ALEVİLİK ve KURAN Anadolu Aleviliğinin Ġncelenmesi ve Kuran ile Karşılaştırılması Pınar SEZGĠNOĞLU
“Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz” (43 zuhruf 44) “Batılı(yanlışı) hakka(doğruya) karıştırmayın, bile bile gerçeği gizlemeyin!” (2 bakara 42)
“Eline, beline, diline sahip ol” (Hacı Bektaş Veli)
İçindekiler ÖNSÖZ A. ALEVİLİK VE Y AKIN TERİMLER A.1. ALEVİLİK NEDİR? A.2. BEKTAŞİLİK NEDİR? A.3. K IZILBAŞLIK NEDİR? A.4. ŞİA NEDİR? ALEVİLİKTEN FARKI NEDİR? B. ALEVİLİĞİN O RTAYA ÇIKIŞI VE TARİHİ C. ALEVİLİKTE İNANÇLAR C.1. ALEVİLİKTE HZ.ALİ ’ NİN HALİFELİĞİ VE ŞAHİTLİK C.2. ALEVİLİKTE DUA ANLAYIŞI VE ALLAH- MUHAMMED- ALİ ÜÇLEMESİ C.3. ALEVİLİKTE VAHDET- İ VÜCUT DÜŞÜNCESİ C.3.1.K URAN VE VAHDETİ VÜCUT DÜŞÜNCESİ K ARŞILAŞTIRILMASI C.3.2. D İNLERDE VAHDETİ VÜCUT DÜŞÜNCESİ C.4. ALEVİLİKTE K URAN’ A BAKIŞ AÇISI VE DİNİ KAYNAKLAR C.5. HZ.ALİ İLE İLGİLİ RİVAYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ C.6. ALEVİLİKTE HIZIR İNANCI C.7. ALEVİLERDEKİ MUAVİYE VE YEZİDLE İLGİLİ OLUMSUZ DÜŞÜNCELER C.8. O NİKİ (12) İMAMIN MASUMİYETİ VE E HLİ BEYT KAVRAMI C.9. ALEVİLİKTE BÜYÜ – CİN- FAL İNANIŞLARI D. ALEVİLİKTE İBADET D.1. Y OL KARDEŞLİĞİ (MUSAHİPLİK ) D.2. GÖRGÜ D.3. CEM TÖRENİ D.4. SEMAH D.5. NAMAZ D.6. O RUÇ D.7. ZEKAT D.8. HAC - HACI BEKTAŞIN MEZARINA ZİYARET (NEVŞEHİR) D.9. K URBAN D.10. GİYİM D.11. T ÜRKÜ VE SAZ D.12. İÇKİ D.13. AŞURE T ATLISI
E. KAYNAKÇA
İçindekiler (Ayrıntılı) ÖNSÖZ A. ALEVİLİK VE Y AKIN TERİMLER A.1. ALEVİLİK NEDİR? A.2. BEKTAŞİLİK NEDİR? A.3. K IZILBAŞLIK NEDİR? A.4. ŞİA NEDİR? ALEVİLİKTEN FARKI NEDİR? B. ALEVİLİĞİN O RTAYA ÇIKIŞI VE TARİHİ C. ALEVİLİKTE İNANÇLAR C.1. ALEVİLİKTE HZ.ALİ ’ NİN HALİFELİĞİ VE ŞAHİTLİK C.2. ALEVİLİKTE DUA ANLAYIŞI VE ALLAH- MUHAMMED- ALİ ÜÇLEMESİ a. C.2.2.a Allah ile Birlikte Başkasına Dua Etmek b. C.2.2.b. Allah’a Dua Ederken Aracılık c. C.2.2.c. Mekkelilerin Allah Düşüncesi ve İnancı d. C.2.2.d. Şirk Hakkında İki Rivayet C.3. ALEVİLİKTE VAHDET- İ VÜCUT DÜŞÜNCESİ C.3.1.Kuran ve Vahdeti Vücut Düşüncesi Karşılaştırılması C.3.2. Dinlerde Vahdeti Vücut Düşüncesi C.4. ALEVİLİKTE K URAN’ A BAKIŞ AÇISI VE DİNİ KAYNAKLAR C.4.1. Anadolu Aleviliği İçinde Kuran’a Bakış Açıları C.4.2. Kuran’ın Korunmuşluğu ve Dinde Kaynak Oluşu C.4.3.Kuran’ın Batıni (Gizli Anlamlardan) Oluştuğu İddiası C.4.4.Kuranla ilgili Amacından Uzaklaştıran Uygulamalar C.4.5. Kuran’ın İçeriği ve Mesajlara Bakış Açısı C.4.6. Kuran Dışındaki Kaynaklar C.4.7. Hadisler C.4.8. Alevilikte Dedeler/ Babaların Yeri C.4.9. Hacı Bektaş-ı Veli ve öğretileri C.4.9.a. Eline Beline Diline Sahip Ol C.4.9.b. Makalat – 4 Kapı 40 Makam C.5. HZ.ALİ İLE İLGİLİ RİVAYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ C.5.1 Hz. Ali ile İlgili Olumlu ve Hakkı Dillendiren Rivayetler C.5.2 Hz. Ali ile İlgili Doğru Olmayan veya Yanlış Yorumlanan Rivayetler a. “Ali de bir peygamberdir” iddiası
b. c.
Hz. Muhammed Ehli Beytini Vasiyet Etti İddiası “Kuran Ali’ye gelecekti, Melek yolunu şaşırdı, vahiy Muhammed’e gitti” İddiası d. “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır…”rivayeti e. “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır..” rivayeti f. Deyişlerdeki Hz. Ali Düşüncesi C.6. ALEVİLİKTE HIZIR İNANCI C.6.1 HIZIR’IN Sözcük Anlamı C.6.2 HIDIRELLEZ bayramı C.6.3 Dinlerde Hızır Figürü C.6.4 İslam Coğrafyası’nda Hızır Anlayışı C.6.5 Hızır İle Genel Rivayetlerin Değerlendirilmesi a. Hızır Ölümsüzdür İddiası b. Hızır Gaybı Bilir İddiası c. Hızır Duaları Duyar ve Karşılık Verir İddiası C.6.6 Kuran ve Hadislerde Hızır a. Hızırla İlgili Hadislerin Zayıflığı b. Kuran’daki Musa ve Bir Kul (Bilgin Kul) Kıssası ve HIZIR C.7. ALEVİLERDEKİ MUAVİYE VE YEZİDLE İLGİLİ OLUMSUZ DÜŞÜNCELER C.8. O NİKİ (12) İMAMIN MASUMİYETİ VE E HLİ BEYT KAVRAMI C.8.1. Kurandan Ehli Beyt ve 12 İmamın Masumiyetine Deliller C.8.2. Peygamberler de Hata Yaparlar C.9. ALEVİLİKTE BÜYÜ – CİN- FAL İNANIŞLARI C.9. 1. BÜYÜ (SİHİR) C.9. 2. CİN C.9. 3. FAL - Geleceği Görme, Tahmin Etme iddiası D. ALEVİLİKTE İBADET D.1. Y OL KARDEŞLİĞİ (MUSAHİPLİK ) D.2. GÖRGÜ D.2.1. Görgü İbadeti Üzerine Değerlendirme D.2.2. Sünnilikle Karşılaştırma D.3. CEM TÖRENİ D.3.1. Cem İçin Görev Dağılımı D.3.2. Dua D.3.3. İbadete Başlangıç D.3.4. Hu Çekmek (Hüy Çekmek)
D.3.5. Suya ve yiyeceklere dua okumak D.4. SEMAH D.5. NAMAZ D.5.1. Dinlerde Namaz D.5.1.a.Yahudilerde Namaz D.5.1.b. Hıristiyanların Namazı D.5.1.c. Şiilerde Namaz D.5.1.d. Sünnilerde Namaz D.5.1.e Alevilerde Namazın İzleri D.5.2. Aleviler Neden Namaz Kılmaz? D.5.3. Sünnet Namazları (Nafileler) D.5.4. Abdest D.5.5. Kuran’da Namaz D.5.6. Namazda Ses Tonu D.5.7. Bilinçli Bir Namaz D.5.8. Namaz Borcu Ödemek Midir? D.5.8.a. Namaz borcu ödemek değildir D.5.8.b. İnfak Borç Vermektir D.6. O RUÇ D.7. ZEKAT D.8. HAC - HACI BEKTAŞIN MEZARINA ZİYARET (NEVŞEHİR) D.8.1.Çeşitli İlleri Ziyaret Etmek D.8.2. Allah’ın Affı ve Bir Mekanı Ziyaret D.8.3. Delikli Taş D.8.4. Zemzem Çeşmesi (Arslanlı Çeşme) D.8.5. Minder Kaya ve Kulunç Kaya D.8.6. Heykeller D.8.7. Beş taşlar D.8.8. Mahzuni Şerifin Mezarına Ziyaret D.9. K URBAN D.10. GİYİM D.11. T ÜRKÜ VE SAZ D.12. İÇKİ D.13. AŞURE T ATLISI E. KAYNAKÇA
ÖNSÖZ Bu çalışmadaki amaç, Anadolu’daki Alevilik inancının Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin inancı olan Kuran’la uyuşan ve uyuşmayan taraflarını açıklığa kavuşturmaktır. Alevilik hakkında tarihte çok az yazılı kaynak olduğu gibi, yazılı olanlar da Alevi ya da Sünni, yanlı bir bakış açısıyla yazılmıştır. Daha önce hiç, Aleviliği Kuran’la karşılaştırılan bir çalışma da yapılmamıştır, bu da gerçek İslam’la uyuşan ve uyuşmayan yönlerini pek çok kimsenin bilmemesine sebep olmaktadır. Aleviler inançlarını bir gelenek olarak ve İslam’ı da sonradan çıkarılan pek çok ekleme ve uydurma ile öğrenmektedirler. Hem Sünniliğin getirdikleri hem de Aleviliğin getirdiği inanç ve ibadetleri Allah’ın emriymiş gibi görülebilmekte ve Allah’ın asıl sözleri ve emrettiklerinin önüne getirilmektedir. İçlerinde doğru ve yanlış inançlar karışık durumdadır. Bu nedenle, Alevilerin bilinçlenmeleri ve İslam’ı ne Sünnilerden ne Alevilerden değil, Kuran’dan öğrenmeleri gerekmektedir. Aklı kullanarak ve Kuran’ı merkez alarak inançlarını sorgulamaları ve düzenlemeleri gerekmektedir. Alevilik sözlü ve geleneksel olarak süregelen bir öğreti olduğundan, tarihsel sebeplerin de yazılı kaynakları sınırlandırması düşünüldüğünde, tutarlı ve geçerli yazılı kaynak bulmak zordur. Alevilikte, yazılı bir kaynak olmadığından, inançlar ve ibadetlerde değişiklikler olabilmektedir. Bununla birlikte, bütün Aleviler arasında teorik veya sözlü rivayetler derlenmeye çalışılmıştır. Ekleme ve düzenleme önerilerine açık bir çalışmadır. Bugüne kadar bilinen Anadolu Aleviliğini sistemleştiren tek kesim, Danimarka’da Aleviliği bir din olarak kabul ettirmeye çalışan Alevilerdir. Danimarka Alevi Birliği Federasyonu, internetten ulaşılabilecek şekilde, PDF ve site
şeklinde Anadolu Aleviliğini temel başlıklar altında toplamışlar ve maddeleştirmişlerdir. 1 Alevilik hakkında pek çok araştırma yapılmıştır, yapılacaktır da. Aleviliğin tarihi gelişimi, diğer din ve mezheplerle birleştiği ve ayrıldığı noktalar, bölgelere göre değişen ibadetler ve gelenekler gibi pek çok konuda çalışma ve araştırma yapılabilirdi. Her biri hakkında pek çok şey söylenebilir, tartışılabilir. Bu çalışmada yapılan ise, şu an Türkiye’de görülen Anadolu Aleviliği inancı ve ibadetlerini Kuran merkezli bir anlayışla objektif olarak değerlendirmek ve Kuran ile uyan ve uymayan taraflarını incelemektir. Yanlış noktalarda Sünnilerde olan kısımlara da aynı eleştiriler sıralanmıştır. Bu çalışmada Alevilik deyince Anadolu’daki Aleviliği, Sünnilik deyince de Anadolu’da Hanefilik ve Şafilik olan Sünnilik kastedilmiştir. Dünya çapında Aleviliğin Şialaştığı ve farklı kültürlerde çok değişmekte olan uygulamaları söz konusudur. Dünyadaki Şii- Sünni mezhep farkından çok, Türkiye’de bulunan Alevi - Sünni inanç ve ibadetleri üzerinden konu sınırlandırılmıştır. Alevi ve Sünni inancının benzer ve farklı yönleri yer yer karşılaştırılırken, Kuran’da yazan doğru inançla uyumlu olduğu ve uyumlu olmadığı yerler de kıyaslanmıştır. Bu çalışmayı hazırlayan kişi olarak, Alevi kökenli birisi olduğumu da belirtmek isterim. Bu çalışmada, Alevi ya da Sünni bakış açısıyla değil, doğru ve delil merkezli bir bakış açısıyla yazdığım anlaşılacaktır. Alevilik ve Sünnilik, Hz. Muhammed ve Hz. Ali zamanından beri pek çok değişimle yüz yüze gelmiştir. Hatta uygulamalar, Peygamber ve Ali’nin uygulamalarıyla ters duruma gelmiştir. Bizler eğer onların dosdoğru yolunda ilerlemek istiyorsak, Allah’ın mesajını doğru anlamalı ve hayatımızdaki inanış ve ibadetleri sorgulamalıyız. 1
http://www.alevi.dk/ALEVILIK/Alevilik.htm
Kuran’dan alıntılanan ayetler ayrıca dipnot olarak gösterilmemiştir. Parantez içinde önce sure numarası, sonra sure ismi, sonra da ayet numarası olarak sıralanmıştır. Örneğin; (2 Bakara 5). 2 rakamı, Bakara Suresinin Kuranlardaki sıralamada 2.sırada geldiğini anlatır. Bakara, Kurandaki o bölümün adını, sonraki 5 rakamı da, O bölümdeki 5 rakamıyla gösterilen cümle olduğunu anlatır. Dileyen, ayetleri Kuran çevirilerinden veya Arapçasından kontrol edebilirler. Kuran ayetlerini alıntılarken çoğunlukla en genel çeviri esas alındı. 20 farklı Türkçe Kuran çevirisinin bulunduğu “Hasenat Programı” kullanılarak, içerisinde Elmalılı Hamdi Yazırdan, Yaşar Nuri Öztürk’e, Suat Yıldırımdan, Muhammed Esed’e kadar pek çok farklı gruptan kişinin Kuran çevirileri incelendi. Çoğunlukla, çevirilerde yaklaşık %80 kadarı birbirinin aynısıydı. Ayetleri alıntılarken, en genel olanı ve ayette anlatılmak isteneni ülkemizdeki insanların en anlayabileceği şekilde ifade eden seçilmeye çalışılmıştır. Bazen, çevirilerdeki ifadeler, daha da sadeleştirilerek, Kuran literatüründen haberdar olmayanlar için kolaylık sağlayacağı düşünülmüştür. Ayetleri alıntılarken, çeviride karışılmamış olmasına rağmen bir tek konuda bunun dışına çıkıldı. “Putlara tapmak ve Allah’a ortak koşmak” kavramlarının başındaki “Allah’ı bırakarak, ona ortak koşarlar” çevirisi anlamı karşılayamamaktadır. “Allah’ı bırakıp” diye çevrilen, “Min Dünillah” kelimesinin daha kapsamlı bir çeviriye ihtiyacı vardır. “Allah’ı bırakıp” dediğimizde, “sanki Allah’ı terk edip, başka birisi beni yarattı diyor” ayetler gibi bir anlam çıkmaktadır. Bu da, bizzat Kuran’ın anlattığı ve anlatmak istediğiyle çelişir. Kuran’da inanmayan ve Peygambere karşı gelen insanların Allah’ın varlığını kabul ettiği gerçeğinin üzeri örtülmüş olur. İnsanlar, Sanki Allah ayetlerde “ Allah yok” diyenlere seslenmektedir gibi bir anlayış ortaya çıkmakta ve bizzat bize seslenen Kuran’ın mesajı anlaşılmamaktadır.
Eğer, “Allah’ı bırakmak” olarak çevrilen ayetin çevirisi doğru olacak olsa, Ayette “Allah’ı terk edip ortaklar koşarlar” ifadesi olurdu. Ya da, “Allah’ı bırakıp” ifadesi olurdu. Allah’tan başka (ğayrallah) ifadesi geçmez ayette. Allah’tan başka çevirisi de doğru değildir. Birkaç ayet dışında “Allah ile birlikte (meallah) ifadesi de geçmez. Bu durumda, Allah ile birlikte demek de yanlış olacaktır. Min dünillahın genel anlamı Allah’ın altında 2. Ve 3. Dereceden yetkili anlamına gelmektedir. Min Dünillah için, altı sıra kelimesini kullanmak doğru olacaktır. Ama anlamı doğru karşılaması için, “Allah’ın yanı sıra” ifadesi de gereklidir. Çünkü bir görev paylaşımı söz konusudur. % 60 Allah’a, %25 İsa’ya, %15 Meryem’e verilen Allah’ın özellikleri vardır. Bu hiyerarşide Allah-İsa- Meryem hem bir şirketin ortakları gibi yan yana anılmaktadır. Ama hisseleri bakımından Allah en üst seviyede, diğerleri onun altı sıradadırlar. “Allahın yanı sıra” çevirisinin yanında, “altı sıra” çevirisini de koymayı anlamı tam karşılayacağından tercih ettim. Bu çalışmada, Alevilik kavramı, Aleviliğin dayandığı genel inançlar ve ibadetler incelenmiştir. İnançlar Bölümünde yaygın ve teorik inançlar anlatılmış, sonra bunların Kuran’la ve akılla(bilimsel) uyumluluğu sorgulanmıştır. İbadetler bölümünde, ibadetler ve uygulanış biçimleri anlatılmış, sonra bunların olumlu ve olumsuz yönleri, Kuran’la uyumlu ve uyumsuz tarafları açıklanmıştır. Yeri geldikçe, hem Sünnilikle hem de Hıristiyanlıkla karşılaştırmalar yapılmış ve benzerlikleri ve incelenmiştir. Yine hepsinin Kuran’la doğrulukları sorgulanmıştır.
A Bölümünde, Alevilikle birlikte anılan terimler ve Alevilik Kavramları açıklandı. B Bölümünde, Aleviliğin Ortaya Çıkışı ve Tarihi açıklandı. C bölümünde, Alevilikteki temel inanışlar ele alındı ve Kuran ile uyumlu ve uyumsuz tarafları sorgulandı. D Bölümünde, Alevilikteki İbadet ve Uygulamalar anlatıldı ve Kuran’la uyumlu ve uyumsuz tarafları açıklandı. Genel olarak, inanç alanında Kuranla daha fazla çelişirken, uygulamalarda Kuran’la daha fazla paralellik sağlandığını okuyunca görebiliriz. Ayrıca, yer yer dinlerle ve Sünnilikteki inanç ve ibadetlerle de kıyaslandı. Elbette, geliştirilecek ve eklenecek pek çok şey de olacaktır. Okuyuculardan gelecek olan eleştiriler ve yorumlara göre bazı bölümlerde ekleme veya açıklamalar hem beni hem okuyucuları geliştirecektir. Peygamberin veya Hz. Ali’nin ismini anarken (ki sıklıkla anılmıştır), hitaplarda farklılıklar göze çarpabilir. Aleviler, Ali ve Muhammed demekte bir sakınca görmezken, Sünniler, yanlarına “Hz.” Gibi ekleri ve uzun salavatları gerekli görmektedirler. Peygambere ülkemizde yapılan genel hitaplardan “Peygamber, Muhammed Peygamber, Hz. Muhammed” ifadeleri kullanıldı. Hz. Ali hakkında ise, “Ali, Hz. Ali, Halife Ali” gibi ifadeler, yerine göre bazen de bağımsızca farklı olarak kullanıldı. Bu çalışmayı hem Aleviler hem Sünniler okuyacağından, toplumun kabullerine saygı adına ve tarafsızlığı göstermek adına bu yapılmıştır. Saygısızlık içermediği sürece kişisel olarak, hitaplarda farklılıkların önemli olmadığını düşünüyorum. Önemli olan elbette kimin kastedildiğinin ve anlatılmak istenenin anlaşılmasıdır.
Saygılarımla, Pınar Sezginoğlu Mart 2012
ALEVİLİK VE YAKIN TERİMLER BEKTAŞİLİK NEDİR ?
Hacı Bektaş Veli, Osmanlı İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte kapatılan, Abdülaziz zamanında tekrar canlanan ve 25 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının piridir.2 Ölümünden sonraki yıllarda, hakkında “Vilayetname” düzenlenir. Adına tarikat kurulur. Alevi - Bektaşilik’le ilgili belge ve kaynakların yok edildiği de, tarihsel bir gerçektir. Bu durum da, Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin, sağlıklı bilgilere ulaşmamıza engel olmuştur. 14. yy da yaşamış olan Hacı Bektaş isimli kişinin ölümünden sonra onun tarikati sistemleştirilmeye çalışılmış ve vilayetname isimli eser yazılmıştır. Bektaşilik deyince, Hacı Bektaşı Veli’ye ve onun öğretilerini kabul etmeyi anlayabiliriz. Aleviler kendilerini Hacı Bektaş’a nispet ederler. Tam olarak onun adına yazılan sisteme uymasalar da, Hacı Bektaş’ın bazı ünlü sözlerini kendilerine slogan yapmışlardır. Bektaşilik ve Aleviliği tam olarak ayırmak mümkün olmasa da, Bektaşilik, kendi başına Hacı Bektaşın eserlerini takip etmektir. Bu eserlere göre de, Sünnilerin tarikatleri gibi bir şey oluşturulması gerekir. Alevilerde ise bu yoktur. Hacı Bektaş’ın mezarını ziyareti bir hac haline getiren Alevilerin Hacı Bektaş’a önemli bir Allah dostu gözüyle baktıkları bir gerçektir. 2
http://www.hacibektas.com/index.php?id=hacibektavel
Bektaşilik, Aleviliğin bir grubudur diyenler olduğu gibi, çoğunlukla Bektaşilik ve Alevilik birbiri yerine kullanılan terimlerdir. Fuat Bozkurt, Bektaşilik şehirde olan Aleviliktir, köyde olana ise “Alevi” denir demiştir. Bu konuda farklı fikirler olsa da, çoğunlukla, Alevi ve Hacı Bektaş’ın öğretilerini kabul ediyor anlamında Alevi/Bektaşi terimleri anlamdaş olarak kullanılmaktadır.
KIZILBAŞLIK NEDİR ? Osmanlı kaynaklarında Kızılbaş diye, genellikle, isyancı, talancı, rafızî, mülhid, zındık diye, Anadolu Türkmenleri kastedilir. Alevî ve Kızılbaş adı kullanılmakla beraber, değişik yörelerde onlar Türkmen, Yörük, Sıraç, Abdal, Çepni, Tahtacı ve Bektaşi adlarıyla da anılmaktadır. Kızılbaşlık tarihte siyasi bir grup olan Türkmen askerlerinin çağrılış biçimi olduğunu iddia edenler gibi, bir aşağılama olduğunu iddia edenler de vardır. Bugün, Alevi- Bektaşi ve Kızılbaş isimleri birbiri yerine kullanılmaktadır.
ŞİA NEDİR ? ALEVİLİKTEN FARKI NEDİR? Ortaya çıkış olarak, Hz. Ali zamanındaki siyasi karışıklarda “Ali taraftarları” olarak ortaya çıkmış ve onun ölümünden sonra da kendi içlerinde farklılaşan inançlarını oluşturmuşlardır. Ali’ye haksızlık yapıldığını söylemekle birlikte, Ebubekir başta olmak üzere, Ömer ve Osman’a düşmandırlar. Peygamber torunu 12 kişinin
masum olduklarına inanırlar. Onların soylarından gelen kişilerin de masum olduğunu ve şuan ki dini liderlerinin 12 imam soyundan olduğunu iddia ederler. Kuranın yanında kendi hadis külliyatları vardır. Sünniler, Kütübi sitte denilen 6 hadis kitabını kabul ederken, Şiiler Kütübi Erbaa denilen 4 ana hadis kitaplarını dinde delil olarak kabul ederler. Elbette sadece dört tane değildir, pek çok kitap vardır. Şiiler, giyim olarak, çarşafa yakın bir kıyafet içindedirler. Namazlarında okuduklar dualar ve bazı uygulamalar Sünnilerden farklılık göstermektedir. Alevilerle tek ortak yanları, “Ali taraftarı” olarak tanınmalarıdır. Anadolu Aleviliği, Şiilikten çok farklılaşmıştır. Şiilik, Sünnilikteki gibi bir tarikat anlayışıyla hareket ederken, Alevilik daha kültürel, geleneksel olarak devam etmektedir. Aleviler, yazılı kaynağa sahip değilken, Şiiler kendi hadis kaynaklarına sahiptirler. Şiiler, siyasi bir güç olmuşlar ve devlet kurmuşlardır. Aleviler ise, daha kırsal alanlarda ve azınlık olarak kendilerini devam ettirmişlerdir. Yönetimde, siyasette genellikle görev almamışlardır. Daha çok, askeri gücü oluşturmuşlardır. Bugün, İran bölgesinde yaygınlıktadır. Şiilik de Sünnilik gibi pek çok mezhebe ayrılmıştır. Caferilik bunlardan bir tanesidir, Türkiyede Şiilerden en fazla üyesi olan grup da budur.
ALEVİLİK NEDİR ?
Alevi Sözünün Sözcüksel Anlamı; “Alevi; Ali yanlısı, Alici gibi anlamlara gelmektedir. Ali’ den kastedilen, Ali adında her hangi bir kişi değil, Hz. Muhammed’in damadı ve amcaoğlu olan imam Ali’dir. Alevi sözü aynı zamanda Ali’yi seven, ona bağlı olan veya onun soyundan gelen kimse demektir.” *M. Cemil Kılıç, Yükselen Alevilik, s.23] Günümüz Türkiye’sinde, Alevi Anne babadan doğan ve Alevi inancına sahip olan kişiye denir.
Şia Nedir? Alevilikten Farkı Nedir? Ortaya çıkış olarak, Hz. Ali zamanındaki siyasi karışıklarda “Ali taraftarları” olarak ortaya çıkmış ve onun ölümünden sonra da kendi içlerinde farklılaşan inançlarını oluşturmuşlardır. Ali’ye haksızlık yapıldığını söylemekle birlikte, Ebubekir başta olmak üzere, Ömer ve Osman’a düşmandırlar. Peygamber torunu 12 kişinin masum olduklarına inanırlar. Onların soylarından gelen kişilerin de masum olduğunu ve şuan ki dini liderlerinin 12 imam soyundan olduğunu iddia ederler. Kuranın yanında kendi hadis külliyatları vardır. Sünniler, Kütübi sitte denilen 6 hadis kitabını kabul ederken, Şiiler Kütübi Erbaa denilen 4 ana hadis kitaplarını dinde delil olarak kabul ederler. Elbette sadece dört tane değildir, pek çok kitap vardır. Şiiler, giyim olarak, çarşafa yakın bir kıyafet içindedirler. Namazlarında okuduklar dualar ve bazı uygulamalar Sünnilerden farklılık göstermektedir. Alevilerle tek ortak yanları, “Ali taraftarı” olarak tanınmalarıdır. Anadolu Aleviliği, Şiilikten çok farklılaşmıştır. Şiilik, Sünnilikteki gibi bir
tarikat anlayışıyla hareket ederken, Alevilik daha kültürel, geleneksel olarak devam etmektedir. Aleviler, yazılı kaynağa sahip değilken, Şiiler kendi hadis kaynaklarına sahiptirler. Şiiler, siyasi bir güç olmuşlar ve devlet kurmuşlardır. Aleviler ise, daha kırsal alanlarda ve azınlık olarak kendilerini devam ettirmişlerdir. Yönetimde, siyasette genellikle görev almamışlardır. Daha çok, askeri gücü oluşturmuşlardır. Bugün, İran bölgesinde yaygınlıktadır. Şiilik de Sünnilik gibi pek çok mezhebe ayrılmıştır. Caferilik bunlardan bir tanesidir, Türkiyede Şiilerden en fazla üyesi olan grup da budur.
ALEVİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI VE T ARİHİ
Hz. Muhammed ve Hz. Ali amca çocuklarıdır. Peygamber, Hz. Ali’nin babası Ebu Talibin yanında yetişmiştir. Daha sonra ise, amcasının fakirleşmesiyle, Ali’yi kendi yanına alıp, onu yetiştirmiştir. Hz. Hatice’den doğan kızı Fatmayla Ali’yi evlendirmiştir. Peygamber, Mekke’den gizlice Medine’ye giderken, geride yatağında Hz. Ali’yi bıraktığı rivayet edilir. Bu, Peygamberin ona güvendiğinin ve Hz. Ali’deki Peygambere ola bağlılığın bir göstergesidir. Peygamber ilk vahiy geldiği sırada, akrabalarını toplayıp doğruyu anlattığında, o zamanlar genç delikanlı olan Ali’den başka ona destek çıkan olmamıştır. Peygamberin hayatının pek çok yerinde Hz. Ali’yi görmek mümkündür. Müslümanlar Medine’ye göç ettiğinde, Medine yerli
Müslümanları ile, Mekke’den gelenler birer kardeş aile seçmiş ve kardeş olmuşlardır. Ancak, Hz. Ali tek kalmıştır, Peygamber de onunla eşleşmiştir. Bu gibi rivayetler Peygamber’in ona yakınlığının bir göstergesidir. Mekkeli müşriklerle Medine’deki Müslümanlar Hudeybiye Anlaşması yaparken, Mekkeliler anlaşma taraflarının ismini yazacaklardır. Kalem, Hz. Ali’dedir. Peygamber “ Allah’ın elçisiyle, Mekkeli lider arasındaki anlaşma…” diye yazdıracakken, Mekkeliler itiraz ederler. “Zaten senin Peygamber olduğuna inansak, savaşmazdık” derler. Peygamber, “Abdullah oğlu Muhammed yaz” der. Ancak, Hz. Ali bunu yazmak istemez. “Biz senin peygamberliğine şahit iken, nasıl yazmam der”. Buradaki olay bile, Hz. Ali’nin Peygamberi ne kadar desteklediğini ve Onun getirdiği mesaja ne kadar sahip çıktığının bir göstergesidir. Peygamberin ölümünden sonra, aynı zamanda devlet başkanı olan Peygamberin yerine siyasi lider tartışmaları ortaya çıkar. Bu sorun, Ebubekir’in halife olmasıyla ve diğer sahabelerin ona biat etmesiyle çözülür. Sonra, Hz. Ömer halife olur. Bu halife seçimlerinde Hz. Ali’ye taraftarlar gelip, onun aday olmasını istemişlerse de, o bunları reddetmiş ve Ebubekir ile Ömer’e uymuştur. Daha sonra, Hz. Osman halifeliğe geçmiştir. Bu dönem, ciddi karışıklıklar olmuştur. Osman, amcaoğlu olan Muaviye’yi vali yapmıştır. Ayrıca, daha sonra Emevileri oluşturacak akrabalarını da kadrolaştırmıştır. Buna pek çok sahabe itiraz etmiş ve onu uyarmıştır. Ancak, Peygamberin yakın çevresinden kimse Osman’a darbe yapma provakelerine gelmemiştir. Hz. Ali eğer isteseydi, onun zamanında aykalanabilir ve pek çok kişiyi yanında bulabilirdi ancak o bunu yapmadı.
Daha sonra, Osman öldürülünce pek çok ayaklanma olur. Siyasi taraflar, Ali ve Ayşe gibi sahabelere gelerek, kendilerini desteklemelerini ve halife olmayı kabul etmelerini istemişlerdir. Bunun yanında iktidar sevdasında olanlar da vardır. İç savaşlar sonucunda pek çok Müslüman ölmüştür. Bu sefer, pek çok çatlak sese rağmen Hz. Ali halife olmuştur. Ancak, Hz. Osmanın akrabalarının iktidarda gözü vardır ve Emevi soyundan Muaviye siyasi oyunlarla halifeliği ele geçirmiştir. Daha sonra ise, Muaviyeyi destekleyenler, Ali’yi destekleyenler ve iki tarafı da desteklemeyen Hariciler arasında siyasi çekişmeler olmuştur. Öyle ki, bu olaylar kan dökülmesine ve Hz. Ali’nin suikasta gitmesine sebep olmuştur. İktidara Muaviye geçtiğinde, İslam adına fetihler yapmış ama sadece kendi zenginliğine zenginlik katmıştır. O zamanda pek çok Peygambere yakın sahabe tarafından bu gösteriş-zenginlik ve para hırsından dolayı uyarılmıştır. Muaviyenin haksız kazançları ve haksızlıklarına karşı isyan etmek isteyenler, Hz. Ali’nin iki oğlu Hasan ve Hüseyin’in önderliğinde toplanmak istemişlerdir. Ancak, bunu istemeyen iktidardakiler ve Muaviye, onlara tuzak kurmuş ve işkence ederek öldürtmüştür. Bu olaylarla şekillenen tarihte, 4 halife dönemi bitmiş ve Emeviler Dönemi başlamıştır. Bu dönemde devlet alabildiğine zenginleşmiş ve fetihler gerçekleşmiştir. Diğer coğrafyalardan dini ve inançsal etkiler İslam’ın içerisine karışmaya başlamıştır. Yeni İslam’a giren bu ülkeler, sadece görünüşte İslam’a girmiş eski adetlerini ve öğretilerini İslam adı altında devam ettirmişlerdir.
Bu süreçte Şiilik ve Sünnilik olmak üzere iki temel siyasi kol oluşmuştur. Şiiler, Hz. Ali’ye yapılan haksızlıklardan yola çıkarak Muaviye’nin kayıt altına aldırdığı Kütübi Sitte denilen, Sünnilerin temel 6 hadis kitabını kabul etmezler. Kendilerine ait dini hadis kitaplarını oluşturmuş ve zamanla sistemleştirmişlerdir. Sünnilik ise Emevi ve Abbasi Devletlerinde devletin desteklediği bir mezhep olmuştur. Şiillik ise İran ve çevresinde yayılmıştır. Anadolu’daki Alevilik ise, bu iki koldan ayrı olarak ortaya çıkmıştır. Elbette bu konuda pek çok tartışma ve ihtilaf da vardır. Anadolu Aleviliği için kimileri Orta Asya’ya ait Şamanizm’in devamı bir inanç olarak bakarken, kimisi Şiiliğin bir kolu olarak kabul etmektedir. Osmanlı’ya geçen halifelikle birlikte Sünni İslam Anadolu’da sistemleşmiş ve devlet gücüyle yaygınlaştırılmıştır. Ancak, kır ve köy nüfusları tüm toplumlarda eski rejim ve eski inançların devam ettirildiği ve şehirdeki değişmelerden en az etkilenen yerler olmuştur. İç Anadolu’daki Türkmen ve Türk köylerinde de bu değişim şehirlere göre daha az olmuştur. Anadolu’daki Alevilikte Sünniliğin bazı kabullerini gördüğümüz gibi, Şiiliğin bazı kabullerini ve Şamanizm’in getirdiği etkileri de görmek mümkün. Ayrıca, kendi içerisinde doğurduğu ve siyasi-sosyal olaylarla ortaya çıkan Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaşi Veli gibi Anadolu’ya özgü kişilerin etkileri de söz konusudur. Anadolu Aleviliği bunların karışımından oluşmuştur. Tek birinin bile tümüyle etkisi yoktur. Hepsinden azar azar etkilenen Anadolu Aleviliği bu etkileri bir gelenek anlayışıyla yoğurmuştur.
C. A LEVİLİKTE İNANÇLAR
C.1. ALEVİLİKTE HZ.ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE ŞAHİTLİK
“ Alevi/ Bektaşi inancına göre bir kimsenin mümin(inanan) olabilmesi için şu sözü söylemesi, ikrar etmesi gerekmektedir: “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasulühü ve eşhedü enne aliyyen veliyullah”, Türkçesi; “Ben tanıklık ederim ki, Tanrı’dan başka ilah yoktur. Ben tanıklık ederim ki, Muhammed Tanrının kulu ve elçisidir. Ben yine tanıklık ederim ki Ali Tanrı’nın dostudur.” Görüldüğü üzere, Sünniler bu sözü tam söylemedikleri içi Alevi/ Bektaşiliğe göre tam mümin sayılmazlar. Ya da en hafif ifadeyle, imanları kuşkuludur. Çünkü Hazreti Ali’nin hilafetini kabul etmek bir iman ölçütüdür. Oysa Sünniler bu ölçüte uymamaktadırlar. *M. Cemil Kılıç, Yükselen Alevilik, s.265] Yukarıda anlatılan şahadeti söylemeyenler mümin olamazlar demek, hiçbir yere dayanmaz. Yalnız, Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik etmek, yani ne anlama geldiğini anlayarak ve kabul ederek söylemek, Müslüman olmak için yeterlidir. “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur… Seninle tartışmaya
girişirlerse, de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.” Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (3 ali İmran 18-19-20) Aksi takdirde, bu anlayışa göre, Muhammed Peygamber ya da diğer arkadaşları bunu söylemediği için onlar da tam mümin değildi ki bunu kimse iddia edemez. Ayrıca, Musa, İsa, İbrahim Peygamberler de inanıyorlardı ama hiçbiri “Ali’nin Allah’ın dostu” olduğunu söylemeyi iman için şart koşmamışlardı. Çünkü kimse, geleceği göremeyeceği için Ali’den önce yaşamış insanların onun hakkında yorum yapması mümkün değil. Dolayısıyla, Ali’den çok önce yaşamış bu peygamberlerin Ali’nin imamlığı hakkında bir şey söylemesi mümkün değildir. Yaşayan ve bizzat hayatlarına şahit olduğumuz insanlar da ne kadar iyi ve inanan kimseler gibi görünseler bile, insanların içlerini ve ölmeden önceki hallerini bilemeyiz. Bir kişinin, Allah’ın dostu olup olmadığını da bilemeyiz. Biz sadece görebildiğimiz kadarıyla “iyi bir insan” deriz, ya da “kitaplardan okuduğumuz kadarıyla doğru işler yapmış” diyebiliriz. İman şartı olarak, Ali’nin halifeliğini kabul etmeyi öngören bu gibi iddiaların toplumsal hayatta çok da bir karşılığı yoktur. Ancak kişi “ben alevi olmak istiyorum” dedikten sonra, cem evinde yapılan törende söylenen sözler, cem evinin din görevlisi olan sofu veya dedenin inisiyatifinde olan bir şeydir. Söylenecek sözler değişiklikler arz edebiliyor. Ayrıca, siyasi yapıyı incelediğimiz bölümde, bu gibi siyasi olayların dini zorunluluklar haline getirilmesi Ali zamanındaki karışıklık ve kutuplaşmalarda ortaya çıktığını daha iyi anlattık.
C.2. ALEVİLİKTE D UA ANLAYIŞI VE ALLAH- MUHAMMED- ALİ ÜÇLEMESİ C.2.1. Alevilerde Dua Anlayışı Dua Alevilerde genellikle Türkçe ağırlıklı yapılır. Edilen duaların en az yarısını herkes anlar. İçlerinde anlaşılmayan, Osmanlıca, Farsça ve Arapça kelimelerin karıştığı da olur. Dualara örnekler verilen Cem kısmında da görülebilir. Ancak, Sünnilere göre “duadaki dil” bakımından Kuran ayetlerine Alevilerin uygulaması daha Kuran’a yakındır. Çünkü duada ve namazda en önemli şey, “ne dediğimizi bilecek bir bilinç ve durumda olmaktır”. Allah’ın sarhoşları namaza kabul etmemesinin sebebi, “ne dediğini bilmemeleridir”. (bkz. 4 Nisa 43). *Anadilde İbadet ile ilgili, Peygamber zamanında uygulamaları da içeren kapsamlı bir araştırma olan Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Anadilde İbadet’ isimli kitabını önerilebilir.+
C.2.2. Allah- Muhammed-Ali Üçlemesi Cem törenlerinde veya normalde dua edilirken (aşağıda verilen örnekteki gibi) “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” denir. “Ya” demek, Arapçada “Ey” demektir, yani bir sesleniştir. Bu duada, hem Allah’tan hem Muhammed’den hem de Ali’den yardım istenmektedir. Sünnilerde de, “Ya eyyühennebi” denilerek ya da “Yetiş ya Gavs (veya başka birinin ismi)” denilerek bu tür seslenmeler olabilmektedir. Genellikle cem töreninde edilen dualardan bir tanesi şöyledir:
“Eksikliklerimize tövbeler olsun; Tövbe Günahlarımıza Estağfirullah, Estağfirullah, Estağfirullah. Allahümme Yarabbi! Benlikten, yaramazlıktan, kibri hasetten, gönlümüzle, gözümüzle, kalbimizle, dilimizle, cemi azalarımızla yapmış olduğumuz günahların cümlesine, tövbe günahlarımıza estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah.” … (bu şekilde başlar ve şöyle devam eder) Tövbe günahlarımıza estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah. ALLAH ALLAH ! YA ALLAH YA MUHAMMED YA ALi ! Vakitler hayrola, Hayırlar fethola, Şerler defola. Hazır gaip, zahir, batın cem erenlerinin nur cemalları aşk ola. Yüce Allah cümlemizi Ehlibeyt’e nail eyleye. … Hakk Muhammed Ali, Üçler, Beşler, Yediler, On İki İmamlar, On Dört Masumu Pak, On Yedi Kemerbest, Kırklar, Kerbela Şehitleri, Horasan Pirleri, Anadolu Erenleri, Cümle Erenler katarlarından, didarlarından ayırmaya. Pirimiz, üstadımız Hünkar Hacı Bektaş Veli yardımcımız ve koruyucumuz ola, üzerimize hazır ve nazır ola ! … Kıblegâhımız Muhammed, secdegâhımız Ali, Pirimiz, üstâdımız Hünkâr Hacı Bektaş Veli. Gerçekler demine, evliya keremine, gönüller birliğiyle Hû diyelim. GERÇEĞE HÜÜÜ, MÜMiNE YA ALLAH YA MUHAMMED YA ALi…. GERÇEĞE HÜ, Allah Allah!
C.2.2.a Allah ile Birlikte Başkasına Dua Etmek
İnsan olarak gücümüzün yetmediği şeylerde veya olmasını istediğimiz şeyler için dua ederiz. Allah’a dua etmek insanların ihtiyacıdır. Çünkü O bizi yaratan ve her şeye gücü yetendir. Allah duaya karşılık verebilecek güce sahip olduğuna göre, başka birisini çağırmanın bir anlamı olabilir mi? “…Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (29/20) “Göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların mülkü/yönetimi Allah'ındır. O'nun her şeye gücü yeter.” (5 maide 120)
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm…” (2/186) “Rabbiniz dedi ki: Bana dua edip yalvarın ki kabul edip karşılık vereyim. Doğrusu (yalnız) bana kulluk etmeyi gururlarına yediremeyenler, zillete uğrayıp aşağılanarak Cehennem'e gireceklerdir.” (40 mümin 60) “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (2 bakara 186) “De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” (25 furkan 77) Allah ile birlikte başkasına yalvarmanın, yakarmanın boş bir iş olacağını Allah da söylemektedir. Allah dışında varlıklar da bizim gibi kullardır.
“Allah’ın yanı sıra/altısıra yakardıklarınız sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda haklıysanız, hadi çağırın onları da size cevap versinler.” (7 araf 194) “Eğer onları çağırsanız, çağrınızı duymazlar. Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkar ederler. Bunları sana hiç kimse, hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez.” (35 fatır 14) “De ki: “Allah’ı bırakıp da bize faydası olmayan, zararı da dokunmayan şeylere mi dua edelim? Allah, bizi hidayete kavuşturduktan sonra gerisingeri (şirke) mi döndürülelim?” (6 enam 71) “Beri yandan, Onun yanı sıra/altı sıra sığınıp çağırdığınız bütün o varlıklar ne size yardım ulaştıracak güçtedirler ne de kendi kendilerine yardım edecek güçtedirler.” (7 araf 197) “Ey İnsanlar! (İşte) size bir misal veriliyor; onu dinleyin şimdi: sizin Allah'ın yanı sıra/altı sıra yalvarıp yakardığınız bütün o varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahi, bir sinek bile yaratamazlar (değil mi?); hatta bir sinek onlardan bir şey kapacak olsa, onu bile geri alamazlar! Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar güçsüz!...” (22 hac 73) “De ki: “Söyleyin bakalım. Acaba size Allah’ın azabı gelse veya size kıyamet saati gelip çatsa (böyle bir durumda) siz Allah’tan başkasını (ğayrallah) mı çağırırsınız? Eğer (putların size yararı dokunduğu iddianızda) doğru söyleyenlerseniz (haydi onları yardıma çağırın).” (6 enam 40)
“El açıp yalvarmaya layık olan ancak o’dur. O'nun yanı sıra/altı sıra el açıp dua ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir. Kafirlerin duası kuşkusuz hedefini şaşırmıştır.” (13 rad 14)
Oysa duada Allah’tan başkasına seslenmek Allah’ın kitabı olan Kuran’a terstir. Çünkü Allah yalnızca kendisinde dua edilmesini kesin şart olarak emreder.
“Şüphesiz ki, mescitler hep Allah içindir, o halde Allah’la birlikte (meallah) başkasına dua etmeyin!” (72 cin 18) “(Allah’ım) Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (1 fatiha 5) “El açıp yalvarmaya lâyık olan ancak o’dur (Allah’tır). O'nun yanı sıra/ altı sıra el açıp dua ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir…” (13 rad 14) “Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere dua edenden daha sapıktır? Oysa onlar, bunların çağırmalarından habersizdirler.”(46 ahkaf 5) Yardıma Yalnız Allah çağırılır, yalnız Allah’a dua etmemek, Allah’la birlikte başka birilerine de kulluk etmektir.
“De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam.” (72 cin 20) (Allah’ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. (1 fatiha 5) “Allah ile birlikte(meallah) bir başka ilaha yalvarma. Çünkü O’ndan başka ilah yoktur. Her şey yok olacak, yalnızca O sonsuz kalacaktır. Hakimiyet O’nundur. O’na döndürüleceksiniz.” (28 kasas 88) “Allah'ın yanı sıra/altı sıra, kendisine ne zararı dokunan, ne yararı olan şeylere yakarırlar. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır.”(22 hac 12) “Sizi ve Allah’ın yanı sıra/altı sıra dua ettiklerinizi terk ediyor ve Rabbime dua ediyorum. Rabbime dua etmekle de mutsuz olmayacağımı umuyorum.” (19 Meryem 48)
C.2.2.b. Allah’a Dua Ederken Aracılık Allah’ın yanı sıra birisine direk olarak çağrıda bulunmak ve yardım istemek açıktır ki Kuran ile çelişir. Bu durumda, Muhammed Peygamber ve Hz. Ali’nin inandığı ve uyduğu inançla da çelişir. Açıktır ki, ne niyetle söylenirse söylensin, böylesi bir dua Allah tarafından doğru bulunmamaktadır hatta bir sapkınlık olarak anlatılmaktadır. “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” diyerek dua edildiğinde, Allah’a ortak koşulmaktadır. Çünkü %33 Allah, %33 Muhammed, % 33 Ali, yardım edecektir sanki. Oysa onlar da bizim gibi kullardır. Duada, Ali ve Muhammedi direk olarak çağırmayıp, onların duamızın kabul edilmesi için bize yardımcı olacağı, Allah ile aramızda bir
“torpil” görevi göreceği inancı vardır. Özellikle türbe inancında bu görülür. Sünnilikte de yaygın olan türbe inancı, Alevilerde çok daha fazla ve temel bir ibadet olarak yaygınlaşmıştır. Örneğin, Alevilerin Haccı diyebileceğimiz “Hacı Bektaş’ı ziyaret”, bir türbe ziyareti ve çevresinde gelişen uygulamalar etrafında şekillenir. Bu anlayışa göre, ölü kişinin Allah’ın katında iyi bir yeri vardır, Allah katında hatırı vardır. O kişiyi ziyaret edince, mezardaki kişi oradaki insanları duyar, görür ve insanların günahlarının affedilmesi ve isteklerinin gerçekleşmesi için Allah’a aracılık eder. Böylece, duaların kabul edilmesi için bir sebep olur.
Bu durumun yukarıdaki direk kişilerden istemekten farkı, Şirk oranlarının değişmesidir. Artık %40 filancadan, %60 da Allah’tan istenmektedir. Ayrıca, ölülelere bir insanın yapamayacağı pek çok şey yakıştırılacak, sadece Allah’a ait özellikler, insanlara da yakıştırılarak, ilahlaştırma yada yarı ilahlaştırma söz konusudur. Aracılık da şirktir. Yalnız Allah’a ait olan özellikleri Allah’tan eksiltip, başkalarına vermek bir şirket dini kurmaktır. Nasıl ki, %100 hisseye sahip bir insan, fabrikada güç kaybettikçe yeni hisse sahipleri çıkarsa aynı şekilde olmaktadır. % 60 Allah’ın sözü, %40 filanca kişinin sözü geçiyor sanki. Birilerine olağanüstü güçler verdikçe, mükemmelliğinde eksiltmeye gidilmektedir.
Allah’ın
gücü
ve
Aracılığı kabul etmek neleri kabul etmektir?
Mezardaki insanların (ya da Allah’a yakın olduğu kabul edilen kişilerin) bizi duyduklarını kabul etmiş oluruz.
“Allah yolunda öldürülenlere "ölü" demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.” (2 bakara 154) Genellikle bu ayet, Allah katında iyi olan insanların yaşadığına delil olarak gösterilmektedir. Ancak, ayet özellikle “Siz farkında olmazsınız, şuurunda olamazsınız” diyerek bize bu “diri olmanın anlamı” söylenmemektedir. Yani bu dünyada mı diri, yoksa başka bir alemde mi diri bilmiyoruz. Daha bilmediğimiz pek çok şey var. Bildiğimiz ve emin olduğumuz şey ise, bu diriliş ne olursa olsun, Kuran’la çelişmemesi gerekmektedir.
Duaları fısıltıyla ya da içimizden yaptığımızı düşünürsek, ölü kişinin aynı zamanda insanların içlerinden geçeni ve normal şartlarda duyulmayacak fısıltıları da duyduğunu kabul etmiş oluruz.
Yaşarken bile ne Peygamberin ne de çevresindeki dostlarının böyle bir gücü yoktur. Mekke’de, ne Muhammed Peygamber, ne de Hz. Ali, kendi içlerinde Müslüman gibi görünüp ama kötü niyetli ve inanmayan kişilerden bir kısmını bilemiyorlardı. Öldüklerinde insanların içlerini ve dışlarını bildiklerine dair delil nerededir? “Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münafıklar vardır. Medine halkından da münafıklıkta direnenler var ki sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba itileceklerdir.” (9 tevbe 101)
Mezarının çevresinde 100 kişi olsa ve hepsi o kişiden aracılık beklese, ölünün aynı anda 100 kişiyi de duyması da gerekmektedir. Bir de, o kişiyi çağıran orada bulunmayan yüzlerce başka diyarlardaki kişileri düşünürsek, aynı anda hepsini duyduğunu kabul etmek gerekir. Yani iki kulak ve bir hafıza yetmeyecek, insanüstü pek çok özellik olması gerekecektir.
Bu kişilerin yanına gitsek, mesela Hz. Ali’nin yanına “bana aracılık et, benim için Allah’tan af dile desek “Ben seni tanımam ki” der. “Ne bileyim ben sen Allah’a inanıyor musun, inanmıyor musun, iyi işler yaptın mı yapmadın mı? Neden böyle bir kayırma ricasında bulunayım?” der. Dolayısıyla, ölünün, kişinin insanların hayatlarında neler yaptığını da bilmesi gerekir. Bir kişinin gizli veya açık yaptığı her şeye şahit olması gerekir. Hem de her dua edenin her yaptığına her an şahit olması gerekir.
Oysa Peygamberlerin bile, öldükten sonra yaşananları görmediğini ve duymadıklarını biz Kurandan öğreniyoruz: Allah, kıyamet günü şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ın yanı sıra/altı sıra beni ve anamı iki ilâh edinin, dedin?” İsa da şöyle diyecek: “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Hakkım olmayan bir şeyi söylemem, benim için söz konusu olamaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım, elbette sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen gaybları hakkıyla bilensin.” “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara
şahit (ve örnek) idim. Ama beni vefat ettirince , artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin. Allah, şöyle diyecek: “Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür… (5 maide 116- 120)
Diyelim ki kişi gitti, Ali’den, Muhammed Peygamberden veya filanca kişiden aracılık istedi. Demezler mi, “Allahtan daha mı merhametliyim, sana daha mı yakınım, daha mı güçlüyüm?”
Görüldüğü üzere, Aracılığı kabul etmek, insanlara onların asla sahip olmadıkları insanüstü özellikleri yakıştırmaktır. Bunu kabul eden kişi, Peygamberleri ve diğer bazı kişilerin her şeyi her an gördüğünü, cevap verebildiğini, içten geçeni bildiğini vs pek çok şeyi kabul etmiş olur. Bu da islamla çelişmektedir.
Ahirette herkesin kendine yetecek kadar işi vardır ve herkes kendi yaptıklarıyla hesap olunacak.
“Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır.” (80 abese 37)
Ahirette, yardıma/aracılığa çağrılanların “sizin çağrı ve dualarınızdan, bize olan ibadetlerinizden haberimiz yoktu” derler.
“Onların hepsini bir araya toplayacağımız, sonra da Allah’a ortak koşanlara, “Siz de, ortaklarınız da yerinizde bekleyin” diyeceğimiz
günü düşün. Artık onların (ortak koştuklarıyla) aralarını tamamen ayırırız ve ortak koştukları derler ki: “Siz bize ibadet etmiyordunuz.” “Şimdi ise sizin bize tapınmanızdan habersiz olduğumuza dair sizinle bizim aramızda şahit olarak Allah yeter.” “ (10 yunus 28 – 29) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit (ve örnek) idim. Ama beni vefat ettirince , artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” (5 maide 116-7) “Allah’ın, kendisine Kitab’ı, hükmü (hikmeti) ve peygamberliği verdiği hiçbir insanın, “Allah’ın yanı sıra/altısıra bana kullar olun” demesi düşünülemez. Fakat (şöyle öğüt verir:) “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte olduğunuz Kitap uyarınca rabbânîler ( Rab olarak yalnız Allaha yönelen) olun.”” (3 ali İmran 79)
Ahirette, hesap için Allah’ın uygulanacak kuralları şöyle olacak:
“Allah şirki bağışlamaz, onun dışında kalanı düzenine uyan kişi için bağışlar.” (4 Nisa 48) “Kim bir iyilikle gelirse onun on katını alır. Kim de bir kötülükle gelirse sadece bir katı ile cezalandırılır. Onlara zulmedilmez.” (6 Enam 160) “O gün tartı yapılacağı gerçektir. Kimin sevabı ağır basarsa onlar umduklarına kavuşurlar. Kimin sevabı hafif kalırsa onlar da Ayetlerimiz karşısında yanlış davranmaları sebebiyle kendilerini harcamış olurlar.” (7 Araf 8-9) “Rahman’ın kulları… Allah ile beraber (meallah) başka bir ilahıvarlığı yardıma çağırmazlar. Haklı bir sebep yoksa Allahın
dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim bunları yaparsa günaha girer. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada alçaltılmış olarak ölümsüzleşeceklerdir. Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.” (25 Furkan 68-70) “Kim güzel bir (işte) aracılık ederse (şefaat), ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık(şefaat) ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” ( 4 nisa 85)
İnsanlar kendi aralarındaki işlerde “aracılık” yaparlar. Allah neden yapmasın?
İnsanlar işlerinde neden aracılık yaparlar sorusunu cevapladığında, Allah’ın neden aracılık yapmadığını anlayacağız.
Kısıtlılık: Mesela bir kuyruk vardır. Biz de işimizi gördürmek için, kuyrukta bekliyoruzdur. Çünkü işimizi halledebilecek kişinin zamanı kısıtlıdır ve buna talip olan pek çok kişi vardır. Yani, bir talep çokluğu ve kısıtlılıklar söz konusudur. İnsanlar kuyrukta beklerken, ilk gelen en öndedir, sonra gelenler arkasında beklemek zorundadır. Eğer bir kişi, beklemek istemiyorsa, “işi halledecek ve imza atacak kişiyi tanıyan” bir tanıdık bulur. Eğer o kişinin kızını, karısını tanıyorsa ya da orada çalışan bir çaycıyı ya da diğer bir çalışan elemanı tanıyorsa bunu “torpil” olarak kullanır. Kuyruğu beklemeden, işini gördürür. Tanıdığı olmayanlar ise, tanıdığı olanlar yüzünden normal bekleme sürelerinden daha fazla
beklemektedirler. Yani, daha önce gelseler bile, böylesi haksız bir duruma maruz kalırlar.
Peki, o “işi halledecek kişi” neden torpili kabul eder?
Zaaf: Çünkü zaafları vardır. Kızını ve karısını seviyordur, onların çevresindekilere de iyilik yaparak onlarla çatışmamak ya da onlara iyi görünmek için, haksızlık da olsa “torpil” kullanıyordur. Çıkar: Ya da, yanındaki bir arkadaşının tanıdığıysa, eğer arkadaşının tanıdığına yardım ederse, yarın kendi işi düştüğünde onun da kendisine yardım edeceğini düşünüyordur. Kınanma korkusu: Ya da, yanındakilerin isteklerini geri çevirerek, “kötü adam” durumuna düşmek istemiyordur. Bencillik: Tanımadığı insanların hakları o kişi için çok da önemli değildir. Önemli olan, kendi ve çevresindeki insanların değer vermesidir. Eğer yakınındakilere bir iyilik yapılacaksa, “diğerlerine” ne gibi bir haksızlık geleceği çok da umurunda değildir.
Görüldüğü üzere, torpil kullanımının altında, “kısıtlılık, zaaf, bencillik, çıkar, kınanma korkusu ve sonuçta bir haksızlık” vardır.
İnsanlar dünyada da, ahrette de bir şekilde, kendilerinin çıkarına bir şeyler talep ederler. Bu olabilir ama insandaki kişisel çıkarları öne alan her istek gerçekleşir mi? Peki, torpilleri kabul edecek yer Allah ise olayı değerlendirelim:
Allah’ın zamanı kısıtlı mıdır? Haşa kuyruk mu vardır? Hayır, tam tersi, O her an her şeyi duyabilir, görebilir, her an her şeye gücü yeter. Direk O’ndan istememek için herhangi bir sebebimiz yoktur. Allah’ın zaafı var mıdır? Yani, kayırdığı, kaybetmekten korktuğu, kırmaktan korktuğu herhangi bir kişi var mıdır? Her şeyi O yaratmıştır. Hatta Peygamberlere bile, eğer emrine uymazlarsa onların da amellerinin boşa gideceğini dile getirmiştir. Bunların yanında, kendi dininden dönenlere, “Siz dinden dönerseniz, Allah’a bir zarar veremezsiniz, Allah sizin yerinize iyi olacak kullar getirebilir” demiştir. Eğer Peygamberler de ortak koşsalardı, Allah yaptıklarının boşa gideceğini söylemektedir.
onların da
“İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini buna iletip yöneltir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmişti.” (6 enam 88)
Allah’ın bir çıkarı mı vardır? Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ki, birinden bir beklentisi olsun da bu sebeple birilerini kayırsın. Allah’ın kınanma korkusu mu vardır? Yani, birilerini kayırmazsa ona hesap soracak birisi mi var? Allah’ı kim kınayabilir? Allah anında istediğini yapabilir ve yaptırabilir. Allah’ın gücü ve merhameti karşısında nankörlerden başka kim aleyhinde bir şey söyleyebilir ki? Bunu yapanların cezası da bellidir. Allah haşa bencil midir? İstediği an istediğini yapabilir. Düşünün ki, yerde birkaç tane karınca var ve aralarında biri diğerine kötülük yapıyor. Bir karınca hep çalışıyor, diğeri hep yatıyor. Sizin karıncalardan herhangi bir çıkarınız var mı? Karıncalar arasında
vereceğiniz herhangi bir hükümde, sizin “beniniz” herhangi bir kara veya zarara uğrayabilir mi? O kadar güçsüzlerdir ki, bir bassanız, ölür giderler. İçlerinde nasıl hüküm verirsiniz? Elbette kibirli olan, tembel olan ve diğerine zarar veren ve “bana hizmet edin, ben diğer karıncalardan üstünüm” diyen birisinin aleyhine ve haklı olanın lehine karar verirsiniz değil mi? Allah’ın da dediği gibi, herkes yalnız kendi yaptığıyla karşılaşacaktır. Aracılık konusundaki haksızlığı anlamak için şu örneğe bakalım: Bir kişi çalışıyor, çabalıyor, iyilik yapıyor. Diğeri ise tembellik ediyor, cimri, bencil. Ama o iyi olan Allah’ın emrine uyarak, Sonsuz kudret sahibi olan yalnız Allah’a dua ediyor. Diğeri ise, Filanca zatları, Peygamberleri, evliyayı katarak, Allah’tan af diliyor. Hem de bunu yaparken bile, Allah’a emirlerine karşı geliyor. Eğer, bu torpil işe yararsa, iyilik edene, bencil olmayan, kibirli olmayan ve çalışkan ve Allah’ın emrini gerçekleştirmeye çalışana haksızlık olmaz mı? İki kişi var, benzer günah ve sevapları işlemişler. Birisi, Allah’ın sonsuz gücüne inanarak yalnız O’na dua etmiş, Ondan yardım dilemiş. Diğeri ise, filanca filancaları da araya katmış ve torpil isteyerek. Aynı kefede olmaları ne kadar adaletlidir? “O gün kimseye, hiç mi hiç zulmedilmez, haksızlık edilmez. Size ancak işlemekte olduğunuz şeylerin karşılığı verilir. “ (36 yasin 54) “Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün asla zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.” (40 mümin 17)
Ya da, insan kuyruk olmasa bile, tanıdık birisinin adıyla gitmenin “işlerini daha iyi götüreceğini düşünür”. Çünkü
O kişi, belki görevini yapmayacak, belki işlerimizi zorlaştıracaktır. Neden işleri zorlaştırabilir yada baştan savabilir: 1- Kendisini yormak istemediği için 2- Egosunu tatmin için 3- Çıkarına uymadığı için Haşa, Allah bizim işimizi zorlaştırır mı? Allah’a yorgunluk çöker mi? Egosu veya herhangi bir çıkarı var mıdır? Allah adaletsiz midir? “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (40 mümin 57) “Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde (altı evrede) yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.” (50 kaf 38)
Görüldüğü üzere, aracılığı kabul etmek, Allah’a bu tür zafiyet ve eksiklikleri vermektir. Oysa Allah mükemmel olandır.
Allah isterse, bu sevdiği kişilere olağanüstü özellikler veremez mi? Dualara onların da karşılık vermesini sağlayıp, bilmedikleri pek çok şeyi ve sahip olmadıkları güçleri o kullara veremez mi? Allah’ın gücü buna yetmez mi?
Elbette Allah’ın gücü her şeye yeter. Mesela, iyi olanı cehenneme, kötü olanları cennete de atabilir. Tutup, dünyayı yerinden oynatıp, içindekileri yok edebilir. İnsanlardan birisini kendisine yardımcı
atayıp, bazı işlerini ona yaptırabilir ve ona yarı ilahlık da verebilir. AMA YAPMAZ. Yapamayacağı için değil, yapmayacağı için. 1- Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için, 2- Adaletli olduğu için, haksızlık yapmadığı için, 3- Merhametli olduğu için, 4- Kendi sözünden ve vadinden caymayacağı içindir. Yani, Allah’ın kurallarını kimse ona dayatmamıştır. O, adaletli olmayı ve merhametli olmayı kendine ilke edinmiştir. Ayrıca, kendi sözlerinde, insanlara yerlerini ve sınırlarını hatırlatmakla, insanlara bu tür olağanüstü güçleri vermeyeceğini açıklamıştır. Bu açıklama ve emirle, din adına kimsenin kandırılmamasını, herkesin yaptığı işlere bakmasını ve kurtuluşu yalnız kendi iyi işlerinde ve duasına yalnız cevap verebilecek olana yalvarmasında aramaları içindir. Eğer Allah Kuran’daki kendi sözlerine uymayacak olsa, insanlar için hiçbir güvence yoktur. Eğer ahlaksız, bir dediği bir dediğini tutmayan, insanlar arasında adaletli değil, keyfi davranan bir Tanrı anlayışında, “Allah filanca kişinin hatırını kabul edecektir” ölçüsü de bir yere dayanmaz. Ne yapacağı belli olmayan bu Tanrı, ister hatır gönül dinler, ister en azılı kötüleri kendi hatırı için cennetine gönderir. Hatırlıları da cennete koyabilir. Kim nereden bilecek? Allah’ın kendi sözünü kıstas almayacaksak, kim Allah’ın iradesini nasıl kullandığını söyleyebilir bize? Haşa, Allah dünyayı ve insanları yaratırken şahitler mi, Allah’ın neyi yapıp yapmayacağını nereden biliyorlar? Eğer Allah, adaletli ve tutarlı olan Kuran’a uymazsa, tutunabileceği herhangi bir dayanağı yoktur. Çünkü Allah hakkında Allah’tan daha doğru bilgiyi kim verebilir? Eğer Kuran’daki Allah’ın hayat-ölüm-ahiret yasaları Kuran’da anlatılan gibi değilse, “neye uyacağımızı bilemeyiz ve ahrette ‘Allah’ım tek bir doğru getirseydin, ona uyardık’” derdik. Bu, adaleti ve merhameti ilke edinmeyen Tanrı da, zulmederek “Ne
yapayım, arayıp bulsaydınız, haydin ateşe” dediğinde ne diyebilir, ne yapabiliriz? Hiç kimsenin ne bir şey yapmaya gücü yeter ne söylemeye... Hatta o kadar belirsizdir ki ölçü, “Tanrı bizi dinler mi?”, “iyi ve kötü arasında hak-adalet sağlanacak mı” gibi pek çok soru olumsuz cevaplandığında, “dünyada kaos ve bencilliğin, güçlü olanın ezmesi”, “yapabilenin zarar vermesi” gibi pek çok soruna yol açacaktır. Nasıl olsa, hayat amacımız belli değildir. Ölümden sonrası da belli değildir. Ne yapsak kardır dersek, bizi engelleyecek şey nedir? Ha, tabi bu durumda, bizden daha güçlü birinin bize keyfi zulümlerine de onay vermiş oluyoruz. Nereden biliyoruz, belki de o güçlü yaratılmış, sen güçsüz. Bunun sebebi de, “senin ona köle olman içindir” belki de, nereden bileceksiniz? Ha, konu eğer ölçüsüzlük değilse, Kuran’ın bir kısmına uyup bir kısmını kabul etmemekse, orada da ciddi bir sorun vardır. Muhammed’e ve Ali’ye uyduğunu iddia eden kişilerin bununla tutarlı davranmaları gerekmektedir. Kuran’da hem hayat amacı, hem ahretteki adalet hem Allah’ın nasıl birisi olduğu ve insanlardan ne istediği açıktır. Eğer Allah’ın kesinlikle reddettiği bir şeyi “din” diye uyguluyorsak, yanlış yapıyoruz. Kuran’daki yasaya göre, Allah kendisiyle birlikte başkasına dua etmeyi yasaklamaktadır ve bu “Allah’a ortak koşmaktır”.
Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Andolsun, sizi kıyamet gününde mutlaka bir araya toplayacaktır. Bunda asla şüphe yoktur. Kimdir sözü Allah’ınkinden daha doğru olan? (4 nisa 87)
C.2.2.c. Mekkelilerin Allah Düşüncesi ve İnancı İnsanlar genellikle, “Allah’a ortak koşmayı” bilmemekte, anlamamaktadır. Bir Alevi türküsünde dediği gibi, “Allah bir, Muhammed Ali diyerek..” denilerek, “Allah bir” deyip Kuran’a uyulmuş oluyor sanki.
Mekke’de Peygambere ve Ali’ye karşı gelenler, “Allah’ın getirdiği kitaba, Peygamber’in getirdiği mesaja uymayan kişiler” gökleri yeri yaratanın, yağmuru yağdıranın “Allah olduğunu” kabul ediyorlardı. Bizzat Kuran bunu söylemektedir, ancak Kuran’ı okumayan halk tarafında, inanmamak demek “Allah yoktur” demek olarak algılanmaktadır. “Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?” (43 zuhruf 87) “Andolsun, eğer onlara, “Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” diye soracak olsan, mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar.” (29 ankebut 63) Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler. (31 lokman 25) De ki: “Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hâkimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?” “Allah” diyecekler. De ki: “O hâlde, Allah’a karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” (10 yunus 31)
“De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi kimdir?” “Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de.” (23 müminun 86-87)
Peki Mekkeliler yaratan Allah diyorlarsa, başka bir yaratan var diye iddia etmiyorlarsa, putlara nasıl tapıyorlar? Heykel yapıp, “Bu beni yarattı” demiyorlardı” elbette. Biz nasıl akıllıysak, onlar da o kadar akıllılardı ve kendi elleriyle yaptıkları heykellerin yaratmayacağını biliyorlardı. İsterseniz, Mekkeli Allah’a ortak koşanlara soralım, “bu putlar nedir?” diye: “Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak, yalnız O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. Allah’ın altısıra, yanı sıra evliya edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (39 zümer 2- 3) Kulluk etmek ne demektir dersek, Kuranda hep kulluk etmek ve dua etmek/çağrıda bulunmak sözlerinin birbirinin açıklaması için kullanıldığını görürüz. Kulluk etmeden en önemli unsur, duayı kime ettiğimizdir. “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (1 fatiha 5) “Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile birlikte başka ilâh mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (27 neml 62)
Allah’a yaklaştırılacağı iddia edilen şeylere çağrıda bulunmak doğru değildir.
Demek ki, Mekkeliler, “putlar bizi yarattı” demiyorlardı. “Bir yaratıcıyı” tanıyorlardı, kabul ediyorlardı. Allah’ın yanı sıra taptıkları için ise, “Allah’a yaklaştıracak” diyorlardı. Allah’a yaklaşmak için onlara çağrıda bulunuyorlardı. Kimin Tanrının bir olmasıyla sorunu vardır ki? Hristiyanlar, Yahudiler, Budistler bile, “Bir Yaratan” olduğunu kabul etmektedirler. Ama Allah’a ortak koşmaktadırlar. Allah’ın özelliklerini eksiltip, başka yarattıklarına vermektedirler. Allah’ın gücü ve mükemmelliğini paylaştırmaktadırlar. Bir şirket dini oluşturmaktadırlar. Görüldüğü üzere, şu anki yanlış inançlar Mekke’de de vardı.
Kuran’da bize örnek gösterilen insanların ve peygamberlerin hiçbirisi, Allah ile birlikte başkasına dua etmemişler, aracı etmemişlerdir. Mesela, İbrahim Peygamber, Adem Peygamberi duasına aracı edebilirdi. Ya da, Yusuf Peygamber, babası Yakup Peygamberi aracı edip dua edebilirdi. Ancak hiçbir şekilde böylesi bir durum olmadığını görüyoruz. Peygamberler dışında dua eden inananlardan hiç kimse de dua ederken, Allah ile birlikte hiçbir kimseye duada bulunmamışlardır. Üstelik de, onlar yapmamış ve serbest bırakılmış bir alan değildir, Kuran’da da yasaklanan ve tüm peygamberlerin söylediği bir ortak söz vardır: “Yalnız Allah’a dua edip, yalnız O’na kulluk edelim” sözüdür. Kuran’da bize örnek gösterilmek için anlatılan dualara bakalım:
“…Süleyman, dedi ki: "Rabbim, bana ve ebeveynime lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın hayırlı ve barışçıl bir iş yapmama imkan ver. Ve rahmetinle beni iyilik ve barışı seven kullarının arasına sok." (27 neml 19) “Orada Zekeriya Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin’ dedi. “ (3 ali İmran 38) "En içten övgüler, kocamış halimle bana İsmail ile İshak'ı armağan eden Allah'a özgüdür! Duaları, yakarışları işiten elbette benim Rabbimdir (14 İbrahim 39) “’Rabbimiz, bize gözler sevinci (gönüller açan) eşler ve çocuklar lütfeyle ve bizi korunanlara önder yap!’derler.” (25 Furkan 74) “Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlama dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır.(Bağışlama dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. Sizi mallarla, oğullarla desteklesin ve sizin için bahçeler var etsin, sizin için ırmaklar var etsin.” (71 nuh 10-12) Zaten Peygamberlerin Allah’a ortak koşacak böyle bir davranışta bulunmaları düşünülemezdi. Hepsinin ortak mesajı, “Gelin, Yalnız Allah’a kulluk edelim, ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım olmuştur. Eğer Peygamberler de ortak koşsalardı, Allah onların da yaptıklarının boşa gideceğini söylemektedir. “İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini buna iletip yöneltir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmişti.” (6 enam 88)
“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararı olur ne de fayda sağlar. “Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir, kurtarıcılarımızdır” derler. De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona bildiriyorsunuz?” Allah, onların koştukları şirkten uzak ve yücedir.” (10 Yunus 18) “(Ya Muhammed) De ki: Ben kendime bile ne fayda ne zarar verebilecek güçte değilim; Allah vermiş başka.” (7 Araf 188) “De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”” (7 araf 188) “Rablerinin huzurunda toplanacakları günden korkanları Kuran ile uyar; onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51) Muhammed Peygamberin kendi akrabalarına şöyle dediği anlatılır: “Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size faydam olmaz. (Amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. (Halam) Safiyye! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. Ey kızım Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana faydam olmaz.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 11)3
Allah, defalarca Allah’ı anmayı tavsiye eder, ancak hiçbir yerde ne Hz. Muhammedi ne Hz. Musa’yı ne Hz. İsa’yı ne de Ali’yi 3
Buhârî, Sahih, vesâyâ, 23; Müslim, Sahih, İman.
övmekten, anmaktan bahsetmez. Sünniler, İslam’ı Muhammed Peygamberi anmak zannederken, Aleviler, Ali’yi anmak zannetmekteler. Eğer bize bir kar sağlayacak ya da duamızı daha çok kabul ettirecek olsaydı, Allah bunu söylerdi. Ancak, Kuran’da ısrarla sadece Allah’a dua etmek, O’nu anmak emredilir.
Allah’tan başkasından istemek deyince, “komşudan bir şey istiyoruz. Bu da mı ayetlere ters diyebilir. Bu yüzden, bu istemeyi doğru anlamak gerekiyor. İnsanlar, olağanüstü şeylerden yardım istedikleri anda dua edilmesi gereken tek varlık “Allah’tır”. Yani, komşudan bir şey istenebilir, patrondan istenebilir. Ne zaman ki, olağanüstü yollardan bir şey isteniyorsa, o zaman sorun vardır. Ben patronuma çağrıda bulunuyorum, onun olmadığı, fiziki şartlarda ulaşamadığım bir yerden ve o olağanüstü güçleriyle benim yardımıma koşuyor demek, işte bu Allah’a ait özellikleri o kişiye vermektir. Herkes diğeri kadar insandır ve kuldur. Olağanüstülükler de Allah’a mahsustur. Peygamberlerin amacı, bu tür olağanüstülük hikayeleri ve uygulamalarıyla insanları sömürü ve korkulardan kurtararak Allah’ın emrini gerçekleştirmektir.
C.2.2.d. Şirk Hakkında İki Rivayet Riya (Gösteriş) en önemli şirktir denir, doğru mu? Gösteriş, Kuran’da kınanan bir durumdur. Ancak, şirk demek için herhangi bir delil yoktur. Kuranda direk bir bağ kurulmamıştır. “İnsanlar için bir şey yapmak, onlar iyi desin diye yapmak” münafıklık (ikiyüzlülük) özelliğidir.
Gösterişi genel bir özellik haline getirmek, bir münafıklık işaretidir. Ancak, şirk çok daha temel bir konudur. Allah’ın affetmeyeceğim dediği bir konudur. Kuranda şirk sadece, Allah’a ait özellikleri başkalarıyla paylaştırma ve Allah’a iftira atmak konusunda olmuştur. Yani, riya bir günahtır ancak şirk değildir.
“Şirk, Kara kayada kara karınca gibi gizlidir” denir, doğru mu? Kara kayada bir karıncayı fark edebilir miyiz? Hayır. Şirk, affedilmeyeceği söylenen tek günah değil midir? Peki böylesi tehlikeli bir durum bizim fark bile edemeyeceğimiz bir şey ise, her birimiz düşebiliriz ve farkında bile olmayız. Allah adaletsiz midir? Hem bizim farkında olmayacağımız bir tehlikeyi en büyük tehlike yapıp sonra da sakınmamızı isterse adaletsizlik olmaz mı? Şirk apaçıktır. Kuranda da defalarca açıklanmıştır. Yukarıda da ayetlerle anlatılmaya da çalışıldı. Sadece Allah’a ait olan özellikleri Onun yarattıklarına vermeye çalışmak ve Allah’ın gücüne ortaklar üretmek ve Allah adına yalan söylemek şirktir. Bu tehlikeden uzak durmalıyız.
C.3. ALEVİLİKTE VAHDET -İ VÜCUT (BEDENLERİN BİRLİĞİ ) DÜŞÜNCESİ
Vahdeti Vücut (bedenlerin birliği) düşüncesinin ortaya çıkışı ve Anadolu’yu etkilemesi konusu ayrı bir konudur. Burada, vahdeti vücut
düşüncesinin Alevi inanç esası görülmesi ve Kuran’la kritiği yapılmaktadır. “Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisinde Tanrı anlayışı, Vahdeti Vücut felsefesine dayanır. Bu bağlamda, insan Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisi olduğundan ilahi/rabbani/tanrısal özelliklere sahiptir. İnsan sevgisi, Tanrı sevgisindendir. İnsan Tanrı’dandır ve İnsan Tanrı’dan tecelli etmektedir. Bu nedenle, insana verilen değer Alevi/ Bektaşi inancında merkezi öneme sahiptir.” * M. Cemil Kılıç, Yükselen Alevilik, s.259] Varlık birliği ya da Vahdet-i Vücut, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür. Yaratılan her şey, yaratanın bir tecellisidir, yani görünümüdür. Tecelli kelimesi için “gölge demek” gibi dolaylı açıklamalar yapılmaya çalışılsa da, ya da Arapça “tecelli” kelimesini söyleyince pek kimse anlamasa da, işin aslı, görünmesi demektir. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde “tecelli” kelimesinin anlamları şunlardır; Belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhur etme, meydana çıkma. Bu anlayışa göre, Allah yarattıklarında görünür. Görülen her şey Allah demektir. “La mevcuda illallah” yani “Allah başka bir varlık yoktur” bu anlayışın ilkesidir. Yani, her şey Allah’tır. Tüm hayvanlar da Allah’ın birer parçasıdır. Bu durumda, şeytan yaratıldığından dolayı o da Allah’ın parçasıdır, şeytan da Allah’tır. Tüm insanlar birer Allah parçasıdır. Bu anlayışa göre, insanlar belli bir seviyeye ulaştıklarında, Allah bütünleşir, Allah olurlar. Her şey Allah’ın parçası olduğuna göre, Allah bir kula yaptığından dolayı azap ettiğinde, aslında kendi parçasına azap etmiş olacaktır. Mesela insan, kendi bacağına acı çektirir mi? Bu anlayışa göre, cennet
ve cehennem de olmayacaktır. Hepimiz Allah’ın bir parçası olduğumuza göre, iyilik yapmak ve kötülük yapmanın manası yoktur. Din ve emirler söz konusu değildir. Asıl olan, bazılarının ortaya attığı bir iddia olan, “Allah’la bütünleşme” amacıdır.
C.3.1.Kuran ve Vahdeti Vücut Düşüncesi Karşılaştırılması Kuran’a bakarsak, bu anlayışın getirdiği deliller çürütülecektir. “La mevcuda illallah” düşüncesine karşın, Kuran “La ilahe illallah” ilkesini sunar. Yani, “Allah dışında hiçbir şey yok” anlayışını değil, “Allahtan başka ilah yok” ilkesini sunar. İkisi arasında ciddi bir fark vardır. “La ilahe illallah” a göre, Allah’ın zatı dışında başka şeyler de var. Ancak var olanlar içerisinde, ilah olan ancak Allah’tır. Vahdeti vücut düşüncesi, “her şey bir bütün olan Allah’ı oluşturur” derken, bunun bir olduğunu söylemektedirler. Oysa Allah bir bütünün bir parçası değil, ya da bütünün kendisi değil, tek başına zat olarak vardır. Bunun aksini iddia edersek, Allah’ın Kuran’da anlattığı sıfatlarla çelişmiş oluruz. Kuran, kendi şahsı olan bir Tanrı anlayışı çizer. Bu Tanrı, kızar, sever, ceza verir, ödül verir, bir şeye ol dediği zaman oldurur, istediği an istediğini yapmaya gücü yeter. Yarattıkları üzerinde sonsuz yetki sahibidir. Kuran’a göre, her şey Allah değil, her şey Allah’ındır. Mesela, “bu kalem benim” dediğimizde, “ben kalemim” demiş mi oluruz? Elbette hayır. İşte, yeryüzü ve içerisindeki her şey Allah’a aittir.
Allah hiçbir insanla veya eşyayla benzer değildir ve her şey ona aittir. Her şey o değildir, her şeyin hâkimiyeti O’nun elindedir. “Allah -O'ndan başka ilah yoktur-; Her zaman diridir, bütün varlıkların kendi kendine yeterli tek kaynağıdır. Ne uyuklama tutar O'nu, ne de uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa o’nundur. O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca o’dur.” (2/255)
Allah’ın en önemli emri, Allah’a şirk koşmayın emridir. Bunu daha iyi anlamak gerekirse, Allah’ın tek sahibi olduğu evrene başka ortaklar katmayın demektir. Eğer Hıristiyanlar gibi, İsa’yı Meryem’i katarsak onlar Allah’ın bir parçası, görünümü dersek, hisselere bölüştürmüş oluruz. Allah’ın mükemmelliğinin %50si Allah’ın, %30 İsa’nın vs gibi. Vahdeti vücut düşüncesine göre ise, bu paylar daha da düşmektedir. 6 milyar insana yüzde dağıtınca, haşa Allah’a nasıl bir ortaklık yakıştırdığımızı siz düşünün. Oysa, tek sahip olan Allah’tır. Gücünde hiçbir ortağı yoktur. Geri kalanlar kuldur, yaratılmışlardır. Daha iyi anlamak için şu örneği vereyim; Bir şirkette bir sahip bir de çalışanlar var. Bu şirketin sahibi bir kişi dediğimde, sahibin çalışanlardan ayrı ve bir tane olduğunu anlarız. Ama, “burada çalışanların hepsi, patron gibidir” dediğimizde patron ve işçiler gibi bir ayrım olmadığını ya da çalışanların da bir şekilde orada işçi olmanın dışında ayrıcalıkları olduğunu, hatta işçi olmadığını anlatmış oluruz. Ya da, bunu derken bir amacımız olması gerekir. Eğer patron ve işçi
aynı değilse, ya da birileri tamamen işçi, birileri tamamen patronsa, neden böyle bir cümle kurmaya ihtiyaç duyulsun? Yaratılanların hepsi kuldur ve acizdirler. Her istediklerini yapamaz, insanüstü özellik gösteremezler. Yemek yemezlerse, su içmezlerse yaşayamazlar. İyilik ve kötülük yaptıklarında bunların karşılıklarını göreceklerdir. Dünyayı yaratmada herhangi bir payları olmadığı gibi, tüm dünya bir araya gelse bir sivrisinek yaratamazlar. Ölümlerine engel olamazlar, başlarına gelecek felaket veya olumsuzlukları engelleme güne sahip değillerdir. Yani, insanın haddini bilmesi, bunları bilmesidir. “İnsan Allah’ın parçasıdır çünkü Allah ruhundan üflemiştir” iddiası: “Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti.” (15 hicr 29) “Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.” (38 sad 72) Bu ayetlerden, Allah’ın insanı yaratışı ve ruh-can vermesi anlatılmaktadır. Bundan ötesi yorumdur. Buradan, “Allah’ın bir parçasıyız” iddiasını çıkarmak, diğer ayetleri reddetmek olur. Ruhtan üfleme anlamı bir mecazdır. Bu mecazdan çıkarılacak anlamlar, insanın kul olmasını ve amacının Kuran’da anlatılanları yaşamak zorunda olduğunu değiştirmez. İnsanın günah işleyince karşılığını görecek olması ya da iyiliğinin karşılığını görecek olmasını değiştirmez. Ne hesabın görüleceğini, ne de insanın hayat amacının “Allah’ın bildirdiği şekilde dürüst ve ahlaklı bir yaşam sürmesi”
dışında başka bir hayat amacı olacağını değiştirmez. Allah’la birleşme gibi düşünceler bunlarla çelişen sonuçlar üretmektedir.
“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (2 bakara 115) ayetine göre, çevremizde gördüğümüz şeyler Allah’ın yüzüdür iddiası:
Burada, Allah’ın yönlerle sınırlandırılmayacağını, her an her yeri gördüğünü anlatmaktadır. Allah’ın yüzü ifadesi, Allah’ın hoşnutluğu gibi anlamlar içermektedir. Örneğin şu ayete bakalım:
“Öyle ise akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Bu, Allah’ın yüzünü (hoşnutluğunu) kazanmak isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (2/272)
Allah’a şekil yakıştırmasında bulunan ve Allah’ın görülebileceği iddiaları ise, açık Kuran ayetleriyle çelişir. Çünkü Allah’ın görülmesi söz konusu değildir.
“Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (6 enam 103) Musa, belirlediğimiz yere (Tur’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Musa da baygın düştü. Ayılınca, “Seni
eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların öncüsüyüm” dedi. (7 araf 143)
Kuran’a göre insanın ulaşacağı en üst mertebe, dürüstçe yaşanan ve doğru için çalışan, iyilik üreten istikrarlı bir hayattır. Asıl takva da budur. Bunu yaparken, bazılar daha çok iyilik yaparken, bazıları daha az yapmaktadır. İnsanlar arasındaki dereceler, sırlı şeylerden değil, iyilik ve sorumlu davranmakla olmaktadır. “Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, dürüst erkeklerle dürüst kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (33 ahzab 35) “Gerçekte erdemlilik, yüzünü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah'a, Ahiret Günü'ne, melekler, vahye ve Peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve arındırıcı (mali) yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve (gerçek erdem sahipleri) söz verdiklerinde sözünü tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah'a takvaya erenler (Allah’tan gerçekten sakınanlar). “(2/177)
“Gerçekten iman edip güzel işler yapanlara gelince: Şüphe yok ki, biz, öyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. İşte onlar için içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada tahtlar üzerine kurularak altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekten yeşil giysiler giyeceklerdir. O ne güzel karşılıktır! Cennet de ne güzel bir yaslanacak yerdir!”(18 kehf 30-31) “Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur. Onlar, Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir.”(35 fatır 32-33) “Rahman’ın kulları… Allah ile beraber (meallah) başka bir ilahıvarlığı yardıma çağırmazlar. Haklı bir sebep yoksa Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim bunları yaparsa günaha girer. Kıyamet günü onun azabı katlanır ve orada alçaltılmış olarak ölümsüzleşeceklerdir. Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.”” (25 Furkan68-70)
Peygamberin “Allah’a ulaşmasından” hiç bahsedilmediği gibi, Peygamberin övülme sebebi O’nun Allah’a ulaşması ya da belirli sırlı mertebelere ermesi değil, güzel bir ahlaka sahip olması ve bunun için çalışmasıdır. “Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfat vardır. (Çünkü) Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (68 kalem 3-4)
Vahdet-i Vücut felsefi düşüncesi, 12.yy da Muhyiddin İbn Arabi ile başlamıştır. Yani Hz. Muhammed ve Halife Ali’den yüzyıllar
sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla eğer İslam’la bir ilgisi olsa, en azından tarihsel olarak da paralel olması gerekir veya Allah’ın mesajı olan Kuranda da geçerdi. Bu inanış insanların hayat amacıysa ve doğruysa, buna en başta Peygamber ve çevresinin uyması gerekirdi. Ancak, böyle bir düşünceden onların haberleri yoktur. Ali zamanında bile, vahdeti vücut düşüncesi ortada değildir. Ayrıca Allah’ın indirdiği kitap olan Kuran’da bu tür bir amaçtan söz edilmez. Doğru buysa, onların da buna inanması gerekirdi ve Kuran’da da bu inanışın yazması gerekirdi.
Vahdeti vücut fikri Kuran’la çelişen bir konudur. Bu fikir, Aleviliğin inanç esası olarak gösterilse de, aslında bir Sünni tarafından (Muhyiddin İbn Arabi- 1165- 1239) ortaya çıkarılmış ve daha sonra Hacı Bektaş-ı Veli tarafından da dillendirilmiştir. İslam’ın esası olan Kuran’da anlatılan Allah/Tanrı düşüncesiyle zıt olan bu düşünce ister Alevilik ister Sünnilik adı altında Allah’ın asıl dini olan İslam’a isnat edilemez.
Bu düşüncenin sistemleştiricisi İbn Arabi’nin düşünce temelini anlamak açısından onun kitabı Fususi'l-Hikem’de geçen, onun Allah hakkında söylediği şu sözlerini okuyalım: “Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır... Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki sen
mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona 'Beni mükellef kıl' dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamdeder (şükreder), ben ona hamdederim (şükrederim), o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim." Görüldüğü üzere, Allah hakkında ağzımıza alamayacağımız sözleri, din adına söyleyenler olmuştur. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. (112 ihlas 2) “Allah -O'ndan başka ilah yoktur-; Her zaman diridir, bütün varlıkların kendi kendine yeterli tek kaynağıdır. Ne uyuklama tutar O'nu, ne de uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa o’nundur. O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca o’dur.” (2/255) “Senin özelliğin ne ise onun (Allah’ın) özelliği odur” denmiş; oysa Allah’ın özellikleri yukarıda sıralanmıştır. Bunlardan hangisi insanlarda bulunmaktadır? “Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun.” Denmiş; hangimiz hâşâ Allah’a emir verme gücüne yetkisine sahibiz? Biz Allah’a dua eder, kulluk eder ve şükrederiz. Hâşâ, Allah bize neden ibadet etsin, bize neden şükretsin? Bu Allah’ın getirdiği İslam dininde kesinlikle kabul edilemez bir anlayıştır. Hıristiyanlıkta bile, insanlar acizliklerinin farkındalar. “Tanrı bize ibadet eder” gibi bir anlayışa girmiyorlar. Bu anlayış, Hıristiyanlıktan beterdir.
“Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.” (27/40) İnsanın kendini yeterli görmesi ve kibirlenilmesi Kuran’da ciddi eleştirilerle kınanmıştır. “Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder. Kuşkusuz dönüş rabbinedir.” (96 alak 7-8) “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.” (17 isra 37) “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez”. (4 nisa 36) “Göklerdeki, yerdeki bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki her şey, yalnızca O’nundur.” (20 taha 6) “Allah, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.” (37 saffat 159) “Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. On’unla birlikte (meahü) başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.” (23 müminun 91-92) “O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.”(2/117)
Kuran’da Allah’a iyi kul olan ve bize örnek olan Peygamberlerin Allah hakkındaki düşüncelerine ve dualarına bakarsak, acizliklerinin ne kadar farkında olduklarını görürüz: İbrahim Peygamber: “Rabbimiz, şüphesiz Sen, bizim saklı tuttuklarımızı da, açığa vurduklarımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Şükür, Allah'a aittir ki, O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail'i ve İshak'ı armağan etti. Şüphesiz Rabbim, gerçekten duayı işitendir. Rabbim, beni namazda sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve müminleri bağışla.” (14 İbrahim 38-41) Eyüp Peygamber: Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın." (21 Enbiya 83) Yusuf Peygamber: “Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin Yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat.” (12 Yusuf 101) İsa Peygamber: “Meryem oğlu İsa: ‘Allah'ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir bayram ve Sen'den de bir belge olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık vericilerin en hayırlısısın’ demişti.”(5 Maide 114) Musa Peygamber: “Dedi ki: ‘Rabbim, benim göğsümü aç. Bana işimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz; ki söyleyeceklerimi kavrasınlar. Ailemden bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u. Onunla arkamı
kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl, Böylece Seni çok tesbih edelim. Ve Seni çok zikredelim. Şüphesiz Sen bizi görüyorsun.’” (20 Taha 25-35) Muhammed Peygamber: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin.’" (3 Ali İmran 26) Hz. Ali hakkında da şu tür rivayetler söz konusudur: “Hz. peygamber (s.a.a) şu duayı bana öğretti. Bana bir keder ve şiddetli bir sıkıntı geldiği zaman okumamı emretti: “Lâ ilâhe illellâh’ulkerim’ul-azim. Subhanehu tebarekellâhu rabb’ul-arş’ul-azîm. Elhamdulillâhi rabb’il-âlemîn.” Türkçe anlamı: “Kerem sahibi ve büyük Allah’tan başka ibadet edilecek hiçbir ilâh yoktur. Yüce Allah’ı eksikliklerden tenzih ederim. Gökyüzünün ve yeryüzünün rabbi olan Allah yüce ve çok bereket sahibidir. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd- şükürler olsun.”
İbn Arabinin Allah hakkındaki bu düşünceleri ve bu tür anlayışları temize çıkarmak için, “yüce bir hale girildiğinde bu tür sözler söylenebilir” demişlerdir. Ya da, “Allah’ın çok sevdiği kulu olunca, bu tür sözler uydurulabilir” gibi bir anlayışa girilmiştir.
Ancak, Muhammed Peygamber bile, eğer Kuran hakkında, Allah hakkında bir uydurma söyleseydi, Allah onu cezalandırırdı ve şah damarından koparırdı demektedir. “O (Kuran), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu
kudretimizle yakalardık. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik. Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı.” (69 hakka 43-47)
Sarhoşluk hali ve kendinden geçme hali, tasavvufta ve vahdeti vücut düşüncesinde övülen bir durumdur. Bu manevi sarhoşluk durumuna geçmek için onların belirlediği manevi seviyeye ulaşmak gerekir.
Oysa Kuranda, hiçbir peygamberin manevi de olsa bir sarhoşlukserkeşlik ve ne dediğinden çok haberdar olmadığı bir durumda olmadıklarını görürüz. Ayrıca, sarhoşluk Kuran’da kınanan bir durumdur. Sarhoşken, ne dediğini bilinceye kadar (bilinç yerine gelene kadar), namaz kılmak yasaklanmıştır (4 nisa 43). Allah huzuruna kabul etmiyor yani. Çünkü ibadet yaparken, anlamı ve amacının olması için, bilincin yerinde olmak ön şarttır. Lut kavmi helak edilmeden önceki durumlarını tarif için, sarhoş ifadesi kullanılır: “(Melekler, Lût’a:) “Ömrüne andolsun ki onlar gözleri dönmüş hâlde, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar (Bu durumda asla seni dinlemezler)” dediler. Derken güneşin doğuşu sırasında, o korkunç uğultulu ses onları yakalayıverdi.” (15 hicr 72-73) Kıyamet gününün dehşetini anlatmak için sarhoş- kendinden geçme tabiri kullanılır: “Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden geçer. Ve her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları hep sarhoş görürsün, halbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir.” (22 hac 2)
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde, ‘Ey insan! İşte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir.’ denir.” (50 kaf 19) Görüldüğü üzere, kendinden geçme hali kınanmış ve bunun hiçbir türlüsüne din adına açık bir kapı bırakılmamıştır.
Cennet ve cehennem küçümsenmiş, aslında var olmadığına dair iddialar ortaya atılmıştır. Oysa onlarca ayette, inanan ve iyi olanların cennete, kötü olan ve inanmayanların cehenneme gideceği açıkça belirtilmiştir. Cennet-cehennemle ilgili bazı ayetler. “İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele…” (2 bakara 25) “Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış olan cennete koşun. Onlar (o takva sahipleri) bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar, insanlar (ın kusurlarından) af ile geçenlerdir. Allah iyilik edenleri sever. Ve çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri vakit hemen istiğfarda bulunurlar. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir ki? Bir de onlar işledikleri günah üzerinde bile bile ısrar etmezler. Onların mükafatı Rablerinden bir mağfiret ve altından ırmaklar akan cennetlerdir ki, orada ebedi kalıcıdırlar. Böyle yapanların ödülü ne güzeldir.” (3 ali İmran 133-136) “Şüphesiz, iyiler Naim cennetindedirler.” (82 infitar 13) “Şüphesiz, günahkârlar da cehennemdedirler.” (82 infitar 14)
“Onlar için cehennem ateşinden döşek, üstlerinde de cehennem ateşinden örtüler var. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.” (7 araf 41)
C.3.2. Dinlerde Vahdeti Vücut Düşüncesi Vahdeti vücut düşüncesi, ortaya çıktığı dönem de düşünülürse, diğer dinlerin ve felsefelerin tanındığı ve etkilenildiği bir dönemdir. Panteizmde, her şey Tanrı'nın bir parçası olarak kabul edilir, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Hristiyanlar, İsa Peygamber için Allah’ın yeryüzündeki yansımasıdır dediler. Yani, İsa aslında Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur dediler ve şirke düştüler. Budizm, nirvanaya ulaşmak tabiri ve inancı vardır. Bu, tasavvufta Allah’la bütünleşme olan “fenafillah” kavramına denk gelmektedir. Ayrıca, eski Türk inancı olan Şamanizm etkileri de söz konusudur. “Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri, gaybdan haber vermesi(!), insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebildiği inancı, uçabilmesi, suda yürümesi, ateşte yanmaması vs. şeyhle ilgili inançlardan olan şamanist unsurlardır.”4 Vahdeti vücut ve beraberinde getirdiği inançlar hakkında daha pek çok şey söylenebilir. Burada, temel bazı sorunlar ele alındı.
4
Şamanizm, 79,83,84 [Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK yy. Ank. 1986
Çünkü asıl konumuz bu düşüncenin Alevilerce genel bir şekilde tanınmasıdır. Aleviler üzerine istatistiki bir inceleme yapılmış olmamasına rağmen, Alevi halkın büyük kısmı, bu düşüncenin felsefi boyutlarından ve hangi inançları beraberinde getirdiklerinden habersizdirler. Vahdeti vücut deyince, büyük bir kısmı için bir şey ifade etmeyecektir. Varlık birliği ya da, Allah’la bütünleşme gibi kavramlar da Alevilerin çoğunluğu için bir şey ifade etmeyecektir. Ancak, vahdeti vücut inancının Alevilikle özdeşleşmesi ya da Aleviliğin inanç esası olarak kabul edilmesinin sebebi, Hacı Bektaş gibi kişilere iddia edilen rivayetler ve Alevilerin önder kesimi ve cem dernekleri başkanları ileri gelenlerin bu düşünceyi devam ettirmeleri gelmektedir. Ancak, alevi halkın da, kendi inanç esası diye ortaya atılan iddiaların doğrusunu yanlışını bilmeleri gerekmektedir.
C.4. ALEVİLİKTE KURAN’A BAKIŞ AÇISI VE DİNİ KAYNAKLAR
C.4.1
Anadolu Aleviliği İçinde Kuran’a Bakış Açıları
Alevilikte de Sünnilikte olduğu gibi tek bir anlayış yoktur. Farklı anlayışlar Sünnilerde gruplaşarak farklılaşması söz konusuyken, Alevilikte bu farklı anlayış ve Kuran’a yaklaşım meselesi bireysel ayrılıklarda kalmaktadır.
Alevilerde Kuran’a bakış açısını temel üç anlayışta toplamak mümkündür. Bir kısım Alevilerde Sünniliğin etkileri, bir kısmında ateizmin etkileri bir kısmında da kendi geleneğini savunmanın izleri görülür. Sünni kesimin baskın olduğu bir toplumda olunduğundan, pek çok Sünniliğe özgü anlayışlar önceden Alevileri çok etkilemezken, televizyon ve şehirleşmeyle bu etkileşim de artmıştır. Okullarda din öğretmenlerinin ilahiyat mezunu olması ve ilahiyatlarda da çoğunlukla Sünni merkezli bir anlayışın hakim olması ve öğretilmesinden dolayı da, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersleri bu eksende işlenmektedir. Bu duruma, Kuran’ın insanlar tarafından anlaşılamayacağı inancı, ölülere Kuran okuma uygulaması, Arapça dua ezberlemek ve bunları belli sayılarda tekrar etmek gibi örnekler verebiliriz. Ayrıca, televizyonlardaki çeşitli Sünni din adamlarını ve fetvalarını dinlemeleri de bunun diğer bir örneğidir. Bu kısım Aleviler, “Kuran eksiksizdir, ona uyarım” demektedirler ancak uygulamada Kuran’ı anlayıp uygulama söz konusu değil, çoğunlukla sadece sözlü bir kabul olmaktadır yada Sünni geleneğin getirdiği bazı uygulamaları Kuran’a uymak olarak düşünmektedirler. Bazı Alevilerde ateizm (yok-tanrıcılık) ve deizm ( hiçbir dine bağlı olmamak) ve agnostizim (hayat ve din hakkında doğrunun bilinemeyeceği) gibi inanışlar etkili olabilmektedir. Bu anlayışların ortaya çıkmasındaki temel neden, bir boşluğa düşmek veya mevcut anlayışlardaki çelişkilerdir. Akla-bilime aykırı anlamsız uygulamalar, bir yere dayanmayan hurafe ve sağlam yerlere dayanmayan yanlış inançlar, Alevilikte ve Sünnilikteki bu yanlış uygulamaların yanlış sonuçlarını görmek gibi pek çok neden etkili olabilmektedir. Sünnilikteki uygulama ve anlatıları da, doğru din olarak düşününce, “ben hiçbir dinden değilim” gibi anlayışlara düşülebilmektedir. Bu sebeple, İslam’ın Kuran’dan doğru öğrenilmesi ve inkar edilecekse ondan sonra inkar edilmesi gerekir.
Bu ikinci gruba, bir diğer kesimi de katabiliriz. Materyalist ve Pir Sultancı bu kesime göre, Kuran bir tarih kitabıdır. Şu andaki dünyaya söyleyeceği çok bir şey yoktur: ““Özgürlük teolojisi”ne (liberation teology) de atıfta bulunan bir grup -ki bu grup Pir Sultan Abdal dernekleri, Pir Sultan Abdal dergisi, Kürdistan Aleviler Birliği ve onun yanın organı olan Zülfikar dergisi etrafında öbeklenen Materyalist-Marksist Alevilerden oluşmaktadırAlevi’ye göre Kur’an’a sahici bir değer ve önem atfetmek anlamsızdır; çünkü Kur’an her şeyden önce on beş asır öncesine ait olup modası geçmiş bir metindir ve bu metindeki muhtevanın çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına cevap vermesi söz konusu değildir.”5 Bu elbette eski kavimlerin Peygamberlere cevabına benzemektedir. Muhammed Peygamber de, kendi zamanında Musa’dan ve İbrahim’den bahsederek, aslındaki “geçmişi” anlatıyordu yorumunda bulunursak yanlış yaparız. Çünkü, Kuran’da Mekkelilerin eleştirildiği konu, Kuran için “eskilerin masalları” muamelesi yapmaktır. Her anlatılan öğütün bu çağa da anlatacağı öğütler vardır. Ahlaki öğütlerin zaman ve yer değişmeden insanlara fayda sağlayacağı gerçeği üzerine bine edilir Kutsal kitaplar. Alevilerin kendi içlerindeki birliklerini devam ettirmesini sağlayan çeşitli köyler ve dernekler aracılığıyla, Alevi kültür ve geleneğini mümkün olduğu kadar şimdiki hayata uyarlayarak devamını sağlamışlardır. Bu, şehirleşmeyle doğan yalnızlığa ve şehrin büyüklüğüne karşı bir çeşit “hemşehrilik” gibi işlerken, diğer yandan, azınlık psikolojisiyle “bizden olmak” gibi deyimler ortaya çıkarmış ve Alevi geleneklerin devamı “Alevilerin varoluşlarının işareti” olarak algılanmıştır. Genç nesillerin cem törenlerine ilgileri azalmakla 5
Mustafa Öztürk, Aleviliğin Kuran Tasavvuru, Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’ndan, Dem Dergi, Yıl 2, sayı 6
birlikte, cem törenleri hala devam etmektedir. Aleviliğin gençlerde ortaya çıkışı farklı ideoloji ve inançlarla birlikte de olmuştur (Solculuk, Kemalizm, Kürtçülük, Emperyalizm karşıtı olma vs). Bunun yanında, Alevi topluluğundan uzak kalmış veya bireysel yaşamayı tercih etmiş kişilerde bu Alevi geleneğinin izlerinin silindiği gözlenir. Alevi geleneğinde, Kuran metni kutsal kabul edilse de, değiştiği, eksik ayetler olduğu gibi iddialar yer alır. Sünnilerin Tevrat ve Zebur’a yaptığı muamele bir kısım Alevilerce ve pek çok dede tarafından Kuran’a yapılmaktadır. Ayrıca, içerisindeki ahlakla birlikte sunulan ibadet ve ritüellerin aşağı seviyede insanlar için olduğu, yüksek seviyede olmak için “ahlaka” ulaşmak gerektiği gibi bir inanış vardır. 6 Bununla birlikte, Alevi yazılı kaynaklarında, Kuran’daki ibadetlerin de gerekli olduğuna dair yazılı kaynaklar da mevcuttur. Bireysel ve kopuk yaşayanlarda genellikle ikinci gruptaki anlayışlara (ateizm, deizm) kapılırken, ister bireysel yaşasın, ister Alevi topluluğuyla birlikte yaşasın birinci etki olan Sünnilik hepsinde farklı oranlarda görülebilmektedir. C.4.2
Kuran’ın Korunmuşluğu ve Dinde Kaynak Oluşu
“Kuşkusuz Aleviliğin en temel kaynağı elbette ki İslam dininin birincil kaynağı olan Kuran’dır. Alevi /Bektaşiler, Kuran’ın Tanrı tarafından korunduğu belirtilen ayetini temel alarak onun değiştirilmediğine ve değiştirilemeyeceğine inanmaktadırlar.” “Kuran’ın değiştirildiği yönündeki iddiaların hiçbir ciddi ve bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki Kuran değiştirilmek istenseydi bile İmam 6
Mustafa Öztürk, Aleviliğin Kuran Tasavvuru, Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’ndan, Dem Dergi, Yıl 2, sayı 6
Ali’nin buna karşı çıkması ve bu karşı çıkışın tarihten işaretlerinin bulunması gerekirdi. Kuran’a Hazreti Ali’nin bir itirazının vaki olmadığı bilinmektedir.” 7 Sözleriyle Fuat Bozkurt, dinin kaynağının Kuran olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte, böyle düşünmeyen Aleviler de vardır: “Ayrıca hemen bütün Alevi çevrelerde Kur’an metninin mevsukiyetine kuşkuyla bakılır. Kimi zaman “Kur’an’a kalem karışmıştır.” gibi sözlerle dile getirilen bu kuşku kimi zaman da “Kur’an muharreftir.” Tarzındaki sarih iddiada ifadesini bulur. Bu iddiaya göre standart Kur’an metninde 400 küsur ayet eksiktir; çünkü Kur’an orijinal ve otantik hâliyle 6666 ayet -ki Sünni halk arasında da yaygın olan bu bilgi aslında kulaktan dolmadır- içermektedir; ancak Osman, Muaviye ve yandaşları Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’le ilgili 400 küsur ayeti Kur’an metninden çıkartmışlardır. İslam tarihinde ilk defa Gulât-ı Şia tarafından ortaya atılan ve maalesef erken dönem Şii-İmami ahbar (hadis) ve tefsir edebiyatında da kendisine yer bulan bu iddia, daha önce de belirttiğimiz gibi hemen bütün Alevi gruplar nezdinde yaygın kabul görmüştür. Nitekim Alevilikte dedeler ve ocaklar üzerine yapılan bir araştırmada, günümüzdeki Alevi dedelerinin kahir ekseriyetinin Kur’an’da bazı ayetlerin eksik olduğu kanaatini taşıdıkları tespit edilmiştir.”8
Kuran’ı Allah, insanlar arasında ihtilaf- tartışmaları dindirmek için indirmiştir ve korumaktadır.
7 8
Fuat Bozkurt, Alevilik ve Türk Kültürü Mustafa Öztürk, Aleviliğin Kuran Tasavvuru, Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’ndan, Dem Dergi, Yıl 2, sayı 6
“Şüphesiz o Zikr’i (Kuran’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (15 hicr 9) “Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.” (16 nahl 64) “Hâlâ Kuran’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.” (4 nisa 82)
Kuran, anlaşılması, üzerine düşünülmesi için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir dilde yazılmıştır. Ölülere okunmaya değil, diri olanları uyarmak için inmiştir. “Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kuran yaptık. (43 zuhruf 2-3) Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Şüphesiz düşünüp öğüt alacak bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.” (6 enam 126) “(Ey Muhammed!) Biz Onu (Kuran’ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.” (44 duhan 58) (Kuran,) Diri olanları uyarıp korkutmak ve kâfirlerin üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir). (36 yasin 70) “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.”(2 bakara 2) “Gerçekten bu Kuran en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan müminler için büyük bir mükâfat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.” (17 isra 9) “Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kuran’ın ayetleridir.” (15 hicr 1)
Kuran, eksik değildir ve değiştirilemez. Bizim sorumlu tutulacağımız tek kitap Kuran’dır. Peygamberin tek şikayeti, Kuran’ın terk edilmiş bırakılmasıdır. Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır. (29 ankebut 51) Rabbinin kelimesi (Kuran) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (6 enam 115)
“Şüphesiz bu Kuran, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.” (43 zuhruf 44) “Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kuran’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi.” (25 furkan 30)
C.4.3
Kuran’ın Batıni (Gizli Anlamlardan) Oluştuğu İddiası
“Alevi / Bektaşiler, Kuran’ın yüzeysel anlamından ziyade içsel anlamının önemli olduğunu savunurlar. Kuran’ın pek çok ayetinin Sünni ve Şiilerce yanlış anlaşılmakta olduğuna inanırlar. Onların, sadece yüzeysel / zahiri / dışsal anlamlarla yetindiklerini, içsel / batıni anlamlara ulaşamadıklarını ileri sürerler. Nitekim Kur’ an’ın yüzeysel / zahiri anlamlarının yanında içsel / batıni anlamlarının da olduğunu bizzat Kuran’ın kendisi söylemektedir.”
Dini sadece şekil olarak gören Sünni gelenek ile, sadece öz olarak gören Alevi geleneği arasında dini anlamada iki uç nokta olduğu bir gerçektir. Kuran ise, ne sadece “şunu yap, bunu yapma” emirlerinin arka arkaya sıralandığı bir kitap, ne de “ibadetlerin ve şekillerin olmadığı” ve sadece duygularla yaşanabilecek bir kitaptır. İkisinin bir araya girdiği ve öz ile şeklin, duygu ile ibadetin bir arada olduğu bir din algısı sunar. Diğer konu ise, her ne kadar “öze vurgu” yapıldığı iddia edilse de, Alevi uygulamalarında pek çok anlamı bile bilinmeyen veya çeşitli anlamlar yüklenen ama Allah’ın söylemediği “ritüelin” var olduğunu da görürüz. Ayrıntılı bilgi için, İbadetler bölümüne bakılabilir. Kuran hakkındaki Batıni/ içsel anlamları olduğu iddiasında, bu düşüncenin getirdikleri önemlidir. İnsanların söylediklerini Allah’ın sözü gibi kabul etmeye, onlar ne derse doğrudur anlayışına götürmediği sürece sorun içermemektedir. Ayrıca, Kuran’ın anlaşılmaz olduğu gibi bir anlayışa çıkarırsa bu düşünce yanlıştır. Batıni, görünmeyen anlamlar olması demek, kitapta çok gizli bir din var ve bu inanç keşfedilmeyi bekliyor değildir. Öyle olsa, apaçık bir kitap olmaktan çıkardı Kuran. Ya da, o gizli anlamlara erişemeyen dini anlamamış olurdu. Kuran’ı anlayacağı dilde eline alan ortalama bir insan çoğunu anlayabilir. Ancak, daha çok okuyanlar, az okuyanlara göre, Arapça bilenler Arapça bilmeyenlere göre daha çok şey anlayabilirler. Kuran, görünen ve görünmeyen anlamlarıyla bir bütündür. Müteşabih (tek bir anlamı olmayabilen) ayetlerden çıkarılacak yorumların, Kuran’daki muhkem/açık, herkesin anladığı, başka yerlere çekilemeyecek ayetlerle çelişmemesi gerekmektedir. Muhkem ayetlere örnek; “Öldürmeyin, zinaya yaklaşmayın, namaz kılın” gibi.
Batıni anlamlara çok önem verdiğini iddia eden tasavvuf inanışının Kuran’da açıkça anlatılan ibadetler ve inançlarla ilgili yorumlarla çelişir nitelikte olabilmektedir. İçerisinde doğru ve yanlışların olduğu tasavvuf inancının Kuran’da anlatılan ahlaki kısmını alıp (zarar verme, israf etme, iyilik et), bir “insana kayıtsız şartsız bağlan, ancak onun sözlerine uyarsan doğru yola gidersin” gibi inanışları ve Kuranla çelişen çeşitli uygulamaları da kabul etmemeliyiz.
C.4.4
Kuranla ilgili Amacından Uzaklaştıran Uygulamalar
Kuran, ülkemizde çoğunluk tarafından kutsal sayılan bir kitaptır. Hatta Araplarda görülmeyen bazı davranışlar saygı adına ülkemizde görülmektedir. Örneğin, Kuran, bel üstünde tutulur ve bel altı hizasında durması bir saygısızlık olarak genel kabul görür. Evlerde Kuran özel bir kabın içinde, duvara asılır. Kuran okunacağı zaman, abdest almak zorunludur gibi saygı sayılan davranışlar söz konusudur. Kuran’ın anlaşılmaz olduğu ve sadece belli kişilerin anlayabileceği düşüncesi pek çok kişinin okuma yazma bildiği ve Kuran’ın Türkçe çevirisi olduğu halde devam etmektedir. Kuran’ın Arapçası, biri öldüğünde arkasından bir hoca tarafından hecelerin uzatılarak (tecvid ile) seslendirilmesiyle cenazelerde ve kişinin ölümünün arkasından 7.gününde, 40. Gününde ve 1 sene geçtiğinde mevlit adı altında insanlar toplanması ve yemek verilmesiyle bir tören halindedir. Bu okunan Kuran’ın ölünün ruhuna gönderilerek onun rahat ettirilmesi, günahlarının affolması gibi şeyler umulur. Bu mevlit inanışı, Osmanlı zamanında Sünniler arasında yaygın olan bir inanış olsa da, Alevi-Sünni karışan şehir merkezlerinde Alevilerde
de bu gelenek önemli bir adet haline gelmiştir. Önceki zamanlarda Alevi - Sünni arasındaki bu farkın, birbirinden uzak köylerde oturmaları ve Alevi köylerinin Kuran metniyle çok da ilgili olmaması gibi sebepler sıralanabilir. Günümüzde ise, Kuran ölülerin arkasından çoğu Alevilerde de Sünnilerde de ortak bir gelenektir. Bu gerçekliklerle beraber, Aleviler ve Sünnilerde ortaklaşan bu düşüncenin Kuran’dan ne kadar onay aldığı ölçülmelidir. “Alevilerin Sünnileşmesi mi söz konusu yoksa doğru olana doğru bir eğilim mi var?” soruları da tartışmaya açıktır. Kuran hakkındaki yukarıdaki uygulamaların Peygamber zamanında olmadığını görürüz. Yani, Kuran metinleri, hasırlar üzerinde yatan ve yer kültürü olan bir Arap toplumunda, yastıkların altına, bazen de namaz kılarken okunduğu için secde edileceği sırada, secde edilen yere koyulabilmektedir. Yani, bir art niyet ve aşağılama söz konusu değilse, insanın kolayına geliyorsa Kuran’ın illa bel üstünde olacak diye bir şartı yoktur. Bazen Kuran’ı koyduğumuz masanın seviyesi biraz alçak bile olabilir. Kuranı alçak görmediğimiz sürece bu tür davranışlarda bir mahzur yoktur. Kuran’a saygı adına, onu kaplar içinde duvarlara asmak, aslında çok nadir okunduğunun da bir göstergesidir. Oysa okunan kitap, duvarda değil, elimizin her an ulaşabileceği bir yerde olmalıdır. Ayrıca, pek çok insanın Arapça bilmediği düşünülürse, Arapça bilene kadar (ya da bilmiyorsa ve öğrenme imkanı yoksa hep) anladığı bir dilde çevirisini okuması insanlara bilmediği bir dilde okunmasından daha çok yarar sağlayacaktır.
Hiç kimse kitabını anlaşılmasın diye yazmaz. Aynı şekilde, Allah’ın uygulamamız için indirdiği Kuran’ı da, ne insanlar okusun da duygusal moda girsinler ya da arada sırada okuyarak cennet için bir joker kazansınlar diye indirmemiştir. Düşünün ki, bir İngiliz kitap yazıyor. İngilizce bilmeyenler de, onun kitabını okuyor ama sade harflerini okuyorlar. Ancak hiçbir şey anlamıyorlar. Ya da bu Kuran’a yapılan muamele şu örneğe benziyor: Hasta doktor gidiyor ve doktor bir reçete yazıyor. Reçetede diyor ki “Her gün şu kadar egzersiz yapacaksın. Şu ilacı şu kadar miktarda içeceksin. Şunları yapmamaya dikkat edeceksin, yoksa daha kötü olursun”. Sonra hasta bu reçeteyi alıyor ve odasının başköşesine asıyor. Onu, çok süslü bir çerçeveye yerleştiriyor. Sonra, yazanları uzatarak ve duygulanacak şekilde okuyor. Egzersizleri yapmak yerine, “3 kere bacakları çek, 5 kere kolları yukarı aşağı salla” cümlelerini aynen tekrar ederek, doktorun tavsiyesine uymaya ve şifa bulmaya çalışıyor. Hatta okuyup suya üfleyip, suyu içip şifa bekliyor. Bu ne kadar tutarlı bir davranış? İşte bu örneklerdeki gibi, biz okuyup öğüt almak ve uygulamak için bize verilen hayatın reçetesine saygı adına bunları yaparken, en önemli şeyi yapmıyoruz. Onu anlamak için değil, anlamamak için okuyoruz. Şifayı bu uygulamalarda arıyoruz. Oysa insanlara şifa, Allah’ın verdiği öğütleri okuyarak, anlayarak ve uygulayarak olacaktır. Allah Kuran’la ne yapılması gerektiğini bizzat şöyle açıklıyor: “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” (54 kamer 22)
Diğer uygulama olan “ölülere Kuran okunması” ise, Peygamber zamanında olmayan bir uygulamadır. Peygamberden yıllar sonra ortaya çıkmış bir gelenektir. Ölülere elbette dua edilebilir. Ancak, anlaşılıp uygulanmayınca dirilere bile faydası olmayan bir davranışın, ölülere ne faydası olabilir? Ayetlerde yazanları “şunu yap, bunu yapma, bak dağlara Allah ne muhteşem yaratmış” gibi pek çok cümleyi duyamayacak ve uygulayamayacak olmasını düşünürsek onlara ne gibi bir faydası olacağı konusu tartışılır. İnsanlar olması gerekeni yapmayınca, pek çok anlamı olmayan ve amacından saptırılmış davranış saygı adına türetilebilmektedir. Bir süre sonra da, günümüzde olduğu gibi, sanki Allah’ın istediğinin “Kitabın anlaşılmaması ve yukarıda sayılan bazı davranışları sergilemeleri” gibi bir kabul içine girilmektedir. Bu böyle anlaşılınca da, pek çok Sünni, daha küçükten öğrendiği ezbere sure ve duaları okuyarak üstünlük kazanırken, pek çok Alevi bireylerinin böyle bir geçmişi olmadığından toplumda bir “Aleviler dinden uzak insanlar, çünkü daha Arapça kısa sureleri bilmiyorlar” anlayışına dönüşmektedir. Oysa Allah’ın istediği ezbere okumak yada çok iyi Arapça sureleri sıralamaktan ziyade Kuranı anlamak ve Allahın sözlerini uygulamalarıdır. Alevilerin de Sünnilerin de bu konuda Allah’ın emirlerine ve söyledikleri amaca uymaları gerekmektedir. Çünkü ne Alevi olmak, ne Sünni olmak doğruda olmak için yeterlidir. Nasıl bir ortamda doğarsak doğalım, oradaki doğru ve yanlışları objektif değerlendirdiğimizde doğruya erişebiliriz.
C.4.5
Kuran’ın İçeriği ve Mesajlara Bakış Açısı
“Kuran’ın indiği dönemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan ayetlerin toplamı Kuran’ın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hz. Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan bir sürü tarihsel olay Kuran’ da uzun uzadıya anlatılmaktadır.” Bu gibi iddialar gerçekten uzaktır. Çünkü Kuran’ın yaklaşık 1/3 ü, geçmiş Peygamberler ve kavimlerinin yaşadığı ve mesaj almamız gereken kıssalarla doludur. Geri kalan 1/3 ü Allah’ın yaratma gücünü, nimetlerini, dünyayı ve yeryüzünde yarattıklarının hatırlatılmasını ve öğüdü içerir. Geri kalan belki 1/3 ünde ise, Peygamberin yaşadığı olaylar üzerine inen ve cevap veren ayetler ile, “Şunu yapın, bunu yapmayın” gibi emirlerden oluşur. Zaten, Kuran’ı okuyan birisi bunları açıkça görecektir. Nasıl ki, İbrahim Peygamber zamanındaki yaşanmış bir olayı bile bize anlatarak mesaj çıkarmamızı isteyen Allah’sa, aynı şekilde, Muhammed Peygamber zamanında yaşanan bir olayı anlatarak mesajı anlamamızı isteyen de Allah’tır. Eğer Kuran’da anlatılan olaylara “onlar eski zamanda oldu, biz o zaman ve şartlarda değiliz ve bu anlatılanların bizimle ilgisi yok” denirse, yanlış yaparız. Çünkü Kuran’a eskilerin masalları, hikayeleri muamelesi yapan Peygambere inanmayanlar da aynısını demişlerdi. “Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, “Öncekilerin masalları” dediler.” (16 nahl 24) “(Bu Kuran, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler.” (25 furkan 5) Mesela, Allah Yahudilere şu uyarıda bulunur:
“Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” (2 bakara 44) Buradaki mesaj açıktır ki, insanların diğerlerine iyiliği emredip, kendisini unutması, sözlerine kendisinin uymaması eleştiriliyor. Eğer bu ayet için, “Yahudiler için indi” dersek ne kadar doğru bir şey yapmış oluruz? O zaman, geçmişteki hikayeleri anlatmak için inmiş gibi, tüm kitaba “eskilerin masalları” muamelesi yapmış oluruz.. Eğer üzerimize de alınmayacaksak, Yahudilerle ilgili ayetler, Yahudilere inmiştir. Hrsitiyanlarla ilgili ayetler Hristiyanlara seslenir. Peygamber zamanındaki olaylar da bize sırf bilgimiz olsun diye bize gönderilmiştir sanki. “Ağustos böceğiyle Karınca” hikayesinin Ağustos böceği geçen yerleri Ağustos Böceğine, Karıncayla ilgili kısımları da Karıncalar okusun diye yazılmıştır dersek aynı mantık olacaktır. İş bu kadar trajikomik bir hale dönmektedir. Ağustos Böceği ve Karınca ve hikayesinde onların gerçekliği vardır. Ancak bu hikayede verilen mesaj insanlaradır. Aynı şekilde, Kuranda eleştirilen tüm kavimler ve eleştirilen gruplara yapılan uyarıları üstümüze alınmalıyız. Bu anlatılanlar, bizim zamanımızda ve bize mesaj vermek içindir. Eğer biz de, Ağustos Böceği gibi tembellik edersek, onun gibi davranmış oluruz. Aynı şekilde, eğer insanlara öğüt veriyor ama buna kendimiz uymuyorsak, Bakara suresinin yukarıdaki ayetine muhatabızdır.
C.4.6
Kuran Dışındaki Kaynaklar
“Alevi / Bektaşi yolunun en önemli kaynakları ozanların nefesleri / deyişleridir. Alevi / Bektaşiler yazılı kaynak bırakmamak hususunda hassas davranmaya çalışmışlardır. Çünkü bunlar bir zamanlar suç unsuru olarak Alevilerin aleyhinde kullanılmak istenmiştir. İşte bu nedenle Alevi / Bektaşi yolu daha ziyade sözlü kaynaklara sahiptir. Alevilerin Din Konusunda Kaynakları 1. Şeyh Safi ve İmam Cafer buyrukları, 2. Hacı Bektaş Veli’nin Makalat ve diğer eserleri 3. Velayetname ve Menakıbnameler, 4. Alevi / Bektaşi yolunun en temel ibadet biçimi olan cemlerde okunan ve kutsal sözler olarak kabul edilen nutuk, nefes ve gülbanklar, 5. Alevi / Bektaşilerin ulu kabul ettiği ozanların yazdıkları / söyledikleri şiirler, 6. İslam ve Türk tarihi ile ilgili bilimsel ve nesnel yapıtlar, 7. Hz. Muhammed ve ehlibeyt’in kimi sözleri.” Fuat Bozkurt, Kuran dışında uydukları belirtilen eserleri yukarıda sıralamıştır. Yukarıdaki kaynakları, Alevi halkın ne kadar bağlayıcı gördüğü tartışmalı bir konudur. Çünkü sözlü ve geleneksel tarzda ilerleyen kültür, yukarıdaki sayılan yazılı kaynakların da ancak bir kısmını almış ve bir karma oluşturmuştur. İmam Cafer’in buyruklarına Anadolu Alevilerinin uyma iddiası da tartışılır. Çünkü Anadolu Alevileri, Caferilerden çok farklı bir yol izlemektedirler. İmam Cafer’in hangi sözünü hangi kaynaktan bulup, çoğunluğu kırda yaşayan halka aktaracakları da gerçeği ortaya koyabilir. Alevilerde bir kaynak olmamasına rağmen, pek çok kaynaktan alınan, esinlenilen, etkilenilen durumlar söz konusudur. Yukarıda sayılan kaynaklardan herhangi birini tamamen kabul edildiğini söyleyemeyiz.
Kuran’ın penceresinden bakarsak, Kuran dışındaki söz ve kaynaklara bakış açımız, Kuran’la çelişmediği sürece kabul edilmelidir. Bununla birlikte, kim söylerse söylesin, kimin söylediği iddia edilirse edilsin, Kuranla çelişen bir söz, din adına kabul edilmemelidir. Atalar böyle yapmış, devam ettirmiş de olabilir. Ancak, bize düşen, objektif bir biçimde değerlendirmek ve sorumlu tutulacağımız tek kitap olan Kuran’la doğruluğunu sorgulamaktır. Çünkü dünyada din adına binlerce söz ve uygulama uydurulmuştur. Kim hangi toplumda doğmuşsa, o toplumdaki inanç ve gelenekleri benimsemektedir. Oysa insanlara düşen nerede doğarsa doğsun, içinde bulunduğu inançta doğru ve yanlışları objektif bir biçimde görebilmesi ve doğruya uymasıdır. Kuran’da “biz böyle gördük, doğrusu bu” diyenler kınanmıştır (bkz. 2bakara 170). Bu ilkeler ister Sünni, ister Alevi, ister Hıristiyan olsun herkes için geçerlidir. Çünkü Kuran’a göre, Müslüman doğruyu araştırıp bulandır (72 cin 14).
C.4.7
Hadisler
“İslam’ın kutsal kitabı ve en temel kaynağı olan Kuran konusunda bile Müslümanlar arasında bu denli derin görüş ayrılıkları bulunurken peygamberin hadisleri ile ilgili çok daha derin ayrılıkların bulunması yadsınacak bir şey olmasa gerek.” Fuat Bozkurt’un Kuran hakkındaki bu yorumları doğru değildir. Kuran hakkındaki ayrılıklar, herkesin kendi geleneğini veya bildiği dini sözleri, bazen uydurmaları Kuran’a onaylatma çabasından doğmaktadır. Objektif bir biçimde ve önyargılardan kurtulup
okunacak Kuran, insanlar arasındaki ayrılıkları bitirecektir. Ancak ne zaman ki, herkesin kendi içinde yetiştiği ortamı doğrulama çabası olursa, o zaman ayrılıklar bitmeyecektir. Kuran, ihtilaf ve tartışmalara bir cevap getirme amacındadır. Daha fazla ayrılık ve ihtilaf çıkarma çabasında değildir. “Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri (ihtilaf ettikleri şeyleri) onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.” (16 nahl 64)
Kuran’ı ve hadisleri yazan kişilerin aynı zamanda ve aynı kişilerce yazıldığı gibi bir algı söz konusudur. Kuran, Peygamber zamanında kaleme alınmış, kayıt altında tutulmuştur. Bu nedenle, herhangi bir saptırma söz konusu olamaz. Bu var olan yazılı metinlerin kitaplaştırılması ve birleştirilmesinin ise Ebu Bekir zamanında yapıldığı rivayet edilir. Ancak, hadislerin (Peygamber’in sözlerinin) yazılmasına, Peygamber zamanında yazılmasına izin verilmemiş, Kuran yeter denilmiştir. Ardından halifeliğe geçen Ebu bekir ve Ömer zamanında da hadis yazımına sert bir şekilde karşı çıkıldığını öğreniyoruz. Peygamberin ölümünün ardından 1-2 asır geçtiğinde ve etrafta yüzlerce “Peygamber dedi ki” ile başlayan sözler çoğalınca, uydurmalardan kurtarıp, Peygambere ait sözleri çıkarları için kullanmak isteyenlere karşı kayıt altına alınmaya başlanan kaynaklardır hadis kaynakları. Peygambere ait olduğu iddia edilen sözlerin bu kadar çoğalmasının altında pek çok sebep olabilir. Bir kişi, karısına istediğini yaptıramıyordur. Kendi sözüne uyulmak zorunda değil, ancak “Peygamber dedi ki, kocana itaat edeceksin” dediğinde, karısı uymak zorunda hisseder. Siyasi olarak, karışıklıkların başladığı Osman döneminden sonra, siyasi bölünmeler çoğalmıştı. Kendi gruplarına ve
siyasi görüşlerine insan toplamak ve düşüncelerini etkili kılabilmek için, “Peygamber dedi ki, Muaviye’yi destekleyin o cennetliktir. Kim ona karşı çıkarsa, dinden çıkmıştır” gibi sözler uydurmuş. Tabi, muhalifler de kendilerinde sözler uydurmuşlardır. Bunun gibi, kendi görüşlerini ve inançlarını desteklemek ve insanları etkilemek ve kabul ettirmek için “Peygamber dedi ki” gibi sözler uydurulmuştur. Buhari gibi kişiler, Hicri 2. Yüzyılda 600 bin hadisten uydurma hadisleri eleyerek, on binlere indirdiğini anlatır. Bu o zamandaki, hadis uydurmacılığının önemli kanıtlarındandır. Elbette, Buhari ve Müslim gibi kaynaklarda yazanların da doğruluğu ancak, Kuran’la kıyaslanarak bulunabilir. Buhari’nin kabul ettiği pek çok hadisi, Müslim sahih kabul etmemiş ve kitabına almamıştır. Aynı şekilde, Buhari de, Müslim’in kabul ettiği pek çok hadisi sahih kabul edip almamıştır. Hatta, Hanefi mezhebinin kitabı kabul edilen Buhari ile Hanefi mezhebinin kurucusu kabul edilen Ebu Hanife arasında ciddi dini çekişmeler olduğunu ve Buhari’nin onu dinsiz ilan ettiğini de yine kaynaklardan öğreniyoruz. Her ne kadar bu kitaplar sahih hadisleri toplama girişimi olsa da, mevcut iktidar ve sosyal yapıda veya daha sonradan da karışmış olabilir, pek çok uydurma ve iftira da eklenmiştir. Hadisler, Peygamber’in söylediği iddia edilen sözlerdir. Bu konuda pek çok ayrılıklar ve çelişiler de söz konusudur. Bu sözlerin doğruluğunu ancak Kuran’la denetleyerek bulabiliriz. Kuran’la çelişiyorsa bu konuda, Kuran’da anlatılan Muhammed Peygamber Kuran’la çelişen söz söylemez. “Alevi / Bektaşiler de kimi hadisleri (ki bunlar daha ziyade Hazreti Ali’nin imametini işaret eden ve onu yüceltici hadislerdir) sahip oldukları inançları kaynaklandırmak bağlamında kullanmaktadırlar.” Fuat Bozkurt
Hz. Ali hakkındaki hadislerin Kuran’la denetlenmesi, “Hz. Ali ile ilgili rivayetler” bölümünde yapıldı. Ali’yi yüceltmek adına uydurulan hadislerin Kuran’la çeliştiği Ali’nin Allah gibi haşa yüceltildiği kısımları Peygamberin hadisleri diye iddia edilse de kabul etmek mümkün değildir. Çünkü Muhammed Peygamber ve Ali, Kuran’ı yaşamak ve anlatmak için yaşadılar. Arkalarından gelenlerin uydurmaları adına, onların asıl mücadelelerini görmezden gelmek doğru değildir.
Hadislerin Alevilikte ve Kuran’da Yeri “…Fakat Kuran’ın genel yapısına aykırı olmayan ve ahlaki bir takım öğütler ve tarihsel bilgiler içeren hadislerin elbette ki İslam kültürü ve tarihi açısından çok önemli bir yeri vardır… Kaldı ki büyük çoğunluğu Sünni ve Şii muhaddisler tarafından derlenen hadislerin Alevi / Bektaşiler için tarihsel bilgi olmanın ötesinde hüküm / kural koyucu ve itikadi esas tayin edici bir işlevi yoktur.” Fuat Bozkurt Burada çok doğru bir kaynak tespiti yapan Fuat Bozkurt, hadislerin dinde hüküm koyma yani dinde inanç hususunda yeni bir şey getirme gibi bir işlevi söz konusu olmamalıdır. Aynı şekilde, dinle ilgili diğer kitaplarla ilgili de aynı ilke geçerlidir. İnanç olarak Kuran’la çelişmemesi ve dinde ek hüküm koyma (dinde Allah’ın koyduğu iddia edilen yeni bir emir) gibi bir işlevleri söz konusu olamaz. Doğru sözü kim söylerse söylesin, doğrudur. Yanlışı isterse çok sevilen, sayılan birisi söylesin, yanlıştır. Bize düşen, kişilere değil, doğrulara uymaktır. Hacı Bektaş’ın Kuran’la uyumlu sözlerini doğru kabul ederiz, Kuran’la uymayan sözlerini almaz, uygulamayız. Aynı şekilde, Hz. Ali hakkında söylenen hadislerden, Kuran’la uyanı doğru kabul eder, uymayanı çelişeni doğru kabul etmeyiz. “Tevazu sahibi olun” sözünü ister Ali,
ister Veli ister Hacı Bektaşı Veli söylesin, bu zaten Allah’ın bir emridir. Söyleyen kişi de, bize Allah’ın bir emrini hatırlatmış olur sadece. Hz. Muhammed hakkında, O söyledi diyerek pek çok rivayet ortadadır. Bazıları akılla, ahlakla uyuşmayacak niteliktedir. Aynı şekilde, Hz. Ali ile ilgili de pek çok hadis (söz) uydurulmuştur, onun söylediğine dair. Ancak, bize düşen tüm bu rivayetleri akıl- ahlak ve en önemlisi Kuran süzgecinden geçirerek, doğrulukları hakkında fikir sahibi olmaktır.
C.4.8
Alevilikte Dedeler/ Babaların Yeri
Dede ve baba tabiri, Sünnilikteki imam gibi sayılabilir. Dini tören olan cemi yönetir, birbiriyle kavgalı ve küs olan insanları barıştırır. Her köyün bir ya da iki dedesi olur. Bazı yörelerde, “dede” diye seslenilirken, bazı yörelerde bu kişilere “baba” denir. Alevilik hakkında deyişleri bilen ve cemde sohbet edecek düzeyde birisidir genellikle. Sorulan sorulara cevap verir, başvuru yeridir, toplumdan dışlama ve topluluğa dahil etmeyi idare eden kişidir. Ceme başlarken eli öpülen kişidir. Babalık veya dedelik, babadan oğula geçer. Köken olarak, Türkmenlerle evlenen Ali soyuyla evlenmeyle oluşan kişilerden oluşmasına rağmen (bir çeşit seyitlik), daha sonraları, bulunduğu köyde doğan ihtiyaçtan ve dedelik görevini yapabilecek kişiler olarak görülmüşlerdir. “Türkmen beylerinin ehlibeyte mensup kişilerle evlenmeleri sonucu Hazreti Ali soyu ile Türkler arasında akrabalık oluşmuştur. Alevi dede / babaları da bu olayın sonucu olarak seyyid kabul edilmektedir. Bu dede / babaların kurdukları inanç merkezlerine de ocak denilmektedir.
Emevi ve Abbasi zulmünden kaçan Hz. Ali soyluları Türk Beylerine sığınırlar. Türkler ile evlenen seyyid ve seyidelerden olan çocuklardan yetkin olanlar kendi adları ve haneleri etrafında, Türklerdeki ocak kültünün bir yansıması ve devamı olarak; şeyh, baba ve dede sanıyla, ‘seyyid ocağı’ ekolünü yaratmışlardır.” Dede ve babalar, kaynakları sözlü olan Alevilikte önemli bir yere sahiptir. Daha çok kırsal alanlarda olduğundan dolayı, topluluğun içinde kabul edilmek ve dışlanmak çok önemli bir konudur. Bunun kontrolü de dede/baba sayesindedir. Ayrıca, dede/babanın verdiği kararlar ve din hakkında anlattığı hikaye ve dini söylemler, halk tarafından benimsenmektedir. Birbirinden uzaklaşan yörelerde Alevilik çeşitleri ve dede/babaların söyledikleri de, yazılı bir kaynak olmadığından değişebilmektedir. Kimi dedeler/babalar, çok açık görüşlü olabilirken, sorulara ve itirazlara cevap verirken; kimi yörelerde, dedeyle konuşmak, hatta soru sormak herkesin harcı değildir. Dede/baba ne derse, Allah’ın dediği gibi anlaşılır ve itiraz etmeye kimsenin hakkı olmaz, eğer itiraz eden olursa, Allah’ın dinine itiraz edilmiş gibi kabul edilir. Dedeler/babalar hakkında arkalarından onlarca insanüstü olduklarına dair hikayeler anlatılır. Allah katında yüksek bir mevkisi olduğuna inanılır. Onların önünde diğer insanlara nazaran daha bir saygı gösterilir. Hatta bazen, ölen dede/babanın oğlu 20li yaşlarda olsa bile, dedeliğe o getirilir. Yaşça çok büyük olanlar bile, onu elini öperler. Türk kültüründe, yaşça büyük ve saygın insanların eli öpülürken, burada tasavvuftan etkilenilen bir uygulama söz konusudur. Her yörede aynı olmamakla birlikte, dede/baba için köy kendi içerisinde, o dedeye bağlı olanlar arasında, cem yaptırması için, belli bir para toplanır. Bu, 15 gün için milyarları bile bulabilir.
Tarihi, coğrafi, siyasi gibi pek çok sebebin oluşturduğu ve geleneğe dönüştürdüğü bu anlayışta, aynı zamanda İslam’a sonradan eklenmiş ve Aleviliğe de Sünniliğe de bulaşmış uygulamalar söz konusudur. İnsanların kusursuz görülmemesi, sözlerinin sorgulanması gerekir. Herkesin, Kuran’ı anlayacağı bir dilde okuması ve insanların din hakkında bir şey söyleyecekleri zaman Kuran’a dayandırmaları ve Kuran’la çelişmemesi gerekmektedir. Dedelerin/Babaların, insanüstü güçleri olduğu iddiası ve hastalıkları bir dokunuşla iyileştirmesi gibi olağanüstü olaylar atfedilmesi yanlıştır. Çünkü, Kuran’a göre, Muhammed Peygamberin bile böyle mucizeleri yoktur. “Ona (peygambere) Rabbinden bir mucize indirilse ya!” diyorlar. De ki: “Gayb ancak Allah’ındır. Bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!” (10 yunus 20) “Dediler ki: “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”” (29 ankebut 50) “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (29 ankebut 51) “Bizi, (Kureyş’in istediği) mucizeleri göndermekten, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zalim oldular. Oysa biz mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.” (17 isra 59)
Görüldüğü üzere, Muhammed Peygambere Kuran dışında mucize verilmemiştir. Diğer insanlara mucizeler yakıştırmak, havada uçurmak, karada kaçırmak, bir eliyle hastalıkları iyileştirme gibi iddialar doğru değildir. Bir delili yoktur. Eğer doğruysa, insanlardan
para almaya ihtiyaç duymaz, herkes her hastalığı için ona giderdi. Böylece doktorlara da gerek kalmazdı. İnsanların önderi Muhammed Peygamber ve onu izleyen Ali’yi üstün yapan şey, dürüst-doğru bir yaşam sürdürmeleri ve iyilik için yarışmaları, Kuranı okuyup anlamaları olmuştur. Biz de, onlar gibi olmaya çalışmalıyız.
C.4.9
Hacı Bektaş-ı Veli ve öğretileri
Hacı Bektaş Veli, 1200 lü yıllarda yaşamıştır. Yesevi tarikatından olduğu söylenmektedir. Hacı Bektaş Veli, kendisine uyanlarla birlikte bir dergah kurar ve burada öğretilerini yayar. Ölümünden yıllar sonra, 14. yüzyılda onun öğretileri yazıya geçirilir ve sistemleştirilerek bir tarikat oluşturulur. Makalat ve Velayetname eseleri Hacı Bektaş’a atfedilen kitaplardır. Aleviler kendilerini Hacı Bektaş ile özdeşleştirseler de, Hacı Bektaş Sünniliğin bir kolu olan tarikatçiliği savunur.Tarikatçilik ise, Aleviliğin uygulamalarıyla paralel değildir. Ayrıca, Aleviler şekilsel ibadetlere uymazken, Hacı Bektaş şekilsel ibadetlerin de zorunlu olduğunu anlatır. Bununla birlikte, eserlerinde ve öğretilerinde vahdeti vücut düşüncesi de vardır. Bunun Kuran ile çeliştiği noktaları “Vahdeti Vücut” bölümünde yaptım. En önemli ve meşhur sözlerinden birisi, “Eline, beline, diline sahip ol” sözüdür. Burada, bu meşhur sözün uyumlu olduğu ayetler sıralanacaktır. Ayrıca, Hacı Bektaşı Veli denince akla gelen “Makalat” eserinden 4 Kapı, 40 Makam İncelenecektir.
C.4.9.a “ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OL” Bu söz, Alevilerin slogan ve Aleviliği anlattığı düşünülen ve Hacı Bektaş’ın söylediği rivayet edilen bir sözdür. Bu söz çok önemlidir ve Kuran’da anlatılan İslam da bunları anlatır zaten. Eğer insan bu üçüne sahip olabilirse zaten, tüm davranışlarında sorumlu davranmış olacaktır. Bu söze uymak, Kuran’a uymak demektir. Hangi din, mezhepten olursa olsun bu evrensel ahlak ölçüsüne uymalıdır. Elle yaptıklarımıza dikkat etmeliyiz. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur. (17 isra 31) “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür.” (17 isra 29-30) “Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (17 isra 34) “Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (17 isra 35) “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (2 bakara 188)
Beline sahip ol, yani iffetini koru ve zina yapma demektedir: Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.(17 isra 32) “Evlenmeye güçleri yetmeyenler (imkan bulamayanlar) , Allah kendilerini lütfuyla zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar.” (24 nur 33)
Dil ile söylediklerimize sahip olmalıyız. Yani, yalan söylememeli, iftira atmamalı, verdiğimiz sözlerde durmalıyız. “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.” (17 sra 53) “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!» diyerek dua et.” (17 isra 23-24) “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (61 saf 2-3) “Korku gidince de ganimete karşı aşırı düşkünlük göstererek sizi keskin dillerle incitirler. İşte onlar iman etmediler. Allah da onların amellerini boşa çıkardı. Bu, Allah’a kolaydır.” (33 ahzab 19)
“Kim bir hata işler veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah yüklenmiş olur.” (4 nisa 112) “İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mümin kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.” (24 nur 23-24) “…Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (17 isra 34)
Ayrıca, Allah hakkında bir şey söylerken de, en az insanlara iftira atmak kadar dikkat etmeliyiz. Allah ve yapacakları hakkında, Kuran’a dayanmayan bir şeyler söylememeli, inanmamalıyız. “Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”” (2 bakara 80) “De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?”” ( 10 yunus 59) “Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “Bana vahyolundu” diyen, ya da “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden
daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!” (6 enam 93) “Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) döndürülüyorlar!” (9 tevbe 30)
“O (iyiler), Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.” ( 25 furkan 68) “Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (60 mümtehıne 12)
C.4.9.b MAKALAT 40 KAPI
Anadolu Alevilerini etkilediği düşünülen Hacı Bektaş’ın Makalat’ında geçen 4 kapı 40 makamın Kuran’a göre olumlu ve olumsuz yönlerini incelenecek. Ancak, bu 40 kapı, farklı kaynaklarda farklı maddeler içerebilmektedir. Mevcut bir tanesi incelenecektir. Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarıdır. Hacı Bektaş’ın Makalatında, 4 kapı ve 40 makam olduğu konusunda hemfikir olunduğu halde, içindeki 40 makamın maddeleri pek çok yerde farklılık gösteriyor. Bu sebeple, bir yerde gördüğünüz, duyduğunuz bazı maddeler burada olmayabilir. Bu farklılıklara rağmen, elimizdeki maddeleri Kuran’la uyumlu ayetlerini yanına yazdık. Bu kapılar adı altında, güzel ahlaki özellikler sayılmıştır. Bunun yanı sıra aralarına islamla uyuşmayacak maddeler eklenmiştir. Bazı Kuranla çelişenler de kırmızıyla belirtilipp, çeliştiği ayetler yazıldı. ŞERİAT Şeriat kapısı diğer kapılar gibi 10 makamdan oluşmaktadır. Bu 10 makam Kuranla uyumludur. Aşağıda, 10 makam ve yanında uyumlu olduğu ayetler verilmiştir. Kuran’la çelişen bir durum söz konusu değildir. 8. Maddeye de gereken açıklama yapılmıştır. 1. Tanrı’ ya inanmak, “Kim tağûttan (yanlış inançlardan) vazgeçip Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” (2bakara 256) 2. Tanrı elçisi (peygamber) ni tanımak, “Kim Peygambere itaat ederse Allaha itaat etmiş olur; yüz çevirenlere gelince; Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik.”(4nisa 80)
3. Bilim öğrenmek, Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız? (2bakara 44) “Yine de akıllanmayacak mısınız?” (27saffat 138) Hala
aklınızı
kullanmayacak
mısınız?”
(11hud
151)
4. Bağışlayıcı olmak ( ihsan), “Onlara mükafat vardır… Onlar Öfkelendikleri zaman, affederler.” (42 şura 37) 5. Evlenmek, “Sizden bekar olanlarından … durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (24 nur 32) 6. Helal yemek ve giyinmek, “Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz ve helal olanlarından yiyin”(20 taha 81) “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler.. verdi. Böylece Allah, müslüman olasınız diye üzerinizde olan nimetini tamamlıyor.”(16 nahl 81) 7. Toplumdan kopmamak, “Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, kötülükten olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.” (3 ali İmran 114) Peygamber, çarşılarda dolaşacak kadar halkın içindeydi. (25 furkan 7) 8. Sevme ve acıma duygularına sahip olmak, “Gerçek şu ki, Allah adaleti ve iyilik yapmayı emreder.” (16 nahl 90) Adalet ve iyilik emredilir. Herşeye ve herkese sevgi, Allah’ın anlattığı dinde söz konusu değildir. Kötülüklere karşı nefret, iyiliklere karşı sevgi emredilir. Acımaktan ziyade, ihtiyacı olana yardım emredilir. Allah bile, sevmesini ve sevmemesini bazı özelliklere bağlamıştır. Allah hakkında bir yere dayanmayan sözler eden ve yalan sözleriyle mücadele edenlere karşı inananların yanında bir sevgi değil, tam tersi bir öfke kaynağı olduğu belirtilmiştir.
"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak
yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (31 lokman 18) "Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever." (49 hucurat 9) "Ki onlar, Allah'ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. (Bu,) Allah katında da, iman edenler katında da büyük bir öfke (sebebi)dir. İşte Allah, her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler." (40 mümin 35) Sevgi ve acıma duyguları, iyilik yapmak için birer sebeptir. Allah, fakirlere ve maddi sıkıntıda olanlara maddi yardım yapmayı emretmiştir. “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir."” (2/215) Çocukluktan beri bizi büyüten anne babaya karşı azarlamamayı öğütleyen Allah, onların emeğine saygı duymakta ve acımaktadır. (17 isra 23) 9. Haksız kazançtan sakınmak, “Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.” (2 bakara 275) “Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir unsur olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının hırsızlık yapmasını engelleyin,
önünü kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (5maide 38) “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (4 nisa 29) 10. İnsanları iyiliğe yönlendirmek, kötülükten sakındırmak. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (3 ali İmran 104) “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekatı verirler. Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9 tevbe 71)
TARİKAT İkinci kapı tarikat kapısıdır. Şeriat kapısında yer alan kitlesellik, Tarikat kapısında bireyselliğe dönüşür. Tarikat kapısında bulunan 10 makam da şunlardır: 1. Pirden el alıp, tevbe etmek, Kuran’da tevbe Allah’a yapılır. Tevbenin geçerli olma şartı, ayetlerde bildirildiği üzere, hatada ısrar etmemek, hatadan dönmek ve düzeltici, Salih işler yapmaktır. Görüldüğü üzere, tevbe yalnız Allah’a yapılır:
“Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevbeleri kabul eden sensin, Merhametli olan sensin.” (2 bakara 128) “Bununla beraber, şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.” (20 taha 82) “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” (3 ali İmran 135) “Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.” (5 maide 39) “Ve her kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.” (25 furkan 71) “Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sarılanlar ve Allah için dinlerine samimi olarak bağlananlar müstesna. İşte bunlar müminlerle beraberdirler. Allah, müminlere büyük bir mükafat verecektir.” (4 nisa 146) “Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (25 Furkan 70) “Fakat tevbe ederek, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, o, kurtuluşa erenler arasında olmayı umabilir.” ( 28 kasas 67) Ancak, bir ayette, günah işleyenin Peygambere gelip günahını itiraf etmesi gerektiği anlatılır (4 nisa 64). Burada da, el almak gibi bir durum yoktur ve bu durum Peygamber için geçerlidir. Peygamber de kişinin günahı için Allah'tan af diler, kişiye öğüt verir, o kadar. Yoksa,
Hristiyanlıktaki “günah çıkarma” gibi bir durum söz konusu değildir. Bugün, Peygamber yaşamadığın a göre, kimseye günah çıkarmak zorunda değilizdir. Zaten el alma ve bir kişinin duasıyla kişinin affedilme olasılığının artması gibi bir şey söz konusu değildir. Kişinin tevbesi, hatasını düzelttiği ölçüde geçerlidir Allah’a göre.
2. Mürid olmak, Mürid olmak demek, bir mürşide bağlanmak demektir. Yani, daha dinde daha üstün gördüğü birisinin her sözünü Allah’ın emri gibi algılar ve uygulamaya çalışır. O kişinin Allah katında iyi bir mevkisi olduğunu bu yüzden din hakkında her dediğinin kabul edilmesi gerektiği düşünülür. Oysa Kuran’a baktığımızda, dinde özel bir sınıf yoktur. İnsanlar sorgulanamaz değildir. Peygamberler bile, Allah’ın getirdiği mesajı anlatırlar. Onun dışındaki görüşleri hakkında arkadaşlarıyla tartıştığı, konuştuğu onlara sorduğu da olurdu. Ayrıca Peygamber din hakkında bir yanlış söylediğinde Allah tarafından vahiyle uyarılıyordu. Peygamber dışındaki kişilerin böyle bir lüksü yoktur. Bu yüzden, herkes hata yapabilir. İnsanlara, doğruyu söyledikleri kadar uyarız. Kimse sorgulanamaz değildir, diğer insanlardan üstün değildir. Üstünlük, iyilik dürüstlük ve iyiliği yaymaktadır. Alevilerde müridlik/mürşidlik kavramı söz konusu değildir zaten. Hacı Bektaş’ın bazı etkileri görülürken, tam olarak Hacı Bektaş’ın ve tasavvufun etkileri de parçalı olmuştur. Alevilerde, cem törenleri ve toplumsal bağlılık olan insan ilişkileri üzerine kurallar açısından dedeler/babalar birer danışma ve ihtiyaca binaen bir lider
konumundadır. Yoksa, dede/babanın sözleri harfiyen takip edilip, ona el verip sürekli zikir çekmek yada belli aralıklarla sohbetlerine gitme gibi bir şey söz konusu değildir.
3. Saç kesmek ve elbise değiştirmek, Sünniliğin tasavvuf ve tarikat kısmında baş gösteren bu gelenek, Alevilerde inançlara da geçmiştir. Alevi kültüründe, imam olan dedeler/babalar normal hayatta da, cem törenlerinde de dine özel bir kıyafet giymezler. Ancak, bir çeşit şapka olan “dede şapkası” takarlar. Bu da kültürden gelen bir şeydir. Ancak, alevi düşünüşünde de, pirler, evliyalar ve Allah dostu kişilerin özel kıyafetleri olduğu, onların toplumda herkesin giymediği “sade, boydan boya açık renk bir elbiseli, sakallı ve ellerinde asa” olduğuna inanırlar. Bunda Sünni geleneğin büyük etkisi vardır. Kuran’da islama baktığımızda, emirlerden hiçbirinin elbise değiştirmek ve ruhani bir havaya girmek diye bir şey olmadığını görürüz. Peygamber zamanında, Muhammed Peygamber ve Ali ne giyiyorsa, müşrik-kafir olanlar da aynı kıyafetleri giyiyorlardı. Peygamber 40 yaşında Kuran kendisine indirilmeye başlandığında, kıyafetini ve sakal şeklini değiştirmiş değildi. O toplumda hemen herkes nasıl giyiniyorsa öyle giyiniyordu ve bunu değiştirmedi de. O dönemde kafir ve müşriklerden ayıran nokta inançlarıydı, yoksa şekil olarak aynılardı. Dine özel kıyafet anlayışı Hristiyanlarda yaygındır. Oysa, Allah bizden doğru-dürüst olmamızı, Allah hakkında yanlış inanışlara düşmememizi, her türlü zulmün/haksızlığın karşısında olmayı öğütler. Belli şekil ve kalıplara girmemizi değil.
Bu kıyafet ve saç-sakal ile Allah’ın dininde özel bir sınıf oluşturulmaya çalışılmaktadır. Yani, insanlar üzerinde bir çeşit hegemonya (gizil güç) kurulabilmektedir. Konuşurken, anlaşılmayan kelimeler kullanmaları, konuşurken ağdalı ve normal olmayan bir tarzda konuşmaları insanlar üzerinde dini bir baskı hissettirebilmektedir. Ayrıca, “özel insan” düşüncesini pekiştirmek gibi bir sonucu oluşur. İnsanlar onların sözlerine itiraz edemez, onlarla konuşurken, özel bir saygı gösterir. O’nun Allah katında çok özel insan olduğunu ve boş zamanlarında kerametler gösterdiği gibi yanlış inanışlar ve algılara sebep olmaktadır. Peygamber zamanına bakarsak, bunun böyle olmadığını görürüz. Peygamber ve arkadaşları bir arada otururken, dışarıdan gelen birisi “Hanginiz Muhammed” diyecek kadar diğerleriyle aynı şartlardaydı. Ne diğerlerinden daha üst bir konumda oturuyor, ne oturduğu yerde kral gibi kasılıyordu. Ayrıca, Peygamber’le konuşuyor, hatta bazen tartışabiliyorlardı. Hatta bir devlet reisi olan ve Peygamber olan Hz. Muhammed’le bir kadının gelip konuşması ve konuşmanın tartışmaya dönüşmesini düşünürsek, olayı daha iyi anlayabiliriz. Üstelik, bu tartışmada Allah Peygamberi uyararak, kadını haklı bulduğunu bildirmiştir. (58 Mücadile 1) Bugünkü “din adamı ya da Allah katında çok üst birisini” düşündüğümüzdeki anlayışa bakarsak Kuran’da anlatılan bu anlayıştan oldukça uzak olduğunu görürüz. Çünkü bizim algılarımızda, o özel giyimli ve evliya olan kişiler, normal insan gibi değildir. Onun yanında bırakın bir konuda karşılıklı münazara yapmayı, bir kadının onun karşısına geçip konuşması çok uzak bir olaydır. Sadece sorumuza cevap almak için konuşabiliriz sanki. Alevilerin sosyal hayatlarında lider-imam düşüncesi yaygın değildir. Sünnilerde olan, cemaatleşme ve bir lider belirleyip, sürekli onun kitaplarını takip etmek ve bu liderin özel kıyafetli, özel bir ses tonlu ve
Arapça çoğunlukta sözler söylemesi gibi şeylere pek rastlanmaz. Daha çok, sözlü kültür ve dedelerden babalarda anlatılan hikayelerin sistemsizce anlatılması vardır.
4. Nefisle mücadele etmek, savaşmak, Nefis, Arapçada “ben, kendim”i ifade eder. Kendimizle değil, kötü yönlerimizle, şeytanın vesveseleriyle savaşmalıyız. “(Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim ki (hesaba çekileceksiniz)” (75 kıyamet 2) “Kim de, Rabbinin makamından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır. ( 79 Naziat 40- 41) “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini (kendini kötülükten) arındıran kurtuluşa ermiştir.” (91 Şems79) “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler (derhal Allah’ı hatırlarlar da) sonra hemen gözlerini açarlar. " (7 araf 200- 201) Yapılan somut bir hatayı kabul etmek ve pişman olmak, Allah’a af için dua etmek ve aynı hatayı tekrarlamamak, insanın kötü yönleriyle savaşması için bir yoldur. (bkz.28kasas 16) “(O takva sahipleri) Bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik
edenleri sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler “ (3 ali İmran 134- 135) Nefsi tümüyle yok etmek, (yanlış) “Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (59 haşr 9). “O’dur ki sizi bir tek nefisten yarattı, eşini de ondan yaptı. (7 araf 189) Görüldüğü üzere, nefis kendimiz demektir. Nefislerin hepsini değil, kötü özelliklerinden korunmaktan bahsedilir.
Din ve nefsi öldürme adına, hayattan soyutlanan, Allah’ın verdiği nimetlerden uzak bir hayat sürmek Kuran’da hoş karşılanmamıştır. Dünyada yaratılan nimetlerin hem inanan hem inanmayanlar için olduğunu, ahrette ise yalnız Allah’a inananlar için olduğunu Kuran’da bildirmektedir. “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için ayetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.”” (7 araf 32) Hıristiyanlıkta üretilen ruhbanlık (hayattan soyutlanma); evlenmeme, bir kiliseye kapanma ve dünyada insanın hoşuna giden ne varsa uzak kalarak Allah’ın hoşnutluğuna kavuşmak gibi bir dini uygulamadır. Kuran’da insanların Allah’ın söylemediği bu uygulamanın, ruhbanlığın üretildiğini ancak, sonunda insanların ona da uyamadıklarını anlatır.
“ … (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.” (57 hadid 27) İnsanların buna güçlerinin yetmemesi doğaldır. Çünkü insan olmanın getirdiği zorunluluklar söz konusudur. Bu yüzden, Allah insanın gücünün yetmeyeceği şeyleri emretmemiş ve orta yollu olmayı emretmiştir. “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” (2 bakara 286) “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (11 hud 112)
5. Karşılıksız hizmet etmek, Hizmet insanların iyiliği için olmalıdır ve karşılıksız olmalıdır. Allah, yardım ve hizmet etmemiz gerekenleri saymıştır. “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (4 nisa 36) "’Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür’ derler” (76 insan 9) Ve bu yüzden Allah onları o Gün'ün dehşetinden koruyacak, aydınlık ve sevinç verecektir”.(76 insan 11)
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (2bakara 264) Bu maddede aslında zararlı bir şey yok gibi görünse de, karşılıksız hizmet etme meselesi, “bir kişiye/şeyhe/dedeye” karşılıksız hizmet etmek anlamına geldiğinde tehlikelidir. Her tür insana iyilik edebiliriz, diğer herkes gibi. “Karşılıksız filanca din adamına uyarsan, Allah sana şu kadar sevap verir” gibi iddiaların bir dayanağı yoktur. Bu tür şeyler, gerek Alevilik gerek Sünnilik, gerekse Hristiyanlık ve Budizmde de örnekleri görülebilecek olaylardır. Din adına bu tür ayartma ve yanlış inanışlar, kula kulluğa sebep olacaktır.
6. Hırka, tespih, seccade ve asa
İslam dinine özel bir hırka yoktur. Ne Kuran indikten sonra, Peygamber bir hırka şekli çıkarmış ve onu giymeye başlamıştır ne de özellikle bu hırka çeşidinin Allah’ın iyi kulu olmak gerektiğini söylemiştir. Bu hırka çeşidi sadece Müslümanlara ait değildir, o gün Allah’ın dostu da düşmanı da Peygamber’in giydiği kıyafet çeşidinde giyiniyordu. Bugün bir Peygamber gelecek olsaydı ülkemize, ortalama insanlar nasıl giyiniyorsa öyle giyinecekti. Pantolon, gömlek giyinecekti. Tespih, Hıristiyanlık ve Budizm’de dinlerinde de olan bir dini simgedir. Bu dinlerde de, Tanrı’ya yapılan duaları saymak için kullanılmaktadır.
27, 54, 99 gibi özel oluşturulan sayılara göre boncuk-taş dizilebilmektedir. Tarihsel olarak İslam’a girişi, Peygamberin ölümünden sonra olmuştur. Osmanlı zamanında, İslam dünyasında bir sanat olarak işlenmeye başlamıştır. Sünnilikte, diğer dinler gibi bir uygulama söz konusuyken, Anadolu’daki Alevilerde tesbihi Tanrı’ya duaların sayımı şeklinde kullanmazlar (sadece Suriye’deki bazı Alevilerde Sünniliğin benzeri kullanım vardır). Bir çeşit kültürdür ve genellikle erkek olmanın, ağa olmanın bir göstergesi olduğu yerler söz konusudur. Ayrıca, yaşlı dedelerde olur ki bazen tesbih bir can sıkıntısı giderme yöntemidir. Elle tek tek boncukları sayarak, bitiş noktasındaki imameye gelindiğinde, diğer tur için geçmeden önce bir şaklatma hareketiyle geçirmek bir gelenektir. Yani, Alevilerde kültürel bir anlamı vardır sadece. “Tesbüh, tespük” gibi halk arasında söylenme şekilleri vardır. Özellikle tarikat ve tasavvufun diğer din ve kültürlerden etkilendiği zamandaki oluşumu ve sistemleşmesi düşünülürse, “tespih” kavramı daha da iyi anlaşılabilir. Sünnilikteki “tespih” kültüründe de İslam dinini yanlış anlama söz konusudur. Kuran’daki “Allah’ı çok zikredin” ve benzeri ayetleri, “Allah, Allah, Elhamdülillah, Elhamdülillah” gibi sözleri yüz kere, bin kere söylemek gibi algılanmış ve gelenek de bunu devam ettirmiştir. Oysa biz Türkçede’de bir kişiyi hatırlamak deyince o kişinin ismini defalarca söylemeyi anlamayız. Ya da, bir kişiyi anmak deyince, o kişi hakkındaki bir sözü, yüz defa söylemek gibi bir uygulama içine girmeyiz. Kişiyi anmak, hatırlamak demek; o kişinin özelliklerini hatırlamak, saymak; onun yaptığı işleri dillendirmektir. Kuran’da da hiçbir Peygamber’in bir yerde oturup, saatlerce “Allah, Allah, Allah…” diye tesbih çektiği anlatılmaz. Buna karşılık, onlarca Peygamber anlatısında insanlara iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’ın ayetlerini hatırlatan ve içten bir yakarışla Allah’a yapılan dualar
anlatılmıştır. Peygamber zamanında Ebubekir zamanından beri tesbih olduğu rivayetleri olsa da, bunları itibarlı ve İslamın amacına uygun görmeyenler de vardır. Alevilerde tesbih, bir kültür olsa da, Sünniliğin de etkileriyle dinde özel olmanın bir simgesi algısına sahip olmaktadır. Bundan dolayı, İslamda “Allah’ı anmak nedir”, “Allah’ın bundan amacı nedir” gibi soruların cevaplarını doğru bilmeleri gerekmektedir.
Seccade, üzerinde namaz kılınan genellikle tek kişilik, 1 metre uzunlukta ve üzerinde kıbleyi gösteren bir ok işareti başıyla bir halı – kilimdir. Peygamber zamanını düşündüğümüzde, özel bir namaz kılma halısı yoktu. Peygamber ve arkadaşları, avluda, toprak üstünde veya herhangi bir yerde (üzerinde pislik olmayan), namaz kılmıştır. Özel bir yer aramamışlardır. Türk – İslam kültüründe özellikle oluşmaya başlayan “seccade” namaz ibadeti için “olursa iyi olur” düşüncesinden, “olmazsa olmaz” gibi düşüncelere sebep olabilmektedir. Hatta seccadenin baş kısmından bir kısmını katlayıp “kapatmazsak, şeytan namaz kılar” gibi gerçekle ilgisi olmayan inançlar geliştirilmiştir. Açık pislik olmayan, hele hele, evlerdeki temiz halılarda namaz kılmakta hiçbir sorun yoktur. Alevilerde namaz ibadeti genel olarak görülmediği gibi, seccade kültürü yoktur. Ancak, Allah katında önemli yeri olan derviş ve kişilerin seccadeli ve namaz kılan kişiler olduğu düşünülür. Bu anlamda seccade ve din birlikteliği genel algısından tam da kopuk değildirler.
Hırka, tesbih ve seccade konularını açıkladıktan sonra, genel olarak değerlendirecek olursak, şekillere takılıp, şekillerin amacını
kaçırmamalıyız. Bu konularda, ne Sünniler gibi, salt kurallardan oluşan bir inanış ne de şekilden kopmuş ve öz diyen Aleviler, Allah’ın kitabının anlam ve amacından kopabilmektedirler.
7. Toplumdan kopmamak, “Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, iyi- güzel olanı emreder, kötülükten olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.” (3 ali İmran 114) İslam, dağda yaşanacak, insanlardan uzaklaşacak bir din değildir. İl inen ayetlerde Peygambere toplumun arasına karışıp, konuşma, uyarma emri verilir.“Ey örtüye bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar.” (74 müddessir 1-2)
8. Korku ile umut arasında bir noktada durmak, “Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Şüphesiz, Allah’ın rahmeti iyilik edenlere çok yakındır.” (7 araf 56) “Bilinki Allah'ın azabı çetindir.” (8enfal 25) “Sakın Allah'ı, resullerine verdiği söze ters düşer sanma. Allah Aziz'dir, intikam da alır.” (14 ibrahim 47) “De ki: "(Allah şöyle buyuruyor) Ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin: Allah bütün günahları bağışlar; çünkü yalnız O, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır!"” (39 zümer 53) “Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (4nisa 29)
9. Bir yol göstericiye bağlanmak, İnkar edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavim için de bir yol gösteren vardır. (13 rad 7)Yol göstericiye bağlanmak yanlıştır. İnsan ancak Allaha bağlanabilir. Yol gösterici, ayetteki gibi Kuranla uyaran kişidir. Doğruyu söylediği kadar bir insanın dediğine uyulur. Tam bağlanma ve tam itaat Allahadır. 10. Yola girmek. Doğru yolu göstermek Allaha aittir. Yola girmek değil, Doğru yola girmek önemlidir. Doğru yol ise, Allahın sözlerine uymaktır. “Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” (16 nahl 9)
MARİFET Üçüncü kapı marifet kapısıdır. Marifet kapısının 10 makamı şunlardır: 1. Edep sahibi olmak, “İster açık ister gizli, günah işlemekten kaçının. Zira unutmayın ki, günah işleyenler kazandıkları yüzünden ceza göreceklerdir.” (6 enam 120) 2. Başkalarının hakkını yemek ve adaletsizlik gibi işlerden korkmak, “Şüphesiz Allah, ADALETİ, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi
emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16 nahl 90) “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak ADALETİ titizlikle ayakta tutan kimseler olun”. (4nisa 135)
3. Tok gönüllü olmak, “Hani, “Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O halde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah’ın ayetlerini inkar ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.” (2bakara 61)
4. Doğru gördüğü her şeyin doğruluğunu her yerde söyleyebilmek, “Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Allah, yakında, kendilerini sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı boynu bükük, kafirlere karşı başı dik bir topluluk getirecektir. Bunlar Allah yolunda savaşırlar, hiçbir KINAYANIN KINAMASINDAN KORMAZLAR. Bu, Allah'ın, dilediğine yönelttiği bir lütuftur. Allah, yaratılışı ve yarattıklarını genişletir, her şeyi bilir.” (5 maide 54) “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar
(adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (4 nisa 135) “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (5 maide 8) 5. Utanmak, İnsanlara karşı yapılan kusur ve günaha ayıp denir. Allah ise, gizli açık her günahtan kaçınmayı emreder, günah olarak utanılacak iş yapmamayı emreder. İster açık ister gizli, günah işlemekten kaçınmamız gerekir. Zira unutmayalım ki, günah işleyenler kazandıkları yüzünden ceza göreceklerdir. (6 enam 120)
6. Cömert olmak, “Onlar, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, başlarına gelen musibetlere sabreden, namazı dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayan kimselerdir.” (22 hac 35) “Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (8 enfal 3) “Onlara verdiklerinden ötürü göğüslerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile, ötekileri kendi nefislerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden/doymazlığından korunanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (59 haşr 9)
7. Bilim sahibi olmak, “O'dur ki; sizi önce topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan yarattı. Sonra sizi bebek olarak annelerinizin karnından çıkarıyor, sonra güçlü çağınıza ulaşasınız ve nihayet ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatıyor. İçinizden bir kısmı daha önce vefat ettiriliyor. Tüm bunlar, belirlenen bir süreye ulaşasınız ve aklınızı işletesiniz diyedir.” (40 mümin 67) “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (3 ali İmran 191) Antropoloji ve Sosyoloji Bilimleri: “Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (30 rum 9)
8. Hemen karar vermekten sakınıp sakin olmak, “Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.” (3 ali İmran 134). Ayrıca, 18. Sure, Kehf Suresindeki “Musa ve bir kul” anlatısında, olayların içyüzünü anlamaya çalışmak ve hemen karar vermemek anlatılır. 9. Sabır, “Siz ey imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın; zira, unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle birliktedir.” (2 bakara 153) “Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8 enfal 46)
10. Kendini bilip tanımak, “ Onlar kendi içlerinde bir muhasebe yapmayı hiç bilmezler mi?” M.Esed çevirisi(30 rum 8) “Kendi benliklerinin içinde olup bitenleri de mi düşünmediler! Allah gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri ancak hak üzere ve belirlenmiş bir süreye bağlı olarak yaratmıştır.” Y. Nuri çevirisi (30 rum 8) “Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi?” Diyanet vakfı çevirisi (30 rum 8)
Ayetlerde Allah, insanların içlerindekileri ve kendilerini tanımalarını yanlışlarını görmelerini ister. Bunu bu dünyada yapmayanlar, öldükten sonra yapmak zorunda kalırlar. “Ve diyeceklerdir ki: «Eğer biz işitir olsa idik veya aklımızı kullanmış olsaydık, biz bu çılgın cehennemin yaranı arasında bulunmuş olmaz idik.» İşte günahlarını itiraf etmiş olurlar. Artık alevli ateştekiler Allah’ın rahmetinden uzak olsun.” (67 mülk 10-11)
Kendisini bilmeyen, yanlışlarını bilmeyendir. İnsanın her şeyden önce kendisini bilmesi gerekir. “Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler; günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, hatalarında bile bile, ısrar etmezler.” (3 ali İmran 135)
HAKİKAT Dördüncü ve son kapı olan hakikat kapısıdır. 1. Alçak gönüllü olmak, Hani, “Şu memlekete girin. Orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin. Kapısından eğilerek tevazu ile girin ve “hıtta!” (Ya Rabbi, bizi affet) deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere ise daha da fazlasını vereceğiz” demiştik. (2 bakara 58) 2. İnsanları ayıplamamak, “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (49 hucurat 11) 3. Yiyecek ve içeceğini başkalarıyla paylaşmak, “Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (59 haşr 9)
4. Yaratılmışların hiçbirine zarar vermemek, “Ve yine sakın, haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın.” (17isra 33) 5. Dua (Münacaat), Kuran’da Allah duaya çok önem vermiştir. Yalnız Allah’a dua etmek, O’ndan yardım dilemek ve Allah’a sıkça dua etmenin önemi anlatılmıştır. Kuran’da çok önemli ve birincil bir yere sahiptir.
“Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (31 lokman 28) “Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (29 ankebut 20) “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim.” (40 mümin 60) “De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” (25 furkan 77) “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (2 bakara 186) “(Allah’ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (1 fatiha 5) “ Allah’ı bırakıp da sana ne fayda ve ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki zalimlerden olursun.”” (10 yunus 106) “Allah'ın berisinden, kendisine zarar veremeyecek, yarar sağlamayacak şeylere yalvarır/yakarır. Derin bir sapıklığın ta kendisidir bu.” (22 hac 12)
6. Sabretmek, “Siz ey imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın; zira, unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle birliktedir.” (2 bakara 153) “Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8 enfal 46)
7. Sır, Kuran’da Allah’ın ayetlerinin açık olduğu anlatılmaktadır. Gizli bir sır olmadığı gibi, Peygamber de insanları hakka çağırırken, “gizli bir sırra” çağırmıyordu. Ne Peygamber bir sırra çağırdı, ne inanmayanlar sırra eremedikleri için yoldan saptılar.
Eğer sır derken, “gizli, kimsenin bilmediği bir bilgi” dersek, yanlış inanmış oluruz. Ancak, “Hayatın sırrı” dersek, Hayatta mutlu huzurlu ve Allah’ın istediğine göre yaşamanın sırrı, apaçık Kuran’a uymaktır. "... Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu. Biz de onlara, o zaman yanımızdan büyük bir ecir verirdik. Ve onları mutlaka dosdoğru yola yöneltip-iletirdik." (Nisa Suresi, 66-68) "Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken nasıl oluyor da inkar ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdoğru olan bir yola iletilmiştir." (Al-i İmran Suresi, 101) Görüldüğü üzere, verilen açık bir öğüt var. Açık anlaşılır ayetler okunduğundan ve insanlar bunları inkar ettiklerinden yoldan çıkmışlardır. “Rabbinin katından açık bir belgesi olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve nefislerinin arzularına uyan kimseler gibi midir?” (47 muhammed 14) Bu ayette de, insanlar arasındaki ayırımın, nefse uymak ve açık bir delili olup (Kuran-hak), o hakka uymak olduğu anlatılıyor.
8. Keramet veya mucize göstermemek, Peygamber bile Allahtan izinsiz mucize gösteremezken getirmediklerini, insan olduklarını ve Kurana uymalarını herhangi bir insanın mucize keramet gibi iddialarda yalandır ve kesinlikle yanlıştır.
Kuranda, ve mucize söylerken, bulunması
“De ki: “Ben size,’Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.”” (6 enam 50-51).
Görüldüğü üzere, Peygamberler de ne geleceği biliyorlar ne de Allahtan bir hazineleri var. Onlar sadece gönderilen vahye uyarlar. De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. (7 araf 188) 9-Mülk sahibine yüzünü sürüp yüzsuyunu (yaratılış sebebi olan Muhammed nurunu) bulmaktır, Bu ifadeler, Makalat’ı çeviren Esad Coşan’a aittir. Yüzsuyunu bulmak ne anlama gelir tartışılır. Nerede bulacağız, normal sulardan farkı nedir bu yüzsuyunun? Kimin yüzünün suyudur? Yüzün suyu olur mu? Muhtemelen, abdest suyu yada gözyaşı kastediliyor da olabilir. Bunu nasıl bulacağız? Ne Peygamber böyle bir şey aramıştır, ne de Peygamberin yakınları. Kuran’da da böyle bir emir-tavsiye yada konu da geçmez. Yüz sürme TDK Sözlüğü’nde şu anlamlardadır: Eşiğine yüz sürmek: bir dilekte bulunmak için bir kişiye yalvarmaya gitmek. Yüz sürmek: aşırısevgi göstermek için yere eğilmek.
Kimsenin önünde eğilmemiz gerekmiyor. Yalvarış da Allah’a yapılabilir. İnsanlardan onların yapabilecekleri şeyleri istemek başka bir şeydir. Yalvarmak, insanüstü şeyler beklemek yanlıştır. Bir yere de yüz sürmek zorunda değiliz Kuran’a göre. Yalnız, Allah’ın önünde secdeye kapanırız. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (51 zariyat 56)
10. Tanrısal varlığa ulaşmak (vahdeti vücut), Bu anlayışın islamla ilgili olmadığını vahdeti vücut bölümünde daha detaylı inceleyeceğiz. İnsanın en üst mertebesi, doğru- dürüst insan olmasıdır. Allahla bir olma gibi bir şey söz konusu değildir. Allaha yakın olanlar da ancak Allah’ın kitabına uyanlardır.
C.5. HZ.ALİ İLE İLGİLİ RİVAYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ Hz. Ali ile ilgili olumlu ve olumsuz pek çok rivayet söz konusudur. Bunların hepsini incelemek yerine, Anadolu Aleviliğinde meşhur olmuş rivayetlerin incelemesi yapılacaktır. Hz. Ali’nin söylediği rivayet edilen ya da Hz. Ali ile ilgili Peygamberin söylediği iddia edilen sözlerin Kuran ile kritiği yapılacaktır.
C.5.3
Hz. Ali ile İlgili Olumlu ve Hakkı Dillendiren Rivayetler
Hz. Ali’nin söylediği iddia edilen çok güzel öğütler vardır. Örneğin “Kazım Balaban’ın Hz. Ali’nin erdemleri” isimli kitaptan alınan aşağıdaki sözler doğrudur ve Allah’ın da tavsiye ettiği şeylerdir. Bunlara pek çok örnek verilebilir. Adil ol, kudretin sürekli olsun. Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.
Başa kakmak suretiyle iyiliğini boşa giderme. Adalet ve eşitliği gözetme, siyasetlerin en iyisidir. Açık kalpli, mert düşman, içinden pazarlıklı dosttan iyidir. Çocuklara söz verdiğinizde kesinlikle sözünüzde durunuz. Dünyanın en değerli hazinesi öğüttür, ama ondan ucuzu da yoktur. Batıla (yanlışa) yardım eden, Hakka (doğruya) zulmeder (haksızlık eder). Başkalarını ıslah etmek istiyor isen önce kendini ıslah etmelisin. Kendisi kötü olduğu halde başkalarını ıslah etmeye kalkışman en büyük ayıplardandır. Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.
C.5.4
a.
Hz. Ali ile İlgili Doğru Olmayan Rivayetler
“Ali de bir peygamberdir” iddiası
Bu iddia, Muhammed’le birlikte Ali’nin de peygamber olduğunu söyler. Ancak, Allah son Peygamberin Muhammed olduğunu söylemektedir. Kuranın bozulması, değiştirilmesi söz konusu değildir. Allah’ın kime elçilik vermesi gerektiğini söylemek, ya da Kuran’a eksik, yalan isnat etmek kınanmıştır.
“Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, (bütün tahriflerden) onu yine Biz koruyacağız.”(15 hicr 9) “…Muhammed, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” (33 ahzab 40) Eğer Hz. Ali da peygamber ise, neden Allah ondan bahsetmedi diye sormak gerekir. Allahın unutkan değildir, yalancı da değildir. Kuranda Allahın sözleri dışında bir uydurma veya eksik yoktur. Eğer eksik olsaydı, Ali’nin de peygamber olduğunu yazılmamış derdik. Oysa Allah’ın sözleri bir tek Muhammed Elçiye indirildi. “Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık. Sonra onun can damarını elbette keserdik. Sonra O'ndan yürek damarını kesiverirdik. O vakit, sizden hiç biriniz O’na engel de olamazdınız. Şüphesiz Kuran, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.”(69 hakka 45-48) “Elçiye gelmesini yakıştıramayanlar ya da, başkalarına da gelmesini bekleyenler yanlış düşüncededirler. Ne yani! (İlahi) uyarı, içimizden bir tek o'na mı indirildi?" Evet, onlar yalnız Benim uyarıma karşı şüphe içindeler. Evet, onlar henüz Benim azabımı tatmadılar.” (38 sad 8)
b. Hz. Muhammed Ehli Beytini Vasiyet Etti İddiası “Muhammed Peygamber, Veda Haccında, ümmetine iki emanet bıraktığını, bunların Kuran – ı kerim ve Ehlibeyt ( Ailesi ve torunlarını) olduğunu söylemiştir” iddiası. Ehli Beyt’e (Muhammed Peygamber’in ailesi) uyma sorunlu ve çelişkili rivayetler sonucu bize ulaşmıştır. Eğer peygamber bunu söylemişse
bile, buradan, o kişilerin her dediğine uymak söz konusu olamaz. Hele ki, bu anlayıştan, Ali’nin soyuna kadar bir soy birliği kuruluyor ve bazı insanlara uyulması isteniyorsa bu kesinlikle yanlıştır. Çünkü İslam, bir saltanat sistemi değildir, her birey kendi tercihini kendisi yapar ve Peygamber kendi çocuk ve torunlarının iyi veya kötü olup olmayacaklarını bilemez. Peygamber, Ehli Beyti’ni emanet bırakmışsa, bunun anlamı ancak bir kişinin ailesini yakınlarına emanet edilmesi olarak anlaşılabilir. Rivayetlere bakacak olursak, Peygamberin ölümünden 200 yıl sonra yazılan hadis kitaplarında Hz. Ali’yi yerin dibine geçiren pek çok rivayet olduğu gibi, onu öven, göklere çıkaran rivayetler de vardır. Eğer tutarlı olmak istiyorsak hepsini almalıyız. Ali tarafları Onun halifeliğiyle ilgili hadis üretirken, Muaviye taraftarları, kendilerini öven hadisler türetmişlerdir ve ne hikmetse hepsi bu hadis kitaplarında yer almıştır! Bu rivayet kütüb-i sitte denilen hadis kitaplarında geçer. Aynı kaynaklarda şu rivayetler yer alır: “Peygamber iki şey bırakıyorum dedi, Biri Kuran biri de Sünnetimdir dedi. Başka bir rivayet ise şöyle: Size, sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı” .(Müslim) “Allah’ın Kitabı’nı vasiyet etti!”” (Buhari) “Resulallah buyurdular ki: “Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâla’nın Kitabı’dır. O, Allah’ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terk ederse dalâlete düşer. İkincisi neslim, Ehl-i Beytim’dir.” (Müslim) “İmam Malik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünneti.”(Muvatta)
Bu çelişkiler içerisinde, Kuranda ortak noktaysak oraya soralım. Allah Kuran’ın eksik olmadığını ve bizim yalnız Kuran’dan sorumlu tutulacağımızı söylüyor. Peygamber bize yalnız Kuran’ı bırakmıştır. “Andolsun, biz bu Kuran’da insanlar için her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Fakat insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.” (18/54) “Şüphesiz bu Kuran, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.”(43/ 44) Sonuç: Bu rivayetin güvenilirliği yoktur. Alıntı yapılan kitaplar oldukça sabıkalı ve tutarsızdır. Allah ise, Muhammed ve Ali’nin inandığı kitaba uymayı emreder. Ehli beyti genişletip torunlarını vs katmak ve Peygamberin soyuna uymaya çağırmak Kuran’a terstir. Kaldı ki, İslam atalar dini değildir, bir saltanat sistemi yoktur ki baba kadar oğlu da doğru olacaktır gibi bir anlayışa sahip olsun. Nitekim Nuh Peygamberin oğlu, Lut’un karısı Peygambere inene uymamışlar, kendi hevalarına göre yaşamışlardı.(bkz. Kuran, 11/ 42)
Geleceği kimse göremeyeceği gibi, insanların ölmeden önce değişip değişmeyeceğini de bilemez. Peygamberin geleceği göremeyeceği dolayısıyla görmediği ve torunlarının ve onların torunlarının gelecekteki iyi-kötü durumlarını bilmeyeceğinden bu iddia geçersizdir. Bir kişi ilk başta iyi olup, sonra kötü de olabilir ayrıca Peygamber görmediği torunları hakkında bir tahminde bulunması iddiası bile dayanaksızdır. Peygamberin, gaybı bilmediğini ayet şöyle açıklıyor: “Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum; gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için,
“Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez” de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum.” (11 hud 31) Kimin iyi kimin kötü olduğu veya zamanla değişip değişmeyeceğine dair kimse bir şey söyleyemez. Peygamber’e kendi zamanında arkadaşları arasında kötü insanların olduğu söylenmiş ama kim olduklarını söylememiştir. (bkz. Kuran,9 tevbe 101) Bu kötü insanlar, Peygamber öldükten sonra iktidar sevdasıyla ve Onun ailesine yaptıkları eziyetlerle gerçek yüzlerini ortaya çıkarmışlardır. Ayrıca, ayette söylendiği gibi, bir takım kişilerin ardından gitmek Allah tarafından kınanır. “Siz Allah’ın yanı sıra/ altı sıra ; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/ 40) Ehli Beyti arkadaşlarına emanet bırakmışsa bile Muhammed Peygamber, bunun anlamı ancak bir kişinin ölmeden önce çevresine onlara bakmalarını vasiyet etmesi olarak algılanabilir. Yani, Peygamber ailesini yakın arkadaşlarına emanet etmiş olabilir. Buradan başka anlamlar çıkarmak ve dinden bir emir gibi algılamak gerçeğin üzerini örtmek olur.
c. “Kuran Ali’ye gelecekti, Melek yolunu şaşırdı, vahiy Muhammed’e gitti” İddiası Bu rivayete göre oluşacak sorunlar şunlardır: Melek hata yapıyor, Allah hata yapıyor, Allah haksızlık ediyor. Oysa, melekler güvenilirdirler ve Allah’ın kontrolündedirler ve Allah hata yapmaz, unutmaz, yanılmaz. Bu iddiaya bilinmeyen hakkında atıp tutmaktır, bir dayanağı yoktur. Ayrıca, madem eninde sonunda birine indirilmiş, o zaman kime indirildiğinin bir önemi yoktur, Kuran’a uymak, onun içinde yazanlara bakarak karar vermek gerekir. Bu söylentiye göre Melek hata yapıyor. Oysa, Vahiy getiren melekler güvenilirdirler ve Allah’ın kontrolü dışında iş yapmazlar. “Şüphesiz bu Kuran, âlemlerin Rabbi’nin indirmesidir. Onu «güvenilir ruh» (Cebrail) indirdi. Senin kalbin üzerine, ta ki, sen korkutuculardan olasın. Açık seçik Arapça bir dille indirdi. O, elbette ki öncekilerin kitaplarında da var”(26 şuara 193-196). “Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na aittir. Rab’in (asla) unutkan değildir.” (19 meryem 64) Meleğin kontrolü elinde olan Allah olduğuna göre, Allah hata yapıyor. Bu anlayışa göre, vahiy yanlışlıkla Yezide ya da Kuranda lanetlenen Ebu Leheb’e de gidebilirdi. Oysa Kuran’a göre Allah yanılmazdır, Allah unutmazdır ve her şeyi bilendir. “Rabbim, yanılmaz ve unutmaz.” (20 taha 52) “Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah'tan saklı değildir.”(3 ali İmran 5). “Dedi ki: “Onların ilmi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.””(20 taha 52).
“Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, gizliyi de, ondan daha gizlisini de bilir.” (20 taha 7) “De ki: Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir”(3ali İmran 29).
Unutan bir Allah, günah işlemek isteyenlerin işine yarar. Oysa herkes yaptığının karşılığını görecektir. "Bugün, yaptığınız her şeyin karşılığını göreceksiniz!”(45 casiye 28). “Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür”(99 zilzal 7-8). “Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz”(16 nahl 93). Kuranda, vahyin Muhammed Peygamber’e geldiği açıkça yazmaktadır. Eğer aslında vahiy Ali’ye gelmiş olsaydı içinde bu yazmazdı. Bu durumda, Muhammed Peygamber kendi adını Kuran’a ekledi gibi bir iddia ortaya atılır. Bu da, Kuran ayetleriyle çelişir. Çünkü, Peygamber’e bu Kuran’ı değiştir diyenlere karşı, “onu değiştiremem” demiştir. “Ayetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (10 yunus 15) Bu iddia, hem Kuran değişitirilmiştir demektir hem Peygamber yalan söylemiş, sahtekarlık yapmış hem de Allah bunlara müdahale
etmemiş ve bu haksızlıklara göz yummuş demektir. Açıktır ki, bu hem Allah’a hem Muhammed Peygamber’e hem de Hz. Ali’ye iftiradır.
Ayrıca bu anlayışa göre, aslında Ali’nin hakkı olan makamı Allah Muhammed’e vermiştir yani, Allah haksızlık etmiştir(!). Ancak Allah haksızlık etmez. “Şüphesiz Allah, kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz; eğer hayırlı bir iş varsa onu kat kat arttırır ve rahmetinden büyük bir ödül bahşeder” (4/40). Oysa, Kuran’ın kime indirileceğine, ya da kimin hak edip etmeyeceğini Allah iyi bilir. “Ve dediler ki: ‘Bu Kuran, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?’ Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz bölüştürdük ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri, diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.”(43 zuhruf 31-32)
Üstelik Allah’ın kime ne göndereceği konusu, bilinmeyen hakkında atıp tutmaktır. Madem yanlışlıkla Hz.Muhammed’e gitti, Hz. Ali aslında kendisine geleceğini nereden bildi? Aslında Allah’ın ona indirecek olduğunu nereden biliyorsunuz? Bu inanışın Tanrısı nasıl bir Tanrıdır ki, hem hata yapabiliyor bir de üstüne, hatasını kulundan gizleyemiyor. Allah tüm bu yakıştırmalardan yücedir (!). Allah hakkında uydurmaların hepsinden Allah yücedir. Kuran’ın kime indiğinden çok, inmiş olması önemlidir. Eğer amaç Allahın hoşnutluğunu kazanmak ise, indirilmiş olan kitabı okumak ve ona uymak gerekir. Muhammed bir elçidir. Peygamberlerin sonuncusudur. Kuran da ona indirilmiştir.
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.”(33 ahzab 40) “Biz, Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.” (4 nisa 163) “(Ey Muhammed !) Sen, Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir.” (6 enam 106)
d. Peygamberin, “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. Şehri dileyen kapıya gelsin, Ali insanların hayırlısıdır. Kim bunu kabul etmezse, gerçekten kafir olmuştur” dediği iddiası. Peygamberin Hz. Ali’de gördüğü bilgiyi ve çalışmayı övmesi doğaldır. Çevremizdeki güzellik ve başarıları biz de övmeliyiz. Bu cümledeki sorun ikinci kısmıdır. “Bunu kabul etmeyen kafir olur” sözünün hiçbir sağlam dayanağı yoktur.
e. Hz. Muhammed, “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et. Onu horlayanı horla. Nerede olursa olsun gerçeği onunla birlikte kıl.” şeklinde dua etmiştir iddiası.
Bu sözde aslında çok da rahatsız edici bir şey yok, fakat bunu siyasi olaylar için ve günümüzdeki cemaatlerine, gruplarına çağırmak için kullanıldığında zararlıdır, yanlıştır. Mevla, Arapçada dost, sahip anlamına gelmektedir. Hz. Ali, İslam ve Peygambere destek konusundaki işleri tarihi olarak kayıtlıdır. Böyle bir duayı Peygamberin, gördüğü ve İslam için çalışan kişiler için yapmış olması normaldir. Ancak, bu sözden, Peygamberin ölümünden sonrasının siyasi olayları için kullanacak olursak, yanlış yapmış oluruz. Yoksa, “bir kişi ne yaparsa yapsın hem yanında yada hep karşısında olmak gibi” kesin yargıya, hüküm koyma yetkisine kimse sahip değildir. Kişilere, doğru yaptıkları sürece uyulur. Hak ve Adalet için çalıştığı müddetçe, doğru sözlerine uyulur. İslamda, mutlak itaat yada mutlak düşmanlık yoktur. Siyasi olaylarda taraftarlar olabildiğine kendi desteklediklerini iddia ettikleri kişileri övücü, diğerlerini yerici sözler yaymışlardır. Ayrıca bugün çeşitli dini liderlerinin sözlerini Allah’ın sözü gibi kabul ettirmek için, bu gibi Ali’ye dayanan sözleri kullanmaktadırlar. Tarihte Ali’ye yapılan haksızlıklardan yola çıkarak, Kuran’la uyumlu olmayan söz ve davranışları meşrulaştırmaya gitmektedirler.
f.
Deyişlerdeki Hz. Ali Düşüncesi
Hz. Ali ile ilgili şiirlerde, deyişlerde ve türkülerde onu övmek amacıyla pek çok ifade yer almaktadır. Ancak, bazı ifadeler sadece Allah’ın özellikleri olması gerekirken, Hz. Ali’ye söylenmiştir. “ Ali İncil, Ali Tevrat, Ali Zebur, Ali Kur’an, Ali Fazl’ur – Rahman, Ali’dir sümme vech’ul-lah.”
Hz. Ali için söylenen bu sözler bir abartıdır. Ali, bir insandır. O hem İncil, hem Tevrat hem Zebur nasıl olabilir? “Alidir sümme vechullah” demek, “Allahın yüzünden, zatından sonra Ali’dir” demektir. Burada ne denmek istendiği hem açık değildir hem yanlış anlamalara fırsat verebilir. Kuran’da yalnız Allah’ın yüzünün, hoşnutluğunun aranması emredilir. Onun hoşnutluğunun yanında bir de, Ali’nin hoşnutluğu gibi bir anlama geliyorsa, bu yanlış bir yorumdur. “Ali evvel, Ali ahir; Ali Tayyib, Ali Tahir; Ali batın, Ali zahir; Ali göründü gözüme. Ali candır, Ali canan; Ali rahim, Ali rahman; Ali dindir, Ali iman; Ali göründü gözüme.” Evvel demek, öncesi olmayan; Ahir, kendisinin sonu olmayan; Tahir, temizlenmiş; Batın, görünmeyen; Zahir, görünen demektir. Ancak bu sıfatlar kesinlikle bir insana ait olamaz. İnsanlar ölümlüdür ve ezeli, ebedi değildir. İnsan görünendir, görünmeyen insan yoktur. Ali, hem görünen hem görünmeyen nasıl olmaktadır ve bunun Kuran’la açıklaması nedir, sorulması gerekir. Rahim, merhametli; Rahman, bağışlayan demektir. Bu sıfatların da Kuran’da Allah’ı tanımlarken kullanıldığını görürüz. “Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla.” (1 fatiha 1) Ali dindir, Ali iman derken de aşırı bir övgü ve Kuran’ın mesajıyla bir çelişme söz konusudur. Allah katında din ve iman kişilere bağlı değildir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali hayatlarında doğrular için çalışmışlardır ve bize düşen onların uğruna mücadele verdikleri şekilde Kuran’a uymaktır. Onlar da her insan gibi ölümlüdür ve ölmüşlerdir. İnsanlar ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, onları aşırı yüceltmek doğru değildir. Allah herkese karşılığını verecektir. Biz ise, onları yücelttiğimizi sanırken, aslında dinle
uyuşmayan davranışlarda bulunmuş olabiliriz. Allah’ın dini bir kişiye bağlı değildir. “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.” (3 ali İmran 19) Demekki din Ali değilmiş. Peygamber dahil ölebilir ancak aslolan kitaba uymaktır. Aynı şekilde, Ali ölmüştür. O da sadece bir kuldur. Hayatlarında da, insanlara insanüstü özellikler verilmesine ve Allah’tan başka dua eden iananışların yanlışlığını anlatmaya uğramışlardır. “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3 ali İmran 144) “De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.”” (18 kehf 110)
Sabahat Akkiraz’ın seslendirdiği ünlü bir Alevi türküsü olan “Kerbela” türküsünden bir bölüm: “Hüseyin Attan Düştü Sahra-I Kerbelaya Cibril Kurban Haber Ver Sultanı Enbiyaya Yektir Ali Tektir Ali Ali Şahtır Ali Ali Ali Cansın Ali, Ali Ali Yar Ali” Türküde, Peygamber torunu Hz.Hüseyin’in Kerbela’da şehit düşmesi anlatılıyor. Hz. Hüseyin’in kerbelada zor durumda kaldığını anlatıp Cebraile sesleniyor. “Cibril, Sultan-ı Enbiyaya (Peygamberler
Sultanına) haber ver” diyor. Yani, Cebraile seslenişte bulunuyor ki Peygambere haber versin diye. Böylece sorunun çözümü için Peygamber yardıma koşacak sanki. Oysa, İslamda en önemli şey, bir yakarışta bulunulacağı zaman, yalnız Allah’tan yardım dilemektir (1 fatiha 5). Peygamber de, Hz. Ali de, Kerbela sırasında ölmüştü. Ölüyken nasıl yardım edebilirler? Türkü sözlerinde, “Yektir Ali, tektir Ali” denmektedir. Yeklik ve teklik Allah’a aittir. Eşi ve benzeri olmayan Allah’tır. Ali ise, bizim gibi insandır. Onun iyi bir insan olduğunu anlatmak için bu gibi aşırı ifadeler doğru değildir.
Ali’yi aşırı övmek ve onu yüceltmek Hıristiyanların İsa’yı yüceltmesine benziyor. Hristyanların İsa’yı yücelterek, ona insanüstü özellikler yakıştırmaları, Allah’ın oğlu veya Allah’a eşittir demeleri; Alevilerin Ali için, “Allah’ın yüzü, Allah’ın peygamberi”, Allah’ın insanüstü özellikler verdiği bir kişi olarak anlatılması ve inanılmasına benziyor. Sünnilerde de, bu Muhammed Peygamber ve bazı sahabeler için yapılamktadır. Oysa Allah İsa’nın da insanların arasından ayrıldıktan sonra hiçbir şeyi göremediğini, kendisinin yüceliğini uydurarak Allah’a ortak koşmaya değil, Allah’ın yüceliğini anlatmaya çağırdığını anlatır. “Allah, kıyamet günü şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ın yanı sıra/altısıra beni ve anamı iki ilâh(yüce, ulaşılmaz) edinin, dedin?’ İsa da şöyle diyecek: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Hakkım olmayan bir şeyi söylemem, benim için söz konusu olamaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım,
elbette sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen gaybları hakkıyla bilensin.’” (5 maide 116) “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” (5 maide 117) Hz. Muhammed de ölümlüdür. “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3 ali İmran 144) Görüldüğü üzere, yaşamında Allahın emrini yapan İsa, öldüğünde artık insanları göremez, onların ne yaptıklarından habersiz olmuştur. Muhammed Peygamber ve Hz. Ali için de aynı şey geçerlidir. Ali öldü diye, O’nun uyduğu mesajdan dönecek miyiz? Eğer Hz. Ali kendisi hakkında bu söylenen aşırı yüceltmeleri ve sadece Allah için söylenebilecek şeyleri görseydi, kesinlikle bundan hoşnut olmazdı. Hayatı boyunca da bunun mücadelesini vermişti.
C.6. ALEVİLİKTE HIZIR İNANCI
C.6.1
HIZIR’IN Sözcük Anlamı
“Hızır” sözcüğü; kelime olarak “yeşil” demektir ve baharı simgeler. Bu kavram ilkel toplumların çok tanrılı inançlarındaki, belki “Bitki Tanrısı” denilebilecek bir kavrama karşılık gelmekte iken, daha sonra kişileştirilmiştir. Halife Ali için de Hızır’a yakıştırılan sözler yakıştırılmış, hatta aynı kişi olduğu da iddia edilmiştir. Burada Hızır hakkında söylenen ve olağanüstülüklerin Kuran’la çelişmesi durumu, Ali hakkındaki olağanüstü özellikler için de geçerlidir.
C.6.2
HIDIRELLEZ bayramı
Hıdrellez kelimesi, Hızır ve İlyas isimlerinin halk ağzında söylene söylene birleşmesinden ortaya çıkmıştır. Hıdrellez, karada yardıma koştuğu iddia edilen Hızır’ın ve denizde yardıma koştuğu iddia edilen İlyas’ın bahar zamanı bir araya gelmesini bayramı olarak kutlanır. Bu bayram, merkezini özellikle Batı Türkleri arasında, bugün kullanılmakta olan Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs (eski lülyen takvimine göre 23 Nisan) günü kutlanmaktadır. Zamanla, İlyas kelimesi kaybolmuş ve Hızır kavramı daha fazla ortaya çıkmıştır. Baharın gelişiyle ilgili kutlamalar Müslümanlara Hızır, Hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslam’la da Hıristiyanlıkla da ilgisi yoktur. Ortadoğu ve Balkanlar’da hem Müslümanların hem de Hıristiyan halkların kutladığı bu ‘Yaz Bayramı’nın kökü İslam ve Hıristiyanlık öncesi İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Tamamen mitolojik (uydurma) hikayelerle oluşturulan ve baharın gelmesiyle bütünleştirilen bu anlatılardaki ölümsüzlük fikrinin ve insanların yardımına koşan, dualarını kabul eden bir figürün Allah
dışında başka kişilerde olma iddiası, İslam açısından yanlış olduğu ilerideki bölümde delilleriyle açıklanacaktır.
C.6.3
Dinlerde Hızır Figürü
Müslümanlardaki Hızır inancı Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki benzer inançlardan etkilenmiştir. Ayrıca, Mutasavvıflar tasavvuf ve tarikatlarda büyük önem verilen “hırka, zikir ve tarikat esasları” gibi hususları kendilerine Hızır’ın telkin ettiğine inanmışlardır. Tasavvufa Hızır aracılığıyla giren zümreye Hızıriyye denir. Şiilerde de Hızır inancı önemli bir figürdür. Ali ve oğullarıyla Hızır arasında çeşitli rivayetler uydurarak, inanç temellerini bunun üzerine oturtmuşlardır. Ancak, ifadeler ve inançlardaki çelişkiler ve Kuran’la çelişmesi gibi sebeplerden dolayı İslam’la ilgisi olmayan bir inançtır. ‘İnsan olarak düşünülen Hızır’ inancı, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik, Şamanizm ve Eski Yunan dinlerinde yer almaktadır. Özellikle de Yahudilikteki İLYA inancı, Hızır inancı ile tıpatıp aynıdır. Kitab-ı Mukaddes’e (Tevrat’a) göre İlya, Yahudi mistiklerine görünmekte, onlara gizli hikmetleri öğretmektedir. Yahudi mistikleri de yollarda, çöllerde İlya’ya rastladıklarını ondan bilgi aldıklarını, maddi ve manevi yardım gördüklerini anlatırlar. Hızır telakkisi Nusayriler başta olmak üzere aşırı Şiiler (Galiyye), Yezidiler ve Dürziler arasında önemli bir yere sahiptir. Kuran ve sahih hadis kitaplarında anlatılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun sonucunda birbiriyle ve İslam inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslam coğrafyasında yerli kültürlerden kaynaklandığı, mesela Yahudilikteki Elijah ve Hıristiyanlıktaki Saint George (Circis) inançlarının halk kültürünün oluşmasında etkili olduğu söylenebilir.
Şii kesimin Hızır’ı böyle sahiplenmelerinin bir nedeni de yine rivayetlere dayanmaktadır. Rivayetlere göre Hızır, Ali’nin cenaze namazına katılarak ehli beyte başsağlığı dilemiş, hatta Hüseyin şehit edilince de arkasından mersiye okumuştur. Bu rivayetlerde Hızır’ın, Ali ve Hüseyin şehit olurken nerelerde ne yaptığı, niye bu katliama engel olmadığı hakkında bir bilgi olmadığı gibi, rivayetlerdeki ravilerin de Nevf b.Fudala el bekkali ve Ka’bü-l Ahbar gibi Yahudi kökenli kişiler oluşu dikkat çekicidir. Yani, kendilerinde olan uydurmaları, Peygamberin ölümünden sonra, İslam’a eklemeye çalışan kişilerdendirler. Hızır bazen Hz. Ali’nin adı olarak da kullanılır. “Mihman Ali’dir” (misafir Ali) derken de, O’nun Hızır olduğunu, misafir gibi gelip gittiğine inanılmaktadır. Oysa Ali, Allah’ın sade ve sorumluluk sahibi bir kuludur ve ölmüştür. Özellikle de Şii kesim, “Ali sülalesinin ve dolayısıyla da Şiilerin kutsal rengi” ‘yeşil’ saymaktadır. İslam’ın rengi olarak kabul edilmektedir. Oysa İslam’da renklerin birbiri üzerinde hiçbir üstünlüğü yoktur. En fazla, Peygamber zamanında sıcak iklimden dolayı, sıcaktan en az etkilenmek için açık renk kıyafetler giyilmesi tavsiye edilmiş olabilir. Arap toplumunun sıcak ve kurağında, yeşillik, orman gibi kavramlar çok önemli olduğundan o toplumda yeşilin ayrı bir önemi olmuş olabilir. Ancak buradan İslam’a çıkarım yapılamaz. Nitekim kutuplarda inseydi Kuran, güneş önemli olduğundan, o toplumda sarı, kırmızı gibi sıcak renkler diğerlerine göre daha değerli görülebilirdi.
C.6.4
İslam Coğrafyası’nda Hızır Anlayışı
Piyasada dolaşan yüzlerce tasavvuf ve tarikat kitapları ile evliya menkıbelerini konu alan kitaplarda, Hızır’dan ve onun
kerametlerinden bahsedilmektedir. Hızır hakkında birçok yalan ve yanlış olaylar uydurulmuş, bu olayları konu alan belki de yüzlerce kitap yazılmıştır. İmam Gazali, İbn Arabi, Hacı Bektaşi Veli kitaplarında Hızır’la alakalı iddialardan oluşan yüzlerce şey yazmışlardır. İmam-ı Gazali İhya kitabında Hızır’ın bazı tasavvuf ileri gelenleriyle görüşmelerini nakletmiştir. Muhyiddin İbn Arabi tarafından yazılmış ve Hızır’la birçok kez karşılaşıp konuştuklarını anlattığı Fütuhat; Hacı Bektaşi Veli tarafından yazılmış ve Hızır’la yapılmış olan görüşmelerin yer aldığı Makalat; İmam-ı Rabbani tarafından yazılmış ve yine Hızır’la yapılmış olan görüşmelerin yer aldığı Mektubat adlı eserler, bu kitaplardan birkaç tanesidir. Hızır inancı İslami bir inanç olmayıp, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Şamanizm gibi, tahrif olduğu için batıl hale gelmiş dinlerin mensuplarında görülen bir inançtır. İslam dininin ana kaynağı Kuran’a göre de anlatılan özelliklerde bir kişi veya varlık yoktur. Hızır’la alakalı pek çok mucizevi hikaye anlatılmıştır. Tasavvufta İbn Arabi ile kitaplarda tasvir edilmeye ve gündemde tutulmaya başlanan Hızır’ın başlıca özellikleri ölümsüz olması, gaybı (geleceği ve bilinmeyeni) bilmesi, ihtiyacı olana yardım etmesi gibi özelliklerdir. İlk olarak Hızır’a yakıştırılan temel bazı özelliklerin Kuran’la ne kadar çelişki içerdiğini inceleyeceğiz. Allah dışında kimse, ölümsüz değildir, gaybı bilemez ve dualara karşılık veremez.
C.6.5
Hızır İle Genel Rivayetlerin Değerlendirilmesi
a. Hızır Ölümsüzdür İddiası
Hızır’ın ölmeyen bir insan olduğu iddia edilmiştir. Ancak, Allah hiçbir insana ölümsüzlük vermediğini net bir biçimde belirtmiştir. Aslında bu sadece Hızırla ilgili değil, Ali’yle ilgili de bir iddiadır. Bu nedenle, ister Hızır ister Ali adına bu tür iddialara aşağıdaki ayetler itiraz edecektir. “(Ey Muhammed!) Biz senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik, şimdi sen ölürsen bunlar kendilerinin sonsuza kadar yaşayacaklarını mı sanıyorlar?” (21 enbiya 34) “Allah’ın öteden beri işleyip duran kanunu (budur). Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.” (48 fetih 23) “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. “(3 ali İmran 185). Dolayısıyla, hiçbir insanın ölümsüz olması mümkün değildir. Allah böyle bir şeyi yaratmadığını kendisi söylemektedir.
b. Hızır Gaybı Bilir İddiası Hızır’ın ve/veya Ali’nin gaybı (görülmeyeni) , geleceği bildiği iddia edilmiştir. Gaybı yalnız Allah bilir. Allah istediği Peygamberlere birtakım bilinmeyen haberleri anlatır ancak bu bildirilen gayb haberleri de Allah tarafından bize açıklanmıştır. Allah’ın kitaplarında bildirdikleri dışında gayb hakkında Peygamberlerin bile gaybı, geleceği geçmişi ve kendi insan gözleriyle görebildiklerinden başkasını bilemezler. Dolayısıyla, Hızır hakkındaki bu iddialar, O’nun bir peygamber olduğu varsayılsa bile doğru olmaz. Hele ki, O’nun gaybı bilmesini bir tür güç
olarak göstermek ve bununla zararları kendinden uzaklaştırabileceğini iddia etmek yanlıştır. Buna en güzel cevabı Kuran’da Peygamberler veriyor; Biz gaybı bilmeyiz, bilseydik hep kendimiz için iyilik güzellik isterdik, hiçbir kötülük de başımıza gelmezdi derler. Zaten kendilerine bir yarar veya zarar vermeye kudretleri yoktur. (Gayb, normal olarak görülmeyen, bilinmeyen anlamına gelir. Geçmiş zamanda ya da gelecekteki bir olay bilinemeyeceğinden bunlar gayb olarak nitelendirilir. Duvarların arkası, başka semtteki birisi normal şartlarda görülemeyeceğinden de bunlar da gayb olarak nitelenebilir. Mucizevi olarak anlatılanları gayba dahil edebiliriz, teknolojik olaylar olayı gayb olmaktan çıkarır. Mesela, kimse dün bir yerde ne yaşandığını bilemez, ancak kamera varsa oradan izleyebiliriz. Mesela, kimse anne karnındaki bebeğin ne olacağını bilemez ancak ultrasonla bilinebilir, o zaman gayb olmaktan çıkar. Mikroplar, hücreler gözle görülmeyebilir ancak mikroskopla görülünce gayb olmaktan çıkar. Bu eşyaları kullanan herkes de görebilir bunları, özel bir kişiye ve duruma ait değildir. Ancak bir kişinin kendinde olan özel güçlerden dolayı normalde görülemeyen bir olayı gördüğü iddia ediliyorsa, buna Allah’tan alındığı iddia edilsin veya edilmesin Allah kesinlikle karşı çıkmaktadır.)
Gaybı yalnız Allah bilir ve buna kimseyi ortak etmez.
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde) olmasın.” (6 enam 59) “O (Allah), gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz, bazı Peygamberleri dışında..”(72 cin 26)
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp ‘siz(den sonra davetiniz)e ne derece uyuldu?’ diyeceği, onların da, ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok. Gaybları hakkıyla bilen ancak sensin’ diyecekleri günü hatırlayın.” (5 maide 109) “… (Allah’ım) Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen gaybları hakkıyla bilensin.”(5 maide 116)
Peygamberler gaybı (görülmeyeni) bilmedikleri gibi, kendilerine bir yarar veya zarar verme gücüne de sahip değillerdir. Peygamberlerin görevi Allah’ın getirdiği mesajı iletmektir.
“De ki: ‘Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.’” (7 araf 188) “De ki: Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (6 enam 50) “De ki: «Ben peygamberlerden ilk defa (gelmiş biri) değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben, bana vahyolunmakta bulunanlardan başkasına uymuyorum. Ben (Allahın apaçık uyarıcıdan başkası da değilim».”(46 ahkaf 9)
Peygamber kıyametin ne zaman kopacağını da bilemez.
“Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vaktinde ancak O (Allah) ortaya çıkaracaktır. O göklere de, yere de ağır basmıştır. O, size ancak ansızın gelecektir.” Sanki senin ondan haberin varmış gibi sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi sadece Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.”” (7 araf 187)
Yalnızca bazı haberler, Kuranla (vahiyle) birlikte Peygambere bildirilmiştir:
“O bütün gaybı bilir. Fakat gayblarını kimseye açmaz. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda (mesajı korumak için) o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir. Böylece (Allah) elçilerinin, Rab’lerinin mesajlarını gereğince tebliğ ettiklerini bilmek (yani fiilen görmek) ister. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa her şeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.” (72 cin 26-27) Örneğin; Hz. Yusuf ve Meryem’in yaşadıkları Hz. Muhammed’e vahiyle bize gayb haberi olarak bildirilmiştir: “Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kura çekerlerken sen yanlarında değildin. (Bu konuda) tartışırlarken de yanlarında değildin.” (3 ali İmran 44) İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.(12 yusuf 42)
c. Hızır Duaları Duyar ve Karşılık Verir İddiası
Hızır’ın(ve/veya Ali’nin) her an insanların yardıma koştuğuna dair inançlar söz konusudur, oysa Kuran’a göre duaları yalnız Allah kabul eder, başka hiçbir şey kimsenin yardım duasına karşılık veremez. Hızır’ın yardıma koşması hakkındaki bazı genel inançlar şöyledir: “Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar bir adam, genç veya bir çocuk olabilir. Kuş, tavşan vs. gibi her türlü hayvan biçimlerine girebilir. Göz açıp yummadan uzun mesafeleri kat edebilir. Yardıma ihtiyaç duyulduğu bir anda görünüp, işini bitirince hemen yok olur gider. Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir. Onları kendi hizmetinde kullanabilir. Ölü insanları diriltme kabiliyetine sahiptir. Havada, boşlukta yürüyebilir; su üstünde batmadan dolaşabilir.”(!) Neden Allah’tan başkasına dua edilir, yardıma çağırılır ki? Allah duaları işitiyorsa, her şeyin üzerinde güç ve hakimiyet sahibiyse ve istediğini yapma hakkına sahipse; Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoksa ve çok merhametli ve cömertse; Allah, “yalnız bana dua edin, size karşılık vereyim” diyorsa ve verdiği sözden hiç vazgeçmiyorsa, neden başka birine dua etmeye ihtiyaç duyulsun? Allah’ın kitabı Kuran’a göre, yardıma yalnız Allah çağrılır. Eğer Allah’tan başkası yardıma çağrılıyorsa bunun anlamı, o duayı kabul edeceğine inanılan şeye/kişiye ibadet/kulluk ediliyor demektir. Ancak, Allahtan başka yardıma çağrılanlar hiçbir şeye karşılık veremezler, dualara karşılık veremezler, onların hepsi de yaratılmış kullardır, dolayısıyla başkalarını yardıma çağırmak kimseye bir fayda sağlamaz, hatta Kuran’a uymadığından zarar vermiş olur. Yalnız Allah’tır duaları işitendir, onlara karşılık verendir, yalnız Allah’a dua edilmelidir. Bize örnek gösterilen Peygamberlerden hiçbirisi de Allah’tan başka birisinden yardım istememişlerdir, her zaman duyan ve duaları kabul eden Allah’tan istemişlerdir. Allah’a duaları kabul edeceğini ümit ederek ve azabından korkarak dua edilmelidir. ( Daha
ayrıntılı açıklama ve sorgulama için, “Alevilerde Dua Anlayışı – Allah, Muhammed, Ali” Bölümüne bakılabilir.)
C.6.6
Kuran ve Hadislerde Hızır
İkinci olarak, Hızır’ın varlığına dayanak olarak sunulan kaynaklar incelenecek. Hızır konusuna ve yukarıda ayetlerle çürütülen iddialara Kuran’dan ve hadislerden delil getirilmeye çalışılmıştır. Hadislerden ve Kurandan çıkarılacak yorumlar, Kuran’ın apaçık hükümleriyle çeliştiği anda yanlıştırlar. Yukarıda sayılan, ölümsüzlük, her işe yardımcı olma, gaybı bilme gibi iddialar ne ayetlerden ne de başka kaynaklardan çıkarılamaz. Ancak Kuran’da ismi belirsiz bir kişiye Hızır adı verilmiş ve Kuran’da geçmeyen özellikler sonradan yüklenmiştir. Hızır adı geçen hadisler ise, pek çok ulema tarafından zayıf olarak kabul edilmiştir. Zaten, Kuran’la çelişen bir hadisi (sözü) Peygamber söylemez.
a.
Hızırla İlgili Hadislerin Zayıflığı
Musa ile “bilgin kul” kıssası, İsrailiyat kültürü altında adeta rivayet bombardımanına tutulmuş ve bu konuda binlerce hikaye, menkıbe yazılmıştır. İşin kötü tarafı, bu rivayet bombardımanı sonucunda Kuran’dan onay almayan ve İslam ilkeleri ile kesinlikle bağdaşmayan, inanışlar etrafta yayılmış ve inanılmıştır. Hızır ile İlgili
rivayet edilen hadislerin zayıf olduğunu bizzat Sünni hadis alimleri söylemektedir. “Kehf suresinde Musa ile “alim kul” kıssasını anlatan ayetlerin tefsirini (!) ve “İlim”i konu alan hadislerde, bu “alim kul”un Hızır olduğu beyan edilmektedir. Bu kitabın Kitabü-l Enbiya ve Kitabü-l İlim bölümlerinde Hızır’dan bahseden hadisler yer almakta ve bu “alim kul”un Hızır olduğu söylenmektedir. Ama Hadis İlminin (!) “Mevzuu Hadisler (uydurulmuş hadisler)” bölümü incelendiğinde ise, Hızır adı geçen hadislerin tümünün yalan ve uydurulmuş olduğunun MÜTTEFEKUN ALEYH olduğu, yani o hadis denen sözlerin yalan ve uydurma olduğunun OY BİRLİĞİ ile kabul edildiği görülmektedir. Bu sebeple tüm bu hadislere şüphe ile bakılır olmuştur.” Hızır konusundaki hadisler genellikle Ubey bin Kab (Kab bin Ahbar) gibi Yahudilikten sonra Müslüman olmuş kişiler tarafından anlatılmışlardır. Bunun anlamı, Yahudilikte uydurmaları Peygamberin ölümünden sonra, hadis altında İslam’a sokmaya çalışmışlardır. Zaten, İbnü Kayyim-i Cevzi ve daha pek çok alim kabul edilen kişi, Hızır’ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır, yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiştir. Zaten, Kuran’la çelişen Hızır inancına karşı, Muhammed Peygamberin zıt bir söz söylemesi mümkün olamaz. Bazı hadisçiler de tarihçilerin kaydettiği rivayetlere göre Hızır’ın Deccal’i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-Işabe, I, 431), Deccal’in karşısına çıkacak kişinin Hızır olacağı (Nevevi, XVIII, 72), Hz. Peygamber döneminde hayatta olduğu ve Peygamber’in elçisi olarak Enes’in kendisiyle görüştüğü (Beyhaki, V, 423), Resûlullah vefat ettiği zaman gelip Ehl-i beyte taziyette bulunduğu (İbn Kesir, I, 141), Ömer b. Ab-dülaziz ile İbrahim b. Edhem, Bişr el-Ha-fi, Marûf-i Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi ve Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi mutasavvıflar tarafından görüldüğü, Hızır’ın denizlerde, İlyas’ın karada yaşadığı, sık
sık bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-Işabe, I, 432), Cebrail, Mikail ve İsrafil ile her yıl arefe günü Arafat’ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır’ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Adem’in bir vasiyetine ve duasına *a.g.e., 1,431), bir kısmı da onun ab-ı hayattan (hayat suyundan) içmesine (Taberi, Tarih, I, 220) bağlamaktadır. Hızır’ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise onun Hz. Musa zamanında, Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler. Bu rivayetler Kuranla çelişir. Çünkü Deccal’in çıkması olayı ve onun özellikleri hakkında söylenenler insanların iddialarıdır ve sağlam bir kaynağı yoktur. Allah kimseye ölümsüzlük vermemiştir. Allah’tan başka kimse dualara karşılık veremez. Peygamberlerin bile bu tür özellikleri yokken, bir insana bu tür özellikler yakıştırmak, Allah’ın özelliklerine bir insanı ortak kılmaktır. “Başta Buhari, İbrahim el-Harbi, Ebû Hayyan el-Endelüsi, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzi, Muhammed Abdürraûf el-Müna-vi, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûti olmak üzere birçok hadis ve tefsir alimi Hızır’ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İbnü’l-Cevzi, Ali el-Kari, Muhammed Derviş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifade etmiştir” [el-Menarü’l-münif, İbn Kayyum elCevziyye s. 67).9
9
*İtalik yazılardaki bilgiler, bu konuda ayrıntılı araştırma yapmış olan, Hakkı Yılmaz’ın Tebyinül Kuran sitesinden alıntılanmıştır+
b. Kuran’daki Musa ve Bir Kul (Bilgin Kul) Kıssası ve HIZIR Kuran’da ‘Hızır’ kelimesi geçmez. Ancak Kehf suresindeki kıssadaki Peygamber olan kişinin Hızır olduğu iddia edilmiştir. Musa ile “bilgin kul” kıssası, (18)Kehf suresinin 60 – 82. ayetlerinde anlatılmıştır. 60 – 64. Ayetlerde Musa’nın genç yardımcısıyla birlikte, yolculuğa çıkması anlatılır. Yolda yiyecekleri balığı düşürünce, geri dönüp onu almaya giderler ve asıl varış yeri balığı unuttuğumuz yer derler. 65. ayetten sonra, Musa ile bilgin kul tanışırlar ve Musa onun bilgisinden faydalanmak isteyince, O, ‘benimle birlikteliğe sabredemezsin’ der ama Musa ısrar edince, yapacağı işlerde bilgin kula o konuyu açana kadar Musa’nın o konuda bir şey sormayacağına dair anlaşırlar. Sonra üç tane olayla karşılaşırlar. Birincisi bir gemiye binerler ve bilgin kul gemiye zarar verir. İkincisi, bilgin kul bir genci (çocuğu) öldürür ve son olarak bir beldeye varırlar, yemek istedikleri halde kimse yemek vermez. Ama bilgin kul oradaki bir duvarı düzeltir. Musa bu üç olaya da itiraz eder, çünkü gemiye zarar verdiğini, çocuğu haksız yere öldürdüğünü düşünür. Yemek bile vermeyen kimselerin bulunduğu beldede ücretsiz duvarı onarmasını ise anlayamaz. Sonra, bilgin kul hepsini açıklar. Eğer gemi sağlam olsaydı, bir sonraki limanda düzgün gemileri gasbeden zorbalar, gemiyi alacaklardı. Çocuğu öldürmeyi ben kendi isteğime göre değil, Allah’ın bildirmesiyle öldürdüm der. Yemek vermeyen o beldede iki yetim çocuğun o duvarın altında hazineleri vardı, onlar reşit olana kadar kimsenin hazineyi bulmaması için yaptım der.
Bu üç olayı, bu kişinin geleceği bilebildiğine, istediğini öldürme hakkına sahip olduğuna delil göstermişler ve Hızır ismini vererek diğer uydurmalarını bunun üzerine oturtmaya çalışmışlardır. Mucizevi olaylar uydurulmuş ve insanüstü figürler ortaya çıkarılmıştır. Oysa hikayede bilgin kul, bulunduğu bölgeyi iyi tanıyan, oradakilerin güvendiği ve orada çeşitli görevleri olan bir kişi olduğu anlaşılmalıdır. Gemiye zarar verdiğinde kimsenin ona ses çıkarmaması, ona güvenildiğinin bir göstergesidir. Bir kişinin öldürülmesine halkın da hak vermesi (çoğul ifadesiyle anlatım), kimsenin bir cinayete sessiz kalmasını düşünemediğimize göre, o şehirde bunun halk tarafından da kabul edilebilir bir ceza olarak öldürülmesinin normalliğini anlatmaktadır. Üçüncü olayda ise zaten belirttiği gibi, bu olaya mahsus olmak üzere vahiy ile Allah’ın ona bildirmesi anlatılmaktadır, bu da O’nun bir peygamber olduğunun göstergesidir. Kıssayı ayrıntısıyla incelemek isteyenler için, İsmail Hakkı Yılmaz’ın “İşte Kuran” eserinde anlattığı şekliyle alacak olursak; Musa ve “bilgin kul” tanışmışlardır. Musa, onun bilgin birisi olduğunu, doğru yolu bulma konusunda kendisine çok bilgi verilmiş olduğunu öğrenmiştir. Ve ondan “doğru yolu bulma konusunda ona öğretilenlerden öğrenmek için”, onun öğrencisi olmayı istemektedir. Ayetlerle birlikte inceleyelim: “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona: Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?” dedi. O: Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin. Ve olayı anlamadığı şeye nasıl sabredeceksin! Dedi.” “Musa: ‘İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem.’ dedi. O: ‘O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey
hakkında soru sorma, ta ki ben sana ondan söz açıncaya kadar.’” (18 Kehf 65-70) Musa’nın o yöre ve “bilgin kul” hakkında bilgisinin olmadığı bellidir. Çünkü o bölgeye yeni gelmiş ve “bilgin kul” ile yeni tanışmıştır. Ama “bilgin kul”un ifadelerinden anlıyoruz ki, “bilgin kul” o yörenin insanıdır ve bir takım görevleri vardır. Zira “bilgin kul”, Musa ile birlikte oldukları takdirde meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında Musa’nın, kafasının bu olayları almayacağını ve sabredemeyeceğini öngörmektedir. Yani “bilgin kul”, belli bir görevi ifa etmek için dolaştığı o bölgede, o bölgeyi iyi tanıdığı için, bazı olumsuzluklarla karşılaşabileceğini tahmin edebilmekte ve Musa’nın da bunlara sabredemeyeceğini düşünmektedir. Sonra, Pazarlık yapılmış ve “bilgin kul” Musa’nın yanında gelmesine izin vermiştir. Kıssanın bundan sonraki bölümlerinde Musa’nın genç yardımcısından söz edilmez olmuştur. “Bunun üzerine ikisi beraber gittiler; nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı. Musa: “A, içindekileri boğmak için mi yaraladın onu? Doğrusu kötü bir şey yaptın!” dedi.” (18 Kehf 71) Bilgin kulun o çevreyi tanıdığı gibi, gemi sahipleri ve yolcular da bilgin kulu tanıyor ve ona güveniyor olmalılar ki, bilgin kulun gemiyi yaralamasına engel olmamışlardır. Ne bilgin kul, ne de o yöre hakkında bilgisi olmayan Musa ise bu işe karşı çıkmıştır. Olanlar gayet olağan şeylerdir. Bu olayda herhangi bir olağanüstülük, esrarengizlik yoktur. Kulun gaybı bilmesi gibi bir şey söz konusu değildir. “O: ‘Demedim mi ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin? ‘ dedi. Musa: “Unuttuğum şeyle beni suçlama ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi. Yine gittiler nihayet bir delikanlıya rast geldiler; tuttu onu öldürüverdi. Musa: ‘Bir can karşılığı olmaksızın
masum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın!’ dedi.” (18 Kehf 72-74) Ayette geçen “ غ المGulam” sözcüğünün orijinal anlamı, “Cinsel ilişkiye alabildiğine düşkün ve arzulu olan” demektir. Bu özellik, çocukluk yaşından çıkmış kimselerde olur. Bu da delikanlılık çağıdır. Gulam/ delikanlı sözcüğü, şeyh/ ihtiyar sözcüğünün zıt anlamlısı olarak kullanılır. Ayetteki “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın?” ifadesinden, ‘gulam’ın erişkin birisi olduğunu anlıyoruz. Zira çocuk yaşta birisi başkasını öldürürse ona kısas yapılmaz. Buradaki olay kısasa uygun görüldüğüne göre “gulam”, çocuk değil erişkin bir delikanlıdır. Delikanlının öldürülmesine de Musa’dan başka karşı çıkan olmamıştır. Demek ki, “bilgin kul”un delikanlıyı niçin öldürdüğünü o beldenin insanları, öldürülen delikanlının yakınları; ana-babası herkes bilmektedir. Aksi halde bir yabancının gelip de, memleketlerinde kendilerinden bir delikanlıyı öldürüp elini kolunu sallayarak çekip gitmesine kimse kayıtsız kalmazdı. Öldürme gerekçesi ise aşağıda 80 ve 81. ayetlerde açıklanmıştır. “’Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?’ dedi. Musa: ‘Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Doğrusu tarafımdan beyan edilecek son özre erdin.’ Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, tutup onu doğrulttu. Musa: ‘İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın’ dedi. O: ‘İşte bu, seninle benim ayrılmamız olacak! Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim. Gemi olayına gelince, denizde çalışan birtakım zavallılarındı. Ben onu kusurlu hale
getirmek istedim; çünkü ötelerinde bütün sağlam gemileri gasp edip alan bir kral vardı.” (18 kehf 75- 79) “Bilgin kul” buradaki köyün veya beldenin yabancısı olmalı ki, köylüler “bilgin kul” ve Musa’ya ilgisiz kalıyorlar. “Bilgin kul”un o bölgeyi tanıdığının bir kanıtı da, bindikleri geminin sahiplerini tanıması ve öteki kıyıda hüküm süren zalim kraldan haberdar olmasıdır. Bunları bildiği için gemiyi yaralamış ve zalim kralın gemiye el koymasını engellemiştir. Gemi sahipleri ve gemideki yolcular da “bilgin kul”u tanıyıp ona güvenmektedirler ki, ona engel olmamışlar ve gemiye verdiği zararın karşılığını talep etmemişlerdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, “bilgin kul”un gemideki hasarı kendi iradesi ile yapmış olmasıdır. Bu hususu kendisi de “ اع ي بها ان ف اردتBEN onu kusurlu hale getirmek İSTEDİM” diyerek beyan etmiştir. “Bilgin kul”un buradaki davranışı; “İki fesat tearuz ettikte ehaffi irtikab ile a’zamın çaresine bakılır. Yani, biri büyük diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir.” (Mecelle Madde 28) genel ilkesine göredir. Yoksa burada gaybı bilme gibi olağan dışı bir durum söz konusu değildir. “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korktuk. İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin.” (18 Kehf 80-81) Ayetlerden anlaşıldığına göre delikanlıyı öldürme olayı resmi otoritenin; toplum olarak yasalara göre verdikleri bir karar gereği olmuştur. “Bilgin kul” bu kararın infaz memurudur; tabiri caizse cellattır. Onun için olayı açıklarken “ ف خ ش ي ناkorktuk” ve “ف اردن ا istedik ki” diye kamuyu içeren, çoğul bir ifade kullanmıştır. Eğer delikanlının öldürülmesi o delikanlının yaşadığı kentte yasal bir
icraat olmasaydı, hem delikanlının yakınlarının hem de şehir halkının (kamu otoritesi) “bilgin kul”a gerekli tepkiyi göstermeleri ve onu cezalandırma yönüne gitmeleri gerekirdi. Gelenekçiler, bu ayetlerdeki “korktuk” ve “istedik” fiillerinin öznelerini uyduramamışlardır. “Bilgin kul”, “Hızır” veya “melek” yapılınca, korkanlar da Allah ile Hızır veya Allah ile melek olmaktadır. Buna rağmen bu sözcüklerin üzerinde durmamışlar olayın üstüne gidememişlerdir. Bu olayların bilinmeyecek, yadırganacak, batın ilmi vs. gibi açıklanacak bir yanı yoktur. Normal şer’i bir icraattır. Musa “Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana mı kıydın?” diyerek sadece kısas ile insan öldürülebilineceğini ileri sürmüştür. Halbuki şer’an (yasal açıdan) insan, sadece, kısas için öldürülmez. Allah’a savaş açanlar da öldürülür: Maide; 33: Allah ve elçisine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası ancak öldürülmek veya çarmıha gerilmek ya da el ve ayakları çapraz olarak kesilmek ya da yeryüzünden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Öteki dünyada da onlar için büyük bir ceza vardır. Burada 80. ayete dikkat edilirse; “Delikanlıya gelince, annebabası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korktuk.” denilmektedir. Bu ifadeden de delikanlının, mümin anne ve babasını dinden çıkarmak için çaba sarf ettiği (Allah ile savaştığı) anlaşılmaktadır. Yani bu durumda Maide suresinin 33. ayetine göre onun öldürülmesi meşru bir olaydır. “Ve gelelim duvara; o, şehirde iki yetim oğlanındı, altında onlar için bir define vardı ve babaları iyi bir zat idi. Onun için -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini)
kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması!” dedi.” (18 Kehf 82) Kendisine rahmet (peygamberlik) verilen ve Allah tarafından bilgilendirilen “bilgin kul”, duvar meselesini açıklarken “Onun için ( ……. – ) ربّك ف ارادRabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu (duvar doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım.” diye açıklamıştır. Demek oluyor ki, bu üç olaydan sadece üçüncü olay vahiy ile bildirilmiştir. Yani “bilgin kul”, sadece duvar doğrultma işini kendi bilgisi ve iradesiyle gerçekleştirmemiştir. Ayetin orijinalindeki “ امرى عن ف ع ل ته وماve ma fealtühü an emri” ifadesi, tefsir ve meallerin ekserisinde (hemen hemen hepsinde) “ve ben bunların hiç birini kendi görüşümle yapmadım.” diye çevrilmiştir. Bu çeviriye göre üç olaydan hiç birinde “bilgin kul”un kendi görüşü ile davranmadığı, her üç olayda da aldığı vahyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Oysa bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri; “Ve ben onu (duvarı doğrultmayı) kendi görüşümle yapmadım” şeklindedir. Rivayetçilerin ve dirayetsizlerin yanlış meal ve tefsirlerinin doğru olabilmesi için ayetin orijinalinin “ وما امرى عنVe ma fealtühünne an emri” şeklinde olması gerekirdi. Ancak bu takdirde cümlenin anlamı, “Ben onları kendi görüşümle yapmadım” şeklinde olurdu. Halbuki ayetin orijinali böyle değildir. Üç olayın da vahye dayandığı görüşü, ayetlerin içeriği ile uyumlu değildir. Eğer üç olay da vahye dayalı ise “bilgin kul”, 79. ayette geminin kusurlu hale getirilme işi kendi tasarrufunda imiş gibi “ben diledim” dememeli ve 80 ile 81. ayetlerde anlatılan “gulam”ın öldürülmesi olayında başkalarını da kapsayan “korktuk” ve “istedik” şeklindeki çoğul ifadeler kullanmamalı idi. Ayrıca bu üç olay vahye dayalı olsaydı, 82. ayetteki “Ve ben onu (duvar
doğrultma işini) kendi görüşümle yapmadım.” ifadesi cümlenin en sonunda, “işte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması” ifadesinden sonra olmalı idi. Böylece her üç olay da “bilgin kul”un kendi görüşü ile yapmadığı şeylerin kapsamına girmiş olurdu. Sonuç olarak rivayetlerin, masalların, menkıbelerin, ayetin orijinal anlamını ihmal ettirdiği anlaşılmaktadır. (Hakkı Yılmaz)10 Bir Kulun (Bilgin Kulun) Bir Peygamber Olması Kuran’da bahsedilen bu bir kulun Peygamber olmasına birincisi, ona rahmet verilmiş olmasını; ikincisi, bir duvarı kendi iradesiyle değil, Allah’ın bildirmesiyle düzeltmesidir. Dolayısıyla bir velinin Allah’tan bilgiler alması gibi uydurmaların hiçbir dayanağı olamaz. Öncelikle, bir kula ‘rahmet’ verilmiş olduğundan bahsedilir. Allah diğer peygamberlere verilenin kitapların rahmet olduğunu söylemiştir. Zuhruf Suresi 31-32. Ve Kasas 86. ayetlere göre, Kuran(vahiy) rahmettir. “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (18 Kehf 65) “Yine dediler ki: “Bu Kuran, şu iki kentin birinden, bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” Ne! Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şimdiki hayatta, onların geçimliklerini aralarında paylaştıran, birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine derecelerle üstün kılan biziz. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha iyidir.” (43 Zuhruf 31-32) “Sen, Kitap’ın sana verileceğini hiç
10
http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef1 68dc9a&id=10
ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse, sakın inkarcılara arka çıkma!” (28 Kasas 86) Bu kulun peygamber olmasının diğer delili ise; “bilgin kul”un 82. ayette, duvar doğrultma işini kendi iradesi ile yapmadığını beyan etmesidir. Bu demektir ki, duvar altında duran iki yetime ait gömünün varlığı ve bu gömünün belli bir süre daha bulunduğu yerde korunması gereği ve dolayısıyla bunun icabı olan duvarın doğrultma işi, “bilgin kul”a vahiy ile telkin edilmiştir. “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.” (18 kehf 82) Yukarıdaki delillere dayanarak peygamber olduğunu söylediğimiz “bilgin kul” için bize bu kıssa dışında bilgi verilmemiştir. Bu durumda “bilgin kul”un Nisa suresinin 164 ve Mümin suresinin 78. ayetlerinde bahsedilen, adı ve kendi hikayesi bildirilmemiş peygamberlerden olduğu anlaşılmaktadır. 11
C.7. MUAVİYE VE YEZİDLE İLGİLİ OLUMSUZ DÜŞÜNCELER Muaviye ailesini kısaca tanıtmak gerekirse, 1400 yıl önce, Muaviye’nin babası Ebu Süfyan Mekke’de ileri gelen, saygın bir kişidir. Mekke’de kısa süre sonra lider olmayı hayal eden bu 11
İsmail Hakkı Yılmaz,
http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef168dc9a&i d=10
ailenin, Hz.Muhammed’in Mekke’yi fetmesiyle iktidar hayalleri suya düşmüştür. Hatta Peygamber’in Mekke fethi sırasında olası saldırılara karşı, onların içinde ukte kalmaması için şöyle dediği rivayet edilir: “Ebu Süfyan’ın evine giren öldürülmekten kurtulur, güvendedir (Müslim)” diyerek ayrıcalık tanımıştır. Ebu Süfyan’ın sonraki yıllarda Müslüman olduğu anlatılır. Peygamber Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir. Ümmü Habibe, ilk Müslüman olanlardandır ve Mekke’deki baskı ortamından kocasıyla birlikte kaçarak Habeşistan’a sığınanlar arasındadır. Ancak daha sonra kocası, orada papazlara özenip, Hristiyan olmaya karar vermiş ve boşanmışlardır. Bu olaylar sırasında Medine’de olan Peygamber, Habeşistan’da yalnız kalan Ümmü Habibeyi Medine’ye çağırarak evlenmiştir. Rivayetlere göre, Medine’de Ümmü Habibe’nin babası Ebu Süfyan, kızının evini ziyarete geldiğinde, Peygamberin yattığı yere oturtmamıştır. Muaviye, Ümmü Habibe’nin erkek kardeşidir. Muaviye, babasının yolundan giderek, ülke yönetiminde söz sahibi olmak için, Peygamberin ölümünden sonra da fırsat kollamış ve Hz. Osman ve Hz. Ali zamanındaki iç karışıklıklardan yararlanarak halife olmuştur. Akrabalarını devlette önemli yerlere getirerek kayıran ve tepki alan Osman’ın öldürülmesi üzerine, Muaviye bunu kullanmıştır. Ali, halifeliğe geçince, “Osman’ın katillerini bul” diyerek, Ali’ye karşı bir isyan başlatmıştır. Bu savaşta pek çok Müslüman birbirini öldürmüştür. Daha sonra, hakem olayıyla, dalavereyle Muaviye saltanatın başına geçmiştir. Kendisinden sonra da yerine oğlu Yezidi getirtmiştir. Yezid denilen kişi ise, Peygamberin yakın dostlarıyla ve ona gerçekten inananlarla, Yezid’in zorba zulmünü eleştirenlerle savaşmıştır. Hatta kendi askerlerine, 3 gün boyunca Müslümanların canını ve malını helal saymıştır. Bu zaman içerisinde onlarca Müslüman kadın tecavüze
uğramıştır. Buradan doğan çocuklara Haruriye çocukları denmiştir. Görüleceği üzere, böyle bir rezaleti yaşatanlar, ne kadar Peygamber varisi gibi görünseler de, aslında tam tersini yaşamış ve yaşatmışlardır. Sünnilerin Yezid’in babası Muaviye hakkındaki düşünceleri Alevileri rahatsız etmektedir. “Sünniler, Allah’ın en sevgili kullarından olan Hazreti Ali’ye düşmanlık edenleri saygı ifade eden sözlerle anmaktadırlar. Hz. Ali’nin hilafetini kabul etmeyen Ebubekir, Ömer, Osman, Muaviye gibi kişileri Hazret ifadesiyle nitelemektedirler. Oysa Alevi/Bektaşi inancına göre yani İslam’a göre, Hz. Ali’nin velayetini reddedenler yüceltici sıfatlarla anılamazlar. Bilindiği üzere Alevi/Bektaşi inancında tevella-teberra kavramları vardır. Bu kavramlar, ehli beyti sevenleri sevmeyi ve ona düşman olanlara düşman olmayı ifade eder.” *M. Cemil Kılıç, Yükselen Alevilik, s.265] Cemil Kılıç’ın ifadelerindeki hoşnutsuzluğu görmekteyiz. Tabi, saydığı isimlere Ali’den önce halifeliğe geçen ve Ali’nin de onları desteklediği, isyan çıkartmadığı Ebubekir, Ömer ve Osman’ı sayması tarihi bir hatadır. Çünkü, Ali’nin halifeliğinin kabulü onların ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Bunlarla birlikte, Muaviye, Yezid gibi kişilerin saygı ifadeleriyle anılması ve yaptıkları haksızlıkların dillendirilmemesi konusundaki tepkisinde haklıdır. Alevilerin Muaviye ve Yezidle ilgili olumsuz düşünceleri, tarihi olarak haklı gerekçelere dayanmaktadır. Sünnilerin Muaviye’ye övücü sözler söylemesi onları rahatsız etmektedir. Sünnilerin Muaviye’yi övmelerinin birinci sebebi, Onu bir vahiy katibi ( Kuran’ı yazıya geçiren kişiler) olarak görmeleridir. Eğer ona kötü
bir söz söylenirse, Kuran’ın güvenilirliğinin zedeleneceğini düşünürler. İkinci sebep ise, Muaviye’nin Peygamber sahabesinden (arkadaşlarından) olduğunu ve Sahabelerin hepsinin cennete gideceği görüşüdür. Bu iki düşünce de yanlıştır. Öncelikle, Muaviye bir vahiy katibi değildir. Kendisi iktidara geçtikten sonra, yazdırdığı kitaplarda kendini övücü sözler yazdırmış , onu destekleyenlerce övücü şeyler yazılmıştır. Onun yaptıklarını meşru göstermek için ve güvenilirliğinden şüphe edilmemesi için akıl almaz sözler uydurulmuştur. Muaviye’nin vahiy katipliği iddiasına bakarsak; O’un sadece Ayetel Kürsiyi yazdığı rivayet edilmektedir (anlatılmaktadır). Ancak, yazdığı iddia edilen ayetler, Muaviye müslüman olmadan çok önce inmiştir. Yani daha Müslüman olmadan, Peygamber ona neden vahiy yazdırsın ki? “Mekke’nin Fethinden sonra, Ebu Süfyan Hz. Peygambere gelerek Muaviyeyi kendisine katip edinmesini istemiş, O da kabul etmiştir. “ (Ahmed b. Hanbel, Fedailüs-sahibe, 168; İbn Kesir, Tefsirul Kuranil Azim,IV,349). “Muaviye’nin sadece Ayetel kürsiyi yazması” (Zehebi,Nübela, III, 129). “Ayetel kürsinin Muaviye Müslüman olmadan önce nazil olması, Mekke’nin fethinden çok öncedir” (Nisaburi,Garaibul-Kuran,I,117: İbn Kesir, Muhtasar, Tefsiri İbn Kesir, I, 26) İkinci nokta ise, her sahabenin cennete gideceği iddiası yanlıştır. Sahabe, Türkçe’de arkadaş demektir. Peygamberin çevresindeki islamı sözle kabul etmiş insanlara denir. İçlerinde müminler olduğu gibi, cehenneme gidecek münafıklar da vardır. Sahabe içerisinde, çeşitli çıkarları için İslamı kabul etmiş insanlar da vardır. Nitekim, içlerinde Abdullah bin Ubey bin Selül gibi bazıları, Hz.Muhammed’in eşi Hz. Aişe’ye zina iftirası atmış ve onu yaymışlardır. Kuran’da da her sahabenin cennete gitmeyeceği açıkça bildirilmiştir:
“ Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münafıklar vardır. Medine halkından da münafıklıkta direnenler var ki sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba itileceklerdir.” (9 tevbe 101)
Muaviye Hakkında Uydurulan Olumlu ve Olumsuz rivayetlerin bazıları sıralanacak olursa, siyasi olayların nasıl da dinle karıştırılarak insanlara dostluk ya da düşmanlık besletmeye, kutuplaştırmaya çalışıldığını görebiliriz:
Muaviye’nin Cennetlik Olduğu ve Yüceliğini İddia için Uydurulan Hadisler12 “Ebu Hureyre’nin Peygamberden şöyle duyduğu rivayet edilir. ‘Cebrail bana geldi ve Ey Muhammed, Allah vahyini bana ve sana emanet etti, sen de Muaviye’ye emret dedi.’” (Belazuri, Ensab, IV, 127; Zehebi, Nübela, III,129) “Yine Ebu Hureyre’den, Peygamber vahiy katibi (!) Muaviyeyi azletmek (görevden almak) isteyince, Cebaril vasıtasıyla ikaz edildiği aktarılmaktadır. “… Ey Muhammed, Allah’ın vahyi yazmak için seçtiğini azletmek senin hakkın değil, onun yerine bırak, çünkü o emindir.” denilmektedir.” (Zehebi, a.g.e. III,129)
12
*Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyan, İrfan Aycan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001]
“İbn Abbas kanalıyla gelen geldiği belirtilen bir başka haber de, Ayetel Kürsi nazil olduğunda Muaviye kalem aradı bulamadı. Allah cebraile hokkadan kalemleri almasını emretti ve Cebrail kalemi getirdi. Hz. Peygamber, Muaviye’nin kulağındaki kalemi almasını söyledi. Alınca ne görsün, üzerinde ‘La ilahe illallah, Allah’tan emini olan Muaviyeye hediyedir’ yazılı altından bir kalem.”(Zehebi, a.g.e.III, 129) Muaviye, sonradan üretilen bu haberlerle bir çok yönüyle Hz. Peygambere benzetilmek istenmektedir. İleride melik peygamber olacağını kahinin haber vermesi, annelerin yüzünün ay ışığı gibi parlak olması, Hz. Muhammed’in vahiy alması, onun yazması, neredeyse nebi olarak gönderileceği, Halife olacağının Peygamberce haber verdirilmesi gibi rivayetler bunun işaretidir. Bu haberleri anlatanlar için Muaviye’nin emin sıfatıyla vasıflandırılması ve onun Allah katından tasdik görmesi de çok önemli olsa gerektir. (Zehebi, a.g.e.III, 129) “Halife olacağı hususu; Bir gün Muaviye insanlara hitap ederken şöyle der; ‘Bir gün Rasulullah’ın abdest suyunu döküyordum, kafasını kaldırdı ve bana şöyle dedi. Benden sonra ümmetimin işlerini sen yükleneceksin, bu gerçekleşince, onların iyiliklerini taltif et, kötülüklerini affet’ dedi. Muaviye konuşmasına devam ederek “ben bu makamı elde edene kadar bu ümit içinde oldum” demektedir.” (İbn Kesir, el Bidaye, VII,126) “Muaviye hilminden ve Rabbimin kelamı üzerine güvenilirliğinden dolayı neredeyse ‘nebi’ olarak gönderilecekti.” (Zehebi, Nübela, III,128)^
“Cebrail, üzeri yazılı bir sahife getirdi ve üzerine ‘ La , ilahe illallah, Muaviye sevgisi kulların üzerine farzdır’ yazılı idi” ( Zehebi, a.g.e. III, 130,131) Abdullah b. Ömer şöyle der; “Rasulullah’ın yanında oturuyordum. Rasulullah şimdi yoldan cennet ehli olan biri çıkıp gelecek dedi. Arkasından Muaviye çıkıp geldi, O mu dedi, O da evet dedi.” (Belazuri, Ensab, IV, 126) Peygamber Muaviye için, “O cehennemde kilitli bir tabut içindedir.” Dediği rivayet edilir.(Belazuri, a.g.e., IV,128; Taberi, III,2171 )
Muaviye’yi Cehennemlik İlan Eden ve Yeren Hadisler 13 Abdullah b. Amr b. El As şöyle dedi; “Rasulullah’ın yanında oturuyordum. O, “Şu yoldan, öldüğü zaman İslam üzere ölmeyecek bir adam çıkıp gelecek dedi. Ben de (evde) babamı elbisesini giyiyorken terk etmiştim, o gelecek diye korktum, fakat Muaviye çıkıp geldi. (Belazuri, Ensab, IV, 126-7; Taberi III, 2171) Ameş , Hasen’den Rasulullah’in şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Muaviyeyi minberin üzerinde gördüğünüz zaman öldürün”. Aynı haber değişik şekillerde de rivayet edilmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Kitabül İlel ve Marifetül Rical, I, 159) 13
*Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyan, İrfan Aycan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001+
Ebu Said El Hudri’nin şöyle dediği rivayet edilir; Ensardan birisi Muaviyeyi öldürmek istedi. Biz o adama “Ömer’e bu durumu yazmadan, onun zamanında kılıcını çekme” dedik. O da Rasulullah’tan ‘ Eğer Muaviye’yi kürsüde hitab ederken görürseniz onu öldürün’ dediğini işittiğini söyledi. Bunu biz de duymuştuk, fakat yine de Ömer’e yazmadan bu işi yapmamasını söyledik. Ömer’e yazdılar fakat cevap o ölünceye kadar gelmedi. (Belazuri,a.g.e. IV, 128-130) Görüldüğü üzere hem kafir hem neredeyse Peygamber ilan edilecek rivayetler aynı dönemde yazılmıştır. Hepsi de Hz. Muhammed’e dayandırılmıştır. Aynı kişinin bu kadar zıt şeyler söylemesi elbette düşünülemez, kaldı ki, Kuranla uyumlu olmayan şeylerin Peygambere dayandırılması doğru değildir. Muaviye’yi destekleyenler insanların ona uyması için, rivayetler uydurmuşlar ve insanların saygı duyduğu ve sözlerini Kuran’ın açıklaması olarak aldığı Hz. Muhammed’e dayandırarak, sözlerini ve yaptıklarını etkili kılmak istemişlerdir. Aynı şekilde, Muaviyenin yaptığı haksızlıklardan hareketle kendi itirazlarına sağlam bir dayanak bulmak amacıyla, kendi sözlerini geçerli kılmak ve insanları etkilemek amacıyla Peygamberin ağzından, Muaviye’nin bir kafir olduğu ve öldürülmesi gerektiği gibi iddialar ortaya atılmıştır. Geçmişi objektif değerlendirmeliyiz. Geçmiş hakkında sahip olduğumuz bilgilere göre, bir haksızlığı desteklemeyebiliriz elbette. Ancak, açık zulümlerin karşısında olmalıyız. Peygambere atfedilen rivayetlerle, vahiy katibi olmayan birine vahiy katibi iddiası yakıştırmak doğru değildir, çünkü böyle yaparak, haksızlıklarını görmezden gelmek istemektedirler.
C.8. ON İKİ (12) İMAMIN MASUMİYETİ VE EHLİ BEYT KAVRAMI Muhammed Peygamber’in ve Ali’nin torunları, Hasan ve Hüseyin’in 12 tane çocuğunun masum olduğu iddia edilir. Bunun anlamı, onların bir günahları olmaması demektir. Bu iddiaların oluştuğu ortam, Muaviye-Ali zamanındaki siyasi karışıklıklar içerisinde gelişmiştir. Yezid, camilerde yıllarca Ali ve ailesine lanet okutmuştur. Camiye gelmek istemeyen halka da zulüm etmiş ve hepsini gelmeye mecbur bırakmıştır. Ali dahil, çocuk ve torunlarını “iktidarlarını tehdit ediyor” diye, olası varisleri de öldürmüşlerdir ve lanet okutmuşlardır. Bu yaşanan tarihi olayların diğer bir ucunda da, Ali ve soyunu göklere çıkaran, onların melekler gibi temiz olduklarını iddia eden, Peygamberlerden hatta yer yer Allah’tan bile yüksek özelliklere sahip olduğunu iddia etmişlerdir. Bu tarihi ve siyasi olayları anlarsak, olaya daha objektif bakabiliriz. Elbette Ali ve soyuna yapılan haksız bir zulümdür, cinayettir. Ayrıca, Allah’ın mabetlerinde Kuranı yaymak için mücadele eden kişilere bir lanet yeri olarak kullanan zamanın iktidarı da haksızdır. Ancak, geçmişte yaşanan haksızlıklar, bizi başka bir haksızlığa sürüklemelidir. Allah ve yarattıkları hakkında yalan söylemek, iftiradır ve haksızlıktır. Ali ve soyunun ahretteki durumunu Allah bilir. Biz, Allah’ın söylediklerinin aksine, insanlara pek çok üstün özellik vererek ve yalan söylemiş olarak nasıl Ali’nin Hasan’ın yolundan gidebiliriz? Onlar ki, doğruluk, dürüstlük için çalışmış ve Kuran’ı yaşamaya çalışmış Müslümanlardı. Bize düşen, Allah ve insanlar hakkında doğru bir inanca sahip olmaktır. Ne bir insanın masum-günah işlememiş olması bir doğrudur, ne de bir insanın hata yapması onun kötü olduğunu gösterir. Yapılan
günahlar ve hatalarda, yapılan hatada ısrar edilip edilmediği, pişman olunup olunmadığı, hatanın büyüklüğü olup olmadığı gibi pek çok etken vardır. Allah kimseden mükemmellik beklemez. "Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez: Kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine." "Ey Rabbimiz! Unutur veya bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama!" "Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma!" "Ve günahlarımızı affet, bizi bağışla ve rahmetini yağdır üstümüze! Sen Yüce Mevlamızsın, hakikati inkar eden topluma karşı bize yardım et!" (2 bakara 286) “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” (4 nisa 31)
C.8.1. Kurandan Ehli Beyt ve 12 İmamın Masumiyetine Deliller 12 İmam ve Peygamberin ailesi hakkındaki çeşitli iddiaları Kuran’daki ayetlere dayandırma yoluna gidilmiştir. Kuran’da Peygamberin ismi (Muhammed), yalnızca 4 kez geçmiştir. Onun dışında hep sıfatı olan “elçi” kelimesiyle hitap edilmiştir. Peygamber zamanında yaşayan kişilerden biri inanan, biri inanmayan iki kişi dışında kimsenin ismi de geçmez. Peygamber’in eşine iftira atanların ismi geçmediği gibi, Ayşe’nin ismi de Kuran’da geçmez. Peygamberin eşi sıfatıyla geçerken, iftira atanlar da “iftira atan münafıklar” olarak geçer. Ne Ali’nin ne de Peygamber torunlarının ismi Kuran’da geçmez. Kuran’da anlatılan kıssalarda pek çok kişi hakkında ayrıntılı bilgi bulunmaz. Musa Peygamberden bahsedilir, O’nun yaşadığı şeyler
anlatılır ancak konuştuğu kişilerin kimliği, kim oldukları, soyları-sopları gibi ayrıntılara girilmez. Bu neden önemlidir? Allah, kişilere takılmak yerine olaya odaklanmamızı ister. Hayatta karşılaşacağımız benzeri durumlarda ne yapmamız gerektiğini bize anlatan Allah, anlattığı mesaja odaklanmamızı ister. Kimin kim olduğunun önemi yoktur. Ayetlerde geçen kişiler tarihte bazı kişilere denk gelebilir ancak biz şuanda aynı davranışta bulunuyorsak bizi bağlar. Burada sıralanacak ayetler ve bunların ehli beyt için delil getirilmesi, Gazeteci Yazar Kazım Balaban’ın “Ehli Beytten Dersim’e” isimli kitabının Ehli Beyt Kimdir bölümünden isimli çalışmasından yararlanılmıştır.
Şimdi, Peygamberin ailesi ve çevresi hakkındaki bazı ayetlere bakalım: “Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (33 ahzab 23) Bu ayeti, Peygamberin ailesinin masum ve tertemiz olduğuna delil getirmişlerdir. Bu ayetten bu yorumu çıkarmak ayetin anlamından dışarı çıkmaktır. Ayette, Allah’ın Peygamber ailesini temizlemek istediği ve bunun için “namaz kılın, zekat verin” dediği açıkça ortadadır. Ailesinden ve soyundan da, bu uyarıya uydukları kadar temizleneceklerdir. Ancak bu ayetten, Peygamberin torunlarının masum/günahsız olduğunu çıkarmak doğru değildir.
“İşte bu, Allah’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden bir ücret beklemiyorum, yalnızca akrabalıktan doğan sevgi (yakınlıktan doğan bir sevgi/muhabbetten14) başka.” Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.” (42 şura 23) Bu ayette geçen “akrabalıktan doğan sevgi” kavramını, “Ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum şeklinde çevirenler ve yorumlayanlar da olmuştur. Ancak, bu tüm cümlenin yapısını bozmakla mümkün olabilir. Cümlede ne “aile (ehli beyt) sevgisi” ne de “Birilerini sevmenizi istiyorum” gibi bir ifade söz konusu değildir. Bu zorlamadır. Yakınlıktan doğan, benzer düşünmekten doğan bir yakınlıktan bahsediyor ayet. Peygamberin bir ücret istemediği ortadadır. Yalnızca, insani bir takım yakınlıklar doğması ayrı bir konu demektedir ayet. Bunun da bir ücret, karşılık olmadığı ortadadır. Peygamberin ailesini sevmek için ayet olmasına gerek yoktur, dileyen sevebilir. Sevilen şey, haksızlıklara karşı mücadele olmalıdır elbette. “Sana ilim geldikten sonra kim seninle o konuda (Hz. İsa konusunda) uğraşırsa de ki: ’gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra da lânetleşip Allah’ın lânetini yalancılar üzerine kılalım”. (3 Ali İmran 61)
14
5 Maide 82. Ayete göre, kibirlenmeyen ve yakın düşüncede olanlarda, inananlara doğan bir sevgi/muhabbetten bahseder (ekrabehüm meveddeten). Bu ifade, akrabalıktan doğan sevginin yanında, benzer düşünmekten doğan bir sevgi anlamını da taşıyor.
Bu ayet Peygamberin ailesine (Ehli Beyt) dair rivayetlere kaynaklık ettirilmiştir. Ayetin hemen öncesinde, İsa hakkında açıklamalar bulunmaktadır. Örneğin; “Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi.” (3 ali İmran 59) Bu ayet İsa hakkında yalanlar söyleyen kişilere karşı bir “meydan okuma” niteliğindedir. İsa’nın Allah’tan bir parça yada insanüstü bir varlık olduğu iddialarına karşı, onun da diğer kullar gibi bir kul olduğu anlatılmaktadır. Yine, kişi isimleri yoktur, sıfatlar vardır. “Soylarımızın üzerine yemin edelim” manasına gelir. Bu ayetten, Peygamberin değer verdiği ve insanların da en değer verdikleri yakın çevresinin lanete uğraması üzerine yemin etmekten bahseder. Kim yalan söylüyorsa, karşılıklı Allah’tan onun üzerine lanet yağdırmasını istemektir. Bu, Peygamberin getirdiği mesaja ve İsa hakkındaki iddialarına ne kadar güvendiğinin bir göstergesidir. Bu ayetten, bu mesaj dışında başka bir mesaj çıkarmak, zorlamadır ve hakka hizmet etme amacında değildir. Ayeti doğru anlamak istersek, sonrasındaki üç ayete de bakalım. “Şüphesiz bu (İsa hakkındaki) gerçek kıssadır. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer yüz çevirirlerse, hiç kuşkusuz Allah, bozguncuları çok iyi bilmektedir. De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz müslümanlarız.”” (3 ali İmran 62-64) İsa hakkında “İsa’nın insan değil Tanrı’nın bir parçası olduğuna dair” pek çok şey uyduruyorlardı. Peygamberin ise, Allah’ın bu tür eksikliklerden uzak olduğunu ve yaratılan ve elçi olanların da bunu
dillendirdiğini Kuran’da defalarca anlatılmıştır. Bu konuda emin olmaktan kaynaklanan bir “meydan okuma” olan 61.ayetten sonra da, Hristiyanlara doğrusunu bir kez daha açıklamaktadır. Bu ayetten bizim çıkaracağımız şeyler vardır. Biz, İsa için bu tür şeyler söylemiyoruz ancak, bazen Muhemmed Peygamber bazen Ali, bazen Hasan-Hüseyin hakkında Kuran’la çelişen şeyler söylenmektedir. Bu konu Allah-Muhammed-Ali üçlemesi kısmında ele alınmıştır.
“Gerçekten biziz sana Kevser veren. Rabbin için namaz kıl , kurban kes. (Ya Muhammed) Sana laf atanın soyu kesilecektir”. (108 Kevser 1-3) Yukarıdaki ayette, verilen “Kevser” için “Hz. Fatıma ile Ali’den devam eden günahsızlar” şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, ayetlerden çıkarılacak yorumlar, apaçık ayetlerle çelişmemelidir. Günahsız olmaları gibi bir şey söz konusu değildir. Ayet, Peygamere “soyu kesik” diyerek hakaret edenlerden bahsettiğine göre, “asıl soyu kesik olanlar onlardır” diye cevap veren ayetten Peygamberin soyu olan “Hasan ve Hüseyin” denmek istenmiştir Kevser derken şeklinde yorumlayanlar vardır. Eğer, kızı Fatma’dan gelen Hasan ve Hüseyin ile devam eden soyunun devamı kastediliyorsa bu şekilde bir yorumlama kabul edilebilir. Ancak, tek doğru denilemez, sonuçta bir yorumdur.
“Sizin dostunuz ancak Allah ve Resulü, Allah’ın emrine boyun eğerek namaz kılan ve zekat veren Müminlerdir”. (5 Maide 55)
Bu ayetten, Peygamberin soyunun bizim dostumuz olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Peygamberin soyundan ve günümüzde yaşayan ve ayette söylenenleri yapanlar bizim dostumuzdur ancak. Peygamber soyundan, torunlarından gelip (seyyid) de kötülük yapanlar da vardır elbette. Eğer Hasan Hüseyin bunları yapmışsa elimizdeki kaynaklara göre, onlar bizim dostumuzdur. Ancak, bu ayetin sadece bazı kişiler için olduğunu iddia etmek doğru değildir.
“Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.” (48 fetih 10) “ Şüphesiz Allah, ağaç altında sana bîat een müminlerden hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (48 fetih 18) Yukarıdaki ayetten Peygamberin ağaç altında sözleşen ve Peygambere bağlılıklarını bir kez daha dile getirenlerden bahsetmektedir. Bu ayetten yola çıkarak, “o ağacın altında Peygamber’in ailesi de vardı, demek ki Allah onlardan razı olmuştur” yorumunu çıkaranlar vardır. Buradan yola çıkarak da, Peygamberin soyunun tümünden razı olmuştur yorumu çıkarılmaktadır. Hadislerin yazıldığı zamandaki siyasi karışıklığı düşündüğümüzde, hadislere pek çok şey karışabilmiştir. Ayette, “orada bulunanlardan Allah razı olmuştur” cümlesine dayanarak, “ben de oradaydım, filanca da oradaydı” ya da “Muaviye de oradaydı” denilerek herkes kendine pay çıkarmaya çalışmıştır. Herkesin kendi ismini ayette bulunanlara
katmasındaki amaç, “benden Allah razı olmuştur, bundan sonra yapacaklarım ve söyleyeceklerim de Allah’ın hoşnutluğu içindedir” diyerek yaptıkları kötülükleri normalleştirmeye çalışmışlardır. Ayette dikkat çekici bir durum vardır. Ayette, “Allah orada biat edenlerden razı olmuştur demez, “orada müminlerden biat edenlerden razı olmuştur” demektedir. Yani, orada biat edip, inanmayanlar da söz konusu olabilir. Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münafıklar vardır. Medine halkından da münafıklıkta direnenler var ki sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba itileceklerdir. (9 tevbe 101) Ayette özellikle kimsenin ismi verilmemiştir. Allah isterse isim de verebilirdi. Önemli olan, Peygambere verilen sözün, Allah’a verilmiş gibi bir söz olarak kabul edilmesidir. Bırakalım geçmiştekilerin inancı onlara kalsın. Onlardan inananlardan Allah hoşnut olmuştur. Bizler de, Allah’a onların verdiği gibi bir söz verir ve uyarsak, bizler de Allah’ın hoşnutluğunu umabiliriz. Peygambere o zaman insanlar nasıl söz veriyorlardı dersek, başka bir ayet bunu açıklamaktadır. Bu ayette sayılan şeyleri yapmamayı Allah’a söz verirsek, ayetlerden bize düşen de budur. “Ey Peygamber! Mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (60 mümtehıne 12)
Aşağıdaki ayetlerde isim verilmeden, iyi ile kötünün bir olmayacağı anlatılmış ve iyilerin özellikleri anlatılmıştır. Bu ayetlerden yola çıkarak, Peygamberin ailesi ve torunlarının iyi ve masum olduğunu çıkarmışlardır. “Mü’minlerden öyle erler vardır ki; Allah’a olan Ahd’lerinde durdular. Onlardan adağını yerine getiren vardır ve onlardan bekleyen vardır. Hiçbir şekilde değiştirmediler”. (Ahzab-23) “Yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resûlün çağrısına uyanlar içlerinden ihsan sahibi ve takvalı olanlar için büyük karşılık vardır”. ( 3 Ali İmran 172) “Sana hile yapmak isterlerse muhakkak Allah sana yeter. O seni yardımıyla ve Müminlerle destekledi”. (8 Enfal 62) “Yoksa, kötülük işleyenler kendilerini dirimleri ve ölümlerinde eşit olarak iman edip Salih amel işleyenler gibi mi, tutacağımızı sandılar? Ne kötü hükmediyorlar”. (45 Casiye 21) “Hiç Mü’min kimse fasık kimse gibi midir, bir olamazlar”. (32 Secde 18) “ İçleri çektiği halde yiyeceği miskine, yetime ve esire yedirirler.” “Biz Sizi ancak Allah’ın rızası için doyuruyoruz sizden bir karşılık ve teşekkür dilemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbimizden korkuyoruz” derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur onlara parlaklık ve sevinç verir…”” (76 İnsan 8-11) “Mallarını gece ve gündüz gizli ve açık olarak infak edenler, onlar için
Rableri katında karşılıkları vardır. Onlara korku yoktur ve üzülecekler de değillerdir”. (2 Bakara 274) “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve barındırıp yardım edenler işte onlar birbirlerinin dostlarıdır”. (8 Enfal 72)
C.8.2. Peygamberler de Hata Yaparlar Yukarıdaki ayetlere Peygamberin soyu ve çevresindekilerden kim uymuşsa, onlar bu ayetlerin kapsamındadır. Allah özellikle isim vermemiş ve özellikleri saymıştır. Eğer biz de bu ayetlerde yazanlar gibi iyi olursak, biz de Allah’tan iyilik umabiliriz. Bu ayetlerden “masumiyet ve günahsızlığın” çıkarılmayacağı açıktır. Ayrıca yukarıda da bahsedildiği gibi, onlar iyilerse ne güzel, Allah onlara karşılıklarını verecektir. Bize düşen, “biz nasıl onlar gibi iyi olabiliriz” deyip, iyilerin uyduğu bu ayetlere uymalıyız.
Öncelikle, bu dünyada herkes insan olduğu gibi, herkes hata da yapabilir. Peygamber olmasına rağmen Muhammed Peygamber’e de Allah defalarca günahlarının affını dilemesini istemiştir.
“Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendinin, hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah, gezip dolaştığınız yeri de, içinde kalacağınız yeri de bilir.” (47 muhammed 19)
(Resulüm!) Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vadi gerçektir. Günahının bağışlanmasını dile. Akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbih et. (40 mümin 55) “Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlama dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” (110 nasr 3)
Kuran’da anlatılan diğer Peygamberlerin de hata yaptıkları anlatılır. Adem, Musa, Yakup, Yusuf, Eyüp, Yunus Peygamberler hep hata yapmışlardır ve sonra Allah’tan af dilemiş ve bağışlanmışlardır. Dolayısıyla Peygamber torunu olmak, Ali’nin çocuğu olmak bunlardan daha üstün olamayacağına göre, masumiyetlerini iddia etmek yanlış ve tutarsız olacaktır.
İbrahim: “Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve müminleri bağışla.” (14 İbrahim 41) Musa: “Mûsâ, “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet” dedi. Allah da onu affetti. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (28 kasas 16) Musa dedi ki: "Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin." (7 araf 151) Yunus: “Zünnun'u (balık sahibi Yunus Peygamberi ) de hatırla. Hani o, öfkelenerek gitmişti de, bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden başka ilâh yoktur, sen münezzehsin, Şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum" diye seslenmişti. Rabbinden bir nimet yetişmiş
olmasaydı, elbette kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.” (21 enbiya 87) Adem: “Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik. Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.” (2 bakara 36-37)
Peygamberlerin hata yapması demek, onların “ahlaksız” oldukları anlamına gelmez elbette. Peygamberler, ahlakın sözcüsü olmuş ve buna uygun bir hayat yaşamışlardır. Allah onları elçi seçmiştir ve Allah insanlar arasından elçi seçecekse muhakkak, en kalitelilerini, en ahlaklılarını seçmiş ve insanlara en iyi örnek olacakları seçmiştir. Peygamberler, yüz kızartıcı veya adi suçlara karışmamışlardır ve toplumlarında da iyi tanınan insanlardır. Ancak, neticede insandırlar ve onların da bazen hataları olabilir.
“Dediler ki: “Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.”” (11 hud 87) “Onlar şöyle dediler: “Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.”” (11 hud 62) (Ey Muhammed) Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin. (68 kalem 4)
Peygamberlerin Hataları Neden Anlatılır?
Peygamberlerin hataları bize anlatılmayabilirdi. Ama Allah bize defalarca anlattığı kıssalarda tövbe ve günahı anlatmak için bunu örnek vermiştir. Bize örnek olacak kişilerin de bizimle aynı özelliklere sahip olması gerekirdi. Eğer melek olsaydık, melekler elçi olarak gelirdi. Örnek alacağımız şey, eğer “mükemmel ve hiç hata yapmayan insanlar” olsaydı, biz “ama Allah’ın onlar mükemmel, biz onları nasıl örnek alalım” derdik. Allah bize, hata yaptığımızda nasıl davranmamız gerektiğini anlatmıştır. Adem - Şeytan Kıssası farklı vurgularla 7 kez tekrarlayan Allah bize önemli bir mesaj vermektedir. Adem de, Şeytan da hata yapmıştır. Ancak, hatanın sonunda şeytan diretmiştir, hatasına bahane getirmiştir. Adem ise, hatasını anlamış ve hatasından vazgeçmiştir. “…Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir. İşte onların mükâfatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve içinden ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebedî kalacaklardır. (Allah yolunda) çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” (3 ali İmran 135)
Ehli beyti sevmek konusunda pek çok hadis de uydurulmuştur. Ehli beytten nefret edenin Allah’ın nefretine uğrayacağı gibi pek çok rivayet de anlatılmıştır. Peygamberin soyuna yıllarca camilerde lanet okutan bir anlayışa tepki olarak doğan bu durum o zamanın şartlarında anlaşılabilir. Hakkı dillendiren Ali’ye ve
Hasan-Hüseyin’e açıkça karşı gelen Muaviye ve Yezidin, doğruyu söyleyenlere tepkisi aslında Peygamberin mesajına ve Allah’a bir isyan niteliğindedir. Tarihi okuduğumuzda, pek çok Sünni’nin de katıldığı bir konu olan Peygamber ailesine zulüm de açıktır. Geçmişten bize aktarılan olaylarda, Muaviye ve Yezidin inananlara zulümleri, haksızlıkları ve iktidar sevdaları ortadadır. Hele ki, “Kerbela” diye adlandırılan, Hasan ve Hüseyin’in katledilmesi olayları “Peygambere ve Allah’a isyan demektir”. Çünkü, haksız yere bir cana kıymanın yanında, inanan insanlar sırf iktidar sevdası için öldürülmüştür. Burada önemli olan, Peygamber soyundan iki kişinin öldürülmesi değil, iki inanan ve doğruyu söyleyen insanın öldürülmesidir. Daha pek çok zulüm maalesef yaşanmıştır. Günümüze gelirsek, bu haksızlıklar öğretilmelidir elbette. Bazı anlayıştaki insanlar, Muaviye’ye ve Yezid’e söz söyletmemektedirler, anlatmamaktadırlar. O zamandaki zulümlerin üstü kapatılmaktadır. Hele ki, “Haruriye” diye bilinen 3 gün boyunca Yezid’in askerlerine Müslümanların canları malları helal sayılmış olması ve yüzlerce Müslüman kadına tecavüz edilmesi bir yüz karasıdır. Bunları yapanlar, istedikleri kadar “inanıyorum” desinler, yaptıklarının zulüm olduğunu değiştirmez. Kuran, doğruyu kim yaparsa yapsın doğru olduğunu, yanlışı kim yaparsa yapsın yanlış olduğunu kabul üzerine kurulmuştur. Ayrıca “zulmedenlere meyletmeyin” ayeti de bu konuda değerlendirilebilir. (11 hud 113) Geçmişteki haksızlıklara söverken, bir yandan da Allah ve yarattığı kullar hakkında sınırı aşan yorumlar yapmak bizi yolda çıkarabilir. Yani, Hasan ve Hüseyin tarihi olaylarda haklıdırlar ve zulme uğramışlardır. Ancak bu haksızlığı arkasına alarak, “Hasan ve Hüseyin günahsızdır, onların soylarından gelenler de günahsızdır, onlara uyan dini liderlerimiz de günahsızdır” çıkarımını yapmak kitapla çelişir.
Öncelikle, Hasan, Hüseyin, Ali’nin ve Peygamberin inandığı kitaba aykırı yorumlar ve çıkarımlar yapmamalıyız. İsa Peygamberi övmek adına, ona sevgi adı altında onun getirdiğinin tersini yapanlar gibi olmamalıyız.
Hasan ve Hüseyin’e haksızlık yapıldı diyerek, onların inandıkları ve hayatları için uğraştıkları kitaba aykırı davranmamalıyız.
Musa Peygamber Allah’ın dini islamı getirmişti, hayatında da bunun mücadelesini verdi. Sonra, o ölünce Yahudiler Musa Peygamberin getirdiği inancı değiştirdiler. Hala da, Musa Peygambere uyduklarını iddia ediyorlar. İsa Peygamber de islamı getirmişti. Sonra Hristiyanlar, İsa’nın yoluna uyduklarını iddia ederek, pek çok şey uydurmuşlardır. İsa’yı yüceltmek adına, onu “dürsütlüğüyle ve Allah’ın getirdiği mesaja uymasıyla” değil, Allahın oğlu olması gibi sözlerle anmış ve yüceltmeye çalışmışlardır. Hala, İsaya uyduklarını iddia etmektedirler. Muhammed Peygamber, yine Allah’ın dini islamı getirmiştir. Ancak, sonradan gelenler, O’nun getirdiği mesaj yerine, çevrelerinden gördüklerine ve bazı kişilerin söylediklerine inanmışlardır. Peygamber hakkında pek çok şey uydurulmuştur. Ali, Hasan ve Hüseyin de Peygambere getirileni kabul etmişler ve Kuran’a karşı savaşan Yezitle mücadele vermeye çalışmışlardır. Ancak, sonrasında gelenler, onlar hakkında, Kuran’la çelişen pek çok doğru olmayan söz söylemişlerdir. Onları
Atalarımızın Durumu Ne Olacak?
Soy bir üstünlük işareti olamaz, herkes kendi tercihlerini yaşar. “Her insanın amelini (kaderini) boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (17 isra 13) Ne baba oğluna ne oğul babasının hesabından bir pay alamaz. “Nuh Peygamberin oğlu, Lut Peygamber’in karısı Peygambere inene uymamışlar, kendi hevalarına göre yaşamışlardı.” (11hud 42) Peygamberlerin dediğine uysalar bile, insanlar arasında pek çok dereceler vardır. Peygamberin çevresinde pek çok günah işleyen, yanlışlar yapan ama islamı kabul etmiş kişiler de vardı. İnsanlar her an mükemmel değildirler. Bazıları sürekli büyük hatalar işlerken, bazıları ufak hatalar yapıp, bunları düzelterek bir hayat geçirmişlerdir. Hatasızlık yalnız Allah’a mahsustur. Biz, insanların hayatlarına şahit olmadığımız için geçmişte yaşayan insanların Peygamberin mesajına ne kadar uyduğunu bilemeyiz. Yezid ve zulümlerine karşı mücadele veren Hasan ve Hüseyin hakkında bu zulme karşı duruşlarını biliyoruz. O zamanda yapılan haksızlıkların ayrıntısını bilmiyoruz, bilsek bile Bir şey yapacak durumda değiliz. Ne geçmişe dönebilir, ne ölüleri diriltebilir hesap sorabiliriz. Allah ahrette insanların arasında adaletle hükmedecektir. Emin olmamız gereken şey, Rabbimiz olan Allah’ın adaletsizlik yapmayacağını, yanılmayacağını ve unutmayacağını biliriz. Peygamberin torunları da tüm soyu için de, tüm Peygamberler ve aileleri için de bu geçerlidir. Geçmiştekilerin halleriyle ilgilenmekten, kendi inançlarımızın ne kadar doğru olduğunu sorgulayamayabiliyoruz. Allah herkesin hesabını verecektir, bize düşen doğru inanmak ve doğru davranmaktır. “Firavun, “Ya geçmiş nesillerin hâli ne olacak?” dedi. Mûsâ, şöyle dedi: “Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim, yanılmaz ve unutmaz.” “ (20 taha 51-52)
“Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” (2 bakara 134) “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin...” (5 maide 105) De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (18 kehf 110)
C.9. ALEVİLİKTE BÜYÜ –CİN- FAL İNANIŞLARI Kurandaki dinden haberi olmayan ya da kendi çevrelerinde anlatılanların uyarak, doğru inanışları bilmeyen insanlar ister Alevi, ister Sünni olsun büyü-sihir-cin gibi şeylerden korkmaktadırlar ve bu tür şeylere inanmaktadırlar. Alevilerde de, bu tür olağanüstü güçlerden korkma ve etkilenme söz konusudur. Ayrıca, bu tür düşüncelerle aynı paralelde çıkan “fal” inancı da hem Alevilerde hem Sünnilerde yaygınlıktadır. Burada hem bu inançların bilimselliğini sorgulanacak, hem Kuran’da bu düşünceler hakkında nasıl bir bakış açısı olduğuna bakılacak. Yani, hem mantıki, hem Kurandan deliller sayılacaktır.
C.9. 1.
BÜYÜ (SİHİR)
Büyü, belirli sözleri söyleyerek ya da hareketleri yaparak insanları ve olayları etkilemek ve onları iradesiz bırakarak bir seçim yaptırmak veya davrandırmaktır. Bilimsel olarak büyünün geçerli olması için, deneylenebilmesi ve bu deneyin her zaman ve her kişide aynı sonucu vermesi gerekmektedir. “X” sözünü söyleyince filancanın başına felaket gelmesine sebep olmasından bahsediyorsak, bunu gözlemlerle, kameralarla tekrarlanması gerekir. Her “x” sözünü söyleyince, istediği kişiye zarar verebildiğini, kameralarla ölçmeliyiz. Bu sözü söyleyince, ne tür bir zarar vereceğiz, sorusu da tutarlı olmalıdır. Örneğin, “X” sözünü söyleyince, karşıdaki kişinin arkadaşıyla kavga etmesine sebep olabileceğiz. “Y” deyince, karşıdaki kişinin, var olan işini kaybetmesini sağlayacağız diye net olmalıdır. Ondan sonra, “X “ sözünü söylemeli (yada suya okumalı vs), bilimsel olarak, rastgele seçilmiş 100 kişide gerçekleşip gerçekleşmediğine bakmalıyız. Seçtiğimiz kişilerin, yaş, cinsiyet ve statülerinin farklı farklı olması gerekir. Ayrıca, bu sözü her söyleyen kişide, bunun aynı sonucu vermesi gerekir. Gerçi, tek bir kişinin (büyücünün), tek bir insana bile, bu sözü-büyüyü her söylediğinde zarar gelecek olması, bilimsel ve sosyal olarak mümkün değildir. Eğer böyle bir şey mümkün olsa, bunun patenti alınırdı. Öyle bir müessese kurulurdu ki, her bir dileği olan ya da birine zarar vermek isteyen oraya gider, istediğini yaptırabilirdi. Siz olsanız, elinizde böyle bir güç olsa, karşı tarafa istediğiniz bir yararzarar verebilecek olsanız neler yapardınız? Paranızı size gelen kişilerin
üç kuruş paralarını topladığınız büyücülükle mi sağlardınız? Yoksa gelen zenginlerden birine, büyülenmiş sudan içirip, onun mallarının çoğunu sizin hesabınıza yatırmasına ikna mı ederdiniz? Ya da, ona bir zarar vermekle tehdit edip, çoğu parasını da alabilirsiniz tabi. Ya da, insanları etkileme gibi bir özelliğiniz olsa, tutup, kıytırık köşelerde mi olursunuz, yoksa siyasi yönden güçlü bir mevkiye gelmek için, çeşitli güçlü mevkidekileri mi büyülerdiniz ve sizi siyasi olarak güçlü bir yere getirebilirlerdi? Görüldüğü üzere, böyle bir şey mümkün olsa, önce büyüyü yapanlar kendilerine yarar sağlarlar, “insanların umutları için verdikleri paralardan” dilenmezlerdi. Başına bir kötülük gelmez, maddi sıkıntı çekmez, pek çok kişiye istediği yaptırabilirlerdi. Peygamberin Kuran’da dediği gibi, böylesi bir gücü olsaydı insanın, önce kendisi için sonuna kadar kullanırdı. “De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”” (7 araf 188) Eğer herkesin böyle güçleri olabiliyorsa, herkesin çıkarları çatışmaz mı? Birisi, yuvasının bozulmamasını isterken, diğer bir kadın o yuvanın bozulmasını isteyebilir. Bu durumda hangisinin büyüsü etkili olacak? Bir kişi, işe alınmak isterken, diğeri kendisinin işe alınması için büyü yaptırabilir. Hangisi işe alınacak bir kişilik kontejana?
“Eğer hak onların arzularına uysaydı, gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şereflerini (Kuran’ı) getirdik. Onlar ise bu şereflerinden yüz çeviriyorlar.” (23 müminun 71)
Eğer bunlar mümkün olsaydı ve sadece belli kişilerde olsaydı, diğerlerine haksızlık olmaz mıydı? Her an birileri büyü yapıp, sizin önünüze geçebilir, size zarar verebilir. Eğer sadece bazı kişiler büyü yapabiliyorsa, o kişilerin özelliği nedir? Haksızlık değil midir bu? Yani, bir kişi istediği kişiyi etkileyebiliyor ve istediğini yaptırıyor, diğer yanda büyüsüzce insanlar çalışarak ve mutlu olmaya çalışarak bir hayat mücadelesi veriyorlar. Bu büyülü sözlerin özelliği nedir ki, herkesten gizlidir, kendi içinde güçlü-güçsüz gibi ayrımları vardır. Bunları kim yazar, ölçüsünü kim koyabilir? Ayrıca ciddi bir haksızlık ve çıkar çatışmasına döner durum.
Böyle bir dünyada nasıl güvende olacağız? Her an, birileri bize ve yakınlarımıza iradesizce kötü şeyler yaptırabilir. Her an, olağanüstü varlıklar çevremizde dolaşıp, bize kötülük kurabilirler ve bizim mutsuzluğumuz için çalışabilirler. İstemediğimiz şeyleri yaptırabilirler. Bu durumda ne kendimize, ne çevremizdekilere güvenebiliriz. Ayrıca, dünyada gördüklerimiz dışında, bir de göremediğimiz varlıklarla mücadele etmek durumundayız. Biz, göremediğimiz ve bize zarar veren olağanüstülüklerle nasıl mücadele edebiliriz ki?
Diğer önemli sorun, irade sorunudur. Allah, dünyada kötülük yapma özgürlüğü ve iyilik yapma özgürlüğünü insana bırakmıştır. Öldükten sonra da, yaptığımız tercihler ve işlere göre bir hesap vereceğiz. Bu sebeple, Allah, insana ne zorla iyilik yaptırmış, ne zorla kötülük yaptırmıştır. Eğer zorla bir durum varsa, orada özgür iradeden ve bir seçimden bahsedemeyiz. Böyle bir durumda, hayattaki amacımıza ne olur? Allah hesap sorarken, iradesiz yapılanlar diye bir ayrım yapmamaktadır. Allah’ın bile bize özgür bıraktığı bir iradeyi, kim zorla kısıtlayabilir ki? Düşünün ki, size her an birisi adam öldürtebilir, eşinizden ayırabilir, kötülükler yaptırabilir. Çünkü büyü yaptırmıştır. Nerede kaldı irade? İnsan demez mi, “Ey Allah’ım ben istemedim, bana büyü yaptılar, o yüzden kötülük yaptım.” Hatta pek çok suç işleyen kişi, sorumluluğu üzerinden atmak için, bu tür şeylerin arkasına sığınmaya çalışmışlardır. İşte tam da Allah, böyle olmaması için, Kitabı indirmiş ve her şeyin insanın özgür iradesine bağlı olduğunu söylemiştir. Allah dışında kimsenin de kimseyi zorlayamayacağı açıktır. Suç işleyenler, ahrette suçlarına mazeret getiremeyeceklerdir, çünkü hür iradeleriyle seçim yapmışlardır. “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (36 yasin 65) Böyle bir dünyada, yaptığımız şeylerin bizim tercihimiz olup olmadığını nereden bileceğiz? Kaderi mi, yoksa filancaları mı suçlayacağız yaptığımız kötülüklerden dolayı? “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (42 şura 30) “Her insanın amelini kendi
boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (17 isra 13)
açılmış
olarak
“Kim salih bir amel işlerse, kendi lehine işlemiş olur. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhine yapmış olur. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (45 casiye 15) “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” (41 fussılet 46) “Şüphe yok ki, Biz insanı karışık bir damla sudan yarattık, onu imtihan ediyoruz. İmdi onu işitici, görücü kıldık. Muhakkak ki, Biz ona hidayet yolunu gösterdik, gerek şükredici ve gerek nankör olsun.” (76 insan 23) “Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açar hakkı idrak ederse kendi yararına, kim de (hakkın karşısında) körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.” (6 enam 104) Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir. 5 maide 105
Bu gibi inanışları kabul etmek, insanları etkiler. Annesi tarafından hep “öcüyle” korkutulmuş çocuk, artık odasından dışarı çıkamayacaktır ve tuvalete bile gidemeyecektir. İstediğiniz kadar böyle bir şey yok diyin artık, o çocuk ona inanmıştır. Herhangi bir gölge, herhangi bir çıtırtı, ona “öcünün gelişini” anlatır. Ayrıca, çocuğun vücudunda, heyecan hormonları salgılanır. Bu sefer çocuk, “eğer öcü yoksa niye bende bu kadar etki ediyor, demek ki var” demeye başlar.
Aynı bu örnekteki gibi, hayatımızda, çeşitli varlıklar ve korku inançlarıyla yüz yüzeyiz. Artık o kadar sık duymuşuz ve korkutulmuşuz ki, gerçek olduğundan şüphe bile etmemişiz toplum olarak. Yaşadığımız her çıtırtı artık bize, büyünün işlediğine, falın çıktığına, içimize cin vb.lerinin girdiğine bir işaret olarak algılanır.
C.9. 2.
CİN
Büyülerin, kötülüklerin, gabya dair bilgilerin “cin” denilen varlıklardan insanlara ulaştığına dair rivayetler vardır. Toplumda, cinler bir korku sebebidir. Şekilleri hakkında pek çok farklı anlatım vardır. Bu tür anlatımların sonuna bir de, “bunlar gerçek, hatta Kuran’da da yazar cin” diye de pekiştirirler. İnsanlar, “Cin” kelimesini ağızlarına bile alınca, kendilerine kötülük geleceğini düşünürler. Bu sebeple, “3 harfliler” diye anarlar. Böyle deyince, hem birbirlerinin ne dediklerini anlamış, hem de o kelimeyi ağızlarına almamış olacaklardır. Elbette böylesi bir şeyin gerçekliği yoktur. Bu sadece, bir korku toplumu oluşturmaktan başka bir şeye hizmet etmektedir. Neden “bir kelimeyi” söylemek bizim başımıza kötülük getirsin? Bu tür tabular, Allah’ın dinini Kuran’dan öğrenmeyenlerde yaygınlaşmıştır. Allah hiçbir şekilde, “şu kelimeyi ağzınıza almayın” gibi bir emirde bulunmamıştır. Eğer başımıza bir zarar gelecek olsa, bizi herkesten fazla düşünen ve hayatta bize hep doğru olanı gösteren Allah, bizi bu felaketten de korumak için bize bu sözü söylemeyin derdi. Şeytanın ismini bile, Kuran’da defalarca
söylerken, bir zarar gelmiyor da, cin deyince mi sorun oluyor? Neden şeytana da “5 harfli” demiyoruz? Cin kelimesi hakkında pek çok açıklama getirilmiştir. Kuran’da cinler, hemen herkesin duyduğu, “insanlara zarar verebilen, üstün güçleri olan varlıklar” olarak anlatılmaz. Cinlere ait bir tarif yoktur. Cin kelimesi, “yabancı, bilinmeyen” anlamlarına gelir. Cinlerin, “yabancı insanlar” olduğuna dair yorumlar da vardır. Kuranda cin kelimesi, şeytan-melek- yabancı insan- görünmeyen varlıklar için kullanılmıştır. Cin ister, “yabancı insanlar” olsun, ister “bilinmeyen bir çeşit varlık” olsun, gücünün sınırlarını bilmemiz bizim için önemlidir. Bunun entelektüel tartışması yapılabilir ancak, insanları ilgilendiren kısmı, “cinler insanlara zarar verebilir mi?” ve “ne kadar güçlüdürler?” sorularıdır. Allah cinler hakkında şunları söylemektedir:
Cinleri de, insanları da Allah yaratmıştır ve hepsinin hayattaki görevi Allah’a kulluk etmektir: “Ben cinleri ve insanları (ins ve cin), ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (51 zariyat 56)
Cinler, geleceği göremezler ve insanlar için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemezler: Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi? (72 cin 10)
Bir kısım cinler de insanlar gibi bir sınavdadır ve özgür iradeleri vardır. Bir kısmı iyiykeni bir kısmı yanlış yoldadır: “Gerçekten biz, -kimimiz salih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda olmak üzere- türlü türlü yollar tutmuştuk” (72 cin 11). “ İçimizde, (Allah'a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var. Müslüman olanlar, doğru yolu arayanlardır.” (72 cin 14). “Doğrusu
biz, o hidayeti (Kur'an'ı) işitince ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse, artık ne bir (ecrinin) eksikliğe uğratılmasından ne de haksızlık edilmesinden korkar.” (72 cin 13). Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır. (72 cin 15)
Cinlerin gücü, Allah’ın gücünün yanında bir hiçtir. Onlar da en az insanlar kadar acizdir. Cinler, bizzat kendi ağızlarından şunu söylemektedirler: “Şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah'ı aciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” (72 cin 12)
Cin Suresinde, yalvarılacak olanın yalnız Allah olduğu, aksi takdirde Allah’ ortak koşmuş olacağımız anlatılıyor. Ayrıca, Allah dışında kimsenin bir yarar-fayda sağlama gibi bir olağanüstü gücü yoktur ve sığınılacak tek yer de Allah’tır. Cinler de, ne bir fayda ne bir zarar verme gücüne sahiptirler, yalnız Allah’tır olağanüstü olarak faya-zarar verme gücüne sahip olan. Bu sebeple, yalnız Allah’a sığınmalıyız. O bir belayı engellediğinde, tüm dünya bir araya gelip, şer istese de Allah, insanı koruyabilir.
Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin). De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam. De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam. (Benim yaptığım) ancak Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Artık kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır. (72 cin 18-23) “De ki: “Bana cinlerden bir topluluğun (Kuran’ı) dinleyip şöyle dedikleri vahyedildi: “Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir
Kuran dinledik de ona inandık. Artık, Rabbimize hiç kimseyi asla ortak koşmayacağız.” (72 cin 1-2)
Gaybı (olağan olarak görülmeyen-bilinmeyeni) bilen yalnız Allah’tır. Peygamberler dışında kimseyi gaybdan haberdar etmez. Peygamberlere de, vahiyle gaybı bildirir ve yanlarında koruyucular gönderir. Vahiy dışında bir gaybı-geleceği-geçmişi olağanüstü olarak bilmek kimsede yoktur. Yani, cinler de gaybı bilemezler. Fal gibi şeyler ve insanların-cinlerin geleceği görme iddiası da yalandır.
“O bütün görülmeyenleri (gaybı) bilir. Gaybı da kimseye göstermez. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar, ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir).” (72 cin 26-28) Bir peygamberin gaybı Allah’tan vahiyle öğrenmesine bir örnek: “İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.” (12 yusuf 102)
Cinler ve olağanüstü güçler hakkında “Allah’a yakındırlar, Allah’ın bilgisinden bizim bilemeyeceklerimizi alırlar, bizim yapamayacağımız dilekleri yapabilirler diye” inanılmaktadır. Oysa onlar da yaratılmış ve olağanüstü güçleri olmayan ve Allah’ın yarattığı kullardır:
“Allah ile cinler arasında da yakınlık bağı kurdular. Oysa cinler de kendilerinin Allah’ın huzuruna getirileceklerini bilirler.” (37 saffat 158) Allah’ı bırakıp tapındıklarınızın hepsi sizin gibi (yaratılmış) kullardır.
Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi hemen onları çağırın da size cevap versinler . (7 araf 194)
Büyü ve fal gibi şeyleri anlatarak, insanlar birbirlerini etkilemektedirler. Bunlar yalan ve iftira olduğu halde, insanları inanç olarak etkilediği için, Allah bu durum için “yaldızlı sözler fısıldarlar” demektedir. Bu tür yanlış inanış ve iftiralar için ise, inananların düşmanıdır denmektedir. Büyü gibi inançlarla İnsana yarar getirmeyen ve zarar veren şeyleri öğreniyorlar.
“İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (6 enam 112) “…Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!” (2 bakara 102)
Diğer bir cin grubu olan İblis’in (Şeytanın) özelliklerine ve insana ne tür zarar verebileceğine bakarsak;
“İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı.” ( 18 kehf 50) “(Şeytan) size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (2 bakara 169) “ (Şeytan dedi ki ) Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım…” (4 nisa 119)
“İş bitirilince şeytan da diyecek ki: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.”” (14 ibrahim 22) “Gerçek şu ki; şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur.” (16 nahl 99) “Allah, (şeytana) “İşte bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur” dedi.” (15 hicr 41-42) “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.” ( 5 maide 105) “Ve hiç kuşkusuz, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini biz biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (50 kaf 16) “O şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın, eğer mümin (inanan) iseniz, benden korkun.” (3 ali İmran 175) “Şayet Allah sana bir zarar dokundursa, bunu O’ndan başka giderecek yoktur. Fakat sana bir hayır dokunduracak olsa onu da kimse gideremez. Bil ki O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” ( 6 enam 17) De ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler.” (9 tevbe 51) “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (7 araf 200) “Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler (derhal Allah’ı
hatırlarlar da) sonra hemen gerçeği görürler.” (7 araf 201) “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (41 fussılet 36) “De ki: “Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”” (23 müminun 97-98) De ki: “Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Sahibine, insanların İlah’ına sığınırım.” (114 nas 1-6) De ki: “Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” (113 felak 1-5)
C.9. 3.
FAL - Geleceği Görme, Tahmin Etme iddiası
Fal, herkesin bildiği gibi “ eldeki işaretlere bakılarak, içilen kahvenin telvesine bakılarak ya da çeşitli özel kartlara bakılarak yapılan; insanların gelecek ve geçmişlerini bileceği iddia edilen bir çeşit tahminler silsilesidir. Aynı şekilde, geleceği görme iddiasının da bir güvenilirliği ve geçerliği yoktur. Ortalama olarak başınıza gelebilecek 10 tane şey söylesem, 3-5 i doğru çıkacaktır. Bunun için fala bakmaya ya da ele bakmaya gerek yoktur. Ancak ne zaman ki ve bu rast gele seçilen 100 kişi için ve özel hayatları konusunda bilinmesi zor ve istisnai tahminlerimden,
söylediğim 10 şeyden 8’i doğru çıkacak olsa, o zaman doğruluğu kanıtlanmış diyebiliriz. Arkasından, 100 kişi daha seçildiğinde, aynı 10’da 8 doğruluk gerçekleşiyorsa, geleceği görme iddiası doğru olabilir. Bu durumda bile, hangi konularda doğru tahmin edebildiğimizi ölçmek için, 20 tane içinde sayılar olan kutuların içinde ne çıkacağın bilmeden, geleceği görme iddiası boştur. Örneğin; kahve falında söylenen “senin için kabarmış, için daralmış; bayraklı bir yerde işin var, bir bebek görülüyor, kısa boylu bir kadınla karşılaşacaksın, yakında sevineceğin bir haber alacaksın, cenaze görünüyor, ismi içinde A harfi olan biriyle tartışacaksın…” gibi sözler, insanın hayatında sürekli olan şeylerin sadece bir tekrarıdır. Bunları karşımıza kim gelirse gelsin, söylersek, 10 tahminden yaklaşık 5’i, yakın bir süre içerisinde olacaktır. İnsanların uzun boylu, kısa boylu kişilerle karşılaşması normaldir. Bu ihtimali söylemler, karşı tarafın diyaloguna ve tepkilerine göre, daha riskli sallama imkanı doğacaktır. Örneğin, - Sıkıntılı şeyler yaşıyorsun bir süredir. ( Çoğu insan sıkıntılı şeyler yaşıyordur. Bu tahminin doğru çıkma olasılığı yüksek) – Evet, aynen 2 yıldır kötüyüm. – Bu zaman süresinde, yanında hep birisi olmuş. (Büyük ihtimalle, insanın yanında, yöresinde birisi-birileri olmuştur.) – Evet, sevgilim vardı. Sıkıntım gidecek mi? – Tabi, yakında selamete kavuşacaksın. Bu sevgilin var ya, o seni oyalıyor, evlenmeye niyeti yok.
( Sıkıntıya karşı, umut vaat ederek, karşı tarafı rahatlatıyor. 2 yıldır sevgilisinin buna destek verdiğini öğreniyor. Bu kadar uzun sürede evlenmediklerine göre, erkek oyalıyordur.) – A, evet nerden bildiniz, bence de öyle. – Ailelerde de bir sorun var evlenmenize karşı. Kaynanan mı? ( Evlenmedilerse, ailelerde bir sorun olması büyük ihtimaldir) – Hayır da, sevgilim istemiyor. Kaynanam istiyor… Bu diyalogdaki gibi bir durumda, fala baktıran kişi, “aa bak bildi” diyerek, gelecek hakkında söylenenlerin de doğru olduğunu düşünecektir.
Geleceği görebilseniz, başınıza gelecek felaketlere karşı tüm önlemleri alırdınız ve başınıza hiçbir kötülük gelmezdi herhalde? Çok üzülmez, çok hayal kırıklığı yaşamazdınız? Hastalığa yakalanacağınızı görür, ona göre önlem alırdınız. Bir çukura düşmeden önce görür ve düşmezdiniz. Lotoda, istediğiniz kadar para kazanabilirdiniz, çünkü ne de olsa, geleceği görebiliyorsunuz? Böylece, fallardan para almaya da gerek kalmazdı. Ya da, maddi- manevi bir ihtiyaç içerisinde olmazdı kişi. İnsanların gelecekte de kendilerine iyi mi kötü mü davranacaklaırnı bildiklerinden, gerçek dostlukları ayırt edebilirlerdi. Ya da, eğer dini bir liderin bu iddiası varsa, kendi cemaati için para toplamaktansa, geleceği görür, bu özelliği sayesinde para kazanır ve kimseden para istemeye gerek kalmazdı.
Bu itirazlara katılan insanlar “Ama bu işler böyle işlemiyor” diyorlar genellikle. -“Kişi kendi geleceğini bu şekilde göremiyor.” - Peki başkasının geleceğini görebilse yine kendisine kar elde edebilir. - Yok başkasının yaşayacaklarını da, tam olarak bilemez - Peki neyi, ne kadar bilebilir? - Bilmiyorum, belli değil. Bazı söylediği çıkabilir, bazısı çıkamaz. - Peki ben de sallasam, onun söylediklerinden ne farkı olur? - O, fala ve ele bakarak söylüyor, sen de bak, söyle. Görüldüğü üzere, sadece tahminlerden oluşan ve söylenenlerden bir kısmının yaşananlarla uyum sağlamasıyla insanlardaki inancı etkileyen bir durumdur fal ve geleceği görme iddiası.
Olayın mantığını ve bilimselliğini bir kenara bırakırsak, insan hayatına yapay gündem oluşturan ve kafadan çıkmayan bu “gelecek öngörüleri” insan hayatında şuanı yaşamayı engeller. Üstelik, bu öngörüler olmasa insanların davranışlarını normal karşılayacakken, artık “faldaki öngörüye uydurmak için” her an tetikte olunur. Bir yerden bir haber gelecek ve çok sevineceksin gibi sözler de karşı tarafı bir beklentiye sokacaktır. Sürekli “acaba ne yaşayacağım”, “şu anki sevindiğim şey olabilir mi, o söylediği” gibi sürekli söylenen şey akılı meşgul edecektir. İnsan, bunu kendisinde engelleyemez. “Yakın çevrenden birisi seni haya kırıklığına uğratacak” dense, her an çevremizde yakın olduğumuz kişilere bir şüpheyle bakar ve herhangi bir davranışı “acaba falda çıkan şey mi” diye evhamlanmaz mıyız?
Mesela, “eşin seni aldatıyor” gibi bir öngörü olunca, önceden eşinizin mesajlarını kontrol etmezken, en ufak bir mesaj ya da işten geç gelme gibi durumlarında artık “faldaki doğru çıkabilir” diye düşünmeye ve kontrol etmeye sebep olacaktır. İnsanlar arası ilişkilerde güveni zedeleyeceği gibi, gereksiz zanlara ve vehimlere yol açacaktır. İnsan kafasından da atamayacaktır. İnsanlar neden fal bakar? Fala bakarak para kazananları anlarız, “para kazanmak için atıp tutmaktadırlar”. Peki, bu işi paralı yapmayanların ne çıkarı vardır? Fala bakan insan olunca, “aranan insan” olmuş olunur. Herkes sizi evine davet eder ve kahve yapar ki falına bakabilesiniz. Böylece insan, “aranan insan” olma ihtiyacını karşılamış olur. Ayrıca, insanlar ekstra bir saygı gösterirler. Çünkü ne de olsa “geleceği görebilmektesinizdir, kahveye bakarak”. Bu sebeple, insanlar arasında, onların yapamadığı bir şeyi yaparak, “çevrelerindeki insanların saygısını ve ilgisini” üzerlerine çekebilmektedirler. Ayrıca, tahminleri doğru çıktıkça, “kendisinin özel olduğunu ve özel güçleri olduğunu düşünmeye” başlar insan. Görüldüğü üzere, bu düşüncelerin hepsi, doyurulamayan özgüveni ve egoyu, bu türlü davranışlarla doldurmaya çalışmaktır.
“Bir de cinleri Allah’a birtakım ortaklar yaptılar. Oysa onları da Allah yarattı. Bilgisizce Allah’a oğullar ve kızlar da uydurdular. O, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (6 enam 100) “Siz, Allah’ın yanı sıra/altısıra ancak putlara tapıyorsunuz ve yalan/iftira üretiyorsunuz/yaratıyorsunuz. Allah’ın altısıra/yanı sıra taptıklarınız size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı
Allah’ın katında arayın. Yalnız O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (29 ankebut 17) “İbrahim, onlara dedi ki: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi (ve çıkar) uğruna Allah’ın altısıra/yanısıra bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edip tanımayacak; kiminiz kiminize lânet edecektir. Barınağınız cehennem olacaktır. Yardımcılarınız da olmayacaktır.”” (29 ankebut 25) Kişiler umutlarını ve üzüntülerini elleriyle yaptıklarına bağlamalıdırlar. Yaptıklarına ve (yapmaları gerekip de yapmadıklarına bağlamazlarsa mutsuz olurlar. Hayatlarının kontrolünü kendilerinden çıkarmış olurlar. Kontrol edemedikleri mutsuzluklar ve sevinçler, sorumluluk almayı ve ders çıkarmayı gerektirmez. Bu nedenle yarın ne yaşanacağı hiçbir şeye bağlı değildir. Oysa Allah, hayatımızda yaşadıklarımızın tercihlerimize bağlı olduğunu anlatmıştır. Sorumluluğu insanların üzerlerine alınmadığı bir dünyayı hayal edebiliyor musunuz? Sınava gerektiği gibi çalışmayan çocuk için, sonra “oğluma büyü yaptılar, sınavı kazanamadı” diyor. Çok mutlu gibi başlayan evlilikte, cicim ayları geçince ve hayattaki gerçek sorunlarla karşılaşınca, eşler fedakarlık ve sorunlar için çözüm üreterek, evliliklerine anlam katmaktansa, kavgalar ve sözlü tacizleri kısa yol olduğu için seçiyorlar. Bu durumda ne mi deniyor: “Bunların arası iyiydi, kesin birisi büyü yaptırdı aralarını bozmak için”. Hatta suç kaynanaya veya başka birilerine atılarak, eşler arasındaki sorunlar daha da büyümektedir. Ya da, koca kendi sorumsuzluğu olarak, dışarıdaki kadınlara bakmaya başlar, “başka kadınlara bakmazdı benim kocam, kesin büyü yaptırdılar” gibi çıkarımlara yol açmaktadır. Ya da “büyü” denmiyor da, “nazar” deniyor ancak sonuçta aynı kapıya çıkıyor.
Yani, kimse sorumluluğu üzerine almadığı, düzeltmeye çalışmadığı, kendisinin ve başkasının yaptığı hataları iradesizce yapıldığını iddia eden kişi, böyle bir dünyada nasıl yaşayabilir? Sürekli mutsuzdur ve çözüm de yoktur ortada, hep üstün ve görünmez güçler, nazarbüyü-fal-cinler hayatı mahvetmektedir. İşte Allah da, insana kendi irade gücünü ve sorumluluğu üzerine alması gerektiğini anlatmaktadır. Aksi takdirde, insanın kendisi mutsuz olacaktır. Öncelikle, kişinin başına gelen şerlerin, şeytandan ya da olağanüstü güçlerden değil, “Allah’tan” geleceğini anlatır. Allah’tan olan başımıza gelenler, yaptıklarımıza göredir. Yani, Allah burada da, sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Şeytan yalnız vesvese verir, yol gösterir insan da tercih eder. “Onlara bir iyilik gelirse, “Bu, Allah’tandır” derler. Onlara bir kötülük gelirse, “Bu, senin yüzündendir” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar!” (4 nisa 78) “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir…”(4 nisa 79) “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. Allah, yine de çoğunu affeder.” (42 şura 30)
Allah fal konusunda ne der? “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (17 isra 36) “Dikili taşlar üzerinde boğazlanan (hayvanlar) ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı.” (5 maide 3) “Ey iman edenler! (Aklı
örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (5 maide 90) İnsanları günahlara sokan şey, genellikle Allah’ın söylediği şeyin kendi yararlarına olmayacağı inancıdır. O an bir kar görüyorlardır ve “yanlış olduğunu bile bile” yaparlar. Çünkü, kendi karlarınadır. Oysa bu tam da şeytanın vesvesesidir. Şeytan Adem’e yasak ağaçtan yedirmek için kandırırken, “ Allah sizin iyiliğinizi istemiyor, mükemmel olmanızı istemiyor; eğer bir fayda sağlamak istiyorsanız, yasak ağaçtan yiyin” demişti. “Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir." Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti. Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?" (7 araf 19-21) İnsanlar da bu “cin, büyü, fal” konularında Allah’ın yasaklarını sanki “biz ne güzel geleceğimizi öğreniyoruz, Allah da bizi bu nimetten uzak tutmak istiyor, bu yüzden günah da olsa yapacağım” mantığıyla hareket etmektedirler. Oysa bu sadece bir yalana uymadır ve bir “umut tacirliğidir”. İnsanların birbirlerini kandırmaları ve yapay şeylerle olumlu veya olumsuz olarak oyalamaktır. Ayrıca, sorumluluğu
insanın üzerinden atarak, hayatının daha da mutsuz olmasına sebep olmaktadır. Zaten geleceği görme ve birine zarar verme iddiaları gerçek değildir. Dünyayı ve ahreti yaratan Allah bunu söylemektedir. Bir de yalanın üzerine kurulan bu tür iddialara uymak, insanın zararına olacaktır. Ayrıca, dinde en önemli konu olan, Allah’ın özelliklerini başka varlıklara yakıştırmak yani “şirk” olacaktır. Allah kullarına zulmetmez. Eğer “büyü-fal gibi konular” gerçekten olsa, Allah “büyüyü yalnız doğru işlerde kullanın” derdi. Eğer büyü-fal gerçekten olsaydı, öncelikle Allah’ın dinini anlatan insanlara bunlar öğretilirdi. Böylece onlar geleceği görerek, kiminle ne kadar konuşmaları gerektiğini bilirlerdi. Toplumlarında zulüm yapanlara, büyü yaparlar ve zulümleri durdururlardı. Ancak, Allah böylesi bir hakkı onlara dahi vermemiş, öğretmemiştir. Üstelik bu güçleri en doğru kullanabilecek kişiler muhakkak peygamberlerdi. Bakın, onlar Kuran’da ne diyorlar: “De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”” (6 enam 50) “Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum; gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, “Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez” de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum.” (11 hud 31)
De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (18 kehf 110) Allah kullarına haksızlık etmez ve kullarının iyi olmasını ister. Nasıl ki annemiz, üzerimizi ince gördüğünde “kalın giyin, sonra hasta olursun” dediğinde, herhangi bir çıkar gözetmezken ve bizim iyiliğimiz için söylerken, “bu sözü, bizim kötülüğümüz için söylüyor” diyebilir miyiz? Hele ki, biz fark etmeden, hava çok soğuksa? Eğer doğruya uymazsak, bize zararı dokunacaktır. Allah insanlara zulmetmez, haksızlık etmez, söylediklerini haşa egosunu doyurmak için söylemez. Çünkü Allah’ın bizim herhangi bir şeye ihtiyacı yoktur. Biz ister yalnız O’ndan isteyelim, ister başkasından, Allah’a herhangi bir zarar verilemez. Çünkü O dilerse, bizi yok edebilir, tüm dünyayı da yok edebilir. Milyarlarca canlı içerisinde biz sadece bir noktayız. O istediği an, istediğini yaratabilir.“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (35 fatır 15) Allah’ın sözleri ve emirleri insanların bireysel ve toplumsal huzur ve mutluluğu içindir. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, cömert ve merhametli olanın öğütleridir. Allah eğer büyü- fal inançları insanlığa faydalı olsa neden yasaklasın? Biz, Allah’ın sözlerini anladıkça ve onları bizim için “ideal” olarak gördüğümüzde ancak o zaman İslam’ı anlamış oluruz. Allah eğer bir şeyler için çok kötüdür ve günahtır diyorsa, bilmeliyiz ki
“biz o sınırları aşınca, hem biz hem toplum çok kötü sonuçlarla karşılaşacağız ve üzüleceğiz” demektir. “Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.” (2 bakara 185) “Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azap etsin ki? Allah, şükrün karşılığını verendir, hakkıyla bilendir.” (4 nisa 147) “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” (2 bakara 168) “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet vadediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (2 bakara 268) “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah’ın size lütfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah, dilediği kimseyi tertemiz kılar. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (24 nur 21) (Şeytan) Onlara vaatler ediyor onları en olmadık kuruntulara düşürüyor Oysa şeytan onlara bir aldanıştan başka bir şey vaat etmez (4/120)
D. ALEVİLİKTE İBADET
Anadolu Aleviliğinde ibadet bir kültür olarak sürdürülmektedir. Yazılı bir metin söz konusu değildir. Bu sebeple, farklı bölgelerde farklılaşan uygulamalar vardır. Bu kültürün dini etkisi, toplumu bir arada tutmayı ve bireysel dini ihtiyacı karşılamayı sağlamıştır. Namaz, oruç gibi ibadetler bazı sebeplerle uygulanmaz. Bunda elbette siyasi, sosyal ve dini pek çok neden olabilir. Burada, Alevilerdeki ibadet anlayışı ve Kuran’la paralel olan ve çelişen durumlar açıklanacaktır.
D.1. YOL KARDEŞLİĞİ (MUSAHİPLİK) “Alevilikte iki erkeğin ve böylece iki ailenin kardeş olması demektir. Bu kardeşlik, ahiret kardeşliği ya da musahiplik olarak da anılır. Yol kardeşliğinin Muhammed ile Ali’den kaldığına inanılır. Medine’de, Mekke’den gelenler bir Medine’deki müslüman aileyle kardeş oluyordu. Ancak Ali tek kaldı, bunun üzerine, o benim kardeşimdir dedi. Başka rivayetler de vardır. Kökeni nasıl açıklanırsa açıklansın, yol kardeşliği Alevilerde çok önem verilen, sonradan kazanılan bir akrabalık türüdür. Her alevi çifti bir yol kardeşi tutunmak zorundadır. Bu dört kişilik iki aile, Alevi toplumunun çekirdeğini oluşturur. Bu dört kişi birbirinin kardeşi sayılır. Alevilerde kardeş çocuklarının evlenebilmelerine karşın, birbirleriyle yol kardeşi olanların çocuklarıyla evlenemez. Bu yol kardeşliğinin ne denli ileri ve köklü olduğunu gösterir. Yol kardeşlerinden birinin karısı diğerinin kocası ölse, yaşayanlar birbirleriyle evlenemez. Yol kardeşi olan erkeklere kardeş, kadınlara bacı denir. Namus ve mal mülkleri dışında hemen her şeyleri ortak
sayılır. Biri malını yitirirse, hayvanı ölse, ürünü zarar görse, yol kardeşi derhal yardıma koşar. Gücüne göre, ona mal mülk verir. Para sağlar. Yiyecek sağlar. Bunu severek ve töreye dayanan bir iş, bir görev olarak yerine getirir. Yol kardeşleri birbirinin gidişini, çocukların durumunu izlerler. Gençlerin kötü yola sapmaması için, erkandan ayrılmamaları için göz kulak olurlar, birbirlerine destektirler. Acıları, tasaları, dertleri ortaktır. Yol kardeşini kişi kendi seçer. Ancak, bu seçimde kimi ölçüler vardır. Yol kardeşlerinin aynı yaşlarda olması gerekir. Aynı dili konuşuyor olması gerekir. Aynı eğitim düzeninde olmaları ve evli olmaları gerekir. Tüm bu koşullar getirildikten sonra, yol kardeşi olacak kişiler dinsel törende dede karşısına çıkarlar. Dede bunlara yol kardeşi olmanın yükümlülüklerini ve koşullarını anlatır. Bunları kabul edip etmediklerini sorar. Yol kardeşleri olacaklar olumlu karşılık verince, dede bir gülbenk okur. Bu gülbenge gözlengeç duası adı verilir: “Bismi Şah.. Allah Allah... Yüzüm yerde, özüm darda. Darı Mansurda, ellerim gani dergahında. Erenlerden hal hayırlısı şey’en ederim… Allah, eyvallah/hu dost…” Gülbenk okundukta sonra, yol kardeşi olacaklar yerlerine otururlar. En az bir yıl beklemeleri gerekir. Bu süre sınama süresidir. Anlaşamayacak olurlarsa sınama süresi içerisinde vazgeçeceklerdir. Böylece kardeşlik andı bozulmamış olacaktır. Tüm sınamalar olumlu geçerse, o kişilerin yol kardeşi olmaları uygun görülür. Yol kardeşi olacaklar, gündüzden boy abdesti alırlar. Akşam dinsel tören başlar. Önce toplum gelir, yerini alır. Çerağ uyandırılır.
Çerağ gülbeni okur. Ardından kurbancı, kurban ile içeri gelir. Kurban sahipleri ile birlikte dara durur. Kurbancı kurbanın sağ kulağına sağ kulağına kapatır. Sağ ayağını ise, sağ gözünün üstüne tutar. Kendi ayaklarını mühürler. Böylece, bir süre kıbleye doğru durur. Bu sırada dede bir tekbir çeker. Tekbir bittiğinde kurbancı, “Hayır, himmet eyleyin!” diyerek kurbanı alıp dışarı çıkar. Yanında bulunan yardımcılarıyla niyazlaşır. Bu arada kuyucu gelir. Kurbancı ve yardımcılarıyla niyazlaşır. Herkes işine başlar. Bu sırada, dinsel tören sürmektedir. Bir bacı eşiğe niyaz edip bir döşek getirir. “Hayır, himmet eyleyin!” deyip döşeği meydana yayar. Döşek üzerinde dara durur. Hayır dua alıp yerine oturur. Rehber, yol kardeşi olacak kişilerle birlikte içeri girer. Yol kardeşi olacakların eşleri de yanlarındadır. Rehberle birlikte beş kişilik bir öbek oluştururlar. Beşi birlikte dinsel tören yapılan evin eşiğinin sağını solunu öperler. Sonra, sürüne sürüne gidip delili niyaz ederler. Rehber sağ başta olmak üzere döşek üzerinde dara dururlar. Dara duruş düzeni şöyledir...” * Fuat Bozkurt, Alevilik ve Türk Kültürü, s. 226 + Fuat Bozkurt’un bahsettiği bu zorunlu yol kardeşliği, her ne kadar o zorunlu dese de, pek çok yörede unutulmuş ve uygulanmayan bir uygulamadır. Yetimlerin beslenmesi, kendi evlatlarından ayrı tutulmaması, bir ailede erkek öldüğünde, diğer ailelerin onlara her tür yardımda bulunmaları çok güzel uygulamalardır. Kardeşinin yardımına koşmak, herhangi bir zorda kalma durumunda yardım edeceğine dair verilen bu söz anlamlıdır. Böyle bir uygulama Kuran ahlakıyla uymaktadır.
Bunun yanında, evin bir yerlerini öpmek, çeşitli tekerlemeler söylemek gerekliliğinin bir dayanağı olmadığı gibi, anlamsız uygulamalardır. Gözlengeç duası adındaki örnekteki duaya bakalım: “Bismi Şah.. Allah Allah... Yüzüm yerde, özüm darda. Darı Mansurda, ellerim gani dergahında…” Anlamı bilinmeyen sözlerin tekrar edilmesi doğru değildir. Dua ederken, ne dediğimizi bilmeliyiz. “Bismi şah”, “Allah, Allah”, sözlerinde, “Bismi” kelimesi “ismiyle” demektir. Şah ise, Safevi Devleti hükümdarı olan Şah İsmaili anlatmaktadır. “Yüzüm yerde, özüm darda” derken, yüzün yerde olması, secdeyi anlatır. Özüm(içim), darda (evde) derken, gönlüm evde denmektedir. Darı Mansurda derken de, Mansur’un evinde denmiştir. Mansur, tarihte Hallacı Mansur ismiyle tanınmıştır. “Enel Hakk” yani “Ben Allah’ım” diyerek, vahdeti vücut düşüncesinin bir sonucunu açıklamış ve insanlar tarafından çok tepki almıştır. Kuran’da da kesinlikle yasaklanan bu düşüncenin temsilcisidir. İnsanların gönülleri neden Hallac’ın evince olsun ki? Mümkündür ki, bu tür duaları, Mansur düşüncesinde birkaç kişi çıkarmıştır. Sonra gelen halk da onlar ne dediyse, tekrar etmişlerdir. Tabi, pek çok alevi, bu gibi sözleri söylerken, ne dediklerini bilmezler. Bu Sünnilere benzeyen bir durumdur. Sünnilerde de, namazda anlamını bilmeden okumak, anlamadığı dilde tekerlemeleri söyleyip, dua ettiğini düşünmek gibi durumlar söz konusudur. Oysa, Allah namazı, duayı bilinçli ve ne dediğini bilerek yapmadığımızda istemiyor. (4nisa 43)
D.2. GÖRGÜ Alevilerde toplumun içinde olmak ve toplumun dışında atılmak çok önemlidir. Suç işleyen ve görgüye kabul edilmeyen kişi, “düşkün” ilan edilerek toplumdan dışlanmış olur. Halk düşküne selam vermez, düşkünün selamı alınmaz. Kurbanı yenmez, kurban yemeklerine gidilmez. Davetlerine gidilmez, cenaze yemeklerine de gidilmez. Sadece, cenazesi olursa, defin işlerine gidilir. Onun dışında, düşkünlük süresi bitene kadar kişi bunlarla karşı karşıyadır. Bir suç işleyen kişi, hatasını anlayana kadar ve cemde verilen cezasını çekene kadar (bazen kurban kesme cezası, bazen belli bir süre cem törenine katılmama cezası vs) düşkün kalır. Özellikle, Aleviliğin köy kültüründe oluştuğu düşünülürse, bu durumun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Kır alanında toplum dışına atılmak pek çok zorlukla karşılaşmak demektir, bu yüzden yaptırımı fazladır. Osmanlı zamanında Aleviler çoğunlukla Osmanlı mahkemelerine gerek duymadan sorunlarını kendi aralarında çözmüşlerdir. Bu kendi aralarındaki bir çeşit mahkeme ve sorun çözme yeri olan “görgü” yapılır. Bunun anlamı, o bölgedeki Alevilerin dedenin/babanın önüne herkesin içinde çıkarak açık herhangi bir kötülük yapmadığı, kimseyle bir husumet veya kavgasının olmadığı ve topluma her anlamda karışabileceğinin onaylanmasıdır. Kişinin yanlışlarının görülmesi ve hatasından döndüğünün görülmesi ya da kimsenin o kişiden davacı olmadığının görülmesi anlamındadır. Bu olay, halk ve dede tarafından onaylandı anlamında “görüldü” denir. Bu olaya da “görgü” denir. Görülmeyen kişiyle, alevi halk konuşmaz ve ona yaptırım uygular. Topluca yapılan işlere düğüne, cenazeye ve toplu yemeklere çağırmazlar. Görülmeyen kişinin, bir daveti olduğunda gitmezler. Görülmeme sebebinin büyüklüğüne göre, bu yaptırımlar
sertleşir veya hafifleşir. Ayrıca, Alevilerde önemli olan Cem törenlerine katılma hakkına sahip olamazlar.
Cem Töreni Kıyafeti ile Görülmek İçin Dedenin Huzurunda Dururken
Görgüde, Alevilerin içlerinden birinin evinde ya da cem evinde toplanır. Dede ve yanında birkaç ileri gelen bir köşede oturur. Dedeye büyük saygı gösterilir. Onun olduğu tarafa, kişiler arkasını dönerek gidemez, arka arkaya giderler. Gelen kişiler, elleri önde bağlı ve başları hafif eğik dururlar. Alevi toplumundan kadınlar bir tarafta, erkekler bir tarafta oturur. Sırasıyla aileler ve insanlar ortadaki boşluk kısma geçerler, önce dedenin ve yanındakilerin ellerini öperler. Sonra, yüzleri dedeye dönük, sıra şeklinde otururlar.
Bir ailenin üyeleri hep birlikte çıkarlar. Dede, aralarında bir sorun olup olmadığını sorar. Bazen kocasından bazen kaynanasından rahatsız olan kişi şikayetini söyleyebilir. Dede, iki tarafı ve ailenin diğer üyelerini dinler ve sorunun çözümü hakkında bundan sonra devam etmemesi için öğüt verir. Sonra küs ve sorunu olanların yanaktan öpüşüp barışmasını ister. Sonra, hatalı olan kişiye ceza verir. Örneğin, “bir çörek yapıp, dağıtacaksın” ya da “200 lira ceza kesiyorum” der. Sonra bu cezalardan toplanan yiyecekler cem töreninde insanlara dağıtılır. Toplanan paranın bir kısmı, Alevilerden maddi zorluklar çekenlere yardım olarak verilir; bir kısmı, Alevilerin kamu malı olan ihtiyaçlara gider ya da toplu kurbana katılır. Sonra, aile içi sorunlardan sonra, orada toplanan alevi halka “Bu kişilerden razı mısınız? Bir şikayeti olan var mı?” diye sorar. Sonra davacı olan varsa, mesela “Benim arsa sınırıma haksızlık etti” yada “Bana şu kötü sözü söyledi”, “Bana şu haksızlığı yaptı” diyerek o da ortaya çıkar. Bu sefer, o aileden sorunu olan kişi kalır. Sorunlu olmayan ve haksızlık yapılmayan kişilere “dede dualar okur”. Sonra, elinde “dualı bir tarağı öpmelerini ister”. Sonra, görülen kişiler dedenin elini öper ve görüldükleri onaylanır. Sonra o ailenin başkasıyla sorunlu kişileri kalır. Bu sefer, davalı ve davacılar görülmektedirler.
Görgü yapılırken, davalaşan iki kişinin fotoğrafı Bu sorunlar halledilmedikçe, kişiler görülemeyeceklerdir. Sorunun ne olduğu iki taraf da dinlenerek anlaşılır. Sonra, olayı bilen ve şahit olanlar dinlenir. Bazen bu davaların çokluğunda görülme merasimi 23 günden, 3-4 haftaya kadar uzayabilir. Sonra, olayda suçlar ortaya çıkınca, hatası olanlar haklı taraftan suçları için herkesin içinde özür diler. Artık aynı hatada ısrar etmeyeceklerine söz verirler ve iki taraf barışır, öpüşür. Sonra, kişilere verilecek ceza hakkında, dede halka danışır. Suçla orantılı bir ceza olmasına dikkat ederek, bir ceza/kefaret belirlerler. Bu, belli bir süre görülmeme olabileceği gibi, maddi bir ceza da olabilir (bazen kurban kesme, bazen para). Sonra, eğer görülmeme cezası (düşkün olmak) verilmemişse, iki tarafın arasındaki sorun çözüldüğünde, dualı bir saç tarağı öpmeye ve görülme duasına hak kazanmış olurlar. Eğer başka sorun ve davalı
yoksa ve sorunlar çözüldüyse, kişiler görülebilirler. Sonra dedenin elini öper ve diğer kişilerin görülmesi için ortayı boş bırakırlar. Alevilerde yalancı şahitlik çok ciddi bir suçtur. Bir kişi yalancı şahitlik yapacak olsa, ve bu anlaşılsa o kişi yıllarca görülmeyebilir ve toplumdan dışlanır. Sürekli söylenen deyişlerde de “görmediğin, bilmediğin konuda konuşma” diyerek konunun önemi anlatılır. Şahitler sözlerinin doğruluğu kanıtlamak için yemin ederler. Bu yeminler, Allah ve Kuran adına olduğu gibi, “İmam Hüseyin, İmam Hasan çarpsın ki” gibi yeminler de söz konusudur. Eğer dede ve toplum huzurunda yalan söylenir ve yalan yere yemin edilirse, “Allahın kişiye büyük bir ceza verileceğine inanırlar”. Bir kişi kocasını aldatmışsa, kocası karısından davalı olur ve karısı eğer aldatmadığını iddia ederse “dede huzurunda yemin etmeye” çağırır. Alevilerde bu yemin etmeye çok önem verildiğinden ve dini hikayelerle korkutulduklarından pek çok kere hatalı olan yemin edemez. Her köyün ve mahallenin ayrı dedesi olabilir. Her mahalleden olan kendi dedesine görülür. Ancak eğer diğer dedeye bağlı olan kişi bir haksızlık yapmışsa, davalı olan kişi haksız olanın görüleceği görgüye gider ve onun görülmesini engeller ve davanın çözülmesini ister. Görgü bittikten sonraki günlerde, görülen kişiler cem töreni yapmaya başlarlar. Düşkünlük konusunda “suç işlemenin” yanı sıra, boşanmış olmak da toplumdan dışlanma ve cemlere katılamama gibi yaptırımlara sebep olmaktadır. Eğer kişi boşanmışsa ve tekrar evlenmemişse, yada kocası tekrar evlenmemişse, kişi “suç işlemiş” muamelesi görür. Düşkünlük için diğer bir sebep ise, Sünni ile evlenmektir. Yani, Sünni ile evlenmek, bir suç olarak görülür ve toplumdan dışlama olur. Ancak, Sünni bir kız alındığında, kız Alevi olmaktadır ve bu tür
yaptırımlar olmaz. Kızı Sünni ile evlenen anne-baba ve kocası Sünni olan kız, görülmemekte ve “düşkün” ilan edilmektedir Bu konuda, anne-babaya yaptırım uygulanma sebebi ise, anne-babaların toplumdan dışlanmaktan korkarak çocukları üzerine Alevilerle evlenmeleri için baskı yapmasıdır. Ancak kızları Sünni biriyle evlenen aile, kızın düğününe gitmez ve onu boykot ederse, o zaman “düşkün” olmaktan kurtulur. Bir kişinin Sünni olması demek, illa koyu bir Sünni dindar /hacı-hoca olması demek değildir. Bireyin ve ailesinin hiç dinle ilgisi olmasa bile, yöre olarak, atalar olarak Alevi olmayan herkes Sünni’dir. Bu uygulamanın altında, Alevi nüfusunu, kültürünü ve inancını korumak gibi sebepler yatabilir. Özellikle kır hayatında Alevi- Sünni ilişkileri zaten az olduğundan, bu gibi durumlar istisna olabilir. Ancak, şehir hayatında her düşünce ve inançtan kişi Alevi- Sünni bir arada yaşamaktadır. Alevi- Sünni evlilikleri sıklıkla yaşanmaktadır. Aile baskılarından dolayı bu evlilikler olamaması da sosyal bir baskıdır. İşin garibi, Alevi- Sünni olmak bir inançtan çok bir soya atfedilir. Yani erkek, “ben inanç olarak Aleviliği kabul ediyorum” derse de, kızla evlenemez. Çünkü onun soyu Sünni’dir. Bu anlayış da aslında bir ırkçı söyleme dönüşmektedir. Kimse, ailesinin kim olacağını ve ailesinin dinini seçemez. Diğer bir konu ise, evlilik konusunda bu kadar ciddi yaptırım olması Kuran’la çelişir. Bırakın, mezhepler arasında evliliği yasaklamayı, dinler arası evliliğe bile izin verilmiştir. “Bu gün size temiz ve hoş şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla, daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Her kim de inanılması gerekenleri inkâr ederse, bütün işlediği boşa gider. Ahirette de o, ziyana uğrayanlardandır.” (5 maide 5)
D.2.1. Görgü İbadeti Üzerine Değerlendirme Alevilerin İç Anadolu’da, devletten ve şehir merkezlerinden daha uzak yaşadığı düşünülürse, bu görgü meselesi tam bir kadılık meselesidir. Yani, Alevilerin küçük büyük davalarının görüldüğü, hakimin ve halka danışmanın olduğu, sözsüz kuralları ve yaptırımı olan bir çeşit mahkemedir. Ayrıca sadece bilinen mahkemelerdeki gibi maddi davalar değil, kişisel ve toplumsal davalar da görülür. Kimse “kocam bana şu şekilde davranıyor” şikayetiyle mahkemeye gidemez ancak vicdani ve ahlaki olarak yaptırımı olan “görgü” olayı buna da imkan sağlamaktadır. Aleviler arasında, evlenme boşanma olaylarındaki sorunların çözümünde etkin rol almaktadır. Ayrıca küs olanların barışması gibi toplumsal bir görevi de üstlenir. Toplumsal dayanışmayı ve birlikteliği artırdığı gibi, sorunların büyümeden çözülmesini de sağlar. “Görgü” olayındaki pek çok uygulama Kuran’la paralellik taşır. İnsanlar çoğunlukla sorunlarını ya birkaç kişi arasında çözmeye çalışmakta ya da sorunların üzerini kapatmakta ve insan ilişkilerini bitirmektedirler. Bu gibi adaleti gözetmeye çalışan ve Allah’tan korkarak yapılan durumlarda, sorunlar da elbette çözülecektir. İnsanların arasını düzeltmek, sorunları çözmeye çalışmak Allah’ın emrettiği, tavsiye ettiği bir şeydir. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin” (49 hucurat 10) “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.” (3 ali imran 114)
Peygamber bile bir kadınla bir konuyu çözmek üzere konuşmaya başlamış hatta bu konu tartışmaya dönüşmüştür. Dolayısıyla, insanlar arasındaki hukuksal olmayabilen sorunların inananlar kendi aralarında konuşabilir, tartışabilir ve çözüm için uğraşabilir. Bunda Allah’ın tavsiyesidir ve Peygamber uygulaması da bu yöndedir. “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten) işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (58 mücadile 1) Yalancı şahitlik etmek Allah’ın da yasakladığı bir şeydir. Allah, kişinin düşmanı bile olsa, ona adaletsizlik yapmamayı ve insanın yakını akrabası bile olsa onu kayırmamayı emreder. İnsanlar yeminlerini ve şahitliklerini buna göre yapmalıdırlar. Yoksa işleri boşa gidenlerden olurlar. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (5 maide 8) “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (4 nisa 135)
“Bir topluluk diğer bir topluluktan daha (güçlü ve) çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat sebebi yaparak, ipliğini iyice eğirip büktükten sonra (tekrar) çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah, bununla sizi ancak imtihan eder. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size elbette açıklayacaktır.” (16 nahl 92) “Allah sizi, yeminlerinizdeki ‘rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden’ dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun (yeminin) kefareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. (Bunlara imkan) Bulamayan (için) üç gün oruç (vardır.) Bu, yemin ettiğinizde (bozduğunuz) yeminlerinizin kefaretidir. Yeminlerinizi koruyunuz. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersiniz.” (5 maide 89) Peygamber zamanında savaştan kaçan 3 kişiye “toplumdan tecrit cezası” verilmiş ve kimse onlarla konuşmamıştır. Ne zamanki o kişiler hatalarını iyice anlamış ve bunu itiraf edip, tevbe etmişler o zaman bu ceza kalkmıştır (9 tevbe 118). Ayrıca, günahı olan kişilerin günahlarından vazgeçmelerinin yanında bir kefaret vermeleri de yine Kuran’daki bir uygulamadır. Alevilerin hatalarından dönmelerinin yanında, bir de kurban veya maddi ceza vermeleri şu ayetlerle uyumludur. “Diğer bir kısmı ise, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (9 tevbe 102-103)
Allah, şahit olmayan durumlarda yemin etmenin bir yol olabileceğini söylemiştir. İnsanlar doğru söyledikleri adına yemin edebilirler ancak elbette Allah herkesin içini ve dışını ve yaşananları görendir. “Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektir.” (24/6) “Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile şüphesiz Allah, fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz.” (9/96)
Allah üzerine yemin etmek hemen hemen tüm toplumlarda ve Kuran’da da olan bir uygulamadır. Yeminler hep kutsal sayılan şeyler üzerine yapılır. Elbette bu yeminlerde de dikkatli olmak gerekir. Örneğin “Kuran, Mushaf çarpsın ki” yada “İmam Hasan Hüseyin şahit olsun ki” gibi ifadeler yanlış inanışların bir göstergesidir. Çünkü Kuran mushafı neden insanı çarpsın ki? Çarpmayı, bela getirmek olarak aldığımızda, insanın başına bela getirecek olan kişi Allah’tır, Mushafın bir bela veya fayda getirmeye gücü yoktur. Ancak kişi içindekilere uymazsa başında felaketler gelir, eğer içinde yazanlara uyarsa güzel şeyler yaşar. Burada da bunlara sebep olan şey Allah’ın sözü ve uygulamalarıdır. Kitap sadece bize mesaj getiren bir eşyadır. Kitap üstü ve insanüstü özellikleri yoktur. “İmam Hüseyin şahit olsun ki” gibi ifadeler de, ölen kişiler üzerine şahit tutmaktır. Şahit, gören kişi demektir, bir kişi öldüyse nasıl yemine ve olaya şahit olabilir? Üstelik İsa bir Peygamber olduğu halde
öldükten sonra, artık insanlar arasındaki olaylara şahit olamayacağını şöyle dile getirmiştir: “Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” (5 maide 117)
Düşkünlük konusunda suçlu olanlara toplumsal bir yaptırımı anlayabiliriz. Fakat boşanmak suç mudur ve boşanmış kadın pek çok zorluğun yanında bir de düşkünlük yaftası yerse, kocası olmadığından dolayı cem törenlerine alınmazsa, bu ne kadar adaletli olur? Kocası veya kendisi tekrar evlenmeyen boşanmış kadın, görülmemektedir. 10 yıl evlenmezlerse, 10 yıl görülmemektedirler. Diğer tarafta, kocasını aldatan, hırsızlık yapan birisi, daha az sene ceza almaktadırlar. Açıktır ki, bu gibi adaletsizliklerin giderilmesi gerekmektedir. D.2.2. Sünnilikle Karşılaştırma Sünniler, helalleşme olayını bir çeşit ritüele döndürmekte ve çoğunlukla öldükten sonra yapmaktadırlar. Kişi ölünce, “Hakkınızı helal ediyor musunuz” denmektedir. O an, bir haksızlığa uğramış kişi, ölü adama ne diyebilir, ne hak talep edebilir ki? Çoğunlukla cevap “helal olsundur”. Bu da, aslında ne kadar amacından uzak kalmış ve sırf sorulmak için sorulan bir soru olduğunu gösterir. Mahkemelik olmayan sorunlar bir “aynı inanç ve toplumda yüz yüze geliyoruz, çözmeliyiz” gibi bir anlayış görülmemektedir. Camiler, toplumun bir araya geldiği, sorunları üzerine konuştuğu ve çözdüğü yerler olmaktan çok, “ibadetini yap, imamı dinle ve git”
durumuna dönmüştür. Sorunu olan kişiler aynı safta namaz kılsa bile, tek kelime konuşmadan ayrılabilmektedirler. Üstelik “3 günden fazla küs kalmak helal değildir” gibi hadislere rağmen bu pratikte işlememektedir. Sünni cemaat de çoğunlukla böyle bir görevi üzerine almamaktadır. Cuma yani “toplanma” günü Peygamber zamanında, toplumun sorunlarının konuşulduğu, bir araya gelinip, bir çeşit “aynı inançta olmanın verdiği bir sosyal birliktelik” alanıdır. Bugün ise, sadece “namaz kılmak ve hutbeyi dinlemek” olarak algılanmakta, ibadetini yapan gitmektedir. Toplu ibadetin amacı, insanların bir araya gelip, konuşması, kaynaşması, insanların birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten sakındırmalarıdır. Yoksa herkes namaz kılabilir evinde. Her kişinin sorunu farklıdır. Kişi, karısıyla problem yaşarken ya da komşusuyla bir sürü problem yaşarken, hutbedeki kişinin “Yeni elbise alınınca okunacak dua” gibi hutbeleri toplum hayatından ne kadar uzak olunduğunun da bir göstergesidir. Ayrıca, camilerde mümkün olduğu kadar konuşulmaması ve sadece namazın kılınıp çıkılması da ayrıca diğer insanları bu toplumsallaşmaktan uzaklaştıran bir durumdur. İşin doğrusu, her mahallede bir cami varken ve buralar sadece “namaz kılmak” için kullanılıyorken ne toplumun kendi içindeki sorunları çözülür ne de camiye/imama/müezzine verilen paralar anlamlı bir şeylere hizmet edip, Peygamberin Kuran’ı uygulamasını amacına uygun devam ettirmek olur. Bu konuda, Alevilerin bu uygulaması Peygamberin uygulamasına daha yakındır.
D.3. CEM TÖRENİ Cem kelimesi “toplanma” demektir. Toplanılan gün “Cuma”, Kişilerin toplanması olan “Cemaat”, toplanılan yer olan “Cami” kavramları
Arapçada aynı kökten türemişlerdir. Alevilerin toplanıp ibadetlerini yaptığı yerlere “Cem evi” denir. Bazı kişiler bu toplanma olan “cem”in, aslında Allah, Muhammed, Ali üçlemesinin birleşmesi ve insanın da birleşerek bir tekliği oluşturmasının “toplanması, birliği” olduğunu savunur. Oysa, vahdeti vücut düşüncesi demek olan bu anlayışın İslam’la bağdaşmadığını ve pek çok Alevinin zaten bu gibi biri inançtan habersiz olduğu da “Vahdeti Vücut Düşüncesi” başlığı altında ayrıntılı incelendi. Alevilerdeki cem töreni, insanların bir araya gelmesi olarak düşünülebilir. Cem evleri iki kısımdan oluşur. Cem evinin yarısı halılarla kaplıdır ve gelenler ayaklarını çıkararak girerler. Koltuk yoktur, camilerde olduğu gibi, yerlere çömelerek, bağdaş kurularak oturulur. Cem yapılan bu kısımda, yerden 10-20 cm yükseklikte ve 5-6 kişinin oturacağı bir oturak bulunur. Buraya dede ve yanındaki sofuları/yardımcıları oturur. Duvarlarda, 12 imam ve Ali’yi tasvir eden resimler bulunur. Ayrıca, elinde sazıyla Hacı Bektaş resmi ve Atatürk portresi de cem evlerinin duvarlarında asılıdır. Bir kenarda da, mumluk ve üzerinde mumlar bulunur. Cem evinin diğer kısmı ise, yemekhane şeklindedir ve senenin pek çok zamanı ihtiyaç duyulan kurban kesim, yemek yapma ve topluca yemek yeridir. Cem senenin belirlenen bir zamanında, görgü bittikten sonra 1-2 hafta her akşam 2-3 saatten 4-5 saat sürecek toplantı şeklindedir. Yalnız, “görülen kişiler” gelebilir. Gelen erkeklerin başlarında köy şapkasından olması tavsiye edilir, kadınlar da yazma ve uzun etekli gelirler. Bazıları geleneksel kıyafetlerini de giyerler.
Yine hatırlatmak gerekir ki, bu cem saatleri ve uygulamaları yöreden yöreye değişebilmektedir. Tahtacılar denilen Türkmen Alevileri, ceme başlamadan önce yarım bardak kadar sek rakı içerler. Bazı yörelerde kısa süren cem, bazı yörelerde uzun sürebilmektedir. D.3.1. Cem İçin Görev Dağılımı Cemi yöneten kişi “dede”dir. Bazı köylerde “baba” diye de anılır. Gelen kişileri görür, dua eder, cem törenini yönetir. Yanında 2-3 tane yardımcısı köyün sayılan-sevilenlerinden, ileri gelenlerinden “sofu” denilen kişiler oturur. Onun yanına, saz çalan ve deyişler söyleyen kişi oturur. Dedenin oturduğu yerin önü boşluk olur. Kalan yerlere, kadınlar bir tarafa, erkekler bir tarafa oturur. Dedenin huzuruna yalın ayak çıkılır. Bir adam, kadın ve erkeklerin ortasında durur ve elinde uzunca bir sopa vardır. “Sopacı” da denir bu kişiye ve insanlar çok konuşmaya başlayıp ses yükseldiğinde “Gerçeğe hü” diye bağırarak “susun” demiş olur. Böylece topluluğun saatlerce oturduğunda oluşturacağı gürültünün kontrolü de sağlanmış olur. Gerektiğinde, konuşan kişileri uyarmak amacıyla, uzun sopasını konuşan kişinin kafasına hafifçe değdirir. Böylece konuşan insanlar, gürültü yapılmadan uyarılmış olur. Her yörede değişebilmekle birlikte, bazen birkaç kişi dönüşümlü olmak üzere cem evi temizlikçisi seçilir. Cem töreni yapılan günler boyunca, cemden önce oturulacak mekanı temizleyecek, düzenleyecek kişilerdir bunlar. “Süpürgeci” görevlisi ise, sarı bir süpürgeyi alarak cem töreninde “temizlenmeyi” simgeleyen, temsili olarak ortadaki boşluğu temizleyecektir.
12 hizmetliler denilen 12 kişi, cemle ilgili yapılacak işleri düzenleme, görev dağılımı ve her tür işe bakmak amacıyla seçilir. Sonra bu kişilere özel dua da yapılır. Bu hizmet edecek kişiler, erkek ve kadınlardan oluşur. İslami törenlere katılıp, görev alan tek İslami tarikat Bektaşiliktir. Allah da, ibadette kadın-erkek ayrımı yapmamaktadır. Hatta, Cuma günü namaz kılmaya çağrılan ayette kadın-erkek ayrımı yapılmamış, Cuma namazı “Ey iman edenler” diyerek, kadın-erkek herkese farz kılınmıştır (62 Cuma 9). Ancak, Ali’den sonra hilafete geçen Muaviye ve Emevi Devleti zamanında, Cuma namazları hakkında pek çok değişiklik yapıldı. İnsanlar devlete karşı toplanmasınlar diye, önce kadınların Cuma namazına gelmesi yasaklandı. Sonra, Cuma namazında hutbe diye “Aliye lanet eden metinler” okutulmaya başlandı. Yıllarca, her camide, hutbede “Ali’ye lanet ettiren” vaazlar verildi. Peygamber zamanında, namazdan sonra yapılan konuşmalar, Emevi Devleti’nde namazdan önceye alınmıştır. Çünkü, bu lanetleri kabul etmeyen halk namazı kılıp evlerine gidiyorlardı. O zamanda pek çok Allah’ın kitabına uyan kişinin cumalarda göstermelik namaz kıldığı ve eve gidip tövbe edip, tekrar kıldığı anlatılır. Bunu kabul etmeyenleri ağır işkenceler, cezalar bekliyordu. Muaviye ve Yezidin yolunda giden bu Emevi devleti boyunca kendi güçlerinden başka bir şey düşünmeyen bu yöneticiler, Peygamberin ve Kuran’ın en büyük düşmanlarıyken, yaptıklarını meşru göstermek için bir de hadisler uydurmuşlardır. Ali’yi yeren, Muaviye’yi öven hadisler, bu Cuma namazı hakkında da uydurduklarını meşrulaştıran pek çok rivayet uydurulmuştur. Kadının ibadetlerden ve sosyal hayattan koparılması ve bugün Sünnilikteki kadını aşağılayan yada zorluk çıkaran pek çok uygulama Emeviler zamanında uydurulan hadisler ve uygulamalar sebebiyledir.
Sopacı ve Dua için Dedenin Önünde Duranlar
D.3.2. Dua Cem törenlerinde dua edilirken, duayı sesli okuyan bir kişiye aralarda “Allah, Allah” diyerek herkes, ya sağ elini kalbine götürür ya da elini hafif yumruk yaparak öper (Şekil 2). Bu “Allah, Allah” sözleri, Sünnilerde bir kişi dua ederken, cemaatin “Amin” demesi gibi anlaşılabilir. Tabiki “Amin” sözünün direk bir anlamı şimdiye kadar çözülmüş değildir. Yahudilerde ve Hristiyanlıkta da dualardan sonra söylenen “Ameen” kelimesinden İslam kültürüne girmiş olabilir. Halkımızdaki anlamı da, “Allahım bu duaya ben de katılıyorum, kabul et” demektir.
Biz, Kuran’dan Peygamberlerin dua ettikten sonra “Allah’ım duamı kabul et” dediklerini biliyoruz. “Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle.” (14 İbrahim 40) İnsan anladığı kelimeleri kullanırsa, kendi açısından daha iyi olur. Onun dışında, Alevilerin dua örneklerine aşağıdaki başlıklarda değinilecektir.
Sağ eli kalbe koyarak "Allah Allah" derken bir fotoğraf
D.3.3. İbadete Başlangıç Cemin olacağı akşam, herkes cem evinde toplanmaya başlar. Cem evinin kapısından girerken, kapı eşiğinin baş hizası öpülür. Toplanan kişilerden gelenler bir kenara geçip oturmazlar hemen. İlk olarak, dedenin önüne geçip, el pençe dururlar ve herkese oraya geldiklerini duyurmuş olurlar. Dedenin duasını alırlar, sonra dedeye doğru secde ederler sonra bağdaş kurup oturur, dede duasını edince ve elini öpme işleminden sonra yerlerini alabilirler. Bir seferde, 4-5 kişi gelip görülebilir. Cem töreninden önceki büyük görülme işleminden farklıdır; cemdeki görülme sadece orada olduğunu göstermek ve ceme katılmak için ikinci bir izin gibidir. Genel olarak kalabalık toplanınca, cem yapılmaya başlanır. İbadetlere geçilmeden önce, dede, “bir sorunu olan var mı?” diye sorar. “Küsülü olan, söyleyecek sözü olan var mı? Davalı, davacı olan, bir şikayeti olan var mı?” diye sorar halka. Bunlar yoksa ancak o zaman ibadete geçilir. Önce, manevi temizlik anlamına gelen süpürgeci ortaya gelir ve hafif eğilerek selam verir, sonra secde ederek yeri öper. “Allah, Muhammed, Ya Ali” dyerek süpürgeyle temsili süpürme hareketi yapar 3 kere. “Nur ola, sır ola; nur ola, sır ola; nur ola sır ola” diyerek bir hanlın altına temsili olarak süpürülür. “Sırrı seyine demine hüü” diyerek bitirilir. Daha sonra, iki kişi ortaya geçer. İbrik ve içinde suyla biri diğerine su döker ve diğeri ellerini yıkar. Sonra, diğeri ikinci kişiye su tutar ve o da ellerini yıkar ve havluyla kurular. Eğilerek dedeye doğru gelirler. Dedenin ellerine su dökerler. Her el yıkayışta “Allah, Muhammed, Ya Ali” denir. Temsili bir abdest ve maddi temizlik gibi düşünülebilir. Daha sonra, 12 hizmetliler gelir ortaya ve dua edilir:
“12 hizmetin kabulüne diyelim Allah Allah, 12 hizmetler kabul, muratları hasıl ola, Hacı Bektaşı veliden ola, Nuri nebi, keremi Ali, gülbanı Muhammedi Emi pir, hünkarı hacı bektaşı veli Gerçek erenler demine hüü” *Allah ibadet ederken, ne dediğimizi bilmemizi ister. “Gerçek erenler demine hüü” cümlelerin anlamı bilinmemektedir. Bunu söyleyen veya dinleyenlerin %90’ının hiçbir fikri yoktur. Ayrıca, muratların hasıl olması, yani isteklerin kabul olması duasını Allah’tan istediğimizde anlarız. Fakat arkasından “Hacı Bektaş’tan ola” deyince, muratlarımızın kabulü ölmüş bir insandan olsun demiş oluruz. Oysa tüm duaları yalnız Allah kabul edebilir, duyabilir.+ Cemlerde sıklıkla bu tür dualar yapılır. Dualardaki kelimelerin yarısının anlamlarını pek çok kimse anlamaz. Bir kısmının anlamı yoktur. Aslında bu sorun sadece Alevilerde değil, Sünnilerde de yaygındır. En azından Aleviler yarı Türkçe dua ederken, hiç Arapça bilmeyen insanlar Arapça ne dediklerini bilmeden dua etmektedirler. Ceme devam edilirken, sazla söylenen deyişlerin bir yerinde “Muhammed ayağa kalktı” denildiğinde herkes ayağa kalkar ve bir süre ayakta dururlar. “Sonra oturdu” denildiğinde ise, herkes yere secde ederek oturur. Ortaya üç mum yakılır. Bunun manevi bir anlamı olabileceği gibi, eski zamanlarda elektrik olmadığı zamanlarda ortayı aydınlatmak için kullanılan aydınlatmanın sembolik bir devamı da olabilir. Sonra, bazı dualar ve deyişler söylenir. Bu sırada ayakta olanların başları hafif eğilir. Dua bitince, kaldırırlar. Sonra, saz çalmaya başlar. “Niyaz eyleyin” denildiğinde, herkes sağ ve solundaki kişinin yanağını öper. Bu, barışı, kardeşliği ve dostluğu simgeler.
“Hü, Hata ettim hüda, yaktı delili, Muhammed Mustafa yaktı delili…” diyerek saz eşiliğinde herkes sallanarak dinlemeye başlar. Sonra bu deyiş bitince, kadınlar yere eğilir ve secdeye kapanırlar ve yere otururlar. *Bu duada, Hüda Allah ise eğer, delil nedir? Allah neden delili yaksın? Eğer yaptığımız hatanın delilini yok edip, günahlarımızı affetmesinden bahsediyorsak, Muhammed Peygamber neden yakıyor delili? Hataları affeden Allah değil midir? Ölü ve bizim yaşadıklarımıza şahit olmayan Peygamber, görse bile, insanların hatalarını affetme gibi bir gücü olmayan Peygamber nasıl affedebilir?+
Cem töreninde secde
Sonra bir kişi, türkü şeklinde deyişleri sazla söylemeye başlar. “Canlı
cansız hepimiz bir nesneden, Var oluyor bu bir hakikat sultanım, gül yüzlüm, sevdiğim, gel gel, Sevip aşık olmak ezelden bahtım…” “ İyice inceledik biz o Kuranı, biz canlı kitapta okuduk onu, Arif ol da evvel kendini tanı, yoksa aklın ermez lisanımıza…” * “Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır. İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?” (45 casiye 5-6) Bu ayetten anladığımız gibi, Allah’ın ayetleri yalnız Kuran ayetleri değil, dünyada yaratılan her şey de Allah’ın ayetidir. Allah’ın yarattığı her şeyde ibret alınacak, öğrenilecek şeyler vardır. Bunun anlamı, elbette Kitabın ayetlerini bırakıp, insanı okumak değildir. İnsanı, dünyayı okurken, Kuran’ın rehberliğinden faydalanmaktır. Allah Kuran’ı farz kılmıştır. (28 kasas 85)+
“Gel benlik eyleme, nefsini öldür, Hak yoluna canın armağan getir Kin ile kibiri aradan kaldır Getirme benliği, yükü nidersin…” *Buradaki sözler, Kuran’la uyumludur. Kibirli olanları Allah sevmez ve kibirlenmek kınanır Kuran’da: “Hiç şüphe yok ki Allah, onların neleri gizleyip, neleri açığa vurduklarını pek iyi bilir ve şu kesindir ki kibirlenenleri hiç sevmez.” (16 bahl 23)
“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve o ayetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.” (7 araf 40)]
“Bu aleme nur doğdu, La ilahe illallah Muhammed doğduğu gece, La ilahe illallah Yeşil kandilden nur indi, La ilahe illallah Muhammed doğduğu gece, La ilahe illallah Hak la ilahe illallah, İllallah şah illallah Sen Alisin güzel Şah, Hak eyvallah, eyvallah”
* Yukarıdaki sözlerde, koyu yazılan yerler dışındakilerde ciddi bir sorun yok. Peygamberin doğumuna sevinmeyi dile getiriyor. “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah/Tanrı yok” demektir. Ancak “İllallah Şah İllallah” demek, “Yalnız Allah Şah, Yalnız Allah” demek olur ve anlamlı bir cümle değildir. Hele ki, Allah Şah’tır denmek isteniyorsa, Allah yalnızca Allahtır, Şah değildir. Bir sonraki cümlede, Şah’ın Ali olduğu söylenmektedir. Allah= Şah ise, Şah= Ali ise, Allah= Ali’dir bu durumda. Haşa, Allah bu tür bir yakıştırmadan münezzehtir. Kuran, Hristiyanlar “İsa Allah’ın oğlu” dediler diye, onları kafir ilan etmiştir (5 maide 72). Haşa, bir insan için, Allah’sın demek, İslam’ın tam zıttı olan bir şeydir. Bu gibi deyişleri söylerken, anlamlarını bilmeli ve İslam’ın sınırlarını aşan bu tür sözlerden uzak durmalıyız.+
Bu okunan deyişler ve dualarda, zaman zaman oturulan yerde hafif öne eğilerek ve eller açılarak dua edilir. “Hak bizi mahrum eyleme, Dursun ulu divanlar…” gibi deyişler ve nefeslerle, dizlere eller ileri geri hareket ettirilerek ritim tutulur. Deyişlerde, “Kalktı ayağa” gibi sözler gelince, cemde bulunan herkes ayağa kalkar ve geri oturur.
D.3.4. Hüy çekmek (HU ÇEKMEK) “Hu” demek, Arapçada “O” zamiridir. Allah için “O” denir. Tarikatlerde ve Alevilikte “Hu çekmek” ortaklık gösterir. Bunun anlamı, bir topluluğun hep birlikte “Hu, hu” diye bağırarak kendinden geçmesidir. Tarikatlerdeki şekilleri farklılıklar arz edebilir. Alevilerde bunun uygulanışı, cemde, ortadaki boşluğa halının üzerine 5-10 erkek oturur. Sonra, kollarını birbirlerine belden bağlayarak sağa sola sallanmaya başlarlar. Dedeye dönük olan yüzler, yere eğiktir ve saz eşliğinde hem deyişler söylenir hem ortadaki kişiler kafalarını bir sağa bir sola sallar ve “Hüy Allah hüy” diye bağırırlar. “Hüy” kelimesi, Arapçadaki “Hu” kelimesinin Anadolu halkının ağzında değişmiş şeklidir. Bu zikir ayini bitince, adamların yüzü kıpkırmızı olmuş olur ve ibadet ettiklerini düşünürler. Oysa, tarikatlerde de olan bu uygulamanın Allah’ın getirdiği dinde bir yeri yoktur. Bir şey ibadetse bunu ilk önce Allah’ın bilmesi gerekir ve bunu insanlara iletmesi gerekirdi. Biz Allah’ın bize ne emrettiğini, tavsiye ettiğini vahiy yoluyla alıyoruz. Sorumlu tutulacağımız kitap da Kuran’dır. “Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.” (43 zuhruf 44) Diğer konu ise, bu ibadetin Allah’ın ibadetten amacıyla uymamasıdır. Allah ibadetleri ve Allah’ı anışı ne dediğimizin bilincinde ve ayık bir bilinçte yapmamızı ister. İnsanların namazını kabul etmeme sebeplerinden birisi “sarhoş olmak ve buna bağlı ne dediğini bilmemektir”. Sarhoşluk, uyuşmuşluk halidir, bilinçli bir düşünüş
yoktur. Bir anlamda insanın kendinden geçmesidir. Ayette tam da bu halde bir ibadeti/namazı Allah kabul etmiyor, yasaklıyor. (4 nisa 43) Eğer “Hu çekip kendimizden geçmek” bir fayda sağlayacak ve bir ibadet olacak olsaydı, Kuranda defalarca geçen Peygamber kıssalarının en azından bir cümlesinde “hu çeken” bir Peygamber anlatılırdı. Oysa tüm Peygamberler Allah’ı Allah’ın gösterdiği gibi anmış ve dualarını Allah’ın öğrettiği gibi yapmışlardır. “… atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anışla Allah’ı anın.” (2 bakara 200) Atalar nasıl anılır? Örneğin Hacı Bektaş’ı anmak dediğimizde “Hacı Bektaş, Hacı Bektaş…” diye tekrarlamayı mı anlarız? Yoksa, O’nun yaptıklarını, hayatını, sevdiği ve sevmediği şeyleri, eserlerini mi anlatırız? Bu ayetin indiği zamandaki insanlar atalarını sürekli anıyor, sürekli atalarının yaptıklarından, atalarının ne kadar yüce olduğundan bahsediyorlardı. İşte aynı şekilde, Allah burada hem Allah’ı anmak ne demektir sorusunun cevabını veriyor, hem de ataları değil Allah’ı anmamız gerektiğini söylüyor. Allah’a dua etmek, O’nunla konuşmaktır; isteklerimizi, şükürlerimizi dile getirmektir. Peki aynı kelimeyi sürekli tekrar etmek neyi dile getirmek olur? Allah’a dua ederken, anlamlı cümleler kurarız. Allah’tan bir şey isterken ona odaklanırız, ama ya aynı şeyi tekerleme gibi söylersek kendimize veya insanlara ne gibi bir katkısı olur? “De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!?” (10 yunus 18)
D.3.5. Suya ve yiyeceklere dua okumak Sünnilikte de Alevilikte yaygın olan bir diğer inanış, bir eşyaya dua okuyunca o eşyanın özel olacağını düşünmektir. Örneğin bir şişe suyu önümüze alıp dua ettiğimizde ve ona doğru Kuran okuduğumuzda, o su artık çok özel bir su olur. O suyu içenin de dilekleri kabul olur, işleri rast gider gibi bir inanış vardır. Bu gerçek olsa, öncelikle Allah’ın bunu söylemesi veya Peygamberlerden birinin bunu uygulaması gerekirdi. Böyle bir şey söz konusu değil. Diğer taraftan, dua Allah’a edilir ve O her şeyi duyan Allah da buna karşılık verir. Burada suyun görevi nedir? Allah, duada yapmamız gerekenleri zaten söylemiş ve bana dua edin, ben şah damarından yakınım demiştir. Cansız bir eşya duadan ne anlar? Kuran’da emredilen “yalan söyleme, hırsızlık yapma..” gibi emirlerinden hangisine muhataptır, hangisini anlayabilir? Nereden bakılsa tutarsız ve anlamsız olan bu uygulama elbette amacından saptırılan ibadet ve duanın bir göstergesidir. İhsan Eliaçık’ın bir makalesinde anlattığı şu satırlar durumu çok güzel açıklıyor sanırım:
“Kralın biri, huzurunda el pençe divan duran saray erkanından bir bardak su istemiş. Saray erkanın içinde muhafızlar, şairler, dalkavuklar, medyumlar, müneccimler, kahinler, din adamları vs. hepsi varmış. Geniş bir halka oluşturmuş halde krallarını ayakta dinliyorlarmış… Kral su isteyince emri şu şekilde yerine getirmeye başlamışlar:
Şair: “-Yüce efendimiz ve haşmetli kralımızın emrindeki şu zerafete bakın. Böyle bir şiir dünya tarihinde daha söylenmedi: “Su getirin, su getirin, su getirin…” Dalkavuk: “-Efendim sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi şu alemde: “Su getirin, su getirin, su getirin…” Din adamı: “-Her kim bunu günde 100 kez söylerse cennet köşkleri onu bekliyor, aşk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…” Medyum: “-Kralımız bu sözüyle gelecek yılın bolluk ve bereket ile geçeğini haber veriyor, şevk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…” Kahin: “-Bana bir su getirin” cümlesinin ebced hesabı ile değeri 2015’dir. Kralımız bu yılda kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla dikkat edin ve bu cümleyi sakın unutmayın: “Su getirin, su getirin, su getirin…” Velhasıl, bir bardak suyu getiren olmamış ama her yan “Su getirin…” sesleriyle inlemiş… Bir “su edebiyatı”dır almış başını yürümüş… Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış…Ne zavallı bir kral ve ne hazin bir durum, değil mi? Tabi bu bir mesel (örnek). Sanırım Mevdudi’nin Tefhimu’l-Kur’an’ın’da okumuştum yıllar önce. Meseldeki “Kral” ile Allah’ı, “Su getirin” emri ile Kur’an ayetlerini, diğer şair, din adamı, dalkavuk, medyum, kahin vs. ile de neyi ve kimleri kastettiğimi sanırım anladınız; şerhe gerek var mı? Bir dinin hayattan çekilişi de işte böyle oluyor. Unutularak, metinleri
kaybolarak, hafızalardan silinerek, bir daha ne göreni ne duyanı kalmayarak bir çekiliş değil bu… Okunarak, ezberlenerek, yazılarak, her yere asılarak, büyük saygı duyularak, çok satarak, çok konuşularak, tırlar dolusu dağıtılarak, salonlar dolusu dinlenerek ve fakat asla gereği yapılmayarak bir hayattan çekiliş… Her yerde “Su getirin” sesleri ama bir bardak su getiren yok! Bu kral çıldırmasın da ne yapsın? Saçını başını yolmasın da ne yapsın? Üstelik de ona “büyük saygı” adına yapılmıyor mu?”15 Peki ne zararı var denilebilir. Yani, varsın insanlar bu şekilde inansın, ne olacak ki denilebilir. Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, Allah’ın getirdiği kitaba inandığımızı iddia ediyorsak, ve Allah bize Kuran’dan sorumlu tutulacağımızı söylüyorsa burada yazanların tersini söyleyemeyiz. Allah yalnız O’ndan istememizi ve ne kendine ne başkasına bir zarar-fayda vermeyecek şeylerden herhangi bir yardım beklememeyi emreder. Bunun doğrudan veya dolaylı şekilde olması fark etmez, bir eşyaya olağanüstülük vermek söz konusudur.
Peki, Allah neden bunu yasaklar ve insanlara ne zararı vardır? İnsanlar din deyince akıllarını bir kenara atmaktadırlar maalesef. Anlamsız ve bir yere dayanmayan inançlar, insanı doğrudan uzaklaştırır. Sorumluluk bilincini azaltır ve anlamsız şeylere bel bağlamaya sebep olur. İnsanın önce çalışması gerekir, sonra da mükemmel olan Allah’a dayanması gerekirken, insanlar insanlardan 15
http://ihsaneliacik.blogspot.com/2009/03/bir-din-hayattan-nasilcekilir.html
duyduklarına bel bağlamaktadırlar. Uydurma olanlar asıl olan duanın ve Allah’ın kitabını anlama ve okumanın ve bunu uygulamanın önüne geçirilmektedir.
D.4. SEMAH
Semahtan Bir Görüntü
Cem töreninde, dualar ve deyişlerden sonra semah başlar. Ortaya semah edecek kişiler gelir. Bir erkek ve bir kadın sırasıyla dizilirler.
Önce dedeye selam verirler ve dede dua eder: “Semahlar af ola, günahlar af ola” denir. Sonra saz eşliğinde semah başlar. İki bölümden oluşur. Önce yavaş ritimde ağırlama bölümü vardır. Bir adım ileri, bir adım geri şeklinde ve iki kolun sağ ve sola doğru açılmasıyla yapılır. Bu bölümden sonra, hızlı ritim ve dönmeye dönüşür. Kadınlar iki kollarını havaya açarak, erkekler ise “sarmak” denilen, sırayla sağ ve sol kollarını açmakla bir yandan kendi etraflarında dönerken, diğer yandan ilerleyerek, oluşturulan yuvarlağın ilerlemesi sağlanır. Semah, hızlı bölümde artık dönemeyecek kadar başı dönünce insanların biter. Sonra, iki ellerini önde birleştirerek dedeye doğru selam verirler. Semah ederken, dedenin önünden geçerken dedeye arkası dönülmeden geçilir. Semahı bir ibadet olarak görmek ve bunu yapınca Allah’a yaklaşma iddiası inandığımız Kuran’la çelişir. Allah, böyle bir ibadet tarzı getirmemiştir. Mevlevilikte de var olan bir çeşit semah, Peygamber’in uyguladığı, Ali’nin yaptığı bir şey değildir. Ayrıca, Allah’la kim konuşmuştur ki böyle bir ibadetin Allah katında geçerli olduğunu söyleyen?
Semahtan Bir Fotoğraf Semah ibadetine delil getirilen bazı ayetlere bakalım: “And olsun o saf bağlayıp dizilenlere / O saflar tutturup sıraya dizenlere / O kanatlarını açıp toplayarak uçanlara / O haykırarak sevk edenlere / O göğüs gererek durduranlara / O zikir okuyanlara. (37 saffat 1-4) Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken hep Allah’ı zikrederler. (3 ali İmran 192)
Bu ayetlerden semah etmeyi çıkaramayacağımız açıktır. Allah her an O’nu hatırlayarak, göz önünde bulundurarak bir hayat yaşamamızı söyler ve doğruluk/adalet uğrunda sıkı saf olanları sevdiğini söyler. Semahta göğe kaldırılan eller, Allah’a bir yer atfetmek gibi algılanabilir. Ancak, böyle bir inanış yanlış olur. Çünkü Allah’ın bir yeri yoktur, Allah her yerdedir, herkesi her an görebilir, duyabilir her şeyin üzerinde güç sahibidir. Mevlevi semahında, bir elin havada olması, bir elin yere doğru olması, “Allah’tan alıp, halka vermenin” sembolik ifadesi olarak anlatılır. Ancak, Allah’tan alınan şey dünyadadır, gökten bir şey yağmaz insana. İnsan eğer, Allah’ın kullarına bir şey vermek isterse bunu Allah ile kulu arasında bir mevkiye gelerek değil, yan yana olduğunu düşündüğü diğer kulla eşit seviyelerde elini uzatarak vermelidir.
Bu gibi şekillerin ibadetleştirilmesi de ayrıca yanlıştır. Asıl yapılması gerekenlerin yerine geçirilmekte ve Allah demediği halde “sevap ve ibadet” gibi anlaşılmaktadır. Dini bir anlam yükleyeceksek, Sünenlikteki ve Alevilikteki semahın İslamda herhangi bir yeri yoktur. Üstelik Allah’ın söylemediği bir şey hakkında, “Allah sevap verecek” düşüncesi, Allah’a iftira atmaktır ve bu Kuran’da sıklıkla eleştirilmiştir. “Kendi uyduruğu yalanları Allaha yakıştırandan veya Onun mesajlarını yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir?” (6 enam 21) “…Allah’ı, daha önce bilmediğiniz ve onun size öğrettiği şekilde anın (namazı normal vakitlerdeki gibi kılın).” (2 bakara 239) Görüldüğü üzere, Allah’ın anlattığı bir Allah’ı anış yolu/yöntemi vardır.
Bu tür semah gösterileri, dini bir anlam yüklemeden, kültürel olarak
tabiî ki devam ettirilebilir. Ancak işin içine dini koyduğumuzda her söylenen söz çok önemli ve tehlikelidir. Düşünün ki, çocuklarınız ÖSS sınavına girecekse, onların hayatları söz konusu olduğu için çok dikkat edersiniz. Sınav hakkında tartışmalar oluyorsa, kimi çıkıp A konusu çıkacak, kimisi çıkıp B konusu çıkacak diyorsa, gidip resmi siteden bu konuda bilgi alırız. Sınavda hangi sorular çıkacak, değişiklikler neler gibi soruların cevaplarını oradan buluruz. Düşünün ki, orada A konusu çıkacak diyor, siz çıkıp B konusuna da çalış belki çıkar ve sana fayda sağlar diyorsunuz. Ancak, resmi sitede diyor ki, eğer B konusuna çalışırsanız, bu sınavda başarısız olursunuz, A konusunun yalnız çalışılması gerekiyor. İşte böylesi bir durumda, hem dikkat eder, hem herkesin söylediğine değil, asıl kaynağa bakar ve çocuklarınızın iyiliği için bu konuyu “bir dedikoduya” götürmezsiniz. İşte bu diğer konularda gösterilen özen, asıl önemli olan din hakkında gösterilmemektedir.
Allah da kitabında, ahrette sorumlu olacağımız şeyleri bize anlatmıştır ve bu anlatılanlardan öteye bir ibadet/konu üretmeyin, Allah’ın söylemediklerini, o söylemiş gibi iftira atmayın ve bunlara inanmayın demiştir. Atalarımız böyle görmüş, böyle devam ettirmiş olabilirler. Kültürel olarak devam ettirilmesinde zaten bir sorun yoktur. Ancak, atalarımız dini bu şekilde anlamış diye onların inancını benimsersek, biz de hataya düşebiliriz. Kuran’da ataların her yaptığının doğru olmadığını ve gelen Peygamberlerin en çok “atalardan böyle gördük” itirazlarına şahit oluruz.
“Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!"dendiği zaman: "Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz." diyorlar.” (31 lokman 21)
“Yine böyle biz senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız." dediler.” (43 zuhruf 23) “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti." derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"” (7 araf 28) “Onlara: " Allah'ın indirdiği (kitabı)ne ve peygamber'e gelin" dendiği zaman:" Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsa da mı?” (5 maide 104)
D.5.NAMAZ
Tarihte ve dünyada farklı toplumlarda “yanlış ve doğru” olan da devam etmektedir. Pek çok yanlış inanışın toplumlarda benzerlik göstermesi gibi, doğru inanış ve uygulamalar da farklı toplumlarda benzerlik gösterebilmektedir. Namaz ibadeti sadece Hz. Muhammed’e indirilmiş bir emir ve uygulama değildir. Önceki Peygamberler ve ümmetler de namaz kılarlardı. Bugüne kadar da uygulamalar kalmıştır.
D.5.1. Dinlerde Namaz
D.5.1.a.Yahudilerde Namaz Yahudiler, kıyamlı ve secdeli namaz kılarlar. Namazlarından önce, ellerini ve ayaklarını yıkarlar.
Karaim Musevilerinde Namazda Kıyam
Karaim Musevilerinde Namaz
D.5.1.b. Hıristiyanlarda Namaz Hıristiyanlardaki ibadet olarak bildiğimiz “Pazar ayinleri” Hıristiyanlarda bir çeşit Müslümanlardaki Mevlit günleri gibidir. Yani, bir araya gelme, birlikte ilahiler söyleme zamanıdır. Ortodoks mezhebinin bir grubu olan Süryaniler, kıyam ve secdeli namaz kılarlar. Dualar ederler ve günde 7 vakit namaz olduğuna inanırlar ve bunları 3 vakitte kılarlar. Hristiyan Mezhebi olan Süryanilik ve İbadetleri üzerine daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler: Zülküf Kışanak’ın şu yazısını okuyabilirler: http://www.chronicledergisi.com/kilisede-namaz-kilan-hristiyanlar/ Hristiyan Manastırlarında inceleme ve araştırma yapan Prof. Dr. Mehmet Çelik’in şu linklerden ulaşılabilecek konferansı ve araştırma yazısı: http://www.vatan.tc/namaz-kilan-hristiyanlarin-resimleri/ http://dogrulus.com/yazi/1753/MAN-VE-ISLAM/PROF-DR-MEHMETCELIKIN-HRISTIYANLIK-TARIHINE-DAIR-KONFERANSI.html
Hıristiyanlığın bir mezhebi olan Süryanilikte Namaz
Hıristiyanlarda Secde
Hristiyan Mezhebi olan Süryanilikte Namazdan Bir Fotoğraf
D.5.1.c. Şiilerde Namaz Şia, İslam coğrafyasının yaklaşık ¼ ünü oluşturmaktadır. Şiiler, 5 vakit namaz olduğunu ancak bunların 3 vakitte kılındığını hadislere ve Kuran’a dayandırarak bulurlar. Namazlarında Sünnilerden farklı uygulamalar da söz konusu olurken, “kıyam, ruku, secde” aynıdır. Ayrıca tarihte ve pek çok toplumda, “ayakta duruş, eğiliş ve secde” hem dinlerde hem siyasi-sosyal otoritelere karşı bir saygı ifadesidir. Peygamberlerin ortak mesajında da aynı uygulama olan namaz ibadetinin kalıntıları da hala devam etmektedir.
Şiiliğin bir mezhebi olan Caferilerde Namazdan Bir Fotoğraf
D.5.1.d. Sünnilerde Namaz Pek çok ekleme ve geleneğin de karıştığı uygulamalarla birlikte, 5 vakit namaz kılarlar. Kıyam, ruku ve secde vardır.
Ülkemizde çoğunluk olan Sünnilerdeki Namazdan Bir Fotoğraf
D.5.1.e Alevilerde Namazın İzleri Aleviler Cem törenine başlarken, dede ve iki görevli sembolik olarak ellerini yıkarlar. Namaza başlarken abdest emrinin değişmiş şeklidir diyebiliriz. Cem töreni sırasında, topluca ayağa kalkma, bu sırada deyişler okumak, dualar okumak namazdaki kıyamda duruşu hatırlatmaktadır. Ayakta durduktan sonra, oturma kısmına gelindiğinde ise, yere secde ederek, temsili olarak yeri öpüp oturma şekline geçmeleri de, Kıyamdan sonra, secdeyi andırmaktadır. Ayrıca, dedenin önünde dua alırken, insanların hafif durmaları, ellerinin bağlı
durmaları da, namazdaki kıyamı (ayakta duruş) hatırlatmaktadır. Daha sonra, dedeye doğru secde edip, otururlar ve tekrar dua alırlar. Bu uygulamalar, Kurandaki namazın kalıntıları olarak yorumlanabilir. Elbette, çok parçalı, anlamından koparılmış ve insana doğru eğiliş, insana karşı secde gibi uygulamaların da Kuranla uymadığı ortadadır. Aleviler bu namaz şekline benzer davranışları sadece cem törenlerinde yapmaktadırlar. Allah’ın günün belli zamanlarında ve belli şekillerde ve yalnız Allah’a, yalnız Allah’tan isteyerek emirlerine uymamaktadır elbette. Aleviler Cenaze Namazını kılarken, herkesin bildiği, Sünnilerin de yaptığı gibi abdest alırlar. Cenaze namazı Arapça olarak okunur. Dede tarafından kıldırılabildiği gibi, Sünni bir imam tarafından da kıldırılabilir, elbette cenaze töreni “cem evinde” yapılmak şartıyladır.
Alevilerde Kıyam (Ayakta duruş)
Alevilerde Rukuya Benzer Bir Eğiliş
Alevilerde Secde
D.5.2. Aleviler Neden Namaz Kılmaz?
“Aleviler namaz kılmaz, çünkü Ali camide namaz kılarken öldürüldü ve ölürken, “beni seven kullar, camiye gitmesin, namaz kılmasın” dedi rivayeti yaygındır. Cami ve namazı ayrı değerlendirmemiz gerekmektedir. Önce namaz konusunu değerlendirelim. Ali, namazı Allah emrettiği için ve Allah’a dua etmek için namaz kılmaktadır. Ne Muaviye ne Yezid için kılmamaktadır. Eğer onlar için
kılsaydı, onlar Ali’ye ihanet ettiklerinde “artık kılmıyorum” diyebilirdi. Ancak zaten Allah için yaptığı bir ibadeti, Allah’ın dinine düşman olanlar yüzünden bırakır ya da bırakmayı emreder mi? Camiye gitme meselesi ise daha farklıdır. Peygamber zamanında “Cami” kavramı, toplanılan herhangi bir yer, avlu için kullanılmaktaydı. Şimdiki anladığımız gibi, minaresi ve kubbeleri olan, yerlerin halıyla kaplı olduğu ibadethaneler yüzyıllar sonra oluşmuştur. Yoksa Peygamber zamanında ve kısa süre sonrasında cami, Müslümanların bir araya geldiği ve birlikte konuştukları, meselelerini hallettikleri ve ibadetlerini yaptıkları, dört duvarı olan bazen olmayan, altı toprak olan yerdir. Peygamberin ölümünden sonra, fetihler olmaya başlayıp, topraklar büyüdükçe, birden çok yerde bu tür “camiler- toplanılacak yerler” oluşmaya başlamıştır. 4 Halifeden sonra da, Muaviye zamanında bu toplanılan yerlerde “Ali ve soyu için lanetler okunmuştur.” Pek çok Müslüman bunu istememesine rağmen, cumalara katılma zorunluluğu getirilmiştir devlet tarafından. Bu şartlarda, Ali hakkında “Ali, camilere gitmeyin dedi” diye rivayet uydurulması mümkündür. Allah ayetinde de adeta bunu anlatmaktadır. Müslümanların arasını bozmak, inananlara lanetler eden ve Kuran’ın mesajına karşı savaşan Muaviye ve Yezid’in uygulamaları ve Emeviler zamanında camileri getirdiği durumdur. “Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, müminler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resûlüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar vardır. Bunlar, “Bizim iyilikten başka hiçbir kasdımız yok” diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şâhitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar.” (9 tevbe 107)
İnsanlar ister camiye gitsinler, ister gitmesinler, Allah “namaz kılmayı” ve Allah’ın istediği şekilde ve Allah’ın istediği amaçlar üzere kılmayı emretmiştir. Bunu kulaktan dolma rivayetler de değiştirmez. Ali haşa Allah’ın dediklerine karşı mı gelecektir? Tam tersi bu, Hz. Ali’ye bir iftiradır.
“Aleviler, işin özünü anlar ve uygular. Bu sebeple, namaz kılmalarına gerek yoktur. Namaz kılıp, yetim hakkı yemek mi daha iyi, yoksa namaz kılmayıp, iyi olmak mı?” Bu savunma da, Alevilerde namaz kılmama sebebi olarak getirilmektedir. Namaz kılmama bahanesi olarak getirilen bu cümle elbette ki doğru değildir. İki durum da iyi değildir. İnsan hem ahlaklı olmalıdır hem dua etmeli, namaz kılmalıdır. Sünnilerin, namaz ibadetini anlamına uygun davranmadıkları örnekler çoğunluktadır maalesef. Namazın özüne uygun davranmak, yetim hakkı yememek, yalan söylememek, insanlara haksızlık etmemek, zina etmemek gibi pek çok ahlaki öğretiyle beraber gelmediğinde, anlamını yitirmektedir. “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı haddi aşmaktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (29 ankebut 45)
“Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.” (4 nisa 142) Allah’ın bahsettiği gibi bir namaz, insanı kötülükten alıkoyar. Ama eğer kötülüklerden alıkoymuyorsa, Allah’ın bahsettiği namazı kılmıyoruz demektir. Allah’ın kitabında en önemli emir olan “Allah’a ortak koşma” emrinden sonra “Anne-babaya iyi davranmak” emri gelir. Daha sonra, 3. Olarak “Namaz kılma” emri gelir. Buradan çıkarılacak şey, elbette ahlakın önemidir. Hani, biz İsrailoğulları’ndan, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese güzel sözler söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz” diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz. (2 bakara 83)
Namaz kılmakta olup da, iyilik etmeyen, iyiliği engelleyen, gösteriş yapan ve namazlarının anlamından uzak olanlara bizzat Allah kızmaktadır: “Gördün mü o, dini yalan sayanı? İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. Yazıklar olsun şu namaz kılıp duranlara Namazlarından gaflet içindedir onlar! Onlar gösteriş yapanlardır; hayra da mâni olurlar. Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.” (107 maun 1-7)
Şekil ve öz de önemlidir. Şekil, özü korur. Ne yalnız öz, ne yalnız şekil diye tutturmamak gerekir. Öz yok olduğu sürece, şeklin
anlamı yoktur. Şekil yok olduğunda ise, öz korunamaz. Kuran’a göre, ahlakı ön planda tutarak (özü koruyarak), Allah’a dua edip, belirli hareket ve eylemler içerisinde yapmak (şekil) gerekir. Dışı zarar görmüş ceviz yenilebilir, bunun yanında, kabuğu güzel olsa da, içi bozulmuş bir ceviz yenilemez. Namaz konusunda, temel yapılması gerekenleri bilmek ve namazda amaca uygun davranmamız gerekmektedir.
D.5.3. Sünnet Namazları (Nafileler) Namaz kılmakla ilgili ülkemizde ciddi yanılgılar vardır. Bunlardan en önemlisi, ister Alevisi ister Sünnisi için olsun “namazları sünnetleriyle kılma zorunluluğu” konusudur. Bir Alevi namaz kılmak istediğinde, bir Sünni tarafından, hepsini birden kılmak zorunda olarak öğretmektedir. Namaz kılmak isteyen insanlara, sabah 4, öğle 10, ikindi 8, akşam 5, yatsı 13 rekat olarak öğretilmektedir. Bunu uygulamak isteyen ister Alevi, ister Sünni insanlar olsun, bu doğru değildir. Allah, bu şekilde belirli rekat sayıları vermemiştir. İnsanlar istedikleri kadar fazla namaz kılabilirler. 13 değil, 20 rekat da kılabilirler ancak bu şekilde bir zorunluluk getirmek, hadislerle de, tarihle de Kuranla da uyumlu değildir. Zamanında mezheplerin belirli sayılarla ibadetleri sistemleştirmeye çalışması sonucunda ortaya çıkmış bir durumdur.
Fıkıh kitaplarında namazı, namazın ilk sünneti, farzı ve son sünneti olarak ayırmışlardır. Farz demek, zorunlu olunan kısım demektir. Sünnet ise, Peygamberin uygulamasıdır. Peygamber, Allah’ın emrinin yanı sıra daha fazla namaz kılmıştır, isteyen de istediği kadar fazla kılabilir. Bu sünneti kılmayı, Peygamberin rızası (şefaati, kurtarıcılığı) için, Farzı ise Allah’ın rızası için kılmaktadırlar. Oysa namaz sadece Allah’a has kılınarak ve yalnız Ondan umarak yapılmalıdır. Peygamber, bu ayrıca kıldığı namazları insan içinde kılmamış, kendi evinde kılmıştır. Böylece, namazın gösterişe dönüşmesini engellemiş ve “insanların yapmak zorunda hissetmesine” karşı da bir önlem almıştır. Ancak daha sonra gelenler, Peygamberin bu uygulamasını önemsememişler ve Peygambere uyma adı altında onun yaptığının tam tersini yapmışlardır. İsteyen istediği kadar fazla namaz kılabilir ancak kimseye şu kadar yapacaksın diyemez. Peygamber de bu şekilde davranmış, farz dışındaki namazların evde kılınması gerektiğini söylemiştir. “Sünnet namazlar” her ne kadar “sünnet” olarak adlandırılsa da, halk tarafından “farz” gibi algılanmaktadır. Sünnet namazını (nafile namaz) kılmayan bir kişiye “eksik namaz kıldı” gözüyle bakılmakta ve tepkiler de bu yönde gelmektedir. Din adamları da bu konuda bir açıklama yapmamakta ya da eksik açıklama yapmaktadırlar. “Kılmasanız olur ama çok zor durumda olur ancak” gibi açıklamalarla insanları zora sokmakta ve insanları ibadetten de uzaklaştırabilmektedirler. Farz namaz dışındakileri insanlar kendi başlarınayken kılmalıdırlar. Peygamberin asıl sünneti de budur. Bu nafile olan sünnet namazlarında da herhangi bir sayı vermek doğru değildir. Peygamber de bazen 2, bazen 3, bazen 10 rekat fazladan kılmıştır. Kuran’da
Hristiyanların ibadet anlayışıyla ilgili şu uyarıyı biz de üzerimize alabiliriz: “Oluşturdukları ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir. “ (57 hadid 27) Pek çok kişi namaz kılmak istediğinde, bu tür zorunluluklar önlerine koyulduğundan ya namaz kılmamakta, ya namazı bir süre sonra bırakmaktadırlar. Ya da kılsalar bile, namaz bir “bir an önce bitsin” gibi ve “bir kuşun gagayla yerden yemek yemesi gibi secdeye varmak” şeklinde kılmaktadırlar. Bunda bu tür zorunlulukların önemli etkisi vardır. Allah’ın istediği sayı değildir. Öyle olsa, Kuran’da “çok çok namaz kılın” gibi bir tavsiye verirdi. Allah’ın tavsiye ettiği şey, namazı anlayarak, bilinçli bir biçimde ve şükür ile, dua ile belli bir zamanda ibadet etmektir. Önemli olan niteliktir, çokluk değil. Kendini vererek, Allah’ın gördüğü ve duyduğu bilincinde ve anlayacağı şekilde halini arz eden bir durumda, 2 rekat namaz kılmak 10 rekat ama bu özden yoksun nafile namaz kılmaktan daha iyidir.
D.5.4. Abdest Kuranda açıkça namaza kalkacağımız zaman abdest almamız gerektiği anlatılır. Abdest Allah’ın bize tarif ettiği şekilde budur.
“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınıza mesh edin (sıvazlayı), her iki topuğa kadar da ayaklarınızı da. Eğer cünüp iseniz, iyice yıkanarak temizlenin… Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (5 maide 6)
Bunların yanı sıra, isteyen dişlerini fırçalar, burnunu temizler. Dişini fırçalarken, ağzına bazen 3 bazen 5 kez su alır. Burnunu temizlerken, bazen bir sefer yeterli olurken, bazen birkaç defada ancak temizlenir. Peygamber de bu şekilde, farz dışındaki temizlik ve yıkamaları, gerektiği zamana bağlı olarak farklı yapmıştır. Ancak zaman içerisinde, “üç kere yıkarsan 3 sevap, 5 kere yıkarsan 5 sevap” gibi algılamalara sebep olmuştur. İnsan gerek gördüğü sayıda yıkayabilir, herhangi bir kesin sayı söz konusu değildir. Önemli olan, ibadet öncesi bir disiplin ve uyanış olarak bir hazırlık durumu olan abdesti almaktır. Yukarıda ayette yazılan gibi abdest almayı eksik görenler ne yazık ki ne Allah’ın kitabından ne de Peygamberin uygulamalarından haberdardırlar. Su bulamama durumunu bile anlatan Allah, neden abdest için gerekli olan bir şeyi açıklamasın? Ayrıca, ayetin sonunda, “Allah size güçlük çıkarmak istemez” diyerek bitirdiği abdest ayetine, insanlara zorluk çıkaracak çeşitli doğrudan-dolaylı zorlamalar doğru değildir. Abdesti bozan şeyler de açıkça anlatılmaktadır: ayakyolundan (tuvaletten) gelmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır. “Hasta olursanız veya seferde bulunursanız da biriniz ayak yolundan gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin…” (5 maide 6)
“Eğer cünüp iseniz, banyo yapın…” (5 maide 6) diyerek, banyo yapma sebebi de yazar. Cünüp, genel olarak, cinsel birleşme olarak kabul görmüştür.
D.5.5. Kuran’da Namaz Alevilerde ve Sünnilerde ortak kanaat, Kuran’dan namazı öğrenemeyeceğimiz görüşüdür. Çünkü, genel kabule göre, Kuran’da ayrıntı yoktur ve genel şeyler söylenir. Her konuda ayrıntı olmadığı bir gerçekliktir. Ancak, Allah gerekli konularda ayrıntılara da girmiştir. Yusuf kıssasını anlatırken, zindana atılması, Musa’nın sepetle denize bırakılması, borcu yazmak hakkında daha pek çok olası durum ve açıklama yer almaktadır. Kıssalar, bazen farklı vurgularla tekrarlanmaktadır. Tüm bu ayrıntılara rağmen, Kuran’da ayrıntı yazmaz demek yanlış olacaktır. Kuran, hiçbir şey bilmeyen bir topluma inmemiştir. Geldiği toplumdaki her şeyi değiştirmeyi de hedeflememiştir. Mekkeliler, İbrahim Peygamberin getirdiği ibadet ve inancı devam ettirdiklerini söylüyorlardı. Ancak, inanç ve uygulamalarda amacından sapmış uygulamalardaydılar. İbrahim Peygamber, ortak koşmayın demişken onlar ortak koşmaktadırlar. Kuran sanki hiçbir şey bilmeyen bir topluma sıfırdan öğretir gibi anlatmamıştır. Fıkıh kitaplarında, her ayrıntı ve ne söyleneceğine dair kalıplardan dolayı, sırayla “önce tekbir, sonra Fatiha, sonra şu dua, sonra bu hareketi şu kadar” diye sıralandığından, Kuran’da da böylesi bir şey arıyoruz. Oysa, Kuran bu şekilde kalıp ve sınırlar koymaz.
İstisna olan durumu anlatırken “secde ve kıyamlı namaz” ın kısaltılmışı anlatılır. Eğer gerekli olsa, fıkıh kitapları gibi bize bu konu da ayrıntılı anlatılırdı. Namaz konusunda da, zaten bilen bir topluma yanlışlıklarını ve uygulamadaki yanlışlıklarını hatırlatmıştır. Namazda önemli olan öze vurgu yapılmıştır. Üşenerek kalkmak, namaz kılıp yanında ahlaksızlık yapmak da kınanmıştır. Anlayarak, bilinçli bir dua ve yalnız Allah’a yapılacak bir dua yapmak gerekir. Allah’ın yanı sıra, altısıra kimseden istememek gerekir. Savaş durumunda bile, namazı bırakmamak anlatılır ve kısaltılmış namazı nasıl kılınacağı anlatılır. Namaz, Peygamber zamanında bilinen bir ibadetti. Allah, var olan ibadetteki yanlışlıkları düzeltmiş ve istisnalarda nasıl davranmamız gerektiğini söylemiştir. Namaz belli vakitlerde farz kılınmıştır. Belirli vakitlerde ve belirli şekillerde ve öze uygun olarak kılınmalıdır. Namaz kılmak önemlidir, Kuran’da sıklıkla anlatılır. Namaza üşenerek kalkmak münafıklık özelliği olarak gösterilir ve kınanır. Allah’ın istediği gibi kılınan bir namaz, kötülüklerden alıkoyar. Allah, savaş anında bile, namazı terk etmemeyi söylemiştir. Namaz, gerekiyorsa kısaltılabilir, imkan yoksa kıyam ve secde yapılmadan da kılınabilir. Ancak hiçbir şartta bırakılmamalıdır. Namazda, Mescidi Harama yani, Kabe tarafına, sembolik olarak yönelmek gerekmektedir.
Namazların farzlarına baktığımızda, sabah namazı 2, akşam namazı 3, ikindi namazı 4 rekat farz olarak görülmektedir. Peygamberin, en az 2
rekat kıldığına ve bunun bir kalıp olmadığına ve farklı sayılarda da kılınabildiğini anlayabiliriz. Kuranda da, en az 2 rekat olmak üzere, namaz kılmayı farz kılar. Bunun anlamı, en az iki kez ayakta durarak ve iki kez secdeye gitmek demektir. Savaş durumunda istisna namazını anlatırken, Peygamberin 2 rekat kılmasını, kısaltılmasına izin verdiği Müslümanlar ise, bir rekat kılmalarını anlatır. Bu durumda da, namaz en az 2 rekat olacaktır ve kısaltılması durumunda 1 rekat olacaktır.
D.5.6. Namazda Ses Tonu Namaz ibadetini gerçekleştirirken, sesin orta yollu olması ve ne dediğimizi duyacak şekilde olması gerekir. Avaz avaz bağırmak yada ne dediğimizi duymamak yanlıştır. Namaz, bir anlamda, insanın kendi kendine telkinidir. “De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.” Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.” (17 isra 110) “Rabbini kendi kendine, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma”. (7 araf 205)
D.5.7. Bilinçli Bir Namaz
Bu şekillerin dışında, namazda “korkarak ve umarak dua”, söylediğimizi anlayacak bir bilinç, acizliğimizi anlayan bir eğiliş ve halimizi arz etmek gibi namazın özünü sağlayan uygulamaları yapabiliriz. Kuran’da Peygamberlerin çeşitli durumlarda yaptıkları dualar bize örnek gösterilmiştir. Biz, onların yaptıkları duaları edebileceğimiz gibi, onların dualarını örnek alarak, kendi hal ve durumumuza göre uygun duaları da edebiliriz. Namazdaki ayrıntılara takılmayı, din edinince pek çok asıl ve öz kaybolmaktadır. Sünniler, namazda ellerin bağlanmasını şart koşarken, Şiiler ellerini bağlamamayı kendilerini gösterme işareti olarak kullanmaktadırlar. Sünniler, namazda elleri bağlamayı önemli görürken, Şiiler “namazda ellerini bağlayanın, şeytan arkadaşıdır” gibi pek çok hadis uydurulmuştur. Namazda, Allah’ın temel olarak söylediği hareketler dışındaki davranışları, şartlar oluştukça Peygamber yapmış olabilir. Yeri gelir, elini bağlar, yeri gelir bağlamaz. Bazen yukarıdan bağlar, bazen aşağıdan bağlar. Bunun gibi namazla ilgili pek çok rivayet ve duaların sayıları, okunması gerekenler gibi şeyler tarihte sistemleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak Peygamber zamanında bu tür bir sistemleştirme ve kalıplaştırma yoktur. Namazda farz olan/zorunlu olan kısımlar yukarıda sayılmıştır. Bu temel şekillerde ve anlamına/amacına uygun olarak yapılacak ibadetler Kuran’a uygundur. Peygamber Fatiha Suresini okumayı tavsiye etmiştir. Zaten Kuran’ın özetini temsil eden bu surenin okunması iyi bir şeydir. Bunun yanında, Kuran’dan bize örnek gösterilen duaları ederiz. Kendimiz, halimizi, arzımızı şükrümüzü anlatırız.
Namazı kılarken, ne dediğimizin bilincinde ve farkında olmak önemlidir. Aksi takdirde, “namaza yaklaşmayın” demektedir Allah. Bu ayette, sarhoş olmaktan bahsetse de, insan sarhoş olmadan da, ne dediğini bilmeyebilir. Bilmediği bir dilde bir şeyler okurken, Allah’a dua anlamını yitirmektedir. “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar…
namaza yaklaşmayın.” (4 nisa 43)
Peygamber zamanında da, Faslı insanlar, Fatiha Suresini kendi dillerine çevirmiş ve senelerce öyle namaz kılmışlardır. Peygamber de buna izin vermiştir. Anladığımız dilde ibadet etmekle ilgili, ayetlerden ve hadislerden bir çalışma hazırlayan Prof. Yaşar Nuri’nin “Anadilde İbadet Meselesi” kitabına bakılabilir. Çünkü namaz duadır, şükürdür ve bunları papağan gibi bir şeyleri tekrar ederek ve anlamadığımız cümleler kurarak yapmak anlamsızdır.
D.5.8. Namaz Borcu Ödemek Midir?
D.5.8.a. Namaz borcu ödemek değildir Namaz kılarken, insanlardan “namaz kılarken borcumu yerine getiriyorum” gibi cümleleri sıklıkla duyarız. İnsan namaza bu şekilde bakarsa, yanılacaktır.
İnsan Allah’a olan borcunu asla ödeyemez. Borcu ödeme gibi bir şansı olsa, o da yine Allah’ın başka borçları sayesinde olacaktır. İnsan varlığından sahip olduğu şeylere kadar her şeyi Allah’a aittir. İnsan namaz ibadetiyle vücudunun yaratılışının bile borcunu ödeyemez. Sadece gözünün borcunu bile ödeyemez. Sanki Allah’ın bize verdiklerinin karşılığını ödüyoruz gibi bir algıya girmek, insanın haddini bilmemesine sebep olacaktır. Ayrıca bu düşünce, namaz dışındaki saatler “insanın kendine ayırdığı zamanlar”, namaz saati “Allaha ve dine ayrılan zaman” gibi algılanırsa bu da yanlış bir algılamadır. Çünkü zamanı bu şekilde ayıramayız. Din bir bütündür ve insanın tüm hayatındaki davranışlarında sorumlu davranmasını gerektirir. Öncelikle insan, namazın “Allah için değil, insan için” olduğunu anlamalıdır. Allah’ın hiçbir duaya ihtiyacı yoktur, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak insanın ihtiyacı vardır. “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (13 rad 28)
Namaz kılmak insanın sürekli kendini kontrol etmesi ve Allah’ın kendisini gördüğünü bilmesidir. İnsan kendini yeterli gördüğünde azar. Namaz,insanın her an muhtaç olduğunu hatırlamasıdır. “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (29 ankebut 45)
Namaz, Allah’a sesleniş, yakarış, durumunu arz ediş, şükrediştir. Namaz için Kuran’da kullanılan “salat” kelimesi “destek olmak” kökünden gelmektedir. Namaz, insana destek olan bir ibadettir. Hayatta yaşadığımız maddi manevi zorluklarda her şeye gücü yetenin desteğine ihtiyacımız vardır. İnsan hayatta sorumlu davranmaya çalışırken zorlanır. Çünkü kendi çıkarıyla doğrunun çatıştığı pek çok olayla karşılaşır. Çevremizdeki insanlar arasında sevdiğimiz birinin aleyhine, sevmediğimiz birinin aleyhine karar verebilmek olay değildir. Çevremizdeki insanların yanlışlarını görüp, onlara daha büyük zarar vermeden uyarmaya çalışmak da insanı zorlayan bir şeydir. Yaşadığı çevrede insanlara en fazla ne verebilirim, onlara nasıl faydalı olabilirim diye düşünmek ve uğraşmak da insanı yorar. Her an gördüğüne ve duyduğuna inandığı Allah’a seslenir. Yaptığı iyilikler karşısında yorulunca O’ndan umarak, yaptığı kötülükler için de Allah’tan korkarak yine Allah’a seslenmek insanı motive eder. Yapılan iyilikler sonucunda dua etmek önemlidir. Çünkü Allah’ın duyduğunu duayla da onaylayan insan, insanlardan beklentiye girmez. İnsanların başına kakmaz, gösteriş yapmaz ve çıkarlarının aleyhine bile olsa iyilik yapmaya devam eder. Çünkü zengin olan Allah’ın ona yardım edeceğine inanır. Yapılan yanlış ve kötülüklerden sonra dua önemlidir. Çünkü yine mükemmel olan ve affedici olanın ve her yapılanı görenin huzurundayızdır. O’nun bizden herhangi bir beklentisi ve çıkarı yoktur. Her yaptığımızı da, içimizden geçeni de bilendir. Bunların yanında, hatasından dönmek isteyenlere karşı affedicidir. İnsanın
içindekileri Allah bilir, insanı zora sokan ve çıkılmaz görülen zorluklardan o bir “ol” dediğinde kurtulabilir, yeni fırsatlar doğabilir. Kuran’da bir ayette “"Rabbinin rahmetinden, büsbütün yolunu şaşırmış olanlardan başka kim kesebilir ki umudunu?" dedi.” (15 hicr 56) yazmaktadır. Yani, Allah’tan ümit kesmek, yoldan sapanlara ait bir özelliktir. Çünkü hatalarının sorumluluklarını üzerlerine almazlar. Yanlışları yanlış olarak görmezler ve tercihleri sonucunda başlarına gelen kötü olayların da değişmeyeceğine inanırlar. Çünkü kendilerini düzeltmek ve sorumluluk almayı istemezler. Allah’a güvenen insan ise, hatasına sebep olan yanlış davranışı düzelttiğinde, bir daha yapmadığında ve pişman olunca Allah’tan düzelme umar.
D.5.8.b. İnfak Borç Vermektir Borç kelimesi eğer bir ibadetle bütünleştirilecekse, bu “infak”tır. Yani, maldan ve paradan ihtiyacı olanlara paylaşmadır. Borç almak ve vermek terimlerini doğru yerde kullanmak gerekir. Çünkü, borç ödeyen insanın borçlu olduğu kişiye başka bir sorumluluğu ve minneti kalmamıştır. İnsan borcu öderken, kendisinden bir şeyler harcar ve zorlanır. Ama, kısa sürede geri ödeneceğini bildiği birine borç verince zorlanmaz. Allah da bu gerçeği göz önünde bulundurarak, insanlara yardım edince bunu Allah’a borçlanmış gibi kabul etmemizi söylemektedir.
“Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allah daraltır ve genişletir. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (2 bakara 245) “Kim Allah’a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır.” (57 hadid 11)
D.6. ORUÇ Alevilerin çoğunluğu, Ramazan orucu tutmazlar. Genellikle “Ramazan Sünnilerin, Muharrem Orucu Alevilerin orucudur” gibi bir algılama söz konusudur. Sünnilerde Ramazanda çoğunluk oruç tutarken ve bir zorunluluk olarak algılanırken, Muharrem ayındaki bu oruç Aleviler arasında bir zorunluluk olarak değil, “yapılsa iyi olur, çok sevap (müstehab)” olarak algılanır. Genellikle Muharrem ayında 12 gün oruç tutarlar. 12 imamı simgelediği düşünülür. Ayrıca Hasan ve Hüseyin’in zor durumlarda kalıp öldürülmesinin yasını tutmalarını, onların susuz kalmalarını bu oruçla anlama çabasını da simgeler. Bu 12 gün boyunca, akşam oruç bittiği ve yenilip içildiği halde, hiçbir şekilde su içilmez. Ancak çorba gibi şeyler içilir. Yas tutulduğundan dolayı, bu 12 gün boyunca, banyo yapılmaz, saç taranmaz, eşle ilişkiye girilmez. Farklı coğrafi bölgelere göre, değişik kısıtlamalar da söz konusudur. Sünnilerde de Muharrem orucunu tutanlar vardır. Ancak, Sünnilerde bu tür kısıtlamalar yoktur. Muharrem orucu müstehab olarak algılanır ve 3 gün tutulması tavsiye edildiğine dair rivayetler de vardır.
Alevilerden, Muharremden sonra da üç gün Hızır Orucu tutanlar olduğu gibi, Muharrem orucundan önce üç gün Masumu Paklar ( Pak ve Masum İmamlar ) orucunu tutanlar da vardır. Oruca başlamak ve bitirmek için ezan sesini dikkate alan Sünnilerle karşın, Alevilerde cami ve ezana olan kültürel uzaklıktan dolayı, Aleviler çoğunlukla göz kararı, havaya bakarak oruç açıp kaparlar. Adetli kadının orucunun bozulacağı inanışı Alevilerde de Sünnilerde olduğu gibi yaygındır. Ramazan orucunu zorunlu tutan ayet gelmeden önce, Peygamberin Mekke’de de bilinen Muharrem orucu tuttuğuna dair rivayetler vardır. Kuran’a bakarsak, Allah’a inananlara zorunlu olan oruç, Ramazan ayında tutulan oruçtur. Bu Sünnilere ait değil, İslam’a ait bir ibadettir. Kuran, herkesin kitabıdır. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Oruç, sayılı günlerdedir… (O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kuran’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır…” (2 bakara 183-4-5) Orucu bozan şeyler konusunda halk arasında pek çok rivayet ve hurafe dolaşmaktadır. Örneğin, “banyo yapmak, istifra etmek (kusmak), adetli olmak orucu bozar” gibi anlayışlar vardır. Ayette ise, orucu yalnız hasta ve yolcu olduğumuzda yani “orucu tutmakta zorluk çekeceğimiz zamanlarda” tutmayabileceğimizi söylemiş, izin vermiştir. İnsanın oruç tutması yine de tavsiye edilmiştir. “ Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi
için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (2 bakara 184) “Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.” (2 bakara 185) İnsanlar, çok ağır gripken oruç tutmaya zorunlu hissederken, rahatsızlık hissetmediği halde sırf adet olduğundan dolayı orucu bozmaktalar. Bazen, akşam olmasına çok az kala adet olan bir kadın, tüm günün orucunu yine tutmaktadır. Bu Alevilerde de, Sünnilerde de böyledir. Oysa ayetlerde açık ve ayrıntılı biçimde açıklanan oruçta, vücuttan kan çıkması orucu bozmaz. Allah’ın yukarıdaki dediği gibi, Allah bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Alevilerde oruç gecelerinde cinsel birlikteliği yasaklayan rivayetlere karşın, Oruç tutulduğu günlerin gecelerinde eşlerle ilişkiye girmeyi Allah helal kılmıştır. Yani, böyle bir yasak yoktur ve Allah’ın hoşnutluğunu onun kurallarını uygulamada aramalıyız. “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz. Allah, kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın. Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun.” (2 bakara 187) Yenilmemesi gereken yiyeceklerin olması ve su içilmemesi bir ibadet olarak değil, bir simge olarak anlaşılmalıdır. Yoksa ne su içmek haramdır, ne yiyeceklerden yemek. Haram olan yiyecekler yalnız şunlardır: “De ki: “Bana vahyolunan Kur’an’da bir kimsenin yiyecekleri
arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir (murdar) hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum.” (6 enam 145) “ Haramlığı size okunanların (bildirilenlerin) dışında bütün hayvanlar size helâl kılındı. Artık putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden kaçının.” (22 hac 30) Bunun dışında yiyecekler konusunda, aklımızı kullanmalı ve sağlıklı olanları tercih etmeliyiz. Örneğin, kızartmalardan uzak durmalı, aşırı şeker ve vücuda zarar verici yiyeceklerden uzak durmalıyız. Aksi takdirde, hastalanırız ve sonuçlarına katlanırız. Allah, yiyeceklerden temiz/sağlıklı olanlarını yememizi tavsiye eder. “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (16 nahl 114). O’nun dışında, belli günler için belli yiyeceklerin ve içeceklerin din adına yenilip içilmemesi “Allah daha çok sevap vereceğinin umulması”, doğru değildir. Banyo yapmak, saç taramak gibi şeyler, insanın toplum içine çıkarken çok önemli konulardır. Ayrıca aile içinde bile sorunlara yol açabilir. İnsan 12 gün banyo yapmazsa, özellikle sıcak mevsimde veya yorucu işlerde çalışanlarda, ter ve kir kokacaklardır. Allah hem manevi olarak insanları temizlemek ister, hem maddi olarak temiz olmalarını ister. “…Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (5 maide 6). Peygambere daha ilk inen Kuran ayetlerinde, “elbiseni temiz tut” demektedir. (74 müddessir 4) Burada sayılan yeme-içme, banyo yapmama, eşle birlikte olmama, adet olunca orucu bozmak gibi Allah’ın emretmediği ve sakındırmadığı şeyleri yapmayı zorunlu kılmakla insan kendini zora koşmuş olur. Sonra, Allah’ın emretmediği şeyleri Allah’ın hoşnutluğunu aramak için çeşitli yasak ve kısıtlamalar getiren, sonra
da buna uyamayan ve dinde olması gerekenlerden de uzaklaşan Hıristiyanlara benzeme olabilir. “…(Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa (Allah’ın emretmediği kısıtlamalara) gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir” (57 hadid 27) İster Alevilikte, ister Sünnilikte, ister Hıristiyanlıkta, ister Yahudilikte olsun, Allah’ın söylemediği, emretmediği, tavsiye etmediği şeyler için hayatımızı “din adına” kısıtladığımızda, aslında iyi bir iş yapmış olmuyoruz. Çünkü Allah’ın çok zor olmayan oruç ibadetini çok zorlaştırmış oluyoruz ve bir süre sonra artık orucu tutmak da zor hale geliyor. Ayette Hristiyan örneğinde olduğu gibi, bir süre sonra ekledikleri kısıtlamalara da uyamaz olmuşlardır. Bunun yanında, insanlara bunu yapmayı zorunlu gibi anlatınca, insanlar hayatını zorlaştıracağını düşünerek dinden ve ibadetlerin asıllarından da uzaklaşmaktalar.
D.7. ZEKAT Zekat konusuna geldiğimizde, Alevilerin genel sosyo ekonomik imkanlarını anlamak bize fayda sağlayacaktır. Anadolu’daki Alevilerin yerleşim yerleri olan Sivas ve çevresindeki iller, büyük şehirlere en fazla göç veren bölgelerdir. Alevilerin genelinin son 25 yıldır İstanbul gibi büyük şehirlere göç ettiklerini görürüz. Bunun sebebi, o bölgedeki Sünni göç edenlerle aynı olmakla birlikte, Alevilerin büyük kısmının göç etmesinin altında ekonomik sebeplerin
yanında sosyal ve dini sebepler de yatmaktadır. Özellikle kır alanlarında yaşayan ve Sünni yönetimin hakim olduğu Osmanlı gibi devlet teşkilatında Alevilere siyasi rütbeler verilmemiştir. Ayrıca, maddi olarak da, kendi içine kapalı ve ticaretten de uzak yaşayan çoğu Alevinin tek geçim kaynağı tarım olmuş ve makineleşmeyle bu da bitince şehre tolu göç kaçınılmaz olmuştur. Şehirlerde özellikle tanıdıklarının yanına gelip yaşayan Aleviler, belli mahallelerde toplanmıştır. İstanbul’a geldiğinde herhangi bir sermaye ve siyasi desteği olmayan Aleviler, Doğu Anadolu’dan gelen bazı kader arkadaşları gibi, İstanbul’da en düşük seviyede işçi konumunda çalışmışlardır. Göç sürecinden 30 yıl geçmesine rağmen, bu devam etmektedir. Erkekler genellikle temizlik işçisi, tekstil işçisi, seyyar satıcılık gibi görevlerde yer alırken; kadınlar son 10 yıldır “gündelik temizliklere” gitmektedirler; genç kızlar ise, kuaförlerde çırak olarak veya konfeksiyonlarda işçi (tekstilde) ya da sekreter olarak işe başlamaktadırlar. Liseyi bitirme imkanı olanlar, daha farklı alanlara (muhasebe vs) geçebiliyorlar. Üniversiteyi bitirme Sünnilere oranla Alevilerde daha azdır. Bunun sebebi, eğitime izin vermemekten dolayı değil, maddi imkansızlıklar ve pek çok sebepten kaynaklanan ders başarısızlıklarıdır. Alevilerin büyük kısmı “üniversite ve lise bitirmeye” çok önem verir ve bu kişilere ayrı bir saygı gösterir. Sünnilerde olan “dinden dolayı okuldan alıp, Kuran kursuna verme” gibi hayattan soyutlayıcı ve dini buna alet edici herhangi bir uygulamaları yoktur. Sünnilerden İstanbul’a göç ettiğinde burada yatırım yapan ya da çeşitli sebeplerle maddi varlık biriktirebilenlere karşın, Alevilerin geneli, gecekonduların olduğu mahallelerde yaşamaktadırlar. Başakşehir gibi, ortalamanın üstünde maddi durumu olan yeni yerleşim yerlerinde “ev sahibi” olanların yüzdesine bakarsak, Alevilerin oranının parmaklarla sayıldığını görebiliriz. Özel okullarda ve kolejlerde parmakla sayılırken, devlet okullarında Alevi oranının
fazla
olmasının
sebebini
de
bu
anlatılanlar
açıklayacaktır.
Şehire gelen Aleviler, burada ekonomik ve sosyal olarak ayakta kalabilmek ve kültürlerini kaybetmemek için, birbirlerine yakın yerlere oturmayı tercih etmişlerdir. Böylece ibadetlerini ve eskiden getirdikleri geleneklerini devam ettirme ve yeni nesillere aktarma imkanı bulmuşlardır. Bunların yanında, köy dernekleri, Alevi dernekleri kurarak bir dayanışma gerçekleştirmişlerdir. Şehre gelen Aleviler, siyasi olarak genellikle CHP’yi tercih etmişler ve bu partide bazı görevler almayı başaranlar olmuştur. Kendi seslerini dillendirmek amacıyla ve biraz da bu siyasi desteklerin dolaylı gücüyle, Anadolu’daki Alevileri birleştirici, bütünleştirici çabalara girmişlerdir. Nevşehir’deki Hacı Bektaş’ta düzenlenen Anma Törenleri buna örnektir. Bu birliktelik aynı zamanda, televizyon kanalları kurma imkanı da doğurmuştur. Yerel kanal diyebileceğimiz “Ekin Tv, Cem TV, Tv 58, Yol Tv” gibi televizyon kanalları, Alevilerin kültürlerini devam ettirmeye ve tolumda bir yer bulma çabasına sebep olmuştur. Sürekli türkü programlarıyla sadece Alevilere değil, tüm Anadolu’ya seslenmektedirler. Bu kanallar, Alevilerin ibadetlerini, türkülerini ve fikirlerini savundukları yer olmuştur. Aleviler maddi olarak arkalarında çok da bir destek olmadan bunları yapmışlardır. Cem evlerini kendi aralarında topladıkları paralarla yapmış, kendi imamları olan dedelere yine kendi aralarında para toplayarak ücret vermişlerdir. Son 5 yılda değişen politikalarla en azından “cem evlerinin elektrik ve su faturalarını devlet karşılamaya karar vermiştir.” Sünnilere bakıldığında ise, ihtiyaç olmayan büyüklükte camiler, imamlar ve müezzinler atanmakta ve hepsi devlet tarafından ücretlendirilmektedir. Bu bile, Alevilerin maddi şartlarının ve siyasi desteklerinin azlığına bir delildir. Bunların yanında, bireysel anlamda, maddi durumu iyi olan Aleviler
de söz konusudur. Alevilik inancında, 1/40 yardımda bulunmak gibi bir sınır yoktur. İnfak etmek, yardımlaşmak önemli kavramlardır. Zekatı/sadakayı daha çok kurban kesip dağıtmak şeklinde yaparlar. Ancak Kuran’da bu yeterli görülmemiş ve maddi olarak daha kötü durumdakilere, maddi zorluk çekenlere vs yardımın darlıkta da bollukta da olması gerektiğini söyler. 1/40 sınırı çeşitli hadislere dayandırılmaktadır. Kuran’a bakarsak ise, bu oranı aşan bir önem verildiğini görürüz. Ayrıca yılda bir kez vermekten değil, her zaman yardımda bulunmak gereklidir. Alevilerde, araba alınca kurban kesip dağıtma inanışı, aslında Arabanın zekatını vermek gibi bir şeydir. Çünkü ben bu kadar para verip araba aldım, başına bir şey gelmesin, insanların şerlerinden Allah korusun diye maddi bir fedakarlıkta bulunmaktır bir anlamda. Aynı şekilde, zekatın amacı da, elimize geçen paradan bir kısmını fedakarlık ederek ihtiyacı olana vermektir. Bu, ihtiyacı olan bir ailenin çocuklarını giydirmek, bir aylık mutfak masrafını karşılamak gibi şeyler olursa daha da anlamlı ve faydalı olacaktır. “Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.” (3 ali İmran 134) “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/60) “Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.” (2 bakara 254) “İnanan kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar, hiçbir alışveriş ve dostluğun bulunmadığı bir gün gelmeden önce kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden Allah yolunda gizlice ve açıktan harcasınlar.” (4 ibrahim 31) İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. Ama içinizden cimrilik yapanlar var. Kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına cimrilik yapmış olur. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar. (47 muhammed 38) “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (3 ali İmran 92) “Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (2 bakara 274) “Eli geniş olan, elinin genişliğine göre nafaka versin. Rızkı dar olan da, Allah’ın ona verdiğinden (o ölçüde) harcasın. Allah, bir kimseyi ancak kendine verdiği ile yükümlü kılar. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (65 talak 7) “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır”. (25 furkan 67) “De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”” (34 sebe 39) “Harcamalarının kabul edilmesine, yalnızca, Allah’ı ve Resûlünü inkâr etmeleri, namaza ancak üşene üşene gelmeleri ve ancak gönülsüzce harcamaları engel olmuştur.” (9 tevbe 54) “Onlara, “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden Allah yolunda harcayın” denildiği zaman, inkâr edenler iman edenlere, “Allah’ın, dilemiş olsa
kendilerini doyurabileceği kimselere mi yedireceğiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” derler”. (36 yasin 47) “Şimdi yüz çevireni; pek az verip de kaskatı cimrileşeni gördün mü?” (53 necm 33) “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (2 bakara 262)
D.8. HAC- HACI BEKTAŞIN MEZARINA ZİYARET (NEVŞEHİR )
Hacı Bektaş Türbesi Aleviler, Türkiye’nin Nevşehir ilindeki “Hacı Bektaş Türbesi’ne” ziyareti ve orada bulunan diğer bazı yerleri ziyareti ve ibadeti, “hac ibadeti” olarak görmektedirler. Sünniler Kabe’ye gider, Aleviler ise Hacı Bektaş’a gibi bir anlayış söz konusudur. Özellikle son 10 yıldır çeşitli illerden Alevi dernekleri ve gruplarının “Hacı Bektaşı Anma Günü Etkinlikleri” adı altında, topluca otobüslere binerek bu bölgeye akın etmektedirler. Alevilerin en çok ziyaret ettiği yerdir. Bu asıl olarak bir “türbe ziyaretidir”. Türbe ziyaretindeki yanlış inanışları ve uygulamaların Kuran’la uymadığı noktalarını, “Dua Anlayışı ve Allah- Muhammed-Ali” bölümünden okuyabilirsiniz.
Hacı Bektaşı Veli türbesinin içinin fotoğrafı
D.8.1.Çeşitli İlleri Ziyaret Etmek Elbette bir yerleri ziyaret etmekte bir mahzur yoktur. Ne zaman ki, gezinin amacı Allah’ın insanın günahlarını sileceğini ummak olursa ve yapılan ibadetlerde anlamsızlık ve Allah’ın emretmediği şeyler olursa, o zaman yanlış sonuçlar doğacaktır.
Ülkeleri ve illeri gezmekte sorun yoktur. Hatta Allah yeryüzünde gezip dolaşmayı , “Allah’ın gücünü anlamak için, önceki yaratılanların ne kadar güçlü olmasına rağmen, ölümle yüz yüze geldiklerini anlamak ve geçmiş inanmayan ve kötülük yapanların sonunu hatırlamak için tavsiye etmiştir. “De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (29 ankebut 20) “Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (3 ali İmran 137) “Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (22 hac 46) “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp alt üst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (30 rum 9) “De ki: “Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.” Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdi.”(30 rum 42)
D.8.2. Allah’ın Affı ve Bir Mekanı Ziyaret Görüldüğü üzere, yeryüzünde dolaşmanın amaçlarını Allah bildirmektedir. İçlerinde bir yeri ziyaret ettiğimizde Allah’ın bizi affetmesi söz konusu değildir. İster Hac olsun, ister Hacı Bektaşı ziyaret, “bir yeri ziyaret edince, tüm günahların sıfırlanması ve Allah’ın affedecek olması” inancı doğru değildir. Öyle olsa, herkes istediği gibi bir hayat yaşar, sonra bir yeri ziyaret eder ve günahlarından kurtulurdu. Orayı ziyaret edemeyen biri de, günahlarıyla kalırdı. Öncelikle dini bir “milli piyango” aracına çevirmemek gerekir. Allah buna müsaade etmez zaten. Çünkü insanın günahının affedilme yolu, insanın hatasını anlaması, artık hatayı yapmaktan vazgeçmesi, pişman olması ve Allah’tan af dilemesidir. “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” (3 ali İmran 135) “Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.” (5 maide 39) “Ve her kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.” (25 furkan 71) “Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sarılanlar ve Allah için dinlerine samimi olarak bağlananlar müstesna. İşte bunlar müminlerle beraberdirler. Allah, müminlere büyük bir mükafat verecektir.” (4 nisa 146) “Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (25 Furkan 70) “Fakat tevbe ederek, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, o, kurtuluşa erenler arasında olmayı umabilir.” ( 28 kasas 67)
D.8.3. Delikli Taş Kutsal sayılan mekanda gezen ziyaretçiler, daha sonra Çilehane denen tepeye çıkar. Hacı Bektaş ilçesinin merkezine üç kilometre doğusundadır bu tepe. Buraya "Delikli Taş" da denir. Eskiden toplumdan kopup, Allah’a ulaşmak için “az yemek, az içmek ve sürekli zikirle meşgul olmak ve dünyadan uzak kalarak Allah’a yaklaşmak” isteyen bazı tarikat bağlılarının bir ibadet yeridir. Hacı Bektaş Veli'nin bu mağarada zaman zaman halvete kaldığı söylenmektedir. Mağara girişi, bir insanın yürüyerek rahatça girebileceği genişliktedir. Mağara içerisinde yüksekçe bir yerde ve bir insanın zorlukla geçebileceği, dışarı açılan bir delik vardır. Soldaki daha büyük olan delikten girilir ve sağdaki daha küçük olan delikten çıkılır. İçerisi 3 metrekare civarında bir genişliğe sahiptir. Hacıbektaş'a gelenlerin en çok ziyaret ettiği bu yerde, Delikli Taş'ın içinden geçenlerin 'günahsız' olduğuna inanılır. Çilehane'de bulunan Delikli Taş, inananların kendini test ettikleri bir yerdir. İnanışa göre, günahı olan Delikli Taş'tan geçemez. Delikli Taş'tan geçmek için zayıf veya şişman farkı gözetilmez ve her ziyaretçi buradan geçmeyi dener. Eğer geçemez ise günahından arınmak için mutlaka bir adak adamalı ve yoksullara dağıtmalıdır. Tabi, gelen hemen herkes geçebilir. Ancak manevi bir atmosfer yaratılmaktadır ve kulaktan kulağa “bir kişi zayıfmış, ama bir türlü geçememiş; başkası kiloluymuş ama iyi birisiymiş ve geçmiş” gibi söylentiler dolaşır. İnsanları oradaki kalabalık ve bu tür dini hikayeler etkilemektedir. İşin doğrusu, zamanında çilehane olarak kullanılan bu yerde bu günahlıysan geçemezsin hikayesinin şöyle bir arka planı olabilir: Kilolu gelen bir tarikat mensubu, yemek yemeyi ve kilo almayı helal
görmediğinden, bu mağarada zayıflamaya ve kendini sürekli Allah’ın adını anmaya ayırmış, eğer yemekten vazgeçer ve kilo verirse, o mağaranın bu küçük deliğinden geçebilme imkanı sağladığından dolayı kendilerince “artık çok yemek yemediğinden ve zayıfladığından, günahlarından arınmış” gibi bir inanç olması söz konusu olabilir. Sebebi neye dayanırsa dayansın, ne yemek yemek günahtır ne de bir kayadan geçmek ya da bir yeri ziyaret etmek, günahları temizleyecektir. Bu ister Kabe olsun, ister Delikli taş.
Delikli Taşa soldan girilir ve sağdaki daha ufak ve yüksek delikten çıkılmaya çalışılır. Böylece, günahların affolunacağını umarlar.
Delikli Taştan Çıkarken Bir Fotoğraf
Delikli Taşın İçine Girmek İçin Toplanan ve Bekleyen İnsanlar
D.8.4. Zemzem Çeşmesi (Arslanlı Çeşme)
Zemzem Çeşmesi Çilehane'nin biraz aşağısında da, 'Zemzem Çeşmesi' diye bilinen taştan ve koçbaşı gibi bir kurnası bulunan çeşme yer alır. Hacıbektaş'a gelenler, şifa için bu çeşmenin suyunu yanlarında getirdikleri bidonlara doldurup evlerine götürür. Bu suyun gerçekten mineral değeri var mıdır, diğer çeşme sularından farklı mıdır bilimsel olarak ölçülmesi gerekir. Eğer çeşme suyuysa ve mineral olarak da insana bir faydası yoksa ve belki zararı varsa bunların bilinmesi gerekir. Ancak, bilinen herhangi bir bilimsel veri şimdiye kadar yoktur. İnsanlar, dini hikayeler anlatarak, o suyun ne kadar mucizevi olduğuna birbirlerini inandırmakta ve kilometrelerce öteye bidonlarla su taşımaktadırlar. Allah akıl ve bilim vermiştir, Aleviler de bunları hikayelere tercih etmemelidirler.
D.8.5. Minder Kaya ve Kulunç Kaya
Çilehane'nin bulunduğu meyilli tepede, mitolojik yönden Hacı Bektaş Veli ile ilgisi olduğuna inanılan Minder Kaya ve Kulunç Kaya vardır. Mindere benzeyen bir kaya ve arka tarafında sırt yaslanabilecek ikinci bir kayadan oluşan Minder Kaya'ya, Hacı Bektaş Veli'nin oturduğu söylenmektedir. Kulunç Kaya ise, yine bu bölgede olan hafif meyilli bir kayadır. Sırt ağrısına iyi geldiği söylenen ve sırt üstü yatarak aşağı doğru kayılan kaya, üzerinde kayılmasından dolayı parlak bir görüntü kazanmıştır. Bu gibi hikayeleri anlatılan taşlar Hacı Bektaş’ta fazladır. Taşların olağanüstü güçleri yoktur. Sırta iyi geliyorsa bu taşlar, bilimsel olarak kanıtlanmalı ve sırtı ağrıyan herkes oraya gitmelidir. Ama sadece inançsal bir şeyse, bilinmelidir ki, Allah böyle bir şey vaat etmez. Bir kayaya sarılan insanlar, o kayaya sarılıp dilek tutunca günahlarının affedileceğini düşünürler.
Bu taşa sarılıp dilek tutulduğunda dileklerin kabul edileceği inancı yaygındır.
D.8.6. Heykeller Çilehane'nin bulunduğu tepede Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Aşık Veysel heykelleri, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Madımak Otelinin yakılmasında hayatlarını kaybedenler anısına dikilmiş "Ozanlar Anıtı" ve Anfi Tiyatro önünde ise Hacıbektaş Belediyesi'nin yaptırdığı "İnsanlık Anıtı" yer almaktadır. Yine bu tepede, Radyo Barış tarafından yaptırılan ve dört kişinin semah dönüşünü tasvir eden heykeller vardır. Sünnilerde, heykellere karşı aşırı bir tepki olsa da, aslında Kuran heykellere değil, inançlara karşı çıkar. Mekke’deki inkar eden ve putlara tapanlar, “putlar bizi yarattı” demiyorlardı. Onları “Allah’a yaklaştırıyor” diyorlardı. “Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar.” (39 zümer 2-3) Şu ayetten heykel yaptırmanın sorun olmadığını anlarız. “Cinler, Süleyman için dilediği biçimde kaleler, heykeller, havuz gibi çanaklar ve sabit kazanlar yapıyorlardı. Ey Davûd ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (34 sebe 13) Ancak ne zaman ki dini anlamlar ve güçler yüklersek o zaman sorun olur. Bu tepede bulunan ve son 50 yılda yapılmış olan heykellerin üzerine çeşitli oyuklar açmışlardır. Buralara ufak taşları koymaya çalışmaktadırlar. Eğer taşlar deliklerde kalabilirse ve bu sırada dilek
tutarsalar, dilek kabul olacak demektir gibi bir anlayış vardır. İşte bu yanlıştır. D.8.7. Beş taşlar Beş tane farklı ebatlardaki kaya parçaları hakkında Hacı Bektaş’ın haksızlığa uğraması sonucu “ey taşlar siz şahit olun” demiş ve rivayette taşlar ayaklanmış ve konuşmuştur ve haksızlık ortaya çıkmıştır. Bu konudaki hikaye şöyle anlatılır: Hacı Bektaş Veli, Kadıncık Evinde ikamet ederken, Karahöyük Köyünde yedi hanenin dışında ev yoktur. Sığırları güdücüye vermezler ve sırayla güderler. Sıra İdris Hocaya geldiğinde, o gün çok önemli işi vardır. Hacı Bektaş Veli, İdris Hoca'nın yerine sığırları gütmeyi kabul eder. Sığırları otlata otlata, Mucur İlçesi yolunda Beşkayalara kadar götürür. İdris Hoca'nın kardeşi Sarı'da, öküzlerini Hacı Bektaş Veli'nin güttüğü sığır içine sürer. Hacı Bektaş Veli Sarı'ya: "Öküzlerini kurt yerse, sebebi ben değilim. Al git öküzlerini, ne yaparsan yap!" diye söyler. Hacı Bektaş Veli'nin öküzleri gütmeyi kabul etmemesine rağmen, Sarı öküzleri bırakır. Bunun üzerine Hacı Bektaş Veli: "Ey beş taşlar, siz şahit olmalısınız ki, ben kabul etmeden Sarı öküzlerini bıraktı. Sarı'ya üç defa, öküzlerini gütmeyeceğimi söyledim. Yarın hesap günü şehâdet edersiniz." der. Akşam olduğunda sığırlar köye döner. Sarı'nın öküzleri dönmemiştir. Hep birlikte öküzleri aradıklarında, beş taşların yanında, ufak dereciğin içinde, dört adet öküzün ikisini kurt yediğini görürler. Sarı, Hacı Bektaş Veli'den zararını karşılamasını ister. Hacı Bektaş Veli, aralarındaki konuşmayı aktarır ve beş şahidinin olduğunu söyler. Cemaat, sığır otlağına vardığında, Hacı Bektaş Veli beş taşlara dönerek: "Ey beş taşlar, Hakk'ın izni ile yine Hakk için, mutlaka gelin. Olanlara, doğru şahadette bulunun." diye söyler. Beş adet taşın hepsi birden, Hünkar'ın da himmetiyle
sırayla gelip, heyet huzurunda şahitlik yapıp, Sarı'nın haksız olduğunu anlatırlar. 16
Beş Taşlar Bu olayın gerçekliği tartışılır. Çünkü taşların ayaklanması gibi bir olay Peygamberin pek çok haksızlığa uğradığı durumda ayaklanmıyor da, neden Peygamber olmayan birisi için ayaklansın? Veli sayılan kişilere atfedilen mucizeler diğer bölümlerde ayrıntısıyla anlatıldığı için burada kısa geçeceğiz. Böyle bir olay söz konusu olsa bile, buradan “taşları eğer oyuklara koyarken dilek tutarsak dileğimiz kabul olacak” gibi bir inanışı kabul etmek sadece insanların uydurmasıdır.
16
http://www.hacibektas.com/index.php?id=vialyetname
Çünkü dilekleri kabul edecek olan yalnız her şeyi yaratan ve her şeyi duyan Allah’tır. Dileğimizin ve isteğimizin kabul olup olmayacağını, hangi şartlarda kabul olacağını da yalnız Allah bilir. Biz, Allah’tan olan sözleri kitabı olan Kuran’dan öğrenebiliriz. Aksi takdirde, “herkes ben şöyle bir olay yaşadım, Allah böyle diyor” diyebilir. Her kafadan ses çıkarsa bu sefer Allah insanları neye göre yargılayacak ve hesap görecektir? Yani, eğer Kuran dışında insanların sözleri de “Allah’tan haber veriyor” olsa, kimin doğru söyleyip söylemediğini nereden bileceğiz? İşte bu yüzden, Allah insanlara bırakmamış ve dinini tamamlamıştır. Duaları kabul etme şartlarını da açıklamış ve yalnız Allah’tan istemek ve çalışanların kazanacağını söylemiştir. Hiçbir peygamber, bir taşı bir yere koyarak dua etmemiştir. Hepsi her an duyan Allah’a yakarmışlardır ve Allah da bize onların yaptığı gibi yapmamızı emreder. Elimizden geleni yapmak ve Allah’a dua etmek gerekir. Madem duamızı başka türlü şekillerle daha çok kabul edecek neden Allah bize bunu haber vermiyor? Oysa Allah kullarının iyiliğini ister ve kimseye haksızlık etmez.
D.8.8. Mahzuni Şerifin Mezarına Ziyaret 17 Mayıs 2002 tarihinde kaybettiğimiz büyük ozan Aşık Mahzuni Şerif'in mezarı ve anıtı da bulunmaktadır. Mahzuni Şerif’in mezarı da Deliklitaşa yakın bir mezardır. Deliklitaşı ziyaret edenler, onu da ziyaret ederler. Mahzuni Şerif, “İşte gidiyorum, çeşmi siyahım”, “Nem kaldı” gibi meşhur türkülerin sahibi olan bir halk ozanıdır. Kendisi, Alevilerin düşüncelerini, inançlarını, toplumdaki haksızlık ve eşitsizlikleri deyiş şeklinde, şiir şeklinde güzel ifade etmiş olan önemli türkücü ve atışmacılarındandır. Atışma demek, karşılıklı iki saz çalan kişinin, dörtlük şiirler halinde, birbirlerine itiraz edecek, karşı tarafın sözüne cevap verdiği karşılıklı şiir söylemeye denir.
Mahzuni Şerif’in söylediği deyiş ve türkülerdeki sözlerin inanç ve ibadetle ve dinle ilgili kısmında Kuran bakış açısından sorunlar olsa da, toplumdaki çarpıklıkları sert bir dille dile getirme açısından önemlidir. Şu dizeler buna örnektir. “Milletin sırtından doyan doyana, Bunu gören yürek nasıl dayana, yiğit muhtaç olmuş kuru soğana, Bilmem söylesem mi söylemesem mi?
Delikli Taşın yakınındaki Mahzuni Şerif Mezarı
D.9. K URBAN Kurban ibadeti Alevilerde çok önemli bir ibadettir. Hatta Aleviler “Ramazan Bayramı Sünnilerin, Kurban Bayramını Alevilerin” gibi bir ayrıştırma ve sahiplenmeye girmişlerdir. Kurban sadece Kurban Bayramı’nda yapılan bir şey değildir. Pek çok sebeple kurbanlar kesilir
ve büyük kazan ve tencerelerde pilav ve yanında yiyeceklerle insanlara dağıtılır. Kurban keserken, dualar okurlar. Bir kişi ciddi bir belayı, kazayı, hastalığı geçirmiş ve sağ salim kurtulmuşsa, adak kurbanı keser. Bir kişinin bir dileği varsa ve gerçekleşmişse kurban keser. Uzun süre çocukları olmayan kişiler kurban keserler. Ya da, bir ev, araba almış kişiler başına zarar gelmesin diye “zekat/sadaka diyebileceğimiz” bir anlayışla, kurban keserler. Bir ölü varsa, ölünün arkasından 7.gününde, 40.gününde ve senesi dolduğunda yine kurban kesilip insanlara dağıtılır. Bu kurbanlarda, alıp eve ayırma söz konusu değildir. Cem evlerindeki veya kişilerin evlerindeki kazanlarda bulgur pilavı ve ayranlarla birlikte gelenlere ikram edilir. Yanında tatlı, dolma veya bir sebze yemeği de olabilir. Sünnilerde genellikle mevlitlerde bu kurbanlar pirinç pilavıyla dağıtılırken, Alevilerde bulgur pilavıyla dağıtılır. Alevilikte kurban ibadeti hayatın içinde sürekli bir ibadet olduğu için ve senenin farklı zamanlarında herkesin bir şekilde kurbanı çıktığından dolayı, cem evlerinde cem ibadetinin yapıldığı halılı yer dışında, yemek yenilen bir kısım da bulunur. Bu kısmın bir tarafı yemeklerin piştiği ve tabldotlara/tabaklara koyulduğu, diğer tarafı yemeklerin yenildiği masa ve sandalyelerden oluşan kısımdır.
Alevilerde Kurban Yemeğinden Bir Fotoğraf Kurbanı olan kişi, tek tek davet edeceği kişilerin kapısına vurur ve onları “okumuş (davet etmiş)” olur. Bazen bu daveti yaparken, “bayram şekeri” vererek okumuş olurlar. Bu bir çeşit davetiye görevi görür. Cenazenin 7. Günü yemeğinde “okuma-davet” yapılmaz. Ölü kurbanına giden kişi, oraya “çay, kuru baklagil” gibi bir erzak getirirler. Sonra, yemek yer ve giderler. Böylece tek taraflı bir verme olayından da çıkar. Alevilerde adak kurbanları, horozdan da kesilir. Elbette kişinin kazanla pilava yetirmek için birkaç horoz kesmesi gerekir. Pilavların etli olması demek, övünülecek bir şeydir. Ayrıca bir insanın kötülüğünü anlatmak için “kurbanı yenmez” gibi deyimler de türemiştir.
Alevilerde Kurban Yemeğinden Bir Görüntü Ayrıca farklı kurban isimleri de vardır. Mesela, cem törenleri bittikten sonra birlik kurbanı kesilir. Bütün köylü ve etraftakiler davet edilir bu kurbana. Kesilecek kurbanı olanların hepsi birden para toplar ve keserler. Ayrıca, Hacı Bektaşa gidildiğinde orada da, kurban kesenler birleştirir ve oraya gelenlere dağıtırlar. Buna da Hacı Bektaş Kurbanı derler. Alevi ve Anadolu kültüründe olan farklı adak ve dağıtma uygulamaları da vardır. Özellikle Perşembeyi Cumaya bağlayan gece kutsal ve önemli kabul edildiğinden, bu akşamda çörek yapıp, tavuk parçalayıp veya helva yapıp ufak tabaklara koyup kapı kapı dağıtmak da diğer bir gelenektir. Bunun sebebi de kurban gibi, bir kazadan kurtulmak veya
bir isteğinin gerçekleşmesi gibi sebebiyle olabilir. Kurban kesecek kadar maddiyatı olmayan ya da daha az bir şey yapmayı adak adamış birisi bu çeşit adağını dağıtabilir. Bu dağıtılan yiyeceklere “lokma” denir. Getiren kişiye “neye niyet ettiysen Allah kabul etsin” denir. 17
Alevilerde lokma olarak komşulara helva ve çörek dağıtılır. Bu elbette hem komşuluk ilişkilerini geliştirecek bir davranıştır, hem dağıtmayı, paylaşmayı sağlayan bir durumdur. Allah da, Kuran’da sıklıkla paylaşmaktan ve elinde olandan vermekten bahseder. Bu tür ikramlar da buna bir sebeptir.
D.10. GİYİM Alevilerde insanın günlük hayatlarında dini olarak giymesi gereken herhangi bir kıyafet şekli yoktur. Ancak, görgüye gelirken ve cem yaparken bazı kıyafet şekilleri vardır. Daha çok bir gelenek olarak, ceme erkekler başlarında şapkayla; kadınlar uzun etek ve başörtüyle 17
Ali Duran Gülçiçek, Alevilikte Kurban Töreni
gelirler. Ancak, Sünnilerdeki gibi, bone takmazlar, köy usulü diyeceğimiz tarzda başörtülerini takarlar. Bildiğimiz dışarı başörtüsü denilen eşarp değil, etrafı ellerde oyalarla örülen “yazmalar” takarlar. Semah edecek kişiler ise, cemde özel kıyafet giyerler. Bazı bölgelerde parlak yeşil kumaştan kuşak ve kırmızı bir ceket ve şalvarken, bazı bölgelerde daha çok işlemeli kıyafetler giyilir. Bu kıyafet türlerinden biri de “üç-beş”tir. Bu kıyafet, kemeri, içlik, dışlık, şalvar, ceket, püskül gibi bölümlerden oluşur. Erkekler sıfır kollu kıyafetlerle gelmezler, bir gelenek olarak, uzun kollu veya tişört giyerek gelirler. Şort giyerek de gelinmez. Muhafazakarlığı ve ciddiyeti simgeleyen bu davranış pek çok dini anlayış için geçerlidir. (bakınız Resim ) Kuran’a baktığımızda, dine ve ibadete özel bir kıyafet şeklinin olmadığını görürüz. Alevilerdeki semah edeceklerin, özel kıyafet geleneğini dini bir gereksinim olarak anlaşılamaz. Sadece, sergilenecek semah gösterisinin daha güzel bir görünüm kazanması gibi sebepler sayılabilir. Bir de tabi ki, geleneği sürdürme ve simgeler/kıyafetlerle “biz” anlayışını sürdürme ihtiyacı da yatmaktadır.
Sünnilerde, Kadının pardesü giymesi ve boneli başörtüsü (türban) takması Allah’ın emri gibi algılanırken, Alevilerde başörtüsü sadece geleneksel bir örtüdür. Genellikle, genç kuşağın babaanne ve nineleri takar. Son 20 yılda, genç kuşağın anneleri şehirleşmeyle birlikte başörtüsü takmamaya başlamışlardır. Kuran’a bakarsak, herhangi bir giyim şekli zorunluluğu olmadığını görürüz. Allah kadınlara giyinmeyi, kadının korunması ve kişiliğinin dişiliğinin önüne geçmesi ve sağlıklı iletişim için emretmiştir. Bu giyinmenin herhangi bir üniforması olmadığı gibi, Allah bir örnek vermiştir. “Başörtülerinizi yakalarınızın üzerine örtün/salın…”. Ayette,
“Ey insanlar, başörtüsü takın” dememektedir. Zaten varolan bir şey olan kadınlardaki başörtünün amacına uygun olmasını emretmektedir. Nasıl bugün yakası açık bir bluz giyince göğüs dekoltesi oluyorsa, Peygamber zamanındaki kadınların giyim tarzlarında, başlarındaki şala ve giyimlerine rağmen, yaka kısmını açık bırakıp, “göğüs dekoltesi” yapmaktaydılar. 1400 yıl öncesini ve Arabistan sıcağını düşünürsek, sıcaktan korunmak için, erkekler de kadınlar da zaten başörtüsü takmaktadırlar. Allah, kadınların giyimlerinde, tahrik edici unsur olan “göğüslerin kapatılmasını” emretmiştir. Ayrıca kadınların ayaklarını yere vurarak, kırıtarak yürümesini de yasaklamıştır (24 nur 31). Bu ayetlerde anlatılmak istenen açıktır ki “Erkeği tahrik etmemektir”. Normal insan ilişkisi içerisinde, kadının herkesçe bilinen erkeği ayartıcı hareketleri ve giyimden uzak durarak sağlıklı bir toplum oluşturmak amaçtır. Sünniler tahrik edici yer olarak “saç”a vurgu yaptıklarından dolayı, ayette emredilen yapılmayıp, başörtüsü/türban ve çeşitli dini kıyafetler oluşmuştur. Bu, türbanlı ancak iyilik ve doğrulukla uğraşmayan, Kuran’ı bir kere anlayarak okumamış, saçının telini göstermeyen ama daracık ve açık kıyafetler giyenlerin oluşmasına sebep olmuştur. Ayrıca, “bir saç telini gösterirsen, şu kadar yıl cehennemde yanacaksın” gibi rivayetleri ne Allah söylemekte, ne de Peygamberin bu tür bir uygulaması vardır. Zaten, Peygamber Allah’ın söylediklerinin amacının dışında bir şey söylemez veya Allah’ın söylediklerinin amacının dışında bir şeyi emretmez. Diğer yanda Aleviler, Sünnilerin giyim konusundaki gereksiz uygulamalarını reddederken, asıl Allah’ın emrettiklerini de umursamamaya başlamışlardır. Çünkü Allah’ın emrini Sünnilerin giyim tarzı sanılmış ve bu sefer her türlü doğru şeyi de yanlışlarla birlikte reddetmişlerdir. Ayrıca bu ayetten önce de, erkeğe ve kadına bakışlarının bir kısmından (kötü niyetli ve şehvet dolu olmasından) sakındırmıştır.
Yani, sadece bir örtünme emri değil, kadına ve erkeğe yanlış işlerden sakınma da emredilir. Bu, hırsızlık yapmamayı öğretirken bir yandan da, insanlara altınlarını emniyetli bir yere saklamalarını da öğütlemektir.
D.11. ALEVİLERDE TÜRKÜ VE SAZ
Pir Sultan Abdal’ın Saz ile Heykeli
Alevilerde saz ve türkü önemli bir yer tutar. İnanışlarını ve toplumsal haksızlıkları türküler ve deyişlerle/şiirlerle dile getirmişlerdir. Anadolu’daki diğer bölgelerdeki türkülerden farklı olarak yoğun bir
şekilde “Ali, Hasan, Hüseyin” isimleri tekrarlanır. Bir diğer ayırt edici yönü ise, toplumsal haksızlıklara en ağır, sert bir şekilde ve türküyle karışık dile getirmeleridir. Bir Karadeniz türküsünde veya Doğu Anadolu’da veya Ege’de bu denli sert ve aykırı bir şiir türü yoktur. Buna sebep olan etkenler, Alevilerin azınlık olması ve devletten/ ülkenin genelinden daha kopuk, kırsal alanlarda kapalı bir hayat sürmesi olabilir. Alevi türküleri genellikle sazla söylenir. Alevi müzik ve türküleri pek çok kişinin içini coşturacak derecede güzeldir. Anadolu’nun vazgeçilmez bir kültürüdür Alevi türküleri. Günümüzde, önemli Alevi türkücüler vardır. Bunlardan bazıları; Kıvırcık Ali, Sabahat Akkiraz, Mahsuni Şerif, Güler Duman, Musa Eroğlu, Neşet Ertaş, Selda Bağcan, Özlem Özdil…
Bir Alevi Türkücü olan Kıvırcık Ali Ayrıca, diğer bölgelerden farklı olarak türküler ve saz sadece kültürel bir etkinlik olarak değil, dini törenlerde de kullanılır. Sünnilerde “ney”in tasavvufu simgelemesi gibi, Alevilerde saz Aleviliği
simgeleyen ve cem törenlerinde vazgeçilmez olan bir çalgı aletidir. Bu sebeple, Aleviler saz eğitimi ve öğretimine ayrı önem verir. Alevi türkülerinden toplumsal ahlaksızlık ve çelişkilere verilen tepkiye örnekler; Burda dost bildiğin anam ısırgan otu Elini tuttun mu bil ki elin yanıyor Şeref ekmek bulamazken, şerefsiz bulur. Götürdükçe ciger anam içim yanıyor Yanıyor da güzel anam yürek kanıyor (Kıvırcık Ali – Isırgan Otu)
Ey garip gönüllü dertli yoldaşım, Neden belli değil baharın gışın Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın, Zengin isen ya bey derler ya paşa Fakir isen ya abdal derler ya cingan haşa, O hakkı tanımaz kul kandıranlar İnsanlığın kıymetini ne anlar, İnsanlık varlığınan olur sanalar Garibim engin ol uyma cahile,Şeytanın kazancı nafile hile Sana kulp takarlar üzülme bile . Zenginisen ya bey derler ya paşa, Fakir isen ya abdal derler ya cingan haşa (Neşet Ertaş – Dertli Yoldaşım)
Bana dönek demiş itin birisi, Açığım neymiş sor hele hele Eli çatlamamış ayı irisi, Gel bizim köylerde dur hele hele Bir yığın kitabı yığmış önüne, Sinek konsa korkar tatlı canına İt bi yosmasını almış yanına, Pehlivanlık yapar gör hele hele Köylüden yanadır toprak görmemiş, Viskiden gayriye dudak sürmemiş
Ömür boyu serçe bile vurmamış, Ordu yıkacakmış ker hele hele Bu herifin önü sonu ayandır, Anlayana benim sözüm beyandır Senden korkan hayvan oğlu hayvandır, Gel de Mahzuni'yi vur hele hele (Mahzuni Şerif – Bana Dönek Demiş)
Ben hoca değilim muska yazmadım, Ben hacı değilim Arap gezmedim Kuvvetliyi sevip zayıf ezmedim, Namussuza boyun büktüm ise yuh Ne demek efendim bey ve amele, Fakir soymak yakışır mı kemale Rüşveti hak bilip her dakka hile, Yapıp yapıp kafa çektim ise yuh Bu kadar milletin hakkın alanlar, Onları kandırıp zevke dalanlar Diplomayla olmaz hakim olanlar, Suçsuzun başına çöktüm ise yuh Yuh yuh soyanlara, soyup kaçıp doyanlara İnsanlara kıyanlara, yuh nefsine uyanlara yuh (Yuh yuh – Mahzuni Şerif)
Alevi türkülerinde, ayrıca gurbet elde yaşananlar, dağlara özlem, ayrılık, sevgi gibi pek çok konu da işlenir. Elbette Alevi türkülerinde en göze çarpan, dini figür olan Ali, Hasan, Hüseyin üzerine söylenen türkü ve deyişlerdir. Cem törenlerinde bu kısım türküler söylenir ve cem bunlarla yapılır. Bu tür türkülere örnek;
Gir dükkana Pazar eyle, Her şirindir hezar eyle Aya güne nazar eyle, Ay Muhammet nur içinde Ali, Ali, Ali, Ali… Ali, Ali Medet Ay Alidir gün Muhammet, Okunan seksen bin ayet Balıklar deryaya hasret, Çarka döner göl içinde. ( Sabahat Akkiraz – tevhid)
Nesimi'yim ikrarımdan belliyim, Gerçek erenlerin kemter kuluyum Cennet bahçesinin gonca gülüyüm, Münkir münafıka hardan gelürem (Seyyid Nesimi) Hü, hü, hü, hü Medet Ya Ali, Hü,hü hü, hü Yetiş Ya Ali, Enel Hak dedim de çekildim nara, Edeb erkan bize doğru yol oldu, İki melek geldi sual sormaya, Yardımcımız Şahı Merdana düştü.. (Özlem Özdil – Alevi Türküsü) Bugün bize pir geldi, güllere teze geldi Önü sıra kamberi Aliyel Mürteza geldi Eyvallah Şahım eyvallah, Hak La ilahe illalah Eyvallah Pirim, eyvallah Adı güzeldir, güzel Şah Ali bizim şahımız, Kabe kıblegahımız Mehraçtaki Muhammed, O bizim Padişahımız (Arif Sağ- Alevi Türküsü)
Bu gibi sözleri olan deyişler ve türküler, özellikle cem törenlerinde sıklıkla söylenmektedir. Sünniler benzeri sözleri Muhammed Peygamber için söylemektedirler. Sünni ilahilerde de sürekli “Muhammed” ismi övülür ve “Ya Rasullullah,…” diyerek ona seslenilmekte ve şefaat dilenmektedir. Buradaki sözlerde de, “Ya Ali, yardım et”, “Erenlerin Kuluyum” gibi sözler İslam’da kesinlikle yasaklanan ifade ve inanışlardır. Kuran’a göre, yardım edebilecek olan yalnız Allah’tır. Biz yalnız Allah’ın kuluyuz. Ahirette de herkes kazandığının karşılığını görecektir. Peygamber ve Ali Kuran’ı yaşayan ve anlatanlardandır.
Ancak onlar da bizim gibi kullardır ve yaptıklarının karşılığını alacaklardır. Allah ise kimseye haksızlık etmez. İki kişi düşünün ki, ikisi de aynı günahı işlemişler. Sonra, birisi “Ali’den veya Peygamberden bir torpille affediliyor. Diğeri ise affedilmiyor. Burada bir haksızlık yok mudur? Dünyada rüşvet olaylarına, tanıdık olaylarına kızıyoruz, peki ahrette böyle bir şey olsa haksızlık olmaz mı? Dünyada neden rüşvet olur? Çünkü sıra vardır ve görevlinin zamanı kısıtlıdır, elindeki kontejanlar sınırlıdır. Yani kaynaklar sınırlıdır, bu sebeple diğerlerine kalmaz. Bu durumda da, o görevliyi tanıyan birinden torpil istenir. O görevli de kabul eder, çünkü hatır- gönül vardır. Eğer o tanıdığının isteğini, “haksızlık yapamam” diye reddetse, tanıdığıyla arası bozulur, arkadaşlığı bozulur, yarın ona bir işi düşebilir ve o kişiye yaptıramaz. Bazen sırf iyi görünmek için haksızlık yapar. Yani, oradaki kişinin de ihtiyaçları ve zaafları vardır, ortada kısıtlı imkanlar vardır. Allah’ın terazisinde ise, Allah’ın hiç kimsenin hoşnutluğuna ihtiyacı yoktur. Allah’ın zaafı yoktur. Hatta, en ciddi uyarılarını Peygamberler için bile söylemiştir. Eğer Peygamberler Allah’a ortak koşsa, ya da Allah’ın mesajını gizleseler Allah onların amellerinin boşa gideceğini ve onları şah damarından keseceğini söylüyor. Yani, Allah’ın terazisi adalet terazisidir, haksızlık ve hatır gönül işleri yoktur. Kişiye kazandığı, uğraştığı vardır. Kimseyi tanımak, kimsenin adını anmak, insanın günahlarını silmez. Ancak kişinin hatasını görmesi, vazgeçmesi, Allah’tan af dilemesi ve hatayı tekrarlamaması önemlidir…
D.12. ALEVİLERDE İÇKİ Alkollü içki, Alevilerde yaygın bir içki türüdür. Alevilerin İç Anadolu Bölgesi’nde yoğunluk kazandığı düşünülürse, üzüm bağlarının olduğu
bölgelerde üzümden rakı yapımı da yaygınlıktadır. Bu sebeple, başta rakı olmak üzere “alkollü içki” bir gelenek haline gelmiştir. Düğünlerde alkol ikramı, gelin ve damada daha fazla para takılması anlamına gelmektedir. Özel sayılan günler ve gecelerde alkol sıklıkla tüketilir. Sosyal hayatta da, gençler arasında bira yaygındır. Cem törenlerine alkollü gelinmesi hoş karşılanmaz ve alkollü bir şekilde insanlara zarar vermek de, toplumdan dışlanmaya sebep olabilir. Ancak, yine de önü alınamaz. Dedeler ve babalar alkol kullanmak konusunda ciddi uyarılarda bulunmamaktadırlar ve içkinin günah olduğunu çoğunlukla söylememektedirler. En fazla, insanlara zarar vermeyin demektedirler, çünkü aksi takdirde Alevileri karşılarına almış olacaklardır. Kuranda Günah olan şey “Hamr” kelimesiyle ifade edilir(5/90). Hamr, insanı uyuşturan, başını, aklını, iradesini engelleyen her tür madde için kullanılabilir. Bu anlamda, şarap, rakı, bira bunun içinde olduğu kadar bunlar gibi içilme olmayan uyuşturucu maddelerin (extacy, eroin, kokain…) hepsi de bu kapsama girer. İnsanı sarhoş eden bu maddelerin azı da çoğu da yasaklanmıştır. Çünkü, hiçbir şey bir anda başlamaz. Kimse bir seferde 1 şişe içki içmez. Bir dubleyle başlar, bir şişeye kadar gider. Ayrıca, azı da çoğu da, insanın bilincini etkiler.
Kuran’da içki ile ilgili ayetlere bakarsak;
Üzüm ağaçlarından içilecek şeylerin bizim için nimet olduğu hatırlatılıyor. Bu anlamda ayette bahsedilen, sirke ve üzüm suyu bizim ağaçlardan sağladığımız nimetler arasındadır. “Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvalarından da hem içki-meşrubat, hem de güzel gıdalar edinirsiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.” ( 16 nahl 67)
Ayette içki ve kumarda zararların yanında bazı yararları da olduğu söylenir. Kumar için, insanın haksız yere kazandığı ve aslında kendisine zarar veren az bir karşılıktan bahsedilmektedir. Alkolün bazı yararları da açıktır. Örneğin, ameliyatlarda anestezi için uyuşturucu kullanılmaktadır. Bazı yaraların temizlenmesi için, alkol en etkili temizleyici maddelerdendir. Bu gibi yararların yanında, bunların insana ve topluma verdiği zarar kat be kat fazladır. “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük kötülük, hem de insanlar için (bazı zahirî) yararlar vardır. Ama zararları yararlarından büyüktür.” Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.” Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.” (2 bakara 219)
Allah, namaz kılarken ibadet ederken, bilinçli bireyler istemektedir. Böyle bir durumda kişinin namazını kabul etmemektedir. “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayın.” (4 nisa 43)
Son olarak ise, içkinin insanlar arası ilişkilere, bireye ve topluma ne kadar zarar verdiği açıklanmıştır. Bunun bir şeytan işi olduğu da sert bir biçimde dile getirilmiştir. “Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?” (5 maide 90- 91)
İnsan normal bilinciyle yapmayacağı şeyleri, sarhoşken yapabilmektedir. Evli ve iki çocuklu bir babanın, alköllüyken bir kadını taciz etmesi haberi de buna örnektir. İnsan, sarhoşken yalnızca kendi hevasının ve hayvani dürtüleriyle hareket eder. Çünkü doğru yapma kaygısı, toplum korkusu ve Allah korkusu kaybolur. Kişi iradesini kaybeder. Pek çok trafik kazası, alkollü sürücüler nedeniyle yaşanmaktadır. İnsanlar arasında pek çok kavga, yaralama ve öldürme olayı da alkol sebebiyle olmaktadır. Zaten pek çok kişi içkinin zararlarında hemfikirdir. Ancak, az içersek bir şey olmaz mantığıyla başlayan bu durum her gün onlarca kişinin zarar görmesine sebep olmaktadır. Kim, ben bağımlı olacağım diye içkiye başlar ki? İnsanlar üç sebepten içki içerler: Tadını sevdikleri için: Ancak, içkilerin pek çoğunun tadının güzel olmadığını herkes bilir. Alışık olmayanlar içtiklerinde çok zorlanmaktadırlar. Ancak, bir meyvesuyunu içtiklerinde pek çok kişi zorlanmamaktadır. Seviyorsa içer, sevmiyorsa içmez. Tadı bu kadar
güzel yiyecek ve içecekler varken ısrarla zarar vereni seçmek sosyal ve bireysel sorunların da göstergesidir. Hava olsun diye: İçki içmek, bir güç ve zenginlik göstergesidir. Gençler arasında, çömezlikten kurtulmadır, erkekler için “erkekliklerini gösterme” şeklidir. İşte bu yanlış sosyal empozelerden dolayı insanlar “iyi ve güzel” şeylerle ilişkilendirdikleri içkiyi bir hava atma, sosyal ortamca kabul edilme ve gücünü gösterme olarak görmekte ve içmektedirler. Sorunlardan kurtulmak için: Alkolü içen kişi, havalarda uçuyor gibi olur denir. Birkaç saat bu şekilde devam ettiği düşünülür ve hiçbir şeye zarar vermediği düşünülürse bile, içkiden sonra insan hemen sızar. Uyandığında ise, saatlerce devam eden baş ağrısı devam eder. Hiç içmese, alkolün etkileri bu şekilde devam etmeyecektir. Sorunlardan kurtulmuşlar mıdır? Hayır, aynen öylece durmaktadır. Bulaşıkları yıkamadan, “orada olduklarını unuttuğumuzda”, kendi kendilerine yıkanırlar mı? Hatta, daha sonra hatırladığımızda, biriktiklerinden dolayı daha da zor bir durumda kalırız. İşte, insan yaşadığı sorunlarla ilgili, sorumluluğu üzerine alıp, ben ne yapabilirim diye çalışıp uğraşmadıkça sorunları düzelmeyecektir. Üzerini örtmek, daha da büyük sorunlara yol açacaktır. Ailesiyle, sevgilisiyle, arkadaşıyla kavga eden kişi, içki içince düzeleceğini sanmaktadır. Oysa, elinden geldiğince çözüm üretse, fedakarlıkta bulunsa ve uzman desteği alsa, hem daha az mesai harcayacak hem daha huzurlu olacaktır. Allah da bunu söylemektedir. Yoksa, haşa insanları bir nimetten mahrum etmek
istediğinden değildir. düşmandır.
Allah insanların dostudur, şeytan ise
“Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?” (5 maide 90- 91)
D.13. AŞURE TATLISI Bu konuyu en kapsamlı ve net anlatan İslam Ansiklopedisinden bazı yerleri alıntıladım. Hicri Takvim’e göre, Muharrem ayının onuncu gününe "aşura" denilir.18 Aşura “aşr, aşir” kelimeleriyle ortak kökten gelir gelir ve “On”sayısıyla ilgilidir.19 Ayın onuncu günü olduğu için bu isim verilmiştir. Bu günde pişirilen tatlıya da “aşure”, tutulan oruca “aşure orucu” denir. Aşure günü orucunun dayanağı hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre aşure, Firavun'un zulmünden kurtulan İsrailoğullarının, bu kurtuluş günü anısına tuttukları oruç günüdür. Diğerine göre Nuh'tan beri bütün Samî dinlerde bulunan, İbrahim soyundan gelen Kureyş Araplarınca da İbrahim'den kalma bir oruç günü olarak bilinen bir gündür. Yani, birinci görüşe göre, bu günün orucu Yahudilerden
18 19
Diyanet İlmihali, C.1 Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Aşure maddesi
öğrenilmiştir. İkinci görüşe göre, Kuran’da Ramazan ayında oruç farz kılınana kadar, Mekke’de islam öncesi de bilinen oruç tutulmuştur.20 İki rivayette de, oruç geleneğinin eskilere dayandığını görmekteyiz. Kuran’da da diğer kavimlere de farz kılınan oruç ibadetinin Müslümanlara da farz olduğu belirtilmiştir. (2 bakara 183) “Aşurenin dayanağıyla ilgili bu iki yorum dışında bazı tarih, hadis ve fıkıh kitaplarında yer alan haberler vardır. Bu günü Hz. Âdem'in tövbesinin kabul edildiği, Hz. Yunus'un balığın karnından çıkarıldığı, Hz. Musa ve İsa'nın doğduğu, Hz. Süleyman'a mülkün verildiği, Hz. Davud'un tövbesinin kabul edildiği, Hz. Peygamberin geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedildiği ve Mekke'den Medine’ye hicret ettiği gün olarak anlatırlar (Diyarbekri, İ, 360). Ne var ki bunları ilmen doğrulama imkânı olmadığı gibi bir kısmının yanlışlığı da ortadadır. Meselâ Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti 10 Muharrem'de değil 12 Rebiülevvel ayında gerçekleşmiştir. Bunun dışındaki rivayetlerin ise İsrailiyat'a dayandığı kabul edilmektedir.”21 Aşurede oruç tutmayı tavsiye eden sahih hadislerin bulunmasına karşılık o gün yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat karışımı aş (aşure) pişirmek, sadaka vermek, mescidleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih bir rivayete rastlanmamıştır Aşurenin İslam tarihinde siyasi bir yönü de vardır. Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61 (1 Ekim 680)'de Kerbela'da şehit edilmesinden sonra Şiiler için bu tarih önem kazanmış ve Hz. Hüseyin'in öcünü alma ahdinin tazelendiği bir matem günü olmuştur. Şiilerin her yıl 20 21
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Aşure maddesi Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Aşure maddesi
kendilerine işkence yaparak tutmaya başladıkları matem orucu, ŞiiFatımi devletinin himayesinde törenlerle icra edilmiş, bu törenler İran'da gelenek halini almıştır. Dinde yasak olan bu tür matem, Şiî inancının canlı tutulmasında ve mezhep bütünlüğünün sağlanmasında etken olmuştur Aşureyi Şia'nın yas günü ilân etmesine karşılık Emeviler (Muaviye ve gerisinden gelenler) Kerbela faciasını unutturmak için bir vesile sayarak o günü âdeta bir bayram kabul etmişlerdi. Hatta Fatımî Devleti'nin yıkılmasından sonra şenlikler düzenlenmiş, tatlı yiyecekler pişirilmiş ve bu konudaki bid'atların haklı gösterilmesi maksadıyla çeşitli hadisler uydurulmuştur. 22 Müslüman Türklerin geleneğinde önemli bir yer tutan aşure, Muharrem'in onuncu günü başlamak üzere daha sonraki günlerde de pişirilip dağıtılan tatlının (aşure) adı olmuştur.23 Aşure, birlikte yenilir veya evlere dağıtılır. Aşure çorbasında et bulunmaz. Aleviler; Kerbela’da İmam Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’in sağ kurtulduğu için mutludurlar, bu nedenle çorba tatlı olur iddiaları söz konusudur. 24 Aşure tatlısının içine; pirinç, buğday, fasulye, ceviz, fındık, pilav fıstığı, şeker, nohut, limon, kuş üzümü gibi baklagiller ve tahıllar katılmaktadır. 25
22
Süleyman Ateş-Vatan Gazetesi-10/9/2003 A.g.e. 24 Alevi Bektaşi Kültür Derneği, http://www.abkyol.nl/alevilik/muharremorucuveasure/index.html 25 http://www.oktayustayemektarifleri.com/asure-tarifi/ 23
Aşure Tatlısı
Aşure aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilir ve halka dağıtılırdı. Anadolu'da zengin aileler ve esnaf örgütleri tarafından pişirilen aşure sebilciler, duâgûlar (dua okuyanlar) ve halkın katıldığı törenlerle dağıtılırdı. Günümüzde de aşure orucu tutmak ve aşure tatlısı pişirmek bütün canlılığıyla sürmektedir.26 Aşure günü ve orucu hakkında tarihi kaynaklarda ve dini kaynaklarda bir tutarlılık bulunmamaktadır. Tarih ve kültürler içerisinde uygulanırken, değişik anlamlar ve uygulamalar da değişken olarak eklenmiştir. Kuran açısından bakıldığında, Muharrem ayında veya diğer bir ayda aşure yapılmasının da, o günde oruç tutulmasının da bir mahzuru yoktur. Kuran’daki İslam’a göre, gelenekler, Allahın söylemediği ceza ve ödül katılmadığı sürece devam ettirilebilir, toplumsal ve kültürel bir kaynaşma sebebi olabilir. Komşularla paylaşma, bu sebeple bir ortak kültür oluşturma gibi özellikleriyle ve 26
Süleyman Ateş-Vatan Gazetesi-10/9/2003
besin değer açısından yüksek bir yemeği yemek açısından güzel bir uygulamadır… Sünni, Alevi demeden, aşure yapmak dini bir arka planda anlaşılmamaktadır. Geçmişteki rivayetlerden ziyade, ülkemizde bir gelenek olarak pişirilip, paylaşılmaktadır. E. KAYNAKÇA
1. Fuat Bozkurt, Alevilik ve Türk Kültürü 2. Mustafa Cemil Kılıç, Yükselen Alevilik 3. Buhârî, Sahih, vesâyâ, 23 4. Müslim, Sahih, İman. 5. Mustafa Öztürk, Aleviliğin Kuran Tasavvuru, Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’ndan, Dem Dergi, Yıl 2, sayı 6 6. Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyan, İrfan Aycan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001 7. Süleyman Ateş-Vatan Gazetesi-10/9/2003 8. Diyanet İslam Ansiklopedisi 9. Aslı Büyükokutan, Muğla Yöresi Alevi Türkmenlerinin Halk Edebiyatı ve Folklör Ürünşeri Üzerine Bir Araştırma, Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir 2005 10. Kazım Balaban, Ehli Beytten Dersim’e 11. el-Menarü’l-münif, İbn Kayyum el- Cevziyye 12. Şamanizm, Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK yy. Ank. 1986
Yararlanılan Linkler 1- http://www.alevi.dk/ALEVILIK/Alevilik.htm 2- http://www.hacibektas.com/index.php?id=hacibektavel
3- http://www.istekuran.net/tebyin.html 4- http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e 0522ef168dc9a&id=10
5- http://ihsaneliacik.blogspot.com/2009/03/bir-din-hayattannasil-cekilir.html 6- http://www.abkyol.nl/alevilik/muharremorucuveasure/index .html 7- http://www.chronicledergisi.com/kilisede-namaz-kilanhristiyanlar/ 8- http://www.vatan.tc/namaz-kilan-hristiyanlarin-resimleri/ 9- http://dogrulus.com/yazi/1753/MAN-VE-ISLAM/PROF-DRMEHMET-CELIKIN-HRISTIYANLIK-TARIHINE-DAIRKONFERANSI.html 10- http://www.oktayustayemektarifleri.com/asure-tarifi/
İletişim:
[email protected]