanbul’a uçacaklardı. Tobi Tobias as onla onları rı uğurl uğurlam amay aya a Tegel Tegel Havaa Havaala lam m’na gel gelm mişti. işti. Lara Lara’yı ’yı ilk defa defa görüyordu görüyordu.. Fırsatı bulun bulunca ca Teo’ya Teo ’ya fısıldadı. fısıldadı. “Aptal herif, böyle bir kadınla kitap aramaya gidilir mi? Sana son defa söylüyorum, geri ver şu İstanbul biletlerini, at kendini Hawaii’ye... Ben de gelirim söz...” “Beni İstanb İstanbul’a ul’a göndermeme göndermeme takıntısı başlad başladıı sende Tobi. MutlaMutlaka bir psikol psikologa oga gitmelisin” gitmelisin” diyen Teo arkad arkadaşın aşınıı kucak kucakladı. ladı. “Kendine iyi bak tek dostum. Bensiz sıkılırsan atla gel İstanbul’a...” THY’nin THY’nin TK1 TK1722 sefer sayıl sayılıı Boeing Boeing uçağ uçağıı 11.35’te ’te Berlin’d Berlin’deen havalandığında Teo çok mutluydu. Dayanamadı yanında oturan Lara’nm elini tuttu. Lara gülümsedi kibarca elini çekti. Türkiye saatiyle 15.20’de Atatürk Havaalam’na inmişlerdi. Teo, Teo, İsta İstan nbul Hilton’da Hilton’da rezerv rezervasy asyon on ya yap ptırm tırmış ıştı tı.. İstan İstanbu bul’u l’un n sarı küçük taksilerinden biri onları Hilton’a götürüyordu. Şoför iki yanı çiçekli havaalanı yolundan sahil şeridine indi. Teo ve Lara masmavi uzanan Marmara denizine hayranlıkla baktılar. Taks Taksii sa sahil hil yolu yolund ndan an içeriye içeriye Aksar Aksaray’ ay’a a döndü. Sah Sahilin ilin saki sakinl nliği iği bitmiş, tipik metropol gürültüsü başlamıştı. Yolun her iki yanındaki uçalc bileti satan seyahat acenteleri ile giyim eşyası satan
63
şıklığı, durmadan bağıran kornalar, Teo ile Lara’nm hoşuna gitmişti. “Almanya’dan çok farklı. Hiçbir şey şablon değil. Disiplinsizliğin içindeki kendine özel öze l disiplin insanı insanı deşarj deşarj ediyor ed iyor galiba” dedi Lara. Roma İmparatorluğu’nu İmparat orluğu’nun n, Osmanlı Osmanlı İmparatorluğu’nu İmparatorluğu’ nun n görkemgörk emli yapılan arasından, kemerlerin altmdan, köprülerin üstünden geçtiler. Otele gelene kadar yabancısı olduklan yan A La Turca yan Avrupalı dünyayı merakla seyrettiler. Onlara Hilton’un 100 numaralı dubleks dairesini ayırmışlardı. Otelin bahçesinin zeminindeki deniz manzaralı dairenin alt katında Teo, üst katta Lara yatacaktı. Her iki kat da aslmda iki ayn daireydi. Arzu edilirse aradaki kilitli kapı açılabilirdi. Sadece üst kattaki oturma salonu büyükçeydi ve geniş bir barı vardı. Saat akşamın 5’iydi. Duş alıp giysilerini değiştirmişlerdi. Lobi ye çıkı çıkıp p birer birer espre espresso sso söyle söyledil diler. er. Teo Teo ağab ağabey eyini inin n verdiği kart kartıı ve telefonunu çıkardı. “Peter “Pe ter’in ’in arkadaşı arkadaşı Türk gazeteciyi gazet eciyi arasam arasam mı?” mı?” “Ara ara, Almanca biliyor mu acaba? Bilmese bile İngilizce biliyordur herhalde...” herhalde...” Teo num numar aray ayıı çevir çevirdi. di. Peter’in verdiği verdiği direkt direkt num numar aray aym mış, kar kar-şısındaki Köksal’dı. Teo kendini tanıtınca Koksal memnun olduğunu, Peter’in aradığını, onları beklediğini söyledi. Eğer uygunsa onları akşam yemeğine almak istediğini belirtti. Teo yemek davet davetini ini Lara’ Lara’ya ya sord sordu u. Evet, Evet, mem memnun nun olur olurla lard rdı. ı. Telefonu Telefonu kapa kapattı ttı Teo. Teo. “Adam benim kadar Almanca konuşuyor.” Köksal’la tanıştıklarında tanıştıklarında tahminlerinde tahminlerinde yanıldıklarını gördüler. gördüler. Göbekli, orta boylu, kravatı gevşek bir gazeteci tipini gözlerinde canlandırmışlardı. Oysa Koksal uzunca boylu, ince sportmen yapı yapılı, lı, kıvnınlı kıvnınlı siya siyah h saçla saçların rının ın şak şakak ak kısımla kısımlan n grile grileşm şmiş, iş, ince ince tel tel gözlüklü, son derece şık yakışıldı bir adamdı. Lacivert blazeri içine giydiği ince mavi çizgili spor gömleği, lacil acivert fulan, bej pantolonu, açık kahverengi mokasenleriyle fotomodel gibiydi. Bakışlarında sıcaklık, gülüşünde içtenlik vardı. Onları Tarabya’daki Garaj Lokantası’na götürüyordu. Köksal’a göre İstanbul’un en iyi balık lokantalarındandı Garaj. Boğaz’m eşsiz manzarasını izleyerek sahil yolundan lokantaya yakla yaklaşır şırke ken n Ran Range ge Rover’mm Rover’mm şoförü şoförüne ne ses seslen lendi di.. “Çetin, Alman köşkünün önünde dur.”
64
Deniz Deniz kıyısındaki beyaz görkemli görkeml i köşk büyiik geniş geniş bahçesinin bahçesinin içinde göz alıcıydı. “Büyü “Büyük k deden İskender İ skender Paşa’mn Paşa’mn, yan yanii AIexandr AI exandree von vo n Huber’in mezan bura burada da,, Peter Pet er her yıl ziyaret ziyare t ederdi, ederdi, sen hiç gelmedin” gelme din” dedi Koksal. “Evet, hiç gelmedim” dedi Teo, “ilk fırsatta ziyaret edeceğim. Yeri de çok güzelmiş.” Lara ve Teo, Garaj Lokantası’mn rakipsiz lakerdasına, yaprak ciğerine, karides salatasına ve mezelerine, ızgara ve buğulama balık yemeklerine hayran oldular. Garsonların sıcaklığı, atmosfer, Boğaz manzarası harikaydı. “Buraya Peter’le çok geldik, sanırım özlemiştir” dedi Koksal. Biraz Biraz yemek yeme k ve içkiden sonra sonra Teo, Teo, Türkiye’ye Türki ye’ye gelmekteki gelmekt eki am amaacını açıkladı; Janos Klein adındaki bir Alman Yahudisi’nin izini bulmak istiyordu, Oruç Bey’in kitabından söz etmedi. Klein’ı gazetesine hazırladığı yazı dizisi için arıyordu. “Kayıp Almanlar gibi bir başlıkla yayımlanacak” dedi. “Sana yardımcı olurum” diyen Koksal, ertesi günden itibaren Rang Rangee Rov Rover er’m ’mıı ve şoförünü şoförünü Teo ile Lara’ya Lara’ya göndereceğini göndereceğini söyledi. “Taksiyle başa çıkamazsınız. Benim Çetin İstanbul’un kılcal damarlarını bile bilir. Arabadaki “Basın” plakası da bazı yerlerde yara yararlı rlı olu olurr. Teo ile Lara ra,, sıca ıcalc dostlu dostluk k göst göster eren en,, yar yardım dımcı cı olan olan Köksal’a Köksal’a teşekkür ettiler. Sabah erkenden Köksal’ın şoförü onlan otelden aldı. Alman Konsolosluğu’na giden Lara ile Teo, “Janos Klein” adındaki Alman’m kayıtlarında olup olmadığını sordular. Görevli böyle bir bilgiyi konsolosu konsolosun n izniyle verebileceği verebi leceğini ni söyledi. söyledi. Teo Teo kon konsolo solosa sa gazete zetecci ola olarak araştırm ırma yaptığ tığım ım,, Klein lein’’m Yahudi olduğu olduğunu nu,, kitap yakma olayları olayları sırasında sırasındakorkarak korkarak 75 75yıl yıl önce önce İstanbul’a İstanbul’a kaçtığını söyledi. Konsolosun güvenini kazanmak için, “Janos Klein’m hikâyesini, N azi kitabını yazan Bayan Bayan Leoni az i Döneminde Döneminde Gördüklerim Gördüklerim kitabını Adelheid’ı anlattı... Onların dostuymuş, ben de gazete içki iyi bir yazı dizisi olur düşün düşüncesiyle cesiyle İstanbu İstanbul’l’a a geldim” geldim” dedi. dedi. Konsolosun talimatıyla görevli memur Teo ile Lara’yı arşive götürdü. Görevli Elmar, “Alman kolonisi Türkiye’de uzun süredir varlığını sürdürüyor. Sayılan da az değil... Eski dosyaların tamamını bilgisayara yazdık, öyle olmasaydı yüzlerce dosya içinde işimiz zordu” diyerek aramaya başladı. “İşte iki tane Janos Klein bulduk. Kayıtları 1935 ve 1952 yılla nnda yapılmış.”
65
“Bizim Janos Klein 1933’te Almanya’dan çıkmış, ama belki konsolosluğ solo sluğa a daha sonra geldi, 1935 yılında yılında kaydı yapılan olmalı” olma lı” dedi Teo. Konsolosluk Konsol osluk memuru Elmar kaydı okud okudu. u. “ 1935 kay kayıtl ıtlıı Janos Janos Klein, 1935 İstanbul doğumlu doğumlu gemi ge mi mühendisi. Ailesi 1873 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na gemi mühendisi olarak gelmiş. Ailenin bütün kuşakları gemi mühendisi olarak İstanbul’da çalışmış. Janos Klein da aynı işi yapmış ve emekli olmuş, İstanbul’dan Ege’ye göçmüş, Marmaris’te ev almış halen orada yaşıyor.” “Bu Janos bizim aradığımız değil” dedi Teo. Bizim aradığımız Jano Janoss Klein Klein 19 1900 doğu doğum mlu, lu, bu bugün gün 10 108 yaşmd yaşmda a olma olması sı gerek gerekird irdi. i. “Bir “Bi r de 1952 kayıtlıya bakalım” bakalı m” dedi memur Elmar. Elmar. İkinci “Janos “Janos Klein” Kl ein” isminin üstüne üstüne tıkladı. tıkladı. Olumsuzca Olumsuzca başını salladı. “ 1952 kay kayıtl ıtlıı Janos Janos Klein Klei n 1958 yılınd yıl ında a 6 yaşmda yaşmda ölmüş. CenazeCena zesini ailesi Hanover’e götürmüş, bir daha da dönmemişler. Lara ile Teo bakıştılar. Teo umudunu kesmemişti. “Elbette onu bulamayacağımızı biliyorduk. Aradığımız çocukları veya torunlar torunları... ı... Klein soyadı olanları bize vere v erebil bilir ir misiniz?” Memur Memur aradı ama başka başka Klein yoktu. yoktu. Teo ile Lara konsoloslukkonsolosl uktan hayli üzgün ayrıldılar. Teo T eo’nu ’nun n omuzları çökmüştü. çökmüştü. “Daha ilk günde şaman yedim Lara.” “Dur bakalım hemen moralini bozma... Janos’un bu şehre geldiği kesin değil de ğil bir kere... kere... İstanbul’a gidiyorum demiş ama acaba becerebilmiş mi? Yakalanıp tutuklanmış sonra da Gestapo tarafından kaybedilmiş olabilirler. Yolculuk sırasında kaza vesaire gibi bir sebeple ölmüş olabilirler.” “Dediklerinin hepsi mümkün Lara. Bunları Berlin’de hesaplamalıydım. Keşke Tobi’yi dinleyip Hawaii’ye gitseydik.” Lara onun omzunu okşadı. Alman Konsolosluğu’nun karşısındaki daki binalardan birine birine takılı tabelayı Teo’ya Teo ’ya gösterdi. “Bak ne yazıyor, Fischer Deutsche Restaurant. Hadi gel bakalım nasıl bir yermiş? Fischer küçük şirin bir lokantaydı. Garsondan iki maden sodası istediler. Biraz serinledikten sonra yemek söyleyeceklerdi. Çünkü Çünkühenüz öğle olmamıştı. Yakındaki Atatürk Kültür Merkez Merk ezi’nin i’nin otoparkında bekleyen şoför Çetin’e telefon ederek iki üç saat sonra kendisini çağıracaklannı, dilerse yemeğim yemesini söylediler. Limonlu sodalarını içerlerken Teo cep telefonundan Köksal’ı aradı. Janos Klein’m izini bulamadıklarını ve şu anda yılgın bir
66
halde Fischer lokantasında oturduklarını iletti. Koksal yarım saat sonra geldi. Teo son derece üzgündü. Onun yık yıkıl ılcc ha halin linee ba baka kara rak k güld güldü ü Koksa oksal. l. “Sevgili dostlar üzülmeyin canım, olur böyle şeyler, şnitzeli ünlüdür lokantanın, tavsiye ederim, üzüntünüzü alacak bir lezzet gerek size..." diyerek Şef Mutlu’ya üç şnitzel ısmarladı. Havadan sudan bahsetti, Peter’le İstanbul’da neler yaptıklarını anlattı. Sonra duvardaki büyük fotoğrafı gösterdi. “Bu lokantarun kurucusu Bayan Fischer, İstanbul’un mozaik taşlarındandır, lokanta daha Önce Galatasaray’daydı. Yani başka bir yerde...” Güldü. “Galatasaray’ın neresi olduğunu bilemezsiniz elbette...” Ja Janos Klein’ı Klein’ı bula lam maman anın ın üzün züntüs tüsüyle sıkıla sıkılan n Lara Lara ve Teo, Teo, Köksal’ın umursamaz tavrına şaşırmışlardı. Onların düş kırıklığı adamın umurunda değildi. Şnitzelleri gelince Koksal şoförüne telefon ederek “15 dakika sonra Fischer lokantasının önünde ol” dedi. Şnitzelini hızla yerken onlara da “çabuk olun” dedi. O kibar adama bir şeyler olmuştu. Range Rover’a bindiklerinde nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Araç Tarlabaşı yolundan eski Amerikan Konsolosluğu’nun tenha sokağına girdi. İki yanındaki eski yüksek binaların gölgeleriyle grileşmiş sessiz tarihi sokaktaki antikacı dükkânının önünde durdu. Koksal eliyle dükkânı gösterdi. “İşte, Kenan Iülan isimli beyefendinin antikacı dükkânı.” Lara ile Teo ne demek istediğini anlamadılar. Koksal hâlâ gülü yor yordu du.. “Dükkânın sahibi Bay Kenan Kılan, aradığınız Janos Klein’m torunudur.” Kulaklarına inanamadılar. Böyle bir sürprizi beklemiyorlardı. Teo’nu Teo’nun gözleri açıl açılmış mıştı tı heyec heyecanla anla sord rdu u. “İnanılmaz bir şey!.. Onu nasıl buldun? Konsoloslukta kaydı yoktu yoktu.” .” Koksal gülerek parmağını ahuna dokundurdu. “Ama sinagogda vardı.” vardı. ” “Aman Tanrım” dedi Lara, “bunu akıl edemedik. Öyle ya Janos Klein Yahudi’ydi...” “Biraz övüneyim” diyerek güldü Koksal. “Akıl etseniz de adresi sinagogdan alamazdınız, size vermezlerdi. Yahudi cemaatindeki bana bana güvenen çocukluk çocukluk arkadaş arkadaşlarımın larımın sayesinde adresi buldum
67
aldım. Sizden de bahsettim. Demek istiyorum ki, şu anda bizi beklemekteler." “Ben sana nasıl teşekkür edeyim can dost” diye Teo cipten heyecanla indi. indi. Lara ile il e Koksal onu izlediler. Hayli büyük dükkân tıklım tıklım antika doluydu. Şamdanlar, lambalar, sehpalar, biblolar, koltuklar, gramofonlar, teneke oyuncaklar, taş plaklar, yüzyılı devirdikleri belli kitaplarla başka akla gelebilecek ne varsa yığılmıştı. Tavana asılmış antika avizelerin hepsi pınl pınl yanıyordu. Güler yüzlü genç bir kadm onları karşıladı. “Koksal Bey, hoşgeldiniz.” Ardından Almanca, “Misafirlerimiz mi?” diyerek Teo üe Lara’yı gösterdi. gösterdi. Sıcak bir tavırla tavır la elini uzattı. uzattı. “Siz de Suzan Hanım olmalısınız?” dedi Koksal. Hepsi Almanca konuşuyorlardı. “Hı hı...” dedi. “Şöyle buynın bu kalabalığın içinde oturacak yerimiz yerimiz bile var." var." Suzan balık etinde, 30 yaşlarında açık kumral saçlı hoş bir kadındı. İnce elbisesi vücudunun hayli güzel olduğunu ortaya çıkarıyordu çıkarıyordu.. Misafirlerini Misafirleri ni dükkâ dükkânın nın arka tarafındaki ofise ofi se aldı. aldı. “Babam az sonra gelecek. Ben Kenan Kılan’ın kızıyım, size limonata limonata ikram edeyim, hava çok ço k sıcak...” Teo ile ile Lara büyü büyük k heyecanla heyecanla Jano Janoss Klein’m Klein’m torun torunu u Bay Kena Kenan n Kılan’ı bekliyordu. Fazla beldetmedi. Kapıdan uzunca boylu, 55 veya 60 yaşlarında gösteren beyaz saçlı, temiz pembe yüzlü zayıf bir adam adam girdi. girdi. Konuklarına Konuklarına şöyle bir baktı, gülümseyer gülümseyerek ek Almanca “Hoşgeldiniz” dedi. “Ben Kenan Kılan.” Teo elinden elinden geldiği geldiği kada kadarr çabu çabuk k kendis kendisin inii neden ara aradığ dığın ınıı anlattı. “Hem Bay Janos Klein’m Almanya’dan sonraki yaşamı, hem de İstanbul’a beraberinde getirdiği 1491 adlı kitap beni 1491,, Oi'uç Oi' uç Bey adlı ilgilendiriyor.” Kenan Kenan Kılan hiç tepki vermemişti, alçak kısık bir bi r sesle konuşukonuşu yord yordu. u. “Dedem Janos Janos Klein’m K lein’m Hamburg’dan Hamburg’dan gemiye binene kadar olan yaşa yaşam mını ını biliyor biliyorsun sunuz uz dem demek.” ek.” Biraz durdu Kenan Kılan. “Sonrasını anlatayım” dedi. “Sonrasında ise dedem, ninem ve o yıl yıl üç üç yaşm yaşmda da olan olan an anne nem m ile beş beş yaşın yaşında daki ki day dayım ım 27 günl günlük ük deniz deniz yolcu yolculu luğu ğund ndan an sonr sonra a İsta İstanb nbul ul’a ’a geliy geliyor orlar lar.. İltica ettiklerin ettiklerinii söylüsöylü yo yorlar rlar.. Türk Türk yetkililer yetkililer onlar onlarıı alıyor alıyor ve bir bir eve yerleşt yerleştiriy iriyor. or. Türki Türkiye, ye,
68
Almanya’yla ilişkileri bozmamak için o yıllar titiz davranıyor. Dedeme, ‘Güvendesiniz, ancak sizin burada olduğunuzu Alman mak akam amları ları bilmemeli, bilmemeli, geri geri isteyebilirler, biz b iz vermeyi vermeyizz ve siyasi siyasi kriz kriz çıkar’ diyorlar. Bütün aileye Türk kimlikleri çıkartıyorlar. Dedemin adı Yusuf Kılan, ninemin adı Ayşe Kılan, annem Suzan Kılan, dayım Rıfat Kılan oluyor. Durumu sadece sinagog biliyor. Dedem Tü Türk kim kimliğ liğiy iyle le sinag sinagog og kütü kütüp phanesin sinde çahş çahşıyo ıyorr ve kısa ısa süre sürede de Türkçe' öğre öğreni niyo yor. r. Eski Eski kita itapla lar, r, elyaz elyazma mala lan n ve kütü kütüp pha hane neci cili lik k konusunda uzman olduğu öğrenilince Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk kendisini çağmyor, görüşüyor. Dedem üniversitelerde ders veriyor, devlet arşivlerinin düzenlenmesinde çalışıyor. Tezler hazırlıyor, Profesör Yusuf Kılan oluyor. Dedem o kadar yararlı çalışmalar yapıyor İd, Cumhurbaşkanı Atatürk onu ödüllendiriyor, bu caddenin üstünde bir ev armağan ediyor. Emeldi olunca bu antikacı dükkânım açıyor dedem... Babam büyüyor ve İstanbul’a 400 küsur yıl önce yerleşmiş olan Yahudi ailesinin kızı annemle evleniyor, bendeniz dünyaya geliyorum. Dedem Yusuf Kılan’ı, yani Janos Klein’ı 1983 yılında kaybettik. 83 yaşmdaydı. Ardından dayım gitti. Babam ve annem de bir yıl aray arayla la 95 ve 96’da öldü ldüler. ler. Dört Dört yıl önce önce de ben ben eşim eşimii kaybe kaybetttim. İşte bizim hikâyemiz. Dükkânı kızımla ben yürütüyoruz. Büyük dayımın kızı ile oğlu üniversitede profesördü. Onların çocııklan da üniversitede öğretim görevlisidir. Ailenin o bölümünde ünde herkes akademisyen. akademisyen. Bund Bundan an başka sormak iste istediğ diğini inizz bir bir şey var mı? mı?”” Teo Teo teşekk teşekkür ür etti. tti. “Sizi yorduk” dedi “ama aklı Oruç Bey suiarının bulunduğu kitaptaydı. Dedeniz Berlin’den aynlırken yanında bazı kitaplar vardı. Yazı dizim için özellikle onlardan birini bulmam şart. O kitaplar sizdedir herhalde.” herhalde.” “Dedem bütün kitaplan bu dükkâna koyardı. Yıllar boyunca yüzler yüzlerce ce eski eski kit kita ap gel geldi di,, gitt gitti. i. Ne kad kadar kita kitabım bımız ız varsa varsa ra rafl flar ard da. Bunlara bakınız, ama içlerinde dedemin Berlin’den getirdiği bir kitabın olması imkânsız. 65 yıl önce açılan bir antikacı burası, o kitaplar çoktan satılmıştır.” Teo Teo tatm tatmin in olm olmamıştı ıştı.. “Berlin’den “Berlin’den getirdiği geti rdiği sözün sözünü ü ettiğim ettiğim kitaplan satacağını satacağını sanmısanmı yor yoru um. Evind Evindee tu tutmu tmuştur tur. Evinde Evindeki ki kitap kitapla lan n görebilir miy miyiz?” iz?”
69
ni kaçırması içirı Berlin Kütüphanesi Başkanı Waldemar Adelheid dedenize izin vermiş. Tarih ise, Almanya’da kitapların yakıldığı 1933 yılı. Bunu bize anlatan Waldemar Adelheid’m kızı. Dedeniz Jan Janos Klein’ı Klein’ı çok yak yakın ında dan n tanı tanıyo yor. r. Dedeniz Dedeniz bir bir ema emaneti neti asla asla satsatmayacak onurlu birisiymiş. Ayrıca onu İstanbul’a getiren sebep kitapta okuduğu şeyler... Bu konular aile içinde herhalde konuşulmuştur.” “Hayır, hiç konuşulmadı. Dedem o kitabı kesinlikle İstanbul’a getirmedi. Bizde olsaydı bilirdim. Ancak sözünü ettiğiniz 1491, Oruç Bey adlı adlı kitabı babamm zamanında zamanında soranlar olmuş. olmuş. Bana da son 10 yıl içinde birkaç kere sordular. ‘Yok’ dediğimde nedense bir türlü inanmadılar, bazıları sinirleniyor. İki hafta önce gelen genç neredeyse benimle kavga edecekti.” Teo, Teo, Lara ve Koksal Koksal şaş şaşkı kınl nlık ıkta tan n ayağ ayağa a kalk kalktı tıla lar. r. “15 gün önce biri bu kitabı mı sordu?” “Evet, o kişi Alman’dı. Hem şaşılacak şey, bu sabah, sizden iki üç saat önce başka bir Alman aynı kitabı sordu. ‘Yok’ dediğimde uzun uzun yüzüme baktı. ‘Birine mi sattınız?’ diye sordu. ‘Hayır, böyle bir kitap bizde hiç olmadı’ dedim. dedim. Gözlerime Gözleri me yalan arar arar gibi bakıyor bakıyordu, du, ‘Sizde ‘ Sizde kopyası veya ikinci baskısı baskısı olmalı olmal ı değil de ğil mi? Ben kopyayı arıyorum’ dedi.” Kenan Kılan güldü. “Kopyası da yok, orijinali de yok diye üstüne basa basa söyledim. Sinirle sınttı. ‘Orijinali zaten olamaz, kendini ne sanıyorsun’ dedikten sonra bir şey söylemeden söyl emeden gitti. Ürkütücü Ürkütücü bir tipti.” Teo, Teo, Lara ve Koksal Koksal iyice merak erakla land ndı. ı. “Bu sabah ha?” Teo tekrarladı. “Bir Alman ha?..” “Evet bir Alman. Zayıf, sinsi, tehditkâr bakışlı biri. Hem lütfen bana söyler misiniz, bu kitapta ne var? Neden bu kadar ısrarla, hatta öfkeyle soruluyor? Hele bir adam vardı 810 ayda bir gelirdi. Siyah melon şapkası, yakası astragan kürklü siyah paltosu, siyah bastonuyla hemen tanınırdı. Kamburunu çıkararak yürür, yüzüme bakmadan kitabı sorardı. Her defasında bizde olmadığını söylerdim. Bir defasında, ‘Beyefendi siz hep geliyorsunuz, ben de hep, o kitap bizde yok diyorum, siz yine geliyorsunuz’ dedim. Hiç kızmadı. ‘Belki biri getirmiştir size... Şansımı deniyorum’ dedi. ‘Gelirse size haber vereyim' dedim, adresini istedim vermedi. ‘Ben yine gelirim’ diyerek gitti. Son gelişiydi, bir daha uğramadı. Yıllardır bitmez tükenmez bir istek var. Kitabın elyazması bizde olsa dedem mutlaka gösterirdi. Çevirisi bizde olsa bilirdik. Emin olun sizier kadar ben de merak ediyorum, hiçbir hi çbir kitap 1491, Oruç Bey
70
kadar sorulmadı. Tuhaftır, bizde olmayan bu kitap 60 yıldan beri ailemden isteniyor.” “Ben de şimdi bu sabah kitabı soranı merak ediyorum? Ama belki rastlantıdır” dedi Teo. Koksal ise, Kenan Kılan’a hiç beklemedikleri bir teklif yaptı. “Dedenizin evine giderek kitaplarına bakmamıza izin verir misiniz? Belki bir ipucu buluruz.” Kenan Kılan gülümsedi. “îpucu ha? ha? Kimseye güvenme ku kura ralı.. lı.... Dedekt Dedektif if gibisiniz. gibisiniz. DedeDedemin evinde şimdi ben oturuyorum. Suzan yarın sizi götürsün bakın.” Koksal özür diledi. “Kusura bakmayın lütfen. Teo’nun rahat etmesi için rica ettim.” “Anlıyorum, gençler tutkulu oluyor” diyerek tekrar gülümsedi Kenan Kılan. Ertesi sabah saat 10’da Suzan dükkânda bekleyecekti. Evleri iki adımdı. Kenan ile Suzan’a defalarca teşekkür ederek dükkândan çıktılar. lar. Kenarda bekleyen bekleyen Range Rover Rov er yanaştı yanaştı bindiler. bindiler. Şoför Çetin’in Köksal’a alçak sesle ve Türkçe söylediklerini Lara ile Teo anlamadı. “Koksal Bey siz içerdeyken bir minibüs tam dört defa ağır ağu* geçti. Her geçişte içindekiler eğilip sizin girdiğiniz dükkâna baktılar. Beyaz bir Ford. Ben huylandım plakasını aldım.” “İyi yapmışsın Çeto, plakayı gazetedeki polis istihbaratına ver, minibüsün sahibini öğrensinler.” “Tamam efendim. Şimdi nereye gidiyoruz?” “Hilton’a...” Hilton’un muhteşem manzaralı terasında oturduklarında kafaları hayli karış karışıktı. ıktı. Ga Garson rson içkilerini içkilerini ve çerezlerini çerezlerini getir getirdikten dikten sonra güvencinler de masalarına masalarına kond kondu. u. Çerezle Çerezlere re bayılıyorlardı. bayılıyorlardı. “Guk “Guk guk” sesleri çıkararak fıstıklarını yutan arsız çerez ortaklarına bakarak güldüler. Güvercinlerin şovu gerginliklerini yumuşatmıştı. Kısa sürede olanları sıraya koymaya çalışıyorlardı. Lara kitabı soranların bu kadar çok oluşuna şaşırmıştı. “Kitabı çok ldşi biliyor ama elbette okuyamamışlar, sırları bilmiyorlar. Sırları öğrenmek için çatlıyorlar İd, yok denildiğinde kızıyorlar.” Teo, Teo, Ken Kenan an’ın ’ın “Dedem “Dedem kita kitabı bı İsta İstanb nbul ul’a ’a getirmedi” getirmedi” sözü sözüne ne inan inan-mıyordu.
71
“Kenan bizden gizliyor veya gerçekten bilmiyor. Kitaba ne olduğunu belki babası biliyordu ama ne yazık ki o ölmüş.” “Kenan kitabın 60 yıldır sorulduğunu söyledi. Çok ilginç. 60 yıldır sorul soruldu duğu ğuna na göre, göre, kimse kimse kita kitabı bı bulam bulamam amış” ış” dedi dedi Kok Koksa sal. l. Kıvranıyordu Teo. “Ne yapacağız peki?" Koksal bir öneri getirdi. “İstanbul'da eski kitap satan birçok dükkân vardır. Bazılarında ummadığınız değerli kitaplan bulursunuz. Birçoğunun sahibi de arkadaşımdır. Ben yarın onları arayayım, ayrıca gazetedeki çocuklardan birkaçını da gönderirim, gönderirim, bakarsın sahaflardan sahaflardan birinde kitabı buluruz, Milyonda bir ihtimal de olsa, denemeye değer. Siz Suzan’a gidin, ben de kitapçıları araştırayım.” “Ben de sizinle geleyim, eski kitaplar benim işim size yardımcı olurum. Kenan’ın evinde bir şey bulamazsa Teo da bize katılır” dedi Lara. Teo da aynı fikirdeydi. “Siz yann Lara’yla gidin, ben Suzan’dan aynlmca size telefon ederim, buluşuruz.” Üçü biraz daha konuştular. Koksal onları yemeğe çıkarmak istedi. Teşekkür ederek erken yatacaklarını söylediler.
Yeni bir gün yeni umut Sabah saat 9.30’da Koksal arabasıyla geldi, Teo ve Lara’yı alarak Kenan’ın dükkânına gittiler. Teo orada indi, Suzan’a el salladılar. lar. Koksal ile Lara L ara Kadıköy’deki kitapçılan kita pçılan araştırmak üzere yola yol a devam ettiler. Saat 13.00 olmuştu, Koksal ile Lara aradıklan kitabı bulamamışlardı. KadıkÖylü sahaflar 1491, Oruç Bey adlı adlı kitabı hiç duymadıklarını söylediler. Oruç Tarihi adlı adlı yeni basım bir kitap vardı ama aradıkları o değildi. Beyazıt’taki sahaflan araştıran gazeteden muhabirler de telefon ederek Oruç kitabım bulamadıklarını bulamadıklarını Köksal Köksal’a ’a bildirdiler. Or uç Bey, Bey, 1491 1491 kitabım Ayaküstü Ayaküstü bir şeyler şeyl er atıştmp Galatasaray’daki Galatasaray’daki sahaflara gitmek üzere arabaya bindiler. Teo henüz aramamıştı. Galatasaray’a geldiklerinde 14.30 gibiydi... Teo hâlâ aramamıştı. Koksal onu aradı Teo’nun telefonu açılmadı. Galatasaray’daki pasaj içi sahaflannda Köksal’ın çok dostu vardı. Hepsinin dükkânlarım tek tek dolaştılar. 1491, 1491, Oru O ruçç Bey kitabını onlar da duymamıştı. Saat 17.00 olmuştu, o saate kadar Koksal defalarca aramasına
72
rağmen Teo’nu Teo ’nun n telefonu telefonu açılmam açılmamıştı. ıştı. “Bir daha daha arayayım” arayayım” diyerek Koksal T Teo eo’’nun cep tele te lefo fon n numanumarasını saat 17.1 17.10 0’de tekrar tekrar tıkladı. Zil uzun uzun uzun uzun çaldı, tel t elef efon on yine yine açılmadı. Ondan Ondan sonra 10 10 dakikada bir bir Teo’yu eo ’yu aradılar. aradılar. Sonuç hep aynıydı, telefon açılmıyordu. Saat 20.00 olmuştu. Teo ortada yoktu. Merak yerini endişeye bırakmıştı. Lara konuşmadan ne yapmaları gerektiğini sorarcasına Köksal Köksal’ın ’ın yüzüne yüzüne bakıyordu. Kölcsa ölcsall da bir bir şey şey söyl söylemiy emiyor ordu du ama korkmaya başlamıştı. “Antikacı dükkânına gidelim” dedi. Suzan, “Evimiz iki adım” demişti. Dükkân kapanmış olmalıydı ama komşu kapıları çalarak semtin bu en esld ailesinin evini öğrenmek kolaydı. kolaydı. 20.45 civarı dükkânın önündeydiler. Kepenkler inikti. Şoför Çetin ile Koksal kapısını çaldıkları ilk evden Kenan Kılan’m adresini öğrendiler. Gerçekten dükkâna iki adım sayılacak kadar yakındı. Zile dokundular, kapıyı Suzan açtı, onları görünce biraz şaşırdı ama içeri buyur etti. Babası da hemen arkasm daydı. Lara ile Koksal telaşlıydı, oturmadılar. Ayaküstü konuşu yorla yorlard rdı. ı. “Rahatsız ettik bağışlayın, ev telefonunuz bende yoktu geleceğimizi haber veremedik. Teo bizi aramadı ve ortada yok. Çok merak ettik, sabah sizinle buluşmuştu” dedi Koksal. Babakız şaşırmışlardı. “Siz Teo’yu bıraktıktan sonra buraya eve getirdim. Kitapları gösterdim” diyerek Teo’un ziyaretini anlattı Suzan. “Aslında “Aslında büyük büyük dedemden kalan kitap yoldu, hepsi babamın güngünlük okuduklarıydı. Baldı baktı onların aradığı kitaplar olmadığım söyledi, gülüştük, sonra kahve ikram ettim. Biraz Almanya’dan bahsetti settik k ‘Dedeniz Jan Janos os Klein’m fotoğr fot oğrafı afı varsa görmek görmek isterim’ dedi. dedi. Dedemin duvara asılı asılı büyük büyük foto fotoğr ğraf afım ım gösterdim. Uzun uzun uzun bakıp bakıp başım salladı. salladı. Sonra ona aile albümlerini albümlerini getirdim. getirdim. Çok eski fot fotoğra oğrafflar da vardı. vardı. Dedemin İstanb İstanbul’a ul’a ilk geldiğinde geldiğinde çektikler çektikleriyl iylee ilgilen ilgilendi. di. Bazı fotoğraflara baldı, ‘Bu, dedem Alexandre von Huber’in mezarının fotoğrafı, burada ne işi var?’ diyerek şaşırdı. Ben de Janos Klein’m her her şeyin fotoğ fotoğraf rafım ım çekmiş çekmiş olduğu olduğunu nu söyledim. söyledim. Bazı notlar notlar aldı. Sonra teşekkür ederek gitti. “Saat kaçtı sizden ayrıldığında?” “12 veya en geç 12.30 olabilir.”
73
nm polise başvuracağım” diyen Köksal’a Kenan kartmı uzattı. “Biz de merak ettik, ettik, bir bi r haber alırsanız alırsanız lütfen bizi evden e vden ara arayın yın,, hangi saatte olursa olsun... Telefonum kartta yazılı.” Arabada giderlerken Lara, “Teo’nun dedesinin mezar fotoğrafının Janos Klein’m albümünde çıkmasına ne dersin? Çok garip bir rastlantı değil mi?” diye sordu Köksal’a.
Boğaz’da korku Klarnetçi aletinin kalağını havaya dikmiş neşeli fasıla çığlık çığlığa eşlik ediyordu. Tavernanın müşterileri iyice coşmuştu. Hep birlikte birli kte oynuyor, oynuyor, bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı. Alı ah fıkır fıkır fıkırdama Gel bana gel Ah alı şık ır şıkır şıkırdama şıkırdama Gel bana gel
Darbukacı fırladı ayağa kalktı, oynayanların araşma karışmak için masaların önünden koşarak geçti. Tam piste dönecekti ki... Lokantanın Lokantanın girişine yakın yerde biriyle biriyl e Öyle Öyle bir çarpıştı ki, darbudarbukası elinden uçtu. Düşmemek için tutunduğu adamdan Özür dile yece yecekti kti... ... Fakat Fakat don dondu du kald kaldı. ı. Adamı tutan elleri vıcık vıcık ıslanmıştı. Adamın yüzüne bakınca “AllaaaahL” diye feryat etti. İki adım geri kaçtı, bir daha bağırdı: “AllaaaahL” Feryadı müzik sesini bile bastırd bastırdı. ı. Onun Onun çığlığını duyan duyan ışıkçı, güçlü projektörü projek törü sesin geldiği ge ldiği yöne yö ne çevirdi. Gördüğü Gördüğü şeyle yerinden fırlayan fırl ayan ışıkçı lokantan l okantanın ın tüm lambalarım yaktı. Ortalık Ortalı k gündüz gibi aydınlanmıştı. aydınlanmıştı. Darbukacı ıslanan ıs lanan elleri el lerine ne baktı, kıpkırmızıydı. Sahnede göbek atan müşteriler de ışıkçının gördüğünü görmüştü. Kadınlar çığlık atarak geri geri gitti. Erkekler şaşkın bakakaldı. Spotların göz yakan ışığı altında baştan aşağı kanlar içinde bir adam duruyordu. Kan, saçlarını yüzüne yapıştırmıştı. Kıpkırmızı yüzünde parlayan bembeyaz gözakları büyümüş korkuyla bakmaktay bakmaktaydı. dı. Çenesinden sürekli kan damlıyordu. GömG ömleği ve pantolonu kan havuzuna batırılıp çıkarılmış gibiydi... Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi, dudakları birbirine vuruyordu, öksürünce ağzındaki kan püskürdü. Kadınlar bir daha çığlık attı.
74
Boynundaki Boynundaki yaradan ince bir fıskiye fıs kiye gibi kan fışkırıyordu. fışkırı yordu. Elini uzattı... Yardım istiyordu. Adım atmaya çalıştı... Sallandı, sonra taş kesilmiş gibi durakladı, yıkıldı kaldı. Kadınlar yüzlerini kapadı, erkeklerin dili tutulmuştu. Garsonlar yere yığılan yığılan ad adam ama a ürkek ürkek ad adım ımlar larla la sokuldu ldu, hiçbiri hiçbiri ona ona dok doku una mıyordu. Zavallının her yanı kandı. Atan sinirleri bacaklarını titretiyordu. “Ambulans çağırın, polise haber verin!” bağrışmaları sürerken devriye polis otosu lokantanın kapısına yanaştı. Polisler içeri koştular. Biri eğildi, yaralıya baktı. “Can çekişiyor.” Tarab Tarabya ya’da ’da saat saat 21.00 .00’i biraz biraz ge geçiy çiyor ordu du.. Koksal ile il e Lara otelin terasınd terasında a ağızlarına bir lokma l okma koymadan oturuyorlardı. Teo’dan hâlâ haber yoktu. Koksal polise durumu bildirmişti. Gazetenin gece muhabirlerinin tümü İstanbul karakollarını ve hastanelerini dolaşıyordu. Koksal paparazzileri bile Teo’yu Teo’yu ara aram may aya a gönd gönder erm mişti. işti. Saat Sa at 22.0 22.00 0’ye yaklaştığında gazetenin polis poli s istihbarat şefi şef i Kubi Kubi lay ara aradı. dı. Köksal’a Köksal ’a Tarabya’da bir olay o lay olduğun olduğunu u anlatt anlattı. ı. “Yabancı olduğu olduğu sanılan bir bir genç öldürülm öldürülmüş. üş. Ceset hastanede. Genç biri, biri, üstünden üstünden kimlik kimlik çıkmadı. çıkmadı. Görmek isterseni istersenizz Sarıyer Sarıyer’de ’de hastanede bekliyorum.” Koksal telefonu kapar kapamaz ayağa fırladı. “Hadi Lara gidiyoruz” dedi. Sarıyer yolunda Lara’yı ürkütmeden olayı anlattı. Biri öldürülmüştü ama inşallah Teo değildi. Güçlü olmasını öğütledi Lara’ya, cesedi sadece Koksal görebilirdi. Hastanenin kapısında karşılayan Kubilay onları cesetlerin konduğu bölüme aldı. Camlı Camlı bölümün bölümün girişinde girişinde küçük küçük bir masa ile 2 sandalsandal ye vard rdı. ı. Kok Koksa sall Lara Lara’y ’yıı om omuzlar larınd ından tuta tutara rak k san sandaly alyey eyee oturttu. “Lütfen burada bekle.” Lara korku dolu bakışlarla bakışlarla “olur” gibiler gibi lerden den başım salladı. salladı. Koksal ile Kubilay camlı bölüme geçtiler. Klimanın buzdolabına çevirdiği bölümde beyazlar giymiş dört görevli ile iki polis vardı. Uzun metal masanın masanın üstün üstünee siyah ceset torbası torbası yatırılmıştı. Beyaz saçlı görevli Köksal’m görmesi için ceset torbasının fermuarım açtı. Lara’mn tüyleri diken diken olmuş, gözlerini dikmiş KÖksal’m göstereceği tepkiyi bekliyordu. Koksal iyice eğildi, cesede baktı. Birden dikildi. Onun dikildiğini gören Lara ayağa kalktı. Bölümü ayıran cama yapıştı. Koksal kımıldamadan duruyordu. Yüzünü bir türlü kendisinden yana
75
çevirmiyordu. Dayanamadı kapıyı açıp içeri daldı. Onun ayak sesi Köksali kımıldattı. Arkasına döndü, Lara’mn cesedi görmesini engellemek için sanldı, ayaklarını yerden kesti, camlı bölümün dışına kadar taşıdı. taşıdı. Lara haykırdı. “O mu?” “O...”
Kötü haber çabuk ulaşır Saat 01.30. İstanbul’dan Köksal’m tuşladığı numara Berlin’deki Peter’in telefonunu çaldırdı. Berlin’de saat 23.30’du. Peter uyumamıştı. Telefonda Köksal’ Köksal’m m sesin sesinii duy duyun unca ca önce sevin sevindi di.. Soma yüz yüzü ü ciddileşti, sonra gerildi. Sordu: “Nasıl?” Dinledi. Sordu: “Neden?” Dinledi. Sordu dinledi, sordu dinledi... Nefesi kesilene kadar sordu sordu... ... Hıçkırdı, koltuğa yığıldı. Telefon Tel efon elinden düşt düştü, ü, zorla zo rla eğieği lip aldı. “Bağışla Koksal, telefonu düşürdüm. Yarm İstanbul’a geliyorum rum... Hayır, öze ö zel" l" uçağımla gelirim. Elbette Elbet te saatini s aatini bildiririm. bildiri rim. Tabi Tabii.. i.... elbette elbette... ... Üzülm Üzülmem emek ek elde elde mi, mi, elde mi?..” i?..” Titreyen Titreyen elleri ile ak akan an gözy gözyaşl aşları arı fark edilmese edilmese Peter’i gören gören ölü sanabilirdi. Kolları Koll arı iki i ki yana düş düşm müştü, üştü, ağzı yarı yar ı açık aç ık koltuğunda hareketsiz oturuyo oturuyordu rdu.. Bir süre öyle kaldıktan kaldıktan soma so ma ilk i lk akima gelen babası ile annesi oldu. Kara haberi onlara nasıl iletecekti? Gözlerini yum yumdu, du, söyleyecekler söyleye ceklerini ini toparlamak toparlamak istedi, olmuyord olmuyordu. u. Ne diyecekti? “Size kötü haberim var çok kötü... Kardeşim öldü, oğlunuz Teo öldür öldürüld üldü.. ü...” .” Böyle diyeme diyemezdi. zdi. Buna Buna benzer bir bir şeyleri dah daha a yumuş yumuşak ak söylemek zorun zorunda dayd ydı.. ı.... Annesi Annesi ile babas babasını ının n yüreğine yüreğine indirmeden anlatmalıydı. Ah şu görevi başkası yerine getirseydi... Çaresiz telefona uzandı, Amerika’daki evin numarasını çevirdi. Telefonu Telefonu bırakt bıraktığı ığında nda ka karıs rısıı Meg’in Meg’in hıçkırd hıçkırdığı ığını nı duyd duydu u. Annesi Annesi ile babasına anlattıklarım duymuştu. Meg şimdi bağırarak ağlıyordu. Peter duygularını gizlemeye çalışmadı. Bir çocuğun annesine sığınması gibi karısının ellerini tuttu, başmı göğsüne koydu, ikisi de sarsıla sarsı la sarsıla sarsıl a ağladılar... ağladılar...
76
Saat 10.45, İstanbul Peter von Huber’in özel jeti Sabiha Gökçen Havaalam’na indi. Koksal kucaklaştığı arkadaşım VIP salonuna aldırdı, pasaport ve gümrükten geçişini hızlandırdı. Peter, iki Amerikalı korumasını da getirm getirmişti. işti. Biri zenci zenci diğeri beyaz korumalar Beyaz Saray Saray dene yim yimli liyydi. Peter’in eşi eşi Meg Meg kor koru uma tutm tutma asını ını koca kocasın sına a zorla kabul ettirmişti. Jack ile Matt’i, babası Mark bir yıl önce Amerika’dan göndermişti. İki koruma da FBI’dan ayrılmış uzmanlardı. Ja Jack ile Matt att filmlerde filmlerdeki ki gi gibi bi siya siyah hla larr gi giyi yinm nmiş iş güven güvenlik lik elemanları değildi. Zenci Jack bej rengi tişört, Matt mavi tişört giymişti. Beyaz gömlek siyah pantolon giymiş olan Peter eşini getirmemişti. “Meg gelmedi, üzüntüden hasta oldu, ben de cenazeyi Berlin’e götüreceğim” dedi Peter. Sonra Sonra Lara’yı Lara’yı sordu. sordu. “Teo’nun beraberindeki kız ne oldu, iyi mi?” “Perişan” dedi Koksal. “Oteldeki odasında yatıyor. Doktor ya yatış tıştırı tırıccı iğ iğne ne yaptı, tı, ha hapl plar ar verd verdi. i. Gü Günde ild kez kontrole kontrole gelece gelecek, k, deneyimli hemşireler 24 saat nöbetleşe yanmdalar.” Peter üzüntüyle üzüntüyle başım başım salladı. salladı. Koksal arkadaşı için son model bir Mercedes kiralamıştı. Şoför güvenli biriydi. Hep birlikte Adli Tıp Enstitüsü’ne gittiler. Teo’nun cesedi Sarıye Sarıyer’ r’den den Adli Tıp Tı p’a gönderilm gönderilmişti. işti. Adli Tıp Enstitüsü’nün Fen Bilimleri Anabilim Dalı kriminalis tik uzm uzma anı Prof Profesö esörr Sevim Atlı Atlı onlan kabul kabul etti. etti. Pet P eter er’’e başsağlığı diledi. Teo’n Teo’nun ra rapo poru ru profes profesörü örün n önündey eyd di. Almany Almanya’d a’da a hocalık hocalık ya yapmıştı ıştı,, Peter’in Peter’in dilin ilini ku kusursuz ko konuşuyord ordu. “Bay Von Huber, adli tıp otopsi raporunun Almanca kopyasını hazırladık. Konsolosluğunuza ve size vereceğiz. Şu anda otopsi sonucunu kısaca mı anlatayım, yoksa raporda yazılı olanları ayrıntılarıyla öğrenmek ister misiniz?” “Sayın profesör teşekkür ederim. Tüm ayrıntıları öğrenmek istiyorum.” “Dayanab “Dayanabilir ilir misiniz?” “Gayret “Gay ret edeceğim profesör. profesör.””
77
darbe kasıklarında kasıkl arında görüldü. görüldü. Başında 2 derin kesik kes ik var. var. Diğer Diğe r beş darbeden ikisi göğsünde, diğerleri boynunda, sırtında ve karnında görülüyor. Kamındaki, boynundaki ve kasığındakiler öldürücü darbeler. Ölümün Ölümün ana nedeni karın boşluğundaki aorta aort a bağlı damarm kesilmesidir. Kasıktaki ve boyundaki damarların da kesilmesi ağır kan kaybı gerçekleştirerek ölümü hızlandırmış. Öte yandan, maktul mücadele etmiş. Vücudunda bağ veya kelepçe gibi bulgular yok. Gövdesinin ve başının birçok birç ok yerine darbeler almış. almış. Kendisini savunm savunmuş, uş, yumruklar attığmı elleri ell erinin nin üstündeki yıpr yıpran anm malar, alar, parmak parmaklar larınd ındak akii şişlikle şişliklerr belli ediyo ediyor. r. Anlatac Anlatacakla akla-rım bu kadar Bay Von Huber. Raporda tüm teknik bilgiler var. Geri kalan bilgileri bilgil eri cinayeti soruştu soruşturan ran polisten polisten alabilirsiniz. Size tekrar başsağlığı dilerim.” Peter Pet er anlatılanları bembeyaz yüzle metin olmaya çalışarak dinledi. “Sayın profesör, teşekkür ederim. Teo’yu görmek istiyorum.” Profesör Sevim Atlı asistanım çağırarak konuklarını morga götürmesini istedi. Peter ayağa kalkarken hafifçe sendeledi, Koksal dirseğinden tuttu, sonra kendisini topladı. Morg dolabından çıkarılan kardeşi Teo’nu Teo’nun yüzü yüzüne ne uzun zun uzun zun bakt baktı, ı, okşa okşadı dı.. “Merak etme yavrum” dedi. “Sana kıyan alçakları bulacağım, elimle cezalandıracağım. Yasalarla değil elimle Teo...” Hiç konuşmadan morgdan çıktı. “Koksal, otele gidelim, Lara’yı göreyim.” Sonra yine tek kelime etmedi Peter, otele kadar dalgın gözlerle İstanbul sokaklarına baktı. Teo’nun ölü yüzünü görüyordu sadece...
İpucu peşinde
Lara, yatıştırıcı ilacın etkisinde uykulu gözlerle Peter’e baktı. Teo’nu Teo’nun ağa ağabe beyin yinii ilk defa görü görüyo yord rdu u. Peter onu onun elin elinii tu tuttu ttu. “Üzüntü çözüm değil. Hızla toparlanmalısm Lara. Bundan sonra kardeşime neden kıyıldığım öğrenmeliyiz. O zaman katillere ulaşırız. Hep birlikte ve serinkanlı olalım.” Lara gözleriyle “anlıyorum” dedi. Hemşireye artık yatıştırıcı almak istemediğini söyledi. Hiçbirinin iştahı yoktu ama otelin terasındaki lokantada toplanmışlardı. Lara, Koksal, Kubilay ve Peter. Kanepeler ve sandviç istemişlerdi. Sadece su ve kahve içiyorlardı. îlk konuşan Koksal oldu. “Polis araştırıyor ama biz de nereden bu noktaya geldiğimizi biliyoruz. Kubilay size polisten aldığı bilgileri aktaracak. Ben tercüme edeceğim. Anlat Kubi...” Kubilay bloknotunu masaya koymuştu. Uzun notlar almıştı, şöyle bir göz atarak anlatmaya başladı. “Olayın başlangıç yerinin Alman Elçiliği’nin Tarabya’daki yazlığı olduğu anlaşıldı. anlaşıldı. Daha doğrusu doğrusu yazlığı yazlığın n balıç esi... esi... İç ve dış duvarduvarlarda ve yerde kan lekeleri var. var. Yaralı Yaralı kişinin duvara içten içten tırmanıp tırmanıp dışan atladığım, bıraktığı izlerden polis tespit etmiş. İzler yani kan lekeleri, Alman köşkünün bahçe duvarına uzak yerinde, mezarlığın yakı yakın nınd ında ba başl şlıy ıyor or.. Dış Dış du duvara vara doğru oğru ge geliy liyor or.” .” “Alman Elçiliği’nin yazlığı mı?” Peter şaşırmıştı. “Teo’nun işi neydi orada? Özür düerim Kubi, devam et.” “Kan izleri izleri dış duvann Önün nünden den yazlığı yazlığın n karşı çaprazında çaprazında bulubulunan 70 metre uzaklıktaki tavernaya doğru geliyor. Orası Teo’nun girdiği taverna. Garsonların ve müşterilerin verdiği ifadeye göre, içerde coşkulu eğlence olduğu için kimse Teo’nun nasıl geldiğini
79
görmüyor. Ardında kimler vardı, kovalanıyor muydu, kimse bilmi yo yor. Polisin ilk raporla raporları rı bunlar. lar... .. Araştır Araştırma ma sürec sürecek ek.. Savcı Savcı sizleri sizleri de ifade için çağıracaktır.” çağıracaktır.” “Biz Lara’yla telefonunu bekliyorduk. Haber vermeden Tara Taraby bya’ya a’ya gitme gitmesi si norm normal al deği değil. l. Polise göre Alman Alman köşk köşkü ünün nün bahçesine bahçesine girmiş. girmiş. Neden Ne den bana telefon tele fon etmemiş etmemiş,, ne sebeple sebepl e bahçe ye gir girmi miş, ş, hay hayre ret.. t...” .” dedi dedi Koks Koksal al.. “Suzan’la “Suzan’la bulu buluştu ştu,, kadının kadının bize söylediğine söylediği ne göre g öre öğle saatlerinde ondan ayrıldı. Suzan’dan aynlınca ilk yapacağı onu almamız için telefon tele fon etmek olacaktı. Bizi aramadan aramadan neden elçilik elçi lik yazlığına gitti? Kimler orada saldırdı? Yanıt bulmamız gereken şey..." derken Peter atıldı. “Suzan kim?” Koksal kısaca Janos Klein’m torunu Kenan Kılan’ı anlattı. Teo ile Suzan’m buluşmasını, evde olanları kadının ağzından duyduğu gibi nakletti. Teo, Klein’lann aile albümüne bakmıştı. Eski fotoğraflarla ve Janos Klein’m İstanbul’a ilk geldiğinde çektikleriyle ilgilenmişti. Sonra teşekkür ederek gitmişti. Peter kardeşinin “7 Akbaba hikâyesi, Hazreti Davud’un yedi kollu şamdanı ve 1491 1491,, Oruç Or uç Bey kitabının peşinden Janos Klein’m izini araştırmak için” İstanbul’a geldiğini biliyordu. Jano Janos’u s’un n tor toru ununu nunu buld bulduk uklar ların ınıı ve gerisin gerisinii Köksal’d Köksal’dan an öğren öğrendi. di. “Suzan’ın evinden çıktıktan sonra başma bu felaket geldi. Tanrım neden öldürdüler benim saf kardeşimi... Hırsızlık mı, ne dersin Koksal?” “Hırsızlık olduğunu sanmıyorum” diyerek olumsuzca başını salladı Koksal. “Bence Suzan Suzan’m ’m evine giderek Teo’nu Te o’nun n kaybolmadan kaybolmadan önce gördüklerine, albüme filan biz de bakmalıyız... Özellikle sen bakmalısın Peter...” Sabah Suzan Suzan’dan ’dan randevu alacaklardı. alacaklardı. Kubilay cinayet cinayet şubesinden bir dedektifin dedektifin kendileriyle gelmesinin gelmesinin yararlı yararlı olacağım olacağım söyledi. Antikacı dükkâmnda buluştuklarında Kenan Kılan ve kızı Suzan, zan, Peter’ Pete r’ee başsağlığı dilediler. Peter Pe ter acele ac ele ediyordu, edi yordu, dükkânda dükkânda fazla durmadılar, cinayet masası dedektiflerinden Zeki, Nurcan ve gazeteci Kubilay’la birlikte Suzan hepsini apartmanlarına götürdü. Zeki ve Nurcan, Peter’in Amerikalı korumalarım biraz yadır gamışa benziyordu. Kılanların tarihi apartmanı saray gibiydi. Yüksek tavanından görkemli bir avize sarkıyordu. Salon antikalarla doluydu. Suzan
80
salona açılan koridorun ışıldarım yaktı. “Dilerseniz önce Teo’nun nelere baktığını göstereyim. Sonra otururuz, size albümleri getiririm.” Suzan’m anlattığına göre; Teo salondaki elyazmalanyla ilgilenmişti. Almanca elyazmalan yamnda Türk hatları ve fermanlar güzel çerçevelerle duvarlan süslüyordu. Peter Almanca elyazma lanna lanna bak baktı. tı. Yme Yme Teo T eo’n ’nu un yaptığı gibi Jano Janoss Klein Kl ein’m ’m renklendirilrenklendirilmiş foto portresinin önünde durdu. Janos Klein bu fotoğrafı İstanbul’da İstanbul’da ün ünlü Süreyya Stüdyosu’nd Stüdyosu’nda a çektirmişti, onlar onlar renklen dirmişti. Fotoğrafın alt köşesinde "Süreyya” imzası vardı. Pete Pe terr içinden, içinden, “Janos “Janos Klein yakışıklı yakışıklı adammış” adammış” diye geçirdi. geçirdi. Sık dalgalı saçları kabarmış, kurdele kravatı yana kaymış, kalender tavırlı Janos filozofa benziyordu. Ancak dikkati çeken, zekâ fışkıran kocaman gözleriydi. Duvara asılı bir başka fotoğrafta Janos Klein, modern Türkiye’m kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’le görülüyordu. Fotoğrafın altında 1937 tarihi vardı. Salondan soma Suzan onlan kütüphane odasma götürdü. Günlük kitaplann bulunduğu kitaplıkla Teo’nun ilgilenmediğini anlattı. Hepsi bu kadardı. Teo ile Suzan salona dönmüşler, kahve içmişl içmişler er ve Suzan Suzan aile albü albümünü göstermişti. göstermişti. Şimdi aynısını yapacaklardı. Suzan hepsini oturttu, kahve ikram etti. Sonra albümleri getirdi. Koksal Peter’in bakmasını istedi. “Teo’nun gözüyle ancak sen görebilirsin Peter.” Albümler üç taneydi. Biri ailenin yeni resimleriydi, diğer iki albümd albümdee esld fotoğra foto ğrafl flar ar vardı. Peter Pe ter eskilerden eskilerden birini aldı. aldı. Albüm sayfalarını çevirmeye başladığında dikkatinin dağılmaması için konuşmadılar. Ja Janos Klein’m Klein’m çektiği çektiği fotoğraflann fotoğraflann bulun lunduğu albüm albümee ba bak kar ar-ken Peter yavaşladı. Bazı sayfalara uzun uzun takılıyordu. Bir sayfada durdu. Suzan uzanıp baleti. “Teo da işte bu sayfada durmuştu” dedi. Diğerleri merak etti, o albüm sayfasında ne vardı? Peter gösterdi. “Janos Klein bu fotoğrafları Tarabya’daki Alman Mezarlığı’nda çekmiş. Köşkün fotoğrafları da var ama çoğunlukla mezarlık ve tek tek mezarlar mezarlar çekilmiş.” “Hatıra veya belge olarak çekmiştir” diyen Suzan devam etti: “Almanya büyük dedemin hep içindeydi. Küçüktüm ama onun
81
bilmediğimiz bilmediği miz duygular duygular uyand uyandırıyordu ırıyordu.. Ayrıc Ay rıca a mesleği kütüphanecikütüphanecilik ve arşivcilik olduğu için belge olarak saklamış da olabilir.” “Bakın bu da benim büyük dedem Alexandre von Huber’in mezarı. Her yıl katıldığım törenlerde dua eder, çiçek koyardım, diyen Peter albümü onlara çevirip fotoğrafı gösterdi. Mermerden yapılm yapılmış ış büy büyük ük Alman Alman ha haçın çının ın altı altınd ndak akii kitab kitabede ede,, Alexandre von Huber’in altında, “İskender Paşa” yazısı da vardı. “Dedemizin mezar fotoğrafım görünce görünce Teo bir şey söyledi mi?” Suzan gülümsedi. “Aynen sizin söylediklerinizi söyledi. Mezarlığı ziyaretlerinizi anlatt anlattı. ı. Resimlerin yanına yanına dedemin karaladıklarını bir kâğıda k âğıda not etti.” Peter Pet er albümü albümü sonuna sonuna kadar kadar iyice inceledi. “Kardeşimle başka ne konuştunuz Suzan?” “Hiçbir şey. Teşekkür etti, vedalaştı ve gitti.” Konuşulanların hepsini Koksal dedektiflere çevirmişti. Onlar da konuşulanları teybe kaydetmişti. Gitmeden önce Peter’in bir ricası vardı. “Suzan izin verirsen albümün bazı sayfalarının fotoğraflarını çekmek istiyorum. Anı olsun diye...” diye...” “Memnuniyetle” dedi Suzan. Peter cep telefonunun kamerasıyla albümün birkaç sayfasını çekti. Dükkâna da uğrayıp Kenan Kılan’a veda ettikten sonra ifade vermek için savcılığa gittiler. Savcı, acılı Peter’e ve Lara’ya son derece nazik davran davrandı. dı. Ayrıca Ayrı ca Koksal da ifade ver v erdi di.. .. Peter Pet er ve Lara’mn Almanya adreslerini ve telefonlarını kaydettirdi. Ne zaman döneceklerini sordu. “Bümiyoram, katiller bulunana kadar kalmak isterim” dedi Peter. Lara ise İstanbul’da kalma süresinin işyerinden alacağı izne bağlı olduğunu söyledi. Savcı Hilton’daki oda numaralarını yazdırdı. dırdı. Peter, Lara ve Koksal cep tele t elefon fon numaraların numaralarınıı da verdiler. Adliyeden çıktıklarınd çıktıklarında a Peter Pet er heyecanlı ve telaşlıydı. telaşlıydı. “Otele gidelim, bazı şeyler var.” Odasına Odasına girer girmez hemen laptopu laptopunu nu açtı. açtı. Çektiği Çekti ği fotoğ fo toğraf raflaları cep telefonundan laptopa aktardı. “Şimdi bakın” diyerek çektiği fotoğrafları büyüterek ekrana getirdi. “Dedemin mezarını görüyorsunuz. Janos Klein mezarı sadece karşıdan değil, her iki yanından ve baş tarafındaki kitabenin arka
82
smdan smdan da da çekmiş çekmiş.. Hatıra için mezann mezann her yanım çekmek gereki gerekirr miydi?” Fotoğrafı değiştirdi Peter, bir başka mezar görüntüsü ekrana geldi. “Bu mezar Çanakkale Savaşı sırasında hemşirelik yapan Prenses Marie zu HohenloheIn HohenloheIngelf gelfıngen’ ıngen’ee ait. ait. Jan Janos os o mezarın da dört tarafının fotoğrafım çekmiş. Aynen dedeminki gibi... İlginç bir şey daha var.” var. ” “Nedir?..” Koksal, Lara ve Kubilay üçü birden sormuşlardı. “Osmanlı dönemindeki iki önemli büyükelçinin mezarlarının sadece ön görünüm fotoğraflarım çekmiş Janos... Diyelim ki, arşivlemek için çektiği belgesel fotoğraflarda objeyi dört yandan görüntülemek gereldyor... Peki, o halde elçilerin mezarlarım da dört yandan çekmeliydi, ama öyle değil. Neden?” “Belki “Belki çekti, albüme albüme koymamış koymamış olamaz mı?” diye sordu Lara Lara.. “Olabilir, söylediğin mantıklı... İlginçtir, mezar resimlerinin yanma Ayasofya’ Ayas ofya’nı nın n fotoğrafın foto ğrafınıı koym koymuş uş.. Dedeminki ile Ayasofya’nın Ayasof ya’nın ve Prenses’in fotoğraflarının kenarlarına kenarlarına bazı şeyler yazm yazmış ış.. Bir de ilginçtir ilginçtir Keops Keops Pira Piramid midii ile Kız Kules Kulesi’n i’nin in fotoğraffotoğr afları da aynı albüm sayfasındaydı.” Peter fotoğrafların yan kenarlarım iyice büyüttü. Kenarlarda rakamlar rakamlar ve bazı işaretler işaretler vard vardı. ı. Lara işaretleri defterine defterine yazıyordu. yazıyordu. Mareşal Alexandre Alexa ndre von Huber’in Huber’in mezar fotoğrafı fotoğ rafı:: + ▼ 220. Prenses’in Prens es’in mezar fotoğraf fot oğrafı: ı: + ▼ 230. Hepsinde Hepsinde bir ha haç, ç, aşağıyı gösteren gösteren ^ ok ve 230 ile 220’den başka birço birçok k uzu uzun n sayı sayı vardı. Ayasofya fotoğrafının kenarında ise 4+5 rakamları, yukarıyı gösteren ^ ok ile yanma bir kut kutu u Q çizilmişti, 7,5 7,50 m yazılmıştı, yanm yanma a bir da daire ire çiziliydi çiziliydi ve “Prophet M.” yazılıydı yazılıydı ve yine bir bir-çok sayı... Lara, Keops Piramidi ve Kız Kulesi fotoğraflarındaki işaret ve sayıları da yazdı. Koksal yavaşça ya vaşça Peter Pet er’in ’in koluna doku dokundu ndu. “Bulmaca çözmeden önce gitmemiz gereken bir yer daha var. Jan Janos os Türkiye’ye Türkiye’ye geldiğin geldiğinde de sinag sinagog og kütü kütüph phan anes esin inde de çalış çalışm mıştı. ıştı. Nazilerden kaçarken korumak istediği neydi? Kitaptı... O halde akima ilk gelecek yer sinagog kütüphanesi olmaz mı? Klein’m adresini de sinagogdan bulmuştum.” Pete Peterr yorgun başım salla salladı. dı. “Haklısın dostum, sinagoga gitmeliyiz.” Barış Vahası Sinagogu’nda kültür ve halkla ilişkilerle görevli Haham Haham Yakup Yakup Barokas’tı. Köksal’ Kök sal’a a Jano Janoss Klein’m Klei n’m ailesinin ail esinin adresiadr esi-
83
ni veren vere n kişiydi. Ziyaret ama amaçların çlarının ın birazını telefondan öğrenen Haham Barokas onları ellerinde dosyalarla beklemekteydi. Cinayeti gazetelerden öğrenmişti. Peter’e başsağlığı diledi. Medya olayı soygun soygun cinayeti olarak vermişti, öyle öy le biliniyordu. biliniyordu. Koksal, 1491 kitabından başlayarak Teo’nun öldürül1491,, Oruç Or uç Bey kitabından mesine kadar olan biten her şeyi Haham Barokas’a açıkça arılattı. “Teo’nun katillerine ulaşmanın yolu bu kitaptan geçiyor inancındayız. Kitapta neler yazdığım öğrenmemiz gerekiyor. Janos’un torunu, kitap 60 yıldır bizden soruldu diyor. Soran kişiler kitaptan son derece önem verdikleri bir şeyi öğrenmek istiyorlar. Teo bu kitabı bulmak bulmak için İstanbul’a İstanbul’a geldi geldi ve öldürüldü öldürüldü.” .” Koksal, 1491, Oruç Bey kitabının sinagog kütüphanesinde olup olmadığını sordu. “Kitap sizdeyse okumam okumamıza ıza izin vermenizi rica r ica ediyoruz.” e diyoruz.” “Bir konuyu açıklamam gerekiyor” dedi Haham, “Banş Vahası Sinagogu 1952’de açıldı. Janos Klein birçok Yahudi gibi 1933 yılında İstanbul’ İstanbul’a a geldi. Nazilerden Nazil erden kaçan Yahudi Yahudi nüfus nüfusu u savaş sonuna sonuna doğru iyice arttı. Yeni bir sinagog yapımı kararlaştırıldı, Türk devletinin izni ve katkılarıyla 1948’de başladı inşaat... Yani Janos’un İstanbul’a geldiği yıllarda Barış Vahası Sinagogu yoktu. Bir dosya açtı, kısa süre göz attı. “Bakın, Janos’un görev yaptığı mabedin adı; ‘Bet haKnesset Tofre Begadim Begadim’’ denilen denilen sin sinag agog og.. Çok Çok eski eski bir sina sinagog gogdu durr ora orası sı.. .... Sultan II. Abdülhamid’in özel başarı madalyası verdiği Saray Terzisi Mayer Schönman’ın ricası üzerine padişahın fermanıyla kurulmuş. Almanca konuşan Yahudi Aşkenaz terzilerin yetiştirildiği meslek mesle k okulu da olduğund olduğundan an o sinagoga sina goga “Schneiders “ Schneiderschul”5 chul”5 veya “Schneid “ Schneidertemp ertempel” el”6 6 denmiş denmiş.. Hem meslek odası ve okul, okul, hem de mabet olarak yararlanılmış. Bugün kültür merkezidir.” Lara üzüntüyle ayağa kalktı. “Yine düş kırıklığı...” “Sabırlı olun” dedi Haham Barokas, “burası, yani Barış Vahası Sinagogu açılınca kütüphanesini Janos Klein kurmuş.” “Oh bir umut” diyerek diye rek yerine ye rine oturdu oturdu Lara. Lara. Haham devam etti. “Kendi değerli değer li kitaplarını ki taplarını da kütüphane kütüphaneye ye bağışlamış. bağışlamış. Bunların Bunların arasında aradığınız, 1491, Oruç Bey elyazması elyazması ve çevirisi çevir isi de bulubulunuyor.” Hepsi birden “Nee?” diyerek doğruldular. 5. Terzi Okulu. 6. Terzi Tapınağı.
84
“Kitaplar burada demek ki... Aman Tanrım” diyen Lara tekrar ayağa kalkmıştı. Ancak, hahamın sözleri sevinçlerinin üstüne buzlu su gibi geldi. “Kitaplar burada burada değil.” değil. ” Şaşkın bir suskunluk oldu. Haham Barokas onlara anlayışla baktı. “Çok karışık gibi görünüyor, ama Janos kitapları tekrar Almanya’ya göndermiş.” Sağlı sollu yumruklar gibi inen sürprizlerle kafaları iyice karışmıştı. “Neden ama?..” “Sinagog yöneti yönetimine mine ba başv şvur urm muş. uş. ‘Kitapları yakılmaktan kurtar kurtar-mak için aldım. Berlin Kütüphanesi Başkam Adelheid kendisi verdi. Savaş bitti, Almanya artık demokratik ülke, kitapları ait oldukları yere göndermezsem kendimi hırsız hissederim’ demiş. Cemaatin yetkili kurulları Janos’u haklı buluyor. Janos kurulun huzurunda kitaplan Ailen Goldberg adındaki Berlin’de yerleşik arkada arkadaşın şına a vererek vererek Almanya’ya gönderiyor.” gönderiyor. ” Lara heyecanla sordu. “Kime gitmiş kitaplar?” “Berlin Kütüphanesi Başkanı Waldemar Adelheid’a gönderilmiş. Bakın burada bütün kayıtlar, teslim etme ve teslim alma imzalan. İşte şu belgede Adelheid’m kitaplan aldığına dair imzasını görüyorsunuz. Belgelerin fotokopisini size veririm.” Şimdi en çok Lara şaşırmıştı. Bir şeyler söyleyecekti, sustu. Aklına Aklı na gelen soruyu soruyu çevirer çev irerek ek başka başka bir şey sordu. sordu. “Bay Adelheid kitaplarla birlikte Janos’tan haber alınca sevinmiştir. iştir. Sonra haberleşmişler haberleşmişler mi?” “Hayır. Nazi döneminde ailesiyle birlikte yaşadığı büyük korkular Janos’ta derin izler bırakmış. Asla eski kimliğiyle anılmak istemiyormuş ve adresini kimseye vermiyormuş. Kitabı Adelheid’a teslim eden Ailen Goldberg, ‘Kitaplar sinagog tarafından gönderildi’ diyor. Adelheid, 1933’te kitaplan teslim ettiği asistanı Janos’u soruyor ama ama Ailen Ailen Goldberg böyl böylee birini tanımadığım tanımadığım söylüyor.” Öğrenecekleri başka bir şey kalmamıştı. Hepsi teşekkür ederken Lara, hahama sordu. “İki kitap şu anda Berlin Kütüphanesi’nde olmalı değil mi?” “Evet, öyle olmalı.” Kitapların Adelheid’a teslim belgesinin fotokopisini de veren
85
“Hahamın sayesinde kafalarımızdaki karmaşık fantezilerden kurtulacağız” dedi Peter. Lara güldü. “Hiç sanmıyorum, Peter. Nedenini sorarsan, ben de sana şunu sorarım sorarım:: Benim işyerimin adını söyler söyl er misin?” “Berlin Devlet Kütüphanesi...” “Evet aynen öyle... Ve kütüphanede 1491, Oruç Bey elyazması elyazması ve çeviris çev irisii yok ki Peter. Peter. O kitabı bir hafta önce Teo için içi n aramıştım aramıştım.. Sinagog Sinagog Almanya’ya Almanya’y a Bay Adelhei Ade lheid’a d’a göndermiş ama kitap kitap kütüp kütüp-haneye girmemiş...” “Bir dakika durun lütfen. Kafam zonklamaya başladı... Öyle ya ya... ... Ha Hadi di bir kafeye, kafeye, bara bara filan oturalım oturalım”” diyen diyen Koksal Koksal hepsi hepsini ni cipe doldurdu. “Çetin bizi hemen şuraya Pera Palas’a götürüver.” Peter’in korumaları ise Mercedes’e geçerek arkalarına düştü. Sinagogdan anacaddeye çıkarken tam dört yol yol ağzında önlerindeki eski kamyonet sarsılıp aniden durdu. “Aman Tanrım Tanrım öldürecek!..” öldürecek!. .” Çığlık atan Lara elleriyle yüzünü kapamıştı. Koksal o anda soldaki sokaktan aşırı hızla gelen kamyonu gördü. Kamyonun çarpmasından kaçamazlardı. Önlerindeki kam yonet yonet yollarını yollarını tıka tıkadığ dığıı için Azrail gibi gelen gelen kam kamyo yonu nun n karşı karşısın sında da çaresizdiler. O anda saniyeler içinde bir mucize oldu. Dört yol ağzında nöbet bekleyen polis otosu aynı anda siren çalarak kamyonun geldiği yola yön yönel eld di. Kam amyo yonu nun n sü sürüc rücüsü polis polis oto otosun sunu görü görünc ncee öyle sert sert fren fren yap yaptı ki, süra süratl tlee gelen gelen araç araç sav savruldu ldu, iki iki teke tekerle rleği ği kald kaldırı ırım ma çıktı çıktı,, duvara çarptı, sürtündü durdu. O sırada şoför Çetin yolu kesen kam yone yonette tten n bilini bilinin n ind indiğim iğim gördü. Ada Adam mın elin elinde de ha havl vluy uya a sanlı sanlı bir bir şey şey vardı, vardı, cipe cipe doğru geliyordu. geliyordu. Çetin tehlikeyi tehli keyi sezmişti. sezmişti. “Herifin silahı var!..” diye bağırdıktan sonra geri vitese taktı. Korumaları taşıyan arkasındaki Mercedes’in tamponuna vurarak kaldırıma çıktı, tam gaz geri geri fırlattı cipi... Koksal iki eliyle aynı anda Peter ile Lara’mn kafasına bastırdı. “Yere yatın!..” Onlar ne olduğunu anlamamışlardı ama hemen cipin zeminine çöktüler. Koksal, duvara çarpıp duran kamyonun şoförünün araçtan atlayıp koşarak kaçtığım gördü. Cip kaldırıma sıçrarken Peter’in iki koruması otolarından fırlayarak havluya sardığı “silahla”(?) gelen adama koştu. Bir polis de düdük çalarak üstlerine geliyor-
86
du. Onları gören adam kirli havluya sardığı “şeyi” sımsıkı tutarak kamyonete döndü. Bozulmuş gibi duran kamyonet birden canlandı ve görüntüsüne göre inanümaz hızla uzaklaştı. Çetin yavaşlar gibi olunca Koksal bağırdı. “Durma!.. Kuledibi’ne çık!..” Çetin ters yoldan yol dan Galata Kulesi’nin Kulesi’nin altındaki altındaki parka girdi, banklarda oturanlar ne olduğu olduğunu nu anlayam anlayamada adan n hızla geç g eçer erek ek karşıdaki sokağa daldı. Sokaktaki ilk yokuştan anacaddeye inerken korumaların arabası onlan onlan izliyordu. Karaköy’ün yoğun trafiğine traf iğine girince zorunlu olarak yavaşladılar. Korumalardan Jack arabasından inerek cipe atladı, Peter ile Lara’nm yanma oturdu. Şaşkınlıkları hâlâ devam ediyordu. “Neler olduğunu polisten öğreniriz” dedi Koksal. Çetin’den Pera Palas Oteli’ne gitmesini istedi. Peter, üstlerine gelen kamyonun rastlantı olup olmadığını ve kamyonetten inen adamın elindeki havluya sarılı “şeyi” yol boyunca sordu. Silah mıydı? 15 dakika içinde tarihi Pera Palas Oteli’ne geldiler. Otelin Hali Haliç’e ç’e bakan bakan harika manzara manzaralı lı lokantasına lokantasına oturduklarınoturduklarında derin derin bir “o f ’ çeken Peter, Peter, “Bu “Bu kadar kadar gerginliğe artık dayan dayanam amıı yoru yorum m, viski viski içeceğim” içeceğim” de dedi. Sinirleri Sinirleri Peter Peter kadar kadar yorulm yorulmuş uş olan Lara ile Koksal da ona katılacaklardı. lardı. Kubilay soda soda istedi. istedi. Korumalar Korumalar ayrı bir bir masada masada oturuyordu oturuyordu.. İki gün içinde yaşananlara dayanmak zordu. Peter kardeşini, Lara ile Koksal da kardeş kadar sevdikleri bir dostlarmı kaybetmişlerdi. Pırıl pırıl genç adam İstanbul’a geldiğinin üçüncü gününde delik deşik edilerek öldürülmüştü. Peter bol buzlu viski bardağını ağrıyan başma tuttu. Bir süre konuşmadılar. Romanlara, şiirlere, tablolara ilham vermiş Haliç’i simyacı gibi altına çeviren çeviren güneş güneş kızararak alçalıyordu, Eşşiz tarihi koya renk değiştirte değişt irterek rek “Altın “Altı n Boynuz” dedirten güneş güneş Eytip’ü Eyti p’ün n mermer mezar taşlarına altın tozu serperek batıyordu. Sessizce görkemli manzarayı izlediler. Güneş Güneşin in batışıyla batışıyl a altm renginin renginin yerini giderek giderek koyulaşan mavilik alırken ilk konuşan Koksal oldu. “Esrarengiz kitabın peşine düşen kişileri öldürecek birileri, belki de bir organizasyon var. Almanya’da olduğunu bildiğimiz, ama nerede kimde olduğunu bilmediğimiz kitabı mutlaka bulmalı ve okumalıyız.” Lara uzandı Peter’in masaya koyduğu zarfı aldı. Zarfta hahamın verdiği fotokopile foto kopilerr vard vardı. ı.
87
“Kitap gönderiliyor, Berlin’de teslim almıyor. Teslim alan kütüphanenin efsane başkanı Bay Valdemar Adelheid ve kitap ortada yok. Olamaz, olamaz, olamaz...” Lara konuşurken bir yandan da fotokopilere bakıyordu. Elini birden masaya vurdu. “İlginç bir şey var. Janos kitabı Adelheid’m evine göndermiş. Bakın adrese; Bay Valdemar Valdemar Adelheid Adel heid,, Moza Mo zart rt Strasse Strasse 22 22, 15 56 566 6 Schöneiche bei Berlin. Tarih 5 temmuz 1968. Yani kütüphaneye göndermemiş.” Bunları söyledikten sonra çantasını açarak cep telefonunu çıkardı Lara, Lara, “Bizim “Bi zim bölümü bölümün n başka başkanı nı Profes Pro fesör ör Fried Fr iedhof hof’u ’u arayaarayacağım” dedi ve parmağıyla susun işareti yaptıktan sonra numaralan tıkladı. “Alois merhaba... Evet korkunç bir şey oldu, Teo’yu...” Yan gözle Peter’e baldı. “Maalesef... TV haberlerinde gördün değil mi, evet... evet... Ben iyiyim, iyiyim... iyiyim... Elbette Elbett e çok üzüldü üzüldüm. m. Ağabeyi Ağab eyi Pete P eterr şu anda yanımda... Söylerim sağ ol... Alois lütfen kütüphane personel kayıtlanna bakar mısın, Bay Valdemar Adelheid hangi yıl emekli olmuş. Tamam, sen beni arayacaksın. Kendime bakarım merak etme, çüsss...” Telefonu Telefonu kapa kapatıp tıp Peter’in Peter’in eün eünii tutt tuttu u. “Alois “Alo is başsağlığı diliyor. Teo’yla Te o’yla tanışmış tanışmıştı. tı. Cinayet Almanya’da TV’lerde TV’lerde birinci birinci hab aber er,, gazeteler gazetelerde de ma manş nşet et olm olmuş. uş. Alois de çok üzülmüş.” Lara’mn telefonu çalmaya başladı. Arayan Alois’ti, Lara “Hım hım” diyerek di yerek dinledikten som a teşekkür ederek eder ek ka kapat pattı. tı. “Bay Valdemar Adelheid 1968’in nisan ayında emekli olmuş. 7 temmuz 1968’de ölmüş. Yani kitabı teslim aldıktan iki gün sonra... İnanılır gibi değil. Demek ki kitabı aldı ama kütüphaneye teslim etmeye ömrü yetmedi.” Peter dimdik olmuştu, gözleri açılmıştı. “O halde?” “O halde kitap en güçlü olasüıkla Bay Valdemar Adelheid’m evinde arkadaşlar” dedi Lara.
Berlin’e dönüş Peter Pet er ertesi gün kardeşi Teo’nu Teo ’nun n cenazesini cenazesini teslim aldı. aldı. Lara’yla ikisi savcılığa son kez ifade verdiler. Almanya’ya dönüyorlardı. Koksal gazeteden gazet eden izin almıştı almıştı onlara katılıyordu. katılıyordu. Peter kendilerine çok yardımcı olan Kubilay’m elini sıktı, Lara
yan yanak akla ları rınd ndan an öptü öptü ve Peter’in Peter’in özel uça uçağıy ğıyla la Berlin’e Berlin’e uç uçtula tularr. Teo’n Teo’nun tabutunu cen cenaze evin evinee tes teslim lim ettik ttikte ten n soma soma Peter Peter’in ’in ille işi işi To Tobias’ ias’ıı ofi ofissind inden aramak oldu ldu. Se Seyahatte tte oldu lduğunu söyled ledile iler. “Cep telefonunu kimseye vermezmiş. Nereye gittiğini bilmiyorlar. Ne zaman döneceğini bilmiyorlar...” “Tobias kim?” diye sordu Koksal. “Teo’nun arkadaşı. Adelheid’ın torunu. Leoni Adelheid ile Teo’yu Teo’yu o tan tanıştır ıştırm mıştı. ıştı. Tah Tahm minim inimize ize göre göre kita kitap p şu an and da Leoni’nin Leoni’nin yaşa yaşadığ dığıı evd evde... e... Bizi Bizi oraya oraya Tobia Tobiass kolayca kolayca götü götürü rürd rdü ü. Defolup Defolup bir yerlere yerlere git gitm miş. iş. Teo’n Teo ’nu un sers serser erii ruhlu ar ark kad adaş aşıd ıdır ır.” .” “Tobias olmasa ne olur. Bayan Leoni’nin evine biz gidemez miyiz?” diye sordu Lara. Frau Leoni’yi aradılar. Sophie telefona çıktı. Arayanın Peter olduğunu öğrenince ilk sözü başsağlığı dilemek oldu. Peter, Bayan Adelheid’ı ziyaret etmek istediklerim söyledi. Sophie bir anlık izin istedi, Bayan Leoni’ye soracaktı. Az sonra tekrar telefondaydı, “Hemen gelin” dedi. Mercedes limuzin onları Leoni’ye götürürken Peter elini alnına vurdu. “Teo yola çıkmadan önce bana geldi, yaranda Tobias vardı. Uzun uzun kitaptan ve onu aramak için İstanbul’a gideceğinden söz etti. Kitap Tobias’m ninesinin evindeyse haberi yok mu bu çocuğun?” Lara gülümsedi. “Serseri ruhlu ruhlu diyor diyorsu sun, n, kitaplarla ilgilenmi ilgil enmiyor yor herhalde.” Mozart Strasse’deki malikâneye bayılmıştı Koksal. Sophie kapıyı açar açmaz üzüntüsünü belirtti. “Teo’yu sevmiştik, çok saygıdeğer çocuktu” diyerek onları salona aldı. Bayan Leoni orada bekliyordu. Siyah uzun, matem elbisesini elbisesini andıran andıran bir bir kostüm giymişti. 97 yaşmda olduğuna kimse inanmazdı. Görkemli kadındı, üçüyle de dostça tokalaşarak koltuklara buyur etti. “Bay Von Huber kardeşiniz için çok üzüldüm. Teo, kibar, akıllı bir çocuktu. Yazdığı haberleri okumuştum. Başarılı bir gazeteciydi. Torunum Tobias bizi tanıştırmıştı, onun nereye kaybolduğunu bilmiyorum, ama Teo’nu Te o’nun n haberini haberini duym duymuşs uşsa a yıkılmışt yıkı lmıştır ır eminim.” Başta Peter olmak üzere hepsi, duyarlılığından dolayı Bayan Leoni’ye teşekkür etti. O sordu. “Benden bir isteğiniz olmalı.” Lara İstanbul’da başlarından geçenleri, 1491, Oruç Bey kitabı kitabının izini sürdüklerini, bu kitabın dönüp dolaşıp Bay Valdemar
89
Adelheid’a geri geldiğini anlattı. Leoni şaşırmıştı. “Nasıl olur, benim haberim yok” dedi. Lara açıkladı. “Kitap 5 temmuzda temmuzda Bay Adelheid’a Adelhei d’a teslim edilmiş, teslim t eslim makbuzunun fotokopisi bizde, iki gün sonra maalesef babanız vefat etmiş. Üzgün olduğunuz için dikkatinizden kaçmış olabilir.” Frau Leoni bilemiyordu. “En iyisi gidip odasma bakalım” dedikten soma Sophie’ye seslendi. “Babamın odasına çıkacağız.” Binanın iki kişilik zarif asansörü Leoni ile Lara’yı üçüncü kata çıkardı. Diğerleri merdivenleri tırmandılar. Bay Valdemar Adelheid’m çalışma odası müze gibiydi. Geniş, güneşli, tertemiz odanın kitap raflarının ara boşluklarına ilk basla gazeteler, dergiler, yağlıboya ufak orijinal tablolar, tanınmış yazarların imzalı portreleri, birçok ünlü politikacı ve akademisyenin, sanatçıların Adelheid’la birlikte çekilmiş fotoğrafları asılıydı. Raflardaki kitaplara bakıyorlardı ki, Bayan Leoni atıldı. atıldı. “Öyle değerli kitaplan rafa koymazdı” diyerek Sophie’ye işaret etti. Sophie beraberinde getirdiği ufak çantayı açtı, çıkardığı anah tan çalışma masasının yarandaki kasaya benzer alçak metal dolabın kilidine soktu. Dolabın ağır kapağını açarken Leoni hariç diğerleri nefeslerini tutuyorlardı. Kasanın Kasanın içinde koyu san renkte bez zarflar diziliydi. “Çıkar teker teker” dedi Bayan Leoni. Sophie san bez zarfları masaya koymaya başladı. “Dur!..” Frau Leoni, parmağıyla kasadaki kutuyu gösteriyordu. “Onu çıkar!..” Sophie’nin masaya koyduğu kutu karton inceliğindeki beyaz tahtadan tahtadan yapılmıştı. “Babam bütün değerli kitaplarım sarı bez zarflara koyardı. Bu kutu farklı...” Frau Leoni Le oni kutun kutunun un kapağım kapağım açtı. açtı. Hepsi heyecanla heyecanla başlarım uzatmışlardı. Üstte, lazıl kahverengi deriyle ciltlenmiş bir kitap vardı. Onun Onun altında siyah siyah deri ciltli ciltli bir başka kitap duru duruyordu yordu.. Leoni Leo ni kitabı aldı baldı, üstüne üstüne bırakılmış bırakılmış karttaki Almanca notu okud okudu... u... Ve zafer zafer kazanmış şövalye edasıyla, kitabı kılıç gibi kaldınp gösterdi.
90
“VoilaL İşte 1491, Oruç Bey elyazması...” elyazması...” Nefesler tutulmuştu, kitaba büyülenmiş gibi bakıyorlardı. Kayıp 1491, Oruç Bey kitabı, gizemi çözülememiş 500 yıllık elyazması. Leoni diğer kitabı çıkardı kutudan. “Et “Et voilaL 1491 kitabının ın Almanca çevirisi.” çeviri si.” 1491,, Oruç Or uç Bey kitabın Lara, Peter ve Koksal atlayıp kitapları kucaklamak, sayfaların içine hemen dalmak istiyorlardı. Lara’mn çenesi heyecandan titriyordu, zor konuştu. “Bayan “Bayan Adelhe Ade lheid id kitabı hemen hemen okumak okumak istiyorum istiyorum,, lütfen” lütfen” diye d iye-rek elini uzza uzzatı. tı. Leoni kitabı geri çekti. çekti. “Hemen “Hemen olmaz. Önce bir konuşalım konuşalım.. Kitaplar Kitaplar babama ait... ait... Size veremem.” Lara onu kırmamaya çalışarak tatlı sert itiraz etti. “Lütfen, kitaplar Berlin Kütüphanesi’ne ait biliyorsunuz.” Koksal kaş göz ederek Lara’yı susturdu, Leoni’nin gönlünü almaya çalıştı. “Kitapları bize gösterdiğiniz için ne kadar teşekkür etsek azdır Bayan Bayan Adelheid, Adel heid, bunları bunları okumak okumak istememizin ama amacı cı Teo’n eo ’nun un katikatilini bulma bulmaktır. ktır. Siz de Teo’ Te o’yu yu çok sevmiştiniz... 29 yaşındaydı yaşındaydı ve bu kitapları aradığı için i çin canına canına kıyd kıydılar. ılar. Bize Bi ze en büyük büyük yardımın yardımın yine sizden sizden gelece g eleceğine ğine inanıyo inanıyorum rum.” .” Frau Frau Leoni Le oni yatışmış yatışmıştı. tı. “Kitapları bulunca heyecanlandım, haklısınız çocuklar. Oturup birer kahve içelim ve konuşalım. Sophieeee... Bize kahve ve çörek filan getir.” “Bağırma Leoni, ben yanında duruyorum” diyen Sophie onun kolunu tuttu tuttu.. “Hadi salona hırçın hırçın küçük kız.” kız.” “Kitapları kütüphaneye vermem gerekir. Yalnız medyanın da bulunacağı teslim töreni isterim” dedi 97 yaşındaki “küçük kız” Leoni. Lara başka başka öneri getirdi. “Şnndilik kütüphaneye teslim etmeyin. Kitapların peşinde olan tehlikeli kişiler var. Kulakları delik, Teo’nun girişimlerini hemen öğrendiler örneğin... Kitapların kütüphaneye geldiğini medya kanalıyla lıyla ilan ilan edersek edersek onların ekmeğine yağ sürmüş sürmüş oluru oluruz. z. Kitaplar Kitaplar sizde kalsın ka lsın Bayan Bayan Leoni, am ama a okumam okumamıza ıza ve bazı kopyalar kopyalar almam almamıza ıza izin verin. Zamanı geldiğinde törenle teslim edersiniz.” Frau Frau Leon Leonii biraz düşü düşün ndü. dü. Sonra kararını kararını verdi. verdi.
91
Kitapları size vereyim. Sürekli rahat bir ortamda çalışmanız gerekecek... İşiniz bitince bana teslim edersiniz, size güveniyorum.” Lara fırladı, Leoni’yi iki yanağından öptü. Onu Peter izledi. Leoni bu coşkudan mutlu olmuştu. “Hayırsız torunum Tobias yılda bir kere bunu yapar. Noel’de gelir yanağımı öper, bir kadeh içer ve sonra çüsss... Sizi sevdim çocuklar, sizi de Türk gazeteci Bay... Çalışmalarınız ilerledikçe bana bana bilgi vermenizi vermeniz i özellikl öze lliklee isterim. isterim. Ve ara sıra gelerek geler ek yanaklayanaklarımdan öpmenizi...” Kitapları yerine yerleştiren Sophie sandığı da bir çantaya koyd koydu. u. Teşekkür ederek edere k ayrıldıklarında ayrıldıklarında Peter, Koksal ve v e Lara çok mutluydular. Kitapları ele geçirdiklerine inanamıyorlardı. Çalışma mekânı olarak Peter’in şato benzeri malikânesini seçtiler. Zehlendorf beldesinde değerli antika bir binaydı Peter’in malikânesi. Çalışma yeri olarak evinin seçilmesi en çok Peter’in eşi Meg’i mutlu etti. etti. Kocasını nihayet nihayet görebilecekti. görebilecekti . Peter Pet er eve gider gide r gitmez ofisi ofi si arayarak arayarak Teo’nu Teo ’nun n cenaze töreni organizasyonuyla ilgili bilgi aldı. Teo’nun cenazesi üç gün sonra defnedilecekti. Babası ve annesi özel uçaklarıyla aynı gün geleceklerdi.
Çalınan 80 sayfa Taht Tahta a ku kutuyu tuyu açıp açıp 1491, Oruç Bey çevirisini çevirisini çıkardılar. “Kütüphaneden çalınmış 80 sayfalık bölümün ne olduğunu bakalım” diyerek atıldı Lara. Önce içeriği okumaya başladı Lara. 1. Sultan Sul tan II. Murad Mu rad’’m tahtı şehz şehzad adee II. II . Mehmed'e Mehmed'e bırakması. 2. Sultan II. Mehmed’in eğitimi ve Akşemseddin Hazretleri. 3. Konstantiniyy Konsta ntiniyye’ e’n n in fethine fethin e karar verilmesi. verilmesi. 4. Boğaz Boğazke kese sen n His H is a n ’nın nı n yapılması. yapılması. H isa r’m r’m planı. Beşinci konu başlığına gelince Lara durdu. “Teo’nun ilgilendiği bölümlere geldik. Buradan itibaren 80 sayfa çalınmıştı. Beşinci başlığa bakalım: 5. Hisarın temelleri kazılırken bulunan acayip bina. Devam ediyorum” dedi Lara. 6. Acayip binan bin anın ın içindek için dekii tuhaflıklar. 7 Akba Akbaba ba,, okunama yan yazılar. 7. Kıyametin tarihini yazan levhalar. 8. İmparator Konstantinos’un Kudüs'ten getirttiği kutsal emanetler: Hazreti Musa’nın asası, Hazreti Davud'un
92
veya Hazreti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti Nuh’un baltası, Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kay- maktaşmdan yapılmış kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçala pa rçalan, n, Bamabas İnc İ ncili ili.. 9. Konstantinos’un altın mektubu, kutsal emanetleri ne yaptı? “İşte “İşte okuduğum son beş baş başlığL lığL içere içeren n sayfalar sayfalar çalınmıştı çalınmıştı.. 10. maddeden sonrası da ilginç elbette, ama bizim öne almamız gerekenle kenler, r, çalman çalman sayfalardaki konu konular lar... ... Dilerse Di lerseniz niz ‘hisann ‘hisann temell temelleri eri kazılırken kazılırken bulun bulunan an acayip acayip bina’dan başlayalım.” başlayalım.”
Oruç Bey ne yazmış? “Oruç Bey şöyle yazmış...” ... Ve Sultan Mehmed Han karar verdi Konstantiniyye’nin fethine... “Sultan Yıldınm Bayezid’m yaptırdığı Güzelcehisar’m karşısına Boğazkesen Hisarı yapalım” buyurdu ki, kuşatma sırasında Konstantiniyye’ye denizden yardım gelemesin. Orası Boğaz’ın en dar yeridir. Bizans hükümdan Konstantinos Dragazes elçiler gönderdi “Benim toprağıma bina yapma” dediyse de, Sultan Mehmed dinlemedi. Anda elçileri öldürecekti İd, soma merhamete geldi, “Elçiye zeval olmaz” dedi, bağışladı kellelerini. Ve de Konstantinos Dragazes’in elçilerine buyurdu ki: “Gidin söyleyin Konstantinos’a; benim kılıcımın uzandığı yere onun hayalleri ulaşamaz. Bir daha gelirseniz gelirseniz kelleni kellenizi zi uçururum uçururum.” .” Hisar için için kazma vuruldu ki, ki, 7 arşın arşın kazınca bir acayip kubbe ortaya çıktı. 40 arşın çapında, taş değil, tuğla tuğla değil... değil... Demir değil, değil, demire benzer bir bir tuhaf kubbe. kubbe. Hem Hem binanın hem de kubbenin üstüne kazma kürek dokununca yapışmaktadır. Kubbenin çevresi kazıldıkça 4 iskelet çıktı, kimdir bilinmez. 20 arşın arşın kazılınca kazılınca binanın binanın tüm tümü çıktı meydan eydana. a. 7 köşeli köşeli binanın binanın çevr çevreesinde demir kapaklı 14 tabut vardı. İçinde kimler yatar bilinmez. Kapısı var ki külçe. külçe. Zağanos Zağanos Paşa açmak açmak istedi, istedi, açama açamadı. dı. Kapı anda kendinden açıldı. Kapıdan o anda ışık çıktı. Böyle ışık görülmedi. Gafil olan olan kişi anlamaz anlamaz ışık değil değil buz zanne zanneder der.. Paşa içeri içeri girip çıktı, Sultan Mehmed Han’ın kulağına ne konuştu ki, kimseyi bina ya sok sokm mad adıı padişa işah. Sad adec ecee Akşem Akşemse sedd ddin in Hazre Hazretle tleri’ ri’n ni, Zağa ğan nos Paşa’yı bir de beni aldı yanma, girdik binaya. Tem Temiz ki temiz temiz içeris içerisi, i, öyle öyle ki ki şaşırd şırdık ık.. Bir Bir de soğu soğuk k ki, ba baha hard rda a
93
muş elmaslarla bezeli bir tuhaf siyah demirdir. Zeminde yılan gibi kıvrılmış süsler vardı. Yılanlar kıvrılmış da üstüne altın gömme bezeme yapılmış. Bezemeler işarettir onu büdik, ama neye işaret eder anlamadık. Ayağımız bir ağırlaşmıştır, sanki yer bizi çekmektedir. Zağanos Zağanos Paşa ile i le Sultan Mehmed Han’ın kılıçlan kılı çlan aşağı basar basar İd, onlar da kılıçlarını ellerinde tutmuştur. 7 oda gördük şaştık. 7 odada 7 kerke ker kes7 s7 heykel hey kelii durur. durur. 7 kerkesin kerkesi n 5 tanesinin başı koparılmış, 2 kerkesin başı durur. 7 kerkesin üstünde renkli renksiz öyle taşlar parlar ki, sanki ışığı içlerine alıp hapsetmişler. Işık çırpınır kurtulsun deyu... Anladık ki, bu taşlar mücevherattır. 6 kerkes heykelinin gözleri ile ayaklan yemyeşil zümrüt, tüyleri kıpkırmızı yakut, geri kalan çıplak boynu ile kuyruğu elmastır. 7’nci kerkes tamamen siyah taşla kaplanmıştır. Dokunalım diye elimizi uzattık, elimiz akbabaya gitmez. Gözle görünmez bir engel vardır. Ne kadar zorlasak da akbabalara iki karış kala engel elimizi durdu durduru rur. r. Bir Bi r şaştık ki anlatılamaz. anlatılamaz. 7 kerkesin kaidesi bilmed b ilmediiğimiz acayip acayip küf yeşili renkli taştır. taştır. Kaidelere Kaideler e yazılı levhalar takıltakılmış. Ne acayip bir yazıdır ki, Akşemseddin Hazretleri ile 7 dil bilen Sultan Mehmed Han bile sökemedi. Bir de ortada büyük sütun gördük, bir levha vardır, taşa sokulmuştur. Levha soluk demirdir, büyüklüğü üç karıştır, kılıç çeliği gibi incedir. Üstünde çok küçük oyma yazılar vardır. Sultan Mehmed Han levhayı çekti aldı: “Burada Latince yazmakta” dedi. Levhayı okudu ki, şöyle dermiş: "... Ey Âdemoğlu, senin dilinle yazdık. Çünkü sen bizim dilimizi bilemezsin. Öğrenmeni istemedik. Sana kendi kendine bulduğun bulduğun dille dille söyl sö ylüy üyon onız ız ki, iyi anla. anla. Gördüğün her akbabanın altındaki levhada Âdem’den önce ve sonra neler olmuştur yazar. Biz senden önce geldik Âdemoğlu. Düzeni biz kurduk. Her akbaba 7 000 yıl demektir. Levhalar akbabanın yaşadığı 7 000 yılı anlatır. O akbabanın 7 000 yılında neler olmuş hepsini gösterir. 7 000 yılı gerid geridee bıra bırakm kmış ış akba akbaba banı nın n kaf kafas asıı kopa kopanl nlıı* ıı* ki, o çağı çağın n geçtiği geçtiği bilinsin. Kafası koparılmamış akbaba yaşanmakta olan 7 000 yıldır. Olanlar ile sonradan olacaklar kayıtlıdır. 7’nci siyah akbaba ise msanm sonunu bildirir, Kıyamet Günü’nün tarihini verir. Kıyamete inan inan.. Dağlar yanlır. Toprak Topr ak açılır açılır içinden ateş çıkar. çıkar. Gök kat kat olur, her kat gözükür. Sular kaybolur gider. Sonra sular daha fazla fazl a gelir. gelir. Büyük Büyük ölüm, ölüm, büyük diriliş diri liş başlar. başlar. Seni yaratanın yaratanın diriltdiril tme gücü de vardır. Kimin tarafından ve de ne zaman alınacaksın, nasıl nasıl geri verileceksin, zamanı zamanı gelince onları seyretmeye ve dinlemeye yetecek yetec ek akıl sana verilecek. veril ecek. İşte o zaman zaman öğreneceksin. öğreneceksin. Her 7. Arapçada, “akbaba".
94
anın sana gösterilecek. Akbaba sayılarını şaşma, senin geleceğini söyler.” îşte büyük sütunun üstündeki levhayı böyle okurken durdu Sultan Mehmed... Hepten sustu, sonra yazılan kendi okudu bize söylemedi. Ne yazıyordu biz bilemedik. Sultan Mehmed bildi. Öyle bildi ki, bir tuhaf oldu. Levhanın karşısında durakaldıktan sonra tek tek akbabaların hepsine baktı. Sultan Mehmed benim yazı yazı kese kesem mi aldı, ldı, levhayı levhayı içine içine koyd ydu, u, kese keseni nin n kem kemerin erinii belin belinee doladı. Okuyup bize anlatmadığı ne vardı öğrenemedik. Sultan Mehmed Han levhayı sakladıktan sonra dedi İd: “Her başsız akbaba 7 000 yılı gösterir, der. 5 akbaba 35 000 yıl eder. Okuyamadığımız levhalarda geçmiş 35 000 yılın kaydı vardır demek ki... Okuyamadık, neler olmuş bilemiyoruz. 6’ncı akbabanın başı koparılmamış. Hesaba göre, altıncı 7 000 yılın içindeyiz. Ama altıncı yedi bin yüm kaçıncı yümdayız? Altıncı akbabanın kafası koparıldığmda kıyameti kıyameti bildire bildireceği ceği söylenen siyah akbaba akbaba-nın zamanı başlayacak. Siyah akbabaya sıra geldiği gün kıyamet günü müdür? Siyah akbaba kıyameti gösteriyorsa, o da 7 000 yıllık zamanın içinde mi gösteriyor, yoksa onun tarihi ayrı mı? O halde kıyamet hangi tarihtedir? Nasıl bileceğiz?” Sultan Mehmed Han böyle dedi ki, hocası Akşemseddin Hazretleri de şöyle hesap etti: “Allah istemeseydi bu kubbe burada olamazdı. O halde hesabımızı Allah'ın kitabından yararlanıp şöyle yapsak; Kuran’da bazı zaman ölçüleri belirtilir. Kuran’ın Furkan Suresi 59. ayeti şudur: ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan tan, sonra Arş’a Arş’a isti istiva va eden eden8 8 Rahman’dı Rahman’dır. r. Bunu Bunu bir bilene bilene sor.’” Akşemseddin devam etti. “Nedir bu altı gün? Altı gün Allah’ın zamanıdır. Bizimkiyle aynı süre olmaz. Bizim binlerce yıl dediğimiz süre, Allah için çok kısa bir andır. Zamanı ölçmenin bir tek şaşmaz kuralı yoktur. Zaman ölçülerini uyduran biz insanlarız. Gerçek zaman bizim uydurup sıraladığımız sayılara bağlı değil... O halde akbabalan koyup tarih gösterenlerin zamanları da bizimkinden farklı olabilir. Levhada kutsal ifadeler var. Bana göre; Allah’ın elçisi bir peygamber insanlığa gönderilen uyanları yazmış. Ama ne zaman? zaman? Meâric Meâric Suresi 4. 4. ayette ayet te bir bir zaman ölçüsü vardır: ‘Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde günde çıkabilmektedir.’ çıkabilmektedir.’ Meari Mea ricc Suresi 4. ayette ayette bize veril verilen en zaman zaman ölçüsü şudur: Kuran’da yazılan yazılan 1 günün günün karşılı karşılığı ğı bizim bizim zamanımızın zamanımızı n 50 00 000 yılı yılıd dır. ır. Öyleys Öyleysee 6 kere kere 50 50 000’i hes hesap apla lars rsak ak,, bizim bizim za zam man ölçü ölçüm mü8. Arapçada, "ona hükmeden”.
95
ze göre göre Kuran’da dünyanın dünyanın 300 300 000 000 yılda yılda oluşturulduğu yazmaktadır. Akbabaların işaret ettiği 7 000 yıl nedir, bizim takvimimize göre saydığımız yıllar mıdır? Yani 7 000 kere 50 000 olarak mı hesaplamak gerekir? Yoksa bizim bin yılımız olarak mı? Bu nerenin zamanıdır?..” îşte bunları dedi Akşemseddin Hazretleri. Sonra dedi ki: “Şunu bilelim ki; ayette sadece ‘50 000 yılda ulaşır denmiyor’, ‘süresi 50 000 yıl olan bir gün’den bahsediyor. Dünyanın yaratılışındaki Allah’ Allah’ın ın zamanı zamanı olan bir gün gün, dünya dünya zamanına zamanına göre elli elli bin yıldır.” yıldır.” Sonra Akşemseddin Hazret H azretleri leri şöyle ş öyle buyu buyurdu rdu:: “Bu hesaplardan hesaplardan hangisiyle akbabaların 7 000 yılma bakabiliriz? 7 000 yıl bizim takvime göre hangi zamana denk düşer? Anlayalım dîye bizim zamanımız ile eş mi yazılmıştır? Kıyamet ne zamandır? Kuran’da elbette bizim takvimimize göre bir tarih bildirilmez. Kıyamet Suresi’nin ilk 14 ayeti şöyledir: 1. Kıyamet Günü’ne yemin ederim. 2. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz). 3. İnsan İnsan,, kendisinin kemiklerini kemikleri ni bir araya toplayamayacağımı toplayamay acağımızı zı mı sanır? 4. Evet, bizim, onun parmak uçlarını uçlarını bile bil e aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter. 5. Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister. 6. ‘Kıyamet Günü ne zamanmış?’ diye sorar. 7. İşte, göz kamaştığı, 8. Ay tutulduğu, 9. Güneş Güneş ile ay bir bir araya getirildiği getiril diği zaman zaman!! 10. O gün insan, ‘Kaçacak yer neresi!’ diyecektir. 11. Hayır hayır! (Ka ( Kaçı çıp) p) sığmacak yer yoktur! 12. O gün varı varıp p durulacak durulacak yer, sadece sad ece Rab Rabbi bi’’nin huzu huzurudu rudur. r. 13. O gün gün insan insana, a, ileri il eri götürdüğü götürdüğü ve geri bıraktı b ıraktığı ğı ne varsa bildiri bi ldiri-lir. 14. Artık insan, kendi kendinin şahididir. Levhada Kıyamet Suresi’ne benzer uyanlar var, ‘Alınacaksın’ diyor, ‘Her anın gösterilir’ diyor. Sonuçta, ne kadar hesap yaparsak yapalım 7 Akbaba’nın kaidelerindeki yazılan Allah'ın izniyle sökene kadar kadar kıyametin tarihini tarihini bilemeyeceğiz...’’ bil emeyeceğiz...’’ Anda, Sultan Mehmed Han aldı sözü, dedi ki: “BU KUBBE NEDİR? Bu ışık, bu rüzgâr nereden gelmektedir. 7 Akbaba nedir? Burada yazılı olan tarihler ne anlaür? Bugünün bilgisiyle hiçbirisi anlaşılamaz. Allah isterse insanoğlu bilinmeyen
96
gelecekte bu kubbeyi bulur, yazılan da anlar. Şu anda gördüğümüzü, okuduğumuzu millete anlatırsak kargaşa, evham ve korku yaratır. Millet umutlarım yitirir. Konstantiniyye’yi fethe hazn'lanan asker, akbabaları uğursuzluk sayar. Akbabaların üstündeki mücevherat üe kubbedeki camlar ola İd lanetlidir, ola ki zehirdir, ola ki tuzaktır. Onlara dokunulamaya... Burayı kapatahm. Kimse bilmeye, sözünü bile etmeye, kim ki anlatmaya kalksa kellesi alma...” Acayip binadan dışan çıkınca sekbanlara nöbet verildi. Demir tabutlar açılmadı. Neden açtınnadı? Sultan’m bize söylemediği bildikleri vardır dedik. Çukurun çevresi hasırla örüldü. Evvel yem yeminli inli 118 sekb sekban an çalı çalışt ştı, ı, soma 18 18 sekb sekban an kaldı. ldı. 18 sekb sekban an gece gündüz çalıştı, üstü örtülü 18 öküz arabası gitti geldi. Sultan Mehmed Han sekbanlara da bize de hem vallahi hem billahi yemin ettirdi ki, bundan sonrasını anlatamam... Lara bunları okuduktan okuduktan sonra arkadaşlanna arkadaşlanna şaşkınlıkl şaşkınlıkla a baktı. baktı. “Böyle müthiş bir hikâye okumadım. Bir de dikkatimi şu çekti; Kuran’da dünyanın dünyanın oluşumu oluşumu 30 300 00 000 yıl yıl olarak olarak göste gösteri rili liyor yor.. Günü Günü-müzün bilimi de dünyayı meydana getiren atomların Büyük Patlama’dan sonra 300 000 yılda oluştuğunu kabul ediyor. Harika değil mi? Daha Daha ne ne sürprizler görece gör eceğiz ğiz bakalım bakalım...” ...” Sonra, Oraç Bey kitabını kitabını okumaya devam etti. ... Günü geldi çok şükür Allahıma, Konstantiniyye fetholundu. Sırrı bilen 18 Sekbanlar Konstantiniyye içinde şehit düştü. Sultan Mehmed Hanımız “Fatih” oldu. Buyurdu ki: “Konstan tiniyye’nin tarihini bulun.” Ben dahü 12 bilge aradık. Konstantiniy ye bilge bilgele lerin rinde den n 500 kişi kişi bird birden en fetih fetihte ten n önce önce Vene Venedi dik’e k’e kaçmış çmış,, çok değerli belgeler belgelerii gemilere yükley yükleyip ip birlikte birlikte götür götürm müşler. üşler. BelgeBelgelerde kimya, matematik, astronomi, mimarlık bilgileri yazılıymış ki, dünyad dünyada a hiçbir millet millet erişem erişemem emiş. iş. Geride kalan belgeleri, belgel eri, kitaplan da Konstantiniyye papazlan yakmış ki bizim elimize geçmeye, Türk Türkler ler bilgi bilgi edin edinm mey eye. e. Kest Kestik ik önleri lerin ni, kurt kurta ard rdığ ığım ımız ızıı kurta rtard rdık ık.. Bilge papazlardan dilimizi bilenleri aldık yanımıza. Belgeleri ölçüttük ki, öğrenelim, biz de yazıp padişahımıza verelim. Eski belgeler çıktı ki, ki, çok yeri yeri yanm yanmış. Çevirmen papaz baktı baktı birine, birine, “Pergament “Per gament9 9 üstüne yazılıdır, en eski Helen dilindedir. Pergament, Pergamon10 kenti icadıdır. Öyleyse çok çok eski tarihi anlatır İd, firavunlar çağından öncedir” dedi. En eski Helen yazısını okuyan, dilini söken söken bilge bilge ldşi bulun bulunup up getirildi. getirildi. Bilge Bilge okud okudu, u, yanmaktan yanmaktan kurtu kurtul l 9. Parşömen geyik derisi.
10. Bugün Bergama.
muş yerlerde yerle rde şöyle yazıyordu: yazıyordu: Konstantiniyye Konstantiniyye ilk değildir. Sen ne sanmaktasın mağrur Sezar Constantinus? Sen ne ilksin ne de son. Sen Konstantiniyye’yi kurmadan önce buraya iki kent kuruldu. îsa’dan çok önceydi. Bir zorba hükümdar Trakya üstündeki soğuk diyardan geldi, adı Yanko bin Medyan. Trakya üstü topraklar Yanko bin Medyan zamanından önce buzluktu. Onun halkı, her canlıyı öldürmüş buzlar gittikten sonra doğdu, çoğaldı. O halka yüksek akıl verildi. veril di. Toprağı işlediler. Keskin taştan balta baltalar, lar, kargılar, bıçaklar yaptılar. Yanko güçlenince halkını toplayarak Trakya Trakya’y ’ya a in indi. di. Trakya’d Trakya’dan an bugü bugün n ICon IConst stan antin tiniy iyye ye'n 'nin in olduğ olduğu u toprağa geldi. ‘Burası vatanımız olacak!..’ dedi. Bizans diye kent yokt yoktu, u, Biza Bizans ns dediğin dediğin Yank Yanko o bin Medya Medyan’m n’m oğlu oğluyd ydu, u, tam adı Bizantin idi, kendi adına kenti sonradan olacaktı. Konstantiniyye o zaman yoktu, sonra doğacaktı. îki yanlı arazisi insan görmeyen topraklan bulmuşlardı. Oltadaki boğazdan deniz akar giderdi. giderdi. Öyle boğaz ki, eskiden yokmuş, yokmuş, oralar toprakt oprakmış. Dünya ters döndüğünde aşağıdan gelen deniz orayı yarmış, şelale yapmış, su akmış alçak topraklara geçmiş, bir deniz daha yapm yapmış ış.. Boğaz iki deniz deniz arasın arasında da sula sulan n alır verirmiş verirmiş.. Zorba Bin Medyan, boğazın yanma kent kurmaya karar verdi, 200 000 ırgat getirdi. Binalar için hendekler kazmaya başladılar. Topraktan 40 arşın çapında bir kubbe çıktı ki hepsi şaştılar. Kubbe ki, kazmayı küreği kendine çeker, bir acayip. Binasını bulup acayibi anlamak için 20 arşın daha daha kazdılar. kazdılar. 14 demir mezar meza r çevresindeydi çevresi ndeydi.. Acayip Acay ip binanın kapısını bulup girdiler ki, içerde canlı yoktur. Kubbenin içinde ne gördüler, 4 yerde 4 akbaba var. Dördünün de başı yoktur. Bir de baktılar beşinci bölüm var. Beşinci bölümde bir akbaba daha daha var ki, kafası tamdır tamdır.. Altıncı Al tıncı bölümde bir b ir akbaba daha var ki siyahtır, kafası tamdır. Yedinci bölüm vardır ki, o bölüm boştur. Akbabalar, elmasla örülmüş kubbenin altında, demiri çeken tabanın üstünde dururlar. Mücevherle kaplanmıştır akbabaların üzerleri. Bir mücevher almak istesen alamazsm, acayip binada elin tutulur. Her akbabanın önünde bir levha vardır. Levhalar ne söyler anlayamadılar. Her şeyi bilen bilgeler de baktı işaretleri sökemediler. mediler. Dediler Dedil er ki: ‘Dünya ‘Dünya var olduğund olduğundan an beri bilinen bi linen işaretleri şaretlerden olsa anlardık. Değilse bunlar bizim bildiğimiz zamandan değildir. Çünkü biz her işareti biliriz.’ Dediler ki; ‘Bu acayip bina öncesi ve de sonrası olmayan zamanlardandır. O zamanı ve işaretini biz bilemeyiz. Taifelerin işidir.’ Nice nice taifeler çok önce vardı. Toz bulutu olup da içindeki tozlar büyüyüp de güneşler olup, birçok dünyalar yandıkça, bizim dünyanın üst ateşi söndü-
98
rüldü, taşlara hayat konuldu, gökten dünyaya hayat yağdı. Taifeler düzen kurdu. Taifelerden sonra insan geldi. Bir âlem kuruldu İd, bozulup dağıldı, sonra yine hayat getirdiler. Sonra bir âlem daha kuruldu ki, yine bozulup dağıldı. Taifeler durmadı, yine hayat yağdı, âlem yine kuruldu. Mutlak ki, taifeler bir akbaba hazırlayıp gelir, binanın içine girer. Taife ne zamandır dünyaya gelir, kubbenin altma akbabaları koyar bilemediler. Bir de üstünde resimler resimler olan levha vardı. vardı. Birinci resimde kubbenin kubbenin üstü üstüne ne bir kent oturtulmuştu. İkinci resimde kent ters dönmüş kubbenin altına düşmüştü. Üçüncü resimde kent suya batmıştı. Bir de başka levh le vha a vardı, üstündeki üstündeki yazılar yazıl ar çok çok küçük küçüktü. tü. Onun Onun yazısını yazısını da sökemediler. sökemediler. Bilgeler, Bilgel er, Bin Medyan’a Medyan’a,, ‘Bu ‘Bu kubbenin üstün üstünee kent yap yapm ma, uğu uğursu rsuzlu zluk olmas olmasın ın’’ dedi dedile ler. r. Bin Med Medya yan n dinlem dinlemed edi. i. Bilgeler, ‘Bak resme tepe üstü gözüken kent var. Yapacağın kent yıkı yıkıla laca cakt ktır, ır, emeğin emeğinii ba başk şka a yere ver’ ve r’ ded dediler. iler. Bin Bin Medya edyan n dinl dinleme eme-di. ‘Yıkarım kubbeyi kafanıza!..’ dedi ama el sürmeye korktu. Bir tek mücevheri bile koparıp alamadı. Akbabalara hep uzak durdu. Biz dahi uzak durduk. Bilge sözü dinlemedi Bin Medyan. O zamana kadar yapılanların hepsinden büyük kent yaptı. Kentin dairesini duvarla çevirdi çevirdi.. 40 burgaz burgaz yaptı, 60 tane kapı yaptı, yaptı, her kapıdan giriş giriş çıkı çı kışt şta a haraç aldı. aldı. 1 00 000 0 mabet, 60 00 000 ev, ev, 100 hamam yapt yaptılar. Çevredeki köylerden insanları tarlasından evinden kopmaya mecbur ettiler, topladılar zorla duvarların içine sokup evlere yerleştirdiler. Onlar o evlerin sahibi olamadı. Bin Medyan evleri maiyetine dağıttı. dağıttı. Maiyet evlerden evl erden topladığı vergiyl ver giylee zengin oldu oldu. Zenginler halka zulmetti, halk onlara beddua etti. Halkın her biri Bin Medyan’a ve kente ‘batsın’ diye lanet okudu. Bin Medyan kente kendi ismini verdi. Gökleri delen 500 arşın kule yaptırdı, üstüne ata binmiş kendi bakır heykelini koydurdu. Bir başka kule yapt yaptırd ırdıı ki yükse yüksekliğ kliğii 50 50 arşınd ındı. Kuley Kuleyii kent kentin in merkez merkezind indeki eki meydana dildi. Yılda bir kere halkı zorla meydana toplardı. Kendisi kulenin üstüne çıkar secde ederek güneşe tapardı. Halk da kendisine tapsın isterdi. Tapmayam askerleri öldürdü. Yanko bin Med yan yan kent kentii bütün tün deniz deniz boyu boyunc nca a genişle genişletm tmek ek iste istedi di.. Her iki yak yakaya aya binalar yapmak, duvarlarla çevrelemek istiyordu. Akbabalı kubbeyi yok ederek üstüne bina koyacaktı. Bilgeler karşı çıktı. Dediler ki: ‘Yapma. Denizin iki yakasından 92 temiz su deresi akar. Bina yaparak onların yolunu kesme. Toprağı, suyu yaratan en büyük güce karşı gelme. Yaradan Yaradan sula suları rı geti ge tirmiş rmişti tirr ki, ki, su hay hayattır, attır, hayat vermiştir. Yaradan ağacı, otu, toprağı vermiştir, insanoğlu beslene. Suyu Suyun n otun otun vardır vardır hikmeti. hikmeti. Suya Suya doku dokunm nma, a, ağacı ağacı otu yok yok
99
edip taş duvar dikme. Dengeyi bozma. İnsanları zorla topladın, toprağı, suyu kirlettin, yasak yere kent kurdun. Artık onu genişletme. Akbabalı kubbeye dokunma, bilemezsin vardır kubbenin bir hikmeti.’ hikmeti. ’ Bin Medyan onlarla yine alay etti. ‘Büyük güç benim. benim. Benden büyük büyük güç yoktu yoktur. r. Benim işaretim geli g elince nce kazmalar kaz malar vurulacak inşaat başlayacak’ dedi. Kentin her yerine binlerce çan astırdı. ‘Benim saatim gelince çanlar hep birden kendiliğinden çalacaklar’ dedi, mimarlarm, ırgatların hepsini tamam tuttu. Çanlar çaldı ama Bin Medyan’m ilahi gücünden çalmadı. Deprem başlamıştı. Kentle birlikte dağ tepe sallanmaya başladı. Yer yarıldı, derin uçurumlar açıldı, insanlarla binalar uçurumlara düştü. Yarıklar büyüdü binalann hepsini içine aldı. Bin Medyan’m 500 arşınlık kulesi yıkıldı, heykeli çukura düştü, kayboldu. Deprem, duvarları da yıkarak kenti düz etti. Bununla bitmedi, kabaran deniz kenti sildi süpürdü. Yedi tepenin üstüne kadar çıktı. Anafor kenti içine çekti, yuttu. Yanko bin Medyan ve binlerce insan öldü. Sular çekilince koskoca kent insanlarıyla birlikte yok olmuştu. Kurtulan çok az insan deniz kıyısına kulübeler yaparak köy kurdular. Yer yarıldığmda kubbenin ortaya çıkıp yükseldiğini, suların onu aşamadığını görmüşlerdi. Deniz kıyısındaki köye Bin Medyan’m oğlu Bizantin geldi, hükümdarlığa kalktı. Kalan insanlar fakirdi, verecek hiçbir şeyleri yoktu. Bizantin kayboldu gitti. Köye kimileri onun adım anarak Bizas dedi. Konstantiniyye arazisi üstüne üstüne kurulan kurulan ilk kent budur budur ve batışı böyledir... böyl edir... 40 yıl geçti, Bin Medyan’m oğlu Bizantin, Engürü’ye gitmişti. Oradan Bosna’ya, Roma’ya gitti. 40 yıl sonra Engürü’de krallık kurdu. Sonra babasının batan kenti üstüne kent kurdu. Halkı yine tarlasından, balıkçılığından koparıp zorla kentte oturttu, halk evlerinin, işlerinin sahibi olamadı. Halkı sadece kendisi için çalıştırdı, halkın ürettiğini elinden aldı, halktan çaldığıyla hâzinesine altın dağlar dikti. Halk aç lcaldı. Birleşip Bizantin’e başvurdular, ‘Bize de ekmek ver, ver, buğdayı ekip biçen biziz, ekmeği yapan biziz, hakkımızı ver’ dediler. Bizantin çok kızdı, halka akıl verenleri, onlarla birlik olanları topladı, meydanlarda derilerini yüzdürdü. Başkaldıran halka ağır zulmetti. Onları ölesiye çalıştırdı. Saray yap yaptı. tı. Babas Babasmm mm kules kulesin inde den n yüksek yüksek kul kulee diktir diktirdi di.. Fil üstü üstün ne binbinmiş kendi balar heykelini kulenin üstüne kondurdu. Halk kendisine tapsın istedi, tapmayanı öldürttü. Halk Bizantin’i ve kenti lanetledi. Deprem oldu, Bizans kenti yıkıldı, yerle bir oldu, sular altında kaldı kayboldu. Bizantin öldü, hâzinesi toprağa karıştı, kimse bulamadı. İsa’dan çok önceydi. Konstantiniyye’den önce
100
kurulan ikinci kentin hikâyesi de budur. Konstantiniyye de böyle durmaz. Gelecekte batacaktır. Hükümdarlık oldukça batacaktır. Hükümdarlar halkım düşünmez, imparator olmak ister ki, daha çok halkı zulümle çalıştırıp kendisine altın kazandırsınlar. Halkm hakkını çalar, hâzinesine dizer. Kuleler, anıtlar diker, kendi adım koyar. Halkın laneti bitmez Bin Medyan’a, Bizantin’e, Konstantiniyye’ye.” Bilgeler, kâhinler dediler ki; “Halkm ürettiği halka paylaştırıl mayıp çalmdıkça, oraya kurulacak bütün hükümdarlık kentleri lanetli olacaktır, hepsi bir gün batacaktır...”
Lara, 8. konu başlığına kadar okumuştu. Kendisi kadar dinle yenler yenler de, belg belgen enin in yarat yarattığ tığıı şaşk şaşkın ınlığ lığın ın kafa kafa yorg yorgun unluğ luğuy uyla la koltuklarına tuklarına yaslandılar. yaslandılar. “Kimse bir şey söylemeden önce limonataları limonataları içelim, duydu duyduklaklarım beynimi yaktı” diyen Peter hizmetliyi çağıran düğmeye bastı. Lara okurken okurken Peter Pet er’in ’in eşi Meg odaya sessizce girmiş bir kö köşey şeyee oturm oturmuş uştu tu.. Pete Pe terr ve Koksal notlar notlar almış almıştı. tı. İlk İlk yorumu yorumu yapan yapan KokKoksal oldu. “Kubbenin altmda 7 Akbaba heykeli var ve bunlar zümrüt, yak yaku ut ve elmas elmasla la süs süslen lenmiş. iş. Böyle Böyle bir bir hâ hâzin ziney eyii ba barın rındı dıra ran n kubb kubbeenin yerini herkes öğrenmek ister. Tek başma bir maceraperest veya bir hırsız çetesi bu yolda cinayet işleyebüir.” Lara da ona ona katıldı. “Kubben “Kubbenin in de elma elmasla sla bezeli beze li ve ve mıknatıslı mıknatıslı metal olduğu anlaşılıyor. Eğer gerçekse kubbe ve içindeki 7 Akbaba akıl almaz bir servet. servet. Ayrıca Ayrıca antika antika değerine paha biçilemez. biçil emez. Kıyametin tarihini tarihini bildirdiği bildirdi ği an anlatıla latılan n levhalar ise hem bilimsel açıdan hem de tarih açısından inanılmaz keşifler demektir.” Pete Peterr day dayan anam amad adı. ı. “Efsane değilse dediğin doğru, Lara. Ancak 1491, Oruç Bey kitabmda yazılı olanların gerçekliğine inanmak ne kadar zor, kitaptakiler efsane gibi. İsa’dan binlerce yıl önce inşa edilen ilk Konstantiniyye vey v eya a Bin Medyan kenti diyelim, orada 225 225 m yüksekliğinde kuleler varmış, zümrütlü, yakutlu, elmaslı akbabalar var yazıyor, insanoğlundan önce dünyaya gelmiş yaratıklardan söz ediliyor, elmas mıknatıslı kubbe vesaire deniyor... Bunlar efsaneden başka bir şey olamaz... Bütün eski kültürlerde böyle gerçek dışı hikâyeler vardır.”
101
“Ya gerçekse Peter... Veya bir kısım gerçekse... Her efsanede mutlaka mutlaka gerçek gerç ek payı vard vardır. ır. Efsaneler Efsan eler kesinlikle bir b ir gerçekte ger çekten n kaynaklanır. Allanır pullanır, tanrılar, yaratıklar, doğaüstü durumlar, soyut öğeler içine katılır, ama efsanelerin çekirdek temaları gerçek bir olaya dayarnr. Örneğin Truva gibi, bulunmadan önce mitolojik sanılıyordu. 1491, Oi'uç Bey 'i'i okumak için kitap hırsızlığı yapı yapıld ldı, ı, cinay cinayet et işle işlend ndi, i, am amaç herh herhal alde de hâ hâzin ziney eyii bul bulm maktı. aktı...” ..” “Kardeşimi bu masalların peşindekiler öldürmüş olabilir. Kitap beni etkilemiyor, ama gizemi bazı insanların aklım başından alı yor yor,, bun bunu u görd gördük ük.. 75 75 yıl önce önce Jano Janoss Klein Klein adlı adlı Berlinli Berlinli Yahu Yahudi’ di’ni nin n yaptı yaptığı ğı gibi, gibi, Berlinli Berlinli Teo Teo da İstan İstanbu bul’a l’a çılgınca çılgınca koşt koştu. u. Akıl almaz almaz hazine efsaneleri uğruna cinayet işleyen manyaldar kriminoloji tarihinde çoktur. Her neyse, efsane veya gerçek, benim tek amacım var; kardeşime kıymış olan katilleri bumak ve cezalandırmak.” Peter başmı ellerinin araşma aldı. Yaşammın en güzel çağında canına canına kıyılmış 29 yaşındaki yaşındaki güler yüzlü yüzlü kardeşinin kederi keder i ağır bir taş gibi üstüne çökmüştü. Vücudunun ürpertiyle sarsıldığını gördüler. düler. Koksal Koksal sırtmı sırt mı okşadı, okşadı, eşi Meg limonata li monata bardağını uzattı. Lara onu teselliye teselliy e çalıştı. “Tamam Peter, Meg’in verdiği limonatayı iç, ellerini çek başından ve bana bak! Sana üzülme diyemiyorum, çünkü bizim içimiz de ağlıyor. Ancak tüm gayretimizle serinkanlı olmaya çalışalım. Katillerin bulunması yolunda polise bizden başkası yardım yardım edemez edemez.. Teo’n Teo ’nu un başma başma gelenlerin gelenlerin Oruç Bey kitabı nedeniyle olduğunu ve kitabın neler içerdiğini öğrenme imkânımız var. Şimdi yapacağımız, kitabın bize verebileceği ipuçlarmı çıkarmaya çalışmaktır.” Biraz soluk aldı Lara, Peter’in elini tutarak devam etti. “Kitabı okuyanların kimler kimler olduğuna bakalım. Okuyan ilk kişi Ja Janos Kle Klein. in. Kita Kitabı bı keşf keşfed ediy iyor or,, okuyor, alıyor alıyor ve İsta İstan nbul’ bul’a a gid gidiyor iyor.. Soma neler nel er oldu? Kubbeyi ve 7Akbaba’yı bulmak için ne gibi girişimlerde bulundu bulundu bilmiyoruz. bilmiyoruz. Rumelihisarinda Rumelihi sarinda kazı yapabildi mi? Bilmi yor yoru uz. Jano Janos’ s’u un toru torun nu bu konu konula lard rda an ha habe bers rsiz iz gözü gözükü küyo yor.” r.” Peter Pete r araya girdi. girdi. “Veya habersizmiş gibi gözüküyor.” “Olabilir” diyerek devam etti Lara. “Janos, kitapları 1968’de geri gönderiyor. Sinagog kitabın kitabın içeriğinden habersiz. habersiz. Bir çelişkiçel işkili durum var; kitabı okuduğunda 7 Akbaba ile kubbeyi öğrenip Berlin’de heyecanlanan Janos İstanbul’da nasıl durulur? Kesinlikle 7 Akbaba’yı bulmaya bulmaya çalışm çalışmıştır. ıştır. Ama ne yapmıştır y apmıştır bilmiyo bi lmiyo--
102
ruz? Gelelim İkinciye; kitabın 80 sayfasını çalan kişi de gizemli akbabaları öğrendi. Kimdi o kişi? Herhalde boş durmadı, ama ne yaptı yaptı bug bugüne ka kadar, şu şu an anda da ne yap yapıyo ıyorr onu onu da bilmiyo bilmiyoru ruz?” z?” Lara’yı dikkatle dinleyen Koksal varsayımları daralttı. “Cinayetin kitap yüzünden işlendiğini kabul edersek okuyan iki kişiden biri yaptı. Janos Klein öldüğüne göre, geriye kitap hırsızı kalıyor. İşte o kim? Bugüne kadar 7 Alcbaba’yı arama girişimini duymadım. Benim bildiğim Rumelihisarı’nda hiç kazı yapılmadı. Sadece 1952’de İstanbul’un Fethi’nin 500’üncü yıl kutlamaları nedeniyle hatırlanıp hisar onarılmış, içinde gecekondu evler varmış, onlar yıktırılmış. Hisar, müze ve açık hava tiyatrosu olmuş. Gizlice kazı yapılması mümkün değil... 30 metre çapındaki bir kubbeyi ortaya çıkaracak kazı gizlenemez. Janos Klein eski tarihlerde yasal kazı yapmışsa eğer, onu da devletin arkeolojik izin kayıtlarından kolayca çıkarırım.” O ana kadar hiç konuşmayan Peter’in eşi Meg ilginç bir öneri getirdi. “Bence araştırmanın yapılacağı yer Berlin değil İstanbul’dur. Uzmanlardan bir ekip kurmak şart. Ben Peter’in kuzeni Robert Younger’ı öneririm. Hofstra Üniversitesi’nin tarih araştırmaları bölümünde ders veriyor. Geçmişin gizlerini çözmeye meraklı tarihçidir, aynı zamanda arkeologdur. Yaptığı araştırmalar belgesel film olmuştur, gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Yararlı olur inancında inancındayım. yım. Koksal da Türk bilim bili m adamlarıyla bizi tanıştıtanıştı rır sanınm. Ne dersiniz?” Peter eşinin fikrini beğendi. Elini tuttu dudaklarına götürdü. “Sevgili karım karım ha haldi. İstanbu İstanbul’a l’a gitmeliyiz ve v e Robert Rob ert’i’i yani bizim Bob’u Bob’u Ameri Ame rika ka’dan ’dan getirtmeliyiz. Dünyan ünyanın ın en ünlü ünlü arkeologudur arkeologudur Bob. Biliyor musunuz, Meg de iyi bir arkeologdur. Önemli kazılarda görev almıştır. Benimle evlendikten sonra bilim dünyası böyle bir dâhiden yoksun kaldı.” Meg güldü. “Abartma canım, evlendiğimizde ben mankenlik yapıyordum.” Peter’in morali düzelir gibi olmuştu. "Her "Her konuda karar verdi verdik k sanır sanırım ım.. Bob’u Bob ’u getirelim, getirelim, İstanbul’ İstanbul’da da ofis 1utalım, alım, ev tutalım her neyse, am ama a hemen, hemen, vald v aldtt yitirm yit irmede eden n bu işleri yapalım. Meg arkeolog olduğundan araştırmaya önemli katkısı olur.” Meg itiraz etti. “Peter ben gelmeyeyim. Bob’un ayağına dolaşmak istemem.
10 3
Onun kendi yöntemleri vardır, kimseyi ekibine sokmaz. Ortalıkta boş boş dolanır dururum. Hem sen gidince buradaki işlerimiz sahipsiz kalmasın.” “Haklısın, sen Berün’de kal” diyen Peter Lara’nm da İstanbul’a gelmesini çok istiyordu. “Uzun sürecek bu çalışmaya katılmak ister misin Lara?” “Tereddüt bile etmem. Ancak kütüphaneden izin alabilmeliyim.” “Merak etme, araya girerim, araştırmanın sponsoru olduğumu bildirir bakanlıktan alınm iznini...” “0 halde ben hazırım” dedi Lara. Peter heyecanlanmıştı, kardeşini kaybetmenin üzüntüsüyle yitirdiğ yitirdiğii canlıl canlılığı ığı geri geri dönmüştü ştü. Teo’nu Teo’nun ka katil tilini ini bulm bulmak üzere üzere adım atmak moralini düzeltmişti. “Meg, sen Bob’u ara konuşalım. Dostlar, o güvenilir bilim adamıdır, bize hemen katılacağından eminim. Cuma Teo'nun cenaze törem var. Sonra İstanbul’a uçanz. Ofis ve kalacak yer durumlarını organize ederiz. Bob bize Türkiye’de katılır.”
“Her satırın satırın sonu kafiyeyle kafiyeyl e biter” bite r” Koyu yeşil yeşi l çimlerle örtülm örtülmüş üş ölüler tarlasında tarlasında açüan açüan “bir kişilik” ki şilik” mekân mekân... ... Yeşilin üstünde üstünde mezar taşlarının beyaz mermerleri.. mermerler i.... Siyah giysililer... Ald A ldıı cenazeden cenazeden başka yerde yer de olan insan insanlar, lar, iş konuşa konuşanlar, nlar, dedikodu dedikodu yapan yapanlar... lar... Din adamının adamının yarım kulakla dinlenen dualar duaları... ı... Tab Tabu utu çuk çukura indirec indirecek ek olan olanla ları rın n açığa açığa vurmad vurmadığı ığı sabı sabırs rsız ızlı lığı ğı.. .... Dizi dizi park etmiş siyah limuzin şoförlerinin umursamazlığı... Gömülenin Gömülenin bir daha görülemeyeceği gerçeğinin tabut t abut mezara inerinerken ancak fark edümesi... Teo’nun cenaze töreni de her ölünün uğurlanışından farksızdı. Tek fark Kur Kurtt Coba Cobain’i in’in n “St “Stay ay Avvay vvay”” şar şarkı kısı sını nı gita gitarist rist arka arkada daşı şı Jupp Jupp’u ’un n okum okumas asıy ıydı dı.. Teo, Teo, ikizi ikizi kadar kadar Kurt Kurt Cobain Cobain’e ’e benz benziyo iyordu rdu,, Nirvana Nirva na hayranıydı. hayranıydı. Cobain intihar ettiğinde ettiğ inde yas tutm tutmuştu. uştu. Arkadaşlarına “Cenazemde Cobain’in ‘Stay Away’i çalınsın” demişti. Ju Jupp gitar gitarın ının ın tellerin tellerinee titreye titreyen n elleriyle elleriyle doku dokunu nuyo yor, r, üzgü zgün kısık sesiyle Teo’ T eo’nu nun n vasiyetini vasiyetini yerine getiriyordu: getiriyordu: Mon key sec, sec, mon key do (I don’t know why) I’d rather be deal than cool {I don’t know why)
104
Every lirıe ends in rhyıne {I don’t know why) Less is more, love is blind {I don’t know why]
Şarkı, “Every üne ends in rhyme”u diyordu, her yaşamın yaşamın sonu da ölümle bitiyordu. Teo’n Teo’nun her şeyi şeyin ni pa payl ylaş aştığ tığıı sevgili sevgili ark rka adaşı Tobia bias töre töreni nin n son son anına yetişebildi. Tatildeyken kara haberi almıştı. Deli gibi olmuş ilk uçakla Berlin’e gelmişti. Solgundu, kara gözlüklerinin altına gizlediği gözleri şişmişti. En yakın arkadaşım kaybetmenin şokuyla arada bir sendeliyor, düşer gibi oluyordu. oluyordu. Töre Tören n sn'asın sn'asında da şoförüne şoförüne tutunuyor, olduğu yerde dalgınca sallanıyordu. Kırmızı burnunun akması, dalgınlığına rağmen çevreye ara sıra hızla göz atması, çenesini çenesini iyice iyice sıkması sıkması kokaini fazlaca fazlaca çektiğini gösteriyordu. gösteriyordu. To Tobia bias ağla ğlayara rak k, “Ben “Ben ona ona gitm gitme demiş emişti tim m...” ...” diye diye cena cenaze ze töreni boyunca söylendi durdu. Öyle kötü durumdaydı ki Peter bile onu teselli etmek için yanma gitti, arabasına kadar geçirdi. Tob Tobia iass koltuğ koltuğa a otu oturd rdu uğu an anda tekra tekrarr ağla ağlam may aya a ba başla şlamıştı ıştı.. Peter uzun uzun süre ardından ba baktı. ktı. Kardeşi Kardeşi ile Tobi Tobias’m as’m şakaları, şakaları, çek çekiş işmemeleri gözünün önüne gelmişti. Babası ile annesi duygularını siyah gözlüklerin ardına gizleme ye çalı çalışm şmış ıştı tı.. Ora rada dak ki mezar ezar taş taşla ları rın ndan fark farksı sız, z, kım kımıldam ıldama ada dan n ve yaşam belirtisi bile vermeden küçük oğulları Teo’yu uğurladılar. Aynı gün Amerika’ya döndüler.
Hazreti İsa’nın mezarı Peter’in uçağı İstanbul yolundayken kaldıkları yerden kitabı incelemeye devam ettiler. Lara, kitaptaki diğer gizemli başlığı Peter ile Köksal’a okudu. 8. İmparato İmparatorr Constantinus’un Kudüs’ten Kudüs’ten getir getirtt ttiğ iğii kutsal kutsal emanetler. Bamabas İncili, Hazreti Musa’nın asası, Hz. Süleyman’ın yedi kollu kollu şamdanı, Hz Hz. Nuh’u Nuh’un n balta ltası, Haz Hazre reti ti İsa’n İsa’nm m kem kemikle ikleri, ri, kayıuaktaşından su kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçaları, cüppesi. ...Ve devam etti.
105
... Hıristiyan olmamış putperest Rum, bir Rak12 getirdi. Dedi ki, “Bizans’ın tarihini arayan Türk!.. Al bunu oku!.. Gerçeği anlaya sın sın, yalanı doğruyu bilesin!..” bilesin! ..” Ben ki Oruç, Oruç, Latin yazısını okuttum bilene, şunları yazmış Rum ki, herkes öğrene: “ ... Konstantiniyye’ Konst antiniyye’yi yi kuran kuran,, üstüne üstüne adını koyan İmpar İmparator ator Fla vius Valeriııs Constan Constantinus tinus anası Helena’yı Kudüs’e Kudüs’e gönderdi. ‘Git, Hıristiyanların tanrısı İsa’nın mezarını bul. Nesi varsa Konstantiniyye’ye getir.’ Anası Kudüs’e vardı. Kudüs o zaman Roma İmparatoru Constantinus’un hükmündeydi. Anası ne istediyse o anda yaptırdı. İsa’nın mezarım mezarı m sordu, sordu, Kudüs’teki Kudüs’teki Roma kumandan kumandanıı onu götürdü gösterdi: ‘İsa’nm mezarı burasıdır derler. İsa 300 yıl önce ölmüş derler.’ Mezan açtılar kemikleri tamam bir iskeletle eşyalar çıktı. Constantinus’un anası ‘İsa’mn kemiklerini, mezardan çıkan nesi varsa alm’ dedi ki, emir yerine getirildi. Mezan boşalttılar, İsa’nm kemikleri, mezardaki toprak, haç parçalan, İsa’nm ellerinden ve ayaklarından çarmıha çakıldığı çiviler, kaymaktaşmdan yapılmış kâsesi, ekmek kmntılan, son defa giydiği cüppe alındı. Kumandan, Constantinu Constantinus’un s’un anası anası Helena’ Hel ena’yı yı 100 Romalı askerin koruduğu eski Yahud Yahudii mabedine götürdü. götürdü. Mabette Mabette büyük taş sandık sandık vardı. Sandıktaki kutsal emanetleri Helena’ya gösterdi. Kumandan Helena’ya dedi İd: ‘Bunlar Hz. Musa’ya ait asa, altın sandık, Hz. Nuh’un baltası ve Hz. Süleyman’a ait olduğuna inanılan som altından yedi kollu şamdandır.’ Kimi dedi ki: ‘Yok. Som altın yedi kollu şamdan Hz. Davud’a aittir.’ Kimi dedi ki: ‘Yok. Şamdan Hz. Musa’ya aittir.’ Kumand Kumandan an bir başka sandık açtı. İçinde İç inde bir bir kitap vardı. vardı. ‘Bu HıristiHıristi yan yanla ları rın n kita itabı... ı... Bunda undan n üç tan tane daha varm varmış ış,, hep hepsi si dö'rt 'rt tan taneym eymiş. iş. Hepsini yazan Bamabas adlı Kıbnslı. Ölümüne kadar İsa’nm yalımdaymış. İsa söylemiş, Bamabas yazmış. İsa çannıha gerildikten sonra kitaplardan biri burada kalmış. Bamabas üç kitabını alıp Anadolu’ya gitmiş. Hıristiyanlığı putperestlere anlatmış. Helena, kitabı kitabı da Konstantiniyye’ye götünnek üzere aldı. aldı. Helena emretti, Hıristiyanların ileri gelenleri toplandılar. ‘Siz neye taparsınız, taparsınız, tannnızın tannnı zın biçimi biçi mi nasıldır?’ diye di ye sual etti. Onlar da 'Tek Tanrı’ya ve onun oğlu İsa’ya, İsa’mn anası Meryem’e taparız, işaretimiz şudur’ diyerek 3 tane idam çarmıhı benzeri haç gösterdiler ki, hepsi başka biçimde. Helena şaştı kutsal biçimlere, ne heybetli Zeus’a benzerdi, ne de yakışıklı Apollon’a... Birbirine çatılmış ild demir ya da iki sopaydı taptıkları. ‘Bunun en doğrusu hangisidir?’ diye sordu ki, bilemediler. Constantinus’un anası 1 2 . A r a p ç a d a / ' y 3 2 *! *!1 c e y l a n d e r i si si ” .
10 6
Helena maiyetindeki kadınlardan birine, ‘Ne dersem onu yapacaksın’ dedi. Kadını yalandan hasta edip Hıristiyanların önüne getirtti. Dedi ki: ‘Hasta kadın. Üç haç var. Bunlara dokun, hangisi seni iyileştirirse o haç doğru olandır, kutsaldır.’ Kadın birine dokundu iyileşmedi, İkinciye dokundu iyileşmedi, üçüncüye doku dokund ndu, u, ‘Hastalığım ‘Hastalığım geçti geç ti’’ dedi. dedi. Helena Hıristiyanları böyl bö ylee ka kanndırdı. Kendi beğendiği haçı kutsal ilan etti. Barnabas’ın yazdığı kitabı gösteri gösterip p sordu: sordu: ‘Bir ‘Bir tek kitaptan başka kitabmız yok yok mu?’ mu?’ ‘Var’ dediler. 400 bilgenin yazdığı 400 ayn Hıristiyanlık kitabı çıkardılar. Hele Helena na 40 400 kitabı kitabı da aldı. Constantinus’ Constantinus’u un anası işini işini bitirdi, vurdu yola, vardı Konstantiniyye’ye. Emanetler gelince Constantinus hoşnut oldu. Anasını Kudüs’e göndermesinin amacı, din birliği sağlayarak Roma İmparatorluğu’nu elinde tutmaktı. Kimi kuşa, kimi taşa, kimi İsa’ya tapan Roma milleti birbirini yeme yemekte kteydi ydi.. Millet din ka kavg vgas asıyl ıyla a bölü bölünü nüyo yord rdu u, im impa parat ratorlu orlukt kta a birlik birlik bozulm bozulmuş uştu, tu, birlik birl ik bozulunc bozulunca a devlet devl et zayıflayacaktı. Constantinus akıllıydı, biliyordu ki dil ayrılığı, din ayrılığı milletleri böler, hükümdarlıkları çökertir. İmparatorluğu kurtarmanın çaresi din ve dil birliğiydi. Anasının getirdiği emanetleri alan İmparator Constantinus Hıristiyan bilgeleri Nikaia’da13 topladı. Constantinus’un davetiyle 2 048 dini lider Nilcaia’ya geldi. Toplananlara ‘Tanrınızın yasası nedir?’ diye sual etti. Her birinin elinde başka kitap vardı. Constantinus şaştı. ‘Hepiniz Hıristiyansınız ama her birinizin Hıristiyanlığı ayrı’ dedi. İskenderiyeli din bilgini Aryos dedi ki: ‘Hazreti İsa’nın söylemediklerini yazan çoktur. Kimisi cehaletten, çoğu ise insanları etki altına alarak yönetmek için kendine gör göree Hıristiyanlık Hıristiyanlık uydur uydurm muştu uştur. r. Onlar, nlar, İsa’y İsa’yıı da Allah Allah ile eş tutarlar, Tanrı sayarlar. Yanlıştır. ‘Baba’ dedikleri O, ‘baba’ tek başına Allah’tır, ‘oğul’ dedikleri mahluktur, yaratılmıştır, ilah değildir. Çünkü oğul olmadan önce, bizim bilemeyeceğimiz başlangıçtan önce baba vardı, başlangıç onundur.’ Ruhbanların büyü büyük k kısmı çok çok kızdı kızdı ama İskenderi İskenderiyel yelii Aryos Aryos susm susmadı, adı, konu konuştu ştu.. Dedi ki: ‘İsa’nın en yakını, Incil’i İsa’nın ağzından yazan tek kişi Kıbnslı Bamabas idi. Onun yazdığı İncil Tanrı’nın İsa’ya gönderdiklerinin aynısıydı, doğrusuydu. Bamabas İncili şunu yazıyor: ‘İsa şöyle dedi: Tann’nm elçisiyim, ben de sizler gibi insanım.’ Bamabas’a inanın.’ inanın.’ İskenderiyeli Aryos’u dinleyen Constantinus’u diğer ruhbanlar sardı, ‘Onu hemen buracıkta öldürt’ dediler. Constantinus öldürt medi, ama Aryos’u hemen memleketine gönderdi. Derler ki 13. Bugün İznik.
1 07
Aryos’u Aryo s’u Anadolu yollarında yoll arında katlettiler katlettiler.. Constantinus aldı Barnabas İncili’ni okuttu, dinledi. Barnabas’m yazdık yazdıkların larınıı beğ beğenm enmed edi. i. On Onun kita kitabı bına na göre Hıris Hıristiya tiyanlı nlık k sade sade bir bir din idi, İsa Tanrı’mn elçisiydi ama insandı, ölümlüydü. Oysa pagan Roma’nın tanrıları görkemliydi, insan kılığında olağanüstü yara yaratık tıklar lardı dı.. Tan Tanrı rı dediğ dediğin in ölüm ölümsü süzz olmalı olmalıyd ydı, ı, mucizeler mucizeler yara yaratm tmaalıydı. Tanrı gözle görülmeliydi. Her yerde resimleri heykelleri olmalıydı. İnsanlar onun bakışlarını üstlerinde hissederek korkmalıydı. Din bilginlerine tercihlerini sordu. Onlar söylediler. 318 bilge imparatora Paulus İncili’ni verdi. ‘İşte oğlu İsa’ya Tann’mn gönderdiği başka kitap’ diyerek uzattılar. Constantinus okuttu. Paulus’un Paulus’un kitabında kitabı nda İsa da Tanrı’mn oğluydu, oğluydu, Tanrı’ Tanrı ’dan olma tanrıydı. Anası Meryem ona kimseden hamile kalmamıştı. İsa kulağına yel olarak girmiş rahminden çıkmıştı, hepsi çok kısa sürede olmuştu. İsa tanrı olduğu için ölüleri canlandırabiliyordu. Constantinus kitabı beğendi. 2 048 ruhbanı hiçe sayarak 318 ruhban ruhbanın ın Paulus Paulus İnci İn cili’ li’ni ni resmi kitap yaptı. yaptı. Dört kitap daha seçti, seçti, geri kalan hepsini yasakladı. Nikaia Konsili’nden sonra Paulusçu ruhbanları topladı, ‘Kitap takiler yetmez’ dedi, üstüne yazı koydurdu. Bilgel Bil geler er İsa’nın İsa ’nın hayat hayat hikâyesini hikâyesini anlattılar. anlattılar. Constantinus Constantinus beğenmedi. Constantinus acıklı ve meraklı, etkileyici mucize dolu putperest tanrıların renkli hikâyelerini bilirdi. ‘İsa’nın yaşamı onlarınki gibi anlatılmalı’ dedi. Sonunda Paulus’un İncili ve İsa’nın hayat hikâyesi Constantinus’un Constantinus’un istediği isted iği gibi kabul edildi. Constantinus, Hıristiyanlığın çizgisini çizerken kendisi putperestti. Paulusçu görüşün putperestliğin kavramlarına benzemesi imparatora yalan gelmişti. Bu nedenle Paulus’un yazdıklarını resmileştirdi. Onunkine eklediği kendi uydurduğu Hıristiyanlık kurallarıyla halkı halkı kolay yönetebilirdi. yönetebilirdi. Constantinus Constantinus bund bundan an böyle ne yapacaklarını ruhbanlara ruhbanlara bellet bell et-ti. Onlar da Constantinus’u Constantinus’un n bellettikle bellett iklerini rini sürüyle sürüyle adama anlatıp anlatıp onlan papaz eyledi. Çok kiliseler yaptırdı, papazları küiselere yerleş yerleştir tirdi. di. Papaz Papazlar lara a gelir sağl sağlan and dı, rah rahat ettir ettirild ildi. i. Papazlar Papazlar ha halk lkıı istediği yöne çevirecekti. çevirecekti. Zaman Zaman geçti, gün gün geldi, içi i çi rahat etti. etti. Papazlar İsa’nın İ sa’nın yaşamını, yaşamını, İncil'de yazılanları halka anlatmıştır, verdiği akıllar Hıristiyanlık kuralları olmuştur, öyle yayılmıştır, o zaman milletine ferman okuttu. ‘Yüce imparator Constantinus Constantinus buyuru buyururr ki; ki; İsa İ sa doğru yolu yol u göstegös te-
108
rir. Ben İsa’nın yolunu kabul ederim. Roma’nın dini Hıristiyanlıktır. Herkes kabul etsin, Roma birlik olsun. Her iki dünyada İsa sizi mutlu edecektir. İsa’nın çarmıha gerildiği haç, cüppesi, tası bendedir. Onları taşlara gömdüm koruyorum. İsa’yı tanımak için kiliselere giderek papazları dinleyin.’ İsa’nın kemiklerinden söz etmemişti. İsa ölümsüzdü, tanrıydı, kemikleri olamazdı. Papazlar halka, kendilerine inananların cennet denilen güzel yere gideceğini, inanmayanların cehennemde yan yanac acağ ağın ınıı anla latt ttı. ı. Constan stanti tin nus’a s’a itaa itaatt etm etmeler elerin ini, i, çün çünkü onun aziz olduğunu, annesinin azize olduğunu söylediler. Hıristiyanlık devlet dini oldu, halkın birliği sağlandı. İsa’nm çarmıhta gerili heykelleri, resimleri yapıldı. Acıklı yaşamı yazıldı, anlatıldı, herkesin içi kan ağladı. Biline İd İsa Peygamber’in hayat hikâyesi kendi yaşamı değildir. Çok eski başka tanrılarındır. Constantinus Hıristiyan bilgelere ne emrettiyse o yapılmıştır. Halkailan etmiştir etmiştir ki, ki, kutsal kutsal emanetler emanetler artıkKonst artıkKonstantiniyye antiniyye’’ dedir dedir.. Konstantiniyye dünyan dünyanın ın merkezi merkezidir dir ve dünya dünya Konstanti Konstantiniyye’ niyye’den den yöne yönetil tilm mekte ektedi dir. r. Kızıl mermer sütun diktirip İsa’nın kemiklerini, tüm kutsal emanetlerim kızıl sütunun kaidesinin altına koydu ki, 3 kat kaya içinde kaya oydurdu, taş oda yaptırdı. Kemikler ile Barnabas İncili’ni oraya sakladı, hepsi oradadır...” Ben ki Oruç Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’ın tarih yazıcısı yım yım.. Yem Yemin ederim ederim ki; ki; Konst Konstan antin tiniy iyye yeli li putp putper eres estin tin ba bana na verdiği verdiği derideki Latince yazı aynen böyledir. Ben Oruç Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’a putperestin deri yazm yazmas asın ınıı verd verdim im.. Her ya yazı zıla lanı nı bilir ilir.. Bana Bana dedi dedi ki, “Bü “Bütün tün bilgiler bilgiler gizli kalacak ki, Devleti Osmani’nin sırrıdır. Anda bunlan açıklamak yersizdir, biz biliri bilirizz zamanı zamanı nicedir, nicedir, o zaman açıklan açıklanır. ır.
Lara’mn okuduğu 8. bölüm hepsinde şaşkınlık yaratmıştı. “İsa’nm “İsa’nm mezarının İstanbul’ İstanbul’da da olduğun olduğunu u yazan Oruç Bey kitabı kitabının içeriği baş döndürücü... Bütün bu yazılanlar gerçekse dünya yeri yerind nden en oynar. Kita Kitabı bı bilenle bilenlerr ona ona sahip olmak olmak için her şeyi şeyi yapa yapabil bilir” ir” dedi dedi Peter eter.. Lara, Köksal’a sordu.
10 9
şeyler mutlaka olmuştur. Kızıl Sütun’un altındakiler biliniyorsa neden gizlenmiş ve günümüzde de gizleniyor?” Koksal açıkladı. açıkladı. “Kızıl Sütun’a biz Çemberlitaş deriz. Halen duruyor. Anlatılanların gizlenmesinin birinci nedeni; gerçek olup olmadığı bilinmi yor. yor. Oruç Oruç Bey, ey, Latince Latince eski eski bir bir belgeyi akt aktar arıy ıyor or.. O belgeyi belgeyi yaz yazan an putperest. putperest. Ayrıca Ay rıca kutsal kutsal emanetlerin neler olduğu kesinlikle kesinli kle belli değil, birçok varsayım ileri sürülüyor. Bir varsayımın ‘var’ olarak kabul edilmesi Türkiye’nin başma sorun çıkarabilirdi. Fatih, Konstantiniyye’nin fethiyle paniğe kapılan Hıristiyan dünyasmm birleşerelc gözünü ebediyen İstanbul’a dikmesini önlemek amacıyla gizlemiştir. Batılı krallar dini kullanarak kavgalı Avrupa ülkelerini tahriklerle birleştirebilir, birleşik ordular kurabilirlerd kurabilirlerdi. i. İstanbul’u Kudüs gibi Haçlı seferlerinin hedefi yapacak bilgileri gizlemesi doğaldır. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılınca, galip ülkelerin din adamları İstanbul’un bağımsız kutsal kutsal bölge b ölge yapılmasını önerdiler. önerdiler. Bugü Bugün n bile fanatik Hıristi yanla yanlarr ayn aynıı iddiay iddiayıı sü sürdü rdürüyo rüyor. r. Türk Türkiye iye Ku Kurtu rtuluş luş Savaş Savaşı’n ı’nıı kaz kazan an masay ma saydı, dı, İstanbul kutsal kutsal Hıristiyan bölgesi olarak ilan edilecekti. “Beni kardeşimin katilleri ilgilendiriyor. Katiller, sınırsız değerdeki kutsal emanetleri ele geçirmek isteyen antika mafyası bence... Mücevherle süslü 7 Akbaba ile kutsal emanetlerin nasıl ele geçirileceği bilgisinin ve bulunduğu adresin 1491, Oruç Bey kitabında verildiği inancındalar. Sanınm Teo’nun kitabı okuduğuna ve hâzinelerin yerini bildiğine inandılar, onu izlediler, konuşturmak turmak istediler istedil er ve sonra öldürdüler” dedi Peter. Koksal içinden çıkamadığı düşüncelerini düşüncelerini paylaştı. paylaştı. “Teo bir şey bilmiyordu ki... O halde ne için Alman Mezarlığı’na gittiler? Aynca, Teo’nun kitabın peşinde olduğunu nasıl Öğrendiler? Burası sır. İstanbul’a daha bir gün önce gelmişti... Zorlu problem.” Serin bir sessizlik oldu. Uçağın jet motorlarının gürültüsü duyuluyordu sadece... İmparator Constantinus’un Kudüs’ten getirttiği, Hazreti İsa’mn kemikleri ile diğer ona ait olanları, Hazreti Musa’nm asasım, Hz. Nuh’un baltasım, altm sandığı, Davud Peygamberin veya Süleyman Peygamber’in yedi kollu şamdanını, Bamabas İncili’ni ne yaptığı yaptığı tartış tartışma masın sınıı İstan İstanbu bul’a l’a bıra bırakt ktıl ılar ar.. Pilot uyar uyardı dı,, inişe inişe geçmişlerdi, kemerlerini bağladılar. Köksal’m şoförü Çetin onları karşıladı. Peter ile Lara’yı Hilton’a bıraktılar. Koksal gazeteye gitti. Patronuyla bir süre görüştü, için-
110
de bulunduğu durumu anlatarak geliş gidişlerinde tolerans rica etti.
Esrarengiz Esrarengiz Alman Alma n aile Feriköy Katolik Mezarlığı’m caddeden ayıran yüksek duvara trafiğin sinir bozucu gürültüsü dalga dalga vurmaktaydı. Mezarlığın iç taraflarındaki cenaze töreninde dua eden pederin mırıltılarına klakson sesleri karışıyordu. Müslüman gözüken, ama son nefesinden önce bir papazın dualarını isteyen Katolik işadamı Selami Ağustos fani dünyadaki süresini tamamlamıştı. İki oğlu Selim ile Sami’den başka küçük bir topluluk cenazeye katılmıştı. Selami Ağustos elinden geldiğince insanlardan uzak dururdu, hiç arkadaşı yoktu. Cenazesindeki üç beş kişi ise ailesinden ailesi nden bahşiş bahşiş almak için orada orada buluna bulunan n tanımatanımadığı adamlardı. İstanbu İstanbullu llu Katolik Kat olik Rum Rum karısı karısı Meryem Meryem’in ’in yanma yanma gömülen SelaSel ami Ağustos Alman kökenliydi. Galata’daki İtalyan yapımı eski işhanlann işhanlanndan dan birinde iki odalı ofisi ofisi vardı. Her sabah sabah başı önünde önünde hana gelir, kimseye selam vermeden loş koridordan hayalet gibi geçerek ofisine girerdi. İriyarı İriyarı sağlıklı sağlıklı bir bir adamdı adamdı ama çevresine çevresine bakmamak bakmamak için başını başını hep eğik tuttuğundan kambur gözükürdü. Siyah melon şapkasıyla, siyah şemsiye bastonuyla, yakası astragan kürklü kalın siyah paltosu içinde içinde XIX. yüzyılın Viyana Viyana bankerlerini bankerlerini andırırdı. andırırdı. İki oğlu Selim ile Sami de kendisine benzerdi. Kimseyle konuşmaz siyah elbiseleriyle gölge gibi gelip geçerlerdi. Selim 31 yaşındaydı, arkeoloji ve jeoloji okuyan 26 yaşındaki Sami bir yıl önce üniversiteyi bitirmişti. Oğulları anneleri Meryem’e benzerdi. Esmer, siyah sık saçlı, donuk kara gözlüydüler. Alman kökenli ailenin İstanbul’a geliş hikâyesi 1943 yılından başlıyordu.
1943’e dönüş, Berlin
Protestan rahip Dol D olf’f’ü ü boğarak öldüren Katolik Rahip Rahip Sebasti Sebasti an Augustmus sessizce odasına gitti. Yedek cüppesini, takım elbisesini, bir çift ayakkabısı ile dört çift çorabım ve tıraş takımlarını torbasına koydu. En önemli eşyası çaldığı 80 sayfayı içine yapıştırdığı Incil’di. Duvardaki çiviye takılı askılı İncil torbasını aldı. Gömleğinin önünü açtı, torbanın askısmı boynundan geçirdi, İncil’i torbaya koydu, gömleğinin düğmelerini ilikledi. Kaim kazağını giydi, üstüne cüppesini indirdi. Sebastian Sebastian kimseye görünmeden görünmeden bahçeye çıktı. L. Manastın’mn Manas tın’mn hastane bölümüne geçmeden depo duvarının yanından yürüdü. Deponun ardındaki iki metrelik yükseklikten aşağıdaki çukur alana atladı. Artık kendisini göremezlerdi. Hızlı hızlı yürüdü, manas anastır m arkasındaki arkasındaki ağa ağaçlı çlığa ğa daldı. Sebastian Sebastian dimdik kuzeye yöneldi, Damsdorf yolunu sağma alarak tarlaların içinden yola koyuldu. Saatlerce yürüdü, bombaların harabeye harabeye çevirdiğ çev irdiğii Gross Kreutz beldesini görünce durd durdu. u. Aradığı yer bura burası sıyd ydı, ı, çünkü çünkü az ileriden ileriden demiry demiryolu olu geçiyo geçiyordu rdu.. Demiryo Demiryolu lu sağlamdı, silah ve asker taşıyan trenlerin durmaması gerektiğinden bombardıman sonrası raylar hemen tamir ediliyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Yarı yıkılmış, sahiplerinin terk ettiği boş bir evin yan tarafına yöneldi. Üst tarafım bombanın uçurduğu tuğla duvardan içeri girdi. Bulunduğu yer mutfaktı. Tulumbanın koluna asıldı, bir iki öksürükten sonra tulumba su fışkırttı. Sebastian sevindi. İç taraflara geçti, kırık bir ayna buldu. Aynayı aldı mutfağa döndü, yüzünü iyice yıkadı, kâğıt inceliğindeki sabunu yüzüne sürdü, sakalını tıraş etti. Kaim kaşlarım dikkatle inceltti.
112 11 2
Gömleğinin üstüne geçirdiği kazak hayli boldu, İncil torbasının kabarıklığım göstermiyordu. Lacivert takım elbisesini giydi. Papaz cüppelerim, sandaletlerini ve torbasını evin yanmış kömürleşmiş tahta yığıntısı altma gizledi. gizledi. Tıraş Tıraş aletin aletini, i, iki adet adet jileti jil etini ni ve dört çift çi ft çorabmı ceplerine tıkıştırdı. Aynaya baktı, tamamen başka birisi olmuştu. L. Manastırındaki rahipler Dolf’ün cesedini bulup da onu bulamadıklarında madıklarında polise poli se haber vereceklerdi. vereceklerdi . “Orta boylu boylu,, siyah cüppeli, kaim kaşlı, uzun kırçıl sakallı bir papaz” diyeceklerdi. Sebastian Augustinus artık bu tarife uymuyordu. Parasmı saydı. Ön yüzü yüzün nde Hin Hinde denb nbur urg' g'un un port portre resi si,, ar ark ka yüzü yüzün nde Alman Alman kar karta talı lı ve gamalı haç olan meta metall iki marklıklardan marklıklardan 13 tane vardı. “Eder “Ed er 26 mark” dedi. dedi. Hitle Hi tlerr gençliğine gençliği ne ithaf ithaf edilmiş edilmiş kırmızı 5 marklık banknotları saydı, mırıldandı. “98 tane, eder 490 mark.” Bu kadar para yı kilis kilises esii bom bomba bala lanı nırk rken en ka kasadan alm lmış ıştı tı.. Gross Kreutz istasyonundan Magdeburg’a bilet alarak güneye yolla yolland ndı. ı. Soma ak akta tarm rma a yapar yaparak ak Koblen Koblenzz üzer üzerind inden en Freibur Freiburg’a g’a ulaştı, trenden indi, taşıyabileceği kadar yiyecek ve su aldı, hızla gözden kayboldu. Üç gün üç gece ormanda yürüyerek İsviçre’ye geçti. Yol tabelalarına bakarak yakındaki Basel’e ulaştı. Resmi makamlara gözükmeden Basel’deki Roman Katolik Kilisesi’ne gitti. Piskoposa önemli bilgilere sahip olduğunu, Oruç Bey kitabında okuduklarını anlattı. Piskopos hemen Vatikan’la haberleşti. Sebastian, Papalığın isteği üzerine Vatikan’a gönderildi. 1491, kitabında yazılı İstanbul’daki İstanbul’daki kutsa kutsall emanetler emanetler hakkınhakkınOruç Bey kitabında da Vatikan’a Vatikan’a bilgi bilgi verdi. Kitapta Hıristiyanlığı Hıristiyanlığı ciddi anlamda tartıştartışmaya açacak maddeler bulunuyordu. Vatikan’ın Çemberlitaş ve altında olduğu söylenen kutsal emanetler hakkında bilgisi vardı. Ancak, Sebastian’m sözünü ettiği kitap farklı bügiler içeriyordu. Sebastian Vatikan’dan talimatını aldı tekrar İsviçre’ye döndü. Artık Art ık Türki Türkiye’ ye’de de önemli önemli bir misyonu misyonu yük yüklenm lenmişti. işti. Vatikan’ın çizdiği planı uygulayarak Basel’deki Türk Konsolosluğuma başvurdu, Türkiye’ye mülteci olarak kabulünü istiyordu. Sebastian Augustinus papaz olduğunu, İsa’ya küfreden pagan bir SS subayına haçla vurduğunu, öldürülmekten korktuğu için Almanya’dan kaçtığı yalanını söyledi. Türk Konsolosluğu’na,
11 3
eı\yakın tarafsız tarafsı z ülke Porteki Por tekiz’ z’ee uçakla, uçakla, oradan gemiyle gemiyl e İstanbul’a İs tanbul’a gönderdi. Sebastian nihayet Oruç Bey kitabında kitabında okuduğu ve aklını taktığı kutsal emanetlerin ve 7 Akbaba’nm bulunduğu şehre gelmişti. Sebastian mutluydu. Türk yetkililer onu gözlem altmda tutmakla birlikte, kitapçılık bilgisini öğrendiklerinde Süleymaniye Kütüphanesi’nde iş verdiler. Şehzadebaşı Camii külliyesi içindeki bir odada yaşıyordu. Bir süre sonra Müslümanlığa geçen Sebastian Augustinus, adını Sebati Ağustos Ağus tos olarak olarak değiştirdi. değiştir di. 1945 ağustosunda ağustosunda savaş da sona ermişti. Sebastian izini tamamen kaybettirmişti. Şaşılacak hızda Türkçe öğreniyordu. Sihirli İstanbul’u yavaş yavaş tanıyan Sebastian Augustinus’u Kapalı Çarşı büyülemişti. Bedesten’deki ve İç Bedesten’deki çok değerli değerl i antikaların hurd hurda a eşya fiyatı fi yatıyla yla satılmasına şaşıyordu. şaşıyordu. 1 000 yıllık Bizans sikkeleri, güncel Türk parasından değersizdi. Sebastian Kapalı Çarşı’yı mesken edinmişti. Kütüphanedeki işi öğleden sonra bitince soluğu çarşıda alıyordu. Manastırda öğrendiği tespihciliği yaparak ek para da kazanıyordu. Bedesten esnafı iyi Türkçe konuşan, Müslüman olmuş, muhabbetine doyum olma ya yan, çok çok bilgili bilgili Alman’ı Alman’ı seviy seviyor ordu du.. Sebastian Augustinus’un gerçek amacı çarşıya gelen antikaların kaynağını öğrenmekti. “Tellal” denen kişilerin, gizli kazı yapan köylülerden antikaları toplayarak İstanbul’a getirdiğini öğrendi. Birkaç tellalla tanıştı, kendisine “mal” getirmelerini istedi. Milattan önce XI. yüzyıla ait Bergama Apollon Apol lon tunç heykelcikle heykelciklerinden rinden getirdiler. Sebastian çılgına dönd döndü. ü. Çok ucuza kapattığı kapattığı 20 ile 30 cm boyundaki heykel heykelci cikle kle-ri bir konsolosluğun kuryesi kuryesi aracılığıyla aracılı ğıyla yurtdışına yurtdışına çıkardı. çıkardı. Konsolosluklara rahip, Türk esnafa Müslüman gözükmekteydi. Tatlı Tatlı işi sürd sürdü ürdü rdü. Heykelc Heykelcikle ikleri, ri, sikke sikkeleri leri,, seramik seramik kapl kaplan an,, Hitit, Urartu, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu dönemine ait antikaları Avrupa’ya gönderdi. Sebastian veya yeni adıyla Sebati Ağustos iyi para yapmıştı. Katolik Rum bir kadınla evlendi. Doğumuna çok sevindiği oğluna Selami Selami adını koydu koydu.. İsviçre’ İsvi çre’deki deki bir kimya firmasının temsilciliği temsilci liği-ni aldı. Galata’daki han odasmda odasmda boya kimyası satıyor satı yor görünüyordu, asıl işi tarihi eser kaçakçılığıydı. Sebastian’ı İstanbul’a getiren 1491, Oruç Bey kitabında kitabında okuduğu 7 Akbaba Akbab a ve kutsal emanetlerdi. 7 Akbaba’lı Akbaba’ lı kubbenin yerini belirlemek için Rumelihisan’na defalarca gitti. Açık bir kazı yap-
114 11 4
mak için izin almak gerekiyordu, bunu yapamazdı, çünkü 7 Akbaba’yı bulsa bile elinden alırlar müzeye koyarlardı. Yıllar boyu burçlarını tünellerini dolaştığı Rumelihisarı’nda kubbeli binaya giden saklı bir giriş aradı bulamadı. Çemberlitaş’m altında olduğu söylenen kutsal emanetlere “gizlice" ulaşmanın yollarını aradı. Son nefesine kadar çare aramayı sürdürdü. Ölüm döşeğinde oğlundan Katolik papaz getirmesini istedi, vaftiz edildi ve Müslüman değil Hıristiyan olarak öldü. Oğlu Selami’ye Oi'uç Bey kita kitabından çaldığı 80 sayfayı vermişti. Kendi elde edemediğini oğlunun bulmasını vasiyet etmişti. Babasının 7 Akbaba ve kutsal emanetler tutkusu Selami’ye geçti. Yıllar boyu uğraşma rağmen sadece babasının babasının yaşadığı zorluklarla zorluklarl a karşıla karşılaştı. ştı. Ancak Ancak tarihi eser kaçakçılığına devam ediyordu. Selami Ağustos da Müslüman gözüktüğü yaşamını tamamlamış, ölüm döşeğinde vaftiz edilerek Hıristiyan ölmüştü. Dedeleri Sebastian Augustinus’u Augustinus’un, uğruna bir bir papazı öldürdüğü 7 Akba Akbaba ba’yı ’yı bulmak, kutsal emanetleri ele geçirmek tutkusu şimdi torunlar Selim ile Sami’ye devrolmuştu. Ancak, iki kardeşe miras kalan “yaşamsal” bir görev vardı. Agnus Dei örgütünün emirlerini kayıtşız şartsız ömürleri boyunca uygulayacaklardı. Anlamı “Tann’mn Kuzusu” olan Agnus Dei, Yuhanna İncili 01.36’da geçen ifadenm Latincesi’ydi. Tanrı’nın Kuzusu olarak tanımlanan ise İsa Peygamber’di.
Yağmur bulutları alçalıyordu. Siyah matem elbisesini henüz çıkarmamış olan büyük oğul Selim Tepebaşı’ndaki evinin penceresinden resinden Ha Hali liç’in ç’in gece manzarasına manzarasına ba baktı. ktı. Şimşek çakınca, çakınca, Hali Ha liç’ ç’in in sıcacık sıcacık şiirsel şii rselliği liği korkutucu bir görünüme görünüme dönü dönüştü ştü,, elek elektri trik k yüklü yüklü ışık, camileri aydınlatan orar\j ışıkları bir anda silerek grileştirdi, suya yansıyan altın renkleri bembeyaz yaptı. Üst üste şimşekler, birbirini izleyen gök gürültülerini getirdi. Selim, giysisi kadar siyah sakalım ovuşturdu. Kalın kaşlannm altındaki gözleri keskin ve düşünceli bakıyordu. Gözakları porselen kadar beyazdı, parlaktı. Kısa kanca burnu kaim dudaklarının üstüne iniyordu. Orta boylu, dikkati çekecek kadar geniş omuzlu, büyük dedesi Rahip Sebastian gibi pehlivan görünümlüydü. Kaim ensesine gömülen kafası boynuna göre küçük kalıyordu. Saçları çok kısa kesilmişt kesilmişti. i. Selim ile Sami Sami dedeleri dedeleri gibi ma mavi vi gözlü, gözlü, beyaz beyaz tenli değildi. değildi. Rum nineleri ve yine Rum anneleri gibi siyah saçlı kara kaşlıydılar.
11 5
Yağmur camları dövmeye başladığında bir süre daha pencerenin önünde kaldı, sonra döndü, odanın ortasına kadar geldi. “Dedemin ve babamın beceremediği işin altından onların yaptığı gibi safça kalkılmaz. Teknoloji kullanmalıyız. Çemberlitaş’m altına ulaşmak imkânsız görünüyor ama neden olmasın? Kafayı çalıştırmak gerek... Sonra, 7 Akbaba Rumelihisan’ndaysa onu ele geçirme geçirme şansımız daha daha kolay kol ay olabilir. olabilir. Gerçekten Gerçe kten hisarda gömülü gömülü metal bir kubbe varsa ve bugü bugüne ne kalmışsa kalmışsa önce yerini yeri ni belirlemek beli rlemek gerekir. Anlıyor musun Sami?” “Anlıyor musun Sami?” sorusunu sertçe sormuştu. Çünkü konuştuğu sürece kardeşi Sami elindeki gazeteden kafasını kaldırmamıştı. Ağabeyinin öfkesini sezdi Sami. “Seni dinlerken ilginç bir habere takıldım. Amerikalı arkeolog Robert Younger Younger İstanbul’a İstanbul’a gelmiş. gelmiş. Bilimsel araştırma araştırma için geldiğigeldiği ni, uzun süre kalabileceğini söylemiş.” “Ne olmuş yani?” “Robert Younger ünlü arkeologdur. Gizemli efsanelerin peşinde koşar. Mısır’da ve Peru’da sansasyonel bulgulara ulaşmıştır. İstanbul’da neyi arayacak acaba? Sakın 7 Akbaba ile kutsal emanetler olmasın?” olmasın?” Selim umursamadı. “Yok camm, o nereden bilecek? Babam bizdeki 80 sayfanın koparıldığı kitabın tek olduğunu söylerdi. Başkasının okuması mümkün değil. Yabancı araştırmacılar hep Ege’ye gider, ya da Hitit, Urartu bölgelerine... Senin Robert mi neyse, o da İstanbul’da balık yer, yer, rakı içer i çer defolur gider...” Sami ağabeyi kadar boşveremedi. “Robert “Rob ert Younger’ın gelişi çok ilginç çok, onu Türkiye’ye Türk iye’ye getiren sebebi...” derken salona uşakları Asen girdi. Geldiğini belli etmek için hafifçe öksürdü. “E^jder Bey geldi efendim. Elbise ve gömleklerinizi getirmiş. Bir şey söyleyecek söyleye cek misiniz? misiniz?”” Selim güldü. “Elbette “Elbett e Asen, adamın adamın parasmı parasmı vereceğiz. vereceği z. Al salona...” salona...” Kuru temizlemeci Ejder saygılı bir tavırla salona geldi. 35 yaşlarında uzun boylu atletik yapılı, gür siyah saçlı, kalmca kaşlı, keskin bakışlı yakışıklı ad adam amdı. dı. Kocaman ellerini sıkılgan ifadeyifad eyle ovuşturdu. “Sonra alırdık Selim Bey, paranın acelesi yoktu." “Olur mu kardeşim” diyerek uşağma işaret etti Selim. “Asen, getir temizlenenleri yerine koy.”
11 6
“Borcumuz nedir Ejder?” dedi uşak çıkarken Selim. Asen uzaklaşınca Ejder avucunu açarak beş parmağını gösterdi. Kısık sesle konuştu. “Ayın 5’inde kesin sonuç alınacak. Her iki tarafta... Aynı gün, aynı saat... Hiçbiri sağ kalmamalı.” Selim avucuna avucuna parayı koyarken başını salladı. salladı. “Tamam, eline sağlık Ejder. Yine görüşürüz.” “Teşekkür ederim, güle güle giyiniz. İyi akşamlar, dedi Ejder duyulacak bir sesle ve çıktı. Biraz sonra da uşak Asen ile karısı Gerdena gelerek evlerine gitmek için izin istediler. Kan koca Bulgaristan’dan 17 yıl önce gelmişlerdi. Asen, Bulgaristan’ın Kuman Türklerindendi, isminin manası “güvenilir”di. Kansı Gerdena Bulgar’dı, adı “çiftçi” anlamına geliyordu, tipi de adına uygundu. Basık gövdeli, eni boyu eşit güçlü bir bir kadındı. kadındı. Sami ona Gerdena demez “ge “ gerge rgedan dan”” derdi. 15 yıld yıldan an beri beri Ağus Ağusto toss ai aile lesi sine ne hizm hizmet et veriyo veriyorla rlard rdı. ı. Sadık, ık, sessiz, iz, çalışkan kimselerdi. Akşamları saat 19.00’da evlerine giderle: Ji. Selim üe Sami, geceleri kalmalarını istemezlerdi. Hizmetçüeri gidince gidince Sami’nin Sami’nin soran soran gözlerle gözlerle baktığı Selim’in Selim’in baş baş kalanna karşı sürekli safça gülümseyen yüzü maskesi düşmüş gibi birden değişti. değişti. Karanlık bir ifade ifade çöktü sura suratın tına, a, Latince Latince söylendi. söylendi. “Beneficium accipere libertatem est vendet'e...”lA Bir süre konuşmadan kardeşine baktı Selim. Soluk bir sevgi ışığı karanlık yüzünden hızla geçti gitti. “Abdülkerim’den emir geldi. Planı uygulayın” diyor. Odada yalnız değillermiş gibi tedirgindi, alçak ses tonuyla konuştu. “Gelecek ayın 5’inde, her iki tarafta, aynı saatte... Unutma Sami, bugün ayın 28’i, yarın düğmeye bas. Kazlara söyle kesin sonuç isterim, hedeflerden biri sağ kalırsa tehlikeye gireriz. Tam Tamam amıı temizl temizlen enm meli, eli, ka kazl zlar ar titiz titiz iş iş ya yapsm, sm, öldü öldürd rdük ükler lerine ine emin emin olsunlar. Yaralı bırakmasınlar.” “Neden ayn aynıı an anda da sevgili sevgili ağab ağabeyim eyim?” ?” “Aptallaşma Sami. Biri önce olursa diğerleri uyanır, korkarlar, hemen saklanırla!'. Anlıyor musun?” “Evet anladım. Gelecek ayın 5’inde, ild yerde, aynı saatte... Manastır işini bitirecek kazlar Bamabas İncili’ni de arayacaklar. 4 Incil’den biri İsrail’de sanılıyor, ikisi Anadolu’da bir yerlerde ama nerede?.. Manastır çok eski, aranmalı.” “Tamam, bulurlarsa doğru bize getirecekler.”
117
Kutsal emanetler ve altın sandık Robert Younger Younger ve asistan asistanıı Debra’yı karşılamaya karşılamaya Peter, Peter, Koksal ve Lara birlikte birli kte gittiler. Robert Robert Younger orta boyun boyun üstün üstünde, de, zari za riff bir adamdı. Yüzü gençti ama kabarık dalgalı saçlaıı aktı. İri mavi gözleri çocukça bakıyordu. Bordo tişört ve açık bej pantolon giymişti. Asistanı Debra uzun boylu, boylu, iri i ri güzel bir kadınd kadındı. ı. Bilim kadınından çok sinemanın sarışın bombalarına benziyordu. İri dik göğüslü, geniş kalçalıydı. Beyaz atleti göğüslerinin güzelliğini açıkça gösteriyordu. gösteriyordu. Açık Aç ık mavi uzun etek giym giymişti. işti. Peter ile Robert kucaklaştılar. Peter, herkesi birbiriyle tanıştırırken, “Robert’e benim gibi Bob deyin, daha samimi olur” dedi. Bob, küçük küçük kuzeni Teo’nu Teo ’nun n başına başına gelenlerden gelenl erden dolayı dola yı üzgün üzgündü dü,, Peter’e Peter’e cinayet cinayet konusunda konusunda gelişme gelişme olup olmadığım sordu. sordu. Cinayetin sebebi henüz kesin olarak bilinemediğinden fazlasını öğrenemedi. New York’tan İstanbul’a 10 saat süren uçuşun yorgunluğuna rağmen rağm en Bob hemen bilgi istedi. istedi. Belli Bell i ki mesleğine mesl eğine tutkun adam adamdı dı ve gizemlerin araştırüması onun için her şeyden önde geliyordu. 7 Akbaba konusuna konusuna tamamen tamamen yabancıydı. yabancıydı. Böylesine Böylesi ne ilginç ilgi nç bilgiye bilgi ye sahip olmamasına şaşırdı. Ancak, Çemberlitaş ve altındaki kutsal emanetler emanetler hikâyesini çok iyi i yi biliyordu. Lara, 1491, Oruç Bey kitabından kitabından bölümler okudu onlara. Bob ve Debra şaşkınlığa yakın ilgiyle ilgiyl e dinlediler. dinlediler. Bob dikkatini çeken noktalan söyledi. “Çemberli “Çe mberlitaş’ taş’taki taki kutsal kutsal emanetler iddiasmı duymuştum duymuştum,, ancak İsa’nm iskeletinin orada bulunduğunu ileri süren bir belgeyi ilk defa görüyorum. İddiaya bakarsak İsa’nm mezarı İstanbul’da... Aynca baş döndürücü başka kutsal eşyalar var.” Lara, Oruç Bey kitabım kitabım okurken tuttuğu notlara göz attı Bob. “Şu inanılmaz hâzineye bakın, Musa Peygamber’in asası, Hz. Nuh’un baltası, yedi kollu som altın şamdan, altın sandık, Hazreti İsa’nın kemikleri, kaymaktaşı kâsesi, çarmıh parçaları, Bamabas İncili...” Bunlan söylerken gülüyordu. “Şimdi biz bütün bunlann İstanbul’da olduğunu söylersek kimseyi inandıra inandıramay mayız. ız. Kanıt bulana bulana kadar kadar gizlili giz lilik k içinde olmalıyız.” olmalı yız.” “Kardeşimin katilini bulmak bana yeter, Hz. Nuh’un baltası sizin olsun’1dedi Peter. Koksal, kubbenin bulunduğu iddia edilen Rumelihisan’nda o gece bir oyun sahneleneceğini, izlemeyi arzu ederlerse yer ayırtacağını söyledi.
11 8
“Hangi oyun oynanıyor?" diye sordu Bob. Koksal, Macbeth deyince deyince sevindi. “Tarihi bir mekânda Türkçe bir Macbeth... Kaçırmayalım.” Önce Boğaz’da yemek yiyeceklerdi. Koksal onlan her konuğuna yaptığı gibi Tarabya Garaj Lokantası’na götürecekti. Fakat birden toparlandı, Tarabya’daki Alman Elçiliği önünde öldürülmüştü Teo... İster istemez cinayeti hatırlayacaklardı, gece mateme dönecekti. İpucu ararken oraya gitmeleri gerekecekti ama şimdi sırası değildi. Sultanahmet’teki Giritli’ye gittiler. Ayasofya ile Sultanahmet Camii Camii arasındaki arasındaki 2 00 000 yıllık yol y ola a girerken girerken Bob ile Debra ve Lara çok heyecanlandı. Koksal bir yeri işaret etti. “Bakın şuradaki dikilitaşı görüyor musunuz? Bu taşı bu kenti kuran imparator Constantinus diktirdi. Üzerinde BURASI DÜNYANIN MERKEZİDİR yazar. Constantinus, Roma İmparatorluğu’nun başkenti olarak bu kenti ilan ettiğinde, sütunu da diktirmiş.” Şimdi talihin en yoğun yaşandığı yoldaydılar. Roma ve Osmanl I imparatorluklarının eserleri çevrelerindeydi. Çinileriyle ünlü altı minareli minareli Sultanahmet Sultanahmet Cam Camii, Alman Al man Çeşmesi, sol s olda da 1 550 yılıl lık Ayasofya, hemen ardındaki Topkapı Sarayı girişi... Sarayın duvarının dibinden lokantaya inen kısa yokuşa girene kadarki kısa yolda yold a iki milenyum milenyumluk luk eserleri görmüşlerd görmüşlerdi. i. Giritli Lokantası, gerçek Giritli genç bir kadına ait, mezeleriyle ünlenmiş farklı, rahat bir mekândı. XIX. yüzyıldan kalan büyük ahşap bir evde, servisin sıcaklığı, Girit mönüsünden bol yeşillikli, sızma zeytinyağlı yiyeceklerin farklılığı, usulünce hazırlanmış deniz ürünleri Köksal’m davetlilerine unutulmayacak lezzetleri tattırdı. Lokantadakiler de, Lara ile Debra’nın birbirinden farklı güzelliğini kaçamak bakışlarla gözlerine meze yaparak kendilerine estetik ziyafeti çektiler. Lokantadan çıktıklarında hepsi iyi bir yemek somasının keyifli gevşekliğini yaşıyorlardı. “İyi bir yemek insana akrabalarım bile affettirir’' diyerek Oscar Wilde’ Wilde’m ünlü ünlü sözünü hatırlattı hatırlattı Bob. Bob. Oyun Oy unun un başlamasına başlamasına üç üç saat saat kala Rumelihi Rumel ihisan’na san’na gitmek gitmek üzere yola koyuld yuldu ula lar. r. Pet Peter er,, koru korum mal alar arıı ve Lara Lara’’yla birlik birlikte te Mercedes’e Mercedes’e bindi. Koksal, Bob ile Debra’yı cipine almıştı. İki araç Cankurtaran yokuşunu inerek kaim Bizans surlarının arasındaki dar geçitten sahil yoluna çıktılar. Sola, Saraybumu istikametine döndüler. Boğaz’m güçlü akıntılarım karşılayan deniz kıyısındaki görkemli
11 9
Sepetçiler Sepetçi ler Kasn’run Kasn’run yan yanından ından geçerken Koksal konuklarına bilgi bil gi verdi. “Padişahlar donanmanın sefere çıkışım buradan izlerdi... Saltanat kayıkları da buraya bağlıydı” derken şoförü Çetin’den uyan öksürüğü öksürüğü gelince gel ince sustu sustu Koksal. Koksal. Çetin kaşlarıyla dikiz aynasını gösterdi. “Beyaz minibüs... Lokantadan çıktıktan sonra arkamızda belirdi. Antikacının orada plakasım aldığımdan size bahsetmiştim, sanınm aynı minibüs...” Arkaya baktı Koksal, o dönünce arka koltukta oturan Bob ile Debra onun bakışını sempati gösterisi sanarak gülümsediler. Koksal da gülüm gülümsedi, sedi, kendilerim izleye izleyen n Peter Pe ter ile i le Lara’nm bindiği Mercedes’in arkasındaki minibüsü gördü ve önüne döndü. “Plakasını trafiğe sordur demiştim Çetin, ne oldu?” “Trafik böyle bir plaka yok demişti. Siz Almanya’ya gittiğinizden söyleyemedim. Plaka sahteymiş.” Koksal Koksa l gülümsedi. gülümsedi. “Sende beyaz minibüs takıntısı başlamış diyecektim ama Çetin, plakanın sahteliği ilginç. Plakayı hatırlıyor musun?” Çetin cep telefonunu Köksal’a uzattı. “Telefonun rehberine ‘Beyaz’ diye kaydettim, kaydettim, bakın lütfen.” Koksal plakayı akima akima yazdıktan yazdıktan sonra sonra Mercedes’e sinyal sinyal vererek ver erek cipi sağa çekmesini söyledi. Çetin’in uzun uzun süren sinyali sinyali ve yavaşlaması Mercedes’in sürücüsüne duracaklarını belirtti. İki araç kaldırıma yanaşırken beyaz minibüs yanlarından geçti. Koksal baktı, telefondaki ile i le minibüse takılı takılı plakadaki numa numaralar ralar ve harfle har flerr aynıydı. aynıydı. Gazetedeki nöbetçi istihbarat şefini aradı plakayı yazdırdı, sahte plakalı minibüsü polise haber vermesini söyledi. “Özel olarak rica et, minibüsü çevirip sahte plakadan dolayı içindekileri gözaltına alınca bize haber versinler. Sen de hemen beni ara. Kimmiş minibüstekiler anlayalım. Çok önemli” dedi, telefonu ka kapa padı. dı. “Hadi Çetin yola yo la devam et.” Önde Range Rover Rove r cip, cip, arkasmd arkasmda a Mercedes tekrar yola y ola çıktılar çıktılar.. Beyaz minibüsü göremediler. Karaköy köprüsünden geçişte izledikleri Haliç ve Boğaz manzarasını Bob ile Debra birbirlerine gösteriyorlardı. İstanbul’un bin yıllardır insanları çeken eşsiz güzelliği onları da hayran bırakmıştı. Bob bir ara KÖksal’m omzuna dokundu. “Lara’nın okuduğu Oruç Bey belgelerinde bu güzel kentin kaderinin hep yıkılmak olduğu yazıyor. Kâhinler İstanbul’un güzelliğini kıskanmış olmalı.
120
Hepsi güldüler. Sahilden Rumelihisarı’na gelmişlerdi. Minibüs hiç ortaya çıkmadı. Oyunun başlamasına 1,5 saat vardı. Peter ile Lara ve iki koruma Mercedes’le gelip onlara katılınca hisara erkenden ginneye karar verdiler. “Vakit varken hisarın içine bir göz atayım, bakarsmız akbabalı kubbeyi hemen buluruz” dedi Bob ve sonra güldü: “Bir Amerikan sözü vardır; ‘Akıl insanı sınırlar, düşler sınırsızdır’ derler.” Koksal oyun için Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü’nden protokol davetiyesi almıştı, girişteki memur VIP davetiyeleri görünce yöneticiye yöneticiye ha habe berr verd verdi. i. Hisar isarm m oyun yunla ları rın nın yöneticis yöneticisii giri girişin şin yanı yanınd ndak akii ofisten ofisten çık çıktı, tı, “Hoşge “Hoşgeldin ldiniz” iz” dedik dedikten ten sonr sonra a kend kendis isin inii tanıttı: “Ben Yeşim Heper.” Çok gençti, ince, kumral, güzel yüzlü, şık zarif bir genç bir kızdı. Koksal konuklarını tanıttı. “Hisara sık sık geleceğiz, Bob, Lara ve Debra araştırma yapı yo yorlar rlar.. Sizi Sizi görecek mi miyiz yiz?” ?” diye diye sord sordu u Koksa ksal. Yeşim, bilimcilerle tanıştığına memnundu. Neredeyse ellerini çırpacaktı. “Ne güzel, ben de arkeoloğum, Bay Younger’a tüm arkeologlar gibi hayranım. Size katılmak isterdim ama şu anda tiyatroda yöne yönetic ticiyim iyim.. Burad uradak akii oyun yunla lard rdan an so sonra nra tari tarih hi tiyatr tiyatrola olarda rda temtemsiller vermek üzere turneye gideceğiz. Keşke kalabilseydim. Şimdi size nasıl hizmet edebilirim?” “Teşekkürler, Yeşim Hanım. Hisarda kısa bir tur atmak için bilerek erken geldik. İzninizle dolaşabilir miyiz?” Yeşim yardımcı oldu, yanlarına hisarm en deneyimli bekçisi emektar Hıdır’ı verdi. 60 yaşlarındaki palabıyıklı Hıdır babacan bir tipti. Elinde kocaman el feneri ve belinde telsizi onlara yolu gösterdi. Yeşim’e teşekkür ederek hisarın içine yürüdüler. Girişin hemen karşısında, sahnenin yanında yıkık bir minare vardı. Debra sordu. “Bu sanırım minare olmalı. Cami nerede?” Bekçi Hıdır az İngilizcesiyle anlar gibi olmuştu, parmağıyla minarenin hemen önündeki yuvarlak sahneyi gösterdi. “Onun altmda caminin temeli var. Üstüne sahne yaptılar, baldırı çıplak kadınlar şarkı çığınp tepindi” dedi Türkçe olarak Köksal’a ve ilave etti: “Tercüme et bey.” Koksal sıkıldı, konserlerin tartışılması onun eseriydi. Hafif müzik müzik konserleri konserleri böyle b öyle bir mekâna mekâna yakışmıyordu Köksal’a Köksal’a göre... göre...
1 2 1
Hisarda sadece klasik oyunların oynanması gerektiğini yazmıştı. Burası tarihi oyunlar için görkemli doğal bir dekordu. Konuklarının meraklı gözlerle kendisine baktığını görünce anlattı. “Konuyu araştırıp inatla defalarca yazdığım için caminin tarihini ezbere biliyorum. Minare, eskiden burada bulunan camiye aittir. tir. Hisann yapımına yapımına başlanılan 1452 yılınd yıl ında a çalışanların çalışanları n ibadet ibadetii için inşa edildi. Padişah, vezirler, askerler, siviller hep birlikte namaz kılıyor, dua ediyorlardı. Birlikte ibadet, fetihe hazırlanan askerlerin üzerinde etkiliydi. Sultanla birlikte secdeye kapandıkça savaş savaş için büyük moral ve hırs kazanıyorlardı. kazanıyorlardı. O hırsla bu bu koca hisarı 139 günde tamamladılar. O yıllarda Kale Camii deniliyordu. Sonra Fatih Sultan Mehmed Mescidi olarak anıldı. Sultan II. Mehmed’e ‘Fatihlerin babası’ anlamında ‘Ebu’l Feth’ denince, Ebu’l Ebu’l Feth Camii adı veri verilmişti. lmişti. İstanbul’a ilk yapılan İslam mabedi olduğundan özel değeri vardı. Yıllar geçti cami unutuldu. 1953’te İstanbul’un Fethi’nin 500. yıl hisar onarımında caminin yıktır yıktırılm ılmas asıı tart tartış ışm ma yara yaratt ttı, ı, am ama a konu konu bastı astırı rıld ldı. ı. Hisa Hisarr müze müze oldu, klasik tiyatro oyunları oynandı. Hamlet, Antigone, Kral gibi eserler hisar dekorunda daha bir Lear, Lear, Fatih F atih ve Kostantinos gibi güzelleşiyordu. Sonra oyunlar kaldınldı, tarihi hisar pop müzik konserlerine açıldı, sahne caminin temeli üstüne kuruldu. Tepkiler cılızdi, ‘İstanbul için şehit düşenlerin hatırasına ihanet’ diyenler oldu, ama sesleri pek duyulmadı, konserlere sponsor olan medya konuyu görmezden geldi. Soma halk arasında bir söylenti yayı yayıld ldı; ı; ‘Şehit ‘Şehit yeniçeri yeniçeri haya hayaletl letleri erinin nin ellerin ellerinde de lalıç lalıç geceleri geceleri hisa hisarr içinde dolandığım gördük’ diyenler oldu. Yeniçerilerin, ‘Lanet olası nankörler, camimizi yıkın diye mi İstanbul’ü size aldık’ dediklerini söyledüer.” Hisar camisinin hikâyesi konuklara ilginç gelmişti. Debra bazı notlar bile aldı. aldı. Koksal bir bilgi daha ekledi. “Şimdi pop müzik konserleri yapümıyor, eskiden olduğu gibi klasik tiyatro eserleri oynanıyor. Evet, rehberiniz Koksal Demir’den bu kadar...” Hepsi Kölcsal’ı alkışladılar. alkışladılar. Köksal’m anlatımmı pek beğenen Hıdır, onları Halil Paşa Kulesi’ne götürdü. Hıdu; “Geceleri merdivenler kapanır” diyerek demir parmaklıklı kapıları gösterdi. Yulcan çıkmalan imkânsızdı. Kemer biçimindeki iki kapıdan zemine giriliyordu. Girişler zifiri karanlıktı. Hıdır fenerini yakarak yol gösterdi. “Buyru “Buyrun n geçin geçi n bakalım. bakalım. Dikatli olun ha!”
122
Biraz merak biraz da ürkün ürküntüy tüyle le girdiler. girdiler. İlk hisse hissettikl ttikleri eri serinlikti. Aniden Aniden büyük bir gürültü gürültü patladı, patladı, İmle üstlerine mi yıkılıyor yı kılıyordu? du? Yüzlerce Yüzler ce elin alkışına benzeyen benzeyen sesler kulaklarına kulaklarına doldu doldu.. Hareket Harek et eden “şeyle “şeyler” r” yüzlerine çarptı. çarptı. Lara’nm keskin çığlığı çığlığı giriş tünelintünelinde yankılandı. Korkuyla duvarlara yapıştılar. Bekçi Hıdır bağırdı. “Korkmayın korkmayın, kuş bunlar... Doludur kulenin içinde.” Koksal da gürültüde duyulsun diye avazmm çıktığı kadar bağırarak Hıdır’m sözlerini çevirdi. Kuşlar da uçup kaybolmuştu. Derin bir nefes aldılar. O sırada Köksal’ın gözüne iki koruma çarptı. Böyle bir tehlike karşısında Peter’i korumak için kucaklamışlardı. Korkulan geçince hallerine kahkahalarla güldüler. Biraz daha yü yürüd rüdüler, ler, şimdi şimdi tün tünel bitm bitmiş işti ti.. Kule Kule üstl üstler erin inde de yüks yüksel eliy iyor ordu du.. Yukanya baktı baktılar, lar, bir hipnotizmacının gözü gibiyd gi biydii derin karanlık, karanlık, onları susturmuş, hareketsiz bırakmıştı. Suskun bakıyorlardı. Sessizliği Bekçi Hıdır’ın sesi bozdu. “Şuradan birinci kata merdiven var, ama gece vakti tehlikelidir” diyordu. Feneri tuttuğu yerde yüksek basamaklı taş merdivenleri gördüler. Dar ve korkuluksuzdu. “Zaten yukarda görülec görülecek ek bir şey yok” yo k” dedi Hıdır Hıdır.. Fenerin ışığı merdivenlere yönelince kuleye kuleye yükselen boşluğun boşluğun altı da karanlıkta kaldı. Debra başının üstünde hafif bir hışırtı duydu. Korkuyla geri adım attı, elinde olmadan başmı kaldırıp baleti. Bir “şey” hareket mi etti? Yılan ıslığına benzer bir ses duyuldu, sonra duvara hızla çarpan sert bir bi r maddenin maddenin sesi geldi. geldi. “Kafamın üstünden bir şey geçti...” dedi sarsılan Peter. “Susturucuyla ateş edilmiş gibiydi, değil mi?” dedi Koksal hayretle. “Evet, bana da öyle geldi” diyen Bob Peter’e seslendi: “İyi misin?” “Evet evet, iyiyim ama duvara çarpan o şey başımın üstünden geçti. Rüzgân saçlarımı yaladı... Baksana yün kokuyor, derken elini saçlarında gezdirdi ve heyecanla bağırdı: O şey saçımı yakmış!..” Hepsi korkuyl korkuyla a kanşık heyecana kapılm kapılmıştı. ıştı. Debra o sırada hâlâ hisar burcunun karanlığına bakıyordu. Bir şey değil, birkaç şey sallanır gibiydi. Arkadaşlanna seslenmek istedi, sesi çıkmadı. Yüreği göğsünden fırlayacakmış gibi
12 3
atmaya başladı, birden dili çözüldü. “Aman Tannm, aman Tanrım burada bir şey var, gelin yanıma, ışık ışık...” diye bağırmaya başladı. Hıdır söylediklerini söyledikl erini anlama anlamasa sa da da feneri Debra’ya çevirdi. Debra onun elindeki feneri kaptı, yukarılara tuttu. Ötekiler şaşkın bakı yord yordu, u, kulen kulenin in ka kara ranl nlığ ığın ında dan n baş başka ka bir şey görü görülm lmüy üyord ordu. u. Lara, Lara, elleri eller i titreyen ti treyen Debra’ya sarıld sarıldı. ı. “Sakin ol Debra!.. Hadi çıkalım buradan, durmamız gereksiz.” Hıdır tekrar fenerini aldı, yol gösterdi, önde Lara ile Debra tünelden hisarm içine çıktılar. Koksal büfeden şişe su getirdi. Debra’ya içirdiler. Kalanıyla da yüzünü yıkadı. Bob ise Peter’in saçlarına baleti. Beş parmak uzunluğundaki iz Peter Pe ter’in ’in tam tep esindeydi. Saçların bir santim kadarı kızgm k ızgm şiş dokunmuş gibi yanmış kıvrılmıştı. “Nedir bu acaba Peter?" dedi Bob dikkatle incelerken. Başına açık bir elektrik elekt rik teli t eli dokundu dokundu herhald herhalde... e... Tiyatrosever Tiyatrosever ka kalab labalı alık k hisa hisara ra dolmaya dolmaya ba başl şlam amış ıştı, tı, Macbeth 'i'i izlemeye gelenler yere oturmuş titreyen Debra’ya merakla baktılar. O, sesi titreyerek arkadaşlarına gördüğünü anlattı. “Hayalet yeniçeriler gerçek galiba” dedi. “İnanın hareket eden bilileri vardı.” vardı.” Bob onun saçlarını okşadı. “Debra, bu söylediklerine bir saat sonra güleceksin. Sen bir bilim kadınısın, hayaletlere inanmazsın...” Debra iri mavi gözlerini açmış bakıyordu. Çok korkmuş olduğu belliydi. Peter ile Koksal kollarına girdiler, oyun başlayacaktı, yerlerin yerlerinee oturm oturma a zam zaman anıı gelm gelmiş işti. ti. Hıdır’a teşekkür ettiler. Kıdemli bekçi Köksal’a doğru eğildi. “Burada böyle şeyler olur ha!.. Ben de gördüm” dedi. “Şehit yeniçeriler yeniçeriler dolan dolanıyo ıyor.” r.” Koksal gülerek Hıdır’m omzuna vurdu. “Bize onlardan zarar gelmez Hıdır Ağa, yeniçeriler yabancı değil, bizden nasılsa... Hadi eyvallah, yine görüşeceğiz.” “Eyvallah delikanlı, delikanlı, 40 yıldır burada burada neler gördüm bir bilsen..." diyerek başını bilgiççe salladı Hıdır da. Koksal arkadaşlarına katıldığında oyun başlamak üzereydi. Macbeth 'in 'in doğal dekoru olan hisarı hisarın n iç ışıklan ışıkl an yakılınca görkemgörk emli bir manzara ortaya çıktı. Sahne dekoratörü tarihi kalenin surlarını, kuleleri öyle ustaca ışıklandırmıştı ki, seyirciyi Macbeth ’in ’in karanlık ve irkilten ruh dünyasına sokuyordu. ...Ve üç cadmm gözükmesiyle Macbeth başladı. başladı.
124
Debra artık yatışmış, kendini oyuna kaptırmıştı. Türkçe de oynansa, Macbeth' in in İngilizcesini hemen hemen ezbere bildiğinden zevk alıyord alıyordu. u. Devlet Dev let Tiyatrosu Tiyatr osu sanatçıları sanatçıları da rollerin rollerin hakkım vermekteydi. Oyun yun ilerledi. En çarpıcı sahnelerden biri geliyordu. Kralı öldürecekti Macbeth. Kansı ısrarla cinayete itiyordu onu, ama bir türlü türlü hançerine hançerine sanlamıy sanlamıyordu ordu Macbeth. Macbeth. "Şu Önümde gördüğüm hançer mi? Kabzası elime doğru çevril miş. Gel. Yakalayayım seni. Ele Ele geçmiyo geçmiyorsun rsun,, ama seni hâlâ hâlâ görü görü yorum. Uğursuz Uğursuz hay hayal al,, gözle görü gö rülü lürr de de, elle elle tutulmaz tutulmaz mısı mı sın n? Yoksa ateş teş içinde yanan yanan kafamın uy u y d u l u ğ u b ir haya hayall misi mi sin? n?” ” Bu çok beğendiği bölüm Debra’nın belleğinde kazılıydı. Macbeth “Yanan kafamın uydurduğu hayal misin?” dediğinde, Türkçe Türkçe bilenler bilenler ka kadar dar sözleri an anla lam mıştı ıştı.. 0 an anda da sahn sahned edek ekii Macbeth’in yanındaki yeniçeriyi gördü. Elindeki kanlı kılıcıyla hareketsiz duruyordu. Sağma soluna baktı. Herkes oyuna oyuna dalmıştı. dalmıştı. Yeniçer Yeniçerii kimseyi kimseyi etkilememişti. etkilememişti. “Yanan kafamın uydurduğu bir hayal mi?” diyordu diyordu Debra Yoksa Türk rejisör oyuna böyle böyle saçma bir kişilik kişilik mi eklemişti? eklemişti? Tekrar yeniçeri yeniçeriye ye bakt ba ktı, ı, artık Macbet Macbeth’in h’in söyledikler söylediklerini ini duymuy duymuyord ordu. u. Gözlerim Gözlerim yeniçeyeniçeriye dikmişti. Yeniçeri birden ona baktı, gülüyordu. Yanında oturan Lara’ya yeniçeriyi göstermek istedi, dirseğiyle dürttü, sahneyi başıyla işaret etti. Lara gülümsedi, oyunu övüyor sandı. Debra tekrar sahneye döndüğünde yeniçeri kaybolmuştu. Kendinden endişe etti, hayalet görüyordu. Belki de az önce tünelde yaşadığı korku varsam görmesine sebep oluyordu. Debra varsamsıyla uğraşırken oyun da ilerlemişti. Macbeth cinayeti işlemiş ve kralı öldürmüştü. Macbeth “... Acaba bütün okyanusların suyu elimi bu kan dan dan temizler temiz ler mi? mi ? Hayı Ha yır; r; belki belki de de şu elim sonsuz sonsuz denizle den izleri ri kana kana diyordu. çevirir” diyordu. Debra, ebra, oyuncu oyuncunu nun n yanında yeniçeri yeniçerinin nin tekrar belirdi belirdiğini ğini gördü. gördü. Olduğu lduğu yerde sarsıldı, sarsıldı, Lara’nm koluna sarıldı. sarıldı. Lara bu davranışım oyunun dehşetine verdi. Debra tekrar sahneye baktı yeniçeri kaybolmuştu. tu. Biraz Biraz daha daha zaman geçti. geçti. Seyi Seyirc rcililer er tamamen oyuna kapılmıştı kapılmıştı.. Gerilimiyle ünlü kanlı oyun seyirciyi avucuna almış devam edi yo yord rdu u. Herkes içind içi ndee bi b i r se send nden en sakınmıştı sakın mıştım. m. Çe Çekil! kil!.. .. Macbeth ‘Herkes Ruhum senin kanınla zaten çok yüklü” diyordu. diyordu. O sırada sırada ye yeniçe niçeriy riyii yine sahnede gören gör en Debra korku içindeydi, nasü oluyor da kendisinden başka kimse onu göremiyordu?
125
Yeniçeri, Macbeth’in yanından ayrddı. Şimdi Debra’ya doğru geliyordu. Elinde kılıcı omuzlarını iki yana sallayarak bir adım atıyor duru duruyo yor, r, gözlerinin içine bakarak gülüyor gülüyor sonra tekrar bir adım daha daha atıyordu. Gülüyor gibi gözükyordu ama kaşları çatıktı, palabıyığı ürkütücüydü. Yaklaştı, yaklaştı... “Aman Tanrım!.. Aman Tanrım!..” diye bağırdı Debra. Kimse onu durdurmayacak mıydı? îki adım sonra karşısında olacaktı. Yeniçeri o sırada durdu, kılıcını gösterdi. Kılıcın ucundan kan damlıyordu. Debra ayağa fırladı, bağırmak istedi yine sesi çıkmadı, gözleri karardı, yeniçerinin “olmaz” gibilerden parmağını salladığım gördü bayıldı. Düştüğünü sadece arkadaşlarıyla yakınlarmda oturanlar fark etmişti. Peter’in dev korumaları kızı kucaklayarak çıkışa doğru koştur koşturdu dular. lar. Debra kucaktayken kendine kendi ne gelir ge lir gibi oldu. oldu. “O nerede?” diye haykırdı. Tekrar bayıldı.
Hastanede “Korkacak bir şey yok. Anlattıklarınıza göre hisar gezisinde korkmuş, Macbeth ise malum, kanlı ve sinir bozucu oyundur, bir de yol yorgunluğu var. Olur böyle şeyler. Hastanede kalmasına gerek yok. İğneden sonra otelde mışıl mışıl uyur. Sabaha bir şeyi kalmaz” dedi doktor. Debra donuk gözlerle bakıyordu. Hastaneden Hastaneden çıktıkları çıktıklarında nda hepsi bir bir tuhaf olmuştu olmuştu.. Debra’mn durudurumunu unu tek tük sözcüklerle sözcüklerle yorumluyorlardı, o uykuya dalm dalmıştı. ıştı. Ertesi gün öğleye doğru Debra uyandı. Lara başmda beklemişti. Onun ısrarıyla kahvaltı etti, kendini toparlamıştı. “Bayılmam “Bayılmamın ın nedeni yeniçeri yeniçer i hayaleti” diyerek gördüklerini veya varsanısmı anlattı. Başma gelenlere hâlâ akıl erdiremiyordu. “Korkak değilim, hayaletlere inanmam, nasıl oldu böyle bir şey gördüm bilemiyorum” diyordu. Lara, yaşadığı varsanıyı yol yorgunluğuyla hisardaki kuşların yara yarattı ttığı ğı tepkiy tepkiyee bağlad bağladığım ığım söyle söyledi. di. “Kuşların sebep olduğu korkudan sonra bir de Makbet kanlı elleriyle, tuz biber oldu” diyerek güldü. Debra da güldü. “Haklıs “Ha klısın, ın, öyledi ö yledir” r” dedi. dedi. Yine de aklı hayalet hayalet yeniçeriye takılıytakılı ydı. Ama ben onu gördüm. Biraz soma Bob, Peter ve Koksal da odasına girdiler. Yeniçeri hayaleti gördüğünü gördüğünü onlara da anlatınca Debra’ya biraz takıldılar.
126
“Böyle giderse doğaüstü dizilere senaryo yazarsın” dedi Bob. Debra yapmacık bir öfkeyle ayağa fırladı. “Hadi bakalım sert erkekler işbaşına, ben az sonra hazınm, siz de hazır olun” dedikten sonra banyoya girdi. Koksal elinde olmadan, kısa geceliğin cömertçe gösterdiği Debra’nın dolgun bacaklarına baktı, yaptığından utansa da içinde kabaran isteği kendisinden gizleyemezdi. Hemen başını Önüne eğdi, odadan çıktı. Debra’mn uyuduğu saatlerde gazeteden telefon eden polis istihbaratı şefi Kubilay, beyaz minübüsle ilgili olarak Köksal’a bilgi vermişti. “Daha önce plaka sorulduğunda yanlış anlama olmuş. Minibüsün plakası sahte değil. Plakanın sahibini bulduk... Esenyurt’ta bir bakkal. Araştırdığımız plaka onun aracının çıktı. Ufak kırmızı bir kamyonet. Polis, ‘Kopya plaka yapmışlar’ diyor veya sahte ama rastlantı rastlantı eseri eseri bakkala ait plakanın eşi olmuş olmuş.. Kubilay, aynı plaka numarasını taşıyan beyaz minibüsün arandığını da söyledi.
Kara Temur Minibüsün beyazlığının kaybolmasma birkaç püskürtmelik yer kalmıştı. Beyaz minibüs göze çarpmayacak renklerden koyu haki ye boya boyanı nıyo yord rdu. u. Yeni Yeni boya eskit eskitili ilinc ncee ordu orduda dan n çıkma çıkma ar araç açla lara ra benzeyecekti. benzeyecekti . Sa Sahte hte plakas plakasıı denizin dibini dibini boylamıştı boylamıştı bile... bile... Ümraniye’ye yakm hurdalıktaki garajın cam duvarlı ofis bölümünde ünde oturan oturan posbıyıklı, posbıyıklı, kirli sakallı sakallı zayı z ayıff genç genç adam kısık gözle göz le-riyle minibüse bakıyordu, ama görmüyordu. Onun aklı Gürcistan’dan gelecek eposta mesajmdaydı. Kara Temur’a vereceği raporun notlarını gazetedeki bir reklamın beyaz boşluğuna yaz yazm mıştı ıştı.. “Herifler reklama reklama bir ton ton pa para ra veriyo veriyorla rlar, r, sonr sonra a kocaman sayfayı boş bırakıyorlar” diye söylendi. Kara Temur telefon numarası vermezdi, kendisi sadece eposta’yla haberleşirdi. Telefonla çok ender arardı. Dilediği zaman elbette... Dizüstü bügisayarm mesaj sinyali öttü nihayet. Posbıyıklı heyecanla baktı. Live messenger hazırdı. “Buyu “Buyurr Amca. Am ca.”” Bir süre karşıdan gelen sorulan bekledikten sonra yanıt yazdı: “Henüz bir şey yok. Dün gece tiyatroya gittiler... Rumelihisan’na... İki kan, beş herif... İki herif Alman’m gorili... Bize uyandılar yolda, çaktık tüyd tüydü ük, soma soma araba değiştirip izledik. Kannın Kannın biri tiyatroda tiyatroda
127
hastalandı, hastaneye götürdüler, sonra otele gittiler. Dört adamımız devamlı peşlerinde, her adımlarını adımlarını takipteyiz Amca...” Amca...” Bekledi bir an, tekrar yazdı: “Emirlerini bekliyorum. Buyur Amca.” Şimdi Kara Temur yazıyordu: “Macaristan’da NATO toplandı. Mal yapan Afganlara büyük operasyon geliyor. Obama’run desteğiyle 50 000 komando gönderme karan aldılar. Uyuşturucu satıp mangırı Taliban’a, El Kaide’ye veriyorlar, diye köklerim kurutma karan aldılar. Harekâttan sonra uzun süre mal çıkmaz, bizdeki mal değerlenecek. Sevkıyat yapmayın. Fiyatlar tavana vurunca göndereceğiz. Tamam Tamam mı?” “Tamam Amca, tamam, başüstüne, ellerinden öperim Amca.” Kara Temur’un adını adını asla ağızlanna ağız lanna almazlardı. Onun Onun kod adı “Amca”ydı. Posbıyıklı, kirli sakallı, zayıf, sinsi bakışlı gencin adı Faris’ti. Kirden buğulanmış cama vurdu, ofisin girişindeki taburelerde oturan oturan iki kişiye işaretle “Gelin” dedi. Dışandakiler Dışandaki ler telaşla toparlanıp içeri girdiler, Faris’in karşısında saygıyla el kavuşturdular. Faris burnun burnunu u çekti, bir daha çekti, kokain burnun burnunun un frenini boz b oz-muştu uştu.. Tespihini çıkardı, yukarıdan yukarıdan bakarak talimat verdi. verdi . “Depolardaki mallar tutulac tutulacak ak.. Bu geceki sevkıyat yapılmaya yapılmayacak.” cak.”
Debra’mn peşini bırakmayan Yeniçeri Debra yıkandıktan sonra jakuziye jakuziye girdi. Gece gördüğü hayalet sinirlerini iyice yıpratmıştı. Su vücudunu dövdükçe rahatlıyordu. Gözlerini kapayınca Köksal’ı görmesine şaşırdı, Kibaf bir erkekti ama neden hayaline girmişti? “Yeniçerinin girmesinden iyidir herhalde” diye geçirdi içinden. 15 dakika kadar jakuzide jakuz ide ka kaldı. ldı. Kurulan Kurulandı, dı, bornozunu giydi gi ydi banyodan çıktı. Koksal hâlâ akimdaydı. Boy aynasının karşısına geçti. Bornozunu Bornoz unu atarak vücuduna vücuduna baktı. baktı. Daima Dai ma topuz yaptığ yap tığıı san gür saçları şimdi şi mdi omuzlarma dökülüyordu. dökülüyordu. Omuzlannm bu kadar kadar geniş olması erkeksi bir hava mı veriyordu? Göğüsleri dikti. Silikonsuz olduğuna inandırmak zordu. Kalça lan göğüsleriyle orantılıydı ama uzun baldırları kalmcaydı. Hareket ettikçe beliren kann kaslanyla bacaklannm kaslı olmasının nedeni orta eğitimden üniversiteyi bitirene kadar futbol oynamasıydı. Bir adım geri çekilerek aynaya baktı. Güzel kızdı, hem de Çok güzel. Koksal onu böyle görmek ister miydi? Bu düşüncesinden utandı. Yüksek sesle söylendi.
1 28
“Fantezileri bırak, işine bak Debra. Sen bilim kadınısın.” Daha fazla çıplak kalırsa tahrik olacağından korktu, aceleyle giyindi, toplantıyı yapacakları Peter’in odasma gitmek için çıktı. Peter bir kat aşağıda kalıyordu. Asansöre binmeye gerek görmedi, merdivenlere açılan kapı yalandaydı. Merdivenlerden Merdivenl erden inerken arkasınd arkasından an gelen gelen birini hissetti. hissetti. Döndü Döndü baktı, kimse yoktu. Tekrar yüriidü, ilk basamağa adım attığında arkasındaki sesi yine duydu. Sadece ses vardı, kimse görünmü yor yord du. Bu defa ko kork rkm muştu, tu, basa basam mak akla ları rı atla atlaya yara rak k inmeye inmeye başl başlaadı, alt katın kapısını açarken merdivenlere baktı, yeniçeri hızla geçti, elinde mızrak vardı. Debra koridora çıkmca Peter’in odasma doğru koştu. Kapıyı tıklattı. “Hadi Peter aç şunu!” diye söylendi. Gözü merdiven lcapısm daydı. Kapı aralandı, yeniçerinin mızrağı gözüktü, ardından kendisi de koridora çıktı. Onu görünce olduğu yere çöktü Debra Peter kapıyı açtığmda kahkahalarla sarsılıyordu. Koridora çıkan “yeniçeri” aşçılannkine benzer uzun beyaz başlık giymiş temizlikçi kadındı, mızrak sandığı ise paspas sopasıydı. Bir gün önceki varsam sinirlerini dümdüz etmişti. Yine de Makbet’in Makbet’in yanındaki yeniçeri yeniçerinin nin kendi düşü düşünü nün n yaratısı yaratısı olduğuna kendini inandıramıyordu. Alay edeceklerinden çekinmese arkadaşlarına, “Benim gördüğüm yeniçeri hayal değil gerçekti. Belki sadece bana gözüktü” demek istiyordu. Kapıyı açan Peter’den başka, Debra’mn kahkahalarım duyan Lara ile Bob ve Koksal da yanma geldi. Gülme krizine tutulan Debra’yı kollarından tutup kaldırdılar, odaya götürüp oturttular. Debra şaşkın dostlarma kahkahalarının sebebini anlattı. Temizlikçiyi yeniçeri hayaleti sandığını öğrenince onlar da kendilerim tutamadı. Herkes sakinleşince Bob toplantıyı başlattı. “Fatih’in İstanbul’u fethinden 38 yıl sonra, Oruç Bey 1491’de kitabım yazıyor. Fatih Sultan Sultan Mehm Mehmed, ed, ‘Kubbeden söz edenin edenin kellesi gider’ dediğmden, gördüklerini yazmaya padişahın ölümünden, sonra cesaret edebiliyor. Roma belgelerinden, efsanelerden alıntılar yapmış, kendi çağından daha eski olayları anlatan belgeleri de aktarmış. Bulgularına göre, bugün İstanbul denilen bölgeye, Bizas’tan ve Constantinus’tan önce kentler yapıldığını öne sürü yo yor... ... Bak Bakın ın şurası dik dikk katimi timi çekti” çekti” ded dedi Bo Bob ve not notla ları rına na baktı. tı. “Rumelihisarı yapılırken metal kubbeli bina bulduklarını, bina-
12 9
nın içinde 7 Akbaba olduğunu yazıyor. Konstantinopolis fethedilince çok eski Latince bir belge eline geçiyor... Ve...” Lara onun sözlerini tamamladı. “Ve o belged b elgedee aynı metal metal kubbeli bina ve akbabalar anlatılıyor. anlatılıyor. Hem de ‘İsa’dan uzun yıllar önce’ kaydıyla. Şuraya dikkat edelim; Macaristan tarafından geldiği söylenen hükümdar Yanko bin Medyan efsane değilse, ilk kazıyı İsa’dan önce yaptırıyor. Onlar da kubbeli binayı ve 7 Akbaba’yı Akbab a’yı buluyorlar. buluyorlar. Kubbeli binanın, İsa Peygamber’den değil, insanoğlunun yaratılışından önce orada olduğu olduğunu nu bildiren levhayı okuyorlar.” Lara’nm sözünü de Peter kesti. “İnsanoğlundan önce inşa edilmiş kubbeli binaya birüeri mücevherle kaplanmış akbaba koyuyor, 7 000 yıl sonra geliyorlar ve akbabanm başını kırıp bir başka akbaba koyuyorlar. 7 000 yıl soma onun da başını kırıyorlar... Hadi bir akbaba daha... Bu efsaneyi birileri gerçek sanıyor ve aptalca İstanbul’a koşuyor. Önce 1933 19 33’te ’te Janos Klein, ardından ardından 2008 2008’de ’de benim saf s af kardeşim... ÜsteÜste lik bu yolda canım veriyor.” Bob elini uzattı Peter’ Pet er’in in ağzını kapattı. kapattı. “Bak sevgili kuzenim, sen yarın sabah uçağına biniyorsun ve evine dönüyorsun. Bizi burada rahat bırakıyorsun. Şu anda ne yapıyo yapıyorsu rsun n biliyor mu musun sun; viskini viskini alıy alıyor orsu sun, n, yuduml yudumluy uyors orsun un ve lafa hiç karışmıyorsun.” karışmıyorsun.” “Okey Bob, size başanlı çalışmalar dilerim” dedi Peter gülerek. Toplan Toplantı tı mas masas asm mda dan n kal kalkt ktı. ı. “Viskimi otelin terasmda içeceğim” diyerek odadan çıktı. “Peter’in içi yanıyor, kardeşinin ölümüne sebep olduklarından kubbe ve akbabalar denince Öfkeleniyor, kardeş acısı yüreğini yakark yakarken en ma mantı ntıklı klı olabilm olabilmesi esi im imkâ kâns nsız ız.. Berlin’e Berlin’e dönü dönüp p işiyle işiyle uğraşması doğra olur” dedi Koksal Bob’a. Lara da Peter’in eve dönecek olmasından memnundu. “Eşinin yanında rahat eder, hem üzülmez, hem de kafamızı karıştırmaz... Şnndi devam edelim. Akbabalı kubbe bahsi Oruç Bey’in bulduğu bulduğu eski Latince belgeye bel geye İstanb İstanbul’un ul’un fethinden fethinden yaklaşık 1100 1100 yıl önce yazılmış, ancak çok daha eski tarihlerdeki olayları arılatıyor. Oruç Bey 1491’de kaleme aldığı kitabında “Kubbe bulundu ve Fatih Sultan Sultan Mehmed ile maiyeti biz 4 kişi için içinee girdik, akbabaları gördüm” gör düm” diyor. Böylece kubbe çağlar soma ikinci kez bulunmuş oluyor. “Demek ki alcbabalı kubbe efsane değil. Oruç Bey bilinen bir kişi. Fatih’in resmi tarih yazıcısı. İçine padişahı katarak efsane uyduramaz” dedi Koksal.
1 30
“Janos Klein gibi bir entelektüel boşuna İstanbul’a gelmez. Mutlaka bizim göremediğimiz bir şeyi buldu.” Bob’un sözleriyle Debra ilginç bir noktaya geldi. “Oruç Bey kitabının tamamım okumadık. İsa’nm kemikleri, Musa, Nuh, Süleyman, Davud, Bamabas İncili deniyor... O bölümlere süre ayınp bakmadık, kubbeyle bağlantılı bilgi olabilir.” Koksal bir başka öneri getirdi. “Bizde Almanca tercümen tercümenin in fotokopüer fo tokopüerii var. var. Orijinal Berlin’de Berlin ’de Pete Pe ter’ r’in in kasa kasasın sında da... ... Orijinalin bir sayfasında notlar veya ve ya ipucu ipucu olacak işaretl işaretler er bulu buluna nabili bilir. r. Ayrıca Ayrıca Oruç Bey kitabının kitabının elyazması m da İstanbul’a getirelim. Burada Arap alfabesi, eski Türkçe ve elyazmaları konusunda dünyanın en iyi uzmanları var.” Köksal’ın önerisini hepsi onayladı. Gider gitmez orijinal kitapları göndermesini göndermesini Pete P eter’den r’den isteyeceklerdi. isteyeceklerdi. Ertesi sabah erkenden Türk Türk uzmanlan uzmanlan bulacak olan Kok Koksal sal not alırken, alırken, Debra’mn kendisine kendisine baktığım fark etti. Göz göze gö ze geldiler. Debra gözlerini kaçırmadı. Bir süre bakıştılar. Yüreklerini birden yak yakan sıcaklığ sıcaklığm m neden edeni, i, Eros’u Eros’un n attığ attığıı oklar okların ın ka kalple lplerin rinin in tam tam ortasına saplanmasıydı. saplanmasıydı. Bob bir şeyler fark etmiş gibi ikisine de baktı. Hafifçe öksürdü. “Koksal, ilk işimiz Rumelihisan’nda kazı izni almak olsun... Sanınm kolay kolay olmaz ve sanınm bunu bunu anca ancak k sen halledersin.” halledersi n.” “Meclis “Meclis başkanıyla görüşmem görüşmem lazım. lazım. Bir de Bob, kazı için iç in esasesaslı para gerekli.” “Kazıyı destekleyecek parayı Peter’den başka, Amerika’daki dört beş kaynaktan kaynaktan temin temin edebilirim. Son derece meraklı bir bi r kazı olacağından bazı bankalarla medya kuruluşları, kültür vakıflan ügi gösterir, onlardan para alırım. Sen kazı iznini kopar Koksal. Daha fazla kafa patlatmamız gereksiz. Bundan sonra yapılacaklar; lar; kazı izni almak almak,, Pet P eter er’in ’in orijinal kitaplan ki taplan göndermesi... göndermesi... Kutsal Kutsal emanetler üzerine sonra çalışırız. Şimdi yemeğe inelim” diyen Bob, Bob, Lara ile Debra’yı Debra’y ı ellerinden tutarak masadan asadan kaldırdı. kaldırdı. Tera Terasta sta viskis viskisini ini içmekte içmekte olan olan Peter’in masas asasm ma otur turdular lar. Yemekte en çok kazı konuşuldu. Bob çok heyecanlıydı. Yemek sonrası birer içki almak için bara geçtiler, biraz daha sohbet ettiler. Geceyasına doğru uykusu gelen Lara kalktı, Bob ile Peter onu izledi. Koksal ile i le Debra baş baş başa başa kalm kalmışlard ışlardı. ı. Bir süre gülümseyegülümseyerek bakıştılar. Sonra Debra en merak ettiği şeyi sordu. “Evli misin Koksal? Yüzüğün yok ama...” “Hayır değilim.” “Hiç evlendin mi?”
“Hayır, ya sen?” “Ben de evlenmedim.” Debra, New York Long Island’da üniversiteye yakın bir evde tek başına oturduğu oturduğunu nu söyledi. Koksal da, İstanbul İstanbul Maçka’ Maçka’da bir apartmanda tek başına yaşadığım söyledi, gazetedeki işini anlattı. Biraz konuşu konuşuyor, yor, susuy susuyor, or, kâğıt peçete, peçete, bardak gibi gibi şeyle şeylerle rle oynuyor, oynuyor, sonra kaçamak bakışlar atıyor, gülümseyip duruyorlardı. Sıkıntılarına bar ışıklarının hafifletilmesi yetişti. Barın kapanma saati gelmişti. “Kalkmamız gerekiyor” gerek iyor” dedi Koksal hesabı im imzaladıktan zaladıktan sonra sonra Debra’ya. “Seni odana bırakayım, yeniçeri karşına çıkabilir...” Güldüler. Asansörde konuşmadılar, sadece tavana, duvara ve kaçmcı kata çıktıklarım gösteren ışıklı levhaya baktılar. Debra odasının kapışım açtıktan sonra içeri girmedi, döndü Köksal’a baktı. “Konuşmak ister misin? Benim hiç uykum yok.” Koksal anlamıştı, sesini çıkaramadı, odaya girdi. Debra kapıyı kapadı, bir iki saniye bakıştılar. Sonra saldınrcasma ileri çıktılar, vücutları vücutları birleşti. birleşti. Birbirlerinin giysilerim yırtarcasma çekip çıkarçıkardılar. Koksal genç kadının dilini ağzının içinde hissetti.
Ayın 5’i, iki ayrı yer, aynı saat Çocuk uzandı bir avuç böğürtlen kopardı, sıktı, kırmızı su parmaklarının arasından elinin üstüne aktı. Elini arkadaşına gösterdi, o güldü. Hafif çiseleyen yağmur biraz önce kesilmişti. Tepeye uzanan dar orman yoluna böğürtlen dallan dal lan uzanmıştı, uzanmıştı, Muşmula Muşmula ağaçlarıağaçları nın dökülen meyvelerine şut çektiler. Ihlamur ağaçlannın sinir yum yumuşata şatan n parfü parfüm mü orma ormana na yayı yayılm lmışt ıştı. ı. Yağm Yağmur uru un ıslattığı ıslattığı yapraklar daha yeşil parlıyorlardı. Çocuk eğildi eğildi bir bir yaprak aldı, avucun avucuna a tükü tükürdü rdü,, kırmızı böğürtlen boyasmı yaprakla silmeye çalıştı, soma elini toprağa sürerek kuruladı. Yeşil ormanın ortasında dalların örttüğü incecik yol iyice dikleşmişti. leşmişti. İki çocuk şimdi konuşmadan konuşmadan yürüyorlardı, yürüyorlardı, hızlanmışlardı. hızlanmışlardı. Tepe Tepeni nin n zirvesin zirvesinee yakl yaklaş aşın ınca ca kay kayal alığ ığın ın üstü üstün ndeki eki ufak fak Kara Karade deni nizz kentinin ünlü antik manastın ağaçların arasından gözüktü. Çocuk saatine baktı. baktı. “Dört dakika dakika daha daha bekleyeceği bekleye ceğiz” z” dedi. Dört dakika soma manastmn iki kanatlı ağır ahşap kapısının önündeki önündeki düzlükte düzlükte durd durdul ular. ar. Kanatların Kanatların birinm içind i çindee ufak uf ak bir
1 32
kapı daha daha vardı. Çocuk o kapıdaki delikten delikten sarkan sarkan kalın ipi iki üç kez kuvvetle çekti. “Geliyorum, kimdi o?” diye seslendi yaşlı bir ses. Çocuk arkadaşının elindeki güğüme metal bir şeyle vurdu. “Sütçü Yavuzum ben patri!.. Ben Yavuz, Yavuz...” “Patri” dediği kişi kapıyı açtı. “Bugün süt günü değil yavrum.” Çocuk, süt güğümüne vurduğu metal “şeyi” doğrulttu. O ses duyuldu, “patri” arka üstü düştü. Mermi ufacık bir delik açarak alnından girmiş, büyük bir parça kopararak başının arkasından çıkmıştı. Rahip Anatolio, her günkü sütçüsü Yavuz’un elindeki silaha şaşmaya vaki vakitt bulamadan bulamadan ölmüştü ölmüştü.. İki çocuk rahibin üstünden atlayarak manastıra girdi. Defalarca süt getirdikleri manastırın giriş katım iyi bilirlerdi. Kütüphaneye geçtiler, ellerindeki küçük resimle raflardaki kitaplan karşüaştırdılar. Aradıklarım bulamadılar, kitaplan yere attılar, masalan devirdiler. Çocuklar saat 14.00’te geldikleri dar orman yolundan aşağıya doğru koştuklarında saat 14.28’di. Aynı gün, saat 13.55. Mavi mozaik kaplı apartmanın karşı kaldırımındaki büfede üç delikanlı limonata içti. Soma birer sigara yaka yakara rak k soka sokağa ğa çık çıktıla tılar. r. Buz gibi gibi limon limonat ata a gün güney eydo doğu ğu kent kentin inin in beyin eriten sıcağına iyi gelmişti. Biraz oyalandıktan soma karşı kaldırıma geçerken en kısalan, “Nefesleri derin çekin oğlum, üç dakika kaldı” dedi. Aynı anda iyic iyicee eski, eski, gri renkte ufak bir otomobü otomobü yanlarında d du urd rdu u, gençlerden biri arabanın bagajını açtı, bilek kalınlığında, bir metreye yak yakın uzunluk lukta üç sopa sopa çıka ıkardı. Otom tomobil obil hemen uzakla laşştı. Sigaraları attıktan soma mavi mozaik kaplı apartmana girdiler, üçüncü kata çıktılar. Üçüncü katın kapısının üstündeki tabelada şu yazıyı okudular: “Kapımız daima açıktır, BUYRUN.” Yazının altında kabartma haç vardı. Açıp girdiler. Yaylı kapı kendiliğinden kapandı. İçerde üç mis yoner yoner otu oturu ruyo yord rdu u, girenler girenleree gülü gülüm mseye seyere rek k baktıla tılar. r. Üç genç adam birden atıldı, sopalan misyonerlerin kafasına indirdiler. iler. Tam tepelerine tepelerine inen darbeler onlan an anınd ında a yere yere yıkmışü. Gençler ler bıçaklarım bıçaklarım çıkararak çıkararak baygın papazların papazların üstüne üstüne eğildiler. İşlerini bitirdikten sonra bütün odalan dolaşarak dolaplan açtılar, çekmeceleri döktüler, kitaplan yerlere attılar. “Burada eski kitap yok. Gidelim artık.”
13 3
Çıkarlarken kan gölünün üstünden atlamak zorunda kaldılar. Sadece kısa boylusu tam aşa aşamam mamıştı, ıştı, bir ayağıyla ay ağıyla kana bastı. bastı. Saat Saat 14.26 idi.
İSTANBUL. Saat 14.42’de temizlikçi Ejder telefon etti. “Selim Bey, iki gömleğinizi de bugün temizledim, arzu ederseniz bu akşam evinize bırakayım.” “Teşekkür ederim Ejder, Ejder, zahmet olacak” dedi Selim. Selim. Sonra koltuğuna yaslanırken birden burnu burnu kanadı. kanadı. “Azrail alerjisi” dedi kardeşine. “Kazlar iyi iş becerdi, değü mi?” derken gülümsedi Sami. “Lanet olsun cinayete... Bize bunları yaptıranlara lanet olsun!” diyen Selim yine Latince söylendi: Fas, Fas, fa f a s .15 .15
“Hz. Muhamed (Sav) Incil’de Yazılı!.." Kazı iznini hızlandırmak için Ankara’ya Meclis başkanıyla görüşmeye giderken Köksal’ın gazetesinde gazetesinde biri Karadeniz’de Karadeni z’de diğeri Güneydoğu’da öldürülen dört rahibin telaşı vardı. Kuzey kentinde öldürülen Rahip Rahip Anatolio Anatoli o İtalyan’dı, 37 yıldır o bölgedeydi. Anatolio adı Latince “Doğu, güneşin yükseldiği yer Anadolu” anlamında olduğundan ismini kaderinin çizgisi olarak görmüş görmüş ve Anadolu’ya gelmişti. gelmişti. Güney kentinde cinayete cinayet e kurban giden üç papaz ise i se MüslümanMüslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmişti. Biri 42, diğer ikisi 27yaşındaydı. Bölgede Bölge de bedava be dava din kitapları dağıtan dağıtan yayınevi kurmu kurmuşlard şlardı. ı. HırisHı ristiyanlığı yaymaya çalışıyorlardı. çalışıyorlardı. Rahip Anatolio’nun katil sanığı iki genç olaydan dört saat sonra, üç misyonerin katili de üç saat sonra yakalanmıştı. Aynı gün ve aynı saatte işlenen cinayetlerin sanıkları aynı ifadeleri vermişlerdi. “Onların papası Hazreti Muhammed’i, İslam’ı kötüledi, karikatüristleri peygamberimizi cehennemde terörist olarak çizdi.” “Olaydan sonra neden ortalığı kırıp döktünüz?” sorusuna da aynı yanıtı verdiler. “İsa Peygamber’in Hazreti Muhammed’i ‘Mesih’ gösterdiği Bar nabas İncili’ni aradık.” “Buldunuz mu?” “Hayır bulamadık.” 15. “Kader, kader.”
1 34
Rumelihisan’n Rumelihis an’nda da ne var? var? Meclis Başkanı Başkanı Köksal’ı bekletmedi. Bir B ir süre süre cinayetlerden cinayetlerden söz ettiler. Başkan üzgündü, Papa’ya da sitem etti. “Katiller Katiller kim? Beyni yıkanmış yıkanmış cahil gençler. Bu çocukl çoc uklar ar kışkırtılmış... Düşünün, çok genç, dindar çocuklar buluyorlar, onlara mücah mücahitlik itlik telkinleri yapılıyor yapılıyor,, bol miktard miktarda a para para verili ver iliyo yorr ve elleelle rine silah tutuşturuluyor. Olay provokatif kesinlikle... Avrupa Birliği’ne girmemizi engellemeye çalışıyorlar. Türkiye üzerinde dış düşmanlarca oynanan bir oyun, karanlık amaçlı ajan işi... Sonuçta ülkemiz için çok kötü oldu. Ancak Papa da sorumlu. Büyük Büyük bir bir dinin en yüksek görevli görevlisi si olduğu halde Hz. Muhammed (SAV) hakkında yakışıksız sözler söyledi. İslam dünyasmı tahrik etti. Müslümanların İsa Peygamber’e gösterdiği saygıyı ve sevgiyi Papa Hazretleri de Hz. Muhammed’e göstermelidir. Hıristiyan âlemine örnek olmalıdır. İslam’da İsa Peygamber’i tanımamak Kuran’a karşı gelmektir, yani bunu yapan İslam dininden çıkmış sayılır. Müslümanlar, dindar Hıristiyanlar kadar İsa Peygamber’e saygı gösterir. Papa konuşmasıyla İslam âlemini karıştırmak iste yenlere yenlere koz verdi.” verdi.” “Bu sözlerini sözlerinizi zi gazeteme gazeteme yazabüir yazabüir miyim?” diye sordu Koksal. Koksal. “Memnun olurum.” Kahvelerim içtikten soma ziyaret sebebim açıkladı. Bakan olumsuz olumsuz değildi. Kazının nedenini sorun sorunca, ca, Koksal Bob Bob’un uydu uydurrduğu hikâyeyi anlattı. “Hisar yapımına son Bizans İmparatoru Konstantinos Dragazes karşı çıkm çıkmıştı. ıştı. Söylendiği Söylendiğine ne göre göre hisann hisann arazisinde Bizans’tan önce yerle yerleşi şim m va vard rdı. ı. Ora rada da Biza izans’ı s’ı koru koruya yan n bir bir tılsı tılsım m old oldu uğun ğuna ina inanı yord yordu u im imp parator.... .... Söy Söyle lent ntii ge gerç rçek ekse se,, İst İsta anbul’da l’da ye yerle rleşi şimi min n başla şladığı tarih daha gerilere gidecektir. Tarih yeniden yazılacaktır. Meclis Başkam bu laf çorbasından pek bir şey anlamamıştı. Fazla açıklama da istemedi. “Koksal Bey, konuyu ilgili müdürlüğe vereceğim. Siz de açıkla yıcı bir dosyayla dosyayla başv başvun unıı yapa yapars rsın ınız ız.. Merak Merak etmeyi etmeyin n işleri işleri hızla hızla gördürürüm.” Koksal teşekkür t eşekkür ederek ba başk şkan ana a veda ved a etti. etti. İzin için heyecanlı bekleyiş başlamıştı. Başkan dört gün sonra Köksal’ı aramıştı ama iyi haber vermiyordu. Anıtlar Kurulu hisarda kazıyı gereksiz bulmuştu. Amerikalı arkeolog eğer bina arıyorsa toprağı ta n yeni elektronik elektro nik aygıtlardan aygıtlardan rlanabilirdi. rlanabilirdi. Kazı redd
135
dilmişti, fakat elektronik aletlerle araştırma yapılmasına izin çıkmıştı. “Belld de daha iyi... Toprağm altında neler olduğunu gösterecek aygıtlarımız var” dedi Bob. Bob. Aygıtları Amerika’dan Amerik a’dan isteyecekti. Sponsorlarla artık görüşebilirdi. görüşebilirdi. Bob, Amerika’daki gerekli yerleri aradı. Elektronik aygıtlar ile onları kullanacak uzman uzman ekip bir hafta som soma a İstanbul’da İstanbul’ da olacaktı. Haftanın başmda Peter Berlin’e döndü. 1491, Oruç Bey elyazma elyazma sını ve Almanca çevirinin orijinalini gönderdi. Peter’in uçağıyla gelen kurye değerli değerl i emanetleri teslim ett etti. i. Araştırmaya az kalmıştı, Koksal Bob’a bir basm toplantısı yapmasını masını önerdi. “Nasıl bir araştırma yapacağım açıklamazsan her kafadan bir ses çıkar. Hazine aramaktan casusluğa kadar uzanır söylentiler. Bu nedenle ayrıntılı bilgi ver v er medyaya...” medyaya...” Bob ayrıntılı bilgi vermekten vermekte n yana değildi. değildi. “Bence bilimsel içerikli bir şeyler uyduralım. Metal kubbeli bina üe 7 Akbaba’dan söz edersek medya garipser, bir kısmı inanmaz, bir kısmı da bizi alaya alır. Bakanlık da ‘Bunlar maskara’ diyerek izni iptal edebilir.” Medya, Bob’un toplantısma büyük ilgi gösterdi. Çünkü o, ünlü Robert Younger’dı. Belgesel kanallarında sıkça görülürdü. Bütün dünya dünyada da ilgi toplamış olan sansasyon sansasyonel el arkeol ar keolojik ojik keşiflerin keşif lerin sahibiydi. Ayrıca dünya çapında televizyon ünlüsüydü, kimilerine göre yakışıldı bir b ir stardı. stardı. Yazarlar, muhabirler, kameralar kalabalığı Hilton’un balo salonunu doldurmuştu. Koksal bir köşede gazeteci kimliğiyle oturu yord yordu. u. Salond Salonda a çok sayıda sayıda bilim bilim ad adam amıı yanı yanınd nda, a, medy medyanı anın n ilgi ilgi gösterdiği toplantıları kaçırmayan sosyetenin teşhir meraklıları da hazır bulunuyordu. Bob, Lara ve Debra konferans masasındaki yerlerini aldılar. Bob safari kostümünü giymişti, bej kısa kollu montunun içindeki yakasız zeytin yeşili tişörtü ve domates kırmızısı fularıyla filmlerdek filml erdekii maceraperestler macerape restlerin in görünümü görünümündeyd ndeydi. i. Lara her zamanzamanki gibi ince yazlık “deep blue” lacivert tayyör tayyö r giymişti. giymişti. Debra D ebra ise lacivert laciver t safari gömleği altma açık mavi mavi tişört ve beyaz bey az pantolonla çarpıcıydı. İki kadının güzelliği dikkatleri çekmişti, sosyetenin nin kadınları hemen dedikoduya başlamışken, başlamışken, sosyeteni sos yetenin n erkeke rkekleri de “Acaba tanışmak mümkün olabilir mi?” rüyalarına kapılmışlardı. Bob hepsini saygıyla selamladı. Türkiye’de olmaktan duyduğu
13 6
memnuniyeti belirtti. Araştırmasının ne olacağmı anlatmaya başladı. “Öncelikle şunu söyleyeyim; kazı yapmayacağız. Kazmak yok... Elekronik Elekroni k aletlerle aletl erle toprak altında ka kalmış lmış yerleşim yerleşim alanlarım araş araş-tıracağız. Biliyorsunuz teknoloji artık yeraltınm röntgenini çekebiliyor. Rumelihisan’nda başlayacak araştırmamız İstanbul’un çeşitli bölgelerinde sürecektir. İstanbul’da bilinen dönemlerden daha daha eski çağlarda yerleşim yerl eşim olduğu olduğu Yenikapı’daki Yenikapı’daki metro çalışmalarında 2007’de ortaya çıkan Theodosius Limanı kazısıyla kanıtlandı. O bölgede 10 000 yıl önce bir köy olduğu anlaşıldı. Tarihi değiştiren bir keşif..." Bob, ilginç bazı örneklerle konuşmasmı bitirdikten sonra medya mensuplannm sorularına geçildi. “Neden Rumelihisarı’ndan başlıyorsunuz? Orası tarihi yarımadanın dışında kalıyor? Elinizde bir bulgu mu var?” “Yenikapı’dan sonra en eski yerleşim merkezlerinden biri de Küçükçekmece Yanmburgaz’da 2008’de bulundu. 7 500 yıl Önce orada insanlar yaşamış. Ayrıca Pendik’te 5 500 yıl öncesinden kalıntılar kalıntılar var var.. Demek Demek ki tarihi yarımadan yarımadanın ın dışına da çıkmak gerege rekiyor.” “Neden ille Rumelihisarı? Raslantı mı?” “Tarihte görüyoruz; birçok kent ve hisar daha önce yapılmış güçlü taş yapıların üstüne kurulmuştur. Böyle bir varsayımla hisardan başlayacağız. Şu büinsin ki, İstanbul’dan çok önce de İstanbullar inşa edilmiş. Bizas köyünü ve Konstantinopolis’i bili yoru yoruz, z, am ama Yeni Yenika kapı pı ve Yanm Yanmbu burg rgaz az’ı’ı bulu bulun nca görü görüyor yoruz uz ki, dah daha önce de bu topraklarda yerleşim varmış. Hem de onlardan 5 000 ile 6 000 yıl önce...” Sorular ve Bob’un yanıtlan birbirini izledi. Bob çok konuştu ama gerçek amaçlarıyla ilgili hiçbir şey söylemedi. Medya ilginç bir haber bulmanın mutluluğuyla toplantıdan ayrıldı. Sosyete hanımlarının pek azı bilimsel açıklamalara ilgi duyarken, çoğunluğu Bob’un mavi gözlerini, Lara’nın kısa siyah saçlarım, egzotik tipini, tipini, Chane Chanell tayyörünü tayyörünü ve tayyörün tayyörün içindeki ince belli bell i vazo vaz o biçibiçimi vücud vücudun unu, u, Debra’ Debra’nm nm doğal doğal san saçlanmn saçlanmn gürlüğün gürlüğünü, ü, yüzünün yüzünün güzelliğini, seksi havasını, kalçalarının geniş yuvarlannı, göğüslerinin iriliğini fısıldaştı.
Semiramis
137
esmer ve dikkatleri üstünde toplayacak kadar gösterişli şık bir kadm kalçalarım sallayarak sallayarak çıkışa doğru yürürken yürürken şoförüne teletel efon etti. Az sonra BMW 735 otomobili otelin önüne gelmişti. Telaş Telaşla la bin bindi. di. “Lunapark “Lunapark’ın ’ın yolunda sessiz bir yere yer e çek.” Hilton’un altındaki altındaki kestirmeden kesti rmeden çok yakmdaki Doimabahçe’ye giden giden yola yol a indiler, indiler, şoför şof ör en sessiz yere, ağaçların ağaçların altına park park etti. Kadm eğildi şoförünün omzuna dokundu. “Sen biraz dolaş, dolaş, çağırmca gelirsin.” Şoför arabadan çılcar çıkmaz telefonunu açtı, tek tuşla arama yap yaptı tı.. Karşı Karşısı sınd ndak akii kişiyle kişiyle “merha “merhaba ba”” demede demeden n hızlı hızlı ve v e sert sert ifadeyle konuşmaya başladı. başladı. “Rumelihisarı’nda araştırma yapacaklar. Amerikalı arkeolog Younger ‘İstanbul’un başka yerlerinde de inceleme yapacağız’ dedi dedi... ... Cin gibi herif. Lafı eveledi eve ledi geveledi, sorulara uyutucu uyutucu yanıtlar verdi. Bana göre kesinlikle maksadım gizliyor. Bunların başka numarası var. Hisardan başladıklarına göre amaçları 7 Akbaba’yı bulmak... Şimdi işime bakıyorum, sonra ararım.” “Tamam işi bitir” dedikten sonra “Amca” kod adlı Kara Temur’u aradığı telefonu kapadı. Başka bir telefonu çantasından çıkarıp yine tek tuşa dokundu. Bu defa çok çok yumuşak konuşuyordu. konuşuyordu. “Merhaba Vollcodav16 sevgilim.” “Merhaba Volçi Vo lçiça ça1 17 sevgili sev gilim.” m.” Kadm aynı bilgileri “Volkodav”a da verdi. O ateşli bir sesle yan yanıtl ıtlad adı. ı. “Her şey istediğimiz gibi olacak sevgilim. Plana devam... Her tarafım öpmek için sabırsızlanıyorum.” “Ben de...” Konuşmalarını bitirince şoförünü çağırdı. “Tekrar “Tekrar Hilton’a gidiyoruz,” Otelin kapısına yanaşan BMW 735’nin kapısını otel kapıcısı açtı. İnen kadının çekiciliği binlerce güzel kadın görmüş olan Hilton’un kıdemli kapıcısının bile gözlerini kamaştırdı. Kadm zarif bir teşekkürle döner kapıya giderken, arabadan fırlayan şoför kapıcının eline bir lOO’lülc şıkıştırdı, sonra tekrar direksiyona geçerek geçer ek garaja gar aja yollandı. Lobide şöyle bir bakındı kadm. Boyu 1,75’in üstünde olmalıydı. Topu Topukl klu u ayak ayakka kabı bıla ları rıyyla da dah ha da uzamıştı ıştı.. İnc İnceci ecik k bile bilekl kler erin inde den n yük16. Rusçada,“erkek kurt”. 17. Rusçada, Rusçada, "dişi kurt”.
1 38
selen bacaMannın güzelliğini kısa eteği cömertçe sunuyordu. Yuvarlak kalçalarında kalçalarından n sonra incecik incecik beli beli ve ve elbisesinin elbisesinin yakasım yakasım zorlayan göğüsleriyle, uzun zarif boynuyla etküeyici bir kadındı. Omuzlarına dökülen siyah parlak saçlarının saçlarının çevreledi çevrelediği ği yüzü çenesine doğru inceliyordu. liyordu. Geniş Geniş yay gibi kaşlan ile iri iri kara gözlerini gözlerini çevrele çevreleyen yen uzun uzun kirpikleri kucaklaşmıştı, ince düzgün burnu ve alaycı bir ifadeyle kıvrılan dolgun dudaklarının iki yanı gamzelerle süslenmişti. Egzotik tipiyle az görülür esmer güzellerdendi. Bob, Koksal, Debra ve Lara’yı gördü. Masalarına baktı, kadınların önünde beyaz şarap kadehleri vardı. Erkekler viski içiyordu. “Güze “Güzel, l, çakırkeyi çak ırkeyiff olmaları olmaları samimiy samimiyeti eti kolaylaştırır” kolaylaşt ırır” diye geçirdi içinden. Doğru onların masasma yürüdü. Elini Bob’a uzattı, temiz bir İngilizce’yle konuştu. “İzninizle Bay Younger, adım Semiramis, arkeologum, toplantınızı izledim, araştırmanız beni çok ilgilendirdi.” Semiramis konuşurken Koksal ile Bob ayağa kalkmıştı. “Memnun oldum, ayakta durmayın, oturun lütfen” diyen Bob yer gös göste terd rdi. i. Semiramis oturdu. Bob onu Lara, Debra ve Koksalla tanıştırdı. “Demek arkeologsunuz, ilginç. Şu anda kazıda mısınız?” “Hayır. “Ha yır. Sizin Rumelihi Rumelihisarı sarı ara araşşturnanıza turnanıza katılmak isti istiyorum. yorum.”” Bob birden “olmaz” diyemedi. Zor durumda kalmıştı. Tedirgin olduğunu Semiramis anlamıştı. “Sizin gibi dünya dünyanın nın en iyi arkeoloğu arkeoloğu İstanbul’a İstanbul’a gelmişken gelmişken yanınızda bilgimi artırmak istedim. Rahatsızlık vermem emin olun, sadece gözcü olarak yanınızda olayım.” Bob kibar ifadeyle Semiramis’ten telefonunu istedi. “Araştırmalarımda tutucuyum. Ekibime kimseyi katmam. İzin verirseniz teklifinizi düşünmem gerekiyor, telefonla kararımı bildiririm.” Semiram Semiramis is kırık bir ifad i fadeyle eyle ka kalktı, lktı, teşekkür etti. etti. “Güzel “Güzel bir haber verin lütfen” diyerek gitti. Top modelle mode llerr kadar gösterişli kadının arkasından baktılar. “Teklifini kabul etmeli miyim acaba?” diyen Bob çapkınca güldü. Lara suratını astı, Debra önüne bakarak başmı salladı.
Otelden çıkan Semiram Semiramis is Volkoda Volkodav’ı v’ı ar arad adı. ı. “Sevgilim, Bob Younger onlara katüma teklifimi salladı, kabul etmeyecek eminim. En seksi halimle gittim ama herif umursamadı. Neyi aradıkları anlaşılmasın istiyorlar elbette... Ama onların
13 9
içine girmenin çaresini bulacağım.” “Tamam “Tamam sevgilim, sen başa başarırs rırsın. ın. Gelec G elecek ek bizim bizi m Volçiçam.”
“Kadını çabuk gönderdin Bob” dedi Koksal. “Biraz daha konuş tursaydm, kimliği hakkında bilgimiz olurdu. Bilime düşkün biri olduğunu sanmıyorum. Bana göre, onu bize gönderdiler." “Arkeologmuş...” “Bizde yapmayacağı mesleğin eğitimini gören çoktur. Üniversite diplomosı almakta amaçlan... Her neyse, bu kadm bir ipucu olabilir, kaçırmayalım. Şimdi yemeğe davet et, çapkınca konuş, asıldığını belli b elli et, et, sulan iyice... Eğer Eğe r davetini hemen kab kabul ul ederse şüphe edelim. Ciddi kadınlar bilimsel görüşmeleri çapkınlık kokan yemeklerde yapmaz.” Bob hemen Semiramis’in bıraktığı numarayı tıkladı. “Rahatsız ediyorum bayan, ben Robert Younger... Evet... Karar vermem için sizi tanımam gerekiyor...” Konuşmasını çapkınca ifadelerle sürdürdü. “Mesela bu akşam yemeğe ne dersiniz? Sizin gibi hoş bir hanımla yemek zevk olacaktır. Hı, hı... Saat sekizde otelin lokantasında bekliyorum. Teşekkürler, bye.” Telefonu Telefonu kap kapad adı. ı. “Hemen kabul etti. Sana göre bu kadm bir şüpheli, öyle mi Koksal?” “Evet, kesinlikle. Sen de adi çapkın numarasını iyi oynadın Bob, tebrikler.” Bob kolla k ollannı nnı iki yana açtı. açtı. Lara üe üe Debra’ya baktı. “Kızlar beni bu panter kadınla yalmz bırakmazsınız, sanının. Sen de Koksal, lütfen bizimle ol.”
Semiramis Volkodav’Ia konuşuyordu. “Herifi apış arasından yakaladım sevgilim. Şimdi telefon etti. Akşam yemeğini birlikte yiyoruz. Beni bu gece yatağa atarsa ondan sonrası kolay, datasmı söke söke boşaltırım.” “Sen işini bilirsin. bilirsin. Önce iliğini sonra s onra datasm datasmıı boşalt.” boşalt. ”
Semiramis Semiramis yemeğe gelmeden g elmeden önce Koksal Bob’a Bob’ a bilimsel konulara fazla girmemesini tembihledi. Köksal’a göre Semiramis kesinlikle Oruç Bey kitabı kitabı peşinde olanlardan biriyle ilişkiliydi.
14 0
“Bob, kadına çarpılmış aptal âşığı oyna. Hayranlığından ekibe katılmasına izin veriyorsun. Bu numarayı yap. Belki de onu Teo’yu Teo’yu öldü öldüren renler ler göre görevle vlend ndird irdi. i. Yanı Yanım mızda ızda olsu olsun n da daha ha iyi. iyi. O bizi bizi izlerken, izlerken, biz de onu onu izleyer izle yerek ek patronlarını bulu buluruz ruz.” .” Bob güldü. “Teşekkür ederim Koksal, aptal âşık gibi harika bir görev verdin bana. Bu rol için Jack Lemmon daha uygun düşmez miydi?” “Fena mı canım? Kadının arkasından imrenerek bakıyordun, işte sihirli sihirli lambada lambadan n çıkı ç ıkıverdi verdi”” dedi Lara Lara.. Debra genç kadınm tepkisini biraz fazla buldu, yoksa Lara Bob'a... Hımmm... Semiramis yemeğe tam saatinde geldi. Göğüslerini iyice gösteren baştan çıkarıcı dekolte elbise giymişti. Hep birlikte tatlı göstermeye çalıştıkları sohbeti geç saatlere kadar sürdürdüler. Araştırmayı izlemesine izin verdiği için Bob’a sürekli teşekkür eden Semiramis sık sık eğiliyor, göğüslerinin tamamına yalanım gösterirken Bob’un elini de tutuyordu. Ancak beklediği gibi Bob onu yata yatağa ğa atm atmay aya a kal kalk kışm ışmad adı, ı, bu nor norm mal aldi di,, o bilim bilim ada adam mıydı ıydı,, pla play boylar gibi yırtık yırt ık olamazdı. olamazdı. Utang Utangaçtı. açtı. Semiramis otelden ayrüdıktan soma telefon ederek Bob’un odasına gitmeyi düşündü, sonra caydı. Öyle ya kendisi de bilim kadınıydı. Telefon ederk ederken en mutlu tluydu. “Araştırmaya katılıyorum Volkodav sevgilim. Bob bana iyice kesildi.” “Dinle “Dinle şimdi. şimdi. 7 Akbaba Akbaba’nın ’nın hisarda bulunduğu bulunduğuna na dair ilk ilk belirbelirtide beni haberdar edeceksin sevgilim. Bütün şaşırtma planımız ona göre hazırlanaca hazırlanacak. k. Yarın Yarın param param evine getirecekler. Öteki tele tele-fonundan arayacaklar.”
Abdüllcerim Onun gerçek gerç ek adı “Abdülkerim” değildi. değildi. “Allah’ın “Allah’ ın kölesi kölesi”” anlamıanlamına geldiği için “AbdülkerinV’i kod adı olarak almıştı. Gerçek amacı gizli gizli tutula tutulan n Agnus Agnus Dei örgütü örgütünü nün n İstanbul İstanbul elçisiydi. elçisiydi. Görevi Göre vi ve kimliği konuşulmazdı. Buyruğu altındaki kişiler ona sedece “Efendi Abdülkerim” derdi. Abdülkerim karşısındaki Selim’e baktı. Parlak yeşil gözlerinde hipnoz gücü olduğu söylenirdi. Kalın uzun siyah kaşlarının altın-
141
ne doğru ışık mı uzanıyordu? Selim kafasını toplamaya çalıştı. Onun Onun çöküşünü çöküşünü gören Abdülkerim Abdülke rim gülümsedi. gülümsedi. “Otursana Selim, oğlum.” Selim birden ferahladı, geniş antika koltuğa çöktü. çöktü. Abdülkerim ona çini kâse içindeki nane şekerlerini uzattı. “îçini ferahlatır, heyecanını yatıştırır” dedi. Selim’in şekere uzanan elinin titrediğini gören Abdülkerim memnundu. Genizden gelen derin, kaim ve nefesle karışık çıkan sesiyle ağır ağır konuştu. “İşler “İşle r beklediğimizde bekl ediğimizden n büyük büyük tahrik yara yarattı. ttı. Demek ki bu plan tutacak Selim, evladım.” Selim çekinere çek inerek k sordu. sordu. “Ölenlerin rahip olması bizi günaha sokmaz değil mi, efendim?" “Hayır evladım. Rahip Anatolio kanserdi, Tann acı çekmesine izin vermeden onu almakla almakla günahla günahlarım rım bağışladığını gösterdi. Üç genç rahibe gelince, Tann onlan ne kadar sevmiş ki, nimetlerin en büyüğünü lütfetti, onlan genç yaşlarında katma çağırdı. Ne mutlu utlu rütbesi yükselen onlara ve de Tann’ya Tann’y a kavuşmalarına kavuşmalarına vesile olan bizlere ne mutlu. Günah değil sevap işlediniz evladım. “Haklısınız efendimiz, biz sizin gibi düşünemedik bağışlayın” dedi Selim ezile ezi le büzüle. büzüle. Abdülkerim ağzma bir nane şekeri daha attı. “Hem bak evladım Selim, onların canım' kimler aldı? Müslü manlar değil mi? Dünya böyle biliyor, onlan lanetliyor. Müslüman Türkiy Türkiyee dışan dışandan dan hiç hoş hoş gözü gözükm kmüyo üyorr böylece böylece... ... Bu Bu da am amacı acımız mız için sevap hanesine yazılacak bir başarıdır.” başarıdır.” Bunları söyledikten sonra ayağa kalktı, uzattığı elini önce Selim ve soma hemen ardında ayakta bekleyen Ejder, gerçek adıyla Drago öptü. “Yeni “Yeni görevlerinizi göre vlerinizi Monsenyör Anselmo Anselmo Colombano Colombano Roma’dan Roma’dan gelerek size tebliğ edecektir ve bir emanet bırakacaktır evlatla nm” dedi. Sonra yumuşak bir işaret yaptı. “Gidebilirsiniz yavrulanm.”
Mikro radarlar geliyor Hisarda yeraltı araştırması yapacak elektronik aygıtları Amerika’dan Amerik a’dan getiren nakliye uçağı İstanbul İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi. indi. Altı Al tı kişilik kişili k mühen mühendis dis ekibi de bir gün gün önce İstanbul’a İstanbul’a gelmişti. ti. Aygıtlar Aygı tlar gelmeden önce mühendislerin mühendislerin istediği otobüs hazırlan hazırlan
242
mıştı. Amerika’dan gelen ekip duraksamadan işe başladı. Koltukları sökülmüş, pencerelerine perde takılmış son model bir otobüse aygıtları yerleştirdiler. Otobüs Otobüs laboratuvar olarak kullanılacaktı. Mühendislerden Tom Jeımer aygıtlar hakkında bilgi verdi. “Önemli aygıtımızın adı yer radarıdır. Kısaca GPR (Ground Penetrating Radar) denir, ışık hızına yakın süratle hareketli elektromanyetik dalgalan yeraltına gönderir. Verici anten aracılığıyla yer içine içine gönderilen gönderilen çok yükse yüksek k frekan frekanslı slı radyo radyo dalgala dalgaları rı buld bulduğ uğu u yüzeylere yüzeylere çarpa çarparr ve yansm yansm Yeraltınd Yeraltında a bir yüzey varsa bunla bunları rı bize bize gönderir, eğer yeraltında bir bina varsa radyo dalgalarıyla her yanını yanını taray tarayabilir abiliriz iz ve bilgisayar bilgisayarda da üçbo üçboyutl yutlu u resimler resimlerini ini çizebü çizebüi i riz. Hem de hiç yanılmadan. GPR çok yerde kullanılır; örneğin baraj, tüp geçitler, madencilik ve antik şehir, tapmak, mezar, duvar, temel gibi tarihi kalıntıların bulunmasında kesin sonuç verir. Cezaevi firar tünellerini de bulur. 40 m derinliğe kadar yeraltınd yeraltındaki aki her şeyi şeyi görebiliriz.” Hisardaki Macbeth oyunu o gece son defa oynanacaktı. Araştırma iki gün sonra başlayabilirdi. 48 saati değerlendirmek üzere Türk Türk profesörlerle toplant toplantıya ıya oturu oturulaca lacaktı. ktı. Hep Hep birlikte birlikte üniversiüniversiteye gittiler. gittiler. Koksal tanıştırdı. “Tarih profesörü Abdülkadir Adlı, antik kentler uzmanı uzmanı Profe sör Kayhan Kayhan însel, însel, tarihçi ve j eol og Doçent Feriha Malkoç Malkoç... ... Hepsi Tarih Tarih Araştır Araştırma ma Enstit Enstitüs üsü ü yöneticileri.” yöneticileri.” Türk Türk bilimcilerin bilimcilerin üçü de yeni araştırma araştırma teknolojilerin teknolojilerinii kullakullanan, nan, uluslararası tanınmış uzmanlardı. Koksal toplantıyı küçük bir aydınlatmayla açtı. “Sayın hocalarım, konuk ekip gömük hazine çıkarmak peşinde değil. Amaçları bilimden öteye geçmiyor. Aynca size 1491, Oı~uç Bey elyazmasım da Berlin’den getirttik.” Hocalar buna pek memnun olmuştu. Bob, Oruç Bey kitabında kitabında yazılan yazılanlara lara ne ne kadar kadar inandıkla inandıklannı nnı sord sordu. u. Hocalann Hocalann en kıdemlisi kıdemlisi olan Profesör Abdülkadir Adlı yanıtladı. “Bir düzeltmeyle başlayalım. Oruç Bey kitabı, 1491’de değil 1486 1486’da ’da yazılmışta. yazılmışt a. 1491 1491’de ’de yazılan yaz ılan İstanbul Efsaneleri ve Tarih kitabı ise anonimdir ve aslında Oruç Bey kitabından kitabından alıntılarla doldurulmuştur. Alıntılan yaparken hayli hata yapmışlardır. Sorunuza gelince, 7 Akbaba ile kubbeli bina hikâyesi başka belgelerde de görülüyor. Bu nedenle efsane diyerek geçemezsiniz, gerçek olduğunu da düşünmek zorundasınız. zorundasınız. Örneğin Alman Al man yazar Babinger, ‘Die Frühe-
14 3
/ Oruç’un n İlk Osmanlılar Yıllığı ’ osmanschen Jahrbücher Orudsch /Oruç’u adlı kitabını Oxford elyazmalanndan yararlanarak 1925’te yazdı. Oruç’u asla efsaneci kabul etmedi. Berlin Kütüphanesi’nde, yine çok eski elyazması olan Zikr-i mülükan hikayeti Konstantiniyye'de aynı konuyu bulursunuz. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu konuda çok eser vardır; Tevarih-i Âl-i Osman elyazması, elyazması, Vehbi Efendi’nin Efendi ’nin 1471 Tarihi, Hüsrev Paşa tarihleri size benzer bilgileri verir. Tevarih-i Âl-i Osman elyazması çevirilerini British Museum’da, Paris Kütüphanesinde bulabilirsiniz. Prof. Adlı’nın açıklamasından açıklamasından sonra sonra Doçent Feriha Mal Malkoç koç söz aldı. “Kitapta sözü edüen kubbeli bina çok eski çağlardan kalmış olabilir. Kubbe, Onıç Bey’in tarifine göre 1452 yılının insanlannı şaşırtıyor. Çünkü o çağda bilinmeyen inşaat malzelemeleriyle yapılm yapılmış. ış. Kubbenin Kubbenin inşaa inşaatınd tındaki aki üstü üstün n teknolojiye bakara bakarak, k, ‘îsa Peygamber’den çok önceki tarihlerde, diyelim ki MÖ 6000 yılında böyle bir bina yapılamaz’ diyemeyiz. Çünkü daha eski çağlardan kalan ve mimarisiyle bizleri şaşırtan yapılar gözümüzün önünde... İrlanda’daki Newgrange mezan düşündürücü bir örnektir. 80 m çapında kubbesi olan mezar gizemini hâlâ koruyor. Bir Cilalı Taş Devri yapısı, ancak çağıyla çelişkili bir yüksek mimari bilgisiyle inşa edilmiş. İnsanlann yerleşime başladığı kabul edilen dönemde, de, yani Neol itik Çağ’da veya Yeni Yeni Taş Çağı ya da Cilalı Taş dediğimiz tarih dilimlerinde 80 m çaplı kubbe nasıl yapılmış? Hem de yassı yassı bir kubbe kubbe.. Tencere Tencere kapa kapağı ğı dereces derecesinde inde yüksekliği yüksekliği var. var. Alçak Alçak kubbe yapmak bugün bugün bile zor. Aynca Aync a bina megalit. Yani büyük taş bloklarla yapılmış. Taş bloklar 10 ton ile 100 ton ağırlığında Cilalı Taş Devri’nde 100 km uzaktan getiriliyor. Binayı yapanlar 100 tonluk taşları diledikleri gibi kaldınp yerleştiriyorlar. İnşaat ne zaman yapüıyor? 5 000 yüdan daha önce. Mısır’ın piramitleri bu binadan binadan 500 yıl sonra yapılıyor. Girit uygarlığı uygar lığı 1 000 000 yıl sonra doğuyor. Neolitik Çağ’da böylesine usta mimari nasıl olabilir ve 100 tonluk taşları taşıyacak araç gereçler hangileridir? Bunlar yanıtla yanıtlana nama madı. dı. Ancak Ancak binlerce binlerce yıl öncesin öncesinden den kalan kalan böyle böyle yapılar yapılar var. Oruç Bey’in sözünü ettiği kubbe de hisarda çıkabilir, ben inanıyorum.” Profesör Kayhan İnsel, Cilalı Taş Devri ükelliği ile o dönemde yapılmı yapılmışş gizemli bina binalar lar aras arasınd ındaki aki çelişkiyi açıkl açıkladı adı.. “Taş blok megalit yapıların ve piramitlerin inşaat teknolojisi bilinemiyor, derler. Tamamen yanlış bu sav. Neden bilinmesin, teknoloji ortada. Açıkç a belli ki 5000 5000 yıl ve daha öncesinin bina bina
14 4
lan günümüzü aşan teknolojiyle yapılmış. Bilinmez olan kimlerin yaptığıdır? Bunları kimler yaptıysa, planı çizmiş, çalışacak usta kadroyu kurmuş, plandaki çizimlerde hesaplama hatası yapı yapılm lmam amış. ış. Cilalı Cilalı Ta Taşş Devri’nde Devri’nde müke mükem mmel bir inşaa inşaatt organiorganizasyonu yapılmış. Yani, ağır taş malzemenin taşınması, ustaların hatasız kubbe ve duvar işçiliği yapması, çalışanların yiyeceği, yataca yatacağı ğı kusursu rsuz yürü yürütü tülm lmü üş. Bu yapıtları yapıtları inşa inşa edenler kesin kesin-likle yüksek bilgilere sahipti. Mağara insanının henüz yerleşik olmaya başladığı, vahşi hayvanlar gibi yaşamaktan yeni yeni uzaklaştığı çağda günümüz teknolojisini de aşan yüksek bilgi sahibi başka insanlar olabilir mi? Ama olmuş demek ki... Çağımızın mühendisleri, bu kadar büyük kaya kütlelerini kesip taşı yara yarak k bir bir kent kent im imar ar edip edip edemeye edemeyeceklerind ceklerinden en emin değil. değil. Devasa bloklar metal kesici lazer kullanılarak kesilmiş gibi... Ve o çağda metal bilinmiyordu... bilinmiyordu... Şimdi Şimdi bütü bütün n gözle göz le görülür, görülür, elle elle tutu tutu-lur bu kanıtlar karşısında ne deniyor: ‘Fantezi veya kurgubilim romanı konusu...’ Bağışlayın ama bu kadar cahilce yorum olamaz.” Lara büyük ilgiyle dinlediği Profesör Kayhan İnsel’e sordu. “Bizden önce bizden üstün uygarlıklar geldi geçti ve onlann bıraktıkları kanıtlara rağmen bilimin inanmadığını söylüyorsunuz. Pekâlâ, dev taş yapılardan başka kanıt veya iz, herhangi bir belge neden yok?” “Bunu sormanız doğal. Taş yapılardan başka kanıt neden yok? İlk akla gelen soru. Taş binalar dayanıldı olduğundan günümüze kalan kanıtlardır. Ayrıca başka kanıtlar da gelecek yıllarda bulunabilir. Taş binaların mimari üstünlüğü geçmiş uygarlıkları kanıtlayan anıtlar olsa da inanmak istemiyoruz" dedi Profesör İnsel. “Bakın size bir başka kanıt göstereyim. Çağımızdan 1 400 yıl öncesine ait ai t bir ka kanıt.” nıt.” “Nedir o kanıt?” diyen Lara meraklanmıştı. “Kuran” dedi proföser. “Bakın size bazı sureleri ve ayetleri Kuran’dan okuyacağım. Lütfen dikkatle 40. Mümin Suresi 82. Kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl oldu ayeti dinleyin: ‘ Kendilerinden ğunu görmek için yeryüzünü dolaşmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan daha daha çoktu , daha aha güçlüyd güç lüydüle ülerr ve ve yeryüzünde yeryü zündeki ki es eser er ler bakımından daha üstündüler.' Ama kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir şey sağlamadı. Hazreti Muhamm Muhammed ed dönemindönemi nden çok önce büyük uygarlıklara ve üstün teknolojilere sahip toplumlarm yaşadığı Kuran’daki ayetlerde vardır. Geçmiş uygarlıkların üstün eserleri belirtilmektedir. Darwinci ilerlemeci tarih
1 45
insanların başlangıçta maymun gibi yaşadığım, taş ve mağara çağlarından günümüze doğru geliştiğini, evrim geçirerek uygarlaştığını ileri sürer. ‘Bizim kökümüz olan insandan daha önceki insan insan veya vey a uygarlık yok’ yok ’ der. der. Bizden önce daha daha ileri uygarlıkların yaşa yaşadı dığı ğını nı kabu kabull etmez etmez.. Ben aks aksin inii iddia iddia edi ediyo yoru rum. m. Üst Üstün ün uyg ygar ar-lıklar vardı.” Lara dayanamadı. “İnsanları yola getirmek, korkutmak için Hz. Muhammed daha önceki büyük uygarlıkların Tann’yı inkâr etmeleri sebebiyle yok edildiklerine inandırmak istemiş olamaz mı?” dedi. Porfesö Porf esörr güld güldü. ü. “Düşünmeden karar verirsek öyle gelebilir. Ben size sorayım. Mısır’d Mısır ’daki aki Keops Keo ps piramidini pi ramidinin n hacmi 2 51 515 00 000 m^’tür. m^’tür. 14 147 7 m yüksekliği vardır: 230 m tabam ve çok üstün bir tasarımı vardır. Piramidin 70 000 yıl önce yapıldığı iddialarına bile ‘yanlış’ diyemiyoruz. İnsanların ilkel hayvanlar gibi yaşadığı çağda bu piramidin yapılm yapılmas asıı için altı altı milyon milyon taşı taşın n çıka çıkart rtılm ılmas ası, ı, taşın taşınm ması, ası, yığılmas yığılmasıı ve yüzyıllara meydan okumasına ne dersiniz?” Lara biraz kızarmıştı ama gülüm gülümsedi. sedi. “Demek ki Mısırlılar mimaride çok ileri gitmiş.” “Evet” dedi profesör. “Çok üeriydiler, bu nedenle 7 Akbaba kubbesi de var olabilir. Hisarda yaptığınız araştırmayı gönülden destekliyorum. Belki tarihi yeniden yazdıracak bir sürprizle karşılaşacağız.” Üç değerli uzmanın desteğinden mutlu olan Bob ve arkadaşları teknik ayrıntılara girdiler, elektronik araştırma konusunda bilgiler verdiler. elyazmasım m Türk uzmanlara bıraktüar. Onlar, nlar, 1491 1491,, Oruç Or uç Bey elyazması kitabın orijinalini baştan sona dikkatle okuyacaklar, yeni bulgulara ulaşmaya çalışacaklardı. Ayrıca yazılanları çağm bakışıyla yoru yoruml mlay ayaca acakl klar ardı. dı. Tekra Tekrarr bir bir ara araya ya gelmek gelmek için sözle sözleşt ştile iler. r.
7 Akbaba’nm peşinde Ve nihayet araştırma sabahın 6’sında başladı. Elektronik aygıtları taşıyan otobüste üç Amerikalı uzman görev yapıyordu. Dev jeneratörler jeneratörler iki büyü büyük k ka kamy myon ona a yerleş yerleştir tirilm ilmişti işti.. Bütün tün medya medya Rumelihisan’na habercilerini göndermiş göndermişti. ti. Flaş ışıkları altında ilk arama çalışması başlatıldı. Büyük Büyük tarama tarama ve toprağa dalgalar dalgalar gönderme aygıtlarını televiztele viz-
1 4 6
yon kam kamer erala aları rı bir bir süre süre izle izledi di,, ar aram aman anın ın mon monot oton onlu luğu ğund ndan an sıkı sıkı-lan habercüer habercüer fazla faz la beklemeden bekl emeden gittiler. gittiler. Topr Toprağ ağa a da dalga lgalar lar göndererek göndererek altt alttak akii cisim cisimler lerin in biçim biçimler lerin ini, i, ölçülerim bildiren aygıtlar, hisann konser sahnesinin üstünde gezdiriliyordu. Bob’ Bob’a a göre, eğer eğe r kubbeli bir bi r bina varsa bulun bulunm ması ası gereken yer y er buras burasıyd ıydı. ı. Semiramis araştırmayı tüm dikkatiyle izlemekteydi. Elektronik aygıtlar ona çok yabancıydı. Bob’un konuşmalarından bilgi kapmaya çalışıyordu, ancak Bob hiç konuşmuyordu. Lara’yla yan yan ya yana na otu oturm rmu uşlar, lar, ay aygıt gıtlard lardan an laptoplara laptoplara gelen titreşimleri titreşimleri izliyorlardı. Semiramis’in olanları öğrenmemesi için konuşmu yor, yor, ya yan n yan yana a olduklan olduklan halde halde Live Messenger’la Messenger’la intern internette ette haberleşiyorlardı. Akşam saat tam 16.47’de Bob heyecanla titredi, Önlemi bıraktı, Lara’ya iri harflerle mesaj gönderdi. Semiramis de onun bilgisayar ekranım dolduran, “EUREKA!”18 yazısını gördü. Lara renk vermemeye çalışarak Bob’un başma dikildi, birlikte ekrandaki görüntüleri izlemeye başladılar. Bob fısüdadı. “Yıkık “Yıkık caminin caminin temeli temel i altında altında bir yapı var var.. Genişliği 37 m, Oraç Bey’in verdiği ölçüden 7 m fazla. Gönderdiğimiz titreşimler ne kadar hızla geri dönüyor görüyorsun, demek ki çatı çok sert... Yani bu ne anlama geliyor; kubbe Oruç Bey’in yazdığı gibi metal olmalı...” Lara dudaklarım Bob’un Bob’un kulağına yapıştırdı. yapıştırdı. “Efsane değilmiş Bob...” Aygıtların yanından koşar adımlarla gelen Debra da olağanüstü heyecanlıydı. Ellerini çırpıyordu. "Tarihe yeni bir sayfa açıyoruz açı yoruz çocuklar! diye bağırdı. bağırdı. Lara kaş kaş gözle Semiramis’i işaret etti. Debra döndü baktı, ama Semiramis yok yoktu. tu. Her za zam man anki ki kon kontağ tağın ınıı aram aramış ıştı tı bile. ile. Rusç Rusça a konu onuşuyord yordu u. “Aradıklannı buldular. Kubbeli bina olmalı” dedi. Biraz durdu karşı tarafı dinledi. “Yok yok... Şu anda akbaba filan belli olamaz, aygıtlar toprağa gömülü gömülü bir bina olduğu olduğunu nu gösteriyor, Bob’la Bob ’la şıllıklan şıllı klan pek sevindisevi ndiler...” “Çoban Köpeği yanımda, onu vereyim müjdeyi senden alsın” dedi karşıdaki. Çoban Köpeği demlen kişi önce bir sevinç çığlığı attı. “Dünyanın en büyük serveti avucumuza düşecek!.. Ben de İstanbu İstanbul’l’a a geliyorum.” geliyorum.” 18. Latincede,“BULDUM".
147
Koksal Berlin’deki Peter’i arıyordu. “Dostum müjde!.. müjde!.. Hisarda gömük bir bina buldu buldular. lar. Oruç Bey’in Bey ’in tarifine tam uyuyor.” Peter müjdeyi sakin karşüadı, sesi dalgın ve buz gibiydi. “Teo’nun “Te o’nun katilini bulmama bulmama yardımcı olmasını düerim.” Koksal konuşamadı, Peter’in acısını anlıyordu. “Bağışla Koksal, kardeşimin katilini bulamamak beni delirtecek...” dedi Peter. Yavaşça telefonu telef onu bıraktı. bıraktı. O sırada alışverişten alışverişten dönen Meg kapıdan girdiğinde kocasının konuşmalarım duydu koşarak yanma geldi. “Teo’nu “Teo ’nun n katilini mi bulmu bulmuşlar şlar Peter?” Peter Pet er acı acı gülüm gülümsedi. sedi. “Yok sevgilim. Hisara gömülü bir bina bulmuşlar. Köksal’m verdiği haber o işte. Yine de İstanbul’a gideceğim. Ne dersin?” “Git, gelişmeleri gelişmeleri buradan buradan izlemek izlemek sinirlerini bozuyor. bozuyor. Gitmen sağsağlığın için iyi olacak” diyen Meg bir süre süre Peter’e Pete r’e baktı, baktı, gözleri gö zleri dalmışdalmıştı, başı önüne düşmüştü. Hızla yatak odasına çıkan Meg bir süre soma sabahlığım giymiş olarak geldi kocasının dizlerine oturdu. Sabahlığının önü açılmıştı, iç çamaşırı ve mayo defilelerinde göz kamaştıran bacakları ortaya çıkmıştı. Kocasının elini tuttu, bacaklarının üstüne koydu. “Hadi gel sana güzel bir masaj yapayım sevgilim. Gerginliğin geçer... Kalktı, kocasını çekerek kaldırdı, sanldı, uzun uzun öptü, sonra yatak odasma doğru yürürlerken Meg sabahlığım üstünden attı, çamaşır giymemişti. Bir saat sonra Peter kendisini daha iyi hissediyordu. Köksal’ı aradı. “Özür dilerim Koksal, sana teşekkür etmeden telefonu kapadım. Şey... Yarın İstanbul’dayım ayrıntılı konuşuruz” dedi. Koksal tele t elefonl fonla a görüşürken görüşürken Debra yanına yanına gelmişti. gelmişti. Onu Onu kolundan tutarak kalabalıktan uzağa götürdü. “Dikkatimi çeken bir şey oldu, gömülü bina bulununca sevindim, Bob ile Lara’ya koştum. ‘Tarihe yeni bir sayfa açıyoruz çocuklar!’ çocuklar !’ diye diy e bağırdım. bağırdım. Lara L ara su sus işareti yaptı, Semiramis’i hatırladım, tüh derken arkama dönüp baktım Semiramis yoktu. Beni duyup duymadığını merak ederek üç dört adım geriye giderek bakındım. Semiramis yıkık minarenin arkasına gizlenmişti, işti, telefon tele fon ediyordu, ediyordu, çok heyecanlıydı...” heyecanlıydı...” “Kimi arıyordu arı yordu acaba?” acaba?” “Sabırlı ol. Huşça konuşuyordu. Birine Rusça bir şeyler söylü yord yordu. u. Yerin Yerinde de dura duram maz gibi gibiyd ydi. i. Çabuk Çabuk çabu çabuk k anla anlata tarak rak telefonu
14 8
kapattı, beni görmesin diye hemen işime döndüm.” Koksal iki eliyle yüzünü avuçları araşma aldığı Debra’ıun, dudaklarına bir öpücük kondurdu. “Muhteşem “Muhteşem dedektifim, seni seviyorum.” “Hişşşt, ne yapıyorsun, görecekler.” Debra koşarak ondan uzaklaşırken Koksal telefonunu açtı, Kubilay’ı ara aradı. dı. “Kubi, “Kubi, ağzı sıkı sıkı iki muhab muhabir ir al, al, telsizl telsizlii arabalardan biri biriyl ylee hisara gel.” Kısa süre sonra gelen Kubilay’a Semiramis’i gösterdi. “Bu kadının peşini bırakma. Nöbetleşe izlesin çocuklar. Evini öğrensinler, gittiği yerleri, konuştuğu kimseleri, görüşme saatini de koyarak not etsinler. Her hareketini yazsınlar. Gerekli gereksiz ayrımı yapm yapmasınlar.” asınlar.” Kubilay, Semiramis’e hayranlıkla bakıyordu. “Kamerayla da çekeriz. Şey müdürüm, uzaydan nu gelmiş bu güzel yaratık?” “Harikasın Kubi, yalnız dikkat edin, kadının güzelliğini seyre kapılıp kendinizi çaktırmayın, uzaydan gelen bu kadın çok uyanık. Sık sık telefonlaşalım. Hadi kolay gelsin... Haa Kubi, parktaki beyaz BMW 735 kadının arabası... Plakasında SEM yazan... Çoğunlukla şoförü, ara sıra kendisi kullanıyor. Böyle arabası ve şoförü olan arkeolog gördün mü Kubi?” Karanlık basınca işi bırakan araştırmacılar aygıtlarını topladı, otobüse yerleştirdi. yerleştirdi . Bob, Bob, Debra ve Lara Lara,, binanın binanın yerini yerini ve Ölçülelçülerini gösteren grafikleri laptoplanna kaydettiler. Çalınma ihtimaline karşı ana bilgisayardan silerek ayrıca CD’lere çektiler, sonra Koksalla birlikte otele gittiler. Semiramis “Yorgunum” diyerek yemek da davet vetin inii ka kabu bull etm etmemiş emişti ti.. Debra, Semiramis’in Rusça konuşmasını Bob ile Lara’ya anlattı, tı, Koksal da onu onu izlettiğini söyledi. Hepsinde bir merak başlamıştı; Semiramis kime hizmet ediyordu? Ertesi sabah uyanınca Peter’i karşılarında buldular. Özel jetiyle şafak sökerken gelmiş kahvaltısını bile etmişti. Kucaklaştıktan soma hisara yollandılar. Pete Peterr yold yo lda a bütü bütün n bulgulan bulgulan dikkatle dikkatle dinledi. dinledi. “Teo 7 Akbaba yüzünden öldürüldüyse, binaıun bulunmasıyla Teo’nu Teo’nun ka katil tiller lerii bize bize so sokula kulaca cak kla lard rdır ır,, bu umutla tla geldim” ded dedi. Hisara Hisara gittiklerinde gittiklerinde ekip çalışmaya çalışmaya ba başlam şlamıştı. ıştı. Semiramis’i sorsordular, henüz gelmemişti. O gün hava sıcaktı.
14 9
ÎstanbulMoskovaLöndra Semiramis, Moskova’yı aradı, telefon açılmadı. Kara Temur özel bir uçakla İstanbul yolundaydı. Kara Temur’un Moskova’da uçağa bindiği saatlerde; Londra, Fulham Road’ Roa d’daki daki ünlü ünlü antikacı Keramet hareket ha reketee geçti. 38 yaşındaki daki kızı Aylin’e Ayl in’e kendisi yokken yapması yapması gerekenleri gereke nleri tembihledi. “7 Akbaba tarihin gördüğü en büyük antika buluntusu yavrum. Truv Truva a hâzineler hâzinelerii büe büe 7 Akbab Akbaba a mücevh mücevherle erlerinin rinin yanınd yanında a sönük sönük kalacak kızım. kızım. Eşsiz antika mücevherler mücevherler bizim bizi m olacak. Operasyonu yakından yakından izlemeliyim. izleme liyim.”” İstanbul’a gidecek ilk uçakta yerini ayırttı. THY uçağındaki First Class koltuğuna koltuğuna oturd oturduğu uğunda nda belli etmemeye çalıştığı heyeheye canını yenmek için şampanya istedi. Şampanya kadehini ilk yudumda yanladı. Taze fıstıklan ağzına attığında mücevherle kaplı 7 Akbaba’yı zihninde canladırmaya çalışıyordu. şıyordu. Boylan Boyl an ne kadard kadardıı acaba? acaba? Üzerlerinde Üzerle rinde kaç tane mücevher vardı, vardı, irilikleri iril ikleri neydi? Ya antika antika değerleri?.. Aman Tannm! Tannm! İkinci fırtta şampanyayı şampanyayı bitirdi, bitirdi, fıstık fı stık dolu ağzıyla ağzıy la seslendi. “Bir tane daha lütfen.” Hostes görev gülücüğüyle kadehini alırken birden evhamlandı, tadı tadı kaçar gibi oldu. oldu. 7 Akbaba’yı ele e le geçire ge çirebile bilecek cek miydi? Müthiş üthiş bir operasyon yapüacaktı. Uzakta mı durmalıydı? İstanbul’a gitmekle hata mı ediyordu?
Kara Temur İstanbul’a Türk pasaportuyla girdi/Afganistan Sovyetler Birliği savaşında mücahitti. Savaş sırasında yaralanmıştı. Pakistan’a geçmiş, oradan da tedavi için Ankara’ya getirilmişti. Aslen Gürcü’ydü, İslam adına komünizmle savaşmak için Sovyet işgalindeki Afganistan’a gitmişti. gitmişti. Mücahit lideri olarak 1984’te Sovyetler’e karşı zirveye çıkan direnişte önemli rol oynadı. Mücahitlerin karşısında Sovyetler ağır kayıplar verdi. Kara Temur mücahitlere silah temininde Amerikalı ajanlarla teması olan kişiydi. Türkiye dahil çoğu dünya ülkesinden bulunma yan modem süah süahla lan n Ameri Amerika’d ka’da an ald aldıla ılar. Müca Mücahit hitler leree en büyü büyük k kayıpları verdiren Sovyet helikopterlerine karşı, omuzdan atılan Stinger füzelerinin Amerikalüardan alınmasında yine Kara Temur aracıydı. aracıydı. Stingerler neredeyse tüfek gibi her he r Afgan Afgan mücahidin sır sır tmdayd tmdaydı. ı. Kara Temur Temur gibi Usame bin Ladin de Afgan Afga n mücahit lider-
25 0
lerdendi ve v e Amerika Amerika’dan ’dan büy büyük ük destek alıyordu alıyordu.. 1987 yılının aralık ayında yaraları iyileşen Kara Temur Türkiye’de Türkiye’den n iltica ha hakk kkıı iste istedi di,, kabul edildi edildi ve v e böylece Türkiy Türkiyee Cumhuriyeti pasaportuna sahip oldu. Tekrar savaşmak üzere Afganistan’a döndü. Sovyetler’in 1989’da çekilmesinden sonra Kara Temur ortadan kayboldu. kayboldu. 1998’de Moskova’da görüldü. Lüks bir hayat yaşıyordu. Sayılı mafya babalarından biri olmuştu. AfganSovyet savaşı sırasmda KGB’ye çalıştığı, Amerikan silahlarının silahlarının tama tamamım mım mücahitlere da dağıt ğıt mayıp Rusya’ya gönderdiği söyleniyordu. El Kaide’nin onu öldürmek isted istediği iği duyu duyulm lmuş uştu tu,, am ama a herhan herhangi gi bir bir suikast gerçekleşmedi. gerçekl eşmedi. Kara Temur, kirli işlerini yaptığı patronu petrol devi Georg Koçiyef’e, “Hayatınım en akılsızca, en maceralı, en riskli ama en kazançlı işi olacak” diyerek İstanbul’a gelmişti. Alana iner inmez telef telefonun onunu u haberleşmeye açtı, açtı, açar açmaz da Semiras aradı. “Bugün kaç bininci arayışım, neredesin önemli şeyler oldu” dedi. “Yanın saat sonra otelde olacağım, oraya gel.” “İstanbul “İstanbul’’dasın ha ha...” ...” “Evet, otelde bekliyorum.” Gümrükten çıkar çıkmaz başta Faris olmak üzere adamlan Kara Temur’u karşıla karşıladı. dı. Hızla Hızl a kalabağm arasında arasından n geçtüer, adamlan çevresine etten duvar örmüştü. Bekleyen zırhlı GMC Yukon siyah cipe bindiler. İstanbul’a İstanbul’a gelişlerinde gelişlerinde kendisi gibi gi bi esld esld mücamücahit olan arkadaşı Gazi Hüseyin’in Aksaray’daki otelinde kalıyordu. Üç Üç yüdızlı yüdı zlı otelin otelin teras katı sadece Kara Temur’a aitti. aitti. Otelin kapısında başka korumalar bekliyordu, cip sürtünürce sine kapıya yan yanaşt aştı. ı. Kara Temur Temur hızla otele otel e geçti, asansörle teras katma çıktı. Orada da cephe arkadaşı Gazi Hüseyin karşıladı. Uzun uzun kucaklaştılar. Otelin karşısmdaki kebapçının mırra kahvesini çok severdi Kara Tem Temur, ur, mırracı hazır bekliyordu, bekliyordu, fincanı f incanı doldurdu esaslı bir bahşiş aldı ve mırra ibriğini bırakarak geri geri çıktı. “Eyyy Gazi Hüseyinim” dedi Temur. “Cihada hazır mısın?” İkisinin bildiği şifreli sözler, “Takım tamam mı, operasyona hazırlar mı?” anlamına geliyordu. Gazi Hüseyin güldü, elini göğsüne koydu. “Evvel Allah!.. Resuli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Kim mümin kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allahüteala da onun bir ihtiyacım giderir.’”
151
Kara Temur da memnun gülümsedi. “Allah razı olsun kardeşim.” Biraz sonra otelin terasına Semiramis de gelmişti. O gelince Kara Temur’un yanındakiler odayı boşalttı. Kara Temur kadmm Önden düğmeli dekolte kostümünün yarısını gizlediği göğüslerine ve yırtmacından gözüken bacaklarına hayranlıkla baktı. Semiramis’in yüzünde son derece ciddi bir ifade vardı.
Selim ile Sami 80 sayfasını çaldığı Oruç Bey kitabı kitabı uğruna katil olan Rahip Sebastian Augustinus’u Augustinus’un n torunları Selim ile Sami her öğle öğ le yemeğinde yemeğinde yaptıkları gibi, gibi, kepek k epek ekmeği ekmeği ile salata yiyorlardı. Karanlığı dağıtamaya dağıtamayan n ekonomik ampullerin ışığı yüzlerinin çıkıntılarını aydınlatabiliyordu anca an cak... k... Yanm yüzyıllı yüzyıllık k sandalyeler, sandalyeler, büyük kasa kasa,, dededen dededen kalma kalma iki masa kahverengi loşlukta l oşlukta iç karartıyordu karartıyordu.. “Ben sana demedim mi, mi, Robert Younger boşuna gelmez. Rumelihisarı araştırmasını araştırmasını şipşak bitirdi. bitirdi. Toprağa gömülü bir bina bulmuş. Basm toplantısıyla ayrıntıları açıklayacakmış. O bina dedemin anlattığı 7 Akbaba’l Akba ba’lıı kubbe mutlak mutlaka... a... Şimdi sıra Çemberli Çemb erlitaş’ taş’a a gelecek” dedi Sami. Selim Seli m güldü. güldü. “Bize akbabalar gerekli değil, kendimiz akbabayız zaten... Kutsal emanetleri araştırmaya başlaması bizi ilgilendirir. Dedem 60 yıl uğr uğraş aşm mış aram arama a izni izni alam alamam amış ış,, Robert denilen denilen herif devletten devletten arama iznini hemen koparttı. Neyse, iyi olacak, belki, kutsal emanetleri bulacak...” bulacak...” Onun sözlerini kardeşi tamamladı. “Kutsal emanetler mi? Bulsa da asla sahip olamayacak. Dünya yıkılsa yıkılsa da... ... Ya elind elinden en alaca alacağı ğız.. z...” .” Selim devam etti. “Ya da Abdülkeri Abd ülkerim m hepsini havaya uçuracak.” uçuracak.” İkisi de hmzır hınzır güldü. Selim yanm domatesi olduğu gibi ağzına attı.
Kenan ile Suzan Jan Janos os Klein’m Klein’m torunl torunlan an Kena Kenan n ile kızı Suzan uzan gazeteden gazeteden bir haber kestiler. “Amerikalı ünlü arkeolog Robert Younger Rumelihisan’na gömülü bir bina buldu.”
152
Dükkânda biri varmış da onları duyacakmış endişesiyle çevresine bakındı Kenan, yalnız olduklarına kanaat getirince fısüdadı. “Dedem Janos’un defterlerim oradan alsak mı?” “Yıllar boyu orada durdu baba, neden şimdi almak istiyorsun?” “Arkeolog becerikli bir adam. Orayı da araştırırsa diye korku yoru yorum. m.”” “Orayı neden araştırsın baba, akima bile gelmez...” Babası başım salladı. “Anlamıyorsun kızım, orası biliyorsun ki...” derken dükkâna müşteri girdi. Sustular.
Bob ile Semiramis Saat Saat 20. 20.00 00’ye ’ye iki kala kala Semiramis Semiramis Bob’u Bo b’u aradı. aradı. Çok teklif teklifsizd sizdi. i. “Sevgilim sadece Taittinger Comtes de Champagne Blanc de Blancs Blancs içerim, eğer yoksa yoksa Dom Perignon söyle söy le lütfen lütfen... ... Ve sadece füme somo somon n üstü üstü siyah ha havya vyar... r... 1 saat som so ma yarımdayım.” yarımdayım.” Semiramis telefonu kapatınca Bob güldü. “Yahu tam Jack Lemmon’lık hikâye bu, ama o da öldü maalesef...” Semiramis saat 21.00’de Bob’un odasının kapısını tıklattı. İçeri girer girmez girmez Bob’a Bob’a sarılıp dudaklar dudaklarını ını acıtırcasma öptü. öptü. “Beni hazır bekliyorsun galiba,” Bob robdöşambr giymişti. “Robun içine çamaşır çamaşır giymedin değil mi?” Bob’un gövdesine bastırdığı vücudunu birden geri çekti, buz kovasını kovasının n bulunduğu bulunduğu sehpaya sehpaya yürüdü yürüdü,, baktı. baktı. “Aa bu şampany şampanya a benim istediklerimden değil...” Bob yine aptal âşıkların şaşkın tavrıyla özür diledi. “İkisi de yokmuş, Cordon Rouge iyi şampanyadır ama...” Semiramis şişeyi boynundan tuttu kovadan çıkardı, gülerek Bob’a gösterdi. gösterdi. “Nasıl iyi kavrıyor muyum? Neyse, aç şunu!..” Şampanyalarım içerken divanda yan yana oturuyorlardı. Semiramis elini Bob’un robdöşambrının içine sokmuştu. Diğer eliyle soyunuyo soyunuyordu. rdu. Sonra Bob’u Bob’u yatağa çekti. Bütün bildiği oyunları büyük bir enerjiyle uygulayan Semiramis Bob’u kendi cennetine uçurmuştu. Bob sırtüstü düştüğünde kadın kadın tuvalete fırladı. “Hap alsam da hamile kalmaktan çok korkarım” dedi. Döndüğünde Bob’u hiç kımıldamadan tavana bakar bir halde
buldu. “Herif mest oldu, oymanın tam zamanıdır” diye düşündü. Yanma uzandı, göğüslerini onun dudaklarına değecek kadar yaklaştırdı. “Bob, ilişkimiz ebediyen sürsün... Hiçbir erkek senin kadar zevk vermedi. Önemli Önemli bir bilim adamı olman da beni beni etkiliyor. Beynine de âşık oluyorum...” Bob içinden konuşuyordu: “Beynime âşık oluyormuş... Tam orospu lafları... lafları... Hiçbir erkek e rkek benim kadar kadar zevk zev k vermemiş, sahtekâr sahtekâr karı ıslanmadı bile...” “İlişkimiz sürecek mi?” diye sordu Semiramis. Bob oynamaya devam etti. “Benimle Amerika’ya gelir misin?” “Sibirya’ya “Sibirya’ya bile gelirim sevgilim.” ( “Vay yalancı yalancı Sibirya’ya gelirmiş.”) “Biliyor musun Bob, ben Moskova Üniversitesi’nde arkeoloji okudu okudum. m. Mosk M oskova ova’da ’da olcu olcu, Amerika Ame rika’da ’da yaşa...” Bob’a Bob ’a biraz daha soku sokuldu ldu.. “Amerika’ya gidince senin asistanın olurum. Birlikte çalışırız. İşten sıkılınca sevişiriz, sen yine beni tavanlara vurdurursun.” “Tabii “Ta bii tabü, ne güzel olur...” ( “Tavana “Tavana vurdururmuşum, vurdururmuşum, bu kadar uzun süren sevişmeden bile etkilenmedi, kupkuru kaldı... İlginç... İlginç... Ama Am a ne olursa olsun olsun çok lezzetli lez zetli kadm.”) kadm.”) Cilveleriyle Bob’u etkilediğine inanan Semiramis bilgi almaya çalıştı. “Hisardaki araştırmada bulduğu bulduğun n binanın içinde içi nde bir, bir, şey var var mı?” “Gönderdiğimiz dalgalar bir yere çarpınca orada bir yapı veya kayalık olduğunu bildiriyor. Sonra dalgaları göndererek çarptığı yerin biçimin biçiminii belir belirliyo liyoru ruz. z. Ulaşab Ulaşabildi ildiğim ğimiz iz kad kadar arıyl ıyla.. a...” .” Burada sustu Bob, sonra Semiramis’in gözlerinin içine baktı. “Bu söyleyeceklerim aramızda kalacak, sakın kimseye söyleme. Binanın içi büyük düş kırıklığına sebep olabilir. Elektro dalgalar şu ana kadar kadar hiçbir hiçbi r şey göstermedi. Kutu Kutu gibi dört dör t köşe kaba bir bina görülü görülüyor yor,, içi belki de bomboş.” “Binayı ortaya orta ya çıkarıp içine içi ne bakmayacak bakmayacak mısınız?” “Bakanlık kazı yapıp girmemize izin verirse bakacağız elbette.” “Beni de içeri içer i sokar mısın o zaman?” zaman?” Bob yan döndü, Semiramis’in göğüs uçlarım öptü. “Elbette sevgilim, ne demek, binaya ilk seninle birlikte gireceğiz... İçinden gülüyordu.”
154
Rumelihisarı... Tepedeki Çakal Basın Basın toplantısı toplantı sı çok ç ok kalabalıktı. kalabalıktı. Anıtlar Anıtlar Kurulu Kurulu üyelerinin bazıba zıları ve Kültür Kültür Bakanı Bakanı da Rumelihisan’ Rumelihisan’na na gelmişlerdi. gelmişlerdi. Resmi Resmi protokol protokolü ü korumak korumak amacıyla hisann hisann içinde içinde ve ve dışında güvengüvenlik önlemleri alınm alınmıştı. Hisann üstü üstünd ndee yirmiye yakın polis görevdeydi. Altısı keskin nişancıydı, uzun namlulu silahlan vardı. Hisann içini gözlüyorlardı, Arkalanndaki sık çalıların arasından bir polis daha çıktı. Onun Onun da tüfeği tüfeği vardı vardı ama diğerlerinden diğerlerinden farkk gözüküyordu gözüküyordu.. Basın toplantısmm ilk konuşmasmı Debra yaptı, araştırmanın teknolojisini anlattı. Ardından Bob aldı sözü. Peşlerinde olanlan yanıltacak ve umutlarmı kıracak bir konuşma hazırlamıştı. “Bugün “Bugünee kadar efsane sanılan antik bir bina bi na bulduk bulduk.. Efsanede Efsanede hisann hisann altında altındaki ki binada bazı bazı süsle süslerd rden en,, heykellerden heykellerden söz söz ediliyordu. ediliyordu. Bulduğu Bulduğum muz binada heykel, süsleme süsleme gibi gibi zengi zenginli nlikle klerr yok. Bugün Bugünee kadar süren çalışmalanmız binanın içinin boş olduğunu gösteriyor. Ancak binan binanın ın kendisi kendisi de çok ç ok değerli. Biz çalışmalara devam edeceğiz. Binan Binanın ın kesin kesin yaşım da belirleyeceğiz. belirleyeceğiz. Bir söylentiye söylentiye göre göre Roma döneminden kalmış su sarnıcı da olabilir.”
Sonradan ortaya çıkan polis hisar içini çok açık gören surların üstündeki çalılığa girdi. Diğer polisler onu görmemişti. Yere çöktü, tüfeğinin dürbünüyle basm toplantısmdakileri taramaya başladı.
Biraz daha bügi verdi Bob, bilgisayar bulgularının üçboyutlu fotokopileri davetlilere gösterildi. Binanın kutu halinde taş yapı olduğu açıkça belliydi. Kültür Bakanı, antik binanın üstünde bulunan sahnenin kınl ması için verilen izin belgesini imzalayıp Bob’a havalı bir edayla uzattı. Bob çok teşekkür etti. Gece çalışmasıyla taş sahne kınlacaktı. Sonra eski hisar camimin temeli ortaya çıkacaktı. Temelde de bazı bölümler kazılacak tı. Temelin altındaki binaya böylece daha kolay elektrodalga ulaştınlacak, net veriler toplanacaktı. Bakan ve diğerleri gittikten sonra hisann içi tenhalaşmıştı. Bakanla birlikte polisler de hisardan ayrılmıştı. Çalılığa gizlenen polis herkesin gittiğine emin olduktan sonra telefonunu açtı.
155
“Av yoktu. İki saat gözledim o gelmedi” dedi. “Lanet “Lane t olsun şanslı orospu çocuğu” diyer d iyerek ek daha bir bi r sürü sürü küfür küfür etti karşıdaki ses. Adam telefonu kapadıktan sonra tüfeğim söktü, dört parçaya ayırdı, polis elbisesini çıkardı, hepsini omuz çantasına tıkıştırdı. Polis elbisesinin altına giydiği lacivert tişört ve cin pantolonuyla çalılığın içinden çıkarak uzaklaştı. Gece çalışacak olanları hisarda hisarda bırakıp bırakıp otele o tele yol almadan almadan önce Bob, Semiramis'e yorgun olduğunu söyledi. “Bugün erkenden yatacağım, yarın çalışmalara gelmeyeceğim, sen de dinlen, öbür gün buluşuruz” dedi. Semiramis kedi gibi mırıldanarak sahte bir küskünlük tavrı takındı. Göğüslerini Bob’un göğüslerine dayadı. “Ne yapalım, bu güzel vücuttan yararlanmadan ömründen bir gün yitiriyorsun, sen düşün” dedi.
Hisarda saat 21.15’ti. Hisann girişi sıkı korumaya alınmıştı. Bekçiler tanımadık kimseyi yaklaştırmayacak^. Semiramis’i atlatan Bob ile bütün ekip geri dönmüştü. Gece çalışmasma kalanlar taş sahnenin küçük bir kısmını kırmışlardı. Bob zaten sahneyi tamamen kırmak istemiyordu. Bu göstermelikti. Çalışmanın amacı, alttaki kubbeli binanın zeminine kadar sahnenin kenarından kuyu açmaktı. Çelik çemberlerle iç çevresi korumaya almacak kuyuya Bob inecek, binanın içine nasıl nasıl girebi g irebilecekl leceklerini erini an anlay layaca acaktı. ktı. Radarların kaydettiği ölçüye göre binanın kare çatısının genişliği 37x37 metreydi. Yüksekliği ise 16 metreydi. Bina, üstündeki yıkılm yıkılmış ış cami caminin nin temelin temelinden den da daha ha geni genişt şti. i. Bob binan binanın ın tam tam yanıyanına inmek istiyordu. Mühendis Brian Cole hesabı yapmıştı. Artık başlayabilirlerdi. Toprağın Toprağın yumu yumuşa şaklı klığı ğı işlerini işlerini kolay kolaylaş laştırd tırdı. ı. Kuyu Kuyu yarı yarıya yarıya açılmıştı. İki günlük çalışmadan sonra binanın zeminine inebilirlerdi. Saat 00.30’da çalışmayı kestiler. Delme makinesinin gürültüsünü hisar üstündeki evler şikâyet ederse polis “Ne oluyor?” diyerek gelebilirdi. Yapılan işleri kimsenin görmesini, bilmesini istemiyorlardı. Kuyunun ağzını kaim kerestelerle kapadılar. Kerestelerin üstüne geniş demir levhalar koydular. Onun üstüne de malzemeleri yığdılar. Şöyle bir baktılar, iyi kamufle etmişlerdi. Görülen sadece sahnenin kırılmış taşlarıydı.
156
Monsenyör Anselmo Colombano Colombano İstanbul’un tatsız günüydü. Bulutlar güneşi örtmüş, yağmurun ıslattığı asfalt yollar iyice kararmış, araçlar farlarım erken yakmışlardı. Akıp geçen otobüslerin camlarındaki soluk yüzler kederli kederli bakıyordu. bakıyordu. Akşama doğru gü günün isteksiz aydınlığı aydı nlığı kaybokayb olup gitti. İstanbul’a yakışan yakışan bir bi r gün değildi. Roma’da Roma’ dan n gelen uçak indiğinde indiğinde Yeşilköy Yeşi lköy’de ’de yağmur dinmemiş dinmemiş ti. Yolcuların arasındaki tek siyah takım elbiseli, siyah gömlekli adam ad am pasaport pasaport kontrolünden kontrolünden geçtikten geçtikten sonra doğruca doğruca çıkış çıkış kapışma şma yür yürüd üdü. ü. Çanta Çanta sayılacak ufak ufak valizind valizinden en başka bagajı bagajı yoktu, çantayı da uçakta yanma almıştı. Siyah Siyah elbisesi elbisesi kaliteli kaliteli kum kumaştan aştandı. dı. Siyah Siyah gömleği, siyah kravatı ve ayakka aya kkabıları bıları gösterişsizdi am ama a kimse kimse ucuz ucuz olduklarım söyl söyleyeme eyemezzdi. Kalın gür saçlan saçlan şakaklarında ağa ağarm rmıştı, ıştı, üstlerde kırçıldı. kırçıldı. Uzunca boyluydu boyluydu,, iriydi, göbekliydi. göbekliydi. Ensesi Ensesi kaim ve katlıydı, katlıydı, yüzü büyükbüyüktü, şişkin yanakları gömleğinin yüksek yakalan üstüne inmişti. İki kat gerdanıyla görkemli gözüküyordu. Birbirine çok yakın kalın kaşlarının altındaki ufak gözlerinin lacivert olduğunu anlamak zordu. Gözaltlan hafif torba yapmıştı; burnu enli, uzun ve büyüktü; üstdudağı ince, altdudağı iyice kaim ve sarkıktı. Sinekkaydı tıraş edilmişti, koyu esmer yüzü parlıyordu. Başı dikti, kendisini arkaya atar gibi ve çok sert adımlarla yürü yürüyord yordu. u. Onu, siyah elbise giymiş sportmen havalı bir genç karşıladı. Hürmetle önünde eğildi, çantasını almak istedi. O vennedi. Eliyle “önden yürü” gibilerden işaret yaptı. Genç adam önündeydi ama saygısmdan sırtını dönemiyor yan yan gidiyordu. O genç adam temizleyici Ejder, gerçek adıyla Drago’ydu. Havaalanı binasından çıkar çıkmaz siyah son model bir Audi RS6 yanaştı. Drago kapıyı açtı, konuğu bindirdikten sonra şoförün yanına geçti. Yola boyunca hiç konuşmadılar. Şoför gideceği adresi biliyordu. Tepebaşı’na geldiler. Antika binanın önünde durduklannda konuk ilk defa ağzmı açtı. “24 “2 4 saat telefo telefonımuz nımuz ve ve araba hazır olacak. Buraya çok çok yakında olacaksınız.” İtalyanca konuşuyordu. Şoför ile Drago da aynı dilde, “Başüstüne efendimiz” dediler. Drago fırladı, arabanın kapısmı açtı, konuğun baş işaretiyle apartmanın kapı zilini çaldı. Tepebaşı’nm İtalyan yapısı muhteşem eski binalarından olan apartman çok bakımlıydı. Kapıya
157
koşan telaşlı ayak sesleri duyuldu. İki kişi birden kapıyı açmıştı. Konuk girerken abartılı bir saygıyla iki büklüm oldular. Audi sessizce biraz ileri gitti. O gün, Selim ile Sami’yi ziyaret eden kişi önemli biriydi. Mon senyör Anselmo Colombano diplomatik Vatikan pasaportuyla Türkiye’ Türkiye’ye ye gelmişt gelmişti. i. Selim Selim ve Sam Sami Ağu Ağustos stos kardeşle kardeşlerr son derece derece saygı gösterdikleri kişiyi Tepebaşı’ndaki evlerinde konuk ediyorlardı. Elini öptüler, duasını esirgememesini rica ettiler. Aile içi kutsal tören bitince konuğun yüzündeki ilahi ifade değişti, işadamı ciddiyetine dönüştü. Monsenyör Anselmo Colombano valizini masanın üstüne koymalarını istedi. Valizi açtırdı, kişisel eşyalarının arasındaki üstü ipek kaplı çantayı çıkarmalarım istedi. Selim ile Sami her buyruğunu saygıyla yerine getirdiler. “Açm çantayı!” İki kardeş açtılar. O anda kutsal yeşil ışık yüzlerini aydınlatmıştı sanki... sanki... 100 dolarl dol arlık ık yeşil yeşil banknotlar banknotlar onlara onlara gülümsüyordu. gülümsüyordu. “5 milyon dolar!..” diyen Monsenyör Colombano kaşlarım çatmış, koyu lacivert boncuk gözlerini onların gözlerine ok gibi sap lamıştı. “Dört kardeşimizin katledilmesi bizi üzdü. Önlem almalıydınız, onlara kendilerini korumayı öğretmeliydiniz. Tedbirsiz davrandılar. Dedeniz ve babanız sizin gibi başarısız değüdi.” Selün ile Sami renk vermediler ama aynı anda aynı şeyi düşündüler: düler: “Onla “ Onların rın öldürülmesini öldürülmesini örgüt emretti, monsenyör monsenyö r neden rol ro l yapıyor yapıyor?” ?” İki kardeş başları önlerinde, akıllan 5 milyon dolara takılı özür dilediler. “Biz genciz deneyimsiz olduğumuzdan hata yaptık efendimiz, bir daha olmayacak.” “Aileniz 60 yıldan beri misyonerlik organizasyonunu yürüttü, dinimize hizmet etti. Siz de görevinizi kusursuz yapmalısınız.” “Yemin ederiz İd kusurumuzu görmeyeceksiniz efendimiz” dedi iki kardeş. Selim, “Monsenyör dümen mi yapıyor, yoksa dört papazm infaz emrini gerçekten mi bilmiyor? Bilmiyorsa örgütte bölünme mi var?” diye düşündü. Monsenyör Anselmo Colombano iyice ciddileşti, İtalyan aksa myla konuştuğu Almanca sözlerini daha da sertleştiriyordu. “İstanbul’da araştırma yapan Amerikalı arkeolog hisardan soma araştırmasına Çemberlitaş’ta devam edecekmiş. Kutsal
15 8
emanetlerin orada olup olmadığına bakacakmış. Bilgiyi, araştırmaya sponsor olan Amerikalı bir kardeşimizden aldık. İşte bu durumda kritik tarihe gelmiş oluyoruz. İki kardeş “kritik tarih” sözünü duyunca endişeyle kımıldadılar. Monsenyör tehdit dolu anlatımım sürdürdü. “Onlar araştırmaya başlamadan Çemberlitaş’ı havaya uçuracaksınız!..” Selim ile il e Sa Sam mi yerlerinden yerl erinden sıçradı. sıçradı. “Havaya mı uçuracağız? Çemberlitaş’ı mı?.. Biz mi, yani biz mi uçuracağız?” “Sakin olun” dedi Monsenyör. Monsenyör. “Elbette “Elbette bu kutsal kutsal yıkımı yıkımı siz bizzat bizzat yap yapmaya yaca caks ksın ınız ız.. Ta Tari rih hi eserl eserleri eri bu bulm lma anızı, ızı, ka kaçı çırm rman anız ızıı sağl sağla aya yan n dostlarınızın dostlarınızın boıubacüanm boıubacüanm kullanacak kullanacaksınız. sınız. 5 milyon milyon doların doların 3’ünü 3’ünü onlara verebilirsiniz. 2 milyon dolar misyonerlere dağıtılacak.” “Tehlikeli bir düşünce efendimiz.” “Düşünce değil. Karar!.. Ve siz uygulayacaksınız. Soma sır perdesinin arkasına çekileceksiniz. Biliyorsunuz, Vatikan’ın sırları öbür dünyada bile açıklanmaz.” Sami ağabeyinden daha cüretkârdı, monsenyöre yanıt verecek cesareti cesareti vardı.” vardı. ” “Efendimiz, iyi düşünülerek alınmış bir karar mı söylediğiniz? Çemberlitaş’ı kaidesi ve temeliyle birlikte yok edecek güçte bomba binlerce kişinin ölümüne sebep olur. O bölge her zaman çok çok kalabalıktır. kalabalıktır. Yakınında Kapalıçarşı Kapalıçarşı ve cami var var,, patla patlama ma sonusonucu yıkılırlarsa ölü sayısı çok yüksek olur.” Monsenyör Anselmo Colombano delikanlının sözlerine kızdı. Ayağa kalktı ve elini masaya vurdu. “Bana bak budala!.. Şu anda üç suç birden işledin. Birincisi bana yanıt verdin. İkincisi kararımızı tartıştın. Üçüncüsü akıl vermeye kalktın. Kararımızı tartışmaya kalktığın bizler dünyayı yöne yönetiy tiyoru oruz. z. Sen Sen günah ünahk kâr bir fare faressin. in. Sana bunla bunlan n söylemez söylemez cezalandırılmam isterdim isterdi m ama ama bir kredin var, var, o dedendir. dedendir. Mez Mezhehebimize hizmet uğruna insan öldürme günahına seve seve katlanmış bir rahibin torunusun. Deden ve baban 60 yıldır her emri kusursuz yerine getirdi. Bu ülkede dinimizi yaymak için uğraş verdiler. Biz de antikalarını dünyaya satmalarında yardımcı olduk olduk.. Bu sayede sizl sizler er zenginsin zenginsiniz. iz. Şunu bil ki, biz bi z ceza cez a verirs ver irsek ek senin ölümünle bitmez, soyun bu cezayı kıyamete kadar çeker.” Sami ses çıkarmadan dinliyordu, ağabeyi Selim kaildi monsen yörü yörün n önü önünde nde diz çökerek çökerek ellerini ellerini tu tuttu öpmeye öpmeye ba başla şladı.
15 9
size karşı gelmedi, amacım ifade edemiyor efendimiz. Agnus Dei’yi bilmiyor. İzniniz olmadan kendisine anlatmak istemedim.” Bir yandan ağlayan Selim kardeşine işaret etti, Sami de mon senyörün önünde diz çökerek elini öptü. “Beni bağışlayınız efendimiz. Size karşı gelmedim, akıl vermedim.” Monsenyör Anselmo Colombano onlan iyice korkuttuğunu anlamıştı. Ses tonunu değiştirdi, bağışlayıcı tavrım takındı. “Kalkmız çocuklarım. Her insan günah işleyebilir. Ben Tanrı adma sizi affediyorum. Şunu öğrenmelisiniz; Agnus Dei’nin kararlan tartışılmaz, sadece uygulanır... Ne olursa olsun uygulanır.” Selim ile Sami doğruldular, süt dökmüş kedi gibi pismiş bekli yorlar yorlardı. dı. Monsenyör Monsenyör teatral teatral bir tavırla elini elini kaldı kaldırd rdı, ı, onlan takd takdis is etti. “Oturan!..” Selim ile Sami oturduktan sonra monsenyör sözlerini belleterek ağır ağır konuştu. “Çemberlitaş’m kaidesi ve temeli uçurulacak. Öyle ki, kutsal emanetlerin gömülü bulunduğu ileri sürülen kayanın tozu kalma yaca yacak k. Kutsa Kutsall emane emanetler tler yok olac olacak ak.. Dostların Dostlarınızla ızla hemen hemen konukonuşun. Amerikalı arkeolog işe girişmeden bomba patlatılmalı. Anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı efendimiz” dediler Selim ile Sami sadece. “Bu işi başaracaksınız, değil mi?” “Başaracağız efendimiz.” “Tann yanınızda olacak” dedi Monsenyör ve valizini kapatmalarını işaret etti. Ertesi sabah Monsenyör Anselmo Colombano İtalya’ya döndü. İki kardeşin huzuru kaçmıştı. Kara kara düşünüyorlardı. O güne kadar kadar keyifle keyi fleri ri yerindeydi. İçleri İçl eri Katolik, Katolik, dışları Müslüm Müslüman an TürkiTürki ye Cumh Cumhuri uriyet yetii vatand vatandaşla aşları rı olarak olarak İstanb İstanbul’da ul’da yaşıyorlar yaşıyorlardı. dı. Kazançlan çok iyiydi. Tarihi eser kaçakçılığında en büyük işleri onlar yapıyorlardı. Dedelerinden ve babalanndan miras kalan kutsal görevleri ise Türkiye’dek Türkiye’dekii Hıristi Hıristiyan yan misyone misyonerleri rleri organize organize etmek etmek,, Müslü üslüm man Türkiye’de Türkiye’de Hırist Hıristiyan iyanlığı lığı yay yaym maktı. aktı. Çok sessiz sessizce, ce, olağan olağanüs üstü tü dikdikkatli davranarak misyonlannı sürdürüyorlardı. Hıristiyanlığa dönenlere para yardımı yapıyor, bunların içinden misyonerlik yapma yapmak k isteyenleri isteyenleri dolgu dolgun n maaş maaşlar lara a bağlıy bağlıyorl orlard ardı. ı. İlk bakışta yaptı klan dini inanç hizmeti olarak görülse de örgütün tün emriyle provokas pr ovokasyon yon amaçlı sabotaj, sabotaj, yanlış bilgi bi lgi yayma, med-
160
yada yadan n ada adam m satm satm al alm ma gibi gibi tehli tehlikeli keli görevleri görevleri “ta “ taşe şero ron n çetelere” uygulatıyo uygulatıyorlardı. rlardı. Agnu Agnuss Dei’ Dei’n nin çok önemli saydığı iki cinayeti de onlar organize etmişti. Dede Dedele leri ri Rahip Sebastian Augustinus’ Augustinus’u un, 19 1929 29’’da kurulan kurulan Agnus Dei’nin (Tanrı’nm Kuzusu İsa Gizli Örgütü) ilk üyelerinden oluşu sağ salim Türkiye’ye ulaşmasını sağlamıştı. Agnus Dei’nin dünyanın bütün ülkelerinde, yerine göre açık, duruma göre gizli elçilikleri vardı. Bu kişiler kardinal rütbesindeydi. Türkiye’de Türkiye’deki ki gizli gizli elçi Abdü Abdülke lkerim rim ise ise, dış ticare ticarett yapa yapan n tan tanınınmış bir kişiydi. kişiydi. Ör Örgü gütün tün sadece sadece üst düzey yönetimi yönetimi onun onun gerçe ger çek k kişiliğini biliyordu. Örgüt toplantılarında adı geçtiğinde yerini belirtmek için “Konstantinopolis Efendisi” olarak anılırdı. Agnus Agnus Dei’ De i’nin nin başka İslam ülkelerinde de örtülü elçile elç ileri ri vardı. Mısır’daki gizli kardinalin adı “Firavunların Efendisi”, Fas’taki gizli kardinalin adı “Fez Efendisi”, Lübnan’daki “Baalbek Efendisi”ydi. Beyrut’ta yerleşik Baalbek Efendisi iç savaşa kadar kadar Hıristiyan Hıristiyan Katolik kimliğini ve kardinalliğini kardinalliğini açıkç a çıkça a ortaya koyardı. İç savaş sonrası Lübnan’daki Hıristiyan nüfusun hızla azalması, Sünni Müslümanlar yanında Şii Müslümanlar ile Filistinli göçmenlerin göç menlerin artm artması, ası, Ha Ham mas ve Hizbullah Hizbullah örgütlerinin aktif akt if olmasıyla durum değişti, kardinal Beyrut’u terk etti. Yeni kardinal Arap isimli Hıristiyan’dı, misyonunu gizleyen saygın bir işadamıydı. Kendisini güvende hissettikten sonra resmi olarak Opus Dei örgütünü ve örtülü olarak Agnus Dei örgütünü Lübnan’da kurmuştu. “Konstantinopolis Efendisi” Efendisi” Müslü Müslüm man Türk biliniyordu, gazetelerde, televizyon haberlerinde sık görülen biriydi. Agnus Dei örgütünün Abdülkerim’den sonra gelen beş yöneticisi Müslüman bilinirdi, bilinirdi, derin aile kökleri köklerinde nde Hıristiyanlar vardı. vardı. Ticari Ticari işler işlerin inii ustac staca a yürütü rütüyyorlar rlard dı. İslam İslam din dininde inden n bilin bilindik dikler lerii için İslami sermaye gruplarının içinde “koyu muhafazakâr Müslümanlar” rolüyle yer edinmişlerdi. Din istismarcılarıyla ortaklaşa kurdukları kurdukları holdingleri, holdingleri, bankaları vardı. Namuslu Namuslu ama cahil cahil dindar dindar halktan büyük büyük paralar topluyorlardı. Evlerinde resim bulunmazdı, duvarlarım İslami hatlar süsler, çoğunun eşleri İslami tesettüre göre giyinirdi. Ramazanda oruç tutar, namaz kılarlardı. Çıkarları için her boyaya giren kişilerdi. 1928’de kurulan Opus Dei (Tann’mn Yapıtı) örgütünden esinlenerek 1929’da kurulan Agnus Dei kurucularının amacı dine hizmet değildi. Kalın sır perdesinin arkasında karanlık işleri Hıristi yanlık yanlık ad adın ına a yapıyor yapıyor göz gözük ükme mekt ktey eydi dile ler. r. Vati Vatik kan onla onların rın faaliyetifaaliyeti-
161
ne şiddetle karşıydı, ancak örgüt yasal değü gizliydi, yasal engelleme mümkün olmuyordu. îkinci Dünya Savaşı’nm en kanlı günlerinde Sebastian’m İstanbul’da tutunması Agnus Dei’nin cömertçe verdiği paralar sayesinde olmuştu. Türkiye vatandaşlığına örgütten aldığı destekle geçebilmişti. Agnus Dei yardım yardı m etmişti ama rahibi rahibi ömür boyu boyu borçlandırmış tı. Sebastian Augustinus’tan artık hizmet bekliyorlardı. “Müslüman Türk vatandaşı Sebati Ağustos” kimliği rahat çalışmasını sağlayacaktı. Agnus Dei’ye bağlılığını göstermeye mecburdu. Savaşta tarafsız kalmasına rağmen Türkiye, bütün dünya ülkeleri gibi yoksulluğu yaşıyordu. Ekmek karneyle veriliyor, şeker yerine kuru üzüm kullanılıyordu. Temel gıda maddelerini bulabilmek şanstı. Bir jilet aylarca kullanılıyor, ayakkabıların altı defalarca pençe yapılarak değiştiriliyor, pantolonlar yamalı giyiliyordu. Savaşm kargaşası içinde Sebastian fırsatları değerlendirdi. Fakir, yılgın, umutsuz, bunalıma girmiş, dinini düşünmek bir yana carımdan bezmiş, öteki dünyadan bile umudunu kesmiş Müslümanları buldu. Dostça sokuldu, yardım etti. Hıristiyanlığa çevirmeye gelince bu fakir Türkler öfkeleniyor, armağanları geri veri yorla yorlard rdı. ı. Başa Başarıs rısız ız olmu olmuştu, ştu, uzun zun uğra uğraşl şlar ar sonu sonucu cu ancak ancak birkaç birkaç kişiyi Hıristiyanlığa Hıristi yanlığa çevirebilmişti. çevirebilmişti. Kurnaz Sebastian örgüte başarısız gözükmemek için formülü buldu. İşsiz güçsüz, ailesi olmayan bazı kişilere, “Sen Hıristiyan gözük, benden paranı al!..” dedi. Agnus Dei’nin müfettişleri Türkiy Türkiye’ e’ye ye gelip gelip yeni yeni din dinda daşl şlar arıy ıyla la tanı tanışm şmak ak istedi istedikle klerin rinde de ka karşü rşüa nna bu sahte Hıristiyanlan çıkarıyordu. Kalabalık cemaat Agnus Dei’yi memnun etmekteydi, çünkü Hıristiyan zenginlerden “dünya yı Hıri Hıristi stiya yanl nlaş aştır tırm ma” ad adın ına a astro astrono nom mik ba bağı ğışla şlarr alıy alıyor orla lard rdı. ı. Böylece, Osmanlı Osmanlı döneminden döneminden beri süregelen Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerini yöneten en başarılı kişi oldu. Büyük küçük birçok kente misyonerlerini yerleştirmişti. Başarısının ödülünü de aldı. Ağustos ailesi Türkiye’deki en zengin “dönme”lerdendi. Ölünce misyonu ve serveti oğluna geçti. Mafyamabet Mafyamabet gizli gi zli anlaşm anlaşmaları aları sayesinde sayesinde diplomatik di plomatik kuryelerle kuryel erle taşıttığı tarihi eserleri dünyanın her yanında en iyi fiyatlarla sattırdı. Torun Torunlar larıı Selim Selim ve Sa Sami, dedele dedelerind rinden en ka kala lan n vazgeçilmez vazgeçilmez miras iras gereği “Çemberlitaş’m bombalanması” emrini yerine getirmek zorundaydı. Selim olgundu, örgütün içyüzünü, dünya çapındaki etkisini etkisini ve v e cezalandırma cezalandırma yöntemlerini büiyordu büiyordu..
162
“Monsenyö “Monsenyör’ün r’ün dediğini yapmas yapmasak ak ne olur? Paramız çok, başka ülkeye kaçarız, izimizi bulamazlar” dedi Sami. Selim, bu sözlerim duyunca onun toyluğuna acı acı güldü. “Ah yavru, sana onlan anlatacağım. Agnus Dei en güçlü kapalı Hıristiyan örgütüdür. Üyeleri arasında işadamları, politikacılar, mafya babaları vardır. Kendilerini zincirle döven, dikenli telleri etlerine batırarak ibadet eden Opus Dei üyelerinden daha beter olan onlar kimseye acımaz. Vatikan yönetiminin en etkili ama görünmez görünmez grubud grubudur ur.. Çünk Çünkü ü işin içind içindee inanılmaz inanılmaz büyük paralar var. Agnus Dei’nin dindarlık maskesi altındaki asıl işi taşeronluktur. Uluslararası tefetilik, kaçakçılık, istenen her ülkede kiralık ajanlık, suikast, anarşi yaratma işleri yaparlar. Anamızın şeyine kaçsak bizi bulurlar, anlıyor musun?” Selim kardeşine, “Bir dakika” diyerek evdeki çalışma odasından bir dosya getirdi. Belgelere bakarak Sami’ye bilgi verecekti. “61 “6 1 ülkede faaliyet faal iyet gösteriyorlar, öyle etkilüer ki, ABD AB D’de Bush Bush yöneti yönetim mini Opus Dei’yle Dei’yle birlik birlikte te çalış çalışar arak ak etkile etkiledil diler er.. Kürta rtaj, eşcinsel evlilikleri ve kök hücre çalışmalarını yasaklattılar. Bak okuyurum sana kardeşim; Sovyetler Birliği dağılınca bağımsızlaşan şan birçok birço k ülkede ve v e başkalannd başkalannda a Opu Opuss Dei şubeleri açıldı. Aynı ülkelerde ülkel erde gizl gi zlic icee Agnus Dei de kuru kuruldu ldu,, örneğin; 1989’da Çin’in ucunda ucundaki ki Makau’ya Makau’ya yerleştiler, yerleştiler, orası bir anda Las Vegas Vegas yatırı yatı rımcımcılarınca larınca kumar kumar beld beldes esii yapıldı. yapıldı. Yeni Zelan Zelanda, da, Polon Polonya, ya, 1990’da Macaristan, Çek Cumhuriyeti, 1992’de Nikaragua, 1993’te Hindistan, İsrail, 1994’te Litvanya, 1996’da Estonya, Slovakya, Lübnan, Panama, Uganda, 1997’de Kazakistan, 1998’de Güney Afrika, 2003 20 03’te ’te Hırvatistan, Slovenya, 2004’te Letony Letonya a ve 20 2007 07’de ’de Rusya’da Rusya’ da resmi şube açan Opus Dei’nin ardından Agnus Dei gayriresmi olarak oralara sızdı, karanlık faaliyetlerine başladı. Opus Dei onları reddeder, onlara kızar, isim benzerliğinden yararlanarak din istismarcılığı yaptığım ileri sürer aslmda... Ama Agnus Dei vardır ve hep güçlüdür.” “Tamam abi, buraya kadar anladım, yaygm, etkin bir örgüt. Muhafazakâr dindarlar Örgüt kurabilir, inancında herkes özgür olmalıdır, ruhunu rahatlatmalıdır, bunlan kabul ediyorum. Anla yama yamadığ dığım ım şu abi... i... Herifçi Herifçioğlu oğlu Çem Çemberlit berlitaş aş’ı’ı uçuru çurun n diyo diyor. r. Dal Dalga ga mı geçi ge çiy yor it it herif. Çemberlitaş bu be!.. Oyuncak uçak mı uçuruuçuru yors yorsu un? Ayrıca bizim bizim ha haya yatım tımızı ızı tehlik tehlikeye eye atıy tıyor, or, ya yaka kala lan nırız ırız,, mahvoluruz.” Selim kardeşine kolonya şişesim uzattı. “Çek burnuna, rahatla... Bu görevden kaçış yok yavru... İşimizi
163
akıllıca yürütürsek sıyrılırız. Adam öldürtmelerine aracı oluyoruz oğlum, bunları yapan biz değilmişiz gibi konuşuyorsun.” “O maksadı biliyorum da... da... Çemberlitaş’ı neden yıkmak y ıkmak istiyorlar? Böyle bir şey olamaz, hâlâ inanamıyorum.” Selim koltuğuna yasland yaslandı, ı, gözlerim gözle rim kapat kapattı, tı, kardeşinin sorusuna sorusuna bir süre yanıt vermedi. Derin bir nefes aldıktan sonra konuşt konuştu. u. “Sebebi en başından alarak anlatayım. Dünyayı din adamları yönetir yavr yavru. u. Din Din adam adamlığı lığı ise en en gara garant ntii kazan kazancı cı ola olan, n, dün dünya yan nın en rahat işidir. Kimse yaptığını tartışmaz, herkesten saygı görürsün, işsizlik korkun hiç olmaz. Mabetlerin iflas edip kapanma ihtimali hiç yoktur.” “Çemberlitaş’ı bombalayarak ne elde edecekler?” “Hıristiyan kiliseleri dünyanın en örgütlü, en kazançlı gelir zincirleri... İnsanların dinden başka ruhlarını emanet edecekleri makam makam yok. İnsanlar İnsanlar insanları insanları ezdikçe ezdikç e ezil e zilenl enler er ancak dine sığınabiliyor. Milyonlarca din adamı, insanların inancı sayesinde rahat yaşıy yaşıyor or.. Bir de mi milya lyarla rlarca rca dolar dolarlık lık vurg vurgun un yapa yapan n din din istism istismar arcıla cıları rı var. En önemlisi, din baskısından yararlanıp iktidar olan siyasi partiler var. İnanç sarsılmamalı. İnanç sarsılırsa mabetler yoksul, vurguncular işsiz kalır. Dinci siyasi partilere seçmen bir daha oy vermez. Böyle bir durumda dünyayı sarsacak depremi düşünsene Sami. Dünyadaki Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi iktidarların çoğu sağcı siyasi si yasi partiler partile r veya dinci diktatörler. diktatörler. Uydurulmuş Uydurulmuş din kuralları ortaya çıkarsa hepsi bir anda toz olacaklar, aldatılmış halkın elinden zor kurtulacaklar. Bu nedenle bütün din vurguncuları gerçeklerin ortaya çıkmasına ölümüne engel olurlar." “Çemberlitaş’ı yok ederek bir gerçeğin üstünü mü Örtecekler?” “Evet, sevgili kardeşim. Dedemizi İstanbul’a çeken kitapta; imparator impara tor Constantinus’un annesi Helena’ Hel ena’nm nm Kudüs’ten İstanbul’a İstanbul’ a getirdiği kutsal emanetler anlatılıyor. Bu emanetler, Hazreti Musa'nın asası, Hazreti Nuh’un baltası, Hazreti Davud veya Hazreti Süleyman'ın Süleyman'ın yedi kollu koll u som altın şamd şamdanı anı ve Hıristiyanlar için i çin çok önemli olan Hazreti İsa’nın kemikleri, kaymaktaşı kâsesi, çarmıh parçalan ve cüppesi ve de Bamabas İncili... Bunların nerede olduğu bilinmezken, bilinmezken, Çemberlitaş’m altında olduğu olduğu söylensöyle ntisi yayılıyor. Söylentinin Hıristiyan dünyasındaki etkisi büyük oluyor. 19 191 18 yılında yıl ında İngiltere, İngilt ere, İtal İ talya ya ve Fransa İstanbul’u işgal ediyor. ediyor. Bundan Bundan cesaretlenen 14 Benedikten rahibi İstanbul’a gelegel erek Çemberlitaş’ın karşısındaki karşısındaki Vezirhan’a Vezirhan’a yerleşiyor. yerleşi yor. Bütün Bütün hanı hanı kiralayan rahipler Çemberlitaş’a doğru tünel kazıyorlar. Temel taşma ulaştıkları sırada fark ediliyorlar ve sınırdışı ediliyorlar.”
164
“Peki “Pek i abi, kutsal emanetlerin emanet lerin Çemberli taş’m altında altı nda olduğu neye dayandınlıyor?” “Çemberlitaş’ı İstanbul’a getirten kentin kurucusu imparator Constantinus’tur. MÖ 340’tan sonraki belgelere göre; kutsal emanetleri Çemberlitaş’m temeli içindeki hücreye Constantinus’un annesi eliyle koyuyor. Constantinus da halka emanetlerin orada olduğunu ilan ediyor. Bunların arasında asla görülmesini istemediği Barnabas Barnabas İncili de var.” Sami’nin kafası karışmıştı. “Kutsal emanetler oradaysa Monsenyör nasü yok edilmesini ister? Büyük günah değil mi? Tam tersine onların korunmasını veya çıkarüarak gösterilmesini istemesi gerekir.” Ağabeyi güldü. “Kazın ayağı öyle değil yavru. yavru. Bamabas İnci li’nin ortaya çıkmasını asla istemezler. Orijinal Bamabas İncili’nin içeriği mevcut Hıristiyanlık kurallarını tartışmaya açar. Bak işin içinde ne var? Söylenti içinde söylenti var; 1929 1929 yılında Atatürk söylentile ri merak ediyor, Çemberlitaş’ta araştırma yapılmasını istiyor. Yerli yabancı yabancı birçok arkeolog araşt araştırma ırmaya ya katılıyor.. katılıyor...” .” “Soma? Niye sustun abi?” “Sonrası yok çünkü çünkü... ... Atatürk’ün emri üzerine açıklama yapılmıyor. Çemberlitaş konusu resmen bir daha açılamıyor. Üstü kapah bir yasaklama... yasaklama... Resmi açı klama olmayınc ol mayınca a yine yoğun yoğ un dedikodu başlıyor. başlıyor. Deniyor ki: “Temelden kutsal kutsal emanetler çıktı, Atatürk çıkarılanları gördü. Bunların içinde imparator Constantinu Constantinus’un s’un bıraktığı altın l evhaya yazılı mektup ile yasakladığı Barnabas Barnabas İncili vardı. Arami alf abesiyle Süryani Süryani dili nde yazılmış İncil’in içeriği ve Latince altın belge Atatürk’e okundu. O belge üzerine Atatürk açıklama yasağı yasağı koydu.” “Haydaaa... Dedikodular o altın levhaya kazınmış mektupta ne yazılı olduğu olduğunu nu da söylüyor söylüyor mu?” mu?” “Dedikodu olarak söylüyor... söylüyor... Dedikodu hızla Vatikan’a ulaşıy ulaşıyor. or. Papalık’ta tedirginlik başlıyor. Çünkü, ‘Constantinus altın mektubunda Hıristiyanlığı kökünden sarsacak açıklamalar yapmış’ deniyor. Constantinus’un yazdıkları açıklanırsa Hıristiyanlık sarsılabilirmiş. sılabili rmiş. Constantinus aslmda putperest olduğundan devlet devle t yönetimi yönetimi sorumlul sorumluluğu uğuyla yla mecbur mecbur kaldığı kaldığı Hıristiyanlıkt Hıristiyanlıktan an öldükten sonra intikam almak istenüş deniyor. Ayrıca Süryanice Bamabas İncili, bildiğimiz İncillerden çok farklıymış, büyük sorunlar açarmış. Dedikoduya göre; Atatürk, Hıristiyan dünyasının ‘Türk ler yalan dolanla Hıristiyanlığa cihat açtı’ diyerek Türkiye’ye
165
cephe alacaklarını düşünmüş. Dump dururken baş ağrısı yaratmasınlar diye kutsal emanetleri tekrar Çemberlitaş’m temeline koydurarak konuyu kapattırmış. İster inan ister inanma, dedikodu kılıçtan keskin demişler...” Sami gülerek ayağa kaltı. “Bana göre söylenti lerin Atatürk bölümü uydur uydurma. ma. Eğer böyle kutsal değeri olan eşyalar bulunsaydı Atatürk onları kesinlikle müzeye koydunırdu. Ancak bir şeyi anladım şimdi; arkeolog Robert Younger Çemberlitaş’ı araştıracağım söyleyince bizimkiler telaşlandı. Mektubun ve söylediğine göre çekindikleri Bamabas İncili’nin bulunacağından korktular. Constantinus’un mektubu söylenti de olsa, doğruluk ihtimalini de hesaplıyorlar demek ki, Çemberlitaş ortadan kalksm, Hıristiyanlığı tartışmaya açacak, inançları kıracak altın mektup ile Bamabas İncili yok olsun ve yıllardır kafalarını kafalarını kurcala kurcalayan yan evham evham kökünden kökünden silinsin silinsin istiyorla istiyorlar. r. İsa’nın kemiklerim bile feda edebilirler.” “Aferin yavru bildin. İşte bu nedenle bomba projesi sırtımıza yükleniyo yükleniyor.” r.” “Ben yine de başka sebepler var düşüncesindeyim. düşüncesindeyim. Dedikodu ya inanılarak inanılarak böyle büyük büyük sabotaj sabotaj yapılmaz... yapılmaz... Örneğin, Örneğin, Constantinu Constantinus’un s’un mektubu mektubu veya Bamabas İncili... Diyelim ki Atatürk gördü, ya başka yerde saklattıysa... Bir gün açılıp okunmasını vasiyet ettiyse... Biliyorsun, Atatürk’ün açılmayan bir mektubundan söz edilir. Hani bir tarih koymuş da, o zaman halka okunmasını istemiş derler. Bunu hesap etmiyor mu bizimkiler? Başka bir dolap nu var yoksa?” Sami’nin sözleri ağabeyi Selim’i heyecanlandırmıştı. Gözleri açıldı, parmağım şaklattı. ‘Tabii ‘Tabi i ya... Bir amaç da şu olmalı: olmalı: Bizimkiler bir taşla iki kuş vurarak kafa karıştiracak. Şöyle çamur atacaklar, diyecekler ki: ‘Çemberlitaş’ı uçuranlar fanatik Müslümanlardır. Sebep şudur: İsa Peygamber’in kalıntıları İslam toprağında bulunmasın, kutsal emanetler ortaya çıkmasın, İstanbul Hıristiyan hacıların uğrağı olmasın diye Türkiye’deki fanatik Müslümanlar İsa’nın kemiklerim, kâsesini, çarmıhım, cüppesini, Musa’nın asasım falan filan f ilan havaya hav aya uçurdular...’ uçurdular...’ Ardından sloganlar gelecelc gelece lc ‘Kenetlenin ‘Kenetlenin Hıristiyanlar!.. Hıristiyanlar!.. Müslüman Müslümanlar lar dünyanın dünyanın başına başına bela, bela, üstlerine daha çok gidelim, gideli m, yeni haçlı seferleri sef erleri başlasın!.. Türkiye AB’ye alınmasın!..’ diyecekler. Papaz cinayetleri stratejinin bir bölümünün uygulanması... Bu defa Türk halkı lazacak, ‘Kahrolsun ‘Kahrolsun Avrupa Avrupa Birliği!’ gösterileri patlayacak. patlayacak. Böylece Türlüye ile Avrupa Birliği ilişkileri il işkileri kopacak. kopacak. ‘Avrupa Birliği Hıristiyan topluluğu topluluğu
166
dur’ diyen Papa XVI. Benediktus Türkiye’nin AB’ye girmesini kesinlikle istemiyor, Fransa’da, Avusturya’da, Belçika’da ve Hollanda’da halkm yüzde 60’ı, Almanya’da yüzde 54’ü Türkiye’yi istemiyor. Tü Türk rkiy iye’ e’yi yi ebed ebediy iyen en dışla ışlam mak için için harika ika bir komp omplo te teorisi. isi... .. Hıris ıristi ti- ya yan kulüb lübü AB, böyle böylece ce İsla İslam m ülke lkesi Türk Türkiy iye’ e’d den kurtuluy luyor. Ba Bağnaz düzeni sarsacak Bamabas İncili’nden kurtuluyor, eğer yürüyen sistemi bozacaksa Constantinus’un altın mektubundan kurtuluyor. Monsenyör Çemberlitaş’ı uçurmamız için bizi zorluyor, ama asla ‘Papa istediği için için bunu bunu yapıyor’ yapıyor’ diyemem diyemem.. Agnus Agnus Dei Vatikan’ın Vatikan’ın içinde, am ama a Papa onun içine girebilmiş değil. Papa’nın söz geçiremediği, içini bilmediği örgü örgüttü ttür. r. Opus pus Dei Dei de hiçbir hiçbir İslam İslam ülkesinin ülkesinin Avrupa Avrupa Birliği Birliği’ne ’ne katılmasını istemez. Türkiye’nin AB’ye girmesi Opus Dei için dinden çıkmak kadar korkunçtur. Türkiye AB’ye bir girsin kıyamet kopar, intihar edenler bile olur.” “Bu kadar manyak mı bunlar?” dedi Sami. Selim bu sözlerden yerin kulağı varmışçasına korktu. İşaret parmağım dudaklarına götürdü. “Hişşt, alçak sesle konuş. Günde iki saat süreyle vücudunu dikenli zincirle sıkıp eziyet eden, kendini kamçılayanlara ne denirse bunlar onlar işte kardeşim. Ama çok güçlüler çoook... Çoook tehlikeliler çoook...” “Papa bunlara bunlara engel engel olmuyor mu?” mu?” “Güldürme beni cahil kardeşim. Opus Dei ile Agnus Dei tarikatının inancı inancı nedir ned ir bil b iliy iyor or musun usun?” ?” “Onlar Papalı Pap alıkta ktan n çok ç ok Papa’yı kutsal kutsal büirler büirler.. Papa öyle öyle kutsalkutsaldır id, onun büyüklüğü Vatikan’ın Papalık makamını yüceltir. Bu nedenle Papa seçimlerinde çok kulis yaparlar. Kendi adaylarını papa seçtirirler. İstemedikleri muhterem bir kişi papa seçilmişti. Sapasağlam adam üç haftalık papayken akşam yemeği sonrası aniden ölmüştü. ‘Zehirlediler’ suçlamasına rağmen Vatikan otopsi yap yaptırm tırmad adı. ı. Onlar nlar herke herkese se ba bask skıı ya yaparla rlar. Görüy örüyor orsu sun n kar karde deşi şim m, baskı bizim de üstümüzde...” Selim gözleri gözl erini ni cin gibi açmıştı. açmıştı. Bir da daha ha parmağını parmağını şıklattı. “Çemberlitaş’ “Çemberli taş’a a sabotajın ardınd ardında a politik, ticari ve ve dinsel ihtiraslar var. Bence asıl amaçlan Türkiye’yi AB’den koparmaktır. Bu nedenle Tür T ürkiy kiye’ e’de de ikili ikili oynuy oynuyorlar. orlar. Bir yand yandan an dünya dünya Hıristiyan Hıristiyan larına şirin gözükmek ve bağış toplamak için misyonerleri besli yor yorla lar, r, öte ya yan ndan Türk Türk ha halk lkıı fanat fanatik ik Müslüm lüman, ha hatt tta a terörist terörist gözüksün diye kendi misyonerlerini öldürtüyorlar. Din istismarcılarına yardım yardım ediyorlar. md Müslümanlanna Müslümanlanna teröri teröri
167
damgası damgası vurmuyorlar vurmuyorl ar mı? Dinle vurgun vurgun yapanlar dinler di nler arası banş istemez.” Parmağını kardeşi Sami’ye ihtar eder gibi uzattı Selim. “Öyleyse biz ne yapacağız bak; biz ne Hıristiyanız ne de Müslü manız ama aldığımız emri yerine getirmek zorundayız. Çemberli taş havaya uçurulacak uçurulacak.. Ancak uzmanlara uzmanlara bombayı ölçülü ölçül ü koydur tacağız. Sütun yıkılacak, temel taşı ortaya çıkacak. Çevrede ölen ve yara yaralanan lanan az olacak, olacak, belki bel ki de olmayaca olmayacak. k. Ancak An cak panik patlayacak. Panik sırasında adamlarımız temel taşındaki hücreden kutsal emanetleri alacaklar bize getirecekler.” “Olabilir mi?” “Olamazsa bir şey kaybetmeyiz. Olursa kazancımız tarihi olur, bu nedenle oldurmaya çalışacağız. Orada gerçekten kutsal emanetler varsa, bunlara her üç dinden milyar değil, trilyon dolarlar verecek alıcılar da var. Yahudiler yedi kollu şamdana, Musa’nın asasına değer biçebilir mi? Gerçek Bamabas İncili, altın mektup... Vay, vay, vay!..” Selim ayağa kalktı, gözleri parlıyordu. “Bir taşla iki kuşu asıl biz vuracağız kardeşim. Kutsal emanetleri ele geçirirsek, Constantinus’un Hıristiyanlığı sarsacak altın mektubu ile Bamabas İncili’ni de ele geçirmiş olacağız. Hıristi yanlı yanlığı ğı nas nasü ü sar sarsa sarla rlarm rmış ış öğrene öğreneceğ ceğiz. iz. İsterlers İsterlersee onu da Araplara Araplara satar kayboluruz.” “Az önce, anamızın anamızın bilmem nesine kaçsak bizi bulurlar bulurlar diyordun.” “Kutsal emanetlere sahip olmak, onları trilyon dolara satmak fikri gözümü kararttı. İslam ülkelerinden birine yerleşiriz bizi ele geçiremezler. Müslüman değil miyiz kardeşim?” Sami güldü. “Elhamdülillah” dedi.
Çemberlitaş ne zaman bombalanacak? bombalanacak? Monsenyör Anselmo Colombano anyordu. Şifreli adıyla Aldo... İtalya’dan telefon ederken İtalyanca “uzman” anlamına gelen Aldo ismini kullanırdı. Selim endişeyle telefonu kulağına götürmüştü. Monsenyör, dinlenme ihtimaline karşı sakin bir sesle Almanca Almanc a konuşuyord konuşuyordu. u. “İyi günler değerli Selim Bey. Yeni siparişlerinizi bekliyoruz. Size önerdiğimiz önerdi ğimiz yeni boya boy a kimyası kimyası çok değerli ve v e üstünd üstündee durdu durdu-ğumuz bir formüldür. Temenni ederiz ki en kısa sürede siparişiniz gelir. Sadece bunu hatırlatmak istedim efendim.”
Monsenyör Anselmo Colombano bunları söyledikten sonra telefonu kapattı. Sözleri şu anlama geliyordu: “Bir an önce Çemberlitaş’ı havaya uçu uçuru run n, konuya konuya çok önem veriyor veriyoruz. uz.”” Selim, Yeşil Kanat Nakliyat Şirketi’ne telefon açtı. “Faris Bey lütfen... Ben Selim Ağustos...” “Selim Bey buyur.” “Selamünaleyküm Faris Bey, bugün görüşmemiz gerekiyor. Yeni formülle yapılmış kimya ürünlerimiz geldi, hassas nakledilmesi gerekiyor, bizzat izah etmek isterim. Lütfen ofisime gelir misiniz? Mümkün olduğunca kısa sürede rica edeyim. Acelemin nedeni, rahatsızım, belki bir süre yatmam gerekir, yeni ürünü bir
16 9
7 Akbaba Akba ba var mı mı?? Bob, Lara, Lara, Debra ve Koksal ertesi saba sabah. h. 06.4 06.45’ 5’te te hisardaydılar. hisardaydılar. Bob’un atlattığı Semiramis yoktu. Ancak, ekibi adım adım izleyen Kara Temur’un 4 adamından biri Semiramis’e telefon etti. “Hepsi şu anda hisarda...” Ekiptekiler 07.00’de bir gece önce keresteler, demir levha ve malzemelerle örtülen kuyunun ağzım açtılar. Drilling makinesi toprağı taşı keserek kuyuyu oyuyordu. Heyecanla makinenin işini bitirmesini beklerlerken beklerlerken Semiramis Semiramis çıkageldi. Huzurları Huzurları kaçtıysa da belli bel li etmedietmediler. Semiramis Bob’a sokularak sırnaşık tavrıyla koluna girdi. “Tatlım beni atlatmışsın. Hani bugün dinlenecektin?” Bob zorla gülümseyerek gülümseyerek Semiramis’in Semiramis’in kolundan çıktı. “Makinede bir arıza olmuş, olmuş, zoraki zo raki geldim işte...” Öğlene kadar durmadan çalışıldı. Saat 13.00’te ekip yemek molası verdiğinde kaybolan Semiramis sindiği yerden Kara Temur’u Temur’u aradı radı,, olanı biteni biteni an anla latt ttı. ı. “Binaya girmek için kuyu kazılıyor. Hepsi mutlu, aradıklarını bulacaklarını umuyorlar. Akşama iş biter gözüküyor. Bu gece dipteki binaya inebilirler, yahut her neyse o binanın içine girebilirler... Baskın ekibi hazır olsun, ortalık sakin durum çok uygun.” Kara Temur Temur haberi alınca tembelce tembel ce uzandığı divandan fırladı. “Anlaşıldı” dedikten soma Faris’i aradı. “Kaz sürüsü Rumelihisarı’na yakın Aşiyan sahilindeki çay bahçesinde hazır olacak Semiramis’in telefonunu bekleyeceksin. Ne olur ne olmaz, hareket her an gerekebilir. 7 Akbaba bulunduğu anda anda Semiram Semiramis is haber verecek. Bizim ekip vakit vaki t geçirmeden geçi rmeden baskını yapmalı, 7 Akbaba’yı şimşek hızıyla almalılar. Hata yapanı yok ederim ederim Far Faris is!.." !.." Akşama doğru drilling operatörü Pat Coleman makinesinin çalışmasını durdurdu. Müthiş gürültünün kesilmesi hepsinin Pat’e bakmasına sebep oldu. Genç operatör parmağının ucuyla kepini arkaya itti, sapsarı saçları alnına dökülmüş, gülümseyen yüzü yüzüne ne iyice iyice muz muzip ip ifade ifade gelm gelmişt işti. i. Pat iki iki elini elini havaya havaya kaldırdı kaldırdı.” .” “İşte bu kadar! Kuyunuz hazır Bay Younger.” Bob sevinçle kuyunun başma koştu. Drilling makinesinin tornası yukarı çekilmişti. Kuyuya güvenlik çemberlerini takacak işçiler malzemeleri getirmişti. Çemberleme işlemi gece saat 22.00’ye gelirken tamamlandı. Kaskını Kaskını giyen Bob, haberleşme telsizini, telsizini, fenerini fe nerini ve madenci çekiçek icini kemerine taktı. Kuyuya iniş çıkışlar vincin kancasına bağla-
17 0
nan 4 kişilik açık açık asansör asansör sepetiyle yapılacaktı. Bob demir sepete s epete girdi, vinç harekete geçti. Bütün ekip neredeyse dans edecekti, onların ha hafi fiff el çırpmaları arasında arasında vinç Bob’u Bob ’u yavaş yavaş yavaş kuyukuyu ya indirm indirmey eyee ba başla şladı. Lara Lara,, Koksal, Koksal, Debrave diğeri eriheyecandan titriyordu titriyordu.. Semiramis’in gözleri gözleri avına kolayca kolayca yaklaşan yaklaşan atm atmacan acanın ın keyfiyle keyfiyle parlıyordu, parlıyordu, ihtirasla bekliyordu. Bob aşağıda ne bulacak bulacaktı? tı? Güçlü iki projektör kuyuyu aydınlatmaktaydı. Asansör sepet indikçe toprak kokusu Bob’un burnunu doldurmuştu. “Dur!.. İndirme!..’’ Sonra yukandakilerin endişe etmemesi için ekledi: “Temeli inceliyorum.” Sonar cihazmm gösterdiği gibi caminin temeli alttaki binanın ortasında değil, Bob’un bulunduğu uçtaydı. Bob “Caminin duvan yıkılmadan önce alttaki binayla aynı hizadaymış, neden böyle yapılmış acaba?” diye düşündü. Temel tahmin ettiği gibi metal bir kubbeye değil toprağa oturmuştu. Kubbe görünmüyordu. “Bir metre indirip durun!..” Temeli Temelin n al altın tında da hâl hâlâ â topra toprak k vard vardı. ı. Kubb Kubbey eyii yine göreme göremem mişti. işti. “Temeli oturtmak için kubbenin yuvarlaklığını toprakla doldurmuş olabilirler, ama mantıksız değil mi? Hiçbir mimar böyle salaklık yapmaz” diye mırıldandı. “Ben dur diyene kadar çok yavaş yavaş indirin!..” İki metre kadar inmişti ki, tekrar yukarıyı aradı. “Dur!..” Şimdi temelin altındaki binanın duvarım görmüştü. Duvarm en üstüne çekiciyle hafifçe vurdu, toprakları çekti. Kubbeyi bulmak istiyordu istiyordu.. Tekrar çekiçle çek içle vurd vurdu u. “Yavaşça indirmeye devam et!..” Binanın duvan Oruç Bey kitabında kitabında anlatıldığı gibi siyah değildi, gribej taş rengindeydi. Toprağm altında kirlendiğinden renk net görülmeyebilirdi. Vinç yavaşça inerken çekiciyle zemine kadar kadar kazıdı. kazıdı. Birden irkildi, bekleme be klemediği diği bir görüntüyle görüntüyle ka karşılaş rşılaştı. tı. Duvar, kitapta yazılana benzemiyordu. Siyah blok “bilinmeyen” maddeden değildi, eski inşaatlarda kullanılan kesme taş bloklardan yapılmıştı. Zemine indiğinde tekrar telsize konuştu. “Şu anda zemindeyim. Bina karşımda. Biraz inceledikten sonra size sesleneceğim merak etmeyin.” Bob fenerini duvara tuttu. Çekiciyle topraklan kazıdı, elleriyle
171
iyice temizledi, sonuçta gördüğü duvarın kesme taş olduğuydu. Kesme taşların arasmda ince tuğla destekler vardı, tipik Roma tarzı örme duvardı. Bob anlamıştı, toprak altına gönderdikleri radar dalgalan aldanmamıştı. Sinyaller, kitaptaki gibi 7 köşeli daire biçiminde bir yapıyı yapıyı göste gösterm rmem emişt işti. i. Ayrıc Ayrıca a kubb kubbee de de görü görünm nmüy üyor ordu du.. Sinya Sinyalle llerin rin bilgisayara çizdiği resimdeki bina dört köşeli, çatısı düz, kutu benzeri bir yapıydı. Aynca kubbeden 7 m daha büyüktü. Bob kendini aldatmıştı. Radar doğruyu söylüyordu. Bulduğu bina 7 Akbaba kubbesi değildi. Midesi bulandı, toprak kokusu az önce hoş gelirken şimdi içini bulandmyordu. Arkasındaki toprağa baktı, karanlıkta arkası boşlukmuş boşlukmuş gibi görünüyordu. Karanlığın içinde bir şey kımıldar gibi oldu, birisi güldü sanla... Bob farkında olmadan yüksek sesle konuştu. “İyi ama bu ne?” Söyledikleri telsizden yukanya ulaşmıştı. Telsizden Debra’nın sesi geldi. “Profesör, “Pro fesör, tuhaf bir şey mi var, var, iyi misin?” misin?” Kendini toparlayan Bob zorla güldü. “Biiiıu adanılan biraz kaçık olur. Kendi kendime konuşuyorum.” Sonra Semiramis’in Semir amis’in sesini s esini duyd duydu. u. “Sevgilim iyi misin? Ne buldun aşağıda?” “Üç arkadaş buldum poker oynuyoruz Semiramis.” Bob’a herkesin içinde “sevgilim” diye seslenmesi Lara’yı kızdırmıştı. Semiramis’in kolunu sertçe kavradı. “Burası gece kulübü değil, kendine gel ne biçim konuşuyorsun?” derken gözlerinden ateş çıkıyordu. Pişkince gülümseyen Semiramis’i iterek kolunu bıraktı. Bob vinç sepetinin içinde ne yapması gerektiğini düşündü, Duvardaki kesme taşların arasına ince tuğlalar konduğuna göre ve de klasik Roma duvar örgüsü olduğuna göre duvar 1700 yıllık olabilirdi. Levhada İsa’dan önce yapıldığı yazılan kubbe yoktu. Kitapta anlatılan siyah blok bl ok duvar, duvar, 7 köşeli bina, bina, üstündeki elmas taşlı kubbe efsane miydi? Fatih Sultan Mehmed böyle eski dört köşe bina bulmuş olabilirdi. Hisarı bir an önce bitirmek telaşıyla boşvermişti herhalde... Pekâlâ Oruç Bey tarih diye roman mı yazmıştı? Olamazdı. Çok sıkılmıştı. “Kendimi yiyomrn, aklımı başıma toplamalıyım, en iyisi duvarın taşından örnek alayım.” Çekicinin sivri tarafıyla hızla vurunca sert taştan birkaç küçük parça düştü. Onlan torbasına koydu.
17 2
“Bern çekin!..” Kuyu Kuyuda dan n çıktığında çıktığı nda soran gözle göz lerr onu bekliyordu. Şimdi aşağıda ne bulduğunu yukardakilere açıklamak kolaydı. Kuyudan çıkarken bağırıyor, dalga geçiyordu. “Aşağıda kocaman bir saray var. Duvarları altın, kapılan elmasla süsl süslü ü, güzel kızların raksettiği görkemli görkeml i bir bir bahçe... bahçe... Daha Daha neler ne ler neler...” derken sepet yukarıya çıktı. Sepetten inerken Semiramis elini uzattı, sonra sarılıp öptü. Hepsi kızmıştı ama Lara çok sertti. sertti. “Semiramis bırak da ne olduğunu öğrenelim.” Bob üstündeki toprakları silkeledi. Sonra acıklı bir bakışla açıkladı. “Aşağıda taş duvar var. Bildiğimiz taş duvarlardan. Kesme taş işte... Aynen hisarın surları gibi.” Şaşkın Şaşkın bir suskun suskunluk luk oldu oldu.. Debra iyic iyicee yanma sokularak sokularak bakışlarım Bob’a dikti. “Şaka yapmıyorsun ya? Bob ciddi konuş lütfen.” Olumsuzca Olumsuzca başım salladı salladı Bob. Bob. “Ciddi söylüyorum. Gömülü olan bina aradığımız bina değil. Aynen radarda radardan n gelen sinyallerin çizdiği gibi dört köşe k öşe sıradan taş taş bir bina. bina... .. Kim bilir neydi? Belki de bir depoydu. depoydu. Biz aptal olduğumuzdan hayal kurduk. Bilim adamıyız ve teknolojinin gösterdiği kutu biçimli dört duvar binayı ille de 7 köşeli ve kubbeli kabul etmek için kendimize kendi mize büyü büyü yap yaptık. tık. Hiç yakışır mı bilim bilim adamlarına böylesi... Eski kalmışım ben, hâlâ yeni teknolojilerden kuşku duyuyorum.” Çok üzgü üzgün n olduğu belliydi. belliydi. En çok kendine kızıyordu. Sıkıntıyla ofladı, gitti çimenlerin üstüne oturdu. Debra su, Lara kahve getirdi. Koksal onları izliyordu, Semiramis hemen Bob’un yanma oturdu. “Nasıl bir taş bina canikom? Çok mu eski yapı acaba?” Bob cevap vermedi, gülümseyerek kadının yüzüne baktı. “Yok yeni bir yapı, betonu bile kurumamış. Dün deli bir mimar yapm yapmış ış,, toprağ toprağa a gömm ömmüş. Sem Semiram iramis is boş laflar laflar etme etme lütf lütfen en.. Şu sıra kendi aptallığıma zor direnirken başkasmmkine hiç tahammül edemem.” Suyu Suyu içti, kahveden kahveden yudumladıktan yudumladıktan sonra mırıldandı. “Otele gidip yatmaktan başka bir şey düşünmüyorum. Allah kahretsin.” Bu sözler sözlerden den sonra sonra kimse konu konuşm şmadı. adı. Çalışmayı tatil ettiler. Kuyunun üstü yine kapandı. Ekip oteline döndü.
2 73
Semiramis ise Bob’a yapışmıştı. Lara’mn keskin bakışlarına aldırmadan Bob’la birlikte odasma kadar çıktı. Bob kapıyı k apıyı açtı, açtı, Semiramis’i Semiramis’i içeri itti. “Soyun!..” dedi. “Beni de sen soyacaksın!..” Kadm onu ilk defa böyle sert ve ateşli görüyordu. Hızla üstün dekileri çıkarıp attı. Semiramis gerçekten baştan çıkarıcı bir kadındı ve çok güzeldi. Bob’u soyduktan sonra, yanardağ gibi patlamaya hazır sıcak vücudunu erkeğe yapıştırdı. Bob onu omuzlarından sertçe kavradı, bastırdı. “Diz çök!..” Beş dakika sonra tekrar ayağa kaldırdı ve yatağa itti. itti. “Seni parçalayacağım. Bütün üzüntümü senden çıkaracağım, canım yakacağım” derken Semiramis biraz alaycı gülümsedi. “Savaşa “Savaşa hazırım sevgilim” sevgi lim” Akbabalı Akbaba lı kubbeyi bulamama bulamamanın nın hırsını Semiramis’ten alıyordu. alıyordu. Kadmı ısırıyor, sertliğine şaştığı kalçalarına sert şaplaklar atıyor, öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu. Semiramis de ona uyunca, sonuna kadar bağıra çağıra seviştiler. Semiramis, ünlü Profesör Robert Younger’ın böyle ateşli ve güçlü bir aşk makinesi olabileceğini beklemiyordu. Hayret dolu bakışları Bob’un Bob ’un üstündey üstündeydi. di. Onu bir daha denemek istedi, banyoya çağırdı. “Yüzünü duvara dön!..” dedi Bob ve iterek yüzünü fayanslara yapı yapışt ştırd ırdı, ı, dövercesine dövercesine sevm sevmeye eye ba başlad şladı. ı. Yüzünü öyle bastırdı İd, Semiramis’in duvara çarpan burnu kanadı. Dudaklarına Dudaklarına inen kanının tuzlu tuzlu tadı ateşli kadım daha fazla tahrik etti. “Öldür beni!.. beni!..”” diye bağırdı bağırdı dudaklarındaki dudaklarındaki kanı'yalayarak. Semiramis’in isterik feryatları banyoda yankılanıyordu. Bir süre sonra ikisi de derin soluklar koyvererek dizlerinin üstüne çöktüler. Semiramis’e göre Bob on üzerinden onluktu. Yaşamı boyunca ilk defa d efa bir erkek onu orgazma orgazma götürüyo götürüyordu. rdu.
Semiramis şiddetli ilişkinin sonrasında Bob’un göğsünde dinlenmek isterdi, ancak otelde daha fazla kalmadı. Volkodav ve Kara Temur olanları öğrenmek için çatlıyor olmalıydı. 7 Akbaba’nm çıkarılması varsayımıyla baskın ekibini saatler boyunca Boğaz’ Boğ az’da da tutmuş tutmuştu. tu. Kara Temur’un telef te lefon on numarasını numarasını arad aradı. ı. Kara Temur beklediği bekledi ği gibi öfkeli çıkmadı. “Seni merak ettim. Adamlarım her şeyi anlattı. Seninkiler çalış-
174
mayı erken bırakmış, sessizmişler. Sen de birlikte gitmişsin... Anladım ki bozuk bir şeyler oldu, doğru mu?” “Beklenmedik bir şey oldu. Bob kuyuya indi, aradığını bulamadı. Kubbeli bina yerine bildiğimiz taş duvarlı bir bina gördüğünü söyledi.” “Neee... Sahi mi?” “Evet aynen öyle... Bob, hayal kırıklığıyla otele dönmek istedi. Gizlediği Gizlediği bir bir şeyler ş eyler varsa varsa ağzından ağzından alınm umuduy umuduyla la ben de onlaronlarla birlikte otele gittim. Taş duvar diye söylenip duruyordu. Diğerleri de aptallaşmıştı. İpe sapa gelir bir şey konuşmadılar. Sonra Bob odasma uyumaya çıktı. Ben de otelden ayrılıp seni aradım işte...” Kara Temur kendi kendine konuşur gibiydi. “Kubbeli bina çıkmadı demek... Hiç beklemiyordum bunu... Eğer Eğer bütün bütün bu bu tantana masal masal çıkarsa kötü işler iş ler olur. olur. Kötü...” Biraz durdu, şimdi sesi yükselmişti. “Sen peşlerini bırakma, bakalım bu durumda neye karar verecekler. Bir de gözünü aç!.. Böylesine ünlü bir uzman boşuna gelmez İstanbul’a, mutlaka konuyu önceden incelemiştir, güvendiği verileri vardır elinde. Seninle birlikte etrafı da uyutuyor olabilir herif?” “Belki, çünkü Bob kapalı kutu. Merak etme onun kutusunu açınca bir şeyi kaçırmam.” Kara Temur telefonu kapatınca Semiramis bir şeyin farkına vardı. Daha önce “herif’ dediği adama şimdi “Bob” demeye başlamıştı. Bob’dan zevk almasının şaşkınlığım üzerinden atamamıştı. Telefo Telefonu nund ndak akii özel numar aray aya a dokundu. “Merhaba “Merhaba Volkodav sevgilim.” sevgili m.” “Merhaba Voyçiça çikolatam.” Bilgileri Volkodav’a aktardıktan soma devam etti Semiramis. “Bugün iş bitecekti, nişancı hazırdı ama orospu çocuğu basm toplantısına gelmedi. Ne aksilik değil mi?” dedi. O sakindi, dişlerinin arasından konuşuyordu. “Zarar yok Voyçiçam, biz istediğimizi alacağız. Kendini üzme çikolatam. Şu anda seni dudaklarımın arasında eritmek istiyorum.” Soma telefonu kapattı Volkodav. Semiramis içindeki titremenin kasıklarından boğazına yükseldiğini hissetti. Volkodav’ın önce yumuşa yumuşak k sonra iyice iyice sertleşen zalimleşen zalimleşen sevişmesini sevi şmesini düşüşünüyordu. Volkodav vücudunda öpmedik yer bırakmazdı. Bir noktasında
175
yarım yarım saat saat takıldığ takıldığıı olu olurdu rdu. Onun nun duda dudakl klar arın ının ın ustal ustalığı ığı Semira Semiramis mis’i’i birkaç kez öldürür ve diriltirdi. diriltirdi. Hiçbir erkek onun verdiği hazzı verememişti. Volkodav’la olan ilişkisi Semiramis’e dünyayı unutturmuştu. Fakat şimdi Bob... Unuttuğu duyguların kabuğunu kınyor muydu?
Bob içkiyi kaçırınca... Semiramis’le sevişmesinden sonra gerilen sinirleri boşalan Bob sakinleşmişti. Beşinci duble viskisini içti, arkadaşlarını aradı, yemekte yemekte bul buluş uşac acak ak ve konu konuşa şaca cakl klar ardı dı.. Yemeğe Koksal ile Peter de katıldı. Bob, duvardan kırdığı parçaları gösterdi. “Bulduğu “Bulduğum, m, Roma Rom a tarzı duvarlarla inşa edilmiş bina... Kutu gibi küp biçiminde... Ne için yapılmış? îçinde ne var? Bunu öğrenmeliyiz. O halde duvarın öte yanında ne ne olduğunu olduğunu anlamak için içi n radar dalgaları göndereceğiz. Fakat duvarın duvarın ötesini görmenin en sağlıklı yolu duvarı yıkmak. Kararım budur!..” Sarhoşluğu iyice belli olan Bob bir kahkaha attı, viski bardağını kaldırdı. “Bütün duvarları yıkmaya dostlar!..” Kadehini kaldırmayan sadece Lara’ydı. “Nutuk yerine, yerine, aşağıdaki aşağıdaki duvan iki saat önce dinleseydik dinles eydik daha iyi olacaktı ol acaktı Bob. Bob. Esmer bomban bomban nihayet nihayet işine bakmana izin verdi demek.” Ellerini masanın üstüne koymuş bekliyordu. Alkol Bob’u kontrolden çıkarmıştı, alaycıydı. “Özür dilerim dil erim Lara, Lara, önce önc e iş, iş, değil değil mi? Önce iş gelir. Sen ciddi bir kadınsm ve katıksız Alman’sm. Alman demek disiplin, disiplin, disiplin demektir. Alman için yaşam disiplinin kölesi olmaktır.” Susmuyordu, aynı kırıcı sözlerini sürdürdü. “Taş binanın özelliği yok. Başka bir binayı gizliyor olabilir. Duvan yıkarak içini gönnek şart. Bütün mesele budur Bayan Lara. Doyçland Doyçland über alles...” derken Peter onun sözünü kesti. “Tamam duvarı yıkacaksın Bob. Kardeşimi öldürenler ne olacak? Yani Teo’yu, yani senin de kuzenin olan Teo’yu öldürenler elini kolunu sallayıp dolaşıyor. Hisarda bir şey saçımı yakıyor. Bana göre susturucuyla atılmış mermiydi, saçımı yakarak sıyırdı geçti. Sonra, Sonra, arabamızın önünü önünü kesiyorlar, elinde el inde silahl s ilahla a bir adam üstümüze geliyor, böyle kritik durumlar yaşarken sen Semiramis denilen kadınla yatıyorsun... Ve o kadın Teo’yu öldürenleri tanı-
17 6
yor emin eminim im.. Senin fah fahişeni bir odaya odaya kapatma tmak, döve döve konuşturmak, gırtlağını sıkmak istiyorum.” Lara ellerini ellerini birinin boğazım boğazı m sıkarm sıkarmış ış gibi uzat uzattı. tı. “Bende...” Bob hâlâ gülüyordu. “İstersen onu sen de becer Peter...” dedi. Bu söz iki kuzeni kavgaya sürüklemek üzereydi. Koksal tansiyonu tansiyonu yükselen yükselen ortamı yatıştırmak için iç in ayağa kalktı, gitti Peter’in kolunu yumuşakça tuttu. “Seni anlıyorum ama, soruşturmanın selameti için şimdilik Semiramis’in üstüne gitmeyi bırakalım. Kendini rahat hissetsin, nasılsa bizim muhabirler de Semiramis’i izliyor. Kubilay her gün bana bana rapor veriyor. Cinayetle Cinayetle ilgisi ilgisi varsa mutlaka mutlaka ortaya ortaya çıkacaktır. Ayrıca hisarda saçını yakanın ne olduğunu polis araştırıyor.” Bob o sırada kalktı, biraz sallandı, düşer gibi oldu sonra Lara’mn önünde diz çöktü. “Beni bağışla, ırkla ilgili şaka yapmak ilkelliktir, kabalıktır. Duvarı yıkmaya karar vermenin coşkusuyla saçmaladım ve çok içtim galiba... Senin gibi katıksız olmasam da, bendeniz katıklı AlmanAmerikan AlmanAmerikan değil değil miyim?” miyim?” Lara dimdik duruyordu. “Hadi Lara lütfen... Bağışladım demezsen kuyuya girer bir daha çıkmam.” Konuşurken dili dolaşan Bob gözlerinin içine bakıyordu. Lara onun diz çökmüş haline daha fazla dayanamadı gülmeye başladı. “Kalk asil şövalye, seni affettim.” Gergin hava dağılmıştı. Bob kalktı, Lara’yı yanağından öptü. Banş sağlanmıştı.
Keramet korkmaya başlıyor başlıyor “Terslik “Terslik oldu Çoban Köpeği, Köpeği, 7 Akbaba’lı Akbaba’lı kubbe yerine taş taş yığını çıkmış.” Keramet’in Almanca konuştuğu “Çoban Köpeği” adlı esrarengiz kişi sinirliydi. “Biliyorum canım, panikleme... Sana Londra’da otur dedim. Ne işin var burada, bırak rahat çalışalım. 7 Akbaba’lı kubbe kesinlikle var. Robert Younger denilen herif onu ortaya çıkaracaktır. Aşağıda taş var, kubbe yok’ derken yalan söylüyor.”
17 7
bamdan ölen oldu, Topkapı’dan kaldırılacak, onun için kalacağım, çıkınca seni aranın. Orada saat 15.00’te buluşalım, taksiye bin şoföre ‘Topkapı’ dersin... Türkçe büen var mı yanında? Tam Tamam am,, ver resepsiyon resepsiyon memur emurun unu u, adresi adresi Türkçe yazdıray yazdırayım. ım...” ..” Berlinli telefonu tekrar aldığında Keramet neredeyse feryat ediyordu. “7 Akbaba için aldığımız avans paralarını hemen geri vermem lazım, ortadan ikiye bölerler beni...” Çoban Köpeği telefonu parçalayacaktı. “Keramet, 7 Akbaba bulunacak diyorum. Paralan verme.” “O mafyayı biliyorsun evladım değil mi?” “Büiyorum biliyorum. Sen merak etme...” “Topkapı’da bekliyorum.”
Duvarların sırrı Bob’la banşan Lara rahatlamıştı, şimdi sır duvanmn heyecanı başlamıştı. Debra sabırsızdı. “Duvan yıkmayı konuşuyorduk. Hadi Bob planını anlat!..” “Duvarı bizim ekipten birileri yıkmalı. Teknisyenlerden ikisi dev gibi, araç gereci g erecimiz miz var, var, duvan açarlar eminim. eminim. Radarla Radarl a uğrauğraşıp vakit kaybetmeyelim diyorum. Duvan yıkmak, arkasında ne olduğunu anlamanın en doğru yolu bence. Yıkmak dediğim, bir kişilik geçit açacağız o kadar. Bob’un planım hepsi uygun bulmuştu. Ancak ciddi bir durum vardı.” “Hisarda kuyu delmenize izin verilmedi. Bakanlık temsilcisi Serkan Serkan göz yumdu. yumdu. Şimdi, Şimdi, kuyuya inerek iner ek antik bir yapının ya pının taşlarıtaşl arını kırmak, geçit açmak bardağı taşınr.” Bunu hatırlatan Köksal’dı. “Şansımızı deneriz, Serkan’dan bir kez daha arkasını dönmesini rica ederiz” dedi Bob.
Akşam haberlerini televizyonda izleyene kadar keyifliydiler. Rumelihisan araştırmasını protesto edenleri ekranda görünce dikkat kesildiler. Çok kalabalık değillerdi ama çok öfkeliydiler. “Muhammed yazılı hisarda ne işleri var? Batıhlar defolun!.. Kutsal binalardan onlan çıkannL Eski caminin üstünde neler oluyor? Defolun İslam düşmanlan!” gibi sloganlar atıyorlardı. Haberi
merak ettiler, Koksal tercüme etti. Bob Köksal’a Kök sal’a sordu sordu.. “Bu nereden çıktı?” “Böyle bir gösteri yapılacağım duymuştuk. Olur böyle şeyler... Milleti Millet i tahrik ederler.” ederler.” “Bir şeyi anlamadım” dedi Bob. “Hisar’m neresinde neresi nde Muhamm Muhammed ed yazıyor?” yazıyor?” “Hisarın kendisinde...” diyen Koksal açıkladı: “Fatih Sultan Mehmed hisarm biçimini böyle çizmiştir. Denizden bakarsan hisarın biçiminin eski harflerle ‘Muhammed’ yazdığım görürsün.” Protestocuların polisin uyarısıyla dağıldığım da haberlerde izleyince rahatladılar.
Ertesi sabah hisarda buluşup durumu açıkladıkları Serkan, duvar yıkma kararından tedirgin olmuştu. Temsü ettiği Kültür Bakanlığı, radar dalgalan göndermek için sadece bazı delikler açılmasına izin vermişti. Kariyerini riske sokarak derin ve geniş bir kuyu oyulmasını engellemeyen Serkan şimdi zorda kalmıştı. Bob’un duvan yıkma kararma karşı çıkmalıydı. “Görevim sizlerin İzm dışına çıkıp çıkmadığınızı kontrol etmek. Bilim adına kuyuyu görmezden geldim, aslında suç işledim, görevimi yapmadım. Bir de duvan yıktmrsam mahkemeye verilirim, sizden rüşvet aldığımı iddia edebilirler, görevi kötüye kullanmaktan hapse girerim.” Serkan sustu, ekiple dostluğu ilerlemişti, onları kırmak da istemiyordu, “beni anlayın” dercesine yakaran gözlerle bakıyordu. Dostlarının gözünde de “sen de bizi anla” yakarışı vardı. vardı. Kollanm Kollanm çaresizce iki yana açtı. “Böyle “Bö yle bir ara araştır ştırm may ayı... ı... Galiba yarım bıraktıramayacağım.” “Oooh” diyen Lara teşekkür öpücüğünü Serkan’m yanağına kondurdu. Hepsi özverisinden dolayı Serkan’a teşekkür ettiler. Büyük an gelmişti. Kuyunun başmda sadece Bob, Debra, Peter, Lara ve Koksal vardı. Serkan hisann kapısına polis diktirmişti. Polis aldığı talimatı uygulayarak Semiramis’i bile içeri sokmadı. Semaramis çılgın gibiydi, üst üste ettiği telefonlara Bob yanıt vermedi. Nihayet duvar duvar yıkılacaktı. yıkılacaktı. Amerikalı teknisyenler hazırdı. Dev gibi adamlardı, duvan delecek matkaplann kablolarım jeneratöre bağladılar. Yıkım için gerekli gere kli matkapları ve balyo balyozlan zlan vinç sepetine koydula koydular. r. KasklarıKaskları-
17 9
m giydiler, el fenerlerini ve kuyuyu aydınlatacak güçlü projektörleri kontrol ettiler. Her şey tamamdı, eksiksizdi. Heyecan doruktaydı... 7 Akbaba’yı bulmalarına az kalmıştı. Sessizlik artar mı? Evet artıyordu.
Hisarın önü, SemiramisKara Temur “Orospu çocukları beni hisara sokmadılar. Girişe polis dikmişler. Bob’un verdiği eldpten olduğumu gösteren kimlik bile sökmedi, polis ‘Emir kesin’ diyerek durdurdu. Lara denüen o kaltak yaptır yaptırmı mıştı ştırr bunu. Baş Başın ında dan n beri beri bana bana yiyecekmiş yiyecekmiş gibi gibi bakıyor bakıyor.” .” Semiramis, hisarın önüne park ettiği arabasmdaydı. Bunları Kara Temur’a Temur’a anlatırken telefonu tutan tutan elleri öfkeden öfkede n titriyordu. titriyordu. Kara Temur her zamanki serinkanlılığından uzaktı, endişeli bir sesle sordu. sordu. “Dışarıya hiçbir şey ş ey sızmıyor mu?” u?” “Sızmıyoooor sızmıyooor... Bob’a cepten telefon ediyorum açmıyor.” “O halde bunlar bir bok buldular. Elinden geleni yap, öğren. Günlerdir adamlan 7 Akbaba’yı alacaklar diye Boğaz’da bekleti yoru yorum m. Gürcü ürcü gemisi gemisi onlar onlarıı ka kaçır çırma mak k için için Kefken açıklar açıklarınd ında a duruyor. Hisarda olanları öğrenmeliyiz, malı elimizden kaçırma yalım yalım,, bize pahalıy pahalıya a patla atlar, r, çok pah ahal alıy ıya. a... .. Anlıyor Anlıyor musun usun?” ?” “Çok iyi anladım” diyen Semiramis telefonu kapattıktan sonra arabasından indi, tekrar hisarın girişine gitti. İçeride olan biteni kapıdan görebildi görebi ldiği ği kadar anlamaya anlamaya çalışacaktı. Sonra, Sonra, da kendisini görene kadar kadar Bob’u bekleyecekti.
Duvarın ardında ne var? İki teknisyen duvan yıkmak üzere indikleri indi klerinde nde kuyunu kuyunun n üstün üstün-dekiler nefeslerini tutmuştu. Teknisyenler güçlü ışıklarla duvarı yuka yukand ndan an aşağıy aşağıya a incele inceledi diler ler.. Bir yan yanda dan n da ufak ufak süpü süpürg rgey eyle le duvardaki toprakları temizliyorlardı. Duvarın toprakla birleştiği yeri inceleyen inceleyen Josep Joseph h bird birden en arka arkada daşı şını nın n kolu kolunu nu tutt tuttu u. “Şuraya bak!.. Çok ilginç.” Duvann zeminle birleştiği yerdeki taşlan gösteriyordu. Eğildi, taşlarm araşma elini sürdü, ışığı iyice yaklaştırdı. “Taşların arasında beton var Matt. Matt. Üstüne Üstüne de zift zi ft sürülmüş.” sürülmüş.” “Ziftle beton mu? Yanlış görmüş olmalısın, en az 1 700 yıllık duvar diyorlar, o çağda betonla zift olamaz.”
1 80
Matt şaşırmıştı, hemen diz çöktü, taşların arasını iyice süpürdü. Lekeler bırakan toprağa rağmen zift ve altındaki beton keskin ışıkta açıkça görülüyordu. Diğer Diğer taşları da gözden gözde n geçirdiler. En alttaki taşlardan yan yana yana ikisi ve onların üstündeki iki taşm aralan betonla doldunılmuştu ve üstleri kaim ziftle örtülmüştü. “Duvarda bir geçit açılmış. Şu dört taş kesinlikle yakın zamanlarda çıkanlmış.” “En eski tarih ne olabilir? Beton ile ziftin bilindiği zamanlarda burası açılmıştır. Bu taşlar dipte olduğu için Bob görmemiştir.” Matt telsizle Bob’u aradı. “Bob aşağıya in. Tek başma, sakin görün.” “Okey” diyen Bob asansör sepetini yukanya istedi. Ne olmuştu olmuştu acaba acaba? ? Soran gözler gözlerle le bakan bakan arkadaşlarına arkadaşlarına heyecahey ecanını belli etmeden sepete binerek kuyuya indi. Matt ile Joseph alttaki dört taşı ona gösterdi. “Duvar, beton ile ziftin bilindiği bir zamanda delinmiş Bob. Bir insanın geçeceği kadar yer açılmış.” Bob dizlerinin üstüne bıraktı kendim, projektörün güçlü ışığı duvarı çok iyi aydınlattı. Öyle yakmdan bakıyordu ki, burnu taşlara değmekteydi. “Aman Tannm, işte şimdi kalpten gidebilirim.” Yukandakiler açık telsizden sözlerini duymuştu. Heyecanla hepsi birden seslendiler. “Bob neler oluyor? Bir şey söyleyin?” “Bir şey şey yok canım canım,, benim benim tuhaf şakalarım işte” işte” dedikte dedikten n sonra telsizi kapattı. “Betona ve zifte bakarsak yüzyıldan daha erken zamanda binleri duvan delmiş. Herifler kubbeli binayı bulmuşsa 7 Akbaba’yı da bulmuşlar demektir.” Bob bir şeylere karar vermek gerektiğini düşündü. “Kimdi duvan yıkanlar? 7 Akbaba’yı alıp götürmüşler miydi? Anlamak için ne yapmak gerekir? Duvan yıkıp öte yana geçmezsek bunu öğrenemeyiz. Hadi çocuklar!..” O an gelmişti. Taşlan söküp birkaç adım attıktan sonra esrarengiz binanın ardında veya içinde ne olduğunu göreceklerdi. Kale gibi yükselen taş duvarm dibinde karanlık toprağın kokusunu heyecanla soluyorlardı. Bulundukları çağdan bir anda çolc eski takvimlere düşmüş gibiydiler. Yüzyıllardır yazılan ama yeri bilinmeyen, esrarı çözülemeyen 7 Akbaba kubbesi “herhalde” duvarın birkaç adım ötesindeydi.
181
Kuyunun üstü öyle sessizdi ki, ekibin kalp atışları duyulabilirdi. Sessizliği Serkan’m cep telefonu bozdu. Telefonun sesiyle silkindiler. Serkan açtı telefonunu, dinledi. Kıpkırmızı Kıpkırmı zı olmuştu olmuştu.. “Tabii efendim. Hemen, tamam efendim, merak etmeyiniz. Elbette hisarday hisardayız. ız. Saygılar efendim.” Neden yüzü kızarmıştı? Serkan’a merakla baktılar, genç adam paniğe kapılmıştı, kapılmıştı, yüzünü yüzünü ter basmıştı. basmıştı. Aynı anda kuyudaki Matt, “Biz de daha önce çıkarılmış dört taştan gireriz” diyerek matkabın ucunu alttaki iki taşm araşma soktu. Yukandakilerin dikkati şimdi paniğe kapılan Serkan’daydı. Boyu iki metreye yaklaşan Serkan iki büklüm olmuştu. “Araştırma durduruldu. Bakan beydi telefon eden... Birkaç saate kadar bazı yüksek memurlar buraya gelecekmiş.” Hepsi buz kesmişti. Bir an dilleri tutuldu, konuşmuyor öylece Serkan’a bakıyorlardı. Onlara aldırmayan Serkan telsize kelimenin tam anlamıyla bağırdı. “Bob! Aşağıdakiler! Hemen yukarıya çıkın!.. Acil durum!..” Serkan yanıt alamayınca çağrısını yineledi. “Derhal yukarı çıkın diyorum!.. Bekleyecek durumda değilim. Bob beni duyuyor musun? Acil durum, acil durum!..” Bob ve iki teknisyen şaşırmıştı ama “acil durum” dendiğine göre yukarı çıkmalıydüar. Telaşla sepete bindiler. Çıkınca olağaüstü durum olduğunu yukandakilerin yüzünden anladıla anladılar. r. Serkan kıpkırmızıydı, telaşla telaş la konuştu konuştu.. “Bakan araştırmayı durdurdu.” Sözün Sözünü ü bitirmesine izin vermedi verme di Bob. Bob. “Ne? Yanlış duymuyorum ya? Senin bakanın delirmiş olmalı.” Bob dizlerine dizlerine vurdu, kendini kaybetmişti, parmağını Serkan’m gözüne sokarcasma uzattı. Bağırıyordu. “Araştırma durduruldu ne demek? Onca emek boşa mı gitti? Olamaz, hayır olamaz! Bunu kabul etmem.” Serkan son derece tedirgindi ve ciddiydi. Bob’a sert bir yanıt verdi. “Bak dostum, kendim hemen topla. İzinsiz iş yaptık, bu kadarına memnun ol. Bakan ‘durduruldu’ diyorsa araştırma durmuştur. Şimdi Şimdi gerçeğe ge rçeğe bakalım bakalım;; buraya buraya yüksek yüksek memurlar memurlar gelece gel eceğini ğini bakan bakan bey söyledi. Kuyuyu görürlerse beni şuracıkta tutuklatırlar. Bob bağırıyordu. “Hayır beni durduramazsın!.. Duvarı yıkacağım.”
1 82
Serkan’m kızaran rengi beyaz b eyaza a dönm dönmüş üştü. tü. Endişeliydi. “Ne laf anlamaz adamsın, hayatımı mahvedeceksin. İlle zor mu kullanayım.” Debra su şişesini kaptı, topaç gibi olduğu yerde dönen çıldırmış durumdaki Bob’un karşısına geçti, bütün suyu yüzüne boşalttı, sonra ona sanldı. “Bob kendine gel. Serkan bizim dostumuz, ona nasıl zarar veririz? Devlet durduruyorsa durmak gerekir.” Debra geri çekilip çekilip Bob’un Bob’un yan yanakların aklarına a iki tokat tokat patlattı. patlattı. “Bob sakin ol. Aç avuçlarını!..” Soğuk şişeden su döktü. “Yüzünü yıka!” Bob suyu yüzüne çarptı, derin ve acildi bir sesle ofladı. Serkan da delirmiş gibiydi, bağırıyordu. “Kuyuyu çabuk kapatm, çabuk!.. Memurlar gelmek üzere.” Koksal hiç durmadan teknisyen Pat’e seslendi. “Pat, kuyuyu hemen doldurun, bir saniye bile kaybedeme yiz!.. yiz!..”” Pat Bob’a baktı, o başıyla onayladı. Kendine gelmişti, utanmıştı. tı. Serkan’a sanldı. “Sen saygın bir arkadaşımızsm. Beni bağışla, durdurma haberi çıldırttı bir anda. Bu noktaya kadar yaptıkların için teşekkür borçluyuz. Sağ ol dostum. Memurlar gelmeden kuyu doldurulur merak etme. Kimse bir şey anlamaz.” Serkan tekrar tekrar telaşlanm telaşlanmıştı. ıştı. “Duvarı yıktınız mı?” Bob onun sırtım sıvazladı. “Merak etme, dokumnadık bile...” Koksal da Bekçi Bekç i Hıdır’ı Hıdır’ ı uyar uyardı dı.. “Ağa, sen kuyu filan görmedin tamam mı?” Hıdır Hıdır göğsünü göğsünü şişirdi. “Ne kuyus kuyusu u can canım ım.. Bunlar Bunlar toprağa topr ağa elektri elektrikli kli bir b ir şeyl ş eyler er tuttu tuttula lar, r, o kadar.” İki araç birden kuyuyu doldunnaya başladı. Bob ağlamaklı gözlerl gözlerlee derin derin çukura çukura dökülen dökülen toprak yığınlarını izliyordu. Düny Dünyaa yı sa sarsa rsacak cak bir bir buluş luşun eşiğ eşiğin inde deyd ydile iler. r. Son Sonuna ka kada darr ge gelm lmiş işle lerd rdi. i. Bakan telefon etmeseydi belki de dakikalar içinde 7 Akbaba’lı kubbeye girmiş olacaklardı. Şimdi kuyu tamamen doldurulmuştu. Üstüne sahnenin taşlarını kaplanuşlardı. Oraya bir kuyu açıldığı fark edilemezdi. Serkan
183
“Bakalım bundan sonra neler göreceğiz” dedi Debra fısıldar gibi. Peter ise gülüyordu. Gülüşü giderek kahkahaya dönüştü. Gülmekten gözleri yaşarmıştı. Arkadaşlarının şaşkınlığı onu daha çok güldürdü. Mendiliyle gözlerini siliyor kahkaha atarken konuşmaya çalışıyordu. “Şunlarm haline bak” derken eliyle ekibi gösteriyordu. “Hele sen Bob, suya düşmüş kedi yavrusu gibisin... Ne kadar komiksiniz sayın bilginler, hah, hah, haaa...” Bob kızmıştı. “Bu duruma gülecek kadar ilkelsin Bay Peter von Vurdumduymaz... Senin de taş devri aklını araştırmak gerekir.” “Hadi carum” diyen Peter’in yüzü birden kasıldı. O güler yüzün birden değişmesi şaşırtıcıydı. “Beni delirdi sanıyorsun sanıyorsunuz uz herha herhalde... lde... Sizin halinize de, de, kendi halime de gülüyorum. Biz ne halt ediyoruz yahu? Bir delik açmak için yır yırtı tın ndınız ınız.. Ölç Ölçtü tünü nüzz biç biçtin tiniz, iz, 7 Akba Akbaba ba’ya ’ya tam tam elin eliniz izii uzatt zattın ınız ız,, elin eliniize bir tokat attılar, ‘buraya kadar’ dediler. Şimdi siz leşi kaçıran akbaba gibi bakıyorsunuz. Nedir bu çılgınlık?.. Bir 7 Akbaba tantanası çıktı, yer yerinden oynadı. Yüzlerce yıl önce anlatılmış 7 Akbaba hikâyesi 75 yıldır modem çağ insanlarının yaşamım altüst ediyor. Ja Janos Klei Klein n ve ardın rdında dan n ka kard rdeş eşim im 7Akba Akbaba ba’n ’nm m peşin peşinde den n koşu koşuyo yorr ve Teo Teo bu yolda yolda ca canım nım ver veriy iyor or.. Kard Kardeş eşim imin in kat katili ili bulu bulun namadı, beni benim m tek sorunum budur dostlar. Allah kahretsin akbabaları...” Peter kendisini tutamadı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Rumelihisarı Rumelihisarı gizemi gizem i Kuyunu Kuyunun n kapatılmasından bir saat sonra sonr a iki jandarma jand arma minibüsü ile bir polis otobüsünün Rumelihisan’na gelişini görenler meraklanmıştı. Araçlar hisann girişine en yakın alana park etti. Nöbettekilere katüan yeni grup jandarmalar ve polisler hisara girilebilecek her noktayı kontrol altına aldı. Aynı anda hisann üstüne de bir polis minibüsü ve bir jandarma cipi geldi. Hisarın tam girişmde duran duran Semiramis Semiramis öyle öyl e şaşkındı ki, jandarma subayı, “Hanımefendi kenara çekilin asker geçemiyor” diye uyardı. Uzun namlulu silahlarıyla polis ve jandarma hisarı kuşatmıştı. Olağanüstü önlem almıyordu. Biraz soma da general forslu bir cip geldi. Komando üniformalı bir tuğgenera tuğgeneral, l, bir yarbay ve bir b ir yüzbaşı yüzbaşı cipten indi. indi. Onlan polis
ekiplerine kumanda eden Emniyet Amiri başkomiser karşıladı. Hep birlikte hisara girerlerken Semiramis olanı biteni Kara Tem Temur'a ur'a bildirm bildirmek ek için telef telefon onun unu u çık çıkar arıy ıyor ordu du.. Generali gören Koksal ile arkadaşları iyice heyecanlanmıştı. Önce “dur” “dur” talimatı, talimatı, ardından ardından güvenlik güvenlik güçlerinin güçleri nin ablukası ablukası ve şimdi şimdi de generalin generalin gelişi merak edilmeyecek edilmeyecek gibi değildi. Nele Ne lerr oluyordu? oluyordu? Ani durdu durdurm rma a emri ve polisl polisler er üe jandarma jandarmaların ların sıkı sıkı güvenlik güvenlik ablukasının sebebini öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı. General yanlarına gelince Serkan bir adım öne çıktı. “Paşam, bendeniz Kültür Bakanlığı müfettişi Serkan Bozer. Arkadaşlar araştırma ekibinden yabancı konuklarımız.” General General çok nazik bir bir şekilde elini uzattı uzattı kendisini tanıttı. tanıttı. “Tuğgeneral Cemal Cemal Toplu.” Serkan, generali Bob, Debra, Lara ve Köksal’la tanıştırdı. Bekçi Hıdır ise i se aniden ortaya çıkıp topuklarını topuklarını çarptırarak asker selamını çaktı. “Paşam Paşam,, ben hisarın hisarın 40 yıllı yıl lık k bekçisi bekçisi Sivaslı Veli oğlu Hıdır. 41’ 41’e 1. tertip 57. Tümen merasim bölüğü çavuşu.” General de onun selamına askerce karşılık verdi. “Memnun oldum Hıdır Çavuş. Ne var ne yok buralarda?” Hıdır kasılmaktan çatlayacaktı. Yüzündeki ifade son derece ciddiydi. “Paşam. Hisarda asayiş berkemal. Benim gözümden bir şey kaçm kaçmaz. Bu yabancı misaf misafirler irler elektrikli elektrikli aletleri toprağa toprağa tuttu tutturd rdu u durdu durdular. lar. Yerin Yerin altında bina arıyorlarmış.” arıyorlarmış. ” Genelar merakla sordu. “Hıdır “Hıdır Çavuş avuş,, buldular buldular mı mı aradıklarım?” “Buldular paşam. Elektrik dalgası yerin dibini gösterirmiş.” “Kazı filan fil an yapıldı mı?” “Yapılmadı paşam. Aletleri toprağm üstünde gezdirdiler. Aha aletler şurada... Bakan izin verdi, sahneden kaplama kaldırıp birkaç delik açtılar. Hem de şu sahnenin kırılması iyi oldu paşam. Altında fetih camiinin temeli var, o camiyi Fatih Sultan yaptırmış, paşalarla, yeniçerilerle, sekbanlarla birlikte namaz kılmış. Şimdi üstünde vur patlasın çal oynasın yaptılar, yakışık almıyordu. Camiyi yemden yaptırın paşam.” General gülümseyerek gülümseyerek Hıdır’a Hıdır’ a teşekkür etti. etti. “Binbaşım not alır, çaresine bakmaya çalışırız. Verdiğin bilgüer için teşekkür ederim. Hâlâ çakı gibi askersin Hıdır Çavuş bravo!..” “Vazifemiz paşam. Türk ölene kadar askerdir.”
185
Hıdır ile generalin muhabbeti bitince Koksal kendini tanıttı. Paşa onu televizyon tartışmalarından ve gazetesindeki yazılarından tanıyordu. Koksal aniden alman önlemlerin sebebini sordu. “Koksal Bey, emir Genelkurmay’dan geldi. Emin olun ayrıntı yok. yok. Sadece Sadece Rume Rumelih lihisa isarı’n rı’nm m sıkı sıkı güven güvenlik lik altına altına alınm alınmas asıı ve önlemleri bizzat teftiş etmem istendi. Sebep nedir bilmiyorum. Ben de yarbayımla yüzbaşımı yüzbaşımı alıp geldim.” ge ldim.” Koksal generalle konuşurken Serkan da Debra’ya, Lara’ya ve Bob’a tercüme ediyordu. “Sanının bazı yüksek memurlar da gelecekmiş öyle mi paşam?” “Öyle... “Öyle... Az sonra burada burada olurla olurlar, r, gelirken gelirk en telsizle telsi zle görüştük.” görüştük.”
Sırlar sırlar... Yüksek devlet memurlan nihayet geldiler. Dört kişiydiler. Koksal onların ikisini tanıyordu, arkadaşlanna da tanıttı. “Öndeki şişman olan Başbakanlık Güvenlik Danışmanı Haluk Ergin, yanındaki mavi ceketli İçişleri Bakanlığı danışmanlann dan, aslında Milli îstihbarat’tan Sezer Akmal, arkadaki iki kişiyi ilk kez görüyorum.” Başbakanlık Danışmanı Haluk Ergin generale kendini tanıtıp tokalaştıktan sonra yanındakileri takdim etti. “Paşam, İçişleri Bakanlığı Özel Bölüm Müdürü Sezer Akmal Bey, arkeolog Profesör Atıl Koman Bey, fizik profesörü Falih Kosova Koso va Bey...” Bey...” Kasıntılı bir edayla araştmua ekibine döndü. “Araştırma yapan ekip sanırım sizlersiniz?” Serkan kendisini tanıttıktan sonra ekiptekileri ve görevlerini anlattı. Başbakanlık Danışmanı alaycı bir ifadeyle güldü. “Eh araştırmayı sona erdirdik. Bundan Bundan sonra İstanbul’un tadını tadını çıkarmaya bakın” dedi İngilizce olarak ve samimi bir edayla Bob’ Bo b’un un omzuna vurdu vurdu.. Bob kızdı ama onun alaycı tavrına buruk bir gülümsemeyle yanıt yanıt verdi. verdi. “ 10 00 000 0 km öteden bilimsel bil imsel araştırma ar aştırma için İstanbul’a İ stanbul’a gelen gel en biz lere Boğaz’da rakı içip balık yemek iznini lütfediyorsunuz demek, güzel” diyerek sordu. “Elyazması eski bir kitabın efsane mi gerçek mi olduğunu bilmediğimiz verilerine dayanarak emek verdik, sponsorlanmız milyon dolar harcadılar. Resmi makamlara bilgi
1 86
verdiğimi verdi ğimizz masum asum bir araştırmadır yaptığımız. yaptığımız. Oruç Bey kitabın kitabında yazılanlara göre 7 Akbaba’yı bulsak, Türkiye’nin tarihi hâzinelerini zenginleştirecek, turizm gelirlerine büyük katkısı olacak. Şimdi sayın bayım, günlerimi verdiğim bu araştırmayı neden durdurduğunuzu sormak hakkımdır. Neden?” Başbakanlık Danışmam Haluk Bey bir tuhaf olmuştu, önce ne söyleyeceğini bilemedi, öksürdü, gırtlağını temizler gibi yaptı, soma soma yüksekten bakan ifadesine ifadesi ne dönd döndü ü. “Sayın Robert Younger, dünyaca ünlü değerli bilim adamısınız, size saygımız var. Ülkemizde yapüan her türlü bilimsel çalışmaya destek verdiğimiz çok iyi bilinir. Bilim adamlarını ünlü Türk konukseverliğiyle konukseverli ğiyle ağırladığımızı ülkemizde araştırma araştırma yapan tüm meslektaşlarınız söylemektedir. Ancak, hisardaki bu araştırmayı kesmek zorundayız. Lütfen anlayışla karşılayınız... Ve bu konuda bir daha soru sormayınız.” Bob kollarım iki yana açarak boynunu çaresizce eğdi. “Kölelere bir daha soru sorma denir.” Koksal son son bir hamle yaptı. yaptı. “Haluk Bey Bey,, araştırmaya araştırmaya yeniden izin izi n almak için içi n başvuru başvuru yapılsa?” Başbakanlık Danışmam kararlı bir ifadeyle alaycı gülümsedi. “Hiç “Hiç umut umut yok yok Koksal Koksal Bey ey.. Devlet Dev let hiçbir hi çbir zaman zaman,, bugün bugün ve uzak gelecekt gel ecektee bile hisarda araştır araştırma ma yapılmasına yapılmasına izin vermeyecektir. Kimse boşuna vaktini ziyan etmesin.” “Teşekkür ederim Haluk Bey” diyen Koksal, İçişleri Bakanlığı Özel Bölüm Müd Müdürü ürü Sezer Akmal’ Ak mal’a a bakt baktı. ı. “Konuyu kapatmak en doğrusu... Daha fazla som, daha fazla yanı yanıtt deme demektir ktir ki, yan yanıt ıt vermeyeceğ vermeyeceğimizi imizi söyleyeyim” dedi ba başın şınıı olumsuzca sallayan Sezer Akmal. Son noktayı koymuştu. Araştırmayı sürdürme umutlan sönerken çimenlere oturmuş olanları izleyen Debra üstündeki baskıyı garipsedi, kendisini bir tuhaf hissetti. Hava karanyordu, çevresine bakındı, polisler ve janda jandarm rmalar alar hisa hisann nn içinde içinde ve dışı dışınd nda a girilebilecek noktalan noktalan tuttutmuştu ştu. Bakınırken yanma Bekçi Bekçi Hıdır geldi. Çat pat İngili İngi lizce zcesiy siyle le bir şeyler şeyl er anlatmaya anlatmaya çalışıyordu çalışıyordu.. “Püfff... Baskı çok, hava ağır... Ben üff fena, sen üff fena... Bayan, dikkat. Cami... orada...” decü, ama sonrasını nasıl anlatacağını bilemedi, elini başının üstüne götürüp aşağı yukan kaldırı yord yordu u. “Yeniçeri, yeniçeri... Buuuuvv...” dedi ve İngilizce beceremeyin ce Türkçe’ye döndü. Hep çıkar caminin toprağından, ben çok
18 7
gördüm. İçimde bir his var şimdi gözükecek... Dikkat, korkma ha... Sen gördün ya... O yeniçeri işte...” Debra anlamıştı. Hıdır “yeniçeri” tarifiyle uyarıyordu. Demek ki aynı baskı, aynı sıkıntı Hıdır’a da yüklenmişti. İçini korku kapladı. Hayalet yeniçeriyi görmüştü. Arkadaşları dalga geçmişti ama, am a, işte bekçi b ekçi de “yeniçeri” “yen içeri” diyordu diyordu.. Debra yeniçeriyi yeniç eriyi gördüğüne gördüğüne artık kesin inanıyordu. Hatta iki yeniçeri görmüştü. Biri tünelde, diğeri hisar tiyatrosundaMakbet oyunu oyunu sırasında... Üst üste gelen olaylarla yorulmuştu. Debra’mn rengi solmuştu, düşünüyordu. “Saatler boyu karabasan görmüş gibiyim. Öyle akıl almaz bir ortamdayız ki, insan bunun gerçekliğine inanmayıp delirebilir. Ben kendimi üşütmek üzere hissediyorum. Biraz dinlenmeliyim...” Bob’un Bob ’un sesiyle irkildi. irkildi. “Bu gördüklerimden soma ölene kadar buradayım çocuklar, siz dilerseniz otele gidip bozgunumuzun tadım çıkarın” diyordu. Bob tekrar t ekrar öfkeye öf keye kapılıp kapılıp kendini kaybetm kaybetmişti. işti. “Polis, asker, kimse beni buradan çıkaramaz.” Yere oturdu. Bakanlık memurları şaşkınlıkla bakıyorlardı. Peter ile Koksal onu yatıştırmaya çalıştı. Sonunda ayağa kalktı cima pes etmemişti. “Hadi defolup gidelim. Ama saym beyler şunu bilsinler ki, ben araştırma iznini tekrar alacağım!.. 7 Akbaba varsa eğer, onları bulan kişi ben olacağım.” Ekip malzemelerim toplamaya başladı. Öncelikle elektronik aletleri kutularına yerleştirdiler. Hepsi üzgündü, bu ^üzünlü anı kaydetmek isteyen Debra kamerasını çıkardı. Arkadaşlarının eşyaları toplayışını, asık suratlarını kaydetti. Sonra da Köksal’la birlikte çekim yapa yapa onlardan uzaklaştılar. Yavaş yürüyorlardı. Debra heyecanlı günler günler geçirdikleri geçirdi kleri tarihi kalenin her köşesini kaydetmek istiyordu. Objektif, yıkık caminin caminin minares minaresini ini gösterirken göster irken Debra De bra kamerayı bırakıverdi, çığlık atarak koştu, KÖksal’a sanldı, parmağıyla minareyi gösteriyordu. “Yeniçeri, yeniçeri!..” Koksal baktı bir şey göremedi, göremedi, Debra De bra ise titriyordu, titriyordu, işte yeniçeye niçeri oradaydı, yarısından kırık minarenin üstünde üstünde parmağını “olmaz" “ol maz" gibilerden sallıyordu. Arkasında kılıcını kaldıran bir yeniçeri daha vardı, onun kılıcından kan damlıyordu, boynundaki derin kesik dehşet vericiydi. KÖksal’a daha sıla sarıldı, dişleri birbirine vuruyordu.
18 8
“İşte oradalar, bak oradalar!..” diyordu. Koksal kimseyi görmemişti. Debra yüzünü KöksaTm göğsüne kapattı. Tekrar görmek istemiyordu. “Lütfen yeniçeri hikâyesini bizimkilere anlatma, inanmıyorlar, alay ediyorlar” dedi başmı kaldırmadan Köksal’a. Ekip artık toplanmıştı, Bob iyice yatışmıştı, hatta yaptıklarından utanmış gözüküyordu. Yine de kendini tutamadı. İki profesöre yumuşak bir ifadeyle sordu. “Sayın meslektaşlarım bağışlayın ama bir sorum var. Burada durdurulan arkeolojik bir araştırmadır. Siz sayın fizik profesörü, siz ne sebep sebeple le burada bulunuy bulunuyorsu orsunuz nuz?” ?” Şaşıra Şa şıran n profes pr ofesörle örlerin rin imdadına imdadına Haluk Haluk Bey Be y yetişti. “Bir sebebi vardır Sayın Younger. Soru sorulmamasım rica etmiştik.” “Okey boss” dedi Bob ve yanlarından uzaklaştı. Gitme zamanı gelmişti, devlet memurlarıyla, profesörlerle, Cemal Cemal Paşa’yla, Paşa’yla, emniyet amiriyle tokalaş tokalaştılar tılar.. Geldiklerinden Geldiklerinden beri beri yardım yardımcı cı olan olan sevecen Bekçi Bekçi Hıdı Hıdır’m r’m gözleri do dolm lmu uştu ştu. “Yahu vallahi merak ediyordum, şu kuyudan ne çıkacak diye... Neyse üzülmeyin canım, bu iktidar gider, gelecek hükümetten izin alırsınız, değil mi Koksal Beyim?” Hıdır’m sözleri çevrilince hepsi güldüler. Sözlerinin beğenilmesinden mutlu olan Hıdır hepsiyle tek tek kucaklaştı. Hisarın diğer bekçileri de gelerek “Uğurlar olsun” dediler. O sırada hisarm girişinde Semiramis’i gördüler. Elini kolunu sallayarak içeri girmek istediğini işaret ediyordu. Lara’mn öfkesi bir kat daha arttı. “Şu fahişenin gırtlağım sıkmak istiyorum.” Koksal hemen yanma geldi. “Duygularını salon belli etme, Lara Bırak kafese girsin. Kuşku lanmamalı, çok kritik dönemdeyiz. Dilimizi tutacağız. Semiramis asla şüphelenmemeli. şüphelenmemeli. ” Koksal generale Semiramis’in ekipten bir arkeolog olduğunu söyleyerek söyleye rek girişine izin vermesini rica etti. etti. Semiramis, son derece şık safari bir kostüm giymişti. Kalçalarının ölçüsünü belli eden dar pantolunu ve göğüslerini iyice orta ya çık çıkar aran an ka kada darr düğ düğm melerin elerinii açtığ açtığıı gömleğiy gömleğiyle le ya yads dsın ınam amaz az çekiciliğe sahip sahipti. ti. Kedi yürüyü yürüyüşüy şüyle le yanlarına yanlarına geldiği geldi ği dostlarını selamsel amladı. “Neredesin Semiramis, seni merak ettik?” diye soran Bob’un hemen koluna girdi, kıntırak üstünü başım gösterdi.
18 9
“Yeni bir iş kıyafeti aldım” diyerek dalga geçti. Lara’mn sert bir sesle söyledikleri ise buz gibi bir hava estirdi. “Çok şık olmuşsun, Hollywood’un 50 yıllık Afrika filmlerinde pasta kılıklı safarili yapay kadınlar kadınlar vard vardır, ır, onlara benzemişsin.” Bob, Semiramis’i Lara’nın karşısından uzaklaştırma gereğini duydu. “Biraz yürüyelim mi?” Sonra aptal âşık rolünü sürdürdü. “Lara’nın bir akrabası akrabası ölmüş ölmüş sinirleri bozuk. bozuk. Polisl Po lislerl erlee askerler güvenlik önlemleri alıyor. Bugün buranın tadı yok... Git keyfine bak...” Semiramis kuşkulanmış kulanmış tı. tı. “Siz çalışma yapmayacak mısınız?” “Hayır. General izin vermiyor. O kadar işte... Bir daha buraya gelmeyeceğiz.” “Sebep nedir, neden bu kadar büyük güvenlik önlemi almıyor?” “Bümiyorum, Semiramis. Bize sadece soru sormayın dedüer. Gidip yatacağım, ama dilersen yarın akşam oteldeki odamda buluşalım, baş başa bir yemek yeriz” dedi. Semiramis, generalin araştırmayı durdurma sebebini öğrenmeliydi, daveti hemen kabul ederek tahrik edici pasım attı. “Unutulmaz bir gece daha yaşayacağından emin olabilirsin.” Kırıtarak ötekilerin ötekil erin yanında yanından n geçti, başıyla hafif haf if bir selam verdi o kadar...
Semiramis çıkar çıkmaz Kara Temur’u aradı. “Adamlarını hemen dağıt. Araştırma devlet tarafından durduruldu, kuyu kapatıldı. Burası asker ve polis dolu. Artık hayat yok. 7 Akbaba işi şimdilik hayal oldu. Sebebini bilmiyorum.” Kara Temur inanmıyordu. inanmıyordu. “7 Akbaba hayal olmayaca olmayacak. k. Devlet gelir gider. Hiçbir Hi çbir şeyi şey i gördüğün gibi kabul etme, daima kuşkulan. Kapatma işinde mutlaka bir tezgâh vardır. Ok yaydan çıktı bir kere. 7 Akbaba’yı artık kimse unutamaz. Aptal gibi pes etme, sen güçlü kadınsın.”
Vinç ve jeneratörle jener atörleri ri taşıyan taşıyan iki ağır kamyon kamyon ile elektronik elektronik aletlerin monte edildiği otobüs ertesi gün alınacaktı. Ekibin Amerikalıları, “Geldiğimizden beri ilk defa kafalan çekeceğiz” derken Peter, Serkan’ı da otele davet etti. Durumu değerlendirmek için toplanacaklardı.
190
Hâlâ toparlanamayan Debra, Köksal’ın koluna sımsıkı sarılmıştı. Otele kadar yüzünü Köksal’ın göğsüne kapadı. Hayalet yeniçeriler onu fena sarsmıştı. Bob ise söyleniyordu. “Fizik profesörü profe sörü neden geldi? geldi? Çok tuhaf? tuhaf?””
Keşlce... Ertesi gün. İstanbul’un denizi, mavinin en güzeliyle parıldıyordu. Gökyüzündeki birkaç minik bulut, sürüden ayn kalmış kuzular kadar yalnızdı. Otelin terasındaki camdan bakıyordu Lara. İstanbul ne kadar güzeldi. Teo’yla sadece gezmeye gelselerdi, ölüm acısı yaşanmasaydı. Teo Teo gözünün önündeydi, ışık ışık saçan iyi iyi bir bir ins insandı. Yaşça aşça kendisin isin-den küçü küçüktü ktü,, onu kardeş gibi sevmişti, ama Teo’nu eo ’nun n kendisine kendisine tutultutulduğunu da fark etmişti. Keşke duygusundan yararlanıp 7 Akbaba sevdasından Teo’yu vazgeçirseydi. Öyle ama kendisi de Oruç Bey kitabım bulmak istiyordu. Bilimsel heyecanlarıyla bir kitabın izini sürerke sürerken n katillerin yollarım yollarım keseceğim keseceğim nereden bileceklerdi. “Lara gelsene” diye seslendi Peter. Saat 15.00’ti, Peter yarım şişeye yalan viskiyi bitirmişti. Lara masaya masaya geldi, yan yanm m kalan kalan viskisini viskisini bir dikişte içti. Katilleri Katill eri tuzağa tuzağa düşü düşürm rmek ek,, tüm sağlam sağlam deliller delil lerii elde e lde etmek için i çin Semiramis’e katlanmak Lara’yı kızdırıyordu. O şıllık da katillerin ortağıydı. Onun bileziklerle dolu bileğinde kelepçe görmek için sabırsızlanıyordu.
ipucu: Cep telefonu Saat 09. 26, İstanbul. Polis otosu, güneşin parlattığı tramvay rayları üstünden Sultanahm Sultanahmet’ten et’ten Beyazıt’a Beyazıt’ a doğru doğru tembel tembel ilerliyordu. ilerl iyordu. Kullananla birlikte içinde üç polis vardı. Çemberlitaş’a geldiklerinde tamir çalışmalarını gördüler. “Duralım bir dakika” dedi arkada oturan genç komiser. Polis Polis otosu yanlarında durun durunca ca çukurlarda çukurlarda çalışanlar şöyl şöylee bir bi r baktılar, sonra işlerine devam ettiler. Komiser otodan indi, Çemberlitaş’m tam altında gölgede duran tulumlu dört adama doğru yürüdü. “Merhaba arkadaşlar. Kolay gelsin.”
191
“Sağ olurı komiserim.” Tulu Tulum mlu dört ad adam am işçib işçibaş aşıı olm olmalı alıyd ydı. ı. Komiser Komiser şöyle bir bir çuk çukurlara baktı. îki çukurun kenarında “Telefon tamiratı” yazılı bariyerler le r vardı. Diğer çuku çukuru run n bariyerlerinde “Sular “Sular idaresi” yazıyordu. “Tesisat tamiri ha? Hem su, hem telefon.” Adamlardan sakallı olanı yanıtladı. “Evet komiserim. Sık sık tamir gerekiyor. İstanbul’un eski semtleri buralar, tesisatlar tarihi...” Komiser gülümsedi. O sırada sakallı işçibaşmm cep telefonunun zili duyuldu. Adamın telefonu tulumunun göğüs cebindeydi çıkardı, arayan numaraya baktı saygıyla, “Buyur” dedi. Biraz dinledi led i sonra konuştu. konuştu. “Evet “Ev et amca iyiyiz, çalışıyoruz işte işte... ... Aile Ail e iyi am amca. ca. Paydos olunolunca seni ararım amca, haydi ellerinden öperim.” Telefonu Telefonu cebine cebine koyar koyarken ken komi komise sere, re, “Bizim “Bizim köylü köylü milleti milleti iş saati bilmez arar” diyerek gülümsedi. Komiser de gülümsedi. “Kolay gelsin” diyerek otomobile döndü. Polis otosu tekrar yola çıkarak çıkarak Beyazıt Beyazıt istika istikam metine etine yöne yöneldi ldi.. “Telsizle sor bakalım; telefon şirketi ile sular idaresinin Çemberlitaş’m tam dibinde kazı çalışması var mı?” Beş dakika kadar kadar bekledi, bekledi, el telsizinden t elsizinden merkezi ara aradı: dı: “Merkez, Çemberlitaş’m altında tamirat çalışması yapan 12 adam gördük. Şüphelendim. Buraya en yakın ekiplerin hazır olmasında fayda var... 12 kişiler... Kesinlikle şüpheli kişiler... Bir dakika bekletec bekl eteceğim eğim merkez...” (10 saniye kadar yanındaki yanındaki polis arkadaşım dinledi.) “Evet, telefon şirketi ile sulaı' idaresinden istihbarat istemiştik, şimdi haber geldi.” “Dikkat!.. “Dikkat!.. Çemberlitaş’ta telefon tele fon ve sular sular idaresinin tamir çalışması yokmuş. Şu anda çalışanlar sahte işçiler. Şüphelilerin niyeti kötü. Acil baskm!.. Tamam.” Genç komiser derin bir nefes aldı. Aracı kullanan polis sordu. “Komiserim adamların neyinden şüphelendiniz?” “İşçi gözüken herif ‘Verdu’ marka cep telefonuyla konuştu. O telefonun fiyatı 7 bin dolar.
Çemberli operasyon O kadar çok çok araç üst üste fren yaptı ki, tüyler ürperten lastik gıcn tılan çevrede panik yarattı. Herkes korkmuştu, kadınlar neden korktuklarını bilemeden çığlıklar attı. Ne olduğunu anlamayanlar ne
192
ya yapacakla larrını ını da şaşırdı. Kim imil ileeri gürültü ltüden kork rku up kaçtı, ama neden kaçtıklarını bil bilemeden emeden sağa sola sola koş koşu uştular. ştular. Kimileri Kimileri de olduğu olduğu yere yere çakılıp ılıp kaldı ldı, bir bir şeyl şeyler er anla lam mak için için kork korku uyla yla bakmdüar. Çemberlitaş’m çevresini bir anda polis otoları sardı. Meydanı daire biçiminde kuşatmışlardı. Araçlar henüz durmadan polisler araçlardan araçlardan fırladı, silahlan ellerindeydi. Çemberlitaş’m dibmdeki tulumlu dört işçibaşının üstüne öyle bir çullandılar ki, adamlar şaşırmaya şaşırmaya büe vakit vakit bulamadan yuvarland landıla ılar. r. Bir Bi r anda yüzükoyu yüzükoyun n yere yapıştırıldılar, yapıştırıldılar, kel k elep epçe çele lerr bilekbil eklerine geçirildi. Polisler Polis ler avazlan çıktığı kadar bağ bağırıyor ırıyordu. du. “Durun!.. Kımıldamayın, ölürsünüz!..’’ Sular Sular idaresinin ve telefo tel efon n şirketinin tamir için açtığı aç tığı üç çuku çuku mn başmdaydılar. Silahlarını işçilere doğrultmuşlardı. “Ellerinizi ensenize koyun!.. Çıkm dışarı!.. Hareket yapan mermiyi yer!..” İşçiler kımıldamadan ve ses etmeden bakıyorlardı. Polislerin çukurlardan çektikleri işçiler hemen yere yatırılıyor, kelepçe takıldıktan sonra polis araçlanna götürülüyordu. Kalabalık bir polis pol is gr grub ubu u da meraklı kalabalığı uzakta tutuyordu. Operasyon büyük bir hızla sürdürüldü, çukurlardan çıkanlan sular idaresi ve telefon şirketinin tulumlarını giymiş işçiler ve işçibaşl kılıkl kı lıklıı dört kişi kısa sürede sürede araçlara bindirilip götürüldü. götürüldü. Çemberlitaş’m çevresinde çok sayıda komiser ve polis kalmıştı. Şimdi Şimdi sıra sıra bomba bomba timindeydi. timindeydi. Otobüsü Otobüsün n birinden bombaya bombaya karşı koruyucu zırhlar giyinmiş üç polis indi. Ellerinde dedektörler vardı. Diğer polisler geri çekilirken kalabalığı da iyice uzaklaştırdılar. Bomba uzmanları üç ayrı tamir çukunına girdi. Üçü de aynı anda ellerini kaldırıp “Bomba var!..” işareti verdi.
Dünyayı ayağa kaldıran haber Çemberlitaş gibi bir anıta sabotaj sabotaj girişiminin girişiminin önlenmesi önlenmesi haberi çarpıcı olduğu kadar şaşırtıcıydı. Bombacılann gerçek amacını polis dahil kimse bilmediğinden olay terörist işi kabul edilmişti. Koksal haberi alınca, dununu ayaküstü arkadaşlarına anlatmış ve hemen gazeteye koşmuştu. Akşam haberlerinde olayı izleyen Bob ve ekibi de şaşkındı. Onlar Çemberlitaş’m altındaki “kutsal emanetler” konusuna duyarlı olduklarından haberden iki yönlü etkilenmişlerdi. “Çemberlitaş’a bomba!..” Sadece Türkiye’de değil, dünyada medyanın ma manşetiydi. nşetiydi.
1 9 3
“Sütunun kaidesine bomba yerleştirenler gözaltında” haberlerinin yanında, konuyla ilgili resmi açıklamanın henüz yapılmadığı yer alıy alıyor ordu du.. Yorumlara göre, bomba yerleştirenler teröristlerdi. Ağır can kaybı verdirmek için İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birine bomba yerleştirilmişti. Antika sütun Çemberlitaş’ın yıkılması da, hangisi hangisi ise, ise, o terör te rör örgütü için içi n dünya çapında propaganda olacako lacaktı. Haberlerde, “Bomba patlasaydı yüzlerce insan ölebilirdi” deni yo yor, bölgen bölgenin in tarih tarihii olma olması sı nedeniy nedeniyle le çok çok say sayıda ıda turi turist stin in de canı canın nı kaybedeceği belirtiliyordu. Dünya medyası Çemberlitaş’ın tarihçesini de verirken son cümleye dikkat edilmesini istiyordu.
...Çemberlitaş, MS 330 yıllarında İmparator Constantinus’un, İstanbul’un yedi tepesinden biri olan semtteki tepeye diktirdiği sütundur. Her sütun 3 ton ağırlığında ve 3 m çapındadır. Bileziklerle birbirine bağlanmışlardır. Toplam 8 adet sütun vardır. İmparator Constantinus Roma’daki Apollon tapınağından sök türmüştür. Uzunluğu 57 metredir. O zamanki adı Forum Cons tantini olan günümüzün Çemberlitaş meydanına diktirmiştir. Üzerinde güneşi selamlayan Apollon heykeli vardı. 330 yılında İstanbul’a İstanbul’a dikilince imparator imparat or Constan Constantinu tinus, s, Apoll Ap ollon’u on’u indirtmiş yerine yerine kendi kendi heykelini heykelini koyd koydur urtm tmuş uştu tur. r. Dah Daha a sonra sonra Bizan Bizanss impaimparatoru olan Iulianus ve I. Theodosius kendi heykellerim Çemberlitaş’a diktirmiştir. 1081’de yıldırım isabet edince sütun hasar görmüş, üzerindeki heykel devrilmiştir. I. Aleksios Kom nenos sütunu onartmış ve bu defa heykellerin yerini büyük bir haç almıştır. İstanbul’un 1453’te fethinden sonra haç indirilmiştir. Padişah II. Mustafa (16951704) döneminde geçirdiği bir yangın sonrası, mermerler hasar gördüğü için kaidesi duvarla desteklenmiş ve sütun demir çemberlerle çevrilerek sağlamlaştırılmıştır. Bu nedenle o günden soma adı “Çemberlitaş” olarak anılmıştır.
Dünya Dünya medyasını medyasını ve özellikl öze lliklee Hıristiyan okurları okurları son cümle çok ço k ilgilendirmişti: “Sütunun alt kısrmnda İsa Peygamberin Kudüs’te olduğu varsayılan mezarından alınarak İstanbul’a getirilen bazı kutsal eşyaların Çemberlitaş’m temel taşı içinde oyulan hücreye konuldu konulduğu ğu söylenmektedir. söylenmekt edir.””
19 4
Haberin, Roma’daki bir okurun üzerindeki etkisi, dünyadaki diğer okurlardan farklıydı. ... Ve o, İstanbul’daki Selim ile Sami kardeşlere emir vererek Çemberlitaş’m havaya uçurulmasını isteyen Monsenyör Anselmo Colombano’ydu. Kiliseye bitişik üç katlı lojmanında gazetelerdeki Çemberlitaş haberini defalarca okumuştu. Bombacıların yakalanmış olması monsenyörün midesini fena halde bulandırmıştı. Polise verecekleri ifad i fadeler eler zincirleme zi ncirleme felakete fel akete dönüşecek kendisine kendisine kadar ulaşa ulaşa-caktı. Bombacılar konuşup işi verenlerin Selim ve Sami kardeşler olduğunu söylerlerse işi bitikti. Selim korkaktı, polis mutlaka sıkıştıracaktı, o zaman baş azmettirici olarak kesinlikle ismini verecek, “Patronum Monsenyör’dür” diyecekti. Monsenyö Mons enyörr Anselmo Anselmo Colomban Colombano’n o’nu un, 1912 yılınd yılında a yapılmış yapılmış İtalyan mimarisinin zarif eseri olan evine lojman demek gülünç oluyordu. Orası üç katlı bir malikâneydi. Antika mobilyalarla, XVII. ve XVIII. yüzyıl ressamlarının tablolarıyla, çok değerli duvar halılarıyla halılarıyla dolu mini müze müze de sayılabilirdi. Monsenyör Monsenyör Colombano küçük küçük kristal çam sallayarak hizmetlisi Ettore’yi çağırdı. Ettore kapıyı vurarak girdiğinde büyük bir bardak süt getirmişti. Sütü, gümüş ağır tepsisiyle sehpanın üstüne koyarken “Süt istemiyorum” dedi. “Bir bardak şarap getir Ettore.” Hizmetli şaşırmıştı ama sadece “Başüstüne efendim” diyerek çekildi. Monsenyör bu saatte asla şarap içmez, sütünü içer ve uykuya uykuya çekilirdi. çekilirdi. Efendisine şarabı getirdiğinde monsenyörün endişeli ve renginin atmış olduğunu gördü. “Ettore, “Ettore, telefo tel efon n et Salvatore bana bana gelsin.” “Bu saatte ini, yani şimdi mi efendim?” “Hemen gelsin.”
Faris sorguda... Kara Temur’un Temur’un tetikçisi tetikçisi Faris işçi kılığında kılığı nda 7 bin dolarl dol arlık ık Verdu Verdu cep tele t elefonuy fonuyla la konuşm konuşmuşt uştu u ve bun bunu fark eden komiseri komiserin n uyanıkuyanıklığı korkunç sabotajın önlenmesini sağlamıştı. Hemen sorguya alman Faris’in avukatı da çağrılmıştı. Faris önce susma hakkını kullanmak istedi. Savcı uyardı. “Sabotajın nedenini söylemezsen biz bölücü terör olarak kabul
295
edeceğiz ve sen ömür boyu ağır hapisten kurtulamayacaksın.” Savcı eğildi, gözlerini Faris’in gözlerine dikerek konuştu. “Seni İçimlerin yönlendirdiğini söylersen, örgütünde olanı biteni anlatırsan itirafçı yasası kapsamına girersin... Bu demektir ki verdiğin bilgilerin değerine göre paçayı bile kurtarırsın. Karar senin senin bombacı.” bombacı. ” Faris avukatma döndü. Kara kuru suratının ifadesi kafasının karışıklığını karışıklı ğını belli b elli ediyordu. ediyordu. Uzun siyah siyah saçları alnına dökülmü dökülmüştü. ştü. Kaim kaşlarını ve uzun sakallarını kaşıyıp duruyordu. Çökük avurtlarıyla, alnını haritaya çevirmiş kesik çizgileriyle, yanağından boğazına inen iki derin bıçak yarasıyla suratı ürkütücüydü. Portakal rengi işçi tulumunu çıkamuş, avukatının getirdiği siyah takım elbisesini giymişti. Gözaltları mordu. Çukura kaçmış ufak kara gözleri karanlık bakıyordu. Avukatı Şakir Kavur, onun tam tersi şişman kırmızı yanaldı, kısa boylu, kocaman göbeğinin rahat nefes almasını engellediği pembe beyaz, saçları dökük bir adamdı. Aslında Kara Temur’un işlerini takip ederdi, Faris’in vekâletine de sahipti. Şakir terini sildi, savcıya gülümsedi. “Şimdilik susma hakkını kullanacak sayın savcı.” Savcı da gülümsedi, dudak büktü. “Siz bilirsiniz sayın avukat. Faris Bey susabilir. Ömür boyu ağır hapsi seçmek yasal hakkıdır. Adını gizlediği ağaları ömür boyu ona bakarlar mı acaba? Onların ömürleri buna yeter mi?” Savcı, Faris F aris’in ’in omzuna dostça dostç a dokund dokundu. u. “Faris Bey, itirafçı olursanız, sizi yeni bir hayata başlatırız. Açık havada hayatta hayatta kalmak mı, mı, hapiste çürümek ini? Seçin bakalım.” Faris soran gözlerle avukatına baktı. Şakir oralı değildi. “Sorgunun burada kesilmesini, yann ben gelince tekrar devam edilmesini talep ediyorum.” Savcı umursamaz bir tavırla ellerini ceplerine soktu. Yüzündeki alaycı gülümseme değişmemişti. “Ağalarına sor bakalım ne diyecekler, danışmak zorundasın bili yoru yorum m. Onlar nlar ‘Sa ‘Sakın ha ha ko konuşmasın sın, biz onu onu kral kralla larr gibi besler besleriz’ iz’ diyecekler. Ama A ma nerede kral olacak? Hapishane Hapishane kralı ha... ha... Orada ne krallar var Faris Beyciğim, seni inek gibi sağarlar. Anlıyor musun?” Avukat Şakir ayağa ayağ a kalktı. “Faris Bey konuşmayacak. O bilir ne yapacağım... Yarın geleceğim.” Sonra Sonra Faris’e Faris’ e uyan ve tehdit karışım karışımıı bir ifadeyle ifadey le “Sakın “Sakın panipaniğe kapılmayın Faris Bey, savcı bey sizin moralinizi bozmaya
19 6
çalışıyor. Ben yanınızdayım, sakin olun, susmaya devam edin” dedi. Avukatın sesindeki tehdit dozu artmıştı. “Daha yargı başlamadı, önümüzde çok zaman var, anlıyorsunuz değil mi?” Faris “anlıyorum” gibilerden başını salladı. Avukat tokalaşmak için savcıya elini uzattı. uzattı. “Ben gidiyorum savcı bey, yann görüşürüz.” “Ben de sizinle çıkayım, yann kaldığımız yerden devam ederiz.” Savcı sorgu odasında bulunan başkomisere talimat verdi. “Faris Bey'in ihtiyaçları karşüansm. Yiyecek içecek vesaire ne isterse ikram edin. Kendisi suçlu değü sadece sanık. Yani misafirimiz.” Kapıyı açtı. “Buyr “Buyru un, diyerek diyer ek avukata avukata yol yo l gösterdi, gösterdi, birlikt b irliktee çıktılar.” Onların arkasından tedirgin gözlerle baktı Faris. Odadakiler konuşmuyordu. konuşmuyordu. Bir Bir süre süre sonra sonra başkomi başkomiser ser sordu. “Çay kahve veya veya meşrubat meşrubat ister misiniz Faris Bey?” Faris karanlık karanlık bakışlarını komisere çevirdi. “Çay, ama demliyse. Yoksa boşverin, bir bardak su yeter” dedi küstah küstah bir bir sesle. “Beye demli bir çay getirin” diyen komiser masanın üstündeki evrakları düzeltmeye başladı. Biraz sonra çayı getiren polis, bardağı komiserine gösterdi. “Demli değil mi? Tavşankanı vallahi amirim.” Başkomiser çay bardağına baktı. “Beyfendiye ikram et!..” dedi. “Sigara istiyorum” diyen Faris bardağı dudağına götürdüğü anda geriye sıçradı, iskemlesi devrildi yere yuvarlandı. Yattığı yerde yerden n kork korkuyl uyla a ba bak kıyor ıyord du, çay çay üstü stüne dö dökülm lmü üştü ştü. “Ne oluyor be?” diye haykırdı. Komiser başına dikilmiş gülüyordu. Faris bardağı dudağına götürürken aniden müthiş bir yumruk savurmuştu. Ancak vurmamış Faris’in burnuna bir santim kala yumruğunu durdurmuştu. “Şiddetle vurur gibi yaparak durmak” karatecilerin çok ustaca yaptığı yaptığı bir oy oyundu. Fari Fariss kork korkud udan an devr devrilm ilmiş işti ti.. “Oturtun şunu yerine” diyen komiser bir iskemle çekerek Faris’in Fari s’in karşısına oturd oturdu. u. Ayağa kaldırılan Faris kıvranıyordu. “Bacaklarım “Bacaklarım yanıyor... yanıyor... Çay kavurdu kavurdu.” .” “Çıkar ulan pantolonunu muhallebi çocuğu bitirim. Bacağına
Faris paniğe kapılmıştı. Ufak bilye gibi gözleri fıldır fıldır dönüyor, delirmiş gibi bakıyordu. “Pantolonu çıkarmam” dedi. “Çıkarma lan n’apalım. Senin külı bacaklarına mı meraklıyız karga. Otur iskemlene şimdi!..” Oturan Faris’in yanağından bir makas aldı komiser. “Ey mafyanın kara karga tetikçisi. Dehşet saçan Faris, şimdi altına sıçan Faris oldun yahu. Yumruğu yemekten korktun lazım di mi? Oysa, bizde dayak yok, işkence yok yavrum. Avrupa Birliği’nde neyse bizde o muamele.” Faris “şimdi ne olacak” o lacak” korkusuyla komisere bakıyordu. bakıyordu. “Su verin şuna!. Bir de harbiden çay getirin kızımıza. Üstüne dökme olur mu küçük Farisçik. Yanında bisküvi, pasta ister misin?” diye sorunca Faris başıyla olumsuzladı. “Yok yok yo k istemem. istemem. Su yeter.” Komiser suyu içmesini bekledikten sonra elini Faris’in çay dökülmeyen dizine vurdu. “Bak uyanık uyanık.. Şimdi Şimdi kafam çalıştır. çalıştır. Çemberlitaş’a Çemberlitaş’ a bombayı kimlerin koydurttuğunu söyle. Kendini yakma. Avukatının gazma gelme. Seni tehdit ettiğine hepimiz tanığız. Konuşmazsan ağır müebbeti yiye yiyece ceks ksin in.. İçeri gire girerr girmez girmez sen senii gebe geberte rtece cekle kler. r. Bu kes kesin in,, sen sen de de bilirsin. Tetikçi Maksut’u hatırla. İki yıl önce kahramanlık yaptı konuşmadı, içeri girdiği gün gırtlağını kesiverdiler. Hem de testereyle. Koruduğun patronların konuşmandan çekinir Faris. Derler ki; ‘Bu ‘Bu enayi bir zaman sonra hapiste sıküır, sıküır, kurtulmak için içi n öter, biz biz de yanarız, gebertelim gitsin.’ Derler di mi Faris? Söyleyeceklerimi gözünün önüne getir şnndi: Cezaevinde hamamdasın, biri arkandan gelir şişi karaciğerine dibine kadar sokar, sonra iyice çevirir içerde, tirbüşon gibi gi bi di mi moruk? moruk? Sen bu işleri iyi i yi bilirsin ha? Taşların üstüne üstüne yuvarlanırsın, pis kanın şakır şakır şakır akar. akar. On para etmez kadavranı tabuta koyarlar atarlar bir çukura. Ardından da ‘Mikrobun biri geberdi, iyi oldu’ derler Faris.” Faris önüne bakıyordu. Sesini çıkarmadı. Komiser devam etti. “Konuşur “Konuşursan san savcı bey sana sana yeni kimlik verir, estetik ameliyat yap yaptırı tırır, r, yurtd yurtdışı ışına na gön gönde derir rir.. Mangır Mangır da da bağ bağla lanı nır, r, ömrü ömrün n boyunca boyunca rahat rahat yaşarsın yaşarsın.. Uyandır canını Faris.”
Salvatore İstanbul’da... Roma uçağmdan inen tıknaz adamın pasaportunda “işadamı” yazı yazıyo yord rdu. u. Salvato Salvatore re Roma Romano no enli enli yüzü yüzünü nü iyice geniş geniş gösteren gösteren
siyah fötr şapka giymişti. Enli kaşlı, iri gözlü, basile boksör burunlu, kaim dudaklı, büyük ağzının uçlan aşağıya kıvrık, asık suratlı bir adamdı. Vücudu genişti, göğsü ileri çıkıktı, kollanılın kalınlığı ceketinden büe belli oluyordu. Şişman gözüküyordu ama değildi, çok iriydi. Koyu gri takım elbisesi şıktı. Siyah el çantasını sallayarak gümrükten gümrükten geçti. geçti . Daha önce de Monsenyör Anselmo Colombano’yu karşılayan iki genç onu bekliyordu. Salvatore otomobile bindikten sonra konuştu. “Na’ber Drago, na’ber Dezi?” “Sağ olun Don Romano iyiyiz, siz nasılsınız?” dedi aynı anda iki genç. Salvatore Romano yanıt vermedi. İki genç hiç konuşmadı. Parlak mavi gecede Salvatore İstanbul’un ışıklarını seyrediyordu. Hayran olduğu bu kente beşinci gelişiydi. Dolmabahçe Camii’ni, stadyumu ve saat kulesini görünce gideceği yere yaklaştıklarım anladı. Şapkasını çıkardı, kravatını düzeltti. Otomobil Gümüşsüyü yokuşuna dönmüştü. Siyah araba yavaşladı sola döndü, Japon Konsolosluğu’nun yanı yanınd ndak akii yokuşa yokuşa gird irdi. Yok Yoku uşun şun sonu sonund nda a yüks yüksek ek duva duvarla rlarla rla çevrili dört katlı taş konağın önünde durdu. Üzerinde iki kamera bulunan denür kapı bir süre sonra elektronik kumandayla açüdı. Araba konağm bahçesine girdi. İki kişi otomobilin içindekilere baktı, biri otomobilin kapısını açtı, Don Salvatore Romano indi. Smokinli uşağın yol gösterdiği kapıdan konağa girdi. “Efendi şimdi gelecek” dedi İtalyanca, konuğu salona alan uşak ve çekildi. “Efe “Efendi ndi”nin ”nin konağı görkemliydi görkemli ydi ama ama evinin sadeüği Salvatore’yi Salvatore’yi her gelişinde şaşırtırdı. Efendi biraz sonra hafifçe öksürerek salona geldi. Salvatore büyük bir saygıyla seğirtti ve onun elini öptü. Abdülkadir Efendi de onu takdis eder gibi eliyle selamladı. “Hoşgeldin Don Romano. Görevini çok dikkatli yap. Hiçbir sızıntı olmamalı. Çok kritik durum. Agnus Dei’nin Çemberlitaş’m . uçurulmasıyla ilgisi yok. Monsenyör Colombano kimseye danışmadan inanılmaz bir işgüzarlık yaptı. Papa Hazretleri’ne yaranacağını sandı. Papa Hazretleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasını istemiyor ama bir din büyüğü olarak bombalamayı asla hoşgörmez. Bombacılara işi verenlerin Selim ile Sami olduğunu mutlaka söyletirler. Onlar Monsenyör Colombano’nun admı verir ve domino taşlan devrile devrile Papalığa kadar uzanır. Haksız bir
1 9 9
suçlama olur, değil mi Don Romano?” Salvatore saygıyla saygıyl a eğildi. eğildi. “Tamamen haklısınız efendim” dedi. İçinden, “Suçlama Papalığa değil sana ulaşır uyanık, telaşın o yüzden, beni keriz mi sanı yorsu yorsun? n?”” diy diyor ordu du.. “Evet Don Romano, Romano, işlerini işler ini tertemiz te rtemiz yapacağına güveniriz. güveniriz. İntiİ ntiharlar gerçekleşmeden Colombano’nun verdiği 5 milyon doları mutlaka geri al. Alacağın parayı bana getireceksin. Sen gelene kadar bekleyeceğim. Yarın sabah ilk uçakla Roma’ya döneceksin. Tanr Tanrıı yardımc yardımcın ın ols olsun un Don Don Roman Romano.” o.” Bunları söyleyen “Efendi”nin uzattığı eli öpen Don Romano saygıyla uzaklaştı. Hemen konaktan çıkarak otomobile bindi. “Nereye gideceğimizi biliyorsun biliyorsun Dezi.”
Yüzü asıktı ama içinden gülüyordu Salvatore... “Efendi büyük artist. Sabotaj emrini kendileri verdiği halde bombacılar yakalanınca hemen sıyrıldılar. Monsenyör ile Selim ve Sami kardeşler böylece kurban seçildi. Kendme dikkat et oğlum Salvatore, bir gün sen de kurban olmayasın ha...” “İstanbul Efendisi Abdülkerim”, Agnus Dei’nin İstanbul’daki gizli elçilik görevini sıkıntısız sürdürürken Çemberlitaş fiyaskosuyla telaşa kapılmıştı. Kardinal rütbesindeki “İstanbul Efendisi" Türkiy Türkiyee Cum Cumhuriy huriyet etii vatanda vatandaşı şı ve iyi Müs Müslü lüm man saygı saygın n işadam işadamıı olarak ne rahattı oysa...
Otomobil, Selim ile Sami’nin evine 200 metre kadar uzakta, Pera Palas Oteli’nin önünde durdu. Drago ile Don Salvatore Romano indiler. “Telefonun çalmca kapının önünde ol!..” dedi Drâgo arabayı kullanan Dezi’ye. Drago kapıda beklerken Salvatore otele girdi. Roma’dan Pera Palas Oteli’ni aramış rezervasyon yaptırmıştı. Odasına çıktı, çantasını bıraktı, tuvalete girdi, elini yüzünü yıkadı, bir süre oyalandıktan dıktan sonra lobiye indi. indi. Salvatore’nin Salvator e’nin otelin otelin çıkışma yöneldiğim yöneldiği m gören Drago yürümeye başladı, 50 m kadar sonra Salvatore yanına geldi. Birlikte yürürlerken gecenin geç saatinde otelden Şişhane’ye giden yol bomboştu. Pera Palas’m ışıkları geride kalmıştı. Güçsüz ışıklı sokak lambalarının geceye yenildiği kaldırımlarda ve yolda ne yaya vardı ne de araç. araç. Geniş yolun iki yanındaki yüzyıllık büyük binaların hepsi karanlıktaydı.
200
O binalardan birinde Kenan Kılan ile kızı Suzan da oturuyordu. Dedeleri Janos Klein’dan miras kalan güzel ev Selim üe Sami’nin evleriyle aynı cadde üzerindeydi. O ev de dedeleri Sebastian’m mirasıydı. Yaşamları kesişen, aynı amaç peşinde İstanbul'a sürüklenen, lenen, bir bir ara karşılaşıp uzaklaş uzaklaşan an iki adam adam yıll yıllar ar boyu birbi birbirl rlerin erin-den habersiz aynı sokakta oturmuşlardı. O gece sessiz sokak ölü bir dünyaya aitmiş duygusunu veriyordu. Selim ile Sami iki günden beri televizonun haber kanallarım sabah akşam takip ediyorlardı. Çemberlitaş havaya uçurulmak istenmişti ve bombacılar yakalanmıştı. İki kardeş çeneleri kilitlenmiş lenmiş durum durumda da aynı aynı haberi haberi defalarca defalarca izliyorlardı. Beyinlerini Beyinlerini tek soru soru yiyiyordu: Faris onları onları ele veri ve rirr miydi? miydi? İki kardeş, kardeş, eller ellerindeki indeki değerleri paraya çevirip Türkiye’den hemen kaçmaya karar vermişlerdi. İsviçre’deki hesaplarında yüksek miktarda paraları vardı. Kapıları çalındığında irkildüer. Saat 22.17 idi. Hizmetçileri gece kalmazdı, iki kardeş her zamanki gibi yalnızdılar. Birbirlerine korkuyla baktılar. Bu saatte kim gelebilirdi? Sami fısüdadı. “Polis mi geldi dersin dersin?” ?” “Ne bileyim lanet olası...” diyen Selim kalktı. “Gel açalım kapıyı.” Tek ba başl şlar arın ına a otu oturd rdu uklar klarıı eski eski apa apartm rtmanın dik dik mermer mermer merd merdiivenlerinden indiler. Selim gözden baktı. Ağzı açık kardeşine döndü. “Salvatore gelmiş..." dedi sesi titreyerek. “Aç kapıyı şirin gözük, ne korkuyorsun.” Selim silkindi, kendini toplamaya çalışarak kapıyı açtı. “Don Salvatore Romano... Bu ne hoş sürpriz dostumuz.” Gülümseyen Salvatore üe Drago hemen içeri girdiler. Selim mutlu olmuş gibi davranıyordu. “Buyrun, yukan çıkalım lütfen. Geldiğinize ne kadar sevindim.” Salona Salona çıktıklarında Salvatore ikram teklifleri tekl iflerini ni kabul etmedi. “Bombacüara “Bombacüara verile veri lece cek k parayı almaya geldim...” geldim...” dedi. dedi. Selim kızardı, Sami sesini çıkarmadı. “Şey... Don Romano biz o parayı peşin ödedik.” “Nasıl yani? Peşin mi ödediniz?” “Evet Don Romano, çünkü adamlar parayı almadan işi yapma yaca yacakla kların rınıı söyle söyledil diler er.. Monse Monsenyö nyörr de işin işin heme hemen n bitme bitmesin sinii istiisti yor yordu du,, biz de vakit ka kayb ybolm olmas asın ın diye diye pa para rayı yı ödedik.” ödedik.”
Salvatore’nin gözlerinden korktu Selim. Öyle kanlı bakıyordu ki... Kalın dudakları kasılmış aşağıya doğru iyice bükülmüştü. Onun ne kadar acımasız bir katil ve işkenceci olduğunu iyi bili yord yordu. u. 35 35 milyon milyon dola dolarlık rlık vurg vurgun unla la Las Las Vega Vegas’a s’a ka kaça çan n bir Papalık Papalık kâtibinin derisini yüzmüştii. Salvatore’nin sesi değişmişti, korkunçtu. “Para 5 milyon dolardı Selim. Hepsini şimdi istiyorum, şimdi.” Selim öyle korktu ki, her yer karardı, Salvatore’nin sesi bir mezarın derinliğinden geliyordu. Selim öyle hissetmekteydi. Kekeledi. “Fakat parayı verdim verdi m Don...” Don...” Salvatore’nin Salvator e’nin pençesi aniden aniden gırtlağını kavrad kavradı. ı. “Evindeki kasada neler olduğunu biliyorum.” Sonra onu gırtlağından savurarak emretti. “Lafı uzattıkça tehlikeye giriyorsun Selim Selim.. Aç kasayı kasayı çabuk!..” Selim kasanın bulunduğu yatak odasına giderken Drago da gözlerini Sami’ye dikmişti. Yatak odasındaki kasa çok büyüktü. Selim şifre numaralarım çevirdi, kasanın kapağını çekti. İçerde daha küçük bir kasa vardı. Onu da açtı. Salvatore omzundan çekti, kasaya baktı. Tomarlarca dolar ve euro düzenli olarak üst üste konmuştu. “Kaç para var v ar burada? burada?”” “7 milyon dolar, 2,5 milyon euro Don Romano efendim.” Selim sapsarıydı, bayümak üzereydi, sallanıyordu. Gözleri kaymıştı. Duvara tutunmaya çalıştı. Kasanın içinde siyah metal bir kutu gördü Salvatore, kutunu kapağını kaldırınca gözleri parladı. İri pırlantalar pı rlantalar ışık ışı k saçıyordu, saçıyordu, çok mutlu olmuştu olmuştu.. Pırlanta Pırlant a kutusu kutusu-nun kapağını indirdi. “Drago, küçük kardeşle buraya gelin.” Onlann girmesiyle Salvatore iki eliyle Selim’i omuzlarından kavradı. “Üzülme dostum, para dünya malıdır, dünyada kalır” dedikten sonra arkasına geçti elini cebine soktu, çıkardığı boğma telini inanılmaz hızla Selim’in Selim’i n boğazına doladı, bütün bütün gücüyle sıktı. Yaptığının aynısını Drago Sami’ye yapmıştı. Teller iki kardeşin gırtlaklarına gömüldü. Selim ile Sami’nin yüzleri anında morardı. Salvatore ile Drago onları bir an önce öldürebilmek öldür ebilmek için boğma teliyle geriye doğru çektiler. çektiler. Gövdelerinin ağırlığı da tele binmişti. binmişti. Selim ile Sami bacaklarını savurarak kurtulmaya çalışıyorlardı. Bir daha çekilince dayanamadılar sırtüstü düştüler. Bacakları artık savrulmuyor titriyordu. Yüzleri balon gibi şişti, dilleri dışarı-
2 02
ya ya çık çıktı tı,, ba baca cakla kları rı son son kez kez titr titred edi, i, ölmüş ölmüşler lerdi di ve İlc İlcis isii de işem işemiş işti ti,, pantolonları paçalarına kadar ıslanmıştı. Salvatore ile Drago cesetleri halının üstüne yavaşça bıraktılar, boğma tellerini çekerek sardılar, ceplerine koydular. “Tamam” dedi Salvatore. “Sök perde kordonlarını!.. As bunları şiıudi!.. İntihar numarası...” Drago şaşırdı. “Polis yemez ki Don Romano.” "Yemezler "Yemezler ama bir süre süre oyalar onları yavru yavrum m. Dediğimi Dediğimi yap!..” “Başüstüne Don Romano.” Drago kordonları sökerken Salvatore kasanın içindeki çantaya paralan doldurdu. Dıago’ya döndü. “Buraya değil, salona as!” O çıkınca pırlanta kutusunu açtı, taşlan saymaya başladı. Tam 42 tane iri taş vardı. Pırlantaların yarısını para çantasının cebine doldurdu. Geri kalanı tekrar kutusuna koydu. Kasanın kapısını itti ama tam kapatmadı, bir pannak kadar aralık bıraktı. Çantayı alarak salona geçti. Drago iki kardeşi avizelerin güçlü kancalarına asmıştı. asmıştı. “Gidelim Drago.” Lambalan açık bırakarak merdivenlerden inerken Drago cep telefonuyla şoför şofö r Dezi’ D ezi’ye ye sinyal sinyal gönder gönderdi. di. Salvatore onu önden çıkardı, kapının kilidindeki anahtarı Drago’ya belli etmeden aldı, kapıyı çekti. Drago farlarım söndürmüş otomobile yürürken anahtarı demir kapı ile dış çerçevenin arasına sıkıştırdı. Sağma soluna bakındı, caddede kimse yoktu. Otomobil gecenin tenhalığında uzaklaştı. Parke taşlı yolda tekerleklerin çıkardığı ritmik ses sinir bozucuydu. Yarım saat sonra Salvatore çantayı İstanbul Efendisi’ne teslim ediyordu. “7 milyon dolar, 2,5 milyon euro efendimiz.” “Efendi” memnun olmuştu. “Aferin Don Romano, Seliıu’e verdiğimizden fazlasını getirdin. Senin payın da buna göre olacak.” “Çok lütufkârsmız efendim. Bir de sürprizim var.” “Ne sürprizi?” “Kasada pırlanta varmış. Hepsi çantada..." “Abdülke “Abdülkerim” rim” koltuğu koltuğundan ndan kalk kalktı, tı, iri pırlantalara pırlantalara baktı, büyülü büyülü taşların ışığı yüzünü aydınlatmıştı. Salvatore’nin omzunu okşadı.
203
“Buna rağmen sakladığın biraz daha pırlanta veya başka bir şeyler var mı diye kurallara uyarak, sadece kural gereği üstünü aratacağım, kırılmazsın değil mi?” Adamına işaret etti. Salvatore kollarını kaldırdı, gayet ciddi aranma aranma- yı bek bekle led di. Efend Efendi’n i’nin in adam amıı ka kasıkla ıklarrınd ından ko koltu ltukaltla ltlan nna, şapkasın sından ayakkabısının içine kadar onu iyice aradı ve “Temiz” dedi. Salvatore’nin içinde dans eden alaycı, “Bunu yapacağını bildiğimden pırlantaları kasada bıraktım, uyanık efendi” sözlerini elbette duyamazdı. Abdülkerim odadakilerin çıkmasını istedi, elini uzattı, Salvatore büyük saygıyla eğilip öptü. Efendi, Salvatore’nin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra yüksek sesle konuştu. “Beklediğimizin üstünde hizmet verdin. Hem Tann’dan hem de bizden ödülünü alacaksın. Sabah yola çıkacaksın, şimdi git, rahat uyu evladım.” Kimdi Salvatore? Agnus Dei’nin karanlık işlerle uğraşan din görevlisi Monsenyör Colombano’nun keşfettiği insan kasabı Salvatore Romano Korsika’da doğmuştu. Babası İtalya’ya göçtüğünde 7 yaşı yaşınd nday ayd dı. Roma Roma soka sokakl klar arın ında da kapk kapkaç aç yapa yapan n çetelere çetelere katıld tıldı. ı. Henüz 16 yaşındayken dükkân sahiplerini korkutmuştu, haraç topluyordu. Mafya, bu gelecek vaat eden “yıldızı” gözden kaçırmadı. Onu aralarına aldılar. Adam dövme, bacak kırma işlerim kolayca hallediyordu. Ona “King Kong” diyorlardı. Giderek yükseldi. Acanasız çirkin goril Salvatore tetikçi olarak öldürdüğü adamları saymamıştı bile... Artık mafyadin istismarcıları ilişkilerinin usta katiliydi. Önemli özelliği iz bırakmamasıydı. En zor işleri ona ihale ediyorlar, iyi para ödüyorlardı. Salvatore tek başına çalışmaya başlam başlamıştı, ıştı, ama her işinden soma so ma mafyadaki esld patronuna yüzde 15 pay vermek vermek-teydi. Böylece kendini korumaya almıştı.
Dezi ile Drago onu otele bıraktıklarında Salvatore, “Hemen yata yataca cağım ğım,, çok uyku uykum m var var. Saba Sabah h erke erken n gidece gideceğim ğim,, uykuy uykuya a dal dalaabilirim, otelciler uyandırmayı unutabilir, erkenden gelin ve uyu yorsam yorsam uyan uyandı dırın rın”” dedi dedi.. Onla Onlarr da, “Başü “Başüst stü üne Don Roma Romano no,, Tanr Tanrıı size size rah rahat bir uyk uyku u versin versin efendim efendim”” diyerek diyerek gitt gittile iler. r. Salvatore odasrnda yarım saat kadar bekledikten sonra lobiye indi, sokağı baştan sona gören camın yanındaki süs bitkisinin yüks yüksek ek yap yapra rakl kları arını nı siper siper ald aldı. ı. Beş Beş dakika dakika kad kadar ar sokağ sokağıı gözledi. gözledi. Dezi ile Drago’nun otomobili görünmüyordu, sokak bomboştu. Otelden çıktı, Dezi ile Drago kendisini gözlemek için otomobili
2 04
bir sokağa gizlemişse yüz yüze geldiklerinde “Birden uykum kaçtı, yürümek istedim” diyecekti. Eğer işler sarpa sararsa ikisini de oracıkta öldürecekti. Selim ile Sami’nin evinin karşı kaldırımından yürüyordu. Füme elbisesi ve esmer teni onu kaldırımın karanlığına karıştırmıştı. Cinayetleri işlediği evin Önü de karanlıktı, derin girintide kalan kapı görünmüyordu bile... Salvatore caddenin sonuna kadar gittikten sonra geri döndü. Bu defa evin bulunduğu kaldırımdaydı. Selim ile Sami’nin evinin önüne gelince aniden kapı girişinin koyu karanlığına daldı. Elini attı, anahtar sıkıştırdığı yerde duruyordu. Tekrar caddeye bakındı, kimsel kimseler er yoktu. yoktu. Anahtar kilit kilitte te yumuşakça yumuşakça dönd döndü, ü, kapı sessizce açıldı. Mermer merdivenlerin üstündeki zayıf ışık yanıyordu. Geçecek kadar kadar araladığı araladığı kapıyı kapatıp kapatıp hızla merdivenler merdi venlerii tırma tırmanndı, salona girdi. Süslü avizelerin yanında sarkan Selim ile Sami’nin cesetlerine bakmadı bile... Yatak odasına geçti, kasayı açtı, kutuyu çıkardı, kalan 21 iri pırlantayı yassı deri keseye koydu, ceketinin gizli cebine yerleştirip fermuarı çekti. Kutuyu tekrar yerine yerleştirdi, kasanın kapısını kapatarak şifre saatindeki numaralan karıştırdı. Bundan sonra kasayı açmak için çok uğraşmaları gerekecekti.
Roma uçağındaki Salvatore koltuğuna yaslanmış dirseğini gizli cebinin üstü üstüne ne dokund dokunduru uruyordu yordu.. Pırlantaları Pırlantaları dirseğin dirseğinde de hissetti hissettikkçe korkunç yüzünü belli belirsiz bir gülümseme kaplıyordu. Neredeyse sevimli gözükecekti. Roma Havaalam’nda bindiği taksiden evinin çok uzağındaki bir semtte indi. Bir başka taksi çevirdi, sonra ondan da inerek üçüncü taksiyle sokağının 50 m kadar uzağına kadar geldi. Evine yorgun dönen bir memur gibi çantasını tembelce sallayarak yürüdü. İki çelik çeli k kapının kapının koru korudu duğu ğu,, pencerele pencereleri ri demir parmaklıklı parmaklıklı ve v e ayrıca par\jurlu iki katlı müstakil evine girdi. Salvatore’nin evi saksılarla doluydu. Çeşitli süs bitkileri bakımlıydı, evin içi minik bir botanik bahçesiydi. Salvatore yatağının başucu başucunda ndaki ki komodini komodini bir bi r metre kadar öne taşıdı, altındaki kilimi çekti kenara koydu. Tahta döşemedeki
205
çıktı. Bu defa taksiye değil hayli kalabalık gelen otobüse bindi. Dört durak sonra inerek ters yöndeki bir başka otobüse bindi. Otobüsten Otobüsten indiği bulvardan bulvardan bir blok yürüd yürüdü ü ve görkemli görke mli kilisenin kil isenin önüne geldi. Geçer gibi yürürken birden kilisenin alçak bahçe duvarını aştı, kenardaki dar geçide dalıverdi. Yolunu çok iyi bili yord yordu. u. Kilisen Kilisenin in arka arkasın sında daki ki Monse Monsenyö nyörr Anselmo Anselmo Colombano’ Colombano’nu nun n üç katlı lüks lojmanının Önündeydi. İnce ama çok sağlam lastik eldivenlerini taktı. Kapı zilini çaldı; iki kısa, bir uzun, iki kısa. Zilin tanıdık oluşu kapının hemen açılmasını sağladı. Uşak Ettore hafifçe gülümseyerek, "Hoşgeldiniz Don Romano” dedi. “Monsenyör’ü “Monsenyör’ ün konuğu konuğu var mı Ettore?” “Efendim “Efendi m her zamanki zamanki gibi yalnız Don Romano." İhtiyar Ettore kapıyı kapadığı anda başma inen korkunç yumrukla sersemledi ve ayn aynıı anda boğma teli boynuna dolandı. dolandı. Monsenyör Anselmo Colombano Colombano ahşap ahşap merdivenlerden merdive nlerden yankılanan ayak seslerini dinledi, gelenin ağır gövdeli biri olduğunu anlad anladı. ı. Zili şifreli şifre li çaldığına göre konuk Salvatore Salvatore olmalıydı. “İkinci ayak sesi de ne?” diye düşündü Monsenyör, Ettore hiçbir konuğu tek başma merdivenlere salıp efendisinin odasma girmesine izin vermezdi. Bunları Bunları düşünürken düşünürken Salvatore’yi Salvatore’ yi karşısında karşı sında buluverdi. Yalnızdı. Bakışları buz gibiydi. Kapıyı vurmamış önünde eğilmemişti. Terbiyesizliği tehlike demekti. Başucundaki kılıç bastonuna uzanırken Salvatore koca pençesiyle bileğini kavradı.
iki gün sonra, İstanbul Agnus Dei’nin İstanbul Efendisi Abdülkerim ilk uçakla gelen İtalyan gazetelerini soğukkanlılıkla açtı. O günkü gazetelerde beklediği bekledi ği haberin haberin yer alması alması gerekirdi. Evet, beklediği gibi, gazetelerin manşetinde Monsenyör Anselmo Colombano’nun büyükçe büyükçe bir portresi vardı. Portrenin Portr enin yanında ise darmadağınık darmadağınık bir oda ve Monsenyör’ün üzeri örtülmü örtülmüşş cesedi görülüyo görülüyordu rdu.. Bir küçükportre daha dahavardı, altındaise altı ndaise “Monsenyör’ “Monsen yör’le le birlikte öldürülen hizmetkâr hizmetkâr Ettore di Napoli” Nap oli” yazmaktaydı. Uzandı, yanındaki sehpadan kapuççino kupasını aldı, bir yudum içti. Onun o anda akimdan geçenleri Salvatore çoktan tahmin etmişti. “Brrravooo “Brr ravooo King Kong, 24 24 saatte saatte ortalığı temizledin... Artık Ar tık çok şey biliyorsun koca goril... Seni de düşünmek gerek...” Efendi’nin kendisini kurbanlar arasına sokacağını Salvatore daha İstanbul’dayken bildiğinden planım zamanında yapmıştı.
206
İstanbul Efendisi Abdülkerim, Monsenyör cinayetini yazan İtalyan gazetelerini okurken Salvatore çoktan Kosta Rika’daki yeğe yeğeni nini nin n yanm yanma var varm mıştı ıştı.. Büyük bir ser serve vetin tin sah sahibiy ibiyd di, bundan böyle balık tutarak, canının çektiği kaliteli şarapları içerek yaşa yac yacak aktı. tı.
Tepeba Tep ebaşı’ şı’nda nda İl İlci ceset ce set Avukat Şakir ertesi gün savcılığa gittiğinde korktuğunun başına geldiğini gördü. Faris “itirafçı” olmayı kabul etmişti. İtirafının en önemli bölümleri olan Selim ile Sami kardeşlerle ilişkisini anlatmıştı. Çemberlitaş’ı bombalama isteğinin onlardan geldiğini söylemişti. Onların kimlerle ilişkisi olduğunu bilmiyordu. Selim ile Sami, Faris’in deyimiyle “bildiği son durak’’tı. Savcının verdiği tüm teminatlara rağmen her şeyi itiraf etmemiş, Kara Temur ile Semiramis’in isimlerini vermemişti. Çete liderinin kendisi olduğunu, daha üstünde kimsenin bulunmadığını söylemişti. Faris, Faris, Kara Temur’u gizledi gizlediği ği için için onun onun 7 Akbaba’ Akbaba’yı yı çalma planplanlarını da anlatmamış oluyordu. Sadece Selim ile Sami’nin kirli işlerinin taşeronu olduğunu açıklamıştı. Çemberlitaş olayından önce tarihi eser kaçakçılığında iki kardeşe yardım ettiğini de itiraf etmişti, zaten gizleyemezdi. Ekipler Selim ile Sami’nin ofisi ile evini aynı anda bastılar. Ofis kapalıydı, evde ise iki kardeşin cesetleri sallanıyordu. Polisin canı sıkılmıştı, büyük bir örgütün ild halkası olduğuna inandıkları Selim ile Sami’yi konuşturarak zincirin diğer halkalarına ulaşmayı umuyorlardı. Ancak zincir kırılmıştı, diğer halkalar kaybolmuştu.
7 Akbab Ak baba’nm a’nm ardındaki ardındaki somlar som lar 1943 yılında Almanya’dan Türkiye’ye kaçan Rahip Sebastian Augustinus’un soyu iki torununun öldürülmesiyle yeryüzünden silinmişti. 7 Akbaba ve kutsal emanetleri ele geçirmek hırsıyla İstanbul’a gelen Sebastian katildi, katildi, tarihi eser de kaçırmıştı. kaçırmıştı. KaranKaranlık yaşamındaki büyük soru işareti şuydu: Hayatının değişmesine sebep olan 7 Akbaba ve kutsal emanetlerle ilgili hiçbir girişimde bulunmamış mıydı? O uğurda bir rahibi öldürmüş, İsviçre’ye kaçmış, Vatikan’a
207
Akbaba ile kutsal emanetleri unutmuş muydu? Hem de dokunacak kadar yakınken hiç mi onlara uzanmamıştı? uzanmamıştı?
Köksal’m inadı... Gazeteden çıkınca doğru otele giden Koksal önce Debra’nın odasına çıktı. Elindeki 11 kırmızı gülden oluşan bukete ikide bir heyecanla bakıyordu. Kapısını tıkladığı Debra onu görünce sevindi, çiçeklere teşekkür etti. Debra gözlüklerini çıkarmaya fırsat bulamadan Koksal sarüıp onu uzun uzun öptü. Genç kadın uzun öpüşmeden tahrik olmuştu, titreyerek Köksal’ı itti. “İki laf ede lim de öyle...” dedi gülerek. gülerek... .. Utanmıştı. Utanmıştı.
Koksal kollarından tuttu tuttu,, koltuğa oturttuktan oturttuktan sonra önünde diz çöktü, cebinden çıkardığı minik kutuyu açarak Debra’ya uzattı. “Benimle evlenir misin?” “Aman Tanrım, bu nasıl bir şok!” Debra şaşırmıştı, yüzüğü aldı, baktı hemen parmağına taktı. “Evet, evet, evet...” diyerek o da dizlerinin dizlerinin üstün üstünee indi, indi, Köksal K öksal’a ’a sarıldı. “ Sana Sana âşık olduğumun olduğumun farkındaydım.” farkında ydım.” Debra’nm gözleri mutluluk damlalarıyla dolmuştu. Vücutları birbirine sımsıkı kilitlendiğinde tansiyonları da hızla yükseldi. yükseldi. Çılgınca sevişmenin ardından arkadaşlarına telefon ettiler. “Lobide “Lobid e toplanalım toplanalım,, sürpriz sürpriz var!..” Peter, Bob ve Lara yıldırım nişanı öğrenince Önce şaşırdılar, sonra kahkahalarla gülmeye başladıla başladılar. r. “Hadi şampanya patlatalım” diyerek hepsini bara götürdü Bob. “Eh Debra, 7 Akbaba’yı bulamadık ama senin elin boş kalmadı. Bir hazine ele geçirdin” dedi. Şampanyayı patlattılar, Koksal ile Debra’ya mutluluk dilediler. Yemeğe oturduklarında kısa bir sessizlik oldu. Bob, “devletin anlaşılmaz titizlikle, güvenlik önlemleriyle, generalle durdurduğu” yarım kalan araştırmasını, Peter kardeşini öldürenleri, Lara da hem araştırmayı hem de Teo’yu düşünüyordu. Debra çok mutluydu. Koksal da öyleydi ama aklına taküanları silkip atamıyordu. “Dostlar kafamı didikleyen birkaç soru var” dedi. “Dinleyin. Jaııo Jaııoss Klein Klein ile Oruç Bey kitabından kitabından 80 sayfa çalan o meçhul kişi aklımda... Janos yaşamını tersyüz eden 7 Akbaba ile kutsal emanetleri bulmak için hiçbir şey yapmamış. 80 sayfayı çalan kişiden hiç iz yok... Tuhaf değil mi? Esrarengiz bir durum.”
208
Köksal’m sözleri masadakileri dalgınlıklarından kurtarmaya yet yetm mişti işti.. Yine ine en en heyec heyecan anlı lı Bob’du Bob’du. “Harikasın Koksal. Kızım Debra, akıllı bir adamla evleniyorsun kutlarım.” Durdu, gözlerim tavana dikti, gülümsedi. “Evet, yapmamız gereken bu sorunun yanıtını bulmak. Janos Klein kendisini İstanbul’a çeken şeyleri ele geçirmek için uğraşmadı mı? İz yok, diyor Koksal. Öyleyse neden yok? Bunu araştırmak gerekir.” “Nasıl araştıracağız?” diye sordu Peter. Lara da ikinci kişiye değindi. Bey y kitabının “Oruç Be kitabının 80 sayfasını çalan kişi hakkında hiç bilgimiz yok. Teo onun onun için ‘Belki ‘Belki de ölmüştür’ demişti. demişti. Aca A caba ba öyl öylee mi, mi, yoks yoksa a o da da İsta İstan nbul’a bul’a ge geldi ldi mi? mi?”” Koksal devam etti. “Esrarengiz üç nokta var. Birincisi; devletin araştırmayı bir general gönderecek kadar telaşla durdurması... Bakanlık temsilcisi Serkaıı da aynı işi bir ihtarla yapabilirdi. İki otobüs dolusu polisle, bir bölük asker ve general neden geldi? İkinci ve üçüncü noktaların üstünde esrarengiz iki kişi duruyor. Biri Janos, diğeri meçhul kitap hırsızı. Önerim şu; bu iki kişinin izlerini araştırmaya yarın yarın sahalı Janos Klein’ı Klein’ın n toru torun nla ları rın ndan ba başla şlaya yalım lım.” .” “Kadehlerimizi yeni maceraya kaldıralım” dedi Bob. Bob. “Delilmiş bunlar” diye düşünüyordu Peter.
“Dedeni an anlat lat Kenan!” Kenan !” Antikacı Kenan Kılan dükkânını açtıktan kısa süre sonra Koksal, Bob, Lara ve Debra’yı karşısında buldu. Kendilerini gördüğü an Kenan’ın yüzünde belirip hemen kaybolan tedirginliği Koksal fark etti. Çabuk toparlanıp gülen yüzünü takman Kenan ayağa kalktı. “Buyrun, sizleri gördüğüme sevindim” derken gözlerindeki kuşkulu bakışı henüz silememişti. Telaş Telaşla la dört iskemle iskemleyi yi ya yan n ya yana na ge getir tirip ip onlan onlan buyur etti. tti. Kok Koksa sall onu daha fazla merakta bırakmadan ziyaret sebebini anlatmaya
20 9
acaba?” diye aklından geçirirken sordu. “Sizleri rahatsız eden nedir, nasıl yardımcı olabilirim?” “Bakın Kenan Bey, Bey, dedeniz Janos Janos Klein Klei n Berlin’de Berli n’de yaşarken Oruç Bey kitabım kitabım okudu. Kitaptaki 7 Akbaba ve kutsal emanetler konularından etkilendi. Nazi baskısı sebebiyle Almanya’dan kaçmayı düşü düşünü nüyor yordu du.. İngiltere’ İngil tere’ye ye kolaylıkl kol aylıkla a kaçabüeceği halde hayli uzaktaki Türkiye’yi istedi. Bir günde İngiltere’de olabilirdi, 27 günlük yolcu yolculu luğu ğu göze göze ald aldı, 7 Akb Akbab aba’ a’yı yı bulab bulabilm ilmek ek için için ailesi ailesini ni de riske riske sokarak İstanbul’a geldi. Hayali gerçek olmuştu. 7 Akbaba’ya çok yakı yakınd ndı. ı. Ve sonr sonra a hiçbir hiçbir şey yap yapmadı. adı. İşte İşte kafam kafamızı ızı karış karıştır tıran an soru: ru: Dedeniz Janos Janos Klein neden 7 Akbaba’yı aramadı?” aramadı?” Kenan Kılan’ın yüzü donuktu. Tek kelime söyledi. “Bilmiyorum.” Görüşme Görüşme Almanca yapıldığında yapıldığından n hepsi Köksal’ın söyl söyledikl ediklerini erini ve Kenan’ın yanıtını anlamıştı. Peter konuşulanların azını anlayan Bob’a İngilizce aktardı. “Bilmiyorum” yanıtından sonra sessizlik oldu. Birbirlerine baktılar. Şimdi ne diyeceklerdi? Sessizliği bozan Kenan'ın kızı Suzan’ın gelişi oldu. Babasmın aksine onları görünce tedirgin olmamıştı, sevecenlikle hepsine “Hoşgeldiniz” dedi. Ancak babasının yüzündeki durgunluğu görünce meraklandı. Bunu fark eden Koksal babasına sorduğu soruyu ve aldığı yanıtı Suzan’a anlattı. “Babanız ne yazık ki bize yardımcı olmuyor. Bilmiyorum deyişinde her şeyi bildiğini hissettim.” Köksal’ın sözlerine kızmadı Kenan, sakindi. “Bakın, yardımcı olmak isterim, ancak bilmediğim b;f konuda ne diyebilirim?” Kenan’ın aksine Peter sinirlenmişti. “Bay Kılan, kardeşimi öldürdüler. Sebebi 7 Akbaba ile kutsal emanetleri bulmak bulmak hevesiydi. Babanız da aynı hevesle hevesl e İstanbul’a geliyor ve sanki her şeyi unutuyor. Akıl almaz bir durum. Ardından kardeşimin yaşamına mal olan araştırmayı biz yapıyoruz, bir general, bölükle asker, polisler geliyor araştırmayı durduruyorlar. General sanki atom bombası tesislerini koruyor ve bizi neden durdur durdurduğ duğunu unu söylemiyor. Siz bu durumda durumda ne yaparsınız yapar sınız?” ?” Lara ayağa kalktı, Kenan Kılan’ın masasına ellerini dayayarak yüzü yüzün nü adam adamın ın yüzü yüzüne ne yakl yaklaş aştır tırdı dı.. “Ben bu durumda Janos Klein’ın torununa gider ve ona ‘Konuş torun Kılan, bize dedeni anlat!..’ diye ısrar ederim.” Lara gözlerini adamın gözlerine dikmişti. Birkaç saniye sustu sonra konuşmaya devam etti.
210
“Dedenizin albümünde Teo kendi dedesi Alexandre von Huber’in mezarının fotoğrafını gördü. Fotoğrafı çeken dedeniz Ja Janos Klein’d Klein’dıı ve mezar mezar fotoğrafına fotoğrafına 22 22 veya 28 28 gibi sayıla ılar, haç işareti, daha bir sürü uzun sayılar vesaire karalamıştı. Teo’nun, bu rakamları ve işaretlerin anlamı olduğunu varsayarak bir kâğıda yazd yazdığı ığını nı kızınız kızınız Su Suzan söy söyle ledi. di. Aynı Aynı gün kat katled ledild ildi, i, bulun lunduğun ğunda cebindeki kâğıt yoktu. Şimdi bizim size, ‘Dedeniz mezar fotoğraflarını neden çekti, çekti, üstüne stüne yazdıkları yazdıkları ne anlama anlama geliyord geliyordu u ve de neden 7 Akbaba ile kutsal emanetleri aramadı?’ diye sormak hakkımız değil mi? En azından öldürülen bir genç insanın katledilmesindeki esrarı çözmek için yardım edin beyefendi. Kenan Kılan’ın solmuş yüzü pembeleşmişti. Bir şeyler düşündüğü, karar vermek için kendisini zorladığı gözlerinden tahmin edilebiliyordu. Sıkıntıyla pufladı. Lara adamla burun buruna son sözünü söyledi. “Sakın yine ‘Bilnüyorum’ demeyin Bay Kılan!.. İnanmıyoruz ve yalan yalancıl cılığı ığı size size yakı yakıştı ştıra ramı mıyo yoru ruz.” z.” Lara tekrar yerine oturdu. Kenan Kılan donmuş gibi onlara bakıyordu. Kimse kımıldamadı, konuşmadı. Dükkândaki antika saatlerin farklı tıklamaları duyuluyordu sadece... Kenan Kılan'ın donup kalmış durumunu değiştiren, mavi gözlerindeki buğulanma ve ardından dökülen iki damla gözyaşı oldu. Suzan atıldı, masanın üstündeki kâğıt mendili kaparak babasının gözyaşlarını sildi. Kızma bakan Kenan gözleriyle bir şeyler soruyordu. Suzan babasımn elini ild avucunun araşma aldı. “Ver onlara baba. Artık zamanı geldi.” Hepsi heyecanla doğruldu. Neyi verecekti? Kenan Kılan onlara baktı. Sesi çok sakindi. “Oturun oturun. İstediğinizi alacaksınız. Suzan konuklara bir şeyler ikraıu et, ben de soğuk su istiyorum.” Suyunu içtikten sonra anlatmaya başladı. “Dedem hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. Zaten kendisi de kimsenin bilmemesini istedi, bunu da başardı. Benim şimdi anlatacaklarımın Suzan’dan bir kuşak sonra bilinmesini istiyordu. Ancak, sevimli genç Teo’nun canına kıyılması lazımla beni çok düşündürdü. Siz buraya gelmeseydiniz belki de dedemin vasiyetini tutacak ve bilgilerin açrklanmasmr sonraya, yani benim torunlarıma bırakacaktık.” Heyecanla dinliyorlardı. Hangi bilgilerdi açıklanacak olanlar?
21 1
tarihlerde neler nel er yaptığını yaptığı nı güncesine yazmıştı. yazmıştı. Ölümünü Ölümünü hissetmiş olmalı ki, son günlerine yakın iki bölümden oluşan güncesini saklamak telaşına kapıldı. ‘Bunların okunması için henüz erken’ diyordu. Güncesini saklayacak güvenli yer bulmak dedemin tutkusu kusu olmuştu olmuştu.. ‘Güncelerimi ‘Güncel erimi elde e lde etmek e tmek için içi n size kötülük köt ülük yaparlar, yaparlar, yerini yerini bilme bilmelisiniz lisiniz am ama sizde sizden n uzak uzak bir yerde yerde olmalılar’ olmalılar’ diyor diyordu du,, bir ara delirdi sandık. Çünkü onlan Tarabya’daki Alman Mezarlığı’na koyacağını söyledi. Mezarların fotoğraflarım da çekip albüme yapıştırmıştı.” Peter çok heyecanlanmıştı. “Dedemin mezarına mı koydu yoksa? Çünkü albümdeki mezar fotoğrafı dedeminkiydi..." “Yaklaştınız Bay Peter von Huber. Cütlerden birini dedeniz Alexandre von Huber’in mezarına mezarına saklayacağını saklayacağını söylüyordu.” Fotoğraftaki “+ ! 220” işaretinin anlamı şuydu: Haçın en üstünden altına 220 cm derinde. Prenses’in mezarına da diğer cildi yerleştirecekti, fotoğraftaki “+ ! 230” işareti de aynı şifreyi veriyordu: Haçtan 230 cm derinde. Bu şifreleri gömülü güncenin yerleri unutulmasın diye yazmıştı, ailemizi sürdürecek her kuşağa fotoğrafları gösterecek işaretlerin ve rakamların anlamını öğretecektik. Böyle vasiyet ediyordu. ediyordu. Biz Bi z de mezarlığa mezarlı ğa saklam saklamasını asını çok tuhaf tuhaf buluyor ve son günlerinde aklım yitirmeye başladı diyorduk. Neyse konuya dönelim: lim: Mermer Me rmer haçların bir bölümü mezarların mezarların içine içine iniyordu iniyordu.. Haçların toprağa giren bölümleri parçalı mermer kaplama kaplamaydı, ydı, bunları kaldıracak, muşambaya sardığı ciltleri mezara yerleştirdikten sonra mermerleri tekrar yapıştıracaktı. Sakladıktan 50 yü kadar sonra güncelerinin okunm okunmasını asını istiyor istiyordu du.. Günceleri Günceleri torunlarımız torunları mız haber verecekti, verece kti, Almanlar da mezarlardan mezarlardan çıkara çıkaracakt caktı. ı. Neden dedenizin dedenizin ve Prenses’in Prenses’in mezarlarım mezarlarım seçti bilemiyorum. bilemiyorum. Doğup büyüdü büyüdüğü ğü Berlin’i Berlin’i hep özlerdi, belki de dedeniz ile Prenses’in Berlinli olması onu çekmişti. Aynca ailemiz açıklayana kadar dedemin güncelerini Alman Mezarhğı’nda aramak akla gelmezdi. Saçma bulduğumuz fikrinden caydırmaya çok çalıştık, ‘Kasada saklarız’ dedik. dedik. İkna olmayınca biz de kendisine yard yardım ım etmeye etmeye karar rar vercük. Bir Birin inci ci cildi cildi iki ikiye ye böld böldü ü, muş muşam amb balar alara a sardı, sardı, som a da metal metal kutular kutulara a yerleştirdi. yerleştirdi. Babamve dedemle dedemle birlikte birlikte geceyansı mezarlığa gidecek, dedeniz Von Huber üe Prenses’in mezarlarını bulacakük bulacakük.. Kutulan yerleştir yerleşti rdileten dileten sonra mermer mermer yapışyapıştırıcısıyla çıkardığı parçalan yerlerine oturtacaktık.” Peter Pet er öyle heyecanlıydı İd, İd, ağzı açık ayağa kalkm kalkmıştı. ıştı. “Günce dedemin mezannda öyle mi?” Kenan Kılan gülümsedi,, eliyle işaret etti.
212
“Biraz sakin ve sabırlı olun Von Huber, anlatıyorum işte.” “Tamam, devam edin, devam edin dostum” diyerek yerine oturmuştu Peter. “Mezarlar ikiye ikiye böldüğüm böldüğümüz üz birinci birinci cildi cildi koruyacak koruyacaktı. tı. 7 Akbab Akbaba a ve kutsal emanetlerle ilgili bilimsel açıklamaların ikinci ciltte olduğunu söylüyordu. 7 Akbaba Akbaba ve kutsal kutsal emanetler emanetler hakkında hakkında hangi hangi açıkl açıklam amalaralarda bulund bulunduğ uğun unu u bilm bilmiyorduk. iyorduk. Çünkü ünkü titi titizli zlikle kle gizl gizlemektey emekteydi. di. İkinci İkinci cildin cildin konu konusu su ayn olduğu olduğu için için başka başka bir bir yere yere saklam saklamak ak gerektiğini gerektiğini söyledi. ledi. Bu defa defa yine akla haya hayale le gelmez gelmez bir yer seçmişti. seçmişti.”” Hepsi bir ağızdan koro halinde sordular. “Nereyi seçmişti?" Kenan Kılan güldü, anlatmaya devam etti. “Ayasofya’yı..." “Ayasofya’yı mı?” “Evet Ayasofya’yı... Albümdeki Ayasofya fotoğrafı kenarında gördüğün ğünüz, ‘solda’ ‘solda’ yazısı ve ‘4+5’ rakam rakamlan, <9 işareti, işareti, yanına çizi çizillen □ işareti ile ‘7,50 m’ yazısının yanına çizilen O ve kitap sembolü £ü ‘Prophet M.’, yazüan sakladığı yeri belirtiyordu. Kendisi unutmazdı ama am a biz biz unutu unuturu ruzz diye böyle böyle kısaltmalarla kısaltmalarla sakladığı sakladığı yerl yerler erii şifrel şifrelemiş emiş ti. Kuşak Kuşaktan tan kuşağa ai aile lemiz miz bilgil bilgileri eri aktaracaktı. aktaracaktı. ‘Solda’, Ayasofya’nm girişinde soldaki demekti, “4” rakamı soldaki 4 büyük sütunu gösteriyordu. & ve ‘5’ rakamı, yukarıdaki 5 sütu sütun ndur, □ balkonu işaret i şaret eder. eder. ‘7 ‘ 7,50 ,50 m’ m’,, Ayas Ayasof ofya ya’nm ’nm kubbesinkubbesindeki 7,5 7,50 0 m çapındaki yuvarlak levhaları, ‘P ‘Prop rophet het M.’ ise AlmanAl manca prophet ‘peygamber’ anlamına geldiğine göre Prophet M., üzerinde ‘Muhammed’ ‘Muhammed’ yazan yazan levhayı gösterir... gösterir... Bunları Bunları bize bize ezberletti ve imtihan etti.”
Jano Janoss Klein Kl ein’ın ’ın oyunu oyunu Kenan Kenan anlattıkça soru işaretleri işaret leri büyüy büyüyordu ordu.. Koksal Koksal sabırsızdı. sabırsızdı. “İkinci cildi oraya mı koydu? Vay canına... Yani, ikinci günce Ayasofya’ Ayasofya’dak dakii Muham Muhamme med d yazılı levhada öyle öyle mi?” “Hayır...” yanıtmı verdi Kenan. “999”
“Oraya koymadı... Ayasolya’yı konuşuyorduk ki, 24 saat önce
213
leri bulsa bile bil e orada bulsun bulsun’’ demişti. demişti. Dedim ya, son günlerinde garip sayılacak kadar telaşlıydı, bunadığım sandığımız anlan oldu ama konuştukça hiç de öyle olmadığını anlıyorduk.” Kenan’ın anlattıklarını Bob ile Debra’ya Peter tercüme etmişti. Kenan’ın sözlerinin sözl erinin tamamını tamamını anlaymca Bob il ilk k sorusunu sordu sordu.. “Eveeet... Şimdi, birinci cilt mezarlıkta, ikinci cilt de herhalde bir mabette...” Kenan onların heyecanıyla eğlenir gibiydi. “îkisi de değil. Dedem sandığımız gibi aklım yitinniş değildi. Ancak çok evhamlıyd evhamlıydı. ı. Nazi döneminde döneminde Almanya’da yaşadıklan ve Türk Türkiye iye’de ’de old olduğ uğu u sırad sırada a duyd duyduk ukla lan n onu onu herke herkeste sten n ve her şeyd şeyden en kuşkulanır yapmıştı. Yahudilere yapılanlan gazetelerden ve her gece dinlediği BBC radyosundan öğreniyordu. Savaş sırasında Nazi ordusunun Yunanistan’ı işgal ederek Türkiye sınırına dayanması onu çok korkutmuş. Hitler, kendi yanında savaşması için tarafsız Türkiy Türkiye’y e’yee bask baskıı yapa yapark rken en bir gece gece sının sının geçmele geçmeleri ri bekle beklenm nmekt ekteyeymiş. Ailece uyuyamaz hale gelmişler. O gerilimli günlerin izini asla silemedi. Güncesinde Güncesinde bunlan ayrıntılı anlatıyor anlatıyor zaten...” Kenan durd durdu, u, sabırsızlıkla sabırsızl ıkla ellerini ell erini ovuşturan ovuşturan Bob’a Bo b’a baktı. “Şimdi siz sonuca gel diyorsunuz içinizden... Ancak, sadece bilmeniz gerekenleri anlatıyorum. Evet, dedem evhamlıydı ama bunamış veya delirmiş değildi. Ölümünden 24 saat önce aileyi topladı. Alman Mezarlığı ve Ayasofya planlarım bize ders olarak anlattığım söyledi. Biz şaşırmıştık: ‘Ne dersi?’ O açıkladı: ‘Yavrularım, fotoğrafların yanma yazdıklanm şifre filan değil. Öyle fanteziler kuracak adam olmadığımı bilmeniz gerekirdi. Albüm ve fotoğra fot oğraflar flar tuzaktır. tuzaktır. Güncemin Güncemin peşine düşecek kötü kişileri kişile ri aldatır ve içine düşürür. Eğer sizi tehdit ederlerse kendinizi kurtarmak için o işaretleri göstererek, “İşte şifreler bunlar. Güncelerim ve belgelerini buralara sakladı, zaten delirmişti, biz başka bir şey bümiyoruz, gidin oralardan alın” dersiniz’ diyerek bize öğrettiği yalanla yalanlan n akt aktar arma mamı mızı zı öğütl öğütled edi.” i.” “Vay canına!.. Hepimiz de tuzağa düştük. Bu şifreler nedir diye kafa patlattık. Bay Klein hepimizi işletti” dedi Lara. “Pardon ama Öyle...” diyerek devam etti Kenan. “Böyle koruyucu tuzaklar hazırlamakta hazı rlamakta haklıydı, çünkü Oruç Bey kitabım kitabım esrarengiz adamlar yılda iki üç kez sorardı... Onlardan hep korktuk. Dedemin bir şeyler bildiğinden kuşku duymalan doğaldı. Bu nedenle dedemin güncesi ile belgelerini elde etmek için hazine avcıları bize kötülük yapardı.” “Bir dakika!..” diyerek Kenan’m sözünü kesti Peter. Not defte-
2 1 4
rini çıkarıp açtı, sayfaları karıştırıp birinde durdu. “Balon Bay Kenan, albümdeki fotoğrafları cep telefonumla kaydetmiştim. Sözü Sözünü nü ettiğiniz sayılardan sayılardan ve işaretlerden işaretlerde n başka sayılar da yazılmış.” Not defterinden okudu. “Dedemin mezar fotoğrafı fotoğrafının nın kenarında kenarında sizin aldatmaca aldatmaca dediklerinizden başka ay aync ncaş aşu u sayılar sayılar var. var. ‘41.1 ‘41.13 332 “29.06 “29.0602 02’,’, Ayas Ayasof ofya ya’ya ’ya ‘41. 00’30.81 O 28. 58’47.38’ gibi benzer sayılar yazılmış. Bir de Rumelihisarı fotoğrafı vardı, kenarına da şu sayıları yazmış: ‘H 41.0883 .08831 1 <î> 29. 0568 05682.’ 2.’ Mısır Mısır’daki ’daki Keo Keops ps pira piramidi midi fot fotoğ oğra raffında nda da da Rumelihis Rumelihisan’nda an’ndaki ki sayı olan olan ‘H ‘H 41.08 41.08831 8310 0 29 29.05 .0568 682 2’ sayısı görülüyor. Kız Kulesi fotoğrafımda bu sayı aynen yine var. Hisardaldnin önüne garip işaretler koymuş dedeniz... Bunlar ne anlama geliyor? Diğer işaretler gibi kandırmaca nu?” “Ah, haklısınız” dedi Kenan. “Onlan açıklamayı unuttum, dedem ve yıllar boyu gizlediğimiz güncesi söz konusu olunca heyecanlandım. Bence en iyisi güncesinde okuyun, çünkü o sayılar uzun hikâye, hem de benim tam olarak anlatmam mümkün değil.” Uzun sayılar şimdi yeni bir merak konusu olmuştu. “Peki Kenan Bey, günce nerede?” diye sorunca Peter, Kenan muzipçe yine gülümsedi ve hepsinin ayağa fırlamasına neden olan sözü nihayet söyledi. “Ciltler mi?.. Evet, önce kat kat bezlere ve üstüne balmumlu kâğıtlara sardığı ciltler ci ltlerii bize bi ze bıraktı. bıraktı. Oturu turun n yerinize, heyecanlanmayın da anlatayım. “Günceler sizde demek?” dedi dördü birden. Kenan’ın başına dikilmişlerdi. “Hayır.” Karşısındakilerin bozulduğunu gören Kenan bu defa işkenceyi kısa kesti. “Bende değil. Bir yerde. Ancak, temiz insanlar olan sizlere vereceğim. Dedemin güncelerini okuyacaksınız. Dilerseniz bu akşam 20.00’de bize yemeğe buyrun, sonra günceleri okursunuz. Sadece bizim evde okumnasma izin verebilirim kusura bakmayın.” Kenan’a sarılıp öpeceklerdi. “Yemeğe zahmet etmeyin, gelelim çay kahve içeriz” dedi Lara. Babakıza veda ederek çıktıklarında Bob ile Lara sevinçten dans edeceklerdi. Peter ise şalca yapmaktan geri durmadı. “Bunlar esrarengiz insanlar, yemeğimize zehir koymasınlar. Koksal sen kapıda bir ambulans bulundur en iyisi...” Lara da Bob’a Bob’a takıldı. takıldı.
215
“Bu geceki yemeğe asistanın Semiramis’i getirirsen onun kafasını kırarı kırarım, m, a rke olog bey.”
“İyi ki hatırlattın. Sahi Semiramis nerelerde? Peşimizi bırakmazdı” dedi Bob.
...Ve Janos Klein’in güncesi Akşama kadar sabırsızlıkla beklediler. Saat 20.00’de Kılan ailesinin kapısını çaldılar. Suzan açtı. Siyah şık bir kostüm giymişti. Hep topuz yaptığı saçlarına kuaförde farklı biçim verdirmiş, koyu kızıla boyatmış omuzlarma kadar dökmüştü. Dükkândaki halinden farklı, tam bir salon hanımefendisi olmuştu. Makyajı sadeydi, takılan uyunüuydu, sonuçta Suzan baş döndürücü bir kadındı. Konuklarını içeri içer i alırken babası babası Kenan Kenan da hemen yanında olduğundan, Suzan’ın kalçalarını Köksal’a gösteren Bob’un işaretini görmüştü. Salondaki masa masa çeşitli yiyecekler, kekler, kekler, kurabiyeler kurabi yeler ve pastalarpastalarla donatılmıştı. Masanın köşesindeki görkemli semaver pınl pınl parlıyordu. parlıyordu. Çay takımları takımları iki türlüy türlüydü dü,, porselen por selen fincanların yanında, yanında, Türk Türk işi işi ince ince belli belli cam cam çay çay ba bard rda aklar klarıı du duruy ruyord ordu. “Ooo “Ooo bu ne zevldi zevldi büfe ve harika bir semaver...” semaver...” diyerek diye rek Suzan’ı Suzan’ı kutladı Debra, diğerleri de zahmetleri için teşekkür ettiler. Güzel kurabiyeleri yerken, demli çayı yudumlarken yudumlarken akıllan akı llan hep güncelerdeydi. Bob dayanamadı. “Bay Kılan, günceleri okurken kalbim durabilir mi?” Kenan gülerek kalktı. “Sabırsızlanmakta haklısınız. Günceleri okumaya başlarsak pastalar daha lezzetli gelecek sanırım” dedi salondan çıkarken. Metal bir çantayla döndü. Çantayı orta sehpasının üzerine koyarak açtı. Alüminyum çantanın içinde bir de deri çanta vardı. Onun içinden üç cilt çıkardı. İkisi ince, diğeri kaimdi. Siyah deriyle kaplanmış günceler yeni ciltlenmiş kadar temizdi. “İşte günceler! İki tane tane birinci cilt ve ikinci i kinci cilt. Dört arkadaş arkadaş kutsal kutsal bir bir eşyanın karşısında büyülenmiş büyülenmiş gibiydiler.” gibiydiler.” “Kim okuyacak?” diye sordu Kölcsal. “Ben okuyayım, eski Almanca’yı benden kolay sökemezsiniz” dedi Lara. Birinci cildi alm ca Bob sabırsızl sabırsızlandı. andı.
“Bir dakika Lara, bizi ilgilendiren kısımları okuyalım, baştan almaya gerek yok” dedi ama Lara onu yatıştırdı. “Günce kaim yapraklı kâğıtlara yazılı, gözüktüğü kadar uzun
içerikli değil. Hem de Bay Klein’ın anılarım baştan sona atlamadan okumamak hata olur.” Artık Artık hepsi sessizdi, sırtlarım koltuklara yaslamış yaslamış Lara’nın oku yacağı yacağı Jan anos os Klein’m Klein’m anıları ılarım m mera merakla kla bekliy bekliyor orlar lardı. dı. Lara birinci biri nci sayfayı açtı, açtı, okumaya okumaya baş başlad ladı. ı.
Göçmen bir ailenin ailenin hikâyesi hikâyesi ve insanl insanlık ık için belgele bel gelerr ... Ben Janos Klein. Almanım. Almanım. Dinim Dinim Musevi Musevi.. 1900 yılınd yıl ında a Berlin’de doğdum. Babam kitabevi sahibiydi, annemle birlikte çalışırlardı. İkisi de kendi çaplarmda yazardılar. Günceme 1933 yılını ve sonrasmı yazdım. Sebebi, yaşamımı değiş değişti tiren ren ola olayl ylar ar 193 1933 yılı yılında nda başlamıştır. 1933 yılı yılındak ndakii durumum: “Kayıp diller, Doğu dilleri ve İslam elyazmaları uzmanı.” Berlin Kütüphanesi memuruyum, üniversitede asistanım. Leah adında eşim ve biri kız diğeri erkek iki çocuğum var. Bu bölümü dünyadaki bütün insanların, siyasilerin, özellikle AvrupalIların AvrupalIların ve Yahudilerin Yahudilerin dikkatle okum asını isteri isterim. m.
Naziler kitap yakmaya başladığında Almanya’da kötü şeyler olacağım hissettim. O kötü şeyler hayal gücümü çok aştı, akıl almaz bir trajediyi dünya sahnesine koydu. Nazi zulmü, savaş, 55 milyon insanın ölümü, Yahudi soykırımı yaşandı. Bugü Bugün n bile yaşandığına inan inanm makta zorluk çektiği çekt iğim m o çağı yaratan sebep neydi? “ Gerçek Gerçe k miydi, miydi, karabasa karabasan n mıydı?” dedi d ediğim ğim Nazi leri kim yarattı? yarattı? Nazileri yaratan, Birinci Dünya Savaşı sonrasının İngilteresi, Fransası ve o yılların dış politika cahili Amerika’dır. İngiltere ve Fransa’yı azdıran ABD Başkanı Woodrow Wilson dünyanın gerçeklerinden, köhne Avrupa'nın entrikalarından uzaktı. Alman halkının halkının içine içine sönmeyen kin ateşini yakan yakan Versailles Antlaşması’m Antl aşması’m akıllı bir uygulama sandı. Ateşkes görüşmelerinde Fransız Mareşal Foch yenik Alman heyetini aşağıladı. Versailles Antlaşması’yla Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu soyuldu. Topraklan ellerinden alındı. Ağır tazminatlar ödettirildi. Türkler Türkler Vesaille Vesailles’ı s’ı ve Sevr’i Sevr’i tan tanım ımay ayar arak ak heme hemen n Ku Kurtu rtuluş luş Sav Savaaşı başlattılar. Mustafa Kemal’in liderliğinde kazandılar, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Almanya ise bunu başaramadı. Çünkü halkın birliği birli ği bölünm bölünmüştü, üştü, ideo id eolo loji jik k kanlı savaşlar başlam başlamıştı. ıştı. O tarihlerde 19 yaşındaydım yaşındaydım.. Berlin’de Berli n’de okula giderken giderken milliye mill iyetç tçil ileerin veya komünistlerin komünistlerin çevirerek çev irerek “Hangi “Hangi taraftan taraftansın? sın?”” diye sormasorma-
217
larından korkardık. Soranların yandaşı değilseniz feci döverler veya vey a öldürürle öldürürlerdi. rdi. Almanya’nın etini akbaba gibi üstün üstünee çökmüş Fransa ile il e İngilİ ngiltere yedi. Fabrikaları söktüle söktüler, r, gemilerini, silahlarım, silahlarım, topraklarım aldılar. Almanya'nın sınırlarım daraltıp paylaştılar, Alman halkı anavatanında etnik topluluk durumuna düşürüldü. 33 milyar dolar tazminat istendi. Onuru kırılmış, ezilmiş Alman halkı açtı, hastaydı. Ülkenin Ülkeni n her yaranda ayak ayaklanm lanmalar, alar, bölünmel bölünmeler er başladı. başladı. Komünistler ile milliyetçiler birbirlerini öldürdü. Cepheden dönen Freikorps denilen düzensiz ama silahlı birlikler Almanya yenilgisinm suçlusu olarak komünistleri komünistleri ve komünizm komünizmin in yaratıcısı olarak Yahudileri Yahudileri görügörü yor yorla lard rdı. ı. Komün omünis istt ayak ayakla lan nmalar alara a ka karş rşıı öfkeyle öfkeyle ya yapıla ılandıla ılar. Mark Mark-sist Spartakistler Birliği (Spartakusbund) tarafından düzenlenen ayaklanmayı bastırdılar. 15 ocak 1919’da ayaklanmanın ön önderl derleri eri komünist Kari Liebknec Liebknecht ht ve Rosa Rosa Luxemburg’u öldürdüler. öldürdüler. 1919 yılın yılında da Bavye Bavyera ra Komünist nist Cumhuriye riyeti ti’n ’nee son son verd verdile iler. r. 5 mayıs 19 1919 19 günü günü Sosyalist Sosyali st Parti Parti üyesi 12 işçi işçiyi yi bir b ir rahibin ihbarıyla Münih yakınlarındaki Perlach’ta Lützow Freikorps birlikleri öldürdü. 1920 yılında Adolf Ado lf Hitler Hitl er siyasette sivrilme si vrilmeye ye başladı. başladı. Münih’teki tanınmayan Almanya İşçi Partisi’nin (daha sonra adı Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP) lideri oldu. Yazdığı Kavgam adlı kitap kapışıldı. Hitler şöyle başlıyordu: “Aynı kan, aynı imparatorluğa aittir. Alman kavmi, kendi evlatlarım tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, sömürge siyaseti çalışmalarında bulu bulunma nmayı yı hak hak etmeyecektir.” etmeyecektir. ” " Halk bu sözlerden sonra komşu birçok ülkenin Almanya’ya katılmasını katılmasını istiyordu. istiyordu. Savaşın sinyallerini sinyallerini yıllar önce ö nce şu sözleriyle sözler iyle veriyordu: “Alman sınırlan bütün bütün Almanlan Almanl an içine aldığı zaman bu nüfusu besleyemeyecek kadar güçsüz olduğu ortaya çıkarsa; bu kavmin hissedeceği gerek ve zorunlulukta yabancı topraklar elde etmek için hak sahibi olacaktır, işte o vakit, sapan yerini kılıca bırakacak ve temiz gözyaşlan gelecekteki dünyanın ürünlerini hazırlayacaktır.” Hitler kışkırtmanın ustasıydı. Faşist ırkçı duygulan aşılamaya çocuklardan başlıyordu. Böylece Naziler, onuru kınlmış Alman halkının intikam duygulanndan yararlanarak iktidara geldi. 33 yaşma yaşma gelm gelmişt iştim im,, Hitler Hitler başb başbak akan andı dı ve geleceği ge leceği aydınlık aydınlık görmü görmü- yord yordum um.. Naziler belasın belasının ın doğu doğuşu şuna na sebep sebep olarak olarak insan insanlığı lığın n başına saran İngiliz ve Fransız politikacılara ve onları destekleyen
ABD Başkanı Woodrow WUson'a lanet okuyordum. Hitle Hitlerr yükseliyordu. yükseliyordu. Yaptığı sanayi sanayi hamleleri başarılıydı. Dünya Dünya 1929 ekonomi ekonomi kriziyle krizi yle batmışken Almanya zenginleşmekteydi zenginleşmekteydi.. Has Alman olarak kabul edilenler mutluydu ama etnik topluluklar huzursuzdu. Saf Alman ırkını koruma çalışmalarına büyük yatınm yatınm yap yapıld ıldı. ı. Bu amaç amaçla la has hasta ta ve özür özürlü lü olanla olanlarr kısır kısırla laşt ştır ırıld ıldı. ı. Ayıklanma sırası Hitler’in “aşağı ırklar” dediği Çingenelere, Yahu dilere gelmekteydi. Halkın heyecanım canlı tutmak tutmak için Hitle Hi tlerr olağanü olağanüstü stü görkeml görkemlii gösteriler düzenliyor, Alman halkını coşturan nutuklar atıyordu. Kâbuslarda bile görülemeyecek kadar tehlikeli Nazi ordusunu ve zihniyetini ne yazık İd diğer ülkeler göremiyordu göremiyordu.. Yahudiler artık her yerde hakaret görüyordu. Eşim alışverişe Çıkm Çıkmay aya a korkuyordu. korkuyordu. Çocukları parka bile götüremiyordu. Mayıs ayında bizim kütüphaneyi basan Hitler Gençlik Teşkilatı üyeleri 25 000 kitabı kitabı toplayıp toplayıp yaktı. yaktı. Kitapları ateşe fırlatı fırlatırken rken çığl çığlıkıklar atıyorlardı. Yakmalarından korktuğum çok değerli elyazmalarını paltomun içinde, çantamda, pantolonumun kemerine sokarak evime kaçırıyordum. Yakalansam beni kesinlikle öldürürlerdi. Kitapların yakılmasına benim kadar üzülen üzülen Berlin Berl in Kütüpha Kütüphanesi nesi Başkam Başkam Bay Waldemar Adelhei Adel heid d çok çok uygar insan insandı. dı. Bölümümdeki elyazmalarını elyazmalarını kaçırdığımı, kaçırdığımı, özelli öz ellikle kle tehlikede olan İslam eserleese rlerini kurtarmaya çalıştığımı kendisine söyledim. Aristokrat bir PrusyalIydı ama Nazi değildi, onları sevmiyordu. Kitapları kurtarmama memnun oldu. Kitapları kaçırıyordum ama evde saklayacak yer kalmamıştı. Eşim Leah korkudan sinir krizleri geçirmeye başlamıştı. “Almanya’dan kaçalım” diyordu. Yahudilere baskı ağırlaşıyordu. Dükkânların vitrinlerine badana boyasıyla “YAHUDİ. Buradan alışveriş yapmayın” yazıyorlardı. Nazi gönüllüleri yaşlı olsun genç olsun Yahudiler yanlarından geçerken sopayla tekmeyle vuruyorlardı. Hıristiyan Almanlar, artık Yahudilerle görüşmekten kaçmı yor yordu du.. Almanl Almanlar ar ile Yahu Yahudi dile lerr aras arasın ında da ar arka kad daşlık aşlık,, evlilik yasak yasak-lanmıştı. Okullarda çocuklara çocukl ara “Yahu “Yahudi di nedir?” diye soruluyor, soruluyor, öğrenc öğr encile ilerr de “Şeytandır” diyorlardı. Ardından smıf smıf şu şarkıyı söylüyordu söylüyordu:: “Bir Yahudi’nin yüzünden, yüzünden, Kötü şeytan bize konuşur Her bir ülkede Bulaşıcı bir veba olan şeytan Yahudilerden kurtulalım
21 9
Yeniden neşeli ve mutlu utlu olalım Tüm Tüm gençler gençler sava savaşm şmak ak Bu şeytanları aldatmak!” Bu sıralar SA’larm öldürdüğü Yahudilerin katillerini polis görmezden geliyordu. Gestapo’nun kulaklara fısıldanan işkenceleri ve cinayetleri bana bazen abartılı geliyordu ama... SA’ların bir Yahudi genci tekmeleyerek öldürdüğünü gözlerimle gördükten sonra ülkeyi terk etmeye karar verdim. Almanya’dan tek kaçış yolu denizdi. Birçok Yahudi’nin İngiltere’ye ve Amerika’ya gemiyle kaçtıklarım duyuyorduk. Berlin’de deniz yoktu. Liman kenti Hamburg’daki kuzenim Oswald’a gitmeye karar verdim. Bay Adelheid’dan aldığım izin kâğıdıyla trene bindim, Hamburg’a giderek Oswald’la görüştüm. Kuzenim de kaçmak istiyordu. Kaçacağımız gemiyi bulduğımda iki aile birlikte Almanya'yı terk edecektik. Tekrar Tekrar Berlin Berlin’e ’e dönd döndü üm. Eve getirdiğim getirdiğim elyazm elyazmala alannı nnın n biri birinin nin kutusund kutusunda a Almanca Alma nca çevir ç evirisi isi de vardı. vardı. Bu kitap kitap Oruç Bey Be y adındaki Türk Türk tarihçiye tarihçiye aitt aitti. i. Oruç Oruç Be Bey, Fatih Fatih Sult Sulta an Mehm Mehmed ed dönemi dönemind ndee tarih yazıcılığı yazıcılı ğı yapmış önemli bir kişiyd kişiydi. i. Osmanlı Osmanlı tarihi ilgi alanıalanıma giriyordu, merak ettim, kitabı okumaya başladım. 1491 Oruç Bey Bey Tarihi Tarihi adlı kitabı okudukça okuduk ça heyeca heyecanım nım arttı. Özellikle bir bölüm aklımı başımdan almıştı. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinden önce yaşanan ilginç bir olayı anlatıyordu. Fatih, Fatih, Rumelihisarı Rumelihisarı denilen kaleyi yaptırırken temel teme l kazısı sırasında kubbeli bir b ir bina bulm bulmuş uştu. tu. Binanın içinde 7 Akbaba Akba ba heykeheyk eli vardı. Akbabaların kaidelerinde kıyametin tarihinin tarihinin yazılı olduğu belirtiliyordu. Binayı gezen sultan hiçbir açıklama yapmadan 7 Akbaba’lı kubbeyi tekrar toprağa gömdürmüştü. Mücevherle kaplı 7 Akbaba’yı sultan neden gömdürmüştü? Çok merak etmiştim. Oruç Bey kitabında, İstanbul’da bugün Çemberlitaş denilen eski Apol A pollon lon sütun sütunun unun un altında altında kutsal kutsal emanetler emane tler olduğunu anlatanlatmaktaydı. Büyülenmiştim. Almanya’dan kaçabilirsem Amerika ve İngiltere’ye değil Türkiye’ye gidecektim. Hamburg’daki kuzenime bunu bildirerek, “Türkiye’ye giden bir gemi ayarla” dedim. Yeğen Oswald Oswal d nihayet müjdeli haberi verdi. 10 gün sonra bir gemi ge mi Türkiye’n Türkiye’nin İzmir ve İsta İstanb nbul ul liman limanlar ların ına a yük götürece götürecekti. kti. Başaşkan Adelheid beni aceleyle Hamburg Kütüphanesi’ne tayin etti.
220
Kaçırdığım elyazmalarını kütüphanesiyle ünlü L. Manastırı’na bıraktım bıraktım.. Çolc değe değerl rlii birkaçım da Başkan Başkan Adel Ad elhe heid id’’a teslim teslim ettim, ama Oruç Bey kitabını ve çevirisini yanıma almıştnn. Kütüphanede bir çevirisi daha vardı. Son akşam yemeğimizi Başkan Adelheid’m evinde yedik, vedalaştık ve ertesi gün ailece Hamburg’a gittik. Geminin kalkmasına üç gün vardı. Osvvald’m deniz yolu şirketinde çalışması kaçışımızı sağladı. Şirketin sahipleri Yahudi değillerdi, iyi kalpli Alınanlardı, gemiyi onlar ayarlamıştı, bize çok yard yardım ım etti ettile ler, r, liman limanda daki ki depo depolar larınd ında a sakla lad dıla ılar. Son Son geceya geceyansın nsın dan sonra gözükmeden gemiye bindik. Gemiciler bizi ambarlara alarak yük sandıklarının arasına gizlediler. Sandıklarla örülmüş küçük küçük bir oda oda oluşturm oluşturmuşla uşlardı. rdı. Aile Ai lece ce dört kişiydik. Osvvaldlar Osvvaldlar üç ldşiydi. Yanımızda birkaç altın takı, biraz Reich markı ve kitaplar, bir de üst üste giydiğimiz üç kat çamaşırımız vardı. Başka eşyamız yoktu. Gemi Portekiz bandıralıydı, mürettebatın yarısından çoğu Türk Türk’t ’tü ü. Henü enüz sava savaşş çık çıkmam amış ıştı tı,, Naziler Naziler gemileri gemileri evham evhamla la ar aram amıı yo yord rdu u. Yine Yine de çok kork rktu tuk k. Ulusl luslar arar aras asıı sula sulara ra açılınca açılınca bizleri deliğimizden çıkardılar. O günkü mutluluğumuzu anlatamam. Yirmi gün süren yolculuktan sonra İzmir’e, yedi gün sonra da İstanbul’a vardrk. Rıhtım polisine teslim olarak iltica etmek istediğimizi söyledik. Yanımıza iki polis katarak bizi İstanbul’daki Siyasi Şube’ye götürdüler. Siyasi Şube müdürünün odasına alındık. Müdürün yanındaki tercüman aracılığıyla maceramızı aktardık. Müdür, “Türkiye Cumhuriyeti sizi koruyacaktır Bay Klein, Ancak kesinlikle Alman Konsolosluğu Türkiye’de olduğunuzu bümeyecek. Size Türk kimlikleri vereceğiz. Türk isimleri alacaksınız. Dilerseniz sadece sinagoga kendinizi tanıtınız. Sizin gibi iltica eden Musevilerin korunmasında sinagogla birlikte çalışıyoruz” dedi. O zaman Türkiye’nin Yahudi ilticalarına hazırlık yaptığını anladım ım.. Kısa sürede Türk kimliklerimiz kimlikl erimiz çıkarıld çıkarıldı. ı. Benim adım Yusuf oldu. (Bir yıl sonra 1934’te soyadı kanunu çıktı, biz de Klein’a en yakm yakm olan olan Kıla Kılan n soya soyadı dını nı ald aldık ık.) .) Bizi, İstanbul’un Tünel semtinde geniş bir apartmana yerleştirdiler. Yakınımızda iki sinagogdan başka Alman Lisesi, Tetonya Derneği ve Alman Kültür Merkezi vardı.
221
olan Terziler Sinagogu’nda kütüphaneyi düzenliyordum, herkes Almanc Almanca a konuştuğund konuştuğundan an rahattım. rahattım. Osmanlı Osmanlı padişahlarının padişahlarının izni ve katkılarıyla kurulan kurulan iki i ki sinagog etkileyiciydi. Aşkenaz Sinagogu’nda Sefer Toralann konulduğu ahşap dolap ile Teva demlen dua okuma kürsüsü dönemin ünlü yont yontu u usta ustası sı Fogel taraf tarafın ınd dan an,, abano abanozz ağa ağacın cında dan n yapı yapılm lmış. ış. Çalıştığım Terzüer Smagogu diğer adıyla Schneidertempel, bir zamanların Aşkenaz Terziler Birliği “Tofre Begadim”miş. Türkiye’ye Türkiye’ye gelene kadar kadar Tür Türk kYa Yahu hudi di ilişkile ilişkilerini rini bilm bilmiyo iyord rdum um.. Öğrenince cehaletimden utandım. Meğerse tarih boyunca Yahudi lerin leri n tek dostu Türklermiş. Türklermiş. Anadolu’y Ana dolu’ya a gelişl gel işleri eri 1 000 yılı yı lı aşan Türkler Türkler Yahud Yahudiler ilerle le birlikte birlikte dostça dostça yaş yaşam amış ış ve daima daima Yahu Yahudil dileri eri korumuşlar. 1450’li yıllarda Osnıanlı devletine yerleşen David Caohen ve Kalman, Kalman, Avrupa’ Avru pa’da da kötü şartlarda yaşayan dindaşlarının, dindaşlarının, Osmanlı Osmanlı topraklarına gelmelerini arzuladılar. Onların, ısrarıyla haham İsak Sarfati, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hoşgörü ve iyi hayat şartla nıu içeren i çeren mektubuyla mektubuyla Alman Musevilerini Musevilerini Osmanlı Osmanlı topraklarına davet etmiştir. Bu davetle Macaristan, Sırbistan, Bosna, Kırım ve Almanya’dan büyük gruplar akın etti. 1492 yılında Ispanya’nın Ispanya’nın Katolik kralı Femando ve Kraliçe Is Isa a bel, Yahudileri Ispanya’dan kovdu. 200 000 Yahudi’ye İspanya’yı terk etmeleri etme leri için üç ay tanıdü tanıdüar ar.. Yanlarına Yanlarına servetlerim servetl erim almalarım almalarım yasa yasakl klad adıla ılar. r. Osm Osman anlı lı Padiş Padişah ahıı II. II. Bayezid Bayezid toprak toprakların larına a gelmek isteyen 100 000 Yahudi’yi kabul etti. Hepsi çeşitli kentlere yerleştirildi, işlerini kurmaları sağlandı. Daha sonra Portekiz Yahudileri de Türk topraklarına göçtü ve refah içinde yaşadıla yaşadılar. r. Bütün bunları Türkiye’deki sinagog kütüphanesinde okuyunca biz AvrupalI Yahudilerin Yahudilerin Türkler hakkında hiçbir şey bilmediğimibilmedi ğimizi anladım. Yukarıdaki çok özet tarihçeyi torunlarım ve bütün dünya Yahudileri için yazdım. TürkYahudi ilişkileri geniştir, bu konudaki kitapları okusunlar. Almanca yazılmış tarihimizi okurken bir yandan hızla Türkçe öğreniyordum. İstanbul’a ayak bastığımız 1933 yılında Türkiye’de kelimenin tam anlamıyla devrim yaşanıyordu. Torunlarımın ve dünyanm da bunları bilmesini istedim. Modem Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu yeni Türk devleti ve inanılmaz bir Kurtuluş Savaşı veren kahraman milleti için, her biri ayn bir gaye ve ayrı bir hedefi olan devrimleri yapmıştı. 700 yıl şeriatla yönetilmiş, Arap alfabesi kullanan, kıyafetleri çağdaş dünyadan uzak, ne yazık ki eğitilmemiş, doğnı olmayan
diııi uyutmalarla istismar edilmiş Türk halkına ilerlemenin yollarım açan Mustafa Kemal Atatürk’e hayran olmuştum. 1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı. Biz de Kılan soyadını aldık. Aynı yıl kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. Türkiye Türkiye’ye ’ye gittiğ gittiğim imiz iz 1933 tari tarih hi, Cumh umhuriyet riyet’in ’in kurulu ruluşu şun nun 10’uncu yılıydı. Büyük şenliklerle coşkuyla kutlandı. O tarihte modem üniversite uygulamasına geçildi. 1936’da pürüzsüz Türkçe konuşuyor, okuyor ve yazıyordum. Üniversiteye başvurdum. O yıllarda Almanya’dan Türkiye’ye çok sayıda Yahudi bilim adamı kaçmıştı. Bizlere görev verdiler. Hemen her dalda hizmete başladık. Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde Fransa’dan gelen Leopold Levy, heykel bölümünde Almanya’dan gelen Rudolf Belling ve mimari bölümünde Bruno Taut görevlendirildi. Göçmen öğretim kadrosu bir reform hareketi başlamasını sağladı. Bruno Taut ile Robert Vorhölzer gibi ünlü adlar da Mimarlık Bölümü başkanlığına getirildi (1936). Emst Ems t Hirsch Hirsch İstanbul Hukuk Hukuk Fakültesi’ Fakültesi’nin nin kuruluşu kuruluşunda nda büyük büyük rol oynad oynadı. ı. Türk Ticar T icaret et Kanun Kanunu’n u’nu u hazırlay hazırlayan an ve Türk Gelir Geli r VerVergisi Yasası’m Yasası’m hazırlayan hazırlayan Fritz Neumark’m Neumark’m yanında yanında çok önemli bir besteci geldi. Türkiye’deki konservatuvarlan yeniden yapılandıran ünlü besteci Paul Hindemith bizi heyecanlandırdı. Türkiye’ye Türkiye’ye göçen Yahudi ak akad adem emisy isyen enler lerin in sayı sayısı sı 200’ü bulbulmuştu. (SAYFANIN KENARINA YILLAR SONRA YAZILMIŞ EK NOT): Savaş sonrası Batı Berlin eyaletinin ilk başbakanı olan Ernst Reu ter de o yıllar yıl lar Türkiye’dey Türkiye ’deydi. di. Fritz Neumark, Gerhard Kessler, Alexander Rustov, Alfred Isaac ve Wilhelm Röpke gibi değerli bilim adamlarıyla sık sık buluşuyorduk. Tüm Tüm dün dünya Yah ahu udile dileri ri,, büt bütün insa insan nlık âlem lemi, tor torun unla larım rım;; aşağ aşağııda yazdıklarımı dikkatle okuyu okuyun n ve değerlendirin. değerlendirin. Benden iki vey veya a üç yıl sonra Almanya’dan Almanya’dan kovularak Türkiye’ye Türki ye’ye gelen Yahudi akademisyenlerle konuşmalarımızda sormuştum: “Neden sadece Türkiye’ye geldiniz? Başka ülkelere neden gitmediniz?” Aldığım yanıtla şaşkınlığa uğradım. “Başka şansımız yoktu... Amerikan üniversiteleri Harvard, Princeton, Yale ve Darthmouth aynen Nazi yönetimi gibi ‘Judenf rei/Yahudi’den Annchrma’ uygulaması yapıyor. Einstein büe Princeton Üniversitesi’ne giremedi, Öğrenim Enstitüsü’ne alındı.
22 3
Harvard Üniversitesi 300’üncü yılını kutlarken sadece Nazi akademisyenleri çağırdı. çağırdı. Bütün dünya Nazüere uyarak Yahudileri istemezken, Türkiye’de bilinmesi bilinmesi gereken gereken tarihi bir olay ol ay yaşan yaşandı. dı. Hitler Hitler 8 mayıs 1933’te “Benim “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahud Yahudii alayım Mustafa Ke Kemal mal koruyamaz. Buna izin veremem” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist komünist profesörleri profesör leri ülkenize ülkenize sokmayınız” sokmayınız” mesajı gönderir. gönderir. Atatürk bu messy üzerine “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek Türk Türkiy iye’ e’ye ye sığ sığın ınm mak ve Türk Türk üniver iversi site tele leri rin nde görev yapm yapmak ak iste isteye yen n profesörle profe sörlerle rle ilgili işlemlerin hızlandırılm hızlandırılması ası talimatım talimatım verir. verir. 1936’da Atatürk bizi yeni başkent Ankara’ya davet etti, Cumhurbaşkan hurbaşkanlığı lığı köşkünde köşkünde yemek verdi. Teşekkür etti. Beni yeni y eni bir işle görevlendirdi. Kütüphan Kütüphaneciliği eciliği ve arşivciliği arşivci liği düzene koymamı koymamı istiyordu. Severek kabul ettim ve işe eski başkent İstanbul’dan başladım. Osmanlı arşivlerim anlamak için Arap alfabesi bilgimi mükemmel duruma getirdim. Türk bilim adamı Osmanlıca uzmanı Gavsi Hocam sayesinde Arap alfabesiyle yazılmış Osmanlı belgelerim okuyordum. Harika bilgiler ediniyordum, mutluydum, ailem mutluyd luydu. u. “İyi “İ yi ki İngiltere veya v eya Amerika’ya gitmedik” git medik” diyorduk. diyorduk. Tadımı Tadımızı zı kaçı kaçıra ran, n, güzelim güzelim yaz yaz günler günlerin inde de başlay başlayan an İspany İspanya a İç Savaşı oldu (17 temmuz 1936). Nazi Almanyası ile Faşist İtalya’ya gün doğdu. Tüm güçleriyle İspanyol faşistlerim destekliyorlar. Beyinleri yıkanmış kralcüar halk olduklarım unutmuş, sömürücüler uğruna canlarım veriyor. Hitler uçaklar göndererek kralcüara yardım ediyor. Mussolini tanklar ve askerle İspanyol faşistleri destekliyor. Hitler, İspanyol faşistlerin lideri General Franco’ya 200 000 askerle desteğim sürdürüyor. 1937’de Hitler’in uçakları İspanya’nm Guemica şehri üzerinde yeni yeni silah silahlar ların ınıı deneyerek deneyerek kent kent ha halk lkın ınıı kat katlet lettil tiler er.. Mussolini’yle başlayan Hitler’le devam eden faşizm dalgası şimdi üçüncü ortak Franco’yla Avrupa'nın üçüncü yüzkarası olacak. cak. Faşistlere karşı karşı birleşecek b irleşecek yerde birbirini kıran İspanya halkı halkı için dua etmekten başka başka bir şey elimizden gelmiyor. gelmiyor. İnsanlığı yok eden faşizmi insanlar göremiyor. Ne acı değil mi? Büyük acı 1938’de geldi. Atatürk öldü. Biz ve bütün Türkiye matemdeyiz. Yüzyılın en büyük şahsiyetini kaybettik.
Kristal Kristal gece ge ce Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 gecesi Almanya’da Kristali
nacht (Kristal Gece) yaşandı. Adına bakarak romantik bir gece sanm sanmay ayın. ın. Büyük Büyük felake felaketl tleri erin n başlangıcıydı. başlangıcıydı. 7 kasım 1938 günü, Naziler tarafından ailesine işkence edilmiş olan 17 yaşındaki Herschel Herschel Gry Grynszpan nszpan adlı Polo Polonya nyalI lI Yahudi Yahudi genç, genç, Paris’teki Alman Büyükelçiliği’nde bir görevliyi vurdu. Bu olayı Nazil Naziler er fırsat fırsat bildi. Almanya’da Almanya’ daki ki bütü bütün n Yah Yahudi udi mabetlerine, işyerlerine ve evlerine saldırdılar. Yahudilerin Yahudilerin evle evleri ri ve işyerl işyerleri eri yağm yağmalandı. alandı. Bir Bi r geced gec edee 1 350 sinagog sinagog yakılıp yakılıp yıkıldı. yıkıldı. 100’den fazl fazla a Yahud Yahudii öldürüldü. öldürüldü. 30 bin Yahudi toplama kamplarına gönderildi. 7 000 işyeri yağmalandı, binlerce eve zarar verildi. Korkunç gecede saldınya uğrayan binaların kınlan camlan kaldırıml kaldırımlara ara ve yollara yığılmıştı. yığılmıştı. Yollar ay ışığında ışığında pınl pın l pınl p ınl pa parrlıyordu. Olanları bilmeyen biri ilk bakışta yolları kristalden bir masal diyarına geldiğini sanabilirdi. “Kristal Gece” denmesinin sebebi buydu. Alman hükümeti, olaylardan Yahudileri sorumlu tuttu “kınlan camlann karşılığı” olarak Yahudilere 1 milyar mark tazminat ödetti. Kristal Gece’nin ardından Yahudilere yönelik işkenceler arttı. Asil vahşet, savaşla beraber başladı. Savaş yıllarında soykınma dönüştü. Aynı yıl Hitler Hitl er yayıldı, yayıldı, Avusturya Avusturya ve Çekleri Almanya Almanya sınırlarına sınırlarına kattı. 2 eylül 1939 günü Cumhuriyet gazetesini aldığımda gördüğüm başlık şuydu: “Nihayet harp başladı." Alman ordusu Polonya’yı işgal ediyordu. İki gün sonra Polonya’nm toprak birliğini garanti eden İngiltere ile Fransa, Almanya’ya savaş ilan etti. Dünya Dünyanın nın felak felaket etii başladı. başladı. Biz Türkiye’de güvendeydik ama Avrupa’da milyonlarca Yahudi’n Yahudi’nin in,, daha doğrusu doğrusu insan insanın ın katledilmesinin katledilmesinin yüreği yüreğimiz mizee ververdiği acı işkencelerin en korkuncuydu.
Güncenin burasında Kenan “Bir dakika” diyerek Lara’nm okumasını kesti. • “Buradan itibaren savaş yıllarındaki sıkmtılan, Türkiye’nin
22 5
Kenan Kenan bunları bunları söyledikten söyledikt en sonra ikinci günce günce cildini uzattı. uzattı. “Sizin öğrenmek isteyecekleriniz burada...” “Teşekkür ederim” diyen Lara, sayfalarına hızla göz attıktan sonra birinci cildi bıraktı. bıraktı. Birinciden dalıa çok sayfalı olan ikinci cildi okumaya başladı. ... ... 1944 yılma yıl ma girdik. 1941’de Japonya’nın Ameri Am erika’y ka’ya a saldırmasal dırmasıyla bütün dünyaya yayılan savaş milyonlarca inşam yok ederek sürüyor. 21 ocak 1944. Bugün Süleymaniye Kütaphanesi’ni teftişe gittim. Müdür Ali Bey’in, “Bir Alman uzman iş başvurusu yaptı. Bir papa papaz... z... Bakanlık görüşmenizi istedi. istedi. Bugün Bugün geleceğ gele ceğini inizz için i çin kendisini çağırdık...” demesi sürpriz oldu. Bir Alman papaz savaş yıllarında Türkiye’ye geliyor ve iş isti yor yor.. Kendisiy Kendisiyle le görüşm görüşmem emii eğitim müd müdür ürü ü de rica etm etmiş. Türk Türk yöneticiler göçmenler göçmenlerin in işsiz işsiz kalm kalmas asın ınıı istemiy istemiyorla orlardı. rdı. Papaz tıknaz, iriyan orta boylu, mavi gözlü, beyaz saçlı bir adamdı. Müdürün odasmda karşıma oturdu ve gözlerini gözlerime dikti. Dümdüz Dümdüz bakması bakması rahatsız ediciydi. Aramızda Aramı zda şu konuşmalar konuşmalar geçti. “Benim adım Profesör Yusuf Kılan, kütüphaneler ve arşivler genel danışmanıyım. Siz?” “Benim adım Sebastian Augustinus. Berlin Katolik Kilisesi rahibiyim.” “Almanya’yı neden terk ettiniz?” “Tanrı’yı reddeden, İsa’yla alay eden pagan bir Nazi subayına haçla vurdum vurdum.. Beni öldüreceklerdi öldürec eklerdi zorlukla kaçtım.” “...Ve doğru Türkiye’ye geldiniz.” “Evet, iltica ettim. Bir işim olması gerekiyor. Eski diller ve elyazmalan konusunda çalışmalarım var. Bakanlığa başvurdum, size gönderdiler.” “Sayın Augu Augustin stinus, us, Türkiye hüküm hükümeti eti iltica il tica eden her yabancıya iş temin ediyor. Bu nedenle sizi kabul etmemiz kolay olacak. Uzmanlara Uzmanlara da ihtiyacımız var. var. Nerede Nere de kalıyorsunuz?” kalıyorsunuz?” “Şehzadebaşı Camii yanındaki odalardan birine yerleştirdiler. Rahatım.” “Güzel. Dilediğiniz an başlarsınız.” İşini kutlamak kutlamak için içi n elimi uzattığımda uzattığımda sordu: sordu: “İsminiz Türk ama siz Alman’smız Alman’smız değil de ğil mi?” “Evet “Ev et Alman’ Alm an’dım dım.. Ben Be n Yahud Yahudi’yi i’yim m sayın rahip. rahip. 1933 1933’te ’te ailemi aile mi ve kendimi zor kurtardım.” Bu sözlerime hiç tepki göstermedi. Yine gözlerimin içine bakarak teşekkür etti.
2 26
Rahip Sebastian işe başladı. Bu adama ısınamadım. Nazi subayına haçla vurduğu vurduğuna na bir bir türlü inanam inanamadım adım.. Yol Yol yalanken yalanken İngil İngilter tere’y e’yee kaçabilirdi. kaçabilirdi. Türkiye’ye Türkiye’ye gelmesi gelmesi kuşkularım kuşkularımıı artırıyordu artırıyordu.. 1944’te Almanya Almanya savaşı savaşı kaybediyordu. kaybediyordu. Günlerimiz birbirinin birbirinin kopyası olarak geçip gidiyordu. Mayıs sonuna kadar kaydedilecek bir olay yoktu. Dört Dört ay sonra 1 ha haziran. ziran. Kütüphane m müdü üdürü rü rahibi rahibin n elyazmaları elyazmaları-nın tasnifini çok ç ok iyi yaptığmı yaptığmı söyledi, söyledi, memnun emnun oldum oldum.. Ancak, Ancak, “Oruç Bey’in TEVARİH-İ ÂL-İ OSMAN kitabının orijinal elyazmasını sordu” diyen müdüre şaşkınlıkla baktım, irkilmiştim. “Oruç Bey tarihim nereden biliyormuş?” Çok meraklanmıştım. Oruç Bey kitabını soran benim gibi bir Berlinli... Hem de rahip. Vay vay... 7 Akbaba ve kutsal emanetleri de biliyor muydu?” Yamna Yamna gittim gitti m lafı lafı uzatmadan uzatmadan sordum. sordum. “Oruç Bey kitabım sormuşsunuz, o kitabı nereden biliyorsunuz?” Gayet soğukkanlıydı, yine gözlerime bakıyordu. “İlk Osmanlılar tarihini üç tarihçi yazmış, not aldım; Âşıkpaşaoğlu, Neşri ve Edirneli Oruç bin Adil. Kayıtlarım gördüm, kitapları merak ettim. Kitaplar Türklerin Anadolu’ya gelişinden kuruluş ve yükseliş yıllarına kadar olan dönemlerin kaynak eserleriymiş, etkilendim. Siz eski Türk elyazmalarını okuyabili yo yorsu rsunuz. Ban Bana a ya yard rdım ım eder mi misin siniz? iz?”” Rahibin sözleri masumaneydi. Üç ayn Tevarih-i Âl-i Osman kitabına fırsat buldukça birlikte bakacağımızı söyledim. Çok teşekkür etti, ilk i lk defa defa gülümser gibi oldu asık sura suratı.. tı.... îşte o anda çok önemli bir bilgiyi müdürden aldım. Odasmda kahve kahve içerken içerken ba bana na,, “Sayın profesör, profesör, rahibin rahibin yarand yaranda a söylemesöylem edim. Oruç Bey ve Neşri ile Âşıkpaşaoğlu kitabından başka bizde aynı dönemlerde kaleme alınmış anonim bir elyazması var, onu görmediniz henüz...” dedi. Heyecandan kahvemi döküyordum. “Hemen “H emen göreyim.” göreyim. ” Müdürle özel eserler odasma geçtik. Burada tamir edilerek kurtarılmış değerli eserler bulunuyordu. Sözünü ettiği anonim yazıl yazılm mış eser ne yazık ki tam tamam değ değild ildi. i. Elde Elde kalan lan böl bölüm ümü ün 26 26 sayfa olduğunu söyleyen müdürün bana uzattığı dosyayı aldım. Sayfalar büyüktü. Hemen oradaki masaya oturarak göz attım. Yazılan tek başıma sökemeyecektim. Kütüphaneden çıkınca doğru Gavsi Hocama gittim. Bana yardım edecekti. Ertesi gün kütüphanede buluştuk.
2 27
Evlatlarım. Size vasiyet ediyorum. Şimdi aktaracağım bilgiler torunum torunum Kenan Kenan Kılan’m torunları 30 30 yaşını yaşını geçin ge çincey ceyee kadar açıklanmayacaktır. O tarih gelince bile açıklamadan önce Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyeti Başbakanlığı Başbakan lığına na ve Genelkurmay Başkanlığı’na Başkanlığı’ na danıdanışılmalıd şılmalıdır. ır. îzin vermezlerse vermez lerse hiçbir açıklama yapılmam yapılmamalıdır. alıdır. Sebebi şudur: Eğer öğrendiklerimin bazıları yüzde yüz gerçekse, 7 Akbaba konusu bütün insanlığı ilgilendiren yaşamsal bir konudur. Aptalca bir merak dünyaya felaket getirir. Gavsi Hoca’yla birlikte anonim eseri incelediğimizde yazılma tarihinin 1423 ile 14 1455 55 yıll yı llan an arasında olduğunu gördük. Demek Deme k ki Oruç Bey’in kitabından 60 yıl kadar Önce yazılmaya başlanmıştı. Kaç tarihçi tarafından yazıldığı belirtilmemiş anonim eser ne yazık ki tamam tamam deği değildi ldi.. Bizde Bizdeki ki bölü bölüm m, Su Sultan ltan II. Murad urad dönem dönemininden başlıyor ve oğlu Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinin iki yıl sonrasına kadarım anlatıyordu. İlk İl k iki iki sayfada, “ 1421 yılında yılında Sultan Sultan Murad’ Murad’m m 18 yaşmda yaşmda tahta geçişi, yaşının çok genç olmasına rağmen, savaş meydanlarında üstün kumandan ve devlet işlerinde liyakatli bir devlet başkanı oluşu” gibi bilgiler ve Bizans imparatoru Manuel’in entrikalan ile Düzmece Mustafa isyanı yazüıy yazüıydı. dı. Üçüncü sayfaya geldiği ge ldiğimizde mizde vücudumu vücudumu bir anda ateş kapladı. kapladı. Şu satırlar aklımı başımdan aldı: Sultan Murad Han karar vermişti ki Bizans fethedile... Bizans Kralı II. Manuel Palaiologos geldi kendi konuştu Murad Han ile... ’ Dedi ki: ‘Ey Sultan yanlış işe kalkma, Konstantiniyye lanetlidir. Kurulur yine yıkılır. Hayır getirmez. Konstantiniyye’yi koruyan 7 Akbaba felake fe lakett demekti demektir. r. Konstantiniyy Konstantiniyye’ye e’ye dokunana dokunana ölüm getirir. Kentten ve onu koruyan 7 Akbaba’dan uzak dur, bırak olduğu gibi kalsınlar!..’ Manuel II. Palaiologos hileciydi yalancıydı isterdi ki Sultan Murad Han’m gözünü korkutsun. Murad Han sordu: ‘Nedir 7 Akbaba, nerededir?’ Bizans Kralı Manuel dedi ki: ‘7 Akbaba burada...’” İşte yazıların bundan sonrası yıpranmış sayfalardan yer yer silinmişti. Elyazmasmın sonuna kadar gittik. 7 Akbaba bir daha geçmedi. Belki vardı am ama a her sayfadaki sayfadaki dalga dalga lekeli lekel i bölümlerdeydi ihtimal silinmişti. Süleymaniye Kütüphanesi’nin dünya çapındaki kitap tamir uzmanlannm silikleri kurtarması mümkün olmamıştı.
228
Oruç Bey’den önce yazılmış anonim tarihte 7 Akbaba’dan söz edilmesi eski merakımı yemden ve şiddetle sarsarak uyandırmıştı. Türkiye’ Türkiye’ye ye 10 yıl önce önce gelm gelmiş işti tik. k. Göçmen Göçmenlik lik heye heyeca canı nı,, yeni bir bir ülkeye uyum, geçimi sağlamak, yeni görevler ve ardından gelen savaşla 10 yıl rüzgâr gibi geçmişti. 7 Akbaba’yı ve kutsal emanetleri aramaya vakit ayıramamıştım. Aslmda beni Türkiye’ye getiren nedeni unutmaya başlamıştım. Rahip Sebastian Augustinus’la karşüaşmak, ardından anonim tarihte 7 Akbaba’dan bahsedilmesi beni tekrar baştan çıkarmıştı. Son 10 yılın fırtınalarını atlatmıştım. Artık 7 Akbaba ile kutsal emanetleri arayabüirdim. Tanınıyordum, tarihi alanlara rahatça girec girecek ek kimliğe sahip sahiptim tim.. Rumelihisarı ve Çemberlitaş’ı iyice inceledim, sıradan kişilere üstü kapalı “7 Akbaba diye bir şey duydunuz mu?” diye sordum. Kimse 7 Akbaba’dan haberdar değildi. Kutsal emanetleri sadece yaşlı yaşlı bir ad adam am duy duymuştu ama ina inanmıy ıyo ord rdu u. Arap harfli eski Türkçe elyazmalarını en iyi çözen Üstat Gavsi Hoca’ya konuyu açtım. Önce şaşırdı, “Sen nereden biliyorsun?” diye sordu. Çok güvendiğim hocaya maceramı eksiksiz anlattım. Çok ilgilendi. “7 Akbaba derin merak konusudur. Kutsal emanetler bilinir ama eksik bilinir” dedi. 7 Akbaba ve kutsal emanetleri arılatırken sözlerini o anda yazdım. Aynen şunları söyledi: "... 7 Akbaba efsane midir yoksa gerçek midir? Çözülemediği için çok çok tartışıldı. tartışıldı. Rumelihisarı’nda Rumelihisarı’nda kazı yapmak için ilk i lk başvurubaşvuru yu Sulta ltan Abdü Abdülh lham amid id döne dönem minde inde san sanırım ırım tam tam 19 1900 yılında yılında Amerikalılar yapmış. Arkeologlara ve tarihçilere kapılan her zaman açm açmrş olan Sultan Sultan Abdülhamid bu defa def a izin vermemiş. Nede Neden n izin vermediği merak konusu olmuş. Dönemin muhalif gazetecilerinden Ahmet Suphi Efendi, ‘7 Akbaba efsanesi korkutuyor. Duyduğuma ğuma göre gör e 7 Akbaba’nm Akbaba’nm var olduğu olduğu ve olağanü olağanüstü stü tehlikeli tehlike li güçlere sahip olduğu sanılıyormuş. Bu çağda böyle düşünenlerin hükmetmesidir ki, ki, kosk koskoca oca memleketimiz, memleketimiz, şanlı Osm Osmanlı ileri ile ri gidemigidemi yor’ şeklin şeklinde de ya yazı zı yazıyor ve sara saray y tara tarafın fında dan n kula kulağı ğı çek çekiliy iliyor or.. Daha sonra İtalyanlar kazı izni istiyor, padişah yine ‘hayır’ diyor. Padişahın sadece bu kazıya izin vermemesi bilim çevrelerinde dikkati çekiyor. Oraç Bey kitabım inceleyen tarihçi üstadı-
229
Cumhuriyet’irt ilk yıllan olan 1920’lerin ikinci yansında yine İtalyanlann kazı başvurusu neden gösterilmeden reddedildi. İşte o sırada akademisyenler arasında arasında bir söylenti söyl enti yayıldı. MusMustafa Kemal Atatürk’ün Atatürk’ün kazı izni izni verilmeyişini merak ederek eder ek nedenini sorduğu söylendi. Yine fısıltüara göre soruyu İçişleri Bakanlığı ‘Devlet ‘Devle t geleneği gelen eği efendim. Padişahlar Padişahlar da izin izin vermemiş. Orada bir sır var’ diyerek yanıtlamış. Bunun üzerine Mustafa Kemal ‘O halde sırrı öğrenmek için kazıyı biz yapalım’ demiş. Anlattıklarım tamamen söylentilerdir. Atatürk bu konuşmalan yaptı yaptı mı bilmiyor bilmiyorum. um.”” Burada ben de Gavsi Hoca’ya “Atatürk hisarda kazı yaptırmış mı?” diye sordum. sordum. Gavsi Hoca dedi ki: “.. “.... Kazı yapüdığı söylentisi söyl entisi kulağımıza geldi... Çok sonra duymuştuk. Sözde kazı yapılıp bitirilmiş. Söylentileri nakledenlere ‘Kazıyı kimler yapmış?’ diye sorduk. Tarih profesörü Suphi Asım Bey’in, arkeolog Hüseyin Kaynak Kaynak Bey’in, Bey’in, fizik fi zik profesörü Nadi Nadir Bey’in isimlerim verdiver diler. Üçü de arkadaşımdır, sorduğumda, ‘Kazı filan yapmadık, hepsi dedikodu’ dediler.” Gavsi Hoca’ya “Kaç yılıydı?” diye sordum. “1928 yılıydı” dedi. Biz Gavsi Hoca’yla bu konuşmayı 1944 yılının sonunda yapıyorduk. Kazı söylentisinin üstünden 16 yıl geçmişti. “Saydığınız üç uzman yaşıyor mu?” diye sordum ve yaşadıklarını öğrendim. Gavsi Hoca’ya rica ettim. Üç uzmandan benim için randevu aldı. İlk ziyaretimi tarih profesörü Suphi Asım Bey’e yaptım. Kazı ve 7 Akbaba’yı sorunca güldü: “Dedikodu kurbanlan arasına sen de katıldın. Kazı yapılmadı” dedi. İkinci ziyaretim arkeolog Hüseyin Kaynak Bey’e oldu. O da kazının dedikodu olduğunu söyledi. Üçüncü ziyaretimi yaptığım fizik profesörü Nadi Nadir Bey’den de umutsuzdum. Aynı yanıtı alacağıma emindim. Kazı gerçekten dedikodu olmalıydı. Bir kere randevu alınmıştı, gitmeliydim. •Fizik profesörü Nadi Nadir Bey, Beyazıt semtinde Soğanağa mahallesinde müstakil bir evde oturuyordu. Beni eşi buyur etti. Kahve ikramından ikramından sonra büe büe profe p rofesör sör gözükmedi. Dayanamayıp Dayanamayıp nerede olduğunu sordum. Kadın sıkılarak, “Kendisi biraz rahatsız, söylediklerini ciddiye almayın. Ne yazık ki Nadi Nadir Bey gibi dâhinin o kahrolası kazıdan sonra akli dengesi sarsıldı” demez mi! Demek kazı yapılmıştı. Ve çok akıllı bir bilim adamı olan Nadi Nadir Bey kazıdan sonra akli dengesini kaybetmişti. Eşi “Aman ne olur her dediğine kulak asmayın” diyerek Nadi Nadir Bey’e geldiğimi haber vermeye üst üst kata kata çıktı. çıktı. Fizik F izik profesörü profe sörü merdiven-
230
lerden koşarak indi. Güleç yüzle ve çok samimi şekilde elimi sıktı. Geldiğime bayağı sevinmişti. Çabuk çabuk konuşarak, “Sizi tanıyorum yaptıklarınızı biliyorum, çok takdir ediyorum. Akademisyenler neden sık sık bir araya araya gelemiyoruz” gelemi yoruz” dedi. dedi. Karşılıklı oturduk, pipo içmek için izin isteyecek kadar nazikti. Savaştan söz ettik. Adam hiç de alclım yitirmişe benzemiyordu. Savaşın ve soykırımın nedenleriyle ilgili yorumlarım kitap yapmasım bile istedim. Ziyaretimin sebebini merak ediyordu. Söylediğimde tedirgin olması dikkatimi çekti. Yüzüme dikkatle baktı. Piposunu emerken yanıt verip vermemek vermeme k konu konusu sund nda a tereddüt ettiğini etti ğini sezdim. dim. “Bak dostum” dedi. “Şerefl “Şer eflii bir insan insan olarak anlatacaklarımı sadece senin senin bileceğine ve kimseye kimseye söylemeyeceğine söz verirsen konuşuru konuşurum.” m.” Hemen Hemen şeref şerefim, im, namusu namusum m üstün üstünee söz s öz verdi verdim. m. GünGüncemin uzun süre sonra yayımlanmasını istememin bir nedeni de verdiğim sözdür. Güncem açıklandığında o günlerin koşulları çoktan geçmiş olacaktır. Profesörün anlattıkları bilinmelidir. Ünlü fizik profesörü Nadi Nadir Bey şunları anlattı: “... “... 1928 yılındaki yılı ndaki kazıdan soma gördükl gö rdükleri erimizi mizi gizlememiz, gi zlememiz, kazıyı yalanlamamız emredilmişti. Yasaklama sebebi şuydu: Cumhuriyet’in Cumhuriyet’in 5’inci yüınd yüındayd aydık. ık. 7 Akbaba Akbab a kazısı üzerine yapacaya pacağımız yorumlar halkı korkutabilirdi. Ülke insanının morale gereksinimi vardı. Devrimler yaşamyordu, değişimle bütünleşmeye çalışan halkın dikkatini başka yönlere çekmek hataydı. Devrimler, halkı doğaüstü söylemlerle yüzyıllardır yanıltan cahil hocaları ve tarikatları yasaklamıştı. Hurafeler hortlamamalıydı. îşte bu nedenlerle biz susmalıydık...” Profe Pr ofesö sörr sözlerinin sözleri nin burasınd burasında a du durd rdu u. Gözleri Gözleri parlamıştı, parlamıştı, kazıda gördüklerinin filmini seyrettiğinden emindim. Az sonra ben de Öğrenecektim. Bekliyordum. Nadi Nadir Bey piposunu içiyor, bana bakıyordu. Konuşmuyordu. Dayanamadım. “Kazıda ne gördünüz?” diye sormak zorunda kaldım. Ayağa kalktı, odayı hızla dolandı ve önümde durdu. “Anlatamam” dediğinde çok kötü oldum. “Asla olmaz!..” deyince ben de “Size şeref sözü verdim” dedun. Yüzüme baktı, yanağıma okşar gibi iki i ki tokat tok at attı attı.. “Vazgeçtim anlatmaktan, sırası değil” dedikten sonra kolumdan tutarak kaldırdı, “Sizi tandığıma memnun oldum” diyerek beni kapı dışarı etti. Sokağa çıktığımda neredeyse ağlayacaktım. 7 Akbaba’yı görmüştü bu adamlar... Ve konuşmuyorlardı. Dertleşmek için doğru
23 1
Gavsi Hoca’ya gittim. Üç bilim adamının da konuşmadığım ve üzüntümü anlattım. Gavsi Hoca Ho ca bunun bunun üzerine, üzerine, “Seni Almanya’dan ülkemize ülkemi ze getiren g etiren 7 Akbaba Akba ba merakım anlıyorum anlıyorum.. Senin Senin için bir bi r şeyler şeyl er öğrenmeye öğr enmeye çalışacağım” dedi. İki gün soma çağırdı. Gavsi Hoca’yı kıramayan tarihçi Suphi Asım Bey sözü kısa kesmiş, “Çok eski yapının içinde akbaba heykelleri ve altlarında henüz bilinmeyen bir alfabenin yazıla yazıları rı var, ola olağa ğan nüstü stü bir şey yok” dem demiş. iş. Arkeolog Hüse Hüseyin yin KayKaynak Bey anlatmayı reddetmiş, fizik profesörü Nadi Nadir Bey ise dayanamamış dayanamamış biraz konuşmu konuşmuş. ş. “Benim tespitim tespi tim sana tuhaf gelebi gelebi-lir” demiş, “7 Akbaba bu dünyanın eseri değildir. Dünyanın geçmişini ve geleceğim gösteren ‘historik ve fütüristik’ takvimdir. Bir yand yandan an da düny dünyay ayıı den dengel geleye eyen n ma many nyeti etik k saat saatin in bir pa parç rças asıd ıdır. ır. Asla dokunulmam dokunulmaması ası ve yerinden yeri nden oynatılmaması oynatılmaması gerekir.” gerekir .” Gavsi Hoca benim merak ettiğim etti ğim soruyu soruyu da sorm sormuş: uş: “Kıyametin “Kı yametin tarihi de orada yazılı ıuı? ıuı?”” Aldığı yanı yanıtt dü düşündürüc rücü: “Geleceğ “Geleceğin in takv takvimi imi olduğ olduğun una a inanıyorum. O halde kıyametin tarihim yazdığma inanmalıyım. Ama ne yazık ki alfabeyi çözemedik. Çözsek bile, yine de yazılan tarihin bize göre hangi yıl olduğunu büemeyiz.” Nadi Nadir’in söyledikleri bu kadarmış. Ancak Gavsi Hoca evinden çıkarken kapı önünde kulağına eğümiş, “Akbabalar canlı...” dedikten sonra kıkırdayıp gülerek kapıyı kapatmış kapatmış profesör. Bu sözlerini bana aktarırken aktarırken Gavsi Hoca Hoc a onun onun aklım yitirmeye yiti rmeye başladığına inanmıştı. “Söyledikleri ipe sapa gelmez şeyler, boş ver uğraşma akbabalarla...” dedi. Ben ısrarlıydım, “Hadi Nadi Nadir Bey delirdi diyelim, ötekiler neden konuşmuyor, mutlaka gizlenece giz lenecek k kadar kadar önemli ö nemli bulguları var. var. O bulgulan .öğrenmeden ölmeyeceğim” dedim. Gavsi Hoca’nm gülerek, “Aman Yusuf Bey sizi de akbabalar yüzünden kaybetmeyelim” demesine kırılmadım, çünkü 7 Akbaba’nın peşinden koşarak sürekli çıkmaz sokaklara güiyordum. O gece geç saatlere kadar fizik profesörü Nadi Nadir’in sözlerine taküdım kaldım, gözüme uyku girmedi. “Akbabalar geçmişin ve geleceğin takvimi” demişti... Hele en son söylediği söz deli saçması mıydı? “Akbabalar canlı...” ne anlama geli yordu yordu.. Yüzyıllar Yüzyıllar boyun boyunca ca toprak toprak altınd altında a ka kalm lmış ış heykeller için nasıl “canlı” diyebilirdi? Ertesi gün kütüpha kütüphaney neyee gittim. gittim. Müdür Müdür Ali Bey B ey çok heyecanlı ve ve telaşlı bir adamdı. Odasına girdiğimizde hemen kapıyı kapattı: “Rahip Sebastian ilginç bir adam, Bamabas İncili’ni sordu. Orijinalin bizde olup olmadığını merak etmiş” dedi. “Biliyorsunuz orijinal Barnabas İncili kayıptır. Tek nüshası olduğu ve onun da
232
1 «•
çalındığı, nerede olduğunun bilinmediği söylenir. Rahip Sebastian’m bunu bilmesi gerekir.” Müdür, rahipten şüphelenme ye baş başla lam mıştı ıştı.. “Acaba ca casus mu mu, hırs hırsız ız mı mı?” ?” diyo diyord rdu. u. Müdür Ali Bey, Bamabas İncili’nin birçok yayınevi tarafından yeni yeni baskıl skılar arm mın ya yapü püd dığım ığım söyl söyleedi. di. “Anca “Ancak k yap apü üan bask askılar ıların ın oriori jinal jinalin in tıpk tıpkıb ıbas asım ımıı old olduğuna din bilg bilgin inle leri ri ina inanmıyo ıyor. Sonra onrada dan n eklemelerle bazı bölümlerinin yemden yazüdığmı iddia ediyorlar.” Rahip Rahip Sebastian’m Sebastian’m Bamabas İncüi’ni sormasının normal olduğunu söyledim, söyledim, o din din adamıyd adamıydı, ı, eski kitaplar uzmanıyd uzmanıydı, ı, hiç bulunmabulunma yan yan bir kita kitabı bı ara raşt ştır ırm ması norm rma aldi. ldi. Bu savı savım ma Müdür Ali Bey itir itiraz az etti, “O kadar basit değil” dedikten soma konunun ne kadar ciddi olduğunu anlattı. “Bamabas İncili başta Katolikler olmak üzere kiliselerce ‘günah’ ilan edilmiştir. Yasağın başı imparator Constantinus’a dayanır, ünlü Nikaia Konsili’nde Bamabas İncili’ni ya yasakla lad dı. Bam amab abas as İncili İncili’’nde, Hz. İsa Tann’ Tann’m mn oğlu oğlu olar olarak ak yer almıyordu ve ölümlü olduğu belirtiliyordu. Bamabas İncili’nin içeriği dinle göz boyamaya, akıllan kanştırmaya, halkı baskı altına almaya uygun değildi. ‘Peygamberler Tann’nın yarattığı kullardır. Ben de onlardan biriyim, biriyim, sadece Tann’nm Tann’nm elçisiyim.’ Bu sözleri Hz. İsa'nın ağzından duyduğunu ve kayda geçirdiğini yaz yazan an Aziz Bar Barna naba bas’ s’m m İncili’n İncili’ne göre göre insa insan nla larr tann tann ilan ilan edil edilem emez, ez, Tann’y Tann’ya a eş göster gösterilem ilemez. ez. Bam amab abas as diğer diğer İnciller gibi Hz. İsa’yı İsa’yı Tann’ya Tann’ya eş gös göste tere ren, n, Tann’n Tann’nm m oğlu oğlu veya bizza bizzatt Ta Tanr nrıı diyen diyen Baba OğulK Oğ ulKutsal utsal Ruh Ruh üçlemesini üçlemesini yapmıyordu. Yani Yani Bamabas İnc İ ncil ili’nde i’nde Hz. İsa Allah’ın oğlu değildi. Allah'ın bir oğlu olamazdı. Katolik ruhbanlar, yani Papalık için Barnabas İncili’nin orjinali karabasandır. Eğer bulunur da orijinal olduğu kanıtlanırsa Hıristiyan dünyası kaynar, bugün kabul edilen İncil gerçekliğini yitirir, mevcut kurallara inanç inanç sarsılır sarsılır,, İslam dünyası dünyası bile şaşkınlığa şaşkınlığa uğrar.” “İslam dünyası neden şaşkınlığa uğrar” diye sordum. Aldığım ya yanıt ben beni de şaşırt ırttı. “S “Söy öyle len ndiğin iğinee göre, re, Bam ama aba bass İnci İncili li’n ’nd de Hz. İsa, Hz. Muhammed’den söz eder. ‘Mesih Hazreti Muhammed’dir’ der. Bamabas İncili; Allah'ın, Hazreti Âdem’i yarattığında şehadet getirttiğim getirttiği m ve ilk insanı insanın n, yani Hazreti Âdem’in Âd em’in Müslüma Müslüman n olduğunu büdirir. Bamabas İncili’nin yazdığına göre Hz. İsa, ‘Bütün insanlığın dini sonunda İslam olacaktır, çünkü başlangıç İslam İslam ile oldu’ demiştir. Hıristiyan âlemi, Bamabas İncili’ndeki Hz. Muhammed ve İslam bölüm bölümlerim lerim İncili Süryan Süryanice'd ice'den en İspanyolca’ya çev ç eviiren Arap bilgininin eklediğini iddia eder. ‘Hıristiyanların İslam’ı din saymamasına kızdığı için bilgin bu bölümleri uydurdu’ derler. Buna rağmen Bamabas İncili’nin orijinal nüshasının bir gün orta-
233 23 3
ya çıkabileceği çıkabileceği Hıri Hıristi stiya yan'r n'ruh uhba banl nları arı tedirg tedirgin in eder.” eder.” Müdür Ali Bey anlattıkça neden tedirgin olduğunu kavramaya başlamıştım. “Yani bir Katolik din adamı eğer Bamabas İncili’ni bulursa ortadan kaldırmanın yoluna bakar diyorsunuz.” Müdür “Aynen öyle” dedi. “Bu nedenle bizim Katolik Rahip Sebastian’m Bamabas İncili’nin orijinalini araştırmasını masum bulmuyorum.” Ben de merak etmiştim: “Bizim kütüphanede varmış gibi endişe ediyorsunuz. ediyorsunuz. Var mı?” diye sordum sordum.. Müdür üdür,, “Maa “ Maales lesef ef yok ama bir söylentiye göre Çemberlitaş’ın altında orijinal Bamabas İncili varmış. İmparator Constantinus oraya saklamış. Orada başka kutsal emanetler olduğunu da söylerler. Söylenti ama inananı çok fazla... Bizim Sebastian duyarsa herhalde Çemberlitaş’m altına tünel kazmaya girişir” dedi, bol bol gülüştükten sonra gözümüzü rahibin üstünde tutmaya karar verdik. 1945 yılında savaşm hemen bitiminde Rahip Sebastian Augustinus nus kütüphaned kütüphanedeki eki görevmden ayrıldı. ayrıldı. Bizimle Bi zimle alelacel alel acelee vedalaşıp gitti. Caminin içindeki odasını da bıraktığım sonradan öğrendik. Aynı yü hiç beklemediğim bir davet aldım. Fizik profesörü Nadi Nadir’in eşi kütüphaneye gelerek kocasının görüşmek istediğim söyledi: “Mümkünse en kısa sürede, çünkü hasta ve ölmeden önce sizi görmesi gerekiyormuş.” Vakit geçirmeden çıktık, kadıncağız yolda hep hep ağl ağlad adı. ı. “7 Akbab Akbaba a onun ak akim imıı yedi” diyor iyordu du.. Profesö Profesörün rün ilaç kokan yatak odasma girdiğimde adamcağızı çok solgun gördüm. Geldiğime sevinmişti, eliyle yanma çağırdı, yatağının kenarına iskemle koydular. Odadaki herkesin çıkmasını istedi. İkimiz baş başa kalınca, kalınca, “Not “N ot al!” al! ” dedikten dedikten sonra anlatmaya anlatmaya başladı. “7 Akbaba’yı gördüm. Onlar heykel değil. Canlı da değiller ama yaşı yor yorla lar. r. Onla Onlarr çok önem önemli. li. İnsa İnsan ndan önce önce var olduk olduklar ların ına a inan inanıyo ıyo-rum rum. Akbabaların kaidelerindeki levhalara kazınmış yazılar yaz ılar mutlaka çözülmeli. İnsanlık için kesinlikle çok ç ok önemli bilgüer bi lgüer içeriyor lardır. Geçmişi doğm olarak öğrenebiliriz. Gelecekten haberimiz olur. olur. Yazıl Yazılan an anlamak anlamak insanlık için büyük kazançtır. Düşünü Düşünün n bir kere, kere, gelece ge leceği ği bileceksiniz ve kötülü kötülükleri kleri önleyeceksiniz belki bel ki de... e... Neden olmasın?” Yatağından biraz doğruldu. “Fakat asla yerlerinden oynatılmayacaklar. Asla!.. Büyük felaket işte o zaman patlar!” Şiddetli öksürükle zayıf gövdesi sarsılmaya başladı. Yüzü morarmıştı, yine de bir şeyler anlatmak istiyordu. Boğulurcasına konuştu. “Enlemler... Neyse enlemi bırak... Asıl boylam önemli biliyorsun... Hangi boylam? İşte o boylam!.. Manyetik alan nereden başlar ha!.. Keops sadece Mısırlı imdir? Bunlara bakacak-
234
sın!..” Sustu sonra elimi tuttu, gözleri dolmuştu. “Sizin konuya tutkulu olduğunuzu biliyorum” dedi. “Lütfen söylediklerimi dikkate alın alın ve 7 Ak bab a’nm sım m öğrenin! öğrenin!.. .. Sakın yılmayın!.. yılmayın!..”” Elimi iyice sıktı. “Deli değilim emin ol” diyerek gözlerime baktı. “Size inanıyorum” dedim. Birden elimi itti. “Hemen git, hiç vakit kaybetme!..” Ben çıkarken yüzüne renk gelmişti sanki... Ancak iki gün sonra öldüğünü öğrendim, çok am a çok üzüldüm. üzüldüm.
Nadi Nadir’in söyledikleri kısaydı, ancak şaşırtıcıydı. Sözlerinin üstünde durmak gerekiyordu. “7 Akbaba’yı gördüm. Onlar heykel değil. Canlı da değiller ama yaşıyorlar...” demişti. Canlı olmayıp yaşayan ne olabilir? Profesörün sözlerinden etkilenmiştim. “Geçmişi doğru olarak öğrenmek” insanlığı ışıklandınrdı. Yanıltıcı tarih, uydurma tarih ortadan kalkardı. İftira sonucu suçlanan toplumlar, suçlanan ama masum olan tarihi şahsiyetler aldanırdı. Profesörün en önemli sözü, “Düşünün bir kere, geleceği bilecek ve kötülükleri önleyeceksiniz belki de...” olmuştu. Peki, “Boylam, m anyetik alan...” demesi ne anlama geliyordu. geliyordu. Bulmaca gibi sö zlerin şifresini şifresini nasıl çözecektim?
Kafamı kurcalayan kelimelerle sabahı ettim. İlk trenle Ankara’ya giderek tarih profesörü olan içişleri bakanıyla görüşmek istedim. Hemen kabul etti. 7 Akbaba Akbaba maceramı maceramı baştan sona sona anlattım anlattım.. Son olarak Profesör Nadi Nadir’in sözlerini naklettim. “Rumelihisan’nda üç akademisyen akademisyen gözeti gözetiminde minde 1928’de kazı yapılmış. yapılmış. Üç akademisyen akademisyen araştırma sonuçlannı saklıyor. Bakanlığınızın emriyle susuyorlar. Profe Profesör sör Nadir’i Nadir’in n ölmeden önce söylediklerini söylediklerini önemsiyorum” dedü dedün. n. Bakan Bakan beni çok ç ok sakin dinledi. dinledi. Söyledik Söyledikler lerim im hiç heyecan heyecan yaratmam yaratmamışıştı. tı. Şaşkınlığım yüzüm yüzümden den anlaşılm anlaşılmış ış olmalıydı. olmalıydı. “Yusuf Bey Bey anlayışlı olmalısınız. olmalısınız. Devleti Devletin n saklı tutmak istediği istediği bilgüer bilgüer olabilir. olabilir. Kabul edin.” Hemen kalkıp gidec gidecek ek değildim. değildim. Israr ettim. ettim. “7 Akbaba’yı bulmak bulmak için ya yaşam şamım değişti iştirm rmiş iş bir bir bilim ilim adamı ola olara rak k elde elde edile edilen n bilg bilgile ileri ri pa payylaşmak istiyorum. Size söz veriyorum öğrendiklerimi açıklamayacağım.. Rica ğım Rica ederim ederim beni de bilgilendirin.” 7 akbabanın peşinden yıllardır koşuyordum, sonuç alamamıştım. tım. Üzgündüm Üzgündüm,, yorgundum yorgundum.. Bakana Bakana yalvarırcas yalvarı rcasına ına ric rica a etmiştim. 0 kadar duygulanmışım ki gözlerim dolmuş. Bilim adamı bakanın etkilendiğini fark ettim. ettim. “Pekâlâ “Pekâlâ,, Profes Pro fesör ör Yusuf Yusuf Kılan Kılan öğrenecek sütiz” dedi. Masasının üstündeki zile basarak özel kalem müdürünü çağırdı, kulağına bir şeyler fısıldadı. Bana “Biraz bekleyeceksiniz” diyerek önündeki kâğıtlarla ilgüendi. Üç beş dakika kadar ses
235 23 5
çıkarmadan oturdum. oturdum. Özel Ö zel kalem kale m müdü müdürü rü bir dosya dosy a getirdi, bakana verip çıktı. Dosyanm üstüne kırınızı harflerle ÇOK GİZLİ damgası basılmıştı. Dosyayı bana gösterdi. “ Görüyorsu Görüyorsunuz nuz ÇOK GİZLİ yazıyo yazıyorr değil mi?” Çok heyecanlanmıştım. Sır bu dosyadaydı. Bakan dosyayı açtı. “Bakın neler yazıyor size okuyorum” dedi. “Rumeİihisan’nda 1928 ve 193738 yıllarında yapüan kazılar kazıla r ve bulun bulun tular hakkında emir emi r Bakanlar Kurulu kararıyla; Türkiye’nin ve dünyanın selameti açısından bu bir devlet simdir. Kazıdaki buluntular ve ne olduklarına dair yapılan bilimsel yorumlar açıklanmayacaktır. Açıklayanlar her kimse devlet de vlet sırrını vermek ve yasalara karşı karşı gelmekle suçlanacaklar suçlanacaklar ve en ağır cezalarla temyizsiz mahkûm mahkûm edileceklerdir. İmza: Cumhurbaşkanı, İmza: Başbakan, İmza: Bakanlar Kurulu”
Bakanın okudukları umutlarımı kırmıştı. Yüzüm bir palyaçonun nun acıklı acıklı suratına benzemişti ki bakan merhametle gülümse gülümsedi. di. “Görüyorsunuz çare yok. Yine de üzülmeyin Sayın K Kılan, ılan, başka araştırmalarda size yardımcı oluruz.” “Şimdi iyice meraklandım Sayın Bakan. Kalbim duracak az kaldı...” dedim. Bakan hem sıkılmıştı benden, hem de bana acıyordu. “Öğrendiğiniz her şeyi gizleyeceğinize şeref sözü verdiğiniz için anlatıyorum” dedi alçak sesle ve koltuğundan kalktı yanıma oturdu. “Raporu size üç maddeyle özetleyebilirim. Birincisi: Orada bulunanların bugünün bilimi ve teknolojisiyle aydınlığa çıkama yacağı yacağı rapo raporlar rlara a yaz yazılm ılmış. ış. İkin İkinci cisi si:: Bulu uluntul ntular ara a dok dokun unul ulm ması ası astastronomi ve fizik bilimleri verüerine göre tehlikeli olabilir. Üçüncü sü: Kıyametin tarihini bildiren levhalar iddiası dünyadaki bütün insanlar üzerinde kötü etkiler yapacaktır. Bu konuda yapılacak her araştırma risk taşımaktadır.” Açıklamasının önemini kavramamı bekliyordu. Devam etti. “Artık “Artı k 7 Akbaba’nm peşini bırakırsınız bırakırsınız sanırım sanırım.. Belki uzak uzak gelege lecekte, bilimlerin ve teknolojilerin gelişmesiyle risksiz bir araştırma yapılacaktır. O günü görmeniz için uzun ömürlü olmanızı dilerim” dedi. Artık Artı k söyleyec söyl eyecek ek tek kelimem yoktu teşekkür teşekkür etmekten ba başk şka.. a.... Veda ederken bakan, “Ziyaretiniz vesile oldu” diyerek alnımdan öptü, “Size ve diğer Musevi bilim adamlarına ülkemize katkılarınızdan dolayı minnettarlığımı bildireyim” dedi.
236 23 6
Üç damla bilgi ve beni çok mutlu eden bakanın minnettarlık jestiyle İstan İstanbu bul’a l’a döndüm. Bakanın Bakanın sözlerini sözlerini ve v e bilim bilim adamla adamlarının rının uyarışım ciddiye ciddi ye almam bile ateşimi söndürmemişti. Tersine, merakım tahrik olmuştu. Ankara’daki çabalarım ve amacıma ulaşamamak beni yormuştu. Evde bir gün dinlendikten sonra Süleymaniye Kütüphanesi’ne gittim. Müdür Ali Bey, Profesör Nadi Nadir’in eşinin geldiğini ve beni görmek istediğini söyledi. Bir an önce kendisini görmeliymişim. Hiç durmadan kütüphaneden çıktım. Profesörün evi yakm sayılırdı, koşar adımlarla yürüdüm. Kadıncağızın beni görmek istemesinin önemli nedeni olmalıydı. Kapışım çalarken heyecanlıydım. Beni salona oturtan Bayan Nadir’in, kocasının ölümünden sonra iyice iyice zayıfl zayıfladığını adığını gördüm gördüm.. Siyah Siyah elbisesi içinde kaybolmuşkaybo lmuştu. tu. Hatır sorduktan sonra izin izin isteye isteyerek rek üst kata çıktı. DöndüğünDöndüğünde elinde mce bir çanta vardı. “Rahmetli eşim ölüm döşeğinde bir dosya verdi. Böyle bir dos yası yası old olduğun ğunu sizde sizden n ve herk herkes este ten n gizle gizlem miş. Bir Bir ar ara a ya yakm kmay ayıı düşünmüş, vazgeçmiş. Son nefesinden önce dosyayı mutlaka size vermemi vasiyet etti. Kocamın ardından fazla yaşayacağımı sanmıyorum. Bir an önce teslim etmek istedim. Bunları söyledikten soma çantayı bana uzattı. “Dosya “Dosya çantanın çantanın içinde. Vasiyetine uygun davranın lütfen. Sizin şerefli bir insan olduğunuzu, size güvendiğim söyledikten sonra kocam benimle benimle vedalaştr vedalaştr ve...” Gözyaşlarını Gözyaşlarını tutamadı. tutamadı. Sözlerini Sözlerini tamamla tamamlayam yamadı. adı. Kısa sürede sürede kırk yıllı yıllık k dostum kada kadarr yakınlık duyduğu duyduğum m Pro Pr ofefe sör Nadi Nadir’in dosyasında öğrenmek istediklerimin hepsini buldum. Profesörün el yazısıyla kaleme aldıklarım güncemin dosyasına koydum. Türkçe’den Almanca’ya çevirdim. 50 yıl sonra bilinmesi gereken gereken bölümlerdi. bölümlerdi. Profesör Nadi Nadir’in dosyasından sayfalar: “10 temmuz 1928, Rumelihisarı. Bugün biz üç bilim adamı; tarih profesörü Suphi Asım, arkeolog Hüseyin Hüseyin Kaynak Kaynak ve bendeniz fizik profesörü p rofesörü Nadi Nad i Nadir Nad ir devlet dev let adına araştırma araştırma yapmak üzere Rumelihisarı’na geldik. Araştırma Araştırm a konumuz: konumuz: Tarihçi Oruç Bey B ey kitabında kitabınd a bahsedüen 7 Akbaba’l Akbab a’lıı kubbe. 7 Akbaba’h kubbeyi bulmak üzere yabancı ülke bilim adamlarının tığı ısrarlı başvurular yüksek yükse k makamların dikkatini dikkat ini çekmiştir.
2 37
Yabancı araştırmacılara izin verilmemiştir. Araştırmayı bizim yürütmemiz mem iz istenmişti istenmiştir. r. Arkeolojik kazıyı yapacak deneyimli elabi Profesör Kaynak getirmişti. Hisar bakımsız kalmış. Yaptığımız inceleme sonucunda, kubbenin, 100 yıl kadar önce yıkümış olan caminin altında olabileceğini tahmin ettik. Çünkü Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı caminin, eski bir Bizans sarnıcı üzerine kuruldu kurulduğu ğu belgelerde yazılıydı. Boyutları içten içe 9 m x 9 m civarındaydı. Sarnıcın boyutları daha genişti. Cami üstüne kondu rulmuştu. Caminin kıblesinin güneyden doğuya tam 2930 derece olması bizi şaşırttı. Bu ölçü, günümüz ölçümleriyle ancak dosdoğru bulunabüe cek bir b ir kıbledir. İstanbul’ un bu ilk camisinin yıkümış olması olma sı bizi üzdü. üzdü. Rumelihisarı’ndan Rumelihisarı’ndan ayrı düşünülemeyecek olan cami abidenin bir parçasıdır. Caminin temelinin iki yanından kazıya başladık. Temelin altında sarnıç mı vardı, yoksa 7 Akbaba’h Akbab a’h kubbe mi? Görecektik. 2 metrelik kazıdan sonra ulaştığımız ulaştığımız kalıntı kalıntı gelenek sel R oma duvar işçiliğiy le inşa edilmiş edilmişti. ti. İstanbul’u İstanbul’un n çok yerinde gördüğümüz sarnıçlardan biri olmalıydı. Kazıyı sürdürerek 15 metreden fazla derinliğe indik. 7 Akbaba’lı kubbenin efsane olduğunun anlaşıldığını söylüyorduk ki, a rkeolog rkeo log arkadaşımız Hüseyin Kaynak yap mm Bizans eseri olmadığını ileri sürdü. ‘Duvarların örülüşü saçma sapan’ dedi. Hiçbir tekniğe uymuyor. Rasgele, şişirmece yapılmış bir bina bu.. bu.... Ne Helenistik, ne Roma Rom a yani Bizans, ne de Türk...’ Sonra güldü. ‘Tarihi bir gecekondu diyeceğim neredeyse.’ Ne demek istediğini anlayamamıştı anlayamamıştık. k. Açıkladı: ‘Bakın binanın duvarlarının bazı yerlerine iki veya üç tuğla dizisinden sonra, bir sıra taş dizisi yapılmış. Böylesi Roma işi... Bazı bölümlerde ise taş dizileri dört bir yandan tuğlalarla çevrelenmiş. Düzensiz ama Bizans împaratorluğu’nun son döneminin duvar işçiliğine benzetilmiş... Edimekapı surlarında bu işçilik görülür. Onun yanında yanı nda birç bi rç ok yerd ye rdee duvar m olo z taşlarla taş larla ras gele örülmüş. Tuğla filan yok.’ ‘Ne demek deme k istiyorsun?’ istiyorsun?’ diye sorduk. sorduk. ‘Bir tarza sahip değü. Bizanslılar böyle bina yapmazdı... Bu bina alelac ele yapılmış. Hani ellerine ne geçmişse onlarla duvarları örmüşler. ler. O halde halde bir şeyi acele yle örtmüşler demek geliy or içimden...’ Ben heyecanlandım. heyecanlandım.
238
‘Duvarı ‘Duvarı yıkalım, yıkalım, bir şeyi örttülerse o şeyi görmenin başk başka a yolu yok’ yok’ dedim. İşçi İşçile lerr taşlardan dördü dördünü nü duvard duvardan an söküp çıkardı. çıkardı. İçle İçleri rinden nden biri, biri, 'Duvarın Duvarın arkasında kapkara kapkara taş var’ var’ dedi. dedi. Kısa bir değerlendirme değerlendirme yaptık. yaptık. Bize verilen verilen talim talimata uyarak uyarak duvarın duvarın ötesine ötesine sadece sadece üçüm üçümüz geçecektik. geçecektik. Bizden başka kimse kimse buluntu buluntuları ları bilm bilmeyecekti. eyecekti. Asistanlarım Asistanlarımıza ıza beklemeleri beklemelerini ni söyledik. Karpit Karpit lambalalambalarımız ve daha daha güçlü ışık ışık veren veren lü lüks lambalarım lambalarımız vardı. Onlan yakarak duvarın duvarın ötesine geçtik. Geçmem Geçmemiz izle le birli birlikte kte donup donup kaldık. kaldık. Karşım Karşımıza siyah ürkütücü bir yapı çıkmıştı...” Lara okumasını bu satırdan sonra kes kesti. ti. “Hiç heveslenmeyin bundan sonra çok kısa açıklama var. Ancak, kısa ama heyecan verici. Okuyorum.” “Binanın çevres çevresind indee 14 metal tabut tabut saydık. saydık. Sonra binanın kapısı kapısınndan sızan donuk garip bir ışıkla karşılaştık. Metale benzeyen kapıdan girdik. İçerisi soğuktu. Esintiyle gelen etkileyici sesler duyduk. Esinti dalga dalga farklı bir bir mus musiki iki taşıyordu taşıyordu diyebiliri diyebilirim m. Siyah mermer mermer benzeri zeri zemine zemine işlenmiş işlenmiş yuvarlak biçimlerdeki biçimlerdeki gömme gömme süslere ha hayra yran n kaldık. Sanki canlıydılar ve nefes alıyorlardı. 7 oda saydık, her birinde bir akbaba bulunuyordu. Üstleri, pırılda ya yan ren renkli mü mücevherler lerle ka kaplıy lıydı. Or Ortalı talığğın bu kadar te temiz olm olma ası ve kaynağı belirsiz ışık ile müzikal esinti ürkütücüydü. Akbabaları ya yakınd ından inc incelem lemek ist istedim im.. Akbabayla ar aramda yarım rım metre tre kala daha yakına sokulmamı engelleyen gözle görülmez bir kalkan beni durdu durdurdu rdu.. Yine Yine de akbabayı çok çok net görüyordum görüyordum.. İşte İşte o anda aklımı yit yitir ireecektim tim. Akbabalar lar durduklar ları yerd yerdee titr itriyo iyorlar lardı. Sanki canlı gibi nefes alıyorlardı. Ta Tarih pr profes fesörü Suphi Asım Be Bey ekibim ibimiz izee başkanlık lık ediyo iyordu. Akbabalarm nefes aldığını görünce korkuya kapıldı. ‘Çıkalım Çıkalım buradan radan!.. !.. Bize hiçbir hiçbir şeye dokunm dokunmayın’ ayın’ dediler. Koskoca adam, ünlü profesör paniğe kapılmıştı. Hortlakla korkutulmuş çocuklara dönmüştü. Sürekli ‘Çıkalım, kaçalım!..’ diyordu. ■ Kızd ızdım ım.. ‘Olur mu mu Suph Suphii Bey, Bey, bunlar bunlar sıradan sıradan heykel heykel fila filan n değil. değil. Baksana Baksana canlı gibüer. gibüer. Mutlaka incele incelemek mek gerekir’ gerekir’ dedim dedim.. ‘Hayır!.. Kurcalamana izin vermiyorum. Devletin sözünü dinleyeceksin!..’
Suph Suphii Asım Asım tutuc tutucu u adam adamdı. dı. İnat ediyordu. ediyordu. ‘Sultan Abdülhamid’in kazı izni vermemesi boşuna değildir.
239
Bakanlı Bakanlık k ‘Siz de dikkatli olun, olun, dokunm dokunmayın sadece gözle gözlem m yapm’ demedi mi? Delirecektim. ‘Ne diyorsun Suph Suphi!.. i!.. Böyle bir buluntu buluntuyu yu gömelim gömelim mi mi yani?’ dedim. ‘Evet Evet gömelim. Bir daha da kimse kimse açamasm açamasm.’ .’ ‘Sen gidebilirsin’ dedim. Koluma yapıştı. ‘Nadi beni zorlama. Burada Buradan n çıkıyoruz. çıkıyoruz.’ ’ Çok kızmıştı kızmıştım m. ‘Bulduğu Bulduğum muz benzeri görülmemiş görülmemiş şey... şey... Akbabaların Akbabaların ne olduklarını olduklarını merak etmiyor musun?’ Suphi Asım beni dinlemiyordu bile. ‘Çıkmazsan polisle çıkartırım!’ Öyle de yaptı. yaptı. Poli Poliss gelene kadar geçen sürede akbabaları akbabaları inceleincelemeye çalıştım. Gördüklerimi not def defteri terime me yazdım. yazdım. Araştı Araştınnayı nnayı ne yazık yazık ki kubbe kubbe dışında sürdürmek zorundaydım. Polis beni dışarıya davet ettiğinde çaresiz çıktım. “Çıkmazsa kelepçe takıp çıkartın!’ diye bas bas bağıran Suphi Asım’l Asım’la a bir daha daha kon konuşm uşmadım. adım. Bilim Bilim adam adamıı değil değil de eli sopalı sopalı bağ bekçisi bekçisi gibi davra davranm nmıştı. ıştı. ‘Sen bilim bilim adına yüzkarası yüzkarası bir bir alçaksın!..’ alçaksın!..’ dedim yüzüne yüzüne karşı. karşı. Kubbeyi tekr tekrar ar toprağ toprağa a göm gömdüler. düler. Hüngür Hüngür hüngür hüngür ağladım. ağladım. Aynı günü günün n akşamında akşamında İçişle İçişleri ri Bakan Bakanıı bizi bizi başkente başkente istedi. Bakanlı Bakanlıktaki ktaki toplantı toplantıya ya Genelkurmay’dan Genelkurmay’dan bir bir general general de de katılmıştı. Baka akan, n, kubbede kubbede gördükleri gördüklerim mizin izin anlamım sordu. sordu. Tarihçi Tarihçi Suphi üe üe arkeolog olog Kaynak bir şey şey söyleyemediler. söyleyemediler. Çünkü nkü konu onları onları aşıyordu. aşıyordu. ‘Say Saym m Baka Bakan n biraz bile bile inceleme inceleme şansımız şansımız olm olmadı. Suph Suphii Bey öcüden kaçar gibiydi, kendisi cahilce korkuya kapıldı, kalıp inceleme ya yapmak iste isteyyinc ince beni bina inadan polis lis zo zoruy ruyla attırd ırdı. Bina ina, ark arkeo eolo loji jik k olmanın olmanın ötesinde bilimsel bilimsel açıdan açıdan hay hayret ret verici verici özell özellikl iklere ere sahip fevkalade önemli bir bulgu’ dedim. ‘Arkeolojik olmasının ötesindeki özellik nedir profesör?’ diye sordu general. general. Meraklanm eraklanmıştı. Elimden geldiğince geldiğince basit basit anlatmaya anlatmaya çalıştım. ‘Binayla ilgil ilgilii tarihi belgelerde ‘Âdem’den ‘Âdem’den önce’ yazıyor. yazıyor. Şu an anda da kabaca ‘Kesinlikle bu dünyanın üretimi değil’ dersek yanlış olmaz’ dedim. Bu defa defa bakan da meraklandı. Devam ettim. ‘Dış yapısı, içi içi ve akbabalar merm mermer, er, taş veya veya alçıdan yapılm yapılmış değil. değil. Ta Tamamenyapaymalze lzemeler ler kulla llanıla ılarakmeydanagetiril irilm miş. iş. Akbabalar lar
hareketsiz heykeller heykell er değil. değil. Canlı gibil gibiler. er. Binanın Binanın zeminindeki zeminin deki yerçek yerç ekimi imi şaşılacak kadar güçlü... Müthiş manyetik alan düşündürücü, içerdeki kaynağı belirsiz ışık vesaire vesa ire tüyler ürpertecek ürpe rtecek kadar yabancı. yabancı. Kubbenin Kubbenin içi en basit deyimle; yeryüzü dışı alametlerle dolu.’ Bakan ve general bu durumda ne yapılması gerektiğini sordular. ‘Çok sıkı güvenlik önlemleri altında dikkatle incelenmesi gerekli’ dedim. General ile bakan sordular: ‘Tehlikeli bir durum mu var? Çünkü Sultan Aldülhamid araştırma başvurusu yapan yabancı arkeologlara izin vermezken, paşalarına ‘Kubbe kurcalanırsa faciaya sebep olabilir’ demiş.’ ‘Evet. Günü Günün n teknolo tekn olojisi jisi bugün bugünkü kü kadar gelişmemiş olsa da Sultan Sultan Abdülhamid mutlaka somut bir veriye sahipti. Belki de atası Fatih Sultan Mehmed’in binadan aldığı Latince yazılı metal levha kendisin deydi, onu okutmuştu, bilgisi vardı. Belki de Osmanlı hanedanı metal levhayı nesilden nesile her he r padişaha padişaha sır olarak ola rak emanet etti. Bilinçsizlik, bilgi eksikliği tehlike doğurabilir. Tehlikeliyse eğer, bu tehlikenin ne olduğunu öğrenelim, diyorum. Dokunulmaması ihtarma katılıyorum. Örneğin, Örneğin, müzeye m üzeye taşımak için akbabaları oradan sök mek yanlış olur olur.. Ne olduklarını bilmiyoruz. Nefes alıyor onlar... Böyle bir şey incelenmez mi?’ ‘Nefes ‘Ne fes alıyor’ alıy or’ demem üzerine suratıma suratıma acayip baktılar baktılar.. Arayıp kararlarım bildireceklerini söyleyerek bizi kapı dışarı ettiler. iki hafta geçti, arayan soran yok. Dayanamadım hisara gittim. Bina gömüldükten başka üstüne çimen ve çiçek ekilmişti. Çıldıracaktan. Bakanı aradım, özel kalem müdürüyle konuştum, verdim veriştirdim. ‘Kendinize ‘Kendinize gelin profe pr ofesör sör ve çenenizi tutu tutun n yoksa... yoksa...’’ diyerek diye rek telef tel efoonu suratıma kapadı. Ertesi gün üç sivü memur evime geldi. Kendilerini ‘Milli güvenlikten...’ diyerek tanıttılar. Hüviyetlerini de gösterdiler, bir şey anlamadım. Kubbe ve bulduklarımız hakkında konuşmamm yasaklandığını, konuşursam ağır ceza alacağımı söylediler. Bakanlar Kurulu’ndan çıkmış ağır cezalı yasa metnini de gösterdüer. gösterdüer. Gazetelere üstü kapalı bir şeyler anlatmaya çalışınca başıma gelmeyen kalmadı. Perdelerin arkasından basını etkileyen kişiler gazete patronlarını tehdit ettikten başka ‘deli’ ‘de li’ olduğumu olduğumu yaydı yaydılar. lar. Gazeteci Gaz eteciler ler de bendeniz ‘deli profesör’le konuşmayı kesti. Oysa kubbenin duyulmasını ve halkın baskısıyla araştırmanın başlatılmasını istiyordum.
24 1
Tek Te k başıma kubbenin esrarını çözme ye karar verdim. Ne ydi kubbe, kubbe, ne olabilirdi? N eden oradaydı? oradaydı? Mutlaka bir işlevi vardı. Binayı yapanlar kimlerdi? Ne zaman yapılmıştı? Aklım a gelen her soruyu kendime sordum. sordum. Gün geçtikçe sağlığım kötüye gidiyor. 7 Akbaba’nm sırrını çözmeden ölmek istemiyorum. Edinebildiğim ama maalesef tatmin olmadığım bilgile ri dürüst dürüst bir insan insan olan Pro fesö r Yusuf Kılan’a vereceğim. Binlerce yıllık belgelerde yazılı 7 Akbaba’nm sırrını çözmek için İstanbul’a geldi Yusuf Kılan. Akbabaların ve kubbenin esrarını çözene kadar uğraşacağma inanıyorum.”
Lara Almanca metni okumayı kesti. “Dostla “Dostlar. r. Burad Buradan an sonra sonra Profesör Profe sör Nadi Nadir’in bıraktığı bilimsel araştırmalarına araştırmalarına ait ait belgele bel gelerr var. var. Sanırım Sanırım bir fizik profesörüne ihtiyacımız var.” “Neden fizik profesörü?” diyen Bob meraklanmıştı. “Hisarda bizi durduran devlet görevlileri arasındaki fizik profesörüne akıl erdirememiştim. ” Lara, güncedeki belgeleri Bob’a uzattı. “Bak, birçok sayı yazmış Profesör Nadir, ayrıca atomlarla ilgili formüller ve çizimler var.” var.” Bob, Profesör Yusuf Kılan’ın Almanca’ya çevirmiş olduğu Profesör Nadir’in Nadir’in dosyasma bir süre baktı, baktı, Köksal’a verdi, o da inceledi. “Çok kanşık. Baksanıza atom gruplan yazılmış. Ayasofya, Mısır’daki Keops Piramidi, Piramidi, Rumelihisar Rumelihisarıı ve Tarabya Alman Mezarlığı, Kız Kulesi başlığı altında sayılar ve açıklamalar bulunuyor." Arkadaşlarına sayfadaki bir bölümü gösterdi. “Profesör Nadir şuradaki iki notta ne demek istemiş? Birincide, ‘gravitasyonel kuvvet etkisiyle bir arada duran galaksi’ ve İkincide ‘Kuarklar ve kuvvetli kuvvetl i etkileşmeleri etkile şmeleri taşıyan gluon ise renk yükl yüklüd üdür ür’’ yaz yazılı ılı... ... Evet do dostla stlar, r, kesin kesinlik likle le iyi bir fizikçiyi aramı aramıza za katmalıyız.” “Aaa bir de şuna şuna bakın” bakın” dedi gülmeye başlayan Koksal ve Debra’ya dönd döndü. ü. “Bak senin yeniçeri yeniçeriyi yi Profes Pro fesör ör Nadir de görmüş, görmüş, buraya not düşm düşmüş üş...” ...” dedi, ama Debra’nın yüzünü yüzünü görünce görünce ciddileşt ciddileşti. i. “Yeniçeri hayaleti gerçekten var öyleyse... Bekçi Hıdır ile Debra’nm yeniçerisi Profesör Nadir’e de parmağım ‘olmaz, yapmayın’ anlamında mı sallıyormuş?” dedi Bob. “Dalga geçiyorsun, Bob” diyerek günceyi aldı Debra. “Lara şunu şunu İngilizc İng ilizce’ye e’ye çevirsene...” dedi. dedi. Lara, metindeki “Janissarie” sözcüğünü Debra’ya gösterdi.
242 24 2
“İşte burada... Yeniçeri yazdığını anlamak için Almanca bilmene gerek yok.” yo k.” Debra hepsini şöyle bir süzdü. “Hem de parmağını sallıyormuş değil mi? İnandınız mı şimdi?.. Deli olduğumu düşünüyordunuz...” “Yok canım, Debra...” dediler hep birlikte. Debra kasılarak yerine oturdu. Bob bu defa Koksal’a takıldı. “Dostum sen şimdi fızilc profesöründen başka bir de medyum bulmalısın.” Lara’ya döndü. “Yeniçeriyi nasıl görmüş, okusana.” Kubbenin çevre çevresi si açılmış, tabana ulaşılmıştı. Geniş bir bi r mermerdivenle zemine indik. Merdivenden inerken yüzüm toprağa dönüktü. Bir anda öyle bir şey gördüm ki, gözlerime inanamadım. Karşımda heybetli bir yeniçeri vardı. Toprağm Önünde, yarım metre kadar karşımdaydı. Az daha merdivenden düşüyordum. Kendime gelmeye çalışırken parmağım olumsuzca salladığmı gördüm. Sanki ‘Yapma, sakın ha... Olmaz’ demek istiyordu. Merdivenin basamağında donmuştum. Adım atmadığımı gören Profesör Kaynak seslenince yeniçeri kayboldu. Zemine inince gördüğüm yeniçeriyi ar arka kada daşl şlar ara a heyec heyecan anla la anla latt ttım ım,, bir tuhaf tuhaf ba bakt ktıla ılarr bana... Ondan sonra da adımı ‘deli’ye çıkardılar...’” “Üzücü değil mi?” dedi Lara. “Biz de Debra’yı üzdük.” Profe Pr ofesö sörr Nadi Nadir’in Nad ir’in notlarmı atla atladı. dı. “Arkad “Arkadaşla aşlar, r, fizik fizi k propro fesörünün son derece önemli bilgiler verdiği kesin... Bir fizik uzmanı uzmanı bize açıklayacaktır. açıklayacaktır. Sayfalarca uzayan uzayan anlayamadığımız anlayamadığımız teknik bölümleri geçelim” diyen Lara güncenin son bölümünü okudu. ... Ben Janos Klein vey a Yusuf Kılan gelec ge lecek ek kuşaklara kuşaklara diyorum ki; Profes Pro fesör ör Nadi N adi Nadir Na dir incelemeye incelemey e fırsat bulama bulamadığı dığı 7 Akbaba Akb aba’lı ’lı kubbekubbenin sırrını ancak bir teoriyle açıklayabiliyor. Teknoloji mutlaka ilerle yecek, yec ek, insan beyni bey ni yeni ye ni buluşlar yapacaktır. Yaşamın Yaşamın,, evrenin, galaksimizin sırlarından öğrenilenler olacaktır. İnsanlığın daha ilerlediği yıllarda, Pr Pro o fesö fe sörr Nad N adir’in ir’in 7 Akbaba Akb aba teorisin teo risinin in üzerinde üzer inde durulmalıdır durulmalıdır.. Ancak Anc ak önem li nokta şu şudur: Yeterli bilgiye ve teknolojiye teknolo jiye sahip sahip olmaolmadan asla 7 Akbaba’ya doku dokunm nmayı ayın. n. DÜNYAYI D ÜNYAYI TEH T EHLİK LİKEY EYE E ATMAYIN. İyice araştırın, ne olduğuna varsayımla değil, kesin bilgiyle karar verin.
24 3
yıl sonra, bilim b ilim sırrı ç özece öz ece k duruma geldiğinde, işte ancak o zaman okunsun. Vasiyetimdir. Oğlum ve torunlarım vasiyetimi ailemizin kuşaklarına iletmek ile tmekle le yükümlü yükümlüdür. dür.
Profesör Profesör Yusuf Yusuf Kılan 1983, İstanbul, Türkiye Jano Janoss Klein’m Klein’m veya sonr sonrak akii adıyla adıyla Profesör Yusu Yusuff Kılan’m Kılan’m gü güncesi bitmişti. Kenan ile Suzan ağlıyordu. Peter dalgındı, Koksal meraklanmış meraklanmış tı, tı, Lara ile i le Debra heyecanlıydı, Bob ise i se kabma sığa sığa mıyordu. Sessizliği dağıtan da Bob oldu. “7 Akbaba’nm sırrım çözmeden İstanbul’dan asla ayrılmam. Kazı izni alana kadar kadar uğraşa uğraşacağım cağım.. Elimden ne geli g eliyors yorsa a yapacağım.” Kenan Kenan ağlamam ağl amamaya aya çalışı çal ışıyor yor ama gözyaşlarını tutamıyordu tutamıyordu.. “Lütfen Bob, 7 Akbaba’nm sırlarının çözülmesi dedemin ruhunu rahatlata rahatlatacakt caktır. ır. Ancak A ncak dedemin vasiyetinde istediği iste diği gibi, kesin bilgi ve teknolojiye sahip olduğunuza eminseniz 7 Akbaba’ya ulaşın." “0 akbabaları çözecek teknolojiyi şimdiden bilemiyoruz ki?” dedi Bob. Debra duygusallıktan kendini kurtarmıştı. “Araştırmamız için Profesör Nadi Nadir’in dosyasından bir kopyanın bizde olması gerekiyor. Birlikte çalışacağımız fizik uzmanına dosyayı vermeliyiz.” “Haklısın" diyen Kenan, kopya çıkarması için dosyayı kızı Suzan’a Suzan’a verdi. verdi . Dosyanın kopyasmı aldıktan aldıktan sonra Kenan Kenan ile il e Suzan’a Suzan’a defalarca defala rca teşekkür ederek kalktılar. Otele gidene kadar neredeyse hiç konuşmadılar. Bob, ne yapması gerektiğinin planlarına öyle dalmıştı ki, sanki boyut değiştirmişti. Koksal onun araştırmadan vazgeçmeyeceğine vazgeçmey eceğine emin emindi. di. Hep beraber yemeğe oturduklarında Janos Klein’m güncesi tartışıldıktan sonra Koksal ile Debra’nın nasıl bir karıkoca olacağı üzerine şakalar yapıldı. Birbirini kovalayan gerilimli olaylardan sonra gevşemek için hayli içmişlerdi. Bob, Lara ve Peter sallanarak odalarına giderken, Koksal ile Debra baş başa kalmışlardı. Mutluluk dolu bakışlar onlara yetiyordu. Hiçbir şey konuşmadan dan gülümseyerek kalktılar el ele Debra’nm odasına çıktılar. çıktılar. “Kendimi “Kendimi evliliğimizin ilk i lk gecesinde hissediyorum” hissediyorum” diyen Debra iki kolunu da Köksal Köksal’m ’m boynuna dolamıştı. dolamıştı. Birlikte Birlikte yatağ yatağa a düştüler düştüler..
244
“Annemiz bizi Türklerle korkuttu” Eski AB Dönçm Başkanı yeni İtalyan Başbakanı Nazario, Türkiye’ Türk iye’de de dört rahibin rahibin öldürülmesi öldürülmesine ne sert tepki tepk i gösterdi. Başbakan ilk basın toplantısında, “Türkiye’nin AB üyeliğine nasıl bakıyorsunuz?” sorusunu abartılı el kol hareketleriyle yanıtlad yanıtladı. ı. “Küçükken Küçükken büyük büyükann annem em beni, beni, ‘Uslu dur dur yoksa seni Türk’e Türk’e veri veri-rim’ diyerek korkuturdu. Atalarımız da ‘Türkler geliyor!..’ korkusuyla yüzyıllar boyu huzursuz yaşamış. Türkler İslam’ı yaymak için yüzyıllar boyu biz Hıristiyanlarla savaştı, bakın birkaç gün önce Türkiye’de dört rahip öldürüldü. Böyle insanları neden aramıza alalım?.. Aramıza girip din adamlarımızı öldürsünler diye mi? Türklerin AB’ye girmesine kesinlikle karşıyım.” Konuşma Konuşması sı tüm Avrupa ve Türkiye medyasında yayımlandı. yayımlandı. İtalya Başbakanı Nazario’nun, AB dönem başkanı olduğu sırada “Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakıyorum” demesi, başbakan olunca tam tersini söylemesi Türk medyasında “Avrupalı ikiyüzlülüğü ve terbiyesizliği” olarak yorumlanıyordu. Agnus Dei’nin ileri gelenleri ile İstanbul Efendisi Abdülkerim mutluydu. Planlan başarılı sonuçlar veriyordu.
Barnabas İncili Çemberlitaş’ta mı? Bob ile Peter Pet er Türkiye Türki ye haberlerini haberlerini BBC ve Alman radyolarınd radyolarından an kendi kendi dillerinde di llerinde dinlemiş dinlemişlerdi. lerdi. Dört rahib rahibii öldürenlerin ifadeleri ifad elerinnde söylediklerinin, “Bamabas İncili’ni arıyorduk” bölümü dikkatlerini çekmişti. Bob sordu. “Nedir Bamabas İncili üzerindeki tartışmalar? Janos Iüem’ın güncesinde sözü ediliyordu, aynca yıllardır duyarım ama konu beni açmadığı için kulak vermedim. Peter sen Katolik’sin değil mi? Dindarsmdır, Bamabas İncili’ni bilirsin mutlaka.” “İlahi Bob, sen gerçekten biraz üşütüksün... Biz akrabayız kuzenim, ailemizin Protestan olduğunun bile farkında değilsin. Bana gelince, koyu dindarlara göre pek dindar sayılmam. Sana yardım yardımcı cı ola olam may ayac acağ ağım ım.. Klein’m günc günces esind indee ‘Bam ‘Bamaba abass İncili’nd İncili’nde İsa Peygamber’in Peygamb er’in Allah’ın All ah’ın oğlu oğlu olmadığı yazılı, yazılı, Papalık Papalı k için Bamabas İncili karabasandır, bulunursa Hıristiyan dünyası kaynar’ filan deniyordu galiba... Bir uzman bulur soranz, ben de merak ettim.
245
“Kafama takılan şu” dedi Bob. “Papazları öldürenler köktendin ci Müslüman, Bamabas İncili’ni bulup da ne yapacaklar? Ne işlerine yarar?” Onun sorusuna Koksal yanıt verdi. “Hz. Muhammed’i peygamber kabul etmeyen, İslam’ı din saymayan Vatikan’a, ‘İşte İncil’de İsa Peygamber, Hz. Muhammed’in ‘Mesih’ olduğunu söylüyor!..’ diyecekler.’’ “Bamabas İncili’nde böyle mi yazılıymış?” “Öyle deniyor... Hem bu işin perde arkası başka... Bu çocuklar Bamabas İncili’ni ve içeriğini nereden bilecek...” dedi Koksal. “Eğitim durumları ortada, hepsi de ilkokul mezunu çocuk yaştaki gençler. İfadeler ezberletilmiş. Onları perde arkasından yönlendirenler var. var. O perdeyi açsan açsan bir başka başka perde çıkacak, çıkacak, sonra sonra bir perde daha da ha... ... Perdel Perdeler er perdeleri perdel eri izler. Ve perdel perdelerin erin arkasındaki yönlendirenler zinciri zinciri uzar gide gider. r. Cinayetleri işleyenler işleyenler fanatik İslarni İslarni teröristler değil ki, Türkiye’yi Türkiye’yi yıpratmak isteyen yabancılara ajanlık yapan iç hainlerin hainlerin beyinlerini beyinlerini yıkadığı yıkadığı tetikçiler... tetikçiler... 197080 80 yıllar yıllarıı arasında benzer tahrik cinayetleri cinayetleri işlendi. işlendi. Ardından siyasile siyasiler, r, gazetecüer, gazetecüer, sendikacılar, profesörler, öğrenciler öldürüldü. Hepsi de karşıt ideolojik görüşlere bağlandı ama öyle değildi. Cinayetleri dış ajanlar üe onların kışkırttığı kışkırttığı budalalar budalalar işledi. işledi. Sonra da gençler bir birbirine birine girdi, binler binler cesi birbirine kıydı.” Lara aralarına girerek konuyu değiştirdi. “Beyler, bizim hedefimiz 7 Akbaba!.. Janos Klein’m güncesini okuduktan sonra 7 Akbaba araştırmasından vazgeçemeyiz. Aslında Klein’m yazdığı günce değil rapor. rapor. Kubbeni Kubbenin n içinde son derece dere ce önemli bilgiler olduğunu anlatmış. Profesör Nadir’in tutanakları ile araştırmalan son derece değerli. Tekrar izin almak için elimizden geleni yapalım.” “Yapmalıyız...” “Yapmalıyız...” derken Peter Pete r telefon tele fon çaldı. çaldı. “Alo. Merhaba sevgilim.” Arayan eşi Meg’di Me g’di.. “Merak etme iyiyim. Evet evet yiyeceklerime dikkat ediyorum, jimnasti jimnastik k yapı yapıyo yoru rum, m, bol bol yür yürü üyoru yorum m. Hatta biraz biraz son sonra ra yürü yürü- yüşe yüşe çıkaca çıkacağım ğım.. Evet canı canım m, doğru doğru söyl söylüy üyor orum um.. Araştırmala Araştırmalarr iyi yold yolda, a, bug bugün ün hay hayli li önem önemli li adı adıml mlar ar atıld atıldı.” ı.” Peter karısına, “Yusuf Kılan’m güncesini okuduklarım, Profesör Nadir’in dosyasını” anlattı. “Gelişmelerden seni haberdar ederim. Yeniden araştırma izni almayı deneyeceğiz. Hadi sevgilim şimdi sözünü dinliyor ve günlük yürüyüşüm yürüyüşümee çıkıyorum.” çıkıyor um.”
246
Metal sinek Sinir yıpratıcı tartışmalardan sıkılan Peter arkadaşlarından ayrıldı, korumalarının yanından geçerken oturmalarım işaret etti, resepsiyona gidecekmiş gibi yaptı, otelden çıktı. Tek Tek ba başm şma a yürü yürüm mek ra rah hatla tlamak isti istiyo yord rdu u. Otelin Otelin döner döner ka kapı pısı sı-nın önünde bir süre durdu, kapıcıyla selamlaştı, derin bir nefes aldı. Otelin tam karşısmdaki garajın önünde dikilen adam telefonuna fısıldadı. “Otelin kapısında duruyor... Şimdi çıkışa doğru yürümeye başladı... Evet, her gün yaptığı gibi bahçe tarafından yürüyor. Zaten başka başka yol yok.” yok. ” “Tamam.” Peter’in çıktığım gören iki koruması hemen yanma gelmişti. Onlara ne yapacağını söyledi. Yürüyüşten sonra otel çıkışındaki çeşitli çeşitli hatıra eşyaları sat satan an mağazay mağazaya a gidecekti. gidecekti. Eşi Meg’e Meg ’e hediye hedi ye alacaktı, ilginç turistik eşyalara bakarak kafasındaki düşünceleri dağıtabilirdi. İki yanındaki korumalarıyla birlikte geniş kaldırımdan yürüme ye başla şladı. dı. Sol Sol tara tarafın fında da otelin otelin yüzm yüzmee havuzu turk turku uaz reng rengiyl iylee pınl pınldı. Havuzu içine alan bahçenin orman kadar sık ağaçlığı yemyeş yemyeşil il uza zan nıyor ıyordu du.. Birden durdu, parmaklıklara dayanarak havuzdakilere bakma ya baş başla lad dı. Genç Gençler lerin in şak şakala laşm şma ala ları rı,, çeşitli çeşitli komiklikl komiklikler er yapa yapara rak k tramplenden atlamaları aklına kardeşi Teo’yu getirdi. Ne olurdu Teo Teo da onla onlann nn ar ara asın sında olsa lsaydı... ı... Gözleri Gözleri dolm lmu uştu, tu, koru korum ması ası Matt, “Burada durmayalım, yürüyelim” dedi. Gözyaşlannı silmek isteyen Peter mendilini çıkarmak için elini pantolonunun arka cebine götürürken doğal olarak eğilmiş oldu. O anda başının yanından geçen sineğin vınlamasını duydu. Sinek öyle hızlı geçmişti ki, bakındı göremedi. “Kocaman bir şeydi galiba” derken mendilim düşürdü. Almak için eğildiğinde sinek tekrar metalik vınlamasıyla geçti. Bu defa sırtında yanma hissetti. An mı sokmuştu? Korumalan birden üstüne atladı. “Yere yat, yere yat!..” Otelin kapıcısı da İngilizce “Ateş ediyorlar!” diye bağırarak Peter’e doğru koşuyordu. Aynı anda yanındaki parmaklıklara bir şey sertçe çarparak sekti. Üç vızıltı sesi de çok kısa aralıklarla duyu duyulm lmuş uştu. tu. Kendisini örten ö rten korumalann altında Pet Peter yüzüko yu yun ya yatı tıyo yord rdu u. Kapıcı Kapıcı sa sağa sola sola ba bağm ğmna naya ya deva devam m ett etti. i.
2 47
“Güvenlik!.. Atış bahçeden geldi... Orada, duvarın üstünde, kaçıyor kaçı yor kaçıyor!.. kaçı yor!..” Güvenlik elemanları bahçeye atlarken, girişte duran polis otosu da hızla döndü, suikastçının atladığı duvarın ardındaki sokağa gitmek üzere gazladı. gazladı. Kapıcı nefes nefese nefe se Pet P eter’in er’in yanma diz diz çöktü. çöktü. “Size ateş ettiler bayım. İnşallah vurulmadınız?” “ Galiba vuruldum dostum.” dostum.” Korumalar Korumalar Peter’ Pet er’ii ayağa kaldırd kaldırdı, ı, sırtına ba baktıl ktılar. ar. Pete P eter’i r’in n gömleği 40 cm kadar yırtılmıştı. Sıyırarak geçen merminin sırtında açtığı yara kanıyordu. “Tehlikeli değil” diyen korumalar Peter’in koluna girdi. Mermiler susturuculu silalıla atıldığmdan patlama sesi duyulmamıştı. Kimse olanların farkında değildi. Sadece havuzdakiler bahçede koşuşan güvenlik elemanlarına bakıyorlardı. Onların duvardan telaşla atlamasına akıl erdiremediler. Duvarın ardından siren sesleri geliyordu. geliyordu. Kapıcı ceketim Peter’in sırtına koyarak yaranın gözükmesini engelledi. Lobide oturan arkadaşları rengi solmuş Peter’i kapıcıyla korumalarının kolunda görünce korkuyla ayaklandılar. Çevresini sardıklarında gülümsedi. gülümsedi. “Avcılar beni kuş sandılar.” Kapıcı olanları anlatmaya anlatmaya çalışırken Peter’i Pete r’i odasına çıkard çıkardılar, ılar, yaraşm yaraşma a havlular havlularla la tampo tampon n yapt yaptıla ılar. r. Telaşla Telaşla gelen otel müdür üdürü ü “Geçmiş olsun” derken çok üzgündü. Ambulans çağırdıklarını söyledi.
Alman Hastanesi’ne Hastanesi’ne götürülen götürülen Peter’in Pet er’in yarası derin değildi de ğildi ama mermi sırtım boydan boya çizmişti. Yaranın derince olduğu bölüme üç pens atmaları yetti. Ancak, merminin zehirli olma ihtimaline karşı kan testi yapıldı, sonuç temiz çıktı. Enfeksiyonu önlemesi için antibiyotikler verildi. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, Bob, Lara, Debra ve Koksal korumaların korumaların telaşla anlatabildiği anlatabildiği kadar olayı biliyorlardı. “Biri susturuculu silahla Bay Peter’e üç el ateş etti” dedi korumalar. Bob, Lara, Debra ve Koksal iyice şaşkındı; Peter’i kim, neden Öldürmek istesin? Yarası Yarası sarılan Peter’in Pet er’in hastanede hastanede kalmasına kalmasına gerek gere k yoktu. yoktu. Ertesi gün pansumana gelecekti. Bekleyen polislere ilk ifadeyi başheki-
248
min toplantı salonunda verdi. Suikastçı yakalanamamıştı, tüfeğini atıp kaçmıştı, görgü tanıklan, içinde iki kişinin beklediği ufak gri bir otomobile bindiğini görmüşlerdi. “Otonun plakası?” Bilinmiyordu. “Sizi kim öldürmek isteyebilir?” gibi geleneksel sorular sordular, “Bilmiyorum?” yanıtından başkasını verecek durumda değüdi Peter. Polisler onu yormak istemedi. “Otelinizde devam ederiz” dediler. Peter’i otele götüren ambulansa ild polis otosu eşlik etti. Oteldel Oteldeld d sorgu devam ediyordu. ediyordu. Kapıcıyı ve güvenlik güvenlik elemanla nm sorgulayan polisl pol isler er ağaçların altında bulu buluna nan n suikast suikast tüfeğinden başkasını elde edememişti. Kapıcı, suikastçıyı kaçarken görmüştü. “Tipini tarif edemem, görebildiğim, duvardan atlayan bir gölgeydi” diyebildi. Peter Peter döndüğün döndüğünde de otelin otelin bahçesindeki uzma uzmanlar nlar keşi ke şiff yapmaktaydı. Resepsiyonda Teo’nun dosyasını araştıran iki dedektif Peter’i bekliyordu. Cinayet Masası’nda Masası’ndan n Zeki ile ile Nurcan ifade ifad e almak için gelmişlerdi. “Üstümü değiştireyim az sonra sizi davet ederim” diyen Peter arkadaşlarıyla odasına çıktı. Başma geleni geleni serinkanlı değerlendirdeğerlendi rmeye çalışıyordu. “Beni birine mi benzetti bu herifler?” Lara’nm yanıtı hiç de iç açıcı değildi. “Teo’yu kamyon kovaladığı zaman kardeşin de birine benzetil diğini varsaymıştı.” Hepsi endişeyle Lara’ya döndü. Peter de heyecanlanmıştı. “Benim gerçek hedef olduğumu sanıyorsun öyle mi? Peki neden?” Lara Lara söylediğine söyledi ğine inanıy inanıyor, or, kararlı bir sesle konuşuyor konuşuyordu. du. “Sanmıyorum Peter, hedef şendin buna inanıyonım. Açıkta yürü yürüyü yüşl şler eree çık çıkm mam ama an, çok sıkı sıkı koru orunman ge gerek rekiyo iyor. r. Kard Kardeş eşini inin n de İstanbul’da cinayete kurban gitmesi, ardından sana mermi yağdınlm yağdınlması ası ‘ben ‘benzet zetme me nedeniy nedeniyledir ledir’’ diye diye hafife hafife alına alınam maz az.” .” “İyi ama biz iki kardeşin yaşamında karanlık hiçbir nokta yok
24 9
Nurcan ile Zeki odaya girdiklerinde tüfek ellerindeydi. “Önce geçmiş olsun. Bulduğumuz tüfeği tanıtmakta yarar var, bakalım yorumu yorumunuz nuz ne olacak?” diyerek diyer ek sorguya başladılar. başladılar. “Size ateş açılan tüfek dikkat çekici Bay Peter. Şu anda bahçede keşif yapmakta olan balistik ve süah uzmanımız bilgi verdi. Aldığım notu okuyayım. ‘Rus yapısı Dragunov.’ Yani bir SDV marka keskin nişancı silahı. Bütün silahlar felakettir, ama SVD Dragunov süper felakettir. Silahın dizaynını Yevgeni Dragunov çizmiş ve ve 1958 ile 19 1964 64 arasında arasında sürekli geliştir geliştirmiş. miş. 7,6 7,62 kalibrekalibr elik, dürbünlü, şarjörü 10 mermi alıyor. SVD hangi suikastlarda kullanılmış ve kullanılmakta, şimdi ona bakalım; Vietnam Savaşı’nda, Sovyetler’in Afganistan işgalinde, Sırpların Bosna katliamında kat liamında Boşnaklara karşı kullanm kullanmış... ış... Sırplar uzun menzilli bu tüfeklerle tepelerden ateş açarak masum Boşnakları öldürmü öldürmüş, ş, Irak Savaşı’nda Savaş ı’nda kullanılm kullanılmış, ış, şu sıra Irak’ta Irak ’ta teröterö ristler bununla Amerikan askerlerini vuruyor, Rus askerleri ile Çeçenler de SVD Dragunov’la birbirlerini katlediyor. Silahtan anlayıp da SVD Dragunov’u tanımayanların inanmayacağı bir marifeti var. Bu silahın attığı mermi 3 800 metreye kadar ulaşabiliyor. Bir de düşünün Bay Peter gibi 150 m ötedeki hedeflere isabet ederse kurbanını ne hale sokar. sokar. Keskin nişancılar bu bunu nu bildiklerinden 800 800 ile 1 000 metrelik metrel ik atışlarda atı şlarda kafaya nişan nişan alarak riske girmezler, kurbanın kurbanın gövdesinin gövdesi nin ortasına or tasına ateş ederler, mermi vücudu parçalar hede he deff asla kurtulam kurtulamaz. az. Debra dedektifin sözünü kesti. “Biraz daha anlatırsanız lavaboya koşmak zorunda kalacağım, çünkü midem bulandı.” Dedektif Zeki özür diledi. “Amacım Bay Peter’e atlattığı tehlikenin büyüklüğünü ifade edebilmek ve... Bakın burası önemli... Böyle bir silahla avlanacak kadar hangi büyük işin içinde olduğunu Öğrenmek isterim efendim.” Peter biraz alıngan, biraz alaycı gülümsedi. “Demek ki bu silah büyük işlerdeki kişileri öldürerek kurbanlara şeref veriyor.” “Öldürenler öyle düşünür, efendim” derken dedektif de gülümsedi. sedi. Çünk Çünkü ü SVD SVD Dragunov büyük çetelerin çeteleri n tetikçile teti kçileri ri tarafından kullanılır. O tetikçilerin hemen hepsi askerlikte ‘sniper’ görevi yapm yapmış ış deneyim deneyimli li ka katil tille lerd rdir. ir. Ufak işler işler için otelin otelin bahçes bahçesind indee dolaşan sıradan kişileri öldürmeye kalkmazlar.” “Yaa...” “Yaa...” dedi Peter. “Benim işim i şim de büyük ama ama vergisin verg isinii kuruşukuruşu-
na kadar ödeyen işadamıyım. Hem Türkiye’de niye öldürsünler beni?..” “Biz de bunu merak ediyoruz efendim. Belki de işinizin içinde...” Dedektif Nurcan gerilen ortamı yatıştırmak için yumuşak bir sesle araya girdi. “Bay Peter, kardeşinizi esrarengiz bir cinayet sonucu kaybettiniz. Ardından size sniper ateşi açıldı. Sebebini hepimiz merak ediyoruz. Aynca bakınız, SVD Dragunov kullanan kişi otomatik olarak 150 metreden üç mermi attı... Ve vuramadı. Hayret. Kurtulmanız manız bile soru işareti yaratıyor.” Peter kızmıştı. “Ben kendi kendime ateş ettim de, kendime acıdığım için vurmadım.” Dedek Dedektif tif sakin sakindi. di. “Sinirli olmanız doğal, doğal, efendim. efendim. Bir felake fel akett atlattınız ve yaralandınız, sizi üzdüğümüz için özür dileriz. Ancak sorularımız canınıza kastedenleri bulmak içindir. Şimdi biz susalım. Siz lütfen şüphelendiğiniz ne varsa bize anlatınız.” Odadaki herkesin kulağı Peter’deydi. Sıkıldığı iyice belli olan Peter biraz su içti. “Madem kardeşimin öldürülmesiyle bana ateş açılmasını aynı kaynağa bağlıyor ve birlikte bakıyorsunuz, ne diyebilirim. Mafya üyesi hiç olmadık, karanlık işlere girmedik. Düşmanımız yoktur, sevenimiz çoktur... O kendi halinde bir gazeteciydi, ben de dürüst çalışan bir işadamıyım. Hiç kimseden şüphelenemiyorum. En iyisi iyisi yine siz sorun, sorun, ben yanıtlayayım.” Dedektiflerin ikisi de hemen aynı anda konuştu. “Siz dinlenin, biz de araştırmaya başlayalım.” Peter’e geçmiş olsun diyerek ve teşekkür ederek gittiler. Dedektiflerin hayli düşünceli olduğu belliydi. Sanki Peter’in söylediklerinden tatmin olmamışlardı. Dedektiflerin çıkmasıyla başlayan sessizliği Lara bozdu. “Kaynağım bilmediğimiz, amacım çözemediğimiz kanlı bir el Von Huber kardeşlerin üzerinde dolaşıyor. Birinci atağında kurbanım aldı, aldı, ikinci atağında atağında başarısız başarısız oldu. oldu. Atışım Atışım isabet etti ettiremeyişi remeyişi dedektifleri şüphelendirdi. İlginç değil mi? Sanki Peter bir oyun sahneye koydu, onu oynuyor. Onlara göre elbette...” “Bir dakika, bir dakika Lara” dedi Peter. “İlk “İlk atak değil değil bu bu... Rum Rumelihisarı kulesine girdiğimiz girdiğimiz günü günü hatırlahatırla yı yın. Kafam famın üstün tünde yin yine sin sinek vızıl ızıld damış ve saçları larım mı ya yak kmışti ışti değ eğil il
251
mi? Duvara çaıpan bir şeyin metalik sesini duymadık mı? Öyleyse o sesi mermi çıkarmıştı, biri bana susturucuyla ateş etti, karanlıkta tutturamadı mermi saçımı sıyırıp geçti. Evet, aynen öyle oldu.” Koksal ayağa fırladı. “Tabii ya y a Peter... Sinagog dönü dönüşü şü önümüzde önümüzde bozulan kamyonet ve içinden çıkan herif...” Peter atüdı. “Senin şoförün Çetin adamın elinde havluya sanlı tabanca olduğunu söylemişti... İşte size üç öldürme girişimi. İstanbul’a geldiğimden beri peşimdeler peşimdeler... ... Peki, neden beni beni öldürmek istiyorlar?”
SVD Dragunov ve keskin nişancı Yüzünü Yüzünü örte ör tecek cek büyüklükte siyah gözlük takmış, takmış, uzun uzun kanarya sansı saçları omuzlarına dökülmüş kadın, karoserinde Yeşil Kanat seyahat şirketinin logosu yazılı yazı lı minibüsten minibüsten indi. indi. Çok bol ve uzun giysisinden bile vücudunun güzel olduğu anlaşılıyordu. Üstündeki ucuz bir elbiseydi. Yıpranmış ufak valizinin üstünü kaplamış havayolu etiketleri gezmeyi seven bir turist olduğunu gösteriyordu. Laleli’deki otele giren kadın belli ki yol yorgunuydu. Kıyafetine göre belli ki dar gelirliydi ve fuhuş için İstanbul’a gelmiş bir “Nataşa” olabilirdi. Otelin resepsiyonuna gitti, pasaportunu verdi, gerekli kâğıtları imzaladı, anahtarını aldı ve tek başma asansöre bindi. Anahtarda numarası yazılı odanın önüne geldi. Anahtan kilide' sokmadı, kapıyı üçü hızlı, ikisi yavaş, ikisi hızlı olmak üzere tıklattı ve Rusça, “Oda servisi, su getirdim” dedi. Kapı kendiliğinden açılır gibi yavaşça geriye gitti, kadın odaya girdi, girdi, kapıyı kapattı kapattı ve ve karşısında karşısındaki ki adama müth müthiş iş bir bi r tokat t okat pa patlattı. tlattı. “Sersem, rezil, beceriksiz!..” Ufak tefek zayıf adam beklemediği tokadı yiyince kıçüstü düştü. Ancak maymun çevikliğiyle ayağa fırladı. “ Delirdin Delirdi n mi sen!.. sen!.. Bana nasıl vurursun? vurursun?”” İkisi de Rusça konuşuyorlardı. “Dua et, kafanı kopartmıyorum. Hani senin şöhretin. Meşhur Radko ha!.. Bir kilometreden kurbanlarının beynim dağıtan Kem göz Radko... Radko... Gövdelere Gövdeler e ateş ateş etmeyi gurur gurur meselesi yapan, yapan, sadece kafadan vuran Radko... Yüz metreden vuramadın be!.. Yoksa sen gerçek Radko değil misin?” Radko kıpkırmızı olmuştu. Yediği tokat ağınna gitmişti, titri yord yordu. u.
252
“Dinle kadın beni!.. Elbette Kemgöz Radko benim. O herifte inanılmaz inanılmaz bir bir şans şans varmış. İnanılm İnanılmaz... az... Asl A sla a kurtulamazdı.” “Ne oldu da gebertemedin?” “İnanılmaz diyorum ya... Tetiği çekeceğim anda rüzgâr esti ve arasın ara sına a gizlendiğim gizlendiğim dallardan dallardan biri kulağıma kulağıma giriverdi. Reflek Ref lekss olarak başımı sallayınca elim titredi, hedef şaştı. Ardından hemen İkinciyi attım, adam anında tesadüfen eğildi ve mermi sırtını yaladı. Ve inan ilk defa gövdeye ateş ettim. Adamın korumaları vardı, üstüne atlayıp hedeften kaçırdılar, üçüncü de boşa gitti. Sonra kaçtım tabii... Böyle şanslı bir herif olamaz... Ama gelecek sefere beyninin parçalarım bulamayacaklar.” “Radko, mahvolduk. Şimdi herif iyi korunacaktır. Polis keskin nişancının peşine düşecektir. Tüfek Rus malı, İstanbul’daki Rusların, geleni gideni, gireni çıkanı araştırılır. En iyisi sen Rusya’ya dön.. dön.... Yakalanırsa Yakalanırsan n hepimiz yananz.” yananz. ” Radko güldü. “Beni konuşturacaklarını mı sanıyorsun. Ben ne işkenceler gördüm de ağzımdan tek kelime alamadılar. Burada kalacağım. Kemgöz Radko işini bitirmeden asla arkasını dönüp gitmez. Ayrıca tüm Ruslan arasalar da ben akülarma gelmem.” Sonra çıkanp pasaportunu gösterdi. “Ben Rus Rus değilim deği lim ki, Belçika Belçika vatandaşıyım.” vatandaşıyım.” “Pekâlâ Radko” dedi sarışın kadın. “Sana yeni silah gelecek, yakay yakayıı ele verme verme,, bend benden en ha habe berr bekl bekle. e... .. Ha Haa a tokat için kusura sura bakma... Bu kadarcık cezan olsun...” Kadın başka bir şey söylemedi, valizi odada bırakıp çıktı. Radko ardından dişlerini sıktı. “Bii' gün senin ihaleni de alırım. Güzel suratını tam ortasından dağıtırım, inci dişlerini de anı diye saklarım.”
Taş Taş duvar duvarla lar.. r.... Peter Azrail’le karşılaşmasına rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Ancak Lara ile dedektiflerin sözleri beynine oturmuştu. “... SVD Dragunov kullanan sniper 150 metreden 3 mermi attı... Ve vuramadı. Hayret... Kaynağım bilmediğimiz, amacını çözemedğimiz kanlı bir el Von Huber kardeşlerin üzerinde dolaşıyor...” “Yine de beni birine benzettiler iddiasındayım. Çünkü başka bir sebep olmasına imkân yok dostlar... Ben sniper 'la 'la öldürüle-
253 25 3
Peter Pet er işlerine bakmalarını bakmalarını söyledi. “Tek istediğim başıma geleni kanm Meg duymasın. Biri ateş etti diye Teo’yu öldürenlerin peşini bırakacak değilim. Başladığımız araştırma benim için arkeolojik değil, kriminolojik, ben krar deşimin katilini arıyorum.” Peter o kadar gergindi ki, koşarken konuşuyormuş gibi nefes nefeseydi. “Dostlar! Bir an Önce sonuca gidelim. Kazının yapılması şart. Kazı yem olacak. Katiller ancak o süreçte ortaya çıkacak, buna eminim.” Kazının yeniden başlayabilmesi başlayabilmesi için izin almak çok zor z or gözükügözükü yordu yordu an anca cak k ba başa şara rana na kadar kadar ısrar ısrar edecekle edeceklerdi. rdi. Dördü Dördü de aynı aynı görüşteydi, görüşteydi, izin için Ankara’ya gitmeye karar verdiler.
Akla gelmeyecek gelme yecek olayların olayların gün günü ü Ertesi sabah uçakla başkente doğru havalanmışlardı. Görev bölümünü bir gün önce yapmışlardı. Bob ile Debra Amerikan büyükelçisine, Peter Almanya büyükelçisine, Koksal da Başbakan’a giderek araştırma izni alabilmek için yardım isteyeceklerdi. Uçağın pencerelerinden pencere lerinden giren gire n sabah sabah güneşi güneşi aynı dakikalarda İstanbul’da da göz kamaştırıyordu. Saat 09.25’te uçak Ankara yolunu yarılamıştı.
Büyük şok Koksal, Koksal, Debra, Debra, Lara, Lara, Peter Pete r ve Bob Ankara’da iki gün gün kaldıktan kaldıktan sonra İstanbul yolundaydılar. Dört kişi gitmişlerdi, şimdi 7 kişi dönüyorlardı. Üç yönlü ricalar sonucu Başbakan Rumelihisarı araştırmasına izin vermişti. Ancak bir koşul vardı; fizik profesörü Bedri Cankut ile astronomi doçenti Esin Alphan araştırma boyunca yanlarında olacaktı. Ayrıca Korkut Barış adlı devlet kameramanı sürekli çekim yapacaktı. Bir fizik profesörü arıyorlardı, kendiliğinden gelmişti. Astronomun neden ekibe katıldığını anlayamamışlardı. Bütün ekip aynı otelde kalacaktı.
Semiramis yine sahnede Faris’in itirafından sonra avukatı uyarmış, Kara Temur ile Semiramis kapalı bir kamyonetle Kefken’e gitmişlerdi. Orada bekleyen Gürcü gemisine geçerek kaçacaklardı. Ancak akşamü-
254
zeri avukat telefon tele fon etti, etti, Faris’in itiraflarında ikisi de yoktu. Şüph Şüphee çekmemek için İstanbul’a döndüler. Semiramis daha yoldayken Bob’u telefonla aradr. “Neredeydin diye sorma, anlatmm. Sevgilim seni çok özledim ve hemen görmek istiyo istiyorum rum,, otele geleceğim.” gelec eğim.” “Dört saat sonra oteldeyim” dedi Bob. Ankara’da olduğunu söylemedi. Semiramis telefon ettiğinde dönüş uçağına binmek üzereydi, dört saat sonra otelde olabilirdi.
İstanbul’a indikten sonra ekip otele, Koksal gazeteye gitti. Bir süre orada kaldıktan sonra otele dönerek arkadaşlarıyla buluştu. O gün günün ün henüz henüz yayınlanmamış yayınlanmamış haberleri haberlerini ni anlattı. Bob heyecanl heyecanla a Köksal’ı Köksal’ ı bekliyordu. bekliyordu. Az sonra Sem Semiram iramis is geleceğin gelec eğinden den Bob bir an önce konuşmak istediğini söyledi. Soğuk birer içki ısmarladıkları sırada Kubilay Kubilay Köksal’a telefon t elefon etti etti.. “Müdürüm, Semiramis’in villasının önündeyiz.” Koksal onun sözünü kesti. “Semiramis villasında değildir, az sonra burada olacak Kubilay, siz orada ne yapıyorsunuz?” yapıyorsunuz?” “Bir dakika müdürüm... Buraya gözcü koyduğumuz arkadaş beni acele çağırdı. Villaya bir herif gelmiş anahtarla kapıyı açıp girmiş.” Koksal şaşırmıştı. “Kim bu adam yahu?” “Muhabir Aydın kardeşimiz yanımda, o gördü, kendisi anlatsın müdürüm.” Telefonu Telefonu alan alan Aydın’ Aydın’a a sordu sordu Koksal. sal. “Adam nasıl biri?” “Kesin Avrupalı, kızılca saçlı, genç uzun boylu, ince... Elinde seyahat çantası vardı. Villanın önüne gelince elini cebine attı, anahtar çıkardı, sağa sola bakındı, huylandım bakışlarından, görülmek istemiyordu. Sonra açtı kapıyı, içeri girdi.” Koksal bir an düşündü. “Adamda Semiramis’in villasının anahtan var demek. Pekâlâ Aydın sağ olasın. Kubilay’ı versene bana... “Kubi, adam hâlâ evde değil mi? O halde Teo’nun soruşturmasını yürüten cinayet masasındaki Nurcan ile Zeki’yi hemen ara, villaya gelenden huylandığını söyle... Bir dümenle kimliğini öğrensinler...” “Olur. İhbar var diye gözaltma alırlar, kimliğine bakıp, ‘Pardon
25 5
yanlışl yanlışlık ık olm olmuş uş’’ diyerek diyerek salıv salıver erirl irler er.. Kolay ab abi.. i...” .” “Adamın kimliğini tüm ayrıntılarıyla al Kubi. Eğer yabancıysa İstanbul’a İstanbul’a neden geldiğim öğrens öğrensinler. inler. Fotoğrafı Fo toğrafını nı çektir, çektir, kamerakamera ya kay kayde det, t, tamam tamam mı mı?” ?” Semiramis’in evine, genç bir yabancının geldiğini, anahtarıyla kapıyı açıp villaya girdiğini arkadaşlarına anlattı. Adamın kimliğini Kubilay’m öğreneceğini söyledi. Semiramis henüz henüz gelmemişti. gelmemişti. İki saat sonra Kubilay aradığında Semiramis hâlâ gelmemişti. Kubilay bilgi verdi. “Oğlanı şimdi saldı saldılar lar.. Adı Tobias, Tobias, soyadı Adelhei Ade lheid.” d.” “Bir dakika kalem kâğıt alayım” alayım” dedi Koksal. Koksal. “Söyle ismini bir daha.” Kubilay söylerken Koksal duyulur sesle tekrarladı. “Adı Tob Tobia ias, s, soyadı soyadı Adelhe Adelheid. id. Berli Berlinli nli... ...”” Bunları duyan Peter ile Lara şaşkın ayağa fırladı. “Tobias Adelheid mı, ne olmuş ona?” Koksal parmağıyla “bekleyin” işareti yaptı. Biraz daha konuşup telefon tel efonu u ka kapa pattı. ttı. “Kubilay buraya geliyor, ayrıntıları anlatacak.” Peter Pete r neredeyse Köksal’m yakasına yakasına yapışaca yapışacaktı. ktı. “O kadının evine giden kişinin adı Tobias Adelheid mı?” “Evet, öyleymiş” öyleym iş” dedi Koksal. Koksal. Lara ile Peter’i Pet er’in n şaşkınlığını şaşkınlığını anlaanla yam yamad adı. ı. “Tobias Adelheid, Teo’nun en yakın arkadaşı” diye kekeledi Peter. Koksal hatırlamıştı. “Berlin’de evine gittiğimiz Bayan Leoni’nin torunu değil mi? Hani cenazeye gelen kızıl saçlı delikanlı...” “Öyle... Teo’ Te o’nu nun n dilinden dili nden düşürmediği düşürmediği arkadaşı "Tobias "Tobias Adelh Ad elheeid” dedi Lara kısık bir sesle. sesle.
Tobias ve v e sırları Peter ile Lara’nın şok olması doğaldı. Öldürülen Teo’nun en iyi arkadaşı Tobias’m Semiramis’in evine gitmesi akıl almaz, umulmaz bir olaydı. “Başka bir Tobias Adelheid olmasın sakm? Benim tanıdığım Tobi’nin Tobi’nin İstan İstanbu bul’da l’da tanıd tanıdığı ığı kimse kimse yoktu” yoktu” ded dedii Pete Peter. r. Peter Pet er kadar şaşkın şaşkın olan o lan Lara da şoktan kurtulamam kurtulamamıştı. ıştı. “Teo ile beni Berlin’den İstanbul’a uğurlamak için havaalanına gelmişti. Bizi İstanbul’a gitmekten caydırmaya çok uğraştı. Uçağa binene kadar ‘Ne işiniz var İstanbul’da, gidin Havai adalarına keyfinize bakın’ diyordu diyordu.. Belki de isim benzerliğidir...” benzerliğidir...”
256 25 6
Debra ve Bob, Tobias’ı tanımadıklarından yorum yapamıyorlar dı. Merak ve evham artmadan Kubilay otele geldi. Elinde büyük sarı sarı bir zarf zarf vardı. vardı. Zarfı göstere göstererek rek güld güldü ü. “Alman delikanlının pasaport fotokopileri...” Zarfa ilk atlayan Peter oldu. Aceleyle açtı zarfı, fotokopileri çıkardı. Diğerleri de ayağa kalkmış, omzunun üstünden görmeye çalışıyorlardı. Peter kâğıtlara bakakaldı. İlk tepki veren Lara oldu, hafif bir çığlık atarak ellerini yüzüne kapadı. “Teo’nun arkadaşı Tobias bu... Aman Tanrım, o kadının evinde ne işi var.” Peter ise başını deli gibi sallayarak söyleniyordu. “Tobias ve Semiramis... Tobias İstanbul’da... Ben de burada yım yım.. .... Beni Beni ara ram mıyo ıyor, hiç tan tanım ımam amas asıı gereken gereken o ga gari rip p ka kadı dın nın evine gidiyor. Hem de kadının evinin anahtarı cebinde. Neler olu yo yor, neler neler oluy oluyor? or?”” Koksal, Lara ile Peter’i iskemlelerine oturttu. “Durun bakalım, neler olduğunu Kubilay anlatsın. Otur Kubi.” Kubilay otururken, Koksal Peter’in elinden fotokopileri aldı. Kâğıtları masaya yaydı. Tobias’m pasaport fotokopilerindeki girişçıkış damgalarıyla dolu sayfayı içlerinden ayırdı. “Hangi “Hangi ülkelere girip çıkmış bak bakalım alım.. İşte İş te Türki Türkiye’ye ye’ye giriş çıkış damgaları. Hey bu da ne?” Koksal bir bir damganın damganın üstün üstünee parmağıyla parmağıyla vururak arkadaşlarına gösteriyordu. “Şuna balan yahu!.. 4 nisanda İstanbul’a giriş yapmış. Bu tarih, Teo’nu Teo’nun öldür ldürü üldü ldüğü tari tarih hin 1 gün önce öncesi si... ...”” Peter ile Lara yine ayaklanmıştı. Peter’in dudakları titremeye başladı. “Teo’yu öldürürlerken, Tobias İstanbul'daymış ha?..” Koksal bir damgayı daha gösterdi. “6 nisanda İstanbul’dan çıkış yapmış. Teo’nun ölümünün ertesi günü gitmiş.” Lara’yı sinirden gıcık tutmuştu, öksürmeye başladı. Debra ona bir bardak su verdi. Lara, çarpıntısını bastırmak ister gibi elini göğsünün üstüne koymuştu. “Hadi buna akıl erdirin bakalım. Teo ile bana ‘Sakın İstanbul’a gitmeyin’ diyen adam bizden bir gün sonra buraya geliyor, sonra..” Peter sözünü kesti. “Teo’nun öldürüldüğü gün burada ve ertesi gün gidiyor. Sonra
25 7
tekrar geliyor ve Semiramis denilen kadının evine gidiyor. Bu işte önemli bit yeniği var. Bu piç, kardeşimin başına gelenlerden sorumlu.” Koksal, yerinde duramayan Peter’i kolundan çekerek tekrar sandalyesine oturttu. “Soğukkanlı olalım. Muammanın boyu uzuyor. O halde daha akılcı davranma davranmalıyız. lıyız. Esrarengiz Semiramis’in Semiramis’in kontaklarını kontaklarını öğrenmeliyiz. Tobias her kimse onun hangi rolde olduğunu anlamalı yız.” “Tobias Talimhane’de Tal imhane’de bir otelde o telde kalıyor. Oda numarasına kadar biliyorum. Cinayet masasındaki dostlar Tobias’ı izliyorlar, ayrıca yurtd yurtdışm ışma a çıkamaz çıkamaz”” dedi dedi Kubilay ilay.. “Onunla konuşmalıyım, yoksa delireceğim. Teo öldürüldüğünde ne sebeple burada olabilir. Onu görmeliyim” derken çok öfkeliydi Peter. Peter. “Bir şeyler ayarlarım, bir yolunu bulup size getirtirim” dedi Kubilay. Peter avucunu yumruklayıp duruyor, dudaklarım ısırıyordu. Tobias’m Tobias’m oteline oteline gitme gitmek k ist isted edi. i. Koksa Koksall engel engel old oldu u. “Polis izliyor, zaten pasaportunu da tutuyor, Türkiye’den çıkış yapabileceği bütün kapılara eşgali, adı soyadı bildirilmiş, fotoğrafı gönderilmiş. Asla kaçamaz! Soracağın sorular varsa, Kubilay onu kaçamayacağı bir yere sana getirecektir. Şimdilik izlenmesinde fayda var. Ürkütmeyelim onu Peter, ilişkileri çok önemli.” “Bir “Bi r dakika, dakika, bir dakika... dakika... Bir şey söyle sö ylemeyi meyi unuttum” unuttum” dedi ded i Kubilay elini alnına vurarak. Hepsi Heps i ona döndüler döndüler.. “Semiramis’in evine gelen adamın olayına daldım. Önemli bir haber var; var; Emniyet E mniyet Müdürlüğü Müdürlüğü’nden ’nden sızıntı aldık. Çemberli Çemb erlitaş’ taş’a a bomba koyanların başı konuşmuş. Binlerini ihbar etmiş. Polisler o kişilere baskın yapmış, adamları ölü bulmuşlar. Başka operas yonla yonların rın da da yap yapılac ılacağı ağı söyle söyleniy niyor or,, fakat itiraf itirafçı çı kim kim, ölenler kim kim,, olaya başka kimler bulaşmış henüz bilemiyoruz... Ama emniyetteki arkadaşların tahmini, bombacıların terörist değil çete olduğudur. Bomba olayının da başka sebepleri var deniyor. Terörist değiller değil ler mi? Pek Peki, öyleyse kim bunlar bunlar ve Çemberlitaş’ı neden hava ya uçur uçuraca acakla klardı rdı?” ?” Duyduklarıyla hepsinin kafası karışmıştı. Kubilay beklemedi, yeni yeni bir şeyler öğren öğrenme mek k um umuduyl duyla a tekrar tekrar polis merkezin merkezinee gitti itti.. Her gelişmede gel işmede Köksal’ı arayacak arayacaktı. tı.
258
Tobias’ Tobias’m m ortay ortaya a çıkı çıkışın şının ın şok şoku u Çem Çembe berlit rlitaş aş bomb bombacıla acılannm nnm ve 7 Akbaba’nm yarattığı heyecanı aşmıştı. Peter ile Lara yerlerinde duramıyorlardı. Ancak misafirleri olan fizik profesörü Bedri Can kut ile astronomi doçenti Esin Alphan’m yanlarına gelmesi onları toparladı, susmalarına neden oldu. Ertesi gün gün Rumelihisarı’nda neler neler yapacaklarını yapacaklarını birli bir likte kte planladılar. dılar. Bu defa defa rahattılar, rahattılar, çünkü çünkü gömülü gömülü binayı kazı kazı yaparak yaparak ortaya ortaya çıkarmalarına Başbakanlık Başbakanlık izin vermişti.
Neler oluyor? Kara Temur, oteline döner dönmez Bob ile ekibinin Ankara’ya giderek giderek iki i ki gün kaldığını ada adamla mlarında rından n öğrenince öğreni nce heyecanlanmışheyecanlanmıştı. 7 Akbaba’yı çalma planlarım bir daha gözden geçirecekti. Ankara’ya gidiş sebeplerini ve gelişmeleri öğrenmesi için Semiramis’i ekibin oteline göndermişti. Semiramis’in iki profesörü görmesini istemiyorlardı, bu nedenle lobide değil, Lara’nın dubleks dairesinde toplanmışlardı. Bob ise lobid l obidee Semiramis’i Semiramis’i bekliyordu bekliyordu.. “Özleminden ölecektim” diyerek bin bir cilveyle Bob’a sanlan Semiramis vücudunu öyle dayamıştı ki, lobidekiler bakmadan edemedi. Bob utanmıştı. “Oturalım, yoksa ahlak zabıtası gelecek” dedi. Semiramis’in amacı Bob’u sevişirken konuşturmaktı. Kadınlığının silahlarını kullanmasına rağmen Bob’u tahrik edemeyen Semiramis öfkesini zor gizliyordu. Bob ise sürekli, sürekli, “Hastalanıyorum “Hastalanıyorum galiba, galiba, hiç halim yok” yok ” demekdemekteydi. Yarım saattir konuşuyorlardı. Bob kazı izni aldıklarından ve yapa yapaca cakl klar arın ında dan n söz etm etmedi. edi. Rah Rahat atsız sızlığ lığın ınıı öne öne süre sürerek rek onu evine evine yollad yolladı. ı. Bir gün gün sonr sonra a Rume Rumelihi lihisar sarı’n ı’nda da başlay başlayaca acak k ka kazıd zıdan an Semiramis’in haberi olamamıştı. Ancak, sabahın erken saatlerinde ekibi sürekli gözleyen Kara Tem Temur’u ur’un n ad adan anılan ılan ha habe beri ri ile ilett tti. i. “Amerikalı “Amerikalılar lar kalabalık gruplar halinde Rumelihisan’na Rumelihisan’ na gittiler. Ekipte ilk defa gördüğümüz bir adamla bir kadın var... Bir de kameraman sürekli çekim yapıyor. Aletlerim taşıyan otobüsle jeneratör kamy kamyon onlar larıı da yine yine oraya oraya pa park rk etti etti.. Janda Jandarm rma a ve polis polis dışarıda hisarm kapısında nöbet tutuy tutuyor or.. Hisarın içine çok ço k sayıda janda jandarma rma ve polis gir girdi di... ...””
259
Taş duvarlar Bob hisara girerken durdu, baktı, kollarını koskoca Rumelihisan’nı kucaklarmış gibi açtı. “Selam muhteşem kale!.. Gizlediğin sırları bu defa çözeceğim, bak seyret!..” îşçiler kuyuyu tekrar açmak için kullanacakları iş makinesini içeri sokuyorlardı. Hevesle koşan Pat aracını hemen çalıştırdı, yavaşça yavaşça kuyu kuyun nun yanm yanma a park park etti. etti. İşçiler kuyuy kuyuyu u gizlemek için koyulan demir levhayı kaldırdılar, Bob’un işaretiyle Pat kepçeyi kuyunun ağzına indirdi ilk toprak kümesini aldı. Hepsinin sevinç çığlığı atması ekibin üç yeni üyesini şaşırtmıştı. “Selam akbabalar biz geldik!..” Kuyuyu açma işlemi sürerken Koksal, Esin ile Bedri’ye 7 Akbaba’ıun peşindeki heyecanlı macerayı anlatıyordu. Profesör Bedri 45 yaşlarında ince uzunca boylu, dalgalı gür saçlarına aklar düşmüş zarif bir adamdı. Doçent Esin gerçek sarışındı, yumuşak saçlarmı topuz yapmıştı, yeşil gözlü, uzun boylu güzel bir kızdı. Kameraman Korkut Barış esmer, orta boylu atletik yapılı, güler yüzlü yüzlü 35 yaşl yaşlar arın ında dayd ydı. ı. Kuyunun açılması iki saat sürdü. Aceleyle doldurulmuş toprak yum yumuşakt şaktı, ı, kolay boşa boşaltü ltüm mıştı. ıştı. Joe ile Matt Matt kesici kesici ve delici aletle aletle-rini alarak duvara geçit açmak için kuyuya indiler. Kuyu güçlü lambalarla aydınlatılmıştı. Amerikalı teknisyenler müthişti. Dev gibi adamlardı, hızla işe giriştiler. giriştiler. Duvarda Duvarda daha daha önce tespit ettikleri ettikl eri beton ve asfaltla birleştirilmiş taşlan çıkaracaklardı. Taşların bitişme yerlerim geniş lettiler. Taşı kancalı levyelerle çekince kolayca yerinden çıktı. İlk taştan taştan sonra diğerlerini de balyozl ba lyozla a vararak çıkarmak kolay kol ay oldu. oldu. Bir insanın sığacağı kadar geçit ge çit açtüar. açtüar. 1 metreye metr eye 1,5 metreli metr elik k giriş için altı tane taş sökmeleri yetmişti. Açılan geçide fenerlerini tutarak baktılar. Aynı anda “Vaavv!” demekten kendilerini alamadılar. İki teknisyen kuyudan kuyudan sabırsızlıkla çıkarak bombayı bomb ayı patlattılar. patlattılar. “Taş duvarın arkasında bir bina var!” “Kapkara bir şey...” Bütün Bütün ekip önce önce bir bi r sarsıldı, sarsıldı, sonra neredeyse havaya zıplayacaklar dı. Kulaklarına inanamadılar. Teknisyen Joe devam etti. “İnsan geçecek kadar kapı açtık. Duvar üe arkadaki bina arasında 4,5 m var yok.” Bob onlara sanldı, kucaklayıp havalandırdı.
260
“Getir asansörümü!” diye bağırdı sonra Pat’e. Vince bağlı metal sepet sepet kuyu kuyunu nun n kenarına kenarına getirildi. “Hadi Debra, radaıı al inelim!” dedi sepete atlayan Bob. O sırada Profesör Bedri kibarca seslendi. “Görevimiz “Gö revimiz gereği sizinle olmamız olmamız gerekiyor. gerekiyor. Ayrıca Ayrı ca radyasyo radyasyon n ölçeri de almalıyız.” “Elbette dostum, yerimiz var buyrun.” Sürekli çekim yapan kameraman Korkut’un ardından Esin, Bedri, Bob ve Debra vinç sepetine bindiler. Bob yüreği kabarmış, çılgın gözlerle duvara bakıyordu. “Görüyor Görüyor musun musun Debra, Debra, duvarın duvarın ardında kapkara bina varmış, derken çocuk gibi ellerini çırpıyordu. Pat’in kazı makinesi zemini iyice genişletmişti. 67 kişi yan yana yana dura rab bilird ilirdi. i. Bob Bob telsize telsize ko konuştu. tu. “Lara, Peter, Koksal, Bay Serkan siz de gelin. Hepiniz birer fener alın. Vinç yukarı!” Kasklarını takan, gerekli diğer malzemeyi de alan Lara ile Peter’den sonra Koksal ile bakanlık gözlemcisi Serkan da kuyuya indi.
Beklenen an O an gelmişti... Birkaç adım attıktan sonra esrarengiz bina karşılarında olacaktı. Kalpleri durmuş gibiydi. Kale gibi yükselen taş duvarın dibinde karanlık toprağm kokusunu soluyorlardı. Kendilerini bir anda çok eski takvimlere düşmüş hissediyorlardı. Yüz yıllard yıllardır ır ya yazıl zılan an am ama a yeri büin büinm mey eyen en,, esrar esrarıı çözülem çözülemeyen eyen 7 AkbaAkbaba kubbesi “herhalde” 5 adım ötedeydi. îlk adımı kim atacaktı? Esin yürüdü, radyasyon Ölçeri duvarda açılan girişten içeri tuttu. “Temiz” dedi ve sihirli adımı attı. Onun hareket etmesi diğerlerini hipnozdan kurtarmıştı. Teker teker Esin’i izlediler. Fenerlerini binaya tuttuklarında siyah blok öyle bir belirdi ki, kara bir tsunami dalgası üstlerine yıkıldı sanki... Kutsal bir anıtla karşılaşmanın ma nın doğurabilece doğurabi leceği ği duygu duygular lar kabardı kabardı içlerinde. Jenera Jeneratör töree bağ bağlı lı lam lamba bala ları rı da içeri aldıl ldıla ar. Siy Siya ah blok ma malzem lzemeeden yapılmış yapılmış bina, bina, bakanları bakanları büyüleyen kara bir göz gibi parlıyordu. Binayı kaplayan siyah blok biraz önce silinip yıkanmış kadar temizdi. Yüksekliği kitapta yazıldığı gibi 15 m olmalıydı. Debra hayranlıkla bakarak mırıldandı. “Siyah pelerinli dev hayalet, ne kadar da temiz, parlıyor...”
261
Kubbeli Kubbeli bina karşılarmdaydı karşılarmdaydı ve onları oldukları yere ye re çakmış çakmıştı. tı. Sessizdiler, söyleyecek söz bulamıyorlardı... O durumda ne söylenirdi ki? Oruç Bey’in yazdıkları doğruydu demek. İşte 7 Akbaba kubbesi. Önlerinde dikilen oydu. Bastıkları zemine baktı Bob, binayla aynı siyah taştan yapılmıştı. Binanın iki yanma dizilmiş tabut benzeri metal kapaklı 14 sandığa ağızları açık bakıyorlardı. bakıyorlardı. “Rüya mı bu?” bu?” diyebildi di yebildi Debra kısık bir sesle. “Salon el sürmeyin!” diyerek uyardı Bedri. Radyasyon veya benzeri tehlikeler olabilir. Tedbirli olalım. Sandıklara yaklaştüar. Metal kapaklar da tertemizdi ve parlı yorlard yorlardı. ı. Radyasy Radyasyon on ve elektrik elektrik geçirmez eldivenlerine eldivenlerine rağ rağme men n dokunmadılar. Binaya biraz daha sokuldular. Bob ile Debra siyah duvara değecek kadar yakındılar. Fenerlerin ışığıyla aşağıdan yukarıya binanın duvarını taradılar. “Aman Tanrım, tek parça bu bina” diyen Debra arkadakilere baktı. Hiç bitişme yeri yok. Sanıldığı gibi bunlar siyah mermer bloklar blok lar değil... değil... Bedri radyoaktivite ölçeri her yöne tutuyordu. “Harika “Ha rika!.. !.. En ufak radyasyon radyasyon sinyali bile yok” yo k” dedi. dedi. Ölçerle duvarı da kontrol ettikten sonra eldivenli eliyle duvara dokund dokundu, u, avucunu avucunu bastırdı, bastırdı, parmağıyl par mağıyla a kapı çalar çal ar gibi gi bi vurdu. vurdu. “Mermer “Mermer kesinlikle değil. değil. Bir tür tür metal metal veya veya çok çok sert plastik madde diyeceğim diyeceğim ama dilim dili m varmıyor... varmıyor... Eski çağlarda plastik ne gezer.” Debra radar cihazını açtı, kubbe duvarının arka tarafını görebilmek için dalgalan göndermeye başladı. Bob, küçük laptoptan dalgaların vereceği verec eği sonucu sonucu beldiyordu beldiyordu.. “Biraz sonra kubbenin içinde neler olduğunu gösteren şekiller belirir.” Bob dikkatle baktığı laptoptan başım kaldırdı. “Hayret, görüntü gelmiyor.” Birden sesi yükseldi. “Radar dalgalan duvardan geçmiyor. Böyle şey olamaz!..” “Mümkündür” dedi Bedri. “Keops Piramidi’nin duvarlarından da radar dalgası geçmez.” “Doğru söylüyorsun ama elimdeki aygıt son teknoloji!” Debra radar aygıtım indirdi. “Kubbenin esrarı giderek büyüyor. Bu radann arkasını gösteremeyeceği madde olamaz diyorduk.” Gözler Göz lerii büyümüştü büyümüştü Debra’nm Debra ’nm.. “Piramitler ve şu kubbe hariç demek ki... Yıllardır uğraşıldı
2 62
ama ultra souad, radar gibi tarayıcı cihazlar piramitlerde işlevini yapa yapam madı. dı. Gönd Gönderi erilen len titreşim titreşimler ler duva duvarla rlara ra çarpı çarpıp p geri geldi” dedi. “Kapıyı açıp girmekten başka çare yok galiba...” “Debra haklı. Aynen piramitler gibi çözümsüz gizemler taşıyan bir yapı olabilir bu kubbe... îşimiz zor” diyen Bob yavaş adımlarla binanın arka tarafına doğru yürüdü. Taş duvar ile bina arasında yakla yaklaşık şık 5 m boşlu boşluk k vardı vardı.. Bob’u izle izledi diler ler.. Turu Turu tam tamam amla ladı dıkt ktan an sonra arkeolog Doçent Debra kafasını toplamıştı, açıkladı. “Dıştaki taş duvarı ve çatıyı sanınm sanı nm Fatih Fatih Sultan Sultan Mehmed yaptırmış. Kubbeli binayı taş bir kutunun içine koymuş diyebilirim. Oruç Bey, Bey, kitabında kitabında ‘Sultan herkes herkesii gönderdi, sadece sadece 118 sekban kaldı çalıştı, sonra 18 18 sekban sekban kaldı. kaldı. Sonra gelenle gel enlerr binayı göreme gör eme-diler, çukur kapanmıştı’ diye yazıyor. Demek ki sultan, binayı duvarların içine aldı, toprakla taş yapıyı örttü ve onun üstüne de camiyi yaptırdı. Neden neden neden?” “Kesinlikle Kesinl ikle tam isabet!” isabet!” dedi Bob. “Kitapta yazılan 14 sandık da yerinde yerinde duruy ruyor. Anlad Anladığı ığım m kadarı kadarıyl yla a Su Sulta ltan sandı sandıkla kları rı açtırma açtırma-mış. Aynen dediğin gibi, neden neden neden?” “Fetih savaşı öncesi uğursuz sayılacak bir şeylerin ortaya çıkmasından çekinmiştir” dedi Koksal. Sonra sabırsızlığını belli etti. “Binan “Binanın ın içine girmeyecek girmeye cek miyiz?” Metal kapı karşılanndaydı. O güne kadar sürekli kullanılmış izlenimi verec ver ecek ek kadar kadar temiz ve pa parla rlaktı ktı.. “Binanın bekçileri olsa bu kadar temiz tutamazlardı” dedi bakanlık gözlemcisi Serkan. “Vardır “Vardır belki bel ki”” deyince Peter Pet er irkildiler irkildiler.. Lara kızmıştı yine. “Şaka yapmanın sırası değil Peter.” Kapıda tokmak veya başka türlü tutacak yoktu. Metal, buzdolabı kapağından farksız görünüyordu. Oruç Oruç Bey Bey kitabında, kitabında, Zağanos Zağanos Paşa’nm itmesiyle itmesiy le kapının açıldıaçıldı ğını yazıyordu. Bob eldivenini giydi, sol eliyle feneri kapıya tuttu, sağ eliyle itti. Kapı açılmadı. Daha güçlü itti, yine açılmadı. Koksal ile Peter de yanma geldi, hep birlikte ittiler, kapı açılmıyordu. Binanın siyah kaplamasıyla kaynaşmış metal çerçevesine baktılar, bir düğme veya minik bir kol aradılar, yoktu. Peter şaka olsun diye parmağını bükerek kapıya tıklattı. “Hey kimse yok mu?” İşte o anda hiç beklemedikleri bir şey oldu, korkuyla bir adım geriye sıçradılar.
263 26 3
Kapı aralanmıştı. Bir süre donup kaldılar. Kendim ilk toparlayan Debra’ydı, üeri çıktı, Koksal onu tutmak istedi ama yetişemedi, Debra kapıyı itmişti büe. Kapı ardına kadar açılınca dışarıya akan ışık görülmemiş yoğu yoğun nlukt lukta ayd ydı, ı, çok gari garip pti. ti. îçinde îçinde lam lamba ya yan nan bir bir sütu sütun na benzibenzi yord yordu. u. Say Sayda dam m merm mermer er ya da buz buz ka kalıb lıbıı benzer benzerii ışığ ışığın ın içind içindee ka kalan lan Debra’nm silueti de ışık saçan ilahi bir varlık gibi görünüyordu. “Aman Tanrım, aman Tanrım...” diyordu genç kız sadece... Yerin metrelerce metre lerce altındak altındakii bu ışığın kaynağı kaynağı neredeydi? Açılan Açıl an kapıdan kapıdan gelen derin sesle irkildiler. irkildiler. Müzik benzeri ses inilti gibiydi, giderek giderek daha çok çok duyuluyo duyuluyordu rdu.. Volümü Volümü yükseliyordu. yükseliyordu. Hangi çalgıdan çıktığı çı ktığı belli b elli olmaya olmayan... n... Var yok yo k bir bi r musik musiki... i... Hem duyulan, hem de işitme yanügısı gibi gelen ses, kubbeden esen rüzgâra karışarak kulaklarında yankılanıyordu. yankılanıyordu. Uğultu mu, bilinmeyen dillerle okunan ilahi mi? Müzikti, ama hiç duyulmamış bir musiki... Meçhul bir korodan ilahi, ilahi, ama dünya dünya dinlerinden hiçbirine ait değil... Dalga dalga gelen titreşimler t itreşimler ekiptekilerin ekiptekile rin sinir uçlarına kadar kadar tatlı sızlamalar bırakarak iniyordu. Hepsini içine alan ilahi uğultu onlara itaat ve saygı emrediyordu. Direnmek mümkün değildi. Serkan ile Koksal ellerini açıp dua ettiler. Peter ile Lara haç çıkardı, Bob dizlerinin dizler inin üstün üstünee çöktü, çöktü, Bedri ile ile Esin dua mırıldanarak öylece bakıyordu. Bir an durakladıktan sonra toparlanan Korkut çekimi sürdürmekteydi. Debra ışığın ışı ğın içinde i çinde kımıldamadan kımıldamadan dimdik duruyo duruyordu. rdu. Koksal, iradesini iradesini zorlayarak zorlayarak vücudunu vücudunu musikinin musikinin tutsaklığından kullardı. kullardı. Olduğu Olduğu yere çakılan Debra’nm yanma gitti. Om Omuzlarından uzlarından tutt tuttu u. Şimdi Şimdi binanın binanın içini görebiliyordu. Buz Buz gibi soğuk bir ışık içeiç eriyi aydınlatıyor aydınlatıyordu. du. Her taraf aynı aynı ışığı alıyordu ki, ki, hiç gölge gölge yoktu. Siyah binanın iç duvarları beyazdı. Donuk mat bir beyaz. Onları bir anda hipnotize eden musikinin volümü düştü, melodi değişti hafifledi, beyinlerini tutsak eden çember gevşemişti. Konuşmaya ilk cesaret eden Bob oldu. Silkindi, gözlerini açıp kapadı. “Büyü bitti, hadi içeri girelim” dedi. Esin de kendine gelmişti. “Girmeden önce radyasyon kontrolü yapalım” diyerek aygıtın uzun ucunu kapıdan içeri tuttu. “Temiz. Radyasyon yok.” Protokol gereği binaya ilk Esin ile Bedri girdi. Diğerleri meraklı bakışlarla onları izledi. Kapı geniş bir meydana açılıyordu. Meydanın ortasına kadar geldiler, durdular.
264
Yedi köşeli meydanın zemini siyahtı. Tam ortasına metal süslemeler gömülmüştü. Süslemeler, yılan çöreklenmesine benzeyen kıvrımlardan oluşan oluşan iç içe iç e d öıt öı t dairenin dairenin üstü üstüne ne işlenmişti. işlenmişti. Dairenin çapı 5 m olabilirdi. Yaklaşık iki karış enindeki iç içe dört daireye de üçerli motifler işlenmişti. Motifler süsten çok hiyeroglife benziyordu. Kâseye benzer biçim, onun yanında kanatlarım açmış kuş, “H” harfine benzeyen bir şekilden sonra çizgi geliyordu. Çizgiden sonra çam ağacı biçimi, ok ucu, sırt sırta iki çizgi, üçgen, iç içe daireler... Bunlar hep benzetmeydi. O motifler belki kâse veya kuş değildi. Boşluk bırakmadan dairelerin içini doldurmuştu. Bob Lara’ya sordu. “Motiflerin “Moti flerin an anlam lamıı var mı? mı?”” “Sanırım var. Süsleme değil bana göre... Anlatım olabilir. Ancak bildiklerimizden değil... Bugüne kadar böyle bir alfabe bulunmadı. Sembollerle ifade diyebilirim. Kocaman dairenin spiral biçiminde olması ve içinde birçok spiral bulunması son derece düşündürücü.” Soğuk esinti, hafifleyen musikiyle birlikte yüzlerini okşuyordu. Peter şöyle bir silkindi, fısıltıyla konuştu. “Tavana bakın çocuklar!..” dedi. Mat siyah kubbede örümcek ağı biçimi süslemeyi oluşturan taşlar yıldız gibi parlıyordu. Peter tekrar mırıldandı. “Bunlar elmas. Kitapta, kubbe mıknatıslı elmastan yapılma deniyordu...” Doğruymuş. “Elmas ha.. Süslemenin taşlan elmas olabilir” diyen fizikçi Bedri açıkladı. “En sert madde elmas. elmas. Ama Ama kubbe kubbe simsiyah. simsiyah. Elmas ile ile çelik karışımı... Yani karbon çelik... Karbon bağmm eşsiz dayanıklılığı ve kenetlenmiş yapısı elmasm sert olmasmı sağlar. Karbon atomları arasındaki bağlar çok kuvvetlidir. Bu nedenle de çok sert yapıy yapıya a sah sahipti iptir. r.”” Gülümsedi Bedri. “Cilalı Taş Devri'ndeki hangi teknoloji bu kubbeyi yaptı acaba?” “Dünya kubbeye büyük ilgi gösterecek elbette...” diyen Kültür Bakanlığı gözlemcisi Serkan, çevreye ve tavana hayranlıkla bakı yord yordu u. “Tavandaki elmas süsleme de spiral, çok ilginç. Neyse, şimdi dilerseniz bölmelere girelim. Akbabalar oralarda olmalı” dedi Lara Bir başka büyük heyecan dalgası esti. Meydanın çevresinde
265
yedi köşeli meydan meydana a açıla açılan n ka kapıs pısız ız oda biçiminde biçiminde yedi bölme vardı. Kapıya en yakın olandan başladılar. Bölmeler, aynen iç duvarlar duvarlar gibi taşı andıran andıran sert beyaz be yaz maddeden yapılmıştı. Labirent benzeri giriş içerisini göstermiyordu. Bu defa en önde Bedri vardı. Onu diğerleri izledi. Giriş labirentini aştılar ve gördükleri karşısmda karşısmda tekrar dilleri dil leri tutu tutuldu ldu.. İşte karşılanndaydı. Akbaba, odanın tam ortasmdaydı. Boyu 1 m kadardı. Zümrütler, yakutlar, elmaslar gövdesini kaplamıştı. Üstündeki mücevherler ışık saçıyordu. saçıyordu. Başı Başı koparılmıştı ve sütu sütun n biçimindeki biçi mindeki kaidesinin üstünde duruyordu. Gözlerindeki iki büyük yakut, kırmızı parıltılarıyla dünyanın en ünlü kuyumcularının bile aklını başından alabilirdi. Yaklaşık 1,5 metre yükseklikteki kaidesi küf rengi yedi köşeli sütundu. Kaidenin önüne uzun bir levha eklenmişti. Akbabaya uzak durdukla durduklarında rından n levhadaki ufak yazıl yazılan an net göremiyorlardı. göremiyorl ardı. “Akbabanın üstüne aynca bir ışık düşüyor, yoksa ben mi yanlış görüyorum” diye sordu Bob. Peter Pet er onu onu yanıtladı. yanıtladı. “Bana “Bana göre doğru görüyo görüyorsun rsun.. Zor fark edilen bir bi r ışık tam tepeden akbabanın üstüne iniyor...” “Burası sihirli bir yer. Gördüklerimin gerçek olduğuna hâlâ inanamıyorum. inanamıyorum. Sanki Sanki rüyadayım ve uyanınca bunlann hepsi kaybolacak... Düşün Düşünün ün bir kere; toprağın to prağın 25 m kadar altındayız, böyle böy le bir bina buluyoruz, içinde mücevherle kaplı akbaba görüyoruz, nereden geldiği belli olmayan ışık, kaynağı anlaşılamaz garip musiki gibi bir b ir ses, 7 Akbaba, 7 köşeli bina, 7 köşeli köşel i sütunlar vesaves aire vesaire...” vesaire... ” dedi Debra Debra.. Debra’nın sözlerini Lara tamamladı. “Burası öyle bir yer ki her şeyi esrarengiz. Hangi düde yazıldığını bilmediğimiz levha, Oruç Bey kitabına kitabına göre kıyametin tarihi akbaba levhalannm birinde yazılı... Binanın dış kaplaması bilmediğimiz bir madde, iç duvarlar ve zemin de öyle... Aman Tannm biz neredeyiz yahu?” Bob kolundan çekti Lara’yı. “Hadi dostlar diğer odalara bakalım. Sonra levhalan inceleriz." İkinci odaya geçtiler. Birinciden farklı değildi. Buradaki akbabanın da başı lanlmış ve kaidenin üstüne konmuştu. Altıncı odaya kadar başı kopanlmış hepsi birbirinin eşi 5 akbaba gördüler. Altıncı odadaki akbabanın başı yerindeydi. Kaidesinin önündeki levhaya levh aya daha öncekiler öncekil er gibi anlaşılmaz anlaşılmaz yazılar kazınmıştı. kazınmıştı.
Kıyamet habercisi ha bercisi mi? Yedinci akbaba hepsinden farklıydı, tamamen siyah parlak taşlarla kaplanmıştı. Sadece gözlerindeki yakutlar kıpkırmızı parlı yord yordu u. Boyn Boynun unda daki ki tüy tüy ha halka lkalar lar elmas elmasla larla rla göste gösterilm rilmişti. işti. Başı Başı koparılmamıştı. Kaidesinin önünde iki levha vardı. Yine bilmedikleri küçük şekillerle ve harflerle yazı yazılmıştı. kitabmda her akbabanın 7 000 yılı anlattığı yazılı. “Oruç Bey kitabmda Son iki akbabanın başı yerinde... Yedinci siyah mücevherle kaplanm lanmış, bana göre kıyametin tarihi siyah si yah akbaban akbabanın ın levhasında...” levhasında.. .” dedi Lara. “Okuyamıyoruz ki” diyen Serkan üzüntüyle başmı salladı. Bob karıştı. “Henüz başlangıçtayız. Bütün sun çözmeye çalışacağız. Türk uzm uzman anlard lardan, an, dünyada dünyadan n yardım istey is teyece eceğiz ğiz.” .” Sonra eğilip levhadaki şekillere yakından baktı. “Latin harflerine benzeyen biçimler var. Hayvan figürleri gibi olanların yanma çizgiler çizilmiş.” “Yazıdan çok incecik spiral levhanın tamamım kaplıyor. Sanki plak gibi. Hani CD çalara koy dinle veya seyret. Acaba öyle mi? Kubbedeki spiraller dikkati çekecek ç ekecek kadar kadar fazla” dedi Lara. Lara. “Dostlar, yazılarla sonra uğraşırsınız, şimdi ne yapacağız? Son derece önemli bir bulguyla karşı karşı karşıyayız. karşıyayız. Tarih değeri değ eri yanında hesaplanamayacak kadar maddi değeri olan bir hazine burada duruyor...” dedi Koksal. Serkan atüdı, “Bakanlığa haber vermem gerekiyor. Ayrıca polis ve jandarma sayısını çoğaltmak çoğal tmak şart. şart. Bence bir b ir an önce akbabalar merkez banbankası kasa dairesine taşınmalı, taşınmalı, güvende olurlar.” olurlar.” Bedri telaşlandı. “Sakın ha!.. Bunlara dokunamayız. Yusuf Kılan vasiyetinde ne yazm yazmış ış ‘AKBABALARA AKBABA LARA DOKUNMAYIN’ DOKUNMAYIN’ diyo diyor. r. Profesör Profesö r Nadir Nadir ‘ASLA KIMILDATMAYIN’ diye önemle ihtar etmiş. İnceleme yapacağız. Binadaki her şey bulmaca, inceleme çok uzun sürecektir.” Esin daha ayrıntılı açıkladı. “Heyecanımız “Heyecanı mız geçince geçinc e dehşete düşece düşeceğiz. ğiz. Ne N e kadar çok bulmabulmaca olduğunu fark edeceğiz. Bu ışık bu serinlik nereden geliyor? Müzikli rüzgârın kaynağı nedir? Binanın inşaat malzemesi, metal kapısı, içlerinde ne olduğunu bilmediğimiz 14 sandık, elmas kubbesi gibi soru işaretlerinden sonra bir de 7 Akbaba’nm esrarını tek tek çözmemiz acaba ne kadar zaman alacak?”
2 67
Korkutan gerçek Akbabalı kubbeden çıkan Serkan telefonla aradığı Kültür Bakanı’na bilgi verdi. Bakan, kubbenin içindekileri öğrenince kulaklarına inanamadı. Serkan’dan, Bob ve ekibini kendi adına kutlam kutlamasın asınıı ve gelişmeleri hemen bildirmesini bildirmesini istedi. Serkan tekrar akbabalı kubbeye inerek inere k hisarda alman alman güvenlik önlemlerinin rahatlatıcı olduğunu anlattı. 7 Akbaba’yı müzeye taşımak konusundaki düşüncelerini tekrarladı. Bob, 7 Akbaba’nın nakledilmesine karşıydı. “Güvene alalım derken ağır bir hata yapabiliriz. Onları yerinden oynatmadan maddesini, niceliğini, niteliğini, varsa işlevini öğrenmeliyiz” dedi. Debra aynı görüşteydi. “Gördüklerimizi biri bize anlatsaydı inanır mıydık? Kaynaksız ışık, musikiye benzer esinti, mücevherle kaplanmış akbabalar... Ve onlar hakkındaki bilgimiz sıfır... Önce olağanüstü bulguların ne olduğunu bilmeliyiz.” Lara bir başka ilişkili konuyu hatırlattı. “Oruç Bey, kitabında Fatih Sultan Mehmed’in her şeyin gizlenmesini emrettiğini yazıyor. Akbabalara dokunmamış. İşte size soru; neden dokunmamış? Öyle ya, bu kadar değerli taş, zümrütler, yakutlar, elmaslar gömülür mü? Bir de düşünün, Sultan ve yanınd yanındaki akiler ler kubb kubbey eyii 145 1452’de, ’de, yani yani yüzyı yüzyılla llarr önce önce bulu buluyo yor. r. ElektElektriğin olmadığı o çağda kubbenin güçlü ışığı onları nasü etkilemiştir. Hele nereden geldiği belli olmayan müzikli soğuk esinti... Yine de hiçbir şeye dokunmadan binayı gömdürmüş. İlginç.” Peter ekledi. “Çağma göre akıl almaz buluntular Fatih’i korkutmuş olabilir. Belki ürktüğü için kubbeli binadaki hiçbir şeye dokunmadan toprağa gömdürdü.” “Sanmam” dedi Koksal. “Fatih çok aydm bir padişahtı, çok gençti ama tam bir rönesans entelektüeliydi. Matematik bilginiydi, Latince, Arapça, Rumca ve Farsça okur, yazardı. Bilimsel eserlerden eserl erden oluşan geniş geniş kütüphan kütüphanesi esi vardı. vardı. Kesinlikle Kesinl ikle yem ye m bulunbuluntulardan cehalet yüzünden korkmamıştır. Mantıklı bir tehlike görmüş olmalı... Sadece mantıklı bir tehlike nedeniyle kubbeyi toprağa gömdürmüştür.” Bedri, Köksal’ın görüşüne katılıyordu. “25 yaşında tarihin ilk yüksek eğitim kurulularını, İstanbul’un ilk üniversitesini kuran Fatih Sultan Mehmed’in akbabalara
2 68
dokunmamasmın kesinlikle mantıklı nedeni vardı. Hatta bilimsel nedeni vardı demek doğru olur.” Esin de onlara katıldı.
“Bence asıl üstünde durulması gereken, Fatih’i 7 Akbaba’ya dokundurmayan ‘mantıklı sebep” neydi? O mantıklı nedeni biz de bulursak bulmacayı çözmüş oluruz.” “Okey dostlar. Fatih’in mantıklı nedenini bizim de bulmamız gerekiyor. Şimdi akbabalara biraz daha sokulup bakalım nu?” dedi Bob ve sonra birinci odadan başlamaya karar verdiler. Hepsi birinci odadaki akbabaya iki adım kala durdular. Bedri gözlerini akbabanın üstündeki değerli taşlara dikmişti. “Varsam mı görüyorum?” diyerek akbabaya biraz yaklaştıktan sonra heyecanla heyecanl a dönd döndü. ü. İki İki eliyle yanaklarını yanaklarını tutuyord tutuyordu, u, Bedri Be dri’nin ’nin gözleri patlayacakmış gibi açılmıştı. Onların endişesini fark etti. “Hayır hayır, ben iyiyim... Fakat aman Tannm, inanmayacaksınız.. nız.... Akbaba Akbaba heykeli heykeli soluk alıyor...” alıyor...” “Ne dedin?” Onlar d a şaşırmıştı. şaşırmıştı.
“Soluk mu alıyor?” Bedri kekeliyordu. “Kabarıyor iniyor gövdesi... Taş gibi gözüküyor... Bakın iyice yak yakınd ından... ... Ta Taş de değil.. il.... Titriy Titriyor or,, da dalg lgal alan anıy ıyor or.” .” Hepsi sokulup baktılar. Bedri’nin engel olmasına fırsat vermeyen Bob, akbabaya dokunmak için elini uzattı. “Engelleyen bir şey var. Elim daha ileri gidemiyor.” Lara da elini uzattı. Akbabaya iki karış mesafede eli havada kaldı. “Akbabanın “Akbabanın çevresi ç evresinde nde kalkan kalkan var.” var.” Bob elini görünmeyen engele dayayarak bütün gücüyle itti. “Olmuyor. İnanılır gibi değil.” Akbaba Akbabanın nın mücevherlerle kaplı gövdesi zor zo r fark edilece edi lecek k şekilde inip kalkıyordu. “Haklı çıktınız, neyin nesi olduklarını anlamadan bunlara dokunmamalı” dedi Serkan. Bedri kollarını kollarını iki yana açt açtı. ı. “Zaten dokunamıyoruz ki...” Esin’in başka uyarıları vardı. “Akbabaların üstündeki değerli taşlardan kuşkuluyum. Başka şeylerden şeylerden kuşku kuşkuluyu luyum m, bir deney deney yapacağım. yapacağım. Şimdi ben birkaç dakika beklemenizi rica rica ediyorum. ediyorum. Yukarıya Yukarıya çüap çüap hemen ineceğim...”
269
Elleriyle “sakin olun” işaretleri yaparak dışarı çıktı. Vinç sepetine binerek binere k telsizle tel sizle yukarıya çekilmesini çekilmesin i istedi. Kuyun Kuyunun un başında bekleyenlerin en meraklısı Semiramis’ti. Kara Temur’dan haberi alınca hemen hisara gelmişti. Esin’i tanımıyordu, işçilerden birine sorarak Öğrendi. Esin, ekipteki asistanlardan birini kenara çekti, fısıldadı. Bir şişe süt ve solmaya yüz tutmuş birkaç çiçek almaşım istedi. “Gül olursa daha işime yarar... Hepsini siyah bir poşete koy, kimse ne olduklarını an anlam lamasın asın.. Aync A ynca a bir şişe su al, al, suyu dök ve dışarıdaki çeşmenin yalağından bulamk bulamk suyla doldur...” doldur...” Doçent Esin, kimsenin soru sormasına fırsat vermemek için suratını asarak uzak uzakta ta durdu durdu.. Kısa süre sonra sonr a asistan siyah poşet po şet-le döndü. “Hepsi torbada.” Esin meraklı bakışlar altında vinç sepetine hızla binerken Semiramis’in soru atağma ve “Beni de alın” demesine aldırmadan “İndir!...” diye bağırdı. Kubbedeki arkadaşları Esin’in elindeki torbaya baktüar. O torba yı açt açtı, ı, üç üç sa sap gül, bir şişe şişe süt süt ve bula bulam mk suyl suyla a dolu dolu şişeyi şişeyi çık çıkard ardı. “Bakınız, gördüğünüz gibi yaprakları dökülmek üzere olan gülleri ler i buraya koyuyorum. koyuyorum. Sütü Sütü ve bulamk suyla dolu şişeyi de yanına bırakıyorum bırakıyorum.. Bakalım yann geldiğimizde g eldiğimizde ne görece gör eceğiz? ğiz?”” “Harikasın Esin, piramit deneyi ha... Güzel” dedi Debra. Arkeolog olan Debra ile Bob ne yapmak istediğini anlamışlardı. Bedri çiçeklerin ve süt üe suyun üstünde durmadı, hemen karar vermek durumundaydı. “Akbabalar buradan çıkarılamayacağı gibi binanın içinden, dışından ve akbabalardan örnek almak düşünülemez bile... Bütün inceleme aletlerimizi buraya getireceğim.” Artık Artık yapacakları başka şey yoktu yoktu.. Korkut biraz daha çekim çeki m yaptı, yaptı, hep birlikte binadan çıktılar. Kapı kendiliğinden kapandı. Sütun gibi inen ışık bir an kaldı ve sonra kısalarak kapıdan kapıdan içeri çekildi. Kararlaştırdılar, yukarıdakilere gördüklerinden söz edilmeyecekti. Hele medya, kazıyı asla bilmemeliydi. Esin, Esin, kuyuyainmek isteyen isteye n kadından kadından söz etmemişti. Semiramis’i tanımıyordu. Ekiptekiler yukanya çıktıklarında çukurun başındaki sürpriz Semiramis’ti. Hemen Bob’a sokuldu cüveli edasıyla. “Beni yine atlattın sevgilim” dedi. dedi. Gözlerini yeni gördüğü Bedri ile Esin’e dikmişti. Sonra Korkut’u gördü.
270
“Ooo kamerayla çekim yaptınız ha... Aşağıda neler oldu görmek isterim.” Lara öfkeyle öfk eyle Semiramis’i kolundan yak yakalad aladı. ı. “Aşağıda “Aşağıda boş duvarlar var var.. Çok merak ediyorsan ediyorsan seni atalım aşağıya. Ömrün boyunca kuyuda kalabilirsin, benden sana izin” dedi ve Semiramis’i sarsarak kolunu bıraktı. Bob sakin ifadesiyle Semiramis’in elini okşadı. . “Sevgilim aşağıda daha önce bulduğumuz duvardan başkası yok. yok. Ör Örne nekle klerr alara larak k labor laboratu atuva vard rda a inceleme inceleme ya yapm pmak ak istiy istiyor oruz uz.. Kamerayla Kamerayla çekilenlere çekilenlere gelince, bakanlık çekim yapılmasını istedi. istedi. Kameraman arkadaş duvarların çekimini yaptı. Görüntüler devlete ait, ait, çok merak ediyorsan yarın bizimle biz imle aşağıya inersin...” inersin...” Bob’un kuyuya indirme yalanı Semiramis’i sevindirmişti. Kolunu kadının beline doladı. “Aşağıda yoruldum, şöyle âşıklar gibi tur atalım” diyerek arkadaşlarından uzaklaştırdı. Onların ardından köpüren Lara’ya “sus” işareti yapan Debra, Bedri ile Esin’e Semiramis’i anlattı. “Bu bayanı size tanıtmam gerekli. Kendileri casustur.” Bedri ile Esin şaşırmıştı. Debra devam etti. “Evet öyle... Bazı suçlar işlendi. Peter’in kardeşi gazeteci Teo von Huber öldürüldü öldürüldü.” .” Esin hatırlamıştı. hatırlamıştı. “Alman genç mi?” dedi. Peter’e baktılar. “Çok üzgünüz” dediler Bedri’yle ikisi. “Evet maalesef... O Alman genç Peter’in kardeşi Teo’ydu.” “Katillerle “Katillerle Semiramis’in bağlantısında bağlantısından n şüpheleniyor şüpheleniyoruz. uz. Ayrıca Ayrıca yaptığ yaptığım ımız ız ara araşt ştırm ırmay aya a büyük yük ilgi ilgi göst gösteriy eriyor.” or.” “Cinayetle araştırmanın ilgisi mi var?” “Var tabn. Teo’nun İstanbul’a geliş nedeni 7 Akbaba ile Çem berlitaş’ın altındaki kutsal emanetleri bulmaktı. Onu öldürdüler. Biz geldik. Semiramis bize arkeolog olarak başvurdu.” “Gerçekten “Gerçekten arkeo ar keolog log mu? mu? Daha Daha çok ço k erotik erot ik sinemam sinemamn n yıldız yıldızları ları-na benziyor" benzi yor" diyen Bedri Bedri kızardı. Sözlerinden Sözleri nden utan utanm mıştı. Debra Debra güldü. güldü. “Gerçek bir arkeolog. Moskova Üniversitesi mezunu. Birçok araştırmaya katılmış, deneyimli biri.” Lara ise hâlâ yatışmamıştı. “Bilimsel araştırmalarda bacak arasım en iyi kullanan arkeolog.”
271
Debra, aralarına yeni katılan Esin’i, Bedri’yi ve kameraman Korkut’u uyardı. “Hakkında bildiklerimizi, kuşkula kuşkularımız rımızıı Semiramis’e Semiramis’e bell b ellii etmiet mi yoru yoruz. z. Hepimiz Hepimiz aptalı aptalı oynuy oynuyor oruz uz.. Siz de de lütfen bizim gibi davradavranın. Ona güvenmeyin, bügi vermeyin. Semiramis’i uyutmayı bize bırakın ve lütfen onunla konuşmaktan kaçının.” Otele gitmek üzere yola çıktıklarında 7 Akbaba’nın etkisiyle düşün düşünceli, celi, şaşkın şaşkın,, heyecanlı heyecanl ı ve gergindü gergindüer. er. Gizemini koruyan 7 Akbaba’nm “ne olduğunu” düşünmek beyinlerim zorluyor, araştırmanın en yorucu bölümü oluyordu. Gördüklerini Semiramis’ten saklamak, rahatça tartışamamak heyecanlarını içlerine hapset hapsetmiş mişti. ti.
Bir saat sonra sonra Otele döndüklerinde döndüklerinde ayrı gruplar gruplar halinde halinde yemek yediler. Bedri ile Esin erken ayrıldı. Bedri üniversite laboratuvannı açtırarak inceleme için gerekli aletleri Esin’le birlikte hazırlayacaktı. Ertesi sabah hisarda buluşara buluşarak k kubbeye ineceklerdi. inecekler di. Bob ile Semiramis’i yalnız bırakmışlardı. Lara ile Peter başka bir köşede dertleşiyorlardı. Debra ile Koksal ise barın köşesinde romantik bataşlarla bataşlarla gözleriyle gözle riyle sevişiyorlardı. sevişiyorlardı. Kubüay’dan gelen telefon, hepsinin yorgun sinirlerine yeni bir gerili gerilimi mi taşıdı. taşıdı. Kubilay Köksal’ı Köksal’ ı emniyet emniyet müdürlüğünd müdürlüğünden en arıyordu. arıyordu. “Müdürüm, polis Tobias’ı gözaltına aldı. Lara üe Peter’in merkeze gelmesini istiyorlar. Siz de gelirseniz iyi olur. Semiramis oradaysa çaktırmayın. çaktırmayın. Durum Durum enteresan.” enteresan.”
Semiramis’e kimin neden aradığım söylemediler ama o, apar topar gidişlerini gidişleri ni merak etmişti, etmişti, Bob ve Debra otelde kalmışlard kalmışlardı. ı. Koksal, Peter ile Lara’yı merkeze götürdü. Merak içindeydiler. Polis Tobias’ı hangi sebeple gözaltına almıştı? “Tarihi eser kaçakçılığı yaptığmdan şüphelendiğimiz Londralı Kerame Ker ametle tle buluştu buluştu”” dedi komiser Adna Adnan. n. Tobias’ Tobias’ıı sürekli sürekli izleyen izleyen dedektifler dedektifler Zeki Zeki üe üe Nurca Nurcan n da komisekomiserin odasmdaydı. Kubüay’m muhabirleri, Topkapı Surp Nigoğayos Küisesi Küisesi önündeki önündeki kafede Tobias’ın Keramet’le buluşmas buluşmasını ını kamerayla kayda almışlardı. Komiser Adnan devam etti. “Keramet kadar önemli bir başka ilişki de var. Tobias, Rus maf-
t
272
yas yasın ının ın ba baba bala ların rında dan n Kara Tem Temur’la ur’la bir günde doku dokuzz kez telefonla konuştu. Şifreli lafladılar, ama büyük bir işin peşinde oldukları belli oluyordu.” Komiser Komiser notlarına ba bakt ktı. ı. “Sonraaa... Kara Temur’un metresi sandığımız Semiramis’le de üç kez telefonlaştı. Hepsini kayda aldık. Zaten onu daha önce Semiramis’ Semiramis’in in evinde evinde bulmuş bulmuştuk tuk.. Bu Tobias adlı adlı genç, Keramet, Keramet, Kara Tem Temur gibi gibi kara adamla larl rla a hayli kara işle işlere re bula laşşmış mutla tlaka...” ...” Peter, Tobias’m ilişkili olduğu kişilerin kimliklerini öğrendikçe şaşırıyor, öfkeleniyordu. Kıpkırmızı olmuştu. “Kardeşimin en yakın arkadaşıydı. Habersizce İstanbul’a geldi, kardeşim öldürüldü, kesinlikle katilleri biliyor. İşbirliği yaptığı kişiler olmalı, ama neden kardeşim öldürüldü? Bunu sorgulayın” dedi komisere. “Sizinle ve Bayan Lara’yla yüzleştirmek istiyoruz. Bu sebeple çağırdık. Yeminli çevirmen de hazır bulunacak. Sorularınızı kendiniz sorunuz. Hazır mısınız?” Peter Pet er başını salladı. salladı. “Getirin Alman’ı” dedi komiser içerde içerd e bekleyen bekleye n polise. polise. Sonra ayağa kalktı Peter’in yanma gitti. “Kendinize hâkim olun lütfen.” Az sonra iki polisin arasındaki Tobias odaya girdi. Elleri kelepçeliydi. Peter ile Lara’yı önce fark etmedi. Gördüğünde ise yıkılı yord yordu u. Yan anın ınd daki polisler polisler kolları lların ndan kavra rad dıla ılar, komi komise serin rin göst göster er-diği iske iskeml mleye eye oturttu oturttular. lar. Yanma Yanma da yeminli yeminli çevirmen çevi rmen oturdu oturdu.. Yüzü lapkırmızı olan Tobias, Tobias, Peter Pet er ile ile Lara’nm tam karşısınd karşısındayd aydı. ı. “Başlayabiliriz” dedi komiser. Tekn Teknisy isyen en pol polis is,, görüş görüşme meyi yi kayded kaydedecek ecek video kam kamera erayı yı çalış çalış-tırdı. Tobia Tobiass gözlerini gözlerini Peter ile Lara Lara’d ’da an kaçırı kaçırıyo yord rdu. u. Kızar Kızaran an rengi rengi şimdi solmuştu, Başı önüne düşmüş, sessiz, hareketsiz duruyordu. Göğsün Göğsünee değen çenesi ara sıra titremekteydi. Pet P eter er ile i le Lara’yı gördüğü an bastıran ter kızıl uzun saçlarım alnına yapıştırmıştı. Suçu Suçu her neyse, o suçu suçun n ağırlığı ağırlığı altında ezildi ezi ldiği ği belliydi. belliydi. Peter ile Lara’mn gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, görülmemiş olağanüstü olağanüstü bir bir yaratığın yaratığın ne olduğunu olduğunu anlamaya anlamaya çalışıy çalışıyor or gibiydiler. Komiser, polisler, Kubüay üe Koksal dramatik sahnenin izleyicileri olarak suskun bakıyorladı. Konuşm Konuşmak ak için kendini kendini ilk ilk zorlayan Peter Peter oldu. Önce sıkıntıyla s ıkıntıyla çenesini ovaladı, derin bir nefes aldı ve sordu. sordu.
273
Tobia Tobiass o anda anda ba başın şınıı kal kaldı dırd rdı, ı, dalgm dalgm gözlerle bak baktı tı.. “Hayır hayır, ben öldürmedim. Ben değilim ben...” Sesi titreyerek kayboldu, hıçkırmaya başladı, boşalan sümüklerini gömleğinin koluyla sildi. Polislerden biri kâğıt peçete verdi. Peter Pet er ona tiksinerek bakıyordu bakıyordu.. “Konuş Tobias. En iyi arkadaşını öldürdün. Sebep neydi?” Tobias’m Tobias’m başı başı artık artık önünd önündee değil değildi. di. Katıl Katılmış mış halde halde gövdesini gövdesini germiş dimdik oturuyordu. Gözleri Peter’deydi, bakıyordu ama görmüyordu sanki... Yüzü donmuştu. Kanlanmış gözleri, terden alnına yapışmış kızıl saçları, çökmüş morarmış gözaltları, bembe yaz olm olmuş uş teniy teniyle le sura suratı tı mas maske ke can cansız sızlığ lığmd mday aydı dı.. Hiç konuşmayacağını sanıyorlardı, o konuştu. Gözlerindeki donukluk donukluk yerini delice delic e bir parlaklığa bırakm bırakmıştı. ıştı. “Teo’yu ben öldürmedim. Kendisi ölüme koştu. Kendisi koştu anlıyor musunuz?” Şimdi bağırıyordu. “O aptalı uyardım, defalarca uyardım... Neler yaptımsa anlamadı” dedikten sonra birden sustu. Başını sallayıp duruyordu. Peter Pete r onu kendine kendine getirmek get irmek için tokat gibi gi bi bir sesle sordu sordu.. “Anlat Tobias! Neydi Teo’yu ölüme koşturan sebep? Neden ölüm? Bu kadar önemli miydi?” “Evet önemliydi. Çok kişi için önemliydi. Teo bulaşmamalıydı. O çocuktu, aptal kafası uyarılarımı anlamadı.” Bu defa Peter Pet er bağırdı. bağırdı. “Kardeşime aptal demeyi bırak! Bulmaca gibi konuşmayı kes! Başından anlat her şeyi! Nedir bu kanlı iş?” Yerinden kalktı, Tobias’ı tutup sarsacaktı. Polisler engel oldu. Üstüne Üstüne gelen gele n Peter’ Pete r’ee bakan bakan Tobias’m maskeleşmiş yüzü gülermiş gülermiş gibi kırıştı. Acıklı bir tebessümdü. “Su verin” dedi. Suyu içtikten sonra sakinleşmişti, artık bağırmıyordu. “Başından anlat dedin, anlatayım. Ninem Leoni ile Teo’yu karşılaştırmam felaketini başlattı. Teo, ninemle gazetesi için söyleşi yapma yapmak k isted istedi. i. Ninem Ninem kimsey kimseyle le kon konuş uşm muyor uyordu du,, Teo’nun Teo’nun kariyer kariyeriini etkilesin diye randevuyu ayarladım. Ninemden kitabına yazmadığı bir anısını istedi. Ninem 97 yaşında, ‘ilk defa aklıma geldi’ diyerek 7 Akbaba hikâyesini an anlat lattı. tı. Oysa hikâyeyi kaç yıldır yıl dır bilibil i yord yordum um,, çün çünkü en az 10 10 defa ba bana na an anlat latmı mışt ştı.” ı.” Lara şaşırmıştı. şaşırmıştı. “Demek sen Oi'uç Bey kitabını kitabını ve 7 Akbaba’h kubbe hikâyesini
27 4
çoktan biliyord biliyordun un... ... Ama en yakın arkad arkadaşın aşın Teo’y Te o’ya a 3 yıldır yıl dır söylesöyl ememiştin.” “Söylemedim. Neden söyleyeyim? Teo’yu ilgilendirmezdi ki... 7 Akbaba bana ait bir araştırmaydı, gizli tutulması gerekiyordu. Hikâyeyi ninemden ninemden dinlediğim an 7 Akbaba ile i le kutsal kutsal emanetleri bulmaya bulmaya karar vermiştim.” vermişt im.” Lara yine Tobias’m sözünü kesti. “Oi'uç Bey kitabmı kitabmı okumadan aradığını nasü bulacaktın. Sadece ninenin verdiği bilgi yetmezdi. Teo’ya aptal dedin ama demek asıl aptal sensin.” “Hayır Lara, ben Teo’yla kıyaslanmayacak kadar mantıklı biri yim yim,, ba bak k dinle dinle biblo biblo kadın kadın”” diyen diyen Tobi Tobias as iyice can canlan lanmıştı ıştı.. Oruç Bey kitabının kitabının tamamı senin koskoc kos koca a Berlin Kütüphanend Kütüphanendee yoktu, ama büyük dedemin odasmda vardı. İstanbul’dan Janos Klein’m Bey y elyazması gönderdiği Oruç Be elyazması ile il e çevirisi çevirisi dedemin kasasm kasasmday daydı. dı. Kitaplar, dedemin ölümünden iki gün önce geldiğinden onları kütüphaneye vermeye zamanı olmamıştı.” Lara’nm ağzı açık kalmıştı. “Vay canına” dedi Peter, sen nasıl keşfettin peki?” “Ninem ile il e bakıcısı bakıcısı Sophie Sophie öğle uykus uykusun una a yattığında ev benimbeni mdir. Karıştırmayı severim. Özellikle dedemin odasını ve kasasını... Ninem hikâyeyi hikâyeyi anlatınca anlatınca dedemin 7 Akbaba ve kutsal kutsal emanetlerle ilgili notları olmalı, diye düşünmüştüm. Odasını sürekli arardım. Sophie uyurken bir gün kasanın anahtarım aldım, açtım ve ‘bingo’ oldu, kitapları buldum. Elyazması işime yaramazdı, gerekli olan olan Almanca çeviriydi. Dedemin Dedemin odasınd odasındaki aki fotoko foto kopi pi mak makineinesini kullanarak kitaptaki beni ilgilendiren bölümlerin kopyalarım çıkardım çıkardım.. Kitapları tekrar yerine koydum.” koydum.” O ana kadar konuşmaları konuşmaları izleyen izleyen Komiser Komiser Adnan ilk sorusu sorusunu nu sordu. “Kara Temur ile Keramet’i nereden tanıyorsun? İlişkin nedir, birlikte hangi hangi işleri işler i yapıyorsunuz?” yapıyorsunuz?” Peter ile Lara gibi öfkeli ve heyecanlı olmayan komiserin sesi buz gibiydi. Tobia Tobiass bir an dura durakl klay ayın ınca ca komis komiser er uyard rdı. ı. “Sakın yalan söyleme aleyhine olur. Kara Temur ile Keramet hakkında iyi bir kaynaktan aldığımız çok bilgi var. Her şeyi açık ve eksiksiz anlat. Tamam mı?” “Anlatmasam olmaz mı? Bunlar tehlikeli adamlar. İfademi öğrenirlerse... Onlar üzerine konuşmama hakkımı kullanmak isti yorum yorum.” .”
275 27 5
Komiser Adnan güldü. Ayağa kalktı, gülümseyerek Tobias’ın karşısına geçti, geçti, çenesini okşadı. okşadı.
“Bak aslanım. Biz seni Avrupa Birliği yasalarına uygun olarak sorguya çekiyoruz. Başka türlüsü de olmayacak. Sonuçta ayrıntısına kadar her şeyi anlatacaksın. Bana güven. Mağaradaki iskelet hikâyesini biliy bi liyor or musun musun Tobias? Hımmmbilmiyorsun demek. AnlaAnlatayım: tayım: Mağarada bir iskelet iskel et bulu bulunu nur. r. Kimliği bilinmez. bilinmez. Amerikan Amerikan polisi uzmanlarıyla gelir, üç gün uğraşır iskeletin kimliğini çözemez. İngiliz polisi gelir, Alman polisi gelir günlerce uğraşırlar iskeletin kim olduğunu olduğunu anlayam anlayamazlar. azlar. En son Türk polis poli s ekibi gelir, mağaraya girer. Uzun süre çıkmazlar. Yiyecek içecek isterler o kadar... Aradan 6 ay geçer, herkes meraktadır. Yedinci ayda mağaradan çıkarlar. Türk Türk polis polis şefi şefi açık açıkla lam ma ya yapar, der ki: ki: ‘İskele ‘İskelett ifade ifade verme vermeme mekte kte direndi. 6 ay uğraştık ama sonunda iskeleti de konuşturduk.’” Odadakiler ilginç hikâyeye nasıl tepki göstereceklerini bilemediler. Gülseler sırası değildi... Komiser yüzünü Tobias’m yüzüne yakl yaklaş aştır tırdı dı.. “Ne demek istediğimi anladın mı?” “Anladım” dedi Tobias. Komiser Komis er gülüms gülümsedi. edi. “Öyleyse konuş bakalım akıllı çocuk.” Tobias Tobias anl anlatm atmay aya a ba başl şlad adı. ı. “Oruç Bey Be y hikâyesini öğrenince plan yaptım: yaptım: 7 Akbaba’ Akb aba’lı lı kubbe ve kutsal emanetler Türkiye’deydi. Janos Klein onları bulmak için 76 yıl önce İstanbul’a gitmişti. Klein’dan bir daha haber alınamadı, akbabalar ile kutsal emanetler de ortaya çıkmadı. Eğer bir yerlere gizlen gizlenmi mişler şlerse se yeni yeni teknoloj teknolojileri ileri kul kulla lana nara rak k bulm bulmak ak belki belki mümkün olurdu.” “Peki” dedi komiser. “Yerini biliyor muydun? Teknolojiye neden gereksinme duydun?” “Biliyordum. Oruç Bey kitabının kitabının bir bölümü bölümünü nü değil, tamamını okudum. 7 Akbaba’lı kubbenin Rumelihisaıı’nda, kutsal emanetlerin de Çeıuberİitaş’ın altında olduğu ortadaydı. Çemberlitaş ve kutsal emanetler hikâyesi eskiden beri söylenirdi, biliniyordu. Rumelihisarı’nda gömülü kubbeli bir bina ve içinde esrarengiz 7 Akbaba heykeli olduğunu kimse bilmiyordu. Karar vermiştim bir kere, onlara sahip olacaktım.” “Bir dakika Tob Tobias ias... ... Sen Almanya'nın Almanya'nın zengin ailelerinden birinin mirasçısısın. Milyonlarca euro’luk aile servetin var. Onlara sahip olmak için tehlikeli işlere girmeye ihtiyacın yok ki” dedi Peter.
276
Tobia Tobiass on onu hiç hiç du duym ymam amış ış gibi gibi an anla latm tmay ayıı sü sürdürdü. “İstanbul’da organizasyon yapmam gerekiyordu. Bir dosttan yard yardım ım isted istedim im.. Kreuzberg Kreuzberg’de ’de bir Türk Türk ka kahv hves esin inee gittik. gittik.”” “Bir dost dediğin kimdi, nereden tanıyorsun, Türk kahvesinin adı neydi?” Komiser Tobias’m başma dikilmişti. Tobias yine zorlandı. Artık kaçamazdı, soruya net yanıt verdi. “Bir dost, kokain kokain aldığım kişi. kişi. Ona‘Franki’ Ona‘Franki’ diyorlar, Frankeştayn’a benzeyen bir Türk. Gerçek adım bilmiyorum. Sadece Franki... Kreuzberg’deki kahvenin adım unuttum. Yemin ederim unuttum.” “Peki peki, Berlin’e gidersen kahveyi bulursun değil mi?” Komiserin bu sorusuna Tobias “Bulurum” yanıtım verdi. “Oraya gittiniz, sonra ne oldu?” “Kurtiz’le tanıştık.” “Kurtiz mi? Ne biçim isim bu? Türk mü?” “Eve “Evett Tür Türk. k. Asıl As ıl adı Ku Kurtulu rtuluş, ş, soyadı İz. İkisini birleşti bi rleştirip rip Kurtiz Kurtiz diyorlar. Projeme hizmet istediğim bölümlerini anlattım. Pahalı bir fatura çıkardı. ‘Öderim’ dedim. Kurtiz, Çemberlitaş ve Rumelihisarı’ndan ‘mallan’ çıkartacak ve Türkiye dışına kaçıracak ekibi bulacaktı. Türkiye’deki işleri Kurtiz’in kardeşi Varol ile Kara Temur yapacaktı. Kara Temur’la tanıştım, o da beni Keramet’le tanıştırdı. Keramet ‘malları’ pazarlayacaktı.” “Şu Tobias’a Tobias’a bak sen” diye söylendi s öylendi Lara Lara.. “Mafyaya “Mafyaya girmiş.” Komiser Komiser ise duyduk duyduklarından larından dolayı dol ayı mutluy mutluydu du.. “Kurtiz ile kardeşi Varol dediğin kişiler ile Keramet ve Kara Tem Temur Türkiye’de Türkiye’de ba başk şka a ne işler işler ya yapı pıyo yorm rmu uş? Devam Devam et!” dedi dedi Tobia Tobias’a s’a.. “En büyük büyük tarihi eser e ser kaçakçılığını kaçakçıl ığını onlar yaparm yaparmış. ış. Asle As len n Alman olan Selim ile ile Sa Sam mi adındaki adındaki İstanbullu İstanbullu kardeşl kardeşlerin erin büyük boydaki boydaki heykel lahit gibi mallarım Kara Temur, biblo, sikke gibi ufak boy dakileri bazı konsolosluk kuryeleri kaçınmuş. Londralı antikacı Keramet de satarmış. Yıllardır bu işi yakalanmadan yapmışlar. Hisar’daki ve Çemberlitaş’taki belirttiğim noktalara gireceklerini söylediler. Yüzde 30 pay istediler. İstediklerimi çıkaracaklar, kaçıracaklar ve sattıracaklardı. ‘Çok zor iş, kolay gibi konuşuyorsunuz’ dedim. Güldüler. Güldüler. Onlar bir yolım yol ımu u bulurm bulurmuş. uş. 250 250 000 000 dolar dolar avans verdim, işe başladık.” “Bu kadar parayı ne yapacaksın diye ailen sormadı mı?” dedi Peter. “Hayır somıadılar. Neden Nede n sorsunlar sorsunlar?” ?” “Yalan söyleme Toibas. Parayı nereden bulduğu önemli, Bay Komiser.”
277
Tobia Tobiass kızdı kızdı.. “Peter’i mi dinleyeceksiniz beni mi sayın komiser? Şımarığın biridir Peter.” Bunu duyunca Peter’in sinirleri iyice kabardı. “Vay alçak sen ne sinsi herifmişsin, pis işlere girmişsin, ailenin onurunu da düşünmemişsin” derken Tobias’a saldırmamak için kendini zor tutuyordu, polisler de önlem olarak yanma dikilmişti. Komiser bir böceği ezermişçesine parmağını Tobias’m alnına bastırdı. “Pekâlâ Tobias, senin kod adının Berimli Çoban Köpeği olduğunu telefon konuşmalarınızdan biliyoruz. Hakkında epey bügi miz var, bu nedenle tekrar uyarıyorum sakın yalan söyleme! Şimdi anlat bakalım, işe nereden başladınız?" Uyarıyı alan Tobias kaldığı yerden anlatmaya devam etti. “Depreme önlem araştırması adı altında Çemberlitaş’m kaidesine ve temeline toprak altı radarlarıyla baktılar. Temelde 11x11 m boyunda ve 2,5 m yüksekliğinde blok taş görüldü. Blokun içine 1 m yüksekliğinde, 2 m uzunluğunda ve 1 m eninde mini bir oda vardı. Oruç Bey kitabında aynısı yazılıydı. Kutsal emanetlerin orada olduğuna karar verdik. Kara Temur ile Varol oraya gizlice tünel kazarak kutsal emanetleri çıkaracaklarım söylediler. Onlar bir yolunu bulur tüneli kazarmış.” “Peki, Rumelihisarı Rumelihisarı kazısını nasıl nasıl yapacaklardı?” “Holdinglerine bağlı büyük çapta turizm ve nakliyat firmaları var. Her türlü nakliyatı Yeşil Kanat adlı firmalarıyla yapıyorlar. Firma, hisar camiini yeniden inşa etmek için başvurdu. Bakanlığın bundan hoşlanacağından eminler. Oruç Bey kitabında, kitabında, hisar camimin 7 Akbaba’lı kubbenin üstüne yapıldığı yazılıyor. Biz de cami inşaatı sırasmda temelin altına bakacaktık.” “Aradığınızı bulursanız gizlice çıkaracak ve kaçıracaktınız” dedi Komiser Adnan ve bir iskemle alarak Tobias’la diz dize oturdu. “Tamam, sonra ne oldu Tobias?” “Teo ortaya çıktı. Ninemden hikâyeyi duyunca duyunca heyecanlandı. heyecanlandı. Ninemin Oruç Bey kitabını anlatacağını bilseydim Teo’yu eve sokmazdım bile, boş bulundum. Onu ninemle tanıştırdığıma pişman olmuştum, ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Teo kitabı bulma hevesine kapıldı. Kütüphanede Lara’yla tanıştı. Birlikte İstanbul’a gitmeye karar verdiler. Teo tüm planlarımı berbat edecekti. Araştırma için resmi makamlara başvuracaktı. Böyle ce bizim gizli yürüttüğümüz işin önünü kesecekti, bütün emeklerimiz, harcadığım paralar boşa gidecekti. En önemlisi 7
2 78
Akbaba’yı ele geçiremeyecektik.” Tobia Tobiass durdu, terin terinii silmek silmek için kâ kâğı ğıtt mend mendil il isted istedi. i. Elleri Elleri kelepçeli olduğundan bir polis yüzündeki teri sildi. Komiser Komi ser Adnan sordu sordu.. “Önünüzü kesmesin diye Teo’yu öldürdünüz. Öyle mi?” “Öyle değil, öyle değil..." değil..." diyen Tobias’ı yine ter t er basm basmıştı. ıştı. “Teo’yu İstanbul’a gitmekten vazgeçirmek için çok uğraştım. Lara tanıkü tanıkür. r. Lara’ya da gitmeyin dedim.” Komiser Komiser Lara’ya sordu. sordu. “Doğru mu söylüyor?” Lara başıyla doğrulad doğruladı, ı, am ama a öfkeliydi. “O gece Teo’yu öldürmeye çalışan kamyonu da sen yolladın kesinlikle...” Tobia Tobiass tela telaşl şla andı. ndı. “Hayır öldürmek öldürmek için değil, korkutmak korkutmak için Kurtiz yaptırdı. yaptırdı. Ben de ertesi gün ‘Gördün mü bak, başma şimdiden dertler gelmeye başladı, bırak şu İstanbul macerasını’ dedim." Peter Pet er yine ayağ ayağa a fırladı. fırladı. “Yalan söyleme katil!.. Teo o gece döner lokantasındaki Türkle re sığmmasaydı kamyondakiler onu öldürecekti, başaramadılar...” “Hayır hayır” hayı r” diyordu Tobias. Tobias. Komiser Komise r araya girdi. girdi. “Sakin olun, bırakın anlatsın. Konuş delikanlı!” “Teo ile Lara İstanbul’a THY uçağıyla gittiler. Ayru gün ben de Lufthansa uçağıyla İstanbul’a indim. Keramet’i ve Kara Temur’u uyarmıştım. uyarmıştım. İstanbul’ İstanbul’da da Kurtiz’in kardeşi Varol’ Varol’la la bulu buluştuk ştuk.. Te T eo’yu o’ yu korkutup İstanbul’dan kaçırmaya karar verdik. ‘En iyi arkadaşımdır, burnu bile kanamayacak’ dedim. Teo ile Lara’yı izlemeye başladık. Şu gazeteci ile (Köksal’ı işaret etti) birlikte antikacı dükkâmna gittiler... Dükkân Janos Klein’ın torunlarına aitti.” “Janos Klein, Oruç Bey kitabmı kitabmı keşfedip 76 yü önce İstanbul’a gelen kişi değil mi?” “Evet, şimdi torunları antikacılık yapıyor. Kitabı soracaklarını biliyordum. Oysa Janos kitabı yıllar önce dedeme göndermişti. Elleri boş döneceklerdi, ama biliyordum Teo yılmazdı. Sağa sola başvuracak işlerimizi berbat edecekti. Herkes 7 Akbaba’yı ve kutsal emanetleri bililerinin aradığını öğrenecekti. Medya haber yapa yapaca cak, k, resmî mak makam amla larr gözlerin gözlerinii aça açacak cak, yolum yolumuz uz kesile kesilecekt cekti. i. Bu işe benimle giren Rus mafyası, Avrupa’daki tarihi eser mafyası, Kara Temur Temur,, Kerame Ke ramett ve Kurtiz ile Varol paha biçil biçilme mezz eserl eserlere ere
279
odaklanmıştı. Her engeli yok etmeye hazırdılar. Teo’yu korumak istiyordum, geldiğinin ertesi günü antikacının evine gitti. Biz onu izliy izl iyorduk...” orduk...” Koksal araya girdi. “Beyaz bir minibüsle değil mi?” “Evet beyaz minibüsle... Teo antikacının evinden çıktığında sevinçli görünüyordu. Bir şeyler keşfettiğini tahmin ettik. Minibüsle sokulduk. Ben kapıyı açıp ‘Teo, sürpriz!’ diye bağırdım. Beni görünce gö rünce Önce nce şaşırdı, şaşırdı, sonra sevindi.” Lara ayağa kalkıp bağırdı. “Alçak!.. Böyle Böy le tuzağa düşü düşürdü rdün n onu!” Kendini kaybetmiş gibiydi. Tobias kanlanmış gözleriyle bir an Lara’ya Lara’ya baleti, baleti, susunca susunca Komiser Komiser Adnan onu uyardı. uyardı. “Sen anlatmaya anlatmaya devam et. et. Teo seni görünce sevindi sevin di ve sonra ne ne oldu?” “Teo’yu minibüse aldım. Dayanamayıp ardından geldiğimi söyledim. ‘Sen ne yaptın, yaptın, kitab kitabıı buldun buldun mu?’ diye diye sordum. ‘Bulamadı ‘Bulamadım’ m’ dedikten dedikten sonra minibüsteküerin kim olduğunu olduğunu sordu. sordu. ‘Bir ‘Bir turizm şirketinin adamları. Araştırmada ben de yanında olacağım, ekibi şimdiden kuruyorum Teo’ Teo ’ dedim gülerek. Bana inanma inanmadı, dı, adamları adamları süzmeye başladı. Tedirgin olmuştu. ‘Beni otele bırak, Lara ile Peter’in gazeteci arkadaşı bekliyor. Şimdi arayıp yolda olduğumu söyleyeyim’ dedi. Cep telefonunu çıkardı. Yanımdakiler Varol’un adamlarıydı, biri atüdı Teo’nun elinden telefonu aldı. Şaşırmıştı, bana soran gözlerle bakarken, ‘Sakin ol, Teo. Bu arkadaşlar neler yaptı yaptığım ğım merale rale ediy ediyor orla lar. r. San Sana a zara zararr vermezle vermezler’ r’ ded dedim im.. Çok şaşırşırmıştı. ‘Ne dolaplar çeviriyorsun? Bu adamlarla ne işin var?’ diyordu. Beni de zorladıklarım söyledim. Artık bana inanmıyordu. Minibüsten atlamaya kalkıştı, kalkıştı, adamlar adamlar sarılıp minibüsü minibüsün n içine içi ne yatırdılar. yatırdılar. Biri alnına silah dayadı, dayadı, diğeri diğeri üstün üstünü ü aradı. aradı. Cebinden çıkan bir kâğıtta ‘Tarabya Alman Mezarlığı, dedemin mezan, Prenses’in mezarı ve birçok birçok sayılar’ yazıyordu yazıyordu.. Berlin’den Kurtiz’in gönderdiği adamların ikisi de Almanca biliyordu, okuduklarım anladılar. Biri ‘Bu ne demek istiyor?’ diye sordu. ‘Hiiç dedemin mezan orada...’ dedi Teo. İnanmadılar. Rakamlan sordular Teo konuşmadı. Biri, ‘Alman Mezarlığı’na gidelim, orada konuştururuz’ dedi. Havanın kararmasını bekledik. Teo benimle de konuşmuyordu. Üç kere de yüzü yüzüm me tük tükürdü. Gece Gece vakti vakti ark arka a tar tara aftan ftan Alma Alman n Mezar Mezarlığı lığı’n ’na a gir gir-dik. dik. Teo’ Te o’nu nun n büyük büyük dedesi İskender İsk ender Von Huber Paşa’nın mezan meza n üst taraftaydı. Yakınında Prenses Marie zu HohenloheIngelfingen’in mezan vardı, vardı, Adamlar Teo’yu Teo ’yu orada konuştu konuşturma rmak k istedi. istedi. Biri tokat
280
atınca Teo da ona vurdu. Teo güçlüydü, vurduğu adam düştü, sonra diğer diğer adam üstüne üstüne atladı, atladı, öteki ötekiyl ylee boğuşurken düşen düşen adam Teo’nu eo ’nun n bacaklarım bıçaklayarak ayağa kalktı, öldürmek istemiyordu. Ben ‘Yapmayın!’ diyordum. Teo, bıçaklayan adamla diğerini yumrukla yara yarak k düşürdü, adamlard larda an biri biri taban tabanca ca çekince çekince cadd caddee tara tarafın fına a kaçmaya başladı. Kan kaybetmişti, bacakları yaralanmıştı zor koşuyordu, duvarı aşıp caddeye atlamak isterken düştü. Adamlar yetiş yetişip ip tek tekra rarr bıça ıçaklad ladıla ılar...” r...” Lara kusmamak için mendilini ağzına bastırıyordu, gözlerini yu yummuş dinley dinleyen en Peter ile Köksa Köksal’m l’m tans tansiy iyon onu u iyice yük yükse selm lmiş işti. ti. Tobi Tobias as an anla latm tmay aya a devam devam ediy ediyor ordu du.. “Teo yine de onlardan kurtuldu, duvarı aştı caddeye atladı. Ben yetiş yetiştim tim,, peşin peşinde den n gitme gitmeler lerini ini önle önledi dim m. Kurtu rtuldu ldu sanı sanıyo yord rdum um ama... Ne yazık ki...” Tobia Tobiass sus susmuştu. tu. Öy Öyles lesin inee bir sess sessizl izlik ik oldu ldu. Od Odan anın ın ışıklan ışıklan kararmıştı sanki. Lara’ıun hıçkırığı duyuldu, ağlamaya benzer bir sesle anlaşılmaz sözleri bağırarak söylüyordu, oraya kusmamak için ayağa fırladı, polislerden biri kapıyı açarak Lara’yı tuvalete koşturdu. Peter gözlerini açmıştı, dirseklerini dizlerine dayamış öylece Tobias’a bakıyordu. Komiser sorguyu kesti. “Götür “Götürün ün,, geri kalan kalan ifadeyi ifadeyi sonra alacağız." alacağız." Tobias’ Tobias’ıı odad odadan an çık çıkard rdıl ılar ar.. Komis Komiser er son derece üzg zgü ün olan olan Peter ile perişan durumdaki Lara’ya, “otellerine dönebileceklerini, gerektiğinde kendüerini tekrar çağıracağım” söyledi. Peter ne yapacağını bilemiyordu. Tobias’ı yakaladıkları için defalarca defalarca teşekkür teşekkür etti. Ancak Ancak Lara’nın bir sorusu vardı. “Tobias’ı evinde bulduğunuz Semiramis ne olacak? Tobias’la tanışıklığı, Teo’nun ölümündeki suç ortağı kuşkusunu uyandırmı yor mu mu?” “Semiramis “Semiramis izleniyor. Serbestçe, ürkmeden hareket etmesi etmesi için Toibas’a Toibas’a telefon ettird ettirdik ik... ...”” “Ne telefonu?” “Tobias’a Semiramis’i arattık. Önemli bir iş için Londra’ya gitmesi gerektiğini, kısa süre sonra döneceğini söylettik. Böylece nereye kaybolduğunu merak etmez. Semiramis’le ilişkisinin ayrıntılarını da kendisinden almaya başlayacağız.” Lara memnun olmuştu. Peter heyecanla komiserin ellerine sanldı. “Rica “Ri ca ediyorum ediyorum onu bıçaklayanları yaka yakalayın layın,, olan bitenden haberim olsun, komiser.” Peter dik duruyordu. Komiser üzüntüyle ona baktığında çatık
28 1
kaşlarının kaşlarının gölgeledi gölgel ediği ği gözlerinin ışığını görd gördü. ü. “İntikam ışığı var gözlerinizde. Sabırlı olun lütfen. Biz katilleri yakala yakalarız rız,, siz de de Semi Semira rami mis’e s’e ren renk k vermeyin.” vermeyin.” Peter komiserin elini bir daha sert ve dostça sıktı. Hiçbir şey söylemedi, Lara’ya yolu gösterdi. Koksal ile Kubilay onları izledi. Otomobilin penceresinden İstanbul’un ışıklarına bakıyordu Peter. Yolun sol tarafındaki görkemli camiyi sordu. “Süleymaniye” dedi Koksal. “Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış.” “Muhteşem Süleyman” diyerek di yerek tamamladı Lara. Peter Pet er’in ’in dudakları büküld büküldü, ü, ağlamak ağlamak istemiyordu. “Dik durmalıyım” dedi. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Dik durmalıyım, çünkü kardeşimin katillerini cezalandırmalıyım. Bunu yapamazsam eğer, ona saplanan bıçaklardan daha fazlası ruhumu delik deşik edecek.” Acı acı gülümsedi. “Muhteşem Süleyman döneminde olsaydık Teo’nun katillerim hemen buldurur, bir meydanda kafalarım kestirirdi değil mi?” Lara şefkatle kolunu okşadı. “Başka şeyler düşünmeye çalış, Peter.” “Evet düşünüyorum. Onun ölümünden sonra geçen her günün Teo’nun Teo’nun taze taze yaşa yaşam mında ından n gasp gasp edilm edilmiş olduğ olduğun unu u düşü düşün nüyo üyorum rum. Allah’ın lütfettiği körpe bir candı Teo... Ve cehennemi boşaltmış iblisler tarafından yaşamı çalmıyor. Onu toprağa gömüyoruz. Etleri çürüyor yavaş yavaş. yavaş. O güzel yüzün yüzünü ü böcekle böce klerr yemeye yem eye başbaşlıyor, masmavi gözlerini gözle rini solucanlar oyuyor.” Lara endişelenmişti. Kardeş acısmm indirdiği darbenin etkisi Peter gibi soğukkanlı bir adamın direncini kırıyor muydu? Peter’in iradesi çatlamaktaydı. Lara, acısına kilitlenmiş Peter’e bazı uyarılar yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Elini avuçlarının içine aldı. aldı. Peter’in Pet er’in elleri ell eri buz gibiydi. gibiydi. O soğukluk Lara’nın içini titretti. Yme de konuşmalıydı.” “Peter, acmı paylaşıyorum inan bana... Tobias’ı bulduk, konuştu ama katiller henüz yakalanmadı. Katillerin arkasında birileri var, var, Semiramis Semiramis de kesinlikle kesi nlikle onlarla ilişkili. Bu nedenle Peter, rica ri ca ederim Semiramis’le karşılaştığımızda sakin ol. Düşün ki bunu ben söylüyorum, yani Semiramis’i bir kaşık suda boğmak isteyen ben.” “Bunu benden isteme Lara. O kadım gördüğüm anda...” Kölcsal koluna sanldı Peter’in. “Peter lütfen... O kadın ne kadar sinsi ise biz de o kadar soğukkanlı olmalıyız. Teo’ya kıyanların yerini o biliyor.”
Lara onun elini iyice sıktı. “Asıl suçluların kaçmasına meydan vermeyelim, Peter. Kadına bir şey şe y olursa...” olursa...” Koksal onun sözünü tamamladı. “... katiller hemen yılan deliklerine girip kaybolurlar.” “ Tama Tamam m tamam tamam”” dedi dedi Pete Peter. r. “Ateşim “Ateşim bir süre süre da dah ha içimde içimde yan yan-sın.” Otele girdiklerinde barın loş köşesinde Semiramis’i gördüler. Dizlerini Bob’ım bacaklarının arasına sokmuş ateşli âşık rolünü oynuyo oynuyordu. rdu. Onlan görünce gülümseyerek el salladı. salladı. “Kaçaklar geldi. Neredeydiniz çocuklar?” Bir iki kaş göz işaretinden sonra en iyi yalanı Koksal söyledi. “Düğün için Debra’ya sürpriz hazırlıyoruz. Başka soru sorma yın yın,, sürp sürpriz riz ka kaçm çmas asın ın.” .” Semiramis onların yüzündeki soğuk ifadeden kuşkulandı. Hiç de mutl mutlu u bir olayın organizasyonuyla ilgilenmiş görünmüyorlardı. görünmüyorlardı. Düşünceli, gergin ve heyecanlıydılar. Biraz da dağmık. Peter kimseyle konuşmadan bardan içki almış, elindeki viski kadehiyle pencerenin önüne oturmuştu. Buğulanmış gözlerle Boğaz manzarasına bakıyordu. Kameraman Korkut neler olduğunu anlayamamıştı, ama olağandışı bir şeyler yaşandığım sezmişti. Lara sabırsızlanıyordu, durumu biraz olsun Bob’a anlatmak istiyordu. “Semiramis, izin verir misin Bob’la özel konuşmam gereki yor.” yor.” “Elbette şekerim. Sevgilim sana emanet, ama fazla oyalama” dedi Semiramis. Soma küstahça gülerek bacak bacak üstüne attı. Etekleri Etekleri kasıklarına kadar kadar açılmıştı. açılmıştı. Masaya servis yapan garsonun garsonun manzara karşısında başı döndü, neredeyse sırtüstü düşecekti. Lara, lobinin köşesine götürdüğü Bob’a alçak sesle anlattı. “Teo’nun katili Tobias olabilir ya da Öldürülürken yanındaydı, katilleri katilleri tamyor. tamyor. Semiramis’le yakm tem temasta. asta. Dikkat et et bu karıya karıya,, şimdi öğrendiğin halde, miden kaldırır da sevişirsen sakın ağzından da n laf laf kaçırma.” Bob şaşırmıştı. Lara başka bir şey demeden uzaklaştı. Aynı bilgiyi Debra’ya Debra’ya verecekti. “Ben her şeyi anlattım” dedi Koksal yanlarına gittiğinde. Debra duyduklarına inanamamıştı, çok üzgündü, Semiramis’e nefretle nefr etle bakıyordu. bakıyordu. Bob ile Debra ayrıntıları öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.
283
Semiramis’i atlatmak, evine göndermek için sebep düşünürlerken, o hepsini şaşırttı. “Özel bir görüşme yapmak istiyorsanız engel olmak istemem. Ben burada beklerim. Kendinize bir bi r yer bulun” dedi. dedi. Tatlı Tatlı tatlı tatlı gül gülü ümsüyo süyord rdu u. On Onun beklenm beklenmedik edik sevecen da davr vran anışı ışı kuşku verici olsa da, merakın dayanılmaz çekiciliğiyle Lara’nm odasmda toplanmaya karar verdiler. verdiler. “Hemen döneceğiz sevgilim” dedi Bob giderlerken. Yaptığı iki yüzlü yüzlülüğ lüğee ken kendis disii de şaştı. tı. Semiramis baş başa kaldığı kameraman Korkut’a bakarak gülümsedi. “Korkut Bey, birer cintonik alalım mı?” Sonra tekrar bacak bacak üstüne atarak müthiş silahlarını küloduna kadar gösterdi. Gözlerinin içine oyarcasına bakarak Korkut’u hipnotize etmişti. “İyi olur, içelim” diye kekeleyen Korkut garsonu görebilmek için çevresine bakıyord bakıyordu. u. Semiramis’in gözü ise, Korkut’un yarım metre yarımdaki sehpa ya bıra bırakt ktığ ığıı ka kam merad eraday ayd dı. “Kor “Korku kutt ku kuyud yuda neleri neleri görü görünt ntül ülem emiş işti? ti?”” Semiramis eğildi, bakman Korkut’un elini tuttu. “Garson gözükmüyor? En iyisi bara giderek ısmarlamak” dedi sıcacık bir bi r sesle. sesle. Korkut ayağa fırladı, ama Semiramis elini bırakmadı. “İçkileri ben söylerim. Size zahmet olacak ama bir ricam var Korkut Bey.” Semiramis elini daha sıkı kavramış, okşuyordu. “Arabam otelin garajında. Anahtarımı versem arabamdaki ofis çantamı getirir misiniz? Çok önemli bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor, rehberim çantamda.” Dudaklarını ıslatan ıslatan,, gözler gö zlerini ini süzerek kendisine âşık olmuş gibi bakan kadın, Korkut’un aklım başından almıştı. Semiramis anahtarı uzattı, uzattı, “Beyaz bir BMW 725. Plakasında SEM yazıyor.” Genç kamera kameraman man iyi eğitilmiş bir bi r av köpeği gibi fırladı. Semiramis arkasından baktı. Çıktığından emin olunca oturduğu yerden yerden kam kameran eranın ın açı açışş düğm düğmesin esinee bas bastı. tı. Dijita ijitall ekra ekrana na ışık ışık geld geldi. i. Hemen “geri”, kısa süre soma “oynat” düğmesine dokundu. Küçük ekranda gördükleri Semiramis’in kanını dondurmaya yetm yetmiş işti. ti. Görüntüde bir akbaba vardı. Kamera zoom yapıyordu ve akbabanın banın üstündek üstündekii pınl pın l pırıl pırı l mücevherler iyice i yice bell b ellii oluyordu. oluyordu.
28 4
Yakalanmak endişesiyle “stop”a bastı görüntü akışım durdurdu, kamerayı kapattı. Görebildiği kadarı yeterdi. “7 Akbaba’yı buldular!.. Vay alçaklar, vay sinsiler!.. Bob denen alçak. Beni hayvan gibi becerirken dalga geçiyordun demek...” En çok bu düşünce Semiramis’e ağır gelmişti. Dişlerini gıcırdattığını fark ederek toparlandı. Şu sersemler dönse artık, ben de defolup gitsem.” İlk gelen Korkut oldu. Küçük ofis çantasını veren kameramanın heyecanlı haline gülmemek için kendini zor tuttu. “Teşekkür ederim tatlım” diyerek anahtarını da aldı. Korkut’un “Bir şey değil” diye kekelediği sırada Koksal ile Debra geri döndü döndü,, biraz sonra diğerl di ğerleri eri de geldi. Semiram Semiramis is kamerada gördüğünden öyle etkilenmişti ki, bir an önce otelden çıkmak ve büyü büyük k haberi haberi “Volkoda “Volkodav” v” ile ile Kara Temur’a iletmek iletmek istiyordu. Ayağa kalktı. “Gitmeliyim Gitmeliyim dostlar. dostlar. Yarın sabah hisarda buluşuru buluşuruz.” z.” Hızlı adımlarla kaçarcasına çıkarken arkasından bakakaldılar. Semiramis’i hiç böyle telaşlı görmemişlerdi. Peter Peter “Tobias’ı “Tobias’ın n durum durumun unu umu öğrendi acaba?” derken Semiramis’in Semiramis’in kaybolmasından kuşkulanm kuşkulanmıştı ıştı.. Onun Onun arkasından bir Alman Alman atasözünü mırı mırıldandı: ldandı: “Auge um Auge, Zahn um Zahn.’n9 Korkut ise Semiramis’in “ısmarlayacağım” dediği cintonikleri masada göremedi. Kamerasını aldı çantasına koydu. “İzninizle...” dedi. Yatağına uzanacak Semiramis’li düşler kuracaktı. Sabahın erken saatlerinde Rumelihisan’nda olacaklardı. Araştırmanın en önemli bölümü başlıyordu.
“Sona geliyoruz” “7 Akbaba’y Akbaba’yıı bugün bugün bulmuş bulmuşlar, lar, benden benden saklad sakladılar. ılar. Neden Neden çıkarmadılar bilemiyorum. Sabah herkes hisarda olacak. Beklediğimiz gün geldi. Baskın yarın olmalı.” Kara Temur’la konuşmasından sonra telefonu kucağına bıraktı Semiramis. Derin bir nefes aldı, arabasının koltuğuna yaslanarak gözlerini kapadı. “Sona geliyoruz. Sinir bozucu günler bitecek nihayet.” Gözlerini açmadan el yordamıyla çantasını yan koltuktan aldı, diğer telefonunu çıkardı, heyecanlıydı, parmağını titreten o numarayı tıkladı. Kalbinin çarpıntısını bastırmaya çalışsa da sesi* kısılmıştı. 19. Almancada,"Göze göz, dişe diş”.
285
“Volkodav sevgilim. Müjde!.. Yarın her şey bitiyor ve her şey başlıyor. 7 Akbaba’yı buldular, Kara Temur baskım yapacak. Onu merak etme, etme, onun onun işi yarın bitecek. Kesinlikle Kesinli kle çatışma çatı şma çıkacak ve bir mermi de onun beynini dağıtacak. İki kişi onu kollayacak. Gerekirse onu ben gebertirim. Artık yeter Volkodav, aşkımızın özgür olmaması delirtiyor beni.” Telefonu Telefonu ka kapa padık dıkta tan n sonra sonra gözlerini gözlerini yum yumdu. du. “Ta “Tannm nnm Volkodav’ı ne kadar çok seviyorum.” Fanteziler perdesindeVolkodav’la kendini seyrediyordu. Onun dudaklarmı göbeğinin altında hissetti, öpücükleri vücudunun her santimini yakıp kavuruyordu. Ağzı ıslanmıştı, dudaklarını yaladığında dilinin ucuna tuz tadı geldi, Volkodav votka içtikten sonra tuzlu limonu yalardı tekila içer gibi... Sonra “Voyçiçam” diyerek onu öperdi tuzlu dudaklarıyla.
Büyük gün, Rumelihisarı, saat 07.15 Rumelihisarı ve 7 Akbaba’lı kubbeye inen kuyu sabaha kadar ışıklandırılmıştı. Güvenlik önlemleri sürüyordu. Gece hisarın önünden önünden geçenler ışıklandırmayı ve nöbetçi nö betçi poli p olisle slerr ile jandarmaları görünce hisarda hisarda gösteri yapıldığım yapı ldığım sanmışla sanmışlardı. rdı. Gösterinin ne olduğun olduğunu u merak edenlere e denlere kibarca yanıtlar verilmiş, hisarda onaonarım yapıldığı söylenmişti. söylenmişti. Saba Sa bah h 07.1 07.15’te Profe P rofesör sör Bedri ile il e Doçent Esin test aletleriyle aletleri yle hazırdı. Bob ile Debra radar aygıtlarım almışlardı. Lara ise okunamayan yazıla yazılarr için için aşağ aşağıd ıda a ola olacakt caktı. ı. Bir Bir de ka kam meram eraman an Kork orkut. Sade Sadece ce alt altıı kişi kubbeye gireceklerdi. Koksal, Serkan, Peter ve hepsinden önce hisara gelen Semiramis yukanda bekleyecekti. Semiramis “7 Akbaba’nm bulunduğundan habersizi” oynuyordu. Safça sorularla ekiptekileri işleterek akbabaları gizlemelerinin rövanşım alıyordu. Vinçle kuyuya inen altı kişilik ekip yaklaşırken kapı kendiliğinden açıldı. Işığın buz sütunu gibi akışı bu defa da tüylerim ürpertti. Kubbeye girdiler. Aynı müzikal esinti, aynı serinlik, aynı donuk ama her yanı kusursu kusursuzz aydınlatan aydınlatan ışık, ışık, çöreklenmiş çör eklenmiş yılan yı lan benzeri benzeri yer süsleri ve akbabalar inşam dış dünyadan bir anda kopanyordu. Esin telaşla yürüyerek güller ile şişeleri bıraktığı köşeye gitti. “Aman Tannm, buraya gelin!” Parmağıyla gülleri gösteriyordu. Gül yaprakları dünkü gibi sönük değildi, tazeleşmiş dirilmişlerdi, henüz kopanlmış kadar tazeydiler.
286
Sonra süt şişesini kaldırdı Esin.
“Bakın yoğurt olmak üzere... Tam olması için 56 saat daha gerekli... gerekli... Ama görüyorsunuz görüyorsunuz süt bozulmamış bozulmamış ve yoğurtlaşmış.” Su şişesim aldı. “îşte mucize!.. Bulanık su annmış ve tertemiz olmuş.” Çok sevinmişti Esin, onun yerine Debra açıklama yaptı. “Piramitlerde aynen böyle olur. Çiçekler dirilir, süt bozulmaz ve yoğurda dönüşür, bulanık sular berraklaşır. Bunlar piramitlerde hep görülmüştür, denenmiştir. Piramide çöp koyarsanız kokmaz ve bir süre sonra mumyalaşır. Keops Piramidi’nde ne zaman öldüğü bilinmeyen bir kedi bulunmuştu, kokmadan kalmış. “Doğru çocuklar. Esin’in deneyi yararlı olacak. Piramitlerle eş atmosferi barındıran bir binanın içindeyiz. Piramitlerle aynı atmosfer, ilginç çok ilginç" dedi Bob. Bedri, “Artık testlere başlayalım” diyerek akbabaya sokuldu. Başı koparılmış olan akbabanın üzerini kaplamış mücevherler ışıldıyordu. “Önce akbabayı koruyan gözle görülmez kalkam incelemek istiyorum. Sonra akbabanın gövdesindeki nefes almaya benze yen ini inişş kalkış kalkışlara lara ve titreşimlere titreşimlere baka bakacağ cağım ım." ." Bedri yardım istemiyordu. Saat 08.30’du. Bob ile Debra arkeolojik açıdan kubbeyi incelerken, Esin Profesör Nadir’in dosyasındaki belgelere bakarak astronomi hesapları yapıyor, Lara tabandaki işaretlerin alfabesini çözmeye çalışıyor, kamerasıyla dolaşan Korkut çekimi sürdürerek onların her yaptığım ve konuşmalarını kaydediyordu. Kubbenin esintili musikisi içinde duyulan tek ses kameranın vızıltısıydı.” Saat 09.30’da Bedri sessizliği bozdu. “Arkadaşlar lütfen l ütfen toplanalım toplanalım.. Akbabaların ne olduğunu olduğunu sanısanırım açıklayabileceğim. Çok enteresan... İnanacak mısınız, bilemem.”
Saat 09.30, depodaki hayaletler Kemerburgaz’daki linyit madeninin depo binası görenleri şaşırtacak giysilerdeki adamlarla doluydu. Çoktan kapanmış maden ocağının karanlık deposundakiler sarıklı, şalvarlı, rengârenk cüppeli palabıyıklı kişilerdi. Deponun karanlığında onları görenler çağın yüzyıllar öncesinden gelmiş hayaletler sanabilirdi. Sessizce iki otobüse biniyorlardı. Otobüsler 16
287
Bursa plakalıydı ve üstlerinde POLİS yazılıydı. Otobüslerin ön sıralarında polisler oturuyordu. Sarıklı cüppeli kişiler iki büyük sandığı otobüslere taşıdı. Karanlıkta zor seçilen bir otomobil farlarım üç kez yakıp söndürünce otobüsler hareket etti.
Saat 09.35 Profesör Bedri’nin çevresinde merakla toplandılar. Akbabaları nasıl açıklayacaktı? Önce Profesör Nadir’in bıraktığı dosyayı gösterdi. “Büyük büim adamım saygıyla anahm. Yaşamım 7 Akbaba’nm ve bu kubbenin çözümüne adamış... Ama sanırım sonuca da ulaşmış. İki gecedi ge cedirr üstad üstadın ın notlarım inceliyorum inceliyorum.. Son teknol tek noloji ojiyle yle yaptığım testler testl er Profes Prof esör ör Nadir’in Nadi r’in 70 70 yıl önceki tespitlerini tespitl erini doğruluyor. doğruluyor. Şimdi Şimdi gelelim kubbenin ve 7 Akbaba’mn ne olduğuna. Akbabaların ve kubbenin kubbenin madde olarak olara k ne olduklarım olduklarım,, hangi hangi tarihte kimler kimler tarafından imal edildiğini ve buraya nasıl konduklarım yüzde yüz anlamamız mümkün değil. Ancak, çözebildiğimiz kadarıyla kubbe ve içindekileri iki varsayımla varsayımla ileri süreb sürebilirim.” ilirim.” “Binadan ve akbabalardan örnek almamız mümkün olsaydı, yapım yapım tarihle tarihlerin rinii anlay anlayab abilird ilirdik” ik” ded dedii Bob Bob.. Bedii hemen işaretparmağmı kaldırdı. “Örnek almak için binaya ve akbabalara iyi ki dokunmadık Bob. Eğer E ğer dokunsayd dokunsaydık ık büyük büyük bir faciaya fac iaya sebep olabilirdik.” olabil irdik.” Debra sordu. sordu. “Peki “Pek i profesör. İki varsayımınız nedir ve akbalara dokunsay dokunsaydık dık neden facia olabilirdi? ol abilirdi?”” “İki varsayım da baştan doyurucu gelmeyebilir, ama dinleyin. Birinci varsayım: Kubbe, bildiğimiz tarihlerden çok önce yaşamış bilmediğimiz bir uygarlığın eseri. Bu uygarlık bizden çok ileri teknolojiye sahipti. Dünya üzerindeki birçok esrarengiz bina gibi 7 Akbaba’lı kubbeyi kubbeyi de onlar yaptı yaptı diyelim." “Yani Mısır, Aztek, Maya yapıları gibi” dedi Debra. “Evet. Kubbenin atmosferinde çiçekleri canlandırma, suyu arındırma gibi Büyük Piramit’le eş özellikler olduğunu gördük. Ayrıca denemediğimiz denemediğimiz yaralan iyileştirme iyileştirme özelliği özell iği de vardır pirapiramitlerin. Ancak, kubbenin inşa edildiği malzeme ile akbabaların şaşırtıcı teknol t eknoloji ojik k üstün üstünlüğ lüğü ü piramitlerde görülmüş şeyler şeyl er değil. değil. Bilimin yanıt veremediği çok soru var.” Debra onun savlarını destekledi. “Güney Amerika kıtasında Peru ile Meksika’da Maya ve İnka
288
uygarlıkları, Afrika latasında Mısır, Asya’da Sümer ve Çin’in Sarı Irmak uygarlık uygarlıkları. ları. Bunla Bunların rın gizemi çözülemedi. çözülemedi. İlgin İlginçti çtirr hepsinin hepsinin anıt an ıt binaları aynı aynı coğrafi coğr afi konu konum mlarda, larda, eşboylamlardadır ve v e yüzleyüz leri kuzeye bakar.” Bob burada gülerek Debra’ıun sözünü kesti, “Bak bu eşboylam hikâyesi tam isabet Debra. Bakın şimdi, kubbenin Mısır piramitleriyle çok şaşırtıcı bir bağlantısı var dostum. Janos Klein’m albümündeki Keops Piramidi ile hisarın fotoğraflarının raflarının kenarına bazı sayılar yazılmıştı. O sayıların sayıların ne olduğunu olduğunu düşünmüştük.” “Bir dakika bir dakika” diyen Korkut kamerasını yere bıraktı. Balan, parmağımın üstündeki kesik iyileşiyor. Oysa daha dün tornavida kaçırmıştım, kaçırmıştım, kesik kesik bayağı bayağı derindi, derindi, bakın epey ep ey iyileşmiş iyileşmiş değil mi?” Hepsi başına toplandı, Korku Korkut’un t’un parmağındaki parmağındaki kesikt kesikten en pembe bir iz kalmıştı. Debra yaranın iyileşmesini normal bulduğunu söyledi. “Bir arkeolog arkadaşımın yarası aynen böyle Keops Piramidi’nde iyileşmişti. “Geçmiş olsun Korkut” diyen Bedri Bob’a sordu. “Fotoğraflardaki sayılardan söz ediyordun, Bob. Doğrusu çok merak ettim. Aynı sonuca mı ulaştık yoksa?” Bob notlarını Debra’dan aldı. “Piramit fotoğrafmm kenarında ‘29.0568°E’ yazılıydı. Bu ne demektir? Keops Piramidi’nin boylamıdır. ‘E’ doğu boylamı ‘29.0568° derece’ demektir. Rumelihisarı fotoğrafına bakınca şu sayıları gördük: ‘29.05682°’. Eş sayılar değil mi? Neden? Çünkü, Keops Piramidi ile Rumelihisarı aynı boylam üzerinde. Hem de tek bir derece bile şaşmadan... Vee iki yapıda birbirine benzer açıklanamaz olaylar yaşanıyor. Arman pis su, tazeleşen kuru çiçek, çiçek, iyileşen yara vesaire.” vesaire. ” Bedri ile Esin Bob’u alkışladılar. Esin çantasından Profesör Nadir’in Nadir ’in Jan Janos os Klein’ Klein’a a bıraktığı dosyayı çıkardı. “Aynı “Aynı tespitleri Profes Prof esör ör Nadir yap yapm mış. Keops ile hisarın hisarın boylamının eşliğini bulduktan sonra daha da ileri gitmiş. Kız Kulesi’nin ‘29.003910866°E’ ve Tarabya Alman Mezarlığı’mn ‘28.9670°E boylam derecesinde’ bulunduklarım fark etmiş. Hepsi aynı boylam üzerinde. Aynı boylamdaki Keops ve 7 Akbaba’lı kubbenin gizemini biliyoruz. Profesör Nadir, Kız Kulesi’nin oturtulduğu binanın altında aynen 7 Akbaba’lı kubbe gibi gizemli bir yapı olduğuna inanıyor. Notlarında ‘Kız Kulesi efsanesiyle gerçek apayrı olmalı.
289
Kulenin oturtulduğu siyah taşların altını açabilsek kesinlikle şaşırtıcı bulgulara bulgulara erişiriz’ diyor.” Lara merakla atıldı. “Boylamlar eş, tamam anladım. Keops ile 7 Akbaba’h kubbede gizemli şeyler oluyor. Bunu da gördük. Kız Kulesi ile Alman Mezarlığı da aynı boylam üzerinde... Ne anlama geliyor aynı boylam üzerinde olmaları profesör?” “Soruna ben yanıt vereyim. Çünkü yanıt fizik biliminde” dedi Bedri. “Teknik deyimlerin dışma çıkarak söylüyorum; birçok fizikçiyle birlikte inancım şudur; İstanbul’un üstünde bulunduğu 30 numaralı boylamın altından dünyayı bir arada tutan manyetiğin en güçlü kuşağı kuşağı geçer. 7 Akbaba’lı Akbaba’ lı kubbe bu kuşağın kuşağın üzerindeüzeri ndedir ve bunun ne ifade ettiğini anlamak için önce dünyanın manyetiğine bakmak gerekir. Dünyanın manyetiği yerkürenin uzayda toz toz dağılmasını önler. Manyetik kuşak ise çok güçlü olan bölümdür ve kabaca dünyanın içindeki manyetik topu saran kemerdir. Dünyanın Dünyanın manyetiği yeryüzünün bütün bütün olarak olar ak kalmasını sağlar. Yaşamı koruyan, atmosferi yerinde tutan, dünyayı yaşatan kutsal bir görevi vardır. Şu anda bastığımız tabandaki çekim ne kadar güçlü değil mi?” “Oruç Bey, kitabında kubbenin kılıçlan aşağıya çektiğini yazmış” dedi Koksal. Bedri devam etti. etti. “Evet. Rumelihisan güçlü manyetik alana sahip. Gemi seyir raporlarında ve haritalarda kaptanlar uyarılır: Pusulalar Rumelihisan önünde 10,5 derecelik sapma gö gösterir. sterir. Rota R ota ayan yapılırken yapıl ırken 10,5 derecelik sapma hep dikkate alınır. Dikkatsiz kaptanlann Boğaz yalılannın üstüne üstüne çıkış nedenlerinden biri de 10,5 derece der ece-lik sapmayı bilmeyişleridir. Pusulaya gözüktüğü gibi uyunca 10,5 derecelik sapma kazaya neden olur. Boğaz’da kılavuz kaptanlar bu sebeple önemlidir, onlar 10,5 derecelik hisar sapmasım bilirler. Güçlü manyetik alanlann aynı boylam ve enlem kuşaklannda olmasına kimse rastlantı diyemez. Çünkü dünya ve içinde bulunduğu evren rastlantıların değil ilahi bir düzenin eseridir. Bundan sonrasını sonrasını astronom olan Doçent Doçe nt Esin Alphan Alphan açıklasın.” “Şimdi bakın bakınız; ız; Profesö Prof esörr Nadir elimdeki e limdeki dosyasma şu notu yazmış: ‘Dünyanın içindeki çekim enerjisi Tann’nm insanlığa armağanıdır’ ve bir ipucu vermek istemiş. Kuran’dan bir sure eklemiş. Yazdığı Fâtır Suresi Suresi 41’inci 41’inci ayet şöyle: ‘Şüphesiz ‘Şüphesiz Allah, Allah, gökleri gökle ri ve ve yeri, yeri, yok olup olup gitmesin gitmesinler ler diye diye (kur (kurdu duğu ğu düzende düzende)) tutu tutuyo yor. r. And olsun, eğer onlar (yörüngelerinden sapıp) yok olur giderlerse,
290
O’ndan başka hiç kimse onlan tutamaz. Şüphesiz O, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.’ Kuran, ‘Manyetik düzen asla bozulmamahdır, bozulursa dünyanın sonu gelir’ gelir’ bilgisini bi lgisini 1 400 yıl önce vermiş. vermiş. Benim fikrime fikrime gör g öree 7 Akbaba Akbaba manyetik düzenle ilgili mekanizmalar... Nasıl anlatayım; bir saat, bir ayar, bir denge aracı, bir haberleşme merkezi... Size kurgubi lim hikâyesi gibi gelebilir. Ancak, gerçek şudur ki, küremizin manyetik kutuplan hareket halindedir. Yeri değişir, iklimleri etki lese de bir mekanizma var ki kutup hareketlerinin hızım ayarlar, felakete dönüşmesini engeller’” diye açıkladı Esin. “Kubbedeki serin hava, kaynağı belirsiz muhteşem ışık, temizlik, tavanındaki elmasla karışık metal, parlayan mücevherleriyle akbabalar ve nefes almaları gerçekten kurgubilim filmlerinde görülebilir” dedi Lara. “Kaynağı bulmamız zor, imkânsız gibi...” Bedri onun kadar ümitsiz değildi. “Kaynağı bulmak istiyorsan akıntıya karşı yüzmek zorundasın diye bir söz s öz vardır vardır Lara, Lara, uğraşacağız.” uğraşacağız.” Biraz önce araştırma yaptığı elektronik aygıtını gösterdi. “Bakın bu en yeni sonar cihazıdır. Yeraltı araştırmalarının röntgenidir. Akbabaların içini net olarak göstenneliyd göstenneliydi. i. Ne gösterdi? Hiç. Düny Dünya a doğasındaki doğasındaki her katı madmaddenin öte tarafım gösterebilen alet akbabaya gelince çalışmıyor. Aynen Keops Piramidi’nin duvarlan böyledir, asla ardındaki görüntü görüntüyü yü vermezler. vermezler.”” Bob, Bedri’ye sitemle sordu. “Eee “Eee profe pr ofesör sör ne yapacağız şimdi? şimdi? Hiçbir şeye el sürdürm sürdürmüyo üyorrsunuz, dokunamıyoruz, analiz yapamıyoruz” dedikten sonra öfkeyle yere oturdu. “Açıklayın bakalım, nedir akbabalar? Üstlerinde neden mücevherler var? Kaidelerindeki yazılar kıyametin tarihini bildiriyor mu? Onları buraya kim koymuş?” *
*
*
Kemerburgaz’dan çıkan iki otobüs anayola doğru ilerlerken içindeki polisler p olislerle le sanklı cüppeli cüppeli kişiler k işiler sess sessizd izdi... i... *
*
*
Bob’un sitem dolu sorusunu yine Bedri yanıtladı. “Oruç Bey, kitabında Latince bir levha olduğunu yazmış. Fatih Sultan Mehmed kubbedeki açıklayıcı levhayı beraberinde götürmüş. Latince levhada yazılanlan sonuna kadar okumuş ama bir
2 9 1
kısmım açıklamış geri kalanım anlatmamış. Açıkçası gizlemiş. Bütün müzelerde ve arşivlerde araştırdık bulamadık. Sultan Fatih levhayı ya y a yok etti ya y a da bir yere sakladı sakladı.. Bu nedenle kaidelerdeki kai delerdeki ve zemindeki zemindeki yazılarla sembolleri çözemiyoruz.” “Ben çözmeye uğraşıyorum” diyen Lara zemindeki çöreklenmiş yılan benzeri spiral halkaların içindeki işaretleri gösterdi. “Bakın, eski yazıların bazı ortak anlatım işaretleri vardır. Buradaki tek işaretler ile ikili, üçlü ve 10’a kadar giden çizgiler, aynca kuş resimleri anlamlar içeriyor. Çünkü bu kuş resimleri Mısır hiyeroglif yazılarında gördüğümüz akbabanın ayımsıdır. Beni dinlerken yerdeki ye rdeki sembollere sembol lere dikkatle bakın bakın:: Başlıyoru Başlıyorum. m. Akbaba Eski Esk i Mısır’da Mısır’ da tanrıların annesi, annesi, analar anası anası Nehbet’in Nehbe t’in sembolüdür. Nehbet akbaba biçiminde bir kadın olarak gösterilir. Sembolünü Sembolünün n ifadesi koruy koruyucu uculuk luk,, yol yo l göstericil göste ricilik ik ve yaratıcılıktır. yaratıcılıktır. Mısır firavunları taçlarının önüne akbaba sembolünü taktılar. Çünk Çünkü ü ‘Akbaba Nehbet’ Nehbe t’ yaratılış görevlisidir. Bir ‘partenogenez ‘pa rtenogenez’di ’dir. r. Yani bir erkek tarafından tohumlanmadan kendi kendine doğurandır. Meryem Ana gibi. ‘Akbaba Nehbet’ sadece inşam değil, dağlan, dağlan, tepeleri, t epeleri, denizleri doğrur doğrurur.. ur...” .” * * * Sanklı ve cüppelileri taşıyan otobüsler anayola çıkarak Boğaz’a Boğaz ’a inen Maslakîstinye sapağına girdi. *
*
*
Lara kendini ilgiyle dinleyen arkadaşlanna baktı, gülümsedi. “Uzattım “Uzattı m sanma sanmayın, yın, adım adım ilerl ilerlemek emek zorunlu zorunlu... ... ‘Akbaba ‘Akbaba Nehbet’ bet ’ ve diğer tüm semboller anlamım anlamım asla kaybetm kaybetmez. ez. Sembollerin önemli yanı değerlerini korumalarıdır. Güçlü bilgi taşırlar. Dilini bilemeyeceğiniz insanlara binlerce yıl ötesinden mesajlar bırakabilirsiniz. Bu nedenle dikkatli ve sabırlı olmalıyız. Bakın şimdi; zemindeki sembollerde akbaba işaretinin önünde ‘0sıfir’ ve sonra ‘1bir’ çizgi var. 0sıfır İnçliğin sembolü ama varoluşun başlangıcım gösterir. ‘1bir’ ise ‘tek olanı tanımlar. Tüm var olanlan yaratan ‘tek’ olanı. Bir cümle oluşturan şu sembol dizisine bakın:
2 92
• Sistemimizde ‘1 bir’ güneş anlamına da gelir. Güneş yaşamın devamım sağlayın gü güç... ç... ‘1bir’ 1bir’ aynı zamanda Alla Allah’ı h’ın n yeryüzüne kendinden yansıttığı inşam ifade eder. • Sembollerde, Sembollerde, 0 ile ile l ’den soma soma akbaba yani Nehbet, yani yaratılış geliyor. • Yaratılış Yaratılış sembolünü sembolünü yan yana iki çizgi çizgi izliyor. 2 sayısı evrendeki evrendeki dualiteyi sembolize eder. Birbirinin tersi olup da birbirini tamamla ya yan her her şey şey ‘iki’ ‘iki’yle yle gös gösteri terili lirr. Nedir Nedir bunla larr. Erke Erkek k ve dişi işi eneı eneıji, ji, ak aktif tif ve pasif, bölünmez ile bölünebilir, iyilik ile kötülük gibi şeylerdir. • Şimdi gördüğün gördüğünüz üz gibi 2’nin 2’nin,, yani karşıt ikiselliği ikiselliğin n ardında çizil çizil-miş üçgen şu anlama geliyor. Erkek ile dişi enerjinin birleşiminden doğan eser. • O eser çocuktur. çocuktur. Aynı Aynı zamanda akim yarattığı yarattığı ürün ürün anlamına anlamına da gelir. 3 sayısı ile üçgen kutsal sayılan semboldür. Yaratılış nedir, birin ikiyle ikiyle birleşmesi birleşmesiyle yle üçe vanşı, üçün üçün bire yansım yansımasıd asıdır. ır. • Üçgenin içindeki içindeki ‘ 1b bir’in ir’in sembolü sembolü olan nokta, nokta, tek t ek olan Tanrı’dır Tanrı’dır.. 3 ve üçgen, inşam oluşturan ateş, su ve toprak ile Tann’nm verdiği ruh, can, beden demektir. • Ruh ateşten, ateşten, can sud sudan an ve beden beden topraktan topraktan üretilmiştir. üretilmiştir. Üçge Üçgen n aynı zamanda evren anlamına da gelir.” * * * İki otobüs İstinye’ye inince sağa yönelerek Rumelihisarı istikametine girdi. Polislerle sarıklılar hiç konuşmuyordu.
* * * Sembollerin anlamlarım açıklayan Lara’nm anlattıkları arkadaşlarını etkilemişti. Devam etti:
o ı k II v “Gördüğ Gördüğün ünüz üz yan yana gelen gelen bu sembol semboller ler şunu şunu anlatıyor: • Tanrı yaratılıştan önce de vardı. Osıfır’dan 1 bir’i yarattı. Yani Güneş’i ve sistemini ve de yaşanacak duruma getirdiği Dünya’yı, sonra da insanı yarattı. Sonra insanı ikileştirdi. Zıt cinselliğe sahip iki insan üçüncüyü üretti. Böylece insan neslini yarattı. • Üçgenin Üçgenin içindeki içindeki nokta ‘Tann’nm ‘Tann ’nm gözü üzerinizde’ üzerinizde’ ifadesidir. ifadesidir. ‘Bir’den üç oldunuz’ diyor.
29 3
• Ardından tekrar gelen iki tane akbaba işareti ‘Toplumu koru ya yan, akba akbaba badır dır’’ demek demekte. te.
Semboller şu cümleyi kuruyor: • ‘Yoktan var edildiniz. Bir idiniz idi niz üç oldunuz. oldunuz. Dünyanız Dünyanız sisteme oturdu. Ruh ve maddeden sizi yaratan Tanrı koruma altına da aldı. Gözü sizin üzerinizde. Akbaba sizi koruyor.’” Bunlan söyledikten soma güldü Lara. “Bütün “Bütün bunları anlamlandırın bakalım ba kalım dostlar” dostl ar” dedi. dedi. * * * İki İk i otobüs Rumelihisan’na 300 300 m kadar uzaklıkta kaldırıma çıkarak durd durdu u. Öndeki otobüsteki otobüst eki komiser komi ser cep telefonunu çıkardı. çıkardı. * * * Lara’ya yanıt veren Profesör Bedri oldu. “Semboller ‘Akbaba sizi koruyor’ diyorsa, ‘Siz de koruyucunuza dikkat edin veya onu koruyun’, yani benim dediğim gibi ‘dokunmayın’ anlamına geliyor.” “İyi ama” dedi Bob, “dokunmazsak ne olduklarım veya başka deyişle ‘bizi nasıl ve neden koruduklarım’ anlayamayız. Buna bir yanı yanıtın tın var mı mı profesör?” profesör?” “Var” “Var” dedi Profesö Prof esörr Bedri. “Fizik “Fi zik bilimi ve astronomi bilimi size yanıt yanıt verecek duru durum mda Profesör Bob You Young nger. er.”” “Dinliyorum.” Profesör Bedri derin bir nefes aldı boğazını temizledi. Hepsi biraz daha Bedri’ye sokulmuştu. Lara atıldı. “Semboller bitmedi, spiralin içinde devam ediyor. Tartışmayı somaya bırakalım, sembollerin tamamı ne anlatıyor onu dinleyin, akbabaların akbabaların ve kubbenin çözümü için bu semboller sembol ler tam t am bir anah anah tar.” Lara zemindeki spiralin ilk halkasını gösterdi. “Çözdüğümüz birinci cümleden som soma a bir çizgiyl ç izgiylee ayrılan ikinci gruba baka bakalım: lım:
2 9 4
• Kare 4 sayısıdır. Evreni kaostan düzene geçiren 4 ana gücün ifadesidir. Bunlar ateş, ateş, su, su, toprak toprak ve v e havadır. havadır. Bunlara mahşerin mahşerin 4 atlısı da denilir. Yani, încil’e göre kıyamet gününde ortaya çıkacak 4 atlı. • Yanındaki kurbağa başlı tannça Heh sembolü sonsuzluktur. • Beş kutuplu yıldız pentagram yanma gelmeliydi, öyle de olmuş, çünkü ateş, su, toprak ve havanın birleşiminden oluşan beşinci elementi ifade eder, yani insan demektir. Aynca kötü enerjiyi gönderene geri göndermek ve kötülüklerden korunmaktır. Türk bayrağındaki ay ve pentagram yani beş kutuplu yıldız insanın yüceliğinin ve tanrısal yaratılışının sembolüdür. • Altı uçlu yıldız, yukarı bakan üçgen Tann’ya ulaşmayı, aşağı bakan üçgen yeniden doğuşla geriye dönüşü anlatır. Yahudiliğin sembolü olmasından olmasından çok çok önce ö nce de vardı. vardı. Sonuçta Sonuçta şu şu cümle cümle ortaya çıkıyor:
□
• “Ateş, su, toprak ve hava yaratıldı, ardından insan geldi. Sonsuzlu suzluk k kalacaktır am ama a kıyamet gelecektir. • İnsan İnsan evrenden gele ge lece cek k tehlikele tehl ikelerden rden korunacaktır ama ama kıyamette alınacağı gibi geri de gönderilecektir.” Bob ellerini ellerini kaldırarak Lara’m Lara’ mn karşısına geçti. “Tamam sembollerin kraliçesi, teslim oluyorum. Sembollere inanıyorum. Lütfen daha kestirme anlat, çünkü yapacak çok işimiz var” dedi. Lara ilk defa def a kızmadı. kızmadı. “İyi ama Sayın Profesör Huysuz, semboller bize 7 Akbaba’mn sırrmı açıklamaya başladı. Yine de hızlı gideyim, ayrıntılar yerine sonuçlan vereyim. Üçüncü bölüme geldik.
• Yedigen görüyoruz, gelişmedir. Sesin yedi ana notası, ışığın yedi yedi an ana ren rengi, insa insand ndak akii yedi enerji enerji noktası tası.. • Sekizgen, adalet ve dünyanın fiziksel dengesidir. • Kare4 + yıldızB = dokuz, başlangıç ve bitiş, bir devir tamamlandı der. • Yanında yine akbaba, yaratanın hizmetinde ve bitişten sonra tekrar yaratılanı koruyucu anlamında.
• Haga Hagal, l, H harfi biçiminde iki el. Yıldızlardan gelecekleri gelecekl eri ve her türlü saldırıyı engeller. • Soma Soma bir ve sıfır sıf ır oluyor oluyo r = 10. Varlık yüksek noktad noktada, a, mükem mükem melik 10’dur. • Kaplumbağa: Evrenin yıldızlar boyutunda ‘diğerleri’ tarafından görülmemesini ifade eden semboldür. • Akbaba tekrar te krar var, yani koruyucu koruyucu.. Şimdi dizelim yan yana ve cümleyi kuralım.
• ‘insa ‘insan n aklını geliştirdik, geliştirdik, notanın 7 temel sesini bilec bilecek ek kadar kadar matematik öğrettik, ışığın 7 rengini ve gövdesindeki 7 enerji noktasını keşfettirdik. • Dünyanm dengesi olduğunu fark ettirdik. Adaleti anlattık. Saldırılardan koruyacak akbabaları ve kaplumbağayı nöbetçi diktik. Korunacaksın. • Kendinde ol ve inan inan.. Başlangıç olduğu gibi bitiş bitiş olacağını olacağını da unutma unutma Mükemmeliğe Mükemmeliğe ulaşman için için mayan mayan var. Biti Bitişten şten önce önce mükemmükemmel ol. Akbaba seni koruyacak koruyacaktır. tır. Mükemm Mükemmel el olam olamazsan azsan bitişte bitişte acı çekersin.” Sözlerinin burasında durarak gülümseyen Lara, “Son sembol ise çok önemli ve bütün sembollerin Özeti gibi” dedi.
“Aşağı doğru inen sekiz şerit. Her biri ruhun Tanriya ulaşması için gerekli aşamaları ifade eder. Ruh en alttan, yani cansızlıktan gelişmiş gelişmiş insana ulaşmak zorundad zorundadır. ır. Şeritlerin ulaştığı ulaştığı altı köşeli yıldızın çevresindeki çev resindeki çember çe mber ve içindeki gezegen sembolleri, dünyadan başka da akıllı canlıların yaşadığı gezegenlerin gezegenl erin bulun bulundu duğu ğunu nu belirtiyor. Başka canlılar dost ol olmama yab yabilir ilir.. Zemindeki spiralin içindeki semboller yaratılışı ve insanın gelişmesini anlatıyor. anlatıyor. Uyanlarda Uyanlarda bulunuy bulunuyor. or. Sonuçta uyan şu şu: ‘Yaratıldınız, yalnız değilsiniz. Evrende kötüler de vardır. Akbabalar sizi koruyor, onlara dikkat edin.’ Evet, bu kadar dostlar” dedi Lara
2 9 6
“7 Akbaba’nın görevinin dünyayı ve insanlığı korumak olduğu açıkça belirtiliyor.” Lara’mn sembolleri okuması sırasında Esin ile Debra sürekli not aldı. Sözlerim bitirince hepsi birden alkışladılar. Kubbenin içindeki içindeki çalışmalar sürerke sürerken n hisann girişine beklenmedik beklen medik konuk konuk-lar geldi.
Rumelihisarı’nda şenlik Saat 13.45. Mehter takımım taşıyan Bursa plakalı polis otobüsü Rumelihisarı’nm önünde park etti. Hisarın girişini tutan nöbetçi polislerin meraklı bakışları altında mehter takımından on dört kişi ile bir komiser, sekiz polis otobüsten indi. Altı polis otobüste kalmıştı. İndirdikleri iki büyük sandığı taşıyarak hep birlikte hisar girişine girişine yürüd yürüdüler üler.. Otobüsle gelen gelen başkomiser, jandar jandarma ma subayına ve nöbetçi nöbetçi emniyet amirine kendini kendini tanıttı. tanıttı. “İyi nöbetler arkadaşlar. Bursa emniyetinden Başkomiser Semih Gürkan. Vali beyin isteğiyle mehteri getirdik. Arkada iki otobüsümüz dalıa var, mehter takımının geri kalanını onlar getiri yor.” yor.” “Hayrola “Ha yrola,, ne var ki? Bize mehterin mehterin geleceğini geleceği ni haber vermediler vermedil er komiserim” komiserim” dedi emniyet amiri. amiri. Başkomiser bilg b ilgiççe iççe gülüm gülümse sedi. di. “Haber vermeleri vermel eri gerekirdi, verir ve rirler ler mu mutlaka tlaka,.. ,.. Bazı bakanlar ile sayın vali bey gelecekler” dedikten sonra kasılır gibi yaptı: İstanbul Askeri Müze Mehteri konsere Avrupa’ya gitmiş, tören için Bursa Bursa Valiliği’ Valili ği’nd nden en istediler. istediler. Biz de aldık getirdik.” getirdik. ” Sonra Sonra mehter takım takımıı müzisyen müzisyenlerine lerine ve birlikte geldiği geldi ği poli p olisleslere işaret etti. “Haydi geçin arkadaşlar, yerlerinizi alın, diğer arkadaşlar da az sonra burada olurlar.” Emniyet amiri bir şey söylemeye vakit bulamadı, mehterler ve polisl pol isler er hisara girdiler. girdiler. İki büyük büyük sandığı sandığı dikkatle taşıyorlardı. “Mehter çalgıları, tuğlar filan...” diyen başkomiser arkalann daydı, geri dönüp baktı, emniyet amiri telsizini çıkarmış subaya bir şeyler şeyler anlatıyordu. anlatıyordu. Belki de mehterin mehterin hisara hisara gelişini gelişini amirlerine amirl erine soracaktı. Başkomiser onlara seslendi. “Komutanım, komiserim!.. Bir dakika bakar mısınız?” diyerek telsizini gösterdi. “Vali bey görüşmek istiyor!..” Emniyet amiri ile il e jandarmaların komutam komutam hisann içine içine girdi gi rdikle kle--
297
rinde mehter takımı çevrelerini sardı. İkisi de sırtlarına batan tabanca namlularım hissetiklerinde başkomiser fısıltıyla konuştu. “Hareket yapmayın. Yaşamak istiyorsanız sessiz durun, benimle konuşarak bekçi kulübesine yürüyün...” Kulübe boştu, iki bekçi de kuyunun başındaydı. Silahlarını aldıkları emniyet amiri ile jandarma subayım subayım yere oturttu oturttular, lar, elle e lle-rini ayaklarını bağladılar ve ağızlarını sımsıkı ba bantla ntladıla dılar. r. “Kuyuya gidiyoruz. Çok hızlı hızlı olacaksınız, harek h areket et yapanı vurun vurun.. Herkes işini biliyor. Hadi!..” dedi başkomiser. Mehter kılıklı olanlar, gömleklerinin altmdan susturuculu tabancalarını çıkarıp silahlı ellerim cüppelerinin geniş kol içlerinde gizlediler. Meraklılar gibi kuyuya yürürlerken başkomiser hisarın tepe kısmına baktı, nöbet tutan iki asker ile ild polis vardı. Kuyu başında iki polis ile iki hisar bekçisi sohbet ediyordu. Komiseri görünce selamladılar. Ekipten dört Amerikalı vardı, telsizle aşağıdakilere bir şeyler söylüyorlardı. Kuyuya sepet indiren vinç aracında Amerikalı operatör Pat oturuyordu. Daha geride, Zağanos Paşa burcuna yakın iki jandarma nöbetteydi. Başkomiser doğruca Semiramis’e gitti. “Hanımefendi sanırım araştırma araştırma ekibindensiniz?” Semiramis’le tanıdık gözlerle gözlerl e bakıştılar bakıştılar.. “Evet arkeoloğum. Bir isteğiniz mi var komiser bey?" "Teşekkür ederim. ederim. Biz mehteri getirdik. getirdik. Biraz sonra tören yapılacak da... Merak ettim, aşağıda ne var?” Semiramis ipuçlarını verdi. “Aşağıda sadece 6 arkadaşımız çalışma yapıyor, Henüz başka bir şey yok. Kapılar açık.” Şimdi Şi mdi daha daha alçak alçak sesle konuşuyordu. konuşuyordu. “Giriş serbest, çok hızlı olun, her saniye değerli.” “Silahları var mı?” Semiramis gülümsedi. “Yok canım bunlar bilim inşam, üçü kadın zaten.” Komiser mehterlere işaret etti. “İçinde bayraklar ve tuğlar var” dedikleri iki sandığı açtılar. Aldıkları Uzi makineli tabancaları cüppelerinin altma gizlediler. O sırada iki mehter nöbetçi nöbetç i jandarmaların jandarmaların yanma yanma gitti. Polis P olis üniformalı olanlardan olanlardan ikisi kuyu kuyu başınd başındaki aki polisler polisle r ile bekçile bek çile-rin arkasına geçti. Diğer polis kılığmdakiler ile mehter giysililer hepsini çevrelemişti. Polis giysili ikisi mikro Uzi makineli tabancalarıyla hisarın çıkışını tuttu tuttu.. Hisarın içindek içi ndekii mehter meht er ve
2 9 8
polis kıyafetli kişiler, kişiler, gerçek gerç ek polisle po lislerle rle jandarmala jandarmaları rı hareketsiz hareketsiz hale hale getirmişti. Hepsini burçların girişinde gir işindeki ki tünellere sokmuşlardı. Hisann üstünde nöbet tutan iki polis ile iki jandarma eri de dört sahte polis tarafından etkisiz hale getirilmişti. Onları bir minibüse kapattılar. Biri ön koltuğa oturarak Uzi tabancasmı polislere doğrulttu.
Keskin nişancı Kemgöz Radko Polisler ve jandarmalar etkisiz duruma getirildikten bir süre sonra Kemgöz Kemg öz Radko onların 20 m kadar uzağındaki uzağındaki ağacın altına geldi. Elinde büyükçe bir alışveriş poşeti vardı. Ağacın çevresi çalılıktı, gizlenmek gizlenmek için çok ç ok uygun uygundu du.. Çalılığın içine yavaşça yavaş ça oturoturdu. Bulunduğu yerden aşağıdaki kuyunun başını çok rahat görü yord yordu u. Alışver Alışveriş iş poşeti poşetinde nden n çıkard çıkardığı ığı siya siyah h deri deri çant çantay ayıı açtı. Çantadaki 4 parçaya ayrılmış “sniper” tüfeğini monte etti. Silah, Finladiya üretimi bir “Tikka Master Sporter”dı. Mutlak öldürücü M695 Magnum dört mermiyi üst üste atabilirdi. Ancak, isabet eden bir M695 hedefi parça parça edeceğinden diğer üç mermiye gerek ger ek kalmazdı. kalmazdı. Kemgöz Radko tüfeğin üstüne dürbünü de kondurdu. Hisann içini kuş bakışı çok rahat gözlüyordu. Kubbeye inen kuyuya doğru nişan aldı. Dürbün, kuyu başmda duran herkesi çok net gösteriyordu. Oradakileri tararken Pete Pe ter’ r’in in üstün üstünde de durd durdu u. Hed He def olarak Peter Peter uygun konumdaydı, arkası dönüktü. Biraz zoom yaptı, dürbünün çaprazının kesiştiği noktayı Peter’in ensesimn üstündeki küçük beynin olduğu yere ayarladı. Gülümsedi Kemgöz Radko. “Şanslı çocuk, çekirge üç defa sıçrar.” Tetiğe Tetiğe do dokun kunduğu an anda da M695 Mag agnu num m merm mermii Peter’in Peter’in ka kafa fasın sınıı uçuracaktı.
Semira Semiramis mis Pet P eter er’den ’den uzaklaştı uzaklaştı . Kuyu Kuyu başındaki başındaki mehterl meht erler er işlerini işlerini hızlı yapm yapmışlardı. ışlardı. Koksal ile Peter ve iki koruması almlarma dayanan silahlar ve “Sakın ses çıkarmayın!” ihtarıyla ne olduklannı anlayamadan yere çökertil mişlerdi. Plan gereği Semiramis de onlann yanına oturtulmuştu. Semiramis, Peter’in yakınma sokulmaktan özellikle kaçınarak dizlerinin üstünde bir metre kadar öteye çekildi. Peter, “ Polislerle askerlere ne oldu?” dediğinde başındaki
2 99
mehter kılıklı kıl ıklı adam Uzi’nin namlus namlusun unu u kafasına bastırdı. “Tek kelime daha edersen beynini dağıtırım!” Sahte mehter takımı ile sahte polisler kısa sürede hisann kontrolünü ele geçirmişlerdi. Sadece hisann dışındaki gerçek polisler ile ile jandarmanın olanlardan haberi yoktu. Onlan Onl an da Bursa plakalı polis otobüsündeki otobüsündeki altı sahte polis gözlemekteydi. 7 Akbaba hisarhisardan dan çıkarıldığı çıkarıl dığı anda polisler ile i le jandarmalara jandarmalara ateş açacaklardı. açacaklardı. Mehter giysili bir başkası silahım vinç operatörü Pat’in kamına dayayarak yana çekilmesini söylemişti. Arkasındaki arkadaşı vincin operatör koltuğuna oturdu. Pat sessiz ve hareketsiz duruyordu.
Çete
K u b b e ’y ’y e
gidiyor
Büyükçe Büyükçe bir çantayı çantayı vinç sepetine yerleştirdiler. yerleştirdiler. Başkomiser ile sırt çantası taşıyan biri polis giysili üç adamı sepete bindi. Mehter kıyafetlerini ve şalvarları atan üç adamın üstlerinde şimdi haki tişört ve kargo pantolonlar vardı. Kemerlerine şarşörler ve telsizler ile enli bıçaklar takılıyd takılıydı. ı. Hepsi çelik yelek ye lek giymişti. giymişti. Sepet, sahte komiser ile üç adamım kuyunun dibine indirdi. Duvann önünde sırt çantasını açtüa açtüar, r, Uzi Uz i tabancalarım tabancaları m çıkardılar. çıkardılar. Duvardaki oyuktan içeri geçtüer. 7 Akbaba’lı kubbeyle karşüaş tıklannda bir an durdular. Siyah zemine oturmuş aynı siyah maddeden yapılmış 15 m yüksekliğindeki blok bina şaşırtmıştı. Açık kapıdan dışarı sütun gibi sızan ışık ürperticiydi. Ürkek adımlarla kapıya doğm do ğm yürüd yürüdüle üler. r. Ayaklannın ucuna basarak sessizce 7 Akbaba kubbesine girdiklerinde şaşkınlıkları iyice büyüdü. Toprağm altında böyle bir şey gördüklerine inanamıyorlardı. Yüzlerini beyaza boyayıp ölüye çeviren tuhaf ışık, serin esintiyle gelen musikiye benzer sesin yayıldığ yayıldığıı kubbe kubbe sanıla sanılann nnda dan n çok farklı farklıyd ydı. ı. Toprak Toprak koku kokulu lu,, rutu rutu-betli, solucanlann oynaştığı karanlık mezar benzeri bir yer umu yorla yorlard rdı. ı. Oy Oysa sa terte tertem miz, iz, aydınl aydınlık ık hoş hoş koku kokulu lu müzik üzik dolu dolu meltem meltem-lerin estiği esrarengiz bir binanın içindeydiler. Çantayı taşıyan korkmuştu. “Burası tekin değil galiba..." diye fısıldadı. Komiser onu itti. “Yürü lan mahalle karısı mısın!” Biraz yürüyünce sol taraflarındaki bölmede duran akbabayı gördüler. Akbabayı kaplayan mücevherler gözlerini kamaştırdı. Akıl almaz çokluktaki değerli taşlar onlan büyülemişti. Yakutlar, zümrütler, elmaslar ışıltılar saçıyordu. Böyle akıl almaz serveti bir
3 0 0
arada görmek şok etkisi yapmıştı. Lara ile Profesör Bedri’nin çevresinde toplanan ekip dört adamın gelişini görmemişti. “Hello!” sesiyle irkildiler. Arkalarında silahlı dört adam görme yi hiç hiç bekle beklemiy miyor orla lard rdı. ı. Komis Komiser er kılıkl kılıklıı ola olan nın İngilizces İngilizcesii iyi iyiyd ydi. i. “Olduğunuz yere oturun. Ses çıkarmayın’’ dedikten sonra sokuldu, telsizlerini aldı. Hepsi çökmüştü. Bedri “Nedir bu rezalet?” diyecek oldu. Başkomiser suratına tükürdü. “Sus lan zibidi beynini dağıtırım. Ses yok dedik!”
Saat 14.05, Rumelihisarı 7 Akbab Akbaba’l a’lıı kubbedeki kubbedeki sahte komiser komiser saatine baktı, 14 14.0 .05 5’ti. “Hadi, sök birini!” dedi yanmdakine. Adam akbabayı önce kucaklayıp kaldırmak istedi. Birden geri çekildi. “Tutamıyorum, bir şey engelliyor!.. Yatır var burada yahu!.. Evliya kollarımı tutuyor, kollarım kavuşmuyor” dedi korkuyla. Sesi titriyordu. “Sıcak bu... Hem elektrikli, çarptı beni.” “Burada elektrik ne gezer sersem. Korkudan çarpıldın.” “Bu ışık ışık ne peki... peki... Sen Sen tut bakalım şu leş yiyeni, gör gö r bakalım bakalım ne olacak?” Komiser Komise r kıyafetli kıyaf etlisi si küfür ederek akbaban akbabanın ın görünmez kalkanıkalkanını kucakladığı anda geriye sıçradı. “Vay be, acayip çarpıyor. Tövbe tövbe...” Çabuk olmaları gerekiyordu. “Şim “Şimdi hallede hallederiz, riz, evliya mevliya vız gelir” gel ir” dedi komiser telaşla ve çantad çantadan an küçü küçük k bir jeneratö jene ratörle rle aletler aletl er çıkard çıkardı. ı. Diğeri jener je nerat atöörü çalıştırmaya başladı. “Vakit kaybetme!” dedi komiser. Aynı anda anda hisarın hisarın tam tam karşısında karşısında bir helikop heli kopte terr belirdi. Denizin üstünde beklemeye başladı. Sonra Boğaz’m karşı yakasına doğru uçtu, döndü hisarın karşısında daireler çiziyordu. Helikopterdeki Kara Temıır’un adanılan hisan gözlüyordu, talimat bekliyorlardı. Her şey Semiramis ile Kara Temur’un yaptığı plana göre yürü-
3 0 1
İşareti alır almaz tekne hisara gelecek, helikopter de 7 Akbaba’yı yükl yüklen enip ip kaçı kaçıra raca cakt ktı. ı. Her türl türlü ü aksi aksiliğ liğee karş karşıı ve şaşı şaşırt rtm ma vermek vermek için için sürat sürat teknesi helikopteri denizden denizden izleyecekti. Boğaz’dan Karadeniz’e çıkacak olan helikopter Kefken yakınlarında bekleyen Gürcü gemisine inerek akbabaları teslim edecekti. Gemi aldığı emanetleri Bulgaristan’ın Varna limanına götürecekti. Varna Varna’dan ’dan soma akbabalar akbabalar diledikleri diledikle ri Avrupa ülkesine rahatça götürülürdü. Kara Temur ile Semiramis’in planı böyleydi böyley di ve operasyon başlam başlamıştı. ıştı. Aynı anda anda kubbedeki sahte sahte komiser komise r matkabın kablosunu kablosunu jenejen eratöre bağlamıştı. Çevresini saran görünmez kalkanı delerek “mücevherle kaplı” akbabayı kaidesinden koparacaklardı. Korkan adamın yerine geçen matkabı doğrulttu. Onun ne yapacağını anlayan Bedri bağırdı. “Yapma!.. Sakın yapma!.. Akbabanın üstünde gördüklerin mücevher değil... İşinize yaramaz!..’’ Komiser öfkelenmişti. “Kes sesini dedim. Yoksa gebertirim!.. Kör müyüz ulan, ne olduğunu görmüyor muyuz?” Bedri aldırmadı, bağırıyordu. “Hiçbir şey gördüğün yok. Gördüğün gibi değil. Yapmayın, cinayet işliyorsunuz, çok önemli!” Bedri’nin Bedr i’nin feryadı ferya dı üzerine şaşıran şaşıran matkaplı matkaplı duraklam duraklamıştı. ıştı. Komiser ona döndü. “İşine bak, ne duruyorsun!” Matkabın ucu akbabanın kaidesine değmek üzereydi. Bu defa Bedri’yle birlikte Esin ve kameraman Korkut da bağırdı. “Yapmaaa!” Adam aldırmadı. Matkabı ileri sürdü, hızla dönen sivri uç görünmez kalkana değdi. “Aaahgggh!” diye bağıran adam savruldu, matkap elinden uçtu. Kalkan şimdi görünür olmuş, morpembe renk almıştı. Ufak kıvılcımlar ve kısa boylu elektrik dalgalan saçıyordu. “Al matkabı lan yüreksiz!.. Vaktimiz yok be!” diye bağmyordu komiser. Düşen adam kımıldamadı. Ekiptekiler ağızlan açık bakakaldılar. Soma olan ise akıllarım iyice başlarından aldı. Akbaba kaidenin üstünde ağır ağır dönmeye başlamıştı. Kıvılcımlar çoğaldı. Komiser fırladı, savrulan savrulan adamına adamına baktı baktı.. “Gebermiş mi ne?” dedi ve matkaba koştu, tutmasıyla birlikte o da savruldu, yıkıldı, hareketsiz kaldı.
302
Ayakta kalan iki silahlı adam yerdekilerin üzerine eğilince korkuyla kuyla doğru doğruldu ldular. lar. Sahte Sahte komiserle komiserle diğerinin yüzleri maviye maviye çalan kireç beyazlığmdaydı. Cila gibi saydam saydam bir tabaka suratlarım suratlarım kaplamıştı. lamıştı. Gözler Gözlerii yok yo k olmuş olmuştu tu,, göz oyukları simsiya simsiyahtı. htı. Açık Aç ık ağızlaağızlarından rından dişlerinin kilitlendiği kilitlendiği görülüyo görülüyordu. rdu. Adamlar paniğe paniğe kapıld kapıldılar, ılar, “tövbe “t övbe tövbe” tövb e” diyerek korkuyla korkuy la birbirbirlerine bakıyorlardı. Korkut onlann durumunu blöfle değerlendirmek istedi. “Atm silahlarınızı sersem herifler. Ne olacağınızı gördünüz!” Blöf tu tutmuş tmuştu tu.. Adamlar Adaml ar büy büyülen ülenm miş gibi ikiletmeden ikil etmeden Uzil Uzileri eri yere yere attı. ttı. Korkut ile Bob fırlayarak fırlayarak silahlan aldılar aldılar,, namlular namlular şimdi adamlara doğrultulmuştu. Ekiptekilerin hepsi ayağa fırladı. ALkbabamn zedelenen kalkarımdan yayılan yıldırım benzeri minik elektrik dalgalan uzayarak duvara ulaşmıştı. Kubbe sallanmaya başladı. Akbabanın dönüşü hızlanıyordu. Odadan çıktılar, bina ild yana gidip geliyordu. Kulak zarlanna basmç yapan yoğun uğultu delirtecek gibiydi. Uğultunun ardında yüzlerc yüzlercee davul davul tok tokm mak akla lanı nıyo yorm rmuş uş gibi gibi ritm ritmik gürleme gürlemeler ler geliyorgeliyordu. Sallantı onlan başka bir odaya savurdu. Oradaki akbaba da yava yavaşş ya yava vaşş dönme dönmeye ye başla şlamıştı ıştı.. Kubbe ubbe şimdi şimdi da dah ha sert salla sallan nmaya başlamıştı. “Deprem oluyor!..” dedi Esin. Bob korkunç sallantıya rağmen bir başka odaya daha girdi, sonra Bedii de diğerleri de odalara daldı, bütün akbabalar hızla dönüyordu. “Kaçalım” diye haykıran Debra Bob’un koluna yapıştı. Hep birlikte dışarı koştular, sallantı Fatih’in yaptırdığı dış binanın duvarım yerinden oynatıyordu. Vinç sepetine ilk i lk binenler binenler Debra Debra,, Lara Lara,, Bedri Bedri ve Esin oldu. oldu. Bob ile ile kameraman kameraman Korkut iki çete ç eteci ciyi yi yere yere oturtarak oturtarak tabancayla baş baş lanna dikildiler. Korkut bir elinde Uzi tabanca, diğer eliyle çekim yapı yapıyo yord rdu. u. Bob İngilizce, Korkut Türkçe, “Çek, vinci çeeekL” diye telsize bağırdılar. Vinçte oturan adamlar depremin korkusuyla katılmış kalmışlardı. Bob’un haykınşım araçtaki telsizden duyan Pat yanındaki adamı dürttü. Artık öğrendiği Türkçe kelimeyi söyledi. “Çek abi çek!..” Adam depremden dolayı öyle şaşkındı İd kımıldamadı. Baktı olmayacak, Pat çekici kola asıldı, sepet yükselmeye başladı. Sallantı kuyuya toprak parçaları doldurmaya başlamıştı.
303
Caminin Caminin temeli hizasına hizasına gelince Debra korkuyla Lara’ya sarıldı. sarıldı. “Yeniçeri... Yeniçeriyi gönnüyor musun?” Lara bir şey anlamamıştı. Sallanan toprağm gürültüsü, korku kulaklarım tıkamıştı. Debra yeniçeriyi görüyordu. Parmağıniyine “olmaz” gibilerinden sallamaktaydı. Debra titredi, bayılmak üzereydi ki sepet kuyunun üstüne çıktı. Debra, Lara, Bedri ve Esin çıkar çıkmaz burunlarının ucunda silahlan gördüler. Adamlar kollanna yapışarak onlan yere itti. Aynı anda Pat vinç sepetini aşağıya gönderdi. gönderdi. Adamlarla Adamlarl a karşılakarşılaşınca Lara’nm attığı çığlığı lcuyudaldler hafif de olsa duymuştu. “Lara bu...” dedi Bob. Korkut anladım gibilerden başım salladı. Deprem devam etmekteydi. Vinç sepeti sallanarak iniyordu. “Korkut, bu heriflerle birlikte çıkalım” dedi Bob ve silahım sallayarak adamlara seslendi: “Elerinizi kafanızın üstüne koyun!” Korkut onun söylediğini Türkçe’ye çevirince adamlar çöktü, biri titreyerek sordu. “Biz yukan çıkmayacak mıyız? Deprem burayı toprak dolduracak ağa...” “Hep birlikte çıkacağız” dedi Korkut. “Biraz sabırlı olun aslan parçalan” derken kendisi de sürekli sallantıdan endişeliydi. Bob Korkut’u kolundan itti. “Hadi Korkut, çekimi yolda yaparsın, yukarı kardeşim.” Telsizle Telsizle talim talimat at verdi verdi.. “Çek çabuk!..” çabuk!..” Bob ile i le Korkut’u ve iki çeteciyi çetec iyi taşıyan taşıyan sepet yükselirken kuyu kuyu başındaki silahlı adamlar tetikte bekliyordu. Kuyudan çıktıklan anda beklenmeyen bir şey oldu. Kendisine doğrultulmuş silahı görür görmez Bob ateş etti. Adam tam alnından vurulmuştu, kereste gibi devrildi. Patlamayla aynı saniyede Korkut diğer tabancalının hayalanna tekmeyi yapıştırdı. Ardından adama ateş etti, kamerasını da sürekli çalıştırıyordu. Yere oturtulmuş olan Peter’in koruması Jack başmda bekleyen Uzi’li adamı topuğundan hızla çekti, adam birden dengesini kabe derek yanma dü düştü. ştü. Jack onun boğazına boğazı na öyle öyl e sert ser t vurdu ki, ki, gırtlak borusunun kırılışı duyuldu. Jack’le birlikte harekete geçen Matt arkasındaki silahlıya çift daldı iki bacağından çekip havalandırdı. Sırtüstü düşen sahte polisi kafasına vurduğu tekmeyle bayılttı. Bir anda ortalık karış karıştı. tı. Jandarma Jandarmalar lar ile polisler poli sler depremle dikkatleri dağılan ve patlayan tabancalann sesiyle şaşkınlaşan sahte mehterlere saldırdı. Kıyasıya boğuşma başladı. Jack ile Matt müt-
504
hişti, özel eğitim görmüş iki profesyonel polislere esaslı destek oldu ve çeteyi çet eyi da dağıt ğıttıla tılar. r. Silah sesleri surlarda yankılanınca hisann üstündekiler ile dışardakiler de duydu. Hisann üstündeki minibüse tıküan iki polis ile iki jandarmanın nöbetçisi sahte polis yankılanan silah sesi üzerine gözlerini tutsaklarından ayınp camdan baktı. Bu fırsatı arka koltuktaki deneyimli polis kaçırmadı ve tüm gücüyle tekmesini indirdi. Kafasının arkasına darbeyi alan adamın alm arabanın camına çarptı, silahı düştü. Ön koltuğa zıplayan polislerden biri sersemleyen adamın silahını kaptı. îlk darbeyi vuran polis, gözcünün başını üst üste olanca gücüyle tekmeledi. Alm ve v e kafası kafası yarılan adam adam aldığı darbelerden darbelerden sonra sonra kanla kanlarr içinde kendinden geçmişti. Silah sesleri Kemgö Ke mgözz Radgo Radgo’yu ’yu da tedirgin etmişti. etmişti. Bir Bir an an Peter Peter’in ’in ensesine ateş etmeyi düşündü, ama aşağıdan gelecek işareti beklemek zorundaydı. Semiramis kırmızı eşarbım henüz boynundan çıkanp alnını silmemişti, ama ortalık kanşmıştı. Semiramis’in ayağa kalktığım tüfeğin dürbününden gördü. Uzi’yle minibüsten inen polisi diğer polisle iki jandarma izledi. Aşağıdaki boğuşmayı gözleyen üç sahte polise doğru yürürlerken onlar ayak ayak sesiyle dönd döndüle üler. r. Polis Polis bir an tereddüt etmedi, etmedi, üstlerine mermi yağdırdı. Sahte polisler kıvranarak devrilirken, silahla nn çok yakınında patlamasıyla Kemgöz Radko “Neler oluyor?” diyerek gizlendiği çalılıktan doğruldu. Üç ada adamın mın vuruldu vurulduğu ğunu nu görür görme görmezz onları vuran vuran polise poli se tüfetüfeğini çevirdi. Tetiğe dokunurken birden dondu kaldı, sallandı, toz üflermiş gibi bir bi r sesle ağzından ağzından kan kan fışkırtarak son nefesini verdi. Olduğu yere boş bir çuval gibi yığılıverdi. Kemgöz Kemgöz Radko’nun Rad ko’nun nam namlusu lusunu nun n ucundaki ucundaki polis polis arkasına baktı. Az önce silahı silahı alman alman jandarma tüfeğin tüfeğinii kapmış kapmış ve v e Radko’yu Radko’yu surasuratının tam ortasından, üstdudağıyla burnunun arasından vurmuştu. Yüzlerce Bosnalmın, Makedon’un, Çeçen’in, Rus’un, Amav Amavut’un ut’un,, Gürcü’nü Gürcü’nün n ve Kosovalmm Kosovalmm katili katili Kemgöz Kemgöz Radko kendi usulünce öldürülmüştü. Suratmm ortasına mermiyi yiyerek... Kafası parçalanmış yatarken kirli kanı başınm çevresinde hızla göllenmekteydi. Çetenin 7Akbaba Akbaba’yı ’yı gasp etme planı bozulmuştu bozulmuştu.. KaraTemu KaraTemur’un r’un adaıulan adaıulan depremin depremin korkusu içindeyken içindeyke n üstlerine boşalan boşalan silahlar ve usta usta dövüşçülerin darbeleriyl darbel eriylee sersemlemişti. Panikteki ada adammların ellerindeki silahlara polisler ile jandarmalar yapıştı.
30 5
Patlamalardan Patlamalardan sonra hisar hisarın ın girişindeki girişindeki polisler polisl er ile jandarmaların bir kısmı içeri koşmuştu. Otobüsteki sahte polisler de depremin yarattığı korkuyla silaha vaktinde sarılamadılar. Jandarmalar üstlerine geliyordu, deprem otobüsü çatırdatarak sallamaktaydı. Çok sayıdaki jandarmayı gören otobüsün otobüsün polis üniformalı üniformal ı şofö ş ofö-rü, “Tüyelim arkadaşlar, piyastos olduk!..” diye bağırdı. Geri vitese taktı, bir ileri bir geri, dar alanda hızla manevra yaptık yaptıktan tan sonra sonra yola çık çıktı. Bebek Bebek yönün yönünee doğru doğru gazlarke gazlarken n oto oto büstekileri uyardı. “Bebek’te duracağım, kalabalığa karışalım.” Dışarıdaki jandarmaların ve polislerin poli slerin gelişi ge lişiyle yle sahte mehterl mehterler er ile polislerin poli slerin teslim olmaktan olmaktan başka başka çareleri kalmamıştı. kalmamıştı. Çetecile Çete cile-rin çoğu boğuşma sırasında yaralanmıştı. Polis ve jandarmadan da yaralananlar vardı. Polislerin, “Teslim ol!.. Yere yat!..” bağırtılan sırasmda Semiramis ayağa kalkmış, cep telefonunu açarak telaşla konuşmuştu. “Helikopter, helikopter!.. Hisann içine gel beni al!..” Hisarın üstüne baktı, polislerle jandarmaları gördü. İkisi aşağı ya doğru doğru koşu koşuyo yord rdu. u. Kemgöz Kemgöz Radko’n Radko’nu un etkisi etkisizz hale hale getiril getirildiğin diğinii anladı. Peter’e baktı, öldürülmemiş ti, dikkatle kendisine bakıyordu. Helikopter denizin üstünde yana yatarak yükseldi ve hisarın duvarını aştı. Semiramis boynundaki kırmızı eşarbı çıkararak salladı. Helikopter alçalmaya başladı. Semiramis o sırada yere düşmüş bir Uzi tabancayı kaptı. Helikoptere eliyle “Alçal!..” işareti yaptıktan sonra tabancasını tabancasını beş metre kadar yakınındaki Peter’e doğrulttu, gözlerinden şimşekler çıkıyordu. Korumalar Peter’e doğru koştu. Semiramis avazının çıktığı kadar bağırdı. “Yeter artık artık,, yetee y eteeer!” er!” Tetiğe Tetiğe doku dokund nduğ uğu u an anda da helikopter helikopter iyice alçal alçalmış mış bulu bulunu nuyo yord rdu. u. Pervanenin rüzgârı ile deprem tetiği çektiği anda Semiramis’i salladı. Tabanca patladı, Uzi’nin mermisini yiyen Peter’in boğazından kan fışkırdı. Semiramis yere değmek üzere olan helikoptere koştu, uzatılan eli tuttu, güçlü bir kol onu uçurup içeri aldı. Helikopter hızla yükseldi. yükseldi. Yanmayı hisseden Peter elini boğazma attı. Avucuna dolan kan şaşırtmıştı. Biri arkadan arkadan sarıldı. sarıldı. “Otur dostum” diyen Koksal’dı. Korumalar sıçrayıp Semiramis’i ayağından ayağından yakalamak isteseler istese ler de helikopter heli kopter yükselmişti.
3 0 6
“Fahişe bana ateş edip kaçtı” diye bağırdı Peter. Eliyle helikopterin gittiği istikameti gösteriyordu. “Biliyorum biliyorum” diyordu Koksal, bir yandan da yırttığı gömleğiyle Peter’in boğazındaki kam siliyordu. Mermi deliğini gördü Koksal. Peter’in gırtlak borusunun yalanındaydı. Kanı sildikçe bir yara daha ortaya çıktı. Boyun ile omzun birleştiği yeri bıçakla bıçakla yarılmış yarılmış gibi gibi kesmişti. kesmişti. Bir santim santim derinlikte derinlikte ve v e yaklaşı yaklaşık k6 cm uzunluktaydı. uzunluktaydı. “Şansımız var, Peter. Mermi sıyırmış” derken yalan söylüyordu. Boynundaki deliği saklamıştı. “Vay “Vay fahişe vay. vay... .. Ateş Ateş ederken Almanca ‘Yeter yete ye ter’ r’ diye bağırdı” diye söylendi Peter. Sonra gözleri kaydı, bayılır gibi oldu ama toparlandı. “Ambulans, ambulans!..” diye bağırıyorlardı Koksal ve korumalar. Hisarın içi ana baba günüydü. Serbest kalan gerçek komiser ile jand jandar arm ma yüzba zbaşısı şısı telsiz telsizle le dur durumu bild bildire irere rek k dest destek ek güç güç istem istemiş iş-lerdi. lerdi. Sa Saht htee mehter ile sahte sahte polisler polisler kelepçelenmişti. Az sonra komiser komiser telsiz telsiz raporu aldı. aldı. Kaçan Bursa plakalı otobüst otobüsteki eki altı sahte polis ile şoförü de polis ekipleri etkisiz duruma getirmişti. Kargaşadan bir an unutulan depremin sarsıntıları hafiflemişti, sonra birden birden durd durdu u. Sarsıntılar durunca durunca depremi hatırladılar. Bazıları sinir bozukluğuyla gülmeye başladı. başladı. “Sahi bir de depremimiz vardı” dedi Bedri. Sinirleri öyle bozulmuştu ki, ki, kahkaha kahkaha atar gibi kesik kesik kesi kesik k konuşuyordu konuşuyordu.. Bob, Bob, yanma oturdu oturduğu ğu Peter Pet er’e ’e endişeyle endişeyl e baktı. baktı. “Neler oldu burada, kimdi bu adamlar?” dedi Köksal’a bakarak. Koksal kollarını iki yana açtı. “Semiramis’in çetesi belli ki... Herifler konuşunca anlayacağız.” “O pis kan nereye kaçtı?” “Polis izliyordur Bob. Göreceğiz, öğreneceğiz.” Biraz sonra sirenleriyle kıyametleri koparan ambulans filosu hisann önüne yığıldı. Peter ile diğer yaralılan sedyelere koyarak koşturdular. Yaralılar gönderildikten soma bütün ekip bir araya toplanmıştı. “Aksiyon filmi yaşadık. Anlatınca inanmayacaklar” dedi operatör tör Pat. Pat. Korkut kamerasına vurarak Pat’e, “Çatışmanın her anını çektim dostum. Herkes inanmak zorunda” dedi.
3 0 7
Helikopterde... Hisarın bulunduğu Avrupa yakası sahilini izleyen helikopter Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün altından karşıya geçerek Asya yakas yakasına ına girdi girdi.. Deniz Deniz üstü stünden nden ayrıl ayrılm mış, ış, Beykoz’un Beykoz’un yakın yakının ında dan n kuş uçuşu yol almaya başlamıştı. Helikopteri izleyen sürat motoru ise kısa süre gitti ve aniden geri dönerek İstinye limanına girdi. Motordan iki kişi indi, sakin adımlarla balıkçı tezgâhlarına yürüdüler. Motordakiler oraya sanki balık almak amacıyla gelmişti. Helikopter, Polone Po lonezköy zköy’ü ’ün n kuzeyin kuzeyinden den geçtikten soma som a Çayağzı ile Sahilköy arasındaki geniş boşluktan Karadeniz’e çıktı. Rumelihisarı’ndan kaçtıktan hemen sonra Semiramis telefon ederek olanı biteni Kara Temur’a anlatmıştı. Onun isteğiyle şimdi Gürcü gemisine uçuyorlardı. Gemi, Kara Temur’un talimatıyla demir almış Kefken yönüne tam gaz yollanmıştı. Başarısız operasyond operasyondan an tedirgin olan Kara Temur Temur ise kara yoluyla Kefken istikametine gidecek, lüks Mercedes’inin dikkati çekmemesi için, Kandıra’da motoru çok güçlü olan, gücünü hurda görünümü altma gizleyen Fargo kamyonete binecekti. Bu kamyonet Köksal’ın cipinin önünü kesen Şişhane’deki kamyonetti. Kefken burnunun doğusundaki ıssız deniz kıyısına inerek bekleyen helikopterdekiler ufukta hızla büyüyüp yaklaşan gemiyi gördü. Gemi ışıldaklarını üçer kere yakıp söndürerek “geldik” sinyalini verdi. Haberleşmek için bu yolu kullanmak zorundaydılar. Helikopterdeküer yerlerinin baz istasyonundan belirlenme mesi için cep telefonlarının kartlarını boğazm üstünde denize atmışlardı. Helikopter havalandı. Alçaktan uçtu geminin güvertesine çok yum yumuşak uşak ustac ustaca a iniş iniş yap yaptı tı.. Gemi Gemide de yakıt yakıt ikma ikmali li yapıla yapılan n helikop helikop-terin moturu çalışıyor, pervanesi yavaşça dönüyordu. Biraz sonra Kara Temur’u almaya gidecekti. Kara Temur Kandıra’ya yakın tenha bir arazide Mercedes’ten inerek Fargo kamyonete bindi. bindi. Kefken’ K efken’ee yakın Akçakö Akç aköy’ün y’ün güne yindeki yindeki ağa ağaçla çlarla rla çevrili gözden gözden uzak uzak boşlu boşluğa ğa geldiğin geldiğinde de helikop helikop-teri bekler buldu.
Kaos ve acı sürprizler sürprizler Kubbeyi basan çete, deprem, çatışma, Kemgöz Radko’nun öldürülmesi, Semiramis’in Peter’e ateş ederek kaçması şok edici olaylardı ama...
308
Depremin şaşırtan sonucu hepsini bastırdı. Çünkü Rumelihisarı’rıdan başka hiçbir yerde deprem olmamıştı. Sadece kubbe ve hisann iç bölümüyle beşon metrelik çevresi sallanmıştı. Koksal gazeteye, “Depremin merkezi neresi?” diye sorduğu sorduğund nda, a, “Deprem “Deprem mi oldu?” yanıtını almıştı. almıştı. Rasathane Rasathane hiçbir hiçbi r yerde yerde depr deprem em olm olmad adığın ığınıı söyl söylem emiş işti. ti. Rum Rumelihi elihisa sarı’n rı’nd dak akii deprem depremii rasathanenin sismografları göstermemişti. Koksal arkadaşlanna garip durumu aktarınca Bob, “Ben kubbeye iniyon i niyonım” ım” dedi. dedi. Bedri hemen atıldı. “Ben de geliyorum.” Korkut ile Koksal da onlara katıldı. Serkan ise desteğe gelen asker ve polislerle ilgileniyordu. Bakanına raporunu çoktan vermişti. Peter hastaneye götürülürken Lara, Debra ve Esin onunla birlikte gitmişlerdi. Kuyuya Kuyuya indiklerinde indiklerinde sarsıntının çok çok az toprak toprak döktüğünü döktüğünü gördüler. Duvan geçtikten sonra 7 Akbaba’lı kubbeye baktılar. Binada sallantının neden olduğu çatlak yoktu. yoktu. Ancak Ancak kapı ka kapan panm mıştı. İttiler açılmadı. Bob, Peter’in yaptığı gibi kapıyı tıklattı. Kapı yine yine açı açılm lmad adı. ı. Bob ile Kok Koksa sall omu omuzla zlanyl nyla a yükl yüklen end diler, iler, kapı kapı kımılkımıldamadı. “Ne yapacağız?” dedi Koksal. “Bedri izin verirse kapıyı kırabiliriz” dedi Bob ve profesöre baktı. Şaka yapıyordu. Bedri Bedr i gülümsedi. gülümsedi. “Kapının kırılacağını hiç sanmıyorum. Az önce akbabanın kalkanına matkabı sürenlerin ne hale geldiklerini gördük.” “Şakaydı profesör. Ancak içeri girmenin bir çaresini bulmalı yız” dedi dedi Bob Bob ve o sırad sırada a kap apıı an anid iden en ve sertçe sertçe kend kendii kend kendin inee açıldı. O ürkütücü ürkütücü yoğun ışık ışık yine buz kalıbı gibi dışany dışanya a uzad uzadı. ı. “Hah, bizimle eğleniyor bu bina” diyerek sevinçle sıçradı Bob. “Teşekkürler akbabalar, sizi seviyorum.” Kubbenin Kubbenin içine içine geçtiklerin geçtiklerinde de hemen ilk ilk bölmeye bölme ye girdiler. AkbaA kbaba kıvılcım saçmıyordu ve dönmesi durmuştu. Heyecanla bütün odalara koştular. 7 Akbaba da eski durağan hallerine dönmüştü. Üstlerindeki “mücevherler” parlıyordu. Bob ihtiyatla elini uzattı. “Kalkan görevine devam ediyor. Elim daha ileriye gitmiyor.” “Güzeeel” dedi Bedi'i. “İki aptalın girişimi çok şükür dünyanın batışım başlatmadı.”
3 0 9
Bob şaşırmıştı. “Evet, dünyanın batışı” yanıtını veren Bedri bir an durdu, gözleri şaşkınlıkla büyüdü, zemini gösterdi. “İki ceset ortada yok. Gördünüz mü?” Üçü birden durakladı. “Evet evet, olacak şey değil... Yok cesetler, yoklar. Telaşla farkına varmadık.” Şaşkınlıkları büyüktü, iki çetecinin cesedi buharlaşmıştı sanki... Akbabanın Akbabanın çarpmasıyla yıkılıp tespihböceği tes pihböceği gibi kıvrılarak kı vrılarak can veren iki haydut kaybolmuştu. Boş siyah zemin az önce cilalanmış gibi pırıl pırıl parlamaktaydı. Bedri başım sallıyordu. “Dostlar, kim ne derse desin burası bizim teknolojimizin ancak varsayımlarla yorumlayabileceği olağanüs olağanüstü tü bir mekân. mekân. Cehaletimizle burayı kurcalarsak inanılmaz felaketleri başlatırız.” “Ağzındaki baklayı çıkarsana” dedi Bob. “Ben de bilim adamı yn ynn, arkeoloji profe profesör sörüy üyüm üm,, seni seni anla anlarım rım.” .” Alınmıştı, Alınmıştı, kızgınlığı sesinden sesinden belli oluyordu oluyordu.. “Özür dilerim profesör. Size elbette açıklayacağım. Ancak bu mekânı açıklamaya arkeolojiden çok fizik ve astronomi bilimi tercüman olacak” dedi Bob.
Peter Pe ter’in ’in şaşkınlığ şaşkınlığıı “Hastanede yatmam!..” Peter hafif baygınlıktan ve 24 saat yattıktan sonra mutlaka otele dönmek istiyordu. Boynunu delen mermi aort ile gırtlak borusu arasından geçmişti. Hiçbir daman ve kası koparmaması mucizeydi. Peter ölümün kıyısına gelip dönmüştü. Boynundaki deliği operasyonla kapattılar, dikiş attılar. İkinci merminin sıyırdığı yarasına ise altı dikiş atılmıştı. Kanama kesilmişti. Peter inanılmayacak kadar iyi durumdaydı. Alman Hastanesindeki hekimler onu caydıramayacaklannı anlayınca otele gitmesine razı oldular. “Tam bir bi r mucize. İlk baştaki kanlı görüntü görüntüsünü sünün n aksine yarala n ağır değil. Madem istiyor oteline dönebilir, ama başında dene yimli yimli bir hemşir hemşirem emiz iz olaca olacak” k” dedi dedi baş başhe heki kim m. İki nöbetçi doktor da cep telefonu numaralannı Peter ile Lara’ya verdi. Ambulans otele götürecekti, deneyimli hemşire yanı yanınd nda a ka kalar larak ak Peter’in Peter’in du durum rumunu gözleyecek gözleyecekti. ti. Boynuna Boynuna korukoru-
3 1 0
yu yucu takı takıla lan n Peter’e Peter’ e altı saat saatte te bir ağn kesici kesici iğne iğne ya yapı pıla laca cakt ktı. ı. Güçlü Güçlü antibiyoti antibiyotikler kler veril verilmeye meye ba başla şlanm nmıştı. ıştı. Ambulans Ambulans otel otel yolundayken yolundayken Pet Peter er yarasım düşünm düşünmüyordu üyordu bü büe. “0 kadın beni neden öldürmek istedi? Neden ‘Yeter! Yeter!’ diye bağırıyordu?’’ “Kardeşimin ölümünde parmağı var... Şimdi beni öldürecekti... Neden bize bulaştı?”
7 Akba Ak baba’nın ba’nın sırlan Hastanede Hastan eden n gelen Lara ile Debra’yı Debra’yı ve yaralı Pete P eter’ r’ii otelin otel in kapısında karşılayan Serkan ile Koksal onları küçük salona götürdü. Profesör Bedri ile Bob’un isteği üzerine yapılan toplantı artık başlayabilirdi. Peter, Debra ve Lara toplantıda tanımadıkları üç kişinin bulunduğun duğunu u gördüler. gördüler. Bedri onları tanıttı. “İlahiyat profesörü Mustafa Korcan, tarih profesörü Turgan Kaflı, Kaflı, Ön Türkler tarihi uzm uzman anıı Pro Profe fesö sörr Alp Buhar uharalı alı... ... Kendilerini acilen davet ettim. Ricamı kırmadılar, Rumelihisan’na götürdüm, kubbeyi ve 7 Akbaba’yı incelediler. Yaşadıklarımızı ve bildiklerimi aktardım. Şimdi bize katıldılar, çünkü onlara ihtiyacımız var.” Bedri tanıştırmayı sürdürürken Köksal’m telefonu çaldı. Ara yan yan Kubil Kubilay ay’d ’dı, ı, hızl hızlıı hızl hızlıı ko konuştu. tu. “Polis “Polis ekibini izliyorum. izliyorum. Semiramis’ Semiramis’in in evine gidiyoruz. Araştırma Araştırma yapı yapıla laccak. Ayncabir ekip ekip Kara KaraTe Tem mur’ ur’uyak uyakala alama makiç kiçin in Aksa Aksaray ray’da ’dak ki otele baskına gitti. Olanı biteni hemen bildireceğim.” Koksal duyduklarını aktarmadı. Sessizce yerine oturdu. Toplantıyı Profesör Bedri açtı. “Dostlar. 7 Akbaba’nın ve kubbenin sırlarının toplu açıklamasını yapmak için buradayız. Rahmetli Profesör Nadi Nadir’in 70 yıl önce yazdığı yazdığı raporlar raporlar ve notlar bize sırların kapısmı kapısmı açtı. açtı. Biz Bizler ler de çağdaş bilimin yardımını alarak konuya açıklık getireceğiz.” Bedri yan gözle Bob’a bakarak konuşmasını sürdürdü. “7 Akbaba ile kubbenin arkeolojik açıdan değeri tartışılmaz, ancak sahip olduğu üstün ve gizemli teknolojisinin açıklamasını şöyle yapabiliriz: Tarihini asla kestiremeyeceğimiz çok eski uygarlıklardan kalma eserdir. eserdir. Bu uygarlıklar uygarlıklar bizim bizi m dünyamıza mı, başka dünyalara mı aittir, şimdilik onu da çözemiyoruz. Kubbeli binada ve akbabalarda enerji vardır. Bina ve akbabalar, deyim
311
Profes Pro fesör ör kısa boylu boylu,, tombul, tombul, lavır lav ır kıvır kıvı r ak saçlı, saçlı, yuvarlak yüzlü sevimli bir adamdı. Koyu kahverengi kostümünü güzelleştiren bordo yeleğinin ceplerine başparmaklarım sokmuştu. “Anlatacaklarım belge belgelerde lerde bulun bulunan an 7 Akbaba bahisleri...” diye söze başladı. “Oruç Bey, kubbeye giren ve 7 Akbaba’yı gözleriyle gören tarihçi... Ancak ondan öncesi var. 7 Akbaba’nm yer aldığı Latince belgelerin ilki anonimdir. Yüzyıllar önce yazılmış Latince belgeden 1300’lü yıllann başmda Dimişki adındaki tarihçi esinlenmiştir. Dimişki, eski belgeyi Kozmografy adıyla yeniKozmografya a El Kitab K itab ı adıyla den yazmıştır. İstanbul’da gördüğü kubbeye benzer bir mekânı anlattığı bölüm özetle şöyledir: '... Tapmakların görkemlisi beyaz mermerden yapılma İhmim'in İhmim'in tapma tapmağıd ğıdır; ır; içinde yedi gezegenden her birine ait yedi oda vardır. Tavanlara kanatlarını açmış kartallar resmedilmiştir..." Profesör burada durdu. “Akbaba ile kartal aynı türdür. Burada sözü edilen kuşlar akbaba da olabilir... Ancak, Ancak, 7 gezegene gezeg ene ait 7 oda ilginç değil deği l mi?” dedi ve devam etti. “İç ve dış duvarları satranç tahtası gibi damalı olarak tarif eden Dimişki şöyle yazar: ‘Her damada iki sembol vardır. Biri ayakta duran insanı temsil eder, diğeri tahta oturmuş, gövdesi insan, başı ya kuş, ya balık, ya da dört ayaklı bir hayvanı gösteren korkunç bir kişidir.’ Demek ki Konstantiniyye’nin kurulmasından yüzyıllar önce, o topraklarda böyle mabetler varmış. Dimişki kitabını ilk Osmanlı hükümdarı olan Osman Osman Bey döneminde yazmıştır, yazmıştır, ama yararlandığı yararlandı ğı belgele belg elerr çok daha eskidir. eskidir. Dimişki elindeki el indeki belgey bel geyee dayanarak dayanarak şunu şunu iddia iddi a etmiştir: Toprak hiçbir zaman bakir olmamıştır. Bir öncesi vardır. Mabet sandığımız 7 odalı bir başka kubbe vardır. Kubbe, dünyanın dünyanın başlangıcından başlangıcından sonuna kadar kadar akıp giden zamanı ölçen ölç en evrensel evrens el saati barındırmaktad barındırmaktadır. ır. Bu saat, saat, Konstantiniyye Konstantini yye topraktopra klarının derinliklerinde gömülüdür...’ Sanki 7 Akbaba’lı kubbeyi işaret ediyor değil mi?” Turg Turgan an Kaflı burad burada a derin derin bir nefes nefes alara alarak k söze gird girdi. i. “Yedi gezegene ait yedi oda, oda, bilmediğimiz zamanlar zamanlar ve evrensel evrense l saat ile toprağın hiçbir tarihte bakir olmadığı ifadeleri...” dedi. Profesörün sözlerinin yarattığı sessizliği cep telefonunun zili bozdu. “Pardon” diyerek telefonunu açtı Koksal. Kubilay arıyordu. Hayli heyecanlıydı. “Müdürüm, şimdi Semiramis’in evinden çıktım. Bir şey kaptım ki çok işimize yarayacak. Semiramis’in albümünü arakladım.
312
Polis diğer odaları araştırıyordu, yatak odasındaki bir çekmeceyi çektim albümü buldum. Ne acayip kadınmış, ne resimler çektirmiş. Anadan doğma filan... Yaa müdürüm çok güzel kadın yaa..." Koksal gülümsedi. “Şimdi “Şimdi ne yapıyorsun?” “Polis araştırmayı bitirdi. Semiramis’in bilgisayarını bazı dos yala yaları rını nı filan filan aldıl ldıla ar... ... Aksa Aksaray ray’da ’daki ki ba bask skın ında da Kara Kara Tem Temur bulu bulun namamış. Birkaç saat önce arabasına binip gitmiş... Ben ne yapayım şimdi?” “Albümü al buraya gel Kubi” diyen Koksal konuşmayı kestiği için herkesten özür diledi. “Lütfen devam edin, hocam.” “Şimdilik benden bu kadar. Yeri gelince söz alınm” dedi Profesör sör Turgan Turgan Kaflı. “Değerli arkeolog Bob Younger, toprak hiç bakir kalmadı sözleri üzerine ve geçmiş gizemli uygarlıklar konusunda en ünlü Mısır eserleri uzmanı olarak bize ışık tutar mı? Uzun yıllar araştırarak Mısır'ın gizemini büyük ölçüde çözen sizsiniz” diyerek ayağa kalkan Bedri bu defa, Bob’un yanma gitti. “Mısır’ın gizemi tamamen çözülemedi, şimdi de İstanbul’un gizemi dünyayı dünyayı meşgu meşgull edec e decek” ek” diyerek söze söze başladı Bob. Bob. “Sümer “Sümer ve Mısır yüksek kültürü mağara devrinden hemen sonra birden ortaya çıktı. Çok tuhaf değil mi?.. Şuna benziyor: Diyelim ki ilk otomobil otomobil icat edili e diliyor yor ve günüm günümüz üzü ün son model model otomob otomobil iliyl iylee aynı teknolojiye sahip... Ve bu otomobil bütün dünyada tekerlekli araç yokken yokken imal imal ediliv ediliver eriyo iyor. r. Sümer ve Mısır Mısır uyga uygarlı rlıkl klar arın ının ın ortay ortaya a çıkışı en iyi bu örnekle anlatılır. Mağara insanlarının insanlarının birkaç birkaç ayda Sümer Sümer ve Mısır Mısır uygarlıkl uygarlıklarım arım yarat yarataca acak k seviyeye erişme erişmesi si mü mümkün değ değil. il. O ha halde lde neyi kabu kabull edeceğiz? edeceğ iz? Uzaydan gelen öğretmenlerin insan insan beynine beynine akıl aşıladığını mı? Bu teoriyi de kanıtlamak olanaksız. Arkeolojik araştırmalardaki antik yazıtlar ve sembollerden başka bize ipucu verecek kaynağımız yok. Kaybolmuş belgeler, anıtlar, yazıtlarla ilgili bilgileri eski Arap tarihçilerden elde edebiliyoruz... Şimdi dikkat edin” dedi Bob ve o sırada Köksal’m telefonu tekrar çaldı. Koksal hafifçe hafi fçe kızararak kızararak kalk kalktı. tı. “Bensiz devam etmeyin biraz dinlenin” diyerek salondan çıktı. “Kubi ne var yine oğlum? Burada önemli toplantı yapıyoruz." “Müdür önemli haber var da... Anında bildirmezsem kızarsın
313
rar gemiye iniş yapmış. Bir daha havalanmamış. Kesinlikle Semiramis’i kaçıran helikopterdir. Gemi tam yol açılıp sahilden izlenemez olmuş...” “Kimden aldm bu bilgileri?” “Kefken’de bizim yurt haberler muhabiri Davut Yılmaz var. Çocuk aynı zamanda Kefken deniz fenerinde görevli... Orada 24 saat gözetleme yapılıyor. Davut gemiyi ve inip kalkan helikopteri ilgiyle izlemiş. Sahil Koruma’ya bildirmiş, ama helikopter inip kalkarken kalkark en gemi hareket hareke t halindeymiş çabuk kaybolmuş. Sahil Sahil botu bir başka görevde uzaktaymış, olay bildirilince peşinden gitmiş, ancak gemi bulunamamış. Gemi ufak boydaymış, hücumbot kadar süratliymiş. Bulgaristan karasularına girdiği varsayılı yor. yor. Rumelih Rumelihisa isarı rı bask baskın ınını ını ve Semi Semiram ramis’ is’in in helikopterle helikopterle kaçışım kaçışım çok sonra radyodan öğrenmişler.” Köksal’m salona döndüğünü gören Bob hemen söze başladı. “Arap tarihçi Muhamm Muhammed ed elMakrizi yazdığı kitaplarda şaşırtıcı bilgiler verir. Örneğin; 7 Akbaba kubbesi benzeri binaların yapım tarihini 30 000 000 yıl geriye ger iye götürür. götürür. 1440’lı 440’lı yıllara yıl lara kadar yaşayan ElMakrizi Mısır tarihinin eşsiz araştırmacısı, çok önemli İslam bilginidir. El Kitat adlı Mısır’ın coğrafyasını ve tarihini anlatan kitabındaki bir bölüm beni çok ilgilendirdi. Bulduğu çok eski belgelere dayandığım yazan ElMakrizi’ye göre Mısır piramitleri MÖ 2500 yıllarından daha önce inşa edilmiştir. Şöyle diyor:l... Saurid, inşaatlar bitince piramidin en tepesine bir yazıt dikti. Üzerine ismini ve piramitleri altı senede inşa ettirdiğini’ yazdırdı. Düşen akbaba yengeç burcundayken burcundayken 3 piramidin yapıldığı” yapıldı ğı” yazılıydı. yazılı ydı. Bu tarihten Hazreti Muhammed’in hicretine kadar 36 bin güneş yılının geçtiğini ElMakrizi hesaplamış. Yani; MÖ 35000 yılı civan. ElMakrizi’ye manırsak manırsak üstü üstün n teknoloji teknolo ji eseri piramitle p iramitlerr 37 00 000 yıl önce yapılmış oluyor. oluyor. Peki, firavunlar yapmadıysa kimler yapmış? Aynı soru şimdi bizim karşımıza dikildi; 7 Akbaba’lı kubbeyi Romalılar Romalıl ar yapmad yapmadı, ı, Osmanlılar Osmanlılar yapm yapmadı. adı. Peki, kimler kimle r yaptı ve ne zaman?” Bob bunları söyledikten soma Profesör Mustafa Korcan’a döndü. “Üç büyük piramidi yaptığı varsayılan Saurid kimdir? Piramitlerle benzer benze r özellikl özel likleri eri olan ve aynı boylamda bulunan bulunan 7 Akbaba’lı Akba ba’lı kubbeyi de, kim bilir, belki Saurid yapmıştır. Saurid olağanüstü önemlidir ve onu size en iyi bir din bügini anlatır” dedi. “Buyrun söz sizin.” “Saurid kimdir? Yahudiler onu Anuh veya Enoş diye adlandı-
314
rır, Helenler ise Hermes der" diyerek sözlerine başladı Profesör Korcan. “Saurid bir firavun veya bir efsane değildir, aslında İdris Peygamber’dir. İslam inancında böyledir. İdris Peygamber’in yapt yaptıkla ıkları rı 7 Akbaba’nm Akbaba’nm gizemine gizemine ipuçları ipuçları sun sunabilir ilir.. Oruç ruç Bey ey,, kubbede gördükleri Latince levhada ‘Biz Âdem’den önce vardık’ yazıs yazısın ınıı pa padi dişa şahı hın n kendilerin kendilerinee okud okuduğ uğun unu u belir belirtir tir.. İnanca İnanca göre de İdris Peygamber Hazreti Hazre ti Âdem Âd em’’ den çok ço k önce gelm gelmiştir. iştir. Kuran Kuran şöyle der: ‘... Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yücelttik...’20 İdris Peygamber ilkel insan topluluklarını aydınlatmak göreviyle ‘indirilir’. Nuh Tufam’m uzun yıllar önce haber verir. 72 dil konuştuğuna ve her kavmi kendi diliyle hak dinine davet ettiğine inanılır. inanılır. 100 kent kurm kurmuş uştur tur.. İnsanlara İnsanlara yazıyı yazıyı gösterdi gösterdi,, fen, astronomi ve tıp gibi ilimleri öğretti. Belgelerde, ‘Kalem ile yaza yazan n ve iğneyle iğneyle diken’ diken’ denilen denilen ilk insa insan ndır. ır. İdris İdris Peygamber Peygamber düny dünyayı ayı dört bölgeye bölg eye ayınp her birine bir temsilci temsil ci tayin etmişt etmiştir. ir. Aşure Günü’nde göğe alınmıştır. Bunlara inanıyorsak, kubbeyi yapa yapanl nlar ar ve içine 7 Akbaba’yı koyan koyanlar lar İdris İdris Peygamber’in görevlendirdiği uygulayıcılar neden olmasın?” İlahiyat profesörü Mustafa Korcan’dan soma sözü arkeoloji doçenti Debra aldı. “Birçok kaynak gökten gelen öğretmenlerin öğretisiyle insan aklının aklının hızla hızla geliştiği geliştiğini ni ileri ileri sürer. sürer. 1 000 yıl yıl öncesinin Arap tarihçilerini ve ElMakrizi’yi birçok arkeolog gibi ben de okudum. ElMakriz ElMakrizi, i, çok çok eski belg belgel eler erii kitabma kaynak gösterir. 1442 yılınyılında ölene kadar, insanı uygarlaştırmak için indirilen öğretmenler teorisinin arkasında durmuştur. ElMakrizi, eski Mısır belgelerinin birinde şöyle dendiğini yazıyor: ‘Ateş arabasıyla gökten inen kişi insanlara akıl getirdi.’ Belgeye göre, ‘ateş arabayla gökten inen’ (Saurid) İdris Peygamber’di. Mağaralarda yaşayan insan onun gelişiyle kısa sürede kürk giysilerini attı, kumaş dokumayı, dikiş dikmeyi öğrendi. İdris Peygamber’e ‘Terzilerin Piri’ derler. Mağaradan çıkardıklarına mesken yapmayı, site kurmayı öğretti. 800 ve 900 yıllannm tarihçilerinden Abdülillah Muhammed ile Afi bin Abdullah elKasri’nin kitaplarındaki Hz. İdris’e ait bilgileri aynen aktarıyorum: ElKasri’ye göre Hz. İdris, Âdem’den önce ya yaşamıştı ıştırr. İnsa İnsan nla ları rı Tufa Tufan’d n’da a boğu boğulm lmak akta tan n kurta rtarıp rıp Yukar arıı Mısır’a Mısır’a götürmüştür. İdris Peygamber, Âdem’den önceki insanlara bedenini ve aklını birlikte kullanmayı öğretmişti. Descartes da, ‘Dünya canlı organizmaların makine benzeri işleyişi. Yaşayan saat gibi bir
3 1 5
şey...’ dedikten sonra insanı Kartezyen robot makine gibi tarif etmişti. İdris Peygamber, insana koordinatları veriyor, insan da belleğine yerleştiriyordu. İnsan makine değildi, bedenakılruh üçgeniydi. üçgeniydi. Güçlü Güçlü belleği belleğ i vardı. vardı. İnsan beyninin bilgisayar belleğinbelle ğinden farklı yanı öğrendiklerini geliştirme yetisidir. Algılıyor, yargılıyor, bilgilerini yenileyebiliyordu. ‘İdris Peygamber 72 dil konuşuyor ve kavimleri kendi dilleriyle hak yoluna çağırıyordu’ deni yor. yor. Nasıl Nasıl bir beyne sah sahip ipti? ti? 72 72 dili beynine beynine program programlaya layan n teknoteknoloji neydi? İdris Peygamber 100 kent kurduysa bunlardan biri de bugünkü İstanbul’un yeri olabilir. İstanbul’un ilk kurucuları Bizas ve Constantinus değildir. Aksaray ve Küçükçekmece’deki kalıntılar İstanbul’da 8 50 500 yıl önce yerleşim yerl eşim bölgel bö lgeleri eri olduğunu olduğunu kanıtlıkanıtlı yor. yor. Nuh Nuh Tufa Tufaru ru’nd ’ndan an 300 yıl önce İdris İdris Peygamber’in Peygamber’in felaketi felaketi bildiği söylenir. İnsanlığı yükseltecek 300 kitap yazmıştır. Kitaplar tufanda kaybolmasın diye sulann yetişemeyeceği yükseklikte üç piramit pirami t yapmak ister. ister. ElMakrizi’nin ElMakri zi’nin bulduğu bulduğu belge be lgeler leree bakarsak ‘gökten inen melekler’ piramitlerin inşaatında insanlara yardım ederler. ederler. Böylece Böyl ece bugü bugünü nün n teknolojisini teknoloji sini bile bi le aşan mimari mimari ustalıkla piramitler tamamlanır. Hz. İdris 300 kitabını Büyük Piramit’in en üst üst odasma koyar. koyar. O dönemlerde üst üst odanın çatısının merceklerle mercekl erle kaplı olduğu ve uzaydan gelen ‘anlamlı’ ışınları odaya indirdiği iddia edilir. Işınlar Işı nlar odada bekleyene mesaj mesaj indirir indir ir veya ve ya insanü insanüstü stü yetenekleri yetenekleri beyne beyne iletirm iletirmiş. iş. XIX XIX.. yüzyıl yüzyıl başla başların rında da elmas elmas oldu oldukla kla-rı da söylenen mercekleri çalınmıştır. Ancak odaya bırakılan yiyecekle yiyecekler, r, ha hayva yvan n ölüleri hâlâ hâlâ bozu bozulm lmaz az,, yara yaralar lar iyileş iyileşir, ir, ayne aynen n Korkut’un yarasının İstanbul’daki 7 Akbaba’lı kubbede iyileştiği gibi... O halde kubbe bizim bildiğimiz tarihlerden çok önce belki de İdris Peygamber tarafından yaptırılmıştır ve işlevi vardır. İşlev konusuna gelince sözü fizik profesörüne ve astronomi doçentine bırakmak gerekiyor.” Bedri ve Esin konuşmalarım yapmak için ayağa kalkarken Ön Türkler Türkler tarihi tarihi uzm uzman anıı Profesör Pr ofesör Alp Buha hara rah, h, “Kısa bir bilgi vermek isterim” dedi. “Kadıköy’de bulunan bir antik tak üstünde Ön Türklere ait ‘Atlarımızla denizi (Boğaz’ı) geçtik’ yazılı kabartma vardır. Yaklaşık 9 000 yıllıktır. Bu anıt, Peçeneklerden önce de Türklerin İstanbul’a geldiğini ve Boğaz’ı atlarıyla geçtiğini gösterir. O dönemde İstanbul’da yerleşim olduğu da kanıtlandı. Acaba kimlerdi 910 000 yıl öncesinin İstanbulluları... 7 Akbabalı kubbeyi onlar mı yapmıştı? O atlılar nereye yerleşti? Kazılar ilerledikçe sanırım onu onu da öğreneceğiz. öğren eceğiz. Teşekkür ederim hepsi bu kadar.” kadar.”
316
“Benim de fizikçi ve astronom dostlarımızdan önce söylemem gereken bir bir şeyler var” diyerek ayağa ayağa kalktı kalktı Bob Bob.. “İnsanı “İnsanı eğitenler eğitenler gökten mi inmişler, yerden, mi çıkmışlar tartışması bitmez. 25 yıldır aralıksız sürdürdüğüm arkeolojik araştırmalarda birçok sorunun nun yanıtını buldum buldum. İroniktir, her yamt bir bir başka soruyu doğurdu. doğurdu. İnsanın yüz binlerce yıllık yavaş ilerleyen gelişimi birden nasıl tamamen değişti? Mağaralarda yaşayan, birikintilere kafasını sokarak su içen, avlanarak karnım doyuran, post giyen insana sanki sihirli değnek dokundu. Avcıları çiftçilere, çömlekçilere, kentler kuran mühendislere, mimarlara, heykel ve resim yapabilen sanatçılara, hekimlere, devlet adamlarına, düşünürlere hızla dönüştüren sihir neydi? Yüksek Sümer uygarlığı birdenbire nasıl ortaya çıktı? İşte bu soruyu araştırırken Mezopotamya’da bulduğum Sümer yazıtından yanıtı aldım. Şöyle yazılıydı: ‘Güzel görünen her neyse, tanrıların lütfuyla yaptık.’ Sümer’in tannlan. Sümer’in tanrılarını Yunanlılar kopya etmiştir, ama Sümerlere bu tannlan şekillendinnek için esin verenin ne olduğunu saklamışlardır. Tekvin vin kitabının 6. 6. babmda ‘insanoğlun ‘insanoğlunun un büyüden kurtarılıp gözügözünün nün açılması’ şöyl şöylee anlatıl anlatılır. ır. ‘İlahi ‘ İlahi varlıklar insan kızlarının güzel güzelliliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.’ Sümer tannlan, onlann oğullan ve v e torunla torunları, rı, tannlar ve ölümlüler arasında arasında ya yaşa şar. r. Onlarla ilgili hikâyeler İncil’de de vardır: ‘Rab oğullan insan kızlarına var dıklan, Ve bu kızlar onlara çocuk doğurduklan zaman, O günlerde, hem de ondan soma, Yeryüzünde Nefilimler vardı, bunlar ebediyetin kudretli olanlarıydı, Şem halkıydı.’ ‘Nefilimler’ kimlerdi? Çok dikkat edelim, XIX. yüzyıl İncil yorumcusu Malbim ‘Nefılimler’i Arami dilindeki İncilden ‘aşağı düşmüş olanlar’ olarak çevirmiştir. İncil ile Tekvin’e bakarsak; gökten düşmüş Nefilim ile dünya insanı evlenince doğan çocuklar yeni akıllı insan neslini oluşturdu. İnsan hızla ilerledi. Kuran’da ise; İdris Peygamber’in öğretisiyle insan insan değişm değişmiştir. iştir. İdris İdris Peygamb Peygamber’in er’in de Nefil Nefilim imle leri ri mutlaka vardı. Piramitleri yapmak için ‘aşağı düşmüş’lerdi.” Bob’u Bob’un n sözü burada burada kesildi, kesildi, Köksal’ın Köksal’ın telefonu telefo nu çalmıştı. Koksal yine yine kızan kızanp p “Pardon” “Pardon” diyerek diyerek ay ayağ ağa a kalktı lktı.. “Kubilay öyle anlarda arıyorsun ki... Ne oldu yine?” “Geldim, otel otelin in lobisindeyim. Semiramis’in albüm albümünü ünü getirdim. Ne resimler var neler...” neler...” “Tamam. Aşağı kattaki toplantı salonuna gel. Bir köşeye otur sesini çıkanna.” Tekr Tekrar ar “pa “pardo rdon” n” diyere diyerek k yerine yerine oturd turdu u. Debra’ Debra’mn mn kula kulağm ğma a fısıldadı.
V
3 1 7
“Önemli gelişmeler var da...” Bob kaldığı yerden devam etti. “Kesin kanıtlara bakarsak yüz binlerce yıl önce Incil’in deyimiyle birileri aşağı düştü. Nefılim olarak adlandırılan yüksek uygarlık sahibi kişilerin gelişini eski uygarlıklar taşa kazıdı, kil tabletlere yazdı. Onların ‘ateş arabaları’ veya ‘uçan sandal’la dün yaya indikler indiklerini ini belirtti belirttiler ler.. Astronot Astronot başlıklı başlıklı resimler resimlerini ini çizdi çizdiler ler,, heykellerini ve kabartmalarım yaptılar. 7 Akbaba’lı kubbenin yapısın yapısına a ve içindeki içindeki akba akbaba balar lara a bak bakar arsak sak bunla bunların rın Nefılim eseri olduğun olduğunu u galiba gali ba kabul kabul edeceği e deceğiz.” z.” Kubilay kapıyı açtı sessizce bir köşeye oturd oturdu. u. “Profesör Bob Younger’a bir şey önermek istiyorum” dedi tarih profesörü Korcan. “İstanbul’daki ve Ankara’daki arkeoloji müzelerine mutlaka gidiniz...” Bob utanmış gibiydi. “Beni mahcup ettiniz, ilk gitmem gereken yerlerdi. Fakat olayların gelişmesi beni arkeolojiden aldı dedektif yaptı.” “Rica ederim. Durumunuzu biliyorum. Bizim her iki arkeoloji müzemizdeki Sümer, Sümer, Hitit, Hitit, Akat, Akat, Babil ve Asur tabletlerinde tabletleri nde gezege zegenlerden gelenlerden bahsedildiğini göreceksiniz. Tabletlerde Marduk gezegeni de yazılıdır. Biliyorsunuz Marduk gezegeninin 2012 yılında dünyaya yaklaşacağı ve Nuh Tufanı benzeri felaketleri yaratacağı ileri sürülür. Babilliler tanrıları ‘Marduk’un adım gezegene takmıştır. Sümerler ise ‘Nibiru’ derlerdi. Babilliler, Marduk’un Nuh Tufam’m yaratacağını ateş arabalarıyla gelen tanrılarının uzu uzun n yıllar önce bildirdiğini tabletlere tabl etlere yazmışlar. yazmışlar. MüzeleMüzele rimizde görebilirsiniz.” Çok etkilenmişti et kilenmişti Bob. Bob. “Müzeleri görmeden gidemem” dedi. “Marduk gezegenini anlatır mısın Esin?” diye sordu. “Marduk bir efsane değil” diyerek anlatmaya başladı gökbilimci Esin. “Marduk gezegeninin yörüngesi onu 3 600 yılda bir dün yamıza yamıza yakınl yakınlaşt aştırı ırıyo yor. r. Gezegen Gezegen düny dünyay aya a yaklaşınca yaklaşınca felaketlere felaketlere neden oluyor. Maya takvimine göre gezegen 2012 yılında dünyaya iyice yakınlaşacak. Maya takviminin 2012 yılında bitmesi nedeniyle bu tarih bazılarınca kıyamet yılı olarak yorumlanıyor. Marduk duk gezegeni geze geni kıyamet etldsi yapar mı? mı? Sümer Sümer tabletlerinde evrenden gelecek gele cek tehlikelere tehlikele re karşı ‘gökten inenlerin’ dünyada dünyada savunma savunma sistemleri kurdukları anlatılıyor. Gökten inenlerin savunma sistemlerini dünyanın çeşitli manyetik bölgelerine yerleştirdiği belir-
3 1 8
tiliyor. Birinci savunma ve koruma bölgesi piramitlerin ve İstanbul bul Rumelihisan Rumelihisan’ndaki ’ndaki 7 Akbaba’lı Akbaba’lı kubbenin kubbenin üzerinde bulun bulundu duğu ğu 30 boylamdır. Uzayla haberleşme sağlamak için yapıldığı iddia edilen Sfenks de 30. boylam üzerindedir. 30. boylam dünyayı koruyan manyetik kuşağın en güçlü olduğu yaydır. Güneş’ten ve uzaydan gelen öldürücü ışınlan manyetosfer kalkan önler, ışınlar Dünya’yı çevreleyen manyetosfer kalkanı aşamaz. Manyetik halkçıla çılarr çizen, adma Van Aile Ailen n denilen kuşaklann kuşaklann eng e ngell elledi ediği ği güneş güneş plazma bulutlan, Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değerdedir. Düşünün manyetosfer olmasaydı ne olurdu? Van Ailen kuşaklan gibi, atmosfer de, dünyamızı öldürücü dış etkilerden koruyor. Serseri meteorları durdurduğu gibi, dünya ısısının ayarlanmasmı sağlar, dondurucu soğuktan korur. Şimdi ozon tabakasma tabakasma gelelim. İşte bu noktada ‘mucize’ ‘mucize’ sözcüğünü kulkullanmak zorundayım. Neden mi? Ozon tabakası, zararlı ışınlan süzer ve geçirmez. Öte yandan zararsız ışınlan, radyo dalgalarım, görünür ışığı ve ölçülü olarak ultraviyole ışınlarım geçirir. Zararsız ışınlar tüm canlılann yaşamlarını yaşamlarını sürdürm sürdürmesini esini sağla sağlar. r. Geze Gezegegenimizde hayat devam eder. Dünyayı koruyan sistemin şaşmaz bir saat gibi işlemesini sağlayan mekanizmalar olduğu iddia ediliyor. Bunlardan biri de Rumelihisan’ndaki 7 Akbaba olabilir. Günümüzün bilim seviyesi manyetik sistemi ve ozon tabakasının nasıl olup da akıllı filtre görevi yaptığını henüz açıklayamıyor.” Esin sözlerini bitirince ilahiyat profesörü Mustafa Korcan, “İnsan “İnsan aklı ve bilim Allah’ın Allah’ın gücü karşısınd karşısında a yenilgiye yenilgiye uğrar” dedi ve ekledi: “Bakınız Kuran ne diyor: ‘Ve Arz (Dünya) göğünü korunmuş tavan kıldık, onlar onun (göğün) ayetlerinden yüz çevirirler. Ve O (Allah) ki, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yarattı, her biri, bir yörüngede yüzerler.’ Atmosferin keşfinden yüzyıllar önce inen Kuran’ın Enbiya Suresi 30 ve 33’üncü ayetleri böyledir. 7 Akbaba’mn dünyayı koruyan bir hikmeti olduğuna inanıyorum. Fatih Sultan Mehmed’in saklamasının sebebi de 7 Akbaba’nm süs olmadığım anlamasıdır mutlaka...” Profesörün sözlerinin çevirisini dinleyen Bob heyecanlanmıştı. “Bakın neyi neyi hatırladım” dedi. dedi. “Amerika’nı “Amerika’ nın n Antarktika’da esrarengiz bir istasyonu var. Dünyanın en güney noktasında, Antartika’mn en karanlık yerinde kumlu istasyon yıllardır çalışır. Adı ‘araştırma istasyonu’dur ama kimse aslını bilmiyor. Adı McMurdo Amerika Amerikan n Araştır Araştırma ma İstasyonu İstasyonu 1 258 kişi kişi yaşıyo yaşı yorr
3 1 9
yer. yer. Resmen Resmen açık açıklan lanan an,, bura burada da uzay uzay projelerine projelerine destek sağ sağlay layan an astronomi ve astrofizik araştırmalarının yapıldığıdır. Az önce Esin’in Esin’in anlattığı anlattığı atmosferik ölçümler ve hava kirliliği incelemeleince lemelerinin yapıldığı da belirtiliyor. Ancak araştırma raporları açıklanmıyor. mıy or. Bir iddiaya göre g öre McMurdo McMurdo İstasyonu, İstasyonu, uzay trafiğinin kontrol merkezi olarak çalışıyor... Ve iddianın en çarpıcı yanı; uzaylı varlıklarla buradan temas kuruluyor. Bu iddialar giderek büyüdü. Hatta Stargate SG-1 filmi istasyondan esinlendi, McMurdo, ‘Dünya birlikleri birli kleri üssü’ üssü’ olarak gösterildi. İstasyona 80 80 km mesafede ise kayıp kıta Atlantislilerin kullandığı ‘yıldız geçidi’nin bulunduğu duğu ile i leri ri sürüld sürüldü. ü. adlı kitapta, Atlantislilerin bıraktığı ve tüm dünyadan Deşifre adlı gizlenen ‘dünyanın kodu’nun McMurdo’da deşifre edilmeye çalışıldığı anlatılıyor. 7 Akbaba’nm işlevini ve gizemini araştırırken belki de ‘dü ‘ dünya nyanın nın kodu’yla kodu’yla ilgili ilgi li şifreyl ş ifreylee karşı karşıyayız. McMurMcMurdo öyle gizemli ki, Alien filmlerinde filmlerinde de merkezi bir uzay trafik kontrol istasyonu olarak gösterildi. The Thing filminde de yer aldı. Aynı bölgede bir de Amundsen Scott İstasyonu yer alıyor. Burası da McMurdo’ya lojistik destek sağlıyor. Ayrıca içeriği açıklanmayan özel araştırma projeleri üzerinde çalışmalar yapıldığı söyleniyor. Amundsen Scott İstasyonu’nun en ilginç yönü şu; istasyonun yarısı yeraltında. Neden yarısı yeraltında? İlginçtir, Antarktika batıdoğu 30. derece içindedir. Aynen piramitler ve 7 Akbaba’lı kubbe gibi... Bizim Amerikalılar da buzların altında akbabalar akbabalar mı buldu buldu,, yoksa kendileri mi yaratıyor yaratıy or bilemem.” bil emem.” Dosyalarım masaya yayan Bedri, “Görüyoruz ki dünyamızın akıllı insanları gizemli geçmişi araştırmaktan yılmıyor” dedi. “Ülkeler araştırmalara büyük paralar yatırmaktan kaçınmıyor. Fantezi veya vey a efsane sanılan sanılan bir yazıt, yazıt, yüzyıllardır düden dile geçe ge çe-rek yaşamış bir söylenti önemli bir gerçeği açıklamaktadır. Bilim dünyası efsaneleri de dikkate alıyor. 7 Akbaba konusunda vardığım sonucu açıklayacağım. Boğazımı ıslatmam şart” diyerek gülümsedi ve bir bardak su içti. “Binada neden akbabalar var? Neden, kedi, aslan değü de akbaba? Bu soruya yanıt aradım. Eski uygarlıklarm kutsal sembolü akbaba. Eski Türkler akbabaya ‘ker kes’ derlerdi. Oruç Bey de kerkes yazmış. Latin kökenli 'Carcas- se/Kerkesse’ sözcüğü ‘leş’ anlamına da gelir ama kerkesin leş dışında bizi uyaran anlamlan var. “Özü karanlık, kendini gizleyen” anlamı bizim akbabalara uyuyor. Kerkes şu anlamlara da geliyor: Yangına sebep olmak. Topu ateşlemek. İsyan. Otoriteye karşı gelmek. Rotayı şaşırtmak. Burada kerkes sözcüğüyle ilgili olarak
320
yazılı yazılı proj ise “roket, füze ve gökten gelen” anlamını taşı pr ojec ecti tilis lis ise yo yor. 7 Akbaba’ Akbaba’lı lı kubb kubbed edek ekii metin etinde de,, ‘Her ak akba baba ban nın 7 000 yılı gösterdiği ve son 7 bininci yıhn bitiminde kıyamet gelecektir’ yazı yazılı. lı. 5 akb kba aba ban nın ba başı şın nın kopa koparılm rılmış ış olmas olmasıı 35 000 yılın geçtiğini geçtiğini göstermekte. 7 Akbaba’da Akbaba’ dan n ikisinin başı başı yerind yerinde... e... Altıncı Alt ıncı akbaba akbaba çok renkli taşlarıyla diğerlerine benziyor, ama sonuncu akbaba tamamen siyah... Kıyametin tarihini nasıl anlayacağız? Anonim tarihin yazıldığı 1491 yılı Bizans takvimine göre, dünyanın yaratılışımı! 6 999’uncu yılı. Arada bir şey söylemek istiyorum, bir yıl sonra sonra 1492 tarihi tarihi gel geliy iyor or ve ve 7 000 yıl yı l tamamlanıyor. tamamlanıyor. 1492 Amerika'nın keşfedildiği ve dünyada büyiik sosyal ve siyasal gelişmelerin başlangıç tarihi. 7 000 yıl kıyametle ilgili değil de, değişimin kilometre taşıydı. Oruç Bey’in hesabına göre ise 7 000. yıl 1477 tarih tarihin inde de bitiyor bitiyor ve kıyam kıyamet et kopu kopuyo yor. r. Ama kıyamet kıyamet kopmuyor. Bu gösteriyor ki akbabaların yaşını hesap etmeye kalkarsak yanılırız. Uzatıp canınızı sıkmayayım; bugüne kadar rahmetli Profesö Pro fesörr Nadi’nin gerçekçi ger çekçi araştırm araştırmala aları rı ve bizim yeni teknolojiy teknolo jiy-le yaptığımız gözlemler şu sonucu ortaya koyuyor: ‘Akbabaların tarihini tarihini hesaplayam hesaplayamıyoruz. ıyoruz. Kimliğini bilemediği bileme diğimiz miz yüksek teknolojiye sahip olanların eseridir. İnsanlığa, kendilerini bekleyen tehlikeyi haber vermektedir. O halde akbabalar, manyetik düzeni ayarlayan saat, dünyayı koruyan zırhların yöneticisi, geçmişin ve geleceğin trafik istasyonudur, çözemediğimiz levhalar geçmişin ve geleceğin düzenli takvimidir.’ Bunları kabullenmekten başka çare yoktu yoktur. r. Eski yazıtlar yazıtlar ve semboller semboller uzman uzmanıı dostumuz dostumuz Lara’mn yardım yardımıyla ıyla sonu sonuca ca varm varmak ak isti istiyo yoru rum m; Lara ra,, ku kubb bben enin in zeminin zeminindek dekii sembollerin ne anlattığını lütfen bir daha açıklar mısın?” “Daha “Daha önce ayrıntılı an anlat lattım tım.. Sembolle Sembo llerr öz olarak şu cümleler cümlelerii yazıy yazıyor: or: ‘Âdem'den ‘Âdem'den önce önce kurula lan n bu bu istas istasyo yond ndak akii akba akbaba bala larr size size geçmişin ve geleceğin tarihini sunar. Dünyanın dengesini sağla ya yan ha haya yati ti ista istassyond ondur. Sizi izi uza zayd yda an gelecek düşm düşma anla lard rda an korur rur. Kıyamet gününe kadar insanlığın yok olmasını önleyecektir. Güvenin. 7 Akbaba’ya dokunmayın, kubbeye kötülüğe kalkmayın. Dünyayı kara deliklere gömersiniz’” diye açıkladı Lara. “Teşekkürler Lara” dedi Bedri. “Evet, dünyada mikroskobik kara delikler olabileceğini bilim kabul eder. Bir dengesizlik sonucu bu minik kara delikler büyümeye başlarsa sadece dünyayı değil, galaksiyi yutar. Şimdi size kubbedeki gizemleri bilimsel olarak açıklayacağım. Kubbedeki ışık, serinlik, akbabaların hareketliliği, üstlerini üstlerini kaplayan kaplayan mücevherler nedir? nedir? Akbabaların ener enerji ji kay kay--
I
32 1
yı değiştire değiştirecek cek bu buluş luşu saye sayesi sind ndee aydı aydınl nlan andı dık. k. Teks Teksas as Üniv Ünivers ersite itesi si öğretim üyesi Prof.Dr. Tahir Çağın, kendi enerjisini üreten malzemelerin çağını açtı. Vücut hareketi, ısı ve titreşimi enerjiye çevirmede kullanılan malzem malzemeler, eler, saç telinden 5 bin kat incelikte incelik te üretilüret ildi. Bu enerjinin adına ‘piezo elektrik’ dedi. Nanoteknolojiyle geliştirilen ‘piezo elektrik malzemelerle şimdilik hayal sayılan araçlar, örneğin kendi enerjisini üretip yakan otomobÜler ve güdümlü ilaç sistemleri gerçekleşecek. Bu nano yapılı malzemeler, örneğin bir ilacı taşıyan kapsülü vücudun belirli bir yerine gönderebiliyor. Etraftaki mekanik enerji nano yapılı jeneratör olarak kapsülün yapıs yapısmd mda a kull kullan anıl ıla abilir ilir.. Bu Bu na nano no yap yapılı ılı piezo ma malze lzeme me ilaç taşıy taşıyıcı ıcı kapsülleri güdümleme için gerekli küçücük enerjileri, taşıma ortamında var olan salınımlardan, yani kandan, bağırsak veya midedeki sulardan kendileri üretebilecek. Profesör Çağm diyor ki: ‘Bu malzemeler ayak ve vücut hareketlerinden elektriğim üretebilecek ve böylece böylec e kendini ısıtan ısıtan kıyafetlerin yolu açılacak.’ açılacak.’ Piezo Pie zo elektrik ve nano malzeme, makineleri sonsuza kadar çalıştıracak. Nakil araçlarına sonsuz enerji sağlayacak. İşte, piezo elektrik yoluyla akbabaların akbabaların kendi enerjilerini enerji lerini ürettiklerim üret tiklerim anladım anladım.. Başlangıçta bir kere sağlanacak titreşim akbabalara sonsuz enerjiyi vermiş kesinlikle... Aynı teknoloji kubbenin ışığım, havasmı sağlıyor. Piezo elektrik, kristaller ve seramikler kullanılarak elde ediliyor. Kubbenin tavanı kristal veya elmaslarla dolu. Ayrıca duvarları seramik benzeri maddeyle yapılmış. İşte gizemin çözümü...” Bedri burada durarak dinleyenlerin şaşkınlığını memnuniyetle izledi. Astronomi Astr onomi Doçenti Doç enti Esin’e, Esin’e, “Kubbedeki “ Kubbedeki müziğin müziğin ne olduğuolduğunu sen açıkla...” diyerek sözü genç bilimciye bilimci ye bıraktı. bıraktı. “Gezegenlerin sesleri, evrenin etkileşimleri ile güneş rüzgârlarının yüklediği elektromanyetik taneciklerden oluşur. Ay'ın ses sütunlar sütunlarıı ile i le gezegensel gezegens el manyetosfer manyet osfer kalkanların kalkanların bazıları şarkı söyleyen insan seslerine benzer. Rüzgân andıranları vardır. Dünyalı insan bu sesleri duyamaz, ancak Voyager uydusu uzayda kaydetmiştir. “Gezegen müziği toprağa gömülü kubbede nasıl duyuluyor?” diye sorarsanız, yanıtım, “Kubbenin uzayla kesin ilişkisi var” olacaktır. Kubbedeki yazıtta “7 Akbaba geçmiş zamanı zamanı ve gelecek gele cek zamanı zamanı anlatıyor” deniyor. deniyor. Şimdi izninizle fantastik teorimi öne süreyim: Kubbenin melodisi geçmişte olanları ve gelecekte olacakları anlatan bitmeyecek bir senfonidir. Her hareket, her olay ses çıkarır. Olayların matematiksel aralıklarla çıkardığı sesler birbirini izleyerek izley erek nota gibi diziliyor. diziliyor. Her olaydaki ses yükünün şiddetine göre iniş çıkışlı tek tek değişik dalgalar
32 2
oluşuyor. Geçmişin ve geleceğin takvimini barındıran, kendi ener jisine sahip akb kba aba bala ları rın n belleği belleği olayl olaylar arıı dizerk dizerken en ışın ışın salı salıyyor. Gönderdiği ışınlar piyanonun tuşlarına basar gibi ses dalgalarına dokunarak melodi yaratıyor. Tek tek sesler birbirini izlediğinden sonuçta kulağımıza toplu bir melodi olarak geliyor. Bergson’un ‘zamanı’ anlatırken gösterdiği örnek gibi: ‘Bir besteyi dinlerken onun onun tek tek tek notalarını notalarını değil değil tamam tamamını ını kavra kavrarız, rız, bir melo melodi di olarak bütünleştiririz.’ Kubbede duyduğumuz müzik işte budur.” Esin oturdu. Bedii tekrar söz aldı. “Şimdi gelelim akbabaların üstündeki mücevherlere dostlar. Işıl ışıl yanan kıpkırmızı yakutlar, yeşil zümrütler, göz alan pırlantalar değerli taşlar değil aslında...” “Ya nedir?” diye sordu Peter. “Dans eden atomlardır. Atomların da rengi vardır. Teknikle sıkmak istemem ama akbaba mücevherlerini biraz açıklamak zorundayım. Akbabaların üstündeki elektromanyetik gücü taşı ya yan ışık ışık olarak olarak gözlen gözlenen en foto foton ndur. dur. Diğer bir elektro elektroman manyeti yetik k güç güç atomları bir arada tutar, molekülleri oluşturur. Elektrik yüküne ek olarak olarak kuarklar renk yükü taşırla taşırlar. r. Tüm kuarklar kuarklar ve gluon renk yü yüküne sahipti iptirr. Kuar Kuark k parça parçacık cıklar lar beyaz beyaz veya nötral nötral ren renktedi tedir. r. Baryonlar mavi, yeşil ve kırmızının karışımlarından oluşur. Kuarklar gluon yayınlayıp yuttuğunda sürekli olarak renk yüklerini değiştirirler. değiştirirler. Gluonlar bir renk yük yükün ünü ü daima bir an antirenk tirenk yü yüküne deği değiştir ştirdiğ diğind inden en hem hem renk renk hem hem de antire tiren nk yük yüküne sahipmiş gibi düşünülebilir. Akbabaların üstünde mücevher olarak gözükenler lcuarklardır. Onların işlevi göz aldatmak değil, başka olmalıdır. Ancak akbabaları açıp inceleme şansımız yok. “Neden yok? Böyle önemli bir incelemeyi yapmaktan sizi engelleyen nedir?” Peter’in bu sorusuna, “İşte en önemli soruyu sordunuz... Ve akbabaların ne olduğu bu sorunun yanıtında...” diye karşılık veren Bedri devam etmek için iki üç dakika izin istedi. Profesör Nadi’nin dosyalarını karıştırıyordu. Arayı fırsat bilen Kubilay KÖksal’m yanına geldi. “Konferans ne zaman bitecek müdür? Acayip haberlerim var.” “Az kaldı Kubi. 7 Akbaba’nm gizemi çözülüyor. Merak etmiyor musun?” “Semiramis’in resimleri daha üginç müdür, görünce hak vereceksin.” “Tamam. Otur yerine, profesör konuşacak.” Bedri Bedri Profes Pro fesör ör Nadi’nin Nadi’nin belgelerini gösterek söze söz e başla başladı. dı.
323
“Hocamız 70 yıl önce 7 Akbaba’nın gerçeğini keşfetmiş. Ancak incelemeyi tamamlamasına fırsat vermemişler. Bunun sebebi de yine kend endisi. isi. Çünkü 7 Akbab Akbaba a kurca urcala lan nırsa ırsa büyük üyük bir felaket felaketin in doğabileceği doğabile ceğini ni resmi makamlara makamlara bildirmiş. bildirmiş. '7 Akbaba kubbesi dündün yanı yanın n deng denges esini ini sağl sağlay ayan an istas istasyo yonl nlar arda dan n birid iridir ir,, eski eski belgeler belgeler böyle böyle diyor’ demiş. Ünlü fizikçi Albert Einstein bile gizemli binalarla ilgili bir soruya şu karşılığı vermişti: ‘Bizim bilmediğimiz bazı sırlara eskilerin vâkıf vâk ıf olduğun olduğunu u kabul kabul etmek zorundayız.’ zorundayız.’ Bütün Bütün galaksilerin, güneş sistemlerinin, sürekli değişen ‘kozmos’un, ‘niçin’ var olduğun olduğunu u çözümlemeye çözüml emeye insan beyni kapalı... kapalı... Ancak ‘nasıl’ olduğunu açıklamaya çalışıyoruz. Hepimizi buraya toplayan 1491 tarihli belgede, ‘Dünyanın başlangıcından sonuna kadar akıp giden zamanı ölçen ölçe n evrensel evr ensel bir bi r saat Konstantiniyye Konstantiniyye yerleşim yerle şim alanının ta derinliklerine gömülüdür...’ yazılıdır. îşte gözlerimizin önünde yaşanan olaylar... Akbabaya dokunan kişilerin ne olduklarım gördük. Mermer heykel sandığımız akbabanın olduğu yerde dönmesi, saçtığı kıvılcnnlar kıvılcnnla r ve ardından ardından gelen yerel yere l deprem deprem... ... Sismografların Sismografl arın depremi hissetmemesi... Bir makine işliyor dostlar... O makineye asla dokunulma dokunulmamak mak.. 7 Akbaba kubbesi, piramitle pirami tlerden rden başlayarak başlayarak güne ye ve kuze kuzeye ye gid giden en 30’un ’uncu boylam boylam üzerin üzerinde deki ki koru koruyu yucu cu istas istasyo yonnlardan biri olabilir. O sistem dünyanın manyetik düzenim, atmosferi ve ozon tabakasını ve de başka bilmediğimiz düzenleri koruyor. Yüksek teknoloji eseri nükleer bir saat. Ve o mükemmel makineyi barındıran barındıran harika kubbeye kubbeye bir bi r mesaj mesaj koymu koymuşlar: şlar: ‘Ey âdemoğlu biz senden önce vardık. Teknolojin Teknoloji n ve akim yeterli yete rli olduğunda olduğunda akbabaakbabaları ve kubbeyi anlayacaksın.’ Yazıyı Fatih Sultan Mehmed okumuş. Sonra o mesaj levhasmı alıp saklamış. saklamış. Ne yazık y azık ki levhayı levhay ı bulamabulamadık. Belki bugün anlayacağımız çok önemli bilgiler içeriyordu. Şifresini resini çözebilseydik, geçmişte olanlar olanlar ile gelecekte olacakları olacakları belki de sinema gibi gösterecekti akbabalar. Umut ediyorum gelecek kuşaklar o şifreyi çözecektir. 7 Akbaba’lı kubbenin tekrar kapatılmasını masını ve v e titizlikl titi zliklee korunmasını korunmasını sağlayacağım sağlayacağım.. Kurcalan Kurcalanırsa, ırsa, dengelerin bozulacağı, büyük felaketlerin yaşanacağı konusunda uyaracağım. cağım. Raporum Raporumu, u, rahmetli hocamız Nadi’nin Nad i’nin dosyasma ekleyerek ekley erek resmi makamlara teslim tesli m edeceğim. 7 Akbaba’lı kubb kubbe, e, aynen Fatih Sultan Mehmed’in yaptığı gibi unutturulmak.” Bedri durdu, heyecanlıydı, kızarmıştı, duygulanmıştı, gözleri dolmuştu. Yığılır gibi iskemlesine çöktü. “7 Akbaba’nm ne olduğunu öğrenmek ama nasıl işlediğini tam anlayamamak ne kadar üzücü...” dedi. Toplantı Toplantıya ya katıla katılanla nlann nn hepsi hepsi fizik profesörü profesörü Bedri’nin Bedri’nin öneri önerisin sinii
32 4
32 5
kabul etti. 7 Akbaba’lı kubbe toprağın altında kalmalı ve unutul malıydı. “7 Akbaba’ya veda etmeyi bir türlü içime sindiremiyorum, ama çare yok. Umarım gelecek kuşaklar sim çözecekler ve akbabaların sunduğ sunduğu u bügilerden insanlık adına yararlanacaklardır” dedi de di Bob. Toplantı Toplantı bitmişt bitmiştii ve konuk konuk akade akademisy misyenler enlerii yolcu yolcu ettiler. ettiler.
Birinci şok Bir köşede oturan Kubilay Kubilay elindeki albümle kıvranıp duruyordu. “Dostlar, 7 Akbaba’run büyüsünden dünyamıza dönelim. Kubilay bir albüm getirdi, çok ilginç olduğunu söylüyor. Semiramis’in fotoğraf foto ğraf albümü" dedi Koksal. Koksal. “Anlat Kubilay, neler oldu.” Kubilay, Semiramis’in albümünü toplantı masasının üstüne koydu. “Peter’i vurup vurup kaçtıktan sonra polis Semiramis’in evine baskm yaptı” derken derken Peter sözün sözünü ü kes kesti. ti. “Fahişe helikoptere binip gitti. Polis evine gideceğine helikopteri izleseydi.” “İzliyorlar” dedi Kubilay. “Helikopter bir gemiye indi, gemi Bulgaristan’a gitti, sahil muhafaza yetişemedi. Polis peşlerini bırakmayacak tabii... İpuçları bulmak için Semiramis’in evine baskın yapıldı.” “Bulabildiler mi ipin ucunu bari?” “Benim gördüğüm kadarıyla ufak ufak bir kasa ile dosya olarak ne varsa ve dizüstü bilgisayarı polis götürdü. Semiramis’in üç tane pasaportu bulundu." bulundu." “Üç pasaport mu? Vay canına...” “Evet üç tane. tane. Rus, Belçika ve Alman pasaportları. pasaportları. Sahte mi değil mi henüz henüz bilmiyoruz. Merkezde rica r ica ettim, polis arkadaşlar fotokopifotokop ilerini almamaizinverdi.Buaradaevdekiaramasu'asındaSemiramis’in yatak yatak odas odasma ma dald daldım ım.. Eh ben de 18 yıllık polis polis muh muhab abiriy iriyim im,, bilir bilirim im;; karanlık kişiler en gizli eşyalarım daima yatak yatak odasmda saklar. saklar. Çekmecelerini karıştırdım, bir baktım kaim, metal kapaklı bir albüm, kasa gibi mübarek... Kaptım, çantama sakladım.” Masadaki albüm gerçekten ufak yassı bir kasaya benziyordu. Debra sordu. “Nasü açacağız bunu?” “Ben açtım büe... Kilidi zorlu değilmiş. Ne resimler var içinde ■
bir görün” diyerek çapkınca güldü Kubilay. Bob albümün kapağını açtı. “Heyecanlı mısın, Bob? Büyük aşkının gizemli yaşamından bölümler g öreceksin” demesine aldırmadı aldırmadı Lara’nın. Albümdeki resimleri görmek için Bo b’un başma başma toplandılar. toplandılar. İlk sayfada Semiramis çok şık kırmızı bir tuvaletle görülüyordu. Yanında bir erkek bir kadm vardı. “İşadamı Vacip Vacip Aksözlü ve eşi ” dedi Koksal. “Vacip Bey zenginlikte ilk beşe girer.” Sayfalan çevirdikçe Semiramis’in çeşitli toplantılarda çektirdiği fotoğraflar sıralanıyordu. Sonra Kubilay’ı çarpan görüntüler geldi. Semiramis Semiramis çırılçıplaktı. “Işığı mükemmel, profesyonel bir fotoğraf stüdyosunda çekilmiş bunlar” dedi Koksal. Sevişiyormuş gibi pozlar vermişti. Göğüslerim altlarından avuçlamış birine sunuyordu sanki. Diğerinde bacaklarını açmıştı, birini saçlanndan tutup kasıklarına bastınr gibi poz vermişti. Bütün pozlarında kendini birine ikram ediyordu. “Tam bir ruh hastası cani karı” dedi Peter iskemlesini geri çekerken. “ Görmek istemiyorum.” istemiyorum.”
Büyük şok Erotik pozlardan sonraki sonraki albüm sayfasına sarı bir za rf yapıştı nlmıştı. Bob zarfın içindeki bir tomar fotoğrafı, “Bunlar ne yaa..” diyerek çıkarıp bakmaya başladı. Gülüyordu. .“Semiramis’in arkeolog günleri... Bir kazıda görülüyor, nerede acaba?” derken fotoğrafı yüzüne yakınlaştırdı. Bu şortlu kadm kim acaba? acaba? Top m odel gi bi arkeolog. Yüzü gözükmüyor ama kalkalçalar ve bacaklan bir arkeol og için şaşırtıcı mükemmellikte...” İskambil destesi gibi tuttuğu fotoğrafları avucunda açıyordu. Birden ayağa fırladı. “Yok canım... Yok canım... Yanılıyorum yanılıyorum!” diye bağırırken biri dışında fotoğrafların hepsini düşürdü. Bob’un gözleri kaydı, sadece gözaklan gözüktü, yüzü ürkütücüydü. Dudakları titredi, elindeki fotoğrafı salladı, bir şey söylemek isterken olduğu yere yığılıverdi. Bob düşerken, Peter yaralı boynuna aldırmadan kucaklayarak başının yere çarpmasını önledi. Onunla birlikte yere oturmuştu. Koksal otel resepsiyonuna resepsiyonuna telefon etti. “Doktor çağırın!”
3 2 6
Lara avucuna döktüğü suyu Bob’un yüzüne sürmekteydi. Su damlamasın diye fotoğrafı Kubilay aldı. Peter sordu. “Bob’u bayıltacak ne var o fotoğrafta Kubilay?” “Semiramis bir bi r arkadaşıyla baş başa.” başa.” “Önemli değildir canım. Bob fotoğraf yüzünden bayılmadı herhalde. 7 Akbaba’nm tekrar gömülmesine çok üzülmüştü, şimdi fenalık geçiriyor” dedi Lara. Bob kendine geliyordu. Bir Lara’ya bir Peter’e baktı. Fotoğrafı Kııbilay’m elinden aldı, Peter’e verdi. “Bu gerçek olamaz. Ben delirdim galiba, varsam görüyorum Peter, bir de sen bak.” Peter aldı, fotoğrafa bakınca yüzü aynen Bob gibi ürkütücü görünüm aldı, mosmor olmuştu. Onun da dudakları titredi. “Aman Tannm, bu o mu?” “Evet o, değil mi?” dedi Bob. “Hayal görmemişim değil mi?” Hepsi onların başma toplanm toplanmıştı. ıştı. Lara haykırdı adeta, adeta, üst üst üste üste gelen tuhaflıklar sinirini sini rini bozm bozmuş uştu. tu. “Kim canun o? Bize de söylesenize. 0 fotoğrafta sizi bayıltan ne var?” Peter susmuş, hipnotize olmuşçasına fotoğrafa bakıyordu. Bob iyice toparlanmıştı ama çok üzgün ve şaşkındı. “Fotoğrafta Semiramis’in yanındaki kadın,..” Burada durakladı bir an... “Yanındaki kadın Peter’in kansı Meg...” dedi. Bu sözler üzerine gelen buz gibi sessizlik salonu ürkütücü bir havaya soktu. Şaşkın ve solan yüzlerle yerde oturan Peter’e baktılar. Genç adam felç olmuş gibiydi. Arkadaşlanna değil kendine soruyordu. “Meg ile Semiramis baş başa... Baş başa iki eski dost ha... Bu nasıl olur, nasıl olur?” Lara onun onun ve Bob’ Bob’u un ellerini ellerini tuttu tuttu.. “Kalkın oturun, hep birlikte neler olmuş anlayalım. Meg’i sizin evde görmüştüm, ama Semiramis’le birlikte olacağı aklıma gelmediğinden fotoğrafa öylesine bakmışım...” Oturduklarmda Peter elindeki fotoğrafa takılıp kalmıştı, delirmiş gibi bakmaktaydı. Bir anda çökmüştü, yanakları sarkmıştı, gözleri buğulanmıştı. Bir yandan da iki kadının nasıl bir araya geldiğini bilmemenin ağırlığı onu serseme çevirmişti. Kubilay yere savrulan diğer fotoğrafları masanın üstüne koymuştu. Bob onlardan birini alarak gösterdi. “Bakın ön planda Semiramis kazı alanında görülüyor. Arkada sırtı dönük şortlu bir kız var, hani demin ‘Top model gibi arkeo-
327
log’ dedim ya... O Meg işte... Demek ki birlikte kazıya katılmışlar. İkisi de arkeolog çünkü... Değil mi Peter?” Peter ses çıkarmadı. “Ben Semiramis’le konuştuğumda Moskova Üniversitesi Arkeoloji mezunu olduğunu söylemişti” dedi Debra. “Evet” dedi Bob. “Meg de aynı üniversiteden mezun, arkeolog.” Peter titreyen elleriyle cep telefonunu çıkardı. “Meg’i “Me g’i arıyorum” ar ıyorum” ded dedi. i. Ani sessizlik kulakları çınlattı. Peter tek tuşa bastı. Telefonun zilini zili ni hepsi duydu duydu.. Nefesle Nefe slerin rinii tutm tutmuş uş bekliyorlardı. bekliyorl ardı. Zil uzun uzun uzun uzun çaldıktan sonra durdu. “Açılmıyo “Açılmıyor” r” derken koca adam çaresiz bir çocuk gibi bakıyordu. bakıyordu. “Evi ara” dedi Bob. “Sahi yaa...” dedi Peter. Durumu acıklıydı. Tekrar tek tuşla arama yaptı, evin telefonu kısa süre sonra açıldı. “Alo “Al o Marisa, evet ev et benim. benim. Meg nerede? Çıktı mı? mı? Ne zaman? zaman? Ne? İki gün sonra mı gelecek? Benim haberim yoktu.” Peter’in rengi ürkütecek kadar beyazlaşmıştı. Sallandı, düşecek gibi olduğunda telefonu Bob aldı. Yarım Almancasıyla konuşuyordu. “Marisa ben Bob, Peter’in kuzeni. Yavaş yavaş ve sırayla anlat. Meg nereye gitti, yanında kimse var mıydı, nasıl çıktı, yanma eşya aldı mı?” Dinliyordu Dinliy ordu Bob, ara sıra “hımm...” “hımm...” diyordu. Soma S oma kendiken dinin ve otelin telefonlarını telef onlarını Marisa’ya yazdırdı. yazdırdı. “Meg’den haber aldığında hemen beni ara!..” Telefonu Telefonu kap kapad adı, ı, duda dudakl klar arın ınıı bü büktü, tü, şaşı şaşırm rmış ıştı tı.. “Meg, oda hizmetçisi Sveta’yla birlikte ‘İlâ günlüğüne tatile gidiyorum’ diyerek evden çıkmış. Yanlarına küçük bir valiz almışlar’. Nereye gittiklerini Marisa bilmiyor. Bir şey sormak için aramış, Meg’in cep telefonu açılmamış.” Peter giderek fenalaşıyordu. Arkadaşları telaşlanırken doktor yetiş yetişti. ti. Tans Tansiyo iyon n ölçü ölçüm mü yapı yapıp p Peter’in şok geçirdiğin geçirdiğinii öğrenin öğrenince ce önce hastaneye götürmek istedi. Peter her zamanki gibi direndi. Doktor odasında dinlenmesine razı oldu. Odaya çıkınca yatıştırıcı iki iğne yapan doktor bazı ilaçlar yazdı. Sabah erkenden yine gelecekti. gelec ekti. Bir süre sonra Peter Pet er derin bir uykuya uykuya dalmıştı. dalmıştı. Boynundaki mermi yarasmı kontrolle görevlendirilen hemşire sabaha kadar yanında yanı nda kalacaktı. kalacaktı. Meg ile Semiramis’in tanışıyor olması ağır yorgunluklarına karşın hepsinin uykusunu kaçırmıştı. Peter’in odasından çıktıktan soma tekrar küçük toplantı salonuna gittiler. Bob bir şişe viski
3 2 8
söyledi, diğerleri çay ve kahve istediler. Onlarla birlikte kalan Bedri, Korkut ve Esin de olayı tam anlayamamakla beraber Peter’in durumuna üzülmüşlerdi. Bob durumu onlara açıkladı. “Semiramis’le baş başa görülen Meg, Peter’in karısı. Peter benim kuzenim. Meg’i iyi tanınm. Rus’tur. Asıl adı Anzheta Demidov’dur. Anzheta aslında Rusça melek anlamına gelir ama top model olunca beğenmedi, Meg adım taktı kendine. Peter’le Almanya’da Almanya’da tan tanıştı. ıştı. Çarpıcı Çarpıcı güzelliğiyle Peter Pet er gibi yakışıklıyı bile nikâh masasına sürükledi. Arkeolog olduğunu sonradan öğrendim, meslektaş olarak hayli bilgiliydi ve Peter’e âşıktır bildiğim kadarıyla... Fakat Semiramis’le ilişkisine çok şaşırdım.” Lara sordu. “Semiramis’in “Semiramis’in bizimle biziml e ilişkisini Meg Me g bilmiyo bi lmiyorr muydu muydu?” ?” “Müthiş bir soru?” “İstanbul’da yakm bir arkadaşım var” diyebilirdi. “Belki İstanbul’da İstanbul’da yaşadığını yaşadığını bilmiyordu.” bi lmiyordu.” “Öyle diyelim. Peki Semiramis’e bakalım. Peter’in yakm arkadaşının da şının kocası kocası olduğunu olduğunu bilmi bilmiyor yor muydu?” uydu?” “Belki de bilmiyordu.” “Olamaz, Bob. Semiramis herkesin içinden seçip özellikle Peter’i neden Öldürmek istedi? Yanıtlar mısın?” “İşte bunun üstünde durmak gerekiyor. Bu tanışıklığın masum yam yam yok” dedi dedi Koksal ksal.. Bob’un gözleri açılmıştı. “Ne yapacağız peki?” Ona Kubilay yanıt verdi. “Tobias’ı konuşturacağız. Semiramis’in evine gidip geliyordu. Tobia Tobiass nered nereden en ge geliy liyor ordu du? ? Berli Berlin’d n’deen... Berlin Berlin’de ’de kimler kimler otu otururu yord yordu u? Teo ile ile Peter ve ka karısı. ısı... .. Tobi Tobias as onla onların rın dost dostu u değil değil miydi? iydi? O çakal kesinlikle ilişkilerin anahtarı.” “Aferin be Kubi!” dedi Koksal. “Polis muhabirleri böyle olur işte, Sherlock Holmes’tur benim arkadaşım.” Kubila Kubilay y gurur] anmıştı anmıştı,, gülümsedi. gülümsedi. “Yarın Tobias’ı sorguya aldırırım. Rumelihisarı baskını polisi çok kızdırdı. İlgili herkesin peşindeler, bilgi alacakları kişileri arıyorlar. Meg konusu konusunda nda Tobias’ı Tobias’ı konu konuşturu ştururlar.” rlar.”
Tobias Tob ias’m ’m gizle gi zledi diği ği bilgi b ilgiler ler Tobia Tobiass sorgu sorguya ya çekile çekilecek cekti. ti. Emniy Emniyet et müdürü ile ba başs şsav avcın cının ın medyadan gizli tutulmasını istediği sorgulamaya Bob, Lara ve
3 2 9
Koksal ile Kubilay tanık olarak katılıyordu. Ayağa kalkacak durumda olmayan Peter otelde kalmıştı. Debra ise “Sinirlerim bozuk" diyerek gelmemişti. İki polisin arasında getirilen Tobias toparlanmıştı. Kısa kesilmiş saçları taranmıştı, tıraş olmuştu, tertemizdi. Kendine güveni gözlerinden okunuyordu. Bob ile Lara’yı görünce alaycı küstah bir bakış attı, o kadar. Sorguda savcı ve savcı yardımcısı da bulunuyordu. “Çevirmenin yanma oturtun” dedi Tobias’ı geçen defa da sorgula yan yan Komi Komiser ser Adna Adnan n ve soma soma Tobi Tobias as’a ’a sevece sevecen n bir ifadey ifadeyle le baktı. tı. “Merhaba Tobias, bizim cezaevinin yemekleri sana yaramış. Hiç de MicLnight Eocpress filminde filminde gösterildiği gibi değilmiş ha?” Tobias Tobias komise komiserin rin sevecen sevecen tavr tavrın ında dan n kuşk kuşkul ulan anm mıştı, ıştı, raha rahats tsız ız olduğu belliydi. “Yemekler lezzetli” derken kekeledi. “Odalar tek kişilik havalandırmalı, çok rahatım.” Komiser elini Tobias’m omzuna koydu. “Değerli konuğumuz şimdi tatlı tatlı konuşalım. Hiçbir şeyi gizleme Tobias, aptalca sıkıntılara girme, kendini sorularıma bırak, rahat et. Tamam mı?” “Tamam efendim. Sorularınızı doğru yanıtlamaya hazırım.” “Aferin akıllı delikanlı. İşte ilk sorum; Peter von Huber’in eşi Meg’i tanıyor musun?” “Elbette tanıyorum. Teo’nun ağabeyi Peter de arkadaşımdır. Evlerine giderim. Peter’in kansı Meg de arkadaşımdır.” “Güzel. Dürüst bir yanıt. Pekâlâ, seni İstanbul’da Semiramis’in evinde bulduk bulduk ve gözaltına çektik. Meg ile Semiranıis’in eski eski dostlar olduğunu biliyordun değil mi?” Tobias Tobias kıpk kıpkırm ırmızı ızı old oldu u. “Hım... Öyleymiş” dedi kızararak. “Sen Semiramis’le nasıl tanıştın? Meg mi sizi tanıştırdı?” Tobias Tobias dura durakl klad adı. ı. Komiser Komiser üst üstün ünee eğildi eğildi.. Buran Buranlar larıı neredeyse neredeyse birbirine değecekti. d eğecekti. Komiser Adnan Adnan sinir bozacak kadar uzu uzun n süre ses çıkarmadan yüzüne baktıktan soma Tobias’m çenesini sertçe tuttu. “Bu makine dürüst işlemeli Tobias. Çeneni yalana alıştırma. Dolambaçlı yollara dalma! Hadi şimdi her şeyi tarih sırasıyla ve tüm ayrıntüanyla anlat. Film anlatır gibi anlat oğlum.” Tobias Tobias ürkm rkmüştü ştü. “ Kafamı toparlıyorum toparlıyorum,, anlatacağım anlatacağım efendim" dedi. dedi. Polisin uzatuzattığı suyu içti, öksürerek gırtlağını temizledi, Lara’ya baktıktan sonra konuşmaya başladı.
330
“Meg harika bir kadındır. Dosttur. Peter ise şımarıktır. İkisi birbirine uygun değil. Meg asla Peter’i sevmedi. Bana daha yalandı.” “Meg sevgilin miydi?” miydi?” Tobi Tobias as güldü ldü. “Hayır hayır, Sayın Komiser. Yakm arkadaşımdı. Dertleşirdik. Onun da Peter’i sevmediğini anlamıştım. Bana açılmasını, içini dökmesini söyledim. Aramızda Ar amızda sıkı ve güvenli bir bağ oluştu.” “İzin verirseniz bir sorum olacak" dedi Bob komisere. “Sen Peter’in kardeşi Teo’nun en yakm arkadaşıydın. Peter de dostundu. Onları atlayarak neden Peter’in karısıyla sırdaş oldun? Peter bunu biliyor muydu?” “Hayır. Peter kendini beğenmişin biridir. Ondan hoşlanmadığım için Meg’l Me g’lee dostluğ dostluğum umuzd uzdan an söz etmedim.” “Yaa... Demek Peter’den hoşlanmazdm, ama dostluğu sürdürü yord yordun un.” .” “Yakışıklılığını dünyanın en yüksek fazileti zanneder Peter... Kadınlar ona bayılır ya, Peter’e bu yeter.” Tobia Tobias’m s’m bu sözleri sözleri Bob’u Bob’u gülüm ülümse setir tir gibi gibi old oldu u. “Peter benim kuzenim, iyi bir gazeteciydi, esaslı bir işadamı oldu. Onun önem verdiği şeyler dünya barışı, açlıktan kınlan ülkelerin sorunlannı çözmektir. Bu konuda önemli çalışmaların içindedir. Aynca felsefe tutkunudur. Senin anlattığın Peter ise salağın teki bir playboy... O öyle değildir.” Tobi Tobias as kızg kızgın ın bir sesle sesle ko konuştu. tu. “Peter on para etmezdi. Meg onu sevmiyordu işte!” Bob ayağa kalktı. “Sen yılanmışsın ailenin içinde...” “Sakin olun” diyen komiser Bob’u yerine oturttu. “Peki Tobias. Meg senin sırdaşındı. Neleri paylaşıyordunuz onunla?” “Büyük sırlan... Çok büyük sırlan.” Bob ile Lara’ya baldı gülerek, onlan gösterdi. “Bunların akima bile gelmeyecek sırları paylaşırdık.” “Çok büyük sırları bize de anlat” dedi Komiser Adnan. Tobia Tobias’m s’m yüzü yüzün nde inti intika kam mını ını al alac acağ ağın ınd dan emin emin kişile kişilerin rin ifadesi ifadesi vardı. Dişlerini sıkmıştı, ama gözleri mutlu bakıyordu. “Semiramis’in kim olduğunu anlatmam gerek önce. Bu eşsiz güzel kadın Belçika’da doğdu, babası Türk inşaat teknisyeniydi. Semiramis liseyi bitirirken Moskova’ya göçtüler. Babası bir Türk şirketinin Rusya’daki inşaatlannda çalışıyordu. Semiramis üniversiteyi Moskova’da okurken çok cici bir sınıf arkadaşı vardı.
33 1
Anzheta Demidov Demi dov adındaki adındaki kızla, kızla, yani Meg’le Me g’le çok iyi i yi dost oldula oldular. r. Bir an bile ayrılmıyorlardı. Birlikte diploma aldılar, birlikte arkeolojik kazılara katıldılar. Onlan ayırmak zaten mümkün değildi." “Bu kadar ayrıntıyı sana Meg mi anlattı?” “Evet, Sayın Komiser. Meg bana her şeyini anlatırdı. Gün geldi ikisi de kazılardan bıktılar bıktılar.. İkisi İki si de çok güzeldi. güzeldi. Moskov Mo skova’daki a’daki bir model ajansına yazıldılar. Çok tutuldular. Bir Fransız ajansına transfer oldular. Düsseldorf Moda Fuarı sırasında Meg ile Peter tanıştı. Bizim sersem playboy kıza çarpılmıştı. Kısa süre sonra evlendiler.” Bob söze girdi. “İyi ama Peter Pete r Semiramis’i tanımıyor ki, ki, bu nasıl nasıl oldu?” “Hahhah “Hahhah hay hayyy yy... ... Pete P eter’le r’le tanıştığı gece Semiram Semiramis is defiledeydi. Meg, ‘Sen gözükme, bu enayi çok zengin, ünlü Peter von Huber, benimle evlenmesi için kafa kola almalıyım. Eğer evlenirsek onu iyice yolduktan sonra atarım başımdan. Bu arada biz yine gizlice buluşuruz’ dediği için Peter hiçbir zaman Semiramis’i tanımadı.” “Semiramis’in neyi vardı da Meg en iyi arkadaşını Peter’le tanıştırmadı, daha doğrusu neden onu gizledi?” İşte Tobias, Lara’nm bu sorusu üzerine zafer kazanmış bir komutan gibi kasıldı. Tavana baktı alaycı alaycı güldü. “Neden insanlar daha akıllı olmaya çalışmıyor şaşıyorum. Siz Meg ile Semiramis’in ruhlarının uçtuğunu bilmiyorsunuz. Uçan ruhlar, aşk denen şeyin insan üretmek için konulmuş bahane yasas yasasıı olmadığı olmadığım m bili bilir. r. Meg Meg ile Semira Semiram mis uça uçan n ruhl ruhlar arın ının ın özgü özgürrlüğüyle birbirlerinin yörüngesine girmiş iki yıldızdır.” Şimdi trajik eserde rol almış tiyatro aktörü 'havasına girmişti. Gözleri tavanda, dudaklarını alaycı kıvırmış, rolünü oynuyordu. “RomeoJülyet mi desek onlar için, yoksa HamletOfelya mı? Yok yok ikisi de değil. En doğrusu Jülyet’in Ofelya’ya aşla demek... Böylesi uygun olur...” Bu sözlerden sonra Tobias’m attığı kahkaha kahkaha odadakileri şaşırttı. Şimdi iskemlesinde dikleşmişti. “Hazır olun bombayı patlatıyorum” dedi ve sesini iyice iyi ce yükseltti. Meg ile Semiramis lezbiyen bir çifttir ve birbirlerine çılgınca âşıktırlar!” Sözleri odanın ortasına gerçekten bomba gibi düşmüştü. Tobias hepsini süzdü, Semiramis ile Meg’in sırrını açıklayıp dinleyenleri şaşırttığı için mutluydu. Artık konuşmaktan zevk alıyordu. “Meg aktif lezbiyendir. Semiramis’le ikisinin aralarındaki adı
332
‘Volltodav’, yani Rusça erkek kurttur. Semiramis’e, Rusça dişi kurt anlamına gelen ‘Voyçiça* der. Kurtların aşkı... Ne vahşi değil mi? Evet E vet onlar iki kurt kurt gibi vahşice sevişirler...” “Sus!.." diye bağırdı Lara. Komiser Adnan fısıldadı. fısıldadı. “Bırakın konuşsu konuşsun n hanımefend hanımefendi, i, kendinden geçti, şimdi sadece sadec e doğrulan döker ortaya...” Tobi Tobias as deri derin n bir nefes nefes ald aldı. ı. Gözlerin Gözlerinii ka kapadı. Komiser Komiser ara ara vermesini istemiyordu. “Sevişmelerini gördün mü? Nasıl bu kadar yakın olabildin?” “Meg, Peter’in ve kardeşi Teo’nun beş para etmezliğini fark edecek kadar akıllıydı. Onun nun yalnızlığı yalnızlığım m fark ettim. Yakınlaştım iyice, bana bana güvenmeye güvenmeye başladı. başladı. Bir gün gün ‘Sırdaşım ‘Sırdaşım olur mus musu un, Tobi Tobi?’ ?’ diye sordu. ‘Görülmeyeceğimiz bir yerde baş başa konuşmalıyız’ dedi. Evime davet ettim. Benim evim çok güzeldir. Onunla yatmak müthiş bir saadet olacaktı. Bana eşofmanla geldiğinde ‘çabuk soyunup çabuk giyinmek istiyor’ diye düşündüm. Erkek olarak benden hoşlandığım sanmıştım. Oysa benden istediği evimi Semiramis’le buluşm buluşmak ak için kullanm kullanmaktı. aktı. Her şeyi şeyi açıkça açıkça anlattı.” “Masal anlatmıyorsun ya Tobias. Tobias. Sana Sana nasıl bu kadar güveni güvenir?” r?” “Hayır Sayın Komiser, masal değil. Meg bana sık sık kokain paras pa rasıı verirdi ve rirdi.” .” “Hani “Ha ni senin senin ailen çok zengindi.” “Çok zenginler ama beni parasız bırakırlar. Kokain alacağımı biliyorlar. Benim kokainsiz kıvrandığımı bilir o alçak ailem ve acımasızca ezerler ezer ler beni. beni. Meg veriyor ver iyordu du pa param ramı. ı. Teo da para verirverir di bana, ama onun ‘kokaini bırak’ nasihatlerinden bıkmıştım. Meg öyle bol para verirdi ki, en kaliteli kokaini alırdım.” “Semiramis konusunu nasıl açtı?” “Uzun süre süre para verdikten verdikt en sonra benden emin olunca ol unca anlatıverdi. Benim egzistansiyalist ve anarşik ruhumu biliyordu. Kendi özünü yaratan insan olduğumu anlamıştı. Rahatça açıldı bana; kendi yarattığım özümü korumak için sınırsız özgürlük yanlısı olduğumu biliyordu. Cinsel tercihini kabul etmem doğaldı. Ben de kabul ettim, hatta sevindim.” “Semiramis’le tanışman nasıl oldu?” “Konuşmamızdan üç gün sonra telefon etti. Semiramis İstanbul’da İstanbul’dan n geliyordu. Onu havaalanınd havaalanından an aldım evime evime getirdim. Meg’le karşılaşm karşılaşmaları aları göz yaşartıcıydı. yaşartıcıydı. Delile Delilerr gibi sarıldılar sarıldılar,, öpüş-
35 5
“Evet. Kapı aralığından baktım, hasretten gözleri dönmüş, savaşıyorlardı san sanki... ki... Bir fırt koka çektim, tekrar izledim. İkisi de öyle güzeldi ki tahrik oldum fena halde. O sırada kolumdan biri çekti, bir baktım Meg’in yanından ayırmadığı oda hizmetçisi Sveta... O da azmış, birlikte yatak odama daldık. Sveta eski voleybolcu, ayı gibi iri, ama taş gibi vücudu var... Sveta’yla...” Komiser sözünü kesti. “Sveta’yla yaptığın bizi ilgilendirmez. Sveta’yı nasıl işe almış Meg?” “Göndermişler... Yâni Moskova’dan...” “Moskova’ “Mos kova’dan dan mı, mı, kim göndermiş?” göndermiş?” “Koçiyef “Koçiye f gönderi gönderiyor.” yor.” “Koçiyef kim? Şu ünlü Rus...” “Evet ünlü Rus mafya babası Georg Koçiyef. Meg’in manevi babası sayılır. Rusya’da işlerini gördürmek için siyasilere Meg’i gönderen korkunç herif. Sveta ise Koçiyef ile Meg’in arasındaki bağlantıydı. Aynı zamanda Meg azdığı zamanlar onunla sevişen nöbetçi lezbiyen...” Bunları söylerken gülüyordu Tobias. Komiserin sert sorusu üzerine biraz bira z toparlandı. “Senin Koçiyef’le bağlantın var değil mi? Kara Temur’u biliyoruz. Koçiyef’in sağ koludur. Kara Temur’la tanışıyorsun, Semiramis de öyle... Hep birlikte iş çeviriyordunuz. Ben biliyorum ama bir de sen anlat bakalım, nedir o işler?” Tobia Tobiass hemen hemen cevap veremedi. veremedi. Gözleri Gözleri bir an dald daldı. ı. Komiser Komiser yum yumuşak uşak bir sesle sesle uyar uyardı dı.. • “Doğruyu Söyle Söyle yavrum. yavrum. Şu ana ana kadar kadar akıllı davrandın, davrandın, bundan bundan sonra yalan yalan söyleme... Böyle Bö yle bir aptallık yapma yapmazsın, zsın, değil d eğil mi?” “Evet evet... Siz iyi insansınız, Sayın Komiser. Bana iyi davranı yors yorsun unuz uz,, ben de de size size karş karşıı açık açık olaca olacağım ğım.” .” Komiser Komise r gülümse gülümsedi. di. “Danke schön , Bay Tobias.” “ Georg Koçi Ko çiyef yef hem Meg’i Meg ’i hem de Semiramis’i Semiramis’i Moskova’da öğrenci oldukları yıllarda çok kullanmış. Yabancı diplomatları, yabancı işadamlarını, yerli politakacılan onlarla büyülemiş, işini görmüş. O sıralar Semiramis Semiramis bir bi r Türk işadam işadamının ının karışma bulaşm bulaşmış. ış. Kadım öyle öyle bir yemiş ki, kadın Semiramis’e tutulmuş. Türkiye’ye döndüğünde hep o kadın Semiramis’e baktı. Soma Meg, Peter gibi enayi zengin kocayı buldu, Semiramis’e para yağdırdı. Semiramis kopunca kadın onu öldürmekle tehdit etti, ama o sırada kocası Rusya’da öldürüldü, kadın da evine kapandı.”
3 34
“Güzel, Tobias. Koçiyefle ilişkilerine gelelim.” “7 Akbaba’yı kaldırma işinde bana yardım edecek olan Berlinli Kurtiz’in Kurtiz’in İstanbu İstanbul'dak l'dakii ka kai'deş i'deşii Var arol, ol, aslında aslında Ko Koçiye iy ef in Kara Temm eldbine bağlı adamıdır. Kara Temur’un adamlan baskm yaparak 7 Akbaba’yı alınca Bulgaristan Bulgaristan’a ’a oradan da Londra’ya Londra’ya kaçırılacak.” kaçırılacak.” “Yaa... İyi plan” dedi komiser. Tob Tobia ias, s, ba bask skın ınıı ve 7 Akbab Akbaba’n a’nın ın kurt kurtar arıld ıldığ ığın ınıı bilmiy ilmiyor ordu du.. Devam etti. “Londra’da antikacı Keramet el altından satacak. Bütün planımızı Teo bozdu. 7 Akbaba’yı öğrenince...” “KoçiyefMegSemiramis ilişkisini anlat. Meg’in kocası Peter’i İstanbul’da öldürmek istediler. Peter’in kardeşi Teo daha önce öldürüldü. Bunların sebebini söyle.” “Oraya geliyorum, Sayın Komiser. Teo İstanbul’a geldi. Bizim işlere bulaşınca onu öldürdüler. İşte bu olay üzerine Meg’e ilham geldi. Büyük Von Huber servetinin iki sahibi vardı, Teo ile Peter. Biri öldüğüne göre bir cinayet daha Meg’i müthiş servetin sahibi yap yapacak acaktı. tı. Özgü Özgürr olaca olacaktı ktı ve Sem Semiram iramis’le is’le birlik birlikte te yaşay aşayac acak akla lar, r, bir daha ayrı kalmayacaklardı.” “Ooo... “Ooo... Demek Meg Meg kocasını öldürtmek öldürtmek için adam tuttu.” tuttu.” “Peter Berlin’de öldürülecekti. Ancak Teo’nun katilini bulmak amacıyla İstanbul’a geldi. İşte şu Bob’u da getirtti.” Gülmeye başladı. “Semiramis işler yürüsün diye bilgi almak için şu Bob’la yat yattı tı.. Meg’e hep hep an anla latı tıyo yord rdu u, ‘Herif vahş vahşii at gibi gibi sevişiyor saçla saçlarırımı yoluyor’ diyordu.” Bob kıpkırmızı olmuştu. Hele Lara’nm anlamlı bakışları koca adamı terletti. Komiser ciddiydi. “Peter İstanbul’a gelince ne oldu?” “Peter’i öldürme fikrine Semiramis bayılmıştı. Ancak işi verdiğimiz Varol’un adamlan onu öldürmeyi beceremedi. İki kere denediler, köpek şanslı Peter kurtuldu.” “Nasıl kurtuldu?” “Onu hep izliyorduk. Peter arkadaşlarıyla hisara gitmişti. Gezmek için hisann kulesine girdiler. Arkalarından adamımız da girdi. Hisardaki kule karanlıktı, hedefi seçmekte zorlanan tetikçi salak Peter’i vuramadı. Mermi saçmı sıyınp geçmiş. Bir kere de Şişhane’de arabasının önünü kesmişlerdi polisi gören bizim ama-
“Polisi “Pol isi öldürmeliydi diyorsu diyorsun, n, Tobias ha?” ha?” Tobia Tobiass ne ne söylediğ söylediğinin inin farkın farkına a varınca varınca kork korktu tu,, sesi titr titred edi. i. “Hayır Sayın Komiser, benim polis dediğim filmlerdeki gibi Amerikan veya Alman polisi, Türk polisi değil, hani mesela dedim...” “İki kere denediler, Öldüremediler. Sonra ne oldu?” “Meg Almanya’dan Almanya’dan telefon ederek yardım isteyince, isteyince, Koçiye Koç iyeff en keskin suikastçısı suikastçısı olan Kemgöz Radko’yu R adko’yu Moskova Mos kova’dan ’dan İstanbu İstanbul’a l’a gönderdi.” Bob birden ayağa kalktı. “Komiserim” dedi. “Semiramis Meg’e olan biteni telefonla bildirmiştir. Meg kaçabilir, önlem almalıyız. Lütfen Berlin polisine uyan yapınız!” “Haklısınız” diyen komiser aceleyle sorgu odasından çıktı, savcı da onu onu izledi. On beş dakika kadar sonra döndüklerinde savcı, “Gereken her yeri uya uyard rdık ık.. Berlin polisi polisi hare hareket ketee geçti” ded dedi. i. Komiser sorguyu sürdürdü. Tobias coşmuştu, her şeyi anlatmak ona sanki sanki zevk z evk veriyordu. “Semiramis, Kemgöz Radko’yla Laleli’deki otelde buluşur. Tanı Tanınm nmas asın ın diye diye sarı sarı peruk peruk filan filan taka takarr işte işte.. .... Herkes Herkes onu onu Rus turist zanneder.” Komiser acı acı ac ı güldü, güldü, tekrar çenesini ç enesini tuttuğ tuttuğu u Tobias’a nefretle baleti. “Kemgöz Radko gebertildi. Aslan gibi jandarma eri suratının tam ortasından vurdu. Anlıyor musun pis herif!” Radko’nun ölüm haberi Tobias’ı şaşırttı. Komiser hâlâ çenesini bırakmamıştı. "Şimdi öt bakalım; hisara baskın yapanlar Kara Temur’un adamlanydı, adamlanydı, perde arkasında arkasında kim var?” “Baskın yapıldı demek, ne oldu akbabalar?” “Soru sorma, yamt ver!” “Evet, onun adamlan... Faris operasyonu yönetti herhalde.” Komiser savcıya baktı. “Bingo!..” dedi. “Faris’in patronu Kara Temur diyorsun.” “Faris gözdesidir, soma Varol gelir.” “O işleri Faris tek başma yapamazdı. İt herif itirafında Kara Temur Temur ile Semir Semiram amis’i is’in n isimler isimlerini ini vermedi” vermedi” dedi dedi kom komiser iser savc savcıy ıya. a. “Şimdi yandı, yandı, itirafç i tirafçılıkla ılıkla sıyıramayacak.” sıyıramayacak.” Tobias Tobias apt aptall allaş aşm mıştı, ıştı, ama ama akl aklıı his hisar arda dayd ydı. ı. “Sayın Komiser, hisara baskın yapıldı mı?” “Yaptılar, senin arkadaşların fare gibi tutuldu, hepsi içerde."
3 3 6
“Akbabalar ne oldu?” oldu?” “Onları söküp Merkez Bankası kasasına koydular. Artık ordu gelse onlan alamaz.” Tobi Tobias as ağl ağlam amay aya a başla şladı. “Bütün emeklerim boşa gitti ha... Hayallerim, hayallerim ne olacak şimdi?” Komiser ile savcı, Bob üe Lara’nın daha fazla kalmasını gereksiz buldular. “Sizi yorduk, üzüldünüz. Gidip dinlenebilirsiniz" dediler. Bob sordu. “Bundan soma ne olacak?” Savcı yanıtladı. yanıtladı. “Semiramis ile Kara Temur’u özel ajanlanmızla arayacağız, bulun bulunca ca înter înterpol pol’’e tutuklat tutuklataca acağız. ğız. Buradakiler Buradakiler yargılanaca yargılanacak. k. ÇeteÇetenin ilişkilerini araştıracağız, araştıracağız, perde arkasın arkasında da kimler var çıkaracağız. Faris’in gizlediği çok şey olmalı.”
“Peter’e nasıl anlatacağız” Dönüşte Bob ile Lara’yı düşündüren, Meg’in Semiramis’le lezbi yen yen iliş ilişki kisi sini ni Peter’e Peter’ e na nası sıll anl anlat atac acak akla lany nyd dı. “Söylemes “Söyl emesek ek ne olur?” dedi Bob. Bob. “Olmaz, Bob. Kendisi rasgele öğrenirse bir şok daha geçirir, belki de yüreği dayanmaz. Bu haberi bizden duymalı. Baştan ufak dozlarla alıştırarak konuya yumuşak iniş yaptırmalıyız.” “Bir adama ‘Büyük aşkın olan kann lezbiyenmiş, üstelik seni öldürmek istiyormuş, sana ateş eden kadın da sevgilisiymiş...’ haberini hangi sözlerle verebilirsin. Adamı bu haber de öldürebilir. Melek yüzlü Meg ha... Melek yüzlü bir insan zehirli yılan da olabiliyormuş” diye mınldandı Bob.
Havaalan Havaalanı, ı, elved elv eda a İstanb İstanbul ul Dönüş anı gelmişti. Heyecanlı, meraklı, tehlikeli, birbirini izle yen yen acı acı olay olaylar ların ın ya yaşa şand ndığ ığıı 7 Akbab Akbaba a macer aceras asıı sona sona erm ermişti işti.. 7 Akbaba’nm izindeyken öldürülen genç Teo’nun acısı Peter’i İstanbul’a getirmişti. Karısı Meg ile Semiramis’in ilişkisini öğrenmek ikinci ağır darbe oldu. Meg, Meg, Pete Pe ter’in r’in özel öze l hesabma yatırdığı 3,5 milyon euro’yu euro’yu bankabanka-
337
Peter, her şeye rağmen silkinmeye çalışıyordu. İçinden gelmese de gülücüklerle arkadaşların arkadaşlarına a veda ediyordu. ediyordu. “Hey gidi vefal ve falıı dost, dost, eski günlerimizdeki gibi Balıkpazarı’nda Balıkpazarı ’ndaki ki meyhanede içemedik” dedi Köksal’a “Gelecek defa Peter” dedi Koksal. “İki ay sonra düğünümüze geleceksiniz.” Lara ile Peter ve iki koruması Almanya’ya dönüyorlardı. İstanbul Atatürk Havalimam’ndan Peter’in özel uçağıyla Berlin’e gideceklerdi. Bob ve Debra ile nişanlısı Ko Koksal, ksal, iki saat soma so ma kalkacak uçakla Amerika Ameri ka yolcusu yolcusuydu ydular. lar. Araştırma ekibindeki altı Amerikalı Ameri kalı’yla ’yla birlikte uçacaklardı. Koksal bir hafta soma Debra’yla birlikte Türkiye’ye Türkiye’ye dönecek dönecekti. ti. İki ay soma yapıla yapılacak cak düğ düğün ünee davetli olan olan bütün ekip tekrar İstanbul’da buluşacaktı. Onları yolcu etmeye Serkan, Profesör Bedri ile Doçent Esin ve kameraman Korkut da gelmişti. “Dönüşümd “Dönüşümdee Bamabas İncili’ni İnci li’ni bulacağım, bulacağım, elbette el bette diğer kutsal emanetlerle birlikte... Çemberlitaş beni bekle” dedi Bob. Lara gülerek ekledi. “Profesör “Prof esör Bedri doku dokunm nman ana a izin verecek vere cek mi bakalım?” “Hayır asla!..” diyen Bedri bir kahkaha kahkaha attı. attı. Bamabas İnci İ ncili’nin li’nin esrarını, esrarını, içinde içi nde neler nel er barındırdığını barındırdığını bilmiyoruz bilmi yoruz ki... ki... Ya içinde içi nde nükleer enerjili tehlikeler varsa?” “Aman “Aman'' Bedri lütfen l ütfen fizik bilimini Bamabas Bamabas İncili’ne İnci li’ne sokma” dedi Debra. Debra. “İncil’i “İncil ’i bulursak bulursak bu defa da arkeologlar arkeologl ar tatmin olsun." olsun." Peter ile Lara’nın zamanı gelmişti. Bob bir ara Lara’yı kenara çekti. “Peter sana emanet. Onu yalnız bırakma, şu sıra ilacı sadece dostluk olacaktır, bütün olaylarda beraberdik, senden iyi kimse onu tesselli edemez” dedi. Hepsi kucaklaşarak vedalaştılar. İçlerinde gözleri dolmayan yokt yoktu. u. Bob yine coşk coşkul uluy uyd du. “İki ay soma so ma Bamabas İncili macerasmda birlikte İstanbul’dayız arkadaşlar!..” diye bağınyordu. Peter Pet er ve Lara’nın uçağm uçağmdan dan iki saat sonra Amerika Amer ika yolcuları yolc uları da havalanmıştı.
İstanbul’da hava hava güneşliydi, güneşliydi, sıcaktı. Rumelihisarı baskını teröterö rist saldırı olarak duyurulmuştu. 7 Akbaba’lı kubbe yine toprakla örtülmüştü. Üstü ve çevresi çimlendirilmiş ti. Sahnenin tamamen
3 3 8
kaldırılıp caminin eski temeli üstüne yeniden yapılması kararlaştırılmıştı. “Cami yapılınca şehit yeniçerilerin ruhu rahat edecek, bir daha gözükmezler” diyordu Bekçi Hıdır. İstanbul Efendisi Abdülkerim taş konağında nargilesini tüttürürken rahattı. Çembeıiitaş konusunu bir daha düşünmek ve altındaki kutsal emanetler ile Bamabas İncili’ni elde etmek için yenide yeniden n plan plan ya yapm pmas asıı ge gere reki kiyo yord rdu. u. Ancak Ancak şu sıra sıra Türkleri Türkleri fazlaca kızdıran etnik kökenli gazeteciye suikast ortalığı iyice karıştırır, Türkiye’yi Türkiye’yi zora soka sokard rdı. ı. Suik Suika ast tarih tarihin inii öne öne alma almayı yı düşündü. İstanbul’un sıcağında serinlemek için Boğaz’a koşanlar Rumelihisarı’mn önünden önünden geçip gidiyorlardı. Tam orada pusulalapusulaların neden 10,5 derece saptığını bilmiyorlardı. Hisann içinde gömülü sihirli, gizeml gi zemlii kubbeden ve içindeki iç indeki 7 Akbaba’dan Akbab a’dan haberhabersizdiler. 30’uncu boylam üzerindeki gizemi çözülmemiş diğer yapıl yapılar ar gibi gibi 7 Akbaba’n Akbaba’nm m işlevini işlevini bilseler bilseler korka korkarla rlarr mıy mıydı dı? ? Güneşin Güneşin ateşi asfaltı buharlaş buharlaştınyor tınyor,, buhar buhar görüntüleri titre t itreştiştiriyordu. Rumelihisan’mn titreyen silueti buharın göz aldatması mıydı acaba? Yoksa yüzyıllardır belli etmediği gibi Rumelihisarı inceden inceye ince ye nefes mi alıyord alıyordu? u?
“Aşkımıza Aşkım ıza Voyçiçam” Voyç içam” Lapa lapa yağan karı 1 350 m yükseklikteki şalenin geniş pencerelerinden cereleri nden keyifle key ifle seyrediyorlardı. seyrediyorlardı. İkisi de büyük büyük taş taş şöminenin şöminenin önündeki ayı postunun üstüne atılmış puflara oturmuşlardı. Şöminenin aleviyle çevredeki onlarca mumım saçtığı sıcak renk yüzle yüzlerin rinee akse aksedi diyo yord rdu. u. Uzandı, buz kovası içindeki votka şişesini alarak iki kadehi doldurdu. Yanmdakine uzattı. “Aşkımıza Voyçiçam.” “Aşkımıza Volkodav.” Volkodav votkayı içtikten soma başparmağı ile işaretparmağı arasındaki çukura doldurduğu tuzu dilinin ucuyla aldı, sonra yarım yarım kesilm kesilmiş iş lim limonu onu yala aladı. Derin bir oh çektikten sonra tuzlu dudaklarım Voyçiça’mn dudakların dudaklarına a yapıştırdı. Uzun süre süre öyle öyl e hareketsiz kaldıktan sonra Voyçiça’ Voyç iça’yı yı saçlanndan kavrayarak pufu pufun n üstünden üstünden çekti, sırtüstü sırtüstü ayı postuna uzattı. Voyçiça Semiramis kasıklarında Volkodav Meg’in nefesini hissetti.